 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Geri kalmakta kabahat kimde? 30 HAZİRAN 1996
Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabâhat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esâsının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. İslâm kelimesi arapçada, "Nefsini teslîm etmek, boyun eğmek, selâmete, huzura ulaşmak" ma'nâlarına gelir. İmâm-ı a'zam hazretleri, "Allahü teâlânın emirlerine teslîm olmak ve boyun eğmek" diye ta'rîf etmiştir. Bu ta'rîfler dikkatle incelenirse, iyi bir müslümanın nasıl olacağı, kendiliğinden meydana çıkar. Bir müslüman, herşeyden önce bedenen ve rûhen temizdir, sağlıklıdır. Çünkü rûhen ve bedenen sağlıklı olmayan huzurlu olamaz. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde çeşitli yerlerde meâlen, (Temiz olanları severim) buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde hamamı vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Temizliğe hayrân oldum Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktur. Orta çağda, Paris'te oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini beraberinde Sen nehrine götürür, o nehirden evvelâ içmek için su alır, sonra pisliğini nehre dökerdi. "İçme Suyu" (L'Eau Potable) adlı bir Fransız eserinde bunlar aynen yazılıdır. Kanûnî Sultân Süleymân zamanında İstanbul'a gelen bir Alman râhibi, 1560 târîhinde yazdığı bir eserde şunları yazmaktadır: "Buradaki temizliğe hayrân oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine "hamam" dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binâlar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler." Görüldüğü gibi kendileri i'tirâf etmektedir yıkanmayı bilmediklerini. Avrupa'da yıkanmak, ancak asırlardan sonra müslümanlardan öğrenilmiştir. Bugün ise, müslüman memleketleri denilen yerlerde seyâhat eden yabancılar, yayınlarında şöyle yazmaktadırlar: "Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman önce burnumuza ağır pis bir koku geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslümanların iddia ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor." Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabâhat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esâsının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakîrlik, pis olmak için bir ma'zeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allahü teâlânın temizlik emrini unutan zavallılardır. Müslümanlar dîni öğrenirse... Her müslüman, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman başka milletler, müslüman memleketleri ziyâret ettiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslümanlarda olduğu gibi, temizliğe hayran kalırlar. Gerçek müslüman, hem temiz olur, hem de, sağlığına çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşitli tehlîkeleri ve zararları olduğu için yasak edilen domuz etini yemez. Homoseksüellerde yeni keşfedilen Aids ismindeki bulaşıcı ve öldürücü hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tesbît edilmiştir. Bu tesbit edilen hastalıklardan sadece biridir. Daha keşfedilemiyen nice hastalıkların kaynağı, domuz ve benzeri dînimizin yasak ettiği şeylerdir.
Medeniyetin gerçek sahibi 1 TEMMUZ 1996
Burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar. Peygamber efendimiz, (İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi) buyurdu. Ya'nî ilimler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sağlık bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, ya'nî sağlığı korumak, ikincisi terapötik, ya'nî hastaları tedâvi etmek, iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Önemli olan hasta olmamak Hasta insan, iyi edilse de, çok defa, özürlü, çürük kalır. İşte islâmiyet, tıbbın birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiştir. Kur'ân-ı kerîmin birçok âyetinde tıbbın bu iki kısmı da teşvîk buyurulmaktadır. Peygamberimiz, Rûm imparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince: - Efendim! İmparator beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım! dedi. Resûlullah efendimiz kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek: - Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim, diye izin istedi. Peygamberimiz buyurdu ki: - Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar. Bu müslüman hiç hasta olmaz demek değildir. Fakat sağlığına ve temizliğe itinâ eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve herhangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sağlığını koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur. Hıristiyanlığın en revâçta olduğu orta çağda, büyük tıb adamları, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs'e tıp tahsîl etmeğe gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796 da bu aşıyı Avrupa'ya götürdü ve haksız olarak, "Çiçek aşısını bulan kimse" ünvânını aldı. Hâlbuki, tam bir karanlık diyârı olan o zamanki Avrupa'da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı Onbeşinci Louis 1774 de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Çalışan kazanır Birinci Napolyon 1798 de Akkâ kalesini kuşattığı zaman , ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle denilmektedir: "Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve bizden hiç bir ücret veya hediye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar."
Bilenle Bilmiyen Bir Olur mu? 10 ŞUBAT
1994 Bugüne kadar, maksatlı yayınlarda, her türlü ilerlemenin, gelişmenin tek kaynağı batılı ülkeler olarak lanse edildi. Acaba gerçekten böyle midir? Müslüman ilim adamlarının ilme, fenne hiç katkısı olmamış mıdır? Yıllardan beri, kasıtlı olarak işlenmiştir bu husus. Hattâ, islâm dîninin ilerlemeye mâni' olduğunu iddia edenler bile çıkmıştır. Hatta ve hatta müslümanların, hıristiyanlık dîninin büyüklüğünü kavrayamayıp hıristiyan olmadıklarını, bundan dolayı da teknikte ilerlemediklerini söyliyebilecek kadar fikir budalası zavallılar çıkmıştır... Mesela, Osmanlı devletinin son zamanlarında, hemen çok kişinin büyük bildiği, Mithat paşa, gibi Avrupa hayranları, Avrupa'nın seviyesine gelebilmek için hıristiyan olmaktan başka çare olmadığını söyleyecek kadar basitleşmişlerdir. Gerçeği yansıtan, gerçekleri yazan tarihi eserleri inceleyerek olursak, mes'elenin aslı ortaya çıkar. Hıristiyanların veya hıristiyanlaşma sevdasında olanların iddiaları, sözleri temâmen yalan!.. Çünkü, islamiyyet, ilmi dâimâ medhetmiş, müslümanları dâimâ ilme teşvik etmiştir. Nasıl mı? Bakınız, Zümer sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde mealen, (Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir.) buyurulmuştur. Peygamberimiz ise (İlim Çin'de bile olsa, gidin öğrenin.) ve (Nerede ilim varsa, orada müslümanlık vardır.) ve (Bütün müslüman erkeklerine ve bütün müslaman kadınlarına, ilmi aramak, öğrenmek farzdır!) buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte de, (İki günü eşit olan ilerlemeyen ziyandadır.) buyurmuştur. Gerilemeyi bırakın, duraklamayı bile yasaklıyor, dinimiz. Kıyamette âlimin mürekkebi ile şehîdlerin kanı tartılacak, âlimin mürekkebi ağır gelecektir... İslâm dîni, ilerlemeye mani olmadığı gibi, aksine, bütün yeniliklerin devâmlı ta'kîb edilmesini ve hergün yeni şeyler keşfetmeği, ilerlemeği emreden bir dindir. Bundan dolayı, islâmiyyetin başlangıcından itibâren, ilmi adamlarına çok önem verilmiş, ilmî, fennî ve teknik tecrübeler yapılmış, müslüman Araplar, tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, târihte, edebiyyâtta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlâk ve sosyal bilgilerde, en mükemmel dereceye vâsıl olmuşlar, kavuşmuşlardır... Bugün dahî ta'zjm ile yad edilen kıymetli âlimler, hakîmler, mütehassıslar, üstâdlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyyetin rehberleri olmuşlardır. O zaman, yarı vahşî olan Avrupalılar, fennî bilgilerini İslâm üniversitelerinde öğrenmişler, hattâ Papa Sylvester gibi, hıristiyan din adamları bile Endülüs üniversitelerinde okumuşlardır. Bugün, hâlâ Avrupa dillerinde kimyaya, (Chemie) ve cebire (Al-gebra) ismi verilmektedir. Çünkü bu ilimler, evvelâ müslüman Araplar tarafından dünyaya öğretilmiştir. Avrupalılar, dünyayı tepsi gibi düz ve etrâfı duvarlarla çevrili zannederken, müslümanlar, ilk olarak dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü buldular. Mûsul civârında, Sincar sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü rakamları elde ettiler. Bundan başka, son derecede câhil ve mutaassıb olan, Orta çağ papazlarının men ettiği, eski Yunan ve Rome felsefe kitaplarının tercümesi işini müslümanlar ele almış ve bunların ortadan kalkmasına, yok olup gitmesine mâni olmuşlardır. Bunların faydalı yönlerinden istifade etmişlerdir. Bugün, insâflı hıristiyanların kabûl ettiği gibi, hakîkî rönesans, yânî (eski kıymetli ilimlere avdet edilmesi, dönülmesi) İtalya'da değil, Abbâsiler zamanında, Arabistan'da başlamıştır ki, Avrupa'daki rönesanstan çok çok öncedir. Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslâm kitaplarından aldılar. Müslümanlar astronomide çok ileri idiler. 12. yüzyılda yaşamış Nûrüddîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesi'nde astoronomi profesörü idi. (El-hayât) kitabında, bugünkü astronomiyi yazmaktadır. Bugün bizim ders kitaplarında dahi isimleri geçen, Galile, Kopernik, Newton, gibi Avrupalı ilim adamları dünyanın döndüğünü müslümanların kitaplarından öğrenip söyleyince, bu sözleri önceleri suç sayıldı. Hatta Galile, papazlar tarafından muhâkeme edilerek idam edildi. Eski islâm medreselerinde ayırca fen dersleri vardı. Endülüs medreseleri bu husûsta bütün dünyaya rehber olmuştu.
.
Milletimizi ayakta tutan kuvvet 15 MART 1997
Eğer, Avrupa içlerine kadar inen Türkler, Müslüman olarak gelselerdi, bugün Avrupa'nın çehresi değişirdi. Koca Avrupa Müslüman olabilirdi. Tarihin her devrinde, türlü kanı taşıyan, değişik dil konuşan, başka başka âdet ve an'anelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inaç veya fikir etrafında toplanıp, bir imparatorluk kurması, sadece bir millete nasip olmuştur. Bu millet de Osmanlılardır. Öyle ki, Osmanlıda, hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan İslâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan insan toplulukları, birleşmişlerdir. Bu eşsiz birleşmeyi sağlıyan, görünüşte, birçok önemli unsur vardır. Bu devleti altı asır ayakta tutan yegâne unsur, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi dînî esâslardı. Osmanlıların erişilmez gücü ve kaynağı Osmanlı Türklerini, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları, İslâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül ettiren ışıklı yolu idi. Onbirinci asırda, Türkler üç büyük dalga hâlinde, üç yöne, yayılmışlardır: Birincisi, Gaznevî hükümdarları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistan'a olan yayılmalarıdır. Bunlar dînini ve medeniyetini de götürdüler. Bugün Hindistan'da yüz milyonu aşan bir Müslüman topluluğunun bulunması, bu yayılma hareketinin bir netîcesidir. İkincisi, Oğuz Türklerinin, İran'dan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadolu'ya yayılmalarıdır. Oğuzlar da, bilindiği gibi İslâm dîni ile müşerref olarak gelmişlerdi. Bugün, aradan asırlar geçtiği hâlde, hâlâ Müslüman olarak kalışları sâyesinde, yine Anadolu'da oturuyoruz ve dünya siyâsetine karışıyoruz. Üçüncü yayılma hareketi, Karadeniz'in kuzeyinden, Balkanlar'a doğru oldu. İçlerinde bir kısım Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman Türkleri, Balkan yarımadasına yerleşti ama, maalesef ki, bunlar İslâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişlerdi. Etraflarını saran Hıristiyan devletlerin baskısı ile, kısa zamanda kendilerini unuttular. An'anelerini, törelerini kaybettiler. Eridiler, yok oldular. Hindistan'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, bugün yaşamakta olan soydaşları gibi olamadılar. Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan başlıca kuvvet îmândır, İslâmdır. Adâlet, iyilik ve doğruluktur. Eğer, Avrupa içlerine kadar inen Türkler, Müslüman olarak gelselerdi, bugün Avrupa'nın çehresi değişirdi. Koca Avrupa Müslüman olabilirdi. Çünkü o zaman da Hıristiyanların esaslı bir inançları, medeniyetleri yoktu. Teknikte bugünkü gibi ileri de değillerdi. Yemek yapıp yemesini bilmiyen, hayvan derileri ile vücutlarını örten kimselerdi. Hz. Ömer'in adâletiyle hareket edilseydi Türkler Asya'dan ayrılınca, Hıristiyan Avrupa'nın tek kalesi Fransa kapılarını zorlamaya giden, Attila idâresindeki Tûran Hunları, hak dîne mensup olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, Hz. Ömer'in ordusundaki adâlete, şefkate hayran olup, seve seve Müslüman olan Şam Hıristiyanları gibi, papazların baskısından, kralların işkencesinden usanmış olan Batı Hıristiyanları da, onlara kapılarını açmaz mıydı? Bugünkü Avrupa'nın din çehresi değişmez miydi? Tabiî ki çok farklı olurdu. Belki, Attila, Peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden çok önce ölmüştür. Attila zamanında, Müslümanlık var mıydı, diye bir soru hatıra gelebilir. Âdem aleyhisselâmdan beri Müslümanlık vardı. Her devirde mutlaka bir hak din vardı. Dolayısıyla Attila zamanında da bir hak din vardı. Müslüman olsaydı derken, bu hak dîne mensup olsaydı diyoruz. Meselâ, Oğuz Han da Peygamber efendimizden önce yaşamıştı. Fakat zamanındaki hak dîne inandığı için Oğuz Han îmânlıydı...
Ecdâdımızın dîne hizmeti 16 MART 1997
Müslümanlar, hangi milletten olurlarsa olsunlar, dînin emirlerine tam hakkıyla sarılıp, bozuk fikirlere sapmadıkları müddetçe, hep başarılı olmuşlardır. Ecdâdımız, bütün dünyaya İslâmiyeti duyurdular. İlme büyük hizmetleri oldu.Durgun bir göle bir taş attığımızda, önce bir daire, sonra halka halka genişleyerek yayılan daireler meydana gelir. Bu dairelerin merkezi İslâmiyet, bunun etrafındakiler de dîne hizmet oranını temsil eden, daireler olsun. Buradaki ilk daire, ya’nî merkeze en yakın daire, Eshâb-ı kirâmdır. Bunların hizmetleri hiçbir şeyle mukâyese edilemez. Onlar müstesnâ insanlardır. Bundan sonraki daire ise, ecdâdımız Osmanlılara nasîb oldu. Eshâb-ı kirâm ile Osmanlılar arasında, Emevîler, Abbâsîler gibi birçok İslâm devleti olmasına rağmen, dîne hizmette ikincilik, sadece Osmanlıya nasîb olmuştur. Bunu kimse inkâr edemez. Bunu ancak kavmiyetçilik hastalığına tutulanlar inkâr edebilir. Bugünkü Arap ülkeleri gibi. İlmin öncüleri İslâmiyete, Osmanlılardan başka devletlerin de hizmeti olmuştur. Bunlardan biri Emevîlerdir. Emevîler, İslâm dînini, İspanya’dan, Avrupa’ya taşıdı. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin esas temelini ortaya koydular. Dünya yüzündeki ilk üniversitenin, Fas’ın Fez şehrinde bulunan Keyruvân üniversitesi olduğu, bütün ansiklopedilerde yazılıdır. İşte bu üniversite 859 yılında kurulmuştur. O zamanın Avrupası, ilimden, medeniyetten bîhaberdi... Karanlık çağlarını yaşıyordu. Endülüs Emevî sultânı üçüncü Abdürrahmân, memleketini genişletti. Mükemmel donanma yaptı. Kendisi ve adamları ilim ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüs’te ilim ve fen çok ilerledi. Sarayı ve devlet dâireleri birer ilim kaynağı oldu. Her memleketten ilim öğrenmek için Kurtuba’ya akın akın toplandılar. Kurtuba’da büyük ve mükemmel bir tıp fakültesi kurdu. Avrupa’da ilk yapılan tıp fakültesi de yine budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için Kurtuba’ya gelir, gördükleri medeniyete, güzel ahlâka, misâfirperverliğe hayrân kalırlar, iyileşip ülkelerine dönerlerdi... Altıyüzbin kitap bulunan bir de kütüphâne yaptırdı. Kurtuba’dan üç saatlik mesâfedeki (Vâdi-yül-kebîr) kenarında, (Ezzehrâ) isminde pek büyük ve ince san’atlarla dolu bir saray ile mükemmel bahçeler ve büyük bir câmi yaptırdı. Kurtuba’da çok sayıda derin âlim yetişti. Ancak, bunca hizmetlerden sonra, maalesef, bu işte ilerlemenin, bu medeniyetin lokomotifi olan İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktılar. Hattâ ve hattâ, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrıldıkları gibi, bir de düşman oldular. Yalnız ilim ve fennin tek başına kendilerini hedefe götüreceğini zannettiler... Fakat, ne yazık ki, böyle oldukları için, Pirene dağlarını aşamadılar. 1031’de Ümeyye devleti çöktü... Daha sonra, İspanyollar, Gırnata şehrini de alıp Müslümanları kılıçtan geçirdiler... O güzelim san’at eserlerini yerle bir ettiler... Böylece Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Fakat bu çöküş bir açıdan faydalı oldu. Çöküşün sebebi Sebebi de şu... Eğer, İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd’ün ve İbni Hazm’ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, asırlar öncesinden meydâna çıkacaktı. Çünkü artık son zamanlar, dînin emirleri yerine, felsefecilerin fikirleri hâkim olmuştu. Müslümanlar, hangi milletten olurlarsa olsunlar, dînin emirlerine tam hakkıyla sarılıp, bozuk fikirlere sapmadıkları müddetçe, hep başarılı olmuşlardır. Beşeriyeti ızdıraptan, felâketten kurtaran, îmânı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmanlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, din ve fen kollarında bütün insanlığa ışık tuttular. Zamanla İslâm ahlâkı unutulunca, bu ışık söndü. Müslümanlar önlerini göremez hâle geldi.
xxx
Çetenin verdiği ders 6.8. Almanya’dan izne gelen bir arkadaş anlatınca hatırladım, bir kitapta da okumuştum bu hadiseyi: Bir zamanlar Almanya’da işi hırsızlık olan bir çete ortaya çıkar. Bu çete mensuplarının vazgeçilmez bir de prensipleri var. Bundan katiyyen taviz vermezler. Bu prensipleri şu: Hiçbir şekilde, Müslüman evine girmemek; yanlışlıkla girilmişse hiçbir şeye dokunmadan derhal çıkmak...Sonradan anlaşılır ise çalınan malları iade etmek... Bu çete elemanları gün gelir bir eve girerler. Evi soyup soğana çevirirler. Aldıklarını merkezlerine götürürler. Malları tasnif ederken eşyaların arasında ev sahibinin karviziti çıkar. Çete elemanı bir de bakar ki, ev sahibi bir Türk. Çete üyesi kurala aykırı iş yapmamak için kartı alıp çete reisine götürür. Reis, hemen karttaki telefon numarasını çevirerek, ev sahibini arar: - Filanca ile mi görüşüyorum. - Evet efendim. - Ben evinizi soyan hırsızlık çetesinin reisiyim. Eşyalarınızı filan yere bırakıyoruz. Gidip alın! - Peki niçin çaldınız, niçin iade ediyorsunuz? Merak ettim! - Biz prensip olarak Türk evlerini soymuyoruz. - Peki niçin soydunuz? - Kabahat sizde. Evinizde Müslüman olduğunuza dair en ufak bir işaret yoktu. İnsan hiç olmazsa, cami, kâbe gibi evine bir resim asar. Hiç olmazsa bir hat levhası asar. Duvarlarda, boy boy aile efradının Avrupaî kıyafette fotoğrafları vardı. Bir Avrupalı evinden farkı yoktu. Lütfen evinizi diğerlerinden farklı hale getirin. Bize boşa kürek çektirmeyin. Daha sonra alınan mallar iade edilir... Bu hikayeyi anlatmak nereden aklıma geldi? Söyleyeyim: Av. Hicran hanımın Yeşilay dergisindeki genç kızlarımız ile ilgili yazısını okuyunca çağrışım yaptı. Kızlarımızın bugünkü tamamen yabancılaşmış, içler acısı halini şöyle anlatıyordu: “Genç kız deyince gözümün önünde canlanan bir hayal var. Ben o hayâli çok sevdim ve seveceğim de. Hayal diyorum, çünkü günümüzdeki genç kız gerçekleri o hayalden o kadar uzaklarda ki. Yarım asrı çoktan devirmiş olanlar, belki nostalji ama bambaşka bir genç kız hatırlarlar. Berber eli değmemiş, permasız, boyasız saçları, makyajsız yüzleriyle fistolara, dantellere, kurdelâlara dost olan bambaşka genç kızlar... Onlar oturuşları, kalkışları, konuşuşları, küçüklerine ve büyüklerine davranışlarıyla ne kadar ölçülü ve zariftiler. Yün örmesini de, dikiş dikmesini de, işleme yapmasını da bilirler ve kitap da okurlardı. Sigara ve içki onların tanımadığı şeylerdi. Mevcut olmayan diskotekler, barlar ve kafeler onları dejenere etmemişti. Doğu ve Batı çatışmasının tam ortasında olmalarına rağmen, henüz bozulmamış olan Türk âilesinin koruyucu kanatları altındaydılar. O âileler ki, kadınları henüz, erkeklerin kurtarılması lâzım gelen içki, kumar ve fuhuş batağına düşmemiştir. Yolunu şaşırmış erkeğini bile kurtaran ıslahhâne vazifesini gören yuvasında o yuvanın temeli olan ana kadınlar vardı. İşte o genç kızlar, o ana kadınların ve onların çokça bulunduğu toplumun eseriydi. Zamanımızın genç kızlarının ideali, önce vatan ve âilem diyen o ana kadın imajı olmalıdır. O tip bir kadına imrenmelidir. Bugün ise, genç kız her türlü vâsıta ile gözüne gözüne sokulan bu imajın tam tersi bedbaht tiplere imrendirilmektedir. Açıkça söyleyelim, günümüzün genç kızı, âileyi Türk yapan, onu analık vasıflarına sahip kılan pek çok değerin yabancısı hatta düşmanı olarak yetişmektedir. Kültür alışverişini kimse inkâr edemez. Ama seçimi iyi yapmak ve kendi kültürünü fedâ etmemek şartıyla... Âilenin dâima ismi vardır. Genç kız, ismiyle çatışmayan, tezatlardan arınmış bir âile yuvasında yetişmelidir. Maalesef, İngiliz mi, Fransız mı, Amerikan mı, yoksa Türk âilesi mi belli olmayan bir yaşayışa sahip günümüz genç kızları...” Gerçekten de, seyahatlerde, televizyonlarda görüyoruz. Giyinişinden, yaşayışından Türk mü, Fransız mı, İngiliz mi ayırt etmek mümkün değil... Sadece kızlarımız mı? Hayır. Toplum olarak hızlı bir yabancılaşma içindeyiz. Her milletin kendine has , kültürü, örfü olmalı. Çünkü, milleti millet yapan bu değerlerdir. Tabii ki, globalleşen bir dünyada karşılıklı alış- verişler olacak. Fakat bu, bir milletin asli unsurunu değiştirecek manada olmamalı. Daha çok teknolojik ve ticari alanda olmalı... Her nedense, bu değişim bizde hep ters olmuş. Teknolojiden ziyade onların kendilerine ait hristiyan kültürünü almışız. Tanınmayacak hale gelmişiz. Bunun başlangıcı da yeni değil tabii ki. Ta 1800’lü yıllara dayanır. Bizde batılılaşma hareketinin başlangıcı 1839 Tanzimat fermanıdır. Biz Batıdan almamız gereken şeyin teknoloji olduğunu, kültürün ise, millî olması gerektiğini görememişiz. Bundan sonra da görmeye hiç niyetimiz yok gibi görünüyor!.
xxx
Bugünlere nasıl geldik? 17 MART 1997
Osmanlı orduları Viyana’ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. İslâmiyet Avrupa’ya yayılıyor, Hıristiyanlık yok oluyor, diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar. Osmanlıların son zamanlarında din adamları; fenden, ilimden habersiz, bilgisiz yetiştirilerek, sinsi düşmanların İslâmiyeti içten yıkma plânları tatbike kondu. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edep, hayâ ve din bozuldu. Netîcede altı asırlık koca imparatorluk, çöküverdi... Hâlbuki İslâmiyet; tecrübî ilimleri, fenni, san’atı, endüstriyi, önemle emretmekteydi... Bunu bildikleri için kasıtlı olarak, fen derslerini kaldırdılar. Bu üç kıt’aya hâkim, koskoca bir imparatorluk, nasıl çabucak yıkılıverdi? Ya’nî, bu çöküş nasıl oldu? Osmanlı orduları Viyana’ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. İslâmiyet Avrupa’ya yayılıyor, Hıristiyanlık yok oluyor, diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar. Çok uğraştılar. Sinsice hazırlanan plan Bir gece yarısı, İstanbul’daki İngiliz sefîri şifre yolladı ülkesine... Avrupa’ya müjde vermek için sabahı bekliyememişti ... Arşimet gibi gece yarısı; - Buldum, buldum, diye bağırdı. Osmanlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunları durdurma çâresini buldum, diyerek şöyle anlatıyordu şifresinde: - Osmanlılar, aldıkları esîrlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderûn) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı birer Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve devlet adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardır. Osmanlı akınlarını durdurmak için, ilk başta bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır. İlk çâre budur!.. İşte esas plân, esas yıkım bundan sonra başlıyor. İngiliz sefîrinin bu teklîfi çok önemli görülerek, Avrupa’da İskoç ve Paris mason locaları harıl harıl çalışmaya başladı... Müslümanları aldatmak, medreselerden, mekteplerden ilmi kaldırmak, fen bilgisine sahip din adamları ve idârecilerin yetiştirilmesini önlemek için plânlar hazırlandı... Değişik bahânelerle medreselerden fen dersleri kaldırıldı... Böylece medreselerde, fen ve teknik yönden câhil yetişen gençler, Avrupa’da çok kolay kandırıldı, kendi öz milletine düşman edildi. İçeride de, “Mühim olan âhıret hayatı değil midir? Fen bilgileriyle uğraşacağınız zamanda, dîninizi iyice öğrenin” diyorlardı. Avrupa’ya çağırdıkları gençlere de, kendi devletinden soğutmak için, yukarıda anlattığımız gibi, “Sizin devletinizde medreselerde fen dersi okutulmuyor, işte bunun için geri kalıyorsunuz. Bizim gibi olun. Bizi örnek alın. Buna bir çâre bulmanız lâzım” diyerek, Batıya hayranlık aşılıyorlardı... Plan aynen uygulandı Ardından bu gençler, zevk ve sefahate alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek anavatana gönderildi. Böyle diplomalı yobazlar, sinsi din düşmanlarının çok kurnaz ve milyonlarca altın harcayarak çevirdikleri dolaplarla, Osmanlı devletinde iş başına getirildiler. Meselâ Mustafa Reşid Paşa, Fuad Paşa ve benzerleri, medreselerden fen derslerini kaldırdılar. Mithat Paşa, Talat Paşa din derslerini de azalttılar. Plân aynen uygulandı. İşte bu sebeplerden dolayı, i’tikâd bozulup, İslâmiyete bağlılık gevşedikçe, gerileme başladı. Abdülhamid Han bu sinsi oyunu çok iyi anladı. Tek başına yıkımı 33 yıl geciktirdi. Yalnız olduğu için daha fazla dayanamadı. Bundan sonra hızlı bir yıkım başladı. Nihâyetinde Osmanlı yok oldu... (Eş-şer’u tahtesseyf) ya’nî din kılıçların altındadır, hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, İslâm güneşi batarak yeryüzü bugünkü karanlık hâlini aldı.
Önce ma’neviyat sarsılacak 18 MART 1997
Türklerin, kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren maneviyatları sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Osmanlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, bir mektuptan bahseder. Bu mektubu sultan ikinci Mahmûd Han zamanında, Fener Patrikhânesinin kapısında idâm edilen, devlete isyân eden, Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryos yazmıştır. Hâlâ bunun asıldığı, idâm edildiği kapı, “Kin kapısı” olarak adlandırılmakta ve kullanılmamaktadır. Mektubunda diyor ki: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için, çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i îmân sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin kuvvetinden, padişahlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine, olan itâ’at duygularından gelmektedir. İtaat duygusu esastır Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idâre edecek reîslere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da an’anelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden gelmektedir. Türklerde evvelâ, itâ’at duygusunu kırmak ve ma’nevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini zaafa uğratmak, zayıflatmak, icap eder. Önce ma’neviyatları sarsılacak. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve ma’neviyatlarına uymayan hârici fikir ve hareketlere alıştırmaktır. Ma’neviyatları sarsıldığı gün, Türklerin, kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini yıkmak için, mücerred olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekârını tahrik etmeye sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere birşey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbatı tamamlamaktır.” Bu mektup, gençlere, ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûstur: 1- Türklerin ma’neviyatının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak. 2- Türklere hissettirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı tamamlamak. Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf, âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd ettirmekle ulaşılır. Şimdi geçmişimize şöyle bir bakacak olursak, bu plânın aynen tatbik edildiğini çok açık bir şekilde görürüz. Maalesef hâlen de devam etmektedir. Batının inanç, örf, âdet, moda ve ahlâksızlıklarını taklîd etmek medeniyet değildir. Müslüman milletin bünyesinde tahrîbât yapmaktır. İlim Çin'de de olsa... Batının ilim, fen, teknik ve her sahadaki fennî gelişmelerini almak, elbette lâzımdır. Zâten İslâmiyet bunu emreder. Peygamber efendimiz, “İlim Çin’de de olsa, gidip alınız” buyurmuştur. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Zeyd bin Sâbit hazretlerine, Resûl aleyhisselâm, Yahûdî dilini öğrenmeyi emreyledi. Yahûdîlere gönderilen mektupların çoğunu buna yazdırdı. Onlardan gelen mektupları buna okuturdu. Zeyd, böylece İbrânî ve Süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük İslâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, mükemmel Arabî, Fârisî konuştuğu hâlde, “Yabancı dil bilseydim, bütün dünyaya fâideli olurdum” derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. “İslâm dîninin üstünlüklerini, rahat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyette, fende ve ahlâkta ilerlemeye ışık tuttuğunu dünyaya bildirmek için, kısacası, İslâmiyete ve bütün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır” derdi. Özet olarak şunu söyleyebiliriz: İslâmiyet, hiçbir zaman ilme, fenne karşı olmamış, bilâkis her devirde bunu desteklemiştir. Avrupa, medeniyeti Müslümanlardan öğrenmiştir
Milletleri Ayakta Tutan Kuvvet 16 OCAK 1994
Tarihin her devrinde, türlü kanı taşıyan, değişik dil konuşan, başka başka âdet ve an' anelere bağlı olan milyonlca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inaç veya fikir etrâfında toplanıp, bir imparatorluk kurmak sadece bir millete nasip olmuştur. Bu millet Osmanlılardır. Öyle ki, Osmanlıda, hiç bozulmamış, değiştirilmemiş biricik din olan islâm dîninin güzel ahlâkı güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, insan toplulukları, birleşmişlerdir. Bu eşsiz birleşmeyi sağlıyan, görünüşte, birçok önemli unsur vardır. Bu devleti altı asır ayakta tutan yegane unsur, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi dinî esâslarda idi. Osmânlı Türklerini, Sakarya kenârından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultân Osmân'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül ettiren ışıklı yolu idi. Onbirinci asırda, Türkler üç büyük dalga hâlinde, üç istikâmette, yayılmışlardır. Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistan'a olan yayılmalarıdır. Bunlar dînini ve medeniyyetini de götürdüler. Bugün Hindistân'da yüz milyonu aşan bir müslümân topluluğunun bulunması, bu yayılma hareketinin bir netîcesidir. İkincisi, Oğuz Türklerinin, Îrân'dan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadolu'ya yayılmalarıdır. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmişti mâlûm. Bugün, aradan asırlar geçtiği hâlde, hâlâ müslümân olarak kalışları sâyesinde, yine Anadolu'da oturuyoruz ve dünya siyâsetine karışıyoruz. Üçüncü yayılma hareketi, Karedeniz'in kuzeyinden, Balkanlar'a doğru oldu. İçlerinde bir kısım Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman Türkleri, Balkan yarımadasına yerleşti ama, maalesef ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişti. Etrâflarını saran hıristiyan devletlerin baskısı ile, kısa zamanda kendilerini unuttular. An' anelerini törelerini kaybettiler. Eridiler, yok oldular. Hindistân'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, bugün yaşamakta olan soydaşları gibi olamadılar. Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet îmândır, islâmdır. Adâlet, iyilik ve doğruluktur. Eğer, Avrupa içlerin kadar inn Türklr d, müslüman olarak glselerdi, bugün Avrupa'nın çehrsi değiştirdi. Koca Avrupa müslüman olabilirdi. Çünkü o zaman da hıristiyanların esaslı bir inançları medeniyetleri yoktu. Teknikte bugünkü gibi ileri de değillerdi. Yemek yayıp yemesini bilmiyen, hayvan derileri ile vücudlarını örten kimselerdi. Türkler Asya'dan ayrılınca, Hıristiyan Avrupa'nın tek kalesi Fransa kapılarını zorlamğa giden Attilâ idâresindeki Tûran Hunları, hak dîne mensup olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, hazret-i Ömer'in ordusundaki adâlete, şefkâte hayrân olup, seve seve müslüman olan Şâm hıristiyanları gibi, papazların baskısından, kralların işkencesinden usanmış olan batı hıristiyanları da, onlara kapılarını açmaz mıydı? Bugünkü Avrupa'nın din çehresi değişmez miydi? Tabiî ki çok farklı olurdu. Belki, Attilâ, Peygamber efendimizin dünyaya teşriflerinden çok önce ölmüştür. Attilâ zamanında, müslümanlık var mıydı? diye bir soru hatıra gelebilir. Âdem aleyhisselâmdan beri müslümanlık vardı. Her devirde mutlaka hak bir din vardı. Dolayısıyla Attilâ zamanında da bir hak din vardı. Müslüman olsaydı derken bu hak dine mensup olsaydı diyorum. Mesela, Oğuz Han da Peygamber efendimizden önce yaşamıştı. Fakat zamanındaki hak dine inandığı için Oğuz Han îmânlıydı... Osmanlıların Dine Hizmeti 17 OCAK 1994 Osmanlılar, bütün dünyaya islâmiyeti duyurdular. İlme büyük hizmetleri oldu. Durgün bir gölge bir taş attığımızda önce bir daire, sonra halka halka genişleyerek yayılan daireler meydana gelir. Bu dairelerin mermezi islâmiyet olsun. Bunun etrafında da dine hizmet oranını temsil eden, daireler olsun. Buradaki ilk daire, yâni merkeze en yakın daire, Eshâb-ı kirâmdır. Bunların hizmetleri hiçbir şeyle mukayese edilemez. Onlar müstesna insanlardır. Bundan sonraki daire ise Osmanlılara nasip oldu. Eshâb-ı kirâm ile Osmanlılar arasında, Emeviler, Abbasiler gibi birçok islam devleti olmasına rağmen, dine hizmette ikincilik, sadece Osmanlıya nasip olmuştur. Bunu kimse inkâr edemez. Bunu ancak kavmiyetçilik hastalığına tutulanlar inkâr edebilir. Bungünkü Arap ülkeleri gibi. İslamiyete, Osmanlılardan başka devletlerin de hizmeti olmuştur. Bunlardan biri Emevilerdir. Emevîler, islâm dînini, İspanya'dan, Avrupa'ya taşıdı. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilenlemenin esas temelini ortaya koydular. Dünya yüzündeki ilk üniversitenin, Fas'ın Fez şehrinde bulunan Keyruvân üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. İşte bu üniversite 859 yılında kurulmuştur. O zamanın Avrupası, ilimden, medeniyetten bîhaberdi... Karanlık çağlarını yaşıyordu. Emevi Endülüs sultânı üçüncü Abdürrahmân, memeleketini genişletti. Mükemmel donanma yaptı. Kendisi ve adamları ilim ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüs'te ilim ve fen çok ilerledi. Sarayı ve devlet dâireleri birer ilim kaynağı oldu. Her memleketten ilim öğrenmek için kurtuba'ya akın akın toplandılar. Kurtuba'da büyük ve mükmmel bir tıp fakültesi kurdu. Avrupa'da ilk yapılan tıp fakültesi de yine budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için kurtuba'ya gelir, gördükleri medeniyete, güzel ahlaka, misâfirperverliğe hayrân kalırlar, iyileşip ülkelerine dönerlerdi... Altıyüzbin kitâp bulunan bir de kütüphâne yaptırdı. Kurtuba'dan üç saatlik mesâfedeki (Vâdiyül-kebîr) kenarında, (Ezzehrâ) isminde pek büyük ve ince san'atlarla dolu bir saray ile mükemmel bahçeler ve büyük bir câmi' yaptırdı. Kurtuba'da çok sayıda derin âlim yetişti. Ancak, bunca hizmetlerden sonra maalesef işte bu işte ilerlemenin, bu medeniytin lokomotifi olan islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktılar. Hatta ve hatta, Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrıldıkları gibi, bir de düşman oldular. Yalnız ilim ve fennin tek başına kendilerini hedefe götüreceğini zannettiler... Fakat, ne yazık ki, böyle oldukları için, Pirene dağlarını aşamadılar. 1031'de Ümeyye devleti çöktü... Daha sonra, İspanyollar, Gırnata şehrini de alıp müslümanları kılıçtan geçirdiler... O güzelim sanat eserlerini yerler bir ettiler... Böylece Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Fakat bu çöküş bir açıdan faydalı oldu. Sebebi de şu... Eğer, İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, asırlar öncesinden meydâna çıkacaktı. Çünkü artık son zamanlar, dinin emirleri yerine, felsefecilerin fikirleri hakim olmuştu. Müslümanlar, hangi milletten olurlarsa olsunlar, dinin emirlerine tam hakkıyla sarılıp, bozuk fikirlere sapmadıkları müddetçe hep başarılı olmuşlardır. Beşeriyyeti ıstırâptan, felâketten kurtaran, îmânı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmanlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, İslâm âlimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da islâmiyyet gevşemeğe başladı. Hükümdarlarını şehid ettiler. İtaat azaldı. Birçok işletmeler, din câhillerinin, sinsi islâm düşmanlarının baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi müslümanlar birbirlerini sevip saymadılar, çalışmayı bıraktılar.
