|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Yakınlarını, dostlarını ziyaret sevabı
1 Ocak 2002 01:00
Müslüman olan ve dînini kayıran akrabasını ziyâret eden bir kimseye, yetmiş nâfile hac sevâbı verilir. Gönül almak ziyâreti çok sevâptır. İ'tikâdı bozuk olan, mezhebsiz olan akrabâyı ziyâret etmek sevâb değildir. Bunların da telefonla hal hatırı sormalı, selam göndermeli, düşmanlığına sebep olmamalıdır. Dînini öğreten hocaya hürmet, saygı ve ta'zîm ve ziyaret etmelidir. Hoca hakkı ana-baba hakkından dahâ üstündür. Çünkü, ana-baba evlâdı büyütür, bakar. Kötülükten, haramlardan korur. İbâdete alıştırır. Üstad ise, evlâda hem dünya ve hem de âhıret hayâtını kazandırır, din ve diyânetini, Ehl-i sünnet i'tikâdını, farzları, haramları sana öğretir. Dînini, imanını öğreten ana-babanın hakkı, hocanın hakkından da üstündür. Çocukları küçük iken hocaya gönderip okutmalıdır. Her şeyden evvel, Allahü teâlânın râzı olduğu, emir ettiği şeyleri öğretmelidir. İyi bir mü'min olmaları için gayret etmelidir. Büyüdükten sonra, edeb zor olur. Onların ve hanımının suçlarını affetmeli. Peygamberimiz "aleyhisselâm" buyurdu ki, "Sadakanın en fazîletlisi, çoluk çocuğuna yedirip giydirdiğindir." Her Müslüman, oğlunu, kızını ve hanımını, haramdan, günahdan ve fenâ arkadaşlardan korumalıdır. Müslüman erkeğin; hanımın ve çocuklarının ihtiyâclarını temin etmek için çalışıp kazanması farzdır. Kız-erkek evlenme çağına gelince onları hemen evlendirmelidir. Allahü teâlâ, onların rızıklarını gönderir. İster zengin, ister fakîr olsun, Allahü teâlânın emrini tutan, aslı belli kimse ile evlendirmelidir. Dâmâdı çok mehr ve çok çeyiz, eşya vermeğe mecbûr kılmamalıdır. Kızı ihtiyâr adama ve din ile alâkası olmıyana, ilm-i hâlini bilmiyenlere, haramlardan sakınmıyanlara vermemelidir. Bu zamanda evlenmiyen gençlerin haramdan kurtulması imkânsızdır. Evlâdını Cehennemden korumak isteyen çabuk evlendirmelidir. Fakîrlikten korkmamalıdır. Allahü teâlâ, onlara da mal verir. Allahü tealaya tevekkül etmelidir. Hadîs-i şerîfte, "Nikâh yapmak, benim sünnetimdir. Sünnetimi terk eden benden değildir." Nikâhsız beraber olmak haramdır. Nikâh lâzım olduğuna ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Dinimize göre, Müslüman kadın kâfirle, Hıristiyan, Yahudi, ateist erkekle evlenemez. Evlenen dinden çıkar. Müslüman erkeğin kitap ehli ile yani Hıristiyan ve Yahudi kadınla evlenmesi mekruhtur. Dinsiz ateist kadınla evlenmesi ise küfürdür. Dinden çıkmış olur. Mezhepsizlerin, diyalogçuların bu evliliklerde sakınca görmemesine aldanmamalıdır.
Haksız kazanç üzerine
4 Ocak 2002 01:00
Fert olarak, toplum olarak hızlı bir ahlaki çöküntüye girdik. Bunun en başta gelen sebebi, İslam ahlakından, örf ve adetlerimizden gün geçtikçe uzaklaşmamızdır. Ekonomik kriz bunun kılıfıdır, mazeretidir. Tarihte bugünküne benzer, hatta daha kötü pek çok krizler atlattık. Fakat kimse bunu bahane ederek gayri meşru yollara tevessül etmedi. Ahlaki çöküntünün en büyük alameti de, rüşvet gibi haksız kazanç yollarının, yaygınlaşması, hatta meşru hale gelmesidir. Rüşvet ile, ya hak edilmeyen bir menfaat ele geçirilmekte veya başkasının hakkına tecavüz edilmektedir. Rüşvetle elde edilen kazanç, insanların yüz karasıdır. Rüşvet, haksız kazanç yollarından biri olduğu için bütün dinlerde günâh idi. Çünkü dinler, insanların dünyada ve âhirette, rahat ve huzur içinde yaşama kaidelerini bildirir. Bu kaidelere uyan insanlar, toplumlar her zaman rahat ve huzur içinde yaşamışlardır. Fertlerin ve toplumun zararına olan, rüşvet ve benzeri zararlı işleri yapanlar ise dünyada rahat edemedikleri gibi âhirette de rahat edemeyeceklerdir. Hak etmeden haksız olarak alınan para, mal sebebiyle kişi, bir müddet için rahat eder gibi görünürse de, bu maldan hayır görmesi mümkün değildir. Bu mal fazlasıyla, sıkıntılı bir şekilde daha dünyada iken, kendisinden çıkar. Âhirette çekeceği sıkıntılar ise, dünyadaki sıkıntılar ile mukayese edilemeyecek derecede büyüktür. Bunun için rüşvet almak da, vermek de dînimizde büyük günâhtır. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde, "Rüşvet alan da, rüşvet veren de Cehennemdedir" buyurdu. Rüşveti almak da, vermek de suçtur. Alan da, veren de suç işlemiş olur. Rüşvet, kötü bir huydur sosyal bir hastalıktır. Toplumda rüşvetin yayılması, devleti zaafa düşürmekte ve vatandaşların kendisine olan îtimâdını yok etmektedir. Bu ise, devlet otoritesinin yıkılmasına, idârede başıboşluğun alıp yürümesine, anarşinin baş göstermesine sebep olmaktadır. Rüşvet, devletin, vatandaşları üzerindeki hükümranlık hakkını zedelemekte, yanlış kararların verilmesine yol açmaktadır. Dinimiz, gasp edilmiş malın, zulüm, hırsızlık, rüşvet, fâiz, kumar ve diğer gayri meşru yollardan ele geçen kazancın yenilmesini ve başkalarına yedirilmesini yasak etmiştir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Birbirinizin mallarını aranızda (Kumar, hırsızlık, gasp, rüşvet gibi) bâtıl sebeplerle yemeyin!" "Onlar yalan söylerken, rüşvet alırken, fâiz yerken, âlimleri ve zâhidleri, onlara niçin mâni' olmuyor? Onları yaparken görüp de, menetmemek, elbette çok kötü ve çok çirkindir." Mahkemelerde, rüşvet verilerek haksız hükümlerin çıkarılmasına sebep olanı, Peygamberimiz lânetlemiş, bedduâ etmiştir. Hadîs-i şerîfte; "Hüküm vermede, rüşvet verene ve alana, Allah lâ'net etsin!" buyuruldu. Bir görevlinin yapmak zorunda olduğu bir iş için, hak sahibinden herhangi bir menfaat sağlaması dînimizce yasaktır. Çünkü bu bir rüşvettir. Peygamberimizin zekât toplamak için gönderdiği bir memurun, dönüşünde; "Bu beytülmâlındır (hazînenindir), şu da bana verilen hediyedir" demesine karşılık, Resûlullah efendimiz; "Eğer doğru söylüyorsan, git, anne-babanın evinde otur ve bu hediyeler sana gelsin, görelim!" buyurdu ve memura böyle, ancak; rüşvet düşüncesiyle hediye verilebileceğini anlatmak istedi. Rüşvet sadece görevlinin aldığı para değildir. Başka rüşvet çeşitleri de var. Meselâ, kızın babasının veya akrabasının, kızı vermeye râzı olmaları için damattan başlık adı altında istedikleri para veya mal da rüşvet olur. Hacca gidenlerden Suudlar toprak bastı parası alıyor. Bu da rüşvettir, haramdır
.
Vicdanlar zapturapt altına alınmadıkça
5 Ocak 2002 01:00
Adaleti ile meşhur Halife hazret-i Ömer, devlet başkanı iken, hanımı ile bir köye gider. Köylü kadınlar halifenin hanımına çeşitli hediyeler verirler. Eve geldikleri zaman, hazret-i Ömer, hanımına bunları nereden aldığını sorar. Hanımı da, "Gittiğimiz yerde bana hediye ettiler" diye cevap verir. Hazret-i Ömer de, "Ben halife olmasaydım, sana bu hediyeler verilir miydi? Eskiden sana niçin hediye vermiyorlardı?" diyerek verilen hediyeleri beytülmala, yani hazineye verir. Son Osmanlı halifesi Sultan Vahideddin Han da, yurt dışına çıkarken, yakınları, "Efendim, gittiğimiz yerde, sıkıntıya düşebiliriz. Topkapı Sarayı'ndaki, kıymetli taşlardan, elmaslardan, mücevherlerden birkaç tanesini yanımıza alsak? Malumunuz, bunlar sizin öz malınız. Dedelerinizden kalmadır. Bunları harcamada kimseden izin almanız gerekmez" dediler. Sultan Vahideddin Han bunlara şu tarihi cevabı verdi: "Evet, bunları götürmem için kimseden izin almam gerekmez. Ancak bunlar, milletimin malıdır. Dedelerim, eğer bu milletin sultanı olmasaydı, bu hediyeler gelir miydi? Ben millet malına hainlik edemem!" İşte, İslam büyüklerimiz, ecdadımız, devlet malına, millet malına böyle titiz davrandılar. Bu inanç ve yaşayıştaki insanların, vatanına, milletine zarar vermesi mümkün mü? Ahlaki çöküntünün işareti olan gayri meşru kazanç, tamamen bir vicdan işidir. Bu da ancak vicdana hitap etmekle önlenebilir. Milletin felaketine sebep olan hastalıklardan kurtulmak, ancak islâm ahlâkına sahip olmakla mümkündür. Çünkü güzel ahlak sahibi bir Müslüman, haksızlık etmediği gibi, haksızlığa da râzı olmaz. Onda Allah korkusu bulunduğu için, haksız kazanca, vâsıta bile olmaktan, arslandan, yılandan kaçar gibi kaçar. Bu bakımdan çocuklarımızı, gençlerimizi ahlâk sahibi olarak yetiştirmek, millet olarak başta gelen vazifelerimizden biridir. İnsanı insan yapan İslâm ahlâkıdır Yaptığı işin, dinimizce haram olduğunu ve haramın da ne demek olduğunu bilen kimse, bu haramı işleyemez. Dünyada, bu işi gizli olarak yapsa bile, âhirette bunun mutlaka hesabını vereceğini bilen bir kimse bu kötü fiili ve diğer kötü işleri işleyemez. Ayrıca, dünyada da bu haksız kazançtan fayda göremeyeceğinin, fazlasıyla kendisinden bu malın çıkacağının idrakindedir. Ağlayanın malı, gülene hayretmez. Herkesin başına yirmi dört saat polis dikmek mümkün değildir. Dikilmiş olsa bile neticede o da insandır, onu kandırmak, ortak etmek zor değildir. Bunun için, insanın başına polis dikip zapturapt altına almaktan ziyade, kişinin vicdanını zapturapt altına almak lazımdır. Bu da ancak imanla, din ile olur. Kişinin imanı ne kadar kuvvetli ise, dinin emirlerine uyması da o nisbette kolay olur. Kısacası, dinini bilen, islâm ahlâkı ile ahlâklanan kimse, hiçbir kötü fiili yapmaz, yapamaz. İnançsız kimseye, rüşvet olarak iki milyon lira da verseniz alır ve gayri meşru bir işinizi yapar. Fakat, inançlı kimselere milyarlar verseniz, yine almaz. Neticede, rüşvet gibi gayri meşru kazançlar, bir milleti ma'nen ve maddeten çökerten illetlerdir. Rüşvetin, haksız kazancın çoğalması, yaygınlaşması aynı zamanda Kıyâmet alâmetlerindendir. Peygamber efendimiz, Kıyâmet alâmetlerini sayarken buyurdu ki: "Hâkimler rüşvet alarak haksız karar verir. Adam öldürmek çoğalır. Gençler ana-babasını, hısım akrabasını aramaz, saymaz olur. Kur'ân-ı kerîm mizmârdan, yâni çalgı âletlerinden okunur. Tecvîd ile, güzel okuyanları, dîne uyan hafızları dinlemeyip, mûsikî ile şarkı gibi okuyanları dinlerler.
.
Hikmetler ve İbretler
10 Ocak 2002 01:00
Kıymetli tefsîrlere yapılan iftirâlardan biri de, onlarda mevdû hadîs bulunduğudur. Mevdû kelimesinin lügat ma'nâsı "uydurma" demektir. Fakat ıstılahta, ya'nî hadîs usûlü ilminde başka ma'nâda kullanılır. Hadîs usûlü ilminde müctehid olan bir âlimin, bir hadîsin mevdû olduğunu söylemesi; "Bir hadîsin sahîh olması için lüzûmlu gördüğüm şartlara göre mevdûdur, ya'nî hadîs-i Şerîf denilen bu sözün hadîs olması bence anlaşılmamıştır." demektir. Yoksa Peygamber efendimizin sözü değildir, demek istemez. Bu âlime göre hadîs olmaması, hakîkatte hadîs olmadığını göstermez. Hadîs usûlü ilminde, müctehid olan başka bir âlim de, bir hadîsin sahîh olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, "Hadîstir, mevdû değildir" diyebilir. O hâlde ba'zı kimselerin; "Ba'zı tefsîrlerdeki hadîsler mevdûdur" demesiyle, o hadîs-i şerîfler mevdû olmaz. Bu hadîs-i şerîfler mevdû diyen âlim için mevdû sayılır. Tefsîr sâhibi için bu hadîsler yine mevdû değildir. Bu sebeple Beydâvî gibi kıymetli tefsîrlerde mevdû hadîs var demek, onların kıymetini aslâ düşürmez. Böyle sözlerin ilmî bir kıymeti de yoktur. Nitekim Kâdı Beydâvî, Mesâbih adlı hadîs kitabına yaptığı şerhte diyor ki: "Zayıf hadîslerdeki zayıflık, hadîs-i şerîfi rivâyet eden kimse hakkında yapılan incelemeden dolayıdır. Denilebilir ki, bir âlime göre zayıf olan bir hadîs-i şerîf, diğer âlime göre zayıf olmayabilir. Bu yüzden hadîs-i şerîfin zayıf olmadığını kabûl eden âlimler, bu hadîs-i şerîfi ba'zı meseleler için delîl olarak da almaktadırlar. Bunun gibi yüzlerce hadîs-i şerîf vardır ki, bir âlimin delîl olarak aldığı hadîs-i şerîfi, diğeri zayıf veya mevdû kabûl edip, delîl almamıştır." Böyle buyuran bir âlimin tefsîrindeki hadîs-i şerîflere nasıl mevdû denilebilir. İslâm âlimlerinin sözbirliği ile uydurma olduğunu bildirdikleri sözlere, "Müfterâ Hadîs" denilir. Ba'zı maksatlı kimseler bu tür hadîsleri mevdû hadîs diye göstermektedirler. Yukarıda açıkladığımız gibi mevdû hadîs, bir âlimin şartlarına uymayan hadîslerdir. Müfterâ hadîs ise hiçbir âlimin şartlarına uymaz. İslâm âlimlerinin, fıkıh, kelâm, tefsîr vb. kitaplarının hepsinde hiçbir mevdû hadîs yoktur. İslâm âlimlerinin yazdıkları bu tefsîrler, asırlar boyunca müslümanlar tarafından kabûl görüp okutulmuş ve zamanımıza kadar gelmiştir.
.
Hikmetler ve İbretler
11 Ocak 2002 01:00
Ülkemizde, ilk tercümeyi yayınlayan, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. İkincisini ise Cihan Kütüphanesi sahibi Ermeni Mihran Efendi'dir. Asırlardır, dinimizin emir ve yasakları fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Fakat meşrutiyetten beri, belli odaklar, Müslümanları sinsice ilmihâl kitaplarından uzaklaştırıp, meallere, tefsirlere, tercümelere yönlendirme gayretine girmiş bulunmaktadır. Bu maksatla, "Dinimizi esas kaynağından öğrenin, aracıları ortadan kaldırın" gibi sloganlar ortaya attılar. İşin aslını bilmeyen çok kimse de, bu sinsice hazırlanmış tuzağa yakalandılar. Birçok şey alıştıra alıştıra kabullendirilir. Bazı yanlış inanç, fikir, görüş, metod ve kanaatler vardır ki, insanlar onları önce iter, reddeder. Fakat devamlı propaganda, beyin yıkama ve telkin neticesinde, bu itiş ve reddetme, zamanla zayıflar ve toplumun direnişinde gevşeme başlar. Gün gelir, bakarsınız ki, o bozuk ve bâtıl fikir ve metodlar, aynı topluluk tarafından benimsenmiş ve kabul edilmiştir. İşte, büyük-küçük her Müslümanın, bir adet Kur'an tercümesi edinerek, İslâmiyeti doğrudan doğruya kutsal kitabından veya kaynağından öğrenmesi fikri de böyle olmuştur. Bu, sinsi din düşmanlarının, yıllardır yaptıkları beyin yıkama propagandalarının bir neticesidir. Maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu, bu propagandanın tesiri ile, evlerinde bir meal bulundurma, dini buradan öğrenme yanlışlığına düştüler. Hâlbuki, bizim, dinin temel bilgilerini Kur'an tercümelerinden elde etmemiz, öğrenmemiz mümkün değildir. İslâmiyeti içeriden yıkmak, dinimizin temellerini dinamitlemek isteyen sinsi reformcuların ve inkârcıların, yıllar boyu devam eden teraneleri şu olmuştur: "Herkes dinini doğrudan doğruya Kur'an-ı kerim'den öğrensin. Bunun için de herkese bir tercüme, yahut meal veya tefsir temin edilsin. Onu okusunlar; eski kafalı hocalar, fıkıh kitapları aradan çıksınlar!.." Nihayet onların dediği olmuş, bu sinsi oyun, yani dini bilgileri meallerden ve tercüme kaynaklardan almak fikri, doğru olarak kabul edilmiş ve tercümeler, mealler peynir ekmek gibi satılmaya başlamıştır. Okuyan herkes kendine göre bir mana çıkarmış, şüpheler başlamıştır. Bunun neticesinde, dinden uzaklaşmalar, dinden çıkmalar başgöstermiştir.
.
Gönül bahçesi
11 Ocak 2002 01:00
Yobazlığın da çeşidi olur mu, demeyin. Yobazların da çeşitleri var. Yobazların en zararlısı ve en tehlîkelisi, mal, para, makâm elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhebsizlerin propagandalarını yaparak; bölücülük yapan, milletin îmânını, ahlâkını bozan, satılmış, din, fen ve siyaset yobazlarıdır. Genel olarak yobazları üçe ayırabiliriz: 1- Kandırılmaya, yönlendirilmeye, satın alınmaya müsait cahil, terörist tabiatlı kimseler: Osmanlı târihini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, Mehdî olduğunu iddiâ eden Celalî isyanını çıkartan Bozoklu Celâl gibi kimseler bu kısım yobazlardandır. 2- Yobazların ikinci kısmı, din yobazlarıdır. Bunlar kötü din adamlarıdır. İlimleri biraz varsa da, sinsi maksatlarına, paraya, mala ve makâma kavuşmak için, bilmediklerini veya bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar. Bunlar, dış güçlerin maşası olarak, üç günlük dünya zevkleri için; din bilgilerini, makâm, mevki gibi dünyalık şeyler yüzünden dîni yıkmakta kullanırlar. Meselâ, İslâm dîninde büyük yaralar açan Yahûdî Abdüllah bin Sebe, Ebû Müslim Horasânî, Hasan Sabbah, Şeyh Bedreddîn, Vehhâbîlik fitnesini ortaya çıkaran Necdli Abdülvehhâb oğlu Muhammed, Mısır'daki mason locası başkanı Cemâleddîn-i Efgânî, Kâhire müftüsü mason M. Abduh ile çömezi Reşid Rızâ, Ahmed Kâdıyânî, Musa Carullah, Muhammed İkbal, Fazlurrahman, Hamidullah, Mevdudi, Seyyid Kutub ve zamanımızda bunların uzantısı olan, Usame bin Ladin gibi kimseler veya bunları savunanlar bu tür din yobazlarındandır. Bunlar, Müslümanların din duygularını, îmânlarını sömürerek, İslâma büyük zarar vermişlerdir. Hıristiyan Batı alemi burada da ikiyüzlülük ederek, kötü huylu, câhil, kaba kimseleri satın aldılar. Bunları din adamı diye tanıttılar. Sonra da, işte Müslümanların din adamları böyle câhil, terörist kimselerdir, diyerek Müslümanları veya Müslüman olmak isteyenleri, dinden soğuttular. Bunların belli başlı özellikleri şunlardır: Âlimlere, mezheblere düşmandırlar. Her fırsatta, sinsi bir şekilde geçmişteki büyük âlimleri kötülerler. Çünkü geçmişteki âlimleri tanıyanlar, bunların eserlerini okuyanlar, dış güçlerin adamı olan bu sahtekârları hemen tanır. Bunlara aldanmaz. Dînin; âlimlerin fıkıh, ilmihâl kitaplarından değil, doğrudan Kur'ân-ı kerîmden öğrenilmesini tavsiye ederler. Mezhebleri, âlimleri devre dışı bırakmak isterler. Böylece; âlimlerden, mezheblerden uzaklaşmış insanları elde etmek kolaylaşır. Sonra da bunları istedikleri gibi yönlendirirler. Öyle veya böyle elde ettikleri, bu kimseleri her fırsatta öne çıkararak, bunlarla câhil insanları etkileri altına alırlar. Zamanımızda İslâmiyetin emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmeleri, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır. Zaten kendileri de İslâmiyeti yaşamazlar, insanlar arasında namaz kılar görünürler, yalnız kaldıklarında namaz bile kılmazlar. 3- Yobazların üçüncü kısmı, elinde üniversite diploması bulunan, fen adamı olarak ortaya çıkan Fen Yobazları'dır. Fen yobazları, gençlerin îmânlarını bozmak, bunları dinden, İslâmiyetten ayırmak için, uydurdukları şeyleri fen bilgisi, tıp bilgisi, ilericilik olarak anlatır ve yazarlar. Din kitapları, bu yanlış fen bilgilerine uymadığı için, "Bu bozuk kitaplara inanmak, bunların gösterdiği yolda yaşamak gericiliktir" derler. Din yobazları, din bilgilerini değiştirdikleri gibi; fen yobazları da, fen bilgilerini değiştirerek İslâmiyete saldırırlar. İslâmiyeti bilen iyi yetişmiş olan akıllı bir kimse, bunların sözlerinin ilme, fenne uymadığını, bunların fen ve din câhili olduklarını hemen anlar ise de; gençler, talebeler, bunların etiketlerine aldanarak, yalanlarına inanır, felâkete sürüklenirler. Dinimizi, imanımızı koruyabilmek için, her çeşit yobazı iyi tanımak, bunların hilelerine, oyunlarına gelmemek gerekir.
.
Gönül bahçesi
12 Ocak 2002 01:00
Hıristiyan Batı âlemi, tarih boyunca İslamiyetin amansız bir düşmanı olmuş; bu düşmanlığın sonucunda Müslümanlar akıl almaz vahşetlere, katliamlara maruz kalmışlardır. Şimdi bu vahşetler için özür dileyip, dost olmak istediklerini söylüyorlarsa da samimi olmadıklarını bazı davranışları göstermektedir. Geçmişi incelemiş, Hıristiyanların haleti ruhiyesini bilen herkes bu davranışlarının, bir taktik, yeni bir saldırı metodu olduğunu hemen anlar. Çünkü bunlar, zamana zemine göre yeni stratejiler geliştirirler. Mesela, geçmişte müsteşrik faaliyetleri çok yoğundu. Müsteşrikler, doğunun kültürüne, diline, dinine vakıf kimselerdi. Yaptıkları çevirilerde, incelemelerde, konferanslarda tespit ettikleri hassas meseleleri kendi menfaatleri doğrultusunda yanlış yorumlayıp, Müslümanları İslamiyetten uzaklaştırmak istediler. Dikkat edilirse son yıllarda müsteşrik faaliyetleri neredeyse kalmadı denecek kadar azaldı. Çünkü, artık buna lüzum kalmadı. İçeride yetiştirdikleri, satın aldıkları kimseler müsteşrikleri aratmıyorlar. Hatta bunlar içimizden birileri olduğu için, etkiledikleri saha daha da genişledi. Daha çok taraftar buldular. Kendilerine çok taraftar bulmaları da, birkaç yıllık çalışmanın ürünü zannedilmesin. Bu 150-200 yıllık bir çalışmanın meyvesidir. Meselâ, İngiliz casusu, Hempher hatıratında yapılan çalışmalarının ne kadar uzun vadede olduğunu bakınız nasıl anlatıyor: "İstanbul'da Basra'da uzun seneler, Müslüman kılığında, Müslümanları dinlerinden döndürmek, en azından saptırmak için yıllarca canla başla çalışmama rağmen gözle görülür bir netice alamamıştım. Bir ara ümitsizliğe kapılıp, Londra'ya döndüm. Hariciye Nezaretindeki amirime, 'Ben bu işte başarılı olamadım, beni bu görevden alın!' dedim. Hariciye Nezaretindeki amirim bana şöyle dedi: 'Sen böyle birkaç senede netice alacağını mı zannediyordun. Bu ektiğimiz tohumların meyvelerini ne sen göreceksin ne de ben. Ne de bizim çocuklarımız. Bunların meyveleri ancak 150-200 yıl sonra alınacak!.." Hempher, 1730'lu yıllarda bu faaliyeti gösteriyordu. Gerçekten de ikiyüzyıl sonra, 1900'lü yıllarda meyvelerini toplamaya başladılar. Şimdi bir Müslüman Hıristiyan olur mu, konusuna gelelim: İslam tarihi boyunca, dinini bilen samimi bir Müslümanın din değiştirip Hıristiyan olduğu görülmemiştir. Bütün baskılara, her türlü dünyalık vaadlere rağmen bunun mümkün olmadığını gören, Hıristiyan âlemi taktik değiştirdi. İslam dünyasında "Dininden haberi olmayan, dinini yaşamayan, sadece ismi Müslüman bir halk" meydana getirmek için yoğun faaliyete girişti. Bugün artık bu çalışmanın meyvelerini tek tük de olsa almaya başladılar. Türklerden de çeşitli vaadlerle, Noel ayinlerine katılan, bir müddet sonra da Hıristiyan olanlar ortaya çıkmaya başladı. Bu kimseler, aslında Müslüman iken Hıristiyan olmuş değillerdir. Zaten Müslüman değillerdi. Çünkü "Dinini bilmeyenin dini olmaz" Sözü meşhurdur. Şimdi buna ağırlık veriyorlar. Yaptıkları, "Hıristiyanlık da bir dindir, onlar da Cennete gidecek. Bunun için bunları düşman bilmemek gerekir. Geçmişteki olanları bir tarafa atıp, bunlarla dost, kardeş olmalıyız" gibi yoğun propaganda ile Hıristiyanlığı sevdirme çabasına girdiler. Bu propagandaların tesirinde kalan kimseler, "Madem ki, onlar da Cennete girecek ha Müslüman olmuşsun ha Hıristiyan ne farkeder" düşüncesine kapıldılar. Hıristiyanlığın belli başlı bir kuralı da olmadığından, "Haftada bir kiliseye gider ayine katılır" sonra da her istediğimi yaparım. İçkimi de içer, zinamı da yapar, istediğim gibi yaşarım" anlayışı Hıristiyanlığı cazip hale getirdi. 150-200 yıllık çalışma planının hedefi de buydu zaten. Nihai hedefleri ise, dünyanın tamamını Hıristiyan yapmak! Onların bir hesabı varsa, tabii ki Allahü teâlânın da bir hesabı var!
.
Hikmetler ve İbretler
12 Ocak 2002 01:00
İslamiyette yenilik, değişiklik yapmak istiyenler, faaliyetlerinde Luther'in Hıristiyanlıkta yaptığı reformu örnek gösteriyorlar. Luther, İncillere aykırı olarak faaliyet gösteren papazlara karşı çıkmıştı. İnciller de değişik olduğu için, aslına dönülmesini savundu. Kur'an-ı kerimin tek noktası bile değişmediğine, tahrif edilmediğine göre, İslâmiyette reforma, aslına dönüşe ihtiyaç yoktur. Bunun için Luther'in reformu örnek alınacak bir hareket değildir. Buradan, Luther'in kendine göre iyi niyetli, bizdeki reformcuların kötü niyetli olduğu ortaya çıkıyor. Meselenin öneminin iyi anlaşılabilmesi için, bu yıkıcı hareket, ne zaman ve kimler tarafından başlatılmış, geçmişine bir göz atalım: Sebilürreşad Mecmuası'nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısındaki, "Yeni Kur'an Tercümesi" başlıklı yazıda, bu konu özetle şöyle anlatılıyor: "Kur'an-ı kerim'i tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. Fakat isminin duyulması üzerine, tercümeyi neşirden vazgeçti. Daha sonra Cihan Kütüphanesi sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, "Türkçe Kur'an" ismiyle yayınladı. "Türkçe Kur'an" tabiri, çok yanlıştır. İslâm âlimleri, Kur'an tercümesine Kur'an demenin küfür, yani kişiyi dinden çıkarıcı bir söz olduğunu bildirmişlerdir.Tercümenin faydası, zararı bir yana, tercüme diye ortaya koydukları şey baştanbaşa hata ve tahrifat!.. Kur'ana karşı bu ne büyük bir suikasttır." Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur'an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayri müslimlerin böyle bir çalışma yapması, bizlere çok şey hatırlatmalıdır... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayri müslimlere bırakırlar mıydı? Neticede ne olmuştur? Çok tahribat ve karışıklık olmuştur. Ehl-i sünnet sarsılmış... İslâmî otorite ve hiyerarşi kavramları yıkılmış... Söz ayağa düşmüş... Bir sürü ukalâ müctehid taslağı türemiş... Dinimizde zararlı reform hareketleri başlamış... Mezhepsizlik yayılmış... Hemen arkasından da dinsizlik yayılmaya başlamış. Zaten mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür
.
Yapılabilecek en büyük kötülük
15 Ocak 2002 01:00
İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, islâm âlimlerini yıkmadıkça, islâmiyeti yıkmaya, imkân yoktur. Bunun için 1700'lü yıllardan itibaren taktik değiştirdiler. Kaba kuvveti bırakıp islâmiyeti içeriden yıkmak için plânlar hazırladılar. İslâmı yıkmada, en büyük engelin islâm âlimleri olduğunu anladıkları için de, bütün hedefleri onlar oldu. Biliyorlardı ki, islâmiyeti asırlardır, bozulmadan, ilk şekli gibi çağlara ulaştıran âlimlerdi, mezheplerdi. İslâm alimleri, islâm dairesinin aşılamaz kalesi, sûru idiler. Bu kale yıkılınca, içeri girmek kolaylaştı. Artık müslümanları, istedikleri gibi birbirlerine düşürebiliyorlar, her türlü fitne, fesâdı çıkartabiliyorlardı. Bilhassa zamanımızda, artık âlimler, mezhepler hemen hemen devre dışı kalmış gibidir. İlmihâl kitabından, fıkıh kitabından bahsetmek câhillik alâmeti sayılır hâle gelmiştir. Aydın din adamı(!) olmanın alâmeti de, kendini İmâm-ı a'zamın yerine koyup hadisten, âyetten hüküm vermek olarak kabûl edilmiştir. Herkesin eline, bir meâl, tefsir veya bir hadîs-i şerîf kitabı tutuşturulmuştur. Hâlbuki, dinini bilmiyen bir kimsenin eline, bir hadîs-i şerîf kitabı, bir Kur'ân-ı kerîm meâli veya tefsîr kitabı tutuşturup, dinini buradan öğren demek, bu kişiye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Müslümanların arasındaki bugünkü ayrılıkların, karışıklıkların tek sebebi, âlimleri devre dışı bırakmaktır. Âlimler, devre dışı bırakılınca, ortaya dinde olmayan, birçok şeyler çıkmıştır. Şahıslar kendi fikirlerini, dinin emridir diye ortaya atmışlardır. Her tarafta bid'atler, dinsizlikler din diye alabildiğine yayılmaktadır. Peygamber efendimiz, 15 asır önce bugünkü halleri haber vermiştir: Bir hadîs-i şerîfte, "Benden sonra, ümmetim arasında ayrılıklar olacaktır. O zamanda olanlar, benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin, dört halifemin sünnetine yapışsın! Dinde meydana çıkan şeylerden uzaklaşsın! Dinde yapılan her yenilik bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir. Dalâlet sahiplerinin gidecekleri yer, Cehennem ateşidir." buyurmuştur. Bu hadîs-i şerîf, bu ümmette çeşitli ayrılıklar olacağını haber veriyor. Bunlar arasında, Resûlullahın ve O'nun dört halîfesinin yolunda olana sarılınız, bid'adlerden uzak durun diyor. Bu da ancak, İslam alimlerinin yolundan gitmekle, onların fıkıh kitaplarını okumakla mümkündür.
.
Müsteşrikler neden hız kesti?
16 Ocak 2002 01:00
Konumuzla yakından ilgisi dolayısıyla, Ebubekir Sifil'in "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" kitabından bazı tespitleri sizlere aktaracağım. Bugün kitabın önsözünden kısa bir özet sunup daha sonraki günlerde, Peygamber Efendimizin "Hüküm koyma yetkisi" ile ilgili bahsin özetini vermek istiyorum: Batı'nın İslam Dünyası üzerinde "öncü kuvvet" ve "keşif kolu" olma rolünde olan müsteşriklerin taarruzu bugün eski yoğunluğunu yitirmiş görünüyor. Bunun sebebi müsteşriklerin İslamiyeti bozma çalışmalarından umdukları sonuçları elde edememiş olmaları değil, tam tersine yeni dönemde onların yerine kaim kılınan yerli müsteşrik hareketlerinin İslam Dünyası'nda sürdürmekte olduğu çalışmalardır. Zira artık konuşanlar "bizden" birileridir ve bu sebeple söylediklerinin kale alınma şansı nispeten fazladır; böylesi, özellikle sokaktaki insan bakımından daha etkili ve kalıcı olabilmektedir. Bunlara göre, geçmişte Tevrat ve İncil'i nasıl tahrip edildiyse, bozulduysa şimdi tahrip sırası Kur'an-ı kerim'de. Bugünkü,Yahudi dini hahamların, Hıristiyanlık papazların ürünüyse, Kur'an da yeni bir bakış açısı ile yeniden yorumlanmalı ve bu bağlamda Kur'an'ı anlamada/hayata aktarmada müslümanların geçmişte oluşturduğu tecrübe birikimi tarihin çöplüğüne terkedilmelidir. Artık Ehl-i Sünnet, Fıkıh, Fukaha... tabirleri bunlara itimat telkin etmiyor; İslam Tarihi, ihanet, zorbalık ve tahrifin oluşturduğu, bir safra gibi çıkarıp atmamızı istedikleri mülevves bir geçmişin kronolojisidir ve esasen müslümanların sahip çıkabilecekleri bir tarihleri yoktur; Tefsir bir İsrailiyyat yumağı; Hadis, uydurma rivayetlerin kırk ambarıdır. Tasavvuf İran, Bizans ve Hint düşüncesiyle yoğrulmuş, içinde İslam'dan başka herşey bulunan bir uyuşturma mektebi; mezhepler hayatlarını, kendi görüşlerini Kur'an ve Sünnet'in üzerine çıkarmaya çırpınmakla geçirmiş "hîle" ustalarının tezgâhı... Ya Kur'ân! Aslına bakarsanız modern yerli müsteşriklere göre Kur'an-ı kerimin hükümleri tartışmalı, kesin bir hüküm yok, her konu zamana göre yeniden yorumlanmalı. Yine bunlara göre, elimizdeki Mushaf'ın ihtiva ettiği bir kısım ayetler apokrif, bir kısmına göre Kur'an'ın özellikle de muamelata ilişkin ayetleri "ölçü" değil, "örnek"tir; Kur'an'ı tarihe gömerek de müslüman kalabilirsiniz... İşte, yerli müsteşriklerin Kur'an-ı kerim ve İslamiyet hakkındaki düşünceleri. Bütün bunlardan sonra müsteşriklerin yıkıcı faaliyetlerini neden zayıflattıkları daha iyi anlaşılıyor
.
Hadis-i şerifler ve Kur'an-ı kerim
17 Ocak 2002 01:00
Hadis-i şeriflerin Kur'an-ı kerimi teyit edici özelliği: Bazı hadis-i şeriflerin hükmü Kur'an-ı kerimin hükmünü teyit edici mahiyettedir. Kur'an, bahse konu hükmü tesbit ve vaz etmiştir, esas delil odur; Sünnet ise teyit edici delildir. Mesela Hz. Peygamberin, "Bir müslümanın malı, onun gönül rızası olmadan (başkasına) helal değildir" anlamındaki hadisi, "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. (Ancak) karşılıklı rızaya binean yapılan ticaret olursa başka" (4/9) ayetinin getirdiği hükmün aynısını ifade etmektedir. Ayrıca Allahü teâlâya ortak koşulmasının yasaklanması, namazın kılınması, orucun tutulması, zekâtın verilmesi, hacca gidilmesi... gibi hususları emreden hadisler de Kur'an'ın bu konulardaki emirleri ile aynı durumu arzeder. Hadis-i şeriflerin Kur'an-ı kerimi beyan edici özelliği: Burada Hadis-i şerifler, açıklanmaya ihtiyaç gösteren Kur'an nasslarının açıklayıcı hükümler ihtiva etme özelliğiyle karşımıza çıkar. Sünnet'in bu özelliği şu üç noktada kendini gösterir: Birincisi, Kur'an'ın mücmel yani kapalı, açıklanmaya ihtiyaç olan müşkil yani anlaşılması zor ifadelerini beyan eden Hadisler. Mesela namaz vakitlerini ve rek'at adetlerini, namazda neyin nasıl okunacağını, zekât verilmesi gerekli olan ve olmayan malları, zekâtın ve zekâta ait nisapların miktarını belirleyen hadisler bu türdendir. Çünkü bunlar, Kur'an'daki, "Namazı kılın", "zekâtı verin" şeklinde mücmel olarak yer alan ayetlerden maksadın ne olduğunu açıklayan hadislerdir. Böyle ayetlerin, açıklanması, izah edilmesi Peygamber Efendimize, "(İndirdiğimiz hükümleri) onlara iyice açıklasın diye biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik" (14/4), "Sana da Zikr'i (Kur'an'ı) indirdik ki, kendilerine indirilen insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar." (16/46) gibi ayetlerle emredilmektedir. Hz. Peygamberin vazifesi sadece Kur'anı getirmektir -haşa- "Postacılıktır" diyenlere sormak lazım: Mesela, tercüme, meal okumakla Kur'an-ı kerimi anlamak mümkün ise, Hz. Peygamber tarafından insanlara ayrıca ve tekraren açıklanması emredilen ayetler luzumsuz olmaz mı? Kur'an-ı kerime böyle bir şey söylenebilir mi? Allah'ın Kitabı böylesi olumsuz özelliklerden arınmış değil midir?
.
Huzursuzluğun sebebi
18 Ocak 2002 01:00
Bugün savaşların, terör hareketlerinin esas sebebi, güçlünün güçsüzü ezme, kendine kul köle yapma; onu sömürme isteğidir. Eğer güçlüler, güçsüzlere merhametle, adaletle muamele etseler, dünya huzur bulur; ne savaş kalır ne terör. Tarihte az da olsa böyle huzurlu dönemler olmuştur. Örneğin Osmanlılar zamanında, Osmanlı hakimiyetindeki bütün bölgelerde, Müslim gayri Müslim herkes huzur içindeydi. Halkın malından, canından bir endişesi yoktu. İşte, Osmanlının küçük bir beylik iken dört kıtaya hükmeden bir imparatorluk hâline gelmesinin sebebi de buydu. Osmanlılar, yerli halka, biz güçlüyüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Çoğu zaman, o milletten aldıkları vergilerden daha fazlasını onlara geri verdiler. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de, zaten budur. Bu yöntem, onların gönüllerinin İslâma ve dolayısıyla Osmanlılara ısınmasına sebep oluyordu. Bunu yabancılar bile dile getirmektedir. Meselâ, meşhur tarihçi Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır: "Osman Gâzi, dîninde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halîfe Osman'ın ve daha evvelki halîfelerin ikinci nüshası idi. Hoşgörülüydü, fakat dininden taviz vermezdi. Ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse birşey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara ezâ etmeye, sıkıntı vermeye, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmaya kalkmış olsaydı, Osmanoğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişlerdir. Karadeniz'in güneyinden Avrupa'ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmediklerinden eriyip yok olmuşlardır. Osman Gâzi'nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te'sîri çok daha geniş ve şumüllü idi. Çünkü O, sükûnet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O'na bunların üstünde bir mevki vermemiz icâbeder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!. 600 küsûr sene hüküm sürebilmiştir!" Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vâsıtasıyla İslâmı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede müsamahakârâne davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir. Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dînin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslâmı benimsemişler ve Türk-İslâm kültür dairesi içerisine girmişlerdir. Meselâ şu olay bu konuda bize gerekli fikri vermeye kâfidir sanırız: Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, "Kimsenin canına dokunulmayacağına" dâir antlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terketmeyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur'un vezirine, Rumların şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gâzî'ye verdiği cevap ilginçtir: "Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Babanızın idâresine geçen köylülerimiz memnun kalıp, size itâat ettiler. Bir daha bizi anmadılar. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik" İnsanoğlu huzur ister; hangi dinden, hangi milletten olursa olsun bunu sağlayana minnetar kalır; doğrudan veya dolaylı olarak onun himayesinde olmak ister.
.
Cuma namazı örneği...
18 Ocak 2002 01:00
Dinde Kur'an-ı kerimden başka kaynak tanımamak, Kur'an-ı kerimin bazı ayetlerini tanımamak manasına gelir. Çünkü Kur'an-ı kerim ayetleri Hz. Peygambere uymamızı, onun bildirdiklerini yapmamızı emrediyor. Bu aynı zamanda Peygamberimizin Kur'an-ı kerimi açıklama görevini de kabul etmemektir. Kur'an'ı açıklama görevi bulunan Hz. Peygamber, Kur'an'a ilişkin, Kur'an dışında ve fakat yine Kur'an tarafından verilen bir yetkiye dayanarak bir kısım şeyler söyleyip açıklamalar yapmadan bu emri nasıl yerine getirecektir? Kur'an'ın Kur'an'la açıklanması onun anlaşılması için yeterli olsaydı ayrıca Hz. Peygambere onu "açıklama" emri verilmesine ne gerek vardı? Hz. Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç duymaksızın herkes Kur'an'ı rahatça okuyup anlayabilirdi. Kur'an-ı kerimin mücmel olmadığını, açık olduğunu söyleyenler de mesela Cuma namazını anlatırken, Cuma namazı şöyle kılınır: "Ezan okunur, hazırlanmış olan mü'minler mabedi doldurur. Hutbeden önce iç ezan okunur... 4 rekat tatavvuun ardından hutbe okunur " demektedirler. Halbuki, Kur'an'da hutbe, iç-dış ezan diye bir ayrım ve hatta esasen "Cuma namazı" diye bir namaz yoktur. Cuma ile ilgili ayette sadece "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrı yapıldığında Allah'ı anmaya koşun..." (62/9) buyurulmaktadır. Şimdi şu soruların cevaplandırılması gerekmektedir: Burada zikredilen "namaz"ın "Cuma namazı" olduğu nereden bellidir? Hangi Kur'an ayetine dayanılarak bu namaz 5 vakit namazdan herhangi biri değil de "Cuma namazı" diye tayin edilmekte ve onun da iki rek'at olduğu söylenmektedir? Burada veya Kur'an'ın herhangi bir yerinde "hutbe"den kesinlikle söz edilmediği halde Cumanın nasıl kılınacağını açıklarken hutbe okunacağını neye istinaden söylemektedir. Yine bu ayette ve Kur'an'ın başka herhangi bir yerinde "iç ezan-dış ezan" diye bir olaydan söz edilmediği halde bu nereden çıkarılmaktadır? Hatta tarihen sabittir ki, bu dış ezan meselesi Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde bile yokken, daha sonraları Hz. Osman zamanında ihdas edilmiştir. Üstelik ezanın lafızları da Kur'an'da geçmektedir. Rivayetler, ezanın, bazı sahabîler tarafından görülen rüyadaki cümleler benimsenerek Hz. Peygamber tarafından bugünkü şekliyle uygulamaya konduğunu bildirmektedir.
.
Peygamberlerin lüzumu...
19 Ocak 2002 01:00
Günümüzde, herkesin eline bir meal tutuşturup, dinimize ait herşey burada var, başka kitabı ihtiyaç yok deniliyor. Eğer Kur'an-ı kerimin Hz. Peygamber tarafından açıklamasına luzum olmasaydı, Yüce Allah Kur'an'ı mesela bir dağın başına indirerek "gidin, oraya indirdiğim kitapta hayatınızı benim rızama ve irademe uygun bir şekilde yönlendirmek için ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümler ayrıntılı olarak belirtilmiştir. O kitabı alın ve onunla amel edin" buyuramaz mıydı? Bu durumda ilahî kitapları, insanlar arasında birtakım kulları elçi olarak seçip, onları, indirdiği vahyi insanlara açıklamakla görevli kılmasına ne gerek vardı? Yüce Allah böyle yapmayıp da Kitabı'nı Hz. Peygamber vasıtasıyla insanlara ilettiğine göre O'na, başka bir kısım meziyetlerle donatması dışında, diğer insanlara vermediği bazı bilgileri vermiş olması da gerekmez mi? Aksi halde rahatça anlaşılabilecek mufassal bir kitabı anlayıp, içindeki hükümlerle gereği gibi amel edebilmek için insanlar neden bir elçiye ihtiyaç duysunlar? Kur'an'daki müşkil, anlaşılması zor lafızlara açıklık getirici hadislere örnek olarak da "Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırdedilinceye kadar yiyin, için" (2/187) mealindeki ayette yer alan "iplik" lafzlarından maksadın, gündüzün beyazlığı ve gecenin karanlığı olduğunu bildiren hadisi zikredebiliriz. Sahabe'den Adiy b. Hâtim, bir siyah, bir de beyaz iplik alarak yastığının altına koymuş, sahur yemeğinin son vaktini tayin için bu ipliklere bakmaya başlamış, ancak onları birbirinden bir türlü ayıramamıştır. Nihayet kuşluk vakti olunca Hz. Peygambere giderek durumu arzetmiş, Hz. Peygamber de "Bu (ayetteki) siyah iplik ile beyaz iplik (ifadeleri) gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığından ibarettir" buyurarak meseleye açıklık getirmiştir. (Bu ipliklerin, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığı olduklarını anlatmak için, daha sonra "Fecrin" kelimesi nâzil oldu. Gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığı, iplik gibi birbirinden ayrılınca, oruca başlanacağı anlaşıldı. Bunun için ufkun bir yerinde beyazlık başlayınca, (İmsâk vakti) olup, oruca başlanır. Kur'an'ın Umum Bildiren Hükümlerini Tahsis Eden Sünnet: "Kadın halası, teyzesi, erkek veya kızkardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz" hadisi buna örnektir. Bu hadis, 4/en-Nisâ, 23 - 24. ayetlerinde kendileriyle evlenilmesi haram kılınan kadınlar zikredildikten sonra yer alan "Bunların dışındakiler size helal kılındı" ayetinin umumi hükmünü tahsis etmiştir.
.
Lawrenc'in İslam düşmanlığı
19 Ocak 2002 01:00
Sık sık adı gündeme getirilen ve filmlere, kitaplara konu olan Lawrenc kimdir, hedefi neydi buna değinmek istiyorum bugün... Lawrenc (Thomas Edward Lawrenc); Binlerce Osmanlı askerinin ölümüne sebep olan İngilizlerin Orta Doğu'daki meşhur câsusudur. Hıristiyanlığın koyu bir taassuba sâhip Cizvit Tarikatına mensuptur. Acımasız Müslüman düşmanlığı da buradan geliyor. İngilizlerin, Orta Doğu'ya sömürgeci yayılma siyâseti istikametindeki faaliyetlerine katılıp, 1910 yılında Türkiye'ye geldi. Fırat Nehri kıyısında arkeolojik araştırmalar adı altında, petrol etüdü, siyâsî ve etnolojik bilgiler topladı. Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır'ı gezip, Arapçayı ve İslâm âdetlerini öğrendi. Yüzbaşı rütbesiyle, İngiliz İstihbârât Teşkilâtı olan İntelligence Service'te câsus olarak çalıştı. Vazifesi, İttifak Devletleri safında harbe sokulan Osmanlı Devleti hâkimiyetindeki Arap ülkelerinde isyan çıkartmaktı. Yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyetinde barış, sükûn ve huzur içinde yaşayan Araplara, kavmiyetçiliğin dînî bağlardan daha önemli olduğu propagandasını yaptı. Arap liderleriyle görüşüp onlara, Osmanlı Devletinden kurtulma zamanının geldiği istikâmetinde telkinlerde bulunuyordu. Vehhabî Abdülaziz bin Sü'ûd ile münâsebet kurup, onun yakın adamı oldu. Abdülaziz bin Sü'ûd'a, İngiltere'den külliyetli miktarda para, silâh, cephâne, teçhizât ve levâzım malzemesi sağladı. İttihatçı subayların Arap ülkelerindeki zulüm ve ahlâksızlıklarını kendine malzeme yapıp, bölgeyi Osmanlı Devletine karşı ayaklandırdı. Lawrens, gerilla harpleri yaptırarak Türk kuvvetlerine çok zarar verdirdi. Türk kuvvetlerinin Hicaz'a ulaşımını sağlayan Şam-Hicaz demiryolunu kısmen tahrib ettirdi. Demiryolu istasyonlarına gece baskını yaptırdı. Osmanlıya bağlı Hicaz ahâlisi dışında Vehhabîleri ve âsileri Türk düşmanlığı ile körükleyip, Mekke ve Medine'de de hiyânetlere sebeb oldu. Arap âlemini Osmanlılardan ayırıp, İngiltere'nin sömürgesi hâline soktu. Dünyaya Arap kahramanı olarak tanıtılıp, bağımsızlık dâvâsı adı altında Müslümanlara, meşru devlete karşı isyan tohumları ekti. Bugünkü Arap aleminin ders kitaplarına bile giren Osmanlı düşmanlığının sebebi budur. Lawrenc, Birinci Dünyâ Harbinden sonra Osmanlı Devleti yıkılınca, vazifesini tamamlamış olarak İngiltere'ye döndü. Ortadoğu'ya empoze ettiği fikirleri Arap milliyetçiliği ötesinde yayıldı. Arap âleminde, aynı din, dil, ülke ve ırka mensûb olmalarına rağmen birbirine düşman pekçok devlet kuruldu. İsrâil Devletinin kurulmasına fırsat verdirip, Arap âlemini birbirine düşman hâline getirdi. Bugün Orta Doğu'da, barış huzur bir türlü sağlanamıyorsa; aynı bölgenin, aynı dinin mensupları birbirini boğazlıyorsa bunun tek müsebbibi Lawrenc ve dolayısıyla İngilizlerdir. 1944'te Japonya'da vefât eden Abdürreşîd İbrâhîm 1910'da İstanbul'da basılan "Âlem-i islâm" kitabında bu gerçeği şöyle dile getiriyor: "Her zaman Müslümanların başına gelen felaketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep İngilizlerden gelmiştir. İngiliz siyasetinin temeli, İslâmiyeti yok etmeye dayanır. Bu siyasetin sebebi, İslâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmaktadırlar. Bunları, "aydın" "ilerici" "çağdaş" din âlimi olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, İslâmiyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir."
.
Hz. Peygamberin hüküm koyması
20 Ocak 2002 01:00
Sünnet'in, Kur'an-ı kerimde yer alan bazı hükümleri neshedici özelliği: Kur'an-ı kerimde "Birinize ölüm geldiği zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur" (2/180) buyurulmaktadır. Bu ayette ana, baba ve yakınlara vasiyet meşru kılındığı halde Yüce Allah Hz. Peygamberin diliyle böyle bir vasiyeti neshetmiştir. Bu konudaki hadis şudur: "Bilin ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur." (Buhari) Keza Kur'an'da, "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman..." (5/6) buyurularak namaza kalkıldığı zaman abdest alınması emir buyurulmuş ve abdestin nasıl alınacağı ayrıntılı olarak zikredilmiştir. Bu ayetin zahir ifadesi, namaza her kalkıldığında abdest alınması gerektiğini göstermektedir. Ancak Hz. Peygamberin Sünneti ile bu hüküm neshedilmiş ve bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin kendisinin bir tek abdest ile 5 vakit namazı kıldığı sabittir. Kur'an'ın mutlak hükmünü kayıt eden sünnet: Buna örnek olarak da şu ayeti zikredebiliriz: Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının nasıl cezalandırılacağı bildirilmiş, fakat detayı bildirilmemiştir. (5/38) Uygulamanın nasıl yapılacağını Hz. Peygamber hükme bağlayarak bu ayetin mutlak ifadesini kayıtlamıştır. Sünnet'in, Kur'an'da yer almayan bazı konularda hüküm koyucu özelliği: Hz. Peygamberin hüküm koyması kendi arzu ve isteğine göre değildir. Çünkü, Hz. Peygamberin teşri, kanun koyma alanı dahil dinin tebliği bağlamındaki her hareket ve sözünün ilahî kontrol altındadır. Hatta Hz. Peygambere itaat ve O'nun söylediklerinin bağlayıcı kabul edilmesi bizzat Yüce Allahın emridir. "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onun çözümünü Allah'a ve Resulü'ne havale edin..." (4/59), "Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (4/80), "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" (3/31) gibi ayetlerde bu açıkça bildirilmektedir. Peygambere itaat emri sadece Sahabeyi bağlayıcı bir emir de değildir. Sahabe Allah'ın hükümlerini öğrenmek için Hz. Peygamberin varlığına muhtaç iken yirmibirinci yüzyılda müslümanların buna ihtiyacı yok mudur?
"O'nun her sözü vahiy iledir"
21 Ocak 2002 01:00
Kur'an'da herşeyin açık olduğunu, hadis-i şeriflere ihtiyaç olmadığını söyleyenlere şunları sormak lâzım: 1- Kur'an'da yalnızca sütanne ve süt kızkardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır. O halde süt kızlarla evlenmek caiz midir? 2- Kur'an-ı kerimde açık hüküm bulunmadığına göre, bir kadınla hala veya teyzesini aynı nikâh altında tutmak caiz midir? 3- Kur'an'da alışveriş yapıldığı zaman şahit bulundurulması emredilmektedir. Bu durumda pazar yerlerinde veya benzeri ortamlarda yapılan tüm şahitsiz alış-verişler gayri meşru mudur? 4- Ninenin mirastaki payının miktarı nedir? 5- Fıtır sadakası ve vitir namazı gayri meşru mudur? 6- Nikâh akdi şahitsiz yapılabilir mi? 7- Şuf'a hakkının hükmü nedir? 8- Katil, kasten öldürdüğü kimsenin mirasçısı olabilir mi? 9- Gayrimüslim akraba mirastan pay alabilir mi?.. Buna göre Hz. Peygamberin Kur'an dışında hüküm koyduğunu söylemek şirk ise, o halde yukarıda zikrettiğimiz hususlarda Hz. Peygamber in Sünneti ile amel eden bütün ümmetin müşrik olması gerekir. Halbuki Ümmet-i Muhammed, Hz. Peygamberin bu noktadaki tasarrufunun da yine bizzat vahye dayandığına inanır. Çünkü ayet-i kerimede, "O, (yani Peygamber efendimiz) kendiliğinden konuşmaz. Onun (dini emirlerdeki) her sözü vahiy iledir." (Necm 3-4) buyurulmuştur. Bu, vahiy konusunda, yine bizzat vahiy tarafından yapılan bir tasarrufun ifadesidir. Bir diğer deyişle Yüce Allah , Hz. Peygambere vahiy yoluyla ilettiği Kur'an'da yer alan bazı hükümler dışında, yine Hz. Peygambere vahiy yoluyla -Kur'an dışında- ilettiği Sünnet vasıtasıyla da birtakım hükümler vaz etmiştir. Yani Sünnet'in Kur'an'da yer almayan bazı konularda müstakil teşri, hüküm koyma kaynağı olduğunu söyleyenler, bunu vahiyden ayırarak yapmamakta, Hz. Peygamberin bu noktalardaki uygulamalarının da yine vahiy kaynaklı tasarruflar olduğunu söylemektedirler. Halbuki Ümmet-i Muhammed'den bir tek fert gösterilemez ki, Hz. Peygamberin, hüküm koyma fonksiyonunu Yüce Allah'tan aldığı bir vahye dayanarak değil de kendi arzu ve istekleri doğrultusunda icra ettiğini söylemiş olsun.
.
Vahiy Kur'an-ı kerimden ibaret midir?
22 Ocak 2002 01:00
Peygamber Efendimizin, Kur'an-ı kerim dışında da vahiy aldığı konusuyla ilgili oldukça açık sahih hadisler mevcuttur ve sadece bu hadislerden hareketle Hz. Peygamberin Kur'an dışında vahiy aldığını rahatça söylemek mümkündür. Kur'an-ı kerim, önceki peygamberlerin Yüce Allah'tan aldıkları vahiylere bir sınır getirmemiştir. O peygamberler vahy-i celî (açık vahiy) yanısıra rüya, ilham veya başka yollarla da Yüce Allahtan vahiy almışlardır. Şu halde bu durum Hz. Peygamber hakkında niçin kabul edilmesin? Esasen Yüce Allah'ın Kadir-i Mutlak olduğu konusunda herhangi bir kuşkusu bulunmayan kimse, O'nun peygamber olarak seçip görevlendirdiği kişiye, dilediği şeyi dilediği şekilde vahyetme/iletme tasarrufuna da bir sınırlama getirmenin kimsenin haddine olmadığından da kuşku duymamalıdır. Hz. Peygamberin Kur'an dışında vahiy aldığını gösteren Kur'an ayetleri var mıdır? Sorusuna, yine bizzat Kur'an'dan hareketle "Evet" demek durumundayız. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 1- "Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmet'i talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik." (2/151) 2- "... Allah'ın ayetlerini eğlenceye almayın. Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve Hikmet'i hatırlayın. Allah'tan korkun..." (2/231) 3- "Andolsun ki, içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur..." (3/164) 4- "Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zara veremezler. Allah sana Kitab'ı ve Hikmet'i indirmiş, bilmediğin şiyleri öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur." (4/113) 6- "Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve Hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O'dur...." (62/2) Bu ayetlerde geçen "Kitap" kelimesinin Kur'an olduğu üzerinde herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yine "Hikmetin" Kur'an-ı kerim dışında bir kaynak olduğu da kesin
.
Peygambersiz din olur mu?
24 Ocak 2002 01:00
Hz. Peygamberin Kur'an-ı kerim dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlere bir diğer örnek de şudur: Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir..." (17/1) Zikrettiğimiz bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygambere birtakım ayetler göstereceğini bildirmektedir. Hatta mezkûr ayetin ifadesine göre Hz. Peygamberin Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götürülmesinin sebebi de budur. Burada cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır: Kur'an'ın zikrettiği bu "birtakım ayetler" nelerdir? Hz. Peygamber o gece nelere şahit olmuştur? Bunların Hz. Peygambere gösterilmesinin sebebi ne olabilir? Hz. Peygamber o gece gördüklerini bir sır olarak saklamış mıdır, yoksa bunları insanlara anlatmış mıdır? Eğer gördükleri arasında mü'minleri ilgilendiren hususlar olduysa ve bunları sır olarak sakladıysa bu O'nun peygamberlik görevini yerine getirirken kusurlu veya ihtimalli davrandığı anlamına gelmez mi? Yine eğer böyleyse "O peygamber gaybın bilgilerini saklayacak, kendinde tutacak değildir" (81/24) ve "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan. O'nun elçiliğini yapmamış olursun..." (5/67) gibi ayetler Hz. Peygamber hakkındaki gerçekleri ifade etmiyor mu? O gece olanlar için "bunlar insanlara ulaştırılması gerekmeyen şeyler olabilir" diyebilir miyiz? Bu soruya evet diyeceksek, o zaman bu olayın Kur'an'da kapalı bir şekilde zikredilmesinin ne anlamı olabilir. Üstelik, İsra süresinin ilk ayetinde bu olay, Yüce Allahın tesbih, ta'zim ve temcidiyle zikredilmektedir ki bu da olayın önem ve büyüklüğünü gösterir. Yukarıdaki soruya hayır diyeceksek, mademki o gece olup bitenler insanları ilgilendirmektedir ve dahi Kur'an bu konuda bir şey söylememektedir, o halde bunlar insanlara nasıl ulaştırılmıştır? Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber olmasaydı, din eksik kalırdı. Dinin kemali için Peygamber Efendimize ihtiyaç vardır. Peygambersiz din olmaz!
.
Hikmet nedir?
23 Ocak 2002 01:00
Hikmet geçen ayeti kerimelerin birinde, "Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur..." (3/164) Hikmet, şu üç anlamı bünyesinde toplayan bir kelimedir: 1- Faydalı amele götüren bilgi. 2- Bilgiyle irtibatlı olması yönüyle faydalı amel. 3- Söz ve fiilde doğruya isabet. Bu üç maddede özetlenen 'Hikmet'in Kur'an'dan daha genel bir anlama sahip olduğunu ve burada geçen "fayda" ve "doğru" kelimelerinin, "ilahî irade ve rızaya uygunluğu" ifade ettiğini söyleyebiliriz. Şu halde Hz. Peygambere Hikmet verildiğini belirten ayetler, O'nun, söz ve fiillerinde ilahî irade ve rızaya uygun hareket etme özelliğine sahip kılındığını anlatıyor demektir. "Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir" (33/21) ayetinin Hz. Peygamberin mü'minlere güzel bir örnek olduğu vakıasını -tekitli bir biçimde- belirtmesi, aynı zamanda Hz. Peygamberin Hikmet'e uygun söz ve fiillerinin mü'minler için örnek teşkil ettiği noktasına güçlü bir vurgudur. Mü'minlerin nihai amacı Yüce Allahın rızasına ve ahirette ebedî kurtuluşa ulaşmak olduğuna ve Hz. Peygamber de onlar için bu yolda güzel bir örnek teşkil ettiğine göre mü'minler, dünya hayatındaki rotalarını Hz. Peygamberin söz ve davranışlarını esas alarak ayarlayacaklar demektir. Hz. Peygamberde mevcut bulunan bu özellik, Yüce Allah tarafından O'na "indirilmiş"tir. Yüce Allahın Hz. Peygambere indirdiği şeyin neticede vahiy olduğu ise ayrıca belirtilmesine gerek bulunmayacak kadar açık bir husustur. Çünkü Hz. Peygamberin, Yüce Allah tarafından kendisine gönderilen bu mesaj sayesinde, özellikle dinin tebliği hususunda yanılmaycağı, yanlış veya kusurlu hareket etmeyeceği, ederse yine derhal düzeltileceği aşikârdır. Aksi halde Hz. Peygamberin peygamberlik görevinde kusurlu veya hatalı davranabileceği ihtimali gündeme gelir. Şu halde 'Hikmet'in Hz. Peygambere hangi türden vahiy yoluyla olursa olsun Allah tarafından "indirildiği" kesindir. Bu da Hz. Peygambere Kur'an-ı kerim dışında vahy geldiğini göstermektedir.
.
"Parçala imha et!"
25 Ocak 2002 01:00
Tarih boyunca Müslümanlar, başta Hıristiyanlar olmak üzere her din mensubuna ne kadar açık, özü sözüne uygun, ikiyüzlülükten uzak mertçe davrandılarsa, yine başta Hıristiyanlar olmak üzere diğer din mensupları da tam tersine, her işlerinde kaypaklık gösterdiler, ikiyüzlülük yaptılar hiçbir zaman sözleri özlerine uygun olmadı. Müslümanları kırdırmak için her yolu meşru gördüler. Geçen hafta, değerli araştırmacı, emekli kütüphane müdürü Lütfi İkiz beyin lütfedip gönderdiği kısa anekdot, Batı'nın Müslümanları birbirine düşürüp kırdırma hareketinin aynen devam ettiğini açıkça göstermektedir: "1997 Mart ayında Vatikan'da PİSAİ'ye ziyarete gitmiştik. Burası, haftada 26 saat Arapça dersi veren, Kur'an, Hadis, Tefsir, Fıkıh, Kelam dersleri okutulan bir enstitü. Öğrenciler beş sene okuyup doktor oluyorlar. Rektör yardımcısı olan zat, bizi gezdiriyordu. Bir an koltuğunun altındaki dosyayı göstererek "Beş senedir, Taliban üzerine çalışıyordum, artık şimdi ders veriyorum" demişti. Benim Taliban'ı duymam daha bir sene olmuştu. Döndüğümde, Camiü'l Ezher'de okuduğu ve İngilizce ve Arapça gazete ve dergileri çok iyi takip ettiği için Mustafa Özcan'a "Talibanı ne zamandan beri tanıyorsun" diye sormuştum. O da, "Bir senedir" demişti. Tabii biz hayret etmiştik. Ama işte durum bu idi." Binlerce Talibanın ve liderlerinin sessiz sedasız ortadan kaybolmaları akıllarda soru işaretleri meydana getiriyordu. Demek ki Rolünü oynayan sahneden çekiliyor. Bundan da anlaşılıyor ki, Müslüman ülkelerde meydana gelen olaylar, kendiliğinden çıkmış tesadüfi olaylar değildir. Bir yerlerde tezgahlanıp sahneye konan oyunlardır. Zaten, Hıristiyan aleminin akıl hocaları İngilizlerin, bütün İslâm ülkelerinde takip ettikleri siyasetin temeli ve aslı şu üç prensibe dayanır: "Parçala, hâkim ol ve dinlerini imha et." Bu siyasetin icap ettirdiği hiçbir şeyi yapmaktan çekinmemişlerdir. Mesela, İngilizler Hindistan'ı ele geçirince, Müslümanların adâleti altında yaşayan Hindulara, Hindistanın gerçek sâhiplerinin Hindular olduğunu, Müslümanların Hindu tanrılarını kurban ettiğini, buna mâni olmak lâzım geldiğini telkin ettiler. Bu kışkırtmalarından dolayı, Hindistan'da hiçbir sene geçmemiştir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce Müslümanın öldüğü fitneler meydana gelmiş olmasın. Bu fitneleri Hindistan'dan çekildikten sonra da devam etti. Buna misâl olarak Başbakan Musaddık zamanında, İranda yayınlanan "İttilâ'ât" mecmûasındaki bir hâdiseyi zikredelim: "Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki Müslüman, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindu mahallesinden geçerlerken, bir Hindu önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindu, "Ey ahâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler" diye bağırır. Müslümanlar da, "Ey Müslümânlar, yetişin kurbanımızı elimizden alıyorlar" diye feryâd eder. Hindularla Müslümanlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce Müslüman katledilir. Olaylar devam ederken ineği Hindu mahallesinden geçiren sakallı cübbeli iki kişinin, İngiliz sefâretine girdikleri görülür..." 1858 senesinde başlayan Müslüman Hindu çatışmasını çıkartan İngilizlerdi. Hinduları Müslümânların üzerine saldırttılar sonra da oturup neşe ile seyrettiler Yine, 1990 senesinde de, Sırpları Bosna'da Müslümanlar üzerine saldırtıp sokaklarda Müslüman çocukların, kızların, kanları akarken, İngilizler neşe ile, kahkaha ile seyrettiler. Birkaç gün önce, Afganlı esirlere yaptıkları kötü muameleden dolayı İngiltere'nin Amerika'yı kınaması propaganda amaçlıdır. Hıristiyan aleminin son zamanlardaki diyalog, hoşgörü çığırtkanlıkları da bir aldatmacadan ibarettir; yeni saldırıların, tertiplerin habercisidir
.
Kur'an dışındaki vahiy...
25 Ocak 2002 01:00
Hz. Peygamber 'in Kur'an-ı kerim dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlere bir diğer örnek de şudur :"Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaad ediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz..." (8/7) Bu ayette ve devamında Yüce Allah, mü'minlere (Sahabe'ye) hitaben iki taifeden birinin kendilerinin olduğunu ve hangisini tercih edecekleri konusunda seçimin kendilerine bırakıldığını bildirmektedir. Müslümanlar dilerlerse kervana saldırıp ticaret mallarını ele geçirecekler, dilerlerse Mekke'den hareket eden Kureyş ordusuna saldırarak onları mağlup edeceklerdir. Her iki durumda da Yüce Allah mü'minlere zafer ve kazanç vaad ettiğini bildirmektedir. Burada konumuz açısından önemli olan nokta şurasıdır: Yüce Allah müslümanlara hitaben "Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vaad ediyordu" buyurmaktadır. Yani bu ilahî vaat müslümanlara Yüce Allah tarafından daha önce yapılmıştır. Oysa Kur'an'da daha önce müslümanlara iki taifeden birisinin kendilerine müyesser kılınacağına dair vaat ifade eden bir ayet yoktur. Bu da göstermektedir ki, sözkonusu vaat Cibrîl aleyhisselam vasıtasıyla Hz. Peygambere Kur'an dışı bir vahiyle bildirilmiştir. Yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, "Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim" diyerek bu duanızı kabul buyurmuştu." (8/9) Oysa Kur'an'da Yüce Allah 'ın onların yardım isteğine bu şekilde bir hitapla karşılık verdiğini bildiren bir ayet mevcut değildir. Dolayısıyla Yüce Allah'ın, müslümanların duasına bu şekilde karşılık verdiği hususu Cibrîl aleyhisselam tarafından Hz. Peygambere Kur'an dışı bir vahiyle bildirilmiştir. Bu ayetler, Hz. Peygamberin Kur'an dışında da Yüce Allah'tan vahiy aldığını göstermektedir. Daha önce de belirttildiği Sünnet'in özellikle dinin tebliğine taalluk eden kısmının vahiy kaynaklı olduğu görülmektedir. Bu bakımdan gerek teşri, yani hüküm bildiren faaliyetleri alanında, gerek Kur'an ayetlerinin tefsirinde ve gerekse kayba ait haberler vb. ile ilgili hususlarda Hz. Peygamberden sadır olan sözler ve davranışlar vahiyle irtibatsız değildir ve bu yönüyle de mü'minleri bağlayıcıdır.
.
Bir asırlık yıkma plânı
26 Ocak 2002 01:00
Hıristiyan âleminin, Müslümanları birbirine düşürerek yok etmek için takip ettikleri yol, Ehli sünnete karşı ekoller yetiştirmektir. Bu bölme, parçalama işini nasıl yaptıklarını isterseniz kendi ağızlarından dinleyelim: İngiliz câsûsu Hempher hatıratında marifetlerini bakınız nasıl anlatıyor: Sömürgeler Bakanlığına yeni emirleri almak için gittiğimde sekreter elimden tuttu, iki devlet sırrı vereceğini bildirerek bir odaya götürdü. Yuvarlak bir masanın etrafında bazı kimseler oturuyordu. Onların birincisi, Osmanlı padişahının kıyafetinde idi. İkincisi, İstanbul'daki Şeyhul-islâmın kıyafetinde idi. Bu şekilde değişik dini kurumları temsil eden kimseler vardı. Sekreter, "Bunlar oralardaki asıllarını temsîl ederler. Onların ne düşündüklerini anlamak için, asılları gibi yetiştirdik. Biz İstanbul'la alâkalı elimize geçen bilgileri, bunlara bildiriyoruz, dedi. Ben, Şeyh-ul-islâmın da nasıl düşündüğünü biliyorum, dedim. Sekreter,"O zaman buyur, onun da numunesi ile görüşebilirsin" dedi. Şeyh-ul-islâmın benzerinin yanına yaklaştım ve ona dedim ki: "Halifeye itâat etmek farz mıdır?" "Evet" dedi. "Delilin nedir?" diye sordum. "Cenâb-ı Allahın bu âyetini duymadın mı? "Allaha, Onun Peygamberine ve sizden olan ülül emre itâ'at ediniz" Bunları Ahmed efendiye de, dahâ önce sormuş ve aynı cevapları almıştım. Sonra, sekretere sordum: "Bu benzer kimseleri hazırlamanın sebebi nedir?" Bana, "Biz bu üsûl ile onların düşüncelerini öğreniyoruz. Zarar verilecek, yıkılacak şey ne kadar iyi bilinirse o kadar iyi netice alınır. Müslümanların, dinlerinin ve mezheplerinin hak olduğuna dâir getirecekleri delîlleri bilirsen, onların delîllerini çürütebilecek karşı deliller hazırlaman mümkün olur ve o karşı delillerle onların inançlarını sarsabilirsin" dedi. Sonra, adı geçen temsili kimselerin askerlik, mâliye, eğitim ve dinî sahalarla alâkalı aralarında geçen mütâlaa ve plânların neticelerini ihtivâ eden, bin sayfalık bir kitap verdi. Üç haftalık tatilim içinde, baştan sona kadar dikkat ile mütâlaa ettim. Kitâb, çok hayret edilecek cinstendi. Zira, ihtivâ ettiği mühim cevaplar ve ince mütâlaaları gerçeği gibiydi. Kanaatimce, temsili kimselerin cevapları da, asılları ile cevaplarına yüzde yetmişten fazla mutâbık idi. Bu kitâbı okuduktan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun bir asırdan daha az bir zaman içinde yıkılması plânlarının hazırlandığını, bunda başarılı olunacağını yakînen anladım. Sekreter bana, "Buna benzer diğer odalarda, şu anda sömürdüğümüz veya sömürmeyi plânladığımız devletler için de, böyle masalar vardır." dedi. Sekretere, "Bu kadar titiz ve muktedir adamları nereden buluyorsunuz?" dedim. "Bütün İslam ülkelerindeki ajanlarımız, devamlı bize bilgi veriyorlar. Gördüğün bu temsili kimseler işlerinde uzmandırlar. Tabiîdir ki, sen falanca adamın bildiği bütün özel bilgilerle donatılırsan, onun gibi düşünebilir ve onun verdiği hükümleri verebilirsin. Zira, artık sen, onun numunesi durumundasın" diye cevap verdi. ( "İngiliz Casusunun itirafları" Hakikat Kitabevi- 0212 523 4555) Sekreterin verdiği ikinci önemli devlet sırrını da başka bir zaman ele alalım... TEŞEKKÜR Ramazanın son haftası yayınlanan "365 gün DUA" kitabı adeta kapışılarak, bir haftaya varmadan birinci baskısı bitti. Temin edememiş olanlar üzülmesinler; tekrar gözden geçirilip, gerekli düzeltmeler yapıldıktan sonra ikinci baskısı yapıldı. Duaların orijinal metinleri, daha rahat okunabilmesi için hattata yeniden yazdırıldı. Kitap, Arı Sanat Yayınevi'nden (0212 5204151) ve kitapçılardan temin edilebilir. İslâm büyüklerinin kıymetli eserlerinden istifade ederek derlediğim bu duâ kitabına karşı gösterdiğiniz, samimi takdire şayan ilgi ve teveccühleriniz için siz değerli, kadirşinas okuyucularıma teşekkür ediyorum.
.
"Allah'ı seviyorsanız bana uyun"
26 Ocak 2002 01:00
Hz. Peygamberin Kur'an-ı kerim dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlere bir diğer örnek de şudur: Kur'an-ı kerimde şöyle buyurulmaktadır: "Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar, "Bırakın, biz de arkanıza düşelim" diyeceklerdir. Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur." Onlar size, "Hayır! Bizi kıskanıyorsunuz" diyeceklerdir. Bilakis onlar pek az anlayan kimselerdir." (48/15) Bu ayette, münafıkların Hayber savaşına katılmalarının yasaklandığı, bu savaşa sadece Hudeybiye'de bulunanların katılacağı ve bunun Hz. Peygambere daha önce bildirildiği belirtilmektedir. Oysa Kur'an'da bu hususu bildiren bir ayet mevcut değildir. Bu da, söz konusu haberin Hz. Peygambere Kur'an dışı bir vahiyle iletildiğini göstermektedir. Şu halde teşri, hüküm koyma alanına ilişkin olsun, diğer hususlarda olsun, "dinin tebliği" ile ilgili bütün fiil ve sözlerinde vahyin yönlendirmesi ve kontrolü altında bulunduğu aşikâr olan bir peygamberin Kur'an dışında hüküm vaz etmesinden daha tabii ve gerekli bir şey olabilir mi? Yine, Kur'an-ı kerimde Hz. Peygambere emrediyor: "De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (3/31) Bu ayette iki önemli nokta vardır: Ayette, "Allah'ı seviyorsanız Kur'an'a veya Allah'ın emirlerine uyun" denmeyip, münhasıran Hz. Peygambere uymanın emredildiğine bilhassa dikkat edilmelidir. Demek ki Allah'ı sevmenin göstergesi Hz. Peygambere itaattir. Başka ifadeyle bir kimsenin Allah'ı sevdiği iddiası, ancak Hz. Peygambere uyduğu/itaat ettiği takdirde ciddiye alınacaktır. Aksi halde onunki kuru bir iddia olarak kalmaya mahkûmdur. Meseleyi tersinden ifade edecek olursak, Hz. Peygambere itaat etmeyen kimse Allah'ı sevmiyor demektir. Zira ayetin ifadesi bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ayette yer alan ikinci hassas nokta da şudur: Yüce Allah, kullarının günahlarını bağışlamayı, onların Hz. Peygamber'e itaatine bağlamıştır. Yani Allah'ı sevdiğini iddia eden kişi, ancak Hz. Peygambere uyduğu takdirde Allah da kendisini sevecek ve günahlarını bağışlayacaktır. Kur'an-ı kerim bize yeter, Hz. Peygambere ihtiyaç yok diyenlerin Allahın sevgisine, günahlarının affolmasına ihtiyaçları yok mu?
.
Apaçık sapıklığa düşenler!
27 Ocak 2002 01:00
Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin." (4/59) Bu ayette emir buyurulan "Allah'a itaat", Kur'an'da yer alan emir ve yasaklara uyulmak suretiyle yerine getirilir. Burada bir anlaşmazlık söz konusu değildir. Peki Peygamber'e itaat nedir ve nasıl yerine getirilecektir? Ayeti kerimede, hem Allah'a itaat, hem de Peygamber'e itaat ayrı ayrı geçmesi, Allah'a itaatin adresinin Kur'an, Peygamber'e itaatin adresinin ise Sünnet olduğunu işaret etmektedir. Allah'a itaatten maksat Kur'an'da yer alan emir ve yasaklara ; Peygamber'e itaatten maksat, bu emir ve yasakları insanlara açıklayan, gerektiği zaman Kur'an'da yer almayan emir ve yasaklar getiren Peygamber'in Sünneti'ne; Ulu'l-emr'e itaat de Kur'an ve Sünnet'le çizilen çerçevenin dışına taşmamak, bu iki kaynağın öğretisine aykırı olmamak kaydıyla emir, yetki ve ilim sahibi kimselerin söylediklerine itaattir. Ayetin son kısmı da Hz. Peygambere karşı gelmekten sakındırmakla bu hususun altını yeniden çizmesi dolayısıyla dikkat çekicidir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman mü'min bir erkek ve mü'min bir kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (33/36) Bu ayette Allah ve Reslünün tespit, tayin ve emrettiği bir hüküm bulunduğunda mü'minlerin artık kendi isteklerine göre hareket etme ve bu hükümden başkasını seçme diye bir özgürlüğünün bulunmadığı açıkça ifade edilmektedir. Resulüne karşı gelenler, Allah'a ve Resulü'ne itaati emreden Kur'an ayetlerini çiğnemiş olmaları dolayısıyla kendilerini apaçık bir sapıklığa mahkûm etmiş olacaklardır. Bu ve benzeri ayetlerde Allah ile birlikte Resulünün de zikredilmiş olması tesadüfi değildir. Zira Hz. Peygamber hayatta olduğu sürece teşri, hüküm koyma süreci devam etmiştir. Bu süreç boyunca mü'min erkek ve kadınlar, sadece inmekte olan Kur'an emirlerine karşı değil, Hz. Peygamberin emirlerine karşı da itaat ve inkıyatla riayetkâr davranmışlardır. Ve bu, bütün ümmet hakkında geçerli bir durumdur.
.
Âlimlerin dindeki yeri
28 Ocak 2002 01:00
İslamiyetin nakil dini olduğunu, yani dini bilgilerin Allahü teâlâdan vahiy yolu ile Peygamber Efendimize geldiğini, dini tebliğde muhatabın O olduğunu, Kur'an-ı kerimin gerçek tefsirini sadece O'nun yapabileceğini bildirmiştik. Nasıl ki, Kur'an-ı kerimin muhatabı peygamber Efendimiz ise, Kur'an-ı kerimin tefsiri olan, Hadis-i şeriflerin muhatabı da alimlerdir. Bizler, doğrudan Kur'an-ı kerimden hüküm çıkartamayacağımız gibi, hadis-i şeriflerden de doğrudan hüküm çıkartamayız. Bizler alimlerin çıkarttığı hükümlerle ancak amel edebiliriz. Mahkemelik bir işimiz olduğunda, hemen ilgili kanuna, Anayasaya müracaat etmeyip avukata başvuruyor isek; sağlık problemimiz olduğunda, uzman doktara müracaat edip, onun bilgisinden tecrübesinden istifade ediyorsak, dinimize ait emir ve yasaklarda konunun uzmanı olan, fıkıh alimlerine müracaat etmemiz gerekir. Akıl da mantık da bu yolu gösterir. Sağlık problemimizi tıp kitaplarından kendimiz halletmeye kalktığımızda canımızdan olduğumuz gibi, dinimize ait meselelerde de, âlimleri devre dışı bırakıp doğrudan Kur'a-ı kerim ve Hadis-i şeriflerle halletmeye kalkarsak, dinimizi, imanımızı kaybederiz. Bunun için dinimizde alimin yeri nedir, önemi nedir? Biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum. Kur'an-ı kerimi anlamak için, onun açıklaması olan hadis-i şeriflere ihtiyaç olduğu gibi, hadis-i şerifleri de anlamak için âlimlere ihtiyaç vardır. Zaten Peygamber efendimiz, İslâma, Kur'ana tabi olmak isteyenin bir âlime, bir mezhebe bağlanmasını emrediyor. "Âlimlere tabi olun!" buyuruyor. Allahü teâlâ da, âlimlere uymayı emrediyor, "Âlimlere sorun!" ve "Peygamberin emrettiğini yapın, yasakladığından sakının!" buyuruyor. (Nahl 43, Haşr 7) Ahmed Tahtavi hazretleri, Kur'an-ı kerimdeki, "Allahın ipine sarılın!" emri, "Fıkıh âlimlerinin, bildirdiklerine uyun!" demektir, buyurdu. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar." (Ankebut 43) "Bilmiyorsanız âlimlerden sorun!" (Nahl 43) "Bunun hükmünü peygambere ve ülül-emre (âlimlere) sorsalardı, öğrenirlerdi." (Nisa 83) Ayet-i kerimesinde geçen ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Peygamber efendimiz de "Ülül-emr, fıkıh âlimleridir" buyurdu.
.
Cahilliğin kurbanı olmamak için
29 Ocak 2002 01:00
İslâm âlimleri, kalb, ruh mütehassıslarıdır. Herkesin bünyesine uygun ruh ilaçlarını, hadis-i şeriflerden seçerek bildirmişlerdir. Peygamberimiz dünya eczahanesine yüzbinlerce ilaç hazırlıyan baş tabib olup, evliya ve âlimler de, bu hazır ilaçları, hastaların dertlerine göre dağıtan, yardımcı tabibler gibidir. Hastalığımızı bilmediğimiz, ilaçları tanımadığımız için, yüzbinlerce hadis-i şerif içinden, kendimize ilaç aramaya kalkarsak alerji hasıl olarak, cahilliğimizin cezasını çeker, fayda yerine zarar görürüz. Bunun için âlimlere uymamız gerekir. Kendi hastalığını ve kalbindeki hastalığın ilacını bilmiyen cahillerin hadis-i şeriflerden kendine uygun olanları seçip alması imkansız gibidir. Âlimlere uymak, dört mezhebden birine uymak demektir. Asırlardan beri bütün İslâm âlimleri, dört mezhebden birine uymuşlar ve müslümanların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta icma, ittifak hasıl olmuştur. İcmadan, cemaatten, topluluktan ayrılan helak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "İki kişi, bir kişiden, üç kişi, iki kişiden iyidir. O hâlde cemaatle birlikte olun! Allahın rızası, rahmeti, yardımı cemaattedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer." (İbni Asakir) "Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer." (Taberânî) "Ümmetimin âlimleri, hiçbir zaman dalalette birleşmezler." (İbni Mace) Bunun için her müslümanın dört hak mezhebden birine uyması şarttır. Dört mezhebden birine uymıyan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılanın da sapık veya kâfir olacağı S. Ahmet Tahtavi hazretlerinin Dürr-ül-muhtar haşiyesinde yazılıdır. Abdülgani Nablüsi hazretleri de, "Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir. Kur'an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır!" buyuruyor. Kur'an-ı kerimi ancak Resulullah efendimiz anlamış, hadis-i şeriflerle açıklamıştır. Bu hadis-i şerifleri de, ancak Eshab-ı kiram ve müctehid imamlar anlayabilmiş, müslümanlar da bu âlimlerin anladıklarına tabi olmuşlardır. Şu hâlde, Kur'andan, hadisten ve bunların tercümelerinden din öğrenmek mümkün olmaz. Her müslüman dinini Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından hazırlanan ilmihallerden öğrenmelidir!
.