Osmanlı Devleti Nasıl Yıkıldı? 18 OCAK 1994
Osmanlıların, son zamanlarında, din adamları, fenden, ilimden habersiz, bilgisiz yetiştirilerek, islâmiyyeti içten yıkma plânları tatbike kondu.. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edep, hayâ ve din bozuldu. Neticede altı asıırlık koca imparatorluk, çöktüverdi... Yine aynı sebep, din ve ahlâktan uzaklaşmak... Hâlbuki, islâmiyyet, tecrübî ilimleri, fenni, san'atı, endüstriyi, önemle emretmekteydi... Bunu bildikleri için kasıtlı olarak, fen derslerini kaldırdılar. Bu üç kıt'aya hâkim, koskoca bir imparatorluk, nasıl çabukcak yıkılıverdi? Yâni, bu çöküş nasıl oldu? Osmanlı orduları Viyana'ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. İslâmiyyet Avrupa'ya yayılıyor, hıristiyanlık yok oluyor, diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar. Çok uğraştılar. Bir ece yarısı, İstanbul'daki İngiliz sefiri şifre yolladı ülkesine... Avrupa'ya müjde vermek için sabâhı bekliyememişti çünkü... Arşimet gibi gece yarısı, - Buldum, buldum, diye bağırdı. Osmanlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunları durdurma çâresini buldum, diye ve şöyle anlatıyordu şifresinde: - Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş ibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderûn) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslam ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı birer müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve devlet ve devlet adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardır. Osmanlı akınlarını durdurmak için, ilk başta bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları holan medreseleri yıkmak, müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır. İlk çare budur!.. İşte esas plân, esas yıkım bundan sonra başlıyor. İngiliz sefîrinin bu teklîfi çok doğru görülerek, Avrupa'da İskoç ve Pâris mason locaları harıl harıl çalışmağa başlıyorlar... Müslümanları aldatmak, medreselerden, mekteplerden ilmi, kaldırmak, fen bilgisine sahip din adamları ve idâreciler yetiştirilmesini önlemek için planlar hâzırlanıyor... Nedir bu plân... İşte yukarıda bahsettiğimiz gibi, medreselerden fen derslerinin kaldırılması... O zaman ne oldu medreselerde, fen, teknik yönden câhil yetişen gençler, Avrupa'da çok kolay kandırılıyor, kendi öz milletine düşman ediliyordu. İçeride, "Mühim olan ahıret hayatı değil midir? Fen bilgileriyle uğraşacağınız zamanda, dininizi iyice öğrenin." diyorlar. Avrupa'ya çağırdıkları gençlere de, kendi devletinden soğutmak için, yukarıda anlattığımız gibi, "Sizin devletinizde medreselerde fen dersi okutulmuyor, işte bunun için geri kalıyorsunuz. Bizim gibi olun. Bizi örnek alın. Buna bir çare bulmanız lâzım." diyerek, batıya hayranlık aşılıyorlardı... Ardından bu gençler zevk ve sefahate alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek anavatana gönderildi. Böyle diplomalı yobazlar, sinsi din düşmanlarının çok kurnâz ve milyonlarca altın harcayarak çevirdikleri dolaplarla, Osmanlı devletinde iş başına getirildiler. Meselâ Mustafâ Reşid Pâşa, Fuad Pâşa ve benzerleri, medreselerden fen derslerini kaldırdılar. Mithat Pâşa, Tal'at Pâşa din derslerini de azalttılar. Fâtih sultan Muhammed Hân zamanında medreselerde okutulan din ve fen bilgileri pek yüksek idi. Bu medreseler bugünün üniversitesi hüviyetinde faaliyet gösteriyordu. Tanzimattan sonra ve hele ittihâdçılar zamanında çok aşğı oldu. İslâm düşmanları, pek sinsi, iki yüzlü davranarak başarı sağladılar. Hele Mithat Pâşa, kıyasıya saldırmağa, çok acı plânları ile islâmı ve Kur'ânı yok etmeğe hâzırlanmıştı. Sultan İkinci Abdülhamid Hânın kuvvetli îmânlı ve keskin zekâsı ve firâseti, müslümânlara ve islamiyyete saplanmak istenen bu zehirli hançere karşı çelik bir kalkan gibi dikilmeseydi, düşmanların imhâ plânları, müslümânları ezecekti. Plân aynen uygulandı. İşte bu sebeplerden dolayı, i'tikâd bozulup, islâmiyyete bağlılık gevşedikçe, gerileme başladı. Nihâyetinde Osmanlı yok oldu... (Eş-şer'u tahtesseyf) yani din kılıçların altındadır, hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, islâm güneşi batarak yeryüzü bugünkü karanlık hâlini aldı. "
Önce Mâneviyatları Sarsılacak" 19 OCAK 1994
Osmanlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, bir mektuptan bahseder. Bu mektubu sultân ikinci Mahmûd Hân zamanında, Fener Patrikhânesinin kapısında idam edilen, devlete isyan eden, Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryos yazmıştır. Hâlâ bunun asıldığı, idam edildiği kapı, "Kin kapısı" olarak adlandırılmakta ve kullanılmamaktadır. Mektubunda, diyor ki: "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i jman sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an' anelerinin kuvvetinden, padişâhlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine, olan itâ'at duygularından gelmektedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idâre edecek reîsleri sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ'atkârdılar. Onların bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ'at duyguları da an'anelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden gelmektedir. Türkelerde evvelâ itâX'at duygusunu kırmak ve ma'nevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini zaâfa uğratmak, zayıflatmak, icap eder. Önce ma'neviyatları sarsılacak. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve ma'neviyatlarına uymayan hârici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Ma'neviyyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvtler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini yıkmak için mücerred olarak harp meydânlarındaki zaferler kâfi değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyyet ve vekârını tahrîk edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebep olabilir. Yapılacak olan, Türklere birşey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbatı tamamlamaktır." Bu mektup gençlere gençlere gerçekten ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûstur: 1- Türklerin ma'neviyyatının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak. 2- Türklere hissettirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı tamâmlamaktır. Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf, âdet ve ahlaksızlıklarını, taklîd ettirmekle ulaşılır. Şimdi geçmişimize şöyle bir bakacak olarsak, bu plânın aynen tatbik edildiğini çok açık bir şekilde görürüz. Maalesef halen de devam etmektedir. Batının inanç, örf, âdet, moda ve ahlâksızlıklarını takljd etmek medeniyyet değildir. Müslüman milletin bünyesinde tahrîbât yapmaktır. Batının ilim, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten islâmiyyet bunu emreder. Peygamber efendimiz, "İlim Çin'de de olsa gidip alınız." buyurmuştur. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i şerîfler haber vermektedir. Zeyd bin Sâbit hazretlerine, Resûl aleyhisselâm, Yahûdî dilini öğremeği emreyledi. Yahûdîlere gönderilen mektupların çoğunu buna yazdırdı. Onlardan gelen mektupları buna okuturdu. Zeyd, böylece İbrânî ve Süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretleri, mükemmel Arabî, Fârisî konuştuğu hâlde, "Yabancı dil bilseydim, bütün dünyaya fâideli olurdum." derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. "İslâm dîninin üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyyete, fende ve ahlâkta ilerlemeğe ışık tuttuğunu dünyaya bildirmek için, kısacası, islâmiyyete ve bütün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır." derdi. Özet olarak şunu söyleyebiliriz, islâmiyet hiçbir zaman ilme, fenne karşı olmamış, bilakis her devirde bunu desteklemiştir. Avrupa, medeniyeti müslümanlardan öğrenmiştir. Bir Müsteşrik Gözüyle İslâmiyet 20 OCAK 1994 Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, Hazret-i Muhammed ve Kur'ân-ı kerîm adındaki kitabında şöyle diyor. "Müslümanlar, muhârebede kılıca boyun eğmiş olan başka din adanmlarını dâimâ af ile karşılamışlardır. Müslümanların hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların mü'minlere revâ gördüğü mu'âmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, 1572 mîlâdî yılı Ağustos'un yirmidördüncü günü, yâni Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve kraliçe Katerina'nın emri ile Pâris ve civârında altmışbin prostestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslümanların harp meydânlarında döktükleri hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslâmiyyetin zâlim bir din olduğu zamanından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslümanların, gayri müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yumuşak olmuştur. İslâmiyyet, başka dinlerin hurâfeler ve şüpheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuştur. İslamiyyet, insan kanı dökmek fâci'a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silahlara hâcet bırakmadan, dünyaya kolayca yayıldı. İlim da'vâsına müslümanlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet gelmemiştir. Hazret-i Peygamberin sözleri, samîmî bir ilim teşvîkçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Hazret-i Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalışmışlardır. Bugünkü fennin ve medeniyyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmanlılar zamanındaki müslümanlar olmuştur." İslâm düşmanları asırlardır, yaptıkları acı tecrübelerle anladılar ki, müslümanları mertkilke, kahramanlıkla yıkmak mümkün değil. Bunun için her türlü adi planları, hileleri, tetbike soktular. Her türlü propaganda yolları ile, iğrenç yalan ve iftirâlar söyliyerek, çok vahşi ve barbarca işkenceler yaparak saldırıyorlar. Bu saldırılarını ileri görüşlü müslümanlar görüyor, anlıyor, onlara aldanmıyorlar. Sinsi düşmanlar, tatlı sözle, güler yüzle ve para yardımı yaparak, okşayarak, İslâm saldırıyorlar. "Dinli, dinsiz, herkes kardeştir. Dine lüzûm yoktur." diyorlar. Din kardeşliğini yok edip, yerine başka kardeşlikleri koymağa çalışıyorlar. İslâmiyyetin en korkunç, en zararlı düşmanı, müslüman görünüp, din adamı şekline girip, İslâmiyyeti içten sinsice yıkmaya çalışanlardır. Tarihe dikkat edilirse, İslam devletleri dışarıdan değil içeriden yıkılmışlardır. Bunlar, Arabistan'da ve Hindistan'da ve diğer islam ülkelerinde, "Dinde reform yapacağız, İslâmiyyeti hurâfelerden, bozuk şeylerden kurtaracağız, Kur'ânın emirlerini meydâna çıkaracağız." gibi, sözde dostça ifadelerle, yazılarla, içerden yıktılar. Bölücülük yapıp fitne çıkartarak, kardeşi kardeşe düşman ettiler. Hâlbuki İslam dini, birleşmeyi, yardımlaşmayı emretmektedir. Her müslümanın birbirlerine, hattâ gayrı müslim vatandaşlara, yurdumuza gelen yabancı iş adamlarına turistlere iyilik etmesi, herkesi sıkıntıdan kurtarması lâzımdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem (İnsanların en iyisi, insanlara fâideli olandır.) buyurdu. Bunun için, islam bilgilerini, islâmın güzel ahlâkını, gençlere öğretmeliyiz. Temiz gençler, dinde câhil bırakılırsa, yalancı kahramanlara, iki yüzlü dostlara inanarak dinleri ve ahlâkları bozulur. Allah korusun sonsuz felâketlere, uçurumlara sürüklenirler. İslâmiyyete saldırmak, bütün dünyaya, bütün insanlara sûikast yapmaktır. İnsan haklarını, insan hürriyetlerini ayaklar altına almaktır. İnsanların saâdetini felâkete çevirmeğe uğraşmaktır. Bu fâci'a, bu kötülük maalesef, gözü dönmüş, taş yürekli bir avuç zümrenin zevki, keyfi ve eğlencesi için işleniyor. Allahü teâlâ, insanları bu pek acı belâdan kurtarsın! Âmîn. Şunu da belirtelim ki yalnız lâf ile ve yazı ile yapılan duâlar kabûl olmaz. Hem duâ etmek, hem de sebebe yapışmak, çalışmak lâzımdır. Müslümanların, dinlerine saâdetlerine saldıran açık ve sinsi düşmanları tanımaları, bunların yalanlarına aldanmamaları lâzımdır.
X
Hayal Peşinde Koşmak 8 ŞUBAT 1994
İslâmın dışında, rahat huzur aramak, seraptan su beklemek gibidir. Yâni hayaldir. Hayal peşinde koşmaktır. Avrupa'da ve sosyete hayâtı bulunan yerlerde sevgi denilen şey yoktur. Çünkü, her tarafa kadınlar, kızlar serpilmiştir. Hâlbuki islâm memleketlerinde, bir erkek, evleneceği kadını görür beğenir, bir başkasını da görüp beğenerek, ilk hanımına ihanet etme durumuna düşmez... Müslüman kadın da öyledir... Kapalı 80 yaşındaki müslüman kadının nurânî bir yüzü vardır. İnsan bakınca, igrenme gibi bir durum olmuyor. Aksine insan huzur buluyor. Fakat, Avrupa'dan gelen 70'lik 80'lik kadınlara bakılırsa, yüzleri buruşuk buruşuktur. Güzelliğine güvenen, güzelliğini ön plana çıkartan ve bunun için de güzel olmağa çalışan kadınların güzelliği de yaşlandıkça azalıyor. Hele pudra, ruj, boya kullanan kadınların derileri aşınarak daha çabuk çirkinleşiyorlar. Boya kullanmandığı gün yüzleri buruşuk oluyor. Erkeklerin şehvani bakışları, kadında zamanla, manevi bir çirkinlik hasıl ediyor. Böyle kadınların güzelliği yaşlandıkça kayboluyor. Müslüman kadınlarınınki ise, yaşlandıkça güzelleşiyor. Çünkü, o başkalarına güzel görünmek endişesiyle yüzünü, o mahvedici şeylerle tahrip etmemiştir... Bunun için, her sabah kalkınca, saatlerce ayna karşısında, tuvalet, makyaj yapmak zorunda kalıyorlar. Makyaj yaptıkça, daha da yıpranıyor ve ileride daha da çirkinleşiyorlar. Sosyete kadınlarının acınacak hâlini yine batılı olan bir kadından dinliyelim. Fransa'nın meşhur şairi (madam Mardirus) diyor ki: (Kadınlarınıza söyleyiniz! Saâdetlerinin kıymetini bilsinler! Kapalı yaşamağa alışsınlar! Kapalı yaşamak, onları öyle sıkıntılardan korur ki... Ah, şu omuzumda hıçkırarak ağlamış kızların adedini bilseler. Kulaklarım, kızların çok fecî' ve kalbleri yakan şikâyetleri ile dolu. Evet, ışıklar ve çiçeklerle dolu bir baloya girebilmek, çok tatlı gibi görünür. Fakat, sevdiği kimse ile oraya gelen kadının kalbini kemiren kıskançlığı, ne çok elem verici bir yılandır? Bunu düşünebilir misiniz? Balo, tiyatro, bütün buluşma yerleri, hanımına bağlı olan bir erkek, yâhud kocasını seven bir kadın için bir azap hücresi, bir Cehennemdir. Anlıyor musunuz? Bunları hanımlarınıza, kız kardeşlerinize iyice anlatınız!) Güzel kadınlar, kızlar tezgahtar olarak çalıştırılıyor. Burada da kadını istismar var. Kadını ticari bir emtia olarak kullanmak düşüncesi var. Bu durumu dünyalık açıdan yâni madde yönünden, ele alacak olsak, böyle açık kadınların bulunduğu dükkânlara ve içki satılan dükkânlara müslüman müşteriler gelmez. Böylece maddi yönden zararı olur. Harâm vâsıtalarla olan kazançlar bereketsiz olur. Sonu dünyada da, âhırette de zarar ve ziyân olur. Kadınların, kızların, yabancı erkeklere çıplak görünmesi, erkeklerin de bunlara bakması harâmdır, büyük günâhtır. Harâm vâsıtası ile dünya malı kazanmak müslümana yakışmaz. Böylece kazanılan malların fâidesi ve bereketi olmaz. Harâma ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider. Hazret-i Âişe validemizin kızkardeşi Esmâ, Resûlullahın yanına geldi. Arkasında ince elbise vardı. Derisinin rengi belli oluyordu. Resûlullah efendimiz mübârek yüzünü çevirdi ve: (Yâ Esmâ! Bir kız, namza kılacak yaşa geldiği zaman, onun, yüzünden ve iki elinden başka yerlerini erkeklere göstermemesi lâzımdır.) buyurdu. Bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, kadınların yabancı erkekler yanına açık saçık çıkmaları büyük günâhtır. Bunları söylemekten maksat, açık gezen kadınları aşağı, kötü, kapalı kadınların her yönü ile iyi kimseler olduğunu söylemek değildir. Müslüman, açık gezenleri, içki içenleri, dine aykırı iş yapanları görünce, onlara acır, imkân bulursa tatlı sözler ile nasîhat verir. Hiç olmazsa, zararlı yoldan kurtulmaları için duâ eder. Günâh işliyeni görünce, kendi günâhlarını hâtırlar. Başkalarını ayıplamak, kötülemek, gıybet etmek harâmdır. Onların günâhlarından daha büyük günâh işlemiş olur. Müslümanın maksadı herkese iyilik yapmak olmalıdır.
Haram, Rûha Değil, Nefse Tat Verir 9 ŞUBAT 1994
Bâzıları, "Umacı gibi, örtünmüş kadını görmek, insana sıkıntı veriyor. Süslü, açık, güzel kadına, kıza bakmak ise, insana ferahlık, neş'e veriyor. Güzel bir çiçeğe bakmak, koklamak gibi tatlı oluyor." diyorlar. Burada bir incelik var. Çiçeğe bakmak, onu koklamak rûha tatlı gelmektedir. Rûhun Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü anlamasına, O'nun emirlerine uymasına sebep olmaktadır. Fakat, açık, süslenmiş kadına bakmak ise, nefse hoş gelmektedir. Kulak, renkten zevk almaz. Göz de sesten zevk almaz. Çünkü, anlamazlar. Nefs Allahü teâlânın düşmanıdır. Zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez. İnsan haklarını, kanûnları çiğner. Onun zevklerinin sonu yoktur. Kıza bakar, hatta onunla buluşmak, beraber olmak ister. Bunun içindir ki, nefslerin taşkınlıklarını önlemek için yapılır bütün kanûnlar... Nefsin taşkın istekleri, insanı felakete, hastalıklara, âile fâcialarına, sürüklemektedir. Allahü teâlâ, bu fâcialara mâni ' olmak için, kızların açılmalarını, yabancı erkeklere yaklaşmalarını, içkiyi, kumarı yasak etmiştir. Nefslerinin esîri olanlar, bu yasakları beğenmiyorlar. Birçokları, bilhassa Batı fikirli din bilgisi olmıyan kimseler de diyorlar ki: "Gençler önceden görüşür, flört ederse, birbirini yakından tanıma imkanları olur. Eğer huyları, anlayışları farklı ise evlenmeden önce daha işin başındayken, işi bitirmiş olurlar." diyorlar. Fakat tatbikatta hiç de böyle olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bugün en çok boşanma batı ülkelerinde olmaktadır. Bu gerçek, bu tür firiklerin yanlış olduğunu ispata kafidir. İki taraf da birbirlerine hoş görünmek için berâber bulundukları sırada, gâyet ihtiyâtlı davranıp, kötü huylarını birbirlerine hissettirmemeğe çalışır, birbirlerini aldatırlar. Bunun içni, gençlikten gelen duyguların ve şehvânî kuvvetlerin te'sîri ile, önceden tanışmalarının fâidesi olmaz. Bunun da delîli, hıristiyan âilelerin çoğunda, evlendikten sonra görülen hoş olmıyan hâllerdir. Her memlekette, bilhâssa Avrupa'da, sâdece hanımı ile ömrünün sonuna kadar berâber yaşayıp, başka bir kadınla ilgisi olmamış güçlü, kuvvetli kimse pek azdır. Orada, kendi hanımı ile berâber oturmak ayıp olduğu için, herkes hanımını başka bir erkekle oturtur. Kendisi de, bir başkasının hanımını alarak dans ederler. İnsana, nefsinin îcâbı zamanla her şeyden bıkkınlık ve usanç gelir. Hani derler ya, "Bal yiyen baldan usanır." Bunun gibi, bir kimsenin hanımı, ne kadar güzel olsa, zaman ile başlangıçtaki muhabbet azalır. Böyle bir görüşmede, gerek erkek, bir diğer kadına ve gerek kadın, bir diğer erkeğe çâresiz meyleder. Bunun için hıristiyan memleketlerinde, kadınlar ve erkekler, birbirleri ile karıştıkları, görüştükleri ve konuştukları için, zina etmeden ömür geçirmiş bir erkek ve kadın pek nâdir bulunur. Müslüman hanımlarının durumuna gelince, müslümanların hanımları, ırz, nâmûs ve hayâ sâhibi olarak, kocalarının yanında ve her yerde muhterem olduğundan, onları böyle tehlikelere ve hakâretlere lâyık görmezler. Herkes, en çok sevdiği ve kıymetli olan şeyleri kendi nefsi için sakladığı gibi, müslümanlar da, kendilerine her şeyden kıymetli, azîz ve muhterem bildikleri hanımlarını uçan kuştan esirgerler. Bu ise, muhabbetin, sevginin çokluğundandır. Avrupalılar, bu husûsta ahlâk ve nâmûs duygusundan uzaklaşmışlardır. Erkeğin, hanımını veya kadının kocasını kıskanması, çok gülünç ve alay konusu olan bir ahmaklık kabûl edilmektedir. O hale gelmiş ki, bir kimse hakkında, filan kıskanç imiş denilince, terbiyesiz ve ahmak sayılır. Batı ülkeleri, müslüman ülkeleri de kendilerine benzetmek istiyorlar. Bütün gayretleri bundandır. Çeşitli isimler altında, dernekler kurup asil milletimizi kendi ahlâksızlıklarına alıştırmak istiyorlar. Hadîs-i şerîfte, (Hayâ îmândandır.) buyuruldu. Maksatları önce hayayı yıkmak sonra da dini, îmânı...
Bilenle Bilmiyen Bir Olur mu? 10 ŞUBAT 1994
Bugüne kadar, maksatlı yayınlarda, her türlü ilerlemenin, gelişmenin tek kaynağı batılı ülkeler olarak lanse edildi. Acaba gerçekten böyle midir? Müslüman ilim adamlarının ilme, fenne hiç katkısı olmamış mıdır? Yıllardan beri, kasıtlı olarak işlenmiştir bu husus. Hattâ, islâm dîninin ilerlemeye mâni' olduğunu iddia edenler bile çıkmıştır. Hatta ve hatta müslümanların, hıristiyanlık dîninin büyüklüğünü kavrayamayıp hıristiyan olmadıklarını, bundan dolayı da teknikte ilerlemediklerini söyliyebilecek kadar fikir budalası zavallılar çıkmıştır... Mesela, Osmanlı devletinin son zamanlarında, hemen çok kişinin büyük bildiği, Mithat paşa, gibi Avrupa hayranları, Avrupa'nın seviyesine gelebilmek için hıristiyan olmaktan başka çare olmadığını söyleyecek kadar basitleşmişlerdir. Gerçeği yansıtan, gerçekleri yazan tarihi eserleri inceleyerek olursak, mes'elenin aslı ortaya çıkar. Hıristiyanların veya hıristiyanlaşma sevdasında olanların iddiaları, sözleri temâmen yalan!.. Çünkü, islamiyyet, ilmi dâimâ medhetmiş, müslümanları dâimâ ilme teşvik etmiştir. Nasıl mı? Bakınız, Zümer sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde mealen, (Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir.) buyurulmuştur. Peygamberimiz ise (İlim Çin'de bile olsa, gidin öğrenin.) ve (Nerede ilim varsa, orada müslümanlık vardır.) ve (Bütün müslüman erkeklerine ve bütün müslaman kadınlarına, ilmi aramak, öğrenmek farzdır!) buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte de, (İki günü eşit olan ilerlemeyen ziyandadır.) buyurmuştur. Gerilemeyi bırakın, duraklamayı bile yasaklıyor, dinimiz. Kıyamette âlimin mürekkebi ile şehîdlerin kanı tartılacak, âlimin mürekkebi ağır gelecektir... İslâm dîni, ilerlemeye mani olmadığı gibi, aksine, bütün yeniliklerin devâmlı ta'kîb edilmesini ve hergün yeni şeyler keşfetmeği, ilerlemeği emreden bir dindir. Bundan dolayı, islâmiyyetin başlangıcından itibâren, ilmi adamlarına çok önem verilmiş, ilmî, fennî ve teknik tecrübeler yapılmış, müslüman Araplar, tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, târihte, edebiyyâtta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlâk ve sosyal bilgilerde, en mükemmel dereceye vâsıl olmuşlar, kavuşmuşlardır... Bugün dahî ta'zjm ile yad edilen kıymetli âlimler, hakîmler, mütehassıslar, üstâdlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyyetin rehberleri olmuşlardır. O zaman, yarı vahşî olan Avrupalılar, fennî bilgilerini İslâm üniversitelerinde öğrenmişler, hattâ Papa Sylvester gibi, hıristiyan din adamları bile Endülüs üniversitelerinde okumuşlardır. Bugün, hâlâ Avrupa dillerinde kimyaya, (Chemie) ve cebire (Al-gebra) ismi verilmektedir. Çünkü bu ilimler, evvelâ müslüman Araplar tarafından dünyaya öğretilmiştir. Avrupalılar, dünyayı tepsi gibi düz ve etrâfı duvarlarla çevrili zannederken, müslümanlar, ilk olarak dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü buldular. Mûsul civârında, Sincar sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü rakamları elde ettiler. Bundan başka, son derecede câhil ve mutaassıb olan, Orta çağ papazlarının men ettiği, eski Yunan ve Rome felsefe kitaplarının tercümesi işini müslümanlar ele almış ve bunların ortadan kalkmasına, yok olup gitmesine mâni olmuşlardır. Bunların faydalı yönlerinden istifade etmişlerdir. Bugün, insâflı hıristiyanların kabûl ettiği gibi, hakîkî rönesans, yânî (eski kıymetli ilimlere avdet edilmesi, dönülmesi) İtalya'da değil, Abbâsiler zamanında, Arabistan'da başlamıştır ki, Avrupa'daki rönesanstan çok çok öncedir. Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslâm kitaplarından aldılar. Müslümanlar astronomide çok ileri idiler. 12. yüzyılda yaşamış Nûrüddîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesi'nde astoronomi profesörü idi. (El-hayât) kitabında, bugünkü astronomiyi yazmaktadır. Bugün bizim ders kitaplarında dahi isimleri geçen, Galile, Kopernik, Newton, gibi Avrupalı ilim adamları dünyanın döndüğünü müslümanların kitaplarından öğrenip söyleyince, bu sözleri önceleri suç sayıldı. Hatta Galile, papazlar tarafından muhâkeme edilerek idam edildi. Eski islâm medreselerinde ayırca fen dersleri vardı. Endülüs medreseleri bu husûsta bütün dünyaya rehber olmuştu.
XXX
"Herşeyi Öğreniniz!" 14 MAYIS 1994
Bugün, aklı başında olan herkes, maddî ilim ile fennin evvela müslümânlar tarafından kurulduğunu kabûl etmektedir. Batılı ilim adamları da, bunu tasdîk etmektedirler. İslâm ülkelerine sızarak ve müslümân görünerek, sözlerini dinletmek imkânını bulan ba'zı islâm düşmanları, fennin yeni buluş ve imkânlarını, yaptıkları yeni silâhları anlatıp (Bunlar gâvur îcâdıdır, bunları kullananlar kâfir olur) diyerek, câhilleri aldattılar. Allahü teâlânın (Her şeyi öğreniniz!) emrini unutturdular. Bu hâl, müslümânların ilimde ve fende geri kalma sebeplerinden biri oldu. Batı, yeni âlet ve silâhlarla üstünlük kazandı. İslâm düşmanları, bir taraftan müslümânları, böyle aldattılar. Diğer taraftan da, (Müslümânlar fenni beğenmiyor, maddî ilimleri istemiyorlar, müslümânlık geriliciktir, yobazlıktır) diyerek, gençleri islâmiyyetten ayırmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalıştılar. Hastalıkların mikroplardan geldiğini bulanlar, İslâm âlimleridir. Bundan 900 sene evvel (Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki bunları görecek bir âletimiz yoktur) demişlerdir. Büyük islâm hekimlerinden dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Ebû bekr-i Râzî, ilk defa olarak o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu bulmuştur. Bu islâm hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitâbı olarak bütün dünyâ üniversitelerinde okutulmaktaydı. Batıda akıl hastaları (Şeytân tarafından tutulmuş kimseler) olarak canlı canlı yakılırken, doğuda müslümân memleketlerinde bunların tedâvisi için özel hastahâneler kurulmuştu. Ne yazık ki, müslümân ülkelerdeki bu büyük gelişme 17. asırda birdenbire hızını kaybetmiştir. Bu felâkete, (Hıristiyanların yaptığı herşey müslümânlara harâmdır. Bunları kabûl eden veya onlar gibi yapan müslümânlar, kâfir olur) diyerek, müslümânların, yeni keşifleri ta'kîb etmesine mâni' olan mason ve yahûdî siyâseti, ve bunlara aldanan din câhili yobazlar sebep oldu. Müslümânların son zamanlarda, ilim sâhasında en büyük rahberi, Osmânlılar idi. Bütün hıristiyan âlemi bu islâm devletinin, dünyâdaki ilerlemelere ve keşiflere kayıtsız kalması için siyasî ve askerî hücûmlara geçtiler. Bir taraftan, haçlı saldırıları, bir taraftan da, bunların müslümânlar arasındaki temsilcileri yıkıcı ve bölücü çabaları, Osmânlıların fen ve teknikte rehberlik yapmalarına mâni' oldular. Türkler, dışardan ve içerden yapılan saldırılardan dolayı, çok zarara uğradılar. Te'sîrleri fazla olan yeni silâhlar yapamadılar. Memleketlerinin büyük kaynaklarından lâyiki ile fâidelenemediler. Kendi vatanlarında sanâyi ve ticâreti yabancılara kaptırdılar. Fakîr düştüler. Dünyâda, hergün, her sâhada birçok yenilikler yapılmaktadır. Bunları müslümânların, devâmlı tâ'kîb etmesi, öğrenmesi ve öğretmesi şarttır. Yalnız sanâyi ve teknik sâhasında değil, din ve ahlâk üzerinde de ecdâdımız gibi olmamız, gençlerimizi îmânlı, güzel ahlâklı yetiştirmemiz lâzımdır. Resûlullah efendimiz, "Hiç ölmiyecek gibi dünya için, yarın ölecek gibi âhıret için çalışın" buyurmuştur. Dînimiz, din bilgileri ile fen bilgilerini değişiklik yapma hususunda, birbirinden ayırmıştır. Din bilgilerinde, islâm ahlâkında ve ibâdetlerde en ufak bir değişiklik yapmayı şiddetle men etmiştir. Dünyâ işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Osmânlı devletini ele geçiren sözde aydınlar, dînimizin bu emrinin tâm tersini yaptılar. Batılı devletlerin ajanı olan devlet adamlarına aldanarak, din bilgilerini değiştirmeğe, dînin esâslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa'nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. İnsanlar, islâmiyyetten uzaklaştıkça, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yolundan ayrıldıkça, ahlâk bozulduğu gibi, her vâsıtayı yapmakta ve her asrın îcâb ettirdiği yeni bilgilerde de üstünlük kalmaz. Ecdâdımızın askerlikteki, fen ve san'attaki başarılarını devâm ettirememelerinin sebebi budur. Bu hale gelmemizde, din düşmanlarının büyük etkisi olmuştur. Bu maskeli dinsizler, bir taraftan ilimde, fende geri kalmamıza çalışıyor, diğer taraftan da, "İslâmiyyet geriliğe sebep oluyor. Garp sanâyiine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, şark dîninden, çöl kânûnlarından kurtulmamız lâzımdır", diyorlardı. Bu sûretle maddî ve ma'nevî kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışardaki düşmanların, asırlarca yapmak istedikleri, fakat yapamadıkları kötülüğü yaptılar.
Müslümânların Fen İlmine Hizmeti 15 MAYIS 1994
İnsâflı bir Avrupalının müslümân memleketlerindeki fennî çalışmalar hakkında neşrettiği bir makâlede, müslümânların ilme hizmeti açık şekilde bildirilmektedir. Bu makâleyi yazan Jean Ferrera isminde bir Fransız olup, (Science et Vie) dergisinin 724. sayısında yayınlanmıştır. Bu uzun makâleden size özetle bahsedelim. "Müslümânlar, Atlantik okyanusundan Amur nehrine kadar genişleyen çok büyük bir İslâm İmparatorluğu kurdular. Müslümânlar son derecede kuvvetli, sabırlı, cesûr olmakla berâber, harpleri kazanınca, büyük merhamet gösteriyorlardı. Geçtikleri her yerde, bir çoğumuzun hâlâ bilmediği büyüklükte bir medeniyyet kurdular. Bağdâd'dan Kurtuba'ya kadar, geniş bir sâhada kurulmuş olan islâm üniversiteleri ile o zamân çok bilgisiz olan Avrupalılara insanlık öğrettiler. Sekizinci asırda ilk defa olarak (Aix-la-Chapellede Charlemagne) sarâyını, Halîfe Hârûnürreşîd nâmına ziyârete gelmiş olanlar, sarâydaki insanların bilgisizliğine ve çoğunun okuma-yazma bilmediğine hayrette kalmışlardı. Meşhur Versay sarâyında bırakın yıkanılacak, banyo yapılacak bir yeri, helâ bile yoktu... İhtiyâçlarını lâzımlığa yapıyorlar, sabehleyin bunu Sen nehrine döküp yanlarında getirdikleri diğer bir kap ile de içme sularını doldurup geri dönüyorlardı. Müslümânlar, dokuzuncu asırda Avrupalılara ilk olarak rakamları ve sıfırı öğrettiler. Bunun gibi, trigonometriyi de Avrupalılara öğreten yine müslümânlar oldu. Önce, sinüs ve cosinüs, sonraları ise, bütün trigonometriyi Avrupalılar, müslümân üniversitelerinde öğrendiler. Dokuzuncu asırdan onikinci asra kadar, dünyâda ne kadar ilmî veyâ teknik bir gelişme varsa, ancak müslümân üniversitelerinde öğreniliyordu. Tıb hakkında eski Yunanlılar tarafından yazılan eserler, Orta çağda câhil hıristiyanlar tarafından yakılmış olduğundan, bunların asılları bugün elimizde bulunmuyor. Bunlardan şurada burada kalarak, bu barbarca imhâdan kurtulmuş olan parçacıklar, Bağdâdlı Hüseyin İbni Johag tarafından Arabîye tercüme edilmiştir. Müslümân astronomlar, dünyânın küre şeklinde olduğunu isbât ederek, Avrupalıların, "Dünya tepsi gibidir, denizlerde çok gidilirse aşağı düşülür" inancını yıktılar. Doğru bir şekilde dünyanın çevresini ölçmeyi başardılar. İslâm ilimleri iki kısımdır. Birincisi (Din bilgileri), ikincisi (Fen bilgileri)dir. İslâm âlimi olmak için, her ikisini de öğrenmek lâzımdır. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her müslümâna lâzımdır. Yâni (Farz-ı ayn)dır. Fen bilgilerinden lâzım olanları yalnız bu işle meşgûl olanların öğrenmeleri ve yapmaları lâzımdır. Yâni bu ilimler (Farz-ı kifâye)dirler. Fen bilgilerini öğrenen müslümânlar, diğer din kardeşlerini bu farzdan kurtarıyor. Kimse öğrenmeseydi, ilim öğrenmek herkese farz olarak kalacaktı... İşte bu iki farzı yerine getiren milletler, muhakkak ilerler, medenî olurlar. Kur'ân-ı kerîmde, Şûrâ sûresinin yirminci âyetinde, Allahü teâlâ meâlen: (Bir kimse, dünya ni'metlerine kavuşmak isterse, ona istediğini veririm. Âhıret ni'metlerini isteyene de, istediğini veririm) buyurmuştur. İstemek, lâf ile olmaz. Sebebe yapışmak, yâni çalışmak lâzımdır. Allahü teâlâ, dünyâ ni'metlerine ve âhıret ni'metlerine kavuşmak için, çalışanlara, dilediklerini vereceğini va'dediyor: "Müslümân olsun, olmasın, beğendiğim gibi çalışan herkese veririm" buyuruyor. Şimdi yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Batının teknik yönden ilerlemesinin asıl sebebini, onların hıristiyan olmalarına bağlıyanlar çıkmıştır. Halbuki, Afrika'da çok geri kalmış, sefalet içinde yaşıyan, birçok hıristiyan devlet vardır. Eğer her hıristiyan olan ilerlemiş olsaydı, o devletlerin de ileri tekniğe sahip olmaları gerekirdi... Aksine, yine, hiçbir semavi kitaba inanmamış, Japonya, Kore gibi Uzakdoğu ülkeleri de teknikte çok ileri seviyeye yükselmişlerdir. O zaman ortaya şu netice çıkıyor: Hıristiyanlık fennin ilerlemesinde bir etken değildir. Kim olursa olsun, cenâb-ı Hak, çalışana dünyalık ni'metler vermektedir demiştik, değil mi? Dikkatlice incelendiğinde görülür ki, Avrupalı bugün, Kur'ân-ı kerîmde emredildiği gibi çalışıyor, hiç boş durmuyor, iki gününü eşit bırakmıyor. Bir yenilik bulunca, kimde olursa olsun alıp, inceliyor... Onun için de dünya sıkıntısı çekmiyorlar
.İslâmiyetten Uzaklaştıkça 25 MAYIS 1994 ağustos 2001
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok ni'met, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, Resûller ve Nebîler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" göndererek, sa'âdet-i ebediyye yolunu göstermiştir ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Ni'metlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim.) buyurmuştur. Bir asırdan beri müslümanların garîb olması ve son zamânlarda dünyânın zulüm karanlığı ile kaplanması, hep İslâm ni'metlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara arka çevirmenin netîcesidir. Eğer Batı ülkeleri, teknikte başarılı oluyorlarsa, bunun sebebi, İslâmın çalışma prensiplerine göre hareket etmeleridir. Bunlar, bir de İslâmiyete inansalardı, âhiretleri de kurtulmuş olacaktı. İslâmiyete inanmadıkları için, âhırette sonsuz azaba düçâr olacaklar.. Aksine bugün müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmde emredildiği gibi çalışmıyor, hep geride kalıyor... Sonra dönüp, bunun sebebini müslüman olmakta arıyorlar. Bir mal alacağımız zaman, yerli mi Avrupa mı diye soruyoruz. Niye? Çünkü biliyoruz ki, Avrupalı hile yapmamış, kaliteli mal kullanmış, kandırmamıştır. İslamiyet de bunu emretmiyor muydu? Evet... Biz ne yapıyoruz, kaliteden, hep tâviz veriyoruz. Kısa yoldan köşeyi dönmeyi plânlıyoruz. O zaman malımız beğenilmiyor, alıcı bulmuyor... Böylece rağbet olmayınca o müessese geriliyor, yok olmakla karşı karşıya kalıyor... Ortaçağda da Müslümânlar, böyle çalıştıkları için, yâni dinin emrettiği şekilde çalıştıkları için medeniyyet rehberi olmuşlardı. Abbâsîlerin ve Osmânlıların son zamânlarında, iç ve dış düşmanların te'sîrleri ile, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten, fen ve san'at üzerinde çalışmaktan mahrûm edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü. Din bilgisi genelde, îmân, ibâdet ve ahlâktan ibârettir. Bu üçünden biri noksan olursa, din bilgisi, tamam olmaz. Noksan olan şeyin fâidesi olmaz. Eski Romalılarda, Yunanlılarda ve Avrupa'daki, Asya'daki devletlerde, fen bilgisi vardı. Fakat din bilgisi noksan idi. Bunun için, fen ve teknikte nâil oldukları ni'metleri kötü yerlerde kullandılar. Bir kısım san'at eserlerini zevklerde kullandılar. Bir kısmı da, teknik vâsıtalarını, insanlara zulüm, işkence yapmakta kullandı. Medenî olmaları şöyle dursun, parçalandılar, yıkıldılar, yok oldular. Çünkü zulüm payidâr olmazdı... Şimdi de müslümân olmıyan memleketlerde, yukarıda bahsettiğimiz gibi, fen bilgileri ileri ve teknik başarıları, ağır sanâyileri göz kamaştıracak derecede ise de, din bilgilerinin üç kısmından da mahrûmdurlar. Medenîlerin değil, vahşîlerin bile yapamıyacakları kötülükleri yapıyorlar. İslâm ilimlerine sâhip olmıyan böyle devletler, yok olmağa mahkûmdurlar. Târih tekerrürden ibârettir. Türkiye, bugün ecdâdı gibi çalışmakta, diğer müslümân milletlerin fen bakımından rehberi vaziyetindedir. Fakat ba'zı gençler, fen, i'mâr ve tıb üzerinde çalışmak, bütün yeni keşifleri incelemek yerine, politika oyunlarına âlet olur, gruplara ayrılır, sapık kuruluşlara katılır, birbirini boğazlamağa kalkarsa, yazık olur onlar için verilen emeklere ve yazık olur onlar için taşıdığımız ümitlere! Yazık olur zavâllı vatanımıza! Yahûdî ve hıristiyanlar, kitâblarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın -hâşâinsan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlardı... Fakat tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdi. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, yahûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmıştır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanına William Draper (İlm ile dînin çatışması) adlı kitâbında, (Kâinâttan ayrı, kâinâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yoktur) diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekte olduğunu göstermektedir. Kitabının bir yerinde de, (Kâinâtta herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papazların inandığı ilâh değildir) diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü olacağını zannettiğini göstermektedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhut zamânlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir.
.
İslâmiyet ve Fen 2 HAZİRAN 1994
Yıllardır ba'zı kesimlerce, kasıtlı olarak, islamiyet fenne karşı imiş gibi anlatıldı. Bütün buluşlar, batılılara ait olarak tanıtıldı. Halbuki, Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine sebep ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emir, yerlerin, göklerin yaradanının varlığını, O'nun bir olduğunu, ilim ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmektir. Fen ve teknik İslamiyetten ayrı bir şey değildir. Bunlar İslâm ilimlerinin bir koludur. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ, kitaplarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en açıkta bulunan ve insanların çok şaştığı her bakımdan düzgün görünen Ay'ı, Güneş'i ve yıldızları, her çeşit insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi ta'rîf buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kâinatın hesaplarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asırdaki zekî, akıllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuştur. İnsanların buluşları, zamanla değişmekte, bir vakitler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Her asrın insanları, zamanlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asırlardaki insanların fen anlayışları başka başka olmuş, bu anlayışlar, günâh, küfür, dinsizlik sayılmamıştır. Çünkü, peygamberlerin kitaplarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Meselâ, ibâdete, îmâna ait bilgiler böyledir. Bunlarda hiç değişiklik olmamış, kitaplarda açık olarak bildirilmiştir. Tefsir âlimlerinin en büyüklerinden Kâdî Beydâvî hazretleri, Nahl sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve güzel va'z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi' olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demektir.) buyuruyor. Yahûdî ve hıristiyanlar, bilhassa papazlar, kitaplarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri görüldüğü gibi sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, Güneş'in bunun etrafında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlar. Bu şekilde bildirmişler. Ancak, tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişler. Bunları dinsizlikle itham etmişler. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, yahûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmışlar. Yâni maneviyata, dine saldırmışlar. Bugün de Avrupa'da, Amerika'da dinsizlik çığ gibi büyümektedir. Papazların, saçma sapan sözlerini gören, incil diye piyasaya çıkardıkları birçok kitaptaki akla, mantığa uymayan yazıları okuyan gençler, dinden uzaklaşmaktadırlar. Bugün batıda hıristiyanlığa bağlı gençler çok azdır. Müslümanlığı araştırma, imkânları da olmadığından ateizme, dinsizliğe kaymaktadırlar. Papazlar ve çocukların anne-babaları müslümanları ve müslümanlığı öyle anlatıyorlar ki, korkularından İslamiyeti anlatan kitaplara ellerini süremiyorlar. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zamanlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, İslâm âlimlerinin, Kur'ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi gerçeği görüp, seve seve müslüman olurdu. Neml sûresinde meâlen, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir.) buyurulmaktadır. Bu hâdiseler burada imâ yolu ile açıklanmaktadır. Kâdî Beydâvî hazretleri bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukta hızlı gitmektedir. Büyük cisimler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket ettiğini duymaz.) buyurmaktadır. Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, Ay'ın, Güneş'in, yıldızların yörüngeleri etrâfında döndüklerini, yazmaktadır. "Yerleri ve Gökleri Görmüyorlar mı?" 3 HAZİRAN 1994 (Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî derslerinde Batlemyus'un (Mecistî) adındaki astronomi kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, "Müslüman çocuklarına böyle ne okutuyorsun?" diye sorunca, meâl-i şerîfi, (Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?) olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevap vermiştir. Buradan, Allahü teâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, O'nun büyüklüğünü iyi anlar mânâsı çıkmaktadır. Din cahilleri, ömürlerinde, hiçbir din kitabını eline almamış, okumamış kimselerdir. Bunlar hükümlerini, İslamiyet diye kafalarında uydurdukları şeylere göre vermektedirler. İslamiyeti iyice kavramış ve bugünkü medeniyetin temelini teşkîl eden, fen kollarının tarîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek açık olarak görür ki, tarih boyunca hiçbir zamanda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî gerçek İslâmiyete karşı durmamış, dâima ona uygun bulunmuştur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî'ati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, İslâmiyetin emrettiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerlerinde, (Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emirler vermektedir. Dünyada ilmin öncüleri olan İslâm kültürü ile yetişen birçok ilim adamı vardır. Bunlardan ba'zıları şunlardır: Meselâ, Akşemseddin hazretleri Pasteur'den 400 sene önce mikrobu buldu. Ali Kuşcu, büyük astronomi âlimi, ilk defa Ay'ın şekillerini anlatan kitap yazdı. Battanî, dünyanın en meşhur astronomi âlimidir.Trigonometrinin kâşifidir. Yine, Bîrûnî, ilk defa, dünyanın döndüğünü ispat etmiştir. Câbir bin Hayyam, atom bombası fikrinin ve kimya ilminin babası olan büyük dahîdir. Gazerî, 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır. Demirî, Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır. Ebû Kâmil Şuca, Avrupa'ya matematiği öğretmiştir. Ebûl-Vefa, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir. Ebû Ma'şer, med-cezir olayını ilk defa keşfedendir. Farabî, ses olayını ilk defa fizikî yönden açıklamıştır. Sesin fizikî îzahını ilk defa o yapmıştır. Gıyâsüddin Cemşid, matematikte ondalık kesir sistemini ilk defa bulmuştur. İbni Cessar, cüzzamın sebebini ve tedavilerini 900 sene önce açıklamıştır. İbni Firnas, Wringt kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirmiştir. İbni Hatip, vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmî yoldan açıklamıştır. İbni Karaka, dokuzyüz yıl önce harika bir torna tezgâhı yapmıştır. İbni Sina'nın eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulmuştur. Tıbbın babası kabûl edilmiştir. İbni Türk, cebirin temelini atan bilginlerdendir. İdrisî, yedi asır önce bugünküne çok benzeyen dünya haritasını çizmiştir. Kadızâde Rumî, yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uygulamıştır. Kambur Vesim, verem mikrobunu R. Koch'dan 150 sene önce keşfetmiştir. İbnünnefis, Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir. Piri Reis, 400 sene önce bugünküne çok yakın dünya haritasını çizmiştir.
Körü Körüne İslâm Düşmanlığı 4 HAZİRAN 1994
İnsaf ehli, fen adamları, islâm kitaplarını okuyunca, Kur'ân-ı kerîmin, her tecrübeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmaktadır. Fenden ve islâm kitaplarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papazların yazdığı kitapları okuyup, islâmiyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen ba'zı câhiller, kendilerine şâ'ir, gazeteci, romancı, güzel san'atçı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi isimler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürüklüyorlar. Hatta ve hatta doğru zannettikleri fen bilgilerinde bile, çok büyük zararları olmuştur. Bu câhillerin bir kısmı, birkaç fen kitabı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupa'daki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, i'tirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dînine bulaştırmağa yelteniyorlar. Bu fen taklîdcileri düşünmüyor ki, bir fen adamı, çalıştığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşta konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünç de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilimde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyacı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyagerin raporunda fen hatası iddi'â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu'belerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir taraftan maddenin, kuvvetin ve hayâtın sırlarından, bir veya birkaçını çözerek, faydalı buluşlar başarırken, bir taraftan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyetin ilerlemesine, dünya çapında zararlı oluyorlar. Bunun misalleri pek çoktur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik bilgini olan meşhûr Newton vardır. Bu, bir taraftan, daha yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşif ve beyaz ziyânın yedi renge ayrılacağını tecrübe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmayacak hizmette bulunurken, öte yandan, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni' olmuştu. Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newton'un hatâ ettiği, kat'î anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyanın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyaya teraziyi sokmakla, Aristo'nun yanlış nazariyyelerini temelinden yıkarak, tecrübî ilimlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyageri Lavoisier, bir taraftan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmette bulunmuş, bir taraftan da, mütehassıs olduğu kimya ilminde öyle hatâlar yapmıştır ki, onun buluşu olduğu için kitaplara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta mektep talebesi söylerse, sınıfta bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cisim, bir oksit diyordu ve asitleri yanlış anlatıyordu. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zarârlar da vermiştir. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyetlerini azalttı demek istemiyoruz. Onları, fâideli buluşları ile düşünerek, fenne hizmetlerini övüyoruz. Fakat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele tamamen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevki ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî fen adamları, islamiyetin ilme, fenne verdiği önemi bilirler, kabûl ederler. Fakat para adamları, yâni para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz dimâğlarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilimlerine saldırarak helâk oluyor ve kendilerine inanmış insanlığı ebedî felâkete sürüklüyorlar. Batılı fen adamlarının hadiseleri bu kadar saptırmalarının sebebi nedir? Bunun sebebi, islamiyete karşı peşin hükümlülük, peşinen düşmanlık. Bunun için de, İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği önemi bilmeden incelemeden islâmiyeti baltalamak istiyorlar. Kur'ân-ı kerîme saldırarak, fiziksel, kimyasal, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikirler çıkarıyorlar. Bu iftirâlarını, ilim, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerek müslüman yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini daha ziyâde meydâna çıkarmakta, islâmiyeti desteklemektedir.
Müslüman Kültürlü Olmalıdır 5 HAZİRAN 1994
Dinimize, îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Dinini bilmiyen, yeterli kültürü olmıyan, din düşmanlarının tuzağına kolay düşer. Fen ilmini iyi bilen, hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerine aldanmaz, bunların sözlerinin ne kadar çocukça ve câhilce olduğunu hep görür. Ders kitaplarında okutulur. Amip denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar, amitoz ile, yâni sitoplazma ve çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney Amerika'da bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdeğini ortadan keserek, her iki parçanın yaşamağa devâm ettiğini görmüş. Bunu duyan din cahilleri, yaygarayı basarlar. "Amerika'da, amipler parçalanıp öldürüldükten sonra, tekrâr yaşatılıyor. Artık hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor." deyip, fennin ölüleri dirilttiği, insanların (Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen ve tabî'at hâricinde, bir kuvvet, bir yaratıcı bulunamıyacağı, Allah fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş olduğu gündeme getirilir. Halbuki, bu bölünme şekli zaten, amibin normal bölünme şeklidir. İslâm kitaplarını okuyan, İslâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana-baba yuvasından bilgi almayan zavallılar, bu sahtekârların tuzaklarına düşmekte, felâkete sürüklenmektedir. Bir de sık sık gündeme getirilen, matba'a meselesi var. Osmanlılar matbaayı çok geç almışlar ilim çok gerilemiş, vesaire. Okullarda çocuklara, (Avrupa'da matbaa yapılırken, kitaplar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matbaa günâhtır, gâvur keşfidir, diyerek yaptırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebep oldular. Müslümanlık, çöl kanûnu, Türklüğe çok zarârlı oldu.) diyerek, dinsiz, îmânsız yetiştirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyete, ilim, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimağları zehirliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydândadır. Kara zihniyet dedikleri İslâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı Şeyhul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehirli Abdullah efendi, matbaa açmak, kitap basmak için kendisine soruldu. "Kitap basma san'atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak, bu kitapların benzerlerini elde ederim diyor, bu kimsenin böyle kitap basmasına dinimiz izin verir mi?" Şeyh-ul-islâm Abdullah efendi, cevâbında: (Kitap basma san'atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Fâideli bir iş olduğundan, dinimiz bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitabı tashîh etmelidir. Tashîh ettikten sonra basılırsa, güzel bir iş olur.) Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitabında yazılıdır. Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, hissettiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. Hissolunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Bir fen adamı, melek yoktur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünkü, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermektedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır
.
İslâmiyetin En Büyük Düşmanı 13 ARALIK 1994
Âdem aleyhisselâmdan beri, Cennete gidecek îmânlı, iyi insanlar geldiği gibi, Cehenneme gidecek her türlü kötülükleri yapan, îmânsız, akılsız, zararlı kimseler de gelmiştir. Kıyâmete kadar da bu böyle devam edecektir. Kötü insanlar, tarih boyunca, sıkıntılı, huzûrsuz günler yaşatmışlardır. Îmânlılar, îmânsızları ıslâh etmek, îmâna getirip saadet-i ebediyyeye kavuşturmak için, Âdemoğullarını dünyada ve âhırette, mes'ûd, râhat yaşatmak için, gece gündüz demeden durmadan cihâd etmişlerdir. Îmânsızlar ise, dikta rejimi sürmüş, az bir zümrenin taşkınca zevk ve sefâ sürmesi, nefslerini, şehvetlerinin tatmin olması için zayıflara, küçüklere saldırmıştır. Kötülüklerinin, zararlarının, felâketlerinin örtbas edilmesi, herkesi aldatabilmeleri için, ahlâk, fazîlet, dürüstlük ölçülerini koyan peygamberlere ve onların getirdiği dinlere hücum etmişlerdir. Bu saldırmaları ba'zı asırlarda harp vâsıtaları ile, sıcak harp ile ölüm kalım savaşı şeklinde olmuş, ba'zan da yalan propagandalarla, fitne, fesâd çıkararak, dinleri içinden bozmak, müslüman devletleri, içeriden yıkmak şeklinde yâni soğuk harp şeklinde olmuştur. Her devirde, her çağda düşmanlık yapıldı. Fakat, plânlı programlı olarak İslâmiyete en büyük düşmanlığı Batılı devletler yapmışlardır. Özellikle de İngilizler. Çünkü, bunların esâs siyâseti, dünyadaki, bilhâssa Afrika, Ortadoğu ve Hindistân'daki tabî'î servetleri sömürmek, oralardaki insanları, hayvan gibi çalıştırıp, bütün kazançları memleketlerine akıtmaktır. Adâleti, yardımlaşmayı emreden islâm dînine kavuşanlar, bunların zulmlerine, yalanlarına mâni' olmuşlardır. Bunun için, din düşmanları akla, hayâle gelmiyen hâin plânlarla, askerî ve siyâsî kuvvetleri ile islâmiyete saldırmışlardır. Batılılar, asırlarca yaptıkları kanlı tecrübelerden, kaba kuvvetle Osmanlıları yıkamıyacaklarını anladılar. Câsûslar ve hıristiyan misyonerleri, yalan propaganda ve yaldızlı vaadlerle gençleri avladılar. Bunları, Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeğe ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlâk derslerini, hattâ, yüksek din bilgilerini kaldırmağa, müslümanları câhil bırakmağa uğraştılar. İslâm düşmanlarının taktikleri her ülkede farklı farklı olmuştur. O milletin karakterine uygun metotlar seçmişlerdir. Tepki gelmiyecek yerlerde doğrudan doğruya kendileri idare etmişler. Fakat asırlardır, hür yaşamış milletleri kendilerine itaat ettiremiyeceklerini anladıkları için bunları isimleri müslüman olan fakat, kendilerinin dinle ilgisi olmıyan dinsizler tarafından idare ettirmişlerdir. Münafıklık yapıp ikiyüzlü hareket ettikleri için, halk bunları anlıyamamış, anlaşılmaya başlayınca da, hemen yeni bir haini iş başına getirmişlerdir. Son üç asırda, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka Hıristiyan Batı vardır. Bu sinsi kampanyalarında, Osmanlılarda tanzîmattan sonra tam başarı sağladılar. Altı asırlık Osmanlı devletini yıktılar. Böylece altı asırdır Osmanlıların bütün dünyaya yaydıkları saadet, huzûr nûrları söndü. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Mâide sûresinin seksenikinci âyetinde, (İslâmiyetin en büyük düşmanı Yahûdîler ve müşriklerdir) buyurdu. İslâmiyeti içerden yıkmak için, ilk fitneyi çıkaran yahûdî, Yemenli Abdüllah bin Sebe'dir. Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıktan sonra, bozuk İncîller yazılınca, hıristiyanların çoğu "Müşrik" oldu. Müşrikler İslâmiyeti yok etmek için, misyoner cemiyyetleri kurdular. Bu işte en ileri giden, İngilizler oldu. Çeşit çeşit bozuk fırkalar kurup islâmiyeti içerden yıktılar. İslâm alemini param parça ettiler. İslâm düşmânları, islâmiyeti yok etmeye ne kadar çok çalışsalar da, İslâm devletlerini yıktıkları gibi Allahü teâlânın bu nûrunu, aslâ söndüremiyecekler. Çünkü, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Yûsüf sûresinin onikinci ve altmışüçüncü ve Hicr sûresinin dokuzuncu âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Bu Kur'ânı, sana ben indirdim. Onu elbette ben koruyacağım) buyurdu. Ya'nî, kâfirler, Ona zarar veremiyecek, Onu bozamıyacaklar, değiştiremiyecekler, O nûru aslâ söndüremiyeceklerdir.
Ekber Şah Çok Geç Uyandı 14 ARALIK 1994
Batılılar, islâma olan, kin ve garazlarından dolayı sömürgeleri altında bulunan memleketlerde, müslümanlara akla hayale gelmiyecek işkenceler, vahşetler yapmışlardır. Halbuki müslümanlar, dinli dinsiz hiçbir canlıya hiçbir zaman işkence, eziyet, zulüm yapmamışlardır. Meselâ, en büyük sömürgeleri olup, senelerce vahşîce, sadistçe zulmettikleri Hindistan'ın Amritsar şehrinde 1919 senesinde bir gün âyin sebebi ile toplanan Hindûlar, bisikleti ile oradan geçen bir Hıristiyan kadın misyonerine hürmet etmediler. Misyoner, İngiliz generale bunları şikâyet etti. General derhâl askerlerine emir vererek, ma'bedde âyinle meşgûl halkın üzerine ateş açtırıp on dakîkada yediyüz kişiyi öldürtür. Bu olayda binden ziyâde kişi de yaralanır. General bununla da iktifâ etmiyerek, ahâliyi üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Şikayet üzerine olayın aslını tahkîkât için Hindistan'a gelen müfettiş, generale müdafaasız halka ateş açtırmasının sebebini sorunca, general: - Buranın kumandanı benim. Buradaki askerî bir icrâ'atı ben takdîr ederim. Öyle lüzûm gördüm ve emrettim, cevâbını verir. Müfettiş: - Pekâlâ, halkın yüz üstü sürünmesini emretmenizin sebebi nedir? diye sorar. General: - Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri îcap ettiğini anlatmak istedim, diye cevap verir. Hindistan'a ilk ayak basan Avrupalılar Portekizlilerdir. 1498 senesinde Hindistan'ın Malabar sâhilindeki Kalküta şehrine gelen Portekizliler, ticâret ile uğraşmış ve Hindistan ticâretini ellerine geçirmişlerdi. Daha sonra, Hollandalılar Hindistan ticâretini Portekizlilerden almışlardır. Hollandalılardan da Fransızlar almışlar, daha sonra da çeşitli oyunlarla İngilizler buralarda hakimiyet sağlamışlardır. İngilizler ilk olarak 1600 senesinde, Hindistan'ın Kalküta şehrinde ticârethâneler açmak için Ekber Şâh'tan izin aldılar. Gönüllü asker toplıyarak, kendi hesâbına silahlandırmak, donanma tertip ederek, Hindistan'a askerî ve ticârî seferler yapmak imtiyâzını da aldılar. Ekber Şah bozuk i'tikâdlı kimse idi. Bütün dinleri aynı derecede tutardı. Hattâ, muhtelif dinlere mensup âlimleri toplıyarak, bu dinlerin karışımı, umûma şâmil ve müşterek bir din kurmaya çalıştı. 1837'de hükümdar olan Bahadır Şah,İngilizlerin yaptıkları zulümlere dayanamayarak, 1857'de, İngilizlere karşı askerlerin ve halkın teşvîki ile büyük bir ayaklanma başlatıldı. Fakat çok geç kalınmıştı. İngilizlerin Şah'a karşı tepki ve zulüm çok şiddetli oldu. İngiliz askerler, Delhî şehrine girince, evleri, dükkânları basıp, malları, paraları yağmaladılar. Genç, ihtiyâr, kadın erkek demeden bütün müslümanları, hattâ çocukları kılıçtan geçirdiler. Sonra Sultânın teslim olması halinde cânına ve âilesine dokunulmıyacağına dair te'mînât verdiler. Şâh teslîm oldu. Fakat, Sultânın iki oğlu ve torunu yakalayamadılar. General Wilson, bunların da canlarına dokunulmıyacağına dâir te'mînât verdi. Fakat,sultânın iki oğlu ve torununu ele geçirince, sözlerinde durmayıp hemen zincire vurdular. Şâh'ın iki oğlu ve bir torununu elleri bağlı olarak Delhî'ye getirirken yolda, komutan, genç şehzâdeleri soydurup, bizâtihi kendisi göğüslerine kurşun sıkarak şehîd etti. Kanlarından içti. Bu genç şehîdlerin cesetlerini, halkı korkutmak için kal'a kapısına astırdı. Bir gün sonra başlarını, genel vâli Henri Bernard'a gönderdi. Sonra, şehîdlerin etinden çorba yaparak Şâh'a ve hanımına gönderdi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına aldılar. Fakat, ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde çiğneyemediler, yutamadılar. Kustular, çorba tabaklarını yere bıraktılar. Vâli Henri Bernard onlara: - Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım, dedi. Batının sözde aydınları insan aklının alamayacağı derecede alçalarak, böyle vahşilikleri çekinmeden yapabildiler. Bunları yapanların bugünkü bozuk şekliyle de olsa, hıristiyan bile olmaları mümkün değildir. "
Yetişin! Tanrımızı Kurban Edecekler!" 15 ARALIK 1994
Batılı misyonerler zorla, zulüm ile yaptıkları düşmanlıkları kâfi görmiyerek çoğu zaman yerli halkı birbirine düşürme metodunu da uyguladılar. Bundan dolayı, Hindistan'da hiçbir sene geçmemiştir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müslümanın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi körüklemek için, müslümanlar arasında bir taraftan inek kesmenin yedi tâne koyun kesmekten daha efdal olduğunu yaydılar. Diğer taraftan da, Hindûlar arasına, inek olan tanrılarını ölümden kurtarmanın çok sevab olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistan'dan çekildikten sonra da devâm etmiştir. Buna misâl olarak İttilâât, mecmûasında yayınlanan bir hâdiseyi nakledelim: Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki müslüman, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindû mahallesinden geçerlerken, bir Hindû önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Onlar da kurban edeceklerini söylerler. Hindû: - Ey ahâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler, diye bağırır. Müslümanlar da: - Ey müslümanlar, yetişin kurbânımızı elimizden alıyorlar, diye feryâd ederler. Hindûlarla müslümanlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslüman katledilir. Fakat, ineği Hindû mahallesinden geçiren iki kişinin, İngiliz sefâretine girdikleri görülür. Bu hâl gösteriyor ki, bu fitneyi çıkaranlar hıristiyan misyonerlerdir... Böyle sayısız fitneler ve zulümler ile, müslümanları imhâ etmeğe çalıştılar. Daha sonraları bu şekilde yapılan hîleler de anlaşılınca yine taktik değiştirdiler. Bu defa da sinsi sinsi dini değiştirmeye başladılar. Kılıç ile cihâdın farz olmadığını söyleyen, İslâmiyetin harâm kıldığı şeylere helâl diyen, dîni ve îmânı değiştirmeğe çalışan, müslüman ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanı kimseler yetiştirdiler. Gulâm Ahmed Kâdıyânî bunlardan biridir. Bunları destekleyerek, yeni yeni bozuk fırkaların zuhûrunu sağladılar. Müslümanların bu fırkalara uymaları için çalıştılar. Bu fırkaların en meşhûru, 1879 da kurulan (Kâdıyânîlik) olup, kurucusu olan Gulâm Ahmed; top, kılıç ile cihâdın farz olmadığını, farz olan cihâdın nasîhat ile olduğunu, söyledi. Zaten misyonerler de yıllardır böyle söylüyorladı. İngilizler, Gulâm Ahmed'i bol para ile satın aldılar. Gulâm Ahmed, önce "Müceddid" olduğunu, sonra, "Mehdî" olduğunu söyledi. Nihâyet, "Peygamber" olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân etti. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupa'da ve Amerika'da "Ahmediyye" ismi altında kâdıyânîliğin yayıldığı görülmektedir. Birçok islâm ülkesinde, değişik İslâmi isimler altında, Batılıların idare ettiği sayısız dini cemaatler faaliyet göstermektedir. Bugün müslümanların dağınık olmasının, biraraya gelememelerinin sebebi budur. İslâm düşmanları, birinci ve ikinci dünya harpleri sonunda, birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve kendi menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, parlamentoları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine kavuşamamışlardır. Hep dışarıdan başkaları tarafından idare edilmişlerdir. Asırlardır güç kullanarak yaptıkları tercübelerde mertlikle Osmanlıyı ele geçiremiyeceklerini anlayanlar, bu defa hâince planlar hazırladılar. İşte bu planlar ile Osmanlı Devletini yıktılar. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devlet kurdular. Bunun sebebi müslümanların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni olmaktı. İslâm ülkeleri diye isimlendirilen memleketler arasında devamlı birbirlerine düşmanlıkları ve harpleri kışkırttılar. Meselâ, sünnî müslümanların büyük ekseriyyeti teşkil ettikleri Sûriye'de, % 9 olan nusayrîleri hâkim yaptılar. 1982 senesinde Hama ve Humus şehirlerine ordu birlikleriyle hücûm edilmiş, iki şehir yerle bir edilerek, silâhsız, müdâfaasız sünnî müslümanlar bombalanmıştır
.
95
Dini Yıkma Gayretleri 1 OCAK 1995
İslâm düşmanları, geçmişte kaba kuvvetle, sinsi plânlarla islâmiyeti ortadan kaldırmak için çok çalıştılar. Bunda tam bir başarı sağlayamayınca bu defa açıkça dine saldırmaya başladılar. İslâmiyetin gerçek temsilcileri olan, Hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerini öldürdüler. İslâm kitapları hattâ, Kur'ân-ı kerîmler bile yasak edildi. Bu İslâm âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetiştirilen din câhili kimseleri getirdiler. İslâm düşmanları, asırlardır islâmı yayan, sevdiren, feyz kaynağı olan tekkeleri ve tasavvuf yollarını ifsâd etmek, bozmak için çok çalıştılar. Osmanlıların son zamanlarında, dinin üçüncü kısmı olan ilim, amelden sonra gelen ihlâsı yâni Allah rızası için iş yapmayı yok etmeğe uğraştılar. Tasavvuf büyükleri aslâ dünyalık, makam, mevki ile uğraşmaz, kimseden bir menfaat beklemezlerdi. Tasavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünkü tasavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demektir. Yâni her sözünde, her işinde, her şeyde dine yapışmaktır. Fakat, uzun zamandan beri, islâm düşmanlarının yetiştirdikleri, birçok dünyalık etiketler ile donattıkları câhiller, fâsıklar, hattâ birçok ajanlar, alçak maksatlarına kavuşmak için, tasavvuf büyüklerinin isimlerini âlet ederek, çeşitli ocaklar kurmuş, dînin bozulmasına, yıkılmasına sebep olmuşlardır. Zikir, Allahü teâlâyı hâtırlamak demektir. Bu da kalb ile olur. Zikredince, kalb temizlenir. Yâni, kalbden dünya sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimselerin kadın, erkek, biraraya toplanarak bağırıp çağırmaları zikir değildir. Haram işlenerek ibâdet yapılmaz. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. İbâdet ismi altında günâh işlenir hale gelindi. Osmanlıların son zamanlarında harâm girmeyen, kızılbaşlık, mezhebsizlik karışmayan bir tekke hemen hemen kalmamıştı. Tasavvuf, dini yıkmak için en te'sîrli bir âlet hâlini almıştı. İslâm düşmanları, tekkelere müzik soktu. Çalgı çalarak, tegannî ederek, dans ederek, erkek kadın berâber saç baş açık, el ele yapışarak yapılan taşkınlıklara ibâdet denildi. Dînî Türk mûsikîsi, tasavvuf mûsikîsi diye bid'atler, haramlar uyduruldu. Bugün Anadolu'da ve Mısır, Irâk, İrân, Sûriye ve Hicâz'da yâni hiçbir İslâm memleketinde gerçek ma'nâda tasavvuf âlimi istisnalar hariç kalmamıştır. Fakat sahte mürşidler, müslümanları sömüren tarîkatçılar çoktur. Meselâ bugün, islâmı hakkıyla yaşamaktan uzak ba'zı kimselerin, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin anma merâsimlerinde, fes ve cübbe giyerek ilâhîler söylediği ve ba'zılarının döndüğü görülmektedir. Bunları gören din câhili kimseler, islâmiyyetin, bunları yapmak olduğunu zanetmektedir. İşte, hıristiyan misyonerler, câsûsları ile, ilim, irfân ve edep yuvası olan bu mübârek yerleri bozdular. İngilizler tarafından te'sîs edilen vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, mealcilik, tenasuhçuluk gibi bozuk yolların, bozuk düşüncelerin hepsinde gizli islâm düşmanlığı vardır. İslâm düşmanları, her türlü vâsıtalar kullanarak müslümanları ilimde ve fende geri bıraktılar. Müslümanların ticâret ve san'atlarına mâni' olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyyetini ortadan kaldırmak için içki, fuhuş, eğlence, kumar gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlâkı bozmak için, Rûm, Ermeni ve diğer gayrı müslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsta müslüman anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmektedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.
"Yok Olma Devri" 2 OCAK 1995
Osmanlı devleti, son zamanlarında, Avrupa'ya öğrenim için talebeler ve bilgilerini, görgülerini artırmaları için de devlet adamları gönderiyordu. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba'zıları misyonerler tarafından aldatıldı, mason yapıldı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, bu maksatla Avrupa'ya gidenlere İslâmiyyeti ve Osmanlı imparatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Bunlardan imparatorluğa ve müslümanlara en büyük zararı dokunan kimse, Mustafâ Reşîd Paşa oldu. Londra'da bulunduğu zaman azılı ve sinsi bir İslâm düşmanı olarak yetiştirildi. İskoç masonları ile el ele verdi. Sultan Mahmûd Hân, Reşîd Paşa'nın ihânetlerini görerek cezalandırılmasını istedi ise de, ömrü vefâ etmedi. Abdülmecîd Hân, henüz on sekiz yaşındaydı. Genç ve tecrübesizdi. Etrâfındaki âlimlerden, kendisini îkaz eden de olmadı. Bu hâl, Osmanlı tarihinde korkunç bir dönüm noktası olmuş, koca İslâm devletinde "Yok olma devri" başladı. Saf, temiz kalbli padişah, azılı ve sinsi İslâm düşmanı olan İngilizlerin tatlı dillerine aldanarak, Batının yetiştirdikleri câhilleri işbaşına getirdi. Bunların devleti içerden yıkma siyâsetlerini hemen anlıyamadı. Lord Rading İstanbul'a, İngiliz sefîri olarak gönderildi. Mustafâ Reşîd Pâşa'nın sadr-ı a'zam yapılması için, Lord Rading sultana çok dil döktü. "Bu aydın, kültürlü ve başarılı vezîri sadr-ı a'zam yaparsanız, İngiltere imparatorluğu ile Devlet-i aliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devlet-i aliyye ekonomik, sosyal ve askerî sâhalarda ilerler" diyerek sultanı aldattı. Londra'dan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, İslâm ahlâkını, ecdat sevgisini, millî birliği parçalamağa başladılar. Bu senelerde Avrupa'da, fizik, kimya üzerinde dev adımlar atılıyor, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor, büyük fabrikalar, teknik üniversiteler kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yaptırılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, geometri, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir, diyerek, bilgili kimselerin yetişmelerine mâni oldular. Sonradan gelen İslâm düşmanları da, din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek müslüman yavrularını İslâmiyyetten uzaklaştırmağa çalıştılar. İslâmiyyete ve müslümanlara zararlı olan şeylere asrîlik, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kânûn müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sâhibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi. Vatanın ve milletin hayrına olan her işe karşı çıkıldı. Bu vatan hâinleri ile en büyük mücâdeleyi yapan Cennet mekân Sultân Abdülhamîd Hân oldu. Bunun için, "Kızıl Sultan" ilân edildi. Sultan Abdülhamîd, Avrupalı profesörler ve fen adamlarını, çok yüksek maaş vererek İstanbul'a getirtti. Vatanına, milletine, dînine bağlı ilim ve fen adamları yetiştirdi. Kıymetli subaylar yetiştirdi. Fakat, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, sinsice hâzırlanmış İngiliz plânları ile, Abdülhamîd Hânın yetiştirmiş olduğu, dünyanın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. Osmanlıları arkadan vuranlar, hiç râhat yüzü görmediler. Bugün ortadoğunun hali meydanda... Bir islâm büyüğü, İngilizleri şöyle anlatır: "İslâmın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunları bilir ve bunlara düşman olur. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz ise ağacı kesmez, bilâkis bu ağaca hizmet eder, besler. Müslümanlar da, onu ağaca saygı gösterdiği için sever. Fakat, gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir dahâ süremez. İngiliz vah vah çok üzüldüm, diyerek müslümanları aldatır.
.Din Düşmanlarının Yeni Taktikleri 30 OCAK 1995
Dinimiz âlime çok önem vermiştir. Âlimin kıymeti ile ilgili birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. İslâmiyeti ayakta tutan âlimlerdir. Âyet-i kerimelerde (Hiç bilenle bilmiyen bir olur mu) (Âlimlerden sorun) buyuruldu. Hadîs-i şerîfte de, (Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer kılavuzdur) buyuruldu. Bilindiği gibi, dinimizde kaynak dörttür: Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icma ve kıyas. Dördüncü kaynak, olan kıyastan mezhebler çıkmıştır. Müctehid âlimler, ömürlerini bu uğurda harcayarak, dinin açık olmayan emirlerini açıklamışlar, müslümanları bu ağır yükten kurtarmışlardır. Dinde müctehid olmayanın, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarması mümkün değildir. Bugün ictihad yapabilecek derecede âlim de kalmamıştır. ^Alimler, hicri 4. asından itibaren ictihad edebilecek kimsenin olmadığında ittifak etmişlerdir. Ya'ni bugün dinimizi tam, eksiksiz olarak öğrenmek, yaşamak istiyen mutlaka dört mezhebten birine tabi olmak mecburiyetindedir. İslâmiyetin 14 asırdır, bozulmadan, değiştirilmeden bize ulaşmasını sağlayan mezhepler ve âlimlerdir. Bundan sonra da din, bozulmadan ancak bu yol ile devam ettirilebilir. Bu ana caddeden ayrılanların îmânlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Çünkü, mezhebsizlik, dinsizliğe köprüdür. Bu inceliği asırlar sonra da olsa din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamıyacaklarını idrak ettiler. Önce, islâmiyeti kalblere nakşeden, islâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarikatları el altından bozdular. Buralara müslüman kılığındaki kendi adamlarını yerleştirdiler. Sonra da, islâmiyeti yıkmada en büyük engel gördükleri mezhebleri ve âlimleri hedef seçtiler. Bu kaleyi yıkmadıkça neticeye varamıyacaklarını çok iyi anladılar. Bunun için de, bütün güçleri ile âlimlere, mezheblere hücum ettiler. Çünkü, onlar da biliyorlar ki, bu kale yıkılınca kaynak olarak arkasından hadîs-i şerîfler gelecektir. Artık bu sahada daha rahat hareket etme imkanı elde etmiş olacaklar. Şöyle ki; dini içeriden yıkma çalışmalarına, engel olan bir hadîs-i şerîf gördüklerinde, hemen mevdu, uydurma hadîs, karalamasına girmektedirler. Böylece, bu uydurma, bunun aslı yok derken hadîs-i şerîflerin dörtte üçününü bertaraf etmektedirler. Eğer bir hadîs-i şerîf, bütün hadîs kitaplarında varsa, ya'ni buna mevdu, uydurma diyemiyorlarsa, o zaman hemen taktik değiştiriyorlar. Kendilerine göre, bir kaide ortaya çıkartıyorlar. Diyorlar ki, hadîs, Kur'âna ters olamaz. Sonra da, Kur'ân-ı kerîme istedikleri şekilde ma'nâ verip, hadîs-i şerîfin âyete ters düştüğünü dolayısıyla bununla amel edilemeyeceğini söylüyorlar. Bu şekilde, kendi sapık düşüncelerine ters olan bütün hadîs-i şerîfleri bertaraf etmiş oluyorlar. Sadece Kur'ân-ı kerîm kalıyor geriye. Zaten Kur'ân-ı kerîme de istedikleri gibi ma'nâ vermektedirler. Hatta daha da ileri gidip, Kur'ân-ı kerîmde, eksiklik, fazlalık olduğunu çekinmeden söyleyebilmektedirler. Böylece bunların esas gayelerinin dini ortadan kaldırmak olduğu açık şekilde anlaşılmış olmaktadır. Bugünkü hıristiyanların, Cennete gideceği, kadınların örtünmesinin farz olmadığı, reenkarnasyon vs. gibi safsatalar hep bu çalışmanın ürünüdür. Maalesef, din düşmanları bu çalışmalarında hayli yol almışlardır. Surdan bir çok delik açmışlardır. Bugün herkes, eline geçirdiği bir meâlden dinini öğrenmeye çalışıyor. Camilerimizde bile devamlı meâl okunması tavsiye edilmekte, kitabımızda ne yazıyor bunu öğrenmeden müslümanlık olur mu? gibi cahilce suçlayıcı ifadelerle müslümanlar, zoraki olarak meâl okumaya zorlanmaktadır. Böylece farkında olmadan din düşmanlarının tuzağına düşülmektedir. Zamanımızda o hale gelindi ki, dini bir mes'elede, İmam-ı a'zam hazretleri, İbni Âbidin hazretleri şöyle buyurdu demek ayıplanır hale geldi. Bilmiyorlar ki, fıkıh kitapları Kur'ân-ı kerîmin emirleri dışında bir şey bildirmez. Fıkıh kitaplarına, ilmihâle göre hareket eden, Kur'ân-ı kerîmin hadîs-i şerîflerin emrine uymuş olur.
.Dinimizi Muhafaza Edebilmek İçin 1 MART 1995 Canlı cansız bütün varlıkların bir düzen içinde olduklarını görüyoruz. Her maddenin yapısında, her olayda, her reaksiyonda, hiç değişmiyen nizâm, matematik bağlantılar olduğunu öğreniyoruz. Bu düzenleri, bağlantıları, fizik, kimya, astronomi ve biyoloji kanûnları diye isimlendiriyoruz. Bu değişmez düzenden faydalanarak, sanâyi, fabrikalar kuruluyor, ilaçlar yapılıyor, Ay'a gidiliyor, yıldızlarla, atomlarla bağlantılar kuruluyor. Uzaya uydular gönderiliyor. Radyolar, televizyonlar, elektronik beyinler yapılıyor. Varlıkların düzenli, bağlantılı, kanûnuna dayalı olmaları, bunların kendiliklerinden, rastgele var olmadıklarını, herşeyin bilgili, kudretli, gören, işiten, dilediğini yapan bir varlık tarafından var edildiklerini göstermektedir. O, varlığını bu düzen ile belli ettiği gibi, bununla da kalmayıp, kullarına çok acıdığı için var olduğunu ayrıca da bildirmiştir. Âdem aleyhisselâmdan başlıyarak, her asırda, dünyanın her yerindeki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak yarattığı birisine melek ile haber göndererek, kendini ve kendi isimlerini bildirmiş ve insanların dünyada ve âhırette râhat etmeleri, iyi yaşamaları için, ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. İşte bu üstün insanlara "Peygamber" denir. Bildirdikleri şeylere "Din" denir. İnsanlar eski şeyleri unuttukları için ve her zaman bulunan kötü kimseler, peygamberlerin kitaplarını ve sözlerini değiştirdiklerinden, eski dinler unutulmuş, bozulmuştur. Kötü insanlar, uydurma dinler de meydana getirmişlerdir. Herşeyi yaratan yüce Allah, insanlara çok acıdığı için, kullarına son bir Peygamber ve yeni bir din göndermiştir. Bu dîni, Kıyâmete kadar koruyacağını, kötü insanlar saldıracaklar, değiştirmeğe, bozmağa kalkışacaklar ise de, kendisi bunu, bozulmamış olarak her yere yayacağını, az veya çok Kıyâmete kadar yeryüzünde hakiki müslümanların olacağını müjdelemiştir. Müslüman bir ülkede bulunmamız, müslüman bir ana-babadan olmamız sebebiyle, Allahü teâlâya şükürler olsun ki, daha küçük iken, bir olan Yaratıcıya inanmış bulunuyoruz. Bu yaratıcının isminin "Allah" olduğunu ve son peygamberinin "Muhammed" aleyhisselâm olduğunu ve bunun bildirdiği dînin "İslâmiyet" olduğunu öğrenmek saâdetine kavuştuk. Bu zamanda, islâmiyeti doğru olarak öğrenmek çok zorlaştı. Çünkü, zamanımızda doğrular, eğriler birbirine karışmış haldedir. Sinsi din düşmanları, bozuk inançlı kimseler ve mezhebsizler her tarafı sarmış haldedir. Dinlerini, dünyaya satmış olan bu kimseler, öyle kurnaz çalışıyorlar ki, doğru yolu seçip ayırabilmek hemen hemen imkânsız hale gelmiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinin asırlar önce yazdıkları kitapları, bunların doğru tercümelerini okuyup dini bunlardan öğrenmekten başka çare kalmadı. Dîni dünya çıkarlarına âlet eden "Din yobazları"nın Kur'ân tercemesi, Kur'ân-ı kerîm tefsiri adı altında aşılamış oldukları bozuk fikirler, her tarafa yayıldı. Ondört asırdır, dinin öğrenildiği, fıkıh, ilmihal kitapları bir kenara atılıp, "Dini bu asıl kaynaktan öğrenin" diğerek piyasaya sürülen yalan yanlış tefsirler, meâller, müslümanların kafalarını allak bullak etti. Müslümanların kafalarında, şüpheler, tereddütler başgösterdi. Kafalara yerleştirilmiş olan bu yanlış bilgilerin te'sîri ile kalbler karardı. Böyle yayınlar sebebiyle birçok kimse dinden uzaklaşıp mürdet, dinsiz oldu. Böylece, din düşmanları sinsice hazırladıkları plânlarına, âdi arzularına kavuşmuş oldular. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyanlar, dostu düşmandan ayırabilenler, nefislerinin ve din düşmanlarının hîlelerine, yalanlarına aldanmadılar. Dinsizliği, ahlâksızlığı ilericilik olarak tanıtan, sinsi düşmanların tuzaklarından kurtuldular. Fakat, maalesef büyük bir çoğunluk bu tuzağa düşmekten kendini kurtaramadı.
.Önce Fıkıh Bilgisi 8 MART 1995
Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günâhtır. Bunun için bu bilgileri bilmiyenin, bilip de yapmıyanın islâmiyette şâhidliği kabûl edilmezdi. Eskiden, kadı mahkemede şâhidlere i'tirâz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahidliğini kabûl etmezdi. Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini bilmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Kur'ân-ı kerîmden namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek, hâfız olmak farz-ı kifâyedir. İbâdetler ve alış veriş için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helâlden, harâmdan ikiyüzbin mes'eleyi ezberlemek lâzımdır. İlmihâllerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse bu kadar mes'eleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir. Herkese, işine göre, lüzûmlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan fıkıh bilgisi ile amel etmek câiz değildir. Tefsîr ilminin kâ'ideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her âyetin çok tefsîri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, îmânı Ehl-i sünnet i'tikâdına uygun hale getirmelidir. Sonra farzları, harâmları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Âyetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicrî dördüncü asırdan sonra, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur'ân-ı kerîm ezberliyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve âriflerin sözlerini ve hâl tercümelerini öğrenmesi de müstehab olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı artırır. Fıkıh bilgilerini, derin âlimler, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nâfile olan tefsîr okumak, câiz değildir. Zâten, müctehid olmayanların, tefsîrden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsîrlerden yanlış ma'nâ anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsîrden ne anlıyabileceğini düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsîrleri okuyanlar, böyle felâkete düşerse, Mehmed Abduh, Ömer Rızâ vb. dinde reformcuların, mezhepsizlerin tefsîr adındaki kitaplarını okuyan acabâ ne olur? Felsefecilerin, din adamı kılığına giren sosyalistlerin islâm dînini değiştirmeye, kendi hulyâ ve sapık görüşlerini din bilgisi olarak yazmağa kalkışmaları, bunların birer mezhebsiz, birer dinde reformcu oldukları yazdıkları kitaplarında, tefsirlerde açıkça görülmektedir.
Müslümanın Üç Gayesi 9 MART 1995
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen: "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım." buyurmaktadır. Canlı cansız bütün mahlûkat, insan için yaratılmıştır. İnsanın istifadesi için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, canlı cansız bütün varlıkları insan için, insanı da kendisi için yaratmıştır. Bunun için insanın yükü, mes'uliyeti çok fazladır. Allahü teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir, fakat insan bu ibâdetlere muhtaçtır. Bunun için insan, diğer canlı varlıklar gibi meselâ, hayvan gibi, gayesiz, maksatsız başıboş olamaz. İnsanın yaratılış gayesine uygun olarak yaşayabilmesi için üç gayesi olması lâzımdır. Birinci gayesi, rıza-i İlâhi olmalıdır. Müslümanın bütün çalışmalarında bu maksat olmalıdır. Eğer kişinin yaptığında Allahü teâlânın rızası yoksa, o işten hayır gelmez. Rıza-i İlâhiye kavuşabilmenin en kestirme yolu, insanlara Allahü teâlânın dinini yaymaktır. Bunun için de zamanın imkânlarını, teknik vasıtalarını iyi kullanmak lâzımdır. Çünkü, Peygamber efendimiz, düşmanın silahı ile silahlanmamızı emretmektedir. Zamanımızda, dini yaymada veya yıkmada en tesirli vasıta televizyondur. Bundan sonra, gazete, dergi, kitap gelir. Fakat muteber kitabın yeri başkadır. Televizyon kalıcı değildir. Yayınlanıp geçiyor. Kitap böyle değildir. Kitap vesikadır. Kıymetli kitap hiçbir zaman, değerini önemini kaybetmez, kalıcıdır. Müslümanın ikincisi gayesi, Allahü teâlânın kullarına hizmet etmektir. Bu da rıza-i İlâhi içindir. İnsanlara hizmet etmek zaten rıza-i İlâhinin yüzde doksanıdır. Hadîs-i şerîfte, (İnsanların iyisi, insanlara fâidesi olandır) buyuruldu. Üçüncüsü para kazanmaktır. Para kazanmak da ilk ikisini yapabilmek içindir. Bu zamanda, dine hizmet edebilmek için, para, mal şarttır. Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde, (Eshâbım için fakîrlik sa'âdettir. Âhır zamandaki ümmetim için, zengin olmak sa'âdettir) buyurdu. Ba'zıları da, para kazanmak için dini kendine âlet eder. Bu çok tehlikelidir. Böyle kimselerden uzak durmalıdır! Bunun için malın kıymetini bilmelidir. Malın nasıl kazanıldığını bilmeyen malın kıymetini bilmez. Harâmlara, lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve islâmiyetin beğenmediği kötü yerlere saçar. Mal kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mal dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı bırakmaya benzer. Fakîrlik, çok kimsenin iyi adam olmasına mâni' olur. Çok kimse, fakîrlik sıkıntısı ile îmânını elden kaçırmış, mürted olmuştur. İyi anladım, uzun tecrübe ile: Adam ilimle ölçülür, ilim de mâl ile! Malı helâlden kazanmak güçtür. Helâl yoldan, dine uyarak kazanan az olur. Bunun için de sevabı çoktur. Helâl mal damla damla, harâm mal ise, sel gibi akarak gelir. Helâlden kazanılmış zenginlik kusûr değildir. (Âhır zamanda zengin olmak sa'âdettir) hadîs-i şerîfi kıymetli kitaplarda yazılıdır. İbrâhîm, Dâvüd ve Süleymân "aleyhimüsselâm" çok zengindiler. Eshâb-ı kirâmın fakîrlerinden çoğu, zenginler bizim gibi ibâdet ettikten başka, malları ile hayırlı işler yaparak çok sevâb kazanıyorlar diyerek, Agniyâ-yı Şâkirîne imrenirlerdi. Allah dostlarını sevmek, dine hizmette, insanın ihlâsını, gayretini artırır. Çünkü, din büyükleri, "Cennetin kapısı büyüklerin kalbidir" buyurmuştur. Her yere bir kapıdan girilir. Cennete girmek için de büyüklerin kalbine girmek lâzımdır. İşin esası da budur. Akıl bu büyükleri tanıyıncaya kadar lâzımdır. Ondan sonra aklı bir kenara koymak lâzımdır. Kalbe girdikten sonra akla uymak felâkettir. Bunun için, dine uymada, dini yaşamada, kendi kafamıza göre değil, Allah dostlarının kitaplarında bildirdiklerine uymamız lazımdır. Daha önce yaşamış, Allah dostu bir kimsenin kitabını okumak, ona karşı sevgi beslemek, sağlığında sevmek gibidir. Bu sevgi sebebiyle O'ndan feyz gelir. Kötülüklerden uzaklaşır, dinin emirlerini yapmakta zorluk çekmez.