Âlimler peygamberlerin varisleridir
30 Ocak 2002 01:00
Doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ancak Ehl-i sünnet âlimleri ayırt edebilir. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde bu âlimler övülmüşlerdir. Bunların sözleri senettir. Bunlar peygamberlerin varisleri, vekilleridir. İctihadlarında isabet etmeseler de yine sevap alırlar. Bunlara tabi olanlar da kurtulur. Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki: "Dindeki dört delil, müctehid âlimler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür. Çünkü biz, ayetten ve hadisten hüküm çıkaramayız. Bunun için, mezhebimizin bir hükmü, ayet ve hadise uymuyor gibi görünse de, mezhebimizin hükmüne uyulur. Yahut başka bir ayet veya hadisle değişmiştir, yahut tevil edilmesi gerekir. Bunları da ancak müctehid âlimler anlar. Bunun için tefsir ve hadis değil, âlimlerin kitaplarını okumamız gerekir." Ehl-i sünnet âlimleri çok yüksek insanlardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Âlimin âlim olmıyana üstünlüğü, peygamberin ümmetine üstünlüğü gibidir." (Hatib) "Âlimin abide üstünlüğü, dolunayın, yıldızlara olan parlaklığı gibidir." (Ebu Nuaym) "Âlim, abidden yetmiş derece üstündür. Bid'at ortaya çıkınca âlim, halkı ikaz eder. Abid bid'atten habersiz, ibâdetle meşgul olur. Bu bakımdan da âlim, abidden kıymetlidir.) [Deylemî] "Âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır, âlimlerin mürekkebi, ağır gelir." (İ. Neccar) "Allahü teâlâ, âlimleri almak suretiyle ilmi ortadan kaldırır. Âlim kalmayınca da, cahiller bilmeden yanlış fetva verir, hem kendilerini, hem de başkalarını sapıtırlar." (Buharî) "Âlim, Allahın emin olduğu, güvendiği kimsedir." (Deylemî) "Âlimler, yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin varisleridir." (Ebu Nuaym) "Kıyamette abide Cennete gir, âlime ise halka şefaat için bekle! denir." (İ. Maverdi) "Âlimlere tabi olun! Onlar, dünyanın ışığıdır." (Deylemî" ........ NOT: Bu köşede, tefrika olarak yayınlanıp, daha sonra kitap haline getirilen; Peygamber Efendimizin bizlere örnek olan hayatını, güzel ahlâkını sade bir üslup ile anlatan "Kâinatın Efendisi" kitabının 2. baskısı yapıldı. Mevcudu kalmadığı için, alamamış olanlara arz olunur. Kitap, "Arı Sanat Yayınevi"nden temin edilebilir. (0212 5204151)
Gerçek âlimler çok azalmıştır
1 Şubat 2002 01:00
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmam-ı Rabbanî hazretleri, dörtyüz yıl önce buyurdu ki: "İslâm âlimleri, bugün garip oldu, azaldı. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid'at karıştığı ve bu yol bozulduğu için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyük âlimleri, bu millet tanımaz oldu. Bu bilgisiz kimseler, milletin kalbini, bu bid'atlerle kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, dini yayacaklarını, hatta İslâmiyeti olgunlaştıracaklarını sandılar. Hâşâ öyle değildir. Bunlar dini yıkmaya çalışıyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola kavuştursun! Şimdi büyük âlimlerden pek az kalmıştır. İslâmiyeti sevenlerin, bu âlimlerin talebelerine yardım etmeleri, onların yolunda gitmeleri gerekir." Hadis-i şeriflerde, "Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar.", "İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan sapıtırlar." ve "Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur" buyuruldu. Alimlerin kalmadığı, azaldığı zamanlarda onların kıymetli kitaplarından istifade etmelidir. İnsanların en iyileri olan âlimlerin yazdıkları kitapları beğenmeyip, bozuk asırdaki bozuk adamlara ve onların bozuk kitaplarına aldanmaktan sakınmalıdır! İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki: "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at ehli yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır." Dinimizde âlimin kıymeti büyüktür: Hadis-i şerifte, "Âlimler, Peygamberlerin varisleridir" buyuruldu. Kur'an-ı kerimde âlimlerin önemi şöyle bildiriliyor: "Allahtan en çok korkan ancak âlimlerdir." (Fatır 28) Hadis-i şeriflerde ise âlimin önemi ile ilgili buyuruldu ki: "Âlimlere tabi olun! Çünkü onlar, dünya ve ahıretin ışıklarıdır." (Deylemî) "Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer rehber ve kılavuzdur." (İ. Neccar.
31 Ocak 2002 01:00
Nisa suresinin "Bir işte anlaşamazsanız bu işin hükmünü, Allah ve Resulünden anlayın!" mealindeki 59. ayet-i kerimesini İslam âlimleri, "Bir işte anlaşamazsanız, bu işin nasıl yapılacağını âlimler, Kur'an ve sünnetten anlasınlar, âlim olmıyan ise, âlimlere uyarak yapsın!" şeklinde açıklamışlardır. Alimin önemi bu ifadeden de açıkca anlaşılmaktadır. Dinimizi doğru olarak öğrenmek için Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliği ile kabul ettikleri fıkıh kitaplarını okumak gerekir. Ehl-i sünnet âlimi olan hakiki din adamlarının kabul ve tasdik etmediği kitaplardan ve sözlerden din bilgisi öğrenmeye kalkışmamalıdır! Her din kitabına yahut âlim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitabına uyarak ibâdet yapmak caiz değildir. Ehl-i sünnet olmayan din adamlarının kitaplarına ve sözlerine uymamalıdır! Muteber kitaplardan toplanmış, tercüme edilmiş İlmihali okumalıdır! Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihal kitaplarını ve uydurma tefsirleri okumak insanı dünya ve ahıret felaketlerine sürükler. Âlimin dindeki yerini, kıymetini bilmiyenler "Elimizde Kur'an var iken âlime ne lüzum var" diyorlar. Kur'an-ı kerimi herkes kolayca anlasa idi, Peygambere ihtiyaç kalmazdı. Hadis-i şerifler, Kur'an-ı kerimin açıklaması mahiyetindedir. Hakiki âlimler de, hadis-i şerifleri açıklamışlardır. Arapça bilen herkese âlim denmez. Hakiki âlim, Kur'an-ı kerimi, hadis-i şerifleri açıklıyan salahiyetli, yüksek insandır. Sünneti, bid'ati bilir. Hakkı bâtıldan ayırır. Selef-i salihin itikadındadır. Yani Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadındadır. Çok ilmi olduğu hâlde, hakkı bâtıldan ayıramıyan, hakiki âlim değildir. Yetmiş iki sapık fırkanın önderleri de derin âlim idi, hakkı bâtıldan ayıramadıkları, Ehl-i sünnetten ayrıldakları için dalalete düşmüşlerdir. Mesela Vasıl bin Ata, Hasan Basri hazretlerinin talebesi iken, hocasına itiraz edip, Ehl-i sünnetten ayrılarak Mutezile fırkasını kurdu. İbni Teymiyye'nin de ilmi çok idi. Selef-i salihinin yani Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliğinden ayrıldı. Vehhabi sapık fırkasının kurulmasına sebep oldu. Bugünkü mezhepsizlerin de önderi durumundadır. Bugün hangi isim altında faaliyet gösterirlerse göstersinler bütün bozuk akımların akıl hocası İbni Teymiyyedir.
.
Gerçek âlimler çok azalmıştır
1 Şubat 2002 01:00
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmam-ı Rabbanî hazretleri, dörtyüz yıl önce buyurdu ki: "İslâm âlimleri, bugün garip oldu, azaldı. Şimdiki tarikatçıların yoluna bid'at karıştığı ve bu yol bozulduğu için, Resulullahın sünnetine sarılmış olan büyük âlimleri, bu millet tanımaz oldu. Bu bilgisiz kimseler, milletin kalbini, bu bid'atlerle kazanmaya çalıştılar. Böyle yapmakla, dini yayacaklarını, hatta İslâmiyeti olgunlaştıracaklarını sandılar. Hâşâ öyle değildir. Bunlar dini yıkmaya çalışıyorlar. Allahü teâlâ bunları doğru yola kavuştursun! Şimdi büyük âlimlerden pek az kalmıştır. İslâmiyeti sevenlerin, bu âlimlerin talebelerine yardım etmeleri, onların yolunda gitmeleri gerekir." Hadis-i şeriflerde, "Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar.", "İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, insanları doğru yoldan sapıtırlar." ve "Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur" buyuruldu. Alimlerin kalmadığı, azaldığı zamanlarda onların kıymetli kitaplarından istifade etmelidir. İnsanların en iyileri olan âlimlerin yazdıkları kitapları beğenmeyip, bozuk asırdaki bozuk adamlara ve onların bozuk kitaplarına aldanmaktan sakınmalıdır! İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki: "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at ehli yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır." Dinimizde âlimin kıymeti büyüktür: Hadis-i şerifte, "Âlimler, Peygamberlerin varisleridir" buyuruldu. Kur'an-ı kerimde âlimlerin önemi şöyle bildiriliyor: "Allahtan en çok korkan ancak âlimlerdir." (Fatır 28) Hadis-i şeriflerde ise âlimin önemi ile ilgili buyuruldu ki: "Âlimlere tabi olun! Çünkü onlar, dünya ve ahıretin ışıklarıdır." (Deylemî) "Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer rehber ve kılavuzdur." (İ. Neccar
.
Bağdat'a bedava seyahat!
2 Şubat 2002 01:00
Başlığı okuyunca, bir seyahat firmasının reklamını yapacağım düşüncesine kapılmayın. Bu sözler, meşhur seyyahımız Evliya Çelebi'nin sözleridir. Çünkü, seyahatnamesinde, Belgrad'dan Bağdat'a gitmek üzere yola çıkan fakir bir kimsenin, yeme-içme dahil beş kuruş harcamadan, huzur içinde yolculuk yapabildiğini yazmaktadır. Peki bu nasıl oluyor, insanları bu kadar fedakarlığa sevkeden nedir? İşte bunun sırrı Peygamber efendimizin şu mübarek sözünde: "Bir kimse ölünce ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine arkasından duâ eden hayırlı bir evladı olan!" Resulullahın, birer "sadaka-i câriye" olan, yani devamlı sevap getiren vakıf sahiplerinin amel defterlerinin kapanmayıp, daima sevap yazılacağını, hayır sahibi Müslümanların mezarlarında kemikleri çürümüş olsa bile, vakıflarından istifade edildiği müddetçe bu sevaptan hissedar olacaklarını haber vermesi üzerine; Osmanlı zenginleri, fakirlerin karınlarını doyuracakları aşhaneler, talebelerin barınacakları yurtlar, medreseler, hatta yolcuların istirahat edebilecekleri kervansaraylar inşa ettirerek, bunları millet hayrına vakfetmişlerdir. Vakıflar en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamanında gösterdi. "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadis-i şerifini rehber edinen Osmanlılar, her sahada olduğu gibi, bu sahada da muazzam eserler bıraktılar. Vakıf eserleriyle ülkeyi bir baştan bir başa ağ gibi ördüler. Bu vakıflar, fakir tabakanın imdadına yetişmiş, maddî imkanları zayıf olanların, bu vakıflardan ihtiyaçlarını bedavadan temin etmeleri sebebiyle, cemiyette sınıflaşma ve dolayısıyla sınıf mücadelesi meydana gelmemiş; aksine zenginden fakire merhamet, fakirden zengine de hürmet hissi kuvvetlenmiştir. Bu da huzurlu bir toplumun oluşmasına sebep olmuştur. Evliya Çelebi, Osmanlılar zamanındaki bu vakıflardan bahsederken, yolcuların dağ başında misafir olup, bedavadan yiyip içtikten sonra, sabah kalkıp yine yollarına devam ettikleri şöyle anlatır: Bu vakıf kervansarayların kapıları akşama kadar açık durur, ortalık karardıktan sonra kapılar kapanır, vakıf sahibinin vazifelendirdiği kapıcılar, kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldiğinde, kapıları açıp kim olduğuna bakılmadan yolcuyu içeri alırlar; vakıftan, hayvan sahibinin hayvanına yem, kendilerine de yemek çıkarırlardı. Fakat gece içeri gireni bir daha dışarı bırakmazlardı. Sabah olduğu zaman dualarla kapılar açılır, yolcular hazırlanırdı. Bu sırada kervansarayın misafirleri arasında dolaşan bir görevli bağırırdı: "Ey Ümmet-i Muhammed! Maldan, candan, elbiseden eksiği olanlar var mı?" Bu soruya, kervansarayda misafir olan yolcular; "Hiçbir eksiğimiz yoktur. Her şeyimiz tamamdır. Allah vakıf sahibinin hayrını kabul etsin. Hayatta ise kendisine selamet, vefat etmişse rahmet eylesin" derler, kapılar açılır görevliler, "Öyleyse, Allah, giden ümmet-i Muhammed'e selametler, kalanlara ise rahatlıklar versin" derlerdi. Daha sonra kapıdan yolcuları uğurlayan kervansaray bekçileri, "Ey din kardeşlerimiz! Yolunuzda durmayın, sizi namazınızdan alıkoyanlarla arkadaşlık etmeyin! Her yüzünüze güleni dost sanıp da, ibadetinizden kalmayın! Haydin Hak yardımcınız olsun, güle güle uğurla gidin" derlerdi. Evet, "Güneş girmeyen eve doktor girer" diye bir atasözümüz vardır. Bunu, "Gerçek adaletin, merhametin girmediği yere zulüm girer" şeklinde ifade edebiliriz. İşte Osmanlı bu rahatlıkla, bu adaletle altı asır ayakta kalabildi. Nerede adalet ve merhamet varsa orada huzur da var demektir.
.
İslamiyeti bize ulaştıran âlimlerdir
2 Şubat 2002 01:00
Ehl-i sünnet âlimleri çok yüksek insanlardır. Dinimizi, bozulmadan günümüze ulaşmasını sağlayan bunlardır. Evliyânın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri "Eğer Mûsâ ve İsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa dönmezdi" buyurmuştur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, âlimleri almak suretiyle ilmi ortadan kaldırır. Âlim kalmayınca da, cahiller bilmeden yanlış fetva verir, hem kendilerini, hem de başkalarını sapıtırlar." (Buharî) "Bir âlim ölünce, İslâmda bir gedik açılmış olur. Kıyâmete kadar bu boşluk kapanmaz." "Âlimin ölümüne üzülmiyen, münafıktır. Bir âlimin ölümünden daha büyük musibet yoktur. Bir âlim ölünce, gökler ve göklerde olanlar, yetmiş gün ağlarlar." Kur'an-ı kerimde "Allahın ipine sarılın!" buyuruluyor. Ahmed bin Muhammed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki: Kur'an-ı kerimdeki (Allahın ipi)nden maksat, cemaattır. Cemaat da, fıkıh ve ilim sahipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Sivad-ı A'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da, Peygamber aleyhisselamın ve Hulefa-i raşidinin yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehenneme gider. Kurtuluş, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i sünnet vel cemaat fırkasındadır. Fırka-i naciyye, bugün dört mezhebde toplanmıştır. Bu zamanda bu dört hak mezhebden birine tabi olmıyan, bid'at sahibi olup Cehenneme gider. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan Evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslümânlar gibi, bir mezhebe tâbi olmuşlardır. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî hazretleri gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi' olarak yükselmişlerdir. Mesela, Abdülkâdir-i Geylânî hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, mâlikî idi. İmâm-ı Rabbânî ve Cerîrî, hanefî idi. Hâris-i Muhâsibî, şâfi'î idi Fıkıh kitaplarına yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan haller bu ağacın meyveleri gibidir. Meyve elde etmek için, ağaç dikmek şarttır. İslâmiyete uyulmazsa, tesavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddiâda bulunanlar, zındıkdır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmakdan daha çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır.
.
Âlimin ölümü âlemin ölümüdür
3 Şubat 2002 01:00
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitâblarında bildirdikleri gibi, bir îmân ve i'tikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadîs-i şerîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitâblara geçiren, değişdirilmekden ve bozulmakdan koruyan, "Ehl-i sünnet" âlimleridir. Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere "Ehl-i sünnet" âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ve iki imâm, Ebû Mensûr Mâ-türîdî ve Ebûl-Hasen-i Eş'arîdir. Dînimiz ilme ilim adamına çok önem vermiştir. Yaratılış gayesine uygun yaşamak, dînimizin emrettiği faydalı işleri yapmak, zararlı şeylerden kaçmak, ilim sâhibi olmakla mümkündür. Bunun için ilme ve ilim adamlarına hürmet etmek boynumuzun borcudur. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "İlim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır." "İlim Çin'de de olsa, talep ediniz!" "Hikmet, [fen ve san'at] mü'minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!" "Beşikten mezâra kadar ilim öğreniniz çalışınız!" "Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetten daha iyidir." Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki: "Allah îmân edenleri yüceltir; bunlardan kendilerine ilim verilmiş olanları ise, kat kat derecelerle yükseltir." "De ki, hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir." "Kulları arasında Allahü teâlâdan en çok korkan âlimlerdir." Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: "Âlimler Peygamberlerin vârisleridir." "Yer ve gök ehli, âlim için Allahtan mağfiret diler." "Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyândır." "Dinde âlim olanı, Allah korur ve ummadığı yerden rızkını verir.
.
Herkes doğru yolda olduğunu zanneder
4 Şubat 2002 01:00
Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız "Ehl-i sünnet" âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilmleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahtan öğrendiler. Her mülhid, her bid'at sâhibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğunu sanır ve iddiâ eder. Bu hâlde, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılan her ma'nâ, makbûl ve mu'teber değildir. Ehli sünnet imamların ve yüzlerce talebelerinin ve bunların da yetişdirdiği binlerce büyük insanın yazdığı milyonlarca kitâb, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyâya doğru olarak yaymış, tanıttırmıştır. Bugün islâm dînini, duyamıyacak, hür dünyâda bir şehir, bir köy ve bir kimse kalmamıştır. İslâmiyyeti işitince, doğru olarak öğrenmek istiyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini vaat buyurmuşdur. İslam büyüklerinin nasihatları, vasiyetleri hep ilim üzerine olmuştur. Lokman aleyhisselâm, oğluna nasihatında buyurdu ki: "Âlimlerle otur, hikmet sâhiplerinin sözlerini dinle! Muhakkak ki, Allahü teâlâ bahar yağmuru ile toprağa hayat verdiği gibi, ölü kalbleri hikmet nurları ile diriltir." İlim, Cennete giden bir yol, gurbette arkadaş, yalnızlıkta sırdaştır. İlim, iki cihânda kurtuluş, düşmana karşı siperdir. İnsan için hayâ, gözler için ziyâdır. İlim öğrenmek ve öğretmek çok mühimdir. Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ ilim verdiği âlimlerden de Peygamberlerden aldığı misâk gibi, ilimlerini saklamayıp insanlara açıklamaları için, söz almıştır." "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et!" Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: "En güzel hediye, hikmetli bir sözü iyice anlayıp, din kardeşine anlatmaktır. Bu aynı zamanda bir senelik ibâdete de karşılıktır." "Muhakkak ki, melekler, yer-gök ehli, yuvadaki karıncalar ve denizdeki balıklar, insanlığa iyiliği öğretenlere duâ ederler." "Heves edilecek iki kimse vardır: Birincisi Allahü teâlânın kendisine verdiği ilimle amel edip başkasına da öğreten, ikincisi de, Allahın verdiği serveti hayra sarfedendir." "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, gece sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevâbdır."
.
Doğru ilim gerçek âlim kıymetlidir
5 Şubat 2002 01:00
Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i'tikâddan, îmândan kıl kadar ayrılanların, kıyâmette azaptan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile ve din büyüklerinin (Basîretleri) ile ya'nî kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Bu büyüklerin kitâblarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitâbları, zehirdir. Hele dünyâlık toplamak için, şöhret olmak için dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır. Bu tür insanların, kitaplarını ve dergilerini okuyanlar dinden çıkar da haberi olmaz. Bunlara aldananlar, kendilerini müslimân sanıp namaz kılar. Halbuki, îmânları çalınmış, gitmiş olduğundan nemâzları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz. Dinlerini dünyâya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, "Câhiller, ahmaklar, dünyâdaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti" olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi. Bunun için dinimiz doğru ilme, doğru din adamına çok önem vermiştir. Dinimizin nezdinde ilim ve âlim çok kıymetlidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Doğru ilim sahibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu bir derece, peygamberlik makamıdır." "Âlimlere hürmet eden, Allaha ve Resûlüne hürmet etmiş olur." "Âlimlerimize kıymet vermiyen bizden değildir." "Âlim veya ilim talep edenden başkası benden değildir." "Fitne, insanları fırtına gibi savurduğu zaman, âlim ancak ilmiyle kendini kurtarır." "Namazın kabul olması için, âlimler imam olsun. Çünkü âlimler, sizinle Rabbiniz arasında elçidir." "Âlimin, çok ibâdet edene üstünlüğü, ondördüncü gecede, ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir." "Âlimler birer rehberdir
.
Âlime verilen değer
6 Şubat 2002 01:00
Dinimizinde âlimlere çok değer verilmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Âlim ile oturmak, yüzüne bakmak ibadettir." "Âlim ile beraber olun, diz dize oturun. Çünkü Allahü teâlâ, yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbleri de hikmet nuru ile diriltir." "Âlimi ziyaret eden beni ziyaret etmiş olur." "Âlim Allahın sultanıdır. Ona dil uzatan helâk olur." "Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanı ile tartılmış ve mürekkep ağır gelmiştir." "Âlime hakaret edeni, Allahü teâlâ, herkesin içinde hakir, rezil eder." "Âlimin sesinden yüksek sesle konuşanı, Allahü teâlâ, dünya ve ahirette hakir eder." "Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile amil olan âlimleri kaldırır. Cahiller kalır. Dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevap verip, insanları doğru yoldan ayırırlar." "Âlim ölünce, denizdeki balıklar bile kıyamete kadar ona istiğfar ederler." "Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyandır." "Bir zaman gelir, âlimler ölür, din âlimi kalmaz. Câhiller din adamı yerine geçirilir. Onlar da bilmeden fetva verip, herkesi, doğru yoldan çıkarırlar." "Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir" "Bir kimse, ilim talebi ile yola düşerse, Allahü teâlâ, Cennet yollarından birini ona kolaylaştırır." "Ya âlim, ya öğrenci, ya dinleyici veya bunları seven olun. Yoksa helâk olursunuz." Zamanımızdaki tehlikelerden; sahte şeyhlerden, aydın din adamı kılığındaki sinsi din düşmanlarının şerrinden kurtulmanın yolu ehli sünnet âlimlerine tabi olmak, onların fıkıh, ilmihal kitaplarından dini öğrenmektir. Elinde ehl-i sünnet ölçüsü olanları, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadis-i şerifte, "İlim bulunan yerde müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde müslümanlık kalmaz" buyuruldu.
.
İlim üstaddan öğrenilir
7 Şubat 2002 01:00
Muhafız ve rehbersiz çöl yollarına çıkan kimse, kendini tehlikeye atmış olur. Onun sonu, sâhipsiz yetişen bir ağacın hâline benzer. Ağaç, bakıp sulayan olmazsa, çabucak kurumaya mahkûmdur. Hattâ bu ağaç, imkân bulup büyüse de, aşılanmamış olduğu için iyi meyve vermez. Bundan dolayı müslümanların dayanağı da âlimlerdir. Irmak kenarında yürüyen bir âmânın, rehberine tutunduğu gibi, insan da âlime sarılmalı ve her hâliyle onun sözünü dinlemelidir. Hadis-i şerifte, "Bir âlim, bir şehirden gelip geçse, âlimin o yere ayak basmasının hürmetine, oradaki kabristandan kırk gün azâb kaldırılır." buyuruldu. Bir insanın, ilim öğrenebilmesi ve doğru yolu bulabilmesi için, bir öğreticiye ihtiyâcı vardır. Çünkü hadîs-i şerîfte, "İlim üstâddan öğrenilir." buyuruldu. Kur'ân-ı kerîmde ise, "Eğer bilmezseniz, bilenlerden sorun!" buyuruldu. Alimin ehemmiyetinin büyüklüğü buradan da anlaşılmaktadır. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için de sebeplere yapışmak, bir âlimin gösterdiği yolda gitmek lâzımdır. Nitekim, Kur'ân-ı kerîmde "Ey îmân edenler, Allahtan sakının ve O'nun rızâsına kavuşmak için, vesîle, vâsıta arayınız!" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden de bir öğreticiye ihtiyâç olduğu anlaşılmaktadır. Bir kimsenin rehberi olmazsa, şeytan ona rehber olur. Şeytan rehber olunca da, kendisine tâbi olanı uçurumdan uçuruma atar. Büyük İslam âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir nasihatında buyuruyor ki: "İki şey sizde varsa hiç üzülmeyiniz! Biri, bu parlak dînin sâhibine uymak, ikincisi, ilim öğrendiğiniz zâtın büyüklüğüne inanmak ve onu sevmek. Allahü teâlâya sığınınız ve O'na yalvarınız ki, bu iki ni'mette gevşeklik olmasın. Bu ikisi, olunca, başka şeylerin düzelmesi kolaydır. Öğreten zâta uymak, insanı çok şeylere kavuşturur. Onun yolundan sapmak çok tehlikelidir." Ana-baba, çocuğunu dünya ateşinden koruduğu gibi, âlimler de halkı âhıret ateşinden korur. Âhıret ateşinden korumak ise daha mühimdir. Bu sebeptendir ki, alimin hakkı, ana-baba hakkından üstündür. Ana-baba geçici olan şu hayatın varlığına, âlim ise, ebedî saâdetin teminine vesîledir. Âhırette ebedî hayatı kazandıracak olan ancak âlimdir. Alim demek âhıret ilimlerini ve dünya ilimlerini öğreten kimse demektir. "İlim talebesi, ilme ve ilim öğreten âlime hürmet etmedikçe, öğrendiği ilmin faydasını göremez." buyurulmuştur.
.
Misyonerlerin sinsi oyunları
8 Şubat 2002 01:00
Bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de "misyonerlik" faaliyetleri son zamanlarda yoğun bir şekilde sürmektedir. Büyük şehirlerimizde apartman dairelerini "gizli kilise"lere dönüştürme plânları işin vahametini göstermektedir. Çok şükür ki, Devletimiz, bu gayrimeşru "gizli kilise" faaliyetine el koydu, yakın takibe aldı Bu faaliyet esnasında, memleketimizde ve diğer Müslüman ülkelerde her türlü melanet işlenmekte; cahil insanları tuzaklarına düşürebilmek için akıl almaz vaatlerde bulunmaktadırlar. Türk devletlerinde, komünizm zulmü sebebiyle İslamiyetten uzaklaştırılmış sadece "Müslüman" olduğunu bilen, dinle ilgili hiçbir şey bilmeyen, geçim sıkıntısı ile kıvranan binlerce insan 40-50 dolar maaşla Hıristiyan yapılmaktadır. Tarih boyunca doğru şeyler kendiliğinden, meşru bir şekilde, bozuk inançlar ise gizlilik içinde çeşitli örgütler tarafından cahil, çaresiz insanlar aldatılarak, istismar edilerek yayılmıştır. Müslümanlar hiçbir zaman, hiçbir kimseyi, hiçbir milleti dolaylı veya doğrudan Müslüman olmaya zorlamamışlardır. İslamiyeti anlatmışlar, kendileri de İslamiyeti yaşayarak örnek olmuşlar, insanları inançlarında serbest bırakmışlardır. Çünkü, dinimizde zorlama, aldatma yoktur. Hıristiyanlar ise tam tersine, önce savaşla, zorla, zulüm ile; sonra, hile ile sinsice bozuk inançlarını yaymaya çalışmışlardır. Bu sebeple Haçlı Seferleri tertip edildi. Asırlarca süren kanlı savaşlar oldu. Bu savaşlarda Hıristiyanlar, gayelerine erişemedikleri gibi Müslümanların ilerlemesine de mâni olamadıklarını görünce, bu işi barış yoluyla ve tatlılıkla, aldatarak, kandırarak sinsice yapmağa karar verdiler. İşte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin kökü bu düşünceden kaynaklanıyor. Misyonerler gayelerine erişmek için her türlü vasıtayı mubah gören bir zihniyete sâhiptirler. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerini yıllar boyunca sömüren müstemlekecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları Hıristiyan papazları olmuştur. Yerli halkı kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi gayri insânî usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir. Misyonerler, girdikleri memlekette sadece kendi dinlerini yaymakla meşgul olmadılar. Çünkü biliyorlar ki, mahallî kültürleri yıkmadıkça, hiçbir yerli, Hıristiyanlığı kabul etmez. Onun için misyonerler evvelâ oradaki milleti meydana getiren maddî ve manevî kıymetler manzumesini soysuzlaştırmakla işe başlarlar. Tahrip ettikleri millî duyguların enkazı üzerine kendi inançlarının binasını yükselteceklerini düşündüler. Ellerindeki bütün imkânları bu yolda kullandılar. Ayrıca, milletleri sömürerek, politik ve ticârî hayatlarına hâkim olma yoluna girdiler. İngiliz misyonerlerinden birisine ihtiyar bir Afrikalının verdiği şu cevap bu durumu çok açık ifâde etmektedir: "Siz buraya geldiğinizde bizim toprağımız vardı. Şimdi sizin toprağınız, bizim de 'Kutsal kitabımız' var!" Maalesef yıllardır yapılan zehirli propagandalar, vaadler sebebiyle Afrika'da, son zamanlarda da Türk devletlerinde Hıristiyanlık hızla yayılmaktadır. İslamiyet için canını bile vermekten çekinmeyen şehidlerin, âlimlerin, evliyaların çocukları artık boyunlarında -bazıları süs için de olsa- haç taşımaktadırlar. Bizim çocuklarımız, halkımız böyle olmaz demeyelim; onların babalarının, çocuklarının bu hale düşecekleri hiç akıllarına gelir miydi? Gün bugündür; geç kalmadan gereken tedbirleri hemen almak zorundayız. Bunun için, dinimizi iyice öğrenmek, yaşamak ve gençlerimize onların anlayacağı lisan ile öğretmek mecburiyetindeyiz. Hiçbir kap boş kalmaz. Biz doldurmazsak birileri muhakkak doldurur!
.
İlme âlime hürmet gerekir
8 Şubat 2002 01:00
İlme âlime önem vermek, hürmet etmek gerekir. Aksi takdirde bunlar devam etmez. Hazret-i Şa'bî anlatır: "Bir gün binmesi için, Zeyd bin Sâbit'e katırını yaklaştırdım. O sırada Abdüllah bin Abbâs gelerek üzengiyi tutmak istedi. Bunu gören Zeyd, "Ey Resûlullahın amcazâdesi, üzengiyi bırak!" dedi. İbni Abbâs, "Biz âlimlere bu şekilde muamele ile emrolunduk" dedi. Bunun üzerine Zeyd, İbni Abbâs'ın elini öpüp "Biz de, Resûlullahın Ehl-i beytine hürmet etmekle emrolunduk" diye mukabelede bulundu." Hazret-i Ali'nin "Bana ilimden bir harf öğretenin kölesiyim" buyurması, âlime hürmetin ehemmiyetini göstermektedir. Bir harften maksat, ilimden bir mes'eledir. İmâm-ı Şâfiî hazretleri, bir çobanı görünce ayağa kalkmış. Yanındakiler, "Bu çobana hürmetinizin sebebi nedir?" diye suâl etmişler. O da, "Bu zât bana kitaplarda bulamadığım ilimden bir mes'eleyi öğrettiği için, yâni benim hocam olduğu için hürmet ediyorum" buyurmuştur. Hakîkatı bulmamıza sebep olanlara, bize çok lüzûmlu ilimleri öğretenlere gösterilecek hürmetin ehemmiyetini idrak etmek lâzımdır. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe hazretleri, hocasının evi tarafına ayağını uzatmazdı. Halbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Şimdi ne böyle alim kaldı ne böyle talebe. Alim olmak kolay değildir. Çünkü, din âlimi olmak için, zamanının edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilmek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezber bilmek, islâmın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilmek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, acaba bu büyüklerin kitaplarını okuyabilir ve anlıyabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydana çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmilerde, zamanın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultan Abdülmecîd zamanında, mason Reşîd Paşa'nın, İngiliz sefîri ile berâber hazırladığı 1839'da ilân ettiği Tanzîmât Kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı.
.
Osmanlı'nın yıkılışı ve misyonerler
9 Şubat 2002 01:00
İslâm memleketlerinde faaliyet gösteren misyonerler, Hıristiyanlığı yaymanın yanında, halkı bölücü ve yıkıcı kamplara ayırıp nihai hedef olarak devleti yıkmaya çalışmışlardır. Osmanlı'nın yıkılmasında Misyonerlerin büyük rolü olmuştur. Osmanlı'nın yıkılışında misyonerlerin etkisini iki noktada toplamak mümkündür: 1) Misyonerler, çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermeni, Rum, Bulgar vs. gibi Hıristiyan unsurların çocuklarını, açtıkları mekteplerde okutmuşlar ve onlara kendi milliyetçiliklerini aşılayarak, Osmanlı Devletine karşı isyana hazırlamışlardır. Örneğin Bulgarların isyanına en fazla hizmet eden müessese, İstanbul'da Protestan misyonerleri tarafından işletilen bir kolejdir. Müslüman Rumeli'nin elimizden çıkmasına ve oradaki milyonlarca Müslümanın barbarca katledilmesine, geride kalanlarına ise, zulmedilmesine, Bulgar yapılmak için zorlanmalarına, hep misyonerlerin ektikleri zehirli nifak tohumları sebep olmuştur. Osmanlı Devletine bağlı Arap ülkelerinde yaşayan Hıristiyan Arap azınlıklara da, Beyrut'taki Katolik-Fransız ve Protestan-Amerikan üniversitelerindeki misyonerler, Arap milliyetçiliği aşılayarak, Arap halkı arasında da ayrılma ve parçalanma temâyüllerini körüklemişlerdi. Yemen'de 1905'te ve daha sonra çıkan isyan hareketlerinde önemli bir rol oynamışlardı. 2) Misyonerler ilk hamlede Müslüman Türkleri doğrudan doğruya Hıristiyan yapamayacaklarını bildiklerinden, onların genç nesillerini dinsiz olarak yetiştirmek, bu durumdan doğan manevi buhrana çâre olarak Hıristiyanlığı takdim etmek istiyorlardı. Misyonerlerin bu siyasetini şu tâbirle açıklamak yerinde olur: "Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan bir baltayla kesilir." Onların nazarında ideal Türk münevveri, Tevfik Fikret'in oğlu Halûk'tur. Bilindiği üzere, babasının fikirleriyle yetişen ve tahsilini bir misyoner mektebinde yapan Halûk, dînini ve tâbiyetini değiştirerek bir Protestan papazı olmuş, Amerika'ya yerleşerek milletini ve vatanını inkâr etmiştir. Misyonerler dinlerini yaymak için ilmî ve nazarî yollardan faydalanmazlar. Zîra ilim ve akıl vâsıtasıyla Hıristiyanlığın Müslümanlığa üstün olduğunu ispat etmeye imkân ve ihtimal olmadığını bilirler. Çünkü, Hıristiyanın okumuşu Müslüman; Müslümanın okumamışı, din cahili Hıristiyan olur. Bu yüzdendir ki, dolambaçlı ve sinsi yollara başvururlar. Dün de bugün de yaptıkları budur. Zamanımızda eski sömürgecilik usulleri târihe karıştığından bunun yerine daha sinsi ve gizli bir sömürgecilik ikâme edilmektedir. Batı âlemi, Asya ve Afrika devletlerini eskisi gibi silah zoruyla ele geçirememektedir. Ancak, kültür, iktisat, ticâret sahalarında bu milletleri kendi hizmetinde kullanmağa devam etmektedir. Bu yeni sömürgecilikte misyonerler ve onların açtıkları okullar önemli rol oynamıştır. Bu okullarda zehirlenerek yetişen ve bulundukları memleketlerde idari mevkilere geçen kimseler, sinsi sömürücülerin emellerine âlet olmaktadırlar. Öyle ki, misyoner mekteplerinde yetişip, sonra da mühim mevkilere gelen bu tür devlet adamları, kendi öz milletlerine, müstemlekecilerden daha fazla zarar yapmaktadırlar. Onlar kendi vatanlarını bir "autocolonie" olarak idâre etmekte, içinden çıktıkları milleti ezip soymaktadırlar. Afganistan, Pakistan, Bangladeş gibi devletlerin bağımsız olduktan sonra başlarına geçenlerin çoğu bu tip insanlardı. Misyonerlerin sinsi oyunlarına gelmemek için; milli, manevi değerlerimize sahip çıkmak vatanımızın, milletimizin selameti için hepimizin önemli bir vatandaşlık vazifesi olduğunu unutmayalım!
.
İlim öğrenmede usul önemlidir
10 Şubat 2002 01:00
İlim öğrenmede usul çok önemlidir. Yanlış yola sapan yanlış yere gider. Eshab-ı kiram efendilerimiz, Resûlullahdan aldıkları, beden ve kalb bilgilerini, müslümanlara bildirdiler. Daha sonra gelen müslümanlar da, beden bilgilerini fıkıh kitaplarından, kalb bilgilerini, Evliyânın kalblerinden aldılar. "Ben, beden bilgilerini, doğruca Resûlullahın sözlerinden, yâni hadis-i şeriflerden öğreneceğim" diyenler, hadis-i şerifleri yanlış anlıyarak, nefsin ve şeytanın tuzaklarına düştükleri gibi, "Ben kalb bilgilerini doğruca Resûlullahın kalbinden alacağım" diyenler de, nefsin ve şeytanın tuzaklarına düşmüşlerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerinden veya kitaplarından, kalb bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayatta olanlarının kalblerinden, vefâtlarından sonra da, ruhlarından alınması lâzımdır. Bu bilgilerin mütehassısları, yâni Müctehidler ve Velîler, böyle söylemişlerdir. "Talebesi arasında âlim, Eshâbı arasındaki Peygamber gibidir", "Âlimin talebesinden üstünlüğü, Peygamberin ümmetinden üstünlüğü gibidir", "Herşeyin bir kaynağı vardır. Takvânın menbaı âriflerin kalbleridir", "Fıkh dersinde bulunmak, bir sene ibâdet yapmaktan daha iyidir", "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" hadis-i şerifleri, bunun vesikasıdır. Allahü teâlâ, islâm dîninin kıyâmete kadar devam edeceğini vaat etti. Velî demek, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmuş olan, Ehl-i sünnet âlimi demektir. "Ehl-i sünnet" demek, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol demektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Kendi anladıklarına değil, Eshâb-ı kirâmdan işittiklerine sarıldılar. Ehl-i sünnetten ayrılmak, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin doğru yolundan ayrılmak olur. Ehl-i sünnetten ayrılanlar arasında, Kur'an-ı kerimdeki ve mütevâtir olan hadis-i şeriflerdeki şüpheli delîlleri yanlış tevil edenler, kâfir olmazlar ise de, bid'at sahibi oluyorlar. Bu delîllerden çıkardıkları yanlış ve bozuk bilgilere, "Kur'an yolu", "Eshâb yolu" diyerek, ahmakları, câhilleri aldatıyorlar. Buharîdeki, "Bir zaman gelir, din âlimi kalmaz, din adamı yerine geçirilen cahiller, bilmeden fetva verir, herkesi, doğru yoldan çıkarmaya çalışırlar" hadis-i şerifi, âlimlerden nakletmeye taklidçilik diyerek, Ehl-i sünneti kötüleyen, dinde reformcuların zararlarını bildirmektedir. Yine Buharîdeki "Kıyamete yakın, ilim yok olur, din cahilleri çoğalır, içki içen ve zina edenler artar" hadis-i şerifi de, dinde reformcuların, din adamı olarak ortaya çıkacaklarını bildiren Resulullahın mucizelerinden biridir.
.
İlim sahibi olmanın faydası ve zararı
11 Şubat 2002 01:00
İlmin kıymetli, şerefli olması, sâlih, iyi niyete bağlıdır. Bunun için ilmi, câhillikten ve nefsinin kötü isteklerinden kurtulmak için öğrenmek lâzımdır. Ayrıca ilim, amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak için öğrenilir. Amel ve ihlâs ile olmayan ilim zararlıdır. Hadîs-i şerîfte, "Allah için olmayan ilmin sahibi, Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır" buyuruldu. Makam, şan-şöhret için, dünyalık ele geçirmek için ilim öğrenmek, ya'nî dîni dünyaya âlet etmek, altın kaşıkla necâset yemeye benzer. Dîni dünya kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfte, "Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyâmette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır" buyuruldu. İslâmiyete uyan, ilmini dünyalık menfaatlerine âlet etmiyen âlim, etrafına ışık saçan ışık kaynağı gibidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azâba düştün derler. Evet, günâhtır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını çekiyorum der." Emânetçinin kendisine bırakılan malları muhâfaza etmekte emîn olması lâzım geldiği gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmaktan muhâfaza etmekte emîn olması lâzımdır. Resûlullah efendimiz, "Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür" buyurdu. Çünkü âlimler, bilerek günâh işlemektedir. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşte, sağlam, san'at eseridir. İçi ise, pislik doludur. Hadîs-i şerîfte, "Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine fâideli olmıyan din adamınadır" buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte, "Cehennemde azâb çekenlerden ba'zıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşten daha fazla azâb verir. 'Sen ne günâh işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun?' denilince, 'Ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım' der" buyuruldu.
.
Sürüden ayrılanı kurt kapar!
12 Şubat 2002 01:00
Ebûdderdâ hazretleri, ilmi ile âmil olmıyan din adamına âlim denilmez, buyurdu. İblîs, bütün dinleri biliyordu. Fakat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında çeşitli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesûr olsa, kendisine hücûm eden arslana karşı kullanmadıkça, bu silâhların faydası olur mu? İlmiyle amil olan âlimler, "Ehl-i sünnet" alimleridir. Allahü teâlânın yardımı ve koruması bunlara ve bunların yolunda olanlaradır. Bu yolda olanlara Ehli sünnet vel cemaat denir. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bugün bu i'tikâddaki kimseler dört mezhebde toplanmıştır. Resûlullah efendimiz, birlik beraberlik üzerinde çok durmuş, cemâ'atten, topluluktan ana cadde olan Ehli sünnet yolundan ayrılmanın zararlarını açık ifâde ile dile getirmiştir: "Kim Cennetin ortasında olmak isterse, cemâ'atte, Eshâbımın yolundaki kimselerle beraber bulunsun. Muhakkak şeytan, yalnız kalan kimseyle beraberdir. İki kişi olunca, o yaklaşamaz." "Allahü teâlânın rahmeti cemâ'at üzerinedir. Şeytan, cemâ'ate katılmayıp, muhâlefet eden kimse ile beraberdir." "Sürüden uzak kalan koyunu kapan kurt gibi, şeytan da insanın kurdudur. Parça parça olmaktan sakının. Cemâ'at hâlinde olun. Mescidlere koşun!" "İki kişi, bir kişiden hayırlıdır. Üç kişi, iki kişiden, dört kişi de, üç kişiden daha hayırlıdır. Cemâ'ate koşunuz. Muhakkak ki Allahü teâlâ, ümmetimi hayır üzere toplar." Peygamber efendimiz, bir sohbetinde, ümmetinden sâdece bir fırkanın kurtulacağını bildirince, orada bulunan Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sordular. Peygamber efendimiz, "Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir" buyurdu. Bunun için bu fırkaya ehl-i sünnet vel-cemâ'at denilmiştir. İbni Abbâs hazretleri, "Bid'atten alıkoyan, sünnete çağıran, ehl-i sünnetten bir kimseye bakmak ibâdettir" buyurdu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, "Söz, ancak amel ile birlikte olursa makbûl olur. Söz ve amel, ancak doğru niyetle; niyet, amel ve söz de, ancak sünnet-i seniyyeye uymakla doğru olur" buyurdu.
.
"Malın azdırdığı gibi ilim de azdırabilir"
13 Şubat 2002 01:00
İlim silah gibidir. Düşman elinde zararı, dostun elinde faydası olur. Yani ilim, kibirlinin kibrini, tevazu ehlinin tevazuunu artırır. İlim yağmur gibidir. Yağmur, temiz olarak yağar, bitkilerin kökleri bu suyu emer, kendi vasfına çevirir. Aynı yağmur suyu, biberi acılaştırırken, karpuzu tatlılaştırır. Temiz olan ilim de, kibirliyi azdırır, mütevazının da tevazuunu artırır. Kabül Ahbar hazretleri "Malın azdırdığı gibi ilim de azdırabilir" buyuruyor. Az da olsa, bir şey bilen insan cahillerin yanlışlıklarını görünce, ben onlar gibi değilim diye kendini beğenir. İlim sahibi de, ekseriya, kendini cahilden üstün görür. Âlim, kibirden kurtulmak için şu iki şeyi bilip ona göre amel etmelidir: Birincisi: Allahü teâlâ katında âlimin mesuliyetinin daha fazla olduğunu bilmesidir. Çünkü, günah olduğunu bilerek isyan eden ile, bilmiyerek o günahı işliyenin cezası elbette bir olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kıyamette bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları ona, "Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?" derler. O da, "İnsanlara, günahtır, yapmayın" der, kendim yapardım. "Şu ibâdeti yapın" der, kendim yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum" der." (Buharî) "Mirac gecesi ateşten makaslarla kendi dudaklarını kesen insanlar gördüm. Cebrail aleyhisselama bunların kim olduğunu sordum. "Kendileri yapmadıkları hâlde "yapın" diyen vaizlerdir" dedi." (Müslim) "Kıyamette en şiddetli azab, ilmi kendine fayda vermiyen din adamınadır.) (Beyhekî) "Cehennemde azab çekenlerden bazılarının yaydıkları kötü kokular, diğerlerine ateşten daha fazla azab verir. "Sen ne günah işledin ki, öyle pis koku çıkarıyorsun?" diye sorulunca, "Ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım." der." (İ. Ahmed) İblis, âlim idi. Fakat ilmi ile amel etmedi. Dağda kalan kimsenin yanında, çeşitli silahlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesur olsa, kendine hücum eden arslana karşı kullanmadıkça, bu silahların faydası olur mu? Bilip de amel etmiyenler, Cuma suresi 5. ayetinde eşeğe, Araf suresi 175. ve 176. ayetlerinde ise köpeğe benzetilmiştir
.
İslam âlimi kolay yetişmez!..
14 Şubat 2002 01:00
İlmi kötü yolda, insanların zararında kullanmak istiyen kimselere ilim, fen öğretmek câiz değildir. Böyle kimselere ilim öğretmek, domuzlara altın ve inci tasma takmak gibidir. Hadîs-i şerîfte, "Kıyâmete yakın hakîkî din bilgileri azalır. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek, insanları doğru yoldan saptırırlar" buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Bir zaman gelir ki, insanlar din adamından sokakta rastladıkları eşek ölüsünden kaçar gibi kaçarlar." Bu hâl, insanların hâllerinin bozuk, zararlı olacaklarını haber vermektedir. Çünkü, ilme Allahü teâlâ kıymet vermektedir. Fakat dünyaya tapınan ahmaklar, çocuk iken ilim tahsil etmemiş, büyük yaşında iken de, hakîkî din âliminin sohbetinde bulunmakla şereflenememişlerdir. Bunların tek düşünceleri, para, mal toplamak ve mevkı', makam elde etmektir. Helâlden mi, harâmdan mı geldiğini hiç ayırt etmezler. Hakkı bâtıldan ayırmazlar. İlmin ve hakîkî din âlimlerinin kıymetini bilmezler. Sokak serserisinin cebine inci, mercan doldurmak ve bir köre sürme hediyye etmek, akıllı kimsenin yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, böyle boş kafalı kimseye, "Bunlar hayvan gibidir, hattâ daha aşağıdırlar" buyurdu. İyi bilinmeli ki, insanı dalâletten, kötü yoldan ilim ve âlimler kurtarır. Rehber olmadan doğru yola kavuşulamaz. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerini ve bunların yazdığı doğru din kitaplarını arayıp, bulmak lâzımdır. Kıymetli ömrü faydasız şeylerle geçirmemeli. Doğru itikatlı kimselerle görüşmeli, hakiki âlimlerin kitaplarını okumalıdır. Hadîs-i şerîfte, "Doğru ilim sahibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu bir derece, peygamberlik makâmıdır" buyuruldu. İslam âlimi kolay yetişmez. İslâm âlimi yetişebilmesi için de, islâm ilimleri meydana çıkıp, yayılıp, ondan sonra da, çok senenin geçmesi lâzımdır. Düşmanlar, müslümanları ilimden mahrûm bırakarak islâm güneşini söndürdü. Bunların önderliğini, İngilizler yaptı. Hazret-i Mehdî zamanında yeniden doğacak. Zamanımızda cihâd, anarşi çıkarmakla, isyân etmekle değil, din bilgilerini, islam ahlakını yaymakla olur. Bu inceliği anlamayanların başı dertten kurtulmaz.
.
Çare dengeyi sağlamakta
15 Şubat 2002 01:00
Gençlerimizin problemleri medyanın gündeminden hemen hemen hiç düşmüyor. Bu gidişle de hiç düşeceğe benzemiyor. Bazan hafif bir sesle bazan da gürültülü bir şekilde gündemde yerini alıyor. Eğer problemli genç sıradan biri değil de, etkili çevrelerden ise günlerce sıcaklığını muhafaza ediyor. Yahudi asıllı Lara'nın ölümünde olduğu gibi... Bu durum medyanın hangi çevrelerin problemlerini gündeme taşıdığını göstermesi bakımından da üzerinde durulması gereken önemli bir gösterge. Hangi kesimden olursa olsun problemler, içinde bulunduğumuz toplumun sıkıntılarıdır. Dolayısıyla hepimizi ilgilendirmektedir. Oturup hep birlikte çözüm üretmek zorundayız. Devlet, millet herkes gençliğin geleceğinden endişeli; bunun için de her kesim kendine göre birşeyler yapmakta. Fakat yapılanlar çok yüzeysel; asla dönük çalışma yok denecek kadar az. Çalışmaların asla dönük olabilmesi için insan merkezli olması lazımdır. Bunun için de insanı iyi tanımamız gerekir. İnsanı çeşitli bedeni ihtiyaçları olan hayvanlar gibi görüp; ihtiyaçları giderildiğinde mesele hallolur düşüncesiyle yola çıkarsak, problemleri azaltacağımıza aksine daha da çoğaltmış oluruz. Çünkü insanda hayvandan farklı olarak, hatta insanı insan yapan bir de ruh vardır. Bedenin bazı zaruri gıdalara ihyacı olduğu gibi, ruhun da bazı zaruri gıdalara ihtiyacı vardır. Zamanımızda gözardı edilen, unutulan budur. İnsan maddi ve manevi gıda ile ayakta kalabilir. Bu gıda eşit olarak sağlanmalıdır. Denge bozulursa sıkıntı, problem başlar. Çünkü, nasıl ki, vücud için yeterli gıda alınmadığında, beden hasta olup yatağa düşüyorsa, ruhun gıdası da yeterli olmadığında dengesi bozuluyor, insanlık vasıflarından uzaklaşıyor. İnsanlık vasıflarından uzaklaşan insandan artık herşey beklenir. Satanist de olur, ateist de. İntihar etmek, arkadaşını öldürüp kanını içmek gibi her türlü çılgınlıklar, vahşetler onun için sıradan olaylardır. Bunların toplumla, insanla bir bağlantıları ve beklentileri kalmamıştır artık. Zaten kendileri de bunu açıkça itiraf ediyorlar. "Bizim çok büyük bir kısmımız ateist. Satanizme inananlar da var. Bu toplumdan bir şey olmayacağını anlıyor ve beklentilerimizi öldürüyoruz. Kimimiz de kendini." İnsan yaratılış olarak, acizdir, ihtiyaç sahibidir. Bu hali ölene kadar devam eder. İnsanda bu da bir dengedir. Eğer ihtiyacı temin edilirse, her ihtiyaç yeni bir ihtiyaç doğuracağından bunun sonu gelmez. Bu da insanın ruhi dengesini bozar. Zamanımızda yapılan en büyük yanlışlıklardan biri de budur. Zor şartlarda yetişen ana-baba, aman evladımız bizim gibi sıkıntı çekmesin diye her istediğini temin ediyor. Sonunda ruhi bunalıma giriyor genç. Daha bunalımın sonuna gelmemiş bir gencin itirafı bu gerçeği yansıtıyor: "Bizim sorunumuz her şeyi vıcık vıcık etmemiz. Sorunumuz sistem. Her şeyi tüketmemize izin veriliyor. Ve biz bunu çok hızlı tüketiyoruz. Tüketecek bir şey kalmadığında da kendimizi tüketiyoruz. Gençler değil, insanlık intihar ediyor. Herkes sistemi sorguluyor. Ben de sistemi sorguladım. Ama bu sistemden kaçsam, yani intihar etsem sistemin çok mu umurunda olacak?" Gençliğe dengesini sağlayacak oranda ruhi destek verilmedikçe, manevi yönden güçlendirilmedikçe yapılan bütün çalışmalar havada kalmaya mahkumdur. Bu da ancak, bizi millet olarak asırlardır ayakta tutan dinimizi öğretmek, İslam ahlakını genç beyinlere yerleştirmekle sağlanabilir. Nasıl ki, bir uçağın uçabilmesi için iki kanada ihtiyacı varsa, insanın da hayatta kalabilmesi için maddi ve manevi olmak üzere iki kanada ihtiyacı vardır. Tek kanatla hayatta kalması için zorlamak, zaman kaybından ve sıkıntıların daha da artmasından başka bir işe yaramaz. Bütün mesele dengede; bu sağlanmadıkça ne gençlerimiz ne de toplumumuz huzur bulur.
.
"Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır"
15 Şubat 2002 01:00
Zamanımızda kendilerini çağdaş âlim, aydın din adamı tanıtıp "Gayr-ül-mukallidîn" yani mezhepsiz denilen kimseler türedi. Bunlar, dört mezhepten hiçbirine uymuyorlar ve başkalarının uymalarını da istemiyorlar. Biz yalnız Kur'ana, hadise uyarız, diyorlar. Böylece ana yoldan ayrılıp yeni bir yol açmak istiyorlar. Hanefî âlimlerinden allâme seyyid Ahmed Tahtâvî buyuruyor ki: "Fıkh âlimlerinin yolundan, sivâd-i a'zamdan ayrılan, Cehenneme götüren yola sapmış olur. Bunun için, ey müminler! "Ehli sünnet vel cemaat" denilen "Fırka-i nâciyye"nin, yani Cehennemden kurtulmuş olduğu Peygamberimiz tarafından bildirilmiş olan tek fırkanın yoluna sarılınız! Çünkü, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve saadete ulaştırması, yalnız bu yolda bulunanlar içindir. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlar içindir. Bu fırka-i nâciyye, bugün, dört mezhebin içinde toplanmıştır. Bu dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, bid'at ehli ve Cehennem ehli olur". Büyük imam Süfyân-ı Sevrî "Fıkh âlimi olmayan, hadis-i şeriflere uyarsa, dalâlete sürüklenir" buyurdu. Son zamanlarda, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüklerini anlıyamıyanlar çoğalmaktadır. Çünkü, âlimi âlim anlar. Câhiller anlıyamaz. Din adamı geçinen câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Birbirlerini, millete, islâm âlimi diye tanıtıyorlar. Biz, yalnız Kur'ana ve hadislere inanırız diyerek, Selef-i sâlihînin ictihâdlarını beğenmiyorlar. Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden, kısa görüşlerine ve kısır düşüncelerine uygun yeni yeni mânalar çıkarıyorlar. Hadis-i şerifte öğülmüş olan ikinci yüzyılın büyüklerine, din imamlarımıza dil uzatıyorlar. Onların kıymetli kitaplarını lekelemeye uğraşıyorlar. Bütün bozuk akımların menşei olan İbni Teymiyye, Mevdûdî, Reşîd Rıza, Cemalettin Efgani, Seyyid Kutub, Muhammed İkbal, Hamîdullah, fizikçi Abdüsselâm ve Ahmed Didad gibi mezhepsizlerin, reformcuların kitapları, islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan bilgileri yaymaktadır. Bunlar yayıldıkça da, ana yoldan, Ehli sünnet yolundan ayrılmalar hızlanmakta, İslamiyet büyük zarar görmektedir. Bunun için İslam düşmanları bu tür adamları ya satın almakta veya el altından çalışmalarına destek vermektedirler. Peygamber efendimiz, "Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır" buyurmuştur.
.
Teknoloji canavarlaşırsa!
16 Şubat 2002 01:00
Teknolojik buluşlar, iki yüzü keskin kılıç gibidir. En çarpıcı örnek atom bombası, nükleer enerji. Faydalı şekilde kullanılmadığında binlerce, milyonlarca insanı, canlıyı bir anda yok etmektedir. Geçmişte bunların acı örneklerini gördük. Zamanımızın teknolojik harikası olan internet için de durum aynı. Her iki yüzü de keskin. Denebilir ki, atom bambasından daha tehlikeli. Ne yazık ki, bu tehlikeden haberimiz yok. İnternet nedir, ne değildir, nasıl istifade edilir, faydası zararı nedir, bilmiyoruz. Alt yapısını hazırlamadan internet denizine açıldık. Yüzme bilen az bir kesim bundan istifade edebilmekte, geri kalanların büyük bir kısmı bu açık denizde boğulmuş, bir kısmı da boğulmak üzere... Geçenlerde intihar eden Lara'nın babası bu acı gerçeği şöyle dile getirmekte: "Arkadaşlarını seçerken biraz daha devrede olmalıydık. Baskıcı diyorlar ya keşke baskıcı olsaydık. İnterneti çok büyük bir buluş kabul ediyorum ama bu kadar denetimsiz ve kontrolsüz kullanıldığında evin içine akan bir lağım haline dönüşebiliyor. Biz bu konuda hiç denetim yapmadık maalesef. Dünya tüm çıplaklığıyla çocukların karşısına çıkıyor. O yaştaki çocukları çok kötü etkiliyor. Arkadaş ve internet konusunda biraz daha dikkatli olmalıydık." İnternette önemli bir yer işgal eden erotizm-pornografi siteleri, her türlü sapkınlığa, sömürü ve istismara açık; cinsel şiddet, taciz, ensest ilişkiler, çocuk pornosu, teşhircilik ve satanizm, uyuşturucu bağımlılığı gibi insanlık dışı birçok olumsuz unsuru sergilemektedir. Bunlar, gençlerin maneviyatını yok etmekte, kimlik bunalımına sürüklemektedir. Kendi dininden, kültüründen habersiz genç, arayış içine girerek, Batı'nın toplumumuzun örf adetine aykırı akımlarına özenerek, içine düştüğü boşluğu doldurmaya çalışmaktadır. Manevi değerlerimiz, iletişim vasıtasıyla değersiz görülerek dışlanmakta, baskı altına alınmakta, bunun neticesinde onların; huzursuz, sıkıntılı ve mutsuz olmalarına, ait olduğu toplum tarafından da kabul edilmeyen davranışlar içine girmelerine sebep olmaktadır. Halbuki, bilim ve teknoloji, toplumun huzurunu ve genel ahlâkı koruyarak, insanın ve toplumun maddi ve manevi yönden gelişmesini sağlayacak şekilde kullanılırsa bir şey ifade eder. Bu yapılmazsa rahat etmek için ortaya atılan buluşlar, toplumların huzursuzluk kaynağı haline gelir. Her yeni buluş, ona kim hâkim ise, ona hizmet eder. İyi insanların elinde ise, çok kıymetli işlere vesile olur. Kötü insanların elinde ise, akıl almaz kötülüklere, zulümlere, vahşetlere sebep olur. Bugüne kadar, bu tür buluşlar, genellikle iyi insanların elinde olmadı. Bunun için de insanların faydasına değil zararına oldu. Teknoloji canavarlaşır, yeni buluşlar insanların huzur kaynağı olan dini, ahlakı yok etmede kullanılırsa, insanlık kendi sonunu hazırlamış olur. Bunun için, dinin emirlerinden uzaklaştıkça, bütün insanların, geçimsizlik, sefalet, işkence, sıkıntı içinde kıvrandıkları görülmektedir. Fen aletleri, teknoloji, akıllara hayret verecek şekilde geliştiği halde, dünyadaki huzursuzluğun, insanlıktaki sıkıntının azalmadığı, hatta arttığı göze çarpmaktadır. Teknolojiyi, yeni gelişmeleri takip edip, bunları hayata geçirmek, ayrıca dinimizin de bir emridir. Çünkü İslâmiyet, faydalı olan her ilmi, her gelişmeyi ve ilerlemeyi emreden bir dindir. Hatta bu çalışmaları farz kabul eder... Ama, insanlığın faydasına olmak kaydıyla. Bunun için, İnternet gibi yeni teknolojileri gençliğin, halkın kullanımına sunarken, bunun mutlaka alt yapısı hazırlanmalı. Doğrusunu alıp, zararından uzak kalabilmesi için gerekli eğitim verilmelidir. Eğer bu yapılmazsa, eşkıyanın, teröristin eline son model silah vermeğe benzer. İslâmiyet yenilikleri yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların insanlara zulüm, işkence vasıtası yapılmasını, toplumun huzurunu bozmakta kullanılmasını yasaklamıştır.
.
Vehbi ilim ve ilham
16 Şubat 2002 01:00
Dinde senet yalnız edille-i şerıyyedir. Bunlar, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastır. Akıl, ilham, rüya dinde senet olmaz. Çünkü, ilhamlara ve rüyalara, vehim, hayâl ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanları da, tevilli, tabirli olabilir. Doğruları, eğrilerinden ayırd edilemez. İlham, kalbe gelen bilgi demektir. İlhamlarının doğruluğu, islâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Dine sarılmıyan, bid'atten sakınmıyan kimsenin söyledikleri, nefisten ve şeytandan gelen bozuk fikirlerdir. Bugün din bilgileri doğru olarak, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin nakli esas alan kitablarından öğrenilir. İlham ile dinimizin hükümleri anlaşılamaz. Evliya bile olsa kalblerine gelen bilgiler, nakil bilgiler olmadığı için helal ve haramlar için delil, senet olamaz. Sadece, Resulullahın mübarek kalbine gelen ilham, her müslüman için senettir. Her müslümanın bunlara uyması gerekir. Evliyanın ilhamı islâmiyete uygun ise, yalnız kendisine senettir. Başkalarına senet olamaz. İlim, ilham ile hasıl olmaz. Çünkü, ilmin kaynağı Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerdir. Din bilgileri, ilham ile hasıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitablar göndermesine lüzum olmazdı. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: "Kıyas ve ictihad, dinin dört temelinden birisidir. Buna uymaya emrolunduk. Evliyanın keşif ve ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık." Bunun için, "Bizim şeyhimiz, üstadımız vehbi ilim sahibidir. Kendisine ilham gelir. Hiç bir âlimin kitabından nakil yapmadan eserler verir. Bir mesele onun kalbine doğar, ilham olunur, yahut rüyada bildirilir, o da talebelerine bildirirdi. Vehbi ilim, Allah tarafından ilham edildiği için naklî ilme zıt düşerse, vehbi ilmi tercih ederiz" gibi sözler çok yanlış düşüncelerdir. Çünkü dinde senet yalnız edille-i şerıyyedir. Akıl, ilham, rüya dinde senet olmaz. Kişilere gelen ilham delil kabul edilecek olursa, kötü niyetli kimseler dini yıkmak için bozuk düşünceler ortaya atar, hak ile batıl karışır din bundan büyük zarar görür. Bunun için ilhamın, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri genel ölçülere uyup uymamasına bakılır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, yanlış demektir
.
Râsih ilimli âlimler
17 Şubat 2002 01:00
Resulullaha tâbi olmada, ibâdetlerde olduğu gibi bütün hayırlı işlerde de hakîkî ve kusursuz uyanlara râsih alim denir. Bu râsih ilimli âlimler, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin derin mânalarını ve işaretlerini anlar. Bütün Peygamberlerin Eshâbı böyle idi. Hepsinin nefisleri îman etmiş, mutmainne olmuştur. Böyle tâbi olmak, tasavvuf yolundan ilerleyenlere, bütün sünnetlere yapışarak bid'atlerden kaçanlara nasip olur. Resûlullaha tam uyan, bu râsih ilimli büyüklerdir. Peygamberlerin vârisleri, yalnız bunlardır. Resûlullaha tam uydukları ve Peygamberlere vâris oldukları için, Peygamberlere ihsân olunan nîmetlerden bunlara da pay düşmektedir. O büyüklerin gizli bilgileri, bunlara da duyurulmaktadır. Bunun için, "Âlimler peygamberlerin varisleridir" "Ümmetimin âlimleri, İsrâîl oğullarının Peygamberleri gibidir!" müjdesi ile şereflenmişlerdir. Peygamberlere vâris oldukları hadis-i şerifte bildirilenler râsih âlimlerdir. Din âlimlerinin hepsi böyle değildir. İslâm ahkâmına uyan, râsih ilimli âlimlere Allahü teâlânın vâsıtasız olarak ihsân ettiği ilme "Mevhibe" veya "Kalb ilmi" denir. Râsih âlimler, kalb ilmi ile beraber, ahkam bilgilerinde de zirvede olan kimselerdir. Çünkü, ilm-i bâtın, ilm-i zâhirden ayrılmaz. Ancak, her ikisine kavuşanlara, "Ulemâ-i râsihîn" denir. Bunlar, Kur'an-ı kerimdeki bilgilerin özü ile kabuğunu ve hakîkati ile sûretini birlikte elde edebilen âlimlerdir. Râsih olmayan âlimleri, bu ilimlerin yalnız kabuğunu öğrenirler. Yalnız muhkemâtı, açık olanı bilirler. Ulemâ-i râsihîn ise, muhkemât bilgilerini elde ettikten sonra, müteşâbihât (Manası kapalı, gizli) ile ne denilmek istenildiğini anlarlar. Sûret ile hakîkati, yâni muhkem ile müteşâbihi birleştirirler. Fakat, dini bilgiler bir üstaddan öğrenmeden ve ahkamı islamiyeye tam uymadan, müteşâbihâte manâ vermeğe kalkışan ve sûreti bırakarak hakîkati arıyan kimse, câhildir, hem de kendi cehâletini anlamıyan kara câhildir. Doğru yoldan çıkmıştır da, kendi sapıklığından haberi yoktur. Râsih alimler de diğer alimler gibi, din bilgilerini bir üstaddan öğrenmişlerdir. Çünkü hadis-i şerifte, "İlim üstaddan öğrenilir" buyuruldu. Din bilgileri ilham ile öğrenilemez. Din bilgilerinde bir öğreticiye ihtiyaç vardır. Rehberi olmayana, şeytan rehber olur. Şeytan rehber olunca da, kendisine tâbi olanı uçurumdan uçuruma atar.
.
Resulullahın üç vazifesi
18 Şubat 2002 01:00
Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyuruyor ki: Resûlullahın üç türlü vazîfesi vardı: Birincisi, ahkâm-ı Kur'aniyyeyi, yâni îman edilecek bilgileri ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi, fıkıh bilgilerini bütün insanlara "tebliğ" etmek, bildirmek idi. Fıkıh bilgileri, yapılması emir veya yasak edilen işlerdir. İkinci vazîfesi, Kur'an-ı azîmüşşânın ahkâm-ı maneviyyesini, yâni Allahü teâlânın zatına ve sıfatlarına âit marifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine akıtmaktır. Bu vazîfeyi, birinci teblîg vazîfesi ile karıştırmamalıdır. Vehhabiler, mezhepsiz olan kimseler, bu ikinci vazîfeye inanmıyorlar. Hâlbuki, Ebû Hüreyre hazretlerinin rivayet ettiği Buharide geçen hadis-i şerifte bu husus bildirilmektedir. Üçüncü vazîfesi, ahkâm-ı fıkhıyyeyi tatbik etmektir. Resûlullahdan sonra dört halîfeden her biri, bu üç vazîfeyi tam olarak başardı. Hz. Hasan'ın imameti zamanında, fitneler, bid'atler çoğaldı. İslâmiyet üç kıtaya yayıldı. Resûlullahın nûru, yer yüzünden uzaklaştı. Sahâbe-i kiram azaldı. Bu üç vazîfeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bunun için bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. İmanı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi bildirmek vazîfesi, din imamlarına, yâni müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden îmanı bildirenlere "Mütekellimîn", fıkhı bildirenlere "Fukaha" denildi. İkinci vazîfe, yâni dileyen müslümanları, Kur'an-ı azîmüşşânın mânevî ahkâmına kavuşturmak, Ehl-i beytin oniki imamına ve Abdülkadiri Geylani hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırrî-yi Sekatî, İmam-ı Rabbani hazretleri de bunlardandır. Üçüncü vazîfe, yâni ahkâm-ı dîniyyeyi tatbik etme işi, meliklere ve sultanlara verildi. Birinci sınıfın kısımlarına "Mezhep", ikincisinin kısımlarına "Tasavvuf" denildi. İmanı bildiren mezheplere "İtikatta mezhep" denir. İtikat mezheplerinin yetmişüçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, ötekilerinin bozuk olacağını, Peygamberimiz haber vermişti. Öyle de oldu. Doğru yolda olduğu müjdelenen fırkaya, "Ehl-i sünnet velcemâ'at" mezhebi denir. Yanlış oldukları bildirilen yetmişiki fırkaya "Bid'at fırkaları" denir. Bunlardan, Kur'an-ı kerimde veya hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş ve müslümanlar arasına yayılmış bilgilere inanmayanlar dinden çıkmıştır. Zamanımızda bu şekilde dinden çıkıp kâfir olmuş, müslüman adını taşıyan, bozuk fikirlerini yaymaya çalışan çok kimse vardır.
.
Nakle değil akla güvenenlerin hali
19 Şubat 2002 01:00
Doğruyu bulmada nakli esas alanlar, yani vahyi, Peygamberlerin bildirdiklerini aklın ve mantığın üstünde tutanlar kurtulmuş, aklı hüccet alanlar küfür batağından kurtulamamışlardır. İmâm-ı Gazâlî, (El-münkız) kitabında, kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmıştır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar, Yunan filozoflarından asırlarca evvel vardı. Bugün de, fen adamı geçinen bazı ateistler, inançsızlar bu kısımdadır. Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Bunun yaratanı (hâşâ) yoktur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir, diyor. Dehrî olup da, müslüman görünerek, müslümanların dînini, îmanını bozmaya, islâmiyeti içerden yıkmaya çalışan fen yobazları da çıkmıştır. İkinci kısmı, tabî'iyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki, akıllara hayret veren intizâmı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeye mecbûr kalmışlarsa da, tekrar dirilmeyi, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısım, sonra gelen Yunan filozofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristo'nun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî'iyyecileri ret etmişler fakat, bunlar ve bunların yolunda olan Farabi ve İbni Sina da madde kadîmdir, ezelidir yani sonsuzdur diyerek küfürden kurtulamamıştır. Bu üç kısım da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Bazılarının, bunları din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadis bile uydurdukları hayretle işitilmektedir. İnançsızlar, herşeyi söyliyebilir. Fakat, müslüman görünenlerin îman ile küfrü ayırd edememesi, çok acınacak bir hâldir. Ehl-i sünnet âlimleri, dînimizin bildirdiği, nakil bilgilerine akıl ersin ermesin inandılar. Bu bilgilerden hiçbirine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabir azâbına, kabirde (Münker) ve (Nekîr) denilen iki meleğin suâl soracaklarına, sırat köprüsüne, kıyâmetteki terâzîye hemen inandılar. Akıl ermediği için, olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlıyabildiklerini anlattılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlamadıklarına, aklımız ermediği için anlıyamadık dediler.
.
İslam âlimini felsefeciden ayıran fark
20 Şubat 2002 01:00
Ehli sünnet âlimleri, dinin bildirdiklerini herşeyin üzerinde tutmuşlar, Felsefeciler ise aklı herşeyin üzerinde tutmuşlar. Felsefeciler, herşeyi akıl ile anlamaya, akla uydurmaya kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir. İslâm âlimleri, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve seksen bilgiyi iyi öğrendikten sonra, islâmiyetin gösterdiği yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakîkate varmışlardır. İslâm âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir. Bunlar tecrübe etmeyip, akıl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine kapıldıkları zamanlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar, islâm âlimi gibi yüksek olamaz. Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'an-ı kerimin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyette felsefe yoktur, islâm felsefesi, islâm filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan islâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan islâm âlimleri vardır. Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, Peygamberlerin gösterdiği yolda gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir cemiyet mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhırette de rahat ve mesûd yaşayanlar, ancak, Peygamberlere, onun varisi olan Ehli sünnet âlimlerine uyanlardır. Rahata, saadete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır.
.
İctihad nedir, müctehid kime denir?
21 Şubat 2002 01:00
Günlerdir; İslamın anayasası olan Kur'an-ı kerimin esas muhatabının, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam olduğunu, gerçek tefsirini ancak onun yapacağını bildirdik. Peki, Kur'an-ı kerim tefsiri, açıklaması olan Hadis-i şerifleri anlayabilir miyiz, bunlarla amel edebilir miyiz? Bu da mümkün değil, çünkü nasıl ki, Kur'an-ı kerimin muhatabı Peygamber Efendimiz ise, hadisi şeriflerin de muhatabı Eshab-ı kiram ve islam hukukçusu olan müctehid alimlerdir. Şimdi ictihad nedir, müctehid nedir, biraz da bunun üzerinde durmak istiyorum. Bilindiği gibi, edille-i şerriyye yani dinimizin kaynağı dörttür. Bunlar, Kur'an-ı kerim, Sünnet (hadis-i şerifler), İcmaı ümmet ve Kıyas-ı fukahadır. Sünnet, icma ve kıyas, Kur'an-ı kerimde bulunmıyan şeyleri eklemek değildir. Bunlar, Kur'an-ı kerimin içinde kapalı olarak bulunan bilgileri meydana çıkarmaktadır. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını, Kur'an-ı kerimde açık olarak bulamazsa, hadis-i şeriflere bakar. Bunlarda da açıkça bulamazsa, bu iş için, İcma var ise, öyle yapılmasını bildirir. Bunların dışında kalan herşey bid'attir. Büyük âlim Muhammed Hadimi hazretleri Berika kitabında buyurdu ki: "Edille-i şerıyyenin dört olması, müctehidler içindir. Mukallidler, yani dört mezhebden birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür. Çünkü, mukallidler, nasstan (ayet ve hadisten) hüküm çıkaramaz. Bunun için, bir mezhebin bir hükmü, nassa uymuyor gibi görünse de, yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü nass, ictihad isteyebilir, tevili gerekebilir, neshedilmiş olabilir. Bunu da ancak müctehid anlar." Dini bozmak, dinde reform yapmak istiyenler, dinimizdeki dört delilden ikisini inkar edip sadece "Kitap ve sünnet" diyorlar. Hatta bazıları, son zamanlarda daha ileri gidip, sünneti de kabul etmiyorlar. Tek kaynak Kur'an diyorlar. Bunların asıl maksadı Kur'an-ı kerimi inkardır. Edille-i şerıyyeden, dindeki dört delilden üçü inkar edilince, herkes kendi anladığını doğru kabul edecek, herkesin anladığı din olacak. Böylece insan sayısı kadar din meydana gelecek. Bir kargaşa yaşanacak. Maksatları İslâmiyeti yıkmaktır. Fakat buna muvaffak olamıyacakları Kur'an-ı kerimde bildirilmektedir. Mealen "Onlar, ağızları ile Allahın nurunu (Allahın dinini, kitabını, delillerini) söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır" buyuruluyor. (Saf
.
Bayramınız mübarek olsun
22 Şubat 2002 01:00
Kurban kesmek gerekirdi, gerekmezdi; kurbandan maksat sadakadır, Müslümanı sevindirmektir, kan akıtmak şart değildir, para vererek sevindirmek daha iyi olur gibi saçma sapan tartışmalar devam ederken bayram geldi... Halkımız bu yersiz, hatta kasıtlı tartışmalara hiç iltifat etmedi. Bu tartışmaları hiç duymadı bile. Bir hafta öncesinden her taraf kurbanlıklarla doldu. Kurban kesmesi vacib olmayanlar bile şartlarını zorlayarak kurban kesmeye gayret etmektedirler. Çünkü, kim ne derse desin, herkes kurban kesmenin dinimizdeki önemini biliyor, ahirette bunun karşılığında alacakları sevabın idraki içindeler. Halkımız, kurban kestirmemek için mücadele verenlerin maksatlarının üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu biliyor. Bu tip insanlar sadece kurban kestirmemek için değil, her vesile ile dinin emirlerini tersine çevirmek; emirleri yaptırmamak, yasakları yaptırmak yani sinsice dini yok etmek için ortaya çıkmışlardır. Namaz kıldırmamak, oruç tutturmamak, hacca göndermemek için akla hayale gelmeyen, şeytanın bile düşünemediği şeyler ortaya atarlar. Maksatları, Müslümanları kandıramasalar bile, attıkları çamurla beyaz duvarda iz bırakmaktır. Kafalarda soru işareti bırakmaktır. Bu tür yaygaraların yeni olmadığını da biliyor halkımız. Bir zamanlar ömürlerinde caminin kapısından adımını atmamış, alınları secde görmemiş kimseler, akıllarınca Müslümanları hastalıklardan korumak için, camilere ayakkabı ile girilmesini, kiliselerde olduğu gibi, sıralara oturarak ibadet yapılmasını savunmamışlar mıydı? Halkımız bunları unutmadı. Bunun için bu tartışmalara iltifat etmedi, kurbanını kesip huzur içinde bayramını yapmakta... Aslında bunlar bizim konumuz değil. Halkımız neyin yapılacağını neyin yapılmayacağını biliyor zaten. Çünkü dinimiz yeni gelmedi. Ondört asırdır devam etmekte. Onlar kendileri çalıp oynamaya devam etsinler... Biz kendi konumuza dönelim. Bayram nedir, bayramın örfümüzdeki yeri nedir bunların üzerinde duralım : Çok eskilerden beri her kavim, yılın bazı günlerine önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde kutlamıştır. Dini ve milli yönden önemi olan, milletçe her sene kutlanan bugünlere, çeşitli isimler verilmiştir. İslamiyetten sonra bayram manasına gelen "ıyd" kullanılmıştır. Her yıl Müslümanların sevinçli, neşeli günleri tekrar geldiği için böyle günlere ıyd, yani "Bayram" denilmiştir. Müslümanlar bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zira bu günler, günahların affedildiği, birlik ve beraberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neşe kaynağıdır. Peygamber efendimiz Medine'ye hicret edince, Medinelilerin cahiliye adetlerinden kalma bayramları kutladıklarını görünce; "Allahü teâlâ size onlardan daha hayırlı iki bayram (Ramazan ve Kurban Bayramı) ihsan etti." buyurdu. Bayram günleri, günahların affedildiği, rahmet kapılarının açıldığı günlerdir. Ayrıca İslam büyükleri, bir Müslümanın Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günah işlemeden, haram lokma yemeden geçirdiği günleri de bayram kabul etmişlerdir. Hazret-i Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neşelenmelerinin sebebini sorduğunda onlar, "Bugün bayramımızdır" dediler. Bunun üzerine hazret-i Ali de; "Günah işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır" buyurdu.Yine Müslüman ruhunu teslim (vefat) edeceği zaman rahmet meleklerini, Cennetteki nimetleri görünce, onları görmenin zevkiyle can verme vakti de Müslümanın bayramı olduğu bildirilmiştir. Cenab-ı Hak, hepimize bu gerçek bayramı ihsan buyursun. Bu vesile ile bütün okuyucularımızın bayramlarını tebrik eder, sağlık ve afiyet içinde daha nice bayramlara kavuşmaları için Cenab-ı Hakka niyaz ederim.
.
Mezheplerin kaynağı olan kıyas
22 Şubat 2002 01:00
Ehli sünnete göre mezhepler, dinin dört kaynağı olan Kıyas üzerine bina edilir. Kıyas, bir şeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan (Kur'an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden) anlaşılamıyan bir şeyin hükmünü, bu şeye benziyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. Kıyas, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, derin, örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Eshab-ı kiram da kıyas yapar, onların da ayrı mezhebleri var idi. Beydavi tefsirinde kıyas ve icmaın, İmran suresinin 108. ayetinde emredildiği yazılıdır. İbni Abidin hazretleri, "Kıyas ile anlaşılan bilgileri kabul etmiyen, doğru yoldan saparak bid'at ehli olur, muhakkak Cehenneme girer" buyuruyor. Kıyasın delil olduğu aklen ve naklen sabittir. (Fatebiru) ayet-i kerimesine, "Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin" manası verilmiştir. Bu ayet-i kerimenin, kıyasın caiz ve gerektiğini bildirdiği, Beydavi tefsirinde yazılıdır. Araf suresinin, "Allahü teâlâ, rüzgarı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgarlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırır, o yağmurla yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız" mealindeki 57. ayet-i kerimesi de kıyasın hak olduğunu isbat etmektedir. Bu ayette, ihtilaflı olan bir şeyi, sözbirliği ile anlaşılmış olana benzetmek bildirilmektedir. Çünkü, Allahü teâlânın yağmur yağdırdığını ve yerden ot çıkardığını, hepsi biliyordu. Öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, yeryüzünün kuruduktan sonra tekrar yeşillenmesine benzeterek isbat etmektedir. Kıyası, ictihad yapma yetkisi olan müctehidler yapabilir. İctihâd, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihâddan maksat, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, mânaları açıkça anlaşılmıyanları, açıkça bildiren diğer ahkâm-ı şer'ıyyeye kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşmak, çalışmak demektir. Meselâ anaya, babaya itaati emreden âyet-i kerimede,"Onlara, öf sıkıldım demeyin!" buyuruluyor. Dövmekten, söğmekten bahis buyurulmamıştır. Âyet-i kerimede, yalnız bunların en hafîfi olan "öf" kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, dövmenin, söğmenin ve hakâret etmenin elbette haram olacağını ictihâd etmişlerdir
.
Müctehid olabilmenin şartları
23 Şubat 2002 01:00
Müctehidlerin kıyası nasıl yaptıklarına bir örnek de şudur: Kur'an-ı kerimde şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarabın haram olmasının sebebi, hamr kelimesinden de anlaşılacağı üzere, tahmîr-i akıl, yâni aklı karıştırdığı, giderdiği içindir. Bundan dolayı müctehidler, şarabın haram olmasındaki sebep, herhangi bir içkide bulunsa haramdır, diye ictihâd etmişler. Her sarhoş eden şeyin haram olduğunu emir buyurmuşlardır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, ictihâd ediniz! diye emrediyor. Birçok âyet-i kerimelerden, ilimleri derin olan yüksek derecedeki âlimlerin ictihâd ile emrolundukları anlaşılmaktadır. Bunu için ehliyyeti ve liyâkati olanların ictihâd etmesi farzdır. İctihâd makamına lâyık olabilmek için, birçok kayd ve şartlar vardır. Evvelâ Arabî yüksek ilimleri tam bilmekle berâber, Kur'an-ı kerimin hepsi ezberinde olmak, sonra, âyet-i kerimelerin mâna-i murâdîsini, mâna-i işârisini, mâna-i zımnî ve iltizâmîsini bilmek gerekir. Ayrıca âyet-i kerimelerin, indiği zamanları ve sebepleri ve ne hakkında geldiklerini, nâsih, mensûh olduklarını ve bunlar gibi diğer yönlerini bilmek gerekir. Ayrıca, kütüb-i sitte ve diğer hadis kitaplarında bulunan hadis-i şeriflerin hepsini ezberden bilmek ve her hadisin ne zaman ve ne için söylendiğini ve şümûl derecesini, hangi hadisin diğerinden evvel veya sonra olduğunu, âit oldukları cihetleri, hangi vak'a ve hâdise üzerine söylendiklerini ve kimler tarafından nakil ve rivayet edildiklerini ve bunların her birinin hâl tercümelerini bilmek gerekir. Ayrıca, fıkıh ilminin üsûl ve kâidelerine vâkıf olmak, oniki ilmi, âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin rümûz ve işaretlerini ve mânevi tefsîrlerini anlayıp kavrıyabilecek ayrı bir irfâna, nûr-i îman ve itmi'nân ile dolu münevver bir kalb ve vicdâna sahip bulunmak lâzımdır. Bu yüksek vasıflar ve özellikleri, fazîletleri taşıyan, akılları kuvvetli kimseler, ancak Peygamberimizin asr-ı saadetinde ve Sahâbe-i kiramın zamanında ve Tâbiîn ve Tebe'i tâbiîn devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, Asr-ı saadetten uzaklaşıldıkça, fikirler bozulmuş, dağılmış, bid'atler türemiş, üstün, kıymetli kimseler yavaş yavaş azalmış, dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara sahip bir âlim ortada kalmamıştır. Bunda âlimler ittifak etmişlerdir.
.
Bayramları fırsat bilmelidir
23 Şubat 2002 01:00
Bayramlar, Müslümanların kaynaşması, dostlukların tazelenmesi, kırgınlıkların giderilmesi, birlik ve beraberliğin güçlendirilmesi için çok güzel bir vesiledir. Bunun için, bayramlarda, ana-babayı, akrabayı, dostları ziyaret etmeli, bayramlarını tebrik etmelidir. Çocuklar sevindirilmelidir. Yetim, kimsesiz çocuklar aranıp bulunmalı, bayram sevincinden mahrum bırakılmamalıdır. Vefat eden yakınlarımızın kabirleri de ziyaret edilerek onlar da sevindirilmelidir. Bilhassa ana-babanın rızasını, duâsını almayı ihmal etmemelidir. Vefat etmişlerse, duadan mahrum bırakılmamalı; onların dostları, ahbabları ziyaret edilerek ahde vefa göstermelidir. Çünkü, Allahü teâlânın rızası, ana-babanın rızasına bağlıdır. Allahü teâlânın gazabı da, dinine bağlı olan ana-babanın gazabındadır. Peygamber efendimiz "Cennet, ana-babanın ayağı altındadır." buyurmuştur. Ana-babasını razı eden kimse için, cennette iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahî, onlara karşı gelmek, onlara sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülüp, duâları alınmalı, haklarını helal ettirmelidir. Ana-baba, kızıp birşey söylediği zaman, onlara karşılık vermemelidir. Emrettikleri şeyleri bir an önce yapıp, onların duâsını almalıdır. Onların üzülüp bedduâ etmelerinden korkmalıdır. Yanlış bir iş yapıp, onları üzünce, hemen ellerine sarılıp özür dilemelidir. İnsanın saadeti ve felâketi, onların kalblerinden gelen ve ağızlarından çıkacak olan sözdedir. Atılan ok tekrar geri gelmez. Onlar hayatta iken kıymetini bilip, hayır duâlarını almak lazımdır. Vefatlarından sonraki pişmanlık fayda vermez. Onlar hayatta iken ne yapıp yapıp, onları memnun etmelidir. İmanlı olup, cehennemden en son çıkacaklar, Allah yolunda olan ana-babasının İslâmiyete uygun olan emirlerine âsi olanlardır. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ya Musa, ana-babasını razı eden beni razı etmiş olur. Ana-babasını razı edip, bana âsi olan kimseyi dahî iyilerden sayarım. Ana-babasına âsi olan, bana mûti olsa bile, onu fenalar tarafına ilhak ederim." Evliyanın büyüklerinden Hasan-ı Basrî hazretleri, Kâbe'yi ziyaret ve tavaf ederken bir zat gördü ki, arkasında bir zembil vardı. Bununla tavaf ediyordu. O zata dönüp sordu: "Arkandaki yükü koyup, öylece tavaf etsen daha iyi olmaz mı?" O zat şöyle cevap verdi: "Bu arkamdaki yük değil, babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere buraya getirip tavaf ettirdim. Çünkü bana dinimi, imanımı bu öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi." Hasan-ı Basrî hazretleri bu kimsenin yaptığını çok beğendi. Sonra o zata buyurdu ki: "Babanı kıyamet gününe kadar böylece arkanda getirip tavaf ettirsen, fakat bir defa kalbini kırsan, yaptığın hizmet boşa gider. Yine bir defa gönlünü yapsan, bu kadar hizmete mukabil olur." Eshab-ı kiramdan biri gelip, Peygamber efendimize sordu: "Ya Resulallah! Anam-babam çok şefkatsizdir. Onlara nasıl itaat edeyim?" Peygamber efendimiz şöyle cevap verdi: "Annen seni dokuz ay karnında gezdirdi. İki sene emzirdi. Seni büyütünceye kadar koynunda besledi, kucağında gezdirdi. Baban da seni büyütünceye kadar birçok zahmetlere katlanarak, seni besledi... İdare ve maişetini temin eyledi. Sana dinini, imanını öğrettiler. Seni İslâm terbiyesi ile büyüttüler. Şimdi nasıl olur da şefkatsiz olurlar? Bundan daha büyük ve kıymetli şefkat olur mu?" Şu hâlde ana-baba zâlim olup, evlada zulmetseler de, günah işlemeyi emretseler de, yine onları üzmemeye, küstürmemeye çalışmalıdır! Günah olan emirleri yapılmaz ama, yine de onları üzücü söz söylemek caiz olmaz. Ziyaretlerini terk etmek büyük günahtır. Hiç olmazsa, bayramlarda, kandil günlerinde selam göndererek, telefon ederek, hediye göndererek bu günahtan kurtulmalıdır!
.