Vahşetin adı medeniyet olamaz! 7 HAZİRAN 1995
Medeniyet kelimesinin aslı Arabça olup, "Medine" kökünden gelmektedir. Medine, şehir demektir. Medeniyetin çok çeşitli tarif ve izâhları yapılmıştır. İnsanlık tarihi boyunca yeryüzünde genel olarak iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhi dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının, putperestlerin medeniyetleridir! Günümüzde meşhur olarak bilinen, dinsizlerin dillerinden düşürmedikleri, sahiplendiği eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünya hayat anlayışlarının toplamıdır. Bu toplumlarda çok tanrı inancı yaygındır. Bunlarda tanrı insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır. Bunların bazı insanlara, bilhassa, Firavun, Nemrud, Promethe gibi krallara hulûl ettikleri, böylece bu kralların yarı tanrılaştıkları kabûl edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta insanlar, asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve daha çeşitli isimler altında sınıflandırılır, hakim olan sınıflar diğerlerini, dînî, ekonomik ve beşerî bakımdan sömürürler ve zulmederlerdi. Onlar, insan yerine konulmazdı. Atina'daki hipodromlarda, hayvan muamelesi yaptıkları insanları, çırılçıplak spor müsâbakalarına sokarlar, çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yaparlardı. Bunları medeniyet adına yaptıklarını söylerlerdi. Roma'daki hipodromlarda da, köle yaptıkları ve gladyatör dedikleri insanları, birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetini ve aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliğini gösterirlerdi. Böyle olan cemiyetlere medenî denilemeyeceği apaçık meydandadır. Bazılarının medeniyet olarak göklere çıkardıkları medeniyet anlayışı işte budur. Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyanın çeşitli yerlerine yayılan, hıristiyanlık dinine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise, hıristiyan olan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Bunlar, putperestlerin yaşayışına göre biraz mesafe katetmişlerse de, insanlığa huzur verecek gerçek medeniyeti yakalayamamışlardır. Kaynakları ilâhi değildi, kendi düşünceleriydi. Bu hâliyle papalar, elindeki hıristiyanlık mensuplarını daima ilerletecek bir dinamizmden mahrûm, sosyal hayatı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı kemâle getirici yol ve üsûllerden habersiz olarak, cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sağlık, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Orta Çağ Avrupası, puthaneye döndürülmüş kiliseler ile zalim derebeyi ve kralların şatoları ve sarayların etrafı, binbir çeşit hurâfe ile doldurulmuş kafalar, adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardım severlikten mahrûm katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşi insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı ve hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil, ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü, kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Tarihteki bu rezâletleri okuyup öğrenen ve bugünkü din adına yapılan akla mantığa ters işler, hıristiyan gençliği, akın akın dinden uzaklaştırmaktadır. İslâmiyeti merâk edip öğrenen veya müslümanlarla temâsı olanlar islâmiyet ile şereflenmekte ise de, çoğunluğu ateist olmaktadır. Bu durumu gören kilise, oluk gibi para akıtarak, dünyanın her tarafında misyonerlik faaliyeti göstermektedir. Afrika'daki fakir, aç insanlara hıristiyan olmaları şartıyla yardım yapmaktadırlar. Bunlar da göbek bağı ile hıristiyanlığa bağlanmaktadırlar. Menfaat kalkınca da bu bağ kopmaktadır.
Kurtuluşun tek çâresi! 8 HAZİRAN 1995
Bütün dünyanın karardığı, insanlara her çeşit zulmün, işkencenin yapıldığı, hattâ diri diri toprağa gömüldüğü bir zamanda, dünyayı aydınlatacak olan bir güneş doğdu. Arabistan'da doğan bu islâm güneşi, kısa zamanda dünyaya yayılmaya başladı. Müslümanlar, Asya, Afrika derken, İspanya'dan Avrupa'ya da girdiler. Böylece, asırlardır kapkaranlık kalan Avrupa aydınlanmaya başladı. Müslümanların İspanya'yı fethederek, burada bir İslâm medeniyeti kurmaları ve haçlı seferleri sonunda, Avrupalılar önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocalamışlar, sonra yavaş yavaş uyanarak, çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri, tahsil ettirmeye, İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerinin eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmaya çalıştılar. Bu hâl, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları, bu defa eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Bunlara rönesans, hıristiyanlık dininde yaptıkları yeni değişikliklere de reform adını verdiler. Böylece Avrupa'da gün geçtikçe kilisenin tesiri azalmaya ve bir süs unsuru hâline gelmeye başladı. Ruhî açlıklarını da sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışları ile gidermeye çalışırken, maddi refâhı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanayileşme görülmeye başlandı. Avrupalılar asırlardır pislik içinde yüzdüler. Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan başlayarak, krallarda, asillerde ve halkta yaygındı. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bu günkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar. Bir medeniyet, her türlü konforu sağlayıp, insanları yaratana götürmüyorsa, buna medeniyet denilemez. Bugün, insanlığın maddi olarak her isteklerine kavuşabilmelerine rağmen, bir türlü huzuru bulamamanın altında yatan gerçek budur. Medeniyet, tasnifleri içinde her bakımdan mükemmel, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran, hiç kusursuz olan, İslâm medeniyetidir. İslâmiyet, hem dünya hem de âhıret saâdeti sağlamaktadır. İnsana, 60-70 yıllık bir ömür için maddi refâh sağlayıp, sonsuz olarak Cehennem azâbından korumamak insana iyilik midir, kötülük müdür? İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vazettiği îmân, itikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayatı ve idâre prensipleri ve dünya ni'metlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyaya hitap eden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamanı, çağları peşinde sürükleyen ve insanlık tarihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için islâmiyeti doğru bilgilerle, iyi öğrenmek ve tanımak şarttır. İslâm âlimleri medeniyeti "tamir-i bilâd, terfih-i ibâd" şeklinde ta'rif etmişlerdir. Bu ta'rif kısaca, beldelerin imâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak, rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması, insanların da rûhen, maddeten, fikren ve ahlâken yükselmesi demektir." İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sahibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayatında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullahın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi islâmiyetin içinde mevcuttur. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleri buyurdu ki: "Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, islâmiyetin içindedir. İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat, faydalı şey yoktur ve olamaz. İslâmiyetin hâricinde bir menfaat, fayda düşünmek, serâbdan su beklemek gibidir."
. Medeniyetlerin esas kaynağı 10 HAZİRAN 1995
Müslümanların tarih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, "Asr-ı saâdet" tir. O devirdeki islâm medeniyeti, sonra gelen müslüman milletlerin benzemek için çırpındıkları bir ideal olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya'da Gürganiye, Harzemşahlar gibi meşhur müslüman milletler ve müslüman Türkler, bu gün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa, her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan islâm medeniyeti cihanşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri, islâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve O'na tam uyma derecelerine göre farklı farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türkleri'nin bazı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyaya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümunesi göstermiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul'da yaşayanlar da, sembol insan olmuştur. Bugün, Ortadoğu'daki, Afrika'daki, Balkanlar'daki karışıklığın, huzursuzluğun, savaşların tek sebebi, Osmanlının yıkılmasıyla meydana gelen adâlet boşluğunun doldurulamamış olmasıdır. Az çok aklı başında olanlar, ahh Osmanlı!.. ahh Osmanlı!.. diye eski günleri mum ışığı ile aramaktadırlar. . Günümüzde bütün dünya milletleri, Osmanlının bu medeniyetini hayranlıkla dile getirmekte, dünyadaki pek çok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları, insanlığın günlük hayatından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için bu medeniyeti incelemektedir. Avrupa'dan, Amerika'dan ve Japonya' dan gelen araştırmacılar, tarihi kütüphanelerimizden eksik olmamaktadırlar. Anlayabildiklerini, başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sadece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak, ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabûl etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sahip olan cemiyetler olmuştur. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere, bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücahid sanmak olur ki, bunlara sahip olan eşkıyâlık da yapabilir. İnsanoğlu giderek dünyayı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refâhı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyanın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bugün de dinimizi iyi öğrenip, Onu doğru anlamaya, ona uymaya çalışırsak maddî ve manevî sahada en yüksek bir medeniyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır. Zaten, aklı başında olanlar, islâmiyeti, islâm medeniyetini reddetmez ve nefret etmez. Çünkü, islâmiyet, insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketlerin i'mâr edilmesini, insanların huzurunun sağlanmasını emir etmekte, Allahü teâlânın emirlerine uymayı ve mahlûklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeyi, kanunlara itaat etmeyi istemektedir. Her mahlûka karşı mes'ûliyyet taşımayı, kötü huyları terkedip, iyi huylu olmayı emretmektedir. Tenbelliği, boş vakit geçirmeyi reddeder. Ziraati, ticâreti ve san'atı, kat'î olarak emir eder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu önemi verir. slâmiyet, insanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini önemle istemektedir. Fertlerin, evlâdın, âilenin ve milletlerin haklarını ve vazîfelerini öğretmekte, herkese karşı bir hak ve mes'ûliyyet gözetilmesini emretmektedir. İşte, gerçek medeniyet, gerçek adâlet, gerçek huzur budur!
.
Din ve medeniyet 14 HAZİRAN 1995
Bugün Avrupa, Amerika ve Uzakdoğuda fen çok ilerledi, dev sanâyiler kuruldu. Uzay yolculuğuna başlandı. Fakat, hiçbirinde huzûr sağlanamadı. Patronların isrâfı ve sefâheti, işçilerin sefâleti giderilemedi. Komünistlerde devlet, milleti yıllarca sömürdü. Milyonlarca insan, boğaz tokluğuna, aç, çıplak çalıştı. Zâlim, kan dökücü bir azınlık, bunların sırtından geçindi. Saraylarda zevk ve safâ sürdüler, her kötülüğü yaptılar. Fakat, her türlü teknik gelişmeye rağmen, islâm dinine uymadıkları için rahata, huzûra kavuşamadılar. İslam ülkeleri de, medeniyette, fende geri kaldıkları için, islâm ülkelerinde de, Osmanlıdan sonra huzûr sağlanamadı. Medenî olmak için, dinimizin bildirdiği ibâdetler yapıldığı gibi, fende, teknikte çalışmak, başarmak lâzımdır. Çünkü Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, fende, san'atta ilerlemeyi emrediyor. Meselâ, hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ, fende ilerliyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Allahü teâlâ, kulunun san'at sâhibi olduğunu görmeyi elbette sever) buyuruluyor. Dünya tarihlerinin sözbirliği ile överek yazdığı, gözleri kamaştıran islâm medeniyetini, islâm dinine uyanlar meydana getirdi. Fakat, medenî olmak için, yalnız bunu başarmak yetişmez. Kazanılan ni'metlerin, adâletle paylaşılması, çalışanın emeğine, hakkına kavuşması lâzımdır. Bu adâlet de, ancak dine uymakla elde edilir. Bugün Avrupa, Amerika, çalışma prensipleri açısından islâmiyete uygun olarak çalıştıkları için işlerinde başarılı oluyorlar. Fakat, kazançlarını Kur'ân-ı kerîmdeki adâlet esâslarına göre paylaşmadıklarından rahata, huzûra kavuşamıyorlar. Sınıf mücâdelesinden kurtulamıyorlar. Kur'ân-ı kerîme uymıyanlar, aslâ mes'ûd olamaz. Uyanlar, müslüman olsa da, olmasa da, inansa da, inanmasa da, uydukları kadar, dünyada fâidesini görür. İnanarak uyanlar ise, hem dünyada, hem âhırette fâidesini görürler. Dünyada, rahat, huzûr içinde yaşarlar. Fen bilgileri, rahat için, huzûr için, medeniyet için lâzım olan vâsıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı âletlerin, rahat için, huzûr için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Asırlardır, islâm devletleri, insanlığa gerçek medeniyeti gösterdiler. Bugün kökünü kazımak için her türlü işkenceyi revâ gören Avrupa'yı, Ortaçağ karanlığından kurtaranlar müslümanlar oldu. Müslümanlarla yakın münâsebetlerinin olmadığı hâllerini, kendileri anlatıyorlar. Hissiyatına kapılmadan, gerçekleri dile getiren tarihçi John W. Draper bu gerçeği şöyle itiraf ediyor: "O zamanki Avrupa tamamiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Vahşî bir hayatları vardı. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek özelliğine bile mâlik değildiler. Âdî, basit kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yedikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, ba'zı otlar, hattâ ba'zan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlar gelince, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yimesini öğrettiler. İspanya'da evler, konaklar, saraylar inşâ ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yaptılar. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar."
İnsanlığa hizmet için... 15 HAZİRAN 1995
İnsanlara hizmet, onları dünyada ve âhirette rahata, huzûra kavuşturmak demektir. Bunun da, tek yolu, insanları yaratan, merhameti ve ihsânı sonsuz bol olan Allahü teâlânın gösterdiği, saâdet yolu, ya'nî islâmiyettir. İnsanlığa hizmet, ancak islâma hizmet ile olur. İslâma hizmet, insanlığa hizmettir. İnsanlığa düşman olanlar, islâmiyeti yok etmeye çalışmıştır. Saldırmalarının en tesîrlisi, müslümanları aldatmak, içerden yıkmaya çalışmak olmuştur. Onları bölmüşler, birbirine düşman etmişler, dinsizlerin pençesine düşmelerine sebep olmuşlardır. Tarih gösteriyor ki, dinlerine önem vermeyen milletler, Allahın gazâbına uğramış, zâlimlerin pençelerine düşmüştür. Ahlâksız, dinsiz ve zâlim bir azınlığın işkencesi altında, boğaz tokluğuna, insafsızca, hayvan gibi çalıştırılmışlardır. Allahü teâlâ, din yolunda çalışanlara ve din bilgilerini öğretenlere rahat, huzûr veriyor. Dünya bilgilerinde, fende çalışanlara da aradıklarını veriyor. Kâfir milletler, yalnız fen bilgileri üzerinde çalışıyorlar. Bunun için, fende ilerliyor, büyük endüstri kuruyorlar. Fakat, küfür pisliğinden, harâm ve kötü işlerinin zararlarından kurtulamıyorlar. Rahata, huzûra ve saâdete kavuşamıyorlar. Fende ilerledikleri hâlde, râhat yaşıyamıyorlar. Çünkü, küfürden ve harâm işlemekten, hep zarar, hep ziyân, hep fenâlık hâsıl olur. Sonu hep felâket olur. Îmândan, ibâdetlerden ve güzel ahlâktan ise, dâimâ iyilik, rahatlık hâsıl olur. Fende ilerlediklerini ileri sürerek, kâfirlerin küfürlerini, islâmiyete uymıyan işlerini övmek, câhillik ve şaşkınlıktır. Müslümanlar, onlar gibi, fen bilgilerinde de çalışmaya, onlar gibi büyük fabrikalar kurmaya özenmelidir. Çünkü, islâmiyet bunu emretmektedir. İslâmiyet, hem fen bilgilerinde çalışmayı, hem de güzel ahlâklı olmayı, herkese iyilik yapmayı emretmektedir. Müslümanlar, kâfirlerin, münâfıkların ahlâksızlıklarını faydalı zannetmemelidir. Bunları övmenin, müslümanların hayâlarını, îmânlarını çalmak için bir tuzak olduğunu bilmelidir. Bir işin, bir sözün faydalı veya zararlı olduğunu anlamak için, kâfirlerin yapıp yapmadıklarına değil, dînimizin emir veya yasak ettiğine bakmalıdır. Îmân edip ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalbi, rûhu temizlenir. Şehvet ve diğer kötülükler yaratanı hatırlamaya mâni' olurlar. İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübeler ile ve his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmayan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur. Her zaman huzur içinde olur. Üçüncüsü, iyilere ni'metler, kötülük yapanlara azap yapılacağına inanan insanlar arasında adâlet hâsıl olur. Kimse kimsenin hakkına tecavüz etmez. Herkes hakkına râzı olur. Zâten karışıklıkların, huzûrsuzlukların sebebi, kişilerin kendi haklarına râzı olmamalarıdır. Mocheim diyor ki, "Mîlâdın onuncu asrında, Avrupa'yı kaplamış olan müthiş kara günlerden daha kötüsü düşünülemez. Bu devrin en ileride bulunan milletlerde bile, ilim ve fen adına, mantıktan ileri birşeyleri yoktu. Mantık, bütün ilimlerin üstünüdür sanılıyordu. O zaman müslümanlar, İspanya'da ve İtalya'da mektepler kurdu. Avrupalı gençler, ilim öğrenmek için buralara toplandı. İslâm âlimlerinin okutma metodlarını öğrenerek, hıristiyan mektepleri açıldı. Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyet rûhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehâletten, hurâfelerden kurtaran müslümanlar, bu akla sığmaz muazzam işi, ancak islâm dîni sayesinde yapabildiler. Çünkü islâm dîni, hak dindir. Allahü teâlâ islamiyet için çalışana elbette yardım eder. Hac sûresinde meâlen, (Allah, dinine yardım edene elbette yardım eder) buyurulmaktadır.
.Bütün iyiliklerin kaynağı 19 HAZİRAN 1995
Bütün iyiliklerin kaynağı dindir. İlâhi dinler olmasaydı, memleketlerin imârı, insanların rahatı, yanî medeniyyet olmaz, insanlık, canavarlık şeklini alırdı. Bugün bile, Allahü teâlâyı inkâr eden, islâmiyyeti beğenmiyen, câhilliğin verdiği cesâret ve taşkınlıkla öğünen toplumların kanûnlarında, Allahü teâlânın emirlerinden çoğunun yer almış olduğu göze çarpıyor. Dinin emirlerinden uzaklaştıkça, bütün insanların, geçimsizlik, sefâlet, işkence, sıkıntı ile kıvrandıkları görülmektedir. Fen âletleri, teknoloji, medenî vâsıtalar, akıllara hayret verecek şekilde ilerlediği hâlde, dünyadaki huzursuzluğun, insanlıktaki sıkıntının azalmadığı, arttığı göze çarpmaktadır. Dinin dışında, rahat huzur arayanın hâli, susuzluğunu deniz suyu ile gidermeye çalışanın hâline benzer. Deniz suyu içtikçe, suzuzluğu artar. Susuzluğu arttıkça, yeniden su içer. Bu durum o kimsenin çatlaması ile son bulur. Bir toplumun, maneviyatsız, huzura kavuşması mümkün değildir. Bugün Batının refah seviyesi çok ilerdedir. İnsanların her türlü ihtiyaçları görülmektedir. En iyi evlerde oturmakta, en iyi şekilde gıdasını almakta, maddi yönden hiçbir sıkıntı çekmemektedirler. Fakat buna rağmen, istatistikler incelendiğinde, intihar olaylarının en yüksek olduğu yerlerin, bu refah seviyesi yüksek olan yerler olduğu açıkça görülmektedir. Afrika'da, açlıktan bir deri bir kemik kalmış, barınacak bir barakası bile olmayan, sokakta yatıp kalkan insanlarda ise intihar olayları yok denecek kadar azdır. İnsan sadece maddeden ibâret değildir. Bunun için insana huzuru, saâdeti verebilmek için maddiyatı ve maneviyatı paralel götürmek lâzımdır. Burada denge bozulursa sıkıntı başlar. Zaten bütün sıkıntıların kaynağı bu dengeyi sağlayamamaktır. Allahü teâlâ, insanların saâdetlerine sebep olan şeyleri emretti. Emrettiği şeylerin hepsi, insanın faydasına olan şeylerdir. Felâketlerine sebep olanları da yasak etti. Dinli olsun, dinsiz olsun, bir kimse bilerek veya bilmiyerek, bu emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Faydalı ilâcı kullanan herkesin dertten kurtulması gibidir. Dinsiz kimselerin ve milletlerin birçok işlerinde başarılı olduklarını görüyoruz. Kur'ân-ı kerîmin emirlerine uygun olarak çalıştıkları için başarılı oluyorlar. Fakat bu başarının faydası sadece dünyada oluyor. Âhırette ise bir faydası olmuyor. Meselâ, bir kimse, içki, zinâ gibi şeyleri dinimiz yasak ettiği için terk ederse, hem dünyada, hem de âhırette faydasını görür. Midesine dokunduğu için içkiyi terk eden sadece dünyada faydasını görür, âhırette faydasını görmez. Bunun için, âhırette faydasına kavuşabilmek için, Kur'ân-ı kerîme îmân ederek, niyyet ederek yapmak lâzımdır. Dinimiz, ne kadar çok olursa olsun çalışıp kazanmak, fen, tıp, matematik, geometri, mimarlık ve harp vasıtalarını öğrenmek, yapmak; kısaca insanlara rahat, huzur ve saâdet sağlıyan her medenî vasıtaları yapmayı emretmektedir. Bunların hepsini, Allahü teâlânın gösterdiği şekillerde, yollarda ve şartlarda yapmak ve kullanmak ibâdet olur. Allahü teâlâ, böyle müslümanlardan râzı olur. Bunlara âhirette sonsuz ni'metler, saâdetler ihsân eder. Dinimiz, mal, mülk gibi dünyalık edinmeyi yasaklamıyor. Dünya malına tapınmayı ya'ni maksadın, gâyenin mal, mülk edinmek olmasını yasaklıyor. Dünya malının, âhıreti kazanmada vasıta yapılmasını emrediyor. Paranın kalbe sokulmasını yasaklıyor, sadece cepte kalmasını istiyor. İslâm dîninde, ilim, fen, teknik, sanat ve ticâreti emreden, bunlar için çalışmayı teşvîk eden nice emirler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Çünkü medenî bir toplumun, bir milletin kurtuluşu ve saâdeti fakîrlik ile olamaz. Bilâkis, hayır ve iyilik müesseseleri, imârethâneler, mektepler, aşevleri, hastaneler yapmak, âcizlere, fakîrlere ve kimsesizlere yardım etmek ve insanlara hizmet için çeşmeler, köprüler yapmak, fabrikalar kurmak, hep mal ve servet ile olur. Mal ve servet ise, çalışmak ve ticâret ile kazanılır.
Sevgili kul olmanın alâmeti! 20 HAZİRAN 1995
Zaman çok kıymetlidir. Bir şeyin kıymeti , insana faydalı olma derecesi ile ölçülür. Bu açıdan bakıldığında, zamanın kıymeti çok daha iyi anlaşılır. Zîrâ, dünyadaki ömrümüzün rahat ve huzur içinde geçmesi ve öldükten sonra da sonsuz âhıret ni'metlerine kavuşmamız, zamanımızı en iyi şekilde değerlendirmemize bağlıdır. İnsanlara, dünya ve âhıret saâdetine kavuşmanın yollarını öğreten tasavvuf büyükleri, zaman üzerinde çok durmuşlardır. Zaten, tasavvufun gâyesi, vakti en iyi şekilde değerlendirmektir. Bunun için tasavvuf büyükleri, zamanın en iyi şekilde nasıl değerlendirilebileceğini çeşitli şekille formüle etmişlerdir. Talebelerini, zararlı meşguliyetlerden hep uzak tutmuşlardır. Hattâ, zararlı olmayan, fakat maksatsız, gâyesiz meşguliyetleri bile yasaklamışlardır. Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri tasavvufu, "ehemmi mühimme, ya'nî çok önemliyi az önemliye tercih etmektir. Vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir" şeklinde ta'rif etmiştir. Allahın, bir kulunu sevip sevmediğini anlamak için yaptığı işlere bakılmıştır. Çünkü, hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin alâmeti, onun mâlâya'nî ile boş, faydasız işlerle vakit geçirmesidir) buyuruldu. Zamanın önemini bildiren diğer ba'zı hadîs-i şerîfler de şöyle: (İki gün aynı hâlde bulunan, hergün ilerlemiyen, yeni bir şey öğrenmiyen aldandı, ziyân etti.) (Musibetlerin en büyüğü, vakti faydasız şeylerle geçirmektir.) İslâm büyüklerinin de zamanın önemi ile ilgili çok veciz sözleri vardır. İmâm-ı Rabbâni hazretleri buyurdu ki: "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır." Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: "İnsanların sahip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermaye zamandır." Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: "Sizin bugün parayı sarfederken gösterdiğiniz hassasiyeti, Eshâb-ı kirâm zamanlarını kullanırken gösterirlerdi." Bunlar gibi, bizlere yol göstermek için söylenmiş, daha nice kıymetli sözler vardır. Ancak bunların kıymeti bilinmediği için, İslâm Alemi bu gün, her türlü hakârete ve aşağılanmaya muhatap hâle gelmiştir. Zaman, hiçbir saniyesi bir daha geri gelmemek üzere, gelip giden fırsatlar zinciridir. Zaman hakkında, bu büyüklerin sözlerinden başka mesajlar da vardır. Eğer âlemin yaratılması ve biyolojik, fizyolojik, psikolojik bir bütün olan insanın hayatı incelenirse, bu çok iyi anlaşılır. İklimler, gece ve gündüzün gelişi, tabiat ve canlılar âlemi, bütünüyle bir zaman manzûmesidir. Bunlar hep "Tavında yapılmak, demiri tavında dövmek" mesajı vermektedir. Çocuk eğitimi ve karakter teşekkülü belli zamanlarda olmaktadır. Namaz, hac, oruç gibi ibâdetler kesin zaman şartları taşımaktadır. Namaz hergün mü'minin günlük hayatını proğramlamaktadır. Tarih, milletlerin zamanlarını nasıl geçirdiklerini anlatan bir belgedir. Zaman kullanma konusunda, çok araştırma yapılmıştır ve yapılmaktadır. Yabancı dilde yayınlanmış çok kaynak mevcuttur. Zamanı en kıymetli bir kaynak olarak işleyenler, konuya, "zaman yönetimi", "zaman boyutu", "zaman kullanma san'atı" vb isimler vermişlerdir. Zamanı yönetmek mümkün olmadığına göre, mümkünler arasında en iyisini seçebilmek ve "Zaman Değerlendirme San'atı" öğrenip, tâvizsiz uygulamak lâzımdır. Zamanı değerlendirme şuuru, hayatın tamamını içine almalı, herkes için olmalı, son nefese kadar sürmelidir.
.Kurtuluş yolunu göremiyenler 23 HAZİRAN 1995
İslâm dîni, Âdem aleyhisselâmdan beri gelmiş bütün dinlerin, en kâmil ve en tamam şeklidir. Görünen, görünmeyen bütün olgunlukları kendinde toplamış, bir tevhîd dînidir. İnsanlara faydalı şeyleri emreden, zararlı şeylerden koruyan bir dindir. Onda, insanlara zararlı olabilecek en küçük bir hüküm yoktur. Her hükmünde insanlar için maddî ve ma'nevî nice faydalar vardır. İlim ve teknik ilerledikçe, bunların faydaları ortaya çıkmaktadır. Gözleri cehâlet perdesi ile kapanmış olanlar, bu hakîkatleri idrâk edememekte ve sâdece görünüşe bakmaktadırlar. İsrâ sûresinin yetmişikinci âyetinde meâlen: (Bu dünyada, kalbi hakkı kabûl etmiyecek şekilde kör olan kimse, âhirette de kördür. Kurtuluş yolunu göremez) buyurulmuştur. İslâmiyete uyan kimseler, âhirette, ihlâslarına göre mükâfâta kavuşacaklardır. İslâm dininin her emrinde nice faydalar vardır, dedik. Meselâ, abdest ve tahâret, ya'nî temizlik, görünüşte bedenin sağlığına çok faydalı olduğu gibi, ma'nevî olarak da, kalbin tasfiyesinin ve huzûrunun bir işâretidir. Namaz, Allahü teâlânın huzûrunda durmaktır. Allahü teâlânın huzûrunda durunca, kalbin tasfiye edileceği açıktır. Kötülüklerden temizlenmemiş bir kalb ile, Allahü teâlânın huzûruna çıkılamaz. Nitekim, dünya işlerinde de böyledir. Abdest almanın, beden temizliği olduğu, hergün beş kerre bedendeki mikrop yuvalarını temizlediği meydandadır. Aklı ve ilmi olan herkes, bunu bilmektedir. Abdestin kalbe kuvvet verdiğini, rûhu temizlediğini papazlar bile biliyor: İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık hazretleri , nasîhat vermek için, bir râhibe geldi. Kapı geç açıldı. Ca'fer-i Sâdık hazretleri sordu: - Ey Rahip niçin kapıyı geç açtın, beni kapıda beklettin? Rahip şöyle cevap verdi: - Aralıktan seni görünce, heybetinden çok korktum. Hemen abdest aldım. Tevrâtta görmüştüm ki, bir kimseden veya birşeyden korkunca, abdest almalıdır. Abdest, insanı zarardan korur yazılı idi. İmâm-ı Ca'fer-i Sâdık hazretleri, nasîhat edince, hemen müslüman oldu. Kalbi, abdestin bereketi ile temizlendi. Dinimizde birçok kolaylıklar da vardır. Meselâ, kuzey memleketlerinde yaşayan kimseler, abdest almak istedikleri zaman, yalnız sabahleyin sıcak su ile abdest alarak çoraplarını ve mestlerini giyerler. Diğer dört vakitte, abdestlerini tutarak namazlarını kılabilecekleri gibi, abdestleri bozulduğu zaman, mestleri üzerine mesh ederek abdest alabilirler. Bu kolaylıktan, yalnız bunlar değil, bütün müslümanlar da istifade edebilir. Su zarar veriyorsa, toprak ile teyemmüm de edilebilir. Günde beş defa, su ile abdest alınacaktır diye şart yoktur. Bir kimsenin vücudunda hastalık olur da, abdest almak, ya'nî su ile yıkanmak sıhhatine zararlı olursa, teyemmüm edebilir. Çünkü asıl maksat sadece, el, yüz ve ayak yıkamak değil, kalbin tasfiyesi ya'nî Allahü teâlânın huzûruna durmak için bir hazırlık ve Allahü teâlâyı hâtırlamaktır. Zarûret hâllerinde, islâmiyet aslâ güçlük teklîf etmez, güçlüğü emretmez. Nitekim hadîs-i şerîfte, (Dinde güçlük yoktur) buyurulmuştur. Kur'ân-ı kerîmde Bekara sûresinin ikiyüzseksenaltıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, insana gücü yetmiyeceği şeyi teklîf etmez) buyurulmuştur. Ya'nî, Allahü teâlâ, bir nefse, gücü yetebileceği, yapabileceği şeyi emreder, yapamıyacağını emretmez. Nisâ sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, ibâdetlerinizin hafîf, kolay olmasını istiyor. İnsan za'îf, dayanıksız yaratıldı) buyurulmuştur.
Kötülüklerin zararı herkesedir 12 ARALIK 1995
Dinimizin emir ve yasaklarını ya'nî farzları, harâmları bildirmek farzdır. Fakat, farz-ı kifâyedir. Ya'nî bilenlerin bu vazîfeyi yerine getirmeleri ile diğerleri bu vazîfeyi yerine getirmeme günâhından kurtulur. Sünnetin yapılmasına, mekrûhların yapılmamasına çalışmak da sünnettir. Harâm işlemekte olan, el ile men edilmez. Söz ile men edilir. Ya'nî, kötülüğü, zararı anlatılır. Harâm işlemeye hazırlanan, el ile men edilir. Söz ile, el ile mâni olurken, fitne, zarar çıkarmamak lâzımdır. Bunun fâideli olacağını önceden bilmek lâzımdır. Zann-ı gâlib, ya'nî çok zan etmek de, bilmek demektir. Hubb-ı fillâh, buğd-ı fillâh olmayınca, ya'nî Allah için sevip, Allah için düşmanlık yapılmadıkça, yapılan ibâdetlerin fâidesi olmaz. Emr-i ma'rûf özürsüz terk edilirse, duâlar kabûl olmaz. Hayır ve bereket kalmaz. Yapılan işlerde zafer nasîb olmaz. Gizli işlenen günâh, bunu işleyene zarar verir. Açıkça işlenirse, herkese zararı dokunur. Bir kimsenin kötülemesi ile, bir insanı kötü bilmemelidir. Bir kimsenin kötülemesi gıybet olur. Bunu dinlemek de harâm olur. Bir insanın günâhkâr olduğu, iki âdil şâhidin, gördüklerini bildirmeleri ile veya kendi tecrübesi ile anlaşılır. Günâh işliyeni görüp de, gücü, kudreti olduğu hâlde, mâni olmamak, "Müdâhene" olur. Müdâhene edenlerin, kabirden maymun ve domuz şeklinde kalkacakları, hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Zâlim kimselere söz ile emr-i ma'rûf yapmak, cihâdın en kıymetlisidir. Nasîhat vermeğe gücü yetmezse, kalbi ile red etmek de cihâd olur. İslâmiyet yayılmaz, dinin emir ve yasakları bildirilmezse, Allahü teâlâ verdiği ni'metleri geri alır, birçok belâlara, musîbetlere mâruz bırakır. Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok ni'met, iyilik vermiştir. Sa'âdet-i ebediyye yolunu göstermiş ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Ni'metlerimin kıymetini bilir, emir ettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim) buyurmuştur. Bir asırdan beri islâmiyetin garîb olması, dünyanın her yerindeki müslümanların sıkıntı içinde, perişan hâlde olmaları ve dünyanın küfür ve zulüm karanlığı ile kaplanması, hep islâm ni'metlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara arka çevirmenin, islâmiyeti yaymayı ve müslüman gibi yaşamayı bırakmanın netîcesidir. Devlet adamları güç kullanarak, âlimler söz ile, diğer müslümanlar kalb ile ya'nî günâh işliyen birini gördüklerinde, kalben ona karşı kırılmaları, üzülmeleri ile emr-i ma'rûf yapar. Emr-i ma'rûfu Allah rızâsı için yapmak ve söylediğinin kitaptan vesîkasını bilmek ve fitneye sebep olmamak lâzımdır. Sözünün fâidesi olmıyacağını ve fitne çıkmasına sebep olacağını bilen kimsenin emr-i ma'rûf yapması şart olmaz. Hattâ, ba'zan harâm olur. Böyle zamanda, fitneye sebep olmamak için, evinden çıkmamalıdır. Fitne, fesâd çıkarırsa, o şehirden, beldeden taşınmak, uygun kimselerin bulunduğu yere gitmek lâzım olur. Bu mümkün olmazsa, bir kenara çekilmeli, kimseye karışmamalıdır. Sözünün fâidesi olmıyacağını ve fitne çıkmıyacağını bilirse, emr-i ma'rûf yapmak vâcib olmaz, müstehab olur. Sözünün fâideli olacağını, fakat fitneye sebep olacağını da bilirse, yine vâcib olmaz. Fitne büyük ve tehlikeli ise, emr-i ma'rûf yapması harâm olur. Emr-i ma'rûfu yumuşak yapmak lâzımdır. Sertlik, fitneye sebep olur. Müslümana ve gayrı müslim vatandaşa, turiste de zulüm, işkence yapmamalıdır.
Dinde gevşeklik 13 ARALIK 1995
Kudreti olduğu, gücü yetiği hâlde, harâm işliyene, meselâ çocuğunun, maiyetinde çalışanın harâm işlemesine mâni olmamak, göz yummak dinde gevşekliği gösterir. Fitne olmadığı, ya'nî dînine veya dünyasına veya başkalarına zarar olmadığı zaman, harâm ve mekrûh işliyene mâni olmak lâzımdır. Mâni olmamak, susmak harâm olur. İmkânı olduğu hâlde engel olmamak, harâm işlemeye râzı olmayı gösterir. Susmak çok yerde iyidir. Fakat, hakkı, hayrı söyliyecek yerde susulmaz. Peygamber efendimize, - Yâ Resûlallah! Geçmiş ümmetlerden bir kısmına zelzele ile azâb yapıldı. Toprak altında kaldılar. Bunların arasında sâlihler, iyi kimseler de vardı, dediklerinde, - Evet, sâlihler de birlikte helâk oldular. Çünkü, Allaha isyân olunurken susmuşlardı. Onlardan ayrılmamışlardı, buyurdu. (Bir kimse, Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmi, lâzım olduğu zaman söylemezse, kıyâmet günü boynuna ateşten tasma takılacaktır) hadîs-i şerîfi ve (Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allahın ve la'net edenlerin la'netleri, bunların üzerine olsun!) meâlindeki otuzaltıncı âyet-i kerîmesi, dinde gevşekliğin "Müdâhene" harâm olduğunu göstermektedir. Mâide sûresinde ellidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allah yolunda cihâd ederler, kötülenmekten korkmazlar) buyuruldu. Din gayreti olanların malları ile, canları ile ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızâsı için cihâd etmeleri lâzım olduğu, bu âyet-i kerîmede bildirilmektedir. Hadîs-i şerîfte, (Çok acı olsa da, hakkı söyleyiniz) buyuruldu. Allahın sevgili bir kulu, hükümdar Mervân'ın yanında çalgı çalanları görünce, çalgı âletlerini kırdı. Mervân, bunun, arslanların arasına bırakılmasını emir etti. Arslanların yanında, hemen namaza durdu. Arslanlar, bir zarar vermeyip bunu, yalamağa başladılar. Sabah olunca, bunu arslanların yanından alıp hükümdara getirdiler. "Arslanlardan korkmadın mı" dedi. "Hayır, onlardan korku, hâtırıma gelmedi" diye cevap verdi. Hükümdar, "Bütün geceyi düşünceli geçirmişsin. Ne düşündün" diye sordu. O da, "Arslanlar beni yalayınca, tükürükleri necis midir? Allahü teâlâ, namazımı kabûl etti mi, etmedi mi diye düşündüm" dedi. Kendisine veya başkalarına zarar gelmek korkusundan dolayı iyiliği emir etmek ve harâmı men etmek mümkün olmazsa, böyle fitneye mâni olmak için susmağa, "Müdârâ" etmek denir. Kalbi, harâmı men etmek istediği hâlde, müdârâ yapmak câizdir. Hattâ, sadaka sevâbı hâsıl olur. Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır. Evinde, hanımına müdârâ etmiyen kimsenin rahatı, huzûru kalmaz. Resûlullaha bir misâfir geldi, (İçeri alınız! O, kötü bir insandır) buyurdu. İçeri girince, onunla tatlı ve neş'eli konuştu. Gidince, yumuşak konuşmasının sebebi soruldukta, (Kıyâmette, en kötü yerde bulunacak kimse, dünyada zararından korunmak için ikrâm olunandır) buyurdu. Hadîs-i şerîfte, (Sıkılmadan açıkça harâm işliyen kimseyi gîybet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şeklini almamalıdır) buyuruldu. Müdârâ, dîni veya dünyayı zarardan kurtarmak için, dünyalık vermektir. Müdâhene, dünya ele geçirmek için, dinden vermektir.
Medenî insan 20 AĞUSTOS 1995
Medenî bir insan, her şeyden önce güzel ahlâklı, dürüst ve çalışkandır. Önce iyi bir din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar takip eder. Dîninin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbâdetlerini aslâ terk etmez. Çocuklarının îmânlı, ahlâklı yetişmelerine çok önem verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakikasına yapar. Sözünde sâdık olur. Din ve dünya vazîfelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi yarına bırakmak şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Ecdâdımızda bütün bu özelikler vardı. Ecdâdımızın bu meziyetlerine sahip olursak, biz de maddî ve ma'nevî yükselir, her işimizde başarılı olur, Rabbimizin rızâsını kazanırız. Medenî insan, güzel ahlâk sâhibi ve zamanının fen bilgilerinde yükselmiş olan kimsedir. Fende ilerlemiş, ağır sanâyi kurmuş, fakat ahlâkı bozuk olan kimseye, medenî denilemez. Buna, zâlim, eşkıyâ ve diktatör denir. Fen ve sanatta geri ve ahlâkı bozuk olanlara, Vahşî denir. "Medeniyet", ta'mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Ya'nî, şehirler yapmak ve insanlara hizmettir. Bu da, fen ve sanat ve güzel ahlâk ile olur. Kısacası, fen ve sanatın güzel ahlâk ile birlikte olmasına "Medeniyet" denir. Medenî insan, fen ve sanatı, insanların hizmetinde kullanır. Zâlimler ise, insanlara işkence yapmakta kullanır. İnsan, medenî olarak yaratılmıştır. Ya'nî, öyle yaratılmıştır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Hayvanlar, medenî yaratılmadı. Şehirde birlikte yaşamaya mecbûr değildirler. İnsan nazik, zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ, elbise ve binânın, hazırlanması lâzımdır. Ya'nî, sanatlara ihtiyaç vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek ve tecrübe yapmak, çalışmak lâzımdır. Herkese iyilikte, ihsânda bulunmalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Herkes, kendisine ihsân edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilletinde, yaratılışında mevcûttur) buyuruldu. Nefsine düşkün olan, nefsinin arzûlarına kavuşmak için, yardım edenleri sever. Akıl ve ilim sâhibi ise, medenî insan olmasına yardım edenleri sever. Kısacası, iyiler iyileri sever. Kötü kimseler, kötüleri severler. Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl adam olduğu anlaşılır. Dosta, düşmana, müslümana ve kâfire, bid'at sâhiblerinden başka, herkese, tatlı dil ve güler yüz göstermelidir. İnsanlara yapılacak en faydalı ihsân, en kıymetli hediye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapan kâfirleri görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mâni olmalıdır. Kimse ile münâkaşa etmemelidir. Münâkaşa, dostluğu azaltır, düşmanlığı arttırır. Kimseye kızmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Gadab etme!), kızma buyuruldu. Medeniyet demek, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, uçak, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmağa benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harb vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir. Peygamberlerin bildirdikleri dinler, hep rahmettir, iyiliktir. Yoksa, bu emirler ve teklîfler, dinsizlerin, din cahillerinin sandıkları ve söyledikleri gibi, külfet, eziyet ve işkence değildir ve akla aykırı değildir. İnsana, birşey emretmeyip herkesi, kendi başına bırakıp, istedikleri gibi yiyip içmelerini, gezip eğlenmelerini, yatıp kalkmalarını sağlamak, onlara merhamet ve iyilik olmaz. Buna iyilik değil, en büyük kötülük yapılmış olur
.Dinimizi nereden öğreneceğiz? 13 EKİM 1995
Ba'zı kıymetli okuyucularımız, (Gazetede sık sık, "Tefsîrden, meâlden, hadîs kitaplarından din öğrenmeye kalkışmayın. Bu mümkün değildir. "Kaş yapalım derken göz çıkarmaya benzer" diyorsunuz. Peki, biz dinimizi nereden, nasıl öğreneceğiz) diyorlar. Fıkıh, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvuf ilminde çok derin bir âlim olan, yüzden fazla kıymetli kitap yazmış bulunan Abdülganî Nablüsî hazretleri, bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: Fıkıh bilgilerini derin âlimler, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunun için din bilgileri ancak fıkıh kitaplarından öğrenilir. Müctehid olmıyanların tefsîrden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilen "Yetmiş iki sapık fırka" âlimleri, Kur'ân-ı kerîmden yanlış ma'nâ çıkardıkları için sapıttılar. Âlimler sapıtınca, âlim olmıyanların tefsîr okuması felâket olur. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî ma'nâsını öğrenmek istiyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okuması lâzımdır. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, (Kitap), (Sünnet), (İcmâ') ve (Kıyâs)tan çıkarılır. Dînin hükümlerini bilen müctehid âlimlere (Fakîh) denir. Bir kimse Kur'ân-ı kerîmi, ihtiyaç miktarı ezberledikten sonra, fıkıhla meşgûl olmalıdır! Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifâye, fıkhın kendine lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayndır. Dinimiz fıkıh ilmine çok önem vermiştir. Nitekim, hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (İbâdetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.) Îmân, i'tikâd bilgilerini anlatan geniş ve derin ilme ise, (İlm-i kelâm) denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitapları pek çoktur. Bu kitaplara, (Akâid kitabı) da denir. Amel edilecek, ya'nî kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, (Ahkâm-ı şer'ıyye) denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı şer'ıyyeyi bildiren ilme (İlm-i fıkıh) denir. Dört mezhebin kelâm kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm, ahlâk ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara (İlm-i hâl) kitapları denir. Her müslümanın, evinde mutlaka mu'teber ilmihâl kitabı bulundurması, dinini ilmihâl kitabından öğrenmesi lâzımdır. İlmihâl kitabını alırken de rastgele almayıp, dînini bilen, seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır. Allahü teâlâ, kendisine tâbi' olunması için, Resûlüne ve âlimlere tâbi' olunmasını istiyor. Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki: (Âlimlere tâbi' olun!) (Âlimler rehberdir.) Bu vesîkalardan anlaşıldığı gibi, din ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı ilmihâl kitaplarından öğrenilir. Okuyuculuramıza, binlerce İslâm âlimlerinin kitaplarından derlenen, bilinmesi zarûrî kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini ihtiva eden, (Seâdet-i Ebediyye) isimli ilmihâl kitabını tavsiye ediyoruz. [Bu kitap, gazetemizin bütün bürolarından temin edilebilir.]