Peygamberler de ictihâd eder mi?
24 Şubat 2002 01:00
Haşr suresinin ikinci ayetinde,"Ey akıl sahipleri! Akıl erdiremediğiniz mes'elelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz" buyurulmaktadır. Burada tabi olunması emredilen kimseler, müctehidlerdir. İctihâd makamına varmış bulunan bu yüksek kimseler, kendi ictihâdlarına göre hareket etmek mecbûriyetindedir. Başka müctehidlerin ictihâdlarına tâbi olamazlar. Hattâ Peygamberlerin zamanlarında da, sahâbîlerden biri, kendi Peygamberinin ictihâdına uymıyan ictihâdda bulunursa, kendi ictihâdına göre hareket ederdi. Burada bir suâl sorulabilir. Peygamberler de ictihâd eder mi idi? Evet, onlar da, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emirleri, açık bildirilmiş olan emirlere kıyâs ederek, benzeterek ictihâd ederlerdi. Fakat ictihâdlarda hatâ edip yanılmak ihtimali olduğundan, ictihâdlarında hatâ ederlerse, Allahü teâlâ, derhâl Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahiy ile düzeltilirdi. Yâni Peygamberlerin ictihâdları hatâlı kalmazdı. Meselâ, Bedir gazasında alınan esîrlere yapılacak şey için, Server-i âlem bazı Sahâbe-i kiram ile birlikte bir türlü, Ömer ise, başka türlü ictihâd etmişlerdi. Sonra, âyet-i kerime gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer'in ictihâdının doğru olduğunu bildirdi. Bunun gibi (Abese) sûresi de, bir ictihâd hatâsını düzeltmek için nâzil olmuştu. Peygamber efendimizin vefâtları sırasında, hokka ve kalem hakkındaki emirlerinin anlaşılmasında Hz. Ömer'in ictihâdı, yine böyledir. Eshâb-ı kirâmdan sonra meşhûr dört imam ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden imam-ı Ebû Yûsüf, imam-ı Muhammed, imam-ı Züfer, ibni Nüceym, imam-ı Râfi'î, imam-ı Nevevî, imam-ı Gazâlî ve benzerleri gibi yüksek âlimler yetişti. Asr-ı saadetten uzaklaştıkça, hadis-i şerifleri nakil ve rivayet eden oniki silsilenin, yâni haber verme zincirinin halkaları arttı. Hadis-i şeriflerin hangi silsileden ve hangi kimselerden alınacağı, düşünülecek bir mes'ele oldu ve çok güç ve belki imkânsız oldu. Bundan dolayı, dördüncü asırdan sonra, ictihâd edebilecek bir âlim yetişemez oldu. Bütün müslümanlar, bu dört imamdan birine tâbi olup, o imamın mezhebine uymaya mecbûr oldu.
.
İctihad kapısını zorlayanlar!
25 Şubat 2002 01:00
İslamiyeti yıkmak için uğraşanlar, kitaplarında ve konferanslarında "ictihâd kapısı kapandı" sözüne saldırıyor. Gerçek müctehidleri kötüleyip, cahillikle suçlayarak bunları safdışı bırakmak istiyorlar. Bunların yerine, kendilerini açıkca söylemeseler de müctehid ilan ediyorlar. Çürük ve boş kafalarından, ağızlarına sızan hezeyânları, dinleyicilere gülünç olmaktan başka tesîr yapamıyor. Çünkü aklı başında çok kimse, böyle söyliyenlerin maksatlarını artık anlıyabiliyor. İctihad kapısını açmaktaki gayelerinin, mezhepsizliği meşrulaştırmak "dini yok etmek için yeni kapı açmak" olduğunu görebiliyorlar. Çünkü, mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür. Geçmişte ehli olan kimselerin yaptığı İctihâdlar, bir ibâdet olduğundan, yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış demez, onu kötülemez. Çünkü, her müctehide, kendi ictihâdı haktır ve doğrudur. Meselâ, imam-ı Şâfi'î, Hanefî mezhebinde olmadığı hâlde, "İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin re'y ve ictihâdını beğenmiyene, Allahü teâlâ lânet etsin!" yâni merhamet etmesin buyurmuştur. Server-i âlem uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, güçlük karşısında kalınca, âyet-i kerimelere mürâcaat etmelerini, orada bulamazlarsa, kendi re'y ve ictihâdları ile hareket etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden daha yüksek ilimli ve fikirli olsalar dahî, başkalarının fikir ve ictihâdına uymamalarını emir buyururdu. İşte bunun gibi, imam-ı Ebû Yûsüf ve imam-ı Muhammed de hocaları, üstâdları olan imam-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin fikir ve re'yine tâbi olmayıp, kendi ictihâdları ile hareket ederlerdi. Hâlbuki, İmâm-ı a'zamın ilmi, fikri, onların üstünde idi ve onların üstâdı idi. Dört mezhep arasındaki farklar da, bundan ileri gelmektedir. Meselâ Hanefî mezhebinde kan akınca abdest bozulduğu hâlde, imam-ı Şâfi'înin ictihâdında bozulmuyor. Şâfi'î mezhebinde bulunan biri, elinden kan akınca, abdest almadan namaz kılarsa, hiçbir hanefî, ona abdestsiz namaz kıldı diyemez. Çünkü onun tâbi olduğu mezhep imamının ictihâdı böyledir. Hanefî mezhebinde bulunan bir kimse, yabancı bir kadının derisine dokunduktan sonra, abdestini yenilemeden namaz kılsa, hiçbir şâfi'î de, o hanefînin abdestsiz namaz kıldığını söyliyemez. Birbirine uymıyan sözleri, hep ictihâdları olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir.
.
Mazlumun bedduasından sakın!
26 Şubat 2002 01:00
İslam âlimleri, ictihad etme ehliyeti olanın ictihad etmesinin lazım olduğunu şu meşhur hadis-i şeriften çıkarmışlardır: Peygamber Efendimiz, bir gün sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate yüzünü döndürüp "Hanginiz Yemen'e hazırlanıp gider?" diye sordu. Muaz bin Cebel hazretleri kalkıp "Ben giderim ya Resulallah!" dedi. Peygamberimiz "Ey Muaz! Bu vazife, senindir!" buyurdu. Muaz bin Cebel, kadılık, hakimlik yapacak, halka İslamiyeti, Kur'an okumayı öğretecek, Yemen ülkesinde tahsil edilen zekat ve sadakaları da vazifelilerinden teslim alacaktı. Peygamber Efendimiz, Muaz bin Cebel hazretlerini bu vazifelerle Yemen'e gönderirken "Sana bir dava getirilip arz edildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?" diye sordu. Muaz bin Cebel "Allahın Kitabındaki hükümlere göre hüküm veririm!" dedi. Peygamberimiz "Eğer Allahın Kitabında dayanacağın açık bir hüküm olmazsa? Neye göre hüküm verirsin?" diye sordu Muaz bin Cebel "Resulullahın o husustaki hükümlerine Sünnetine göre hüküm veririm!" dedi. Peygamberimiz "Eğer, Resulullahın hükümlerinde Sünnetinde de dayanacak bir hüküm bulunmazsa, ne yaparsın?" diye sordu Muaz bin Cebel "O zaman, ben de tereddüd etmeden kendi görüşüme göre ictihad eder, hüküm veririm!" dedi Bunun üzerine, Peygamberimiz, elini Muaz bin Cebel'in göğsünü sığayarak "Hamd olsun o Allah'a ki, Resulullahın Elçisini , Resulullahın hoşnud olacağı şeye muvaffak kıldı." buyurdu. Sonra şu tavsiyelerde bulundu: "Sen, Kitap ehli olan bir kavme gidiyorsun. Onları, Allahdan başka ilah bulunmadığına, benim de, Resulullah olduğuma şehadet getirmeğe davet et! Eğer, bu hususta sana itaat ederlerse, kendilerine bildir ki: Allah onlara, her gün ve gecede, beş vakit namazı farz kılmıştır. Eğer, sana bu hususta da, itaat ederlerse, onlara bildir ki: Allah, kendilerine, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekat farz kılmıştır. Eğer, sana bu hususta da, itaat ederlerse, sakın, mallarının en kıymetlilerini alma! Mazlumun bedduasından sakın! Çünkü, bu dua ile yüce Allah arasında perde yoktur! Allah için tevazu göster. Allah, seni yükseltir. Sakın, iyice bilmedikçe, hüküm verme! Sana, müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor, danış, utanma! En sonra ictihad et!" buyurdu.
.
Dört büyük halife dinin direkleridir
28 Şubat 2002 01:00
Sahâbe-i kiram, birçok işlerde ictihadları farklı olmuş fakat, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, bunu hâtırlarına bile getirmemişlerdir. Meselâ, Ebû Bekr-i Sıddîk halîfe iken, müslüman olmasını teşvîk için, bir gayri müslimi, bir sahâbînin yanına katarak, beyt-ül-mâlın muhâfaza memuru olan Hz. Ömer'e gönderdi. Buna zekât hissesini versin! diye emreyledi. Hz.Ömer ise, bu parayı vermedi. "Müellefe-i kulûb" ismi verilen bu gibi kimselere zekât verilmesi, âyet-i kerimede emredilmiş iken, niye vermedin? diye sorunca, Hz. Ömer "Kâfirlerin kalblerini yumuşatmak emri, Allahü teâlânın vaat ettiği zafer ve gâlibiyet başlamadan evvel, kâfirlerin azgın olduğu zamanda idi. Şimdi ise, müslümanlar kuvvetlenmiş, kâfirler mağlup ve âciz olmuştur. Şimdi kâfirlerin kalblerini mal ile kazanmaya lüzûm kalmamıştır" buyurdu. Sonra, "Müellefe-i kulûb" denilen kâfirlere zekât verilmesi emrini nesh eden, yâni yürürlükten kaldıran Mu'âz hadisini okudu. (Bu hadis-i şerifte, zekatı zenginden alıp, müslüman fakirlere vermesini emir buyuruyordu.) Hz. Ömer'in bu ictihâdının, Hz.Ebu Bekir'in rey ve ictihâdına uymaması, onun bu emrini reddetmek değildir. Beyt-ül-mâlin yâni, müslümanlara âit para ve eşyanın muhâfazasına ve idaresine memur olduğu için, ictihâdını söylemişti. Ebû Bekr de bu ictihâdından dolayı ona bir şey dememişti. Hattâ, ictihâdını değiştirerek, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Hz. Ömer gibi ictihâd eylediler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri meşhûr "İzâle-tül-hafâ" kitâbında buyuruyor ki: "Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olan ahkâmın çoğu, mücmeldir, kapalıdır. Selef-i sâlihînin tefsîrleri olmadan çözülemez, anlaşılamazlar. Bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerin çoğu, Selef-i sâlihînden çok kimse bildirmedikçe ve müctehidler bunlardan ahkâm çıkarmadıkça, senet olamazlar. O büyüklerin çalışmaları olmasaydı, birbirlerine uymuyor sanılan hadîs-i şerîfler bir araya getirilemezlerdi. Bütün bu bilgilerde, Selef-i sâlihîne kaynak olan, ışık tutan, Eshâb-ı kirâmdır. Selef-i sâlihînin yapıştıkları direk, Hulefâ-i râşidînin etekleridir. Bu aslı, bu direği kırmağa çalışan kimse, bütün din bilgilerini yıkmış olur
.
Minnet borcu
1 Mart 2002 01:00
Geçenlerde İstanbul'da toplanan, "Medeniyetler" toplantısına, Batılılar lütfen katıldılar. Hal ve hareketleri ile konuşmaları ile bunu hissettirdiler; İslam medeniyetine aşağılayıcı bir yaklaşımla tepeden baktılar. Din adına geçmişte yaptıkları vahşetleri yok farzettiler. Halbuki, bugünkü medeniyetlerine ulaşmalarında, İslam medeniyetinin büyük rolü olmuştur. Bunun için minnet borçları vardır İslam medeniyetine. Bunu sadece biz söylemiyoruz. Tarafsız düşünebilen Batılı ilim adamları da aynı şeyi söylüyorlar. Bütün dinleri, medeniyetleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport bakınız bu konuda neler söylüyor: "Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâima af ile karşılamışlardır. Juryo'nun dediği gibi, Müslümanların Hıristiyanlara karşı davranışı ile, Papalığın ve kralların Müslümanlara reva gördüğü muamele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, 24 Ağustos 1572 günü, yani Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris ve civârında farklı inançlarından dolayı altmışbin Protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hıristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslamiyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesikası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, Müslümanların, gayri müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yumuşak olmuştur. İslamiyet, başka dinlerin hurâfeler ve şüpheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuştur. İslamiyet, ilâhlara insan kanı dökmek fâcia ve felaketinden beşeriyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal adaletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyaya kolayca yayıldı. İlme Müslümanlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet gelmemiştir. Bugünkü fennin ve medeniyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyatın koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmanlılar zamanındaki müslümanlar olmuştur..." Bazı parçalarını aldığımız bu İngilizce kitap, misyonerler ve Yahudiler tarafından piyasadan alınarak, yok edilmek istenmiştir. Fakat güneşi balçıkla sıvayamadılar. Çünkü sadece Lord Davenport değil birçok ilim adamı da aynı şeyi söylemişlerdir. Mesela, Alman din adamı ve tarihçisi Jean Mocheim diyor ki: "Onuncu asırdan beri, Avrupa'da yayılan fen bilgilerinin, fizik, kimya, astronomi ve matematiğin, İslam mekteplerinden alındığı ve hele Endülüs Müslümanlarının Avrupa'nın üstâdı oldukları muhakkaktır. Romalılar, Gotlar, İspanyaya hâkim olmak için ikiyüz sene uğraşmışlardı. Hâlbuki Müslümanlar, bu yarımadayı yirmi senede ele geçirdi. Pirene dağlarını geçerek Fransa'ya kadar yayıldılar. Müslümanların ilim, irfân, ahlâk bakımından üstünlükleri, silâhlarının tesîrinden daha az değildi." İslam devletleri, asırlarca, en ehil, en muktedir ellerle idare edilmiştir. Müslümanların üç kıta üzerine yayılması, tarihin en şerefli zaferleri olmuştur. Ehil kimseler devlet idarelerinden uzaklaştırılınca, İslam alemi bugünkü hale gelmiştir. Bugünkü gerilemenin suçu İslamiyette değil, İslamiyeti temsil ettiklerini söyleyen idarecilerdedir. Batı medeniyeti biraz güçlenince, minnet borçlu oldukları İslam medeniyetini, devlet baskısı ile, zulüm, işkence ederek, ibâdet etmeyi, İslam ahlakını, dîni içten bozdular. Müslüman halkları, mâneviyattan, din bilgilerinden mahrum bıraktılar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatarak, fen ve din câhili olarak yetiştirdiler. İlim olmayınca da İslam alemi perişan hale düştü.
.
Cahillerin dinde söz sahibi olması
1 Mart 2002 01:00
Kıyâmet alâmetlerinin, şimdi çoğu çıkmış, her yere yayılmıştır. Bu alâmetlerden biri, câhiller çoğalacak, ilim adamları azalacaktır. Câhiller, dinde söz sâhibi olup, herkese yanlış yol göstereceklerdir. Bunun için Müslümanlar uyanık olmalıdır. Her söze güvenmemelidir. Hutbelerde, kitaplarda ve gazetelerde, "Ehl-i sünnet" âlimlerini ve bunların kitaplarını bildirmeyip, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, kendi kafalarına göre mânâ çıkaranlara inanmamalıdır. Mezhebsizler, yâ bid'at sâhibi sapıktır, yâhut kâfirdir. Bunların her ikisi de, her zaman din adamı kılığına girerek Müslümanları aldatmışlar, doğru yoldan çıkarmışlardır. Mezhebsizlerin bildirdikleri âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere, Ehl-i sünnet âlimlerinin nasıl mânâ verdiklerini aramalı, işin doğrusunu öğrenmelidir. Bunun için de, güvenilen, fıkıh "İlm-i hâl" kitaplarını okumalıdır. "Ehl-i sünnet" âlimleri, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin hepsini incelemiş, kılı kırk yararak doğru mânâlarını bulmuşlar. Kitaplara yazmışlardır. Şimdi biraz Arabî bilen din câhilleri, kendilerini müctehid sanıyorlar. Biz fakülteyi de bitirdik, diploma aldık diyerek islâm âlimlerini küçük görüyorlar. Hâlbuki, bir zamanda yaşamış olan müctehidlerin "İcmâ" ya'nî sözbirliği ile bildirmiş oldukları birşey, dinde zarûrî olan şeylerden ise, ya'nî câhillerin bile işittiği, her yere yayılmış bilgilerden ise, bu şeye inanmak da, uymak da farzdır. Böyle icmâ'a inanmıyan kâfir olur. İnanıp da uymıyan, fâsık olur. İcmâ' ile bildirilmiş olan şey, zarûrî bilinen şeylerden değil ise, buna inanmıyan kâfir olmaz. "Bid'at sâhibi" sapık olur. Uymıyan yine fâsık olur. Günâh işlemiş olur. İbni Melek, "Usûl-i fıkh" kitâbında, icmâ' bahsinde diyor ki, "Bir zamanda yaşamış olan müctehidler, birşeyin nasıl yapılacağında, sözbirliğine varamamış, başka başka söylemişler ise, bunlardan sonra gelen âlimlerin bunların sözlerinden birine uyması lâzımdır. Başka türlü söylemeleri câiz değildir, bâtıldır. Böyle olduğunu bütün âlimler sözbirliği ile beyân buyurmuşlar, icmâ' hâsıl olmuştur
.
İslam medeniyetinin farkı
2 Mart 2002 01:00
İslam medeniyetinin farkını belirtmeden önce, medeniyet nedir, ne değildir buna bir açıklık getirelim. Medeniyet demek, yalnız ilim ve teknoloji demek değildir. Bunlar, medeniyet için, ancak bir âlet, bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere teknolojilerini ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gaflettir. Teknolojinin çok gelişmiş olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, asker sanmaya benzer. Evet, iyi bir asker olmak için en yeni harp vasıtalarına sahip olmak lâzımdır. Fakat, bunlara sahip olan, eşkıyâlık da yapabilir, cana da kıyabilir. Medeniyete bu açıdan baktığımızda, Batı medeniyeti ile İslam medeniyetinin çok farklı olduğunu görürüz. Çünkü, İslam medeniyeti insan merkezlidir. İnsanın da iki yönü vardır. Biri ruhani yönü, ikincisi cismani yönü. Bu ikisinin toplamı insandır. Bunun için insanın sadece cismani yönünü esas alıp, medeniyeti bunun üzerine bina ederek, her türlü maddi ihtiyaçlarını en konforlu şekilde temin etmek yeterli değildir. Bu ihtiyaçları en iyi şekilde temin edilmiş olsa bile zaruri ihtiyacının ancak yüzde ellisi temin edilmiş olur. Geri kalan ruhi ihtiyaçlar temin edilmediği için insanın rahat ve huzuru, gerçek manada sağlayamaz. İslamiyet dış güzellikten daha ziyade iç güzelliğe önem verir. Dolayısıyla insanların iyi niyetli, güzel huylu olmalarını ister. Çünkü görünürde her ne kadar güzel de olsa insanlar güzel huylu olmadıkça vahşice birbirlerinin canlarına, mallarına, şahsî menfaatler için kıymaktan çekinmedikçe o güzel görünen medeniyet, medeniyet değil bir vahşet olur. Dolayısıyla hayatın tadı tuzu kalmaz, çekilmez bir hal alır. Bunun için İslamiyet, önce insanın keşfedilmesini daha sonra da yer yüzünde, yer altında, denizlerin dibinde ve gök yüzündeki sırları keşfetmeye teşvik eder. Çünkü insanlar kendi tabiatlarının sırlarını keşfedemeyince nefislerine hakim olamazlar, nefislerine hakim olamayınca da ne kadar medeni olurlarsa olsunlar birbirine zarar vermekten teknolojik gelişmeleri birbirlerinin aleyhine kullanmaktan çekinmezler. Dolayısıyle ilimde ne kadar ilerleseler mutlu olamazlar. Çünkü ahlâkî yönden çökmüşlerdir. Medeniyetleri de bir gün uçuruma gider ve sonra da çökmeye, yok olmaya mahkum kalırlar. Bunun farkına varan birçok batılı yazarlar Avrupa medeniyetinin çöküşünden bahsetmektedirler. Bunlardan birisi Oswald Spengler'dir. Diğer biri de Sir Richard Livingstone'dir. Şaşkın Âlem İçin Eğitim adlı eserinde ahlâksızlığın, ruhsuzluğun insanları ve Avrupa medeniyetini nasıl dejenere ettiğini ortaya koymaktadır. Albert Schweitzer Avrupa medeniyetinin çöküşü ile ilgili olarak şöyle yazıyor: " Maneviyat dondurulmuştur. Bunun için maddî girişim, teknoloji çok zararlı bir şekil almıştır. Biz bugün coşkun dalgalarla dolu şelâleler altındaki bir denizde gemiyle yüzmekteyiz. Gemiyi bu tehlikeli gidişten kurtarmak ve doğru yola sokmak için büyük çabalar sarfetmemiz gerekir." Bundan dolayı bugün en ileri medeniyete sahip olan toplumlar hemen hemen en çok cinayetlerin, kötülüklerin, intiharların bulunduğu milletler haline gelmişlerdir. Yapmış oldukları en tehlikeli silâhlarla birbirlerini her an yok edebilecek güce sahip olduklarından birbirlerinin şerrinden korkarak kâbus içerisinde yaşamaktadırlar. İşte bundan dolayı İslamiyet, tarih boyunca insanlık için değerli olan şeylere önem verilmesine ve o sahalarda daha çok ilerlemeye teşvik etmiştir. Çünkü, din ve fen, insanlara çok lüzûmlu, çok faydalı olan iki yardımcıdır. Fen bilgileri, rahat için, huzur için, medeniyet için lâzım olan vâsıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı âletlerin, rahat için, huzur için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Bu denge sağlanmazsa, bugün gelişmiş birçok ülkede örneğini gördüğümüz gibi, ruhsuz teknoloji, medeniyete değil, vahşete yardımcı olur
.
Âlimlerin sözbirliği
2 Mart 2002 01:00
Şimdi dünyanın hiçbir yerinde bir müctehid yoktur. Müctehid, ictihâd derecesine yükselmiş derin islâm âlimi demektir. Şimdi yeryüzünde hiç müctehid bulunmadığını kendiliğimizden söylemiyoruz. Bunu bütün âlimler, Meznehsizlerin yalancı şâhid yapmağa kalkıştığı şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri de bildiriyor. Meselâ, İbni Âbidîn, Dürr-ül-muhtârda, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" vefâtından dörtyüz sene sonra "Kıyâs" kalmadı. Ya'nî kıyâs yapan derin âlim kalmadı. Bir işi, başka işe benzeterek hüküm çıkarabilecek "Mutlak müctehid" kalmadı buyuruyor. Evet her yüz senede bir ictihâd derecesine yükselmiş olan derin âlimler, ya'nî müceddidler geleceği hadîs-i şerîfte bildirilmişdir. Bu müceddidler, "Mezhebde müctehid"dir. Bunlar kıyâslar yapmak, yeni ictihâdlarda bulunmak vazîfesini üzerine almamışlar, bulundukları mezhebin imâmlarının ictihâdlarını tâzelendirmeğe, halkı irşâd etmeğe çalışmışlardır. Yeni ictihâdlara ihtiyâç olmadığını görmüşler, Ehl-i sünnet bilgilerini kuvvetlendirmeğe ehemmiyyet vermişlerdir. Müctehid olmıyan her Müslümana "mukallid" denir. Şimdi yeryüzündeki bütün Müslümanlar, mukallittir. Bir mukallid, ne kadar âlim olursa olsun bunun bir iş üzerinde, önce gelmiş müctehidlerin bildirdiklerinin dışında ayrı bir ictihâdda bulunamıyacağı, İbni Melekin "rahmetullahi teâlâ aleyh" bildirdiği, sözbirliğinden de anlaşılmaktadır. "Ümmetim, dalâlet üzerinde birleşmez" hadîs-i şerîfi, âlimlerin bu sözbirliğinin hidâyet olduğunu, doğru olduğunu göstermektedir. "Şevâhid-ül-hak" diyor ki: "İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün Müslümanların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır. Çünkü, şimdi, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi anlayıp bunlardan ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yoktur. Bir mezhebe uyulursa, Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine uyulmuş olur. Celâleddîn-i Süyûtî gibi büyük bir âlim müctehid olduğunu söyleyince, zamânındaki âlimler, buna yazılı birşey sordular: Önceki âlimler buna iki ayrı cevâb vermişlerdir. İctihâdın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz dediler, birini seçmeğe cesâret edemedi. İbni Hacer buyuruyor ki, en aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır.
.
İslamiyet her devre hitap eder
3 Mart 2002 01:00
İctihad yapabilecek özellikler ve üstünlükler, ancak Eshâb-ı kirâmda ve sonra, ikiyüz sene içinde yetişen, ba'zı büyüklerde bulunabildi. Daha sonraları, fikirler, reyler dağılıp, bid'atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartları hâiz kimse, ya'nî mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi. Hicretten dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyâc da kalmadı. Çünkü, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayat şekillerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni hâdiselere nasıl tatbîk edileceklerini, tefsîr ve fıkh kitâblarında bildirirler. "Müceddid" denen bu âlimler kıyâmete kadar mevcûddur. Bunlar da ahkamın yeni hadiselere nasıl tatbik edileceğini bildirdiler. "Fen vâsıtaları değişti. Yeni hâdiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsîrler yazılmalı, yeni ictihâdlar yapılmalıdır" diyerek, nasslara ilâveler, değişiklikler yapmak lâzım olduğunu savunanların islâm düşmanı oldukları anlaşılır. İctihadın inceliklerini bilmeyen, bu konuda ehil olmayan, Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden hüküm çıkarmaya çalışırsa yanılır; kendini de başkalarını da helake sürükler. Çünkü, pek çok ayet-i kerime sonra nesh edildi, hükmü kaldırıldı. Pek çok hükümde içki yasağında olduğu gibi ayet-i kerimelerde tedricen bildirildi. Bu incelikleri bilmeyen nasıl hüküm verecek? İmâm-ı Muhammedin "Siyer-i kebîr" kitâbının tercümesi, seksenikinci sahîfesinde buyuruyor ki: Cihâd emri yavaş yavaş geldi. İslâmiyyetin başlangıcında müşriklerle karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak emrolundu. Sonra, ikinci emir gelerek, kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle islâmiyyeti bildir! "Ehl-i kitâb" denilen yahûdîlerle hıristiyanlara yumuşak, güzel karşılık ver denildi. Üçüncü emir ile harb etmeğe yalnız izin verildi. Dördüncü emir ile kâfirler size eziyyet verince, onlarla harb ediniz, diyerek, karşı koymak farz oldu. Medîne'de islâm devleti teşekkül edince, beşinci olarak, dört aydan başka zamanlarda harb ediniz emri geldi. Altıncı olarak gelen âyet-i kerîmede devletin, her zaman harb etmesi emir olundu." Bu ve bunun gibi emrin öncesini, safhalarını bilmeyen doğru hüküm verebilir mi
.
Doğru ve yanlış ictihâdlar
4 Mart 2002 01:00
Dinimizin emir ve yasaklarının hepsi Kur'ân-ı kerîmden çıkmaktadır. Kur'ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere gönderilmiş olan, bütün kitaplardaki ahkâmı ve dahâ fazlasını kendisinde toplamaktadır. Kur'an-ı kerimdeki ahkam üç kısımdır: Birinci kısım, ilim ve akıl sahiplerinin anlıyabileceği açık hükümler. Kur'ân-ı kerîmdeki ikinci kısım ahkâm açıkça anlaşılmaz. İctihâd yolu ile meydâna çıkarılabilir. İctihadda, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamberimize uymayabilirdi. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamânında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, Cebrâîl "aleyhisselâm" gelerek, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayrılırdı. Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" âhırete teşrîfinden sonra meydâna çıkarılan ahkâm ise, böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Bundan dolayıdır ki, vahiy zamanında ictihâd olunan ahkâmı, hem yapmak, hem de inanmak lâzımdır. Peygamberimizden sonra ictihâd olunan ahkâmı da yapmak lâzım ise de, icmâ' hâsıl olmıyan ictihâdlarda şüphe etmek, îmânı gidermez. Kur'ân-ı kerîmde bulunan ahkâmdan üçüncü kısmı, o kadar derin ve gizlidir ki, bunları anlayıp çıkarmağa insan gücü yetişemiyor. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, anlaşılamaz. Bu da ancak Peygamberimize gösterilmiş, bildirilmiştir. Başkasına bildirilmez. Bu ahkâm da, Kur'ân-ı kerîmden çıkarılıyor ise de, Peygamber tarafından açıklanmış olduklarından, bunlara (Sünnet) denir. Birinci ve üçüncü kısm ahkâmda kimse, Peygamberden "sallallahü aleyhi ve sellem" ayrılamaz. Bütün Müslümanların, bunlara inanması ve tâbi' olması lâzımdır. Ahkâm-ı ictihâdiyyede ise, her müctehidin kendi çıkardığı hükme tâbi' olması lâzımdır. Peygamberimiz uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları mes'elelerde, Kur'ân-ı kerîmin hükmü ile hareket etmelerini, Kur'ân-ı kerîmde bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi re'y ve ictihâdları ile amel etmelerini emir buyururdu. Kendilerinden dahâ âlim, daha yüksek olsalar bile, başkalarının fikir ve ictihâdlarına tâbi' olmaktan men' ederdi. Hiçbir müctehid ve Eshâb-ı kirâmdan hiçbirisi başkalarının ictihâdlarına bozuk demedi. Kendilerine uymıyanlara, fâsık ve sapık gibi kötü şeyler söylemedi.
.
Müctehidlerin en büyüğü
5 Mart 2002 01:00
Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera' ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamber Efendimize tam ma'nâsı ile tâbi' idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki, buraya kimse varamadı. Kendisinden daha önceleri, daha âlim ve daha yüksek kimseler geldi ise de, onların zamanında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi'yârlar hazırlamamışlar, diğer daha kıymetli işlerle uğraşmışlardır. İmâm-ı Şâfi'î hazretleri, İmâm-ı a'zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, "Bütün müctehidler, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır" demişdir. İsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracaktır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "İsâ aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya'nî, İmâm-ı a'zamın ictihâdına uygun olacaktır". Bu da, İmâm-ı a'zamın ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi' olmakta, herkesten ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almıştır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuştur. Onların, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamıştır. İmâm-ı a'zam için, "kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamıştır" diyenler, yeryüzünde asırlardan beri ibâdet etmekte olan milyonlarca Müslümanı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ Müslümanlıktan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor.
.
Fıkhın kurucusu İmâm-ı a'zam'dır
6 Mart 2002 01:00
Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine "Mezheb" denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört imâm; Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes Esbahî, Muhammed Şâfi'î, Ahmed bin Hanbel'dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin yolu, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya'nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Dîn-i islâm, nakil yolu ile bizlere gelmiştir. Nakil de, edille-i şerriyedir. Bunun dışındaki deliller geçerli değildir. Mesela, tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşifler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki Müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi' olmak mecbûriyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî hazretleri gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi' olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, ma'rifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Ya'nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddiada bulunanlar, zındıktır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmaktan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. İmâm-ı Mâlik hazretleri, "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at sâhibi, ya'nî sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır" buyurdu. Tasavvuf büyüklerinin hepsi bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Mesela, Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. İmâm-ı Rabbânî hanefî idi.
.
Vücut yapısı ve iklim şartları
7 Mart 2002 01:00
Eshâb-ı kirâmın inanışları hep aynı idi. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş işleri yapmakta da, birbirlerine uygun idiler. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmemiş birşeye inanmayı dînimiz emretmemiştir. Fen bilgilerinin çoğu böyledir. Bunlardan akla uygun olanlara inanılır. Açıkça emir veya yasak edilmemiş işler ise, böyle değildir. Böyle işleri yapıp yapmamakta, açıkça bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü teâlâ, derin âlimlere emretmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere "Müctehid" denir. Bu benzetmek işine, "İctihâd" denir. Bir müctehidin ictihâd ederek elde etdiği bilgilerin hepsine, o müctehidin "Mezheb"i denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. İslâmiyyet bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tesavvuf ma'rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerin hepsini, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" mubârek cemâlini görmekle ve kalblere işliyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ çok farklı idi. Tâbi'înin ve Tebe'i tâbi'înin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden yalnız dördü kitâblara geçip, dünyânın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları, Eshâb-ı kirâmın "radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în" ortak olan îmânıdır. Bunun için, dördüne de "Ehl-i sünnet" denir. İmânları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerini de, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, Allahü teâlâ tarafından Müslümanlara rahmet olduğunu, Peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, Müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, vücûd yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayâtına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbâdetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı. Kıyâmete kadar, dünyânın her yerinde, her Müslümanın tek bir nizâm, tek bir emir altında yaşamaları lâzım olurdu. Müslümanların hâlleri, yaşamaları güç olurdu.
.
Bize ne oldu?
8 Mart 2002 01:00
Almanya'da yaşayanlar veya Almanya'ya gidip gelenler bilir. Almanya'da günlük hayat şöyledir: Sabahın beşinde, altısında herkes sokaktadır. Ama herkes. Çalışanlar, işine gitmek için sokakta, yaşlılar sabahın temiz havasını teneffüs etmek ve köpeklerini dolaştırmak için sokakta. Bizim tabirimizle, kimsenin üzerine güneş doğmaz. Sadece Almanya'ya mahsus bir alışkanlık değil bu aslında. Bütün Avrupa milletlerinin geneli bu minval üzeredir. Çalışanlar, genelde saat 16 civarında işinden ayrılır. Yemeğini yer evine gider. Gece 10'da herkes yataktadır. Baktığınızda bütün evlerin ışıklarının söndüğünü görürsünüz. Tek-tük ışığı yanan ev görürseniz biliniz ki, bunlar genelde Türklerin evleridir. Bizimkiler eski alışkanlıklarını sürdürürler. Gece onikiye, bire kadar, televizyon seyrederler. Ertesi gün de yorgun argın işe giderler. Hal böyle olunca iş yerindeki verim de buna göre olur. Peki bu anlattıklarım size bir şeyi hatırlattı mı? Belki hatırlayamamışsınızdır. Hatırlayabilmek için çoktan unuttuğumuz eski yaşayışlarımızı bilmek gerekir. Osmanlılar zamanında, yediden yetmişe herkes 6-7 civarında sabah namazına kalkar. Namaz kılındıktan sonra, çalışanlar tarlasına, dükkanına gider işinin başına geçer. Yaşlılar, kuşluk vaktine kadar, Kur'an-ı kerim veya başka kitaplar okur. Kuşluk vaktine kadar mutlaka ayaktalar. Yani güneş üzerlerine doğmaz. Devlet daireleri de dahil ikindi vakti mesai biter, herkes evine giderdi. Yatsıyı kıldıktan sonra da herkes yatağında olurdu. Geçenlerde ziyaretime gelen bir dost anlattı, çok dikkatini çekmiş. Diyor ki: Oturduğum sitede, sabah namazından sonra evime gelirken bakıyorum; 40-45 ailenin oturduğu apartman bloklarında ışığı yanan ev sayısı üçü, beşi geçmiyor. Bu arkadaş şunu da anlattı: Geçenlerde bir iş görüşmesi için Alman iş adamı geldi. Kendisini otele yerleştirdim. Ertesi gün, temsilcisi olduğum şirkete gidip iş görüşmesi yapacak. Sabah 10'da otele gittiğimde, giyinmiş otelin lobisinde volta atıyordu. Beni görünce, "Nerede kaldın, sabah yedisinden beri ayaktayım, sıkıntıdan patladım" dedi. Ona bir özür beyan ettim. Tabii ki işin aslını söyleyemedim: "Mr. Hans, bizim ülkede müdürler 10'dan 11'den aşağı işinin başına gelmezler. Ha burada ha orada beklemişsin." diyemedim. Sabah erken saatte ayakta olmanın önemi diğer dinlerde de vardır. Bir öğrencimiz İtalya'ya gider. Otelde üç-beş kişinin kaldığı bir odaya yerleşir. İki gün sonra, kendisi otel idaresine çağrılır. "Sabah erken saatte kalkıp kitap okuyormuşsun. Odadakiler şikayetçi oldular, rahatsız olmuşlar." denir. Öğrencimiz, ben Müslümanım, dinimin emri gereği sabah erken kalkıp namaz kılmak zorundayım" der. Bunun üzerine şu teklifte bulunurlar: İki kişilik bir odamız var. Orada bir kişi kalıyor. O da sabahları erken kalkar. İstersen seni oraya alalım." Teklifi kabul etmesinden sonra yeni odasına yerleşir. Her sabah yine kalkar, namazını kılar, Kur'an-ı kerim okur. Yanında kaldığı yaşlı Yahudi de o saatte kalkıp dolaşır. Oda arkadaşına sorar: "Ben Müslümanım onun için kalkıyorum. Bu dinimizin emri, ya sen niçin kalkıyorsun?" O da, "Bizim dinimizde de bu vakitte yatmak iyi değildir. Bu yaşa geldim, üzerime daha güneş doğmadı. Ayrıca ben araştırdım, bu saatte uyumak sağlık açısından çok zararlıymış," der. Şimdi anladınız mı, Avrupa'nın niçin kalkındığını bizim niçin maddi manevi geri kaldığımızı. Roller nasıl değişmiş. Onlar bizim iyi yönlerimizi almışlar bizler ise onların kötü yönlerini. Halbuki, hepimiz büyüklerimizin, "Aman evladım, sabah güneşi üzerine doğmasın, bu vakitte rızıklar dağıtılır, bu vakitte mutlaka ayakta ol! Yoksa, bedenin sıhhatsiz, günün bereketsiz olur!" nasihatleri ile büyümedik mi? Asırlardır, ecdadımız böyle yaşamamış mıydı? Bize ne oldu da bu güzel hasletlerimizi Batı'ya kaptırdık?
.
Câhil ile müctehidin farkı
8 Mart 2002 01:00
Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" Kur'ân-ı kerîmden çıkardığı ma'nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr etmiştir. Resûlullahın Kur'ân-ı kerîme verdiği ma'nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhebden olur. Bu ise, Resûlullaha ve Kur'ân-ı kerîme uymak demektir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahtan işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, ya'nî dört mezhebden birinde olmalarına lüzûm yoktu. Onların herbiri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler. Şimdi ba'zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid'at sâhibi olan âlimleri taklîd ederek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarmağa kalkışıyorlar. Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor, bunlar zamanımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur'ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymaktadırlar. Herkesi de Kur'ândan ve hadis-i şeriflerden ma'nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu ahmaklara, art niyetlilere aldanmamalıdır. Her Müslüman, "Ehl-i sünnet" i'tikâdında olmalı ve dört mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araştırıp, birbirine karıştırmağa "Telfîk" denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasaktır. Ancak, ihtiyâc, zaruret olduğu zaman, bir iş için câiz olur. Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki fark gibidir. Fakat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından, kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle din adamını şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyor. Böyle câhile "Mezhebsiz" denir. Bunlar, ya nefislerinin esiri olmuş zavallı kimselerdir ya da bazı dış mihrakların dini bozmak için kullandıkları maşalardır.
Bugünleri haber verdi
9 Mart 2002 01:00
İnsanoğlu çok garip bir mahluk... Nerede ne yapacağını, nerede duracağını anlamak, tahmin etmek mümkün değil. Teknolojik gelişmeler, medeniyet ilerledikçe insanların rahata, huzura kavuşması gerekirken böyle olmuyor, aksine maneviyatsız teknoloji huzursuzluk kaynağı oluyor. İnsanoğlu eline geçirdiği her imkanı, karşısındakini, ezmek, onun haklarını yok etmek için kullanıyor. Bugün bütün dünyada, Müslümanlara karşı gizli bir savaş ilan edildi; her türlü zulüm reva görülüyor. Zulüm geri tepen bir silah olduğu için kendileri de huzur rahat yüzü görmüyorlar aslında. Zulümden kim fayda görmüş? Adalet olmadıkça huzur da olmaz! İnanç boşluğuna düşen, düşürülen toplumlar hiçbir şeyden tatmin olamaz hale geldi. Ahlaksızlık, sapık ilişkiler akla hayale gelmeyecek boyutlara ulaştı. İş öyle bir noktaya geldi ki, bunları yapanlar değil, bunlara karşı çıkanlar ahlaksızlıkla suçlanıyor artık. Yine dedi-kodu, iftira sıradan konuşmalar haline geldi. Kendisine bir zarar gelmemesi için herşeyi mubah olarak görme devri başlandı. Bana bir şey olmasın da gerisi ne olursa olsun, mantığı gelişti toplumda. İster istemez insanın aklına şu soru geliyor: Acaba bunlar eski kitaplarda geçen, geleceği ifade eden; fitne, kargaşa, huzursuzluk dönemlerinin "ahir zamanın" başlangıcı mıdır, yoksa kendisi midir? Hal böyle olunca, planlarımızı iyi günlerin geleceği hayaline göre değil, daha kötü günlerin geleceği veya en azından iyi günlerin gelmeyeceği hesabına göre yaparsak zayiatımız, sıkıntımız hayal kırıklığımız biraz daha az olur. Şimdi, bugünleri Resulullah Efendimiz nasıl haber verdi, neler yapmamızı tavsiye etti ona bir bakalım: Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Huzeyfe anlatır: Bir gün, Resûlullaha ilerde hâsıl olacak fitnelerden, sıkıntılardan sordum: "Yâ Resûlallah, biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdun ile, islâm nimetini, iyilikleri bizlere ihsân etti. Bu saadet günlerinden sonra, yine kötü zaman gelecek mi?" "Evet gelecek!" "Bu şerden sonra, hayırlı günler yine gelir mi?" "Evet gelir. Fakat, o zaman bulanık olur. Bu zamanda, iyilik kötülükle karışık olur. Kalpler, ilk zamanlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İ'tikâtların sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, birinci asırdaki gibi olmaz. Kötülükler, bid'atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler arasına bid'atler karışır. Benim sünnetime uymayan ve benim yolumu tutmayan kimseler ibâdet de yaparlar, günâh da işlerler. Hayır da yaparlar, şer de yaparlar." "Bu zamandan sonra, yine şer olur mu?" "Evet. İnsanları Cehenneme çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır..." "Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir?" "Onlar da, bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar. Va'z ve nasîhat ederler. Fakat, kalplerinde hayır ve iyilik yoktur. Kendilerinden önce gelen âlimleri bilgisizlikle, cahillikle suçlarlar. Çok zeki ve âlim denilen kimselerde, zerre kadar iman bulunmaz. Dine uymak, güzel ahlâklı olmak ayıp sayılır. Gençler fâsık, günahkar olur. Emr-i maruf ve nehy-i münker kalkar. Günaha teşvik artar ve iyiliğe mani olunur." "O zamana yetişirsek, ne yapmamızı emredersin?" "İyi insanların yanında olmaya çalış! Böyle bir cemaat bulamazsan, bir kenara çekil. İnsanların aralarına hiç karışma. Ölünceye kadar, yalnız yaşa! Benden sonra öyle kimseler gelir ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalpleri şeytan yuvasıdır. Bunlara da itâ'at ediniz! Karşı gelmeyiniz! Fitne çıkarmayınız. Sabredip, ibâdetiniz ile meşgûl olunuz. Şehir içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız!" Peygamber Efendimiz, "ahir zamanda" İslâmiyete uymanın, ateşi elde tutmak gibi zor olacağını da bildirmiştir. Çok zor da olsa başka çaremiz yok. Her türlü sıkıntıya, zorluğa rağmen imanını, yaşayışını muhafaza edenlere ne mutlu
.
Mezhep imamlarının yolu
9 Mart 2002 01:00
Mezhep imamlarının takip ettikleri yol şöyleydi: Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaştıkları zaman, bunun cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, "İcmâ'"da ararlardı. İcmâ'da da bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitap, sünnet ve icmâ'da bulunan cevâbına "Kıyâs" ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün Müslümanlar, âlimler, sâlihler, velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddiâ etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir din adamına aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamıştır. Hepsi, Müslümanlara, Kitap ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, Müslümanların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emir ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid'at sâhibi olmak gibi, iki tehlikeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünkü, bir câhil, bir mezheb imâmını taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar. "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki, "Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, namazların kaç rek'at oldukları, rükü' ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayn'a birisi, "Bize yalnız Kur'ândan söyle!" deyince: Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömer'e, farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de, öyle yaparız" buyurdu. Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri, hem hakîkatte, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler
.
Kötü din adamının özelliği
10 Mart 2002 01:00
Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü Kur'ân-ı kerîmde bildirdi. Fakat açık değildir. Onun yüce peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm da, bunların hepsini açıkladı. Ehl-i sünnet âlimleri de, bunları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenip kitaplarına yazdılar. Şimdi bu kitapları dünyanın her yerinde mevcuttur. Dünyanın her yerinde, kıyâmete kadar ortaya çıkacak olan her yeni şeyin nasıl kullanılacağı, bu kitapların bir bilgisine benzetilebilir. Bunun mümkün olması, Kur'ân-ı kerîmin mu'cizesi ve islâm âlimlerinin bir kerâmetidir. Yalnız mühim olan şey, karşılaşılan işin nasıl yapılacağını, Ehl-i sünnet olan hakîkî bir Müslümandan sorup öğrenmek lâzımdır. Mezhebsiz din adamına sorulursa, fıkh kitaplarına uymayan cevap vererek, insanı yanlış yola sürükler. Arabî bilen bir kimse, bu yolu bırakıp, doğrudan Kur'ân-ı kerîmden ma'nâ çıkarmağa kalkışırsa, doğru yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldığını, belki de, küfre bulaştığını anlamaz da, kendini doğru Müslüman sanır ve doğru Müslümanlara leke sürmeğe çabalar. Arabî dilini iyi bilmekle, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsı anlaşılabilseydi, Beyrut'taki Arap hıristiyanların, Kur'ân-ı kerîmi herkesten dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki bunlar, Kur'ân-ı kerîmden hiçbirşey anlıyamamış, îmân şerefine bile kavuşamamışlardır. Bir din adamı, hangi asırda bulunursa bulunsun, Peygamberin ve Eshâbının bildirdiklerine uymazsa, sözleri, işleri ve i'tikâdı bunların bildirdiklerine uygun olmazsa ve nefsine, düşüncelerine uyarak islâmiyyetin dışına taşarsa ve aklına uyarak islâmiyyetin inceliklerine karşı gelir, anlıyamadığı bilgilerde dört mezhebin dışına taşarsa, bu kimsenin kötü din adamı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bunun kalbini mühürlemiştir. Gözleri hak yolu göremez. Kulakları doğru sözü işitemez. Buna, kıyâmette büyük azâb vardır. Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunun gibi olanlar, Peygamberlerin düşmanıdırlar. Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. Yaptıklarını beğenirler. Hâlbuki, bunlar şeytânın yolundadırlar. Bunlardan aklını toparlayıp doğruya dönebilen çok azdır. Bunların her sözü tatlı olur. Yaldızlı olur. Faydalı görünür. Hâlbuki, düşündükleri, beğendikleri şeyler hep kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola, felâkete sürüklerler. Sözleri, kar yığınları gibi parlak, lekesiz görünür. Fakat, hakîkat güneşi karşısında eriyip giderler.
.
Bazı hükümler açık bildirilmedi
11 Mart 2002 01:00
Allahü teâlâ ve Peygamberi, mü'minlere merhamet ettikleri için, ba'zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkca bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, farza ve sünnete kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü'minlerin hâli güç olurdu. Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, "Müctehid" denir. Müctehidin, bir işin nasıl yapılacağını anlamak için, son gayreti ile uğraşarak görüşüne, doğruya en yakın zannına göre amel etmesi, kendine ve ona uyanlara vâcib olur. Ya'nî, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle yapmağı emir etmektedir. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamağa çalışırken yanılırsa, günâh olmaz. Sevap olur. Uğraşmasının sevâbını kazanır. Çünkü, insana gücü, kuvveti yettiği kadar çalışması emrolundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevap verilir. Doğruyu bulursa, on sevap verilir. Eshâb-ı kirâmın hepsi büyük âlim, yanî müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zamanlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Bunların her birine nice kimseler uyardı. Zamanla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezheb kaldı. Sonraları, olur olmaz kimseler çıkıp da, müctehidim diyerek, bozuk fırkalar çıkarmamaları için, Ehl-i sünnet, bu dört mezhebden başka mezhebe uymadı. Bu dört mezhebden herbirine, Ehl-i sünnetten milyonlarla kimse uydu. Dört mezhebin i'tikâdı bir olduğundan, birbirine yanlış demez, bid'at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezhebdedir deyip, her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli dahâ çoktur bilir. İctihâd ile anlaşılan işlerde, islâmiyetin açık emri bulunmadığı için, bir adamın mezhebi yanlış olup da, diğer üç mezhebden birisinin doğru olmak ihtimâli var ise de, herkes "Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır ve diğer üç mezheb yanlıştır, doğru olmak ihtimâli de vardır" demelidir. Böylece, harac, sıkıntı olmadıkca, bir işi bir mezhebe göre, başka bir işi de başka mezhebe göre yaparak, dört mezhebi karıştırmak câiz olmaz. Bir kimse, dört mezhebden hangisini taklîd ediyor ise, yanî hangi mezhebi seçmiş ise, o mezhebdeki bilgileri öğrenmesi; harac, sıkıntı olmadıkca, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır.
.
"Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım"
11 Mart 2002 01:00
Her Müslümanın "Kelime-i şehâdet" söylemesi ve bunun ma'nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikâd, yani îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yani İslâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, ehemmiyet vermeyen dinden çıkar. Dört mezhebin itikâdı, inancı birbirinin aynıdır. Dört mezhepten birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan, uyan bir Müslümâna "Ehl-i sünnet" veyâ "Sünnî" denir. Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması güçleşen kimse, bu işi, dört mezhepten herhangi birindeki şartlarına uyarak yapar. Bu ikinci mezhebin, bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu şartlardan birine uyması zor olur, fakat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması sahîh olur. İki mezhep zarûrî telfîk edilmiş olur. Resûlullahın "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" vefâtında hayâtta bulunan binlerce Sahâbînin herbiri müctehid idi. Tövbe sûresinin 102. âyet-i kerîmesinde meâlen, "Muhâcirînin ve Ensârın önce olanları ve bunlara tâbi olanlar, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da onlardan râzıdır. Onlara Cennetleri hazırladım. Burada sonsuz kalacaklardır" buyurulmuştur. Eshâb-ı kirâmın âlemlere rahmet oldukları ve herhangi birine tâbi olanın sonsuz seâdete kavuşacağı bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmaktadır. Bugün, sapıklıklar çoğalıp İslâm dîninin gösterdiği râhat ve huzûr yolundan sapıldığı için, dünyada bereket kalmadı. Rızıklar azaldı. Ayet-i kerimede, "Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım" buyuruldu. Bunun için, iman rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızıklar azaldı. Çünkü, "Hâşâ, zulmetmez kuluna hüdâsı, herkesin çektiği kendi cezâsı" İslâmiyeti unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir âilenin nafakasını, râhat yaşamasını temîn edemez hâle gelmiştir. Allahü teâlâya inanmadıkça, O'nun bildirdiği İslâm dînine uymadıkça, O'nun Peygamberinin güzel ahlâkı ile bezenilmedikçe, küfür, dalâlet, felâket akıntısını durdurmak imkânsızdır.
.
Doğruyu bulmak için
12 Mart 2002 01:00
Dört mezhebin hâli, bir şehir halkının hâline benzer. Bu halk, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba'zan uyuşamayıp, ba'zısı devletin maksadı, beldeleri tamîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, hanefî mezhebine benzer. Ba'zıları da, devlet merkezinden gelen me'mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba'zıları ise kanûnun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfi'î mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlışdır. Fakat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Hatta, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan dahâ çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur. Hattâ sevap kazanır. Çünkü, Peygamber efendimiz, "Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için cezâ yoktur" buyurdu. Bu ayrılıkları ba'zı işlerde olup, ibâdetlerin çoğunda, yani Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık olarak bildirdikleri ahkâmda ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.
.
Eshâb-ı kirâmın mezhebi
13 Mart 2002 01:00
Ehli sünnet dışı bozuk fırkalar ve onların kitaplarını okuyanlar, "Mezhebler ikinci asırda meydâna çıktı. Eshâb ve Tâbi'in, hangi mezhebde idi? Mezheplere lüzum yok. Arapça bilen herkes Kur'an-ı kerimi okuyup buna göre amel edebilir. Arapça bilmeyen de mealinden okuyup öğrenir..." gibi sözlerle işin aslını bilmeyen cahilleri etki altına alarak kafalarını karıştırmak istiyorlar. Mezhebin ne olduğunu bilen bunlara güler geçer. Bunların art niyetli olduklarını anlar. Mezheb imâmı demek, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Açıkca bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkarmıştır. "Hadîka" kitâbında diyor ki; "Bilinen dört imâm zamanında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fakat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı." Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. Hepsi de, derin âlim, mezheb imâmı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan dahâ üstün, dahâ çok bilgili idi. Mezhebleri dahâ doğru, dahâ kıymetli idi. Fakat, bunların kitâbları olmadığı için, mezhebleri unutuldu. Dört mezhebden başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay komutanı hangi bölüktendir? Yâhut, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfının öğrencisidir demeğe benzemektedir. Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri anlamak için Arabî bilmek lâzım ise de, yalnız Arabî bilmek kâfî değildir. Kâfî olsaydı, Beyrut'taki Arab Hıristiyanların herbirinin, birer İslâm âlimi olması lâzım gelirdi. Çünkü onların içinde Mısır'daki dinde reformculardan daha kuvvetli Arabîsi olanlar, Arab lisânının mütehassısları, "Müncid" isimli meşhur Arapça lügat kitâbları yazanlar var. Bunların hiçbiri, Kur'ân-ı kerîmi anlıyamamış, îmân etmek şerefine bile kavuşamamıştır. Kur'ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâma hitâb ediyor. Onların nûrlu kalblerine ve selîm akıllarına hitâb ediyor. Kureyş lisânı ile davet ediyor. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın sohbetinde yetiştikleri ve bütün ümmetin üstünde kemâl sâhibi oldukları hâlde, Kur'ân-ı kerîmi anlayışları ayrı ayrı oldu. Anlıyamadıkları yerler de oldu. O büyükler böyle âciz kalınca, bizim gibilerin hâli nice olur?
.
Câhil olan cesur olur
14 Mart 2002 01:00
Din imâmlarımız, doğrudan Kur'ân-ı kerîmden manâ çıkarmağa kalkışmadılar. Kendilerini bundan âciz gördüler. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" Kur'ân-ı kerîme nasıl ma'nâ verdiğini Eshâb-ı kirâmdan sorup araştırdılar. Eshab-ı kirâmın anladıklarını da, kendi anlayışlarına tercîh etdiler. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe herhangi bir Sahâbînin sözünü kendi anladığına tercîh ederdi. Resûlullahdan ve Sahâbeden bir haber bulamayınca, ictihâd etmek zorunda kalırdı. Her asırda gelen islâm âlimleri, dahâ önce gelenlerin, büyüklükleri, üstünlükleri, vera' ve takvâları karşısında titrerler. Onların sözlerine sened, delîl olarak sarılırlardı. Bu din, edeb dînidir. Tevâzu' dînidir. Câhil olan, cesûr olur. Kendini âlim sanır. Hâlbuki, âlim olan tevâzu gösterir. Tevâzu göstereni Allahü teâlâ yükseltir. Resûlullahın Cehenneme gideceklerini haber verdiği yetmişiki bid'at fırkasının reîsleri de derin âlim idiler. Fakat onlar, ilimlerine güvenerek, Kitaptan, Sünnetten ma'nâ çıkarmağa kalkıştılar. Böylece, Eshâb-ı kirâma tâbi' olmak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından saptılar. Yüzbinlerle Müslümanın da Cehenneme gitmelerine sebeb oldular. Dört mezhebin âlimleri, derin ilmlerini Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmakta kullanmadılar. Buna cesâret edemediler. Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini anlamakta kullandılar. Allahü teâlâ, insanlara Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarınız diye emretmiyor. Resûlümün ve Eshâbının çıkardığı hükmlere uyunuz, bunları kabûl ediniz diyor. Bid'at sâhiblerinin, ya'nî mezhebsizlerin, bu inceliği anlıyamamaları, kendilerini felâkete sürüklemiştir. Bir âyet-i kerîmede meâlen, "Resûlüme itâ'at ediniz! Resûlüme tâbi' olunuz!" buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ve Resûlullahın "Eshâbımın yoluna sarılınız!" emri, bu sözümüzün vesîkasıdır. Mezheb imâmlarına uymak, Allahı ve Resûlü bırakıp, kula kul olmak değildir, böyle olsaydı, Eshâb-ı kirâma uymak da böyle olurdu. Böyle olmadığı için, Resûlullah, bunu emir etmiştir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, insanların kısaca îmân etmelerini ve gördükleri gibi ibâdet yapmalarını emir ederdi. Bunların delîllerini bilmeyi hiç teklîf etmezdi. Bunu imâm-ı Gazâlî "Kimyâ-ı se'âdet" kitâbında uzun bildiriyor
.
Eden bulur!..
15 Mart 2002 01:00
"Eden bulur", "Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz", "Ne ekersen onu biçersin", "Rüzgâr eken fırtına biçer", "Zulüm payidar olmaz"... gibi yapılan iyiliklerin, kötülüklerin dünyada veya ahırette mutlaka bir karşılığının olacağını bildiren birçok atasözü vardır. İnsan hayvanlar gibi başıboş değildir. Her yaptığının hesabını verecektir. Bunun için yaptığımız her işi, her davranışı iyi hesap etmemiz, iyi araştırmamız gerekir. Yaptığımız bir işin başkasına bir zararı var mı, kul hakkı geçiyor mu, geçmiyor mu iyi düşünmek lazımdır. İşin aslını iyi bilmeden alelacele karar vermek insanı yanıltabilir. Eski zamanlarda, astığı astık kestiği kestik, karşı tarafın sözünü dinlemeden, araştırmadan karar veren bir hükümdar vardı. Bu hükümdar, bir gün hanımı ile sarayının geniş bahçesinde dolaşıyordu. Sarayın bahçıvanı da, bahçenin bakımını yapıyordu. Bahçıvan, hükümdarın hanımı ile beraber kendi tarafına doğru geldiğini uzaktan görünce, O'nu hanımının yanında rahatsız etmemek için ortadan kaybolmak, görünmemek istedi. Fakat nereye giderse gitsin, hükümdar kendisini görecekti. Nasıl ortadan kaybolayım diye düşünürken, altında bulunan ağacın üstüne çıkmak aklına geldi. Hemen bir hamlede ağaca tırmandı. Yapraklarının arasına saklandı. Olacak ya hükümdar da hanımıyla beraber o ağacın altına oturmaz mı? Hükümdarın hanımı ortalıkta kimse olmadığı için kocasıyla rahat konuşuyordu. Bir ara hanımı istirahat için sırt üstü yere uzandı. Bu esnada, yukarı doğru bakınca yaprakların arasındaki bahçıvanı fark etti. Derhal toparlanıp hiddetle bağırdı: "Seninle başbaşa hiç konuşamıyacak mıyım? Adamların hep bizi mi takip edecek? Bu ne haddini bilmezliktir?" Hükümdar şaşırdı, ne olduğunu anlıyamadı: "Sultanım ne oldu, sen demek istiyorsun? Birileri seni rahatsız mı etti?" Eliyle ağacın üstünü gösterip: "Görmüyor musun, adam tepemize çıkmış bizi dinliyor?" Hükümdar, kafasını kaldırınca bahçıvanı gördü. Sesi çıkabıldiği kadar bağırdı: "Bre densiz bu ne cür'et, çabuk in aşağı!" Adamın dizlerinin bağı çözüldü. Eli ayağı tutmuyordu korkudan. Dallara tutunarak inecek hali kalmamıştı. Pat diye aşağıya düştü. Bu arada hükümdarın sesini işiten adamları da yanına gelmişti. Hükümdar: "Derhal bana celladı çağırın, gelsin!" emrini verdi. Bu arada biraz kendine gelen bahçıvan doğrulup ayağa kalktı. Eteklerine sarılıp özrünü beyan ederek hükümdardan affedilmesini talep etti. Fakat nafile. Hükümdar adamlarına tekrar bağırdı: - Nerede kaldı cellat, gelmedi mi daha, şu adam hâlâ konuşuyor? Bahçıvan dedi ki: - Hükümdarım, biliyorum ömrümün sonu geldi. Nasıl olsa beni öldürteceksiniz. Ölmeden önce size önemli bir hadiseyi anlatmak istiyorum. Ne olur beni dinleyin. Beni yine öldürtün, fakat dinledikten sonra öldürtün. Nasıl olsa beni dinlemekle bir zararınız olmayacak. Bu hadise benim için önemli olduğu kadar sizin için de önemlidir!.. Hayatınız ile ilgili. Hükümdar, biraz yumuşamıştı. Bu önemli hadiseyi merak etti. Kendisinin hayatı ile nasıl ilgili olabilirdi. Adamın kaçacak hali yoktu nasıl olsa. "Anlattıklarını dinliyeyim ondan sonra öldürtürüm, gerçekten de belki benimle ilgisi vardır" diye düşündü. Adama dönüp: - Anlat öyleyse. Fakat beni oyalayıp ölümden kurtulmak istiyorsan yanılıyorsun, boşuna uğraşma! ikazını da yaptı. (Devamı yarın)
.
Resûlullah kapalıları açıklamasaydı!
15 Mart 2002 01:00
İslam büyüklerinden İmam-ı Şarani hazretleri "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki: Din kardeşim iyi düşün! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya'nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imâmlarımız hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asırda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi' olarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen, "İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin" buyuruldu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahiy olunanları teblîğ et derdi. Beyân etmesini emir etmezdi. Şeyh-ül-islâm Zekeriyyâ buyurdu ki: "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imâmları kapalı olarak bildirilenleri açıklamasalardı, bunları hiçbirimiz anlıyamazdık. Meselâ Resulullah, abdesti nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur'ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Namazların kaç rek'at oldukları ve orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve keyfiyyetleri ve nisâb miktarları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur'ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur'ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Ya'nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Din âlimleri ile mücâdele etmek, nifâk alâmetidir. Çünkü âlimlerin delîllerini iptal etmek, red etmek için uğraşmaktır. Nisâ sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen, "Onların îmân etmiş olmaları için, aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hakem yapmaları ve vereceğin hükme râzı olmaları, teslîm olmaları lâzımdır" buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Resûlullahın hükmünden, islâmiyyetin emrinden sıkıntı duyanlarda îmân olmadığına alâmetdir.
.
"Sen de sıraya girdin!"
16 Mart 2002 01:00
- Dünden devam - Bahçıvan anlatmaya başladı: "Sultanım, benim babam da benim gibi bir hükümdarın bahçesinde bahçıvandı. Çiçeklerin, ağaçların bakımı ile ilgilenirdi. Sarayın bahçesinde değişik türden bir ceviz ağacı vardı. Her nedense bu ağaçta her sene bir tane ceviz yetişirdi. Fakat tam olgunlaşıp koparılacak duruma gelince ceviz kayboluyordu. Hükümdara bu cevizden yemek nasip olmamıştı. Üç sene üst üste böyle devam edince, hükümdarın artık sabrı kalmamış, babamı yanına çağırıp emrini bildirmiş: - Eğer bu sene de cevize sahip olup, olgunlaşınca bana getiremezsen, bilmiş ol ki kellen gidecek. Bunu kesin olarak böyle bil! Zavallı babam, artık gece gündüz cevizin başında nöbet tutuyor. Ceviz ağacının altında yatıp kalkıyor. Devamlı gözü tek cevizde. Olgunlaşsa da kopararak hükümdara götürsem ve ölüm kalım sıkıntısından kurtulsam diye bekliyor. Nihayet cevizin toplama zamanı gelir. Babamın artık gözüne uyku girmiyor. Çünkü kafasının gitme tehlikesi var. Bir gün bakıyor ki, artık cevizin tam koparma zamanı gelmiş. Sevinç içinde, tam koparacağı zaman, bir karga gelip cevizi dalından kopardığı gibi uzaklaşır. Babam arkasından koşar, bağırır çağırır, fakat nafile. Gözü gibi baktığı ceviz gitti. Artık yapabileceği birşey kalmaz. Arkasından, "Benim sonumun gelmesine sebep oldun. Senin de sonun gelsin. Bu yaptığın yanında kalmasın" diyerek beddua eder. Bu sıra bir de bakar ki, büyük bir kartal karganın peşine takılmış, pençesini attığı gibi karganın işini bitirir. Babam aşağıdan kartala seslenir: - Ey kartal, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Senin de sonun yakındır. Sen de girdin sıraya! Derken bir de bakar ki, havada süzülerek uçmakta olan kartala bir avcı nişan almakta. Ve avcı okunu kartala gönderir. Anında ok hedefine varıp kocaman kartalı pat diye yere düşürür. Babam avcıya bağırır: - Sen ne yaptın? Şimdi sen de girdin sıraya! Avcı, babamın sözünden pek bir şey anlamaz. Babam avcının yanına yaklaşırken ben arkasından ilerliyordum. Babam birden avcıya bağırmaya başladı: - Aman kendine dikkat et! Yılan!.. Fakat daha avcı ne olduğunu anlamaya fırsat kalmadan, büyük bir yılan avcının bacağına dolanıp zehirini avcının bacağına boşalttı. Sonra da kıvrıla kıvrıla uzaklaşmaya başladı. Babam yılanın arkasından bağırıyordu. - Ey yılan sen de girdin sıraya! Senin de sonun yakındır! Ben olanların pek farkında değildim. Benim yanımdan geçerek uzaklaşmakta olan yılanı görünce, elime geçirdiğim büyük bir sopayı kaptığım gibi yılanın peşine takıldım. Babamın: - Aman oğlum, yapma evladım! demesine aldırmadan, yılanın başına elimdeki sopayı var gücümle vurduğum gibi, yılanı oracıkta öldürdüm. Bu hali gören babam perişan olmuştu. Üzüntülü bir şekilde yanıma yaklaştı. - Evladım, şimdi sen de sıraya girdin. Niçin beni dinlemedin? diye üzüntüsünü bildirdi. Ama olan olmuştu. Artık yapacak bir şey yoktu! " Neticenin nereye varacağını merakla, heyecanla bekleyen hükümdar, bahçıvanı öldürttüğü takdirde sıranın kendisine geldiğini anlamıştı. Korkudan: - Gözüme gözükme defol burdan! diye bahçıvana bağırdı. Böylece canını kurtarabilmişti bahçıvan. Tabii ki aynı zamanda hükümdar da...
.
Kitap, Sünnet ve İcmâ-i ümmet
16 Mart 2002 01:00
İmam-ı Şarani hazretleri "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki: Hadîs-i şerîfte, "Resûlün yanında nizâ', cidâl yapmayınız!" buyurdu. Onun dîninin âlimleri ile nizâ', cidâl yapmak, onların doğru olan ictihâdlarının çürük olduklarını göstermeğe kalkışmak, Onunla cidâl etmek demektir. Çünkü, âlimler, Resûlullahın vârisleridir. Resûlullahın getirdiklerinin hepsine, hikmetlerini, delîllerini anlamasak bile, îmân ve tasdîk etmemiz lâzım olduğu gibi, mezheb imâmlarımızdan gelen bilgilere de, delîllerini anlamasak bile, islâmiyyete muhâlif olmadıkları için îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Peygamberlerin hepsinin "aleyhimüssalâtü vesselâm" dinleri amelde ihtilâflı, hattâ birbirlerine zıt hükümleri bulunduğu hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Böyle olduğunu âlimlerimiz sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mezhebler de, bunun gibidir. Müctehid olmıyanların, mezhebler arasında ayrılıklar bulunduğunu gördükleri hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmeleri lâzımdır. Müctehid olmıyan birinin, bir mezhebi hatâlı görmesi, o mezhebin hatâlı olduğunu göstermez. O kimsenin hatâlı olduğunu, anlayışının kıt olduğunu gösterir. İmâm-ı Şâfi'î, teslim olmak, îmânın yarısıdır buyurdu. Rebî' hazretleri bunu işitince, hayır, îmânın hepsidir dedi. İmâm-ı Şâfi'î, bu sözü kabûl eyledi. Yine imâm-ı Şâfi'î "İmânı kâmil olan, üsûl bilgilerinde söz yapmaz. Ya'nî, niye böyledir, öyle değildir demez" buyurdu. Üsûl bilgileri nedir? dediklerinde, Kitap, Sünnet ve İcmâ-i ümmetdir, buyurdu. İmâm-ı Şâfi'î hazretlerinin bu sözü gösteriyor ki, Rabbimizden ve Peygamberimizden "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" gelen haberlerin hepsine inandık demeliyiz. İslâm âlimlerinin bildirdikleri de bunun gibidir. Ya'nî imâmlarımızın sözlerine, söz etmeden ve cidâl etmeden inanırız demelidir İmâm-ı ibni Abd-il Berr bunun için "İmâmlarımızdan hiçbirinin, talebesine belli bir mezhebi iltizâm etmelerini, ya'nî taklîd etmelerini emrettikleri işitilmemiştir. Diledikleri mezhebin fetvâlarına uymalarını söylemişlerdir. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem", ümmetinden birinin belli bir mezhebi iltizâm etmesini emir buyurduğu, sahîh veyâ zayıf hiçbir hadîs-i şerîfte bildirilmemiştir" dedi.
.
Müslümanları felakete sürükleyenler
17 Mart 2002 01:00
İmam-ı Şarani hazretleri "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki : Allahü teâlânın kalblerini kararttığı ve mühürlediği bu kötü din adamlarına "Bid'at ehli" yanî mezhebsiz din adamı denir. Bunlar, i'tikâdları ve amelleri, Kur'ân-ı kerîme ve Hadîs-i şerîflere ve İcmâ'ı ümmete uymıyan kimselerdir. Bunlar doğru yoldan sapmış olup, Müslümanları da felâkete sürüklemektedirler. Bunlara uyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Selef-i sâlihîn zamanında ve sonra gelen din adamları arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. Müslümanlar arasında bunların bulunması, insanın bir uzvunun kangren olmasına benzer. Bu yarayı yok etmedikce, sağlam kısımlar da felâketten kurtulamaz. Bunlar, bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara yaklaşanlar zarar görür. Bunların zararına yakalanmamak için yanlarına yaklaşmamak lâzımdır. İmâm-ı Kurâfî buyuruyor ki: "Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekir'den ve hazret-i Ömer'den fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka Sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. Ya'nî, Tâbi'înden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkin değildi. Çünkü, Eshâb-ı kirâmın mezhebleri tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitâblara geçmiş değildi. Her zaman aynı Sahâbînin yanında bulunup da, herşeyi ona sorup, işittiklerini yapmak da, pek az kimseye nasîb oldu. Rast geldikleri sahâbîye sorup, öğrenip, yapmak mecbûriyeti vardı. Zarûret olunca, her mezhebe uyulur. Tâbi'în, delîllerini hiç aramazlardı. Şimdi ise yeni îmân edenlerin, aynı mezhebdeki âlimlerden huccet, delîl aramadan sorup öğrenerek amel etmeleri, aynı mezhebde olan âlimleri bulamazlarsa, her âlimden sormaları, sonra bir mezhebi öğrenip, bu mezhebi taklîd etmeleri lâzım olduğunu âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir.
.
"Allahü teâlânın ipine sarılınız!"
18 Mart 2002 01:00
Büyük âlim allâme seyyid Ahmed Tahtâvî hazretleri buyuruyor ki: "Tefsîr âlimlerine göre, 'Dinde fırkalara ayrıldılar' âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan, i'tikâd, îmân bilgilerinde, bid'at sâhiplerini haber vermektedir. Hazret-i Ömer'in haber verdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah hazret-i Âişe'ye, "Dinde fırkalara ayrıldılar âyet-i kerîmesi, bu ümmette meydâna gelecek olan (i'tikâd, îmân bilgilerinde) bid'at sâhiblerini ve nefslerine uyanları haber veriyor" buyurdu. En'âm sûresinin 153'üncü âyetinde meâlen, "Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!" buyuruldu. Ya'nî, Yahûdîler ve Hıristiyanlar ve başka sapıklar doğru yoldan ayrıldılar. Siz de, bunlar gibi bölünmeyiniz! Âl-i İmrân sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, "Hepiniz, Allahü teâlânın ipine sarılınız! Fırkalara bölünmeyiniz!" buyuruldu. Tefsîr âlimleri, Allahü teâlânın ipi, cemâ'at, birlik demektir dediler. Fırkalara ayrılmayınız emri, böyle olduğunu göstermektedir. Cemâ'at de, fıkıh ve ilim sâhipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan, dalâlete düşer. Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır, Cehenneme gider. Çünkü, fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin ya'nî dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sivâd-ı a'zam, ya'nî Müslümanların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü'minler, Cehennemden kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi' olunuz! Bu da, "Ehl-i sünnet vel-cemâ'at" denilen fırkadır. Çünkü, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve tevfîkı bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye, bugün amelde, ibâdetlerde dört mezhebde toplanmıştır. Ehli sünnete göre, bu dört mezhebden birine tâbi' olmayan kimse, bid'at sâhibidir ve Cehenneme gidecektir. Bid'at sâhibi olanların hepsi de, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia ediyorlar. Bu iş, kuru iddia ile hayâle dayanarak isbât edilmez. Bu yolun mütehassıslarının ve hadîs âlimlerinin bildirmeleri ile anlaşılır. Bunların bildirdikleri ve bulundukları yol hak yoldur.
.
Eshabımın sözüne uyunuz!"
19 Mart 2002 01:00
Mezheb imamı demek, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan işiterek toplıyan kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran derin âlimlerdir. Eshab-ı kiramın herbiri müctehid ve mezheb imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imamlarımızdan daha üstün idi. Mezhebleri daha kıymetli idi. Fakat, bunlar kitablara yazılmadığı için, mezhebleri unutuldu. Bazı cahiller hazret-i Peygamberin mezhebini neydi diye soruyorlar. "Peygamberin, sahabenin mezhebi nedir?" demek, "Ordu kumandanı, hangi bölüğün eridir?" veya (okuldaki öğretmen, hangi sınıfın talebesidir?" demeye benzer. Çünkü sahabenin her biri bir mezheb imamı, hatta mezheb imamlarının hocaları idi. Resulullah efendimiz de kâinatin hocası idi. Hadis-i şeriler, Kur'an-ı kerimi, mezheb imamları da sünneti açıklamışlardır. Âlimler de, mezheb imamlarının sözlerini açıklamışladır. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Sünneti müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhebler meydana çıkmıştır. Peygamberimiz de bu âlimlere uymamızı emrediyor: "Kur'an-ı kerime tabi olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmek için hiçbir özür olamaz. Kur'an-ı kerimde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshabımın sözüne uyunuz." Tâbiinin büyük âlimlerinden Abide bin Amir hazretlerine, Kur'an-ı kerimden bir ayetin hükmü sorulduğunda, "Bu hususta Allahü teâlâdan korkun. Kur'an-ı kerimin manasını hakkıyla bilenler bizden önceydi. Onlar şimdi yok. Onlar bu konuda ne bildirmişlerse bu âyetin manası da odur" buyurdu. "Mezhebe uymam Kur'anla amel ederim" demek, "Kanunlara uymam, yalnız Anayasaya göre hareket ederim" demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada bütün hükümler, bütün cezalar bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havale etmiştir. Kanunlardan başka tüzükler, yönetmelikler de çıkmıştır. "Anayasa varken, kanuna lüzum yok" demek ne kadar yanlış ise, "Kur'an varken, mezhebe lüzum yok" demek, bundan daha yanlıştır.
.
Mezhebler rahmettir...
20 Mart 2002 01:00
Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın hepsi derin âlim, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyaset, idarecilik ve zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf marifetlerinde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resulullahın kalblere işliyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle, az zamanda edindiler. Herbirinin mezhebi vardı. Mezhebleri az veya çok farlı idi. Tabiinin ve Tebei tabiinin arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshab-ı kiramın mezheblerinden yalnız dördü kitaplara geçip, dünyanın her yerine yayıldı. Diğerlerinin mezhebleri unutuldu. Bu dört mezhebin imanları Eshab-ı kiramın ortak olan imanıdır. Bunun için dördüne de Ehl-i sünnet denir. İmanları arasında esasta ayrılık yoktur. Birbirlerini din kardeşi bilirler. Birbirlerini severler. Birbirlerine uymıyan işlerinde, zaruret olunca, birbirlerini taklid ederek yaparlar. Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemiştir. Bu ayrılığın, müslümanlara Allahü teâlânın rahmeti olduğunu, peygamberimiz haber vermiştir. Çünkü, dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Her müslüman, vücud yapısına, yaşadığı iklim şartlarına ve iş hayatına göre, kendisine daha kolay gelen mezhebi seçer. İbadetlerini ve her işini, bu mezhebin bildirdiğine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde, herşey açıkça bildirilirdi. Böylece, mezhebler hasıl olmazdı. Kıyamete kadar, dünyanın her yerinde, tek bir nizam olurdu. Müslümanların halleri, yaşamaları güç olurdu. Kur'an-ı kerimi hadis-i şerifler, hadis-i şerifleri de mezheb imamları açıklamıştır. Kanunlar, Anayasanın gösterdiği istikamette hazırlanmış, mezhebler de, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği istikamette teşekkül etmiştir. "Ben İslâma göre hareket ederim, mezhebe uymam" demek, "Ben devletin emrine uyarım. Fakat, kanunu, polisi, hakimi dinlemem" demeye benzer. Çünkü İslâma uymak demek, dört hak mezhebden birine uymak demektir. İslâm ayrı, mezheb ayrı değildir.
.
Resulullahın yolu
21 Mart 2002 01:00
Peygamberimizin yolu, Kur'an-ı kerim ile hadis-i şerifler ile ve müctehidlerin ictihadları ile gösterilen yoldur. Bu üç vesika, bir de, İcma-ı ümmet vardır ki, Eshab-ı kiramın ve Tabiinin sözbirliğine denir. Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihadları arasında icma hasıl olursa, bu icmaa da inanmak gerekir, inanmıyan küfre girer. (Mektubat c.2, m. 36) İslâm âlimleri yanlış bir şey üzerinde ittifakta bulunmazlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim dalalet üzerinde birleşmez." (İ. Ahmed). Bu dört vesikaya Edille-i şerıyye denir. Bunların dışında kalan her şey bid'attir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshabımın yolunda olanlardır." (İbni Mace) Bu ayrılık, usulde, imanda olan ayrılıktır. Eshab-ı kiramdan sonra, yeni müslüman olanlardan bir kısmının imanıları bozuldu. Eshab-ı kiramın doğru imanından ayrıldılar. Dalalet fırkaları meydana geldi. Bu bozuk fırkalara, bid'at fırkaları denir. Bunlar, bazı nassları tevil ederek yanıldıkları için kâfir değildir. Fakat, islâmiyete zararları, kafirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri ile ve Ehl-i sünnet ile çekiştiler. Harp ettiler. Çok müslüman kanı döküldü. Müslümanların yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Bid'at fırkalarını, Ehl-i sünnetin dört doğru mezhebi ile karıştırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin doğru yolda olduğunu söyler ve birbirini severler. Bid'at fırkaları ise, müslümanları parçalamaktadır. Bu dört mezhebin birleştirilemiyeceğini, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birleştirilmesini değil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dinini kolaylaştırıyor. Kur'an-ı kerimde, "Ey iman edenler! Allahın dinine sarılın. Birbirinizden ayrılmayın!" (Al-i İmran 100). Ebüssüud Efendi hazretleri burayı açıklarken, "Ehl-i kitabın parçalandığı gibi parçalanıp da doğru imandan ayrılmayın! Cahiliyye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin!" buyurdu. Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman olduğunu, Peygamberimiz haber verdi. Müslümanların bu birliğinden ayrılan, bu ayet-i kerimeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi severek, dünyanın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyada rahata, huzura, ahırette de sonsuz saadede kavuşuruz. (Hadika s. 696)
.
İslamı yıkma plânları
22 Mart 2002 01:00
Daha önceki bir yazımda, İngiliz Casusu Hempher'in hatıralarından alıntılar sunmuştum sizlere. Hempher bu hatıralarında, kendisine verilen, "iki" devlet sırrının birisinden bahsediyordu. Bu sırlardan ikincisi, İslamı yıkma çalışmalarının esaslarını teşkil eden ve az sayıdaki casuslara gizli olarak verilen "İslamı Nasıl Yıkabiliriz?" kitabıdır. Hempher hatıralarında, İslamiyeti yok etmek için bu kitapta geçen planları bakınız nasıl anlatıyor: 1- Müslümanların arasında, ırkçılık, milliyetçilik taassubunu körükliyecek ve onların dikkatlerini, İslâmiyetten önceki kahramanlıklarına çekeceksiniz. Mısır'da Firavunluğu, İrân'da Mecûsîliği, Irâk'ta Bâbilliliği, Anadolu'da eski medeniyetleri ihyâ edeceksiniz 2- Zinâ, içki, kumar ve çeşitli oyunları hızlı bir şekilde yayacağız. Çıkardığımız meşgalelerle, Müslümanları din kitâbı okumağa, dinlerini öğrenmeğe vakit bulamayacak hale getireceğiz. 3- Cihâdın geçici bir farz olduğunu, vaktinin son bulduğunu telkîn edeceğiz. İslâm dînine ve İslam ahlâkına bağlı olan kimseleri kötületeceğiz. Din terbiyesinin kaynağı olan âile yuvalarını yok edeceğiz. Bunun için, müstehcen resimleri neşrederek, gençleri fuhşa, livâtaya, cinsî sapıklığa sürükliyeceğiz. İslâm ahlâkını bozunca, İslâmiyeti yok etmek kolay olur. 4- Müslümanlara; Peygamberin, İslâmdan kastının herhangi bir din olduğunu ve bu dînin Yahûdîlik ve Hıristiyanlık da olabileceğini, sadece İslâm dîninin olmadığı inancını aşılayacağız. 5- Müslümanları, ibâdetlerinden uzaklaştırmaya çalışacak ve dinin emirlerini tartışmaya açarak akıllarında şüphe hasıl edeceğiz. 6- Müslümanların inançlarına bid'atler sokup, İslâmı gericilik ve terör dîni olmakla ithâm edeceksiniz. İslâm memleketlerinin geri kaldığını, sarsıntılara uğradığını söyleyecek ve böylece onların İslâma olan bağlılıklarını zayıflatmış olacaksınız. 7- Çocukları babalarından uzaklaştırıp, büyüklerinin dînî terbiyelerinden mahrûm kalmalarını sağlayacaksınız. Onları, biz yetiştireceğiz. Çocuklar babalarının terbiyelerinden koptukları an, dinden ve âlimlerden kopmağa mahkûm olacaklardır. 8- Kadınların soyunmasını sağlayıp sonra da, gençleri ona karşı tahrîk edip, her ikisinin arasında beraberlik hâsıl olması için çalışacaksınız! Müslümanlığı yok etmek için, bu iş, çok tesîrlidir. 9- Seyyidlerin, Peygamberlerin soyundan geldikleri husûsunda insanlar tereddüde düşürülecek. Seyyidlerin diğer insanlarla karışmaları, kaybolmaları temin edilecek. 10- Bütün Müslümanlara hürriyetin önemini bahâne ederek, "Herkes dilediğini yapabilir. Emr-i bil-ma'rûf ve nehy-i anil münker farz değildir" diyeceksiniz!. Böylece İslamiyetin emir ve yasaklarını ortadan kaldıracaksınız. 11- İslâmın yalnız Arapların dîni olduğu fikri yayılacak. Mahalli inançlar desteklenerek, İslâmın yayılması ve Müslüman olmayanlara öğretilmesi faaliyetleri önlenecek. 12- Fıkıh kitapları saf dışı edilerek, dinin doğrudan Kur'andan öğrenilmesi için yönlendirme yapılacak. Sonra, Müslümanları Kur'ân hakkında şüpheye düşürecek ve içinde noksanlık ve fazlalık bulunan tahrîf edilmiş her dilde Kur'ân tercümeleri hazırlayıp diyeceksiniz ki: "Kur'ân bozulmuş. Birbirini tutmuyor." Aynı şekilde, hadisler hakkında da şüphe uyandırılacak. Ayrıca, Arap memleketleri dışında, ezân, namaz gibi ibadetlerin Arapça yapılmasını önleyeceksiniz." Değerli okuyucularım, bu planlar 250 sene önle yapılmıştır. Uygulamaları da ısrarlı bir şekilde takip edilmiştir. Bugünkü İslam âleminin perişan haline bakıp yapılan çalışmalarda ne derece başarı elde ettiler, siz karar verin!
.
Müslümanların rahatı için...
22 Mart 2002 01:00
Bir ayetin muhkem yani açık olup olmadığını da ancak ehli olan, ilmi olan anlar. Bazıları, "Kevser suresinde 'Kurban kes' emri açıktır. Herkesin kurban kesmesi farzdır" diyor. Hâlbuki kurban kesmeye hiçbir âlim farz dememiştir. İmam-ı a'zam hazretleri "vacip", diğer üç imam, "sünnet" olarak bildirmiştir. Sonra herkesin mi kurban kesmesi gerekir, yoksa belli bir zenginliği olanın mı? Bunları da ayet-i kerimeden bizim anlamamız mümkün değildir. Bunun gibi, namazların nasıl kılınacağı da Kur'an-ı kerimde açıkca yazılı değildir. Yalnız ayet-i kerimeler değil, hadis-i şerifleri de bizim gibilerin anlaması mümkün değildir. Kıyamda elleri bağlamak Hanefi ve Hanbeliye göre sünnet Malikiye göre ise elleri yana salmak sünnettir. Bunun hangisi doğru, diye bir düşünce akla gelebilir. Peygamber efendimizin bazan elleri bağladığı, bazan da Malikilerin yaptığı gibi yana saldığını hadis kitapları açıkça bildiriyor. Demek ki, ikisi de doğrudur. Namaz vakitleri meselesinde de, Cebrail aleyhisselam gelip ikindi namazını bir defasında asr-ı evvelde, bir defasında da asr-ı sanide kıldığı hadis kitaplarında açıklanmaktadır. Müctehidler, bu iki uygulama karşısında birisini tercih etmişlerdir. Çünkü bizzat Peygamber efendimiz, Cebrail aleyhisselamla farklı vakitlerde kılmışlardır. Bu farklılık da müslümanların rahatı içindir. Bu iki hükümden birine doğru, diğerine yanlış denmez. Birbiriyle çelişen iki hükmün ikisi de doğru olamaz, gibi sözler her ictihad için geçerli değildir. Çünkü her yere giden iki, üç veya dört yol olabilir. Hangisinden gidilirse gidilsin o yere varılır. Yolun birisi oraya gider, diğer üçü oraya gitmez, demek yanlıştır. Cennete giden yollar da çoktur. Fakat bugün bilinen dört yol kalmıştır. İsteyen istediği yoldan birini seçebilir. Hadis-i şerifte Allaha kavuşturan yolların çok olduğu bildirilmiştir. Peygamber efendimiz, ümmetine kolaylık olması için, değişik şekilde ibâdet yapmıştır. Mezheblerdeki farklılıkların çoğu, Resulullah efendimizin ibâdetleri değişik şekilde yaptığındandır. Bir de ayet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden müctehidlerin farklı anlayışları vardır. Müctehid burada yanılabilir. Fakat yanılsa da mahzuru yoktur. Farklı anlaması rahmettir. Buharî'deki hadis-i şerifte "Müctehid, ictihadında isabet ederse iki, yanılırsa bir sevab alır" buyuruluyor.