.Müslümanların Tıb İlmine Hizmeti 7 MAYIS 1994 Birinci Napolyon 1798'de Akkâ kal'asını muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zamân kalema alınan bir Fransız eserinde şöyle yazmaktadır: (Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Önce duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrâr ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrâr duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veyâ hediyye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar.) Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar Batılılar hastalıklara karşı tamâmen çâresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak Kur'ân-ı kerîmde emrolunduğu gibi gayret ederek bugünkü tıb ilmini öğrendiler. Bir çok tarafsız ilim adamı da bu gerçeği dile getirmektedir. Mesela, John W. Draper gibi dürüst bir târîhçi, 1882 (The Intellectual Development of Europe) adındaki eserinde, islâmın asrî medeniyyetin teşekkülünde oynadığı son derece büyük ve mühim te'sîri anlatmakta, (Hıristiyan târîhçiler islâmiyyete olan kinlerinden dolayı, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakta, Avrupa'nın müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu, bir türlü i'tirâf edememektedirler) demektedir. John W. Draper başka bir eserinde de ,Müslümanların İspanya'yı nasıl buldukları hakkında şöyle yazmaktadır: O zamânki Avrupalılar temâmiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Onlara hâlâ vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hâssasına bile mâlik değildiler. ^Adî kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yedikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, ba'zı otlar, hattâ ba'zan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş def'a yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanya'da evler, konaklar, sarâylar inşâ ettiler. Mektepler, hastahâneler kurdular. Üniversiteler te'sîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyâya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yetiştirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmağa başladılar. Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyyet rûhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehâletten, hurâfelerden kurtaran müslümanlar, bu akla sığmaz mu'azzam işi ancak hak dinleri sâyesinde yapabildiler. Çünkü islâm dîni, en doğru dindir. Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu. Allahü teâlânın emri ile Muhammed aleyhisselâmın teblîğ ve neşr eylediği islâm dîni ve Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîm, dünyâ târîhini değiştirmiş ve onu karanlıktan kurtarmıştır. Eğer islâm dîni olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyyet derecesine, ilim ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslümanların gözünde ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Resûlullah efendimizin, sağlıkla ilgili bir çok tavsiyeleri vardır. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, her hastalığın ilâcını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çâre yoktur.) (Hastalıkların başı, çok yemektir. İlâçların başı, perhîzdir.) (Hastalarınızı, sadaka vererek tedâvî ediniz!)
."Herşeyi Öğreniniz!" 14 MAYIS 1994
Bugün, aklı başında olan herkes, maddî ilim ile fennin evvela müslümânlar tarafından kurulduğunu kabûl etmektedir. Batılı ilim adamları da, bunu tasdîk etmektedirler. İslâm ülkelerine sızarak ve müslümân görünerek, sözlerini dinletmek imkânını bulan ba'zı islâm düşmanları, fennin yeni buluş ve imkânlarını, yaptıkları yeni silâhları anlatıp (Bunlar gâvur îcâdıdır, bunları kullananlar kâfir olur) diyerek, câhilleri aldattılar. Allahü teâlânın (Her şeyi öğreniniz!) emrini unutturdular. Bu hâl, müslümânların ilimde ve fende geri kalma sebeplerinden biri oldu. Batı, yeni âlet ve silâhlarla üstünlük kazandı. İslâm düşmanları, bir taraftan müslümânları, böyle aldattılar. Diğer taraftan da, (Müslümânlar fenni beğenmiyor, maddî ilimleri istemiyorlar, müslümânlık geriliciktir, yobazlıktır) diyerek, gençleri islâmiyyetten ayırmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalıştılar. Hastalıkların mikroplardan geldiğini bulanlar, İslâm âlimleridir. Bundan 900 sene evvel (Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki bunları görecek bir âletimiz yoktur) demişlerdir. Büyük islâm hekimlerinden dokuzuncu yüzyılda yaşamış olan Ebû bekr-i Râzî, ilk defa olarak o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu bulmuştur. Bu islâm hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitâbı olarak bütün dünyâ üniversitelerinde okutulmaktaydı. Batıda akıl hastaları (Şeytân tarafından tutulmuş kimseler) olarak canlı canlı yakılırken, doğuda müslümân memleketlerinde bunların tedâvisi için özel hastahâneler kurulmuştu. Ne yazık ki, müslümân ülkelerdeki bu büyük gelişme 17. asırda birdenbire hızını kaybetmiştir. Bu felâkete, (Hıristiyanların yaptığı herşey müslümânlara harâmdır. Bunları kabûl eden veya onlar gibi yapan müslümânlar, kâfir olur) diyerek, müslümânların, yeni keşifleri ta'kîb etmesine mâni' olan mason ve yahûdî siyâseti, ve bunlara aldanan din câhili yobazlar sebep oldu. Müslümânların son zamanlarda, ilim sâhasında en büyük rahberi, Osmânlılar idi. Bütün hıristiyan âlemi bu islâm devletinin, dünyâdaki ilerlemelere ve keşiflere kayıtsız kalması için siyasî ve askerî hücûmlara geçtiler. Bir taraftan, haçlı saldırıları, bir taraftan da, bunların müslümânlar arasındaki temsilcileri yıkıcı ve bölücü çabaları, Osmânlıların fen ve teknikte rehberlik yapmalarına mâni' oldular. Türkler, dışardan ve içerden yapılan saldırılardan dolayı, çok zarara uğradılar. Te'sîrleri fazla olan yeni silâhlar yapamadılar. Memleketlerinin büyük kaynaklarından lâyiki ile fâidelenemediler. Kendi vatanlarında sanâyi ve ticâreti yabancılara kaptırdılar. Fakîr düştüler. Dünyâda, hergün, her sâhada birçok yenilikler yapılmaktadır. Bunları müslümânların, devâmlı tâ'kîb etmesi, öğrenmesi ve öğretmesi şarttır. Yalnız sanâyi ve teknik sâhasında değil, din ve ahlâk üzerinde de ecdâdımız gibi olmamız, gençlerimizi îmânlı, güzel ahlâklı yetiştirmemiz lâzımdır. Resûlullah efendimiz, "Hiç ölmiyecek gibi dünya için, yarın ölecek gibi âhıret için çalışın" buyurmuştur. Dînimiz, din bilgileri ile fen bilgilerini değişiklik yapma hususunda, birbirinden ayırmıştır. Din bilgilerinde, islâm ahlâkında ve ibâdetlerde en ufak bir değişiklik yapmayı şiddetle men etmiştir. Dünyâ işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Osmânlı devletini ele geçiren sözde aydınlar, dînimizin bu emrinin tâm tersini yaptılar. Batılı devletlerin ajanı olan devlet adamlarına aldanarak, din bilgilerini değiştirmeğe, dînin esâslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa'nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. İnsanlar, islâmiyyetten uzaklaştıkça, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" yolundan ayrıldıkça, ahlâk bozulduğu gibi, her vâsıtayı yapmakta ve her asrın îcâb ettirdiği yeni bilgilerde de üstünlük kalmaz. Ecdâdımızın askerlikteki, fen ve san'attaki başarılarını devâm ettirememelerinin sebebi budur. Bu hale gelmemizde, din düşmanlarının büyük etkisi olmuştur. Bu maskeli dinsizler, bir taraftan ilimde, fende geri kalmamıza çalışıyor, diğer taraftan da, "İslâmiyyet geriliğe sebep oluyor. Garp sanâyiine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, şark dîninden, çöl kânûnlarından kurtulmamız lâzımdır", diyorlardı. Bu sûretle maddî ve ma'nevî kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışardaki düşmanların, asırlarca yapmak istedikleri, fakat yapamadıkları kötülüğü yaptılar.
Müslümânların Fen İlmine Hizmeti 15 MAYIS 1994
İnsâflı bir Avrupalının müslümân memleketlerindeki fennî çalışmalar hakkında neşrettiği bir makâlede, müslümânların ilme hizmeti açık şekilde bildirilmektedir. Bu makâleyi yazan Jean Ferrera isminde bir Fransız olup, (Science et Vie) dergisinin 724. sayısında yayınlanmıştır. Bu uzun makâleden size özetle bahsedelim. "Müslümânlar, Atlantik okyanusundan Amur nehrine kadar genişleyen çok büyük bir İslâm İmparatorluğu kurdular. Müslümânlar son derecede kuvvetli, sabırlı, cesûr olmakla berâber, harpleri kazanınca, büyük merhamet gösteriyorlardı. Geçtikleri her yerde, bir çoğumuzun hâlâ bilmediği büyüklükte bir medeniyyet kurdular. Bağdâd'dan Kurtuba'ya kadar, geniş bir sâhada kurulmuş olan islâm üniversiteleri ile o zamân çok bilgisiz olan Avrupalılara insanlık öğrettiler. Sekizinci asırda ilk defa olarak (Aix-la-Chapellede Charlemagne) sarâyını, Halîfe Hârûnürreşîd nâmına ziyârete gelmiş olanlar, sarâydaki insanların bilgisizliğine ve çoğunun okuma-yazma bilmediğine hayrette kalmışlardı. Meşhur Versay sarâyında bırakın yıkanılacak, banyo yapılacak bir yeri, helâ bile yoktu... İhtiyâçlarını lâzımlığa yapıyorlar, sabehleyin bunu Sen nehrine döküp yanlarında getirdikleri diğer bir kap ile de içme sularını doldurup geri dönüyorlardı. Müslümânlar, dokuzuncu asırda Avrupalılara ilk olarak rakamları ve sıfırı öğrettiler. Bunun gibi, trigonometriyi de Avrupalılara öğreten yine müslümânlar oldu. Önce, sinüs ve cosinüs, sonraları ise, bütün trigonometriyi Avrupalılar, müslümân üniversitelerinde öğrendiler. Dokuzuncu asırdan onikinci asra kadar, dünyâda ne kadar ilmî veyâ teknik bir gelişme varsa, ancak müslümân üniversitelerinde öğreniliyordu. Tıb hakkında eski Yunanlılar tarafından yazılan eserler, Orta çağda câhil hıristiyanlar tarafından yakılmış olduğundan, bunların asılları bugün elimizde bulunmuyor. Bunlardan şurada burada kalarak, bu barbarca imhâdan kurtulmuş olan parçacıklar, Bağdâdlı Hüseyin İbni Johag tarafından Arabîye tercüme edilmiştir. Müslümân astronomlar, dünyânın küre şeklinde olduğunu isbât ederek, Avrupalıların, "Dünya tepsi gibidir, denizlerde çok gidilirse aşağı düşülür" inancını yıktılar. Doğru bir şekilde dünyanın çevresini ölçmeyi başardılar. İslâm ilimleri iki kısımdır. Birincisi (Din bilgileri), ikincisi (Fen bilgileri)dir. İslâm âlimi olmak için, her ikisini de öğrenmek lâzımdır. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her müslümâna lâzımdır. Yâni (Farz-ı ayn)dır. Fen bilgilerinden lâzım olanları yalnız bu işle meşgûl olanların öğrenmeleri ve yapmaları lâzımdır. Yâni bu ilimler (Farz-ı kifâye)dirler. Fen bilgilerini öğrenen müslümânlar, diğer din kardeşlerini bu farzdan kurtarıyor. Kimse öğrenmeseydi, ilim öğrenmek herkese farz olarak kalacaktı... İşte bu iki farzı yerine getiren milletler, muhakkak ilerler, medenî olurlar. Kur'ân-ı kerîmde, Şûrâ sûresinin yirminci âyetinde, Allahü teâlâ meâlen: (Bir kimse, dünya ni'metlerine kavuşmak isterse, ona istediğini veririm. Âhıret ni'metlerini isteyene de, istediğini veririm) buyurmuştur. İstemek, lâf ile olmaz. Sebebe yapışmak, yâni çalışmak lâzımdır. Allahü teâlâ, dünyâ ni'metlerine ve âhıret ni'metlerine kavuşmak için, çalışanlara, dilediklerini vereceğini va'dediyor: "Müslümân olsun, olmasın, beğendiğim gibi çalışan herkese veririm" buyuruyor. Şimdi yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Batının teknik yönden ilerlemesinin asıl sebebini, onların hıristiyan olmalarına bağlıyanlar çıkmıştır. Halbuki, Afrika'da çok geri kalmış, sefalet içinde yaşıyan, birçok hıristiyan devlet vardır. Eğer her hıristiyan olan ilerlemiş olsaydı, o devletlerin de ileri tekniğe sahip olmaları gerekirdi... Aksine, yine, hiçbir semavi kitaba inanmamış, Japonya, Kore gibi Uzakdoğu ülkeleri de teknikte çok ileri seviyeye yükselmişlerdir. O zaman ortaya şu netice çıkıyor: Hıristiyanlık fennin ilerlemesinde bir etken değildir. Kim olursa olsun, cenâb-ı Hak, çalışana dünyalık ni'metler vermektedir demiştik, değil mi? Dikkatlice incelendiğinde görülür ki, Avrupalı bugün, Kur'ân-ı kerîmde emredildiği gibi çalışıyor, hiç boş durmuyor, iki gününü eşit bırakmıyor. Bir yenilik bulunca, kimde olursa olsun alıp, inceliyor... Onun için de dünya sıkıntısı çekmiyorlar
.İslâmiyetten Uzaklaştıkça 25 MAYIS 1994
ağustos 2001 Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok ni'met, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, Resûller ve Nebîler "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" göndererek, sa'âdet-i ebediyye yolunu göstermiştir ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Ni'metlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim.) buyurmuştur. Bir asırdan beri müslümanların garîb olması ve son zamânlarda dünyânın zulüm karanlığı ile kaplanması, hep İslâm ni'metlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara arka çevirmenin netîcesidir. Eğer Batı ülkeleri, teknikte başarılı oluyorlarsa, bunun sebebi, İslâmın çalışma prensiplerine göre hareket etmeleridir. Bunlar, bir de İslâmiyete inansalardı, âhiretleri de kurtulmuş olacaktı. İslâmiyete inanmadıkları için, âhırette sonsuz azaba düçâr olacaklar.. Aksine bugün müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmde emredildiği gibi çalışmıyor, hep geride kalıyor... Sonra dönüp, bunun sebebini müslüman olmakta arıyorlar. Bir mal alacağımız zaman, yerli mi Avrupa mı diye soruyoruz. Niye? Çünkü biliyoruz ki, Avrupalı hile yapmamış, kaliteli mal kullanmış, kandırmamıştır. İslamiyet de bunu emretmiyor muydu? Evet... Biz ne yapıyoruz, kaliteden, hep tâviz veriyoruz. Kısa yoldan köşeyi dönmeyi plânlıyoruz. O zaman malımız beğenilmiyor, alıcı bulmuyor... Böylece rağbet olmayınca o müessese geriliyor, yok olmakla karşı karşıya kalıyor... Ortaçağda da Müslümânlar, böyle çalıştıkları için, yâni dinin emrettiği şekilde çalıştıkları için medeniyyet rehberi olmuşlardı. Abbâsîlerin ve Osmânlıların son zamânlarında, iç ve dış düşmanların te'sîrleri ile, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten, fen ve san'at üzerinde çalışmaktan mahrûm edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü. Din bilgisi genelde, îmân, ibâdet ve ahlâktan ibârettir. Bu üçünden biri noksan olursa, din bilgisi, tamam olmaz. Noksan olan şeyin fâidesi olmaz. Eski Romalılarda, Yunanlılarda ve Avrupa'daki, Asya'daki devletlerde, fen bilgisi vardı. Fakat din bilgisi noksan idi. Bunun için, fen ve teknikte nâil oldukları ni'metleri kötü yerlerde kullandılar. Bir kısım san'at eserlerini zevklerde kullandılar. Bir kısmı da, teknik vâsıtalarını, insanlara zulüm, işkence yapmakta kullandı. Medenî olmaları şöyle dursun, parçalandılar, yıkıldılar, yok oldular. Çünkü zulüm payidâr olmazdı... Şimdi de müslümân olmıyan memleketlerde, yukarıda bahsettiğimiz gibi, fen bilgileri ileri ve teknik başarıları, ağır sanâyileri göz kamaştıracak derecede ise de, din bilgilerinin üç kısmından da mahrûmdurlar. Medenîlerin değil, vahşîlerin bile yapamıyacakları kötülükleri yapıyorlar. İslâm ilimlerine sâhip olmıyan böyle devletler, yok olmağa mahkûmdurlar. Târih tekerrürden ibârettir. Türkiye, bugün ecdâdı gibi çalışmakta, diğer müslümân milletlerin fen bakımından rehberi vaziyetindedir. Fakat ba'zı gençler, fen, i'mâr ve tıb üzerinde çalışmak, bütün yeni keşifleri incelemek yerine, politika oyunlarına âlet olur, gruplara ayrılır, sapık kuruluşlara katılır, birbirini boğazlamağa kalkarsa, yazık olur onlar için verilen emeklere ve yazık olur onlar için taşıdığımız ümitlere! Yazık olur zavâllı vatanımıza! Yahûdî ve hıristiyanlar, kitâblarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın -hâşâinsan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlardı... Fakat tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdi. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, yahûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmıştır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanına William Draper (İlm ile dînin çatışması) adlı kitâbında, (Kâinâttan ayrı, kâinâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yoktur) diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekte olduğunu göstermektedir. Kitabının bir yerinde de, (Kâinâtta herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papazların inandığı ilâh değildir) diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü olacağını zannettiğini göstermektedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhut zamânlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir.
Dünya ve Âhıret Rahatı İçin 26 MAYIS 1994
İslamiyet, müslümanı, memleketine, memleket büyüklerine bağlar. Ona, en doğru yolu gösterir. Burada maksadımız, hakîkî dindir. İslâm bilgilerini öğrenmektir. Yoksa din ismi altında gençleri yanlış yola sürükleyen, münâfıkların ileri sürdüğü yanlış, sapık fikir ve inançları değil! İslâm dîni, yapıcıdır. Hiçbir zamân yıkıcı ve bölücü olmamıştır. İslâm dîni her husûsta kusûrsuz ve bugün içerisine girmekte olduğumuz yirmibirinci asrın şartlarına tamâmen uygun bir dindir. İlmi, fenni ve adâleti emreder, miskinliği meneder ve Avrupa'nın ancak ondokuzuncu asırdan i'tibâren te'sîs etmeğe başladığı sosyal nizâmın kurucusu ve koruyucusudur. Eğer gençler, islam dinini iyi öğrenip, dinin emrettiği şekilde fen bilgilerine sarılırsa, ne olur bilmiyor musunuz? Şuna samimiyetle inanabilirsiniz ki dünyaya, tekrar adâlet, huzur gelir. Kimse kimseye zulmedemez. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşanıldığı gibi, âhırette de ebedî, sonsuz saâdete kavuşulur. Mesela, Halife Ömer bin Abdülaziz zamanında, refah o kadar yükselmişti ki, müslümanlar zekâtını verebilmek için, günlerce yol yürümek, zekât verecek kimse aramak zorunda kalıyorlardı. Çünkü herkes zengindi. Fakir kimse bulmak çok zordu. Zamanımıza bakalım. Bugün Amerika'da, insanlar arasında o kadar büyük uçurum var ki, bir tarafta adam dolar milyarderi, diğer tarafta, adam karnını doyuracak ekmek bulamıyor. Bir dolar için Newyork'un göbeğinde gece adam öldürüyor. Dengeler tamamen altüst olmuş. Şimdi Amerika bu sosyal dengeyi nasıl sağlıyabileceğini kara kara düşünmektedir. İşte bunlar hep dinin emirlerine uymamanın neticesidir. Kur'ân-ı kerîmde, dinli olun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, Kur'ân-ı kerîmdeki ahkâma, yâni emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada râhat ve huzûr içinde yaşayacağı bildirilmektedir. Şöyle bir misal verelim size: Bu, fâideli bir ilâcı kullanan herkesin, dertten, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, aspirin kullanan bir kimse, hıristiyan olursa baş ağrısını kesmez, müslüman olursa baş ağrısını keser diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Evet şifayı veren Allahü teâlâdır ama, dinli olsun dinsiz olsun, aspirini kim kullanırsa, faydasını görür... Bunun gibi, dinli olsun dinsiz olsun, çok kimsenin ve müslümân olmıyan, hattâ İslâm düşmanı olan ba'zı milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, râhat, huzûr içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur'ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalıştıkları içindir. Aksine, müslümân olduklarını söyleyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Demek ki dünyada rahat ve huzur içinde yaşamak, âhirette de sonsuz nîmetlere kavuşmak için, Kur'ân-ı kerîme uymak lâzımdır. Yâni, önce buna îmân etmek, inanmak ve bilerek, niyet ederek uymak lâzımdır. Gerçek manada dini bilen buna düşman olamaz. Tabiî ki beyinleri yıkanmış fanatikler, işin neticesini düşünemiyecek hale getirilenler, zaten yaptıklarını emir gereği yapmaktadırlar. İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, îmânını yıkmadıkça, müslümân milleti yıkmağa, imkân yoktur. Bugün genç nesillerin, bilgisiz, dinsiz kalmasını, onları mânevî cepheden vurmayı hedef edindiler. Bu yolda milyârlar döktüler. İlim ve îmân silâhları çürümüş, hırs ve şehvetlerine kapılmış olan ba'zı câhiller, kâfirlerin bu hücûmları ile hemen bozuldu. Bunlardan bir kısmı, isimlerini siper edinip, müslümân görünerek, fen adamı, kalem sâhibi ve din âlimi, hattâ müslümânların hâmîsi şekline girip, temiz gençlerin îmânlarını çalmağa koyuldular. Kötülükleri hüner şeklinde, îmânsızlığı moda şeklinde gösterdiler. Dîni, îmânı olanlara softa, gerici denildi. Din bilgilerine, islâmın kıymetli kitâplarına, irticâ', gericilik ve taassup diyenler oldu. Kendilerinde bulunan ahlâksızlıkları, müslümânlara, İslâm büyüklerine atf ve isnâd ederek, o temiz insanları kötülemeğe, evlâtları babalarından soğutmağa uğraştılar. Tarihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sahîfelerini karartmağa, temiz yazılarını lekelemeğe, vak'a ve vesîkaları değiştirmeğe kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, îmândan ayırmaya, İslâmiyeti ve müslümânları yok etmeye çalıştılar. İlmi, fenni, güzel ahlâkı, fazîleti ve yiğitliği ile dünyaya şân ve şeref saçan, ecdâdımızın sevgisini genç kalblere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği, dedelerinin kemâlâtından, üstünlüklerinden mahrûm ve habersiz bırakmak için, kalblere, rûhlara ve vicdânlara hücûm ettiler
.Fıkıh İlminin Önemi 1 EYLÜL 1994
Dinin hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" adı verilir. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye ise "Fakîh" denir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ'-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. İcmâ', Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin söz birliği demektir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına "Edille-i şer'ıyye" denir. Fıkıh ilmini kuran, ilk yapan, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Fıkıh ilmi, dört büyük kısma ayrılır: 1- İbâdetler olup beşe ayrılır: Bunlar namaz, oruç, zekât, hac, cihâddır. Herbirinin dalları çoktur. 2- Fıkıh ilminin ikincisi "Münâkehât" olup, evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır. 3- Fıkhın üçüncüsü "Mu'âmelât" olup, alış veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mîrâs gibi birçok bölümleri vardır. 4- "Ukûbât" yâni cezâlar olup, suç işleyene verilecek cezaları bildirir. Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Evlenme, boşanma ve alış veriş kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yâni, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Meselâ, evlenecek olan kimsenin evlenmeden önce, evlilik bilgilerini öğrenmesi farz olur. Fıkıh ilmi çok kıymetli bir ilimdir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevâbdır. Şu hadîs-i şerîfler, fıkıh ilminin şerefini göstermeğe kâfîdir. (Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar.) (Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir.) (Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden [çok ibâdet yapandan] daha kuvvetlidir.) (Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.) (İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.) Fıkıh ilmi Peygamber efendimizden beri vardı. Ancak, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdı ve usuller, metotlar koydu. Ayrıca Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. İmâmı a'zam hazretleri, usuller, metotlar koyarken, hüküm bildirirken dört kaynağı esas alıyordu. Yâni Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiş ise, ona göre hüküm veriyordu. Açıkça bildirilmemiş ise, hadîs-i şerîflerde o husus açıkça bildirilmiş midir buna bakıyordu. Burada da yoksa, bu konuda icma' yâni Eshâb-ı kirâmın söz birliği var mı buna bakıyordu. Burada da yoksa, kıyas yapıyordu. İctihad ediyordu. Yâni bilinmiyen meseleyi bilinen meseleye benzeterek hüküm veriyordu. Meselâ, önceleri içki olarak sadece şarap vardı. Daha sonra başka içkiler de yapıldı. Sonraki içkiler, şarap ile mukayese edilerek, bunların da haram olduğuna dair ictihâd edildi. Peygamber efendimiz zamanında da ictihâd yapılıyordu. Eshâb-ı kirâmdan birinin ayrı ictihâdı olurdu. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamanında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil aleyhisselâm vasıtasıyla hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayırılırdı. Peygamberimizin âhırete teşrîfinden sonra meydana çıkarılan ahkâm ise böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Allahü teâlâ ictihâd yapma yetkisi olan kimselerin ictihâdlarının hepsini doğru kabûl etti. Hadîs-i şerîfte böyle ictihâdların rahmet olduğu bildirildi. Aradaki fark doğruyu isabet ettirene on sevap, diğerlerine bir sevap verilmesiydi. Neticede ikisine de uyan sevap kazanıyordu. Eğer farklı ictihâdlar olmasaydı, müslümanlar büyük sıkıntıya düşerlerdi. Bunun için mezhepler büyük rahmet oldu. Aslında esas kaynak Kur'ân-ı kerîm, diğerleri, hadîs-i şerîfler, icma', kıyas Kur'ân-ı kerîmin açıklaması oluyor. Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarmak, Kur'ân-ı kerîmi anlamak çok zordur. Hatta bugün için bu mümkün değildir. Meselâ, Kur'ân-ı kerîmde, (Oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır.) buyuruluyor. [Bekara 184] Sadece bu ayeti okuyan kimse, "Burada orucun islâmın şartı olduğu bildiriliyor, bunun için oruç tutmak farz değil" diyerek, yanlış bir hüküm çıkarabilir. Bütün bunlardan şu netice çıkıyor ki, dinimizi doğru olarak ancak fıkıh kitaplarından öğrenebiliriz
.
Kur'ân-ı Kerîmden Hüküm Çıkartmak 2 EYLÜL 1994
Zamanımızın Arapçasını bilmekle Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkarılamaz. Türkçe meâl veya tefsirden de öğrenilemez. Çünkü, her kelimenin, zamana göre kullanıldığı ilim dalına göre ma'nâları değişmektedir. Herkes lügat yardımı ile Kur'ân-ı kerîmi anlamaya kalkışırsa, muhakkak yanılır, tehlikeli duruma düşer. Birçok kelimeler, her ilimde, başka ma'nâda kullanılır. Meselâ, zâlim kelimesi tefsîr ilminde, kâfir demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran, onun malını gasbeden kimselere denir. Tasavvufta ise, ayrı ma'nâsı vardır. Birkaç sene Mısır'da, Bağdat'ta şurada burada bulunup da argo lisânı Arapça öğrenenlerin ve eline bir cep lügati alıp da, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri tercümeye kalkışan yeni din âlimlerinin(!), para kazanmak için yaptıkları tercüme ve tefsîrler, bozuk ve çok zararlı olmaktadır. Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip, pişmeden, olgunlaşmadan, hadîs-i şerîf kitabı okumaya, tasavvuf kitapları tercümesine kalkışan kimselerin sözleri ve yazıları da, yanlış ve çok zararlı olur. Ahkâm-ı islâmiyyenin yâni dinin emir ve yasaklarının hepsi zaten Kur'ân-ı kerîmden çıkmaktadır. Kur'ân-ı kerîm, bütün Peygamberlere gönderilmiş olan, bütün kitaplardaki ahkâmı ve daha fazlasını kendisinde toplamaktadır. Gözleri kör, ilimleri az, akılları kısa olanlar, bunu göremez. Her önüne gelen ictihâd yapamaz, hüküm çıkartamaz. Bu mümkün değildir. İctihâdın ve müctehidin ne olduğu iyi bilinirse bu konu daha iyi anlaşılır. Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretleri ictihâdı şöyle açıklamaktadır: "İctihâd, insan gücünün yettiği kadar, yâni cehd ile zahmet çekerek çalışmak demektir. Yâni, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde sarîh ve açık bildirilmemiş bulunan ahkâmı ve mes'eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes'elelere benzeterek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz ve O'nun Eshâbının hepsi ve diğer müslümanlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, "Müctehid" denir. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, ictihâd etmeği emrediyor. O hâlde, ma'nâları açıkça anlaşılmayan âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerin derinliklerinde bulunan ahkâm-ı şer'ıyyeyi anlıyabilen büyüklere, yâni mutlak müctehidlere, ictihâd etmek farzdır. Müctehid olmak için, Arabî yüksek ilimleri tamamen bilmek, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilmek, her âyet-i kerîmenin ne ma'nâya geldiğini, âyet-i kerîmelerin geldikleri zamanları, gelme sebeplerini, ne hakkında geldiklerini ve daha nice bilgileri, ilimleri bilmek lazımdır. Ayrıca Kütüb-i sitte'deki ve diğer hadîs kitaplarındaki, yüzbinlerce hadîsi ezbere bilmek ve her hadîsin ne zaman, ne için îrâd buyurulduğunu, ma'nâsının ne kadar genişlediğini, hangi hadîsin diğerinden önce veya sonra olduğunu, bağlı bulunduğu hâdiseleri, hangi vak'a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu, kimler tarafından nakil ve rivâyet olunduğunu, nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkta olduklarını bilmek, fıkıh ilminin usul ve kâ'idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin işâretlerini, rumûzlarını, açık ve kapalı ma'nâlarını kavramak, bu ma'nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak, itmînân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna mâlik olmak lâzımdır." Görüldüğü gibi, ictihâd etmek çok zor bir iştir. Bugün bu makamda yeryüzünde kimse kalmamıştır. Bunun için her müslümanın dört mezhepten birine tabi olması şart olmuştur. Bazıları soruyor, "Artık müctehid gelmiyecek mi? Yâni yeni bir mezhep kurulmayacak mı?" Mezhep kurabilmek için müctehid lâzım, ictihâd etmek lâzımdır. İctihâd yapabilecek derecede olanlar ancak Eshâb-ı kirâm ve sonraki ikiyüz sene içinde yetişen ba'zı büyüklerdi. Daha sonraları, fikirler, re'yler dağılıp, bid'atler çıkıp yayıldı. Böyle üstün kimseler azala azala, dörtyüz sene sonra, bu şartlara hâiz kimse, yâni mutlak müctehid olarak meşhûr olan görülmedi. Hicretten dörtyüz sene sonra, müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü, Allahü teâlâ ve O'nun Resûlü Muhammed aleyhisselâm, kıyâmete kadar hayat şekillerinde ve fen vâsıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şâmil olan ahkâmın hepsini bildirdi. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar.
Mezhebe Uymanın Önemi 3 EYLÜL 1994
Bir kimsenin bir mezhebe uyması demek, o kişinin şöyle düşünmesi demektir: "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Ben İmâm-ı a'zam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı a'zam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." Zaten ibâdetlerini, i'tikâdını belli bir mezhebe göre yapmıyanın îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Bunun için âkıl ve bâlig olan müslüman evlâdının, önce "Kelime-i şehâdet" söylemesi ve bunun ma'nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra da Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan i'tikâd, yâni îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, yâni islâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, önem vermiyen "mürted" olur. Yâni Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduktan sonra, tekrar kâfir olur. Dört mezhebin i'tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebten birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan uyan bir müslümana "Ehl-i sünnet" veya "Sünnî" denir. Dört mezhebin, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklara uymakta, zaten hiç ayrılıkları yoktur. Yalnız, açıkça bildirilmiyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Şöyle bir benzetme yapacak olursak, hacıların, biri hava yolu ile, diğeri kara yolu ile, bir diğeri de deniz yolu ile Kâ'be-i şerîfe götürülmesi gibidir. Neticede her biri aynı yere gitmektedir ve hedef aynıdır. Hepsi aynı yerde buluşmaktadır. Ayrılık şekildedir. Aslında ayrılık yoktur. Biri Kâ'beye diğerleri başka yere gitmemektedir. Bu kadarcık ayrılıklar da, Allahü teâlânın müslümanlara rahmetidir. Sağlıkları, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlara hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun "Fıkıh" kitaplarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymağa mecbur olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler. Bunların tarih boyunca, dövüştükleri hiç görülmemiştir. Mezhebcilik yapmazlar. Yâni diğer üç mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, hergün sabah namazını câmide kılıp, öğleye kadar suallere cevap verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde (Kaylûle) yapardı. Güneş zevâle, tepeye yaklaşınca kaylûle yapmak, yâni biraz uyumak sünnettir. Öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilim öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmiye gider, sabah namazına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, sözlerine güvenilir birçok kıymetli kimse haber vermiştir. Bu dört mezhebin müctehidleri imâm-ı a'zam hazretlerinin, talebeleri, çocukları gibidir. Hepsinin üstadı o'dur. Harama, helâle, hatta şüphelilere çok dikkat ederdi. Kûfe şehrinin köylerini haydutlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden sonra yedi sene, Kûfe'de koyun eti alıp yemedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Harâmdan bu derece korkar, her hareketinde dinin emir ve yasaklarını gözetirdi.
Rehbersiz İnsanın Hâli 25 NİSAN 1995
Saîd bin Zeyd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olup, Cennetle müjdelenen on sahâbiden biridir. Babası, Zeyd bin Amr, Peygamber efendimizle, daha peygamberliğini ilân etmeden önce de görüşürdü. Allahü teâlânın kendisine verdiği ilhâm ile, putlara tapmaz, putlara tapan insanlara şaşardı. Putların önünde kesilen hayvanları yemezdi. Kâinâtın mutlaka bir yaratıcısı olduğunu düşünüyor, fayda veya zararı dokunmayan putlara tapanlara acıyordu. Aklı ile bulduğu Yaratıcı'nın nasıl olduğunu, O'na nasıl ibâdet edileceğini bilemediğinden, bunu öğrenmek için çırpınıyordu. Bu maksatla Suriye taraflarına gidip, İbrâhim aleyhisselâmın dini üzerinde bulunan Hanîfler ile görüştü, o da bu dine girdi. Onlar gibi ibâdet etmeye başladı. Dönüşünde, câhiliyye âdetleri ile çok mücâdele etti. Kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmelerine çok üzülüyordu. Her türlü sıkıntıyı göze alarak, bu çirkin âdeti ortadan kaldırmak için çalıştı. Birçok kız çocuğunu kurtardı. İnsanların, kendilerinden bir parça olan, mini mini yavrularını vahşice nasıl toprağa gömdüklerini, aklı, hafsalası almıyordu. Bunun için oğlu Saîd'e: - İşte insanoğlunun hâlini görüyorsun. Bir yol gösterici, rehber olmadığı zaman yapamıyacağı cânîlik yoktur, derdi. Oğlu Saîd'e ayrıca fırsat buldukça: - Yaratıcı tektir. sayısız putlara değil, bir olan Allaha inan, derdi. Babasının bu telkînlerinden dolayı, Peygamber efendimiz seneler sonra, Saîd bin Zeyd hazretlerine, müslüman olmasını teklîf ettiğinde, hanımı ile beraber hemen müslüman oldu. Böylece ilk müslümanlardan olma şerefine nâil oldu. Hanımı Fâtıma binti Hattâb, hazret-i Ömer'in kız kardeşi idi. Hazret-i Ömer, ilk defa Kur'an-ı kerîmi, Saîd bin Zeyd hazretlerinin evinde işitti. Kur'ân-ı kerîmdeki, ifâdelere hayran kalıp, kalbi islâmiyete karşı yumuşadı. Sonra müslüman oldu. Saîd bin Zeyd hazretleri, bütün muhârebelerde bulundu. Diğer müslümanlar gibi, ilk zamanlarda çok eziyet, işkence gördü. Bu yüzden, Peygamber efendimizin emri ile Habeşistan'a hicret etti. Daha sonra geri döndü. Bir gün Peygamber efendimiz eshâbı ile sohbet ediyordu. Sohbet esnâsında: - On kişi Cennettedir: Ebû Bekir Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osman Cennettedir ve Ali, Zübeyr, Talha, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Sa'd bin Ebî Vakkâs Cennettedir, buyurdu. Sonra sustu, Eshâb-ı kirâm: - Yâ Resûlallah, onuncusu kimdir, diye sordular. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: - Saîd bin Zeyd Cennettedir, buyurdu. Saîd bin Zeyd hazretleri, muhârebelerde Resûlullahın önünde, diğer zamanlarda, namazda arkasındaydı. Zamanını devamlı ibâdetle geçirirdi. Dünya ve dünya ıni'metleri hiç gözünde yoktu. Devamlı âhıreti düşünürdü. Hiçbir zaman makâma, mevkiye tâlib olmamış, fakat böyle bir vazîfe verildiğinde de, en iyi şekilde yerine getirmiştir. Duâsı kabûl olan zâtlardandı. Bunun için, herkes onu üzmekten çekinir, devamlı duâsını almaya gayret ederlerdi. 671 senesinde Medîne'ye yakın, Akîk'te yetmiş yaşlarında vefât etti. Cenâzesini, Sa'd bin Ebî Vakkâs, hazretleri yıkadı, namazını da Abdullah bin Ömer hazretleri kıldırdı. Birçok hadîs-i şerîf nakletmiştir. Bunlardan biri şöyle: (Kim başkasına âit olan bir karış yeri haksız olarak kendi mülküne dâhil ederse, kıyâmet gününde arzın yedi katı halka gibi boynuna geçirilir.)
. Dinin gönderiliş sebebi 10 OCAK 1996
Din, insanları saâdet-i ebediyyeye ya'nî ebedî, sonsuz saâdete, huzura götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu yalan yanlış yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir peygamber vasıtası ile, insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere, ya'nî kendilerine yeni bir din gönderilen peygamberlere "Resûl" denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan ya'nî kendisinden önceki resûle indirilmiş kitaba tâbi olan peygamberlere de, "Nebî" denir. Bütün peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmelerini istemişlerdir. Fakat, dinleri, ya'nî kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır. Allahü teâlâ, dinleri, nefsin zararlı arzûlarını, keyiflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her din, kendisinden önce gelen dini neshetmiş, değiştirmiştir. Yürürlükten kaldırmıştır. En son gelen ve kendisinden önceki dinleri değiştirmiş, daha doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olan, kıyâmete kadar da hiç değişmiyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dinidir. Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, İslâm dînidir. Bu dinin bildirdiği farzları yapanlara ve harâmlardan kaçınanlara Allahü teâlâ, âhırette ni'metler, iyilikler verecektir. Ya'nî bunlar, sevâb kazanır. Farzları yapmıyanlara ve harâmlardan kaçınmıyanlara, âhırette cezâlar, acılar vardır. Ya'nî böyle kimseler, günâha girer. ^Imânı olmıyanların farzları kabûl olmaz. Ya'nî bunlara sevâb verilmez. Bir insanın önce îmân etmesi lâzımdır. ^Imân etmemiş ise yaptığı hiçbir iyiliğe sevâb verilmez. Îmân ettikten sonra, dinin yasak ettiği şeylerden ya'nî harâmlardan kaçılır. Sonra da farzlar gelir. Farzları yapmıyan mü'minlerin, sünnetleri kabûl olmaz. Ya'nî bunlara sevâb verilmez. Bunlar Peygamberimize tam tâbi' olmuş olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özürsüz terkederse, bu borcunu ödemedikçe, bu cinsten olan hiçbir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevâb verilmez. Meselâ zekâtını vermemiş kimsenin, sadakası, kabûl olmaz. Çünkü, Cenâb-ı Hak ona önce zekât vermesini emretmektedir. Peygamber efendimiz, hazret-i Ali'ye, (Yâ Ali, insanlar fedâil ile nâfile ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları tamamlamaya çalış!) buyurdu. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin naklettiği, (Allahü teâlâ, kazâya kalmış namaz borcu bulunan kimsenin [Nâfile] namazını kabûl etmez) hadîs-i şerîfleri de, bunu açık olarak bildirmektedir. Dinimizde bir kaide vardır: Harâm işleyerek, ibâdet yapılmaz. Harâmlar iyi niyetle yapılsa bile bunların harâmlığı kalkmaz. Mubâhlar iyi niyet ile, güzel düşünceler ile yapılınca, insan sevâb kazanır. Kötü niyetlerle yapılırsa veya bunları yapmak, bir farzı vaktinde edâ etmeye mâni' olursa, günâh olurlar. Harâm işliyenlerin, "Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar" demeleri boştur, faydasızdır. Müslümanları aldatmaktır. Kalbin doğru ve temiz olmasına alâmet, dine yapışmak, ya'nî emirlere ve yasaklara uymaktır.
Dinin temeli fıkıh ilmidir! 11 OCAK 1996
Dinin hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" adı verilir. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye ise "Fakîh" denir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ'-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. İcmâ', Eshâb-ı kirâmın ve Tabiînin söz birliği demektir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına "Edille-i şer'ıyye" denir. Fıkıh ilmini kuran, ilk yapan, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Fıkıh ilmi, dört büyük kısma ayrılır: Fıkhın ibâdet kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır. Evlenme, boşanma ve alışveriş kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya'nî, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Meselâ, evlenecek olan kimsenin evlenmeden önce, evlilik bilgilerini öğrenmesi farz olur. Fıkıh ilmi çok kıymetli bir ilimdir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevâbdır. Şu hadîs-i şerîfler, fıkıh ilminin şerefini göstermeğe kâfîdir: (Allahü teâlâ bir kuluna iyilik etmek isterse, onu dinde fakîh yapar.) (Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.) (İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.) Fıkıh ilmi Peygamber efendimizden beri vardı. Ancak, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdı ve usûller, metotlar koydu. Ayrıca Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. İmâm-ı a'zam hazretleri, usûller, metotlar koyarken, hüküm bildirirken dört kaynağı esas alıyordu. Yâ'nî, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiş ise, ona göre hüküm veriyordu. Açıkça bildirilmemiş ise, hadîs-i şerîflerde o husûs açıkça bildirilmiş midir buna bakıyordu. Burada da yoksa, bu konuda icma' ya'nî Eshâb-ı kirâmın söz birliği var mı buna bakıyordu. Burada da yoksa, kıyâs yapıyordu. İctihâd ediyordu. Ya'nî bilinmiyen mes'eleyi bilinen mes'eleye benzeterek hüküm veriyordu. Meselâ, önceleri içki olarak sadece şarap vardı. Daha sonra başka içkiler de yapıldı. Sonraki içkiler, şarap ile mukayese edilerek, bunların da harâm olduğuna dâir ictihâd edildi. Peygamber efendimiz zamanında da ictihâd yapılıyordu. Eshâb-ı kirâmdan birinin ayrı ictihâdı olurdu. Fakat bu ahkâm, Peygamberimiz zamanında hatâlı ve şüpheli olamazdı. Çünkü, yanlış olan ictihâdlar, Allahü teâlâ tarafından, Cebrâil aleyhisselâm vasıtasıyla hemen düzeltilir, hak ile bâtıl birbirinden hemen ayırılırdı. Peygamberimizin âhırete teşrîfinden sonra meydana çıkarılan ahkâm ise böyle olmayıp, doğru ile yanlış ictihâdlar karışık kaldı. Allahü teâlâ ictihâd yapma yetkisi olan kimselerin ictihâdlarının hepsini doğru kabûl etti. Hadîs-i şerîfte böyle ictihâdların rahmet olduğu bildirildi. Aradaki fark doğruyu isâbet ettirene on sevap, diğerlerine bir sevap verilmesiydi. Neticede ikisine de uyan sevap kazanıyordu. Eğer farklı ictihâdlar olmasaydı, müslümanlar büyük sıkıntıya düşerlerdi. Bunun için mezhepler büyük rahmet oldu. Bütün bunlardan şu netice çıkıyor ki, dinimizi doğru olarak ancak fıkıh, ilmihâl kitaplarından öğrenebiliriz.
Bir mezhebe uymak ne demek? 12 OCAK 1996
Bir kimsenin bir mezhebe uyması demek, o kişinin şöyle düşünmesi demektir: "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Ben İmâm-ı a'zam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı a'zam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." Zaten ibâdetlerini, i'tikâdını belli bir mezhebe göre yapmıyanın îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir. Bunun için âkıl ve bâlig olan müslüman evlâdının, önce "Kelime-i şehâdet" söylemesi ve bunun ma'nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra da Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan i'tikâd, ya'nî îmân edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra da, Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkıh bilgilerini, ya'nî islâmın beş şartını ve helâl, harâm olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, önem vermiyen "mürted" olur. Ya'nî Kelime-i şehâdet getirerek müslüman olduktan sonra, tekrar kâfir olur. Dört mezhebin i'tikâdı birbirinin aynıdır. Dört mezhebden birinin îmân ve fıkıh bilgilerine tâbi olan, uyan bir müslümana "Ehl-i sünnet" veya "Sünnî" denir. Dört mezhebin, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklara uymakta, zaten hiç ayrılıkları yoktur. Yalnız, açıkça bildirilmiyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Şöyle bir benzetme yapacak olursak, hacıların, birinin hava yolu ile, diğerinin kara yolu ile, bir diğerinin de deniz yolu ile Kâ'be-i şerîfe götürülmesi gibidir. Neticede her biri aynı yere gitmektedir ve hedef aynıdır. Hepsi aynı yerde buluşmaktadır. Ayrılık şekildedir. Aslında ayrılık yoktur. Biri Kâ'beye diğerleri başka yere gitmemektedir. Bu kadarcık ayrılıklar da, Allahü teâlânın müslümanlara rahmetidir. Sağlıkları, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlara, hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun "Fıkıh" kitaplarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezheb olsaydı, herkes buna uymağa mecbur olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hattâ imkânsız olurdu. Dört mezhebin herhangi birine uyan müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler. Bunların tarih boyunca, dövüştükleri hiç görülmemiştir. Mezhebcilik yapmazlar. Ya'nî diğer üç mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar. Bu dört mezhebin müctehidleri imâm-ı a'zam hazretlerinin, talebeleri, çocukları gibidir. Hepsinin üstâdı O'dur. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, hergün sabah namazını câmide kılıp, öğleye kadar suâllere cevap verirdi. Öğleden önce, oturduğu yerde Kaylûle yapardı. Güneş zevâle, tepeye yaklaşınca kaylûle yapmak, ya'nî biraz uyumak sünnettir. Öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilim öğretirdi. Yatsıdan sonra evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmiye gider, sabah namazına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, sözlerine güvenilir birçok kıymetli kimse haber vermiştir.
. Fıkıh öğrenmek herkese farzdır 6 ŞUBAT 1996 Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günâhtır. Bu bilgiler de ancak ilmihâl kitaplarından öğrenilir. Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günâhtır. Bunun için bu bilgileri bilmiyenin, bilip de yapmıyanın islâmiyette şâhidliği kabûl edilmezdi. Eskiden, kâdı mahkemede şâhidlere i'tirâz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahidliğini kabûl etmezdi. Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini bilmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her müslümanın bilmesi gereken husûsları öğrenmesi şarttır. Kur'ân-ı kerîmden namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek, hâfız olmak farz-ı kifâyedir. İbâdetler ve alış veriş için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helâlden, harâmdan ikiyüzbin mes'eleyi ezberlemek lâzımdır. İlmihâllerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse bu kadar mes'eleyi öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir. Herkese, işine göre, lüzûmlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Din ilmihâl kitaparından öğrenilir Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Dört mezhebden birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek câiz değildir. Tefsîr ilminin kâ'ideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her âyetin çok tefsîri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, îmânı Ehl-i sünnet i'tikâdına uygun hâle getirmelidir. Sonra farzları, harâmları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden öğrenilmesi farz olan bilgilerdir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini fedâ ederek çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Âyetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten hicrî dördüncü asırdan sonra, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur'ân-ı kerîm ezberliyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. Tefsirlerden din öğrenilemez İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve âriflerin sözlerini ve hâl tercümelerini öğrenmesi de müstehab olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı artırır. Fıkıh bilgilerini, derin âlimler, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nâfile olan tefsîr okumak, câiz değildir. Zâten, müctehid olmayanların, tefsîrden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsîrlerden yanlış ma'nâ anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsîrden ne anlıyabileceğini düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsîrleri okuyanlar, böyle felâkete düşerse, Abduh, Ömer Rızâ vb. dinde reformcuların, mezhepsizlerin tefsîr adındaki kitaplarını okuyan acaba ne olur? Felsefecilerin, din adamı kılığına giren sosyalistlerin islâm dînini değiştirmeye, kendi hulyâ ve sapık görüşlerini din bilgisi olarak yazmağa kalkışmaları, bunların birer mezhebsiz, birer dinde reformcu olduklarını göstermektedir
.Ayrılıkta azâb vardır 30 MART 1996
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Sürüden uzak kalan koyunu kapan kurt gibi, şeytan da insanın kurdudur. Parça parça olmaktan sakının. Cemâ'at hâlinde olun. Mescidlere koşun." İnsanların hayvanlardan önemli bir farkı da, beraber, toplu olarak yaşama mecburiyetinde olmalarıdır. İnsan, hayatta kalabilmesi için mutlaka diğer insanlara muhtaçtır. Hayvanlarda böyle bir mecburiyet yoktur. İnsan topluluklarının huzur içinde yaşamalarının en büyük düşmanı, aralarındaki ayrılık, fitne, fesattır. Bunun için, insan topluluklarında, birlik beraberliğin önemi büyüktür. Ayrılıkların zararı, kötülüğü de meydandadır. Hele bu ayrılık îmânda, inançta olursa durum daha tehlikeli olur. Çünkü îmândaki ayrılık, Âhırette insanı sonsuz felâkete sürükliyebilir. Bunun için dînimiz, bu ayrılığın üzerinde çok durmuştur. Dünya ve âhıretteki zararlarını geniş olarak bildirmiştir. Bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır. "Doğru yol budur. Bu yolda olunuz!" En'âm sûresinin 153. âyetinde meâlen, (Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!) buyuruldu. Âl-i İmrân sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Hepiniz, Allahü teâlânın ipine sarılınız! Fırkalara bölünmeyiniz!) buyuruldu. Tefsîr âlimleri, Allahü teâlânın ipi, cemâ'at, birlik demektir dediler. Cemâ'at de, fıkıh ve ilim sâhibleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan, dalâlete, sapıklığa düşer. Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır, Cehenneme gider. Çünkü, fıkıh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin ya'nî dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. İslâm âlimleri, bunların yolundan ayrılanların Cehennem ateşinde yanacaklarını bildirdiler. Bunların yolunda olan kimselere, "Ehl-i sünnet vel-cemâ'at" denilmiştir. Allahü teâlânın yardımı ve koruması bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bugün bu i'tikâddaki kimseler dört mezhebde toplanmıştır. Resûlullah efendimiz, birlik beraberlik üzerinde çok durmuş, cemâ'atten, topluluktan ayrılmanın zararlarını açık ifâde ile dile getirmiştir: "Kim Cennetin ortasında olmak isterse, cemâ'atte, Eshâbımın yolundaki kimselerle beraber bulunsun. Muhakkak şeytan, yalnız kalan kimseyle beraberdir. İki kişi olunca, o yaklaşamaz." "Allahü teâlânın rahmeti cemâ'at üzeredir. Şeytan, cemâ'ate katılmayıp, muhâlefet eden kimse ile beraberdir." "Sürüden uzak kalan koyunu kapan kurt gibi, şeytan da insanın kurdudur. Parça parça olmaktan sakının. Cemâ'at hâlinde olun. Mescidlere koşun!" "İki kişi, bir kişiden hayırlıdır. Üç kişi, iki kişiden, dört kişi de, üç kişiden daha hayırlıdır. Cemâ'ate koşunuz. Muhakkak ki Allahü teâlâ, ümmetimi hayır üzere toplar." "Cehennemden kurtulan fırka" Peygamber efendimiz, bir sohbetinde, ümmetinden sâdece bir fırkanın kurtulacağını bildirince, orada bulunan Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sordular: Peygamber efendimiz, "Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir" buyurdu. Bunun için bu fırkaya ehl-i sünnet vel-cemâ'at denilmiştir. İbni Abbâs hazretleri, "Bid'atten alıkoyan, sünnete çağıran, ehl-i sünnetten bir kimseye bakmak ibâdettir" buyurdu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, "Söz, ancak amel ile birlikte olursa makbûl olur. Söz ve amel, ancak doğru niyetle; niyet, amel ve söz de, ancak sünnet-i seniyyeye uymakla doğru olur" buyurdu. Abdurrahmân Cevzî oğluna nasîhatında buyurdu ki: "Ey oğlum Yûsüf, tâ doğudaki bir kimsenin sünnet-i seniyyeye uyduğunu duyarsan, ona selâm gönder. Batıdaki bir kimsenin de sünnet-i seniyye üzere olduğunu haber alırsan, ona da selâm gönder. Zîrâ ehl-i sünnet ve cemâ'atten az kimse kaldı. İnsanın saâdeti, kurtuluşu; bir ehl-i sünnet âlimi tanıması ve ona uymasına bağlıdır.
Dînde değişiklik yapmak 31 MART 1996
Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine inanmıyan kâfirleri sevmemelidir. Fakat, sevmediklerine de, kötülük, zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid'at sâhiblerine tatlı dil ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketten kurtulmalarına, saâdete kavuşmalarına çalışmalıdır. Dînde değişiklik yapmak ya'nî bid'at çıkarmak çok tehlikelidir. Bid'at; Resûlullah efendimiz ve Eshâbı zamanında bulunmayan bir inanışı, bir işi, bir ibâdeti, bir sözü veya ahlâkı, sonradan ortaya çıkarmak veya dînde sonradan ortaya çıkmış böyle bir bozukluğu yaymak ve bundan sevâb beklemek, ibâdet olarak yapmak demektir. Bid'at sâhibi demek ise; bir bid'ati meydana çıkaran veya çıkmış bir bid'ati yapan demektir. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte, "Bildirdiğim bu dînde bulunmıyan bir şey, sevâb umarak meydana çıkarılırsa, bu şey red olunur" buyuruyor. İslâm büyükleri bid'at sâhibi kimselerden hep uzak kalmışlardır. Bid'at ehlinden biri gelip Eyyûb-i Sahtiyânî hazretlerine, "Size bir kelime söylemek istiyorum" deyince, o da, "Hayır! Yarım kelime olsa da senden dinlemek istemiyorum" buyurdu "Şeytana, bid'at günâhtan daha sevimli gelir" Süfyân-ı Sevrî buyurdu ki: "Şeytana, bid'at işlenmesi, günâhtan daha sevgili gelir. Günâhtan dönülür. Bid'at işlemekten dönmek çok zordur. Bid'at sâhibi ile konuşup ondan birşey işiten kimseye, onun sözlerinden Allahü teâlâ bir fayda vermez. Onunla müsâfeha eden, İslâmiyete olan bağını kesmiş olur." Müemmil bin İsmâil şöyle anlatır: "Abdülazîz bin Ebî Dâvüd'ün cenâzesinde bulundum. Tabutu, Safâ kapısına kondu ve namazını kılmak için insanlar saf tuttular. O zaman Süfyân-ı Sevrî hazretleri geldi. Herkes onun geldiğini görünce, Süfyân hazretleri de geldi dediler. Fakat Süfyân-ı Sevrî hazretleri safları yarıp ilerledi ve cenâzenin önünden geçip gitti. Namazını kılmadı. Çünkü, meyyit bid'at ehlindendi." Bid'at sâhibini seven kimsenin ibâdetlerini, Allahü teâlâ yok eder ve kalbinden îmân nûrunu çıkarır. Bid'at sâhibinin ibâdeti, Allahü teâlâ katında kabûl olmaz. Kim ona yardım ederse, İslâm dînini yıkmaya çalışmış olur. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "Bid'at sâhibini güler yüzle karşılayan veya ona iyilik eden, Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma göndermiş olduğu İslâmiyeti beğenmemiş olur" buyurdu. Leys bin Sa'îd, "Bid'at sâhibi birinin su üzerinde yürüdüğünü görsem, yine ona i'tibâr etmem, bu hâlini istidrâc kabûl ederim" buyurdu. Her devirde az da olsa, Peygamber efendimizin ve eshâbının yolundan giden kimselerin bulunacağını Peygamber efendimiz müjdelemiştir. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Yeryüzünde ümmetimden hak üzere olan bir topluluk kıyâmete kadar bulunup, onlara kimse zarar veremez." Bu yolda olanlar, nakli esas alırlar, kendi kafalarından dîne ilâve ve çıkarma yapmazlar. Dînlerini, dînde senet olan, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenirler. Yûsüf bin Esbât şöyle demektedir: "Etrafım ehl-i sünnet düşmanlarıyla dolu idi. Allahü teâlâ bana, evliyâsından olan Süfyân hazretlerini tanımağı ve onu sevmeği nasîb ederek, o bataktan kurtardı." "Bid'at işliyene hurmet etmek" Süfyân-ı Sevrî, "Sünnet-i seniyyeye uyanlar için hayrı isteyiniz. Muhakkak ki onlar gariptirler" buyurdu. Cüneyd bin Muhammed buyurdu ki: "İnsanlardan ancak, Resûlullah efendimizin ve O'nun yolunda giden ehl-i sünet i'tikâdındaki kullar, Allahü teâlâya kavuşturan yolu bulur. Başkaları bulamaz." Eyyûb-i Sahtiyânî, "Ehl-i sünnetten bir kimsenin ölüm haberini söylemen, bir uzvumu kaybetmek gibidir" buyuruyor. Bid'at sâhibi olanlara, hurmet eden, dirilerini ve ölülerini medheden, bunları büyük bilen, dîn-i islâmı yıkmaya, dünyadan kaldırmağa yardım etmiş olur.
Şeytanın amansız düşmanlığı 1 NİSAN 1996 "
Şeytan sizi, fakîr olacaksınız diye korkutur. Size cimrilik ve sadaka vermemeyi emreder. Allah ise sadaka ve zekât vermekle size magfiret va'd ediyor. Allahın kudreti geniştir, herşeyi kemâliyle bilendir." İnsan, yaratılmasıyla birlikte, kendisine faydalı olan şeyleri elde etmesi, neslini devam ettirmesi için arzu ve şehvet; kendisine zarar veren şeylerden korunması için de gadap verildi. Zarar ve faydayı ayırıp, adâlet gösteren akıl ni'meti de ihsân edildi. Böyle olmakla birlikte, şeytan denilen bir varlık da yaratıldı. O, insanı durmadan isrâfa, doğru yoldan ayrılmağa teşvik eder. Akıllı olanın, bu düşmandan sakınması lâzımdır. Onun düşmanlığı, Âdem aleyhisselâm zamanından beri devam etmektedir. Şeytan herşeyini, Âdemoğlunun dînini, îmânını, ahlâkını çalmak için ortaya koymuştur. Allahü teâlâ ondan sakınmayı, Kur'ân-ı kerîmde âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirdi: (Ey insanlar, yeryüzündeki şeylerden, helâl ve temiz olmak şartıyle yiyin, şeytanın izini ta'kib etmeyin. Çünkü o, hakîkaten size apaçık bir düşmandır.) (Şeytan sizi, fakîr olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allah ise sadaka ve zekât vermekle size magfiret va'd ediyor. Allahın kudreti geniştir, herşeyi kemâliyle bilendir.) (Muhakkak şeytan, şarapta ve kumarda aranıza kin ve düşmanlık düşürmek; sizi Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister.) (Şeytana itâat etmeyin, o size açık bir düşmandır.) "Şeytanın ilk i'tirâzı" Şeytanın ilk i'tirâzı, Adem aleyhisselâma secde etmemek oldu. Allahü teâlânın secde ediniz emrine karşı geldi. Kur'ân-ı kerîmde Sad sûresi yetmişaltıncı âyetinde meâlen buyuruldu ki: "İblîs şöyle dedi: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." Şeytan böylece kendi üstünlüğünü ileri sürdü. Şeytanın teşvik ettiği kötü işlerden şiddetle kaçınmalıdır. Allahü teâlâ kur'ân-ı kerîmde Nahl sûresi doksansekizinci âyetinde, E'ûzü okumayı emretti. E'uzünün ma'nâsı; Allahın rahmetinden uzak olan ve gazâbına uğrayarak dünyada ve âhırette helâk olan şeytandan, Allahü teâlâya sığınırım, korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır, feryâd ederim, demektir. Şeytan insanın îmânını bozmak için, kötü düşünceler getirir. Böyle kötü düşüncelerin üzerinde durmamalıdır. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (Şeytan sizden birinize gelir ve der ki, "Seni kim yarattı?" O da, "Allahü teâlâ" der. Şeytan tekrar, "Peki Allahı kim yarattı?" der. Böyle deyince ona, "Amentü billâhi ve Resûlihi" deyin. Ya'nî "Ben Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine inandım" demektir.) "Cenâb-ı Hakka sığınmalıdır" Âlim bir zât talebesine, "Şeytan seni kötülüğe düşürmek istediği zaman ne yaparsın?" diye sordu. O da, "Onunla mücâdele eder, ona karşı dururum" dedi. Hocası tekrar, "Şeytan tekrar dönüp gelir, seni günâha sokmak isterse ne yaparsın?" diye sorunca talebe, "Ona karşı durur, dediğini yapmamaya çalışırım" dedi. Hocası birkaç defa aynı soruyu tekrarlayınca, talebe hep, mücâdele ederim, dedi. Bunun üzerine hocası, "Senin bu işin çok uzun sürer. Sen bir koyun sürüsünün yanından geçerken, o sürünün köpeği sana havlasa veya oradan geçmene mâni olsa, bu durumda ne yaparsın?" Taş atıp uzaklaştırırım, dedi. Hocası buyurdu ki: Sen o sürünün sâhibine seslenip yardım istesen, o köpeğin zararından kolayca kurtulmuş olursun. Ya'nî, Allahü teâlâdan şeytana karşı yardım ister, O'na ilticâ edersen, onun aldatmasından korunursun. Şeytan insana durmadan vesvese verir. Îmân ve ibâdet konusunda vesvese verir. Böyle vesvese olduğunda, şeytanın oyununa gelmemelidir. Dînin hükmünü bilen kimseye şeytan kolay kolay vesvese veremez.
Şeytanın aldatma yolları 2 NİSAN 1996
Şeytan, insanı kandırmak için çok çalışır. Dînin emir ve yasaklarını öğrenmesine mânî olur. İbâdet yapmasına mânî olamaz ise, ibâdetleri şartlarına uygun yapılmasına mânî olur. Farzları bıraktırır, nâfileler ile uğraştırır. Şeytanın ilk vazîfesi, müslümanı dînin emir ve yasaklarından uzaklaştırmak, daha sonra da îmânını çalmaktır. Bunun için, malı kazanmada, harâmdan mı, helâlden mi, buna önem verdirmez. Ayrıca şeytan insanı cimriliğe sevkeder. Aç kalacağını, geçim sıkıntısı çekeceğini telkin eder. Bunun için şeytanın bu oyununa gelenler cimrilik eder. Bu sebeple zekâtını vermezler veya bir kısmını verirler. Kötü malı, iyi gösterip satarlar. Şeytan kendilerini böyle yapmaları için aldatır. İbni Abbâs hazretleri buyurdu ki: İlk basılan parayı şeytan aldı. Onu öptü ve gözlerine, göbeğine sürdü. Sonra da, "Ben seninle insanları azdırır, seninle küfre sokarım. İnsanoğlunun paraya sevgisi ile bana ibâdet edişini çok severim" dedi. İbni Şakîk ve İbni Abdullah da buyurdular ki: "Şeytan, bütün arzu ve istekleriyle gelerek insanı aldatmaya çalışır. Yorulduğu zaman onun malının üzerine oturur ve onun malıyla hayır yapmasına mânî olur." Şeytan, malı dağıtma ve hayır yapmada, insanı kandırarak malını isrâf etmesini, hayır olmayan işlerde harcamasını sağlar. Ba'zan da sadaka vermesini, hayır yapmasını isteyerek, onun böbürlenmesini ve büyüklenmesini sağlar. Bunun sonucu, insan kibir sâhibi olur. Kibir, Allahü teâlânın kötülediği bir özelliktir. "Toplumdan uzak kalmamalıdır" Şeytan, insanı kandırmak için çok çalışır. Dînin emir ve yasaklarını öğrenmesine mânî olur. İbâdet yapmasına mânî olamaz ise, ibâdetleri şartlarına uygun yapmasına mânî olur. Müslümanlardan ba'zıları, namazlarını âdet üzere kılarlar. Senelerce, insanlardan nasıl gördü ise öyle ibâdet eder. Fâtihayı doğru dürüst okuyamaz. Namazın doğru olması için gereken farz ve vâcibleri bilmez ve öğrenmez. Şeytan, başkaları bu kadar da bilmiyor, bu kadar da kılmıyor diyerek, şartlarına uygun namaz kılmaya mânî olur. Ba'zı kimseler, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde dünyanın kötülendiğini işitir ve kurtuluşun, onu terk etmekle olduğunu düşünür. Kötülenmiş olan dünya nedir, anlamaz. Şeytan onu, "Sen âhırette, ancak dünyayı terkle kurtulursun" diye aldatır. O kimse de, dağların yolunu tutar. Cemiyetten, cemâ'atten, ilimden uzaklaşır ve vahşî hayvan gibi olur. Ona, bunun hakîkî zühd olduğu kabûl ettirilir. Fakat aslâ böyle değildir. O, hakîkatleri anlayan bir İslâm âliminin sohbetinde bulunsa, o âlim ona dünyanın lezzetlerinin kötülenmediğini öğretir. Allahü teâlânın ihsân ettiği, insanlığın bekâsı için zarûrî olan, ona ilim tahsili ve ibâdet husûsunda yardımda bir sebep olan yiyecek, içecek, giyecek ve içinde namaz kılacağı bir ev nasıl kötülenir. Kötülenen; ihsân edilen bu şeylerin, yerinden başka yerde kullanılması veya onun ihtiyaç miktarı değil de isrâf üzere teminidir. Issız dağlara çıkmak yasaktır. Peygamber efendimiz, kişinin tek başına gecelemesini bile uygun görmedi. "İyi yiyip iyi çalışmalıdır" Allahü teâlânın Resûlü, et yer ve onu severdi. Tavuk yer ve helvayı severdi. Serin suyu severdi. Dinlenmiş suyu tercih ederdi. Hasan-ı Basrî hazretlerine, birinin, "Ben hurma yemiyeceğim, zîrâ onun şükrünü yapamıyorum" dediği bildirildiğinde, "Bu ahmak adam, acaba içtiği suyun şükrünü yapabiliyor mu?" buyurdu. Yiyecek ve giyeceğin her zaman azı ile kanâat etmenin şart olduğunu düşünmesi, şeytanın aldatması arasındadır. İnsanın daha iyi, daha çok ibâdet yapabilmesi için, iyi yemesi lâzımdır. Beden zinde ve rahat olursa, yapılan ibâdet daha makbûl olur. Evliyânın büyüklerinden Şâh-i Nakşibend hazretleri buyurdu ki: "İyi ye, iyi çalış!" Sözün kısası, ibâdet ve iyilik yapmağa yardımcı olan herşey, iyi ve mubârektir. Bunları azaltanlar da, yasaktır. Her iyi işte, niyyete dikkat etmelidir. İyi niyyet olmadıkça, o işi yapmamalıdır
.İlmi yaymanın kıymeti 11 MAYIS 1996 "Yâ âlim, yâ talebe veya bunları dinleyici ol! Bu üçünden olmayıp dördüncüsünden olursan, ya'nî hiçbirinden olmazsan helâk olursun." Dînimiz, insanları yanıltmayan, onlara Cenâbı Hakkın yolunu gösteren doğru ilme ve bu ilmin sahiplerine çok önem vermiştir. Bu doğru ilmin sahipleri ehl-i sünnet âlimleridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyanın kalbi nûrlanır. Çünkü, islâmiyyetin emrettiği ilimler kalbin ışığıdır. İlmi olmıyan kimse, şeytâna ve islâm düşmanı olan kimselere aldanır. Ehl-i sünnet i'tikâdında olmıyan din adamlarının yazılarını okuyanın kalbi kararır. İnsanları felâketten kurtarıp, sonsuz saâdete kavuşmalarına vesîle olmalıdır. Bu da ancak hakîkî islâm âlimlerinin kitaplarını yaymakla, onlara destek olmakla olur. Allahü teâlâ, fazla mal mülk verirse cimri olmayıp din uğruna sarfetmelidir. Hâlis müslümanların yazdığı doğru kitapları dağıtan cihâd sevâbına kavuşur. Peygamberimiz birgün, (Yâ Ebâ Hüreyre! Mü'minlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna harcar ve yaptığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz) buyurdu. Âlimin kıymeti İlim öğrenmenin, ilmin yayılmasına vesîle olmanın fazîlet ve derecesi çok büyüktür. Resûlullah buyurdu ki: (Bir kimse, din âlimlerinin ve sâlihlerin ya'nî İslâmın beş şartını devam üzere yapanların yanına gitse, her bir adımına Hak teâlâ, kabûl olmuş nâfile bir hac sevâbı ihsân eder. Zîrâ, âlimleri ve sâlihleri Hak teâlâ sever. Allahü teâlânın evi olsaydı, bu kimse o evi ziyâret eyleseydi, ancak bu sevâbı kazanırdı.) Peygamber efendimiz yine buyurdu ki: (Yâ âlim, yâ talebe veya bunları dinleyici ol! Bu üçünden olmayıp dördüncüsünden olursan, ya'nî hiçbirinden olmazsan helâk olursun.) Din ilmi de ancak doğru olarak yazılmış ilmihâl kitabından öğrenilir. İlmihâl kitâbı okumayan dînini öğrenemez. Dînini öğrenmiyenin dîni, îmânı gider. Din düşmanlarının yalanlarına aldanıp kâfir olur. Allah rızâsını gözetmelidir İlim öğrenirken, öğretirken hep Allah rızâsını gözetmelidir. İbâdetleri, meselâ Kur'ân-ı kerîmi, mevlid okumayı, duâyı para karşılığı yapmak, bunlarda pazarlık etmek, alana da, verene de harâmdır. Bunları Allahü teâlânın rızâsı için yapmalı, hediyye verilirse, kabûl etmelidir. Hediyye veren hasîs, cimri olmamalı, çok vermelidir. Ne kadar çok verirse, o kadar sevâbı çok olur. Dünya işleri için çok verip, Allahü teâlânın rızâsı için az vermekten daha fenâ bahîllik, hasîslik olmaz. Peygamberimiz Ebû Hüreyre'ye buyurdu ki: Bir kimse Hak teâlâ hazretlerine, Nûh aleyhisselâmın ömrünce ibâdet eylese, kendisinde şu üç haslet bulunmayınca yaptığı ibâdetten bir fayda edinemez. 1- İlmi ile amel etmek. 2- Yediği yemeğin helâl olması ve helâlı da israf etmemesi. 3- Allaha âsî, günâhkâr olmaktan kaçınmak. Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenmiyen, îmânı bunlara uygun olmıyan ve harâmları ve farzları bilmiyen ve bunlara uymayan kimse, Allahü teâlâya âsî olmuş olur.
.İlme ve âlime çok önem verirdi 30 MAYIS 1996 Dostluğumuz ve sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebep olacaktı. Bizi yakînen tanısaydı, padişahlığı bırakıp bize talebe olmak istiyecekti. Şimdi anladınız mı sultanı niçin kabûl etmiyorum? Fâtih Sultan Mehmed Hân, Allahü teâlânın velî kullarını ziyâret edip, onların duâsını almayı, feyz ve bereketlerine kavuşmayı çok severdi. Her zaman onların ziyâretlerine ve hizmetlerine koşardı. İlme ve âlime çok önem verirdi. İstanbul'un fethi de bu âlimlerin, velîlerin yardımı ile gerçekleşmişti. Bir defasında, zamanın evliyâsından Vefâ-i Konevî'yi ziyârete gitmişti. Bu çok methedilen Allah dostunu hiç görmemişti. O mübârek kimsenin kapısına kadar bizzat gitti. İçeri girmek için izin istedi. Vefâ-i Konevî, pâdişâhın kendisini ziyâretine izin vermedi. Bizans surlarını topla yıkan o yüce pâdişâh, bir garib dervişin kapısını açtıramadan dönüp gitti. Âdetâ ağlar bir hâli vardı. Şeyh Vefâ'nın talebeleri, gözlerinden yaşlar akan hocalarına sordular. - Efendim, neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz üzüldünüz, hem de o üzüldü. Şimdi anladınız mı? Vefâ hazretleri, gözlerinden akan yaşları eliyle silerek, - Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazîfemizi unuttaracak kadar fazladır. Dostluğumuz ve sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebep olacaktı. Bizi yakînen tanısaydı, padişahlığı bırakıp bize talebe olmak istiyecekti. Şimdi anladınız mı sultanı niçin kabûl etmiyorum? diye cevap verdi. İlme ve Allah dostu ilim adamlarına âşık olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, kazasker Molla Alâeddîn'den bütün İslâmî ta'bîr ve terimleri ihtivâ eden bir eser bulmasını ricâ etti. O zamana kadar bu mevzûda, derli toplu bir eser yazılmamış, değişik eserler içerisine serpiştirilmişti. O kitaplardan da bu bilgileri temin etmek, bir hayli mesâi isteyen bir işti. Ancak, her ilimde kâmil bir İslâm âlimi, her ilimdeki ta'bîr ve terimlerin istenildiği gibi açıklamasını yapabilirdi. Fâtih Sultan Mehmed Hân gibi bir âlimin suâllerine de, Molla Câmî hazretlerinden başkası tam cevap veremezdi. Molla Alâeddîn de, sultana arz edip; - Sizin suâllerinize ancak Horasan ulemâsından Molla Câmî hazretleri cevap verebilir, dedi. Sultan, daha önceleri de birçok defa methini işittiği Molla Câmî'yi bir mektupla İstanbul'a da'vet edip, derdine dermân olmasını arzu etti. O da, bir risâle yazıp, Sultan Mehmed Hân'a gönderdi. - Eğer bu risâlemizle gönlünüze su serpebilirsek, daha sonra da kendimiz geliriz, dedi. Daha sonra kendisi de yola çıktı. Konya'ya kadar geldi. Fâtih'in vefâtını haber alarak geri döndü. Fâtih Sultan Mehmed Hân, ba'zan tebdîl-i kıyâfetle şehirde dolaşır, halkının durumunu bizzat kendisi teftiş ederdi. Gündüzleri medreselerde dersleri dinler, geceleri de medreselerde kimin daha çok çalıştığını kontrol ederek, lâyık olanları mükâfatlandırırdı. Bu talebe hiç uyumaz mı? Birgün gece geç vakitte sarayının penceresinden medrese tarafına göz gezdirdi. Molla Hüsrev'in talebelerinin kaldığı bölümde bir odanın ışığı yanıyordu. Ertesi gün, daha ertesi gün baktı. Işık hergün sabahlara kadar yanıyordu. Sabahlara kadar ders çalışan bu talebeyi merak edip, Molla Hüsrev'den sordu. Muhyiddîn Manisavî-zâde olduğunu öğrendi. - Bu talebe hiç uyumaz mı ki, sabahlara kadar ışığı yanar? diye sordu. Molla Hüsrev de, - Efendim o, az uyur, çok çalışır, dedi. Emir verip, Manisavî-zâde'ye daha çok ihtimam gösterilmesini istedi. Vezîr Mahmûd Paşa'nın inşâ ettirdiği medrese tamamlanınca, pâdişâhın emriyle Manisavî-zâde oraya müderris tayin edildi. Daha sonra Sultan, Manisavî-zâde'ye kazaskerlik verdi.
.Geri kalmakta kabahat kimde? 30 HAZİRAN 1996 Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabâhat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esâsının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. İslâm kelimesi arapçada, "Nefsini teslîm etmek, boyun eğmek, selâmete, huzura ulaşmak" ma'nâlarına gelir. İmâm-ı a'zam hazretleri, "Allahü teâlânın emirlerine teslîm olmak ve boyun eğmek" diye ta'rîf etmiştir. Bu ta'rîfler dikkatle incelenirse, iyi bir müslümanın nasıl olacağı, kendiliğinden meydana çıkar. Bir müslüman, herşeyden önce bedenen ve rûhen temizdir, sağlıklıdır. Çünkü rûhen ve bedenen sağlıklı olmayan huzurlu olamaz. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde çeşitli yerlerde meâlen, (Temiz olanları severim) buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde hamamı vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Temizliğe hayrân oldum Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktur. Orta çağda, Paris'te oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir abdesthâne olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini beraberinde Sen nehrine götürür, o nehirden evvelâ içmek için su alır, sonra pisliğini nehre dökerdi. "İçme Suyu" (L'Eau Potable) adlı bir Fransız eserinde bunlar aynen yazılıdır. Kanûnî Sultân Süleymân zamanında İstanbul'a gelen bir Alman râhibi, 1560 târîhinde yazdığı bir eserde şunları yazmaktadır: "Buradaki temizliğe hayrân oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkânlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine "hamam" dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binâlar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler." Görüldüğü gibi kendileri i'tirâf etmektedir yıkanmayı bilmediklerini. Avrupa'da yıkanmak, ancak asırlardan sonra müslümanlardan öğrenilmiştir. Bugün ise, müslüman memleketleri denilen yerlerde seyâhat eden yabancılar, yayınlarında şöyle yazmaktadırlar: "Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman önce burnumuza ağır pis bir koku geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslümanların iddia ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor." Bugün, İslâm devleti ismini taşıyan memleketlerde, îmân bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabâhat, İslâm dîninde değil, İslâm dîninin esâsının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakîrlik, pis olmak için bir ma'zeret teşkîl etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allahü teâlânın temizlik emrini unutan zavallılardır. Müslümanlar dîni öğrenirse... Her müslüman, dînini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman başka milletler, müslüman memleketleri ziyâret ettiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslümanlarda olduğu gibi, temizliğe hayran kalırlar. Gerçek müslüman, hem temiz olur, hem de, sağlığına çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşitli tehlîkeleri ve zararları olduğu için yasak edilen domuz etini yemez. Homoseksüellerde yeni keşfedilen Aids ismindeki bulaşıcı ve öldürücü hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tesbît edilmiştir. Bu tesbit edilen hastalıklardan sadece biridir. Daha keşfedilemiyen nice hastalıkların kaynağı, domuz ve benzeri dînimizin yasak ettiği şeylerdir.
Medeniyetin gerçek sahibi 1 TEMMUZ 1996
Burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar. Peygamber efendimiz, (İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi) buyurdu. Ya'nî ilimler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sağlık bilgisidir buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, ya'nî sağlığı korumak, ikincisi terapötik, ya'nî hastaları tedâvi etmek, iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Önemli olan hasta olmamak Hasta insan, iyi edilse de, çok defa, özürlü, çürük kalır. İşte islâmiyet, tıbbın birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiştir. Kur'ân-ı kerîmin birçok âyetinde tıbbın bu iki kısmı da teşvîk buyurulmaktadır. Peygamberimiz, Rûm imparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince: - Efendim! İmparator beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım! dedi. Resûlullah efendimiz kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek: - Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim, diye izin istedi. Peygamberimiz buyurdu ki: - Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar. Bu müslüman hiç hasta olmaz demek değildir. Fakat sağlığına ve temizliğe itinâ eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve herhangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sağlığını koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe riâyet sâyesinde olur. Hıristiyanlığın en revâçta olduğu orta çağda, büyük tıb adamları, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs'e tıp tahsîl etmeğe gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796 da bu aşıyı Avrupa'ya götürdü ve haksız olarak, "Çiçek aşısını bulan kimse" ünvânını aldı. Hâlbuki, tam bir karanlık diyârı olan o zamanki Avrupa'da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı Onbeşinci Louis 1774 de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı. Çalışan kazanır Birinci Napolyon 1798 de Akkâ kalesini kuşattığı zaman , ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle denilmektedir: "Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve bizden hiç bir ücret veya hediye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar."