.
Biz değil torunlarımız görecek!'
23 Mart 2002 01:00
İngiliz Casusu Hempher, dün bahsettiğim; devletinin İslamiyeti yok etmek için hazırladığı planları okuduktan sonra, İngiliz Sömürgeler Bakanlığı Sekreteri ile bu konuda aralarında geçen konuşmadan da hatıratında bahsediyor: "Gerçekten okuduğum "İslâmı Nasıl Yıkabiliriz" isimli bu kitap, çok mükemmeldi. İleride yapacağım çalışmalar için, emsalsiz bir rehber idi. Sekretere kitabı iâde edip, memnuniyetimi ifâde ettiğimde, bana, "Bilmiş ol ki, bu meydanda, sen yalnız değilsin. Yaptığın işte çalışan pek çok adamımız var. Bu işi yapmak için, şimdiye kadar Bakanlığımız beşbinden fazla adam vazîfelendirmiş bulunmaktadır. Bakanlık bu sayıyı yüzbine çıkarmağı düşünüyor. Bu sayıya ulaştığımız zaman, Müslümanların hepsine hâkim olacak ve bütün İslâm memleketlerini ele geçirmiş olacağız" dedi. Daha sonra, Sekreter şunları söyledi: "Sana şunu müjdelerim ki, Bakanlığımızın bu programı gerçekleştirmesi için bir asırlık zamana ihtiyaç vardır. Biz o günleri görmesek bile, muhakkak çocuklarımız, torunlarımız görecektir. Şu darbımesel ne kadar da güzeldir, "Başkasının ektiğini yedim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum". Sizler, bunu yaptığınız zaman, bütün Hıristiyan âlemini memnûn etmiş ve onları oniki asırlık felâketten kurtarmış olacaksınız". Sekreter sözlerini şöyle tamamladı: "Asırlarca devam eden Haçlı Seferleri, hiçbir fayda sağlayamamıştır. Çünkü onların yaptığı iş, ânî ve plânsızdı, sadece kaba kuvvete dayanıyordu. Bunun için, netice alınamadı. Fakat şimdi, hükümetimizin değerli idârecileri, İslâmı çok iyi inceleyip, ince bir plân ve uzun bir sabırla içten yıkmak için çalışıyorlar." Kendileri de itiraf ettikleri gibi İngilizler asırlardır İslamı yıkmak için sinsi bir şekilde çalışmaktadırlar. Bir İslam büyüğü İngilizlerin ikiyüzlülüğünü şöyle tarif ediyor: "İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyeti bir ağaca benzetirsek, başka düşmanlar fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder, besler. Müslümânlar da, onu dost bilir. Fakat, gece kimse görmeden köküne zehir döker. Ağaç öyle kurur ki, bir daha süremez. 'Vah vah çok üzüldüm' diyerek de Müslümanları aldatır. İngilizin, İslâma böyle zehir salması demek, para, mevkı ve kadın gibi, nefsânî arzûlar karşılığında satın aldığı yerli münâfıkların, soysuzların elleri ile, İslâm âlimlerini, İslâm kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır." Son üç asırdır, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır. Bugün eski güçleri kalmadığı için planlarını, AB ve ABD'yi kullanarak tatbik etmek istiyorlar. Bugünkü sıkıntıların altında da yine onların parmağı var. 1944'te Japonya'da vefat eden, Abdürreşîd İbrâhîm, "Başa gelen felaketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep İngilizlerden gelmiştir. İngiliz siyasetinin temeli, islâmiyeti yok etmektir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmaktadırlar. Bunları ilerici aydın islâm âlimi olarak tanıtırlar." Peki, bütün bu faaliyetler karşısında biz ne yapacağız? Yapacağımız şey kolay. Ümitsizliğe kapılmadan, onların yapmak istediklerinin tersini yapmak. Yani, onlar; Müslümanları parçalamak, inancımızı zayıflatmak, yok etmek istiyorlar; bunun için de İslam alimlerini ve fıkıh kitaplarını saf dışı bırakmaya çalışıyorlar. Bunun için de işimiz; birlik beraberlik içinde inancımıza, örf ve âdetlerimize sahip çıkıp, dinimizi doğrudan Hadis-i şeriflerden, Kur'an-ı kerimden değil, asırlardan beri yapıldığı gibi, İslam büyüklerinin fıkıh, ilmihal kitaplarından en iyi şekilde öğrenmek, öğrendiklerimizi yaşamak ve yaşatmaya çalışmak olmalıdır.
.
"Her asır, daha kötü olacaktır"
23 Mart 2002 01:00
Bazıları, "İctihad kapısı açıktır. Herkes ictihad etmeli, Osmanlı ictihad kapısını kapatarak, dine zarar verdi" diyerek dinde kargaşayı, mezhepsizliği körüklüyorlar. İctihad kapısını kimse kapatmamıştır. Fakat ehli olmadığı için bu kapı kendiliğinden kapanmıştır. Ehli olan müctehidin de gelmesi zordur. Çünkü hadis-i şerifte "Her asır, bir öncekinden daha kötü olacaktır" buyuruldu. Bu bakımdan sonraki asırlarda birinci asırdaki gibi büyük âlimler yetişmedi. Yetişmesi de çok zordur. Bu zoru başarabilen az da olsa çıkarsa buna kimse bir şey demez, diyemez. Hicri dördüncü asırdan sonra mutlak müctehid olarak meşhur olan görülmedi. Mutlak müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü Allahü teâlâ ve onun Resulü Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şamil olan hükümlerin hepsini bildirdi. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkamın, yeni hadiselere nasıl tatbik edileceklerini tefsir ve fıkh kitaplarında bildirdiler. Müctehid denilen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur. Evet ictihad zarurettir. Ancak buna ihtiyaç olursa zarurettir. İctihada ihtiyaç yoksa elbette böyle bir şeyden bahsedilmez. Mevcut hükümler asırlar önce bildirilmiştir. Bunu bulup; çıkaracak bir müslümana ihtiyaç vardır. İctihad kapısı açık diyenler, buyursun ictihad etsinler! Mezhep kursunlar! Mezhep kurmayı kolay zannediyorlar. Mesela, birbirine zıt gibi görünen çok hadis-i şerif vardır. İmam arkasında Fatihanın okunacağına dair de, okunmıyacağına dair de hadis var. İcazetsiz bir kimse, bunları okuyunca ya Peygambere su-i zan edecek, yahut hadis âlimine iftira edecektir. Ehli olmayanların hüküm çıkarmak niyetiyle hadis okuması, elbette doğru olmaz. Dünya işlerinde bile ehli olmayan bir kimse, yaptığı işi başaramaz. Mesela "Ehliyeti olan şoför olmalıdır" demek normal değil midir? "Herkes araba kullansın" demek doğru olur mu? "Herkes göz ameliyatı yapmalıdır" demek ne kadar saçmalıktır. "Herkes hadis kitabı okumalı, hadisten hüküm çıkarmalı, Kur'an meali okuyup ondan hüküm çıkarmalı" demek daha tehlikelidir. Araba kullanmasını bilmeyen, bir kaza yapabilir ve canından olabilir. Fakat hadisi, Kur'anı anlamayan kimse, bunlarla amel edeceğim derken dininden olur.
.
Her iş ehline verilmeli
24 Mart 2002 01:00
Herkes avukatlık, hakimlik yapamaz, bu kanunlara aykırıdır, denildiği zaman kimse itiraz etmiyor, akla mantığa uygun bir söz olduğu söyleniyor. Fakat, herkes Kur'an-ı kerimden, hadis-i şeriflerden çıkardığı hüküm ile ibadet etmeli, diyenlere her nedense ses çıkartılmıyor. Halbuki her ikisi de hukuki bir meseledir. Ses çıkarmamak, cahillikten veya İslamiyeti basit görmekten, hafife almaktan kaynaklanıyor. Her işi ehline bırakmak kadar tabii ne olabilir? "İş ehline verilmeli" denildiği zaman "hayır herkes hadis okumalı, herkes meal okumalı, anladığı gibi amel etmelidir" deniyor. Bu, ilme, hukuka düşmanlıktır. Herkesin âlim olmasını, müctehid olmasını istemek, akla da, ilme de aykırıdır. Müctehid olmanın birçok şartları vardır. Bunlardan biri de, ilahi mevhibeye sahip olmak yani evliya olması da gerekir. Fakat her evliya da müctehid değildir. İctihad, ayağa düşmemelidir. Hele ilim adamlarının herkesi ictihad kapısından içeri sokmaya çalışması şaşılacak şeydir. Her yüz senede, müceddid bir âlimin geleceği hadis-i şerifle bildirilmiştir. Bu âlimler, kıyamete kadar vardır. Her devirde açıklanması gereken hususları açıklarlar. Organ nakli, faizsiz bankacılık, ay yolculuğunda namaz ve oruç için ictihada lüzum var, deniyor. Hâlbuki bu meseleler, hadis-i şeriflerle bildirilmiş ve âlimlerimizce açıklanmıştır. Faizsiz bankacılık meselesi hakkında âlimlerimiz, binlerce kitap yazmışlar, teferruatlı şekilde açıklamışlardır. Hangi işlemin faiz, hangisinin caiz olduğunu bildirmişlerdir. Seferilikte namazın nasıl kılınacağını, orucun nasıl tutulacağı da âlimler tarafından bildirilmiştir. En eski kitaplarda vardır. Altı ay gündüz ve altı ay gece olan ülkelerde ve yatsı ve sabah namazının vakti girmeyen yerlerde bu ibâdetlerin nasıl yapılacağı açıklanmıştır. Cahiller bunu bilmiyorsa, İslâm âlimlerinin ve dinimizin ne suçu olur? Alimler, mezhepler, mezhep imamları hakkında dikkatli olmalıdır. Taceddin-i Sübki hazretleri buyuruyor ki: Peygamberlerin vârisi olan mezheb imamlarına karşı edepli olmalıdır. Din imamlarına dil uzatan, felakete gider. Onların her sözü bir delile dayanır. Onlar gibi olmayanlar, bu delilleri anlayamaz. Müctehidlerin ayrılıkları, Eshab-ı kiram arasındaki ayrılıklar gibidir. Resulullah efendimiz ayrılıkları için, Eshab-ı kirama dil uzatmayı yasak etti. Hepsini iyilikle anmayı emretti. (Mizan-ül-kübra)
.
Yüksekten düşen şehîd olur"
25 Mart 2002 01:00
Bugün kullanılan bazı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka mânaya, tefsîr ilminde ise daha başka mânaya gelmektedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur'an-ı kerimdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka mânalar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arabçaya göre, yaptıkları Kur'an tercümeleri, Kur'an-ı kerimin mânasından bambaşka birşey oluyor. Meselâ, zâlimler kelimesi tefsîr ilminde, kâfirler demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere denir. Tasavvufta ise, ayrı mânası vardır. Bunun için bir ilme âit bir kitabı okuyup anlıyabilmek için, önce kelimelerin bu ilimdeki husûsî mânalarını bilmek lâzımdır. Yarım yamalak Arapça ile, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerlerden hüküm çıkartmaya kalkışmak, para kazanmak için tercüme ve tefsîr yapmak zararlı olmaktadır. Ayrıca Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler çok veciz olduğu, yani az sözle çok şey anlatıldığı için anladığını zannedenler yanlış anlamaktadırlar. "Bir lisede öğretmen idim. Derste, bir öğrencim, Hocam, harpte ölen Müslüman şehîd olur mu? dedi. Evet olur dedim. Peygamber bunu haber verdi mi? dedi. Evet, dedim. Denizde boğulursa da, şehîd olur mu? dedi. Evet olur. Hem de sevâbı dahâ çok olur, dedim. Uçaktan düşerse de, şehîd olur mu? dedi. Evet olur dedim. Peygamberimiz bunları da haber verdi mi? dedi. Evet, haber verdi dedim. Bir kahraman edâsı ile ve gülerek, Hocam! O zaman uçak var mı idi? dedi. Yavrum, dedim. Peygamberimizin 99 ismi var. Her bir ismi, bir güzel sıfatını bildirmekdedir. Bir ismi, "Câmi'ul-kelim"dir. Çok şeyleri, bir kelime ile bildirirdi. İşte Peygamberimiz, "Yüksekten düşen şehîd olur" buyurdu. Uçak da yüksekte olduğuna göre düşen şehid olur. Bunun gibi, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, çok kelimeler ve hükümler, yanî emirler ve yasaklar vardır ki, herbiri, muhtelif ma'nâları bildirmekdedir. Bu ma'nâları bulmağa ve aralarından lâzım olanı seçmeğe "İctihâd" etmek denir. İctihâdı yasak edilmedi. Hicretten dört asır sonra, mutlak müctehid (derin âlim) hiç yetişmediği için, ictihâd yapılmamış, ictihâd kapısı kendiliğinden kapanmışdır. Kıyâmete yakın, İsâ aleyhisselâm gökten i
.
"İndirdiğimi insanlara açıkla!"
26 Mart 2002 01:00
Bazıları dinde Kur'an-ı kerimden başka kaynak kabul etmiyor. Diğer üç kaynağı kabul etmiyorlar. Halbuki, hadis-i şerifler, Kur'andan ayrı değildir. Kuran-ı kerimin açıklamasıdır. Allahü teâlâ buyurdu ki: "İndirdiğimi insanlara açıkla" (Nahl 44). Âlimler de, âyetleri açıklayıp Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, "Sadece sana vahiy olunanları tebliğ et" derdi. Ayrıca açıklamasını emretmezdi. Resulullah, Kur'an-ı kerimde, kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur'an-ı kerim kapalı kalırdı. Hadis-i şerifler olmasaydı, namazların kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, rükû ve secdede okunacak tesbihler, cenaze ve bayram namazlarının kılınış şekli, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinmezdi. Yani hiçbir âlim, bunları Kur'an-ı kerimden bulup çıkaramazdı. Bunları Peygamber efendimiz açıklamıştır. Mezhep imamları, hadis-i şerifleri açıklamasaydı, sünnet kapalı kalırdı. Sünneti, müctehid âlimler açıklamış, böylece mezhepler meydana çıkmıştır. Dört mezhep arasında amelle ilgili farklı ictihadlar, işlerimizi kolaylaştırmaktadır. Her Müslüman, durumuna göre, kendisine kolay gelen mezhebi seçer. Bir Müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebe uyarak, bu işi kolayca yapar. Mesela Şafiiler, hacda kadına dokununca abdestleri bozulur. Bunun için Hanefi'yi taklit ederek haclarını yapıyorlar. Bu apaçık bir rahmettir. "Mezhebe, hadislere uymam, sadece Kur'ana uyarım" demek, "Kanunlara, tüzüklere uymam, Anayasaya uyarım" demek gibi yanlıştır. Çünkü Anayasada her hüküm, her ceza bildirilmemiştir. Anayasa, kanunlara havale eder. Kanunlardan da tüzükler, yönetmelikler çıkmıştır. Kanunlar, nasıl Anayasaya uygun oluyorsa, mezhepler de, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflere uygundur. Hiç kimse, "Madem, mezhep, Kur'an ve sünnetin açıklamasıdır. Ben de açıklar bir mezhep kurarım" diyemez. Çünkü bir kimsenin, "Doktor olmak, tıp kitabı, kimyager olmak için de kimya kitabı okumak yeter" diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya, ilaç imal etmeye kalkışması ne kadar yanlış ise, "Ben de Kur'andan, hadisten hüküm çıkarırım" demek daha yanlıştır.
.
Söz birliğinden ayrılmamalı
27 Mart 2002 01:00
Allahü teâlâ, müminlerin böyle mezheblere ayrılmalarını ve bunun, kulları için faydalı olacağını ezelde takdir ve irade buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmaktan razı olduğunu bildirdi. Razı olmasaydı Resulü, bu ayrılığın rahmet olduğunu bildirmezdi. İtikadda ayrılmayı yasakladığı gibi, amelde ayrılmayı da yasaklardı. Dört mezheb arasındaki ufak tefek başkalıklar, müslümanların işlerini kolaylaştırmaktadır. Ehl-i sünnetin dört mezhebinin imanları, inandıkları şeyler, birbirlerinin aynı olup aralarında hiç fark yoktur. Ayrılıkları yalnız ameldedir. Bu da, müslümanlara kolaylıktır. Her müslüman, dilediği mezhebi seçerek, bunu taklid eder. Her işini, seçtiği mezhebe göre yapar. Müslümanların, dört mezhebe ayrılmaları, rahmettir. Bir müslüman, kendi mezhebine göre ibâdet yaparken, bir meşakkat hasıl olursa, başka bir mezhebi taklid ederek, bu işi kolayca yapar. (Mizan, Hadika) Mezheplerin dindeki yerini bilmeyenler "Herkes, Kur'andan anladığına uymalı! Hadise, sahabe sözlerine, mezhebe, âlime uymak; Allaha değil, devşirme dine uymak olur" diyorlar. Peygamberimiz, sahabe ve âlimler bize Kur'andan bildirmediler mi? Biz de böyle yapalım" gibi cahilce şeyler söylüyorlar. Bu fikirde olanlar, dinde anarşi, kaos, kargaşa çıkarıp dinimizi içten yıkmaya çalışıyorlar. Herkes kendi anladığına uyarsa, ortaya binlerce görüş çıkar, Allahın dini unutulur. Dini parçalamak, fırka fırka ayrılmak bölücülüktür ve zararı büyüktür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ümmetim 73 kısma ayrılır. Bunlardan 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir." (Tirmizî) Bu doğru yolun Ehl-i sünnet vel-cemaat olduğu âlimlerin sözbirliği ile bildirilmiştir. Bunu yıkmaya çalışmak dini yıkmak, kurulu düzeni yıkmak olur. Bu sapıklar, Peygamber efendimizin sözlerini Kur'an-ı kerimden ayrı göstermeye çalışıyorlar. Hâlbuki Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın vahiy ettiğini bildirmiştir. Asırlardan beri âlimlerimizin bildirdikleri itikada, ibâdete sarılmamız şarttır. Yoksa herkes Kur'an-ı kerimde kendi anladığına uyarsa dinde anarşi olur, bölücülük olur. Din yıkılır
.
Birlikten ayrılan Cehenneme düşer
28 Mart 2002 01:00
Bazıları, mademki mezhebler, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin açıklamasıdır. Ben de bunları okur, okuduğumla amel ederim, diyor. Bir kimsenin, "Madem doktor olmak için, tıp kitabı okumak kâfidir" diyerek eline aldığı bir tıp ve kimya kitabı ile doktorluk yapmaya, ilaç imal etmeye kalkışması ne kadar yanlış ise, "Ben de Kur'andan, hadisten hüküm çıkarırım" demek daha yanlıştır. Bir kimse, İslâma uymak için, Peygamber efendimizin ve İslâm âlimlerinin açıklamasına bakmadan, Kur'an-ı kerimden kendi anlayışına uyarsa, sapıtır. Çünkü hadis-i şerifte, "Kur'an-ı kerimi kendi görüşü ile açıklıyan, doğru olsa bile muhakkak hata etmiştir" buyuruluyor (Tirmizî) Âlimlere tabi olmak, dört mezhebden birine uymak demektir. Asırlardan beri bütün İslâm âlimleri, dört mezhebden birine uymuşlar ve müslümanların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta İcma hasıl olmuştur. İcmadan, cemaatten, birlikten, topluluktan ayrılan helak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer." (Taberânî) "Ümmetimin âlimleri, hiçbir zaman dalalette birleşmezler. İhtilaf olunca sivad-i a'zama (âlimlerin ekseriyetinin bildirdiği yola) tabi olun!" (İbni Mace) "O gün her fırkayı imamları ile çağırırız." mealindeki İsra suresinin 71. ayet-i kerimesini Kadi Beydavi hazretleri "Her ümmeti peygamberleri ve dinde uydukları imamları ile çağırırız." şeklinde açıklamıştır. Ruh-ul beyan ve Tefsir-i Hüseynide ise, "Herkes mezhebinin imamı ile çağrılır. Mesela "Ya Şafiî" veya "Ya Hanefi" denir." şeklinde açıklanmaktadır. Bu açıklamalar da, her müslümanın dört hak mezhebden birine uyması gerektiğini açıkça bildirmektedir. Medarik tefsirinde "Müminlerin yolundan ayrılan Cehenneme gider." mealindeki Nisa suresinin 115. ayet-i kerimesini bildirdikten sonra, "Kitab ve sünnetten ayrılmak gibi icmadan da ayrılmak caiz değildir." buyuruluyor. Beydavi tefsirinde ise aynı ayet-i kerimenin açıklamasında "Bu ayet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu göstermektedir." Abdülgani Nablüsi hazretleri de "Bugün dört mezhebden başkasına uymak, icmadan ayrılmak olur caiz değildir." buyuruyor.
.
Güçlü toplumların çöküş sebebi
29 Mart 2002 01:00
Geçen hafta, toplumların bugünkü insanlık dışı perişan halinin gerçek sebebini yansıtan iki haber yayınlandı gazetelerde. Bunlardan biri, eki ABD Başkanı Nixon'ın Beyaz Saray'daki ses kayıtlarının açıklanmasıydı. Güçlü toplumların çöküş sebebini şöyle açıklıyordu Nixon: "Yunanlılara ne olduğunu biliyorsunuz. Eşcinsellik onları mahvetti. Elbette Aristo bir eşcinseldi ve hepimiz biliyoruz ki Socrates de öyleydi. Son altı Roma İmparatoru eşcinseldi. Papazlar, rahibelerle yatıyorlardı. Bu yıllarca devam etti, yüzyıllarca. Şimdi eşcinsenliğin yaygın olduğu İngiltere'nin haline bir bakın, Fransa'ya bakın." Nixon, konuşmasının devamında, "Güçlü, refah seviyesi yüksek toplumlar için en büyük tehlike, cinsî sapıklıklar ve bunların kaçınılmaz sonucu olan uyuşturuculardır" diyor. İkinci haber, Papa 2. Jean Paul'un Nixon'ı doğrulayan açıklaması, daha doğrusu özür dilemesi haberiydi. Yıllardır Papalığın ısrarla yalanladığı; Papazlarla rahibeler arasındaki sapık ilişkileri, çocuklara yakınlık duymalarını Papa nihayet doğruluyor, iki rahibi görevden alıyor kilise adına halktan özür diliyordu. Aslında bu tespitler; toplumların çökmesine, yıkılmasına sebep olan sapık ilişkiler ilk defa Nixon tarafından dile getirilmiyor. Aklı başında herkes tarafından, bütün tıp otoriteleri tarafından yıllardır dile getirilmekte, bunların önüne geçilmesi için tedbir alınması istenmektedir. Bütün bunlara rağmen, Batı, tam aksine, homoseksüelliği, hatta erkek ekreğe evlenmeyi, lezbiyenliği yani kadın kadına beraberliği yasal hale getirmeyi bir özgürlük(!) olarak algılamakta ve tatbik etmektedir. Bazı ülkeler (Belçika, Hollanda gibi) uyuşturucuya bile belli bir ölçüde izin vermektedirler. Zararları bilinmesine rağmen, bilinmeyen gizli bir güç insanlığı yok etmek için ne gerekiyorsa yapmaktadır. Bu gizli güç, dünya siyasetini ellerinde tutan Yahudi ağırlıklı çok küçük bir azınlıktır. Bunlar, halkın refah seviyesini yükseltip, özgürlük adı altında her türlü sapıklığı, uyuşturucuyu yaygınlaştırıp, halkı uyuşturarak kendilerinin rahat çalışmalarını sağlamaktır. Yani insanlığa tahakküm etmektir. Halbuki bu yapılanlar, eşyanın tabiatına aykırı şeylerdir. İnsana bir eşya kadar bile değer vermemektir. Batılıların makine ve cihaz imalatında en çok üzerinde durdukları şey, kullanma kılavuzudur. Israrla makinenin, kullanma kılavuzuna uygun kullanılmasını isterler. Buna uygun olmayan davranışlardan dolayı meydana gelen arızaları bunu garanti kapsamında saymazlar. Bu cihazları imal eden insan da binlerce, milyonlarca cihazdan meydana gelmiş bir cihazlar manzumesidir. Cihaz imal edenin, bundan verimli netice alınabilmesi için nasıl ki, kullanma kılavuzunu bildirmişse, insanı yaratan Cenab-ı Hak da; insandan en iyi bir şekilde istifade edilebilmesi için, insanın dünya ve ahıret huzuru için yapılması ve yapılmaması gerekeni bildirmiştir. Bu da Cenab-ı Hakkın Peygamberler vasıtasıyla gönderdiği dinlerdir. Tabii ki bozulmamış dinler. Bozulmuş Hıristiyanlık değil. Örneğin, gerçek İncil'de, papazların, rahibelerin evlenmesi yasak değildi, hatta çok evlilik bile caizdi. Oniki havariden biri olan ve Hıristiyanlarca ilk papa kabul edilen, Aziz Petrus evliydi. Daha sonra, Hıristiyanlık dînine, (Pavlus gibi hainler tarafından) papazların evlenmemesi, evlenmiş olan kimselerin boşanmaması, günah çıkarmak mecbûriyeti gibi, mantık dışı kâideler konuldu. Bu yasak, fuhşu, sapık ilişkileri doğurdu. Toplumların huzurunu sağlamada gerçek, bozulmamış dinden istifade edilmezse toplumlar teknolojik gelişmeler ve refah seviyesi ne kadar ileri olursa olsun huzur bulamazlar. Huzur sağlamak için yaptıkları işler, huzursuzluğun kaynağı olduğundan çırpındıkça bataklığa batarlar. Bunun için huzur; tamamıyla insan fıtratına uygun olan, İslamiyetin emir ve yasaklarına uymakla, İslam ahlâkı ile ahlâklanmakla ancak sağlanabilir.
.
Beşinci kapı açma teşebbüsü
29 Mart 2002 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri, bir ara müstakil bir mezhep kurmak istedi. Kendisine rüyada ikaz edildiği için bundan derhal vazgeçti. Yine İslam hukukunda söz sahibi, "Sadr-üş-şeria" ünvanına sahip Abdullah ibni Mesud-ül Mahbubi de beşinci bir mezhep kurmak istedi. Bunun üzerine rüyasında, Cebrail aleyhisselamı gördü. Kendisine, dört kapısı ve üzerinde dört penceresi olan çok güzel bir cami göstererek; bu güzel mabedin, ahenk ve nizamını, mimari özelliğini bozmadan, camiyi yıkılma tehlikesine maruz bırakmadan bir kapı ve bir pencere açmasını teklif etti. Ne kadar uğraştıysa, sayılan bu özelliklere riayet ederek, yeni bir kapı ve pencere açma cesaretini gösteremedi. Bunun üzerine, Cebrail aleyhisselam, yeni bir kapı açılması halinde, mevcut ahengin bozulacağını, İslamın zarar göreceğini ikaz ederek, bu teşebbüsünden vazgeçmesini kesin bir şekilde ihtar etti. Bu önemli ikaz üzerine, "Sadr-üş-şeria" hatasını anlayıp bu teşebbüsünden hemen vazgeçti. Daha sonra da kimse böyle bir teşebbüste bulunma cesaretini gösteremedi. Dört mezhep dinimize ait bütün meseleleri çözmüş, ileride çıkabilecek meselelerin de çözme yollarını göstermiştir. Müslümanlar için dört mezhepten birine uymak büyük bir kolaylık, büyük bir sıkıntıdan kurtulmak demektir. Bir kimsenin bir mezhebe uyması demek, o kişinin şöyle düşünmesi demektir: "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Ben İmâm-ı a'zam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı a'zam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." Bir Müslümanın ibâdetlerini, i'tikâdını belli bir mezhebe göre yapmaması halinde îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Dört mezhebin i'tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebten birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan uyan bir müslümana "Ehl-i sünnet" veya "Sünnî" denir.
.
Birliktelikte' huzur arayanlar
30 Mart 2002 01:00
İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselamdan beri bütün hak dinlerin bildirdiği emir ve yasaklar insan fıtratına, yaratılışına uygun idi. İnsanların yapamayacağı, gücünün üzerinde hiçbir emir ve yasak yoktu. Nitekim ayet-i kerimede, "Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz" (Enam/152) buyurulmaktadır. Yaratılışa, fıtrata aykırı olan emir ve yasak insanı sıkıntıya sokar, toplumun huzurunu bozar. Toplumu yanlış yollara sevkeder. Bugün, Hıristiyanlığın ilim adamları tarafından red edilmesinin ve tahsilli gençlerin dinden uzaklaşıp ateist olmalarının altında Hıristiyanlığa sonradan, insan fıtratına aykırı mesela, evlilik yasağı gibi hükümlerin ilave edilmesi yatar. Halbuki, bütün canlılar, nesillerinin devamı için çoğalmak zorundadırlar. İnsanın çoğalması Kur'an-ı kerimde de işaret buyurulduğu üzere "çiftler arasında" cereyan etmektedir. Cenab-ı Hak, kadın ile erkek arasında "bir sevgi bağı" yaratmıştır. Nitekim, Hazret-i Âdem yaratıldıktan sonra, Yüce Allah, Hz. Âdem'in "gönlü, kendisine ısınsın diye eşini yaratmıştır." buyurmuştur. (Araf/189) Böylece, iki cinsi, birbiri ile kaynaştıran bu sevgi gücü ile, beşeriyet, o günlerden, bugünlere üreyerek gelebilmiştir. Bundan kaçmak, hayvanlar gibi sokakta, şurada burada buluşmak insan fıtratına aykırıdır. Aile mesuliyetinden korkanlar, buna cesaret edemeyenler yağmurdan kaçalım derken doluya tutulduklarının farkında değiller. Toplumlar, dine değil nefislerine tabi oldukları için, bu meşru beraberliği mecrasında tutmak, insanın tabiatına ve fıtratına uygun olarak insanın menfaatleri istikametinde kontrol etmek çok defa mümkün olamamıştır. Konu, "ifrat" ve "tefrit"lerle rotasından çıkarılarak, insan, dolayısıyla cemiyet sıkıntıya sokulmuştur. Bazı toplumlarda (Budist ve Hıristiyanlarda olduğu gibi ) evlilik yasaklanmış, bazılarında da insanlığı, bu konuda tamamen başıboşluğa teşvik edilmiş; her türlü sosyal ve vicdanî denetim ortadan kaldırılmış. Böylece insanlar bir nevi hayvanlaştırılmıştır. Gençliğin bu hassas noktasını istismar ve tahrik eden çevreler çok fazla olduğu için, buhranın boyutları gittikçe büyümekte; iş, birçok toplum için "cinnet" mertebesine varmıştır. Amerika ve Batı Avrupa toplumlarında görüldüğü üzere, çeşitli suçlar işleyen ve korkunç sapık davranışlar gösteren "akımlar" oluşmuştur. Şeytana tapma, huzur bulmak için yapılan toplu intiharların, her türlü sapık inançların temelinde bu vardır. Daha iki gün önce, 16 yaşındaki Björn isimli Alman genci, anne babasını katletmişti. Yine satanist Alman çifti, 66 bıçak darbesiyle öldürdükleri kimsenin kalbine kazık çakmışlardır. Yine önceki günkü haberlere göre Antalya'da satanistlerin toplu intiharı polis tarafından son anda önlendi. Genişleyen, büyüyen ve kalabalıklaşan, refah seviyesi yükselen bütün toplumlarda görüldüğü üzere, aile ve cemiyet zayıfladığından, başıboş kalan "genç nesiller" akla, hayale gelmiyecek çılgınlıklara başvurmaktadırlar. Sahipsiz gençlik, himayesiz ve kontrolsüz, kışkırtıcı film ve müstehcen yayınlarla insanlıktan çıkarılmaktadır. Atalarımızın "ateş ve barut" misâli ile tehlikeli bulduğu, serbest genç kız ve erkek ilişkilerinin, Amerika ve Batı Avrupa cemiyetlerinde ne hale geldiğini, çok iyi tahlil etmemiz gerekir. Avrupa'da, ABD'de - kısmen de bizde- boşanmalar hızlı bir şekilde artmaktadır. Aile hızlı bir çöküşe girmiştir. Ailenin olmadığı toplumlarda, huzur olmaz. Toplumların özgürlük adına, fuhşu yaygınlaştırıp ailenin temeline dinamit koymaya devam edildiği müddetçe insanlık rahat yüzü görmeyecektir. İnsanın huzuru, gayri meşru beraberliklerde, "birlikteliklerde" değil meşru evliliklerdedir. Çünkü, insanı yaratan Allahü teâlâ ona huzurun adresini "aile" olarak göstermiştir. Kur'an-ı kerimde "Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükun yeri yaptı." (Nahl 80) buyurulmaktadır
.
Fıkıh ilmi, dinin temeli
30 Mart 2002 01:00
Bugüne kadar, müctehid olmayan müslümanların (Hicri dördüncü asırdan sonra mutlak müctehid gelmemiştir. Bundan sonra da gelmesi mümkün değildir) doğrudan Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden hüküm çıkartıp buna göre ibadet edemeyeceğini, mutlaka dört mezhepten birine tabi olup, bunun fıkıh kitapları ile amel etmesinin şart olduğunu vesikaları ile bildirdik. Şimdi de fıkıh nedir biraz da bunun üzerinde duralım. Müslümanların bedenle yapmaları veya sakınmaları lâzım olan işleri bildiren ilme fıkıh ilmi denir. Fıkıh kelimesi Arapçada, dördüncü bâbdan olunca, "bilmek, anlamak" mânâsına gelir. Beşinci bâbdan olunca "dînin emir ve yasaklarını anlamak" demektir. Fıkıh bilgileri, İslâmın dört kaynağı olan Edille-i Şer'iyyeden, yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmetten ve kıyastan elde edilmektedir. Fıkıh bilgilerinin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilme ise, "usûl-i fıkıh" denir. Büyük İslâm âlimi olan müctehidler, bu dört kaynaktan ahkâm (hükümler) çıkarırken, mezheplere ayrılmışlardır. Bunlardan dört mezhebin bildirdiği din bilgileri kitaplara geçirilip, bize kadar ulaştırılmıştır. Bunlar; Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî mezhepleridir. Diğer mezhep imâmlarının sözleri toplanarak kitaplara geçirilmemiş, zamânımıza kadar ulaşamamışlardır. Fıkıh ilmi dört büyük kısma ayrılmaktadır: 1. İbâdet: Bunlar beşe ayrılır: Namaz, oruç, zekât, hac, cihâd. 2. Münâkehât: İslâm âile hukûkuna âit, evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır. 3. Muâmelât: Müslümanların cemiyet hayâtındaki karşılıklı münâsebetlerini düzenleyen, hukuk kâidelerinden, alış veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîras gibi birçok bölümleri mevcuttur. 4. Ukûbât: İslâm dînine göre suç olan fiillerin cezâlarını bildirmektedir. Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her Müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farzı kifâyedir. Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Her Müslümanın helâlden, haramdan kendisine lâzım olan fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, kendisine lâzım olan fıkıh ve diğer bilgileri öğrenmektir. İmam-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki: "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan, bid'at sahibi, yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır."
.
İlimlerin sınıflandırılması
31 Mart 2002 02:00
Müslümanların öğrenmesi lâzım olan bilgilere "Ülûm-i islâmiyye" denir. İslâm dîninin emrettiği bu bilgileri, Resûlullah ikiye ayırmış, "El-ilmü ilmân, ilmü ebdân ve ilmü edyân" buyurmuştur. Biri "Ülûm-i nakliyye" yâni din bilgileri, diğeri "Ülûm-i akliyye" yâni fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve âhırette huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da iki kısma ayrılır: "Ülûm-i âliyye" yâni yüksek din bilgileri ve "Ülûm-i ibtidâiyye" yâni âlet ilimleri. Yüksek din bilgileri sekizdir: Tefsîr, Üsûl-i kelâm, Kelâm, Üsûl-i hadis, İlm-i hadis,Üsûl-i fıkh, Fıkh, İlm-i tasavvuf. Tasavvuf ilmi, kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, ruhun temizlenmesi yollarını öğretir. Bu sekiz ilimden, kelâm, fıkh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her müslümana "Farz-ı ayn"dır. Öğrenmiyenler ve çoluk çocuğuna öğretmiyenler büyük günah işlemiş olur. Cehenneme gider, yanarlar. Öğrenmeye lüzum görmiyen, önem vermiyen ise, kâfir olur, îmanı gider. Bu üç ilmin lüzumundan fazlasını ve öteki beş yüksek din bilgisini ve ulûm-i akliyyeyi öğrenmek "Farz-ı kifâye"dir. İslam âlimleri, herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm (yâni îman) ve ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplar "İlm-i hâl" kitapları hazırlamıştır. Dînini bilen ve seven ve kayıran mübârek insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır. Kur'an-ı kerimden bir miktâr ezberledikten sonra, fıkıh öğrenmek lâzımdır. Çünkü, Kur'an-ı kerimin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir. Hadîs-i şerîflerde fıkıh ilminin önemi şöyle bildirilmiştir: "Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir." " İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir." "Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh (fıkıh ilmini bilen) yapar." "Allahü teâlânın en üstün dediği kimse dinde fakîh olan kimsedir."
.
Fıkıhta âlimlerin dereceleri
1 Nisan 2002 01:00
Fıkıh ilmini ilk kuran, ilk defâ sistemleştiren İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe'dir. Fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metotlar koyduğu gibi, Resûlullah'ın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı. Talebelerinden İmâm-ı Muhammed'in yetiştirdiği Ebû Bekr-i Cürcânî, onun da yetiştirdiği Ebû Nasr-ı İyâd, onun da yetiştirdiği Ebû Mansûr-i Mâturîdî, îtikatta mezheb imâmımız oldu. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocasından öğrendikleri bütün fıkıh bilgilerini kitaplara geçirmişlerdir. Fıkıh ilimlerinde yetişen ve söz sâhibi olan İslâm âlimleri, yedi sınıfa ayrılır: 1. İslâmiyette mutlak müctehid olan âlimler. Bunlar "Edille-i Erbe'a"dan hüküm çıkarmak için, usûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır. 2. Mezhepte müctehidlerdir. Bunlar, mezhep reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delilden ahkâm çıkaran âlimlerdir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed ve benzerleri bu âlimlerdendir. 3. Meselelerde müctehid olanlardır: Bunlar, mezhep reisinin bildirdiği meseleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları ahkâmın, mezhep reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır. 4. Eshâb-ı tahrîc: İctihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardıkları kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Hüsâmeddîn Râzî bunlardandır. 5. Erbâb-ı tercîh: Müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercih ederler. 6. Eshâb-ı temyîz: Mukallid âlimler olup, bir mes'ele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp, yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivâyetler yoktur. Kenz-üd-Dekâık sâhibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sâhibi Abdullah bin Mahmûd Mûsulî ve Vikâye sâhibi Burhânüşşerî'a Mahmûd bin Sadrüşşerî'a Ubeydullah ve Mecma-ul-Bahreyn sâhibi İbnüssa'âtî Ahmed bin Ali Bağdâdî bunlardandır. 7. Önceki tabakalardaki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallitlerdir. Tahtâvî, İbn-i Âbidîn bu tabakanın âlimlerindendir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir."
.
Fıkıh ve kelâm...
2 Nisan 2002 01:00
Fıkıh ilmi herkese lazımdır. Ancak, kelâm ilmini yani iman bilgilerini, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdikleri îtikadı öğrenecek ve bunları akıl ile nakil ile isbât edecek ve sapıklara, dinsizlere anlatacak kadar okumak farz-ı ayn olup, bundan fazlasını öğrenmek, ancak din âlimlerine lâzımdır. Başkalarına câiz değildir. Dîne yardım etmek için, fazla öğrenmek farz-ı kifâye ise de, bunu ancak, Allah rızası için çalışan, zekî din adamının öğrenmesi câizdir. Başkaları öğrenirlerse, bâtıl yollara kayar. Kendilerini helak ettikleri gibi başkalarını da helak ederler. Bunun için, İmâm-ı Şâfi'î hazretleri buyurdu ki, "İlm-i kelâm ile uğraşıp sapıtmak yanında, büyük günah işlemek hafîf kalır." İmâm-ı Şâfi'înin zamanındaki ilm-i kelâm için böyle denilince, şimdiki din câhillerinin kısa görüşleri ve hayâlleri ile yazdıkları din kitaplarını okumanın yasaklık derecesini ve zararlarını artık düşünmelidir. Yine İmâm-ı Şâfi'î hazretleri buyurdu ki, "Ehl-i sünnet îtikadını iyi öğrenmeden önce ilm-i kelâm ile uğraşmanın zararı bilinmiş olsaydı, kelâm ilmi ile uğraşmaktan, arslandan kaçar gibi kaçınılırdı." Şimdi, kendi aklı, kendi görüşü ile kelâm ilmi kitapları yazanlar çoğaldı. Bunların kitapları şirk ve dalâlet ile doludur. İmâm-ı Ebû Yûsüf, "Kelâm ilmi ile uğraşanların imam olması câiz değildir" buyurdu. Cahillerin kelam ilmi ile uğraşması çok tehlikelidir. Bunun için, Bezzâziyye fetvâsında, "İlmi kelâm ile uğraşanların çoğu zındık olur" buyuruldu. Zamanımızda, "Kur'an tercümesi" ve "Kur'anın hakîkatleri" "Kur'ana göre din" gibi isimler takıp, halkın önüne sürüyorlar. Yalnız bu kitapları okuyun, fıkıh kitaplarını okumayın diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru din bilgilerinin öğrenilmesine mani oluyorlar. Hadîs-i şerîfte, "Âlimler arasında kıymet bulmak için ve câhiller ile mücâdele için ve her yerde meşhûr olmak için din bilgisi öğrenen ilim adamı, Cennetin kokusunu bile duymayacaktır" buyuruldu. Dünyalık menfaatler için ilim öğrenen ve ilmi ile amel etmeyen kimse, islâm âlimi değildir. Bunlar, müslümanları dalâlete, felakete sürüklemektedirler. Hakîkî müslüman olmak için, sâlih müslümanların yazdığı fıkıh, ilmihâl kitaplarını okumalıdır
.
Fıkıh bilgisi olmazsa...
3 Nisan 2002 01:00
Fıkıh dinin temelidir. Yeterli fıkıh bilgisi olmadan, dinin emir ve yasaklarını doğru, eksiksiz olarak yapmak mümkün değildir. Bunun için temel bilgi olan fıkıh öğrenmeyip, hadis, tefsîr öğrenmek çok zararlıdır. Kıble ve namaz vakitleri için astronomi öğrenmek câizdir. Falcılık için öğrenmek haramdır. Mücâdele, münâkaşa için kelâm ilmi öğrenmek mekruhtur. Câhillerin, bid'at fırkaları üzerinde, mezhepler üzerinde konuşmaları câiz değildir. Eski Yunan felsefecilerinin ve bid'at ehlinin, mezhepsizlerin din kitaplarını okumak, evinde bulundurmak câiz değildir. Böyle kitaplar, insanın îtikadını, îmanını bozar. Din bilgilerini, îman bilgilerini "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitaplarından öğrenmeden evvel, fen bilgilerini, felsefe bilgilerini öğrenmek câiz değildir. Her müslüman, çocuklarına, önce, Kur'an-ı kerim okumasını, namaz kılmasını, din ve islâm ahlâkını öğretmeli, ondan sonra okula gönderip, fen ve sanat ve sâir lüzûmlu, faydalı şeyleri öğretmelidir. Her çeşit faydasız oyun "Mâ-lâ-yâni" olur, ilim öğrenilmesine mani olur. İlmi, Allah rızası için, islâm dînine ve müslümanlara hizmet için öğrenmelidir. Mal, mevkı' kazanmak için, kibir ve şöhret için öğrenmemelidir. Hadîs-i şerîfde, "Dünyalık ele geçirmek için, ilim öğrenen, dünyada mal ve mevkı' elde eder. Âhıretteki kazancı ancak Cehennem ateşi olur." Böyle ilmin fâidesi yoktur. Böyle ilimden kaçmak lâzımdır. Yine hadîs-i şerîfte, "Yâ Rabbî! Beni fâidesiz ilimden koru!" buyuruldu. İlmi, sâlih insanlardan öğrenmeli ve sâlih insanlara öğretmelidir. İlmi iyi insanlardan esirgememelidir. Sâlih insan, iyi insan demektir. Ehl-i sünnet îtikadında olan ve haram işlemekten sakınan müslümana "sâlih insan" denir. Ehl-i sünnet îtikatında olmıyan müslümanlara bid'at sahibi veya mezhepsiz denir. Ehl-i sünnet îtikadını ve haramları öğrenmek, binlerce İhlâs sûresi okumaktan daha sevaptır. Fıkıh öğrenmek, hâfız olmaktan eftaldir. Hâfız olmak da, nâfile ibâdetten eftaldir. Vaaz verirken, Allahü teâlâ demelidir. Yalnız, Allah demek hürmetsizliktir. Haram işlenen yerlerde tesbîh, tahmîd ve Kur'an-ı kerim, hadis-i şerif ve fıkıh okumak günahtır. Oralarda mecburen bulunuyorsa tesbih ve dua okumak câiz olur.
.
Fıkıh ilmi ve İmam-ı a'zam
4 Nisan 2002 01:00
Fıkıh, şerefli bir ilimdir. Fıkh okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevaptır. Âlimlerden okumak da, yalnız okumaktan daha sevaptır. Hanefî mezhebindeki dinin ahkâmı, Eshâb-ı kirâmdan Abdüllah ibni Mes'ûddan başlıyan yol ile meydana çıkarılmıştır. Yâni, mezhebin reîsi olan İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe, fıkıh ilmini, Hammâd'dan, Hammâd da, İbrâhîm-i Nehâî'den, bu da Alkama'dan, Alkama da, Abdüllah bin Mesûd'dan, bu da Resûl-i ekremden almıştır. Ebû Yûsüf, Muhammed, Züfer bin Hüzeyl ve Hasen bin Ziyâd, hep, İmâm-ı a'zamın talebesidir. Bunlardan, İmam-ı Muhammed, din bilgilerinde, bin kadar kitap yazmıştır. Talebesinden olan İmam-ı Şâfi'înin annesini nikâh ettiği için, ölünce, kitapları, İmam-ı Şâfi'îye miras kalarak, İmam-ı Şâfi'înin bilgisinin artmasına hizmet etmiştir. Bunun için İmam-ı Şâfi'î "Yemin ederim ki, fıkıh bilgim, İmam-ı Muhammed'in kitaplarını okumakla arttı. Fıkıh bilgisini derinleştirmek istiyen, Ebû Hanîfe'nin talebesi ile beraber bulunsun" dedi. Bir kere de "Bütün müslümanlar, İmâm-ı a'zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir" buyurdu. Yâni, bir adam, çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a'zam da, insanların, işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmıştır. İmâm-ı Şâfi'înin ayrı bir mezhep kurması, İmâm-ı a'zamı beğenmemesi, ondan ayrılması demek değildir. Eshâb-ı kirâmın da ayrı mezhepleri vardı. Bununla berâber birbirlerini çok severler ve hürmet ederlerdi. Feth sûresinin son âyeti buna şâhittir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve üsûller, metotlar koyduğu gibi, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden (İlm-i kelâm) yâni îman bilgileri mütehassısları yetişti. Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a'zamdan gelen kelâm bilgilerini, kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla çarpışarak, Ehl-i sünnet îtikatını kuvvetlendirdi, her tarafa yaydı. Bir hadiste, "İlm dörttür: Dînin muhâfazası için fıkıh ilmi, sıhhatin korunması için tıp ilmi, lisanın muhâfazası için sarf ve nahv ilmi, vakitlerin bilinmesi için astronomi ilmi" buyuruldu.
.
Tasavvufun dinimizdeki yeri
5 Nisan 2002 01:00
Tasavvuf, kalbi saf hale getirmek, kötülüklerden temizlemek demektir. Kişinin kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine, sevgisine bağlamak, îmânını, i'tikâdını düzeltip, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uyup, O'nun yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilimdir tasavvuf. Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesini, yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve, kolaylıkla yapılmasını, kötü huylardan kurtulup güzel ahlak sahibi olmayı ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. İmâm-ı Kettânî, "Tasavvuf, güzel ahlâktan ibârettir" buyurmuştur. Bu güzel ahlâkla ahlâklanan, tasavvuf büyükleri, asırlardır, bıkmadan, usanmadan, İslâmın güzel ahlâkını anlatıp, İslâmı herkese sevdirmişlerdir. Her hâlleri ile İslâmiyeti yaşayarak örnek olmuşlardır. Bu büyükler ayrıca, İslâmiyeti dünyaya yaymakta bir nevi öncü kuvvet olmuşlardır. Tasavvuf büyüklerinin dini yaymaktaki bu önemli fonksiyonunu gören İslâm düşmanları, bütün güçleri ile tasavvufa yöneldiler. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, sahtekârlar, şeyh maskesi altında, Müslümanlara her çeşit günahı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek manada tasavvuf ile ilgisi olmayan, Müslümanları sömüren sahte mürşidler, sahte şeyhler istila etti. Böyle karışık zamanlarda, yani hakiki tasavvuf âlimi olmadığı devirlerde, eskiden yaşamış, bilinen meşhur evliyaların, mürşid-i kâmillerin kitaplarını okuyan, bunları kendilerine rehber edinen, dinini ve dinimizin güzel ahlâkını buralardan öğrenenler ancak bu tehlikeden kendini koruyabildi. Zamanımızdaki bu sahte şeyhlerden, aydın, çağdaş din adamı kılığındaki mezhepsizlerden, sinsi din düşmanlarının zararlarından kurtulmanın yolu budur. İşte bu doğru yolu bilenleri ve elinde ehl-i sünnet ölçüsü olanları, kimse kandıramaz. İlmin olmadığı, âlimin bulunmadığı yerde, din de kalmaz. Nitekim, hadis-i şerifte, "İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz" buyuruldu. Eskiden, yani zamanımızdan 100-150 yıl önce, ilim sahibi, dinimizin emir ve yasaklarını iyi bilen ve öğreten; severek, zorlama olmadan yapılmasını sağlayan, insanlara dinimizin güzel ahlâkını aşılayan birçok tarikat, birçok şeyh vardı. Fakat, Osmanlıların son zamanlarından itibaren, tarikatlar bozulmaya başladı. Tarikatlara, çeşitli ajanlar sızdı. Müslüman kılığındaki bu ajanlar, yerine göre talebe, yerine göre şeyh ve mürşid rolüne girerek çeşitli yollar ile tarikatlara haramlar, bid'atler karıştırdılar. O hâle geldi ki gayesi, insanlara dini sevdirmek olan tarikatı, insanları dinden uzaklaştırmak şekline çevirdiler. "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" sözünü öne sürerek, topladıkları Müslümanların imanlarını, itikadlarını bozdular. Bu söz, dine uygun tasavvuf ehli bir kimse olduğu zaman için geçerlidir. Yoksa her önüne gelen, ne olduğu belirsiz kimselere gidip, bağlanacak demek değildir. Böyle kimseler şeytandan daha kötü kimselerdir. Böyle bozuk bir tarikata girmek, yağmurdan kaçalım derken, doluya tutulmaktan, Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmaktan daha kötüdür. Çünkü bulgursuz yaşanır da, imansız yaşanmaz. Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, cahil doktora giden hastaya benzer. Sahte doktora giden, hayatından olduğu gibi, sahte şeyhe giden de dininden, imanından olur. Şimdi de, yerli tarikatları bozdukları yetmiyormuş gibi, dışarıdan Hıristiyan kökenli ithal tarikatlar getirilmeye başlandı. Bozulan, dinden uzaklaştırılan kimseler Hıristiyanlaştırılmak isteniyor. Bu, ithal tarikatı merak ediyorsanız, yarını bekleyin!
.
"O, ümmetimin ışığı olacaktır"
5 Nisan 2002 01:00
Fıkıh ilmini kuran, sistemleştiren Ehli sünnetin reisi İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bunun için bu mübarek zat hakkında biraz bilgi vermek yerinde olacak. İmâm-ı a'zam hazretleri, Ticâret ederek helâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyaçlarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc ettiği kadar da, fakirlere sadaka verirdi. Her Cuma günü, anasının, babasının ruhu için, fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Edebinden, hocası Hammâd'ın evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak vardı. Ortaklarından birinin, çok miktârda bir malı, dine uygun olmıyarak sattığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksanbin akçanın hepsini fakirlere dağıtıp, hiç kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri, yedi sene, Kûfede koyun eti alıp yimedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Haramdan bu derece korkar, her hareketinde dini gözetirdi. İmâm-ı a'zam, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı, yâni yatsıdan sonra uyumadı. Ellibeş defa hac yaptı. Son haccında, Kâbe-i muazzama içine girip, burada iki rekât namaz kıldı. Namazda, bütün Kur'an-ı kerimi okudu. Sonra, ağlayarak "Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu, bu anlayışıma bağışla!" diyerek duâ etti. O ânda bir nida geldi: "Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim..." Her gün sabah namazını câmide kılıp, öğleye kadar tâliblere cevap verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle) yapardı. Öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilim öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmiye gider, sabah namazına kadar ibâdet ederdi. Resûlullah, İmâm-ı a'zamın geleceğini haber verdi. Hadis-i şerifte, "Âdem ve bütün Peygamberler, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soy adı Ebû Hanîfe, ismi Nu'mân olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır" buyurdu.
.
Meydan boş kalınca
6 Nisan 2002 01:00
Son yıllarda medyanın gündeminden düşmeyen, "Moon" tarikatını halkımız merak etmeye başladı. Bu merakı bir nebze de olsa gidermek maksadıyla, NOKTA dergisinin bu konuda yaptığı geniş bir araştırmayı özetleyerek sizlere sunmak istiyorum: "Moon tarikatının lideri, Sun Myung Moon Kuzey Koreli bir köylü ailenin çocuğudur. Daha 16 yaşındayken kendisine vahiy geldiğini söyleyen Moon, 1954'te Seul'de Birleşik Kilise'yi kurdu. 1959'da Amerika günleri başladı. Kiliseleri birleştirme çalışmalarında 1989'a kadar anti-komünist mesajlar ağırlıklıydı. (Komünizmin çöküşünden sonra da, Batı'nın komünizmden sonra en büyük tehlike gördüğü İslamiyet'e yöneldi.) Tarikat, Hıristiyanları birleştirmenin yanısıra, Müslümanlarla Hıristiyanları da birleştirmeyi gaye edindiği için İslami kesimi de hedef kitle seçti. Türkiye'deki ilk girişimleri de bu amaca uygun olarak başladı. "Dini Araştırmalar" " Hoşgörü" "Diyalog" görüşmeleri ile Türkiye'den özellikle dini çevrelerden çok aşina isimler tarikata, tarikatın toplantılarına katılmaya başladı. (A.G.Tunceroğlu köşesinde, toplantılara Türkiye'den 40 kadar ilahiyatçının katıldığını yazdı. 3 Nisan 2002 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre, biri de ilâhiyat dekanı.) Moon Tarikatı'nın 80'li yıllarda başlayan Türkiye serüveninde siyasi, medya çevrelerindeki isimlerden sonra şimdi de dini çevrelerin tanınmış isimlerinin eklenmesi ile faaliyet alanı genişledi. Bu yüzden Türkiye Moon için ideal bir çalışma alanı haline geldi. Bu tarikatın ilişki kurduğu isimler arasında kimler yok ki? (Burada bu kimselerin isimleri de yer alıyordu. Fakat, benim şahıslarla bir işim olmadığı için bunları almadım.) Hadisleri inkâr eden, Moon Tarikatı, peygamberin herkes gibi bir insan olduğunu, sözlerinin Kur'an-ı kerimle çeliştiğini ve inkar edilebileceğini ileri sürüyordu. Toplu nikah törenleri ile tanınan tarikat, Hz. İsa'nın evlenmediği için cennete giremeyeceği, ancak Moon'un takdisi ile girebileceği inancında. Tarikat lideri olarak sınırsız derecede zenginleşen Moon'un lideri Sun Myung Türkiye'de ve İslam dünyasında ne yapmak istiyor? Moon'un amaçları ne? Türkiye'nin en ünlü simaları, ilahiyatçıları bu "tuhaf" tarikatın içinde ne arıyor? Soruları tartışma konusu olmaya başladı. Tarikatın Türkiye'deki medyaya kapalı toplantılarına Türk kamuoyu için şok isimler katılımcı oluyordu. Ancak toplantı bitiminde bu konuda katılımcıların ağızlarından tek kelime bile alınamıyordu. Söylenenler ne olursa olsun bazı teorileri ortaya atanların ilişkili oldukları organizasyonların nitelikleri bazı şüpheleri ister istemez gündeme getiriyordu. Bir ayakları ABD'de öteki ayakları İsrail'de olan ve 'Moon tarikatı'yla sıkı ilişki içinde bulunanların, Japonya'dan Güney Kore'ye, Suudi Arabistan'dan Mısır'a. Hindistan'a kadar uzanan geniş coğrafyada hedeflerinin neler olduğu gerçekten merak uyandırıyor. Ülkemiz, ekonomik kriz ile meşgulken İslami çevrelerde sessizce yeni bir örgütlenme ya da yeni bir oluşumun (yeni bir din) temelleri mi atılıyor yoksa?.." Bu alıntıdan sonra kısa bir anekdot ile konuyu bitirmek istiyorum. Rahmetli Prof. Dr. Orhan Karmış hocayla bir görüşmemizde, "Moon tarikatı ilahiyat camiasında hızla yayılıyor. Yüklü bir maaş ve birçok imkan vaadinde bulunarak bana da teklif ettiler. Ben, 'yanlış kapı çaldınız beni paraya boğsanız bile asla kabul etmem' diyerek tekliflerini şiddetle reddettim, demişti." İşte böyle, meydan boş kalınca, bin yıllık İslam ülkesinde, Hıristiyan tarikatı da ilgi görüyor; Müslüman mahallesinde salyangoz da satılıyor! Hedefleri; ücüncü bin yılda bütün dünyanın silme Hıristiyan yapılması! Zaten sinsi din düşmanları her gün, "Müslüman Hıristiyan olmak fark etmez; Hıristiyanlar ve Yahudiler de Cennete gidecek" propagandasını yapıyorlar. Maksatları halkı, "Mademki öyle, namaz kılmaya, oruç tutmaya, harama helala dikkat etmeye ne gereği var, her istediğimi yapar, haftada bir Kiliseye gider, tertemiz(!) olurum" noktasına getirmek!
.
Herkesi şaşırtan bir zekâ!
6 Nisan 2002 01:00
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, Ehl-i sünnetin dört büyük imamının birincisidir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan dininin büyük bir direğidir. Acemistân'ın ileri gelenlerinden birinin soyundandır. Hicri seksen yılında, Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin Sa'd-i Sâ'idî ve Ebüttüfeyl Âmir bin Vâsile zamanlarına yetişmiştir. Fıkh ilmini, Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Tâbiînden birçok büyük zatlarla ve İmam-ı Câfer Sâdık'la sohbet etti. Çok hadis-i şerif ezberledi. Mezhep imamı olmasaydı, büyük bir hakîm, fikir adamı olacak şekilde yetişti. Üstün bir akıl ve herkesi şaşırtan zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zamanda, eşi, benzeri olmıyan bir dereceye yükseldi. Talebesi pekçok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmiştir. Hicri 150 yılında, yetmiş yaşında vefât etti. Hadis-i şerifte, "Yüzelli senesinde dünyanın zîneti gider" buyuruldu. Selçûkî pâdişâhlarından sultan Melikşâhın vezîrlerinden Ebû Sa'd-i Hârezmî, Ebû Hanîfe hazretlerinin mezarı üzerine mükemmel bir türbe yaptırdı. Sonra, Osmanlı pâdişâhları, bu türbeyi çok defa tâmîr ve tezyîn eyledi. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. İmâm-ı a'zamın babası Sâbit, Kûfe'de, imam-ı Ali ile buluşup, İmâm hazretleri, buna ve evladına duâ buyurmuştu. Hadis-i şerifte, "Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacaktır" buyuruldu. "Nu'mân bin Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracaktır" buyuruldu. "Ebû Hanîfe adında biri gelir. O, bu ümmetin en hayrlısıdır", "Ümmetimden biri, dinimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı, Nu'mân bin Sâbittir", "Her asırda, ümmetimden, yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe, zamanının en yükseğidir", "Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır" hadis-i şerifleri meşhûrdur.
.
"Onun ilmi herkese lâzımdır"
7 Nisan 2002 01:00
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin, fıkıhtaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâstaki hârikulâde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhdaki, akıllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitaplar, sayılamıyacak kadar çoktur. Âlimlerden biri, rü'yâda, Resûlullaha, "Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?" dedi. Cevabında, "Onun ilmi herkese lâzımdır" buyurdu. Başka bir âlim, rü'yâsında, "Yâ Resûlallah! Kûfe şehrindeki Nu'mân bin Sâbit'in bilgileri için ne buyurursunuz?" dedi. "Ondan öğren ve onun öğrettiği ile amel et. O, çok iyi kimsedir" buyurdu. Hazret-i Ali, "Size, bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilim ile, hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacaktır. Ebû Bekir ve Ömer'in kıymetini bilmeyenler de helâk olacaklardır" dedi. İmâm-ı Muhammed Bâkır, Ebû Hanîfe'ye bakıp "Ceddimin dinini bozanlar çoğaldığı zaman, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! Allahü teâlâ yardımcın olacak!" buyurdu. Hadis-i şerifte, "Peygamberler benimle öğündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur. Onu sevmiyen, beni sevmemiş olur" buyuruldu. Hadis-i şerifte, "İman Süreyyâ yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri, elbette alıp getirir" buyuruldu. Fâris demek, İrân'ın Fers denilen memleketindeki insanlar demektir. İmâm-ı a'zamın dedesi buradandır. Bu hadis-i şerifin, İmâm-ı a'zamı gösterdiği açıktır. Bunda hiç şüphe yoktur. Hadis-i şerifte, "İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır. Yâni Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Yâni Tâbiîndir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra gelenlerde, yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız!" buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın hepsi, onlardan sonraki asırlarda gelenlerin ise çoğu, hadis-i şerifte bildirildiği gibidirler. İmâm-ı a'zam, bu hadis-i şerifte müjdelenen Tâbiînden biridir. Hattâ, Tâbiînin en üstünlerinden olduğunu, bütün müslümanlar, hattâ dinli dinsiz her ilim adamı bilmektedir. İmâm-ı a'zam, bu hadisle müjdelenenlerin en üstünlerinden biri olduğundan, onun şânını, yüksekliğini anlatmak için, başka hadis-i şerif aramaya lüzûm yoktur.
.
"Ömrümde bir kere güldüm..."
8 Nisan 2002 01:00
İmâm-ı a'zam hazretleri daha gençliğinde kelâm ilmine ve marifete çalışıp, pek mâhir oldu. Sonra, imam-ı Hammâd'a yirmisekiz yıl hizmet edip yetişti. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. İlmi, fazîleti, zekâsı, anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, "hazır cevap" olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler ve başka âlimler, üstün kimseler, hattâ Hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, övmüştür. İmâm-ı Şâfi'î "Fıkıh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır. Fıkıh âlimi olmak istiyen, Ebû Hanîfenin kitaplarını okusun" buyurmuştur. Bir kere de "Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Her gün, mezarını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, Onun kabrine gidip, iki rekât namaz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir" buyurmuştur. İmâm-ı Şâfi'î, İmâm-ı a'zamın ikinci talebesi olan imam-ı Muhammedin talebesi idi. "Allahü teâlâ, bana ilmi iki kimseden ihsân etti. Hadisi, Süfyân bin Uyeyne'den, fıkhı, Muhammed Şeybânî'den öğrendim" buyurdu. Bir kere de, "Din bilgilerinde ve dünya işlerinde, kendisine minnettâr olduğum bir kişi vardır. O da, imam-ı Muhammeddir" buyurdu. Yine imam-ı Şâfi'î buyurdu ki: "İmâm-ı Muhammed'den öğrendiklerimle, bir hayvan yükü kitap yazdım. O olmasaydı, ilimden birşey edinemiyecektim. İlmde, herkes, Irâk âlimlerinin çocuklarıdır. Irâk âlimleri de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfe'nin talebesidir." İmâm-ı a'zam, dörtbin kimseden ilim aldı. Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes'elesi çözülmüş, hepsi cevaplandırılmıştır. İmâm-ı a'zamın takvâsı çok fazla idi. Helâl yimek için, ticâret yapardı. Ortakları vardı. Şüpheli sandığı binlerle lira kazancı, fakirlere ve din adamlarına dağıtırdı. Yüzlerce talebesini kendi kazancından besler, ihtiyaçlarını giderirdi. Bir azâb veya rahmet âyetini namazda veya namaz dışında tekrar tekrar okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. İşitenler, hâline acırdı. Fakirler gibi giyinirdi. Bâzan da, Allahü teâlânın nîmetlerini göstermek için çok kıymetli elbise giyerdi. Az söyler, çok düşünürdü. "Ömrümde bir kere güldüm. Ona da pişmanım" demiştir.
.
Fıkıh ilmine savaş açanlar!
9 Nisan 2002 01:00
Her asırda , her zaman, hiç bozulmayan, Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan, hakîkî, sâlih müslümanlar da vardır. Bunlara "Ehl-i sünnet vel cemaat" denir. Ehl-i sünnet âlimleri dünyanın her yerinde, her asırda , insanları irşâd ettiler. Hiçbir suâli cevapsız bırakmadılar. Müslümanları, bid'at sahiplerinin ve dinde reformcuların yalanlarına aldanmaktan korudular. İslâmiyetin kıyâmete kadar bozulmayacağını, Allahü teâlâ haber vermiştir. Hadis-i şerifte, "Her yüz senede bir müceddid gelir. Bu dîni kuvvetlendirir" buyuruldu. Fıkıh âlimleri nakli esas alıp dini, kendi görüşlerine, kendi akıllarına göre söylemeyip, Eshâb-ı kirâmdan gelen haberleri naklettikleri için, dinde reformcular, bu âlimleri cahillikle suçlayıp, fıkıh ilmine karşı savaş ilan ettiler. Hâlbuki, bu haberleri ve tatbîk yerlerini bilmeyen, kendileri uydurup söyleyen bu dinde reformcular câhildir. Hem de kara câhildirler. Fıkıh âlimleri, icmâ ile bildirilmiş olan ve ihtilâflı olan mes'eleleri bildirdiler. Bu ilmi bilenler, bunları birbirlerinden ayırır. Câhil dinde reformcular, fıkıh âlimlerini kendileri gibi sanıyorlar. Her sözü hikmet ile dolu olan Peygamber efendimizin, "Kıyâmete yakın, ortaya çıkan din adamları, eşek leşinden daha çok kokmuş olacaklardır" hadis-i şerifi ile haber verdiği kokmuşları aramaya lüzûm kalmamıştır. Onlar kendilerini teşhîr ediyorlar. Zehirli, pis kokuları her tarafa yayılıyor. Allahü teâlâ, genç din adamlarımızı ve hepimizi bu öldürücü hastalık mikroplarının bulaşmasından ve bu türedilerin şerrinden muhâfaza buyursun. Resûlullahın yolunu gösteren ve Onun vârisleri oldukları bildirilmiş olan, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin doğru yolundan bizleri ayırmasın! Bu mübârek Allah adamları, fıkıh ve ilmihâl kitaplarını yazmamış olsalardı, bu türedi din câhillerinin pençelerine düşerek, yaldızlı sözlerine aldanarak, helâk olurduk. Küfürden, bid'atten bizleri koruyan, Ehl-i sünnet âlimlerinin mübârek ruhlarına bizlerden binlerce selâm ve duâlar olsun! Buhârîde, geçen bir hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile âmil olan âlimleri kaldırır. Câhiller kalır. Dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevap verip insanları doğru yoldan ayırırlar" buyuruldu. Bu hadis-i şerif, âlimlerden nakletmeye taklîdcilik, cahillik diyerek, Ehl-i sünneti kötüleyen, kendi kısa akıl ve boş kafaları ile dîni içerden yıkan dinde reformcuların zararlarını bildirmektedir.
.
"Din câhilleri çoğalacak"
10 Nisan 2002 01:00
Dinin temeli olan fıkıh ilmini yıkıp, İslamiyeti içeriden çökertmek istiyen dinde reformcular, kıyası sadece mezhep imamlarının yapmasına karşı çıkıyorlar, herkes kıyas yapmalı diyorlar. Halbuki kıyas yapabilmek herkesin işi değildir. Kıyas yapabilmek için, müctehid olmak, konunun mütehassısı olmak lazımdır. Asrımız ihtisas asrıdır. Yalnız tıb ilminde ve yalnız fizikte ve kimyâda yeni yeni ihtisas kolları meydana çıkıyor. Dahiliye mütehassısı olan doktor, hastasını bâzan sinir mütehassısı olan doktora, o da ruh mütehassısı olan doktora, bu da psikiyatri mütehassısı olan doktora göndermek zorunda kalıyor. Fiziko-terapideki ihtisas kolları ise, bundan daha çok. Fen kısımlarında, bu çeşitli ihtisas kolları bulunuyor da, daha geniş ve daha şümûllü ve daha yüksek olan din bilgisindeki ihtisas kollarını ve bunların mütehassıslarını hafîf görmek, hattâ inkâr etmek nasıl doğru olabilir? Bir câhilin, bir âlime, bir mütehassısa dil uzatmasının kıymeti olamaz. Âlimi, âlim tanır. Câhil tanıyamaz. Âlimlerin sözlerini anlamadan yazan, böylece sayfalar dolduran bir câhil, ancak kendi gibi câhilleri aldatabilir. Buhârî'de bildirilen hadis-i şerifte, "Kıyâmet alâmetlerinden biri, ilim yok olacak, din câhilleri çoğalacak, içki içenler ve zinâ edenler artacak" buyuruldu. Dinde reformcuların, Ehl-i sünneti yok edip, din adamı olarak ortaya çıkmaları, bu hadis-i şerifin, gaybdan haber veren mucizelerden olduğunu göstermektedir. Din bilgilerinin kıyâmete kadar bozulmadan devam edeceğini, hem Kur'an-ı kerim, hem de hadis-i şerifler, haber veriyor. Her yüz senede bir, bu dîni kuvvetlendiren âlimler yaratılacaktır. İtikadı bozulanlar çoğaldı. Fakat, hak üzere olan da vardır. Hak yol meydandadır. Din, ilk asırda olduğu gibi, sâfiyetini muhâfaza etmektedir. Dinde reformcular, İslam düşmanları, bu dîn-i mübîni, kıyâmete kadar, hiçbir zaman bozamıyacaklardır. Dünyanın her yerindeki kütüphânelerde bulunan İslâm kitapları arasında bozuk, yıkıcı, bölücü olanları pekçok ve her gün çoğalmakta ise de, bunlar arasında "Ehli sünnet" âlimlerinin yazdığı doğru fıkıh kitapları da vardır. Bu kitapları arayıp, bulup, okuyup saadete kavuşanlara müjdeler olsun!
.
Dinimize göre haklar
11 Nisan 2002 01:00
Dinimizde "haklar" çok önemlidir. Herkes hakkını hukukunu bilmesi lazımdır. Dinimize göre, haklar konusunu evliyanın büyüklerinden, Kâdî Muhammed Senâullah-i Pânî-Pûtî hazretleri, "Hukuk-ul İslâm" kitabında kısa ve öz olarak bildirmektedir. Haklar konusunu bu kitaptan alarak sizlere sunmak istiyorum: İslamiyet, her hak sâhibinin hakkını sâlim ve kâmil olarak, kusûrsuz ve fütûrsuz edâ etmekten ibârettir. İslâmda haklar yedi kısımdır: 1- Allahü teâlânın hakkı, 2- Anne, baba ve akrabâ hakkı, 3- İdarecilerin, idare ettikleri kimseler üzerindeki hakkı. 4- Halkın, idareciler üzerindeki hakkı. 5- Komşu hakkı, iş ve yol arkadaşlığı hakkı, 6- Bütün mü'minlerin, bilhassa âciz, zayıf, yetim, hasta, fakir vs. kimselerin hakkı. 7- Kulun kendi isteği ile kendisi üzerine lâzım getirdiği haklar. Bunda Allahü teâlânın ve kulların hakkı ve nezir, yemîn keffâreti, oruç keffâreti, sözünde durmamak, borcunu ödememek gibi haklar. Şimdi bu hakları sırasıyla biraz açalım... İslâmın haklarından birincisi Allahü teâlânın hakkıdır. İlk önce varlığını ve varlığına bağlı olan her şeyi ihsân eden ortağı olmayan Allahü teâlânın hakkı ödenmelidir. Aldığımız her nefes hayâtı devâm ettiricidir. Verdiğimiz her nefes ferahlandırır. O halde her bir nefeste iki ni'met vardır. Her bir ni'mete de bir şükür lâzım gelir. O halde kavuştuğun ni'metlerden bir ni'metin şükrünü, ister dil ile, ister a'zâlar ile, ister kalb ile olsun, yerine getirmek, Allahü teâlânın lutf-ü ihsânı iledir. Şükür yapmağa muvaffak olmak da Allahü teâlânın mevhibe ve ihsânı iledir. Her şükürde bu kadar şükür lâzım geldiğine göre Allahü teâlânın şükrünü tam olarak yerine getirmek mümkün değildir. Nitekim, Allahü teâlâ Nahl sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen "Eğer Allahın ni'metlerini saymak isterseniz, sayamazsınız. Elbette Allah'a rahmet ve mağfiret edicidir" buyurması buna işârettir. Allahü teâlâ, rahmet ve ihsânı ile, kullarına güçleri yetmiyecek teklîfde bulunmamıştır. Hakkıyla şükrünü yerine getirmeği vâcib kılmamış, kullarının, yapabileceği mikdârının şükrünü vacib kılmıştır. Herkes insânî gücü mikdârınca Allahü teâlânın şükrü için çalışması gerekir.
.
Bir sanatçının feryadı
12 Nisan 2002 01:00
Bazı şeyler vardır, anlatmakla öğrenilemez; ancak yaşamakla öğrenilir. Yaşamayan bilmez. Çocuğa ateşin yaktığını ne kadar anlatırsanız anlatın, onu tatmadıkça, acısını hissetmedikçe gerçek manada ateşin ne olduğunu anlayamaz. Yaşamadıkça zararını tam olarak anlamanın mümkün olmadığı hususlardan biri de şöhret ve paradır. Bilhassa gençlerimiz, bu iki arzuya kavuşmak için,"sanatçı" olmak için maddi manevi nelerini feda ediyorlar. Halbuki, "Dışı seni içi beni yakar" misali arzulardır bunlar. Bu arzuların zararlarını Sevgili Peygamberimiz bakınız kısa ve öz olarak nasıl ifade buyuruyorlar: "Mal ve şöhret hırsının insana vereceği zarar, iki aç kurdun bir koyun sürüsüne saldırdığı zaman vereceği zarardan daha çoktur." "Bir vadi dolusu altını olan, bir vadi dolusu daha ister!" Akıllı insanlar, dinimizin bildirdiği nasihatlardan, başkalarının tecrübelerinden istifade etmesini bilirler. Küçük çocuklar ve ahmaklar ise kendileri tecrübe etmedikçe gördüklerine, başkalarının tecrübelerine inanmazlar. Bizim hitap ettiğimiz kimseler akıllılar olduğuna göre, bunlara; meşhur bir sanatçımızın yaşadıklarını "şöhret" ve "para"nın insanı ne hale getirdiğini kendi ağzından, bir dergiden alarak sizlere sunmak istiyorum: "Bu para denilen illet, insanı hakikaten yoldan çıkartır. Yani deli gibi para harcarsın, 55 metrelik yat yetmez 75 metre alırsın. Evin içinde 10 hizmetçi yetmez 20'ye çıkarırsın. Budur yoldan çıkmak. Sokaktaki aç insanı unutuyorsun. Dinini unutmaya başlıyorsun. Ben hayatımda domuz eti yemedim ama benim çevremdeki herkes, domuz eti yiyordu ve ben bunu gördükçe midem bulanıyordu. Para bende, öyleyse güç bende oluyorsun. Yaratanını unutuyorsun. Ve O da bir gün sana öyle bir tokat atıyor, "kendine gel" diyor." En kıytırık sanatçıya bak yine üç-beş evlilik. Neden biz de tek evli olamıyoruz ya da iki ? Hayır kardeşim bize dört, beş... Çünkü açız. Kapatamıyoruz bunu ve bir sanatçının bunu kapatması da mümkün değil. Benim hayatımdaki en büyük mutluluğum şarkı söylediğimde 20 bin kişinin bir ağızdan "Yeşim" diyerek bağırması. Ve sen eve gelip, tek başına bir adamla kalıyorsun ve diyorsun ki, "Acaba bu beni hayranlarım gibi böyle seviyor mu?" Zaten sanatçıların hepsi ruh hastası. Hepimize bak, çantasını aç içinde mutlaka Zanax'a, Prozac'a rastlarsın. Mutlaka terapiste gidiyoruz ama saklarız. Hepimiz zaman zaman çok agresifleşiriz, zaman zaman içimize çekiliriz. Yani saçmalıklar yaparız, hakaretler ederiz. Hiçbirimizin ruh sağlığımızın iyi olduğuna inanmıyorum. Bu gerçek. Boşanmanın arifesinde, çok aşırı dozda sakinleştirici aldım. Çünkü vücudum sakinleşmiyordu. İçtiğim ilacı bir deveye verseler, hakikaten uyur. Ben hiç uyumuyordum. Hiç yemek yemiyordum, üç paket sigara içiyordum. Çok aşırı dozda ilaç alıyordum. Şimdi, o lüks hayatı değil, eski günlerimi özlüyorum. Biz bir apartman dairesinde, üç oda bir salon bir dairede oturuyorduk. Keşke o kadar paramız olmasaydı. Keşke tekneler, uçaklar hiçbiri olmasaydı. İşte insanlara bunu anlatamıyorum. Manevi duygularını yitiriyorsun Maddi duygular ön plana geçiyor. Nerede olduğun değil, kiminle olduğun önemli. Sen bir çadırın içinde çok sevdiğin bir insanla yaşıyorsan, o çadır sana saray gibi gelir. Ama sen bir sarayın içinde tek başına yaşıyorsan o saray sana hapishane gibi geliyor. Yani maddiyat öne çıktıkça kibirleniyorsun. İnsanları hor görmeye başlıyorsun. Yani bu para denilen illet, insanı hakikaten yoldan çıkartıyor. Peki, bu meslekte olup da mutlu olan yok mu? Hayır, hiçbiri mutlu değil. Mutluyum diyen, kesinlikle yalan söylüyor, kendini aldatıyor. Mutlu olamıyoruz. Çünkü, korkunç bir sevgi seli var; sevgi manyağı oluyorsun. Doymak nedir bilmiyorsun!"
.
Allah'ın nimetlerini sayamazsınız"
12 Nisan 2002 01:00
Her kim gücü yettiği hâlde Allahü teâlâya şükür etmekte kusûr ederse, zalîm, çok zulm edici ve nihâyet sayısız ni'metlerin şükründe küfrân-ı ni'met etmiş olur. Allahü teâlâ İbrâhîm sûresi, otuzdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen "...Eğer Allahın ni'mitlerini saymak isterseniz, sayamazsınız. Elbette insan çok zulm edici ve çok küfrân-ı ni'met edicidir" buyurmaktadır. Hak teâlâ, rahmeti ile kulunu "şekûr" çok şükür edici diye ifade buyurmuştur. Nitekim Nûh aleyhisselam hakkında meâlen "... o şükreden kul idi" (İsrâ-3) buyurmaktadır. O halde şükür hakkında kullardan istenen şudur. Kul, Allahü teâlâyı, sıfatlarını gücünün yettiği kadar tanımasıdır. İnsan, i'tikâd, ahlâk ve amellerini Hak teâlânın rızâsına uygun şekilde yerine getirmelidir. Kullara yapmasını emir ettiği şeyler en iyi şekilde yerine getirmelidir. Yasak ve mekrûhlardan sakınmalıdır. Allahü teâlânın rızâsını, kendi nefsinin ve bütün mahlukların rızâsından mukaddes bilmeli, önde tutmalıdır. İnfitâr sûresi, beşinci âyet-i kerîmesinde "Kıyâmet günü her nefis neyi takdîr ettiğini, neyi tehîr ettiğini bilecekdir" buyurulmaktadır. Bu günde utanacak hâle düşmemelidir. Ya'nî herkes Kıyamet günü kendi rızâsını Allahın rızâsı üzerine mi, yoksa Allahın rızâsını kendi rızâsı üzerine mi olduğunu anlayacaktır. Allahü teâlâ Tevbe sûresi, yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen "Ey Resûlüm, de ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, kabîleleriniz ve kazanmış olduğunuz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz bir ticâret, beğendiğniz meskenleriniz size, Allah'tan, Resûlünden ve O'nun yolunda cihâd etmekden daha sevgili ise artık Allahü teâlânın evri (dünyâ veyâ âhıret azâbı) gelinceye kadar bekleyiniz!" buyurmuşdur. O halde müslümanlar, kimi seviyorsa Allah için sevmesi, kime düşmanlık ediyorsa Allah için düşman olması, kime bir şey veriyorsa Allah için vermesi, kime vermiyorsa Allah için vermeme gibi niyette olmalıdır. Allahü teâlâ bunu bana vâcib kılmıştır demelidir. Nitekim Resûl aleyhisselâm, "Allah için seven, Allah için buğzeden, Allah için veren ve Allah için vermeyen kimsenin îmânı kâmil olmuştur" buyurmuştur.
Kur'ân-ı kerimi anlamak!..
12 Nisan 2002 01:00
Eskiden ramazanlarda, camilerde, evlerde, konaklarda, hatimler indirilir, mukabeleler okutulurdu. Şimdi işitiyoruz ki, reformcuların, mezhepsizlerin propagandaları ile bunun yerine manasını öğrenelim diye meal okuma hastalığı peyda olmuş. Halbuki, Kur'an-ı kerimin manasını, tam olarak, yalnız Muhammed aleyhisselam anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmiştir. Çünkü Kur'an-ı kerim Ona inmiştir. Kur'an-ı kerimi tefsir eden Odur. Doğru tefsir kitabı da, Onun hadis-i şerifleridir. İslam alimleri de bu hadis-i şerifleri açıklayarak, herkesin anlayabileceği seviyede fıkıh kitaplarını yazdılar. Din ancak buradan öğrenilir. Çünkü, meallerden, tefsirlerden hüküm çıkartabilmek için en az otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lazımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, "Tefsir" ilmidir. Bu geniş ilimleri bilmeyenlerin, bugünkü Arapçaya göre yaptıkları Kur'an tercümeleri, Kur'an-ı kerimin manasından bambaşka birşey oluyor. Yeni yazılan Türkçe tefsirlerin hepsinde, şahsî düşünceler bulunmakta, biri diğerine uymamaktadır. Böyle olduğu için de, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Hele İslam düşmanlarının, bid'at sahiplerinin, Kur'an-ı kerimin manasını bozmak için yaptıkları tefsir ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyanlarda, birtakım şüpheler, itirazlar hasıl oluyor. Çünkü herkes kendi kafasına göre mânâ veriyor. Din düşmanları kasıtlı olarak, dini yıkmak için piyasaya mealler sürmektedirler. Hepsi de sadece kendisininkinin doğru olduğunu söylüyor. Zaten ilk meali neşreden gayri müslimlerin bir yayınevidir. Dini, tefsirden, meallerden öğrenmeye kalkışmak, ilkokul çocuğunun eline, yüksek matematik kitabı koyup, buradan matematiği öğren demekten daha abestir. Bugün bir de piyasada latin harfleri ile yazılmış "Kur'an-ı kerim" denilen kitaplar var. Kur'an-ı kerimin orijinalinden başkasına Kur'an-ı kerim denmez. Kur'an-ı kerimin, latin harfleri ile yazılmasına imkan yoktur. Çünkü bu harflerde, Kur'an-ı kerim harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Mesela, Kur'an-ı kerimde, üç tane "s" harfi var. Üç tane "z" harfi var. Türkçede bunların hepsinin karşılığı bir harftir. Bunun için, mânâ bozuluyor. Okunan, Kur'an olmayıp, mânâsız bir ses yığını oluyor. Mesela, İhlas suresinde geçiyor. "Ehad" yerine "ehat" denilirse, namaz fasid oluyor, bozuluyor. Bunun için, Kur'an-ı kerimin okumasını öğrenip, aslından orijinalinden okumamız ve dinimizi de mealden değil ilmihal kitaplarından öğrenmemiz şarttır.
.
Paraya köle olana lânet olsun!"
13 Nisan 2002 01:00
Dün; para ve şöhretin insanı ne hale getirdiğini, ruh dengesini nasıl bozduğunu bir sanatçı "şöhretzede"nin ağzından nakletmiştim. Peki, paranın yani dünyalıkların hiç mi faydası yok, bunlar hep zararlı mı? Bugün de bunun üzerinde durmak istiyorum. Bunlar ilaç gibidir. Dozunda, yerinde zamanında kullanılırsa faydalıdır. Bu da ancak, parayı dinimize uygun bir şekilde kazanmak ve yine dine uygun bir şekilde harcamakla sağlanabilir. Böyle yapılınca malın, paranın dünyada da ahırete faydası görülür. Kontrolsüz kazanılan ve harcanan para Allahü teâlâyı unutturur. Bu şekilde elde edilen mal hakkında, Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde, "Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır" buyurdu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, "Altına ve gümüşe köle olana lânet olsun!" buyuruldu. Yine peygamber efendimiz, "Dünyaya düşkün olmak, günahların başıdır" buyurdu. Yanî her türlü hatâya, günâha sebep olur. Ahıreti unutup, dünya peşinde koşan kimse, şüpheli şeylere, sonra mekrûhlara, sonra haramlara, hattâ daha sonra küfre dalar. Geçmiş ümmetlerin, Peygamberlerine inanmamalarına sebep, dünyaya düşkün olmaları idi. Bu sebeple nice kimselerin ayağı kaymıştır. Fakat, şan şöhret için olmayıp, âhıreti kazanmaya yardımcı olan mal, ne kadar çok olursa olsun zararlı değildir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendini ve âilesini ve çocuklarını kimseye muhtaç ettirmeyecek kadar çalışıp, helâlden kazananlara cihâd sevâbı verildiğini bildirmiştir. Para, mal kazanma hırsı, aklını örtmemelidir. Kazandığını, din uğruna sarfetmelidir. Hayır hasenat yapmalıdır. Sıkıntıda olan müslümanlara yardım etmelidir. Peygamberimiz bir gün, "Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna harcar ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz" buyurdu. Kişi mal, mülk sahibi olmakta çok hırslı olur, tek gâyesi bu mala kavuşmak olursa, hem dünyada, hem de âhırette rezil olur, perişan olur. Hayatı zehir olur. Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdîr etmiştir. İnsanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz ve zamanından geri kalmaz. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da, sâhibini arar. Çok fakîrler vardır ki, zenginlerden daha iyi, daha mesud yaşar. Aşırı mal hırsı sonunda insanı mala taptırır. "Maksûdun, mâbûdundur" sözü meşhurdur. İnsanın nihaî maksadı ne ise bu onun ilâhı odur. Bir kimsenin maksadı, mal, mülk kazanmak ise, bunun için her şeyi mubâh görüyorsa, bu kimsenin ilâhı mal, mülk olur. Yine bir kimsenin maksadı sadece belli bir makama, mevkiye gelmek ise, bunun için her şeyi mubâh görüyorsa, bunun da ilâhı o makam olur. Nefsine tapınmaya başlar. "Nefslerinin arzûlarını ilâh edinenleri görmedin mi?" âyet-i kerîmesi, bunun böyle olduğunu haber vermektedir. Allahü teâlâ, dünya lezzetlerini yasak etmedi. Bunların, azgınca, taşkınca, zararlı olarak kullanılmasını yasak etti. Dinimiz, mal, mülk gibi dünyalık edinmeyi yasaklamıyor. Dünya malına tapınmayı, yani maksadın, gayenin mal, mülk edinmek olmasını yasaklıyor. Dünya malının, ahireti kazanmada vasıta yapılmasını emrediyor. Zararlı olan, yasak edilen dünya, Allahü teâlânın sevmediği, haram ettiği, zararlı şeyler demektir. Haramlardan sakınan, dünyaya aldanmamış olur. Allahü teâlâ, dünyada hiçbir zevki, hiçbir lezzeti yasak etmedi. Bunları, azgın, taşkın, zararlı olarak kullanmayı haram etti. Gösterdiği yolda, faydalı, edepli şekilde kullanılmasını emretti. Böyle yapan dünyada da ahırette de huzur içinde olur.