.Gemileri yaktıran Endülüs fâtihi 7 TEMMUZ 1996 Ey mücâhid kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp, bu toprakları almaktan başka çâremiz yoktur. Sıkıntılara, tehlîkelere katlanmadan, rahata kavuşulamaz. Târık bin Ziyâd, Emevîler zamanında, Afrika'nın fethi ile görevlendirilmiş, Mûsâ bin Nusayr'ın azâdlı kölesidir. Mûsâ bin Nusayr, onda, sağlam karakter, kahramanlık, azim ve irâde, isâbetli karar verme, fasîh konuşma, dinliyenlerde derin te'sîrler uyandıracak kuvvetli bir hitâbet görünce, onu Endülüs'ü (İspanya'yı) fetihe gönderdi. Târık bin Ziyâd, emrindeki dört gemi ve yedibin asker ile 711 yılında Endülüs'e hareket etti. Yolculuk esnâsında, geminin güvertesinde kendisini hafif bir uyku hâli kapladı. Rü'yâda karşısında Peygamber efendimiz vardı. Resûlullah ve Eshâbı, kılıçlarını kuşanmış, yaylarını germiş, düşmana hücûm etmek üzereler. Peygamber efendimiz: - Ey Târık!.. Yoluna devam et! buyurdu. Sonra, önde Târık bin Ziyâd olmak üzere, Endülüs'e girdiler. Târık bin Ziyâd uykudan uyandığında, sevincinden yerinde duramıyordu. Endülüs'ün fethinden artık emîn idi. Savaştan dönmeyin!.. Askerler, İspanya'nın güneyinde gemilerden inip karaya çıktılar. Târık bin Ziyâd bütün gemileri yaktırdı. Sonra da askerlerine şöyle hitâp etti: - Ey mücâhid kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde düşman var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Düşmana saldırıp, bu toprakları almaktan başka çâremiz yoktur. Ey askerlerim, bize ancak doğruluk ve sabır yaraşır. Kısa zamanda, düşmana saldırıp, hedefe varamazsak, kendimizi telef etmiş ve karşı tarafa cesâret vermiş oluruz. Bunun için herhâlükârda, düşmanı yenmemiz gerekmektedir. Biliyorum ölümden korkmazsınız fakat, ölmek çâre değildir. Hedefimiz ölmek değil, İslâmı yaymaktır. Ey askerlerim, benim durumum da sizinkinden farklı değildir. Bildirdiğim tehlîkeler, aynen benim için de geçerlidir. Kendimi tehlîkeden bertaraf edip, sizleri ölüm ile karşı karşıya getirmiş değilim! Sıkıntılara, tehlîkelere katlanmadan, rahata kavuşulamaz. Sıkıntılara katlanın ki, sonunda tatlı meyveleri toplıyalım. Halîfemiz sizin yiğitliğinizi, kahramanlığınızı bildiği için bu işle görevlendirdi. Yapacağınız kahramanlık asırlarca anılacak, bütün müslümanlardan hayır duâ alacaksınız. Savaşta, sizden önde olacağım, bütün gücümle düşmana saldıracağım. Düşman komutanını bizzat kendi elimle öldüreceğim. Eğer, hedefe varamadan şehîd düşersem, hemen içinizden birini komutan ta'yîn edin, savaştan dönmeyin!.. "Gemileri yakmak" ta'bîri Târık bin Ziyâd'ın bu ateşli sözleri, müslüman eskerleri heyecanlandırdı. Herşeyi unutup, bir an evvel düşmana saldırmayı düşünmeye başladılar. "Gemileri yakmak" ta'bîri işte bu hâdiseden beri kullanılır oldu. Nihâyet iki ordu karşı karşıya geldi. Düşman eskerleri 100 bin civârındaydı. Târık bin Ziyâd elçiler göndererek şu teklîfte bulundu: - Seni ve halkını İslâma da'vet ediyoruz. Müslüman olursanız kardeşim olursunuz, bağrımıza basarız. Kabûl etmezseniz, cizye ve harac vererek canınızı kurtarırsınız. Bunu da reddederseniz, aramızı kılıç düzeltecektir. Kral, askerlerinin çokluğuna güvenerek, bu teklîfi kabûl etmedi. Müthiş bir savaş başladı. Târık bin Ziyâd, akıl almaz bir şekilde savaşıyordu. Çarpışa çarpışa, Kral Roderiche ulaştı. Seri bir kılıç darbesiyle onu yere serdi. Krallarının öldüğünü gören, düşman askerleri, şaşkın şekilde, sağa-sola kaçmaya başladılar. Mücâhidler, kısa zamanda, düşman askerlerinin çoğunu kılıçtan geçirdiler ve bir kısmını da esîr aldılar. Müslümanlar böylece, 275 sene hüküm sürecekleri, İspanya'ya (Endülüs'e) girmiş oldular. Burada, Avrupalılara insanlığı, medeniyeti öğrettiler
.Tasavvuf ve güzel ahlâk 29 ARALIK 1996
Tasavvuf, lügatte, kalbi saf hâle getirmek, kötülüklerden temizlemek demektir. Kişinin kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine, sevgisine bağlamak; îmânını, i'tikâdını düzeltip, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uyup, Onun yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilme, Tasavvuf ilmi denir. Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesini, yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve, kolaylıkla yapılmasını ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. Tasavvuf ilmine, "Ahlâk" ilmi veya "İhlâs" ilmi de denir. Tasavvuf âlimleri tasavvufu çeşitli şekillerde ta'rîf etmişlerdir. Bunlardan ba'zıları şöyledir: Ebû Ali Rodbârî: "Tasavvuf, kalbi temizlemektir." Ebû Muhammed Cevîrî: "Tasavvuf, hâlleri kontrol ve edebe riâyet etmektir." Ebû Sehl Sa'lûkî: "Tasavvuf, itirazdan yüz çevirmek, emredilene peki demektir." Ebû'l Hüseyin Nûrî: "Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terketmektir." Ebû Sâid İbn-ül-Arabî: "Tasavvuf, fuzûlî, ya'nî faydasız işleri terketmektir. Önemli olanı, önemsiz olana tercih etmektir." Cüneyd-i Bağdâdî: "Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır." Ahmed Şirbâhî: "Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek, herkese lütuf ve ihsânda bulunmak, hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek, düşmanlarını affetmek, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir." Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan herşeyin sevgisini kalbden çıkarmaya çalışmak önemli bir husûstur. Bu yolda ilerlemek peygamberlerin ahlâkından, sâlih kulların hâllerindendir. Olgunlaşmak istemek, insanın en değerli hasletidir. Olgunlaşmak ise, kalbi kötü sıfatlardan tahliye ve rûhu Rabbânî ve güzel sıfatlarla süslemek ve bunlarla Hakkın huzûrunu bulmaktır. Kötü sıfatlar; câhillik, kızgınlık, kendini beğenmek, riyâ, kin, hased, kibir, kazâya rızâsızlık, cimrilik, gurur, makâm ve mal sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplanmaktan korkmak, sözünde durmamak, sû'i zan etmek, nefsin arzûlarına uymak, övünmek, uzun emeller peşinde olmak gibi şeylerdir. Güzel huylar ise; ilim, yumuşaklık, tefekkür, rızâ, hayâ, tevâzu, Allah için sevmek, merhamet, şefkat, mürüvvet, ülfet, cömertlik, vakar gibi güzel işlerdir. Bütün rahatlıkların başı... Tasavvuf nedir? Son zamanlarda, tasavvufçu, tarîkatçı adı altında, birçok sahtekârlar, ajanlar ortaya çıktı. Bunlara aldanmamalı, tuzaklarına düşmemelidir. Böyle karışık zamanlarda, eski kitapları okuyarak, kalbi bu şekilde temizlemelidir. İşte Hak yolunda ilerlemekten maksat, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylar ile sıfatlanıp kemâle ermektir. Zîrâ insanda bu kötü sıfatlar çoktur. Bu kötü sıfatlardan kurtulmadıkça, kişi gerçek ma'nâda Müslüman olamaz. Tasavvuf, ne Yahûdîlerin, ne Hind Brehmenlerinin, ne Yunan filozoflarının, ne de sahte tasavvufçuların uydurmasıdır. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber efendimizden gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resûlullahın, peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile zikretmekte olduğunu dînimizin mu'teber kitapları yazmaktadır. Ehl-i sünnet fırkasından olup, kalblerini gafletten koruyan ve nefslerini Allaha itâ'ate kavuşturanların bu hâllerine "Tasavvuf" ve kendilerine "Sofî" ismi verildi. Son zamanlarda, tasavvufçu, tarîkatçı adı altında, birçok sahtekârlar, ajanlar ortaya çıktı. Bunlara aldanmamalı, tuzaklarına düşmemelidir. Böyle karışık zamanlarda, eskiden yaşamış evliyânın, mürşidlerin kitaplarını okuyarak, kalbi bu şekilde temizlemelidir. İslâmiyet, hokkabazlık, cambazlık, sihirbazlık dîni değildir. İslâmiyet, inanması, yapması, sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek, herkese iyilik yapmak dînidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dîne uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!)
.İlim öğrenmekten maksat 24 ARALIK 1996 İmâm-ı Gazâlî hazretleri, talebesine nasîhatında şöyle buyurdu: İlim öğrenmek ve kitap okumak için çok gecelerini fedâ ettin ve çok tatlı uykularını kendine harâm eyledin. Bilmem ki, niçin kendini bu kadar harâb ettin? İlim öğrenmekten maksadın eğer dünya menfaatlerini toplamak, şöhret, makâm sâhibi olmak ve Müslümanlara büyüklük göstermekse, sana yazıklar olsun! Çok aldanmışsın, kendini azâba sürüklemişsin! Yok eğer maksadın İslâmiyete ve Muhammed aleyhisselâmın dînine yardım etmek ve ahlâkını temizlemek ve nefsini kırmaksa, sana müjdeler olsun! Kendilerine ne güzel ve ebedî istikbâl hazırlamışsın. İstikbâl, saâdet-i ebediyyeye kavuşmuştur. Nasîhatlerin hulâsası, özü, Allahü teâlâya kulluk ve itâat etmenin ne demek olduğunu bildirmektir. Tâat demek ve ibâdet demek, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demektir. Ya'nî, bütün sözlerini ve hareketlerini O'nun emir ve yasaklarına uydurmak demektir. Ya'nî her söylediğin ve her yaptığın, söylemen ve yapmaman, hep, O'nun emri ile olmaktır. Şunu iyi bil ki, ibâdet şeklinde yaptığın işler, eğer O'nun emrine göre değilse, ibâdet olmaz, belki günâh olur. Eğer bu namaz ve oruç da olsa, böyledir. Nitekim, Ramazan Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her dört günü oruç tutmanın günâh ve isyân olduğunu biliyorsun. Hâlbuki, oruç bir ibâdettir. Fakat, emir ile olmadığından günâh oldu. Bunlar gibi, bir kimsenin, nikâhlı hanımı ile her türlü oyun ve latîfeler yapması ibâdettir, ya'nî sevâbdır. Bunun sevâbı hadîs-i şerîf ile bildirilmektedir. Hâlbuki yapılan şey oyun ve eğlencedir. Fakat emirle olduğundan sevâbdır. Şu hâlde, ibâdet demek, kişinin kendi kafasına göre namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmiyetin emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca, ibâdet olur. "Hüccet-ül-İslâm" adıyla meşhûr olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvîleriyle birlikte ezbere biliyordu. İslâmın yirmi temel ilmi ile, bunların yardımcıları olan fen ilimlerde de söz sâhibiydi. Tasavvuf ilminde de yüksek derece sâhibi olup, güzel ahlâk ve hâl sâhibi velîydi. Hadîs ve Usûl-i hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdû hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî'de eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşayan ve sonra gelen âlimler, onun kitaplarını senet kabûl etmişlerdir. Netîce olarak İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını ancak mezhepleri kabûl etmeyenler, dinde reform yapmak istiyenler beğenmezler. Hakîkî Müslümanlar, âlimler Onu baş tâcı etmişlerdir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddididir. Vazîfesi; din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmektir. Şu hâlde, ibâdet demek, kişinin kendi kafasına göre namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmiyetin emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca, ibâdet olur. Emir olunan yapılmalıdır Ou herkes anlayamaz Hocası İmâm-ül-Harameyn el-Cüveynî şöyle der: "Gazâlî, ilimde büyük bir deryadır." Es'ad Mîhenî de şöyle der: "Gazâlî'nin ilmi ve üstünlüğü, kolay kolay anlaşılmaz. Bunu ancak, onun derecesinde olanlar veya onun aklının kemâline yaklaşabilenler anlar." İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserleri üstünde Avrupalılar, geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik, Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli kitabında, İmâm-ı Gazâlî'nin 404 kitabının ismini yazmıştır. Meşhûr müsteşrik Brockelman'ın da Geschichte Der Arabischen Litterature adlı eserinde, İmâm-ı Gazâlî'nin eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959'da, dört Alman ordinaryüs profesörü, İmâm-ı Gazâlî'nin kitaplarını okuyarak, İslâm dînine âşık olmuşlar ve İmâmın kitaplarını Almancaya çevirmişler ve İslâmiyeti kabûl etmişlerdir.
."Hocamı buldum, aklımı bıraktım" 11 ARALIK 1996 Mevlânâ hazretleri talebeleriyle giderken, kapı önünde tefekkür hâlinde duran, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan bir kimseyi gördü. O'na selâm verip yoluna devam etti. Bu Şems-i Tebrîzî hazretleri idi. Kendi kendisine de; "bu yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var" diye düşünürken, âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Mevlânâ hazretleri, atı durduran elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce sordu: - Buyurunuz! Bir arzûnuz mu var? - İsminizi öğrenmek istiyorum? - Mevlânâ Celâleddîn Muhammed. - Bir suâlim var. - Buyurun. - Acabâ Bâyezîd-i Bistâmî nasıl biridir? - Elbette ki büyük biridir. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî sordu: - Peki niçin görünüşte Bâyezîd-i Bistâmî; bazı yanlış şeyler söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz? Sanki yanımızda idi İlâhî feyze tahammül edemedi "O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor" deyince, Mevlânâ da; "Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdecisidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm" diye cevap verdi. Mevlânâ hazretleri buna da şöyle cevap verdi: - Bâyezîd-i Bistâmî'nin aldığı ma'nevî ihsânlar o kadar çoktu ki, kalbi, bu oranda o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemiyerek tecellî ile dolup taştı. Kendinden geçti. O sözleri bu hâldeyken söyledi. Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, "Allah" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta o kadar ısınmış, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeble evine götürdü. Hocası Seyyid Burhaneddîn hazretlerinin geleceğini söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince, daha da çok sevindi. "Ey Muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlînize sâdık bir hizmetçi olmaya çalışacağım. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır" diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinliyordu. Şems-i Tebrîzî bir müddet sonra, Konya'dan ayrıldı. Şems-i Tebrîzî'nin gitmesi, Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyordu. Ayrılık, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems, Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'da Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse, "Şems'i gördüm" diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defasında birisi dedi ki: - Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sağlığı yerindeydi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse dedi ki: - O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi, yalan söylüyor. Mevlânâ hazretleri bunun üzerine şu cevabı verdi: - Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdecisidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm. Bir zaman sonra Şems-i Tebrîzî Konya'ya geri geldi. Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi almadan, ma'nevî bir âlemde kendilerinden geçtiler. Hocasına kavuştuktan sonra, "Akıl mürşidi bulmak içindir. Hocamı buldum, aklımı bıraktım" buyurdu. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümit ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler
.Osmanlıların başarısı 14 KASIM 1996
Osmanlıların, türlü türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurduklarını biliyoruz. Osmanlıların bu başarısı yanlızca askerî değildi. Ya'nî kaba kuvvete dayanmıyordu. Askerî yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çâre idi. Öyleyse, onları mefkûrelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas âmiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metodları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağalayan birçok metodları vardı. Bu medodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu'da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifâdesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Avrupa ortaçağında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslâm âleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi. Aksine tam bir inanç hürriyeti hâkimdi. Çünkü, İslâmiyetin, "Dinde zorlama yoktur" prensibine Osmanlılar sâdık kalıyorlardı. Kimse zorla Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru hâliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gâye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul'u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul'un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslâm ahlâkını gayrı müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propoganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifâdesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Osmanlıların ilk dönemlerindeki kültürel tanıtım faaliyetlerinde ve bilhassa iskân edilen nüfus içerisinde gönüllü olarak yer alan, yahut da başka uç bölgelerine kendiliklerinden giderek yerleşen, tekke ve tasavvuf mensuplarının da önemli payları olmuştur. Sadece Anadolu'nun değil, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resûlullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabûl etmişti. Bu madde, Müslümanların Anadolu'nun alınmasında Alperenlerin büyük rolü olmuştu. Bunlar içerden, Anadolu'yu fethe hazır hâle getirmişlerdi. Bunun için, Türkler Anadolu'ya girince, halktan ciddi bir tepki bile görmemişlerdir. Dinde zorlama yoktur Alperenlerin etkisi müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Meselâ eskiden Alperenler denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dînimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hâl ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslâmiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslâmiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Tâ Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyârına gelmişlerdi.
Osmanlılarda tolerans 15 KASIM 1996
Osmanlının küçük bir beylik iken dört kıtaya hükmeden bir imparatorluk hâline gelmesinin birçok sebepleri vardır. Herşeyden önce Osmanlılar, muazzam güç ve kudretlerinin yanında çok sâde kaldılar. Gösterişe değil mütevâziliğe önem verdiler. Kendilerine tâbi bir devlet haline getirdikleri Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesâbesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sâde ve çok basitti. Gösterişten, şâşâdan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Onlara çok müsamahakâr davrandılar. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de, zaten budur. Onlar fetih bölgelerinde yerli halka karşı öylesine müsamahakârâne davranıyorlardı ki, yerli halk bu davranışları kendi yöneticilerinin yönetim tarzları ile mukâyese ettiklerinde arada muazzam bir fark olduğunu görüyorlardı. Bu fark da onların gönüllerinin İslâma ve dolayısıyla Osmanlılara ısınmasına sebep oluyordu. Bunu yabancılar bile dile getirmektedir. Meselâ, yabancı bir tarihçi Gibbons bu husûsta şunları yazmaktadır: "Osman Gâzi, dîninde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halîfe Osman'ın ve daha evvelki halîfelerin ikinci nüshası idi. Dînî gayreti ile heyecanlı olmak ve dînî, hayatta en birinci ve evvelki gâye yapmak ma'nâsına alınırsa; Osman Gâzi mutaassıptı ya'nî dinden tâviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse birşey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara ezâ etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osman oğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişlerdir. Karadeniz'in güneyinden Avrupa'ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır. Osman Gâzinin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te'sîri çok daha geniş ve şumüllü idi. Çünkü O, sükûnet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O'na bunların üstünde bir mevki vermemiz icâbeder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!.. 600 küsûr sene hüküm sürebilmiştir.?" Yerli halka karşı öylesine müsamahakârâne davranıyorlardı ki, yerli halk bu davranışları kendi yöneticilerinin yönetim tarzları ile mukâyese ettiklerinde arada muazzam bir fark olduğunu görüyorlardı. Yabancıların itirafı Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vâsıtasıyla İslâmı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede müsamahakârâne davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir. Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dînin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslâmı benimsemişler ve Türk-İslâm kültür dairesi içerisine girmişlerdir. Meselâ şu olay bu konuda bize gerekli fikri vermeye kâfidir sanırız: Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, "kimsenin canına dokunulmayacağına" dâir antlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terketmiyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur'un vezirinin, Rumların şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gâzî'ye verdiği cevap ilginçtir: "Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Babanızın idâresine geçen köylülerimiz memnun kalıp, size itâat ettiler. Bir daha bizi anmadılar. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik" diyor ve sonra da şunları ekliyor: "Tekfur yaramaz insan oldu... Bu âlemin değişmesi eksik değil. Şimdi gerileme sırası bize geldi...
" Herkese iyi muamele 16 KASIM 1996
Osmanlıların İslâm kültürünü yaygınlaştırıp geliştirmelerinde, devletin kurucularının ve sonradan gelen devlet adamlarının kişisel meziyetlerinin, herkese iyi muamele göstermelerinin büyük rol oynadığı muhakkaktır. Çünkü devletler, özellikle kurucu devlet adamlarının inanç, kişilik ve karakterlerine göre şekillenmekte ve teşkilâtlanmaktadırlar. Ertuğrul Gâzî'den başlayarak Osman Gâzî, Orhan Gâzî, Murad Hüdâvendigâr ve Yıldırım Bayezid ile onları takip eden diğer devlet adamlarının ve maiyetlerinin dînî inanç ve kanâatleri, medeniyet anlayışları ve kültür seviyeleri ile müsâmahakâr ve adâletli davranışları, yalnız Müslümanlarca değil, doğrudan ve dolaylı olarak temas halinde bulundukları Hıristiyanlar nezdinde de itibâr ve nüfûz kazanmaları için çok faydalı olmuştur. Küçük bir Uç Beyliği olarak tarih sahnesinde görülen bu bölge, gerçekten becerikli ve cengâver rûhlu kişiler tarafından yönetilmişler ve kısa zamanda büyük atılımlar yapmışlardır. Gerek Ertuğrul ve gerek Osman Beyin şahsî meziyetleri hakkında nakledilen rivâyetlerin gerçek olduğu muhakkaktır. Bunlar bütün savaşları bizzat idâre etmişler ve bu sayede küçük kabîle reisliğinden, bütün ülkedeki kabîle askerî teşkilâtlarının başına geçebilmişlerdir... Osman ve Orhan beylerin kuvveti, yalnız Türk boylarını değil, Horasanlıları ve muhtelif milletleri Müslümanlık etrafında birleştirerek, büyük bir devletin temelini kurabilmişlerdir. Müslüman olmaları sebebiyle ilk Osmanlı devlet adamları, İslâmiyetin gereğini yapmaya çalışmışlardır. Gazâlarına devam ederken, etrafta bulunan kale beyleri, tekfurlar kendisinden çekinir oldukları bir sırada, Osman Gâzînin, Bilecik'i henüz fethetmeden önce tekfuruna karşı son derece iyi davrandığı görülüyor. Bu tavrından dolayı maiyeti Osman Gâzîye soruyor: - Bilecik kâfirlerine çok iyi davranıyorsunuz. Bunun sebebi nedir? - Komşularımızdır. Biz bu vilâyete garîb geldik, bunlar bizi hoş tuttular. Düşmanlık yapmadılar. Bunun için bunlara iyi davranmak zorundayız. Osman Gâzî ve aşiret mensupları yaz aylarında yaylaya çıkarlarken, taşınmasında güçlük çekilen eşyalarını Bilecik Kalesi'ne ya'nî Tekfur'a emânet olarak bırakıyorlar, dönüşte de tekrar alıyorlardı. Buna karşılık Osman Gâzî de Tekfur'a bol hediyeler takdim ediyordu. Böylelikle iyi komşuluk münâsebetlerini sürdürüyorlardı. Tekfurun cevabı Cengâver rûhlu kişiler Osman Gâzi, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefâda kusur göstermemiştir. Osman Gâzî ile maiyeti arasında yukarıda geçen konuşmadan, O'nun bir vefâkârlık ve kadirbilirlik anlayışına şahit oluyoruz. Alıyoruz ki Osman Gâzi, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefâda kusur göstermemiştir. Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî teşkilâttı. Osmanlı Devleti ve sultanlarının da'vâları da kendi tâbirleriyle "Nizâm-ı âlem" üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, bu millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm tarihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehditlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünya nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslâm dîninden ve onun cihâd rûhundan alıyordu.
Adâletli tutum ve davranışları 17 KASIM 1996
Osmanlıları maksatlarına ulaştıran en önemli husûslardan birisi de; şüphesiz ki adâletli tutum ve davranışları olmuştur. Onlar gittikleri her yerde adâlet örnekleri sunmuşlar, kimseye, bilhassa inanç ve kanaatlerinden dolayı baskı yapmamışlar, farklı davranmamışlardır. Bu konuda da tarihçilerin naklettikleri sayısız çarpıcı örnekler mevcuttur. Osman Gâzî, Eskişehir'in Ilıca yöresinde pazar kurdurmuştu. Pazara, Türklerin yanısıra etraftaki Hıristiyan halk, özellikle henüz Osmanlıların eline geçmemiş olan Bilecik halkı da mallarını satmak veya ihtiyaçlarını almak üzere geliyorlardı. Bir gün Bilecik halkından ba'zıları pazara bardak getirmişlerdi. Germiyanlılardan birisi, onların bardaklarından birisini alıp, parasını vermemişti. Bardak sahibi Bilecik kâfiri gelip, Osman Gâzîye şikâyette bulundu. Osman Gâzî, bardağı alan Germiyanlı Türk'ü getirtip, iyice azarlayıp , kâfirin hakkını alıp, sahibine verdikten sonra, şöyle ilân ettirmişti: "Kimse Bilecik keferesine zulüm itmeye!.." O kadar adâletli davranıyor ki; "Bilecik keferesinin kadınları dahî pazara gelip, pazar ihtiyaçlarını kendileri görüp, giderlerdi. Osman Gâzîye Bilecik kâfirleri gâyet itimâd etmişlerdi. "Bu Türk, bizimle iyi doğruluk ider" derlerdi Osmanlılar, hiçbir din, mezhep veya milliyet farkı gözetmemişler, aksine bütün dinler, mezhebler ve milletler arasında sağlam bir âhenk kurmayı başarmışlardır. Onlar, kitleler arasında gerçek anlamda bir adâlet tesis ederek, zamanla dünya tarihi içerisinde ve milletler arasında en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî teşkîlât kurabilmişlerdir. 1332 yılında Orhan Gâzînin oğlu Süleyman Paşa, İznik'ten sonra Taraklı, Göynük ve Mudurnu'nun fethine karar vermişti. Bu bölgedeki birçok kalenin halkı, adâletli ve insaflı hareket ettiğinden dolayı, Süleyman Paşanın idâresine girmeyi arzû ediyorlardı. Süleyman Paşa, Taraklı Yenicesi yakınlarına gelince, buranın tekfuru, kale halkının arzûsuna uyarak kaleyi teslim etti. Göynük ve Mudurnu kaleleri de bu şekilde kendiliklerinden teslim oldular. Süleyman Paşa, bu bölgelerde öylesine adâletli ve insaflı davrandı ki, kâfirler geçirdikleri eski günler için üzüldüler. Süleyman Paşa, bu seferleri esnasında ganîmet almayı da yasak Başarının esas kaynağı Kefereye zulüm edilmeye... Osmanlılar, yalnızca gayrı müslimlere karşı değil, halkı ve yöneticileri Müslüman veya Türk olan diğer devletlere veya milletlere karşı da aynı dürüstlük ve adâlet örneklerini sunmuşlardır. etmişti. Yalnızca alınan topraklardan bir kısmını gâzîlere dağıtarak, onların gönüllerini hoş tutmakla yetindi. Süleyman Paşa, daha sonra Trakya bölgesinde yaptığı fetihlerinde de aynı şekilde adâlet ve dürüstlük örnekleri sunmuştur. Tarihçi Hayrullah Efendinin ifâdesine göre, Süleyman Paşa, adâlet ve doğruluğu o derece ilerletmişlerdi ki, sebepsiz olarak kimseyi incitmeyip, hakâret dahî etmezlerdi. Osmanlıların adâlet anlayışlarının ve uygulamalarının kaynağı İlâhî idi. Bundan dolayıdır ki, gerçek anlamda adâletli bir yönetim kurabilmişlerdi. Şayet İlâhî adâlete dayanmayan bir yönetim kurmuş olsalardı, Türk kudret ve devletinin asırlarca sarsılmadan ayakta durması mümkün olamazdı. Elbette ki Osmanlılar, yalnızca gayrı müslimlere karşı değil, halkı ve yöneticileri Müslüman veya Türk olan diğer devletlere veya milletlere karşı da aynı dürüstlük ve adâlet örneklerini sunmuşlardır. Meselâ; Murad Hüdâvendigâr ile Karamanoğlu Alâeddîn Bey arasında yapılan savaş esnâsında, Murad'ın orduları önünde tutunamayıp kaçan Alâeddin Bey, Konya Kalesi'ne sığınmıştı. Alâeddin Beyi ele geçirmek için kaleyi kuşatan Murad Hüdâvendigâr, Karaman halkının bir akçalık malına dokunulmamak üzere şiddetli yasak koymuştu
.
Âkıbetimiz ne olacak? 12 EYLÜL1996
Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultân Süleymân hân, Yahyâ Efendi hazretlerine bir mektup göndererek şunu sordu: - Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize âkıbetimizin ne olacağını haber ver. Neslimiz, kesilip yok mu olacak? Yok olacaksa, bu hangi sebepten olacak? Mektubu okuyan Yahyâ Efendi hazretleri eline kalem kâğıt alıp; - Kardeşim! Neme gerek, diye iri harflerle yazıp Kânûnî'ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda, nasıl böyle cevap verir diye hayretler içinde kaldı. Hemen Yahyâ Efendinin dergâhına geldi: - Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm etti: - Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlıyamamana şaşarız. - Nasıl? diye meraklı bir şekilde yüzüne bakınca, Yahyâ Efendi şu târihi cevâbı verdi: - Zulüm, haksızlık, adam kayırma, rüşvet yayılsa, işitenler de, "Neme gerek" dese ve onu önlemeye çalışmasalar; sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese; fakîrlerin, muhtâçların, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir. * * * Yahyâ Efendi zamanında Boğazda bir yük gemisi, birden su almaya başlar. Tam gemi batmak üzere iken, gemi kaptanı Yorgi, Yahyâ Efendi Dergâhı tarafına baktığında, oradan bir ışığın, yükseldiği görür. Geminin dümenini o tarafa çevirir ve batmaktan kurtulur. Zulüm, haksızlık, adam kayırma, rüşvet yayılsa; koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese; fakîrlerin, muhtâçların, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. İşte o zaman felâkettir Bilmediğimiz bir hikmet var Yorgi, bu iyiliğe karşılık olarak, yirmi yıldan beri sakladığı şarap fıçısını sırtına vurduğu gibi, dergâhın kapısını çalar. Talebeleri, Yahyâ Efendiye, "Yorgi isminde birisi kapıda sizinle görüşmek istiyor" derler. İçeri alınması emir buyurulunca, Yorgi, talabelerin şaşkın bakışları arasında şarap fıçısıyla içeri girip der ki: "Gemimi siz batmaktan kurtardınız, ben de buna karşılık olarak yıllardır sakladığım en kıymetli şarabımı size hediye olarak getirdim." Talebeleri, "Bu haddini bilmez de nereden çıktı" deyip, hemen dışarı atmak isterler. Yahyâ Efendi ise, Yorgi'ye iltifat edip, hediyesi için memnuniyetini bildirir. Bununla da kalmaz, Yorgi'ye, halka olmuş talebeleri işâret edip, "Hepsine birer kupa ikrâm et" der. Talebelerden ba'zıları fırlayıp dışarı kaçarlar. Kaçarken de, "Herhalde hocamız kafayı bozdu, bize şarap içirmeye kalktı" derler. Ba'zıları da, şüphe ve tereddüt içinde kalır. Ba'zıları da, "Biz bu dergâha girerken aklımızı bırakıp hocamıza tâbi olduk, eğer biz, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edebilseydik burada ne işimiz vardı? Hocamızın bizi, bizden daha çok düşündüğüne inanıyoruz. Burada bizim bilmediğimiz bir hikmet var" deyip içerler. Bir de ne görsünler, ikrâm edilen, şarap değil, buz gibi şıra. İçen bir daha içmek ister. Bu durumu gören Yorgi de huzûrda kelime-i şehâdet getirip müslüman olur. Yahyâ efendi talebelerine dönüp buyurur ki: - Bizim dergâhımız herkese açıktır. Biz gelene git demeyiz. Gitmek istiyeni de zorla tutamayız. Kendini ateşe atanın başkasını suçlamaya hakkı yoktur. Dergâhımız, yolcularını selâmetle Cennete götüren bir gemi gibidir. Gemiye binen kurtulur. Kimseyi bu gemiye binmeye zorlamayız. Kendi isteği ile gelenin de, kaptanın işine karışmaya hakkı yoktur. Kaptanın niyetini, hangi şartlarda gemiyi yürüttüğünü, fırtınalardan kurtarmak için nasıl manevra yaptığını yolcular bilemez. Kaptanın işine karışan, gemi karaya oturduğunda sadece kendisine değil gemideki herkese zarar vermiş olur.
Batının islâmiyeti yok etme plânları 13 EYLÜL 1996
Batılı islâm düşmanları yeri geldiğinde, kaba kuvvetle, yeri geldiğinde çeşitli oyunlarla elde ettikleri devletleri, milletleri asırlarca sömürdüler. Bu ülkelerin, yer üstü, yer altı ne kadar servetleri varsa bunları alıp götürdüler. Ayrıca ma'nevî yönden hem dînlerini, hem de dillerini, örf ve âdetlerini kaybettirdiler. Bu sömürgeci devletlerin başını İngiltere çekiyordu. İslâm düşmanlığı, zulüm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulan İngiliz imparatorluğu, kendisine "Üzerinde güneş batmayan devlet" ünvânını vermişti. 19. yüzyıldaki işgalleri sonunda, dünya topraklarının yaklaşık dörtte birine, dünya nüfusunun da dörtte birinden çoğuna sâhip oldu. İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünya hâkimiyetini te'mîn eden, onun, nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sâdece birinci dünya harbinde, İngiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almıştır. Bunların çoğunu Osmanlı Devletini parçalamak için kullanmıştır. Barış zamanında ise, İngiltere'nin muazzam sanâyisini yaşatan, İngiliz ekonomisini ve mâliyesini takviye eden Hindistan'dır. Hindistan'ın diğer sömürgelerine nazaran çok önemli olmasının iki sebebi vardı: Birincisi, dünyayı sömürmelerine en büyük mâni olarak gördükleri İslâmiyetin Hindistan'da yayılması ve burada müslümanların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistan'ın tabiî zenginlikleridir. Hindistan'ı elde tutabilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabiî zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımıştır. İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünya hâkimiyetini te'mîn eden, onun, nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sâdece birinci dünya harbinde, İngiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almıştır. Neden Hindistan Osmanlı imparatorluğundaki hareketleri titizlikle takip etmek ve çeşitli siyâsî oyunlarla Osmanlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistan'a yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, İngiliz siyâsetinin esâsı idi. İngilizler, Osmanlı-Rus harbi sırasında, Hindistan'ı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet ilân ettiler. Meşhûr masonlardan Mithat Paşanın Osmanlı devletini harbe sokması, İslâmiyete yaptığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül'azîz Hânın şehîd edilmesi de, İngilizlere yaradı. İngilizler, kendi yetiştirdikleri adamları Osmanlı devletinde önemli makâmlara getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmanlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından Mustafa Reşîd Paşa son sadrâzamlığında, altı günlük sadrâzam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslümanlarına yaptığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etti. Daha önce de, Hindistan'daki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslümanları bastırmak için, İngiltere'den gelen yardımın Mısır'dan geçirilmesi için Osmanlılardan izin istediler. Bu izin de, yine masonlar vâsıtası ile verildi. Hindistan'da İngilizler halkı dinden uzaklaştırmak için yeni mektepler açmadılar. İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve çocuk mekteplerini de kapattılar, halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd ettiler. İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yaptıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitaplarını, İslâm mekteplerini yok ettiler. Tam din câhili bir gençlik yetiştirdiler. Sömürge devletlerini idâre edenlerin adları, Ahmet, Mehmet, Mustafa, Ali gibi müslüman isimleri idi. Fakat islâmiyetle ilgileri sadece bu isim benzerliğinden ileri gitmiyordu. Bunların göstermelik parlamentoları olmuş, fakat hiçbir zaman bağımsız olamamışlardır.
Parçala, hâkim ol ve imhâ et! 14 EYLÜL 1996
Tarihe baktığımızda, Batılı devletlerin müslüman ülkelerle olan ilişkilerinde hep ikiyüzlülük yaptıklarını açık bir şekilde görürüz. Hiçbir zaman samîmî olmamışlardır. Müslüman devletlerin yüzlerine gülüp arkalarından vurmuşlardır. Meselâ, İngilizler, Hindistan'da misyonerlik faaliyetleri yayılmadan ve Hindistan tam olarak İngiliz hâkimiyetine geçmeden evvel, müslümanların îmânlarına saygılı davranmış, bayramlarda toplar attırmış, câmi ve mescidlerin ta'mîrine yardımcı olmuş, hattâ câmi, tekke, türbe ve medreselere âit islâm vakıflarında vazîfe almışlardı. Devleti avuçları içine alınca, bu faaliyetleri yasakladılar. İngilizlerin islâm dînine hücûmlarında tatbîk ettikleri siyâsetin; evvelâ dost görünerek, yardım ederek, müslümanları sevdiklerini, islâmiyete hizmet ettiklerini, her memlekette yayarak dünya müslümanlarını aldatmak; buna muvaffak olduktan sonra, islâmiyetin esâslarını, kitaplarını, mekteplerini, âlimlerini, yavaşça ve sinsice yok etmek olduğunu, bu faaliyetleri açıkça göstermektedir. Bu ikiyüzlü siyâsetleri ile hedefleri, önce islâmiyeti yok etmek, sonra da hıristiyanlaştırılmış yerli gençler yetiştirmektir. Daha sonra da bunları iş başına getirmektir. ABD eski Dışişleri Bakanı Williams Jennings Bryan, İngiliz hükûmetinin, eski kömünist Rusya'dan daha zâlim ve daha aşağı olduğunu delilleriyle ispat etmektedir. Batılı islâm düşmanlarının, özellikle İngilizlerin, bütün İslâm âleminde ta'kîb ettikleri siyâsetin temeli ve aslı şu üç kelimedir: Parçala, hâkim ol ve dinlerini imhâ et! Bu siyâsetin îcâb ettirdiği hiç bir şeyi yapmaktan çekinmemişlerdir. Hiçbir zaman bağımsız olamadılar Önce dîni yok etmek İngilizlerin siyâseti, önce dost görünerek, yardım ederek, müslümanları sevdiklerini, islâmiyete hizmet ettiklerini, her memlekette yaymak suretiyle dünya müslümanlarını aldatmak; sonra da islâmiyetin esâslarını, kitaplarını, mekteplerini, âlimlerini, yavaşça ve sinsice yok etmektir. Bütün sömürge ülkelerinde olduğu gibi, Hindistan'da da ilk işleri, kendilerine hizmet edecek kimseler bulmak oldu. Bu kimseleri kullanmak sûreti ile fitne ateşini yavaş yavaş yaktılar. Bunun için, müslümanların hâkimiyetinde yaşayan hindûları kullandılar. Müslümanların adâleti altında yaşayan hindûlara, Hindistan'ın hakîkî sahiplerinin hindûlar olduğunu, müslümanların hindû tanrılarını kurban ettiğini, buna mâni' olmak lâzım geldiğini telkîn ettiler. Hindûları kendi saflarına geçirdiler. Müslümanlar içerisinde de za'îf i'tikâdlı kimseler satın alındı. İngiliz Sir John Strachey diyor ki: "Hâkim olmak ve tefrîka sokmak için, yapılacak her şey, hükûmetimizin siyâsetine uygundur. Hindistan'daki siyâsetimizin en büyük yardımcısı, burada yan yana iki düşmanın bulunmasıdır." Hindistan'da hiç bir sene geçmemiştir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müslümanın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi körüklemek için, müslümanlar arasında bir taraftan inek kesmenin 7 tane koyun kesmekten daha efdal olduğunu yaydılar. Diğer taraftan da, hindûlar arasına, inek tanrılarını ölümden kurtarmanın çok sevâb olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistan'dan çekildikten sonra da devam etmiştir. Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki müslüman, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindû mahallesinden geçerlerken, bir hindû önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindû, "Ey ahâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler" diye bağırır. Müslümanlar da, "Ey müslümanlar, yetişin kurbânımızı elimizden alıyorlar" diye feryâd eder. Hindûlarla müslümanlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslüman katledilir. Fakat, ineği hindû mahallesinden geçiren iki kişinin, İngiliz sefâretine girdikleri görülür. Bu ve bunun gibi karışıklık, bu fitneyi çıkaranların İngilizler olduğunu açıkça göstermektedir
İslâm düşmanlarının dîni bozma plânları 15 EYLÜL 1996
Batılı islâm düşmanları sömürgelerinde islâm dînini tamamen yok etmenin mümkün olmadığını görünce, sinsice islâmiyeti değiştirme plânları hazırlamaya başladılar. İslâmiyetin harâm kıldığı şeylere helâl diyen, dîni ve îmânı değiştirmeye çalışan, müslüman ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanları yetiştirdiler. Gulâm Ahmed Kâdıyânî bunlardan sadece biridir. Gulâm Ahmed; top, kılıç ile cihâdın farz olmadığını, farz olan cihâdın nasîhat ile olduğunu söyledi. İngiliz câsûsu Hempher de, Necdli Muhammed'e böyle söylüyordu. Gulâm Ahmed'i İngilizler bol para ile satın aldılar. Önce "Müceddid" olduğunu, sonra, "Mehdî" olduğunu söylediler. Nihâyet, "Peygamber" olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân ettiler. Aldattığı kimselere "ümmetim" dedi. Kur'ân-ı kerîmde, birçok âyetlerin kendisini haber verdiğini, bütün Peygamberlerin mu'cizelerinden daha çok mu'cizesi olduğunu söyledi. Kendisine inanmayanlara kâfir dedi. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupa'da ve Amerika'da "Ahmediye" ismi altında kâdıyânîliğin yayıldığı görülmektedir. Sinsi oyunlar Ehl-i sünnet yok edildi Gulâm Ahmed'i İngilizler bol para ile satın aldılar. Önce "Müceddid" olduğunu, sonra, "Mehdî" olduğunu söylediler. Nihâyet, "Peygamber" olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân ettiler. Sünnî müslümanlar, cihâdın farz olduğunu ve islâm düşmanlarına yardım etmenin küfür olduğunu söylüyorlardı. Bu husûsta va'z eden, nasîhat veren müslümanlara şiddetli cezâlar veriliyor, çoğu katlediliyordu. Ehl-i sünnet kitapları toplanıp imhâ edildi. Satın alamadıkları ve kendi emellerine hizmet ettiremedikleri islâm âlimlerini, müslümanlardan uzaklaştırdılar. Onlar idâm edildikleri zaman kahraman olurlar korkusu ile, Andoman adasındaki meşhûr zindanlarda müebbed hapse mahkûm ettiler. Büyük ihtilâli sebep göstererek, Hindistan'ın her yerinden topladıkları islâm âlimlerini yine oraya göndermişlerdi. İslâmiyete düşmanlıklarını, müslümanların anlamaması için, Hindistan'ın (dâr-ül-harb) değil, (dâr-ül-islâm) olduğuna dâir fetvâlar aldılar. Bu fetvâları her yere yaydılar. Kendileri tarafından yetiştirilen âlim isimli münâfıklar, Osmanlı pâdişâhlarının halîfe olmadığı, halîfeliğin Kureyşlilerin hakkı olduğu, Osmanlı sultânları onu gasb ettikleri için onlara itâ'at edilmeyeceği fikrini yaydılar. Hâlbuki, (Halîfe, Kureyş kabîlesinden olacaktır) hadîs-i şerîfi, halîfe olmaya lâyık, halîfelik şartlarına mâlik olanlar arasında, Kureyşten de varsa, onu tercîh ediniz demektir. Bu yoksa, başkası halîfe olunur. Dînî tedrîsâtı yok ederek, İslâmiyeti içerden yıkabilmek için, İslâm üniversitesini açtılar. Buradan din câhili ve İslâm düşmanı din adamları yetiştirdiler. Bunların İslâmiyete zararları pek büyük oldu. Burada tahsîl görenlerden seçtiklerini İngiltere'ye gönderirler, İslâmı içerden yıkacak bir hâle getirdikten sonra, müslümanların başına geçirirlerdi. M.Cinnâh ve Eyyüb hân Yahyâ hân bunlardandır. Yahyâ hândan sonra hükûmeti Zülfikâr Alî Butto devraldı. Bu da tahsîlini İngiltere'de yapmış, İngiliz adamı olarak yetiştirilmişti. Zülfikâr Alî Butto'yu devirerek yerine geçen Ziyâ-ül-Hak, İslâm düşmanlarının, müslümanlar için neler düşündüklerini, müslümanları ve İslâmiyeti yok etmeye çalıştıklarını anlayarak, onların arzû ettikleri şeyleri yapmadı. Vatanının fende ve teknikte, sanatta ilerlemesi için uğraştı. Fert, âile, cemiyet ve milletin refâh ve saâdetinin tek kaynağının İslâmiyet olduğunu iyi anladığı için, yaşayışın buna uygun olmasını istedi. Bu istediğini Pakistan milletine sordu. Yapılan referandumda Pakistan ahâlisi topyekûn kabûl oyu kullandı. İngilizlerin yetiştirdiği uşaklar, Ziyâ-ül-Hak'ı bütün maiyeti ile berâber bir suikastta şehîd ettiler. Sonra başbakan olan Alî Butto'nun kızı Benâzir, devlet ve millet ve İslâmiyet aleyhine yaptıkları eylemlerden dolayı hapishânelere atılmış olan bütün hâinleri serbest bıraktı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pakistan'da karışıklıklar, kavgalar başladı. İngilizlerin arzûları gerçekleşmiş oldu.