.
Resulullahın hakkı
13 Nisan 2002 01:00
Allahü teâlânın zâtını, sıfatlarını, razı olduğu ve beğenmediği şeyleri, Peygamberlerin aracılığı olmadan bilmek mümkün değildir, akıl bunda yeterli değildir. Bunun için ilâhî kitaplara, Peygamberlere ve onların getirdiklerine inanmak, hakîkî îmâna dâhil olmuştur. Resûlullah "sallallahi aleyhi ve sellem" Abdül Kays kabîlesinden gelenlere, "Bir olan Allaha îmân etmek nedir, biliyor musunuz?" buyurunca, onlar, Allah ve Resûlü daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz, "Allahtan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allahın Resûlü olduğuna şehâdet etmektir" buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi bütün hadis âlimleri ittifakla bildirmişlerdir. Resûlullaha itâ'at, Allahü teâlâya itâ'attir. Nitekim Allahü teâlâ "Resûle itâ'at eden kimse Allaha ita'at etmiştir" (Nisâ 80) buyurmuşdur. Resulullaha muhabbet, Allaha muhabbet gibidir, hatta aynısıdır. Nitekim hadis-i şerifte, "Beni, babasından, oğlundan ve bütün insanlardan daha çok sevmeyenin imanı sahih olmaz." buyurulmuştur. Buradaki muhabbet, dini muhabbettir. Yani Onun büyüklüğüne ve itaat olunacağına inanmaktır. Kul, Resulullahı, bütün mahluklardan büyük bilmedikçe ve ona itaat etmedikçe iman etmiş sayılmaz. Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıttan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap eder. Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez.
.
Hulefâ-i râşidinin hakkı
14 Nisan 2002 01:00
Allahü teâlânın zâtını, sıfatlarını, râzı olduğu ve olmadığı şeyleri tanımak, bilmek, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" aracılığı ile meydana gelmiştir. Hulefâ-i râşidinin yani dört büyük halifenin çalışmaları ile de din yayılmış, kuvvet bulmuştur. Hulefâ-i râşidinin çalışmaları ile Resûlullahın sözleri ve fiilleri tespit edilerek yapıldı. İhtilâflı meselelerde Eshâb-ı kirâm, hulefâ-i râşidînin çalışmalarını inceleyerek öğrenmiş ve icmâ hâsıl olmuş her tarafa yayılmıştır. O halde ayırım yapmadan Eshâb-ı kirâmın tamanının ve Ehl-i beytin hakkını yerine getirmek, aynen Resûlün hakkını yerine getirmektir. Onlara muhabbet, Resûlullaha muhabbet ve itâ'at gibi olmuştur. Hadîs-i şerîfde, "Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğz eden bana buğz ettiği için buğz eder. Onlara eziyet veren bana eziyet vermiş olur. Bana eziyet veren Allahü teâlâya eziyet vermiş olur" buyurulmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem, "Benim sünnetime yapışınız. Benden sonra hulefâ-i râşidînin yoluna sarılınız" buyurmuştur. Zeyd bin Sâbit'ten "radıyallahü anh" rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, "Size iki muhkem vesîle bırakıyorum. Biri Kitâbullah, diğeri ıtretimdir" buyurulmuştur. Ya'nî ümmetine Kur'an-ı kerîm ile ehl-i beytini, alimleri ve eshâbını bırakmıştır. Yine buyurmuşlardır ki, "İlmin yarısını bu Humeyrâ'dan (Ya'nî Âişe vâlidemizdir) alınız." Yine Razîn'in Ömer "radıyallahü anh" dan rivâyetiyle, "Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz" buyurulmuştur. Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruldu: "Allahü teâlâ, beni insanların en asîlzâdesi olan Kureyş kabîlesinden seçti ve bana insanlar arasından en iyilerini arkadaş, sâhib olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezîrler olarak ve dîn-i islâmı, insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan ba'zılarını da Eshâr olarak, ya'nî zevce tarafından akrabâ olarak ayırdı. Bunları seb edenlere, iftirâ edenlere, söğenlere Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların la'neti olsun! Allahü teâlâ, kıyâmet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabûl etmez". Peygamberimizin mubârek zevcesi Ümm-i Habîbe annemizin erkek kardeşi olan Muâviye ve babası Ebû Süfyân ve anası Hind "radıyallahü anhüm" de, eshârdan olup, bu hadîs-i şerîfe dâhildirler.
.
Âlimlerin ve evliyanın hakkı
15 Nisan 2002 01:00
Ehli sünnet âlimlerinin hakkını yerine getirmek, Sahâbe ve Ehl-i beytin hakkı gibi olup Allahü teâlânın ve Resûlünün "sallallahü aleyhi ve sellem" hakkını yerine getirmeğe dâhildir. Bunlar Peygamber vârisleri ve dînin taşıyıcılarıdır. Resûlullah, "Âlimler Peygamberlerin vârisleridir" ve "Peygamberler dînâr ve dirhem [altın, gümüş] mîrâs bırakmazlar, ancak ilim mîrâsı bırakırlar" buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz, "Âlimin abid üzerine üstünlüğü, benim sizin en aşağınızın üzerine üstünlüğüm gibidir" buyurdu ve sonra Fâtır sûresinedeki, "Allahtan ancak âlim kulları korkar" âyet-i kerîmesini okudu. Bir hadîs-i şerîfte "Ben ancak size muallim [öğretici] olarak gönderildim" buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfte "Allah en cömerttir. Ben insanoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra insanların en cömerdi, ilim sâhibi bir kimsedir ki, ilmini yayar. Kıyâmet gününe o tek bir ümmet olarak gelir" buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîfteki ilim yayan kimse, Peygamber olmamasına rağmen, talebeleri onun ümmeti gibi olacaktır. Yine Zehebî'nin İmrân bin Huseyn'den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah, "Kıyâmet günü âlimlerin mürekkebi ile şehidlerin kanı tartılacak, âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanına gâlib gelecektir" buyurmuştur. Âlimlere ve evliyâya itaat, Allahü teâlâya ve Resûlüne itaattir. Onlara muhabbet de aynı şekildedir. Allahü teâlâ Nisâ sûresi, ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen "Ey îmân edenler! Allaha, Resûlüne ve Allahın emirlerini kullarına eriştirenlere itaat ediniz" buyurmaktadır. Eğer âlimler yol göstermeseydi, hiç kimse Allahü teâlâyı tanıyamayacaktı ve O'nun hakkı yerine getirilmeyecekti. Yine Resûlullah, "Allah bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık, zekât vermez ve namaz kılmazdık" buyurmuştur. Bunlarla dostluk ve düşmanlık, Allahü teâlâya dostluk ve düşmanlık gibidir. Nitekim Buhârî'nin Ebû Hüreyre'den "radıyallahü anh" rivâyet ettiği hadîs-i kudsîde "Benim velî kullarıma kim düşmanlık ederse, benimle harbe girmiş olduğunu bilsin" buyurmuştur. Bir hadîs-i kudsîde de, "Evliyâm öyle kullarımdır ki, benim zikrimle onlar hatırlanırlar, onların zikriyle (hatırlanmasıyla) ben atırlanırım" buyurulmuştur.
.
Anne-baba ve akraba hakkı
16 Nisan 2002 01:00
İslâmiyette haklardan biri de; insanın vücûda gelmesine, beslenmesine, rızıklanmasına ve benzeri şeylere vâsıta olan anne, baba, dede, nine gibi kimselerin haklarıdır. Hak teâlâ bunlar vasıtasıyle kullarına rızık ulaştırmaktadır. Bunlar vâsıtasıyla bir kısım insanlar menfaat bulmakta, izzet ve bedenî rahatlığa, mâli ni'metlerden bir çoğuna kavuşmakta onlardan beslenmektedirler. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "İnsanlara şükür etmeyen Allaha şükür etmiş olmaz" buyurmuştur. Allahü teâla Kur'ân-ı kerîmde meâlen "İnsana, ana-babasını itâ'at ve iyilikte bulunmalarını emir ettik. O annesi meşakkat üzerine meşakkat çekerek karnında taşıdı. Ona iki sene süt verdi. Bana ve ana-babana şükür et..." (Lokman-14) buyurmuştur. Bu hüküm Kur'an-ı kerîm birçok yerde bildirilmektedir. Resûlullah büyük günahları zikrederken Allaha şirk koşmanın yanında "Ukûk-u vâlideyn" zikr etmiştir. Ya'nî ana-babanın sözünü dinlememek, onlara isyân etmek, karşı gelmek ve eziyyet etmektir. Resûlullah Efendimiz, on şeyi vasiyet etmiştir 1- Öldürülsen veya yakılsan da Allaha şirk koşma. 2- Malından ve ehlinden ayrılmanı emir etseler de ana-babana isyân etme. 3- Bile bile farz namazı terk etme. Çünkü farz namazı terk eden Allahın emniyetinden uzak olur. 4- Asla içki içme çünki bütün kötülüklerin başıdır. 5- Günâhtan sakın. Zîrâ günâh Allahın gadabına sebep olur. 6- İnsanlar helâk olsalar da harpten kaçma. 7. Senin de içinde bulunduğun insanlara bir musîbet, zarar gelirse oradan ayrılma. 8- Fazla malından çoluk çocuğuna sarf et. 9- Onlara terbiye vermekten el çekme. 10- Onların Allahtan korkmalarını sağla. Bir kimse Resûlullahtan iyi muâmelede bulunmağa en ziyade hakkı olan kimdir? Diye sordu. "Annendir" buyurdular. Daha sonra kimdir? Diye sorunca, yine "Annendir" buyurdular. Daha sonra kimdir? Diye sorunca, yine "Annendir" buyurdular. Daha sonra kimdir? Diye sorunca, bu sefer "Babandır. Daha sonra en yakınlarındır" buyurdular. Resûlullah üç kere "Burnu yerde sürünsün" buyurdular. Yâ Resûlullah o kimdir? Diye sordular. Buyurdular ki: "Ana-babası, yanında ihtiyarladığı hâlde, (rızalarını alamayıp) Cenneti kazanamayanın burnu sürtsün.
.
Kazandıklarınızın en iyisi...
17 Nisan 2002 01:00
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Anne-babasına itâat eden kimse için Cennetten iki kapı açılır. Eğer anne-babasından biri varsa bir kapı açılır. Ana-babasına âsî olan için de Cehennemden iki kapı açılır." Orada bulunan Eshâb-ı kiram, Yâ Resûlallah! Ana-babası zulmediyorsa? Diye sordular. Cevâbında üç kere "Zulm etseler de" buyurdular. Resûlallah "sallallahü aleyhi ve sellem" "İyilik sâhibi bir evlâd, ana-babasına rahmet ile nazar ederse, Allah onun her bir bakışına hacc-ı mebrûr (günâhdan temizlenmiş hac) sevâbı yazar" buyurdular. Bir şahıs Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" gelerek, yâ Resûlallah! Ben cihâd etmek istiyorum dedi. "Annen var mı?" buyurdular. Vardır dedi. "Annenin hizmetinde ol. Cennet onun ayağı altındadır" buyurdu. "Cennet annelerin ayakları altındadır" hadîs-i şerîfini Beyhekî, Muâz bin Câbir'den "radıyallahü anh" rivâyet etmiştir. Bir kimse Resûlullahtan, annemin ve babamın hakkı nedir? Diye sordu. Cevâbında "Onlar senin Cennet ve Cehennemindir" buyurdular. Bir kimse Resûlullahın huzûruna geldi. Babam muhtactır. Benim malımdan almak istiyor dedi. Cevâbında "Sen ve malın babanındır. Çocuklarınız, kazandıklarınızın en iyisidir. Çocuklarınızın kazancından yiyiniz" buyurdular. Anne-baba, dede ve ninelerin nafakası, kâfir veyâ zimmî de olsalar, hür, âkıl, bâliğ ve çalışabilen oğullarının üzerine vâcibdir. Bir kimse, Resûlullahtan sordu ki: Annem kâfirdir. Onu ziyaret edeyim mi? Buyurdular ki: "Evet et. Günâh ve farzı terk etmekten başka olan emirlerini yapmak ve rızâsını aramak vâcibdir." Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Allahın rızâsı, babanın rızâsında, Allahın hoşnud olmaması, babanın hoşnut olmasındadır" buyurmuştur. Lokman sûresi, onbeşinci âyet-i kerîmesinde mealen, "Eğer baban ve annen, senin hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana şerik koşman için seni zorlarlarsa, onlara itâ'at etme onlarla dünyâda dine aykırı olmayan hususlarda mürüvvete uygun şekilde muamelede bulun..." buyurmuştur. Resûlullah Efendimiz de "Hâlık'a isyân olan şeyde, mahlûka itâ'at olunmaz" buyurmuştur.
.
Baba dostlarının hakkı
18 Nisan 2002 01:00
Babanın vefatından sonra, baba dostlarıyla dostluk yapmak, onlara iyilik etmek, babanın haklarındandır. Onlara bedenî ve mâlî hizmetlerde bulunmak lazımdır. Akrabâyı ziyâret ve onlara iyilik etmek, ana-babaların haklarındandır. Anne-babanın çocuklarına ya'nî erkek ve kız kardeşlerine, anne ve babanın kız kardeşlerine ve onların çocuklarına iyilikte bulunmak ve ziyâret etmek lâzımdır. Nesebi daha yakın olanın hakkı daha çok olur. İsrâ sûresinin yirmialtıncı âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ "Yakınlarına hakkını ver..." buyurmaktadır. Bunun için zengin olan kimse, fakir olan ve kazancı olmayan müslümanın zi rahm-i mahrem akrabâsının yani yakın akrabanın nafakasını vermesi vaciptir. Zi rahm-i mahrem demek, erkek için anne, bacı, hala, teyze gibi, kadın için, baba, kardeş amca, dayı gibi evlenmesi haram olanlar demektir. Bakara sûresi, 233. Âyet-i kerîmesinde, "Evlâdın nafakası vâcib olduğu gibi vârisin üzerine de nafaka vaciptir" buyurulmuştur. Sa'îd bin Iyâz'ın "radıyallahü anh" rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı, babanın oğlu üzerindeki hakkı gibidir" buyurmuştur. Allahü teâlâ yeryüzünde fesat çıkarana ve sıla-i rahmi terk edene la'net etmiş ve Muhammed sûresi, 22. ve 23. Âyet-i kerîmelerinde "Eğer Allahın hükmünden yüz çevirirseniz yeryüzünde fesat çıkarmanız ve akrabâyı ziyareti terk etmeniz umulmaz mı? Onlar o kimselerdir ki Allah onlara la'net etmiştir, hakkı görmezler" buyurmuştur. Resûlullah, "Akrabâyı ziyâret etmeyen Cennete giremez" buyurdu. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Sıla-i rahm yapmayan kimsenin bulunduğu yere rahmet nâzil olmaz" buyurmuştur. Sıla-i rahmin vacip olduğuna ve kat'ı rahmin harâm olduğuna dâir çok hadîs-i şerîf bildirilmiştir. Bunun için herkesin, nesebini, akrabalarını bilmesi lazımdır ki, onlara sıla-i rahm yapsın, kat'ı rahme düşmesin. İki yakın kimseden biri diğerine kötü muâmele yapıp sıla-i rahmi yani yakın akraba ziyaretini kesse, diğerinin de ondan ilişkisini kesmesi câiz değildir. İkincinin ilişkiyi kesmemesi lâzımdır. Böylece kat'ı rahmin vebâli, tamâmen birinciye olacaktır
.
Kudüs'ün huzur devirleri
20 Nisan 2002 01:00
Kudüs'ün, asırlarca süren karanlık zulüm devri, 638 senesinde hazret-i Ömer'in Kudüs'ü muhasara etmesiyle son buldu. Kudüs halkı, hazret-i Ömer'e şehrin anahtarlarını bizzat kendileri teslim etti. Böylece kendi devletleri olan Bizans'ın ağır vergi ve işkencelerinden eziyet ve cefalarından ve zulümlerinden kurtuldular. Çok kısa zamanda düşman zannettikleri Müslümanlardaki adâlet ve merhameti açıkça gördüler. İslâmiyetin, iyilik ve güzelliği emreden ve insanları dünya ve âhiret saâdetine kavuşturan bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama olmadan bölük bölük, mahalle mahalle İslâmiyeti kabul ettiler. Kudüs'ü fethedip İslâm topraklarına katan hazret-i Ömer, Kudüs halkına tarihin şeref levhalarına geçen şöyle bir emân (teminat) mektubu verdi: "Müslümanlar, Hıristiyanların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, mallarına zarar vermeyecek, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve İslâm dînine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zor kullanılmayacak. Hiçbir Müslümandan en ufak bir zarar bile görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse varacakları yere kadar canları, malları, ırzları üzerine emân verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse tamamen temînât altında olacaklar. Bunun karşılığı olarak cizye (gelir vergisini) vereceklerdir. Ekin biçme zamanına kadar onlardan hiçbir vergi alınmayacaktır." Her gelen, Kudüs halkını kılıçtan geçirirken, Hazret-i Ömer işte böyle haklar verdi. Kudüs'ün zengin sebze tarımından elde edilen gelir fakir halka tahsis edildi. Selâhaddîn-i Eyyûbî de Kudüs halkına çok iyi davrandı. Vergileri indirdiği gibi, Haçlıların kilise hâline çevirdikleri câmileri eski durumlarına getirdi. Memlûkler döneminde de Kudüs bir ilim, irfan ve huzur merkezi hâline geldi. Kudüs halkı en huzurlu devrelerinden birini de Osmanlılar zamanında yaşadı. Bugün Filistin'de yaşayan yaşlılar Osmanlılar zamanındaki, bereketin huzurun hasretiyle yanıyorlar. Gençleri İngilizler tarafından Osmanlı düşmanı olarak yetiştirildiği için bunun farkında değiller. Tam 400 sene Filistin, Osmanlı Devletinin hâkimiyetinde kalmıştır. Sekiz buçuk sene içinde Osmanlı Devletini iki misli büyülten Yavuz Sultan Selim Han, çok kuvvetli târih, strateji, siyâset ve taktik bilgisine sâhipti. İslâm ülkelerinin zayıf ve parçalanmış olmasının tehlikesini gören nâdir bir devlet adamıydı. Bir gün İslâm ülkelerinin Hıristiyan veya Yahûdîlerin sömürgesi olmaması için, o devirde en güçlü İslâm devleti olan Osmanlı Devleti etrâfında topladı. Nitekim Osmanlı Devleti yıkılınca bütün İslâm ülkeleri Hıristiyan ülkelerin sömürgesi oldular. Osmanlı Devletinin en büyük hizmeti, Filistin'de Yahûdî Devleti (İsrail'in) kurulmasını 430 sene geciktirmiş olmasıdır. İsrâil yarım asır önce kurulmuş olsaydı, bugün bütün Arap ülkeleri İsrâil işgâlinde olacaktı. Bir asır önce kurulsaydı bütün Müslümanlar imhâ edilmiş ve sapık yollarla İslâmiyetten uzaklaştırılmış olacaktı. Osmanlı Devleti, Yahûdînin, Müslümanları ve İslâmiyeti imhâ plânını engellemiştir. Yahudilere toprak vermediği için Sultan Abdülhamid Han tahtından olmuş, ömrünü sıkıntı içinde dört duvar arasında tamamlamıştır. Batı tarafından, tarih ve din cahili olarak yetiştirilen halk bunun farkında değil. Osmanlıya dua edeceklerine Batı ile işbirliği yapıp düşman oldular. Ecdatlarının yolu olan Ehli sünnet yolunu terkedip, mezhepsizlerin, teröristlerin yoluna saptılar. Bundan dolayı Filistinliler ve diğer İslam ülkeleri Osmanlıdan sonra iflah olmadı. İster istemez insanın aklına geliyor acaba bugün çekilen sıkıntılar, görülen zulümler bunun bir bedeli midir? Zalime yardım eden onun mutlaka zulmüne uğrar. Tabii ki bu arada kurunun yanında yaş da yanıyor. Ancak, Cenab-ı Hak bunlara çektikleri sıkıntıların karşılığını ahırette fazlasıyla verecektir.
.
Büyüklerin evladının hakkı
20 Nisan 2002 01:00
Ana-baba haklarından, erkek kardeş, kız kardeş ve diğer akrabânın sıla-i rahminden bahsedince; Resûlullahın, halîfelerin, evliyâ ve âlimlerin haklarından, evliyâ ve âlimlerin çocuklarını ziyâret ve onlara iyilik etmekten bahsetmek de lazımdır. Allahü teâlâ Şûrâ sûresi, yirmiüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen "Ey Resûlüm de ki, peygamberliği tebliğ ettiğim için sizden ücret istemiyorum. Akrabâlarımı sevmenizi istiyorum..." buyurmuştur. Büyük âlimlerin ve evliyânın oğullarının bir kısmı fâsık ise, ona nasihat edip hakkını yerine getirmek lazımdır. Eğer sapıklığı küfre varmışsa ona dostluk göstermek lâzım olmaz. Nitekim Allahü teâlâ Mümtehine sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde "Ey îmân edenler! Allahü teâlânın gadab ettiği kimselerle dostluk kurmayınız. Muhakkak ki onlar, kâfirlerin kabirdekilerden ümitsiz oldukları gibi, âhıretten ümitsizdirler" buyurmuştur. Ayrıca Hûd sûresi, kırkaltıncı âyet-i kerîmesinde Nuh aleyhisselâmın oğlu için "...O senin ehlin değildir. Zira o sâlih olmayan amel işlemekdedir..." buyurmuştur. Bütün hadîs âlimerinin ittifakıyla Amr ibni Âs'dan "radıyallahü anh" rivâyet edilen hadîs-i şerîfte "Falân şahsın akrabaları bana dost değildirler. Benim dostum ancak Allahü teâlâ ve sâlih müslümanlardır. Fakat onlar benim yakınlarım olduğu için onlara sıla-i rahm yaparım" buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre, büyük âlimlerin evliyânın oğulları ve kendi akrabâları, eğer kâfir olurlarsa veya râfızî veya hâricî gibi küfre varan bir sapık yolda olurlarsa, onlarla dostluk yapmak lâzım gelmez. Ancak onları ziyâret etmekten ve ihsan, iyilik etmekten de uzak durmamalıdır. Nitekim Allahü teâlâ Mümtehine sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen "Allahü teâlâ sizinle dînin başlangıcında harb etmeyen, sizi diyârlarından dışarı çkarmayan kimselere ihsân etmekten ve insâflı davranmaktan nehyetmemektedir. Elbette Allah iyilik edenleri sever" buyurmaktadır. Ya'nî zimmî olan kâfirlere ihsân ve iyilik etmek men olunmamıştır. Anne-baba hakkı gibi süt ile olan yakınların da hakkı vardır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", süt akrabâlarını kendi çadırında ağırlardı, onları minderin üzerine oturturdu
.
Habeşî köle de olsa...
21 Nisan 2002 01:00
Halkın; âmirlerin, idarecilerin meşru olmak şartıyla tabi'atına aykırı olsa da emirlerine itâ'at etmesi lazımdır. Allahü teâlâ Nisâ sûresi, ellidokuzuncu âyeti kerimesinde "Allaha, Resulüne ve sizden olan ülül emre, itâ'at ediniz!..." buyurmaktadır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" de ittifakla bildirilen hadîs-i şerîfte, "Bana itâ'at eden, Allaha itâ'at eder. Bana isyân eden, Allaha isyân etmiş olur. Emîre itâ'at eden, bana itâ'at etmiş olur. Emîre isyân eden, bana isyân etmiş olur. " buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfte de "Emîriniz, başı kuru üzüm danesi gibi siyah ve küçük olan habeşî köle de olsa, onu dinleyiniz ve itâ'at ediniz" buyurmuştur. Yine bunun gibi İbni Ömer'in hazreti Ali'den "radıyallahü anhümâ" rivâyet ettiği bütün hadis âlimlerinin ittifâkıyla bildirilen bir hadîsi şerîfte resûlullah "Emîrin hükmünü dinlemek ve itâ'at etmek, her müslümâna; ister hoşuna gitsin isterse beğenmesin, günâh ile emir edilmedikçe vâcibdir. Günah olan emir verilirse dinlenmez ve itâ'at edilmez" buyurmuştur. Yine ittifakla İbni Abbâs'dan "radıyallahü anhümâ" rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Emîrinden, beğenilmeyen bir işi gören kimse sabır etsin. Muhakkak ki müslümân cemâ'atinden bir karış ayrılan, câhiliyye ölümü gibi ölür" buyurmuştur. Yine İbni Mes'ûddan "radıyallahü anh" ittifakla bildirilen hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Benden sonra saltanat sâhiplerinden menfa'atlerini öne almak ve beğenmediğiniz işler göreceksiniz" buyurdular. Eshâb-ı kirâm, yâ Resûlallah! O zaman bizim ne yapmamızı emir buyurursunuz? diye sordular. Cevâben "Onların hakkını edâ ediniz, hakkınızı Allahtan isteyiniz" buyurdular. Eshâb-ı kirâm yâ Resûlallah! Eğer onlar emîr olup kendi haklarını bizden isterlerse ve bizim hakkımızı vermezlerse ne yapalım? Diye sordular. Cevâben, "Onların hükümlerini, emirlerini dinleyip itâ'at ediniz. Muhakkak ki onlar, Allahü teâlânın onlara yüklediği adâlet ve halkın haklarından sorumludurlar. Size de Allahü teâlâ, sultanların emirlerini dinlemeği ve itâ'at etmeği vâcib kılmıştır" buyurdular.
.
Erkeğin hanımı üzerindeki hakkı
22 Nisan 2002 01:00
Erkeğin hanımı üzerindeki hakkı ile ilgili hadîs-i şerîfler çoktur. Âişe'nin "radıyallahü anhâ" bildirdiği hadîs-i şerîfte, "Bir kimseye secde edilmesine hüküm etseydim, kadının kocasına secde etmesini emir ederdim" buyuruldu. Resulullah Efendimiz, "Kadının cihadı, kocası ile iyi geçinmektir." buyurdu. Ümm-i Seleme'nin "radıyallahü anhâ" rivayet ettiği hadis-i şerîfte Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: "Kocası razı olduğu hâlde ölen kadın Cennete girer." Ebû Nuaym'ın (Hilye) kitâbında bildirdiği hadis-i şerifte Resulullah efendimiz "Beş vakit namazını kılan, Ramazan orucunu tutan, iffetini koruyan ve kocasının sözünü dinleyen kadın Cennete dilediği kapıdan girer" buyurmuştur. Kadın, kocasına; "Senden ne gördüm" diyerek küfran-ı nimette bulunmamalıdır! Resulullah, "Eğer kocalarına karşı küfran-ı nimette bulunmasalar, namaz kılan kadınlar hemen cennete girerdi." buyurdu. Hz. Muâz'ın rivayet ettiği hadis-i şerifte, "Bir kadın kocasını azarladığında Cennet hurileri o kadına la'net edip derler ki, bu şahıs senin yanında misâfirdir. Yakında senden ayrılıp bizim tarafımıza gelecektir." buyurulmuştur. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Kocasına karşı hoş olmayan davranışlarda bulunan kadının namazı kabul olmaz" buyurmuştur. R. Nasıhin'de bildirildiğine göre, bir gün Hz. Fatıma, ağlıyarak babasının huzuruna geldi. Resulullah sordu: "Ya Fatıma, niçin ağlıyorsun?" "Kasıtsız söylediğim bir sözden Ali bana kızdı. Özür diledim. Fakat onu üzdüğüm için ağlıyorum." Bunun üzerine Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Kızım, bilmez misin, Allahü teâlânın rızası kocanın rızasına bağlıdır. Ne mutlu o kadına ki daima kocasının rızasını arar, kocası ondan razı olur. Kadınlar için en üstün ibâdet, kocasına itaattir. Erkek, hanımından razı olunca, o kadın istediği kapıdan Cennete girmeye hak kazanır. Kocasını üzen kadın, onu razı edinceye kadar, Allahü teâlânın lânetinde olur." Başka bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki: "Kocanın hanımı üzerindeki hakkı, benim sizin üzerinizdeki hakkım gibidir. O hâlde kocasının hakkını gözetmiyen, Allahın hakkını gözetmemiş olur.
.
Hanımın kocası üzerindeki hakkı
23 Nisan 2002 01:00
Allahü teâlâ, Bakara sûresi, ikiyüz yirmisekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen "Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler." Nisa Suresinin 34. ayetinde, "Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler." buyurulmuştur. Bu üstünlük, hakimlik onlara kötü muamele hakkını vermez. Aksine onlara iyi davranmayı, zulmetmemeyi emreder. Hadis-i şerifte, "Mü'minlerin îmânı en kâmil olanı, ahlâkı güzel olanı; onların en şefkatlisi hanımına karşı şefkatli ve iyi davranandır" buyurulmuştur. Yine Resûlullah, "Sizin hayırlınız ehline iyi davranandır. Ben ehline karşı sizin en iyinizim" buyurmuştur. Muâviye-i kuşeyrî "radıyallahü anh" Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" kadının kocası üzerindeki hakkını sordu. Buyurdular ki: "Kendi yediğinden ona yedirmek, giydiğinden ona giydirmek, yüzüne vurmamak, kötü söylememek, onu evde yalnız bırakıp gitmemek, başka odada olmaktır." (Yanî evde hanımı ile bir huzursuzluk olursa, başka odada yatıp onu kendi odasında yalnız bırakmalıdır.) Bir hâdis-i şerîfte Resûlullah Efendimiz, "Bir gece birçok kadınlar evime geldiler kocalarından şikâyet ettiler. O erkekler iyi kimseler değildirler" buyurmuştur. Bunun kıssası şöyledir: Resûlullah "Kadınlarınızı döğmeyiniz" buyurduktan sonra hazret-i Ömer Resulullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" huzûruna çıkıp, "Kadınlara kahraman kesildiler. Kocalarına kötü sözler söylemeğe başladılar" dedi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" kadınları terbiyeye izin verdiler. Bunun üzerine kadınlar toplanıp kocalarını şikâyet etmek üzere huzûr-u saâdete çıktılar. Yukarıda zikredilen hadîs-i şerîf o zaman söylenmiş oldu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kadın, zayıf yaratılışlıdır. Zayıflığını susarak yenin! Evdeki kusurlarını görmemeye çalışın!" "Müslümanların en iyisi, en faydalısı, hanımına en iyi, en faydalı olandır. Sizin aranızda hanımına karşı en iyi, en hayırlı, en faydalı olan benim." "Kadınlarınıza eziyet etmeyin! Onlar, Allahın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!" Kur'an-ı kerimde de, "Onlarla iyi, güzel geçinin!" buyuruluyor. (Nisa 19
.
Halkın idareciler üzerindeki hakkı
24 Nisan 2002 01:00
Devletin, idarecilerin halkın üzerinde hakkı olduğu gibi halkın da idareciler üzerinde hakları vardır. Cenab-ı Hak, halkı idarecilere emanet etmiştir. İdareciler, halkın hakkını hukukunu korumak zorundadırlar. Abdullah bin Ömer'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" şöyle buyurmuşlardır: "Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Emriniz altında olan kimselerden mes'ûlsünüz. Hükümdar, emri altında bulunan bütün insanlardan mes'ûldür. Evin reisi ev halkından mes'ûldür. Ev hanımı evinden ve çocuklarından mes'ûldür. Uyanık olun, dikkat ediniz! Herbiriniz bir gözeticisiniz. Gözettiklerinizden sorumlusunuz." Diğer bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Halkına iyi davranmayan, onların haklarını gözetmeyen ve bu hâlde ölen kimseye Cennet harâm edilmiştir." Zorluk gösteren zorluk, kolaylık gösteren kolaylık görür. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Yâ Rabbî! Ümmetime bir işinde zorluk çıkarana sen de zorluk çıkar. Kolaylık gösterene de kolaylık ver" diye dua ettiler. Ayrıca, "Adil idâreciler Hak teâlâ katında nûrdan minberler üzerinde olurlar." buyurdular. İdarecilik mesuliyetli bir iştir. Peygamberimiz, "On kişinin âmiri olan bir kimse Kıyamet günü bağlı olarak getirilir. Sonunda ya adâleti onu bağlardan kurtarır veyâ zulmü onu helâk eder" buyurdu. Resûlullah Efendimiz, Cenab-ı Hakkın en çok sevdiği ve en çok buğzettiği kimseleri şöyle bildirdi: "Kıyâmet günü Allahü teâlânın insanlar içinde en çok sevdikleri ve mertebe bakımından Allaha en yakın olanları âdil hükümdârlardır. Kıyâmet günü Allahü teâlânın insanlardan en çok buğzettikleri en şiddetli azâb ettiği, zâlim devlet adamlarıdır." Yine, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdular ki: "Sultan, Allahü teâlânın yeryüzündeki zıllidir. Kullarından her mazlûm ona sığınır. Adâlet yaparsa sevâb alır, halk da ona teşekkür eder. Zulmederse karşılığı boynunda kalır, halk ise sabreder." "Adaleti zulmüne galip olan kadı Cennettedir. Zulmü adaletine galip olan kadı da Cehennemde olur."
Çocuklara şefkat ve merhamet
25 Nisan 2002 01:00
Bir köylü, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" huzûruna geldi. "Siz çocuklarınızı öpüyorsunuz biz öpmüyoruz" dedi. Ona, "Allahü teâlâ senin kalbinden rahmet ve şefkati uzaklaştırmışsa, ben ne yapabilirim!" buyurdular. Peygamber Efendimiz herkese karşı merhametli olunmasını isterdi. Bir hadis-i şerifte "Elinizin altında bulundurduğunuz kardeşlerinize yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onlara zor iş yüklemeyin, eğer zor iş verirseniz onlara yardımcı olun!" buyuruldu. Yine Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Her kim iki kızını büluğ çağına kadar yetiştirirse, Kıyâmet günü benimle o kimse şunun gibi olur" buyurarak mübarek iki parmağını birleşdirdi. Hazret-i Aişe şöyle bildiriyor: Bir kadın yanıma geldi onunla birlikte iki kızı vardı. Benden bir şey istedi. Benim yanımda bir tek hurmadan başka bir şey yok idi. O hurmayı kadına verdim. Kadın hurmayı iki kızına bölüp verdi. Kendisi hiç yemedi ve gitti. Biraz sonra Resûlullah gelince bu olayı anlattım. "Bir kimsenin birkaç kızı olsa, onlara hep iyilik etse, güzel davransa, o kızlar o kimse için Cehennemden perde olurlar" buyurdular. Başka bir hadis-i şerifte de, "Hizmetçiniz, yemeğinizi pişirip sıcak ve buharlı durumda önünüze getirdiğinde oturup onunla birlikte yiyin! Eğer yemek az ve yiyen çok olursa hizmetçinin eline bir veya iki lokma verin!" buyurdular. Bir hadîs-i şerîfte de, Resûlullah buyurdular ki: "Allahü teâlâ üç sıfatın bulunduğu kulunun ölümünü kolaylaştırır ve Cennetine sokar: Zayıflara, güçsüzlere sevgi ve yumuşaklık göstermek. Anne-babaya şefkat göstermek. Hizmetçisine ihsân ve iyilikte bulunmak" Bir kimse Peygamberimize, "Yâ Resûlallah! Hizmetçilerimizin kusurlarını kaç kerre af edeyim?" diye sordu. Peygamberimiz cevap vermediler. İkinci kerre sordu. Yine cevap vermediler. Üçüncüsünde "Her gün yetmiş kerre bağışlayınız" buyurdular İmam-ı Razi hazretlerinin bildirdiği hadis-i şerifte de, "Âgâh olunuz! Size, sizin en kötünüzden haber veriyorum. Sizin en kötünüz yalnız yiyen, hizmetçisini döven ve ihsanda bulunmayan yardım etmeyendir." buyuruldu.
.
Komşu hakları
26 Nisan 2002 01:00
İslâmdaki haklardan biri de komşu hakkı, yol ve sohbet arkadaşının haklarıdır. Bunlar insanın Allahü teâlâya yaklaşmasına vesîle olur. Nisâ sûresi, otuzaltıncı âyet-i kerîmede Allahü teâla, "Allaha ibâdet ediniz. Ona hiçbir şey ile şirk koşmayınız. Anne-babaya, yakınlarınıza yetimlere, fakirlere, komşularınıza, uzak komşularınıza yolcuya ve misafirlerinize hizmetçilerinize ihsân iyilik ediniz" buyurmuştur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Gayri müslim komşunun bir hakkı, Müslüman komşunun iki hakkı, akraba olan komşunun üç hakkı vardır." İbni Ömer'den "radıyallahü anhümâ" rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah buyurdular ki: "Cebrâil aleyhisselâm bana dâimâ komşuluk hakkında tavsiyelerde bulunurdu. O dereceye vardı ki, Allahü teâlânın, komşuyu komşuya vâris yapacağını zannettim." Ebû Zer'in "radıyallahü anh" rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah "Et pişirdiğiniz zaman suyunu biraz fazla koyup komşularınıza ikrâm edin!" buyurmuştur. Aişe validemiz, "Yâ Resûlallah, iki komşum var. Onlardan hangisine hediye vereyim?" diye sordu. "Kapısı daha yakın olana" buyurdular. Ebû Hüreyre'nin "radıyallahü anhümâ" rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah" "Allaha ve âhıret gününe îmân eden komşusuna iyilikte bulunsun. Allaha ve âhıret gününe îmân eden misâfirine ikrâm etsin. Allaha ve âhıret gününe îmân etsin hayırlı söylesin veyâ sussun! Fâidesiz söz söylemesin" buyurmuştur. Komşularının günah işlediklerini görüp de, "Bana ne" diyerek evine çekilen, uygun bir şekilde onlara nasihat etmiyen ve kendileri ile görüşmiyen, onların cehennemden kurtulması için yardım etmiyen, mesul olacaktır. Komşuları, böyle bir kimseyi, kıyamette Allahü teâlâya şikayet edeceklerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Nice kimse, kıyamette komşusunun yakasına yapışıp, diyecek ki: Ya Rabbi, buna sor ki, niçin kapısını bana kapattı? Niçin sahip olduğu nimetlerden bana da vermedi?"
.
Bugünleri görmüştü
26 Nisan 2002 01:00
Bugün Filistinlilerin başına gelenleri en iyi şekilde gören, bunu önlemek için çırpınan tek devlet adamıydı Sultan İkinci Abdülhamid Han. Bunun için tahta çıkınca ilk icraatı, Filistin'in bütün topraklarını sarayın (Osmanlı Hanedanının) mülkü haline getirmek oldu. Böylece nüfusun çoğunluğunu elde etme planının bir parçası olan Filistin'de toprak satışı kesin olarak önlendi. Ayrıca Filistin'e 33 senelik saltanatı esnasında tek bir Yahudinin girmesine izin vermedi. Siyonizm teşkilatının lideri Dr. Theodor Hertzel birçok defa Saraya ve Babıâli'ye mektup yazdı. Yüz bulamayınca, İngiltere'nin aracılığı ile görüşerek Abdülhamid Han'a şu tekliflerde bulundu. Filistin'de toprak verildiği takdirde: 1-Yahudiler Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyecekler. 2-Osmanlı Devletine büyük mali yardımda bulunacaklar. 3-Sultan Abdülhamid Han'ın siyasetini Avrupa'da destekleyecekler. 4-Yahudiler, Osmanlı Devletinde inşa edilecek savaş üslerinin parasını ödeyecekler. 5-Sultan Abdülhamid Han'a şahsı için büyük servet verecekler... Osmanlı Devleti ekonomik yönden büyük bir çöküntü, hatta, iflas durumunda olmasına rağmen, Sultan Abdülhamid Han bu büyük maddi teklifler karşısında çok hiddetlenerek yüksek sesle, "Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burasını terk edin!" diyerek huzurundan kovmuştur. Bu teşebbüsün arkasında İngiltere ve meşhur banker Yahudi asıllı Rotschild bulunuyordu. Daha sonra Abdülhamid Han'ı tahttan indirerek intikamlarını aldı İngilizler. Teşkil olunan yeni hükümette üç Yahudi veya dönme bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) bulunuyordu. İttihat ve Terakki, ilk iş olarak azınlıkların da toprak satın alabileceğine dair kanun çıkarttı. İttihat ve Terakki'nin ihanetlerinden biri de budur... Yahudiler geniş topraklar alarak üzerlerine tapuladılar. Sultan Abdülhamid Han'ın şahsi (Hanedan) arazisi kasten ve yok pahasına Yahudilere satıldı. Birinci Dünya Harbinden önce İngiltere ve Fransa, Yahudilere teminat verdi: Osmanlı Devleti yıkılacak ve Filistin'de Yahudi Devleti kurulacaktı. İttihat ve Terakki Partisinin basiretsiz liderlerinin bir emri vakisi ile Osmanlı Devleti 1914'te Birinci Dünya Harbine katıldı. Tarih kitaplarında Birinci Dünya Harbinin görünen ve görünmeyen sebepleri olarak çok şeyler söylenmiştir. Fakat gerçek sebep Osmanlı Devletini yıkmak ve Yahudi devleti kurmaktır. Filistin'i işgal eden İngilizler derhal askerî idare ilan ettiler. Çeşitli planlarla, mülk satışlarıyla Yahudilerin sayısını artırmaya başladılar. Hitler'in Almanya'da iktidara gelişi ve Yahudi aleyhtarı politika takibiyle Yahudilerin Filistin'e göçleri aşırı derecede arttı.1947'de Yahudi sayısı ile Arap sayısı eşit duruma geldi. İkinci Dünya Harbi müttefiklerin galibiyetiyle bitti. İngilizlerin Filistin'i Yahudilere hediye etmesine artık hiçbir mani kalmamıştı. 14 Mayıs 1948'de Yahudiler, İsrail'in kuruluşunu ilan ettiler. Bu arada Filistinliler, değişik terörist örgütler kurarak mücadeleye başladılar ise de bunlar da, dış güçlerin kontrolünde, İslam kültüründen habersiz, ateist, Hıristiyan kökenli Maocu, Marksist-Leninist ideolojilere sahip teşkilatlar olduğunu için Filistin bugünkü acınacak, içler acısı hale düştü. Netice olarak Filistin'in bugünlere gelmesinin müsebbibi İngilizler ve bunların oyunlarına alet olan, İttihat-Terakkiciler ve Osmanlının kıymetini bilmeyen oyuna getirilen Filistin halkıdır
.
Osmanlı, huzuru nasıl sağladı?
27 Nisan 2002 01:00
Osmanlının asırlarca huzur içinde idare ettiği ve her çeşit milletin, dinin bulunduğu ülkeler, Osmanlının çekilmesiyle bir anda huzursuzluk kaynağı ülkeler haline geldi. Bilhassa Balkanlar ve Ortadoğu'da kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı. Bugün, insan haklarını, özgürlükleri dillerinden hiç düşürmeyen Batı'nın gözü önünde Filistin'de soykırım uygulanıyor; ancak kendilerinin duyabileceği kadar bir sesle "Yapmayın" "Etmeyin"den öteye yaptıkları ciddi bir şey yok. Bugün, Osmanlı, yüzyıllarca bu ülkeleri huzur içinde nasıl idare etti, bunun üzerinde durmak istiyorum. Bir anekdot ile konuya gireyim. Belçika Başbakanı, Sayın Demirel'e soruyor: "Osmanlı Balkanlar'ı 500 yıl savaşsız nasıl yönetti?" Demirel cevap veriyor: "Herhalde Osmanlı'yı geri istemiyorsunuz. Çünkü Osmanlı'yı devirmek için her şeyi yaptınız. Osmanlıda, toprak, ticaret, menfaat kavgası yok, güvenlik ve adalet var. İşte savaşsız yönetmenin sırrı burada!" İsrail Başbakanı da aynı sıkıntıdan dertli olduğu için soruyor: "Biz bu toprakları idare edemiyoruz, ne yapsak kavga çıkıyor. Osmanlı, tek şeritli jandarma onbaşısı ile buraları idare etmiş, bunun sırrı nedir?" Sayın Demirel buna da şöyle cevap veriyor: "Bunun sırrı, onbaşının kolundaki şerittir, zira imparatorluğun simgesidir. Senin sandığın gibi sıradan bir rütbe işareti değildir. Arkasında imparatorluk ve padişah, onun arkasında hak, hukuk ve adalet var. Düzeni bozanı anasından doğduğuna pişman eden kudret, devlet ve otorite var!" Evet, Osmanlıda öyle bir otorite var ki, her zaman mazlumun yanında, zalimin karşısında. Böyle bir idareye kim boyun eğmez? Bunun için de tarihe kendini altın harflerle yazdırmış Osmanlı. Fransız tarihçisi Grengur, "Osmanlı imparatorluğu, beşer tarihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir" demektedir. Peki Osmanlının bu herkesi memnun eden özellikleri, prensipleri nelerdi? Osman Gazi'nin 4800 kilometrekarelik küçük bir beyliği üç kıtaya nasıl yayıldı? Bunun sırrını tarihçiler ana hatları ile şöyle sıralıyorlar: Osmanlıda fetihler yalnız kılıçla değil, daha çok uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika neticesinde gerçekleşmekteydi. Osmanlı idaresinin, gayri müslimlere can ve mal güvenliğiyle dinlerinde serbestlik tanıması, onların zamanla İslamı kabul etmelerine yol açıyordu. Yine bu durumun sonucu olarak çok defa, geniş bölgeler, şehir ve kasabalar kendiliğinden Osmanlı hakimiyetini tanımakta idiler. Osmanlılar fethettikleri ülkenin halkının yaşayışına müdahale etmediler, onları sadece kendi nüfuzları altına aldılar. Bu müsamahayı, Rumeli'de daha geniş surette ve onların eski varlıklarını korumak üzere uyguladılar. Bunu gören ve baştan başa Hıristiyan olan Balkan Yarımadası halkı, kısa zaman içinde bu tarzdaki âdilâne hareket ve idarî siyasetteki incelik sayesinde İslamiyeti seçti. Fethedilen bölgelere, İslamın güzel ahlakı ile bezenmiş aileleri, alperenleri, dervişleri, ahîleri yerleştirdiler. Yerli halk bunların yaşayışını bizzat görerek İslamiyeti tanıdılar. Kendi yaşayışları ile Müslümanların yaşayışları arasındaki farkı görerek seve seve Müslüman oldular. Devletin gönüllü savunucuları haline geldiler. Osmanlı Devleti ve sultanlarının davaları da, kendi tabirleri ile "nizam-ı âlem" (dünya barışı) üzerinde toplanıyor, koca devletin varlık sebebi ve savaşları da, insanî esaslara bağlı bulunan bir cihan hakimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Sistem, insanları sömürmek, varını yoğunu almak üzere değil, vermek üzerine, onları huzurlu hale getirmek üzerine kurulmuştu. Osmanlıdan sonra böyle bir devlet çıkmadı. Çıkması da mümkün değil. Osmanlı gibi, adaleti, huzuru gaye edinen bir devlet olsaydı, Filistin'de Balkanlar'da ve diğer ülkelerde bu zulümler ve bu canilikler yapılamazdı! Yanlış yapan başına gelecekleri bilird
.
"Kişi, sevdiği ile beraberdir"
27 Nisan 2002 01:00
Komşularımızın bizim üzerimizde hakları olduğu gibi, iş, yolculuk veya başka sebeblerle beraber bulunduğunuz kimselerin de üzerimizde hakları vardır. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" beraber bulunduğu, yolculuk yaptığı Eshâb-ı kirâmı ile aralarında muhabbet ve hürmeti bildiren nice mankıbeler bildirilmiştir. Bu tür beraberlikler, dostluklar iyi kimselerle yapılmalı, kâfirler ve fâsıklarla, kötü kimselerle yapılmamalıdır. Nitekim bütün hadîs kitablarında Ebû Mûsâ'dan "radıyallahü anh" bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: "İyi komşu, yanında misk taşıyan kimse gibidir. Ya güzel kokudan sana verir. Ya da sen ondan güzel kokuyu satın alırsın. Veya miskin güzel kokusundan istifâde edersin. Kötü komşu, demirci ateşini körükleyen gibidir. Ya elbiseni yakar veyâ onun kötü kokusunu alırsın!" Bunun gibi Enes'den "radıyallahü anh" rivayet edilen hadis-i şerifte, "İyi komşu güzel koku satıcısı gibidir. Sana güzel koku vermese bile güzel koku sana gelecektir" buyurulmuştur. Yine, Resûlullah Efendimiz "Kâmil îmanlı müslümanlarla oturup kalkmalı ve müttekî kimselerle yemek yemelidir" buyurmuştur. Begavî, Ebû Hüreyre'den "radıyallahü anh" rivayet etmiştir ki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Kişi sevdiğinin dininde ve mezhebinde olur" buyurmuştur. O halde kişi, dostluk kurduğu kimselere bakılarak anlaşılır. İbni Mesud'un "radıyallahü anh" rivayet ettiği hadis-i şerifte "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurulmuştur. Allahü teâlâ Zuhruf sûresi, altmışyedinci âyet-i kerîmesinde "Dostlar kıyâmet günü müttekîler hariç birbirlerine düşman olurlar" buyurmuştur. Yine Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Halk, Kıyâmet günü kötülerle dostluk yaptıklarına üzüntü duyacak 'Yazıklar olsun bana, keşke falan kimse ile dostluk etmeseydim' diyeceklerdir." [Furkan, 28] Şiir: Kötü arkadaş ile bulunmakdan uzak dur/Zirâ kötü arkadaş yılandan kötü olur/Zehirli yılan yalnız şahsın cânını alır/Kötü arkadaş ise, cân ve îmânı alır/Sâlih kimseyle sohbet, seni de sâlih eder/ Kötü kimseyle sohbet, seni de kötü eder/Handân ateşi, bahçeyi handân eder/İyilerle sohbet seni iyilere dâhil eder.
.
Aciz, fakîr ve hasta hakları
28 Nisan 2002 01:00
İslâmın haklarından bir diğeri de mü'minlerin avâmını bilhassa zaîf, âciz, yetîm, fakîr, hasta ve dul hakları ve dilenci, yolcu ve misafir haklarıdır. Bakara suresi yüzyirmiyedinci âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ, "Malını Allah rızâsı için yakınlarına yetimlere, fakîrlere, yolcuya, dilenenlere ve köleleri âzâd etmek için verirler." Ve "Yakınlarının fakîrin ve yolcunun hakkını ver..." [İsrâ 26] Ve "Yetîmi küçük görme, dilenciyi kapından çevirme" [Duha] buyurmuştur. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" bir hadîs-i şerîfte "Ben ve yetimlerle olan Cennette (iki parmağını yan yana getirdiler) böyleyiz" buyurdular Bütün hadîs kitaplarında bulunan hadîs-i şerîfte Resûllah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Her kim Allaha ve âhıret gününe inanırsa misâfirine ikrâm etsin..." buyurmuştur. Ebû Dâvûd'un hazret-i Ali ve Hüseyin "radıyallahü anhümâ"dan ve İmâm-ı Ahmed'in Hüseyin "radıyallahü anh"dan rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellemin "At üzerinde gelse de bir şey isteyenin hakkı vardır" buyurmuştur. Yanî zengin olup at üzerinde iken de olsa bir şey isteyenin hakkı olur demektir. Halbuki zenginin bir şey istemesi harâmdır. Hazret-i Alî'den "radıyallahü anh" rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Sizden biriniz aksırıp "Elhamdülillah" dediğinde siz de "yerhamükallah" deyiniz. Zîrâ aksıran kıyâmet günü hakkını isteyecektir." buyurmuştur. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Yol üzerinde oturmaktan kaçınınız" buyurunca, Eshâb-ı kirâm, "Yâ Resûlallah, yol üzerinde oturmaktan başka çaremiz yoksa" diye sordular. "O zaman yolun hakkını veriniz" buyurdular. Eshâb-ı kirâm; "Yyolun hakkı nedir?" diye sorunca Resûl-i ekrem efendimiz "Harâmdan gözü muhâfaza etmek, eziyyet vermemek, selâm verene cevap vermek meşrû işleri emir edip, gayr-i meşrû olanlardan nehy etmektir" buyurdular. Ebû Dâvud, Ömer'den "radıyallahü anh" bu kıssaya, "Sıkıntıda olana, imdâd isteyene yardım ediniz ve yolunu kaybedene yol gösteriniz" ifâdesini de rivayet etmişlerdir.
.
Selâmı aranızda yayınız!"
29 Nisan 2002 01:00
Hazret-i Ali'nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte "Müslümânın Müslümân üzerinde altı hakkı vardır: Karşılaşınca selâm vermek, çağırdığı zaman cevap vermek veya davetini kabûl etmek, aksırdıkdan sonra hamd edene "yerhamükâllah" demek, hastalanınca ziyaretine gitmek, ölünce cenazesinde bulunmak, kendi nefsi için sevdiğini onun için de sevmek" buyurulmuştur. Allahü teâlâ, Nisâ sûresi, seksenaltıncı âyet-i kerîmesinde "Biriniz size selâm verdiğinde siz ondan dahâ iyi bir şekilde veya onun gibi cevap veriniz. Muhakkak ki Allah sizin her şeyinizi hesâb eder" buyurmuştur. Yanî Esselâmü aleyküm diyene dahâ iyisini olan "ve aleykümselâm ve rahmetullahi" diyerek veya aynen "ve aleykümüsselâm" diyerek cevap verilir. "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah" diyene, dahâ iyisiyle "Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü" veya aynen "ve aleykümüsselâm ve rahmetullah" diyerek cevâb verilir. Selamün aleyküm, diyene, ve aleykümselâm demek farzdır. Selâm vermenin ve almanın şartları ve edebleri ilmihal kitâplarında uzun yazılıdır. Selâm veren Müslümân ise, ona dahâ iyisiyle cevap vermek lâzımdır. Eğer gayr-i müslim ise sadece (ve aleyke) demek lâzımdır. Ebû Hüreyre'den "radıyallahü anh" rivâyetle Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Îmân etmeyince Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe, dostluk kurmadıkça kâmil îmân etmiş olmazsınız" buyurmuştur. Daha sonra "Birbirinizle nasıl dost olacağınızı, birbirinizi nasıl seveceğinizi haber vereyim. Selâmı aranızda yayınız" buyurmuşdur. Ya'nî birbirinize selâmı çok veriniz, demektir. İbni Mes'ûd'un "radıyallahü anh" rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Önce selâm veren tekebbürden arınmış olur" buyurmuştur. Bir kimse Resûl-i ekrem efendimizden, İslâmın hasletlerinden hangisi daha iyidir diye suâl etti. Buyurdular ki: "Yemek yedirmek ve tanıdık olsun olmasın selâm vermektir.
Kötü arkadaştan sana sığınırım"
30 Nisan 2002 01:00
Bir Müslümanın bir Müslümana hediye göndermesi, hayır ile anması, selâm vermesi, tevâzu göstermesi, ayağa kalkması, musâfaha etmesi, boynuna sarılması ve benzeri söz ve hareketlerle iyilik yapması ve muhabbetini, sevgisini izhar etmesi lazımdır. Bu iyilikleri gören de bunlara daha iyisiyle veya aynen karşılıkta bulunmalıdır. Ayet-i kerimede "Biriniz size selâm verdiğinde siz ondan dahâ iyi bir şekilde veya onun gibi cevâb veriniz. Muhakkak ki Allah sizin her şeyinizi hesâb eder" buyurulması, selâm olsun, iyi davranışlar olsun, bunlara verilen karşılıklar tam hesab edilecek, değerlendirilecektir, demektir. Ebû Ümâme'den "radıyallahü anh" rivayet etmişlerdir ki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Selâmın tamâmı musâfahadır", "Birbirinizle musâfaha ediniz, düşmanlıktan uzak olursunuz", "Birbirinize hediye gönderiniz, muhabbetiniz ziyâde olur ve aranızda düşmanlık bertaraf olur", "İki müslüman musâfaha edince, hiç günahları kalmaz, hepsi dökülür" buyurmuşlardır. Ebû Dâvûd'un rivâyetiyle Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem Ebû Zer'i "radıyallahü anh" koltuğundan tutmuş, kucaklamış ve "Bu hareket çok iyidir" buyurmuştur. Bütün hadîs kitâblarında ittifakla Ebû Eyyûb-el Ensârî'den "radıyallahü anh" rivâyet edilmişdir ki, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Bir kimsenin bir din kardeşi ile üç günden fazla görüşmemesi, birbirlerinden uzak durmaları helâl değildir. Bunlardan hayırlısı, önce selâm verendir" buyurmuştur Resûlullah Efendimiz, "Bir kimsenin bir din kardeşini üç günden fazla terk etmesi câiz değildir. Biri diğerinin yanına gidip üç kerre selâm verse, diğeri selâmına cevâb vermezse, her ikisinin günâhı bunun üzerine olur" buyurmuştur. Kötü kimselerle dargın durmamakla beraber uzak kalmak lazımdır. Çünkü, Resûlullah kötü arkadaştan ve kötü komşudan Allahü teâlâya sığınmıştır. Ukbe bin Âmir'den "radıyallahü anh" rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah "Yâ Rabbî, kötü günden, kötü sâatten, kötü geceden, kötü arkadaştan ve kötü komşudan sana sığınırım" diye duâ etmiştir. Kötü komşudan sakınmak için bu yerin satışında şüfa hakkı vâcib kılınmıştır.
.
Merhamet etmeyene merhamet edilmez
1 Mayıs 2002 01:00
Ebû Hüreyre'den "radıyallahü anh" rivâyetle Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Kötü zandan uzak olunuz. Çünkü kötü zan sözlerin en yalanıdır. Kimsenin aybını araştırmayınız. Kimseyi kıskanmayınız. Kimseye buğz ve düşmanlık etmeyiniz. Kimseye arkanızı dönüp yüz çevirmeyiniz. Allahın kulları, ve birbirinizin kardeşi olunuz" Başka bir rivâyette de, "Her şeyin en iyisini kendi tarafınıza çekmeyip kardeşlerinizle ortak olup paylaşmayı biliniz!" buyurmuştur. Yine hadîs-i şerîf buyuruldu ki, "Cennetin kapıları Salı ve Perşembe günleri açılır. Hak teâlâ müslümanlara, iki kimse hariç bağışta bulunur. Bu iki kimse birbirlerine düşmanlık yapmışlardır. Allahü teâlâ, 'Sulh edene kadar bunları bırakınız' buyurur." "Kıyâmet günü bir kimse diğerini tutar. O kimse de, 'Senin benimle ne işin var? Ben seni tanımıyorum.' Tutan kimse der ki, 'Ben çirkin bir iş yapıyordum. Sen beni gördün, bir şey demedin.' der." Buradan anlaşılıyor ki nehy-i münker, yanî çirkin iş yapanları uyarmak farzdır. Ancak bunun şartları vardır. Mesela, kabul etmeyeceğini bildiği kimseye nehy-i münker yapılmaz. Peygamberimiz, "İnsanlara merhamet etmeyen kimseye Allah rahmet etmez" buyurdular. Abdullah bin Ömer'den "radıyallahü anh" rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah, "Allah merhametli olanlara rahmet eder. Yerdekilere rahmet ediniz ki, göktekiler de size rahmet etsin" buyurmuştur. Yine, "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimizin hakkını tanımayan bizden değildir" buyurmuştur. Ümmü Gülsüm bin Ukbe'nin "radıyallahü anhâ" rivâyetiyle bildirilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah Efendimiz, "İnsanların aralarını bulan, iyi söyleyen ve iyi haberler ulaştıran kimse yalan sözlü olamaz" buyurmuştur. Yine bir hadis-i şerifte, "Yalan söylemek câiz değildir. Ancak üç yerde söylenebilir: Hanımını hoş tutmak için, hıyânet olmaması için harpte kâfirlere karşı ve insanların arasını bulmak için!" buyuruldu.
.
Kim bir başkasına zarar verirse...
2 Mayıs 2002 01:00
Ebüdderdâ'nın "radıyallahü anh" rivâyet ettiğine göre, Resûlullah Efendimiz, Eshâbına "Dikkat ediniz! Size namaz, oruç ve haccın derecesinden dahâ yükseğini haber vereyim mi?" buyurduktan sonra, "İnsanların arasını bulmaktır. Onların aralarını bozmak 'hâlıka'dır" buyurmuştur. Hâlıka, saçı tıraş eden demektir. Burada dini tıraş eden manasındadır.. Ya'nî insanların arasına fitne sokan, aralarını bozan, devlete isyâna teşvik eden, karışıklık çıkaran dîni traş etmiş, yontmuş, yaralamış, yıkmış olur demekdir. Hazret-i Zübeyr'in "radıyallahü anh" rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Sizden önceki ümmetlerden size hased ve birbirinize buğz etme hastalıkları sirâyet etti. Bu hâlıka sıfatıdır. Saçları tıraş eden demiyorum dîni tıraş eden!" Ayrıca hased hakkında "Hasedden sakınınız. Muhakkak ki hased, ateşin odunu yediği gibi iyiliklerinizi yer" buyurmuşlardır. Ebû Hüreyre'nin "radıyallahü anh" rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte de, "İnsanlar arasında kötülükten sakının. Çünki bu hâlıka [dîni tıraş etme, yok etme] sıfatıdır" buyurmuştur. Başkasına zarar ve sıkıntı verme konusunda da; İbni Mâce ve Tirmizî'nin Ebû Sabreme'den "radıyallahü anh" rivâyetiyle haber verdikleri "Her kim bir başkasına zarar verirse, Allahü teâlâ da ona zarar verir ve her kim bir başkasına sıkıntı verirse, Allahü teâlâ da ona sıkıntı verir" hadîs-i şerîfi bildirilmiştir. Ebû Bekir'den "radıyallahü anh" rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah "Mü'minlere zarar veren veya onlara hîle yapan, aldatan mel'ûndur" buyurmuştur. Ayrıca, "Dil uzatmanın en kötüsü, bir Müslümanın şerefine, haysiyetine, i'tibârına haksız yere yapılandır" buyurmuşlardır. Hazret-i Câbir'den "radıyallahü anh" rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Resûlullah, "Bir kimse bir din kardeşinden özür dilese, o da özrünü kabul etmese, bunun günâhı; yolda tüccâr ve yolcuları çevirip haksız yere fazla para alan görevlilerin günâhı gibidir" buyurmuştur. İslâm kardeşliği hakkı, bütün haklardan daha yüksektir. Niçin olmasın ki, neseb ile olan akrabâlıkta vâsıta, anne-babadır. İslâm kardeşliğinde vâsıta ise Allah ve Resûlüdür
.
Eski İstanbul'dan manzaralar
3 Mayıs 2002 01:00
Bugün Fatih Sultan Mehmed Han'ın ölüm yıldönümü. Hiç olmazsa böyle özel günlerde içinde bulunduğumuz nimetlere büyük emeği geçen mübarek zatları hatırlayıp hayırla yad etmemiz vefa borcumuzdur. Bu vesile ile İstanbul'un alınmasından sonraki olaylarla ilgili bir iki anekdot vermek istiyorum. Bazıları bunları bir masal zannedecek, fakat, bunlar yaşanmış gerçek olaylardır. Günümüz insanının hafsalası bu olayları almasa da... İstanbul'un fethinden sonra, Osmanlı askerleri, Bizans hapishânelerini kontrol ettiler. En ücrâ bir mahzende üç papaz buldular. Alıp Fâtih Sultan Mehmed Hân'a götürdüler. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara hapsedilmelerinin sebebini sordu. Papazlar, "Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhetten dolayı kendisini îkâz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bize kızdı zindanlara attırdı" dediler. Fâtih Sultan Mehmed Hân, papazların ellerine serbest dolaşma belgesi verip, memleketini gezip görmelerini, Osmanlı Devleti hakkında kendisine görüşlerini bildirmelerini istedi. Papazlar, İstanbul'da bir çarşıya girip, sabahın erken vaktinde birşeyler almak istediler. Siftah yapan bir dükkândan, komşuları siftah yapmadan ikinci birşey alamadılar. Anadolu'ya geçtiler dolaşırken, ezân okunmaya başladı. Kimse dükkânını kapatmaya bile lüzûm görmeden camiye gittiler. Hiç kimse, bir başkasının malına, canına, ırzına, nâmusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu. Papazlar, bütün bu hâdiselerden dolayı şaşkına döndü. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, bir mahkemeye tesâdüf edemediler. Her kasabada kâdı var, fakat davâ yoktu. Hırsızlık yok, kâtillik yok, nâmussuzluk yok, eşkıyâlık ve dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular. "En sonunda Osmanlının aksak yönünü yakalıyacağız" dediler. Zihinlerinde davâcıya ve davâlıya bir sürü suçlar yüklediler. Mahkeme kuruldu. Papazlar da, dinleyici olarak içeri girdiler. Davâlı ve davâcı geldi. Kâdı yerine geçip mes'eleyi dinledi. Adamlardan biri anlattı: "Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip kaldırdım. Fakat bu sene çift sürerken, sabanımın demirine birşey takıldı. Kazıp çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim. O kabûl etmedi: 'Ben tarlamı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasîbim olsaydı ben bulurdum' dedi" Üç papaz, altın küpünün kimin olacağına dâir mahkemeyi ibretle seyrediyorlardı. Tarlanın yeni sâhibi çıkarttığı altın küpünü eski sahibine vermek istiyor, "Toprağın altında küpün varlığından haberdar olsaydı, bana orayı satmazdı" diyordu. Eski sâhibi ise, "Efendim, durum kardeşimin anlattığı gibi vâki oldu. Ancak, bendeniz ona, o tarlayı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasîbim olsaydı ben bulurdum" diyordu. Kâdı efendi, bu iki müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Çünkü, birinin temiz ve sâliha bir kızı, diğerinin de sâlih bir oğlu vardı. Küpte bulunan altını onlara düğün masrafı ve çeyiz olarak kabûl edip, nikâhlarını kıydı. Davayı böylece halletmiş oldu. Papazlar da şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir hâlde oradan ayrıldılar. Papazların seyahatine yarın da devam edelim...
.
"Elbette müminler kardeştir"
3 Mayıs 2002 01:00
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" bütün müminlerin babasıdır. Nitekim Hak teâlâ Ahzâb sûresi, altıncı âyet-i kerîmesinde "Peygamber, müminlerin kendi nefslerinden üstündür. Zevceleri müminlerin anneleridir..." buyurmaktadır. Yani, Peygamberimiz, müminler hakkında tasarrufta kendi nefslerinden evladır, buyurdu. Bunun için Hak teâlâ Hücurât sûresi, onuncu âyet-i kerîmesinde "Elbette müminler kardeştir. O halde kardeşlerinizin arasını ıslah ediniz..." buyurmuştur. Melekler, birbirinin din kardeşi olan müminlere istiğfâr ederler. Nitekim Mü'min sûresi, yedinci âyet-i kerîmesinde "Arş'ı taşıyan ve onun etrâfında olan melekler Rablerine hamd ederek onu tesbih eder ve müminlere istiğfâr ederler..." buyurulmakdadır, Şûrâ sûresi, beşinci âyet-i kerîmesinde de "Melekler rablerine hamd ve yeryüzünde olan müminlere istiğfâr ederler" buyurulmaktadır. Ahzâb sûresi altıncı âyet-i kerîmesinde "Akrabâ olanlar, Allah Kitâbına göre [mîrâs bakımından] birbirlerine mümin ve muhâcirlerden dahâ yakındırlar..." buyurulmaktadır. Ayrıca Resulullah "sallallahü aleyhi ve sellem" (Süleymân bin Âmir'in "radıyallahü anh" rivâyetiyle) "Fakîre verilen sadakaya bir sevâb verilir. Yakın akrabâya verilen sadakaya ise, sadaka ve sıla olmak üzere iki sevâb verilir" buyurmaktadır. Burada, zikredilen nesebden akrabâlık ve diğer hakların hepsinde Müslüman olma şartı vardır ve her yerde islâm mu'teberdir. Âyet-i kerîmede, Müslüman olan akrabâ nesebden akrabâ olmayan mümin ve muhâcirlerden daha yakındırlar ve mîrâsta öne geçerler demektir. Hadîs-i şerîfte de müslüman olan yabancı fakîre bir sevâb, akrabâ olan Müslüman fakîre verilen sadakaya iki sevâb verilir. Baba kâfir olsa nafakası üzerine vâcibdir. Ama onunla dost olması ve muhabbeti lâzım değildir, hattâ ondan uzak durması lâzımdır. Allahü teâlâ Tevbe sûresi, yüzonüç ve yüzondördüncü âyet-i kerîmelerinde "Peygamber ve müminlerin, müşrikler için, akrabâ olsalar da, Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra istiğfâr etmeleri olmaz." buyurmaktadır
.
Böyle devam ederse...'
4 Mayıs 2002 01:00
Papazlar, Anadolu seyahatlerine devam ettiler... Yine bir gün, bir mahkemeye şâhid oldular. Kâdı efendi, davâcıya söz verdi. O da mes'eleyi şöyle anlattı: "Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa birşey diyemedim. Gelip durumu size arzedeyim ki, aramızı bulasınız diye düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim." Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında davâ bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde mürâcaatını yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, vazîfe yerinde bulunmaması idi. O hâlde atın ücretini o ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini verdi. Böyle âdil bir kâdı efendinin ve böyle âdil bir mahkemenin mevcudiyetini küçük beyinlerine sığdıramıyan Bizans papazlarının, hayretlerinden ağızları açık kaldı... "Anadolu'da bu kadar dolaştığımız yeter" deyip, İstanbul'a dönen papazlar, İstanbul Kâdısı Hızır Bey'in huzûrunda, Osmanlı Pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed Hân ile, bir Hıristiyan arasında bir davânın görüleceğini duydular. Koca Osmanlı Devleti'nin Sultanı, çağ açıp çağ kapayan İstanbul Fâtihi Sultan Mehmed Hân ile bir hıristiyan mîmâr, Kâdı Hızır Bey'in karşısında ayakta bekliyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, vazîfesine ihânet eden Hıristiyan mîmârı mahkemesiz cezâlandırmış, Hıristiyan mîmâr da, Kâdı Hızır Bey'e şikâyet etmişti. Hızır Bey, Fâtih Sultan Mehmed Hân'ı haksız bulup aynı şekilde Sultanın da cezâlandırılmasına hükmetti. Eğer mîmâr rızâ gösterirse, diyetle kurtulabilecekti. Hıristiyan mîmâr, bu adâlet karşısında ne yapacağını şaşırdı. Oracıkta, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu... Papazlar, fetihden sonraki İstanbul hayatını da çok merak ediyorlardı. Müslümanların oturdukları, yeni yeni yerleşmekte oldukları mahallelere gittiler. Onların tam bir teslimiyet ve sükûnetle işlerini yaptıklarını tam bir temizlik ve titizlikle eşyalarını yerleştirdiklerini gördüler. İstanbul bambaşka olmuş, sanki, birkaç ay önceki Bizans gitmiş, yerine gökten bir İstanbul inmişti. Pâdişâh tarafından Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazîfelendirilen papazlar, İstanbul'daki Hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Bugünkü Fâtih Câmii'nin doğu taraflarına ve Fener'e doğru gittiler. Hıristiyanlar bile değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Kimse kimseye zulmetmeye cesâret edemiyordu. Kâdı Hızır beyin, Pâdişâha bile cezâ vermekten çekinmemesi onları korkutmuştu. Herkes sessiz, sakin işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip, sokaklarda, nârâlar atamıyorlardı. Kimseyi rahatsız edemiyorlardı. Hıristiyanların en fakîrine bile ev verilmiş, kimse aç ve açıkta bırakılmamıştı. Müslümanlar ise, zâten Allahü teâlâdan başka kimseye muhtâç olmazlardı. İstanbul'da herkes huzûr içerisinde idi. Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, birkaç gün dinlenip düşündüler, izin isteyip pâdişâhın huzûruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; "Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyâmete kadar devâm eder" dediler. "Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sâhip olan insanların dîni, elbette Allahü teâlânın hak dînidir" deyip, Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendiler.
.
Alış veriş hukuku
4 Mayıs 2002 01:00
Dinimizde önemli bir hak da, borç ve benzeri ödenmesi lâzım olan şeyleri ödemektir. Alış, satış, kirâya vermek, kirâlama âriyet ve emânet alma, borç alma, nikâh ve benzeri sebeplerle ödenmesi lâzım gelen şeylerde kul hakkı olur. Meselâ alış-verişte satıcının sözleşmeye uygun olarak malı teslim etmesi, müşterinin de gününde parasını ödemesi, şüfa hakkı olana öncelik vermesi, nikâh akdi olunca erkeğin hanımına mehrini vermesi, borcunu ödemesi, işçinin ücretini vermesi, âriyeti [kullanmak üzere aldığı şeyi] işi bitince geriye vermesi, emâneti kullanmadan iâde etmesi ve borçlunun borcunu ödemesi önemli haklardır. Bu haklar dinimizde husûsî yeri olan farzlardır. Allahü teâlâya âit olan hakları Allahü teâlânın af etme ihtimâli vardır. Ama borcunu ödememe, hakkın telef olması gibi kul haklarının af edilmeme ihtimâli çoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Şehidin bütün günâhları af edilir, ancak kul borcu müstesnâ" buyurmuştur. Bütün hadîs kitaplarında bildirilen hadîs-i şerîfte, "Ödeyebilir duruma geldikten sonra borcunu ödemeyi geciktirmek zulümdür" buyurulmuştur. Namazı kılınmak üzere bir cenâze, Resûlullahın huzûruna getirildi. "Bu meyyitin bir kimseye borcu var mıdır?" Diye sordular. Yoktur, denildi. Bunun üzerine meyyitin namazını kıldılar. Başka bir cenaze getirildiğinde yine meyyitin borcu olup olmadığını, yani "üzerinde kul hakkı var mıdır?" diye sordular. "Evet üç dînâr borcu vardır" denildi. "Bir mal bırakmış mı?" diye sordular "Üç dînârı vardır" denildi. Bundan sonra cenâze namazını kıldılar. Üçüncü cenâze getirildi. Borcunun olup olmadığını sordular. "Üç dînâr borcu vardır" denildi. "Bıraktığı malı var mıdır?" Diye sordular "Yok" denildi. Bunun üzerine "Namazını siz kılınız" buyurdular. Katâde "radıyallahü anh", "Yâ Resûlallah, meyyitin borcunu üzerime aldım, namazını siz kıldırınız" dedi. Bunun üzerine cenâzenin namazını kıldılar. Bir defasında da, hazret-i Ali meyyitin borcunu üzerine aldı. Ondan sonra namazını kıldırdılar. Sonra da, hazret-i Ali'ye, "Karındaşını bağlardan kurtardığın gibi Allahü teâlâ da seni bağlardan kurtarsın" buyurdular.
.
"Kulumun hakkını elbette alırım"
5 Mayıs 2002 01:00
Allahü teâlâ Nisâ sûresi, ellisekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen "Allahü teâlâ elbette size emânetleri sâhiplerine vermeği emir eder..." buyurmaktadır. Resûlullah "sallallahü alehi ve sellem" "İşçinin ücreti alnının teri kurumadan veriniz" buyurmuştur. Ebû Katâde hazretlerinden rivâyet edilmişdir ki, bir adam, "Yâ Resûlallah, cihâda katılırsam Hak teâlâ günâhlarımı bağışlar mı?" diye sordu. "Evet, ancak kul borçları hâriç. Bunun benzerini bana Cebrâil aleyhisselâm söylemiştir" buyurdu. Mehrin ödenmesi konusunda da Hak teâlâ Nisâ sûresi, dördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen "Hanımlarınıza mehrlerini gönül hoşnutluğu ile veriniz..." buyurmuştur. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: "Bir kimse borç alıp ödemek isteği olmadan ölürse, Allahü teâlâ Kıyâmet günü, 'Kulumun hakkını elbette alırım' buyurur. Borçlunun sevâbından alınıp alacaklıya verilir. Sevabı olmazsa, alacaklının günâhları borçluya yüklenir." Bir şahıs ödemek niyeti ile borçlanıp, borcunu ödeyebilmek için para bulamadan ölürse, Allahü teâlâ âhırette onun alacaklılarını râzı eder ve onu Cennetine koyar. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Bir kimse alış-veriş yaparken borçlanır, borcunu ödemek istediği hâlde ödeyemeyip ölürse, Allahü teâlâ onun alacaklılarını dilediği şekilde râzı eder. Bir kimse de muâmele [alış-veriş] yaparken borçlu kalır, borcunu ödemek istemeyip ölürse, Allahü teâlâ da onu, Kıyâmet günü alacaklılarıyla buluşturur (borcunu ödetir)" buyurmuştur. Abdullah İbni Amr radıyallahu anhümanın rivayetine göre, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Şüphesiz, borç sahibi borcunu ödemeden ölünce, borcu Kıyamet günü ondan alınır. Fakat şu üç sebeple borçlanan kimse bu hükmün dışındadır: 1- Bir kimse, Allah yolunda hizmette zayıflar, o da Allah düşmanlarına ve kendi düşmanlarına karşı kuvvetlenmek için borçlanır. 2- Bir adamın yanında bir müslüman ölür, onu kefenleyip gömecek parası olmaz, bu maksatla borçlanır. 3. Bir adam, bekârlık sebebiyle nefsinin şerrinden korkarak; dinine zarar gelir endişesiyle borçlanarak evlenir. Allahü teâla, Kıyamet günü, bunların borçlarını kendisi öder."
.
Mazlumun günahı zalime yüklenir
6 Mayıs 2002 01:00
Bir kimsenin malına canına zarar vermek, malını gasbederek veya hırsızlıkla ele geçirmek, hıyânet etmek, sövme benzeri bir davranış ve söz ile bir kimsenin namûsuna, şerefine söz söylemek ve gıybet etmek kul hakkını gerektirir. Bu hakkın ödenmesi, yapılan zulümden, kötülükden vazgeçip mazlûmu razı etmekle olur. Mazlûmu râzı etmeden böyle hakların durulması konusunda af ve mağfiret mümkün değildir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Her kim, bir din kardeşine zulüm etmişse, kendisini dünyada iken affettirsin, zira kıyamet günü ne dinar ne de dirhem vardır. Eğer zalimlerin salih ameli varsa zulüm miktarınca alınıp mazluma verilecektir. Eğer salih ameli yoksa, mazlumun günahları zalime yüklenecektir." Resûlullah, Eshâb-ı kirâma "Müflis kime denir?" diye sordu. Malı ve parası olmayan kimseye denir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah, "Müflis şu kimsedir ki; Kıyâmet günü namaz, oruç zekât ile gelir. Ancak birine söğmüş, diğerine iftira etmiş birinin malını yemiş, diğerinin kanını dökmüş, ötekine vurmuştur. Yaptıklarına karşı iyiliklerinden alınıp hak sâhiblerine verilir. Sevâbları bitince mazlûmların günâhları buna yüklenir. Böylece Cehenneme atılır." Ebû Hüreyre'nin "radıyallahü anh" rivayetine göre, Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Bir kimse Allahın kulunu döğerse, Kıyâmet günü muhakkak döğülen döğenden hakkını alacaktır" Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslüman, müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez. Onu sıkıntıda bırakmaz. Kardeşine yardım edene, Allahü teâlâ yardım eder. Kardeşinin sıkıntısını giderenin, Allahü teâlâ kıyâmet günü sıkıntısını giderir. Bir müslümanı sevindireni, Allahü teâlâ kıyâmet günü sevindirir." Ehl-i sünnet âlimleri buyurdu ki: Bir kimse diğerine "Ey köpek" veya "Ey domuz" veyâ "Ey eşek" derse, Hak teâlâ Kıyamet günü bu kimseye, "Benim, onu köpek veya domuz veyâ eşek olarak yarattığımı gördün mü?" diye soracaktır.
.
O gün, zor gündür..."
7 Mayıs 2002 01:00
Bilinmelidir ki, şirkten, küfürden başka bütün günâhların cezâsı, çok ve şiddetli olsa da, sonsuz değildir. Kul hakkı ve bilhassa zulüm etmenin cezâsı ağırdır fakat sonsuz değildir. Mazlumlara zâlimlerin iyiliklerinden verilir. Bu iyilikler yetmezse mazlûmların günâhı bunlara verilip, zâlimler Cehenneme gönderilir. Sonra Cehennemde uzun süre kalsa da mü'min zâlim, yaptığı zulüm ve kötülüklerden temizlenince, îmanlı olduğu için Cennete girecektir. Çünkü îmânın karşılığı Cennette sonsuz kalmaktır. İmâm Beyhekî bunu böylece açıklamıştır. Ancak zulüm ve kötülükler, Allah korusun ba'zan îmânı da götürür. Bir kimsenin üzerinde, zulüm ve kötülükler vardır. Fakat samimi olarak tövbe edip zulümden de sakınmaktadır. Herkese iyilik yapmaktadır. Fakat, eskiden üzdüğü mazlûmları razı etmek mümkün olmamış, bu durumda Hak teâlânın Kıyâmet günü, hasımlarını râzı etmesi ümîd edilir. Nitekim Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" hadîs-i şerîfte buyurdular ki: "Ümmetimden iki kişi Allahü teâlânın huzûruna gelirler. Biri der ki: Yâ Rabbi bana yaptığı, zulümden dolayı hakkımı kardeşimden al. Hak teâlâ, kardeşinin hakkını ver buyurur. Diğeri, yâ Rabbi hiç hasenâtım, sevâbım kalmadı der. Hak teâlâ mazlûma, ne yapsın, hiç sevâbı kalmamış buyurur. Mazlûm, yâ Rabbi, günahlarımı yüklensin der." Bunu naklettikten sonra Resûlullahın gözlerinden yaş aktı. Buyurdular ki: "O gün, zor gündür. O gün herkes, günâhlarını verecek bir kimseye muhtâctır. Allahü teâlâ mazlûma buyurur ki: Başını kaldır, Cennete bak. Mazlum bakar. Yâ Rabbî, yüksekte, gümüşten ve inci ile süslü altından şehirler görüyorum. Bu şehir hangi Peygamberin veya sıddıkın veya şehîdin şehridir, der. Hak teâlâ, kıymetini verenindir buyurur. Mazlûm, buna kimin gücü yeter der. Hak teâlâ senin gücün yeter buyurur. Nasıl? Der. Hak teâlâ, kardeşine hakkını bağışlamakla, buyurur. Ya Rabbî, bağışladım der. Hak teâlâ, kardeşinin elini tut ve Cennete girin buyurur." Sonra Resûlullah buyurdular ki: "Allahü teâlâ Kıyâmet günü dilediği mü'minlerin arasını sulh ettirecektir. Bunun için Allahü tealânın azâbından sakınınız ve birbirinize iyilikte bulununuz!"
.
Gayri müslim hakkı
8 Mayıs 2002 01:00
Müslümana zulüm haram olduğu gibi zimmîye, yani gayri müslime de zulüm etmek haramdır. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" zimmîlerle sözleşmesi bozulmuş olur. Vâsile bin Eska'nın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte "Zimmîye kazf eden, iftira eden kimseye Kıyâmet günü ateşten sopa ile had vurulur" buyurulmuştur. Yine Resûlullah bir hadîs-i şerîflerinde "Her kim bir zimmîye zulmeder veyâ hakkından azını verir veya gücünden fazla yük altına sokar veyâ rızâsı olmadan bir şeyi ondan alırsa, kıyâmet günü o kimsenin hasmı ben olurum" buyurmuşlardır. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" "Cennetlikler Cennete, cehennemlikler yani kâfirler Cehenneme girince, bir münâdî nida eder ki: Ey mezâlim ehli, haklarınızı bağışlayınız. Sevâbınız Hak teâlâ üzerinedir" buyurduğunu bildirmiştir. İmâm Muhammed Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: Bu hadîs-i şerîfler, mezâlimden tövbe eden bir daha yapmamağa söz veren kimseler içindir. Bunlara "Evvâbi" denir. Hak teâlâ bunlar hakkında İsrâ sûresi, yirmibeşinci âyet-i kerîmesinde "Elbette Allahü teâlâ evvâbları mağfiret edecektir" buyurmuştur. Şûrâ sûresi, kırkıncı âyet-i kerîmeden kırküçüncü ayet-i kerîmeye kadar da "Bir kötülüğün karşılığı yine onun gibi bir kötülüktür. Kim af eder ve ıslâh ederse, onun mükâfâtı Allahü teâlâya âittir. Elbette Allahü teâlâ zâlimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol (mes'uliyyet) yoktur. Mesuliyet ancak insanlara zulmedenlere, yeryüzünde haksız ve taşkınlık edenlere vardır. Bunlar için acı bir azap vardır. Kim sabreder ve af ederse, şüphesiz bu hareketi, yapılmağa değer işlerdendir." buyurulmuştur. Ebû Hüreyre'nin "radıyallahü anh" rivâyetinde Resûlullah "sallallahü aleyhi ve selleml" "İki kimse birbirlerine kötü söz söyleseler ikinci kimse, söylediğine ilâve etmedikçe her ikisinin günahı ilk söyleyene olur." buyurmuştur. Yine Resûlullah Efendimiz "Birbirlerine kötü söz söyliyen iki kimsenin her ikisi de şeytandır. Birbirlerine bâtıl, her sözü söylerler ve yalan söylerler" buyurmuştur.
.
"Kimseye haksızlık edilmez!"
9 Mayıs 2002 01:00
Allahü teâlâ Fussilet sûresinde "İyilik ile kötülük müsâvî değildir. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavır ile önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur. Bu (haslete) ancak sabır eden kimseler kavuşturulur. Eğer şeytan tarafından hatırına bir vesvese gelirse, Allahü teâlâya sığın ki o her şeyi işitir ve bilir" buyurmuştur. Resûlullah Efendimize bir kişi, "Yâ Resûlallah! Benim kölelerim var. Bana karşı yalan söylüyorlar, hıyânet yapıyorlar ve sözümü dinlemiyorlar. Ben de onları dövüyorum ve kötü sözler söylüyorum. Şimdi benim onların yanında durumum nasıl olur?" dedi. Cevâbında buyurdular ki: "Onların yalan, hıyânet ve isyânları senin onlara yaptığın döğme, söğme ile hesâb edilecektir. Eğer senin yaptığın kötülük onlarınkinden az ise, sana fazîlet olacaktır. Senin ikâbın, azarlaman, dövmen, sövmen onların günâhı kadar olursa berâber olacaktır. Eğer senin kötülüklerin onların günâhlarından fazla olursa, fazlalık kadar senden karşılığını alacaklardır." O kişi bunu duyunca ağlamağa ve yüksek sesle inlemeğe başladı. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Kur'ân-ı kerîmde okumadın mı ki, Allahü teâlâ (Kıyâmet günü adâlet terâzîleri kurarız. Artık hiç kimseye hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş) bir hardal dânesi kadar da olsa onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesab gören olarak biz (herkese) yeteriz" buyurmuştur. Bunun üzerine o kişi, "Onlardan ayrı kalmaktan dahâ iyi bir şey düşünemiyorum. Sizi şâhid yapıyorum ki onları âzâd ettim" dedi. Allahü teâlâ kerim olan Resûlü hakkında Kalem sûresi dördüncü âyet-i kerîmesinde "Elbette sen yüce bir ahlâka sâhibsin" buyurmuştur. Âl-i İmrân sûresi, yüzellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde de, "Allahın rahmeti sebebi ile halka yumuşak davrandın. Eğer kötü huylu ve kötü kalbli olsaydın, elbette etrafından ayrılırlardı. O hâlde onların kusûrlarını bağışla, mağfiret olunmaları için duâ et, her işte onlarla meşveret et" buyurulmuştur.
.
İntiharın panzehiri dindir
10 Mayıs 2002 01:00
Geçen hafta, Çukurova Üniversitesi tarafından yapılan ve gençlerimizin ruh halini yansıtan bir araştırma neticesi yayınlandı gazetelerde. Herkesin bu araştırmayı tekrar tekrar okuyup ben ne yapabilirim diye kafa yorması gereken önemli bir araştırma bu. Çünkü, geleceğimizi emanet edeceğimiz gençlerle ilgiliydi. Güvenilir gençliği olmayan bir milletin geleceği de olmaz. Şimdi gelelim yapılan araştırmaya: Üniversitenin liseliler arasında yapılan araştırma sonuçlarına göre, yaş ortalaması 16.5 olan öğrencilerin yüzde 55.5'i mutsuz ve umutsuz. Geleceğe kaygılı ve karamsar bakıyorlar. Bu öğrencilerin yüzde 22.4'ü intihar etmeyi düşünüyor, yüzde 14.1'i ise nasıl intihar edebileceği hakkında plan yapıyor. Öğrencilerin yüzde 6,2'si de intihar girişiminde bulunmuş. Kızların, erkeklere oranla daha mutsuz ve karamsar olduğunun anlaşıldığı araştırmada, ayrıca yaş yükseldikçe mutsuzluk hissetme sıklığının da arttığı tespit edilmiş. İntihar düşüncesi, planı ve girişim sıklığı yine kızlarda daha yüksek oranda. Peki, ruhi bunalımda olan sadece gençlik kesimi mi? Hayır, yediden yetmişe huzursuz, mutsuz bir toplum haline geldik. Zengini de fakiri de; genci de yaşlısı da korku ve endişe içinde. Hiçbir toplum kendiliğinden, tesadüfen bu hale düşmez. Türk milletinin toparlanıp bölgede önemli güç sahibi olmasından korkan dış mihrakların seneler öncesinden hazırladıkları planların neticesinde bu hale geldik biz. Ruhi çöküntüyü sadece ekonomik sıkıntıya bağlamak yanlış olur. Ekonomik sıkıntıya ilk defa düşmüyoruz. Bundan çok daha ağır sıkıntılar geçirdik. Fakat hiçbir dönemde böyle bir çöküntü yaşamamıştık. Bu çöküntünün esas sebebi ailenin çökertilmiş olmasıdır. Asırlardır Türk toplumunun temel taşı hep aile olmuş. Ailenin sağlamlığı ile toplumumuz her sıkıntıda ayakta kalabilmiş. Aile bireyleri arasındaki bağ kopartılınca toplumumuzda sarsıntı başladı. Aileden karşılıklı sevgi saygı görmeyen, her akşam anne babasının, kadın erkek eşitliği propagandaları sebebi ile senin dediğin olacak benim dediğim olacak kavgalarını seyreden, geçmişten gelen milli, manevi bağlar kendisine ulaştırılmayan genç nasıl huzurlu olsun? Ruh dengesini nasıl korusun? Eskiden aileler eşsiz bir eğitim yeriydi. Çocuk, dedesinden, babaannesinden işittiği kıssalarla, masallarla büyürdü. Masallarda, kıssalarda; kötü insan eninde sonunda cezasını görür; iyi insan da mutlaka mükafatını alırdı. Sabreden derviş bir gün mutlaka muradına ererdi. Bugün bunların yerini televizyon aldı. Televizyonlar sabrı, tahammülü değil, sabırsızlığı isyanı aşılıyor. Zor durumda kalındığında, nasıl intihar edileceğini gösteriyor. İntihar çare olarak sunuluyor. Eskiden yetişkin insanlar bile intihar nedir bilmezken, bugün onbeş yaşındaki çocuklar arasında bile revaç bulması, toplumumuzun ne hale geldiğinin önemli bir göstergesidir. Her gün çeşitli kıssalarla, hikayelerle, masallarla insan olsun hayvan olsun can yakmanın, cana kıymanın, hele hele kendi canına kıymanın ne kadar büyük günah olduğunu dinleyen, bunun şuuru ile yetişen çocuğun intiharı düşünmesi, hatırına getirmesi mümkün mü? İntiharın tek panzehiri dindir, Allah korkusudur. Cenab-ı Hakkın "Kendinizi öldürmeyin!" (Nisa 29) emrini bilen, böyle bir şey yaptığında, ahiretteki durumunu haber veren "Bir şeyle canına kıyana, cehennemde onunla azap edilir." "İple boğazını sıkarak intihar eden, boğazı sıkılarak azap görür. Herhangi bir bıçakla intihar eden, cehennemde bıçaklanarak azap görür" hadis-i şerifini idrak eden kimse intiharı hiç aklandan geçirebilir mi?
.
Allahü teâlânın fazîletli kulları
10 Mayıs 2002 01:00
Allahü teâlâ Furkan sûresi, altmışüçüncü âyet-i kerîmesinde yakın hâs kulları için buyuruyor ki: "Rahmânın (yâni kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın fazîletli) kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakâr ile yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler söyliyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar." Müslim Cüreyr'den "radıyallahü anh" rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" "Rıfk ve yumuşaklıktan mahrûm olan her şeyden mahrûm olur" buyurmuştur. Abdullah bin Ömer'den "radıyallahü anh" rivayetle bildirilen hadîs-i şerîfte ise Resûlullah Efendimiz, "Bana en sevgili olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır" buyurmuştur. Yine, "Sizin en iyiniz en iyi huylu olanınızdır" buyurulmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfte Resûlullah "Mü'min iyi huyu sebebi ile muhakkak gecelerin tamâmını namaz kılmakla, gündüzleri oruç tutmakla geçiren kimsenin derecesine ulaşır" buyurmuştur. Resûlullah Efendimiz, "Güzel ahlâkı tamâmlamak için gönderildim" buyurmuştur. Ebû Hüreyre'den "radıyallahü anh" rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Resûlullah "Allah için tevâzu edeni Allah yükseltir" buyurmuştur. Hadîs-i kudsîde "Kibriyâ benim ridâm, azamet ise izârımdır. Bu ikisinden biri ile benimle mücâdele, nizâ edeni Cehenneme atarım" buyurulmuştur. Büyüklenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibirlenmek yakışmaz. En büyük günahtır. Hadis-i kudsîde, "Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak istiyenlere, çok acı azâb ederim" buyuruldu. Hadis-i şerifte, "Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan mümin, hesapsız Cennete girecektir" ve "Kul hakkı, müminin aybı, kusurudur" buyuruldu Bunun içindir ki, din âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zaman, müslümanlara tevâzu, alçak gönüllü olmayı emir buyurmuştur. Müslüman, egoist olamaz. Egoist olanları, Allahü teâlâ sevmez. Şiirlerle Menkıbeler Yıllardır beklediğiniz, Abdüllatif Uyan'ın şiirleri kitap haline getirilmeye başlandı. İlki, Peygamber Efendimizin hayatını anlatan "Şiirlerle Menkıbeler-1" kitabı. Önemle tavsiye ederim. (Buhara Yayınevi 0212 432 77 94)
.
Huzur "orta yol"da
11 Mayıs 2002 01:00
Dünkü yazımda, gençlerimizin çoğunun ruh dengesinin bozulmasının, intiharların, intihar teşebbüslerinin arkasındaki esas sebep aile demiştik; aile çökertildiği için topluma huzur verme görevini yapamaz durumda olduğunu bildirmiştik. Çünkü aile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Bunun için bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış güçler, ilk tahribatlarına aileden başlarlar. Aile, toplumun temel taşıdır. Aile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü topluluktur. Bu, topluluk aile fertlerinin olgunlaştığı, bir hayat okuludur. Aile içerisinde her fert birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devam eder. Aile, bugün hayat okulu olma özelliğini kaybetmiştir. Evlerin otelden farkı kalmamıştır. Halbuki, toplumun temeli aile, ailenin temeli ise sadakat, iffet, hayâ, karşılıklı sevgi ve anlayış gibi manevi değerlerdir. Ailenin zayıfladığı, zedelendiği, vazifelerini yapamadığı zamanlarda gayri meşru serbest münasebetler artmakta, beden ve ruh sağlığı bozuk nesiller toplumu işgal etmektedir. Nesiller, nerede ne zaman infilak edeceği belli olmayan birer serseri mayına dönüşürler. Benliğinden, milli ve ahlaki faziletlerinden, örf ve ananelerinden uzaklaşarak, ruhsuz, köksüz ve inançsız yetişen nesiller, aşağılık kompleksi içinde sapık fikir ve yabancı ideolojilerin esiri olmaya mahkumdurlar. İntiharların, şeytana tapmaların sebebi budur. Türk milletinin tarihi boyunca her sahada kazandığı zafer ve başarılarda, Türk ailesinin çok büyük payı vardır. Bunun için Türk aile yapısı, her türlü kötülük ve tuzaklardan korunmalı, milli ve manevi yapısı kuvvetlendirilerek sağlıklı bir şekilde devamı sağlanmalıdır. Gençlerimizi bu hale sokan sebeplerden biri de manevi eğitim eksikliğidir. Eskiden bu eğitime aileden başlanıyor, daha sonra cemiyet tarafından tamamlanıyordu. Gençlerimiz şimdi bu ikisinden de mahrumdurlar. Hatta az da olsa gençlerin ailelerinden aldıkları manevi değerler sokakta, çevrede kısa zamanda yok edilmektedir. Eğitim, yani insanları bazı şeylere alıştırmak, onları kontrol altında tutmak ancak Allah korkusu ile sağlanabilir. Allah korkusu içine işlemiş bir kimse, O'nun bildirdiği kuralların dışına çıkamaz. İnsanları zapturapt altına almada en sağlam yol budur. Asırlardır, ecdadımız toplumdaki birlik ve beraberliği, huzuru bu yolla sağaldı. Bu yolda boşluk olmaz. Çünkü, Allah korkusu olmayan bir kimse, insanların olmadığı bir zamanda, kanundan kaçabilir. Ama Allahın her an kendisini gördüğünü, yaptığı her hareketin hesabını vereceğini bilen kimse kaçamak yapamaz. Biz şimdi, eskiden olduğu gibi manevi ağırlıklı eğitim veremediğimiz gibi Batı tarzı eğitim de veremedik, "iki cami arasında kalmış beynamaz" gibi olduk. Hal böyle olunca da, onbeş yirmi yaşındaki gençlerde 70'li yaşların yorgunluğu ve bezginliği görülmektedir. Gençlerin, manevi desteğe, yakın ilgiye ihtiyaçları var. Aileler bu konuda ya çok katı davranıyorlar ya da hiç ilgilenmiyorlar. Ortasını bulan çok az. Katı olanlar hâlâ kendi zamanlarında kaldıkları için her şeyi yasaklamakla bir çare bulabileceklerini zannediyorlar. Maddi durumu iyi olanlar, gençlere manevi destek verecekleri yerde sınırsız maddi destek veriyorlar. Biz yapamadık bari onlar her istediklerini yapsınlar düşüncesiyle yangına körük ile giderek yeni huzursuzluklara davetiye çıkartıyorlar. Halbuki, yüce kitabımız Kur'ân-ı kerimde, "İnsan, ihtiyaçsız olunca, elbette azar!" (Alak/6-7) buyurulmaktadır. Hadis-i şerifte de, "İşlerin hayırlısı vasat olanıdır." buyuruldu. Sıkıntılardan, bunalımlardan kurtulmanın yolu, "orta yol"dan geçer. Bu da madde ve mananın her ikisinin de ihmal edilmediği "denge" yoludur. Dinimizin emrettiği yol da budur zaten.
.
Ahlâk ilminin dinimizdeki yeri
11 Mayıs 2002 01:00
Müslümanların öğrenmeleri lâzım olan bilgilere "İslâm ilimleri" denir. İslâm ilimleri ikiye ayrılır: Din bilgileri ve Fen bilgileri. Fen bilgilerine "Hikmet" denir. Peygamber Efendimiz, "Hikmet, Müslümanın kaybolmuş malı gibidir. Onu nerede bulursa alsın!" buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, fen bilgilerini öğrenmeği emir etmektedir. Din bilgilerinin esası yirmi ilimdir. Bunlardan sekizi, yüksek ilimler, onikisi de, yardımcı ilimlerdir. Yüksek ilimlerden birisi, "Ahlâk ilimleri"dir. Her Müslümanın bu bilgileri lüzûmu kadar öğrenmesi farzdır. Bunun için, islâm âlimleri, birçok kitap yazmışlardır. İslâmiyetin beğenmediği ahlâkı ve bunlardan korunma ve kurtulma çârelerini her Müslüman öğrenmelidir. Bu kötü ahlâk, kalp hastalıklarındandır. Kalbi ve rûhu ebedî ölüme yani sonsuz Cehennem azabına sürüklerler. İslâm ahlakını öğrenen temiz gençler, dedelerinin, sağlam bedenli, iyi ahlâklı, çalışkan, medenî, ilerici olduklarını anlıyacak, islâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmaktan kurtulacaktır. Hepimizin, ömürlerini islâm dîninin güzel ahlâkını öğrenmekte ve yaymakta tüketen ve canlarını Allahın dînini insanlara yaymakta fedâ eden şehîdlerin asîl ve kıymetli çocukları olarak, şerefli ecdâdımızın tam ve doğru olarak getirdiği ve bize emânet bıraktığı, mubârek islâm dînini ve bunun bildirdiği güzel ahlâkı iyi öğrenmesi lazımdır. Güzel yurdumuza göz diken, can, mal, din ve ahlâk düşmanlarının saldırılarına karşı, bu mukaddes emâneti korumalıyız. Her yere yayarak, insanları saadete kavuşturmağa çalışmalıyız. Bilmeliyiz ki, dînimiz, güzel huylu olmamızı, birbirimizi sevmemizi, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat etmeği, dinli dinsiz, herkese iyilik etmeği emir etmektedir. Allahın, doğruların yardımcısı olduğunu hiç unutmamalınız! Birbirimizi sevip, yardımlaşalım ki, Allahü teâlâ yardımcımız olsun! Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyor. Muhtâc oldukları nimetleri yaratıp, herkese gönderiyor. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak için, bu nimetlerin nasıl kullanılacağını da bildiriyor. Her canlıyı yaratan, her varı, her ân varlıkta durduran, hepsini korku ve dehşetten koruyan yalnız O'dur. Gösterdiği yoldan giden, İslam ahlâkı ile ahlâklanan dünyada da ahirette de korkudan dehşetten emin olur.
.
Güzel ahlâkın kalbe yerleşmesi
12 Mayıs 2002 01:00
Allahü teâlâ insanda üç şey yarattı: Akıl, kalb ve nefs. Bunların hiçbiri görülmez. Varlıklarını eserleri ile, yaptıkları işlerle ve dînimizin bildirmesi ile anlıyoruz. Akıl ve nefs dimâğımızda, kalb göğsümüzün sol tarafındaki yüreğimizdedir. Bunlar, madde değildir. Yer kaplamazlar. Buralarda bulunmaları, elektriğin ampulde, mıknatısın endüksiyon bobininde bulunması gibidir. Akıl, fen bilgilerini anlamağa çalışır. Bunları anlar. İslâmiyete uygun olanlarını, fenâlarından, zararlı olanlarından ayırır. İyileri, fenâları, İslâmiyet ayırmaktadır. İslâmiyeti bilen ve uymak istiyen akla "Akl-ı selîm" denir. Aklı az olan, hep şaşıran kimseye "Ahmak", aklı hiç olmıyana "Deli" denir. Selîm olan akıl, İslâmiyetin bildirdiği iyi şeyleri kalbe bildirir. Kalb de, bunları yapmağı irâde ederek, dimâgdan çıkan hareket sinirleri vâsıtası ile, a'zâlara, organlara yaptırır. İşte bu, iyi veya kötü şeyleri yapmak arzûsunun kalbe yerleşmesine "Ahlâk", "Huy" denir. Nefs, bedene tatlı gelen şeylere düşkündür. Bunların iyi, kötü, faydalı, zararlı olduklarını düşünmez. Arzuları, İslâmiyetin emirlerine uygun olmaz. İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmak, nefsi kuvvetlendirir. Daha beterini yaptırmak ister. Kötü, zararlı şeyleri, iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırarak, zevklerine kavuşmak için çalışır. Kalbin nefse aldanarak, kötü huylu olmaması için, ahkâm-ı islâmiyyeye uyarak kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lâzımdır. Aklı kuvvetlendirmek, islâm bilgilerini okuyup, öğrenmekle olduğu gibi, kalbin kuvvetlenmesi, yani temizlenmesi de, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla, islam ahlakı ile ahlaklanmakla olur. İslâmiyete uymak için, ihlâs lâzımdır. İhlâs, işleri, ibâdetleri, Allahü teâlâ emir ettiği için yapmak, başka hiçbir menfaat düşünmemektir. İslâmiyete uymak, kalbi kuvvetlendirdiği gibi, nefsi zayıflatır. Bu sebep ile nefs, kalbin İslâmiyete uymasını, İslamiyeti, güzel ahlâkı anlatan kitâblarını okumağı, öğrenmeyi istemez. Dinsiz, imansız olmasını ister. Akıllarına uymayıp, nefslerine uyan kimseler, bunun için, dinsiz olmaktadır. Nefs ölmez. Fakat, gücü kuvveti kalmayınca, kalbi aldatamaz. Nefsin zayıflaması için de dinin emirlerine uymak, kötü huyları bırakıp güzel huylarla ahlaklanmak gerekir
.
İyi bir Müslüman...
13 Mayıs 2002 01:00
İslâm kelimesi, "Nefsini teslîm etmek, boyun eğmek, selâmete ulaşmak" ve aynı zamanda "Barış" manâlarına gelir. İmâm-ı a'zam hazretleri, "Allahü teâlânın emirlerine teslîm olmak ve boyun eğmek" diye tarîf etmiştir. Bu tarîfler dikkat ile incelenirse, iyi bir Müslümanın Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan güzel ahlâklı bir kimse olacağı, kendiliğinden meydana çıkar. Müslüman, muhakkak güzel ahlâklı ve fazîletli olmalıdır. İslâm dîni, baştan başa ahlâk ve fazîlettir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emir ettiği iyilik, adâlet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. Ondört asırlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Bununla ilgili sayılamıyacak kadar çok vesîka vardır: Mesela, Bursa müzesi arşivinde, ikiyüz sene öncesine âit bir mahkeme kaydında diyor ki: Altıparmak'taki Yahûdî mahallesi yanında bir arsaya Müslümanlar câmi yapıyor. Yahûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız dediklerinde, iş mahkemeye intikâl ediyor. Arsanın Yahûdîlere âit olduğu anlaşılarak, mahkeme câminin yıkılmasına, arsanın Yahûdîlere verilmesine karar veriyor ve hüküm yerine getiriliyor. Adâlete bakınız! Güzel ahlâk dinimizin esasıdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim". Başka bir hadîs-i şerîfte, "İmanı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır" buyuruldu. İman bile, ahlâk ile ölçülmektedir. İslâmiyyette rûh temizliği esastır.Yalan söyliyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulmeden, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmiyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfaatini düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin, hakîkî bir Müslüman sayılmaz. Mâ'ûn sûresinin ilk üç âyetinde meâlen, "Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi, öksüzü incitip hakkını gasbeden, fakîri doyurmayan ve başkalarını da fakîre iyiliğe teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü?" buyurulmuştur. İslâm dîninde yasaklardan, haramlardan sakınmak, emirleri, farzları yapmaktan daha önce gelmektedir. Hakîkî bir Müslüman, her şeyden önce, tam ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah Efendimiz,"Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir" buyurmuştur
.
Herkese iyilik edenler...
14 Mayıs 2002 01:00
Müslüman güzel ahlâk sahibi örnek bir insandır, son derece mütevâzi, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Müslüman vakûrdur, kibârdır. Âilesini ve vatanını sever. Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" "Vatan sevgisi imandandır" buyurmuştur. Bunun için, vatanına, dinine saldıranlara karşı, seve seve mücadele eder. Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kur'ân-ı kerîmde şöyle açıklanmaktadır: Furkân sûresinin 63-69. âyet-i kerîmelerinde meâlen, "Rahmânın (yanî kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın fazîletli) kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakâr ile yürürler. Câhiller kendilerine sataşdığı zaman onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler söyliyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyâm ederek yanî namaz kılarak gecelerler. Ona hamd ederler. Onlar (Rabbimiz! Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Doğrusu Onun azâbı devâmlı ve acıdır, orası şüphesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir durakdır) derler. Onlar sarf ettikleri zaman, ne isrâf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allahın haram ettiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. Zinâ etmezler). Ve 72-74. âyetlerinde, "Yalan yere şahitlik etmezler. Fâidesiz ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle fâidesiz veya güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakârla uzaklaşırlar. Kendilerine Allahın âyetleri hâtırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmezlik, dinlemezlik etmezler. Onlar, (Yâ Rabbî, bize zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak sâlih kişiler ihsân et! Bizi, Allaha karşı gelmekten sakınanlara önder yap!) diye yalvarırlar" buyurulmuştur. Bundan başka, Sâf sûresinin ikinci ve üçüncü âyetlerinde meâlen, "Ey iman edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz?Yapamadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebeb olur" buyurulmuştur ki, bu da, bir insanın yapamıyacağı bir şeyi vaad etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermektedir. Hakîkî müslümân, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine, memleketin büyüklerine ve kanûnlara karşı son derecede saygılıdır. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez. Hep faydalı işler yapar.
.
Müslüman, başkasına zarar vermez!
15 Mayıs 2002 01:00
İslam ahlâkı ile ahlâklanmış, nefsini terbiye etmiş Müslüman, ibâdetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veya yasak ortadan kalksın diye yapmaz. İbâdetini, büyük bir arzu, istek, sevgi ile yapar Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona olan sevgimizi ispâtlıyacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği nimetler o kadar çoktur ki, Ona olan şükrân borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibâdet ederek ödemeğe çalışmalıyız. İbâdetin, muhtelif çeşitleri vardır. Bir kısmı, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdette kusûr edenleri belki af eder. Başkasının hakkına riâyet etmek de ibâdettir. Başkalarına kötülük edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sâhibleri af etmedikçe asla af etmez. Şu hadîs-i şerîfler, başkalarının hakkına riayet eden, İslam ahlakı ile ahlaklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiğini bildirmektedir: "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmûsuna zarar vermesi haramdır." "Allaha yemîn ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe imanı tamam olmaz." "Allaha yemîn ederim ki, kötülüğünden komşusu emîn olmıyanın, imanı yoktur." (Yani, hakîkî mümin değildir.) "İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez." "Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helâl ve onda biri haram olsa, bu gömlekle kılınan namazı, Allahü teâlâ kabûl etmez." "Kalbinde merhameti olmıyanın imanı yokdur." (Yanî kâmil imana sahip değildir) "İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder." "Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmıyan, bizden değildir." "İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyârlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasîb eder."
.
Makbul kimse iyiliği çok olandır
16 Mayıs 2002 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiğini bildiren hadîs-i şerîflere bugün de devam ediyoruz: "Haset etmeyiniz! Ateş odunu yok ettiği gibi, haset de insanın sevâblarını giderir." (Haset, kıskanmak, çekememek demektir. Yanî, Allahü teâlânın birisine vermiş olduğu nimetin ondan gitmesini istemek demektir. Ondan gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, haset olmaz. Buna (Gıpta) etmek, imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek, (Gayret) ve (Hamiyyet) olur.) "Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve âhiretde yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyada ve âhiretde cezâlandırır." "Din kardeşinin ayıbını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, islâmiyetten önce Arabların yaptıkları gibi, diri gömülen kızı mezârdan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir." "İki arkadaştan Allahü teâlâ indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır." "Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, [Müslüman] komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır." "Çok namaz kılan, çok oruc tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir." "Namazı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmiyenin yeri Cennetdir." "Allahü teâlâ, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermiştir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermiştir." (İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca, imana kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmaktadır.) "Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevâbları, kıyâmet günü o kimseye verilir. İbâdetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günahları buna verilir." "Allahü teâlâ indinde günahların en büyüğü, kötü huylu olmaktır." "Bir kimse, sevmediği birisine belâ, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belâyı verir." "Kibirden, hıyânetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennettir."
.
Adım adım hedefe!
17 Mayıs 2002 01:00
Tarih boyunca hep öyle olmuş; hakim kültür, hakim güç, diğerlerini kendi potasında eritmeye çalışmıştır. Bu tehlikeyi, gören bilen, tedbirini alan kendini koruyabilmiş, en azından bozulmaktan, yok olmaktan kurtulmuştur Bugün de yapılan budur. Batı, kültürünü bütün dünyaya enjekte etmekte, kendi örf ve âdetini, yaşayışını, dinini hakim kılmaya çalışmaktadır. Teknolojisi ile beraber mensubu olduğu Hıristiyan dinini el altından empoze etmektedir. Misyoner teşkilatının faaliyetlerinin yoğun faaliyetleri, Hıristiyan Moon tarikatının "Dinler arası diyalog" adı altında, lüks otellerde toplantılar düzenlemesi ve kendilerine üye olan veya yakınlık duyan entelleri, aydın din adamlarını (!) yurt dışında lüks ortamlarda ağırlamaları, potada eritme çalışmalarının bir parçasıdır. İngilizlerin rehberliğindeki dış güçler, Müslümanları bozmak, parçalamak için kademeli plan hazırladılar. İslam ülkelerindeki maşaları vasıtasıyla birinci safhada, âlimleri, evliyaları kötüleyerek halkın nezdinde itibarlarını kaybettirdiler. İkinci safhada, dinin ana kaynaklarından biri olan ictihadı ve mezhep imamlarını hedef seçtiler. Bunu yaparken de çok sinsice hareket ettiler. "Bu büyük imamların büyük hizmeti olmuştur fakat, bugün de ictihad yapacak kimseler vardır, onlar da ictihad yapmalıdır, ictihad kapısı artık aralanmalıdır" dediler. Daha sonra gelenler, kapı aralığını kafi görmeyip, kapıyı sonuna kadar açtılar. Daha sonrakiler ise kapıyı tamamen söküp bir tarafa fırlattılar. Mezhepleri inkâr ettiler. Böylece dinimizde Kur'an-ı kerimden sonra gelen kaynak olan Hadis-i şeriflerin kapısına dayandılar. Yine aynı taktikle önceleri, Hadis-i şerifler olmadan, Peygamberin rehberliği olmadan din öğrenilemez, Peygambersiz din olmaz dediler. İşi bu noktaya getirdikten yani, âlimleri, mezhepleri yok ettikten bir müddet sonra da, hadisleri tartışmaya açtılar. Tartışmaya açmalarının sebebi, bir müddet sonra hadisleri yani hazret-i Peygamberin tatbikatını da ortadan kaldırmaktı. İşte bugün gelinen nokta budur. Bugün artık rahat bir şekilde, "Bir Müslüman için, Kur'an-ı kerim kafidir. Herhangi bir kimse, Kur'an-ı kerim mealini alıp, okuyarak öğrendikleri ile, anladıkları ile dinini yaşayabilir. Anladığı doğru veya yanlış ne olursa olsun, yaptıklarından ahirette hesaba, azaba düçar olmaz, ayrıca peygamberin açıklamalarına da ihtiyaç yoktur. Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç vardır diyen dinden çıkar. Çünkü, Peygamberin görevi, Kur'an-ı kerimi getirmekle bitmiştir" diyebiliyorlar. Maalesef bu düşünce bütün ilahiyat fakültelerinde hakim görüştür. Geçen hafta birkaç ilahiyat talebesi ziyaretime geldi. Anlattıkları tüyler ürperticidir: "Kırkbeş kişilik sınıfta, ehli sünneti, âlimleri, mezhepleri, savunan 3-5 kişi kaldık. Hocalar her fırsatta bizi aşağılıyorlar, çağ dışı kalmakla suçluyorlar. İmam-ı a'zamla diğer eski âlimlerle, fetvaları ile alay ediyorlar. Ondört asırlık birikimi bir çırpıda ret ediyorlar. Her fırsatta bunları kötülüyorlar. Hadislere de şüphe ile yaklaşıyorlar. Kur'an-ı kerimi de sanki kendilerine inmişçesine istedikleri gibi yorumluyorlar. Tabii ki, biri başka türlü diğeri başka türlü yorumluyor. Hal böyle olunca da öğrencide dine karşı şüphe, soğukluk meydana geliyor..." Şimdi sıra Kur'an-ı kerimi tartışmaya açmaya geldi. "Şu âyet tarihsel sürecini tamamlamıştır, bu âyet çağımıza uymaz, şu ayet sonradan ilavedir" gibi tartışmalarla şüphe uyandırarak Kur'an-ı kerimi geçersiz, hükmünü tamamlamış bir kitap haline getirmek! Artık bu son safhadan sonra, Müslümanların Hıristiyan olmasında bir engel kalmamış olacak. Vatikan'ın uykuları kaçmayacak, rahat bir uyku uyuyacak. Ondört asırlık intikamını almış olacak. Vatikan intikamını almış olacak da, bu işlere âlet onların hali ne olacak, nasıl can verecekler, nasıl hesap verecekler?
.
Gelmeyene git, vermeyene ver!
17 Mayıs 2002 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiğini bildiren hadîs-i şerîflere bugün de devam ediyoruz: "İyi huylu kimse, dünyada ve âhirette iyiliklere kavuşacaktır." "Allahü teâlâ, dünyada güzel sûret ve iyi huy ihsân ettiği kulunu, âhirette Cehenneme sokmaz." Hz.Ebû Hüreyre'ye Resulullah Efendimiz, "İyi huylu ol!" buyurdu. İyi huy nedir deyince, "Senden uzaklaşana yaklaşıp nasîhat et ve sana zulmedeni affet ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!" buyurdu. İki kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine birşey ikrâm edildi. Oruçlu olduklarını söylediler. Konuştuktan sonra, kalkıp giderlerken, Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem", bunlara, "Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruçlarınızı, tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz. Kusûrunu söylediniz. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâbını giderir" buyurdu. Peygamberimiz borçlu olan birinin cenâze namazını kılmak istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî "radıyallahü anh", onun borcunu, havâle yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenâze namazını kılmağı kabûl buyurdu. "Zevcelerinizi döğmeyiniz! Onları üzecek söz ve hareketlerde bulunmayınız! Onlar, sizin köleniz değildir." "Allahü teâlâ indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim." "İmanı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır." Bu hadis-i şerifler, güzel islâm ahlâkının kaynağıdırlar. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîflerden, çeşitli hükümler çıkarmışlardır. Bu hükümlerin özeti şudur: Müslümanın, kimsenin malına, canına ve ırzına saldırmaz. Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından daha büyük günahtır. Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeği bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Her an la'net altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır.
.
Çağa göre din olur mu?
18 Mayıs 2002 01:00
Sene 1970 veya 71 idi. Kasabamızın Merkez Camii minaresine din görevlilerinin arzusuyla hoparlör yeni takılmıştı. Hoparlörden çıkan gür sesi işiten halk sevinç içindeydi. O günlerde Ahmet Amca'nın dükkanına uğramıştım. Kendisini üzgün ve düşünceli görünce, "Hayrola Ahmet Amca, Karadeniz'de gemilerin mi battı yoksa?" diye takıldım. Başını kaldırıp, "Evlad, iyi olmadı! Bunlar bindikleri dalı kesiyorlar." dedi. Ben, "İyi olmayan nedir?" diye sorunca, karşısındaki caminin hoparlörünü gösterdi. Ben, "Bunun neresi kötü?" diye sorduğumda, "Bu, bu kadarla kalmaz, bir gün gelir bütün camilere bağlanır, sonra da ezan tek camiden okunarak ezan olmaktan çıkarılır; hatta namaz da bu şekilde merkezî olarak kılınır, müezzine, imama ihtiyaç kalmayacak, diye korkuyorum" demişti... Geçenlerde görüştüğüm bir din görevlisinin anlattıkları rahmetli Ahmet Amca'yı hatırlattı bana. İleri görüşlülüğünü bir kere daha takdir ettim. "Dinde reform" "Dinin çağa uydurulması" "Dinin emir ve yasaklarının gözden geçirilmesi" çalışmaları "Ezanda Birlik" projesiyle sürdürülüyormuş. Bazı illerde ezan, müzik dersi alan sesi güzel müezzinler tarafından bir merkezden okunuyormuş artık. Bundan böyle altyapısı hazır olan illerde ezan, merkezî bir camide okutulacakmış. Zamanla bütün şehirler merkezî sisteme geçecekmiş. Bu sistem genişletilince, daha da merkezî hale getirilince müezzinlere ihtiyaç kalmayacak. Hatta daha çok tasarruf için teyp kaseti de kullanılabilir. Teknik açıdan aralarında zaten fark yok. Çünkü, insan sesi, mikrofona gelince kayboluyor, bitiyor. Elektriğe, sonra mıknatıs dalgalarına çevriliyor. Bu elektro-manyetik dalgalar, antene gelip, elektriğe ve sonra yeni bir sese çevriliyor. Hoparlörde de böyle olmaktadır. Hoparlör, elektrik dalgalarını ses dalgalarına çeviren bir âlettir. Ayrıca minareler baz istasyonu olarak kiraya da verilmeye başlanmış. Bu da önemli bir gelir kaynağı. Dedik ya devir tasarruf devri! Zaten minareye çıkılmadığı için sadece hoparlör direği olarak kullanılıyordu, minareye çıkan yoktu. Minareler işe yaramış olur(!) Oldu olacak, başlamışken Ahmet Amca'nın söylediği ikinci kısmı da hayata geçirseler bari! Bundan daha çok tasarruf sağlanır. Merkezî bir camiden namaz kıldırılıp, bağlantı kurulmuş diğer camilerdeki cemaat buna uyarsa, imamlardan da tasarruf sağlanır. Böylece ekonomik krize büyük destek sağlanmış ve teknolojiye de uyulmuş olunur(!) Hizmette sınır yok, ileride evlere de hat çekilip, cemaat camiye gitmekten de kurtarılabilir. Evinde çoluk çocuğu ile namazını kılar. Camilere de ihtiyaç kalmaz. Zaten bazı islam(!) ülkelerinde bu var. Demek ki daha sırası gelmemiş, sırası gelince bizde de uygulanır. Nasıl olsa teknoloji her gün gelişiyor. Ben imamın kendini de göreceğim diyenlere görüntü sağlamak da mümkün. Mesela, imam Medine'de teknolojik Müslüman burada huşu (!) içinde namazını kılabilecek. Hıristiyanlar, bu teknolojiyi bulmuşlar, fakat geri zekalı oldukları için(!) kendileri ibadetlerinde kullanmayı akıllarına getirememişler. İbadetlerini asırlardır yaptıkları gibi yapıyorlar; hâlâ kiliselerde eski usul çan çalıyorlar. Halbuki, herkes duyamıyor çan seslerini. Çan sesini hoparlör ile yükseltseler her tarafta duyulacak. Bütün Hıristiyanlar kiliseye koşacak. Kiliseler, boş kalmaktan, kapanmaktan kurtulacak! Her nedense akıllarına gelmiyor böyle çağdaş fikirler! Değerli okuyucularım, hoparlöre, teknolojiye karşı olduğum anlaşılmasın. Teknolojiye karşı olanın aklından şüphe duyulması gerekir. Benim üzerinde durduğum teknolojinin yerinde kullanılması. Çünkü, teknoloji yerinde kullanılmazsa böyle garabetler ortaya çıkar. İbadetlerin yerini elektronik aletler alır. Programlanmış ruhsuz robotların yatıp kalkması haline döner. İşte dinin çağdaşlaştırılması, emir ve yasakların gözden geçirmesi gibi çalışmalarla yapılmak istenen de budur. Ruhsuz içi boş bir İslam... Çağa göre hiç din değişir mi? Eğer değişiyorsa, o gerçek din olmaz, sadece dinin ismi kalır. Çünkü dinde değişmezlik esastır.
.
Emirler ve yasaklar
18 Mayıs 2002 01:00
İslâm âlimleri, islâm dîninin emrettiği güzel ahlâkı, 1400 seneden beri, hep anlatmışlar ve kitaplarında yazmışlardır. Böylece, islâm dîninin bildirdiği güzel huyları gençlerin kafalarına, kalblerine yerleştirmeğe çalışmışlardır. Güzel ahlâkı yayan sayısız kitaplardan biri, derin islâm âlimi, büyük velî, ikinci bin yılın müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî'nin "rahime-hullahü teâlâ" (Mektûbât) kitâbıdır. (Mektûbât) kitabında bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği şöyle bildirilmektedir: Sûre-i Haşr'ın yedinci âyetinde meâlen, "Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itâ'at ediniz! Nehy, men, yasak ettiği şeylerden sakınınız!" buyurulmuştur. Dünyada felâketlerden, âhirette azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmakdır. Bu ikisine, islâmiyyete uymak denir. Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzûmlusu, ikincisidir. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, "Hiçbirşey, vera' gibi olamaz!" buyurdu. Yani, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir demek istedi. Bir hadîs-i şerîfte de, "Dîninizin direği vera'dır" buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, vera' sayesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sayededir. Melekler de, emirlere itâ'at etmektedir. Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, vera'a sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden daha lüzûmludur. İslâmiyyette en kıymetli şey, takvâdır. Dînin temeli, takvâdır. Vera' ve takvâ, haramlardan kaçınmak demekdir. Haramlardan tamamen kaçınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçınmalıdır. Mubâhları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubâh, yani İslâmiyyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şübheli şeyleri yapmağa başlar. Şübheliler ise, haram olanlara yakındır. Vera' ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmağa niyyet etmelidir. Mubâhların fazlasından tamamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkün değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubâhların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmağa çalışmalıdır.
.
Üzerinde kul hakkı olanlar...
19 Mayıs 2002 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir müslüman, farzları yapar, haramlardan kaçınır. Haramlardan kaçınmak da, iki türlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günahlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günahlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbir şeye muhtâc değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtâc oldukları gibi, cimridirler. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki: "Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce halâllaşsın, ödesin! Zîrâ âhiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınacak, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günahları, buna yüklenecektir." Günah işleyen hemen tövbe eder. Ca'fer bin Sinân buyuruyor ki: "Günah işleyenlerin, boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyidir." Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını af etmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış kabûl olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecektir. (Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüştür.) Bir gün Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", Eshâb-ı kirâma karşı: "Müflis kime denir, biliyor musunuz?" buyurunca: "Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz" dediler. Buyurdu ki: "Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevâbları, bu hak sâhiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevâbları biterse, hak sâhiblerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır" Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına vermez", "Yumuşak davran! Sertlikden ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliği giderir", "Yumuşak davranmayan, hayır yapmamış olur", "İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır."
.
Bir kimse, dilini tutarsa...
20 Mayıs 2002 01:00
Peygamber Efendimiz; her Müslümanın güzel ahlak sahibi olmasını, herkese iyilik yapmasını, sertlik göstermeyip yumuşak huylu olmasını emretmiştir. Bununla ilgili hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir." "Hayâ, imandandır. İmanı olan Cennettedir. Fuhş, kötülüktür. Kötüler Cehennemdedir." "Cehenneme girmesi haram olan ve Cehennemin de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mümindir." "Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın üzerinde, yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine götürmek isterse, hayvan oraya koşar." "Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin ortasında çağırır 'Cennetde istediğin hûrinin yanına git!' der." "Cennete gidecek olanları haber veriyorum dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemîn ederlerse, Allahü teâlâ, bunların yemînlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler." "Bir kimse ayakta iken kızarsa, otursun, oturmakla geçmezse, yatsın!" "Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da, imanı bozar." "Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekten, domuzdan daha aşağı görünür." "Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyâmet günü, Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa, onun duâsını kabûl eder." "Bir kimse insanların kızacakları şeyde Allahü teâlânın rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır."
.
Allahü teâlânın en çok sevdiği kul
21 Mayıs 2002 01:00
İnsanlara yapılan iyilikler, âhiretin azablarından kurtulmağa ve Cennet nimetlerinin artmasına sebep olur. Peygamberimiz "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem", bunu şu hadîs-i şerîfi ile çok güzel bildirmiştir: "Allahü teâlâ, kullarının ihtiyâçlarını yaratır, gönderir. Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nimetlerinin kullarına ulaşmasına vâsıta olan kimsedir." İyi bir Müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur'ân-ı kerîmde birçok yerlerde emir buyurmaktadır. Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiblerinin hâzırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesten daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel, yani iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Müminûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, "Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz?Bize dönmiyecek misiniz diyorsunuz?" buyuruldu. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa olan dünya hayâtında, hep, âhirette iyi ve râhat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hâzırlar. Rabbimizin kullarına hizmet etmekle dünyada ve âhiretde nimetlere kavuşacağınızı düşünmeliyiz. İnsanlara karşı yumuşak olmanın, onlara iyilik etmenin, onların işlerini güler yüzle ve tatlı dille ve kolaylıkla yapmanın Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol olduğunu bilmeliyiz.
.
Sıkıntı giderenin sıkıntısı giderilir
22 Mayıs 2002 01:00
Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamak ve onları sevindirmek ve güzel ahlâklı olmak çok kıymetlidir. Bunun kıymetini bildiren ve yumuşak, ağır başlı ve sabırlı olmağı öven ve teşvîk eden pek çok hadîs-i şerîften bazıları şunlardır: "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaşdırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir Müslümanın aybını, kusûrunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onun ayıplarını, kabâhatlerini örter." "Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukça, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur." "Allahü teâlâ, bazı kullarını başkalarının ihtiyâclarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyâcı olanlar bunlara başvurur. Bunlar için âhirette azâb korkusu olmayacaktır." "Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri Allahın kullarına ulaşdırmazlarsa, Allah nimetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir." "Bir Müslümanın, din kardeşinin bir ihtiyâcını karşılaması on sene i'tikâf etmesinden daha kazançlıdır. Allah rızâsı için bir gün i'tikâf yapmak ise, insanı Cehennem ateşinden pek çok uzaklaşdırır." (Ramezân ayının son on gününde, gece gündüz bir câmide ibâdet etmeğe, i'tikâf yapmak denir.) "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse her adımında yetmiş günahı affedilir ve yetmiş sevâb verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devâm eder. İş yapılınca, bütün günahları afvedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesâbsız Cennete girer." "Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyâcını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir."
İşlerin en iyisi hangisidir?
23 Mayıs 2002 01:00
Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlâklı olmanın kıymetini bildiren hadis-i şeriflere bugün de devam edelim: "Bir kimse, din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için devlet adamlarına gidip uğraşırsa, kıyâmet günü sırat köprüsünden, herkesin ayaklarının kaydığı zaman, Allahü teâlâ onun süratle geçmesi için yardım eder." "Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir." "Bir kimse bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikten bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbâdetlerinin sevâbları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nûrlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferâhlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neşeyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefâ'at etmek ve Cennetdeki yerini sana göstermek için gönderdi der." Resûlullahtan "sallallahü aleyhi ve sellem" soruldu ki, Cennete girmeğe sebeb olan şeylerin başlıcası nelerdir? "Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır" buyurdu. Cehenneme girmeğe sebeb olan şeylerin başlıcası nelerdir denilince, "Diline ve şehvetine hâkim olmamaktır" buyurdu. "İmanı en kuvvetli olanınız, ahlâkı en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır." "İnsan, güzel huyu sebebiyle, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. (Nâfile) ibâdetler, insanı bu derecelere kavuşturamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağı çukurlarına sürükler." Bir kimse, Resûlullaha "işlerin en iyisi hangisidir" dedi. "Güzel huylu olmaktır" buyurdu. Kalkıp, biraz sonra, sağ tarafına gelip, yine sordu. Yine, "İyi huylu olmaktır" buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, Allahın en sevdiği iş nedir, dedi. Yine, "İyi huylu olmaktır" buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli iş nedir, dedi. Hazret-i Peygamber, ona karşı dönüp, "İyi huylu olmak ne demektir anlıyamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamağa çalış!" buyurdu.
Dünyanın aydınlandığı gece
24 Mayıs 2002 01:00
Bu akşam Mevlid Kandili. Âlemlerin sultanı sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın dünyayı şereflendirdiği gece. Resûlullah efendimiz, Rebî'ul-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı, güneş henüz doğmamış; tan yeri ahenk ve ihtişam ile ağarırken O kararmış dünyayı aydınlattı. Bütün kâinatın dört gözle beklediği bu mukaddes doğum, mîlâdî 571 yılına ve Nisan ayının yirmisine rastlamaktaydı. Bu geceye, Peygamber efendimizin doğum zamanı manasına Mevlid Gecesi adı verildi. Bu gece, Kadir Gecesi'nden sonra en kıymetli gecedir. Hatta bu geceden daha kıymetli olduğunu bildiren âlimler de oldu. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum zamanını bayram yapmıştır. Müslümanlar da Muhammed aleyhisselâmın doğum zamanını bayram yaptılar. Dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar, her sene bu geceyi Mevlid Kandili olarak kutlamaktadır. Her yerde Mevlid kasîdeleri okunarak, Resûlullah hatırlanmaktadır. Bu gecede ve diğer zamanlarda Muhammed aleyhisselamın hayatını, güzel ahlâkını okuyup, öğrenip bu ahlâkla ahlâklanmaya çalışmamız lâzımdır. Sevgili Peygamberimiz, gelmiş gelecek bütün insanların en üstün ahlâklısı ve en akıllısı idi. Aklı o kadar çoktu ki, Arabistan yarım adasında, sert, inatçı insanlar arasında gelip, çok güzel idare ederek ve cefalarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itaate getirdi. Bu gece Peygamber efendimizin güzel ahlâkını ve doğduğu sırada görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır. Mevlid Gecesi'nde Resûlullah efendimiz doğduğu için sevinenler affolunur. Ayrıca bu gece kaza namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, dua, tövbe etmeli, hayır hasenat yapmalı, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevablarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek günah işlememekle olur. Bütün müminlerin, bu mübarek gece ve günlerin kadrini çok iyi bilmeleri, mümkün mertebe en güzel biçimde değerlendirmeleri gerekir. Bu gün ve gecelerde, evlerimiz gerçek bir bayram havasına bürünmeli, akraba, dost ve yakın arkadaşlar bir araya gelerek "Kâinata rahmet olarak gönderilen" Yüce Peygamberi şanına lâyık bir şekilde, büyük bir aşkla hatırlamalı, çoluk ve çocuğumuzun gönül ve kafaları, sevgi nûrları ile aydınlatılmalıdır. Günümüzde, bu mübarek gün ve geceleri değerlendirmek konusunda, müminlerin sorumlulukları daha da artmış bulunmaktadır. Çünkü son yıllarda bazı kimseler, yazıları ile programları ile hiç ara vermeksizin, yüce dinimize, Sevgili Peygamberimize ve mukaddeslerimize doğrudan veya dolaylı yoldan dil uzatmayı marifet bilmekteler. "Hz.Peygamberin vazifesi, Kur'an-ı kerimi getirmek suretiyle bitmiştir, İslamiyeti yaşamak için Peygambere ihtiyaç yoktur, vardır diyen dinden çıkar, bize Kur'an yeter..." gibi sözlerlerle dinde reform yapıp, Müslümanları Resulullahtan uzaklaştırmak istiyorlar. Aslında bunların gerçek maksatlardı, insanları İslam dininden uzaklaştırmak, dinsiz yapmaktır. 15 asırdır, beşeriyete yol gösteren, bütün sahte mâbutları yıkarak Allah'a giden yolu açan, milyarlarca insanın gönlünde taht kuran, birçok milletin kültür ve medeniyetine ruh veren, dünyayı yeniden şekillendiren ve dünya yaşadıkça etkisi giderek büyüyen Yüce dinimize dil uzatmak için kitap yazan, program yapan nasipsizler, varsın kendi nasipsizliklerine yansınlar. Kesin olarak bilmek gerekir ki, para için şöhret için çırpınan ve şunun bunun maşası olan bu zavallılar, kendilerinden öncekiler gibi çok yakın zamanda unutulup gidecekler, fakat, saldırmak cüretini gösterdikleri bu Yüce Peygamber, yine bütün haşmeti ile mevcudiyetini sürdürecektir.
.
İbâdetlerin en kolayı ve en hafîfi
24 Mayıs 2002 01:00
Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlâklı olmanın önemiyle ilgili hadis-i şeriflere bugün de devam ediyoruz: "İbâdetlerin en kolayı ve en hafîfi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!" "Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemeyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!" Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki, "Size gönderdiğim islâm dîninden râzıyım. Bu dînin tamam olması, ancak cömertlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dîninizin tamam olduğunu her gün, bu ikisi ile belli ediniz!" "Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder." "Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert, öfkeli olanlara yardım etmez." "Cehenneme girmesi haram olan yâhut Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmayanların hepsi!" "Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytânın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır." "İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruc tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur." "Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever." "Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni affetsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramayan, sormayan ahbâbını, akrabâsını gözetsin!" "Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir."
Dinde reform çalışmaları
25 Mayıs 2002 01:00
Cağaloğlu'nda iken, "Mezhepler" konusunu tartışmak üzere ziyaretime ilahiyat talebesi bir genç gelmişti. Bu konuları konuşurken ikindi vakti geldi. Beraber Sultanahmed Camii'ne gittik. Şadırvanda abdest alıp, cemaate dahil olduk. Namazdan sonra, caminin bahçesinde de bu konuları konuşmaya devam ettik. Kendisine dedim ki: "Bak, sen hiçbir mezhebe bağlı olmadığını söylüyorsun fakat, dikkat ettim, abdestini tamamen Hanefi mezhebine göre aldın. Mesela, Maliki mezhebinde başın tamamı mesh edilir, sen Hanefi mezhebinin bildirdiği şekilde dörtte birini mesh ettin. Yine namazda dikkat ettim, imamın arkasında Fatiha okumadın, diğer mezheplerde Fatiha okumak gerekir, Hanefide okunmaz... Bu nasıl iştir, hem Hanefi değilim diyorsun hem de ibadetlerini Hanefiye göre yapıyorsun. Tabiri caiz ise sen, İmam-ı azam hazretlerinin arabasına binip yol alıyorsun fakat bunu inkâr ediyorsun. Mademki mezhepleri kabul etmiyorsun, otur kendine göre bir ibadet şekli koy ortaya. Buna lüzüm yok diyemezsin, çünkü Kur'an-ı kerimde, Hadis-i şeriflerde net olarak bunlar bildirilmemiştir." Bu anekdottan sonra, Diyanet'in "Dini meseleleri İstişare" yani "Dinde reform" toplantısına gelmek istiyorum. Toplantıda alınan kararlara bakıldığında, mezheplerin tamamen devre dışı bırakıldığı, mezheplerin, fıkhın yok farzedildiği açık şekilde görülüyor. Halbuki, mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür. Şimdi bu toplantıya katılanlara yukarıdaki soruyu sormak istiyorum. Siz namazınızı nasıl kılıyorsunuz, kendi tespitlerinize göre mi yoksa ana babanızdan öğrendiğiniz Hanefi mezhebine göre mi? Tabii ki bu sorum namaz kılanlar içindir. Alınan kararlar kendi içinde çelişiyor. Bir taraftan, Kur'an-sünnet ölçü alınmıştır, deniliyor, diğer taraftan beşinci maddede "Doğrudan Kur'an'dan ve hadislerden çözüm üretilmesi de teorik ve pratik açıdan bazı olumsuzluklar taşıyacaktır" ifadesine yer veriliyor. Kararların, hadislerin ve âyetlerin zorlama yorumlarıyla alındığı belli. Bilhassa, açık âyet-i kerimelere rağmen, kadın-erkek eşitliği; kadının şahitliği, mirasın bölünmesi, kadının özürlü iken ibadet edebilceği gibi hususlar zamana uydurulmaya çalışılmıştır. Açıkca ifade edilmese de bazı ayetlerin bugün geçerliliğini yitirdiği ima edilmektedir. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Son birkaç yıldır, değişik kesimlerden çıkan çatlak seslere resmiyet, meşruiyet kazandırıldı. Mezheplerin yok farzedilmesiyle, dinsizliğe köprü kuruldu. Refom için mücadele edenlere gün doğdu. Katılımcılar, "alınan kararlar devrim niteliğindendir" diye memnuniyetlerini bildirdiler. Devrim bir şeyi yıkmak, yerine başka bir şey koymak demektir. Bundan da anlaşılıyor ki, 1400 yıldır devam ede gelen, milyonlarca alimin, evliyanın, asıl kaynaktan; Resulullahtan, Eshabı kiramından alarak bize ulaştırdıkları, İslamiyeti bir tarafa bırakıp, yeni bir inanış biçimi, yeni bir din ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Aslında bu tür çalışmalar yeni değildir. Bugünkü reformcuların fikir babaları olan, her fırsatta övgülerle göklere çıkardıkları Kursevî, Ş. Mercani, Musa Carullah... gibi kimseler tarafından Türkistan'da da dinde reform hareketi başlatılmıştı. 1917'de Moskova'da yaptıkları toplantına açıkça, "Unutmayınız ki, Kur'anın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım..." denilmişti. (Rusya'da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları-Kültür Bakanlığı yayınları sh.394) Bizde de, 1928'de ilahiyatçıların öncülüğünde bugünkü gibi bir rapor hazırlanarak, Reform hareketi başlatılmıştı. Müslüman halkın tepkisi ile karşılaştığı için bu hareket tutunamamıştı. Osmanlı ilmi ve terbiyesi ile yetişmiş âlimlerin ve halkın olması sebebi ile reform hareketleri kabul görmedi. Şuna inanıyorum ki, bugün de, halkımız 15 asırlık geçmişi, birikimi bir çırpıda çöpe atıp bu reform hareketine destek vermeyecektir. Reformcular kendileri çalıp kendileri oynayacaktır.
.
İnsanlar dört sınıfa ayrılmıştır
25 Mayıs 2002 01:00
Büyük islâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri insanları dört kısma ayırmaktadır: Bunlardan birinci kısımdakiler, dünyada yimek içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmiyenlerdir. İkinci kısmdakiler, cebir, şiddet, zulüm ile hareket edenlerdir. Üçüncü kısımdakiler, hîlekârlık ve mürâîlikle etrâfındakileri aldatanlardır. Ancak dördüncü kısmdakiler dinimizin bildirdiği güzel ahlâk ile ahlaklanan hakîkî Müslümanlardır. Unutmamak lâzımdır ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mesele, bu yoldan İslâm nûrunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nûru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı fenâlıklara pişmân olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, islâm dînini kabûl etseler, dünyada ne fenâlık, ne hîlekârlık, ne harb, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir Müslüman olmağa gayret etmek ve Müslümanlığın esâsını ve inceliklerini ve güzel ahlâkını îzâh ederek, bütün dünyaya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçdur. Bunu yapmak cihâd olur. Başka dinden de olsa, insanlara dâimâ tatlı dille ve anlayışla hitâb etmelidir. Bunu, Kur'ân-ı kerîm emir etmektedir. Müslüman olmıyanın yüzüne karşı, "kâfir, dinsiz" diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, böyle söyliyenin cezâlandırılması lâzım olduğu, fıkıh kitâblarında yazılıdır. Maksat, herkese islâm dîninin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihâd da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin evvelâ kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiçbir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakda müşkilât çekmez. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî hiçbir din yokdur. Bu dînin esâsını anlıyan bir kimse, herkese bu dînin biricik hak din olduğunu kolaylıkla isbât edebilir. Hülâsa, hakîkî Müslüman, bütün iyi huylara sâhib, vakarlı, seciyeli, bedenen ve rûhen tertemiz, her dürlü i'timâda lâyık, mükemmel bir insandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.
.
Dünya ve ahiret saadeti için
26 Mayıs 2002 01:00
Allahü teâlâ, İslâm dînini, insanların dünyada rahat ve huzur içinde, kardeşçe yaşamaları için ve âhirette sonsuz azaplardan kurtulmaları için göndermiştir. Kâfirler, yani Müslüman olmayanlar, bu saadet yolundan mahrûm kalmış zevallı kimselerdir. Başka dinden olanların hepsini, fenâ huylu bir insan kabûl etmemelidir. Evet küfür, yani Müslüman olmamak, her zaman ve her yerde fenâdır. Çünkü küfür, insanı dünyada ve âhirette felâkete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayıştır. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir. Bunları gıybet etmek bile haramdır. İnsanın, saîd veya şakî olduğu son nefeste belli olur. Bütün semâvî dinlerin, insanlar tarafından bozulmamış olanlarında, tek Allaha iman esâsı vardır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde bütün insanları doğru yolda bulunmağa davet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişteki bütün hatâlarını af edeceğini vaad buyuruyor. Başka dinden olanlar, şeytânın veya Müslümanlıktan haberi olmıyanların aldattıkları zavallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış tâlihsiz insanlardır. Biz bunlara sabır ile, tatlı dille, akıl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz. Allahü teâlânın var ve bir olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan evvel, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. Mûsâ aleyhisselâmdan başlıyarak Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din, yani Mûsevîlik, Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın Peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir. Ancak Yahûdîler, Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâma inanmamışlardır. Hıristiyanlar, putlara tapınmaktan bir türlü kurtulamamışlar ve Îsâ aleyhisselâm, "Ben de, sizin gibi bir insanım. Allahın oğlu değilim" dediği hâlde, Îsâ aleyhisselâmı Allahın oğlu sanmışlar, Baba (Allahü teâlâ), Oğul (Îsâ aleyhisselâm) ve Rûh-ul-kuds ismi ile üç ayrı ilâha tapınmağa başlamışlardır. Bu yanlış inanışları, ancak Allahü teâlânın gönderdiği son Peygamberi, Muhammed Mustafâ "aleyhissalâtü vesselâm" vâsıtası ile neşrettirdiği, islâm dîni ile düzeltilmişdir. O hâlde, bu üç dînin hakîkî esâslarını kendisinde toplayan ve bu dinleri içerlerine sokulmuş olan hurâfelerden temizleyen hakîkî, doğru dînin, İslâm dîni olduğunu kimse inkâr edemez
.
İslâm ahlâkı üçe ayrılır
27 Mayıs 2002 01:00
Ahlâk bilgilerini öğrenmek, istekle olur. Zor ile olmaz. İslâm ahlâkı üçe ayrılır: 1- İnsan yalnız iken, başkasını düşünmeden, işlerinin iyi veya kötü olduğunu anlatan ilme "Ahlâk ilmi" denir. İnsan yalnız olduğu zaman da, bu işleri, bildiği gibi yapar. Meselâ yumuşak huylu, cömert, hayâlı insan, yalnızken de, başkaları yanında da, hep öyledir. Ahlâk ilmi, insanın böyle hiç değişmiyen işlerini öğretir. 2- İnsanın ev içinde, çoluk çocuğuna karşı hareketlerini tedkîk eder. Buna, "Ev idâresi âdâbı" denir. 3- İnsanın toplumdaki vazîfelerini, hareketlerini, herkese faydalı olmasını öğretir. Buna "sosyal" terbiye denir. İnsan, iyi, kötü her işini bir sebep ile yapar. Bu sebep, ya tabîîdir. Yahud bir emirdir, bir kanûndur. Tabîati îcâbı olan şeyler, aklı ve düşüncesi ve tecrübeleri netîcesinde yaptığı işlerdir. Böyle işleri, zamanla ve toplumun tesîri ile değişmez. İkinci sebep olan emir, kanûn ise, ya bir cemiyetin, bir milletin müşterek düşüncesinden doğar. Buna "Âdet" denir. Yahut bir tanınmış âlim, tecrübeli, otorite sâhibi kimse tarafından ortaya konur. Peygamberler, evliyâ ve hükümdarlar böyledir. Peygamberler, evliyâ ve âlimler tarafından bildirilen, Allahü teâlânın emirleri de üçe ayrılır: Birincisi, herkesin ayrı ayrı, yalnız olarak uyması lâzım olanlardır. Bunlara "İbâdetler" denir. İkincisi, insanlar arasında karşılıklı uymaları lâzım olan emirlerdir. Evlenme işleri ve alış veriş işleri, böyledir. Üçüncüsü, memleketleri, cemiyetleri içine alan emirlerdir. Bunlar, hukûkî ve siyâsî işlerdir. Bu üç ilmin hepsine "Fıkıh" bilgisi denir. Fıkıh bilgileri ve bu işleri düzenliyen emirler veya tatbîk edilmeleri, yapılmaları, memleketlere, milletlere göre ve zamanla değişir. Bu değişiklik de ancak Allahü teâlânın bildirmesi ile olur. İşte, Allahü teâlânın dinlerde yaptığı nesihler, değiştirmeler, böyle emirlerde olmuştur.
.
Huzura kavuşmanın iki yolu
28 Mayıs 2002 01:00
Bir işin ne olduğu, mahiyeti ve kazandıracağı faydalarını bilmek icab eder. Böyle olunca öğrenmek daha kolay olur. Bunun için Ahlâk ilmini kolay öğrenebilmek için bunun faydalarını bildirelim: İnsan, etrâfını, meselâ yerleri, gökleri ve yıldızlar dediğimiz, milyarlarca gök küresinin boşlukta döndüklerini, asırlar boyunca çarpışmadıklarını, yeryüzünde, sıcaklık, basınç, hava, su miktarlarının, yapılarının, hareketlerinin tam hayata uygun olarak ayarlanmış olduğunu, insanların, hayvanların, bitkilerin, cansız maddelerin, atomların, hücrelerin, kısaca okullarda okunan, tedkîk edilen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizâmı, düzeni, uygunluğu görerek, bunları yapan, yaratan, kudretli, bilgili bir sâhibin bulunduğunu, ister istemez kabûl etmek, inanmak zorunda kalır. Aklı olan kimse, kâinattaki ve bedenindeki bu azameti, bu intizâmı görerek, hemen Allahü teâlânın varlığına inanır Müslüman olur. Nitekim, Müslüman olan İsviçreli felsefe profesörü, gazetecilerin sorularına karşılık olarak "İslâm kitaplarını tedkîk ederek, hak yolu anladım. İslâm âlimlerinin büyüklüğünü kavrayabildim. İslâm dîni, olduğu gibi anlatılsa, bütün dünyada aklı olan herkes seve seve Müslüman olur" demiştir. Bir insan, tabîati ve kendini tedkîk ederek, hemen Müslüman olduktan sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından, Muhammed aleyhisselâmın hayâtını ve güzel ahlâkını da öğrenirse, imanı kuvvetlenir. Ahlâk bilgisi öğrenerek, iyi ve kötü huyları, faydalı ve zararlı işleri anlar. İyi işleri yapıp, dünyada kâmil, kıymetli bir insan olur. İşleri muntazam ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyada râhat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Âhırette de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfâtlarına nâil olur. Saadete, huzura kavuşmak için, iki şey lâzımdır: Mesûd ve bahtiyâr kimse, bu iki şeye kavuşan kimsedir. Bu iki şeyden birincisi, doğru ilim ve iman sâhibi olmaktır. Bu da, fen derslerini ve Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, ahlâkını öğrenmek ile ele geçer. İkincisi, iyi huylu, iyi hareketli insan olmaktır. Bu ise, fıkıh ve ahlâk ilimlerini öğrenmek ve bunlara uymakla olur. Bu ikisini elde eden kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur.
.
Ahlâk ilminin kıymeti
29 Mayıs 2002 01:00
Fıkıh ve ahlâk ilimlerini öğrenen ve bunlara uyan, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Çünkü Allahü teâlâ, sonsuz ilmi ile her şeye âlimdir. Meleklere ve Peygamberlere çok ilim vermiştir. Onlarda hiç ayıp ve kusur ve çirkin hiçbir şey yoktur. İnsanların ilmi ise, pek az ve imanları, ya bozuk veya kötü huylar ile bulaşmış ve kötü işler ile kirlenmiştir. Bunun için insanlar, Allahü teâlâdan ve meleklerden ve Peygamberlerden pek uzak, onlara kavuşmak şerefinden çok mahrumdur İnsan, fen bilgilerinde, tabîati incelemekte tembel ve câhil kalarak, hakîkî imana, i'tikâda kavuşmazsa ve Muhammed aleyhisselâmı doğru tanıyarak imanını kuvvetlendirmezse, sonsuz felâkette ve sıkıntıda kalanlardan olur. Eğer, hakîkî imana kavuşursa ve nefsine tâbi olmayıp, ahkâm-ı islâmiyyeye, yani Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyarsa, saadete kavuşmaktan ve Allahü teâlânın rahmetinden, affından mahrûm kalmaz. Fakat, yaptığı kötülükler kadar azâb görür, yanar ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşması güç olur. İmanı olduğu için, sonunda yine rahmete kavuşur. Cehennem ateşi, kötülüklerinin kirlerini temizleyip, onu Cennete girmeğe lâyık temiz şekle sokar. Bütün saadetlerin, rahatlıkların başı, kâmil iman sâhibi olmaktır. Herkesin, kalbini yanlış inanıştan, şüphelerden kurtarmağa çalışması lâzımdır. Bir kimse, doğru imana kavuşur ve ahlâkı güzel ve işleri iyi olursa, yüksek ruhlara, yani Peygamberlere ve Evliyâya ve meleklere benzer ve onlara yaklaşır. Maddenin çekimi kanûnu gibi, onlar tarafından çekilir. Dağ kadar büyük mıknatısın veya yüksek gerilimli elektro-mağnetik alanın bir iğneyi çekmesi gibi, onu yüksekliklere çekerler. Sırat köprüsünü şimşek gibi, sür'atle geçer. Cennet bahçelerinde, kendine münasip olan, kalbine ve ruhûna lâyık olan nimetler içinde, sonsuz rahat edenlerden olur. Ahlâk ilmi, kalb ve rûh temizliği bilgisi demektir. Tıp ilminin, beden sağlığı bilgisi olmasına benzer. Çünkü, kötü huylar, kalbin ve ruhun hastalıkları ve zararlı işler, bu hastalıkların alâmetleri, ârızalarıdır. Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzûmlu bir ilimdir. Çünkü, kalbin ve rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. İyi, temiz kalbler ve rûhlar, bu ilim bereketi ile temizliğini artırır, yerleştirir.
.
Huy değişir mi?
30 Mayıs 2002 01:00
Huy değişir mi? İnsanın huyunu bırakıp, başka huylu olması mümkün müdür? Bu mesele üzerinde çeşitli sözler, birbirine muhalif fikirler varsa da, hepsi üç noktada toplanabilir: 1- İnsanın ahlâkı hiç değişmez. Çünkü huy, insan gücünün değiştiremiyeceği bir varlıktır. 2- Huy iki türlüdür: Birisi insanla birlikte yaratılmıştır. Bu huy değiştirilemez. İkincisi, sonradan hâsıl olan alışkanlıktır. Buna, âdet denilir. Bu huy değişebilir. 3- Ahlâkın hepsi sonradan elde edilir ve değiştirilebilir. İslâm âlimlerinin çoğu bu üçüncü fikir üzerinde birleşmektedir. Peygamberlerin dinleri, bu sözün doğruluğuna dayanmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin, din âlimlerinin, talebesine terbiye için koydukları üsûller, bu sözün ışığı altında işlemektedir. İnsanlar hangi huya elverişli olarak dünyaya gelmektedir? Bu da, içinden çıkılamamış bir sorudur. Âlimlerin çoğuna göre, insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, kötü huyları meydâna getirir. Hadîs-i şerifte, "Herkes, Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları sonra anaları babaları, Yahûdî, Hıristiyan ve imansız yapar" buyuruldu. Bazılarına göre, insanın rûhu kötü olarak dünyaya geldi. Rûhun kendisi temiz idi ise de, bedenle karışınca, bedenin ihtiyâcları onu yoldan saptırmıştır. Bazıları da, rûh, yaratılışta ne iyi, ne de kötü değildir. Sonradan her iki şekile de dönebilecek hâldedir dedi. İyi huyları, güzel işleri öğrenen kimse, saadete, kemâle kavuşur. Kötüler arasında kalıp, kötü huy, çirkin işler öğrenen de, şakî, kötü olur dediler. Felsefecilere göre, yaratılışı iyi olan insan azdır. Yaratılışta kötü olup, hep kötülük yapmak istiyenler, daha çoktur. Kötüler arasında kötü, iyiler arasında iyi olabilen kimselerin sayısı, iki öncekiler arasındadır. Bunlara göre, bazı kimsenin huyu değişebilir. Çok kimsenin ise değişemez. Yunan filozoflarının, insanın kalbinden haberleri olmadığından, yalnız rûhu anlatmışlar, kendileri yanıldığı gibi, başkalarını da yanıltmışlardır. Kalb ve ruhu beraber ele alan İslam büyükleri ahlâkın değişebileceğini ve bunun için çalışılması gerekli olduğunu bildirmişlerdir.
.
Kaosta birlik aramak!
31 Mayıs 2002 01:00
Başta toplantıya katılanlar olmak üzere herkesin, farklı farklı yorumladığı "İstişare" toplantısının kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyorum bugün. 1- Mezheplerin, âlimlerin, fıkıh, kelam ve tasavvuf kitaplarının saf dışı edildiği kararlar burada kalmayacak, daha ileri noktalara götürülecektir. Sünnet de saf dışı edilecektir. Nitekim, bir katılımcı toplantıda bu konunun gündeme geldiğini ifade etmiştir. Arkasından Kur'an-ı kerim tartışılacak... Reform devam edecek. Katılımcıların, "Alınan kararlar yeterli değildir, daha devrimci, radikal kararlar alınmalıydı. Fakat bu bir başlangıçtır, devamı gelecektir" sözleri bunu doğrulamaktadır. 2- Bildiride, kararların, akademik disiplin içinde, bilgi ve tecrübe birikimi ile diğer ülkelere örneklik edebilecek kimseler tarafından alındığı bildirilmektedir. Halbuki kişinin gerçek manada örnek olabilmesi, savunduğu şeyi yaşayıp yaşamaması ile anlaşılır. Yine katılımcıların kendi ifadelerine göre toplantıda, namaz kılan-kılmayan tartışması yapılmış. Hadis-i şerifte dinin direği olarak bildirilen namazı kılmayan kimselerin din hakkındaki sözleri ne derece sağlıklı olur? 3- Toplantının gayesi birlik beraberliğin sağlanması, farklı görüşlerin önlenmesi olarak ifade edildi. Fıkıh kitapları, mezhepler bir tarafa bırakıldığına göre, müftüler, din adamları kendilerine sorulan meseleleri cevaplandırırken neyi ölçü alacaklar? Herkes Kur'an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden anladığına göre cevap verince her kafadan bir ses çıkmayacak mı? Bu durumda birlik beraberlik nasıl sağlanacak? 4- Oturup her meseleyi karara bağlayacağız denirse, o zaman yeni bir mezhep kurulmuş olmuyor mu? Eğer yeni bir mezhep, yeni bir yol tutulacaksa, 14 asırdır devam ede gelen, milyonlarca Müslümanın tabi olduğu, aralarında en ufak bir tartışmanın bile olmadığı mezheplerin kaldırılmasının mantığı ne? Bunun kime ne faydası var? 5- Alınan kararlar çok muğlak ve çeşitli yönlere çekilmeye müsaittir. Birçok madde birbiri ile çeliştiği gibi, bazı maddeler kendi içinde de çelişmektedir. Mesela, kadınların hayz dönemlerinde ibadet yapmamaları psikolojik ve fizyolojik sebeplere bağlanmıştır. Bu hükümden kadının bu hallerinde ibadet yapamayacakları hükmü çıktığı gibi, eğer psikolojik ve fizyolojik yönden bir rahatsızlık duymuyorlarsa ibadet yapabilecekleri; namaz kılıp oruç tutabilecekleri anlaşılır. Bunun hangisi doğrudur?. Nitekim katılımcılardan bazıları, ikinci hükmü doğru kabul ediyor. Kur'an-ı kerim okuyabildiğine göre, namaz da kılabilir, oruç da tutabilir, diyor. Yine kararda, namaz surelerini öğrenene kadar ayetin manasını okuyabilir deniyor. Aslında bu da yanlış, fakat toplantıya katılanlar, bununla da yetinmeyip, sınırlama olmaksızın her zaman manası okunabilir, diyor. Hani toplantının gayesi birliği sağlamaktı? Bu nasıl birlik? 6- Bir muğlak ifade de kadınların camiye gitme meselesindedir. Camide kadının nasıl, nerede namaz kılacağı, kıyafetinin ne olacağı hususunda niçin açıklık yok? Feminist şov meraklısı mini etekli bir kadın camiye gelip erkeklerin arasında saf tutmakta ısrar ederse, "Ben toplantı kararlarına uyuyorum. Kararlarda, ayrı yerde durur denilmiyor, kıyafet şartı da yok" derse, bundan dolayı camide olay çıksa sorumlusu kim olacak? 7- Namazlar cem edilebilir yani üç vakitte beş namaz kılınabilir deniyor. Hanefi mezhebinde mukim iken namazlar cem edilmez. Mukim iken bir mazeretle cem Hanbeli mezhebinde yapılır.. Hanefiye göre namaz kıldıracaksın, Hanbeli mezhebine göre cem ettireceksin. Bu nasıl anlayış? Mukim olanın meşakkati varsa, Hanbeli mezhebi taklid edilerek namazını cem edebilir dese mesele kökünden hallolacak. Fakat mezhepsizlik taassubu, mezhep düşmanlığı buna mani oluyor. 8- Peki bundan sonra mütedeyyin Müslümanlar nasıl bir yol takip edecek? 14 asırdır nasıl bir yol takip edildiyse aynı yola devam edecek. Yani, nakle dayalı dört kaynak esas alınarak hazırlanmış fıkıh ve ilmihal kitaplarından dinimizi öğreneceğiz, öğrendiklerimizle amel edeceğiz. Birlik ancak böyle sağlanır. Zaten, asırlarca da böyle sağlanmadı mı?
.
Çalışmakla huy değişir mi?
31 Mayıs 2002 01:00
Hiçbir kimsenin huyu, yaratılışdaki gibi kalmaz. Sonradan değişebilir. Ahlâk değişmeseydi, Peygamberlerin getirdikleri dinler faydasiz, lüzûmsuz olurdu. Âlimlerin sözbirliği ile koymuş oldukları terbiye ve cezâ üsûlleri abes olurdu. Bütün ilim adamları, çocuklarına ilim ve edeb vermiş ve terbiyenin fayda sağladığı her zaman görülmüştür. O hâlde, ahlâkın değiştiği güneş gibi meydandadır. Şu kadar var ki, bazı huylar pek yerleşmiş, rûhun özelliği gibi olmuştur. Böyle huyları değiştirmek, yok etmek pek müşkil olur. Böyle ahlâk, en çok, câhil, kötü kimselerde bulunur. Bunu değiştirmek için, ağır riyâzet ve çok mücâhede lâzımdır. Nefsin zararlı, kötü isteklerini yapmamak için çalışmağa "Riyâzet" denir. Nefsin istemediği faydalı, güzel şeyleri yapmağa "Mücâhede" denir. Câhiller, ahmaklar, huy değişmez diyerek, nefis ile mücadele etmiyorlar. Kötü huylarını temizlemiyorlar. Böyle kabûl edip de, herkes kendi arzûsuna bıraklırsa, kabâhatli olanlara cezâ verilmezse, insanlık kötülüğe gider. Bunun için, Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onları terbiye etmek, iyi ve kötü huyları öğretmek için Peygamberler "aleyhimüsselâm" gönderdi. Bu muallimlerin en yükseği olarak, habîbi olan Muhammed "aleyhisselâm"ı seçti. Onun dîni ile, önce göndermiş olduğu bütün dinleri değiştirdi. Onun dîni, bütün dinlerin sonuncusu oldu. Böylece, iyiliklerin hepsi, terbiye usûllerinin cümlesi, Onun parlak dîninde yer aldı. Aklı olanların, iyiyi kötüden ayırt edebilenlerin, bu dinden elde edilmiş olan ahlâk kitaplarını okuyarak, öğrenerek ve işlerini buna göre tanzîm ederek, dünyada ve âhırette rahata ve huzûra, saadete, kurtuluşa kavuşması ve böylece âile ve cemiyyet hayâtının düzenine yardım etmiş olması lâzımdır. Güzel ahlak sahibi olan, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar, ahırette de sonsuz Cennet nimetlerine kavuşur. Hakikat kitabevinin (0212 523 45 56) yayınladığı "İslâm Ahlâkı" kitabında, güzel ahlâk çok geniş ve sade bir şekilde anlatılmaktadır. Herkese tavsiye ederiz.
Bire bir örtüşen kararlar!
1 Haziran 2002 01:00
İki haftadır, Tarabya otelinde düzenlenen "Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantısı" konuşuluyor, tartışılıyor. Toplantıya katılanlar ve alınan kararlara destek veren reform yanlısı kimseler neticeden o kadar memnunlar ki, sevinçlerinden bir zil takıp oynamadıkları kaldı. "Dinde yeni bir dönem", " On asırdır kapalı olan içtihad kapısı açıldı", "İslamda devrim yapıldı", "Asırlardır bu çapta bir toplantı yapılmamıştı", " Mezheplerden, âlimlerden kurtulduk..." gibi ifadelerle toplantının gerçek gayesi ortaya konuluyordu. Gerçekten de bu toplantı önemli bir toplantıydı. Reformistler açısından önemlidir çünkü; yıllardır hasretle bekledikleri İslamda reform için kapı resmen aralanmıştı artık. Bizim gibi Ehli sünnet, mütedeyyin Müslümanlar için de önemli çünkü; bu toplantı ile, 14 asırlık geçmişin; bütün mezheplerin, fıkıh, kelam, tasavvuf ilminin ve kitaplarının saf dışı edilerek, dinde reform, yani dini bozma safhasına resmen geçilmiş oldu. Bu safhaya nasıl gelindi? Bunun üzerinde durmak istiyorum bugün. Bu sonuç, 150-200 yıllık bir çalışmanın mahsulüdür. Bu çalışmanın başlangıcını psikoloji doktoru sayın Mithat Enç şöyle anlatıyor: Osmanlı orduları Viyana'ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. "Hıristiyanlık yok oluyor" diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çareler aradılar. Bunun için herkes seferber oldu. Avrupa'daki şer güçler harıl harıl çalışmaya başladı. Hıristiyan âlemi, asırlardır yaptıkları İslâm dinini yok etme çalışmalarında, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını çok iyi anlamışlardı. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler, fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir... Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve Müslümanların gözünden düşürmek için ne lazımsa yaptılar. Mesela bu faaliyetlerde önemli rolü olan İngiliz Casusu Hempher, bakınız hatıralarında bu konuyu nasıl anlatıyor: Beş bin kişi müslüman kılığında İslam ülkelerine dağılmıştık. Müslümanları bölmek, birbirine düşürmek için ne gerekiyorsa yapıyorduk. Birkaç sene sonra, çalışmalarımdan bir netice alamayınca bir ara ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istedim. İsteğimi bakana bildirdim. Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi: "Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, ben de sen de göremeyeceğiz, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Şu darbımesel ne kadar da güzeldir: "Başkasının ektiğini yedim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum". Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 150-200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü işimiz zor. Bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, fıkıh ilmini yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimleri, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, "Uydurmaydı, değildi" diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlayacağız... Ancak bunlar kabul görmeye başladığı zaman meyveleri toplamaya başlayacağız. Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir. Sizler, bunu yaptığınız zaman, bütün Hıristiyan âlemini memnun etmiş ve onları on iki asırlık felâketten kurtarmış olacaksınız!" (Geniş bilgi için, 'İngiliz Casusunun İtirafları' kitabına bakılabilir) Tabii ki bugünkü reform kararlarını, asırlar önce başlatılmış bir çalışmayla doğrudan irtibatlandırmak mümkün değildir. Mühim olan gelinen noktadır. Maksadım şunu bunu suçlamak değil, asırlar önce planlanmış bir çalışmalar ile bugünkü kararların bire bir nasıl örtüştüğünü göstermekten ibarettir. Bu kararları alanlar, bilerek veya bilmeyerek Batılıların plânına katkıda bulunmuş olmuyorlar mı
.
Kötü huylardan temizlenmek
1 Haziran 2002 01:00
Her ilmin, her fennin şubeleri vardır. Şubelerin birleştikleri noktaları bulunur ki, bu noktalarda, o ilmin bütün kolları tek birşey olur. İşte bu tek nokta, o ilmin konusudur. Mesela, tıp ilminin muhtelif şubeleri vardır. Fakat her kolu, insan bedeninin hastalık ve sağlığında birleşir. Bu da, bu ilmin konusu demektir. Bir ilmi kolay öğrenmek için, konusunu anlamak lâzımdır. Ahlâk ilminin konusu, insanın rûhudur. Rûhu ve kalbi, kötü huylardan temizlemeği ve iyi huylar ile süslemeği öğretir. Bunun için, evvela rûhu, sonra iyi ve kötü huyları öğrenmek lâzımdır. İmâm-ı Şâfi'î, "Kötülüğü öğrendim, kötü olmak için değil, kötülüğü bilmiyen, düşer içine, iyi bil!" demiştir. Kalbi ve rûhu, mümkün olduğu kadar tanımak, görünen ve görülemiyen kuvvetlerini bilmek ve saadetinin ve felâketinin nelerde olduğunu iyi anlatmak lazımdır. Kalb, gönül ve rûh nedir? Bu iki varlığa eski Yunan filozofları ve onların taklitçileri, nefs de demişlerdir. Hâlbuki, tasavvuf ve ahlâk bilgilerinin mütehassısı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını bildirmektedir. İsrâ sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, "Sana rûhdan soruyorlar. 'Rûh, Rabbimin yarattığı varlıklardan biridir' diye cevap ver" buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, rûhun ne olduğunu anlatmağı men etmektedir. Bunun içindir ki, İslam büyükleri rûhun ne olduğunu konuşmaktan kaçınmışlardır. Ancak, rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu konuşmak yasaktır. Yoksa hassalarını, özelliklerini anlatmak yasak değildir. Bunun için, âlimlerin çoğu, talebeye ve suâl edenlere, kalbin ve rûhun cisim olmadıklarını, bir "Cevher-i basît" olduklarını söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan hep bu ikisidir. Tasavvuf büyükleri ve kelâm âlimleri böyle söylemişlerdir. Kalb ve rûh hakkında, Şâfi'î mezhebi âlimlerinden şeyh Şihâbüddîn Ömer Sühreverdînin "Avârif-ül me'ârîf" kitâbı ile ikinci bin yılın yenileyicisi, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'nin "Mektûbât" kitâbında geniş bilgi vardır. "Mektubat" kitabı, "Müjdeci Mektuplar" ismi ile Hakikat Kitabevi (0212 523 45 56) tarafından baştırılmıştır.
.
Gerçek güzellik, ruh güzelliğidir
2 Haziran 2002 01:00
İnsanın ahlâkını düzeltebilmesinde ruh ve kalbin önemli bir yeri vardır. Bunun için ruh ve kalb nedir bunu bilmek gerekir. Kalb ile yürek aynı şey değildir. Göğsün sol tarafındaki et parçasına yürek denir. Yürek hayvanlarda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe "Gönül" denir. Kalb, görünmez bir kuvvettir. Tesirleri ile, eserleri ile tanınır. Meselâ elektrik cereyanı da görünmez. Fakat ampulden geçtiği zaman, rezistans telini ısıtarak ışık hâsıl ettiği için ampulde cereyan bulunduğunu anlıyoruz. Halbuki elektrik madde değildir. Bir yer kaplamaz. Kalb dediğimiz kuvvet de madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen et parçasında eserleri görüldüğü için "Kalbin yeri yürektir" diyoruz. Kalb, ruh ile nefs arasında bir köprü gibidir. Marifetler, feyzler, kalbe ruh vasıtası ile gelir. Kalb, his uzuvlarına da bağlıdır. His uzuvları ne ile meşgul olursa, kalb ona bağlanır. İnsan güzel bir şey görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı bir şey alınca kalb bunlara bağlanır. Ruha veya nefse tatlı gelenleri sever. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel bir şey okuyunca, kalb, bunların manalarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel, tatlı gelen şey demektir. İnsan, çok defa hakîkî güzelliği anlıyamaz. Nefse güzel gelen ile, ruha güzel geleni birbiri ile karıştırır. Ruh kuvvetli ise, hakîkî güzelliği anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîfler, evliyânın sözleri, duâ, ibâdet gibi şeyler aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı azalınca ve nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zaman, bunların güzelliğini anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kalbi, nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed aleyhisselâma uyarak kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir velîyi incelerse, onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar. Allahü teâlâyı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Fakat sevebilmek kolay bir şey değildir. Nefsin sevdiklerini, ruhun sevdiği hakîkî güzellikler sanarak aldananlar çok olmuş, felâkete sürüklenmişlerdir. Nefis ve şeytan, burada çok kimseleri aldatmıştır.
.
Kalb, bedenin reisidir!..
3 Haziran 2002 01:00
Bedenin her uzvu, kendine mahsus muayen, belli bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise; hangi iş için yaratılmışsa, onu yapamamasıdır. Ya o işi hiç yapamaz veya zorla yapabilir. Meselâ, elin hastalığı, tutamamak, gözün hastalığı görememektir. Bunun gibi, kalbin hastalığı da, hangi iş için yaratılmışsa onu yapamamaktır. Kalb, ilim, hikmet, marifet, Allah sevgisi Allaha ibâdet için yaratılmıştır. Her uzvun bir faydası vardır. Kalbin faydası, hikmet ve marifet sayesinde insanı hayvandan ayırd etmektir. Çünkü insan, yemek, içmek gibi vasıfları ile hayvandan ayrılmaz. Hayvandan ayrılması, eşyayı olduğu gibi bilmesi sayesindedir. Eşyayı eşya yapan ve onu var eden Allahü teâlâdır. İnsan, her şeyi bilse, fakat Allahı bilmese, diğer bildiklerinin hiç kıymeti yoktur. Allahı bilmenin alâmeti onu sevmektir. Sevginin alâmeti de hiçbir sevgiyi O'nun üzerine tercih etmemektir. Allahın emirlerini yapmıyanın kalbi hasta demektir. Kalbin hasta olması dine tam inanmaması, tam teslim olmaması demektir. Tam teslim olan kimse, Allahın emirlerindeki sayısız hikmetleri ve faydaları bilmese de hiç düşünmeden her emrini yapar. Dine uymak çok kolay ise de, kalbi hasta olana güç gelir. Birçok işler sağlam insanlara kolay gelirken, hastalara güç gelir. Kalbin hasta olması da, Allahü teâlâya tam teslim olmaması demektir. Kalbde hakîkî tasdikin, doğru imânın bulunmasına bir alâmet, dinin emirlerine kolay uyabilmektir. Haram yemek kalbi karartır, hasta eder. Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: "Kalbin kararmasının dört alâmeti vardır. 1- İbâdetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu hatırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz." Her şeyden önce kalbi temizlemek, karartmamak lâzımdır. Çünkü kalb, bütün bedenin reisidir. Bütün organlar kalbin emrindedir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu kalbdir." Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk ile süslenmesidir. Kalb hastalıklarının tedavileri güçtür. Hastalığını teşhis ettikten sonra, ilâçlarını iyi bilmek ve iyi kullanmak lâzımdır.
.
Kalb nasıl temiz olur?
4 Haziran 2002 01:00
Kalbi, ruhu hasta eden kötü huylardır. İnsana dünyada ve âhırette zarar veren her şey, kötü ahlâktan meydana gelmektedir. Yâni zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. Kalbi hasta ederek ruhun ölümüne sebep olan kütü huyların en kötüsü îmânsızlıktır. İmânı olmıyanın, "Benim kalbim temizdir. Sen kalbe bak!" demesi çok yanlıştır. Çünkü ölmüş, kokmuş bir leş olan kalbin temiz olması hiç düşünülebilir mi? Kalbin en kötü hastalığı olan îmânsız olmaktan çok korkmalıdır. Kalb hastalıklarının îmânsızlıktan sonra en zararlısı bid'at olan şeylere inanmaktır. Kalb hastalığının üçüncüsü bid'at olan şeyleri yapmaktır. Bid'atları yapmaktan kaçındıktan sonra, günâhlardan sakınmak lâzımdır. Görüldüğü gibi kalbin temizlenmesi İslâmiyyete uymakla olur. İslâmiyyet üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs. İlimden maksat, dinin bütün emir ve yasaklarını öğrenmek, amelden maksat, öğrendiklerine tâbi olmak, tatbik etmek, ihlâs ise yalnız Allah rızâsı için yapmak demektir. Kalbi hasta olan, Hakkın rızâsına uygun iş yapamaz. Kalbi bozan, karartan şeyler, işlenen günâhlardır. Hadîs-i şerîfte, "Bir günah işliyenin kalbinde izi kaybolmıyan bir leke meydana gelir." buyuruldu. Bu leke silinmezse kalb kararmağa, bozulmağa devam eder. Nihayet kalb bir gün ölür. Kalbdeki lekeyi temizlemek için hemen günah işledikten sonra tövbe ve istiğfâr edip güzel bir amel işlemelidir. Günâh ile kirlenen kalbi sevâb ile temizledikten sonra, kalbin parlaması için sevâb işlemeğe devam etmek lâzımdır. Bildiğine uygun amel edene, Cenâb-ı Hak ihsânlarda bulunur, çeşitli felâketlerden onu korur. Hadîs-i şerîfte, "Kim bildiği ile amel ederse, Allahü teâlâ bilmediğini de ona öğretir." buyuruldu. Bir kimse, bir nevi toprak olan kil yemeyi, diğer yemeklerden fazla seviyorsa, o kimse hasta demektir. Başkalarını Allahtan çok seven kalb de hastadır. Vücut hastalıklarının bazısını sâhibi bilemediği gibi, kalb hastalıklarının bazıları da bilinemez. Bunun için gâfil avlanır, tedavisine bakmaz. Bazı hastalıkların tedavisi için perhiz lâzımdır. Herkes istenilen perhizi kolay yapamaz. Kalbin tedavisi için de günahlardan perhiz yapmak yâni uzaklaşmak lâzımdır. Bu da kolay değildir.
.
İyi insan, sâlih insan demektir
5 Haziran 2002 01:00
Her hastalığı tedavi ettirmek için o hastalık üzerinde ihtisas sahibi olan tabibe gitmek lâzımdır. Gözünden ameliyat olacak birisinin kasaba gitmesi uygun olur mu? Güzel ahlâkı öğreten, kalb hastalıklarının mütehassısları da İslâm âlimleridir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Bugün İslâm âlimiyim diyen kimseler, birer kalb hastasıdır. Bunların vereceği reçetelere nasıl iltifat edilir?" Yine İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Bugün ilimler unutuldu. Kalbin tedavisinden bahsedenler kalmadığı gibi, kalbin hastalığı bile inkâr edildi." Vaziyet böyle olunca kalb hastalıklarının teşhis ve tedavisi çok zorlaşmaktadır. Kalbin hastalığı, kötü huylar herkeste başkadır. Herkesin, kendi hastalığına uygun gelen ilâçları Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarması imkânsız gibidir. Hakîkî İslâm âlimleri, kalb mütehassısları olup, herkesin bünyesine, hastalığına ve zamana uygun ruh ilâçlarını Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarıp kitaplarında bildirmişlerdir. Bu bakımdan bizim işimiz kolaylaşmıştır. İslâm âlimlerinin yazdığı doğru ilmihâl kitaplarını okuyup amel etmek kâfidir. Mesela "İslâm Ahlâkı" isimli eserde, kalb hastalıkları, teşhis ve tedavi şekilleri bildirilmiştir. Bu kitabı okuyup tatbik eden kimse, güzel huylara kavuşur, iyi bir insan olur. İyi insan, sâlih insan demektir. Ehl-i sünnet i'tikâdında olan ve harâm işlemekten sakınan müslümana "sâlih insan" denir. İyi insan olmak için, Allahü teâlâya karşı iyi olmak, Peygamber efendimize karşı iyi olmak ve bütün insanlara karşı iyi olmak lâzımdır. Bir kimsede bu üç iyilikten biri bulunmazsa, buna iyi insan denilemez. İyi insan, herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Devamlı çalışır. Din bilgilerini ve fen bilgilerini iyi öğrenir. Çocuklarına, tanıdıklarına da öğretir. Gıybet, dedikodu yapmaz. Hep faydalı şeyler söyler. Helâl kazanır. Kimsenin hakkına dokunmaz. Böyle olan müslümanı Allah da sever, kullar da sever. Râhat ve huzûr içinde yaşar. Ahlâk bilgisi çok önemlidir. Çünkü insan, ahlâk bilgisi ile, iyi ve kötü huyları, faydalı ve zararlı işleri anlar. İyi işleri yapıp, dünyada kâmil, kıymetli bir insan olur. İşleri muntazam ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyada rahat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Âhirette de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfatlarına kavuşur.
.
Kalb ve ruhu anlayabilmek!
6 Haziran 2002 01:00
Güzel ahlâklı, iyi bir insan olabilmek için kalbi ve ruhu tanımaya ve kalb ve ruh temizliğine ihtiyaç vardır. Kalb ve ruhu anlayabilmek için bunların irtibatı olan bedenin maddi yönünü de tanımak gerekir. Maddi beden elementlerden, atomlardan meydana gelmiştir. Her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmışdır. Atomların birbirleri ile birleşmesinden molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik cisimleri ve hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmıştır. Bunların herbirinde, akıllara hayret veren, incelikler, kanunlar, düzenler vardır. Meselâ, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmiştir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve nizamdan biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük kâdir, âlim olan Allahü teâlâ, bu nihâyetsiz nizâmı yaratarak, beden makinesini otomatik olarak çalıştırmaktadır. Kalb ve rûh, bu makinenin elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, kalbin ve rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyada hiçbir makine, hiçbir motor nihayetsiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir umûmî kanûndur. Vücud makinesi de yıpranıyor, çürüyor. İnsan kabirde çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplar ve toprak tesîri ile parçalanarak, karbon dioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bugün ilim adamları, açık olarak görüyor ki, fennin ilerlemesi, fen bilgisindeki her ileri bir adım, Yaratıcının, âhiret hayatının varlığını ispat etmekte ve islâm dînini kuvvetlendirmekte, islâm düşmanlarının iftirâlarını çürütmekte, maddeye tapan ateistleri rezîl etmekte, yere sermektedir. Fakat ne yazık ki, fen adamı şekline giren, üniversitede okumuş, bazı din câhilleri, fende geri kalmayı bahane ederek, islâm düşmanlığı yapıyorlar.
.
Dinde reform olur mu?
7 Haziran 2002 01:00
Son iki asırdır, Batı'nın planlamaları ile İslam ülkelerinde zaman zaman "Dinde reform" konusu gündemi getirilmiştir. Son zamanlarda gündeme getirilen, "Dinde yenilik, dini çağa uydurma, hurafelerden temizleme..." çalışmaları bu planın bir parçasıdır. Tepki görmesin diye "Reform" kelimesi kullanılmayarak bu kılıfta sunuluyor. "Reform" nedir, ne değildir? Buna bir bakalım: Reform, ıslah etmek, bozulmuş bir şeyi düzelterek, eskiyi doğru haline getirmek demektir. Hıristiyanlık bozulduğu için reform yapıldı. Müslümanlık bozulmadığı için böyle bir hareket dini bozmak olur. İslamiyet her çağa uygundur, reforma ihtiyacı yoktur. Şunun bunun adına, menfaat adına konuşmayan herkes bunun öyle olduğu bilmektedir. Bir zamanlar komünizmin fikir babası meşhur fikir adamı Roger Garaudy "Niçin İslâmı seçtiniz? Sorusuna "İslâmı seçmekle çağı seçtim" şeklinde cevap verdikten sonra şöyle devam ediyor: "İslam, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. İslam dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tabi tutuldu. Mukaddes kitablar zamana göre tahrif edildi. Kur'an-ı kerim ise, indirildiği günden beri hep zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar, bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyasi ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır. İslâm, materyalizme de, pozitivistlerin görüşüne de hakimdir. Fakat bunlardan hiçbiri, İslama hakim değildir." İslam çağa uymuyor diye reform yapmak isteyenler, bilerek veya bilmeyerek İslamın yıkılmasına yardım etmektediler. Reform yapmak isteyenlerin ortak özelliği, dinimizin temel fıkıh kitaplarını kabul etmemek, doğrudan Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarılmasını savunmaktır. Bunlar, "Dini ıslah ediyoruz, ana kaynağa, Kur'ana sarılmalıyız" diyerek ayet-i kerimelere yanlış mana veriyorlar. Halbuki, ister kasti olsun, isterse, cehaletleri sebebiyle, Kur'an-ı kerime yanlış mana veren kimseler dinden çıkar. Hadis-i şerifte, "Kur'an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mana çıkaran kâfirdir" buyuruldu. Bunun için Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh kitaplarından nakil yapmayan kimselerin yazdığı kitaplar çok zararlıdır. İnsanları felakete sürükler. İslamiyetin bozulmadan bugün gelmesini sağlayan bu temel fıkıh kitaplarımız, Resûlullahın sözlerini ve Eshâb-ı kirâmdan gelen sağlam haberleri bildirmektedirler. Hepsi, en yetkili, yüksek âlimler tarafından yazılmışlardır. Bütün İslam âlimlerince sözbirliği ile beğenilmiştir. Asırlar boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Her çağın ihtiyacını karşılayacak kapasitede olduğu için, değişikliğe lüzum yoktur. Dini her asrın modasına, gidişine göre değiştirmeye kalkışmak, her zaman için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere dayandırdıklarını iddia etmeleri Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bilmemenin, islâmiyeti anlamamanın bir alâmetidir. İslâmın emirlerinin, yasaklarının zamana göre değişeceğini sanmak, islâm dîninin hakîkatine inanmamak olur. Dinde reform isteyenler, temel kitaplara dokunmayıp, yalnız câhil halk arasına yerleşmiş olan hurâfeleri yok etmek isteseler, buna birşey denemez. Böyle yaparlarsa İslâmiyete hizmet etmiş olurlar. Fakat niyetlerinin bu olmadığı, maksatlarının üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğu anlaşılıyor. Zaten, Ehl-i sünnet âlimlerinin temel kitaplarında hiçbir hurâfe yoktur. Din câhilleri arasında hurâfeler bulunur. Bunları temizlemek reform ile değil, "Ehl-i sünnet" âlimlerinin fıkıh kitaplarını yaymak, gençlere bunları öğretmekle olur.
.
İslâmiyet, ilerlemeyi emreder!
7 Haziran 2002 01:00
İslâmiyeti bilen, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir müslüman ileri görüşlü olur, gerici olmaz. İslâm düşmanları, temiz gençleri aldatmak için, "İslâmiyet gericiliktir, ilerlemeye mâni olmaktadır. Hıristiyanlar ilerliyor. Her çeşit fen vâsıtası yapıyorlar. Kullandıkları teknoloji gözlerimizi kamaştırıyor. Teknolojideki gelişmelerden Müslümanların haberleri bile yok" gibi yalanlar söyliyerek, İslâmiyetteki güzel ahlâkı, kardeşliği bırakmağa ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeğe ilericilik diyorlar. Gençleri, kendileri gibi islâm düşmanı yapmağa, felâkete sürüklemeğe çalışıyorlar. Hâlbuki İslâmiyet, fende, sanatta ilerlemeği emrediyor. Târih gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep Müslümanlar yaptı. Fen bilgilerini, fen âletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükselttiler. Bu ilerlemelere, hep islâm dîni ve bu dîni tatbik eden, islâm devletleri sebep oldu. Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile, islâm devletlerini yıkamadıkları için, siyâsî oyunlarla, yalanlarla, hîlelerle, Reformlar yaptırarak âlimleri, mezhepleri, fıkıh kitaplarını etkisiz hale getirerek İslamiyeti içeriden yıktılar. Bunların topraklarında, dinle ilgisi olmayan diktatör kimselerle milletin başına getirdiler. Fakat, İslâmiyeti yok edemezler. Müslümanlardan kalan, fendeki keşflere, ilâveler yaparak, bugünkü gelişmeleri kendilerine mâl ediyorlar. Yalnız kendi keyflerini, zevklerini, menfaatlarini düşünenler, kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve san'atı emir eden İslâmiyete gericilik diyorlar. Bütün Yahûdîler, Hıristiyanlar, hattâ putperestler, bütün dünya, Cennete, Cehenneme inanıyor, kiliseler, havralar dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, san'ata değil, zevk ve safâya, ahlâksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle asılsız ve haksız yalanlarla, İslâmiyete küstâhca, ilk saldıran İngilizlerdir. Şimdi, Müslümanların birleşerek, dedeleri gibi İslâmiyetin emrettiği, din ve fen bilgilerine sarılmaları, yine fende, teknolojide yeni âletler yapmaları, Hıristiyanlardan üstün olarak, bütün beşeriyyeti saadete kavuşturmaları lâzımdır. Müslümanlarda bu güç, bu enerji vardır. Dış güçler bu gücü kullandırmamak için, her türlü hileye başvuruyorlar. İslamiyeti, diyalog, hoşgörü safsataları ile aslından uzaklaştırarak Hıristiyanlık gibi, emir ve yasakları olmayan felsefi bir inanç haline getirmek istiyorlar.
.
"Ana Cadde"
8 Haziran 2002 01:00
Bugün de büyük fikir adamı, S. Ahmet Arvasi Hoca'nın dinin ana kaynakları ve reform hakkındaki sözlerine yer vermek istiyorum. Rahmetlinin sohbetlerinde, kitaplarında en çok üzerinde durduğu konu, "ana cadde"den ayrılmış dini cereyanlardı. Bunlara hiç müsamahası yoktu; hatta bunların çoğunu art niyetli, şunun bunun adına çalışan kimseler olarak kabul ederdi. Bu konularla ilgili sohbetlerinden ve kitaplarından derlediğim kısa bilgiler sunmak istiyorum sizlere: "Dinimizde, Kitap (Kur'an-ı kerim), Sünnet, İcmâ ve Kıyas, "İslâm'ın ana caddesini" tâyin eder. Müçtehidler, bu "Ana cadde"de yürümeyi kolaylaştıran vazifeliler, onların içtihadları da birer "işaret taşı" veya "levhası" gibidir. "İçtihad ediyorum" diye, bilerek veya bilmeyerek "muhalif yol tutan" ve bu suretle "Ana cadde"den çıkan sapıklara müçtehid ve onların açtıkları "aykırı yollara" asla "mezheb" denmez. İslâm'da, bunlara "firak-ı dâlle" (sapık yollar ve kollar) denir." "Esef ile belirtelim ki, "firak-ı dâlle" arasında öyleleri vardır ki Kitab'a ve Sünnet'e dayanır gibi görünüp onları, içten yıkmaya çalışırlar yani, gizli "dîn düşmanlığı" ve tahripçiliği yaparlar..." "İslâm dünyasında rastladığımız örnekleri ile "reformcular", İslâmiyet'in özünü, temelini teşkil eden "Kitab'ı ve Sünnet'i" değiştirmek, Allah ve Resûlü'nün ortaya koyduğu dinî ölçü ve esasların "bir kısmını beğenmek" ve "bir kısmını beğenmemek" tavrı içinde çalışırlar. Onların tenkidleri, esasa yöneliktir. Onlar, inançlarımızı, ibadetlerimizi, yaşayışımızı ve işlerimizi, kendi cüce idrak ve yorumlarına göre değiştirmeyi gaye edinen ve fakat bu maksatlarını "asra uymak", "zamana uymak" gibi maskeler altında gerçekleştirmeyi düşünen "dîn tahripçileri"dir. Bütün "din tarihi" boyunca "fırak-ı dâlle", hep bu biçim ve bahane ile ortaya çıkmış ve "dinde sapık kolların" doğmasına yol açmıştır." "Reformcular, bozulmuş, saptırılmış ve şaşırtılmış dinî hayatı bahane ederek bizzat dinin özünü tahribe yönelen kimselerdir. İnançlarımızı saptırmaya kalkışan, beş vakit namazı ve bir ay orucu çok bulan, zekâta ve hacca itiraz eden, camilerimizi, kiliselere benzetmek isteyen bu gibi sahtekârların foyası, sanırız iyice meydana çıkmıştır. Batı Dünyasındaki örneklerini düşündüğümüz zaman, bu gibilere "reformcu" bile denemez. Bunlar, "reformist" (yenileyici) değil, gerçekte "deformist" (bozucu) kimselerdir, bunlara "din tahripçileri" demek daha uygundur." "Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de "ilimde yüksek pâyeye eren" ve "Ulema-ı Rasihîn" olarak öğülen yüce din âlimleri, yani gerçek müçtehidler ve mücedditler, Allah'ın emirlerine inanan, uyan sâlim akıl sahipleri olarak yüceltilir; halbuki, "din tahripçileri", dini yanlış yorumlayan ve kalblerinde eğrilik bulunan kimseler ise "fitne unsuru" olarak teşhir edilirler." "Amelde imamlarımız, İmam-ı a'zam, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Hanbel ve itikatta imamlarımız, İmam-ı Mâtüridî ve İmam-ı Eş'arî ... Tasavvufun muvazenesini bozmadan her ikisini birlikte yoğuran iki din büyüğümüz de İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî... Bu sekiz din büyüğü, Peygamberlerden ve Eshab-ı kiramdan sonra en büyük kadro... Bugün, İslâm dünyasının perişanlığında ve şaşkınlığında bu yüce kadronun ayak izlerini kaybederek ne idiğü belirsiz kişi ve kadroların peşine takılmanın rolü pek mühimdir. Bu ne idiğü belirsiz kimseler, her kılığa girerler, her konuyu istismar ederler... Mesela, Arap milliyetçiliğini istismar ederek, Arap ülkelerinde, Reşit Rıza, Abduh, C. Efgani, S. Kutup, M. İkbal... gibi kimseler vasıtasıyla Osmanlı düşmanlığını ve mezhepsizliği yaydılar. Türkistan'da da, Türkçülüğü istismar ederek, Kursevî, Ş. Mercani, Musa Carullah... gibi kimseler vasıtasıyla dinde reform hareketi başlattılar. Her iki grubun da ortak özelliği Osmanlı düşmanlığı... Çünkü bu reforma en büyük engel Osmanlı..."
Nebatî, hayvanî ve insanî ruh!
8 Haziran 2002 01:00
Melekler yükselmezler, yaratıldığı mertebede kalırlar. İnsan böyle değildir. Kalb ve rûh bu beden ile birleşince, terakkî etmek, yükselebilmek hassasını kazanarak yükselir; yahut, kâfir olmak, günah işlemek sebepleri ile, alçaklaşır, harâb olur. Bu dünyada her cisim kendine mahsûs sıfatları ile tanınmakdadır. Her cisim, elementlerin ve bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikten bileşiğe geçerek yer değiştirmekte, her cismin terkîbi bozularak, sıfatları yok olmakta, başka sıfatlı, başka cisim hâline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla değişmekte, yok olup başka cisim hâsıl olmaktadır. Kalb ve rûh, parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmedikleri, yani mücerred oldukları için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Fizik hâdiselerinde cisimlerin şekli ve hâli değişiyor. Meselâ su, ısı enerjisi alınca, buhar oluyor. Sıvı hâlde iken gaz hâline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimya tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka madde var oluyor. Fizik olayında cisim değişiyor. Madde değişmiyor. Kimya değişmesinde, cisim yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor. Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji hâline dönüyor. Kalb ve rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir. Bitkilerin ve hayvanların da, kendilerine göre rûhları vardır. Kalb, yalnız insanda vardır. Her canlıda "Nebâtî rûh" vardır. Doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini "Nebâtî rûh" yapar. Bu işler, insanlarda ve hayvanlarda ve nebâtlarda da yapılmaktadır. Bunlarda büyüme, bütün hayat boyunca yapılmaz. Muayyen bir miktara vardıktan sonra, bu iş durur. Bu miktar, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zamandaki miktardır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme ölünceye kadar devam eder. Çünkü, gıda almadan yaşanamaz. Hayvanlarda ve insanlarda, "Hayvanî rûh" da vardır. Bunun yeri göğüsdür. İstekli hareketleri yaptıran bu rûhdur. İnsanlarda ayrıca bir rûh daha vardır ki, Rûh deyince kalb ile beraber, bu rûh anlaşılır. İnsanı insan yapan, güzel ahlak sahibi haline getiren budur.
.
Aklı kullanmak ve düşünmek
9 Haziran 2002 01:00
Rûh deyince kalb ile beraber, insana ait olan rûh anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu rûhdur. Hayvanî rûhda iki kuvvet vardır. Birisi, Müdrike kuvveti, ikincisi hareket kuvvetidir. Müdrike kuvveti, idrâk edici, anlayıcı kuvvettir. Bu anlamak da, iki yol ile olur: Zâhirî, görünen his organları ile olan anlama. Bâtınî, yani görünmiyen, iç organlarla olan anlama. Görünen his organları beştir. Birinci his organı, deridir. Deri ile sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk, yumuşaklık, sertlik gibi şeyler anlaşılır. Bir cisim deriye değince, hayvanî rûhu, bu şeyin sıcak olup olmadığını anlar. Bu duygu avuç içinde fazladır. İkincisi, koku alma duygusudur. Burun ile olur. Üçüncüsü, tat alma duygusudur. Dildeki sinirlerle duyulur. Dördüncüsü işitmektir. Kulaktaki sinirlerle duyulur. Beşincisi görmektir. Gözdeki sinirlerle görülür. Görünmiyen his organları da beştir: Birincisi, "müşterek his"tir. Bu duygunun yeri, beynin önündedir. His organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen dış tesîrlerin hepsi, burada toplanır. İkincisi, "Hayâl"dir. Bunun yeri, beynin birinci boşluğunun önündedir. Müşterek histe toplanıp anlaşılan, his edilenler burada saklanır. Bir cisme bakınca, bu cism, müşterek histe duyulur. Bu cisim, göz önünden çekilince, müşterek histe his edilmesi kalmaz. Fakat, hayâle gelen tesîri uzun zaman kalır. Hayâl olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. Üçüncüsü, "Vâhime"dir. His organları ile duyulamıyan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen manaları anlar. Meselâ düşmanlık, doğruluk bir organla his edilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülür, his edilir. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı. Dördüncü kuvvet, "Hâfıza"dır. Vâhimenin anladığı manaları saklar. Beşinci kuvvet ile anlaşılan duyguları ve manaları karşılaştırıp, yeni manalar elde edilir. Meselâ zümrütten bir dağ düşünür. Şairlerde bu kuvvet fazladır. İnsanlar ve hayvanlar, şehvet kuvvetleri ile, kendilerine tatlı gelen ve muhtaç oldukları şeyleri isterler. Bunlara "hayvanî" kuvvet denir. Diğer bir kuvvet de "Gadabî" kuvvettir. Bu kuvvet ile, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri defederler, kovarlar.
.
En üstün ve en şerefli, insandır
10 Haziran 2002 01:00
İnsan, mahlûklar içinde, en üstün ve en şerefli olanıdır. Bütün cisimler madde olmaları bakımından birbirlerinden farksızdır. Hepsinin ağırlığı ve hacmi vardır. İnsan ve hayvan da, bu bakımdan, cansızlarla aynıdır. Fakat cisimler, özel halleri ile birbirinden ayrılır. Bütün yaratılanlar, cansızlar, bitkiler ve hayvanlar olmak üzere üç cinse ayrılır. Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insan nevidir. Her cinsin nevleri arasında üstünlük sırası vardır. Yani, bir nev, başka nevden daha üstündür. Bir cinsin en üstün nevi, daha üstün olan cinsin en aşağı nevine yakın özellikler gösterir. Hattâ, birçok sıfatları müşterek olur. Meselâ mercan, cansızlardan taşa benzer. Fakat, canlılar gibi ürer, büyür. Hurma ağacı ve sinekkapan otu, hayvan gibi his ve hareket etmektedir. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir. Erkek ağac, dişi tarafına eğilmekdedir. Erkek ağaçtan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide meyve hâsıl olmaz. Gerçi bütün bitkilerde bu iki organ vardır. Fakat, hurma ağacında, hayvanlar gibi görünmekdedir. Hattâ, hurma ağacının başında beyâz birşey vardır. Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağaç kurur. Hadîs-i şerifte, "Halanız olan hurma ağacına saygı gösteriniz! Çünkü, ilk hurma ağacı, Âdem aleyhisselâmın çamurunun artıklarından yaratıldı" buyuruldu. Belki, bu ağacın, bitkilerin en üstünü olduğuna işâret buyurulmuş olabilir. Hayvan cinsinin en aşağı nevi süngerlerdir. Beyazdırlar. Denizlerde yaşarlar. İrâdeli, istekli hareketleri vardır. Sularda yaşıyan binlerle ibtidâî hayvan vardır. Her nevden daha olgun, daha üstün başka bir nev yaratılmıştır. Her sınıfın üremesi ve savunması başka başkadır. Kimisine ok, kimisine diş, kimisine pençe, kimisine boynuz, kimisine kanat, kimisine sürat, tilki gibi olanlara da hile verilmiştir. Her sınıfın şahsının ve nevinin korunması sağlanmıştır. Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler ilhâm olunmuştur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arasında yer ziyan olmuyor. Dörtgen olsaydı, hacimleri daha az olurdu. Arıya bunu bildiren kimdir? Allahü teâlâ (ilhâm) etmektedir.
.
İnsana en yakın olanlar...
11 Haziran 2002 01:00
Canlıların en üstünü insandır. Diğerleri insanlara yakınlığına göre üstündür. İnsana en yakın olanları at, maymun, fil ve kuşlardan papağan diğerlerinden üstündür. Maymunun ve filin zekâsı, çok insandan aşağı değildir. Darwin adındaki bir doktor, hayvanların üstünlük sırasını yazmış, en üstünü maymun olduğunu bildirmiş. Bunu okuyan islâm düşmanları, kendilerine ilerici diyen, kalın kafalı birkaç fen yobazı, Darwin'in, "hayvanların birbirine döndüğünü, yüksele yüksele, sonunda insan olduğunu" yazıyor diyorlar. Bunu ileri sürerek, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığını inkâr ediyor ve Müslüman çocuklarını aldatıyorlar. Hâlbuki Darwin, kitâbında, hayvanlar birbirine döner demiyor. "Yaratılışlarında bir tekâmül, bir üstünlük sırası vardır" diyor. Aşağı derecedekilerin üstündekilere gıdâ, yem olduklarını yazıyor. Bu hâli islâm âlimleri daha önce görmüşler, anlamışlar ve yazmış, bildirmişlerdir. Nitekim, Darwin'den üç asır önce hayvanların üstünlük sırasını ve en üstünlerini, yukarıda yazdığımız şekilde bildiren Alî bin Emrullah bildirmiştir. Darwin'in, bu yazıları, islâm kitaplarından aldığı anlaşılmaktadır. Hayvanların üstünde, insan nevinin en aşağısı gelir. Çöllerde, ormanlarda, kutuplarda yaşıyanlar böyledir. İnsanların en üstünü, orta iklimlerde, yani 23 derece ile 66 derece arz dâireleri arasında, şehirlerde yaşıyanlardır. Yaratılış bakımından olan bu üstünlük farklarından başka, insanlar arasında, çalışarak maddede ve ahlâkta yükselmek farkları da vardır. Bazı insanlar, zekâları ile çalışarak birçok âlet yapmış, bazıları ise, bununla birlikte, akıl ilimlerinde, fende, teknikte ilerlemişlerdir. En üstünlerine gelince, bunlar teknikte, ilimde, fende yükselmekle birlikte, ahlâkta da ilerlemiş, evliyalık ve Allahü teâlâya yakınlık denen, insanlığın en yüksek derecesine varmışlardır. Bunlar, aşağılarındaki insanları irşâd ederek yükseltirler. Bunların en yükseği Peygamberlerdir. Bunlar, Cebrâîl aleyhisselâm denilen bir melek ile, Allahü teâlâdan emir ve haber almakla şereflenmişlerdir. Bu meleğin getirdiği emir ve haberlere "Vahiy" denir. Peygamberler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât", kendilerine gelen Vahiyleri insanlara bildirmişler, insanlara yükselme yolunu göstermişlerdir...
.
Hayvandan aşağı olanlar
12 Haziran 2002 01:00
Peygamberlerin gösterdiği yükselme ve ilerleme yoluna "Din" denir. İnsanların yükselerek vardıkları dereceler, meleklerin derecesinden daha yukarıdır. Peygamberlik makâmı da, dört derecedir. Birincisi Nebîler, ikincisi Resûller, üçüncüsü Ülül'azm Peygamberlerdir. Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, İsâ ve Muhammed "aleyhimüsselâm" bu derecededirler. Dördüncü derece hâtem-ül enbiyâ olmak, yani son olarak gelmek derecesidir. Bu en yüksek derece, Muhammed aleyhisselâma mahsustur. "Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!" iltifâtı ile, insanların, meleklerden daha üstün olduğuna vesîka olmuştur. İnsanların dereceleri, bütün mahlûkların tam ortasındadır. İslâmiyete uyanlar, yükselirler, meleklerden üstün olurlar. Nefslerine ve kötü arkadaşlara uyarak, İslâmiyetten uzaklaşanlar, alçalırlar. Çünkü, rûhun mücerret olduğunu, bedenin ise, özellikleri birbirlerine benzemiyen maddelerin yığını olduğunu bildirmişdik. İnsan, rûhu tarafından meleklere, bedenin yapısı bakımından hayvanlara benzemektedir. Rûh tarafını kuvvetlendiren kimse, meleklerden de üstün olur. Çünkü beden, insanı meleklikten uzaklaşdırmakta, hayvanlara yaklaştırmakda iken, bu alçalmağa karşı koymuş ve yükselmiştir. Melekte, hayvanlaştırıcı bir beden yoktur. İyilikleri, meleklik ile birlikte yaratılmıştır. İnsan, ruhu tarafından meleklere, bedenin yapısı bakımından hayvanlara benzemektedir. Ruh tarafını kuvvetlendiren kimse, meleklerden de üstün olur. Çünkü beden, insanı meleklikten uzaklaştırmakta, hayvanlara yaklaştırmakta iken, bu alçalmaya karşı koymuş ve yükselmiştir. Melekte, hayvanlaştırıcı bir beden yoktur. İyilikleri, meleklik ile birlikte yaratılmıştır. Bir kimse, bedeni kayırır, nefsi kuvvetlendirirse, hayvanlardan aşağı olur. Allahü teâlâ, "Hatta onlar, hayvanlardan daha aşağıdır." buyurarak, böyle kimselerin kötülüklerini bildirmektedir. (Araf 179, Furkan 44) Çünkü, hayvanda akıl yoktur. Meleklere benziyen rûhları da yoktur. Şehvetlerine uymaları suç olmaz. İnsanlara akıl ışığı verilmiş olduğundan, nefslerine uymaları, doğru yoldan sapmaları çok çirkin olur. Karışımdır, Âdemoğlu, meleklikle hayvanlıktan./ Kim ki, meleğine uydu, üstün oldu, hem de ondan./ Kim ki olur hayvan huylu, kötü olur her mahlûktan!
Nefsin arzularına uyulursa
13 Haziran 2002 01:00
Allahü teâlâ, canlıların hayatta kalabilmeleri için gerekli zaruri şeyleri hazır olarak yaratmıştır. Hayvanların yaşayabilmeleri için, kendilerine lâzım olan teneffüs edecek hava, yiyecek, içecek, giyecek, barınacak, eş olacak şeylerin hepsi hâzır olarak yaratılmıştır. Bunlar arasında, yaşamaları için, en çok lâzım olanı havadır. Havasızlığa birkaç dakîkadan fazla dayanamazlar. Hemen ölürler. Hava, aramakla, bulmakla, zahmet çekmekle ele geçecek birşey olsaydı, bunu arayacak kadar zaman bile yaşıyamazlardı. Bu derece acele lâzım olan, bu çok lüzûmlu maddeyi, Allahü teâlâ, her yerde bulunacak ve mahlûklarının ciğerlerine kadar, kendiliğinden, kolayca girecek şekilde yaratmıştır. Yaşıyabilmek için su, bu kadar acele lâzım değildir. İnsan ve hayvanlar, suyu arayıp bulacak zaman kadar yaşıyabilirler. Bunun için, suyu bulmak îcâb etmektedir. Hayvanlarda akıl bulunmadığı ve birbirlerine yardımcı olmadıkları için, yiyeceklerini ve giyeceklerini hâzırlıyamazlar. Bundan dolayı, yiyeceklerini pişirmeleri, hâzırlamaları lâzım değildir. Ot, leş yirler. Tüy, yün, kıl ile ısınırlar. Korunma âletleri, kendilerinde yaratılmıştır. Birbirlerine muhtac değildirler. İnsanlar ise, bütün bunları hazırlamağa, düşünmeğe mecburdur. Ekip biçmedikçe, ekmek yapmadıkça doyamazlar. İplik ve dokuma ve dikicilik yapmadıkca giyinemezler. Korunmaları için de, akıllarını, zekâlarını işletmeleri, fen bilgisi öğrenmeleri, sanâyi kurmaları lâzımdır. Her hayvanda bulunan bir çeşit üstünlük, insanda bir araya getirilmiştir. İnsanın, kendisinde yaratılan bu üstünlükleri meydana çıkarması için, akılını kullanması, fikrini yorması, çalışması lâzımdır. Saadet ve felâket kapılarının anahtarı, insanın eline verilmiştir. Yükselmesi veya alçalması, kuvvetini sarf etmesine ve çalışmasına bırakılmıştır. Aklını, fikrini işleterek, saadet yolunu görüp, bu yolda yürümeğe çalışırsa, içinde yaratılmış olan yükseklikler, kıymetler eline geçer. Ufuktan ufka yükselerek, meleklere karışır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Yok eğer, nefsin zararlı arzularına uyarak, yaratıldığı gibi, hayvanlık derecesinde kalırsa, işi tersine dönerek, alçala alçala, esfel-üs-sâfilîne düşer. Felâketten felâkete, Cehenneme kadar sürüklenir.
.
İslamiyet güzel ahlâkı emreder
2 Temmuz 2002 01:00
İslâmiyet fenni, tekniği, çalışmayı, güzel ahlâkı teşvîk etmekte, emir eylemektedir. İslam düşmanları, İslâmiyete alçakça iftirâ ediyor. İslâmiyet, insanları uyuşturmakta, çalışmayı frenlemektedir diyerek, küstahça yalan söylüyorlar. İslâm memleketlerinde avladıkları, aldattıkları, câhil, soysuz kimselere, bol para ve mevki sağlayarak, onları da, böyle konuşturuyorlar. Fenni, ilmi, çalışmayı emreden, çalışanları öven âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler meydanda dururken, bu alçak, hayâsızca iftirâlar, güneşi balçıkla sıvamaya benziyor. Asırlardır yaptıkları acı tecrübelerle, kaba kuvvetle İslamiyete bir zarar veremeyeceklerini anlayınca bu hileye başvurdular. İslamiyete ancak içeriden zarar verebileceklerini anladıkları için kaleyi içeriden yıkmaya çalışıyorlar. Bunun için de İslamiyetin kalesi olan âlimleri, mezhepleri yok etmeyi, halkın gözünden düşürmeyi planladılar. Bilhassa İngilizler, asırlardır İslâmiyete sinsice saldırıyor. İslâmiyeti içerden yıkıyorlar. Yalanlarına gençlerin kolay aldanmalarını sağlayabilmek için, İslâm bilgilerini, din kitâplarını yok ediyorlar. İslâmiyete hücûm etmek için, Londra'da (Müstemlekeler bakanlığı) kurdular Burada hâin plânlar hâzırladılar. Binlerce câsûs yetiştirdiler. Tuzaklarına düşen câhil, soysuz din adamlarından, Necdli Abdülvehhâb oğlu Muhammed ve Der'iyye emîri Sü'ûd oğlu Muhammed ile işbirliği yaparak ve milyonlarca lira ve silâh kuvvetleri ile "Vehhâbîlik" sapık fırkasını kurdular. Müslümanların hâmîsi, bekçisi olan Osmanlı devletini içerden yıktılar. Abdürreşîd İbrâhîm efendi, 1910'da İstanbul'da basılan Türkçe (Âlem-i İslâm) kitâbının ikinci cildinde, "İngilizlerin İslâm düşmanlığı" yazısında diyor ki: "Hilâfet-i İslâmiyyenin bir an evvel kaldırılması, İngilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebesine sebep olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri, hilâfeti yok etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymaktadır. Her zaman Müslümanların başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep İngilizlerden gelmiştir. İngiliz siyâsetinin temeli, İslâmiyeti yok etmektir. Çünkü, İslâmiyetten korkmaktadırlar. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdanları kullanmaktadırlar. Bunları İslâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, İslâmiyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir." Abdürreşîd efendi, 1944'de Japonyada vefât etti.
.
Adâlet olmayınca
3 Temmuz 2002 01:00
Adalet olmayınca, açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulmedenler olur. Çünkü, her nefis, istediğine kavuşmak ister. Tatlı olanı almağa uğraşır. Bu şeyleri istiyen birkaç kişi çekişmeğe başlar. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, adalet lâzım olur. Alış verişte, herkes kendi yaptığının daha kıymetli olduğunu söyler. Yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini adâlet ile ölçmek lâzım olur. Eşyânın değerlerini karşılıklı ölçen şey, altındır yani paradır. Her milletin kullandığı kâğıt liralar, şimdi hep altın karşılığıdır. Yani, altını çok olan devletler, çok kâğıt para basabilir. Altını az olan, kâğıt parayı çok basarsa, bunların kıymeti olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ, altını para olarak yaratmıştır. Başka hiçbirşey, altının yerini tutamaz. Bunun içindir ki, zekâtın altın olarak hesâb edilmesi ve verilmesi emir olunmuştur. Eşyânın kıymetlerini altınla, adâleti gözeterek ölçmek lâzımdır. Âdil bir devlet, zulmü, işkenceyi önler. Adâleti temin eder. Eşyânın kıymetlerini, adâlet ile tespit eder. Adalet eşitlik demek değildir. Her hususta eşitliğin zararları sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Allahü teâlâ, her şeyi hikmetli ve adaletli yaratmıştır. Adalet olunca işler düzgün yürür. Mesela beş parmağın beşi de aynı olsaydı, baş parmak diğerlerinin arasında olsaydı, bugünkü kadar verimli iş yapılamaz, büyük eksiklik olurdu. Dinleri, Allahü teâlâ adâleti sağlamak için göndermiştir. Adâleti sağlamaları için, bu ilâhî kanunları gönderdi. Hadîd sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, "Onlara kitâb ve terazi gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler" buyuruldu. Burada, kitâb, din demektir. Çünkü din, Kur'ân-ı kerîmdeki emir ve yasakların ismidir. Terazi de, altına işârettir. Çünkü altın, ağırlıkla ölçülür. Kur'ân-ı kerîmin emir ve yasaklarını beğenmiyen, çağımıza uygun değildir diyen dinden çıkar. İnsan, her ihtiyâcını hazırlamaya mecbûrdur. Bunu hâzırlayan da, fen ve san'attır ve çalışmaktır. Bir insanın her san'atı öğrenmesi, mümkün değildir. Herbir san'atı muayyen kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san'at sâhibinden alır. Bu san'at sâhibi de, kendine lâzım olan başka birşeyi, onu yapan diğer san'at sâhibinden alır. Böylece, insanlar birbirlerinin ihtiyaçlarını temin eder. Bunun için, insan yalnız yaşayamaz. Bir arada yaşamaya mecburdurlar. Bir arada yaşayabilmek için de adalet lazımdır.
.
Adâlette öncelik sırası
4 Temmuz 2002 01:00
İnsanın önce kendine, hareketlerine, uzuvlarına adâlet etmesi lâzımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adâlet yapması lâzımdır. İdarecilerin de, millete adâlet yapması lâzımdır. Demek ki, bir insanda adâlet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, uzuvlarında adâlet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her organını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâktan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Adaletli yöneticiler, bu dünyada, Allahü teâlânın halîfesi olmuştur. Kıyâmette de âdiller için vaad edilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu tâlihli zamana, mübârek yere ve orada bulunmakla bahtiyâr olan insanlara, hayvanlara, hattâ nebatlara ve rızıklara sirâyet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki idareciler, şefkatli, iyi huylu, adâletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adâlet erbâbı değil, iblislerin ahbâbı, şeytanların yoldaşlarıdırlar. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. Men, lâ yerham, lâ yurham! buyurulmuştur ki, acımayana acınmaz demektir. Zalim idereciler, birkaç senelik, geçici dünya zevkleri için, milyonlara eziyet ederler. Fakat, zulümlerinin cezâsını çekmedikçe, bu dünyadan gitmezler. O kadar refâh ve lezzetler içinde oldukları hâlde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük dertler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hâli görür. Ciğerleri yanar. Meryem sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, "Mâlik, hâkim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzûrumuza gelir" buyuruldu. Burada buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın huzuruna, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yaptığı kötülükleri inkâr edemez. Hepsinin cezâsını çok acı olarak çeker.
.
Aradaki fark hızla kapanmakta
5 Temmuz 2002 01:00
İnsanoğlu son yıllarda iyice acayipleşti. İşlerini, tekliflerini anlamak mümkün olmuyor artık. Geçenlerde maliyecilerin, "Fuhuş, vergisi alınarak serbest bırakılsın!" diye bir teklifleri vardı. Görülen o ki, canlı türleri arasındaki fark her gün biraz daha kapanmakta. Mesela, insan ile hayvan arasındaki en önemli iki fark olan inançta ve cinsel beraberlikte insanoğlu hızlı bir şekilde hayvan ile arasındaki farkı kapatma, hayvanlaşma gayretinde. Fuhuş, zina, içki, uyuşturucu ve hür türlü sapık ilişkiler sıradan olaylar haline getirildi. İnsanlıktan uzaklaşmak için ne gerekiyorsa yapılmakta. Dolayısıyla insanoğlu, kendi değerlerini yok etmekte, kendi kendini bitirmektedir. Halbuki, Allahü teâlâ insanın dünyada ve ahirette huzur içinde olması için insanı insan yapan değerleri muhafazayı emretmektedir. Bu maksatla, Peygamberler, dinler gönderdi. Bunlar vasıtasıyla insani değerlerin kıymetini bildirdi. Bunlara uyanlardan razı olacağını tebliğ etti. Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, son Peygamber Muhammed aleyhisselama gelerek, "Yâ Resûlallah, Allahü teâlâ Cafer-i Tayyâr'ın dört şeyinden râzıdır, memnundur." buyurdu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Hz. Cafer'e sordu: "Ey Cafer, Allahü teâlânın senden, râzı olduğu dört haslet hangileridir?" O şöyle cevap verdi: "Ey Allah'ın Resûlü, hiçbir zaman putlara secde etmedim, çünkü onlardan fayda ve zarar gelmeyeceğini biliyordum. Hiçbir zaman içki içmedim, çünkü aklı giderdiğini gördüm. Hiçbir zaman yalan söylemedim, çünkü yalan söyleyen benim indimde çok aşağılık bir kişi idi. Yalan söyleyip aşağı insan olmak istemedim. Hiç zinâ etmedim. Bir başkası bu çirkin işi, benim hanımıma yapsa, benim de haberim olsa, ne kadar üzüleceğimi, ne kadar mahcup ve utanılacak hâle düşeceğimi düşündüm, herkes de böyle olur bildim." Bunu dinleyen Peygamber efedimiz, "Sen, bu hasletlerin ile meleklerle beraber olmaya lâyıksın" buyurdu. İnsanlığın yüz karası olan zina ile ilgili ibretli bir anekdot sunmak istiyorum. Mansûr Ammar hazretleri, bir gece, sokaktan geçerken bir erkekle kadının iki altına anlaştıklarını gördü. Hemen arkalarından gidip kadına yaklaşarak, hafif bir sesle, "Dört altına ne dersin?" dedi. Kadın dört altını duyunca, birinci adamı bırakıp bunun arkasından gelmeye başladı. Beraberce evine gittiler. Eve girince, kadının önüne dört altını bırakıp kendisi başka bir odada namaza durdu. Fakat namazı bitmiyordu, selâm veriyor tekrar bir namaza daha başlıyordu. Aradan saatler geçtiği hâlde, namazını bir türlü bitirip gelmiyordu. Nihâyet kadın dayanamayıp, yanına geldi. "Saatlerdir seni bekliyorum, artık evime döneceğim" dedi. Bunun üzerine Mansur hazretleri kadına, "Ey kadın, eğer sana meylim olmadığını söylersem yalan söylemiş olurum. Senin istediğin bu işi yaparken görenler olsa, hâlimiz n'olur? sorusu üzerine, kadın, "Görüyorsun ki, bizi takip eden biri yok. Korkulacak bir hâlimiz yoktur." dedi. Mansûr Ammar, "Senin amelini yazan iki melek var. İki de benim amelimi yazan var, bunlar eder dört şâhid. Allahü teâlâ, bütün kullarının hâlini görür ve bilir. Yaptıklarının hesâbını âhirette görür. Âhirette başına gelecekleri hiç düşündün mü?" dedi. Bunları dinleyen kadın, feryâd edip, bayıldı. Bir müddet sonra kendine geldiğinde, "Benim ömrümün bugüne kadar olan kısmı pislik içinde geçti. Şimdi tövbe etsem acaba tövbem kabûl olur mu, diye sordu. Ammar hazretleri de, "Allahü teâlâ, Şûra sûresinde, tövbe edilen günâhları affedeceğini bildiriyor, yeter ki sen tövbe et, tövbem kabûl olmaz diye korkma" buyurdu. Kadın tövbe etti. Bir daha bu işleri yapmadı. İşte İslam büyüklerimiz insanı insanlıktan uzaklaştıran kötülükler konusunda bu kadar hassas ve fedakârdı. Bunun için de dünyada huzur içinde yaşadılar. Şimdi kabirlerinde de huzur içindeler
.
Nimetlere şükretmeyen nankördür
5 Temmuz 2002 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlaklanmış kimse, iyilik edene, mâl ile, hizmet ile karşılık verir. Bunu yapamayan, hamd ve senâ, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır. Kötülenir. İncitilir. Çünkü, iyiliğe karşı, iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, herbirini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nimetleri sebepsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmıyan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan, Allahü teâlâya şükretmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabâhât, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyet olur? Hele, O'na ve nimetlerin O'ndan geldiğine inanmamak veya bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüz karası olur. Bir kimseye her ihtiyâcı verilse, her ay yetecek para, gıdâ hediye olunsa, bu kimse, o ihsân sâhibini her yerde herkese nasıl över. Gece gündüz onun sevgisini, teveccühünü, onun kalbini kazanmaya uğraşmaz mı? Onu dertlerden, sıkıntılardan muhâfaza etmeye çalışmaz mı? Ona hizmet edebilmek için, kendini tehlikelere atmaz mı? Bunları yapmasa, o ihsân sâhibine hiç kıymet vermese, herkes onu ayıplamaz mı? Hattâ, insanlık vazîfesini yapmıyor diye cezâlandırılmaz mı? İyilik eden bir insanın hakkına böyle riâyet ediliyor da, her nimetin, her iyiliğin hakîkî sâhibi olan, hepsini yaratan, gönderen, Allahü teâlâya şükretmek, O'nun beğendiği, istediği şeyleri yapmak, niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok O'na şükretmek, en çok O'na itâat etmek, ibâdet etmek lâzımdır. Çünkü, O'nun nimetleri yanında başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir. Hattâ, diğerlerinden gelen iyilikleri de, yine O göndermektedir. Bu kadar iyiliklere şükretmemek nankörlük olur. Allahü teâlânın nimetlerini kim sayabilir? Nimetlerinin milyonda birine kim şükredebilir? Nitekim İbrahim suresi 34. âyet-i kerimesinde, "O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!" buyuruldu.
.
Gördüğünden ibret almak
6 Temmuz 2002 01:00
İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran bir özellik de gördüğü, yaşadığı olaylardan ibret almasıdır. Bugün maalesef bu özellikten çok şey kaybettik. Güle oynaya hasta ziyareti yapıyoruz, cami bahçesinde tabutun önünde ve kabirde iş konuşuyoruz, kabristanda piknik yapıyoruz; sanki biz yanında gülüp oynadığımız kabre girmeyeceğiz. Dahası var, birçok kabristan kendini bilmezlerin buluşma ve fuhuş alanı haline getirildi. Eskiden, ibret alınsın, ahıret unutulmasın diye mezarlıklar göz önüne yerlere yapılırdı. Şimdi ise, görüp moraller bozulmasın diye şehir dışına gözden uzak yerlere yapılmaktadır. Bütün bunlar, dünyaya düşkünlüğün, ahıreti unutmanın alametidir. Birgün, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, Ebüdderdâ hazretlerine bir kişi gelerek, "Yâ Ebüdderdâ! Benim büyük bir hastalığım var. Bunun tedâvisinde bana yardımcı ol! Bu hastalıktan kurtulmam için hangi ilâçları kullanayım?" diye sordu. "Hastalığın nedir?" sorusuna da şöyle cevap verdi: "Benim kalbimde dünyaya karşı aşırı sevgi var. Dünya, âdeta kalbimi işgâl etmiş. Kıldığım namazlarda nûr göremiyorum. İbâdetlerimden bir tat, lezzet alamıyorum." Ebüdderdâ hazretleri, şöyle cevap verdi: "Ey kişi, senin hastalığın hastalıkların en büyüğüdür. Bunu, hemen tedâvi etmelisin! Yoksa, Allah korusun îmânını da kaybedebilirsin!..." "Yâ Ebüdderdâ, ne olur beni bu hastalıktan kurtar!" ricası üzerine de Ebüdderdâ hazretleri bu kişiye şu nasihatı yaptı: "Sık sık hasta ziyâretlerine git! Cenâze namazlarında bulun! Kabirleri ziyâret et! Bu üç şeyi muntazam yaparsan bu hastalıktan kurtulursun! Sendeki dünya sevgisi yok olur. Kalbin nûrlanır, basîret gözün açılır." Bu kişi bildirilen üç şeye bir müddet devam etti fakat kendi hâlinde herhangi bir değişiklik hissetmedi. Üzüntülü bir şekilde tekrar Ebüdderdâ hazretlerine gidip, "Yâ Ebüdderdâ! tavsiyelerini aynen yerine getirdim. Fakat kendimde hiçbir değişiklik görmüyorum. Ne olur beni bu hastalıktan kurtar!" dedi. Ebüdderdâ hazretleri sordu: "Ey kişi, bildirdiğim gibi, hastaları yokladın mı, cenâzelerde bulundun mu, kabir ziyâretleri yaptın mı?" "Evet, devamlı üç şeyle meşgûl oldum" "Öyle ise sen, cenâzeye bir hayvan ölüsüne gider gibi gitmişsin! Şimdi söyleyeceklerimi iyi dinle: Hasta ziyâretlerine gittiğin vakit, birgün senin de onun gibi zayıf, hâlsiz, yatağa uzanmış olacağını düşün! Bir yudum suyu bile eline alıp içemiyeceksin, başkalarının yardımı ile içebileceksin! Bütün bu gerçeklere rağmen hâlâ dünyaya bağlanmaktaki maksadın ne? Görüyorsun ki, dünya zenginliği, insanın bu hâle gelmesine mâni olamamaktadır. Bunları, hastanın yanında düşün ve nefsine şöyle de: "Şunun hâline bak, ibret al! Senin de sonun budur, o hâlde dünya muhabbetinden elini çek!" Cenâze namazına gittiğin zaman düşün ki bu kimseyi, bütün dünya nimetlerinden ayırmışlar. Tabutun içine koyup musalla taşının üzerine bırakmışlar. Yakınları, çok sevdiği ve bütün ömrünü onlar için harcadığı çocukları onu geriden seyrediyorlar. Mezarlığa vardığında, kabirde yatanların hâlini düşün! Birgün sen de onlar gibi olacaksın! Nâzik bedenin çürüyüp böceklere yem olacaktır. Ey kişi işte üç şeyi yaparken bunları düşünüp, kendini bunların yerine koyarsan, kısa zamanda bu tehlikeli hastalıktan kurtulursun!" O kişi, bu nasîhatlara aynen uydu. Kısa zamanda bu hastalıktan kurtuldu. Dünyadan tiksinmeye başladı. Kalbi nûrlandı. Basîret gözleri açıldı. Hakkı bâtıldan ayırdı. Bundan sonra bütün ömrünü, âhıreti düşünerek, ona hazırlanmakla geçirdi. Ebüdderdâ hazretlerini gördüğünde: "Allah senden râzı olsun! Kalb gözümün açılmasına, gerçekleri görmeme vesîle oldun" dedi. İnşallah, bizler de bu tavsiyelere uygun ziyaretler yapar, olaylardan ibret alırız!
.
Adâlet üçe ayrılır
6 Temmuz 2002 01:00
Adâlet üçe ayrılır: Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti, nimetleri, ihsânları, her mahlûka yayılmıştır. Nimetlerinin en büyüğü, kullarına saadet yolunu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Ebedî, sayısız nimetler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sâhibe, yaratana ibâdet etmek, Onun ihsân ettiği nimetlere şükretmek elbette lâzımdır. Adâlet için sâhibinin hakkını gözetmek îcâb eder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını edâ etmesi vâcibdir. Adâletin ikinci kısmı, insanların hakkını edâ etmektir. Devlete, âmirlere, kanûnlara karşı gelmemek, âlimlere hurmet, emânetlere vefâ, alış veriş haklarını edâ, vaadlerini ifa etmek lâzımdır. Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını edâ etmektir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasiyetlerini ifa etmek, vakıflarını muhâfaza ve bıraktığı hayrât ve hasenâtı devâm ettirmekle olur. İnsanın Allahü teâlâya karşı vazifesi üçe ayrılır: Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir. Namaz, oruç gibi. İkincisi, rûhu ile yapacağı vazîfedir. Doğru itikâd etmek; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, inanmak. Üçüncüsü, insanlara adâlet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmaktır. Bu da, emâneti muhâfaza, insanlara nasîhat etmek, evvelâ İslâmiyeti öğretmekle olur. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibâdet üçe ayrılır: Doğru i'tikâd, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emir edilmemiş olanlar, zamana ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri "aleyhimüssalavâtü vetteslîmât" vâsıtası ile değiştirir. İbâdetleri, insanlar değiştiremez. Peygamberler "aleyhimüsselâm" ve bu büyüklerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri "rahime-hümullahü teâlâ", ibâdetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lâzımdır. Dünya ve âhıret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ile ve dil ile, yani söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlâktır. İhlâs, amelini yani bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.
.
Kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır
7 Temmuz 2002 01:00
İnsana dünyada ve âhırette zarar veren herşey, kötü ahlâktan meydâna gelmektedir. Yani, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmaktır. Haramlardan, kötülüklerden sakınmaya "Takvâ" denir. Takvâ, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Çünkü, birşeyi süslemek için, önce pislikleri, kötülükleri yok etmek lâzımdır. Bunun için, günahlardan temizlenmedikçe, tâatların, ibâdetlerin faydası olmaz. Hiçbirine sevap verilmez. Kötülüklerin en kötüsü, "küfür"dür. Müslüman olmayanın hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı, âhırette faydalı olmaz. Zulüm ile öldürülse bile kâfir, şehîd olmaz. Cennete girmez. İmanı olmayanın hiçbir iyiliğine sevap verilmez. Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. Herşeyden önce, takvâ sâhibi olmaya çalışmak lâzımdır. Herkese, takvâ sâhibi olmalarını emir ve nasîhat etmelidir. Dünyada râhata, huzûra kavuşmak, kardeşçe yaşayabilmek, âhırette de, sonsuz azaptan halâs olarak, ebedî nimetlere, saadetlere kavuşmak, ancak takvâ ile nasîb olur. Kötü huylar, kalbi hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin ölümüne yani küfre sebep olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, yani küfür ise, kalbin en büyük zehiridir. İmanı olmayanın, "Kalbim temizdir. Sen kalbe bak" gibi sözleri, boş lâflardır. Ölmüş olan kalb temiz olmaz. Küfürün çeşitleri vardır. Hepsinin de en kötüsü, en büyüğü "şirk"tir. Bir kötülüğün her çeşidini bildirmek için, çok kere, bunların en kötüsü söylenir. Bunun için, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunan şirk kelimesinden, her çeşit küfür manası anlaşılır. Nisâ sûresinin kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde, müşrikin hiç affedilmeyeceği bildirildi. Bu âyet-i kerîmeler, kâfirlerin Cehennem ateşinde sonsuz yanacaklarını bildirmektedir. Yahûdî ve Hıristiyanlar, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için kâfirdirler, Allaha düşmandırlar. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: "Ey mü'minler! Mü'min olmayan kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!" "Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, Allah'ın ve Resûlünün düşmanlarını sevmez." "Ey îmân edenler! Yahûdîleri ve Hıristiyanları sevmeyiniz!"
.
İbâdetlerin en kıymetlisi
8 Temmuz 2002 01:00
İslâm ahlâkı, öncelikle dinin emirlerine uymayı emredir. Dinin emirlerini bildirmek, yasaklarından menetmek de üç şekilde olur: Birincisi güç kullanarak kötülüğe mani olmaktır. Meselâ bir kimsenin, çocukları kötü bir iş yapıyorlarsa, babası güç kullanarak bunlara mani olması, veya bir babanın çocuğunu bir hayvana zulüm, eziyet yaptığını görüp, bu kötü işten uzaklaştırması gibi. Dinin emir ve yasaklarını bildirmenin ikinci şekli, nasihat etmektir. Eğer, kişinin el ile güç kullanarak mani olma imkanı yoksa meselâ amiri rüşvet alıyorsa veya arkadaşı namaz kılmıyorsa bunlara nasihat etmesi lazımdır. Söz ile kötülüğe mani olmalıdır. Bu durumda nasihat ederek, yapılan işin zararları kişiye yumuşak bir şekilde anlatılır. Sert muamele edilmez. Karşımızdaki nasihatımızı ister dinler, ister dinlemez. Fakat biz vazifemizi yapmış oluruz. Vebalde kalmayız. Dinin emir ve yasaklarını bildirmenin üçüncü şekli kalben üzülmek, yapılanı tasvip etmemektir. Söz ile de birşey söylemek mümkün değilse, söylediği zaman söyliyen zarar görecekse, o zaman kalben onun yaptığını tasvip etmez. Bu yaptığı kötü işten dolayı onu içten kınar. Bu en aşağı derecedir. Her Müslüman en azından bu kadarını yapmalıdır. Müslüman, dine aykırı bir fiil gördüğü zaman ilgisiz, tepkisiz kalamaz. En azından kalben üzülür. Îmânın alâmeti, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahtır... Hadîs-i şerîfte, "İbâdetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahtır." buyuruldu. İbâdeti çok olan mü'mini, az olandan daha çok sevmek lâzımdır. İsyânı daha çok olan, küfrü ve fuhşu yayan kâfirleri daha çok sevmemek lâzımdır. Allah için düşmanlık edilmesi lâzım gelenlerin başında, insanın kendi nefsi gelir. Çünkü o da kâfirdir. Sevmek demek, onların yolunda bulunmak demektir. Toplumda, el ile, güç kullanarak emr-i ma'rûf ve nehyi münker yapmak, yani kötülüklere mâni' olmak, devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile, duâ etmekle mâni' olmak ise, her mü'minin vazîfesidir
.
İki zıt şey birlikte sevilmez
9 Temmuz 2002 01:00
Müslüman, Allah dostlarını sever, Allah düşmanlarını sevmez. Gayr-i müslimler Peygamber efendimize inanmadıkları için, cenâb-ı Hakk'ın düşmanı hükmündedirler. Mü'min, cenâb-ı Hakkın düşmanlarını elbette sevmez. Mü'minin kâfiri sevmesi üç türlü olur: Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü, onun dîninden râzı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, îmânı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kalben sevmeyip ona dost görünmektir. Bu muhabbet yasak değildir. Üçüncüsü, ikisinin ortasıdır. Onları yaptıkları faydalı şeyler sebebiyle sever. Onlara kalbi meyil eder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk kurar. Bu muhabbet küfre sebep olmaz ise de, câiz değildir. Çünkü bu muhabbet, zamanla dînini beğenmeğe sebep olur. Âyet-i kerîmede, bu muhabbet yasak edilmektedir. Kısacası bunlarla ihtiyaç olduğunda, zaruret miktarı görüşmelidir. Arkadaşlık, dostluk kurmamalıdır. Zaten, sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır. Bu kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, "Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıd şey, birlikte sevilemez." İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzak olmazsa, bu sözüne inanılmaz. Halîfe hazret-i Ömer'e, "Hıristiyan bir genç var. Hâfızası çok kuvvetli, yazısı da çok düzgün, bunu kendine kâtip yaparsan çok iyi olur" dediler. Kabûl etmedi: "Mü'min olmayan birini dost edemem, dedi ve bu âyet-i kerîmeyi okudu." Ebû Mûsel Eş'arî, halîfe Ömer'e dedi ki: "Yanımda Nasrânî [Hıristiyan] bir kâtibim var. Çok işe yarıyor." Hazret-i Ömer, "Niçin, bir Müslüman kâtip kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki, "Ey mü'minler! Yahûdî ve Hıristiyanları sevmeyiniz!" âyetini işitmedin mi?" dedi. "Dîni onun, kâtipliği benim." cevabını verince, "Allahü teâlânın hakîr ettiğine ikrâm etme! O'nun zelîl ettiğini azîz eyleme! Allah'ın uzaklaştırdığına yaklaşma!" dedi. "Fakat ben Basra'yı onun yardımı ile idâre edebiliyorum." deyince, "Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!." buyurdu. Âl-i İmrân sûresinde meâlen, "Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor." buyuruldu. Bu büyük tehdît, onları sevmenin tehlikesini gösteriyor
.
"Benim için ne amel işledin?"
10 Temmuz 2002 01:00
Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Ona münâfık denir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma sordu: "Yâ Mûsâ! Benim için ne amel işledin?" Mûsâ aleyhisselâm cevap verdi: "Yâ Rabbî, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, tesbîh okudum, sadaka verdim." Hak teâlâ buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Bunların hepsi senin içindir. Namaz kılarsan Cennet veririm, oruç tutarsan sana kabir ve Sıratta nûr olur. Tesbîh okursan Cennet-i a'lâda senin için ağaç dikilir, sadaka verirsen, üzerine gelecek kaza ve belâ def' ve ref' olur. Yâ Mûsâ, benim için ne amel yaptın?" Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm sordu: "Yâ Rabbî, senin için ne amel yapmak gerekir? Nasıl bir amel yapayım ki, senin için yapmış olayım? Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki:" Benim için yapılmış olan amel, dostumu dost ve düşmanımı düşman tanımaktır." Allahü teâlânın en beğendiği ibâdet, Müslümanları sevmek, kâfirlere düşman olmaktır. Buna, "Hubb-i fillah ve buğd-ı fillah" denir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "¹mânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir." Cenâb-ı Hak İsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz." Hıristiyanlar teslis (üç ilah) inancı ile Cenab-ı Hakk'a şirk, ortaklık koşmaktadırlar. Dinimize göre, Hıristiyanların, Yahudilerin Cennete gireceğine inanan, söyleyen dinden çıkar. Nisa suresi 48. âyetinde bunları asla affetmeyeceği buyuruyor: "Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur." Başka âyet-i kerîmelerde de buyuruldu ki: "Ey îmân edenler! Benim ve sizin düşmanlarımızı sevmeyiniz." "Mü'minlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler." Bu âyet-i kerîmeler de, kâfirleri sevmeyi harâm etmektedir. Sevmemek de kalb ile olur. Bir hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlânın bazı kulları vardır. Bunlar, peygamber değildir. Peygamberler ve şehîdler, Kıyâmet günü bunlara imrenirler. Bunlar, birbirini tanımayan, uzak yerlerde yaşayan, Allah için birbirini seven mü'minlerdir." buyuruldu.
.
Elinde ateş tutmak gibi güç olur"
11 Temmuz 2002 01:00
Kalb hastalıklarının, kötü huyların şirkten sonra en kötüsü, "Bid'at"lara inanmak ve bid'at işlemektir. Bid'atlardan sonra gelen kötü huy, günahlardan sakınmamaktır. Küçük olsun, büyük olsun, şirkten yani küfürden başka günah işleyip, tövbe etmeden ölen bir mümin, şefâat olunmakla, yâhut hiçbir sebep olmadan, yalnız Allahü teâlânın merhamet etmesi ile, affolunabilir. Küçük günah, affedilmezse, Cehennemde azâb çekilecektir. Kul hakkı da bulunan günahların afı güçtür ve azapları daha şiddetli olacaktır. Hanımının mehrini vermemek ve insanların hak dîni öğrenmelerine mâni' olmak, kul haklarının en büyüğüdür. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, "Bir zaman gelir ki, insan kazancının helâldan mı, haramdan mı olduğunu düşünmez" "Bir zaman gelir ki, İslâmiyete yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur." Bunun için, haramların hepsinden ve mekrûhlardan sakınmak takvâ olur. Farzları ve vâcibleri terk etmek haramdır. İtikatta, ahlâkta ve amelde emir olunanları terk edene, kıyâmette azap yapılacaktır. Azâba sebep olan şeyleri terk etmek lâzımdır. Meselâ namaz kılmamak ve kadınların, kızların açık gezmeleri büyük günahlardandır. Bir günahı terk etmek, meselâ beş vakit namazı her gün kılmak çok lâzımdır. Yapılmaması lâzım olan şeyler, ya belli bir uzuv ile yapılır, yâhut bütün beden ile yapılır. Günah işlenen uzuvlardan sekiz uzuv meşhûrdur. Bu uzuvlar, kalb, kulak, göz, dil, el, mide, ferc ve ayaklardır. Kalb, insanın göğsünde, sol tarafında bulunan yürek denilen et parçasına nefh olunmuş, üfürülmüş rûhânî bir latîfedir. Kalb, rûh gibi, madde olmayan bir varlıktır. Günah işleyen, bu uzuvların kendileri değildir. Bunlarda bulunan his kuvvetleridir. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak, râhat etmek isteyen kimse, bu uzuvların günah işlemelerine mâni olmalıdır. Kalbde tabîat hâlini almadan, kendini zorlayarak günahlardan sakınmak da takvâ olur ise de, velî olmak için, günah işlememek tabîat, huy hâlini almalıdır. Bunun için de, kalbin temizlenmesi lâzımdır. Kalbin temizlenmesi, İslâmiyete uymakla olur. İslâmiyet, üç kısmdır: İlim, amel, ihlâs. Emirleri ve yasakları öğrenmek, öğrendiklerine tâbi olmak, bunları yalnız Allah rızâsı için yapmak lâzımdır. Kur'ân-ı kerîm, bu üçünü emir ve medhetmektedir.
.
Önce kalbin temizlenmesi lazımdır
12 Temmuz 2002 01:00
Kötü ahlâktan, kötülüklerden kurtulmak için Müslümanın herşeyden evvel kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü, kalb, bütün bedenin reîsidir. Bütün uzuvlar kalbin emrindedir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu, kalbdir" buyurdu. Yani bu, yürek denilen et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk ile süslenmesi gerekir. İnsanın kalbindeki kuvvete, huya "Hulk" denir. Kalbin hastalıklarının tedâvîleri güçtür. İlâçlarını iyi bilmek ve iyi kullanmak lâzımdır. Huy, kalbdeki meleke ve kalbdeki arzû, hâl demektir. İnsanın itikâdı, sözleri, hareketleri, hep bu kuvvetten hâsıl olmaktadır. İhtiyârî hareketleri, huyunun eserleridir. Ahlâkı tebdîl etmek, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmek mümkündir. Hadîs-i şerifte, "Alâkınızı iyileştiriniz!" buyuruldu. İslâmiyet mümkün olmayan şeyi emretmez. Tecrübeler de, böyle olduğunu göstermektedir. Tecrübe, kat'î bilgi elde etmeye yarayan üç vâsıtadan biridir. Bu vâsıtalardan ikincisi, Muhbir-i Sâdıkın haber vermesidir. Üçüncüsü, hesâb ile anlamaktır. İnsanların, ahlâklarını değiştirme yetenekleri aynı değildir. Ahlâkın kaynağı, sebebi, insânî rûhun üç kuvvetidir. Bunlardan birincisi, rûhun "İdrâk" kuvvetidir. Buna "Akıl" da denir. İdrar kuvvetinin mutedil, orta miktarına "Hikmet" denir. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıran kuvvettir. Bu kuvvetin lüzûmundan fazla olmasına ukalâlık denir. Ukala insan, mümkün olmayan şeyleri anlamaya kalkışır. Müteşâbih âyetlere mana verir. Kazâ kader üzerinde konuşur. Mekr, hile, sihir gibi zararlı şeyler yapar. Bu kuvvetin lüzûmundan az olmasına ahmaklık denir. Böyle kimse, hayrı, şerri birbirinden ayıramaz. İdrak kuvvetinin orta olmasına "Adâlet" denir. Adâletin azı çoğu olmaz. Ahlâkın kaynağı olan kuvvetlerden ikincisi "Gadab" tır. Hayvanî rûhun kuvvetidir. Beğenmediği, istemediği birşey karşısında, kanı harekete gelir. Bu kuvvetin insânî rûh tarafından temîn edilen orta miktarına, cesâret denir. Lüzûmlu, faydalı işlere atılmaktır. Müslümanların, iki mislinden fazla olmayan düşmanla harb etmeleri, mazlûmu zâlimden kurtarmaları böyledir. Bu kuvvetin fazla olması, atılgan, saldırgan olmaktır. Çabuk hiddetlenir. Bu kuvvetin az olması, korkaklıktır. Lüzûmlu olan şeyi yapmaktan çekinir.
.
Sıkıntıların sebebi
12 Temmuz 2002 01:00
Zamanımızda, çok kimsenin eline yeteri kadar para geçmesine rağmen sıkıntı çekiliyor. Çünkü bereket yok. Bereket kalmadı. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edilmezse, namaz kılınmazsa birçok bela, musibet gelir insanın başına. Dinimizde, namazın ayrı bir yeri vardır. Müslüman, namazını her halükârda kılmalıdır. Hatta, geciktirmeden vakti girince hemen namazını kılmalıdır. Çocuklarımıza, zaruri ihtiyaçları olan yemek yemesini, su içmesini öğrettiğimiz gibi zamanı gelince namazlarını vaktinde kılmalarını öğretmeliyiz, emretmeliyiz. Namaz kılınmazsa birçok sıkıntı gelir insanın başına. Bunlardan dördü şunlardır: 1- Rızıklar daralır: İşte hepimiz görüyoruz. Herkes geçim sıkıntısında. Eskiden evde bir kişi çalışır, rahat geçinilirdi. Şimdi, icabında 2-3 kişi çalışıyor fakat yine de sakıntıdan kurtulmak mümkün olmuyor. 2- Hastalıklar artar: Bugün hemen hemen her evde hasta var. Her ev ilaç deposu. Kiminin midesi, kiminin kalbi. Neticede herkes hasta. Bütün hastahaneler tıklım tıklım dolu. 3- Emniyet olmaz: Cinayetler, adam öldürmeler çoğalır. Hırsızlık, dolandırıcılık her tarafı sarar. Kimsenin kimseye itimadı kalmaz. Kardeş kardeşten şüphelenir hale gelir. İtimad, güven kalmaz. Herkes malının ve canının derdine düşer. 4- Merhamet kalkar: Patron işçisine, işçi patronuna şefkatli olmaz. İşçisi, perişan haldeyken, patronu, su gibi para harcar. Tok, açın halinden anlamaz. İşçi patronuna düşman olur. Hal böyle olunca, işyerlerinde, evlerde huzur kalmaz. Hanım kocasını, çocuklar anne ve babalarını dinlemez. Komşular birbirini sevmez. Merhamet olmadığı için, insan komşusuna her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmez. Herkes kendi rahatını düşünür. Ben rahat olayım da, isterse herkes sıkıntıda olsun, zihniyeti hakim olur. Halbuki, dinimize göre, Müslümanlar, bir vücudun organları gibidir. Birine bir zarar gelirse, bundan hepsi etkilenir. Hakiki Müslüman, bir Müslüman kardeşinin ayağına diken batsa, kendi ayağına batmış gibi o dikeni içinde hisseder. Bunlar, hep din bağı ile, merhamet ile olan şeylerdir. Bunlar kalkınca merhamet kalmaz. Eğer Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edilir, namazlar muntazam ve vaktinde kılınırsa, bunların tersi olur. Herkes birbirini sever. Müslümanların birbirlerini sevmesi, nefislerimizi sevmememize bağlıdır. Çünkü nefsimiz, Allahü teâlânın düşmanıdır. Nefsini seven, arkadaşını, büyükleri, Peygamber efendimizi ve Allahü teâlâyı sevemez. Çünkü bir kalpte iki sevgi bulunmaz. Bir zât, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme gelerek, - Kazancım bol olmasına rağmen geçim sıkıntısı çekiyorum, bundan nasıl kurtulabilirim? diye sorunca, Peygamber efendimiz de - Evinizde namaz kılmayan var mı? diye sordu. - Hayır efendim, evde hepimiz namazımızı kılıyoruz. Namaz kılmayan yok. - Komşularınızda, hatta mahallenizde namaz kılmayan var mı? - Efendim, komşularımızda ve mahallemizde de namaz kılmayan yok. - Bir araştırın, mahallenizden namaz kılmayan birisi geçmiş mi? - Efendim araştırdık, mahallemizden namaz kılmayan hiç kimse geçmemiş. - Bu bereketsizlik namaz kılmamaktandır, buyurarak araştırılmasını işaret buyurdu. O zât tekrar araştırıp Resûlullahın huzuruna geldi: - Yâ Resûlallah, iyice araştırdım, namaz kılmayan birinin cenazesi geçerken tabutu bizim evin duvarını çizmiş deyince, Peygamber efendimiz: - İşte evinizdeki bereketsizlik bundandır. O duvarı hemen yıkın, yeniden yapın! buyurdu. Müslümanın, meşgalesi, asıl maksadını unutturmamalıdır. Müslümanın maksadı, malıyla, mülküyle hep dine, topluma hizmet olmalıdır. Böyle olmazsa, Müslüman namazını muntazam kılmazsa, dinin emirlerine uymazsa dünyada da ahirette de işi çok zordur.
.
Annenin bedduası
13 Temmuz 2002 01:00
Günümüzde, çok kimse, işinde, evinde sıkıntı içinde. Huzursuzluk had safhada. Bunun birçok sebebi varsa da, esas sebeplerin başında, Anne-babanın ihmal edilmesi, kalblerinin kırılmasıdır. Vaktiyle eski kavimlerde Cüreyc isminde bir âbid vardı. Kendini dünyadan tamamen çekip, gece gündüz ibâdet ile meşgul olurdu. Küçük bir ibâdethanesi vardı. Kimseyle ilgilenmez, devamlı burada bulunurdu. Bu âbidin yaşlı bir annesi vardı. Hizmetini görecek kimsesi yoktu. Annesi bir işini görmesi için oğlunun ibâdet ettiği yere gidip oğluna seslendi: "Oğlum, görülecek bir işim var. Yaşlı olduğum için yapamadım. Gel de bu işimi görüver." Bu esnada oğlu nâfile ibâdet ile meşguldü. Annesine dönüp bakmadı bile. Annesi oğlunun bu hâline çok üzüldü. Ona şöyle bedduâ etti: "Yoldan çıkmış, kötü kadınların iftirasına uğrayasın!" Bu gencin ibâdethânesinin yakınında, yaşayan kötü bir kadın vardı. Bu kadın birgün o beldenin çobanından gayrı meşru şekilde hamile kaldı. Kadının bu hâli hemen duyuldu. Zamanın hükümdarı, konunun araştırılmasını emretti. Yapılan araştırmalarda, kadının kimden hamile kaldığı öğrenilemedi. Hükümdar mecburen kadını huzuruna çağırttı. Kadın cezalandırılacağından korktuğu için suçu komşusu âbide yıktı. Bana zorla sahip oldu, dedi. Bu ifade üzerine, hükümdar bu defa da âbidi çağırtıp dedi ki: "Ey Cüreyc sen bir taraftan, devamlı ibâdet ile meşgul olup, âbidlik taslıyor diğer taraftan da cenâb-ı Hakk'ın yasak ettiği zina gibi büyük bir günâhı işliyorsun. Bu kötü fiili yapmaya utanmadın mı? Yaptığın bu işin cezasını çekeceksin." Âbid, "Ben böyle bir şey yapmadım. Bana iftira ediliyor." deyince, "Komşun filan kadın, seninle zina ettiğini bildirdi." denildi. Hükümdarın bu sözü üzerine, genç hatasını anladı. Hatırına hemen annesinin yaptığı bedduâ gelmişti. Demek ki, bedduâsı tutmuştu. Annesinin o bedduâsı kulaklarında çınladı: "Yoldan çıkmış, kötü kadınların iftirasına uğrayasın!.." Âbid her ne kadar, ben böyle bir iş yapmadım diye ısrar ettiyse de kabûl ettiremedi. Çünkü kadın sözünde ısrar ediyordu. Âbid sonunda çaresiz kalıp, hükümdara dedi ki: - Bana anneme kadar gitmeme müsaade eder misiniz? Ondan sonra cezam neyse verirsiniz. Hükümdar yanına iki kişi takıp, annesine gönderdi. Genç, annesinin yanına varıp, ona yalvardı. - Anneciğim, hani bir zamanlar sen bana, "Kötü kadınların iftirasına uğrayasın!.." diye bedduâ etmiştin ya, cenâb-ı Hak, senin bu bedduânı kabûl etti. Falan kadın bana iftira etti. Hükümdar beni cezalandıracak. Ne olur beni affet de iftiradan kurtulayım. Ben hatamı anladım. Bir daha sana hizmette kusur etmeyeceğim. Annesi oğlunun perişan hâlini görünce, dayanamadı. Ellerini açıp şöyle duâ etti: - Yâ Rabbî, eğer oğluma ettiğim bedduâ olmuş ise, onu kaldır. O artık hatasını anladı. Bir daha annesini üzmeyecek. Annesinin hayır duâsını alan genç, tekrar hükümdarın huzuruna çıkıp: - Bana iftira eden kadının tekrar ifadesinin alınmasını istiyorum, talebinde bulundu. Hükümdar, kadını çağırtıp, eski iddiasında, olup olmadığını sordu. Kadın: - Daha önce bu şahsa ben iftira etmiştim. Bunun bir suçu yoktur. Bu işi yapan filan çobandır, ondan korktuğum için bu gence iftira etmiştim, dedi. Âbid böylece serbest bırakıldı. Peygamber efendimiz, bir defasında Eshâbı ile sohbet ederken bu hâdise ile ilgili olarak buyurdu ki: "Eğer Cüreyc bir fakih olsaydı, yâni fıkıh bilgisine sahip bulunsaydı, anasına hizmet etmenin Rabbine nâfile ibâdet etmekten daha üstün olduğunu bilirdi."
.
Kötü şeyler nefse tatlı gelir
13 Temmuz 2002 01:00
İnsanın ahlâkına tesir eden, rûhun kuvvetlerinden birisi de "şehvet"tir. Bu sadece cinsi arzular demek değildir. Kendine tatlı gelen, hoşuna giden şeyleri istemesidir. Bunun insânî rûh tarafından temîn edilen orta miktarına "İffet" nâmûs denir. İnsan, tabiatının muhtaç olduğu şeyleri, İslâmiyete ve insanlığa uygun olarak yapar. Lüzûmundan fazla olmasına, hırs ve fücûr denir. Helâldan olsun, haramdan olsun, her istediğini elde etmeye çalışır. Başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplar. Şehvetin lüzûmundan az olmasına, uyuşukluk denir ki, hasta olduğundan veya hayâsından, yâhut korkusundan, kibrinden, muhtaç olduğu şeylere kavuşmakta gevşek davranır. Hikmet, adâlet, iffet ve şecâ'at, iyi huyların esâsıdır. İnsan, rûhun üç kuvvetinden hikmete tâbi olunca, diğer ikisine, yani gadaba ve şehvete hâkim olur. Bu ikisini, orta dereceli olan iffete ve şecâ'ate kavuşturarak saadete erer. Eğer, insan orta derece olan hikmeti bulamayıp, iki kötü uca meylederse, kötü huylar hâsıl olur. Aşırı olan altı huy, her zaman kötüdür. Orta derecede olan dört huy da, kötü niyet ile yapılınca, kötü olur. Mala, mevkiye kavuşmak için, din adamı olmak, riyâ ile, gösteriş olarak namaz kılmak ve cihâd yapmak, hikmeti kötüye kullanmak olur. Bir zevke veya mevkiye kavuşmak için, bazı zevklerini terk etmek, iffeti kötüye kullanmaktır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lâzımdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması müşkildir. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. Kötü huyların hepsi için müşterek ilâç, hastalığı, zararını, sebepini ve zıddını ile ilâcın faydasını bilmektir. Sonra, bu hastalığı kendinde teşhîs etmek, aramak, bulmak gelir. Bu teşhîsi kendi yapar. Yâhut bir âlimin, rehberin bildirmesi ile anlar. Mümin, müminin aynasıdır. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak da, kusurunu öğrenir. Sâdık olan dost, onu tehlikelerden, korkulardan muhâfaza eden kimsedir. Böyle bir arkadaş bulmak çok zordur. Bunun içindir ki, İmâm-ı Şâfii: Sâdık dost ve hâlis kimyâ Az bulunur, hiç arama! buyurdu. Hazret-i Ömer de: Arkadaşım aybıma uyardı beni,kardeşlik sünnetinin budur temeli! buyurdu.
.
Kötü huyların tespiti
14 Temmuz 2002 01:00
İnsan, kötü huylarını düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimelere bakarak da öğrenebilir. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. İyi arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görmezler. Birisi İbrâhîm Edhem hazretlerine, aybını, kusurunu bildirmesi için yalvarınca, seni dost edindim. Her hâlin, hareketlerin, bana güzel görünüyor. Ayıbını başkalarına sor dedi. Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışmak da, kötü huyların ilaçlarındandır. "Mümin müminin aynasıdır" hadîs-i şerîfinin manası budur. Yani, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür. İsâ aleyhisselâma, bu güzel ahlâkını kimden öğrendin dediklerinde, "Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen huylarından ictinâb ettim. Beğendiklerimi ben de yaptım" buyurdu. Lokman Hakîm'e, edebi kimden öğrendin, dediklerinde, "Edebsizden!" dedi. Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâmın, velîlerin "rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn" hayat hikâyelerini okumak da, iyi huylu olmaya sebep olur. Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmanın sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. İnsanın, kötü şey yapınca, arkasından riyâzet çekmeyi, nefse güç gelen şey yapmayı âdet edinmesi de, faydalı ilaçtır. Meselâ, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruç tutacağım, gece namazları kılacağım diye yemin etmelidir. Nefs, bu güç şeyleri yapmamak için, onlara sebep olan kötü âdetini yapmaz. Kötü ahlâkın zararlarını okumak, işitmek de faydalı ilaçtır. Bu zararları bildiren hadîs-i şerîfler çoktur. Bunlardan birkaçı şunlardır: "Allah katında kötü huydan büyük günah yoktur." Çünkü, bunun günah olduğunu bilmez. Tövbe etmez. İşledikçe, günahı kat kat artar. "İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günah, kötü huylu olmaktır." "Her günahın tövbesi vardır. Kötü ahlâkın tövbesi olmaz. İnsan, kötü huyunun tövbesini yapmayıp, daha kötüsünü yapar." "Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi ahlâk da, hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk, hayırâtı, hasenâtı mahveder."
.
Güzel ahlâkın kaynağı
15 Temmuz 2002 01:00
Kötü niyyet ile olmayan hikmet, adâlet, iffet ve şecâat, iyi ahlâkın kaynağıdır. İyi huylu olmak için ve iyi ahlâkını muhâfaza edebilmek için, sâlih kimselerle, iyi huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi sârîdir, bulaşıcıdır. Kötü huylu ile arkadaşlık etmemelidir. Hadîs-i şerifte, "İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur" buyuruldu. Faydasız şeylerden, oyunlardan, zararlı şakalaşmaktan ve münâkaşa etmekten uzak durmalıdır. İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan, şehveti harekete getiren seks, fuhuş kitâpları okumamalı, böyle radyo ve televizyondan sakınmalıdır. İyi huyların faydaları ve haramların zararları ve Cehennemdeki azapları, hep hatırlanmalıdır. Mal, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına kavuşamamıştır. Malı, mevkiyi hayır için arayan ve hayır işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, mevki gaye olmamalı, hayra vâsıta olmalıdır. Mal, mevki bir deryâya benzer. Çok kimse, bu denizde boğulmuştur. Allahü teâlâdan korkmak, bu deryânın gemisidir. Hadîs-i şerifte, "Dünyada, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! Öleceğini hiç unutmamalı!" buyuruldu. İnsan, dünyada bâki değildir. Dünya zevklerine daldıkça, dertler, üzüntüler, güçlükler artar. Aşağıdaki hadîs-i şerîfleri hiç unutmamalıdır: "İbâdetleri az olan bir kul, iyi huyu ile, kıyâmette yüksek derecelere kavuşur." "İbâdetlerin en kolayı ve çok faydalısı, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır." "Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennemin dibine götürür. Bazan küfüre götürür." Birinin gündüzleri oruç tuttuğu, geceleri namaz kıldığı, fakat kötü huylu olduğu, dili ile komşularına, arkadaşlarına eziyet ettiği söylendikte, Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" cevâbında, "Böyle olmak iyi değildir. Gideceği yer, Cehennem ateşidir" buyurdu. "Güzel ahlâkı tamamlamak, yerleştirmek için gönderildim." Semâvî dinlerin hepsinde iyi huylar vardı. Bu din, bunları tamamlamak için gönderildi. Bu din varken, iyi huy bildirecek başka kaynağa, başka kimseye lüzûm yoktur. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Peygamber gelmeyecektir. Gerçek güzel ahlâk onun ahlâkıdır. Her Müslüman onun ahlâkı ile ahlâklanmaya çalışmalıdı
.
Kalbe güzel huylar yerleştirilmeli
16 Temmuz 2002 01:00
Her Müslüman, kalbinden bütün kötü huyları çıkarıp, iyi ahlâkı yerleştirmelidir. Birkaçını çıkarıp, birkaçını yerleştirmekle, insan güzel huylu olmaz. Tasavvuf, insanı bu kemâle kavuşturan yoldur. Böyle olmayan yola, tasavvuf denmez. Her ilmin, her san'atın sahteleri, bozukları olduğu gibi, dinden, İslâmiyetten, İslâmiyetin güzel ahlâkından haberleri olmayan sahtekârlar, yalancılar, kendilerine tarîkatçı, şeyh diyorlar. Bunlara aldanmamalı, câhillerin, ahlâksızların kitâplarını okumamalı, radyolarını dinlememeli, tuzaklarına düşmemelidir. Kötü ahlâkın meşhûrları altmış adettir. Bunlardan en azından kırk adedini öğrenmelidir. Bunlardan sakınan ve zıtlarını yapan kimse, güzel ahlâklı olur. Güzel huylu olmanın önemini Peygamber efendimiz şöyle bildirdi: "İyi huylu olan, dünya ve âhıret saadetlerine kavuşur." Çünkü iyi huylu kimse, Allahü teâlâya ve kullara karşı olan hakları, vazîfeleri îfâ eder. "Sûreti ve huyu güzel olanı Cehennem ateşi yakmaz." "Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrûm edenlere ihsân etmek, güzel huylu olmaktır". İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsânda bulunur. Malına, haysiyetine, bedenine zarar vereni affeder. "Kızdığı zaman, yumuşak davrananın kalbini Allahü teâlâ emniyet ve iman ile doldurur. Korkusuz ve emîn olur." Kötülük edene iyilik yapmak, iyi huyların en üstünüdür. Kâmil insan olmanın alâmetidir. Düşmanları dost yapar. İsâ aleyhisselâm, "Kötülük yapana kötülükle cevap vermeyiniz! Sağ yanağınıza vurana, sol yanağınızı çeviriniz! Paltonuzu alana, şalvarınızı da veriniz!" buyurdu. Hıristiyanların şimdi ellerinde mevcut uydurma (İncîl) kitaplarında da böyle yazılıdır. Buna rağmen, Hıristiyanların, İspanya'da, Kudüs'te, Hindistan'da ve Bosna Hersek'te Müslümanlara ve Yahûdîlere yaptıkları korkunc zulümler ve engizisyon mahkemelerinde, birbirlerine yaptıkları işkenceler, kitaplarda mevcuttur. Bu vahşî hareketleri, gerçek İncîl'e tâbi olmadıklarını göstermektedir.
.
Kötülüklerin en kötüsü
17 Temmuz 2002 01:00
Dinimize göre, kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist olmaktır. İslamiyete, Muhammed aleyhisselâmın son peygamber olduğuna inanmamak "küfür" yani Allah'a düşmanlık olur. Meleklerin, insanların ve cinnin iman etmeleri, inanmaları emir olundu. Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalb ile inanıp, dil ile de ikrâr etmeğe, söylemeğe "İman" denir. İmanın yeri "Kalb"dir. Kalb, yürek dediğimiz et parçasında bulunan bir kuvvettir. Bu kuvvete "gönül" de denir. İmanı söylemeğe mâni' bulunduğu zaman, söylememek affolur. Meselâ korkutulduğu, hasta, dilsiz olduğu, söyleyecek vakit bulamadan öldüğü zaman, söylemek îcâb etmez. Anlamadan, taklîd ederek inanmak da, iman olur. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek küfür olur. Bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Herbirini bilmeden, hepsine inandım demek de, iman olur. İman hâsıl olmak için, İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeylerden sakınmak da lâzımdır. İslâmiyetin ahkâmından yani emir ve yasaklarından birini hafîf görmek, Kur'ân-ı kerîm ile, melek ile, Peygamberlerden biri ile "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" alay etmek, küfür alâmetlerindendir. İnkâr etmek, yani işittikten sonra inanmamak, tasdîk etmemek demektir. Şüphe etmek de inkâr olur. Küfür olduğunu herkesin bildiği bir şeyi, işitmediği, düşünmediği için kâfir olanların küfürü "Küfür-i cehlî"dir. Cehl de iki türlüdür: Birincisi basîttir. Böyle kimse, câhil olduğunu bilir. Bunlarda, yanlış i'tikâd olmaz. Hayvan gibidirler. Çünkü, insanı hayvandan ayıran, ilim ve idrâktır. Bunlar, hayvandan da aşağıdırlar. Çünkü hayvanlar, yaratıldıkları şeyde ileridedirler. Kendilerine faydalı şeyleri anlar ve onlara yaklaşırlar. Zararlı olanları da anlayıp, onlardan uzaklaşırlar. Hâlbuki bunlar, bilmez olduklarını bildikleri hâlde, bu çirkin hâlden uzaklaşmaz, ilme yaklaşmazlar. İman edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan meşhûr olanları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır. İşitip de, öğrenmeğe ehemmiyet vermemek küfür olur.
.
Cahilliğin ilâcı
18 Temmuz 2002 01:00
Cehalet, insanı dünya ve ahıret saadeti olan imandan mahrum bırakır. Veyahut da sahip olunan imanın elden çıkmasına sebep olur. Bunun için iman edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan meşhûr olanları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır. İşitip de, öğrenmeğe ehemmiyet vermemek küfür olur. Cahilliğin ilâcı, çalışıp öğrenmektir. Cehalet yanlış, sapık itikâda sebep olur. Yunan felsefecilerinden ve Müslümanlardan yetmişiki bid'at fırkasından imanı gidenler böyledir. Bu cehâlet, birincisinden daha fenâdır. İlâcı bilinemeyen bir hastalıktır. İsâ aleyhisselâm, "Sağırı, dilsizi tedâvi ettim. Ölüyü dirilttim. Fakat, cahilliğin ilâcını bulamadım" demiştir. Çünkü, böyle kimse, cahilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır. Câhil ve rûh hastası olduğunu bilmez ki, ilâcını arasın! Ancak, Allahü teâlânın hidâyeti ile hastalığını anlayan, bu dertten kurtulabilir. Bugün dünyada çok az da olsa, İslamiyeti duymamış, işitmemiş insanlar mevcuttur. Bunların durumu, İslamiyeti duymuş fakat kabul etmemiş kimselerle aynı olmayacaktır. Bu hususta ikinci bin yılın yenileyicisi büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri, "Mektûbât" kitâbının birinci cildinin ikiyüzellidokuzuncu mektûbunda şöyle buyuruyor: "Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler, ne Cennete, ne de Cehenneme girmiyeceklerdir. Âhırette dirildikden sonra, hesâba çekilip, zulümleri, kabâhatleri kadar, mahşer yerinde azâb çekeceklerdir. Herkesin hakkı verildikten sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmayacaklardır. Herkesin aklı, dünya işlerinde bile, şaşırıp yanılırken, Allahü teâlânın, akılları ile bulamadıkları için, kullarını ateşte sonsuz olarak yakacağını söylemek, bu fakîre çok ağır gelmektedir. Küçük iken ölen kâfir çocukları da, böyle yok olacaklardır. Bir Peygamberin "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" vefâtından sonra, çok vakit geçip, zâlimler tarafından din bozularak, unutulduğu yerlerde yaşayıp, Peygamberlerden ve İslâmiyetten haberi olmayan insanlar da, Cennete ve Cehenneme sokulmayacak, böyle tekrâr yok edileceklerdir. Kâfir memleketlerinde yaşayıp, İslâmiyeti işitmeyenler de böyledir."
.
Küfürde bilerek inat etmek
19 Temmuz 2002 01:00
İnat etmek kötü bir huydur. Bu küfürde olursa çok daha kötüdür. Cahilliğinden dolayı Müslüman olma nimetinden mahum kalanlar olduğu gibi, inadından mahrum kalanlar da vardır. Buna, "küfür-i inâdî" denir. Küfür olduğunu bilerek, inâd ederek, kâfir olmaktır. Kibir sebebi ile ve mala, zevke ve mevki sâhibi olmayı sevmekten veya ayıplanmaktan korkmak sebebi ile hâsıl olur. Fir'avn'ın ve yoldaşlarının küfürleri böyle idi. Mûsâ aleyhisselâmın mucizelerini gördükleri hâlde, iman etmediler. Bizim gibi bir insana inanmayız dediler. Kendileri gibi bir insanın Peygamber olacağını kabûl etmediler. Peygamber melekten olur sandılar. Hâlbuki, kendileri gibi insan olan Fir'avn'a ilâh dediler. Ona tapındılar. Rum İmparatoru Herakliyüs de tahtından, saltanatından ayrılmak korkusu ile iman etmedi. Eshâb-ı kirâmdan Dıhye "radıyallahü teâlâ anh", Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" islâma davet eden mektubunu Medîne'den Şam'a, Herakliyüs'e getirdi. Herakliyüs, bir gün evvel, Mekke'den Şam'a gelmiş olan Kureyş kâfirlerinin ticâret kervanının reîsi, Ebû Süfyân'ı sarayına çağırıp: "Medîne'de birisinin peygamberlik iddiâ ettiğini işittim. Kendisi, tanınmış kimselerden midir? Yoksa, aşağı tabakadan mıdır? Ondan evvel, başkası da böyle iddiâda bulundu mu? Dedeleri arasında, melik ve emîr olanlar var mıdır. Kendisine tâbi olanlar zengin midir, fakîr ve âciz kimseler midir? Çalışmaları ilerliyor mu, geriliyor mu? Dînine girip de, sonra ayrılanlar oluyor mu? Sözünde durmadığı, yalan söylediği görüldü mü? Harplerinde gâlib midir, mağlûb mudur? Ebû Süfyân bunların cevaplarını bildirince, bu sözlerinin hepsi, Onun peygamber olduğunu gösteriyor dedi. Ebû Süfyân o zaman henüz iman etmediği için, küfründen ve hasedinden dolayı, yalan söylediği de oldu. Bir gece içinde, Mekke'den, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğünü söyledi, dedi. Herakliyüs'ün yanında olup, bunu işitenlerden biri lâfa karışıp: Ben, o gece Mescid-i Aksâ'da idim dedi. O gece gördüklerini anlattı. Ertesi gün, Herakliyüs, mektûbu okuttu. Mektûba inandığını, Muhammed aleyhisselâma iman ettiğini Dıhye'ye bildirdi. Fakat, iman ettiğimi millete bildirmekten korkuyorum. Bu mektûbu falanca râhibe götür. O, çok şey bilir. Onun da iman edeceğini sanıyorum dedi. Râhib, Resûlullahtan gelen mektûbu okuyunca, hemen iman etti. Oradakilere de iman etmelerini söyledi. Kendisini öldürdüler. Herakliyüs korkup saltanatını kaçırmamak için, küfrü imana tercîh etti.
.
Avrupa medeniyetinin kaynağı
19 Temmuz 2002 01:00
Tarih boyunca, Müslümanlar, gayrı müslimlere her zaman müsamaha, hoş görü ile muamele etmişler. Gayrı müslimler ise, bütün bu hoş görülere rağmen, Müslümanlara hep gaddarca davranmışlar, her türlü zulmü reva görmüşlerdir. Yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler. Meselâ, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfall tarafından hazırlanan "Spaneien" yani İspanya ismindeki eserde, Müslümanların medeniyete hizmetlerini ve İspanyolların Müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır: "İspanya'da en mühim şehirlerden biri Kurtuba'dır. Bu şehir, Arap Endülüs Devletinin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 711'de İspanya'ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yapmışlardı. Araplar, bu şehre medeniyet getirdiler. Yarı vahşî insanların yaşadığı bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray, hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa'da ilk kurulan üniversite budur. O zamana kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıpta, zirâatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler. Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdürrahmân Kurtuba'da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdât'ta bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtuba'da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir Hıristiyana âit idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdar olan Birinci Abdürrahman, isterse zorla bu arâzîyi alabilecek durumdayken, katiyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, Hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç kilise yaptılar. Caminin inşaatı başladı. Abdürrahmân, günde birkaç saat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan'ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak'tan ve Suriye'den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fildişi, bu arâzîye yığıldı. Câminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu. Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti. Yapılan bu câminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fıskiyeler, çeşmeler vardı. İnsan, câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmeyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu. Hıristiyanlar, 1492'de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba'ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan binlerce Müslümanı, merhametsizce kılıçtan geçirdiler. Hâlbuki, Müslümanlar ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hıristiyan ve Yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine katiyyen mâni olmamışlardı. Siz, bugün Batı'nın diyalog, hoşgörü sözlerine bakıp, Hıristiyanların Müslümanlara bakış açısı değiştiğini zannetmeyin. Bu tamamen yeni bir taktik değişikliğidir. Düşmanlıkta artma var eksilme yok!
.
Endülüs fâciâsının sebebi
20 Temmuz 2002 01:00
Bugün de, İspanya'da Müslümanların hoşgörüsüne, medeniyete hizmetlerine karşılık Hıristiyanların yaptıkları barbarlıklardan ve Endülüs Devletinin yıkılış sebeplerinden bahsetmek istiyorum. Hıristiyan İspanyollar, Endülüs devletini yıkınca, görülmemiş bir vahşet ile ilim merkezi olan Endülüs'teki Müslümanları yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmaya başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmaya çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları kireçle badana ettiler. Nihâyet, en son bir vahşet olarak, 1523 senesinde câminin içine bir kilise yapmaya karar verdiler. Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Charles'ten izin istediler. Aldıkları bu izin ile kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde 52x12 metre ebâdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles, bizzat Kurtuba'ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü ve: "Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir benzerini yapma imkânı yoktur" dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mimârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar. Şimdi de, bu muazzam medeniyetin birkaç bin çapulcu ile nasıl yok edildiği üzerinde duralım. Müslümanların bu yıkımda, ne derece sorumlulukları vardı? Endülüs Emevi Devleti'ni ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi. Önceleri Müslümanlar bu kuvveti dinlerinden alıyorlardı. Dinin emrettiği şekilde yaşadıkları için her işlerinde başarı sağlıyorlardı. Fakat sonra, İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i'tikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkma gafletine düştüklerinden Pirene dağlarını aşamadılar. Ümeyye devleti böylece çöktü. Sözde Müslüman olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Vaki olanda hayır vardır. Olanlardan ibret almak lazımdır. İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. Zaten tarihî hadiselere kronolojik olarak bakıldığında, beşeriyeti ıstıraptan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, İslâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler olmamış Emevîler, Tîmûroğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, İslâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeye başladı. Devlet başkanlarını şehîd ettiler. Birçok önemli işler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi saygıyı terkettiler, çalışmayı bıraktılar. Bozuk, batıl inancın uzun süre ayakta kalması mümkün değildir. Osmanlı'nın uzun süre ayakta kalmasının sırrı işte buradadır. Ehli sünnete sahip çıktıkları için altı asır hüküm sürdüler.
.
Manevi değerlere saygısızlık etmek
20 Temmuz 2002 01:00
Kötü huyların en kötüsü olan insanı küfre, dinden çıkmaya götüren hallerden, sözlerden biri de "Küfür-i hükmî"dir. İslâmiyetin imansızlık alâmeti dediği sözleri söyleyen ve işleri yapan, kalbinde tasdîk olsa ve inandığını söylese de, kâfir olur. İslâmiyetin tazîmini, hürmet gösterilmesini emir ettiği şeyi tahkîr etmek, kötülemek böyledir. Bunun için, Allahü teâlâya lâyık olmayan şey söyleyen kâfir olur. Meselâ, Allah, Arştan veya gökten bize bakıyor demek, sen bana zulmettiğin gibi, Allah da sana zulmediyor demek, filân Müslüman benim gözümde Yahûdî gibidir demek, yalan bir söze, Allah biliyor ki, doğrudur demek ve melekleri küçültücü şeyler söylemek ve Kur'ân-ı kerîmi, hattâ bir harfini küçültücü söz söylemek, bir harfine bile inanmamak, çalgı çalarak Kur'ân okumak, hakîkî olan Tevrât'a ve İncîl'e inanmamak, bunları kötülemek küfür olur. Peygamberleri küçültücü şeyler söylemek, Kur'ân-ı kerîmde isimleri bildirilen yirmibeş Peygamberden "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" birine inanmamak, meşhûr sünnetlerden birini beğenmemek, çok iyilik yapan birisi için, Peygamberden daha iyidir demek küfürdür. Peygamberler muhtaç idi demek küfür olur. Çünkü, onların fakîrlikleri kendi istekleri ile idi. Birisi, peygamber olduğunu söylese, buna inananlar da kâfir olur. "Kabrim ile minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir" hadîs-i şerîfini işitince, ben minber, hasır ve kabirden başka birşey görmüyorum demek küfür olur. Âhırette olacak şeylerle alay etmek küfürdür. Kabirdeki ve kıyâmetteki azaplara akla, fenne uygun değildir diyerek inanmamak, Cennette Allahü teâlâyı görmeye inanmamak, ben Cenneti istemem, Allah'ı görmeyi isterim demek küfür olur. İslâmiyete inanmamak alâmeti olan sözler, fen bilgileri, din bilgilerinden daha hayırlıdır demek, namaz kılsam da, kılmasam da, berâberdir demek, zekât vermem demek, fâiz helâl olsaydı, zulmetmek helâl olsaydı demek, haramdan olan mâlı fakîre verip sevap beklemek, fakîr, verilen paranın haram olduğunu bilerek, verene hayır duâ etmek, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin kıyâsı hak değildir demek küfürdür. (A'râf) sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesi kıyâsın hak olduğunu ispat etmektedir. İslâm bilgilerine inanmamak, bunları ve din âlimlerini aşağılamak da küfür olur.
.
İmanı muhafaza etmenin yolu
22 Temmuz 2002 01:00
En güzel ahlâk imanlı olmaktır. Bunun için imanlı olmanın kıymetini bilmeliyiz. Müslüman, imanın yok olmasına sebep olacağı sözbirliği ile bildirilmiş olan şeyleri bilerek istekle söyler veya yaparsa, dinden çıkar. Buna "Mürted" denir. Mürtedin, mürted olmadan önceki ibâdetleri ve sevapları yok olur. Tekrâr imana gelirse, zengin ise, yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını, oruçlarını, zekâtlarını kazâ etmesi lâzım olmaz. Mürted olmadan önce, kazâya bırakmış olduklarını kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü, mürted olunca, önceki günahlar yok olmaz. Dinimize göre, mürted olanın nikâhı fesh olur, gider. İmana gelerek, tecdîd-i nikâh etmeden önceki çocukları veled-i zinâ olur. Kestiği, leş olur, yenmez. İmanının gitmesine sebep olan şeyden tövbe etmedikçe, yalnız (Kelime-i şehâdet) söylemekle veya namaz kılmakla, Müslüman olmaz. Mürted olacak şeyi yaptığını inkâr etmesi de tövbe olur. Tövbe etmeden ölürse, Cehennem ateşinde ebedî olarak azâb görür. Bunun için, küfürden çok korkmalı, az konuşmalıdır. Hadîs-i şerifte, "Hep hayırlı, faydalı konuşunuz. Yâhud susunuz!" buyuruldu. Ciddî olmalı, latîfeci, oyuncu olmamalıdır. Dîne, kanûnlara, akla, insanlığa uygun olmıyan şeyler yapmamalıdır. Kendisini küfürden muhâfaza etmesi için, Allahü teâlâya çok duâ etmelidir. Hadîs-i şerifte, "Şirkten sakınınız. Şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir" buyuruldu. Bu hadîs-i şerifteki şirk, küfür demektir. Bu kadar gizli olan şeyden korunmak nasıl olur denilince, "Allahümme innî e'ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a'lemü ve estağfirüke li-mâ lâ-a'lemü inneke ente allâmülguyûb" duasını okuyun, buyuruldu. Her müslüman, sabah ve akşam, bu îman duâsını okumalıdır: Sabah duâsı gece yarısında okumaya başlanır. Akşam duâsı öyleden başlar. Bu duâyı sabâh ve akşam çok okumalıdır. Kâfirlerin, Cehennem ateşinde sonsuz azâb görecekleri, Cennete hiç girmiyecekleri söz birliği ile bildirilmişdir. Kâfir, dünyada sonsuz yaşasaydı, sonsuz kâfir kalmak niyyetinde olduğu için, cezâsı da sonsuz azâbdır. Allahü teâlâ, herşeyin hâlikı, sâhibidir. Mülkünde dilediğini yapması hakkıdır. Ona, niçin böyle yaptın demeğe kimsenin hakkı yoktur. Bir şeyin sâhibinin, o şeyi dilediği gibi kullanmasına zulm denmez. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, zâlim olmadığını, hiçbir mahlûkuna zulüm yapmadığını bildirmektedir.
.
Dünya ve âhiret huzuru için
23 Temmuz 2002 01:00
Allahü teâlânın emirlerine "Farz" denir. Yasak ettiği şeylere "Haram" denir. Farzlara ve haramlara "İslâmiyet" denir. İslâmiyete uymıyan şeyi yapmağa "Günah işlemek" denir. Günah işlemekle insan kâfir olmaz. Günah olduğuna önem verilmezse, küfür olur. İbâdet yapmanın lâzım olduğuna ve günahdan sakınmak lâzım olduğuna inanmamak küfür olur. Bir velînin, aynı gün ve aynı saatte, çeşitli memleketlerde görüldüğünü söylemenin câiz olduğu bildirilmiştir. Büyük âlim Ömer Nesefî "rahime-hullahü teâlâ", Allahü teâlânın evliyâsına, âdetini, kanûnlarını bozarak (kerâmet) vermesi câizdir, demiştir. Câhile "İman nedir, İslâm nedir?" gibi sorulmamalı. Bunların cevapları söylenip, böyle midir, demelidir. Evlenecek gençlere de böyle sormalıdır. Birisinde küfre sebep olan sözler ve hareketler görülünce, kâfir dememeli, küfrü irâde ettiği, ahkâm-ı islâmiyyeye ehemmiyyet vermediği anlaşılmadıkça, sû-i zan etmemelidir. Bir kimseyi haksız olarak döven veya öldüren zâlime, "iyi yaptın, bunu hak etmişti" demek küfür olur. Yalan olarak, "Allah biliyor ki, seni çocuğumdan çok seviyorum" demek küfür olur. Vazîfe olduğuna inanmıyarak, ehemmiyyet vermiyerek, hafîf görerek namaz kılmamak, oruç tutmamak, zekât vermemek, küfür olur. Allahın rahmetinden ümîdini kesmek küfürdür. Kat'î olarak bilinen haramlardan birine helâl demek de küfür olur. Ezân, câmi, fıkh kitapları gibi İslâmiyetin kıymet verdiği şeyleri aşağılamak, küfür olur. Abdestsiz olduğunu veya namaz vaktinin gelmediğini bildiği hâlde, namaz kılmak, bildiği hâlde kıbleden başka tarafa dönerek kılmak küfür olur. Bir Müslümanı kötülemek için, kâfir demek küfür olmaz. Kâfir olmasını isteyerek söylemenin küfür olacağı yukarıda bildirilmiştir. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, "Cehenneme girmeğe sebep olan şeyleri yapmayınız! Onun ateşi çok şiddetlidir. Dayanamazsınız!" diyerek, kullarına tekrâr tekrâr haber verdi. Sonsuz olan Cennet nimetlerine kavuşturacak şeyleri yaparak, islâmiyete uyarak dünyada ve âhırette râhat ve mes'ûd yaşamağa da'vet etti. Bu da'veti beğenip seçmeleri için, insanlara akıl ve irâde, ihtiyâr nimetlerini de verdi. Bu daveti kabul edip, iman eden, dinin emir ve yasaklarını yerine getiren sonsuz olarak Cennette kalacaktır. Kabul etmeyen de sonsuz olarak Cehennemde kalacaktır. Müslüman olmayanın da Cennete gireceğini söyleyen dinden çıkar.
.
Mal ve makam hırsı...
24 Temmuz 2002 01:00
Kalb hastalıklarının, yani kötü huyların en zararlılarından biri de, mal ve makam hırsıdır. Şu hadîs-i şerîfler "Hubbürriyâset" denilen, bu hastalığın ne kadar zararlı olduğunu göstermekte, teşhîs ve tedâvîsine ışık tutmaktadır: "İki aç kurt, bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının yapacağı zarar daha çoktur." "İnsana zarar olarak, din ve dünya işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir." Yani, insanın din veya dünya işlerinde şöhret sâhibi olması, dînine de, dünyasına da çok zarar verir. "Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur." Makam ve şöhret sâhibi olmak arzusu, insanlarda üç şeyden hâsıl olur: Birinci sebep, nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehab olan meselâ, sadaka vermek için ve hayrât, hasenât yapmak için yahud mubâh olan işler yapmak için, meselâ, iyi yemek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk çocuk sâhibi olup, râhat ve mesûd yaşamak için veya ibâdetlerine mâni olacak şeylerden kurtulmak için ve islâm dînine ve Müslümanlara hizmet için mevki sâhibi olmak istenir. Bu niyyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ gibi ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmazsa ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevki sâhibi olması câizdir, hattâ müstehabdır. Çünkü, câiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepleri, vâsıtaları yapmak da, câiz ve lâzım olur. Süleymân aleyhisselâm, "Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmiyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle!" diyerek melik ve emîr olmak istemiştir. Önceki dinlerden bildirilen ve red edilmiyen haberler bizim dînimizde de muteberdir. Hadîs-i şerifte, "Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devamlı gazâ etmekten daha çok severim" buyuruldu. Bir hadîs-i şerifte, "Bir sâat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmaktan daha iyidir" buyuruldu.
.
Makam iyi yönde kullanılırsa...
25 Temmuz 2002 01:00
Kötü huylardan olan makam sahibi olmak arzusu, hırsı dünya sevgisini artırır. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak ise çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevab kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü hâlde, Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, "O ne iyi kuldur" diye övmektedir. (Sad 30) İnsanı iyilik etmekten alıkoyan her şey dünyadır. Kur'an-ı kerimde, Cennetin, makam hırsıyla büyüklük taslamıyan kimselere verileceği bildirilmektedir. Ahiret nimetlerini elde etmek için makam ve mevki elbette iyidir. Mal gibi makamın da kendisi değil sevgisi engeldir. Hizmet için bir makama talip olmak başka şey, nefsin arzularını tatmin için makam sahibi olmak ayrı şeydir. Riyâ ile ve hakkı bâtıl ile karıştırarak makam sâhibi olmak câiz değildir. İyi niyyet ile olsa da, câiz değildir. Çünkü, haramları ve mekrûhları, iyi niyyet ile de yapmak câiz değildir. Hattâ, bazı haramların iyi niyyet ile yapılması, daha büyük günah olur. Niyyetin iyi olması, tâ'atlarda, ibâdetlerde faydalı olur. Mubâh, hattâ farz olan bir amel, niyyete göre günah olabilir. Günah işliyenin, "Sen kalbime bak! Kalbim temizdir. Allah kalbe bakar" sözünün yanlış, hattâ zararlı olduğu buradan da anlaşılmaktadır. İnsan, makam sahibi olmağı nefsini eğlendirmek için ister. Nefsi, maldan olduğu gibi, mevkiden de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa, nefsi lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz ise de, takvânın, himmetin az olduğunu gösterir. Mevki elde ettikten sonra, insanların gönüllerini kazanmak için, riyâ ve müdâhane ve gösteriş yapmasından korkulur. Hattâ, münâfıklık ve hakkı bâtıl ile karıştırmak ve hattâ hile ve yalan gibi tehlikeli hâller de olabilir. Helâl ile haram karışık olan şeyi yapmamak lâzımdır. Bir zaman, bir emîr, bir zâhidi ziyârete gitmiş. Zâhid, emîrin ve etrâfındakilerin kendisine yaklaşmak istediklerini anlayınca, ziyâfet vermiş. Kendisi, iri lokmaları hırs ile çabuk çabuk yemeğe başlamış. Emîr, bu hâli görünce, zâhidi beğenmeyerek, oradan ayrılmış. Zâhid, arkasından, Elhamdülillah! Rabbim beni kurtardı demiş. Mevki sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilâç, insanlardan uzak durmaktır. Din ve dünya için zarûrî vazîfelerden başka, insanlar arasına karışmamalıdır.
.
Akraba ve dost ziyareti
26 Temmuz 2002 01:00
Yıllık izinler genelde yazın kullanılıyor. Arabasına atlayan, otobüse binen, ya sahile koşuyor ya da dağ evlerine. Tatil siteleri, tatil köyleri tıklım tıklım dolu. Akraba ziyaretleri unutulmak üzere artık. Halbuki akraba, dost ziyaretlerinin dünya ve ahıret için nice faydaları var. Akrabâ, dost ziyâretleri, insanın ömrünün uzamasına sebep olur. Nice insanların, üç günlük ömürleri akrabâ ziyâreti sebebiyle 30 yıla uzamıştır. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey insanoğlu, malın ile akrabâ ve yakınlarını ziyâret et. Eğer malında cimrilik yaparak onlara bir şey götürmezsen, yâhut onlara verecek kadar bir seyin olmazsa, o takdirde hiç değilse ayaklarınla yürüyerek onlara ziyârette bulun." Resûl aleyhisselâm şöyle buyurdu: "Sadece bir selâm ile de olsa, sıla-i rahim yapınız. Akarabânızı, yakınlarınızı ziyâret ediniz." Üç şeyde, müslüman da, müslüman olmayan da birdir: 1- Birisine bir taahhütte bulunduysan, söz vermiş isen, bu taahhüdüne sâdık kal, onu yerine getir. 2- Seninle arasında akrabâlık bulunan kişilere ziyârette bulun. Onlarla yakınlık bağlarını koparma. 3- Sana güvenip emânet edene hıyânet etme. Emâneti yerine getir. Osman bin Maz'ûn anlatır: Resûlullah, Peygamberliği bildirilmeden önce benim arkadaşım ve dostum idi. Önceleri ben, kendisinden utandığım için, müslüman olmuştum. Çünkü beni devamlı Allaha ve müslüman olmaya davet ediyordu. Onun bu ısrarlı davetleri karşısında İslâmı kabûl etmiştim. Fakat müslümanlık kalbime iyice yerleşmiş değildi. Bir gün yanında oturmaktaydım. Konuşuyorduk. Bir ara öteye döndü. Sanki yanında birisiyle konuşuyordu. Sonra tekrar bana dönerek, "Vahiy meleği Cebrâil aleyhisselâm geldi" dedi ve şu âyeti okudu: "Şüphesiz ki Allah; adâleti, iyiliği, özellikle akrabâya muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder. Kötü şeylerden, harâmdan, zulümden meneder." İşte bu anda ben çok sevindim. Müslümanlık iyice kalbime yerleşti. Hemen Allah Resûlünün yanından kalkarak doğruca amcası Ebû Tâlib'e gittim: Biraz önce kardeşinin oğlunun yanındaydım. O sırada kendisine "Şu âyet nâzil oldu" dedim. Bunun üzerine Ebû Tâlib şunları söyledi: O'na tâbi olun. Kurtuluşa erersiniz, doğru yolu bulursunuz. Allaha yeminle söylerim ki, kardeşimin oğlu güzel ahlâka da'vet ediyor. Kendisi sizi sadece hayra, iyi ahlâklı olmağa davet eder. Aslâ kötülüğe ve şerre davet etmez... Amcası Ebû Tâlib'in bu sözleri Allah Resûlünün kulağına gidince, iyice ümitlendi. Onun, müslümanlığı kabûl etmesini çok arzûladı. Hemen kalktı, doğruca amcasına gelerek kendisini İslâma davet etti. Allah Resûlünün, amcasının müslüman olması için ısrarla gayret sarfettiği bir sırada şu âyet nâzil oldu: "Muhakkak sen, ey habibim, her sevdiğin kişiyi hidâyete erdiremezsin. Fakat Allah, kimi dilerse ona hidâyet verir ve O, hidâyete erecekleri daha iyi bilir." Sıla-i rahim Arş'ta asılıdır. Gece gündüz oradan şöyle seslenir: "Yâ Rabbî, senin rızân için sıla-i rahim yapanları kendine yakın et. Sıla-i rahimi terkedenleri kendinden uzaklaştır." Hasan-ı Basrî hazretleri anlatır: "İnsanlar, ilmi öğrenip fakat amel etmedikleri, birbirlerini sadece lâfta sevip, fakat içlerinden düşmanlık besledikleri ve sıla-i rahimi terkettikleri zaman, Allahın lâneti onların üzerine olur. Allah onların kulaklarını sağır, gözlerini kör eder.
.
Ayıplanma korkusu
26 Temmuz 2002 01:00
Ayıplanma korkusu yani, insanın, başkalarının kendisini kötülemelerine, çekiştirmelerine, ayıplamalarına üzülmesi kötü bir huydur. Kalb hastalıklarındandır. İnsanlardan utanmak ve başkalarının kötülemelerinden, ayıplamalarından korkmak küfre sebep olur. Ebû Tâlib'in sağlığında kâfir kalmasının sebebi budur. Ebû Tâlib, hazret-i Alî'nin babasıdır. Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" amcasıdır. Resûlullahın Peygamber olduğunu biliyordu. İnsanların kötüliyeceklerinden korkarak ve ayıplıyacaklarını düşünerek, iman etmedi. Ebû Tâlib ölüm döşeğinde iken, Resûlullah onun yanına gelerek, "Ey amcam! Sana şefâ'at edebilmem için, lâ ilâhe illallah söyle!" buyurdu. Cevâbında, "Ey kardeşimin oğlu, doğru söylediğini biliyorum. Lâkin ölüm korkusu ile imana geldi denilmesini istemem" dedi. Beydâvî tefsîrinde, Kasas sûresinin "Sevdiklerini hidâyete getirmek senin elinde değildir" meâlindeki, ellialtıncı âyet-i kerîmesinin bu zaman indiği bildirilmiştir. Kureyş kâfirlerinin ileri gelenleri, Ebû Tâlibin yanına geldiler. Sen, bizim emîrimizsin, sözlerin başımızın üzerindedir. Fakat, senden sonra, Muhammed ile "aleyhissalâtü vesselâm" aramızda düşmanlığın devam edeceğinden korkuyoruz. Ona söyle! Dînimizi kötülemesin, dediler. Ebû Tâlib, Resûlullahı yanına çağırdı. İşittiklerini söyledi. Resûlullahın, onlar ile sulh yapmıyacağını anlayınca, Müslüman olacağı anlaşılacak bazı şeyler söyledi. Bunları işitince, amcasının iman etmesini istedi. "İşitenlerin bana dil uzatacaklarından korkmasaydım, iman ederdim. Seni sevindirirdim" dedi. Öleceği zaman, bir şeyler söyledi. Bunları işitebilmek için, Abdüllah ibni Abbâs yanına yaklaştı. İman ettiğini bildiriyor dedi. Ebû Tâlibin iman ettiği şübhelidir. (İbni Hacer-i Mekki, "Ni'met-ül-kübra" kitabında öldükten sonra diriltilerek iman ettiğini bildirmektedir.) İnsanların kötülemelerinden ve ayıplamalarından korkmağa karşı ilâç olarak şöyle düşünmelidir: Kötülemeleri doğru ise, ayıplarımı bana bildirmiş oluyorlar. Bunları yapmamağa karar verdim demeli, böyle kötülemelerden ferahlık duymalıdır. Onlara teşekkür etmelidir. Hasen-i Basrî'ye, birisinin kendisini gıybet ettiğini haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip, "Sevaplarını bana hediyye ettiğini işittim. Karşılık olarak bu tatlıyı gönderiyorum" dedi. Yapılan kötüleme yalan ise, iftirâ ise, zararı söyliyene olur. Onun sevapları bana verilir. Benim günahlarım, ona yüklenir demelidir. İftirâ etmek, nemmâmlık yapmak, gıybet etmekten daha fenâdırlar. Nemîme, Müslümanlar arasında söz taşımaktır.
.
Ziyaretin sekiz faydası
27 Temmuz 2002 01:00
Bir zamanlar, Mekke'de Horasanlı bir kimse vardı. Oraya gelen yabancılar, eşya ve emânetlerini ona bırakırlardı. Bir defasında yine bir yolcu, kendisine onbin akçe emânet etmişti. Adam, bir müddet sonra emânetini almak üzere tekrar Mekke'ye geldiğinde, emânetçinin ölmüş olduğunu öğrendi. Meseleyi âile efrâdına anlattı. Fakat onlar, böyle bir emânetten haberlerinin olmadığını söylediler. O da Mekke'deki ulemâya durumu anlattı. Ne yapması gerektiği husûsunda fikirlerini sordu. Ulemâ ittifakla, "Biz Horasanlıyı gâyet dürüst ve sâlih bir insan olarak biliriz. Hakkındaki kanâatimiz odur ki, O Cennetliktir. Sen, gecenin üçte biri, yâhut yarısı geçince, Zemzem kuyusunun başını git ve orada, "Ey filân oğlu filân! Ben emânetin sahibiyim!" diye seslen. Ümit ederiz sana bir cevap verilecektir" dediler. Adam, üst üste üç gün bu harekete devam etti. Fakat ses sedâ çıkmadı. Alimler bu duruma şaşırdılar. "Bu durumda biz, Horasanlının Cehennemlik olmasından korkuyoruz. Merhût ismiyle bir vâdi vardır. Bu vâdîde bir kuyu bulunmaktadır. Gecenin üçte biri veya yarısı geçince onun başında, "Ey filân oğlu filân! Ben emânetin sahibiyim! diye nidâ et" dediler. Adam, söylenilen saatte oraya gitti ve o şekilde seslendi. Daha birinci seslenişinde bir ses kendisine cevap verdi. Emânetçinin sesini tanıyan ve dehşete kapılan adam, ona, "Buraya atılmana sebep nedir?" diye sordu. Şöyle cevap verdi: "Benim Horasan'da akrabâlarım, dostlarım vardı. Mekke'ye geldikten sonra hiç sıla-i rahim yapmadım. Arayıp sormadım, ziyâretlerine gitmedim. Nihâyet ömrüm sona erdi. İşte Allah beni bunun için cezâlandırarak buraya attı. Cezam bitene kadar burada kalacağım. Senin emânete gelince, o olduğu gibi duruyor. Âile efradımın ondan haberi yoktur. Ben onu, evin filân yerine saklamıştım. Çocuklarıma söyle. Eve senin girmene müsâade etsinler. Emânetini bıraktığın gibi aynen alırsın!.." Adam döndü. Emânetçinin çocuklarına başvurarak söylenen yeri aradı. Gerçekten parası olduğu gibi duruyordu... Şunu iyi bilmelidir ki, kişinin dinine zarar gelmiyecek sıla-i rahimde, birçok güzel haslet mevcuttur: Birincisi: Sıla-i rahimde, Allahü teâlânın rızâsı vardır. Sıla-i rahim yapan, yanî akrabâ ve dostlarını sırf Allah rızâsı için ziyârette bulunan kişi, Allahü teâlânın rızâsını kazanır. İkincisi: Sıla-i rahim yapmakla, akrabâ ve dostlarının gönlüne bir sürûr, bir sevinç verilmiş olur. Hadîs-i şerîfte, "Amellerin en fazîletlisi gönlüne sürûr verendir." buyuruldu. Üçüncüsü: Akrabâ ve dostlar ziyâret edilmekle, onların arasındaki akrabâlık bağlarının kopmasını arzûlayan ve bunun için çeşitli vesveseler veren şeytan kederlendirilmiş olur. Dördücüsü: Akrabâ ve dostlar ziyâret edilmekle ömür bereketlenir, uzar. Beşincisi: Akrabâ ve dostların ziyâret edilmesi, razkın bolluğuna ve bereketliliğine sebep olur. Altıncısı: Sıla-i rahim yapmakla, ölmüş olanlar sevindirilmiş olur. Zîrâ ecdâdımız, bizlerin dost ve akrabâlarımıza yapacağımız ziyâretlere sevinirler. Yedincisi: Sıla-i rahim; sevgi, muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesîle olur. Zîrâ bir kimseyi sevindirecek veya kederlendirecek bir hâl vâki olduğunda, onun bütün akrabâ ve dostlarının dört bir yandan toplanıp kendisine yardımcı olmaları, onun neş'e ve sevincinin artmasına yardım eder. Sekizincisi: Akrabâ ve dostları ziyâret etmek, öldükten sonra da ecrin artmasına vesîle olur. Zîrâ sağlığında akrabâ ve dostlarına ziyâretlerde bulunup, onların gönüllerine neşe katan kişi, öldükten sonra, yakınları onun her iyiliğini andıklarında, kendisi için duâ edecekler, rahmet talebinde bulunacaklardır.
.
Bozuk inanç küfre götürür
27 Temmuz 2002 01:00
Küfürden, imansızlıktan sonra en kötü huy, ahlâk, "Bid'at i'tikâdı" yani yanlış, sapık inançtır. İmanın bozuk ve sapık olmasıdır. Müslümanların çoğu, bu kötü hastalığa yakalanmışlardır. His organları ile anlaşılamıyan, hesap ile ulaşılamıyan şeylerde akıl yürütmek ve aklın yanıldığı şeylere inanmak, insanı bu hastalığa sürükler. Her Müslümanın (i'tikâdda mezheb)in iki imâmından birine, yani (Mâtürîdî) veya (Eş'arî) mezhebine tâbi' olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birini taklîd etmek, insanı bu hastalıktan kurtarır. Çünkü, (Ehl-i sünnet) âlimleri, aklın ermediği bilgilerde, yalnız Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymuşlar, akıllarını yalnız bu ikisinin manalarını arayıp bulmakta ve anlamakta kullanmışlardır. Bu manaları, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahdan öğrenmişler ve öğrendiklerini kitâblarına yazmışlardır. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan birşeye inanmıyan veya şübhe eden (Kâfir) yani Allahın düşmanı olur. Açık olarak bildirilmemiş, şüpheli olan emirlere yanlış mana vermek (Bid'at) olur. Kur'ândan, hadîsden yanlış mana çıkarana (Bid'at sâhibi) denir. Kendi anladıklarına, düşüncelerine Kur'ân, hadîs diyene (Zındık) denir. Bu yanlış anladığına inanan, bid'at sâhibi olur. Böyle şey olmaz, aklım kabûl etmez derse, kâfir olur. Bir harama mubâh diyen kimse, bir âyete veya hadîs-i şerîfe dayanarak söyliyorsa, kâfir olmaz, bid'at sâhibi olur. Ebû Bekir ile Ömer'in hilâfete seçilmeleri haklı değildi demek bid'atdir. Hilâfete hakları yok idi demek küfürdür. Hanefî mezhebinin âlimleri, i'tikâdda, Ebû Mansûr Mâtürîdî hazretlerine tâbi' olmuşlardır. Mâlikî, şâfi'î ve hanbelî mezheblerinin âlimleri, i'tikâdda, Ebül-Hasen Eş'arî "rahime-hullahü teâlâ" hazretlerine tâbi' olmuşlardır. Bu iki mezhebin esâsda ayrılıkları yoktur. Her ikisi de, hak yoldadır. Muhammed Hâdimî hazretleri Bid'at sâhiblerinin muhakkak Cehenneme gidecekleri kitâblarında uzun yazmaktadır. Amelde, ibadetlerde dört mezhebden birine uymıyan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılanın da sapık veya kâfir olacağı S. Ahmet Tahtavi hazretlerinin Dürr-ül-muhtar haşiyesinde yazılıdır. Abdülgani Nablüsi hazretleri de, "Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir. Kur'an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır!" buyuruyor.
.
Övülmeyi sevme hastalığı
28 Temmuz 2002 01:00
İnsanın övülmeyi sevmesi, kötü huylardandır. Kalb hastalığıdır. Bunun sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Övülmek, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da, geçici olduğunu düşünmelidir. İnsanın, kendini sevmesi, nefsin hevâsına, şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi' olması da kötü huylardandır.. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzûlarının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, Ona inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzûlarına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid'at sâhibi olmağa yâhut fıska yani haram işlemeğe başlar. Ebû Bekr Tamistânî "rahime-hullahü teâlâ" diyor ki: "Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür" Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri diyor ki: "İbâdetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır." İslâm bin Yûsüf Belhî, Hâtem-ül-esam'a bir şey hediyye etti. Hâtem bunu kabûl edince, bunu kabûl etmek nefsin arzûsuna uymak olmaz mı dediler. Kabûl etmekle kendimi zelîl, onu azîz eyledim. Reddetseydim, kendim azîz, o zelîl olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi dedi. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", uzun bir hadîs-i şerîfin sonunda buyurdu ki: "İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasîslik, nefse uymak, kendini beğenmek." İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlânın insana yardımına mâni' olan perdelerin en kötüsü, (Ucb)dur. Yani ayıblarını görmeyip, ibâdetlerini beğenmektir." İsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Ey havârîler! Rüzgâr, çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da, çok ibâdetleri söndürmüş, sevaplarını yok etmiştir." Hadîs-i şerifte, "Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır" buyuruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymağa mâni' olur. Ölümü unutmak, nefse uymağa sebep olur. Hadîs-i şerifte, "Aklın alâmeti, nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af,merhamet beklemektir:" buyuruldu.
.
Nefs, mubâhlarla doymaz!
29 Temmuz 2002 01:00
Nefis, şeytandan daha tehlikelidir. Nefse uyup da, tövbe ve istigfâr etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Sebebine yapışmadan birşey beklemeğe (Temennî) denir. Sebebine yapıştıktan sonra, beklemeğe (Recâ) denir. Temennî, insanı tembelliğe götürür. Recâ ise, çalışmağa sebep olur. Nefsin sevdiği, istediği şeylere (Hevâ) denir. Nefs, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir. "Nefsinden sakın dâim. Ona güvenme aslâ. Yetmiş şeytandan daha fazla düşmandır sana" beyti, tâm yerinde söylenmiştir. Nefsin, insanı haramlara ve mekrûhlara sürüklemesinin zararları meydandadır. İstekleri hep hayvanî arzûlardır. Hayvanî arzûlar ise, hep dünyadaki ihtiyâclardır. İnsan bu arzûları peşinde olduğu kadar, âhıret ihtiyâclarını hâzırlamakta geri kalır. Çok mühim olan bir şey de, nefs mubâhlarla doymaz. Mubâhları kullanmağı artırdıkca, isteklerini artırır. Yine de, doymaz. İnsanı haramlara sürükler. Bundan başka, mubâhları aşırı kullanmak, elemlere, dertlere, hastalıklara sebep olur. Böyle insan, hep midesini, zevkini düşünür. Hasîs ve rezîl olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Bütün varlıkların aslı, (Adem)dir, yani (yokluk)tur. Herşey yok iken, Allahü teâlâ, bunları yoklukta biliyordu. İlmindeki bu ademlere, kendi sıfatlarından aks ettirdi, yansıttı. Varlıkların asılları hâsıl oldu. İlimdeki bu asılları, hârice çıkardı. Varlıklar hâsıl oldu. Elma çekirdeğinin, elma ağacına asl olması gibi. İnsanın yapısını anlamak için, birşeyin aynadaki hayalini düşünelim. Aynadaki bu görüntü, o şeyden gelen ışınların, aynadaki yansımalarıdır. Ayna adem gibidir. İnsanın kalbi ve rûhu bu ışınlara benzer. Ayna, insanın bedenine, camın parlaklığı ise, nefse benzer. Yani, nefsin aslı, ademdir. Kalb ile rûh ile ilgisi yoktur. Nefse uyan kimse, hep İslâmiyetin dışına çıkar. Hayvanlarda akıl ve nefs olmadığı için, ihtiyâclarını bulunca kullanırlar. Yalnız bedenlerine zarar veren, kendilerini inciten şeylerden kaçarlar. İslâm dîni, râhat ve huzûr içinde yaşamak için lâzım olan şeylerden ve dünya lezzetlerinden faydalı olanları yasak etmiyor. Bunların elde edilmesinde ve kullanılmasında, akla ve dîne uymağı emir ediyor. İslâm dîni insanların dünyada da, âhırette de râhat ve huzûr içinde yaşamasını istiyor. Bunun için, akla uymağı emir ediyor. Nefse uymağı yasak ediyor. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi.
.
Nefsin faydası var mıdır?
30 Temmuz 2002 01:00
Kötülüklerin, kötü huyların kaynağı olan nefs olmasaydı ne olurdu? Nefsin faydası var mıdır? Nefs olmasaydı, insan, yaşaması ve üremesi için ve medenî hayat için lâzım olan şeyleri kazanmak için çalışmasında kusur ederdi ve Nefs ile cihâd sevabından mahrûm kalırdı. Meleklerden daha üstün olmak yolu kapalı kalırdı. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki, "Âhırette olacaklardan, sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yimek için et bulamazdınız!" Yani, hayvanlar âhıretteki azâbların korkusundan dolayı, yimekten, içmekten kesilirlerdi. Bir deri, bir kemik kalırlardı. İnsanlarda nefs olmasaydı, hayvanlar gibi, korkudan, yiyemez, içemez, yaşıyamazlardı. İnsanların yaşıyabilmeleri, nefslerinin gafleti ve dünya lezzetlerine düşkün olması iledir. Nefs, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de, zehirli ilâç gibidir. Tabîbin tavsiyesine göre kullanan, bundan fayda kazanır. Aşırı kullanan helâk olur. İslâmiyet, nefsin helâk edilmesini, yok edilmesini değil, terbiye edilmesini, ondan istifâde edilmesini emir etmektedir. Nefsin İslâmiyetin dışına taşmasını önlemek için, iki şey yapılmalıdır: Birincisi, ona uymamak, onun arzûlarını yapmamaktır. Buna, (Riyâzet) çekmek denir. Riyâzet, vera' ve takvâ ile olur. (Takvâ), haramlardan sakınmaktır. (Vera') haramlardan ve mubâhları ihtiyâçtan fazla kullanmaktan da sakınmaktır. Cihâdın ikincisi, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Buna (Mücâhede) denir. Bütün ibâdetler mücâhededir. Bu iki husus, nefsi terbiye eder. İnsanı olgunlaştırır. Rûhları kuvvetlendirir. Sıddîkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoluna kavuşturur. Allahü teâlâ kullarının tâ'atlarına, ibâdetlerine muhtâc değildir. Kullarının günah işlemesi Ona hiç zarâr vermez. Kullarının nefslerini terbiye etmek, nefsle cihâd etmek için bunları emir etmiştir. İnsanlarda nefs olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hâsıl olurdu. Hâlbuki, beden birçok şeylere muhtâctır. Yimek, içmek, uyumak, istirâhat etmek lâzımdır. Süvâriye hayvan lâzım olduğu gibi, insana da beden lâzımdır. Hayvana bakmak lâzım olduğu gibi, bedene hizmet etmek de lâzımdır. İbâdetler beden ile yapılmaktadır.
.
Emirler insan gücünün üzerinde değildir
31 Temmuz 2002 01:00
Kötülüklerden, kötü huylardan kurtulmanın yolu, İslamiyete uymak, ibadet etmek ve İslamiyetin istediği şekilde yaşamaktır. Niyyet ederek İslâmiyete uymağa (İbâdet) etmek denir. Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına (İslâmiyet) denir. Emir edilenlere (Farz), yasak edilenlere (Haram) denir. İslamiyetin emir ve yasakları insan gücünün üzerinde değildir. Her insanın rahat, zorlanmadan yapabileceği kurallardır. Hadîs-i şerifte, "İbâdetleri tâkat getireceğiniz kadar yapınız. Neş'e ile yapılan ibâdetin kıymeti çok olur" buyuruldu. Beden istirâhat edince, ibâdetler zevk ile yapılır. Beden ve zihin yorgun iken yapılan işten usanç hâsıl olur. Yorgunluğu gidermek için, arasıra mubâh olan şeylerle, bedene neş'e getirmelidir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki, "Çok ibâdet yapınca, beden yorulur. Hareket etmek istemez. Bu zaman uyumakla veya sâlihlerin hayat hikâyelerini okumakla yâhud mubâh olan eğlencelerle bedeni neş'elendirmeli. Böyle yapmak, usanarak ibâdet yapmakdan efdaldir." İbâdet yapmaktan maksad, hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de, kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allaha bağlamak içindir. "Namaz, insanı kötü ve çirkin işler yapmaktan korur" buyuruldu. Severek, neş'e ile kılınan namaz böyle olur. Bu neş'eyi hâsıl etmek için, nefsin mubâhlardaki arzûlarını, ihtiyâc olduğu kadar, yerine getirmek lâzım olur. Böyle yapmak, İslâmiyete uymak olur. İbâdetlere sebep olan mubâhlar da ibâdet olur. "Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır" hadîs-i şerîfi, bu sözümüzün şâhididir. Uyuklıyarak, terâvîh namazı kılmak mekrûhdur. Uykulu hâl gidince, neş'e ile kılmalıdır. Uyuklıyarak kılınan namazda gevşeklik ve gaflet olur. Bu ifadeleri yanlış anlamamalıdır. Yorgunluk ve usanç hâsıl olduğu zaman ibâdet te'hîr edilir, terk edilmez. Farzları özürsüz terk etmek büyük günahdır. Kazâ etmek farz olur. Vâcibleri de kazâ etmek vâcib olur. Sünnetleri terk eden, bunların sevabından mahrûm kalır. Özürsüz terk etmeği âdet ederse, bu sünnetlere mahsûs olan şefâ'atten mahrûm kalır. Yorgun, hâlsiz, neş'esiz olmak, farzları vaktinden sonraya bırakmak için özür olmaz. Vaktinden sonraya bırakmak günahından ve azâbından insan kurtulamaz. Farzlara ve haramlara ehemmiyet vermemenin küfür olduğu akâid kitâblarında bildirilmişdir. İslâm düşmanları bu noktadan da gençleri aldatmağa, İslâmiyeti içerden yıkmağa çalışıyorlar.
.
Bozuk inançlıların peşinden gitmek
1 Ağustos 2002 01:00
Kötü huylardan biri de tanımadığı, itikadını, yaşayışını bilmediği kimselerin peşinden gitmektir. Ehl-i sünnet âlimi olduğu anlaşılmayan kimsenin sözlerinin, kitaplarının ve kendisinin medh olunmasına, yaldızlı, ateşli propagandalara aldanarak, buna tâbi' olmak câiz değildir. Nasıl bir kimse olduğunu araştırmadan, onu güvendiği kimselere sormadan, i'tikâdında, sözlerinde ve ibâdetlerinde ona uymak, insanı felâkete götürür. Ehl-i sünnet âlimi olan hakîkî din adamlarının kabûl ve tasdîk etmediği kitaplardan ve sözlerden din bilgisi öğrenmeğe kalkışmamalıdır. Her din kitâbına uyarak ibâdet yapmak câiz değildir. Ehl-i sünnet olmayan din adamlarının kitaplarına ve sözlerine uymamalıdır. Âlim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitâbına uyarak amel etmek câiz değildir. Kıymetli kitaplardan toplanmış, tercüme edilmiş Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları (ilmihâl kitâbları)nı okumalıdır. Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihâl kitaplarını ve uydurma tefsîrleri okumak, insanı dünya ve âhıret felâketlerine sürükler. Mesela, zamanımızdaki sinsi din düşmanlarının fikir babalarından olan Kazanlı Mûsâ Carullah, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmayıp, yeni bir din uydurup, buna İslâmiyet demektedir. Yaldızlı kelimelerle, Müslümanlara gerici, Ehl-i sünnet âlimlerine yobaz demektedir. Kur'ân ve hadîsler, bugünkü fen bilgileri ile yetişmiş olan gençlerin uyacakları bir din değildir diyerek, uydurduğu düşüncelerine din demekte, kitâbları ile gençleri aldatmaktadır. Bu tür zararlı kimselere aldanmamak için, kimin yolundan gittiğimize ve kimin kitaplarını okuduğumuza, dinimizi kimlerden öğrendiğimize dikkat etmemiz gerekir. Allaha imandan sonra, ibâdetlerin, üstünlüklerin en kıymetlisi, Ehl-i sünnet i'tikâdında olmaktır. Ehl-i sünnet demek, i'tikâdda ve söylemekte ve her işte ve ibâdetlerde ve insanlara karşı yapılan işlerde, Muhammed aleyhisselâmın sünnetine, yani yoluna ve Eshâb-ı kirâma ve Tâbiînin ve daha sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerinin icmâ'ına, yani söz birliğine uymaktır. Bunların yolunu, fıkh ve ilmihâl kitaplarından okuyup öğrenmek lâzımdır. Hakîkî Müslüman, bu yolda olanlardır. Müslümanların çoğu nefslerine ve kısa akıllarına, kendi görüşlerine uyarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmışlar, (bid'at ehli) olmuşlardır. Müslümanın en büyük vazifesi kendini, çoluk çocuğunu ve yakınlarını bozuk fırkalardan korumak olmalıdır.
.
Üstünlük takvada
2 Ağustos 2002 01:00
Bugün de geçmişte de, bazı insanların, milletlerin kendilerini diğer insanlardan ve diğer milletlerden üstün görmesi kendilerini ve toplumu sıkıntıya sokmuştur. Bu, devletleri, milletleri, cemaatleri içeriden yiyip bitiren bir illet bir hastalıktır aslında. Bu hastalığa yakalanan insanlar, zekasını, aklını, ırkını öne sürerek itibar görmenin, yönetmenin, söz sahibi olmanın kendi hakkı olduğuna inanırlar. Halbuki bu, insanın fıtratına, yaratılışına aykırıdır. Aykırı olduğu için de toplumda sıkıntı meydana getirerek, parçalanmaya, çöküşe zemin hazırlar. Osmanlının kısa zamanda imparatorluk haline gelmesinin sebebi, mensubu olduğu din olan İslamiyetin emri gereği bu farklılıkları yok edip, hangi ırktan olursa olsun herkese eşit muamele etmesidir. Osmanlının çöküş sebeplerinin başında da son zamanlarda İttihatçılar tarfından ırkçılığın ön plana çıkartılmasıdır. Irk ön plana çıkartılınca, çeşitli ırklardaki milletlerin "Siz Türkseniz biz de Arabız, Arnavutuz, Kürtüz..." gibi kimliklerini ortaya koymaları kısa zamanda Osmanlının dağılmasına, parçalanmasına sebep olmuştur. Halbuki, İslâmiyet hangi ırk, renk, dil ve hangi memleketten olursa olsun, bütün müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. İslâm dîninde, Allahü teâlânın huzurunda herkes birbirine müsâvîdir. Namaz kılarken, en üst mertebedeki bir müslüman ile en alt mertebedeki, en zengin ile en fakir, bir beyaz ile bir zenci müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler. Bu da insanları kaynaştırır. Birlik ve beraberliği sağlar. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, ırkçılığı, ırk üstünlüğünü kesin olarak reddetmektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Ey insanlar, şüphesiz biz sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır." (Hucurat 13) Bu husus hadis-i şeriflerde de şöyle bildirilmiştir: "Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arab'ın Acem'e, Acem'in Arab'a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır." "İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir." "Irkçılık yapan da, ırkçılık için savaşan da ve ırkçılık uğrunda ölen de, bizden değildir." "Allahü teâlâ, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem aleyhisselamın evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır." Âlemlerin efendisi Peygamber efendimiz, hayatları boyunca insanlara, rengine veya mevkiine göre farklı muâmele yapmamıştır. O, insanları hâiz oldukları ahlâk nisbetince değerlendirmiştir. Sahâbe-i kirâmdan birisi, kendisine; "İnsanların en hayırlısı kimdir?" diye sorunca; "Ahlâkı en güzel olan" buyurmuşlardır. Peygamber efendimiz, bütün Müslümanları kardeş îlân etmiş ve bu kardeşliği soy kardeşliğinden üstün tutmuştur. Bu anlayışı, İslâmın beş şartından biri olan Hâc farizasında cemâatle kılınan namazlarda da müşahhas olarak görmek mümkündür. Her yıl muayyen bir vakitte yüzbinlerce müslüman Mekke-i mükerremeye akmakta, hac vazîfelerini îfâ etmektedirler. Dünyânın dört bir ucundan gelen Çinli, Afrikalı, Amerikalı, Asyalı, Avrupalı, Arap, Acem; siyah, beyaz, sarı; yüzbinlerce Müslüman orada huşû içinde yan yana, omuz omuza ibâdet etmektedir. Orada gözün gördüğü her insan, hep tek tip elbise, yâni ihram giyinmiştir. Dünyada bir başka örneği görülmeyen ve büyük ibretlerle dolu bu manzara, kardeşliğin en güzel ifâdesi, insan birliğinin belki de en yüksek sembolüdür. Bugüne kadar ayrı ırkta, ayrı renkte, ayrı dilleri konuşan, fakat aynı îmânı paylaşan bu insanları bir araya getiren ve kardeşliği hiçbir fark gözetmeksizin kalblere nakşeden din, sadece İslâmiyet olmuştur. Bunu unutup, kardeşliği, birlik beraberliği ırkta, sınıflaşmada arayanlar dünyada da ahırette de huzur bulamaz!
.
Dünya kazancına dîni âlet etmek
2 Ağustos 2002 01:00
Riyâ, birşeyi olduğunun tersine göstermektir. Kısaca, gösteriş demektir. Âhıret amellerini yaparak âhıret yolunda olduğunu göstererek, dünya arzûlarına kavuşmak demektir. Kısaca, dünya kazancına dîni âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır. Sözleri veya ibâdetleri riyâ ile olan kimsenin, din bilgisi varsa, buna "Münâfık" denir. Din bilgisi yoksa, buna "Din yobazı" denir. Fen bilgisi olmayıp da, kendisini fen adamı tanıtıp, kendi görüşlerini, fen bilgisi olarak söyleyip, Müslümanları aldatmağa, bunların dinlerini, imanlarını bozmağa çalışan islâm düşmanlarına "Fen yobazı" denir. Riyânın zıddı, aksi "İhlâs"tır. İhlâs, dünya faydalarını düşünmeyip ibâdetlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeği hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerifte, "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de O, seni görmektedir" buyuruldu. Başkalarının sevgisine ve medh etmelerine kavuşmak için, dünya işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan daha fenâdır. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ, hepsinden daha fenâdır. İbâdet yaparak Allahü teâlâdan dünya menfaatlerini istemek, riyâ olmaz. Yağmur duâsına çıkmak böyledir. İstihâre yapmak da, böyledir. Sıkıntıdan, hastalıkdan ve fakîrlikden kurtulmak için âyet-i kerîmeler okumak da, böyledir. Bunlarda hem ibâdet, hem de menfaat niyyetleri bulunmaktadır. Ticâret maksadı ile hacca gitmek de böyledir. İbâdet niyyeti hiç bulunmazsa riyâ olurlar. İbâdet niyyeti çok olursa, sevap hâsıl olur. İbâdetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvîk etmek niyyeti ile olursa, yine riyâ olmaz ve çok sevap olur. Ramazân orucunu tutmakda riyâ olmaz. Allahü teâlânın rızâsı için namaza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyânın zararı olmaz. Riyâ ile yapılan farzlar sahîh olur. İbâdet borcu ödenmiş olur ise de, sevabı olmaz. Riyâdan korkarak ibâdeti terk etmek câiz değildir. Allahü teâlânın rızâsı için namaza durup, namazı bitirinceye kadar hep dünya işlerini düşünürse, namazı sahîh olur. Şöhrete sebep olacak şekilde giyinmek de riyâ olur. Din adamlarının, temiz, kıymetli elbise giymeleri lâzımdır. Bunun için, imâmların, cuma ve bayram günleri zînetli elbise giymeleri sünnettir.
.
Ayırımcılık yaratılışa aykırıdır
3 Ağustos 2002 01:00
Bütün kötülüklerde olduğu gibi, toplumların huzurunu, birlik ve beraberliğini yok eden ırkçılık, ayırımcılık illetinin de kaynağı, hamisi Batı'dır. Mesela, İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır: Birincisi, İngilizler olup, Allah'ın bir ihsan olarak yarattığı en mükemmel insanların, kendileri olduğunu söylerler. İkincisi, beyaz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, saygıya lâyık olabileceklerini kabul ederler. Üçüncü kısım ise, birinci ve ikinci kısmın haricinde kalan insanlardır. Bunlar, insan ile hayvan arasında bir yaratık türüdür. Diğerlerinde farklı mı sanki? Meselâ meşhur Yunan filozofu Eflâtun (Platon)un şu ifâdeleri dikkat çekicidir: "Yunanlı olmayanlar, aşağı adamlardır. Bunlar için en büyük şeref Yunanlılar tarafından idare edilmektir. Çirkin, hasta ve cılız olanlara da yaşama hakkı tanınmamalıdır." Rönesans ve reform hareketleriyle birlikte başlayan ilimde, fende gelişme ve coğrafî keşifler sonucunda, Avrupalılar o zamana kadar bilinmeyen yerlere gittiler. Bu hal, aynı zamanda farklı ırkların birbirleriyle tanışması demekti. Ancak bu tanışma Müslüman milletlerdeki gibi müsbet yönde olmadı. Çünkü Avrupalılar asırlarca kısır düşünce çerçevesinden dışarı çıkamadığı için, yeryüzünde kendilerinden başka insanların olabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Nihâyet Amerika ve Afrika'da fizyolojik yapıları ve sosyal yaşayışları kendilerininkinden farklı olan insanlarla karşılaştıklarında şaşkına döndüler. Bu insanlar da iki ayağı üzerinde yürüyebiliyor ve konuşabiliyordu. Ne var ki, Avrupalı zihniyete göre bunlar insan değil, olsa olsa köle olabilirdi. Değer yargıları, renkleri, siyah ve sarı olan bu insanları, insan olarak kabûl edemiyordu. Bir İspanyol bilgininin Güney Amerika yerlilerini gördüğünde söylediği şu sözler enteresandır: "Köle seviyesinde, mantıksız kimseler, insanlar, maymunlardan ne kadar farklı ise, İspanyollardan o kadar farklı varlıklar." Bu gayri insani düşünceleri 21. yüzyılda da değişmedi. Yirminci yüzyılda Amerika'da meydana gelen zenci aleyhtarı faâliyetler, kendi târihi içinde ırkçılığın ulaştığı en yüksek noktalardan biridir. Bunun yanısıra Almanya'da Naziler (Hitler), İtalya'da Mussolini, Doğuda İslavlar, ırkçılık faâliyetlerinin başını çekmişlerdir. Batı'da ırkçılık bu haldeyken Türklerde durum neydi? İslâmiyet beşeriyetin içine saplandığı bütün bâtılları yok edip, yerine hak olanı koyarak ve cihânı saran bütün karanlıkları aydınlatarak, Arabistan Yarımadasında doğup cihana yayılmaya başlayınca, 10. yüzyılda Maverâünnehr bölgesinde Türkler tarafından tanınıp seve seve kabul edildi ve kısa zamanda hemen hemen bütün Orta Asya Türklüğü kendiliğinden Müslüman oldu. Müslüman Türkler, eski bâtıl dinlerini bir daha dönmemecesine terkettikleri gibi, örf ve âdetlerinden İslâmiyetin bildirdiklerine uymayanları da kısa zamanda bıraktılar ve milliyetçilik duygu ve düşüncelerinde de İslâmiyetin esaslarına uygun hâle getirdiler. İslâmiyet, bâzılarının öne sürdüğü gibi Türk milletinin varlığını eritip yok etmedi. Tam tersine Müslüman olmayan eski Balkan ve Avrupa Türkleri kısa zamanda milliyetlerini kaybedip, Avrupa milletleri içinde eriyip Hıristiyanlaşmışken, Müslüman Türkler İslâmiyetle bugüne kadar Türklüklerini muhâfaza ettiler. Ne zamana kadar? Osmanlının son zamanlarına kadar. Osmanlı Devletinin son yıllarında Türkler arasında da yayılıp genişleyen Avrupaî ırkçılık, ilk defa Yusuf Akçura siyâsî bir hareket olarak ortaya koydu. Irka dayalı bir idâre kurulması gerektiği düşüncelerini ileri sürdü. Türkçülük olarak bilinen ve 1908'den sonra güçlenen bu harekete, Türk Yurdu dergisiyle öncülük etti. Türklükle ilgisi olmayan Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmed Bey gibi yazarlarca Türkçülüğün fikrî temelleri ortaya konuldu. Bu Osmanlının temeline dinamit koymak demekti. Bunun için de ırçılık hareketi altı asırlık Osmanlıyı parçaladı, tarih sanesinden silinmesine sebep oldu. Dinimize göre insanlar yaratılışta eşittir. Bu eşitlik, zenginlik, mevki-makam, dil, renk, ırk ayırımı gibi unsurlarla üstünlük sağlanmaya çalışılırsa eşitlik bozulur cemiyette huzur kalmaz. Çünkü üstünlük bunlarda değil, takvada, güzel ahlâktadır.
.
Menfaat için nasihat riyadır
3 Ağustos 2002 01:00
Menfaat için, şöhret için vaaz vermek, nasîhat etmek, kitap yazmak da riyâ olur. Nasihat, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker demektir. Münâkaşa etmek, başkalarından üstün görünmek ve övünmek için ilim öğrenmek de, riyâ olur. Dünyalık elde etmek, yani mal, mevki elde etmek için ilim öğrenmek de riyâ olur. Riyâ haramdır. Allahü teâlâ için olan ilim, Allahü teâlâdan korkmağı artırır. Kendi ayıplarını görmeğe sebep olur. Şeytanın aldatmasına mâni olur. İlmini dünya kazancına, mala ve mevkiye kavuşmağa vâsıta eden din adamlarına "ulemâ-i sû" yani kötü din adamları denir. Bunların gideceği yer, Cehennemdir. Herkesin yanında sünnetlere uygun olarak, yalnız iken ise, edeplere uymıyarak yapılan ibâdetler, riyâ olur. Yapılan ibâdetin sevabını, ölü veya diri başkasına hediyye etmek câizdir. Hac, namaz, oruç, sadaka, Kur'ân-ı kerîm, mevlid okumak, zikir ve duâ okumak sevaplarını başkasına hediyye etmek câizdir. Bu ibâdetleri ücret karşılığı, pazarlık ederek yapmak câiz değildir. Allahü teâlâ için Kur'ân okuyup, verilen hediyye kabûl edilir. Hadîs-i şerifte, "Kabristândan geçen kimse onbir ihlâs sûresi okuyup, sevabını kabrdekilere hediyye ederse, meyyitler adedince sevap verilir" buyuruldu. İbâdetlerin sahîh olması için, Allahü teâlânın rızâsı için yapmağa niyet etmek lâzımdır. Niyet, kalb ile olur. Yalnız söylemek ile niyet edilmiş olmaz. Kalb ile birlikte olmak şartı ile söyliyerek niyyet etmek câiz olur denildi. Kalb ile niyyet, söz ile niyete benzemezse, kalbdeki niyyete bakılır. Yalnız yemîn etmek böyle değildir. Yemîn etmekte, söz esâstır. İbâdetlerde niyyetin söz ile yapılacağını bildiren hiçbir hadîs-i şerîf ve haber mevcut değildir. Dört mezhebin imâmları da bildirmemiştir. Niyyet, ibâdet yapmağı kalbe getirmek, hâtırlamak değildir. Allahü teâlâ için yapmağı irâde etmek, istemek demektir. Niyyet, ibâdete başlarken yapılır. Daha önce, meselâ bir gün önce yapılırsa, niyyet olmaz. Buna emel, arzû, vaad denir. Başkalarının günaha girmemeleri için, bir kimsenin mubâhları terk etmesi iyi olur. Fakat sünnetleri, hattâ müstehabları terk etmesi câiz olmaz. Meselâ gıybet yapmamaları için, misvâk kullanmağı terk etmek iyi olmaz.
.
Allah korkusunun alâmeti
4 Ağustos 2002 01:00
Günah işleyecek kimsenin, bu günahtan vazgeçmesi, Allahü teâlâdan korktuğu için veya insanlardan hayâ etdiği için, yâhud başkalarının yapmasına sebep olmamak için olur. Allahü teâlâdan korkarak terk etmenin alâmeti, o günahı gizli olarak da işlememektir. İnsanlardan hayâ etmek, onların kötülemelerinden korkmak demektir. Başkalarının günah işlemelerine sebep olmak, yalnız yapmaktan daha çok günahtır. Başkalarının bu günahı işlemelerinin günahları da, kıyâmete kadar bunlara sebep olana yazılır. Bir hadîs-i şerifte, "İnsan günahını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, kıyâmet günü, bu günahı kullarından saklar" buyuruldu. Herkese vera' sâhibi olduğunu bildirmek için, günahını saklamak ve gizli olarak devâm etmek, riyâ olur. İbâdetlerini başkalarına göstermekten hayâ etmek câiz değildir. Hayâ, günahlarını, kabâhatlerini göstermemeğe denir. Bunun için, va'z vermekten ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmaktan, Kur'ân-ı kerîm ve mevlid okumaktan haya etmek câiz değildir. "Haya imandandır" hadîs-i şerîfinde haya, kötü, günah şeyleri göstermekten utanmak demektir. Müminin, önce Allahü teâlâdan hayâ etmesi lâzımdır. Bunun için, ibâdetlerini sıdk ile, ihlâs ile yapmalıdır. Buhârâ âlimlerinden birisi, sultânın oğullarının sokakta abes oyun oynadıklarını gördü. Elindeki âsâ ile bunları dövdü. Sultân, bunu çağırıp, sultâna karşı çıkanın hapis olacağını bilmiyor musun dedi. Âlim, cevâb olarak, Rahmâna karşı çıkanın Cehenneme gideceğini bilmiyor musun dedi. Sultân, emr-i ma'rûf yapmak vazîfesini sana kim verdi dedi. Âlim, seni kim sultân yaptı cevâbını verince, beni halîfe sultân yaptı dedi. Beni de, halîfenin Rabbi vazîfelendirdi dedi. Sultân, sana Semerkand şehrinde emr-i ma'rûf yapmak vazîfesini veriyorum deyince, ben de kendimi bu vazîfeden azl ettim cevâbını verdi. Bu cevâbına hayret ettim, emir olunmadan, izin verilmeden vazîfe yaptığını söyledin. İzin verilince de, azl olunmanı istiyorsun dedi. Sen izin verince, sonra azledersin. Rabbimin verdiği vazîfeden beni kimse azledemez dedi. Bu söz üzerine sultân, dile benden istediğini vereyim dedi. Gençlik hâlimi bana getir dedi. Bu iş elimden gelmez deyince, bana bir fermân yaz da, Cehennemdeki meleklerin reîsi olan Mâlik, beni ateşte yakmasın dedi. Bunu da yapamam deyince, benim öyle bir sultânım var ki, herşeyimi Ondan istiyorum. Her dilediğimi ihsân etdi. Bunu yapamam hiç demedi, dedi. Sultân, beni duâdan unutma diyerek serbest bıraktı
.
Allah için yapılanlar kıymetlidir"
5 Ağustos 2002 01:00
İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emir olundu. Hadîs-i şerifte, "Allahü teâlânın birliğine iman edenden ve namazı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur" buyuruldu. Yine hadîs-i şeriflerde, "Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmıyan, Allahü teâlâyı tahkîr etmiş olur" ve "Sizde bulunmasından en çok korkduğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demekdir" ve "Dünyada riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyada kimler için ibâdet ettin ise, sevaplarını onlardan iste denir" ve "Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden, sevaplarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder" buyuruldu. Resûlullah Efendimiz, Mu'âz bin Cebel'i, Yemen'e vâlî olarak gönderirken, "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir" ve "İbâdetlerini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler" ve "Dünyada haram edilmiş olan şeyler mel'ûndur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir" buyuruldu. Dünya nimetleri geçicidir. Ömürleri pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dînini vermek ahmaklıktır. İnsanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikce, kimse kimseye fayda ve zarar yapamaz. İnsana Allahü teâlâ kâfîdir. Allahü teâlâdan korkmalı, Onun rahmetinden ümmîdi kesmemelidir. Ümmîd, recâ, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun daha fazla olması, ihtiyârlarda recânın daha fazla olması lâzımdır denildi. Hastalarda recâ fazla olmalıdır. Korkusuz recâ ve recâsız korku câiz değildir. Birincisi emîn olmak, ikincisi ümmîdsiz olmaktır. Hadîs-i kudsîde, "Kulumu, beni zan ettiği gibi karşılarım" buyuruldu. Zümer sûresindeki elliüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, "Allah bütün günahları af eder. O gafûrdur, rahîmdir" buyuruldu. Bunlardan, recânın fazla olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. "Allah korkusundan ağlayan, Cehenneme girmez" ve "Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız" hadîs-i şerîfleri de, havfın, korkunun fazla olması lâzım geldiğini göstermektedir.
.
Çok yaşama arzusu
6 Ağustos 2002 01:00
Tûl-i emel, zevk ve safâ sürmek için çok yaşamağı istemektir. İbâdet yapmak için, çok yaşamağı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhipleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tövbe etmeği terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hâtırlamazlar. Va'z ve nasîhatdan ibret almazlar. Hadîs-i şerifte, "Lezzetlere son veren şeyi çok hâtırlayınız" buyuruldu. Yine, hadîs-i şerifte, "Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yimek için semiz hayvan bulamazdınız" ve "Gece ve gündüz ölümü hâtırlayan kimse, kıyâmet günü şehîdler yanında olacaktır" buyuruldu. Tûl-i emel sâhibi, hep dünya mâlına ve mevkı'ine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhıreti unutur. Yalnız zevk ve safâsını düşünür. Çoluk çocuğunun bir senelik gıdâsını hâzırlamak, uzun emel olmaz. Hadîs-i şerifte, "İnsanların en iyisi ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir" ve "İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır" ve "Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saadettir" ve "Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaktır" buyuruldu. Tûl-i emelin sebepleri, dünya zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sağlığın, gençliğin ölüme mâni' olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zaman görülmektedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hâtırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerifte, "Ölümü çok hâtırlayınız. Onu hâtırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur" buyuruldu. Eshâb-ı kirâmdan Bera' bin Âzib hazretleri diyor ki: Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah kabir başına oturdu. Ağlamağa başladı. Mubârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra, "Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hâzırlanınız" buyurdu. Ömer bin Abdül'azîz, bir âlimi görünce, nasîhat istedi. O da, şimdi halîfesin, istediğin gibi emir edersin. Yarın öleceksin, dedi. Biraz daha söyle deyince, Âdem aleyhisselâma kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi, dedi. Halîfe, uzun zaman ağladı...
.
İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir"
7 Ağustos 2002 01:00
Hadîs-i şerifte, "İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kazâ ve kadere iman etmek yetişir" buyurdu ve "İnsanların en akllısı, ölümü çok hâtırlayandır. Ölümü çok hâtırlayan insana, dünyada şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur" ve "Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamıyacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyâcınızdan fazla binâlar yapmakla hayatınızı harcamayınız" ve "Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dîninizin ve dünyanızın harâb olmasına sebep olur" ve çok sevdiği Üsâme bin Zeydin bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince, "Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sâhibi olmuş" buyurdu. Bir hadîs-i şerifte, "Cennete gitmek istiyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünya işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahdan hayâ etsin" buyurdu. Haram olan lezzetlerin içinde, yaşamak için uzun emel sâhibi olmak haramdır. Mubâhlarla lezzetlenmek için tûl-i emel sâhibi olmak, haram değil ise de, iyi değildir. Çok yaşamağı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamağı istemelidir. Kalb hastalıklarından birisi de "Tama"dır. Dünya lezzetlerini haram yollardan aramağa "Tama" denir. Tama'ın en kötüsü, insanlardan beklemektir. Kibre, ucba sebep olan "Nâfile" ibâdetleri ve âhıreti unutturan "Mubâh"ları yapmak da Tama' olur. Tama'ın zıddına, aksine "Tefvîz" denir. Tefvîz, helâl ve faydalı şeyleri kazanmağa çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir. Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı tefvîz olarak göstererek, insanı aldatmağa çalışır. Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmiştir. Bu melek, insana iyi düşünceler ilhâm eder. Şeytan da, insanın kalbine kötü düşünceler, vesveseler getirir. Helâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Haram yiyenler ayıramaz. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir. Bu düşüncelere ve arzûlara "Hevâ" denir. İlhâm ve vesvese devâmlı olmaz. Nefsin hevâsı ise, devamlıdır ve gittikce artar. Vesvese, duâ ederek, zikir ederek azalır ve yok olur. Hevâ ise, ancak kuvvetli "mücâhede" ile azalır, yok olur. Şeytan, köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs, kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter.
.
Nefs ve şeytanın istekleri
8 Ağustos 2002 01:00
İnsanın nefsi dâimâ zararlı şeyler ister. Şeytan ise, çok hayırlı işe mâni' olmak için, az hayırlı olan şeyde vesvese verir. Büyük günaha sürüklemek için, küçük hayır yapmağı da vesvese eder. İnsan, şeytanın bir vesvesesine uymazsa, bundan vazgeçer. Başka vesveseye başlar. Şeytanın vesvesesi olan hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Bunun için, hadîs-i şerifte, "Acele etmek, şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günah yapınca hemen tövbe etmek" buyuruldu. Hadîs-i şerifte, "Yâ Alî! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde kıl! Hâzırlanmış cenâze namazını hemen kıl! Dul veya kızı, dengi isteyince, hemen ver!" Yani, namazını kılan ve günah işlemiyen ve nafakasını helâlden kazanan birini bulunca, hemen ona ver, buyuruldu. İlhâm olunan hayır, Allahü teâlânın korkusu ile ve yavaş yavaş yapılır ve sonu düşünülür. Bir hadîste, "Melekten gelen ilhâm, İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetten ayrılmağa sebep olur" buyuruldu. İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı. Vesveseyi yapmamak için cihâd etmeli, çalışmalıdır. Nefse uyan kimse vesveselere tâbi' olur. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur. Bir hadîs-i şerifte, "Şeytan, kalbe vesvese verir. Allahın ismi zikir edilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devâm eder" buyuruldu. Kalbe gelen hâtıranın cinsini anlamak için, İslâmiyete uygun olup olmadığına bakılır. Böyle anlaşılamazsa, sâlih olan bir âlime sorulur. Sâlih olmıyan, dîni dünya kazançlarına âlet eden kötü din adamına sorulmaz. Yâhud, Resûlullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" kadar üstâdlarının hepsi ma'lûm olan hakîkî bir rehbere sorulur. Evliyâ, az olsa da, kıyâmete kadar mevcûddur. (Kutb-i irşâd) denilen Ehl-i sünnet âlimi her zaman ve her yerde bulunmaz. Uzun zaman aralıkları ile ve nâdir olarak bulunur. Her yerde çok bulunan câhil tarîkatçıları ve yalancı şeyhleri, hakîkî rehber sanmamalıdır. Böylelerinin tuzaklarına düşerek dünyada ve âhırette saadetden mahrûm kalmamak için çok uyanık olmalıdır. Kalbe gelen hâtıra, nefse acı gelirse, hayır olduğu anlaşılır. Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır.
.
Kazanılması zor imtihan!
9 Ağustos 2002 01:00
Zenginlik, refah seviyesinin zirvede olması, herkesin arzu ettiği bir şey. İnsanoğlu hep bunun hayali ile yaşar. İnsanın hayatta kalabilmesi, topluma hizmet edebilmesi için zengiliklik çok faydalıdır. Ancak, kontrol elden kaçtığında faydalı olduğu kadar da zararlıdır. Nice insanları hatta devletleri, milletleri, medeniyetleri, cemaatleri yok edip bitiren de bu refah seviyesidir. Bundan kurtulan çok az insan, yine çok az medeniyet vardır. Kazanılması çok zor bir imtihan bu. Koskoca Bizans'ı, altı asırlık Osmanlı'yı yıkan refah seviyesinin yüksekliğidir. İnsan her istediğini ele geçirince, şevk kalmıyor; rehavet, gevşek başlıyor. Bu da çöküşün başlangıcıdır. Osmanlının sanayi devrimini yakalayamayıp çöküşe geçmesinin sebebi budur. Zenginliğin verdiği, ihtiyaçsızlık insanı azdırıyor. İdealleri yok ediyor, yanlış yollara isyana, kibre gurura sevk ediyor. Kendisinden başkasını düşünemez hale getiriyor. İnançları da sarsıyor; kural tanımaz hale geliyor insan. İnsanı nimete nankörlüğe sürüklüyor. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Kur'an-ı kerimde de bununla ilgili "Kârun" kıssası vardır. Zamanımızda zenginliğin azgın sularına kendini kaptırmış kimseler için çok ibretli bir kıssadır bu: Kârun, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Önceleri fakir ve güzel huylu idi. Mûsâ aleyhisselâm, buna duâ etti ve kendisine kimya ilmini öğretti. Mûsâ aleyhisselâma îmân ettikten sonra, kendisini tamamen ilme ve ibâdete verdi. Hazret-i Mûsâ ve hazret-i Hârûn'dan sonra İsrâiloğullarının en bilgilisi idi. Yüz güzelliği fevkalâde idi. Bunun için kendisine "Nûr Yüzlü" derlerdi. Kırk sene dağda kendi başına ibâdet etti. İnsanlar arasına çıkmadı. Şeytan insan kılığına girip, bunun yanına gitti. Onunla beraber o da ibâdet etmeğe başladı. Hattâ ibâdette, Kârun'u geçti. Kârûn, buna imrenip hürmet etmeğe başladı. Bir gün şeytan Kârûn'a, "Ey Kârun! Böyle ibâdet yapmakla iyi mi yapıyoruz sanki? İsrâiloğullarının hastalarını ziyâret edemiyoruz, onların cenâzelerinde bulunamıyoruz. Bunun için dağda bulunmamız uygun olmaz" dedi. Bu bahâne ile, onu insanların arasına indirdi. Halk bunlara yemek getiriyor, bunlar devamlı ibâdetle meşgûl oluyorlardı. Bir gün şeytan, "Bu yaptığımız uygun değildir. Başkalarına yük oluyoruz. Sadece Cum'a günleri çalışıp, rızkımızı çıkararak diğer günler ibâdet edelim" dedi. Öyle yaptılar. Fakat bir müddet sonra da, "Bir gün çalışıp, bir gün ibâdet edelim. Fazla kazancımızı da fakirlere sadaka olarak veririz, sevaba gireriz" dedi. Böylece şeytan, Kârûn'u dünya malına karşı teşvîk etti. Kârun bildiği kimya ilmini de kullanarak, kısa zamanda zengin oldu. O kadar çok zengin oldu ki, zenginliği dillere destan oldu. İbadeti bırakıp kendini tamamen dünyaya verdi. Sayısız hazînelere kavuştu. Hazînelerinin anahtarlarını, kırk katır taşırdı. Kârûn zengin olunca, eski güzel huyu da kalmadı. Zulüm ve haksızlık yapmaya başladı. Hattâ, kendisine ilim öğreten Mûsâ aleyhisselâma bile karşı gelip, O'nun çalışmalarına engel olmaya, O'nun hakkında dedi-kodu yapmaya, mu'cizelerine sihir demeye başladı. Kur'ân-ı kerîmde, Kârûn'dan şöyle bahsedilmektedir: "Kârun Mûsâ'nın kavmindendi. Fakat o, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona, anahtarlarını taşımakta bile, güçlü kuvvetli bir cemâate ağır gelen hazîneler verdik. O vakit kavmi ona şöyle dediler "Dünya malı ile şımarma! Çünkü Allahü teâlâ dünya malı ile şımaranları sevmez." Kârûn, mü'minlerin yaptığı nasîhatleri kabûl etmedi. Allahü teâlânın verdiği nimetlere karşı nankörlüğünü gün geçtikçe artırmaya başladı. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, "Bu servet bana ancak bende olan ilim mukabilinde verilmiştir, dedi." Kasas sûresinde, meâlen buyuruldu ki: "Kârûn'un zînet ve ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzû edenler, "Ne olurdu, Kârûn'a verilenler gibi bizim de olsaydı. O hakîkaten büyük nasîb sahibidir." dediler. Hâlbuki, Kârun'a verilenler, onun helâkına sebep oldu. (Yarın: Kârûn'un hazin sonu)
.
Şeytanın hileleri
9 Ağustos 2002 01:00
| | |