Dinsizliğe geçiş için kurulan köprü 16 EYLÜL 1996
İslâm düşmanları, özellikle İngilizler, birinci ve ikinci cihân harbleri sonunda, birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve kendi menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine, gerçek bağımsızlığa kavuşamamışlardır. Son üç asırda, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır. Osmanlı Devletini yıktılar. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devletler kurdular. Bunun sebebi müslümanların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni olmaktı. Ziyâ-ül-Hak şehîd edildi Birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve kendi menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine, gerçek bağımsızlığa kavuşamamışlardır. İslâm ülkeleri diye isimlendirilen memleketler arasında, devâmlı birbirlerine düşmanlıkları ve harbleri kışkırttılar. Meselâ, sünnî müslümanların büyük ekseriyeti teşkil ettikleri Suriye'de, % 9 olan Nusayrîleri iş başına getirdiler. 1982 senesinde Hama ve Humus şehirlerine ordu birlikleriyle hücûm edilmiş, iki şehir yerle bir edilerek, silâhsız, müdâfaasız sünnî müslümanlar bombalanmıştır. Hakîkî Ehl-i sünnet âlimleri öldürüldü, İslâm kitapları, hattâ, Kur'ân-ı kerîmler bile yok edildi. Bu İslâm âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetiştirilen din câhili mezhebsiz kimseleri getirdiler. Bunlardan biri Cemâleddîn-i Efgânî'dir. Cemâleddîn-i Efgânî Felsefe kitapları okudu. Afganistan'a karşı Ruslar için câsûsluk yaptı. Mısır'a geldi. Mason ve mason locası başkanı oldu. Cemâleddîn-i Efgânî ve Muhammed Abduh masonluğun müslümanlar arasında yayılmasına çok yardım ettiler. Ali Paşa, İngiliz locasına bağlı mason idi. Efgânî'yi İstanbul'a getirdi. Vazîfe verdi. Sapık fikirlerini her yere yaymaya çalıştı. Zamanın şeyh-ul-islâmı Hasan Fehmi efendi, Cemâleddîn'i rezîl etti. Câhilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. Ali Paşa, bunu İstanbul'dan çıkarmaya mecbûr oldu. Mısır'da ihtilâl ve dinde reform fikirleri aşılamaya çalıştı. 1886 de İran'a geldi, orada da rahat durmadı. Zincirlere bağlanarak Osmanlı hudûduna bırakıldı. Tekrar İstanbul'a geldi. Behâîler ile işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etti. Cemâleddîn-i Efgânî'nin, din adamı perdesi altında, İslâmı içerden yıkmak propagandalarına aldananların en meşhûru "Muhammed Abduh"tur. Abduh, İngilizlerin yardımı ile Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete saldırmaya başladı. İlk iş olarak, Câmi'-ül ezher medresesi ders programlarını bozmaya, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeye başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısımdaki kitaplar, yüksek sınıflarda okutuldu. Hindistan'da İngilizlerin yetiştirdiği din adamlarından biri de Hamîdullah'tır. Koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişti. Ehl-i sünnete çok zarar verdi. İngilizlerin islâmiyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine, dînine hizmet etmek isteyen müslümanları aldatmak için kullandıkları en te'sîrli silâhları; İslâmiyeti asra uydurmak, modernleştirmek, İslâmiyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleştirmek idi. Mezhepleri, Ehl-i sünnet âlimlerini kötüliyerek müslümanları dinsizliğe sürüklediler. Mezheplere, müctehid âlimlere i'timâdını yitiren müslümanın îmânını muhafazası çok zordur. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafâ Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için, "Mezhebsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür" buyurarak, İslâm düşmanlarının arzûlarını, gâyelerinin ne olduğunu çok iyi anlattı. İslâmiyet, asırlardır bozulmadan dört mezhep sayesinde bizlere ulaştı. Mezhepleri ortadan kaldırmak müslümanların felâketine sebep olur. Bunu iyi bilen İngilizler devamlı mezhepsizliği körüklediler. Maalesef zamanımızda bilerek veya bilmiyerek birçok müslüman İngilizlerin bu oyununa âlet olmaktadır.
Din düşmanları tasavvufu da bozdular 17 EYLÜL 1996
Asırlardır, islâmın güzel ahlâkını anlatan, islâmı herekese sevdiren, tasavvuf büyükleri idi. Bunlar islâmı yaymada bir nevi öncü kuvvet idi. Meselâ Adadolu'nun kapısını islâma açan, askerden önce Anadolu'ya giren Alperen dediğimiz kimseler tasavvuf büyükleri idi. Tasavvuf büyüklerinin dîni yaymadaki önemini bilen İslâm düşmanları, din bilgilerini sömürgeleri olan devletlerden kaldırdıktan sonra, ma'nevî ilimlerin kaynağı, yayıcısı olan tasavvufa yöneldiler. Satılmışlar iş başında Mezhepsizlik felâketi Tekkeleri bozmak için çok çalıştılar. Osmanlının son zamanlarında; dinsizlik, bid'atler, harâmlar karışmamış tekke, tarîkat hemen hemen kalmamıştı. İngiliz ajanları şeyh kılığında tekkelerin baş köşelerine oturmuştu. Tekkeleri ve tasavvuf yollarını ifsâd etmek için de, çok çalıştılar. Osmanlının son zamanlarında; dinsizlik, bid'atler, harâmlar karışmamış tekke, tarîkat hemen hemen kalmamıştı. İngiliz ajanları şeyh kılığında tekkelerin baş köşelerine oturmuştu. Tasavvuf büyükleri aslâ siyâset ile uğraşmaz, kimseden bir menfaat beklemezlerdi. Tasavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünkü tasavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demektir. Ya'nî her sözünde, her işinde, her şeyde dîne yapışmaktır. Fakat, uzun zamandan beri, câhiller, fâsıklar, hattâ birçok ajanlar, alçak maksatlarına kavuşmak için, tasavvuf büyüklerinin isimlerini âlet olarak kullanıp, çeşitli ocaklar kurmuş, dînin, bozulmasına, yıkılmasına sebep olmuşlardır. Zikir ismini kullanarak dinle ilgisi olmayan şeyler uydurdular. Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamaktır, kalbi temizlemektir. Bu durumda, kalbden dünya sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimsenin kadın-erkek, bir araya toplanarak hoplayıp zıplaması zikir değildir. Harâm işleyerek ibâdet yapılmaz. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Mezhebsiz ve tasavvuf düşmanı olan İbni Teymiyye islâm âlimi ilân edildi. Bunun yolunda olarak tasavvuf düşmanı "Vehhâbîlik" fırkası kuruldu. İngilizlerin yardımı ile, Vehhâbî kitapları bütün dünyanın her memleketine yayıldı. Her memlekette yaptıkları büyük binâlara, "İbni Teymiyye Medresesi" levhâları astılar. İbni Teymiyye'nin kitaplarındaki sapık fikirlerle, İngiliz câsûsu Hempher'in yalan ve iftirâlarının karışımına "Vehhâbîlik" denildi. Hakîkî müslüman olan "Ehl-i sünnet" âlimleri, İbni Teymiyye'nin kitaplarının bozuk olduklarını bildiren çok kitap yazdılar. İngilizler tarafından tesîs edilen Vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, Kadıyânî gibi bozuk yolların hepsinde tasavvuf düşmanlığı vardır. İslâm düşmanları bilhassa İngilizler, her türlü vâsıtalar kullanarak müslümanları ilimde ve fende geri bıraktılar. Müslümanların ticâret ve san'atlarına mâni olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyetini ortadan kaldırmak, gençlerin islâm ilimlerini öğrenmelerine mâni olmak için içki, fuhuş, eğlence, kumar gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlâkı bozmak için, rûm, ermeni ve diğer gayrı müslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsta müslüman anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmektedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar. Osmanlı devleti, son zamanlarda, Avrupa'ya tahsîl için talebeler ve devlet adamları gönderdi. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba'zıları aldatıldı, mason yapıldı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, İslâmiyeti ve Osmanlı imparatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Böylece aydınlar dinsiz, halk da cahil kalınca, altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı. İslâm ülkeleri de hamisiz kalıp bugünkü perişan hal ortaya çıkmış olldu.
Tek sermâyeleri yalan ve entrika 18 EYLÜL 1996
Ondokuzuncu asrın ilk yarısından sonra, fen ilimlerinde, dev adımlar atılmaya başlandı. Bilhassa Avrupa, fen ilminde hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. Bu sırada Osmanlının başında bulunan, satılmış paşalar ise bütün güçleri ile bu ilerlemeye sinsice karşı koydular. Plânlı bir şekilde gençler, din câhili olarak yetiştirildi. Londra'dan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, Harâm işleyerek ibâdet yapılmaz Aydınlar dinsiz, halk cahil kalınca... Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni oldular. Sonra da din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek iki yüzlülük yaptılar, müslüman yavrularını İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamaya başladılar. Osmanlı; Avrupa'daki fizik, kimya üzerinde dev adımlardan uzak tutuldu. Avrupa'da büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harb vâsıtaları kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik, geometri, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni oldular. Sonra da din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek iki yüzlülük yaptılar, müslüman yavrularını İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslâmiyete ve müslümanlara zararlı olan, islâmiyetin, öğrenilmesine mâni olduğu şeylere asrîlik, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kânûn müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sâhibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi. Askere gitmeyen müslümanlara, çok kimsenin ödeyemiyeceği büyük bir para cezâsı getirilmişken, gayrı müslimlerden çok az bir para alındı. Bu vatanın evlâtları, İngilizlerin tezgâhladıkları harblerde şehîd olurken, Reşîd Paşanın ve yetiştirdiği masonların oyunları netîcesinde, memleketin sanâyi ve ticâreti gayrı müslimlerin ve masonların eline geçti. İngilizler, Rus Çarı birinci Nikola'nın, Kudüs'te katoliklere karşı ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdenize inmesini istemeyen Fransa imparatoru üçüncü Bonapart'ı da, Osmanlı-Rus harbine sürükledi. İngilizler diğer taraftan Osmanlıları Ruslarla meşgül ederken Hindistan'da müslümanları katlediyorlardı. Kendi çıkarları için yaptıkları bu işbirliği, Türk milletine, mason Reşîd Paşanın diplomatik zaferleri olarak tanıtıldı. Düşmanların bu yaldızlı reklâmlar ve sahte dostluklarla örtmeye çalıştıkları imhâ hareketlerini, herkesten önce anlıyan Sultân Abdülmecid Han, mason Reşîd Paşayı, birkaç kere sadrazamlıktan uzaklaştırdı ise de, kendisine (koca), (büyük) gibi isimler takan bu kurnaz adam, rakiplerini devirip, tekrar işbaşına gelmesini becerirdi. Ne yazık ki, sultân keder ve üzüntüsünden tüberküloza yakalanıp genç yaşında vefât etti. Sonraki senelerde, devlet koltuklarını kapışanlar ve üniversite hocalıklarına, mahkeme başkanlıklarına getirilenler, hep mason Reşîd Paşanın yetiştirmeleridir. Böylece (Kaht-ı ricâl) devri açılmasına ve Osmanlılara (Hasta adam) denilmesine sebep oldu. İktisat profesörlerinden Ömer Aksu, Gazetemizde neşredilen bir makalesinde, (Bizde batılılaşma hareketinin başlangıcı olarak 1839 Tanzîmât fermânı gösterilir. Biz Batıdan almamız gereken şeyin teknoloji olduğunu, kültürün ise, millî olması gerektiğini görememişiz. Batılılaşma hareketine, hıristiyanlığı benimseme olarak bakmışız. Mustafa Reşîd Paşanın İngilizlerle yaptığı ticâret anlaşması, sanâyileşmemize en büyük darbeyi vurmuştur) demektedir. Sultân Abdülhamîd hân Batının sinsi planını çok iyi anlamıştı. Fakat yalnızdı. Zamanında işe yarar devlet adamı, fen adamı kalmamıştı. Bu imkânsızlıklar içinde, siyâsî dehâsını kullanıp, Devletin çöküşünü 33 yıl ancak durdurabildi. Daha sonra, akla hayâle gelmedik entrikalar ile din düşmanları O'nu da bertaraf ettiler. Böylece çöküş, bütün hızıyla tekrar başladı.
Bir karış toprak vermem 19 EYLÜL 1996
Osmanlının çöküşünün başladığı Tanzîmat fermânından sonra gelen Pâdişâhlar içinde islâm düşmanlarının sinsi plânlarını en iyi şekilde anlıyan, Sultân Abdülhamîd hân olmuştur. Bütün ömrünü bu âdî plânları, oyunları bozmakla geçirmiştir. İkinci sınıf vatandaş muamelesi Cennet mekân Sultân Abdülhamîd hân "Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz." Bu sinsi plânlarından biri de yahûdîlerin, İngilizlerin himâyesi ve teşvîki ile Filistin topraklarında bir yahûdî devleti kurmak istemeleri idi. Bu tehlîkeyi ve siyonistlerin faaliyetlerini ve arzûlarını da çok iyi bilen Abdülhamîd hân, Filistin toprağından yahûdîlere satılmamasını emretti. Dünya siyonizm teşkilâtının başkanı Theodor Herzl ve Haham Moşe Levi, sultân Abdülhamîd'i ziyâret ederek, yahûdîler için toprak satmasını istediler. Sultânın cevâbı, "Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz" olmuştur. Yahûdîler, ittihât ve terakkî fırkası ile işbirliği yaptılar. Bütün şer güçler, sultâna karşı birleştiler. 1909 de tahttan indirilerek, bütün müslümanları öksüz bıraktılar. İttihât ve terakkînin başında bulunanlar, din düşmanlarını ve masonları devletin en yüksek mevkilerine getirdiler. Hattâ, Şeyh-ül-islâm yaptıkları Hayrullah ve Mûsâ Kâzım bile mason idi. Memleketi kana buladılar. Bu İngiliz uşaklarının sebep oldukları, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, hâince, alçakça hazırlanmış İngiliz plânları ile, Abdülhamîd hânın yetiştirmiş olduğu, dünyanın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. İngilizlerin hîleleri ile, devletin başına geçen masonlar, vatanın en çok birliğe ve müdâfaaya muhtâç olduğu bir zamanda, milleti sahipsiz bırakıp kaçtılar. Hâin olduklarını böylece de isbât ettiler. Osmanlı imparatorluğunda açılan misyoner mekteplerinde ve kiliselerde aldatılan gayrı müslim vatandaşlar, Osmanlıya karşı ayaklandırıldı. Mekteplere muallim ve kiliselere papaz ismi ile Avrupa'dan gelen siyah cübbeli câsûslar, gazeteciler, her geldikleri yere para, silâh ve fitne getirdiler. Büyük isyânlar oldu. Târîh sahîfelerinde, insanlık lekesi, vahşeti olarak duran, Ermeni, Bulgar ve Yunan mezâlimi yapıldı. Yunanlıları İzmir'e taşıyanlar da İngilizlerdi. Allahü teâlâ, Türk milletine merhamet buyurarak, büyük bir istiklâl mücâdelesi sonunda, bugünkü güzel vatanımız kurtarılabildi. Osmanlı Devleti parçalanınca, dünya birbirine girdi. Osmanlı İmparatorluğu tampon gibi bir devletti. Müslümanlar için bir hâmî ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni idi. Sultân Abdülhamîd hândan sonra, hiç bir memlekette rahat ve huzûr kalmadı. Avrupa devletlerinde, birinci cihân harbinde, sonra ikinci cihân harbinde, daha sonra da komünizm istilâsı ve zulmü altında, kan ve katliam hiç bitmedi. İngilizlerle birleşip Osmanlıları arkadan vuranlar, hiç rahat yüzü görmediler. Sonra yaptıklarına pişmân oldular. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmanlı halîfesi adına okutmaya başladılar. İngilizler tarafından Filistin'e İsrâîl devleti kurulunca, Osmanlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını gazeteler yazıyor, dünya televizyonları gösteriyor. 1990 senesinde, Mısır Hâriciye Nâzırı Ahmed Abdülmecîd, "Mısır en rahat ve huzûrlu günlerini, Osmanlılar zamanında yaşadı" demiştir. Hıristiyan Avrupa devletlerinin ve Amerika'nın menfaatinin bulunduğu her yerde, hıristiyan misyonerleri bulunur. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymak, hâşâ tanrı dedikleri Îsâ aleyhisselâma hizmet, huzûr, sulh ve sevgi götürmek gibi sözler arkasına gizlenmiş, menfaat avcıları, huzûr bozuculardır. Daha mühim vazîfeleri ise, gittikleri memleketleri hıristiyan devletlerine bağlamaktır. Her memlekette, kendilerine dost olacak kimseleri bulur ve bunları satın alırlar. Bu kimseler, yerli ahâlînin isimlerini taşır, fakat ya hıristiyanlaştırılmış bir câhil veya satın alınmış bir hâin idi.
Misyoner faaliyetleri 20 EYLÜL 1996
Memleketi kana buladılar Hiç rahat yüzü görmediler Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsta yetiştirmek için, büyük gayret sarfetmişlerdi. "Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yaptık" diyorlardı. Kendilerinin, "Üzerinde güneş batmıyan ülke" ismini vermiş oldukları İngiltere, "Üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke" hâline gelmiştir. Müstemlekelerinin çoğunu kaybetmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur. Misyoner faaliyetleri yeni değildir. Misyonerlerin ilk faaliyeti tanzîmat fermânı ile başladı. Prensip olarak, misyoner olacak kimse, vazîfe göreceği memlekette veya o memlekette yetişmiş bir misyoner tarafından yetiştirilir. Bu pensibe göre islâm düşmanları özellikle İngilizler, daha o zamanlarda bütün güçleri ile Anadolu'da misyoner yetiştirme faaliyetlerine başladı. Bilhassa, mason Reşîd Paşanın hazırladığı, "Gülhâne Fermânı"ndan sonra, Osmanlı Devletindeki misyoner faaliyetleri yoğunluk kazandı. Anadolu'nun en güzel yerlerine kolejler açıldı. Fermândan yirmibir sene sonra, Harput'ta, Fırat Koleji açıldı. Bu binâ yapılırken hiç bir masraftan kaçınılmadı. Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 merkez kurmuşlardı. 21 kilise yapılmıştı. Altmışaltı ermeni köyünden 62'sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmıştı. Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsta yetiştirmek için, büyük gayret sarfetmişlerdi. Meşhûr kadın misyoner Maria A.West, daha sonra neşrettiği (Romence of Missongn) kitâbında, "Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yaptık" demektedir. Bu faaliyet ermenilerin bulunduğu her yerde yapıldı. Gaziantep'te Antep Koleji ve Merzifon'da Anadolu Koleji, İstanbul'da ise Robert Koleji, bunların başlıcalarındandır. Meselâ Merzifon Kolejinde, hiç Türk talebe yoktu. 135 talebeden 108'i ermeni, 27'si de rumdu. Bunlar yatılı olarak Anadolu'nun her yerinden toplanmış talebelerdi. Müdürü, diğerlerinde olduğu gibi, bir râhipti. Bu arada, Anadolu kaynamaya başladı. Ermeni komitacılar, müslümanları insâfsızca katlediyor, müslüman köyleri yakıyor, vatanın bekçisi ve sâhibi Osmanlıya hayât hakkı tanımıyordu. Bu ermenilerin takîbi sonucu, 1893 senesinde yaptıkları büyük katliamlarda komitacıların bu kolejde yuvalandıkları, bütün faaliyetlerinin hazırlığını burada yaptıkları ve reîslerinin Kayayan ve Tumayan adlı kolej muallimleri olduğu ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine misyonerler, bütün dünyayı ayağa kaldırdılar. Bu iki hâin ermeniyi kurtarmak için, Amerika'da ve İngiltere'de çok büyük gösteriler tertîp ettiler. Bu sebeple, İngiltere ile Osmanlı devletinin arası açıldı. İşin tuhafı, 1893 de, İngiliz misyonerlerin tertîb ettiği bu gösterilerde Merzifon Anadolu Kolejinin müdürü de, Londra'da bunların içinde idi. Anadolu'da, müslümanlara karşı yapılan katliamlar, hıristiyan kitaplarında aksine çevrilerek, yazıldı. Gaziantep deftardarı Eyyüb Sabri efendi hatıratında diyor ki: "İngilizlere göre, müslümanlara zulüm ve hakâret etmek, millî bir vazîfedir. Yirmibinden fazla müslüman esîrin 1919 da, Mısır'ın Abbâsiyye hastanesinde gözleri oyulmuş, kolları, ayakları kesilmiştir. Esîrleri anadan doğma soyarak, ingiliz binbaşının önünden geçirirlerdi. Esîrler arasından, hoca Abdullah efendi, hiç olmazsa edeb yerlerimizi mendil ile örtmeye izin verin diyerek, çok yalvardı. İzin vermediler. Alay ettiler. Yafa Belediye Başkanı Ömer Baytar efendi ve Akkâ milletvekili Esat Şâkir efendi ve bir çok âlim ve şerîfler ve Nablüs İdâre Meclîsi üyesi Seyfeddîn efendi de aramızda idi. Geçmiş asırlardaki vahşetler ve Engizisyon zulümleri, ingilizlerden çektiğimiz işkenceler yanında hiç kalır. Dünyada hiçbir milletin yapamıyacağı zilleti, alçaklığı, İngilizler yaptılar."
Zulüm pâyidâr kalmaz 21 EYLÜL 1996
Maksat öğretim değildi Engizisyonları aratmayacak vahşetler Zulüm payidar kalmaz. Eden bulur. Bugün islâm devletleri paramparça, perişan hâlde ise, bunun baş sorumlusu Batılı devletlerdir. Özellikle de İngilizlerdir. Fakat bunların yaptıkları yanlarına kâr kalmadı. Bunda en büyük payı da ingilizler aldı. Aslında, İngilizler, ikinci cihân harbinden galip çıkmış gibi görünüyorsa da, hakîkatte mağlup olmuşlardır. Çünkü, kendilerinin, "Üzerinde güneş batmıyan ülke" ismini vermiş oldukları İngiltere, "Üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke" hâline gelmiştir. Müstemlekelerinin çoğunu kaybetmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur. İngiliz merkez istatistik bürosu tarafından yayınlanan Cemiyet temâyülleri isimli rapora göre, her yüz İngiliz bebekten yirmiüçü, gayrı meşrû ilişkiler sonucu dünyaya gelmektedir. 7 Mayıs 1990 tarihli bir İstanbul gazetesinin, İngiliz polis kurumu Scotland Yard tarafından neşredilen istatistiğe dayanarak verdiği haberde, Londra'da can güvenliğinin kalmadığı, bilhassa kadınlar için, çok tehlîkeli bir şehir hâline geldiği bildirilmektedir. İngiliz polisinin raporuna göre, son oniki ayda, başta ırza tecâvüz ve soygun olmak üzere, bütün suçlarda artışlar olmuştur. Bütün dünyada ve bütün dinlerde âile, meşrû olarak kadın-erkek beraberliğidir. İki erkeğin livâta (homoseksüellik) yapmasını, İngiliz kânûnları himâye etmektedir. 12 Kasım 1987 tarihli bir İstanbul gazetesinde, "İngiliz ordusunda skandal" başlıklı haberde, kraliçe ikinci Elizabeth'in muhâfız alayına yeni katılan erlerin ırzlarına, nâmûslarına tecâvüz edildiği ve sadistçe işkence yapıldığı yazılıdır. 28 Aralık 1990 tarihli gazetemizde yayınlanan bir araştırma yazısında, İngiltere kiliselerinde bile Lûtî sayısının % 15'i bulduğu, Lordlar ve Avam kamarasında ise, bu sayının, daha da yükseldiği bildirilmektedir. Ahlâksızlık, İngiliz kabinesine kadar sıçramış, Profümo skandalı gibi hâdiseler ortaya çıkmıştır. Avrupa'da Lûtîlerin teşkîlatlandığı ilk ülke, İngiltere'dir. Bu ahlâksızlıkların yapıldığı yerlerde bile, İngilizin İslâm düşmanlığı göze çarpar. Londra'nın arka sokaklarında fuhuş, livâta ve her türlü rezâletin yapıldığı yerler, İslâmiyette mübârek olan yeşil renk ile boyandığı gibi, bu pislik yuvalarının kapısına "Mekke" levhası asılmıştır. İngiliz, Guardian gazetesi, 200 bin kız çocuğunun büluğ çağına gelince, babası tarafından tecâvüz edildiği için, mahkemeye mürâcaat ederek, koruma istediğini yazmıştır. BBC televizyonu ise, haberinde, mahkemeye şikâyet etmiyenlerin 5 milyon olarak tahmîn edildiğini söylemiştir. İngiltere, toprak dağılımı bakımından da, dünyanın en adâletsiz yapısına sahiptir. İngiliz köylüsünün, toprak reformları için, Lordlarla verdiği mücâdeleler, tarihlerde yazılıdır. Bugün bile, İngiltere toprağının % 80'inin imtiyazlı sınıf denilen azınlığın elinde olduğu bir gerçektir. Oksford hastanesi iki doktorunun tetkîkinde, her sene yüzbin ingilizin intihâra teşebbüs ettiği, bunlardan 4500'ünün öldüğü tesbît edilmiştir. Bunların yüzde 62'si genç kızdır. Jetleri, bombaları, füzeleri ile, her sene yüzbinlerce müslümanı şehîd eden, yüzbin vatandaşını da, intihâra sevk eden, ingilizler gibi zâlim, vahşî bir devlet görülmemiştir. İrlanda ise, İngilterenin başına belâ olmuştur. Kendi kazdıkları hıyânet çukurlarına, kendilerinin düştüğü günleri inşâallah hep berâber göreceğiz.
Osmanlının başarısı 22 EYLÜL 1996
Müslümanlar, fennin her yeniliğini uygulayarak, Avrupa içlerine kadar ilerleyince, endîşeye kapılan Avrupalılar: Her türlü rezâlet serbest Böyle vahşi devlet görülmemiştir Osmanlılar, aldıkları yerlerde halka kötülük yapmadılar. Müslüman olsun kâfir olsun herkese, adâlet ile muâmele yaptılar. Elde ettikleri ülkelerdeki küçük çocukları, teste tâbi tutarak zekâlarını ölçtüler. Bunlara önemli vazîfeler verdiler. - İslâmiyet Avrupa'ya yayılıyor, hıristiyanlık yok oluyor, diye şaşkına döndüler. Kendi aralarında toplanarak, Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar. Kaba kuvvetle karşı koyma ile bir yere varılamıyacağını anladılar. Bir gece yarısı, İstanbul'daki İngiliz elçisi, sabahı bekliyemeden: - Buldum, buldum! Osmanlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunun çâresini buldum. Osmanlılar, aldıkları yerlerde halka kötülük yapmıyorlar. Müslüman olsun kâfir olsun herkese, adâlet ile muâmele yapıyorlar. Elde ettikleri ülkelerdeki küçük çocukları, teste tâbi tutarak zekâlarını ölçüyorlar. Böylece keskin zekâlı çocuklar, tesbît edilip, saraydaki Enderûn denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. Bu okullarda, İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek kuvvetli, başarılı müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve idâre adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını, müslümanların gelişmelerini durdurmak için, bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri içeriden yıkmak, müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır. Fenden ve îmân kuvvetinden mahrûm kalan müslümanları, bu şekilde yıkmak çok kolay olacaktır, diyerek şifre yolladı. İngiliz Sefîrinin bu teklîfi çok doğru bulunarak, bu fikrin hemen tatbîk plânlarına başlandı. Önce müslümanlar aldatılarak, medreselerden, mekteplerden ilmî, fennî konularda iyi yetişmiş kıymetli din adamlarının ve idârecilerin yetiştirilmesini önlemek için plânlar hazırlandı. Câhil bırakılan gençler, çeşitli vesîleler ile Avrupa'ya çekildi. Burada, dinsizlik aşılandı. Zevk ve sefâhata alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek anavatana gönderildi. Fen adamı, edebiyatçı vs. kılığındaki bu sinsi din düşmanları, aydın, ileri görüşlü kimseler olarak tanıtıldı. Böyle diplomalı fen yobazları, din düşmanlarının çok kurnazca plânları ve sayısız para harcayarak çevirdikleri dolaplar ile, Osmanlı devletinde iş başına getirildiler. Meselâ mason olan Mustaf Reşit Paşa, Fuat Paşa ve benzerleri, medreselerden, önce fen derslerini kaldırdılar. "Âhiret işi varken bu işlerle uğraşmak uygun değildir. Bunların yerine dîn bilgisi öğrenmelidir" dediler. Hâlbuki, Fâtih Sultân Mehmed Hân zamanında, medreselerde, din ve fen bilgileri çok yüksek idi. Öğleye kadar din dersi, öğleden sonra da fen dersi okutulurdu. Yukarıdaki plân gereği, tanzimattan sonra ve hele ittihatçılar zamanında öğrenim seviyesi çok düşürüldü. Bir taraftan, size fen dersi lâzım değil deyip, okullardan bu dersleri kaldırırken, diğer taraftan da müslümanlar, fenne karşıdırlar diyerek iki yüzlülük ediyorlardı. İslâm düşmanları, çok sinsi ve iki yüzlü davranarak plânlarını başarı ile uyguladılar. Hele Mithat Paşa hazırladığı gizli plânlarla Osmanlı Devletini yıkıp, İslâmiyeti, Kur'ân-ı kerîmi yok etmek için kıyâsıya mücâdele ediyordu. Sultân Abdülhamid Hân'ın kuvvetli îmânı ve keskin zekâsı, müslümanlara ve İslâmiyete saplanmak istenen bu zehirli hançere karşı çelik bir kalkan gibi dikildi. Padişahlıkta kaldığı müddetçe, İslâm düşmanlarının bu sinsi plânlarına mâni oldu
.Osmanlıların başarısı 14 KASIM 1996 Osmanlıların, türlü türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurduklarını biliyoruz. Osmanlıların bu başarısı yanlızca askerî değildi. Ya'nî kaba kuvvete dayanmıyordu. Askerî yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çâre idi. Öyleyse, onları mefkûrelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas âmiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metodları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağalayan birçok metodları vardı. Bu medodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu'da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifâdesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Avrupa ortaçağında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslâm âleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi. Aksine tam bir inanç hürriyeti hâkimdi. Çünkü, İslâmiyetin, "Dinde zorlama yoktur" prensibine Osmanlılar sâdık kalıyorlardı. Kimse zorla Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru hâliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gâye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul'u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul'un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslâm ahlâkını gayrı müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propoganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifâdesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Osmanlıların ilk dönemlerindeki kültürel tanıtım faaliyetlerinde ve bilhassa iskân edilen nüfus içerisinde gönüllü olarak yer alan, yahut da başka uç bölgelerine kendiliklerinden giderek yerleşen, tekke ve tasavvuf mensuplarının da önemli payları olmuştur. Sadece Anadolu'nun değil, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resûlullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabûl etmişti. Bu madde, Müslümanların Anadolu'nun alınmasında Alperenlerin büyük rolü olmuştu. Bunlar içerden, Anadolu'yu fethe hazır hâle getirmişlerdi. Bunun için, Türkler Anadolu'ya girince, halktan ciddi bir tepki bile görmemişlerdir. Dinde zorlama yoktur Alperenlerin etkisi müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Meselâ eskiden Alperenler denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dînimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hâl ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslâmiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslâmiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Tâ Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyârına gelmişlerdi.
Osmanlılarda tolerans 15 KASIM 1996
Osmanlının küçük bir beylik iken dört kıtaya hükmeden bir imparatorluk hâline gelmesinin birçok sebepleri vardır. Herşeyden önce Osmanlılar, muazzam güç ve kudretlerinin yanında çok sâde kaldılar. Gösterişe değil mütevâziliğe önem verdiler. Kendilerine tâbi bir devlet haline getirdikleri Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesâbesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sâde ve çok basitti. Gösterişten, şâşâdan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Onlara çok müsamahakâr davrandılar. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de, zaten budur. Onlar fetih bölgelerinde yerli halka karşı öylesine müsamahakârâne davranıyorlardı ki, yerli halk bu davranışları kendi yöneticilerinin yönetim tarzları ile mukâyese ettiklerinde arada muazzam bir fark olduğunu görüyorlardı. Bu fark da onların gönüllerinin İslâma ve dolayısıyla Osmanlılara ısınmasına sebep oluyordu. Bunu yabancılar bile dile getirmektedir. Meselâ, yabancı bir tarihçi Gibbons bu husûsta şunları yazmaktadır: "Osman Gâzi, dîninde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halîfe Osman'ın ve daha evvelki halîfelerin ikinci nüshası idi. Dînî gayreti ile heyecanlı olmak ve dînî, hayatta en birinci ve evvelki gâye yapmak ma'nâsına alınırsa; Osman Gâzi mutaassıptı ya'nî dinden tâviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse birşey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara ezâ etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osman oğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişlerdir. Karadeniz'in güneyinden Avrupa'ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır. Osman Gâzinin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te'sîri çok daha geniş ve şumüllü idi. Çünkü O, sükûnet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O'na bunların üstünde bir mevki vermemiz icâbeder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!.. 600 küsûr sene hüküm sürebilmiştir.?" Yerli halka karşı öylesine müsamahakârâne davranıyorlardı ki, yerli halk bu davranışları kendi yöneticilerinin yönetim tarzları ile mukâyese ettiklerinde arada muazzam bir fark olduğunu görüyorlardı. Yabancıların itirafı Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vâsıtasıyla İslâmı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede müsamahakârâne davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir. Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dînin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslâmı benimsemişler ve Türk-İslâm kültür dairesi içerisine girmişlerdir. Meselâ şu olay bu konuda bize gerekli fikri vermeye kâfidir sanırız: Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, "kimsenin canına dokunulmayacağına" dâir antlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terketmiyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur'un vezirinin, Rumların şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gâzî'ye verdiği cevap ilginçtir: "Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Babanızın idâresine geçen köylülerimiz memnun kalıp, size itâat ettiler. Bir daha bizi anmadılar. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik" diyor ve sonra da şunları ekliyor: "Tekfur yaramaz insan oldu... Bu âlemin değişmesi eksik değil. Şimdi gerileme sırası bize geldi..."
Herkese iyi muamele 16 KASIM 1996
Osmanlıların İslâm kültürünü yaygınlaştırıp geliştirmelerinde, devletin kurucularının ve sonradan gelen devlet adamlarının kişisel meziyetlerinin, herkese iyi muamele göstermelerinin büyük rol oynadığı muhakkaktır. Çünkü devletler, özellikle kurucu devlet adamlarının inanç, kişilik ve karakterlerine göre şekillenmekte ve teşkilâtlanmaktadırlar. Ertuğrul Gâzî'den başlayarak Osman Gâzî, Orhan Gâzî, Murad Hüdâvendigâr ve Yıldırım Bayezid ile onları takip eden diğer devlet adamlarının ve maiyetlerinin dînî inanç ve kanâatleri, medeniyet anlayışları ve kültür seviyeleri ile müsâmahakâr ve adâletli davranışları, yalnız Müslümanlarca değil, doğrudan ve dolaylı olarak temas halinde bulundukları Hıristiyanlar nezdinde de itibâr ve nüfûz kazanmaları için çok faydalı olmuştur. Küçük bir Uç Beyliği olarak tarih sahnesinde görülen bu bölge, gerçekten becerikli ve cengâver rûhlu kişiler tarafından yönetilmişler ve kısa zamanda büyük atılımlar yapmışlardır. Gerek Ertuğrul ve gerek Osman Beyin şahsî meziyetleri hakkında nakledilen rivâyetlerin gerçek olduğu muhakkaktır. Bunlar bütün savaşları bizzat idâre etmişler ve bu sayede küçük kabîle reisliğinden, bütün ülkedeki kabîle askerî teşkilâtlarının başına geçebilmişlerdir... Osman ve Orhan beylerin kuvveti, yalnız Türk boylarını değil, Horasanlıları ve muhtelif milletleri Müslümanlık etrafında birleştirerek, büyük bir devletin temelini kurabilmişlerdir. Müslüman olmaları sebebiyle ilk Osmanlı devlet adamları, İslâmiyetin gereğini yapmaya çalışmışlardır. Gazâlarına devam ederken, etrafta bulunan kale beyleri, tekfurlar kendisinden çekinir oldukları bir sırada, Osman Gâzînin, Bilecik'i henüz fethetmeden önce tekfuruna karşı son derece iyi davrandığı görülüyor. Bu tavrından dolayı maiyeti Osman Gâzîye soruyor: - Bilecik kâfirlerine çok iyi davranıyorsunuz. Bunun sebebi nedir? - Komşularımızdır. Biz bu vilâyete garîb geldik, bunlar bizi hoş tuttular. Düşmanlık yapmadılar. Bunun için bunlara iyi davranmak zorundayız. Osman Gâzî ve aşiret mensupları yaz aylarında yaylaya çıkarlarken, taşınmasında güçlük çekilen eşyalarını Bilecik Kalesi'ne ya'nî Tekfur'a emânet olarak bırakıyorlar, dönüşte de tekrar alıyorlardı. Buna karşılık Osman Gâzî de Tekfur'a bol hediyeler takdim ediyordu. Böylelikle iyi komşuluk münâsebetlerini sürdürüyorlardı. Tekfurun cevabı Cengâver rûhlu kişiler Osman Gâzi, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefâda kusur göstermemiştir. Osman Gâzî ile maiyeti arasında yukarıda geçen konuşmadan, O'nun bir vefâkârlık ve kadirbilirlik anlayışına şahit oluyoruz. Alıyoruz ki Osman Gâzi, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefâda kusur göstermemiştir. Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî teşkilâttı. Osmanlı Devleti ve sultanlarının da'vâları da kendi tâbirleriyle "Nizâm-ı âlem" üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, bu millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm tarihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehditlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünya nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslâm dîninden ve onun cihâd rûhundan alıyordu.
Osmanoğulları’nın asaleti 19.6. Osmanlı Devletinin kuruluşunun 700. yılı sebebiyle, bu sene Osmanlılar ile ilgili konular gündemden düşmemekte... Her gün değişik yönlerden ele alınmakta Osmanlı... Geçtiğiniz Çarşamba, 16.6.199 tarihli takvimlerde günün tarihi bölümlerinde, “ Osmanlı hanedanının kadın mensuplarının yurda dönmelerine müsaade edildiğine dair kanunun çıkışı” yazıyordu... Yıllar sonra, 1952 yılında kanun çıkartılarak bu hak verildi hanedanın kadın mensuplarına... Bu vesile ile, Osmanlı Hanedanın yurt dışında gösterdikleri asalet üzerinde durmak istiyorum bugün. Her türlü olumsuzluklara rağmen, gittikleri yerlerde yeni Türkiye Devletinin aleyhine en ufak bir faaliyette bulanmamışlar... Bu husus, Büyük Millet Meclisi zabıtlarına bile geçmiş... İşte size bu kanunun kabülünden önceki Meclis tartışmalarından kısa alıntılar: “Muhterem arkadaşlar, birbirini takip eden iki büyük Dünya Savaşı, yeryüzündeki dört büyük imparatorlukla beraber bunların yanı sıra bir çok hükümdarlıkların başını yemiştir. Bunun neticesi olarak taç ve tahtını kaybeden bir hanedanın, beşer ihtiraslarına kapılıp taç ve tahtlarına, binaenaleyh menfaatlerine kavuşmak için girişmedikleri teşebbüs kalmamıştır. Bir çok komplolara katılmışlar. Neye mal olursa olsun, taç ve tahtlarına kavuşmak için memleketlerinin ihtilal ve kan içinde yüzmesine razı olacak kadar beşeri ihtiraslara kapılmışlardır. Arkadaşlar, yalnız Osmanlı Hanedanı’dır ki, buna tenezzül etmemiş, bu suretle mensup oldukları Hanedan’ın temiz kanını taşıdıklarını ispat eden parlak bir imtihan geçirmişlerdir. Arkadaşlar, kadınlar aç kalmışlar, erkekleri şoförlük etmişler, garsonluk etmişler fakat memleketleri aleyhinde tevcih edilecek hiçbir komploya girmemişler, her teklifi reddetmişlerdir. Onlar realiteyi görmeyi, hakikatleri kabul etmeyi de bilmişlerdir. Bu gün hiçbir iddiaları , hiçbir kasıtları yoktur. Onların bugün maneviyatlarına, ruhlarına hakim olan bir şey vardır; içlerini cayır cayır yakan vatan hasreti acısı, vatana kavuşma ateşi... “(Burhaneddin Onat- Antalya ) “Değerli arkadaşlarım, her millet tarihiyle yaşar. Tarihini inkar eden toplum görülmüş değil. Osmanlı Hanedanı, hasenatı ile seyyiatı ile Türk Milleti’nin geçmişinde söz sahib olmuş, büyük hizmetleri görülmüş tarihi bir aile. Bugün kırk milyonluk Türkiye’de bir referandum yapsanız, bu Hanedan’ın takriben yirmi kişiye inen erkek ahfadının Türkiye’ye dönmesinde sakınca bulacak kimselerin yekununu en küçük rakamlara bile çıkartamazsınız...” (İ.Sabri Çağlıyangil- Bursa) “Hiçbir millet geçmişini, atasını inkar etmek, kötülemek zilleti içerisinde olamaz. Altıyüz sene koskoca bir imparatorluğu idare eden Osmanlı Padişahları içerisinde belki yeteneksiz olanları vardı ama onların içersinden vatana ihanet eden vatanını düşmana satan hiçbir hain çıkmamıştır. Osmanoğulları’nın elli yıldan beri, tek bir kelime Cumhuriyet’in, Türk Milleti’nin aleyhinde konuştukları duyulmamıştır. Sayıları onbeş yirmi’yi geçmeyen bu insanlar, gereği kadar eziyet çekmişlerdir. Altıyüz sene koskoca bir devre adını veren, çağlar değiştiren Osmanoğulları’nın öz vatanlarına dönmeleri Türklük şuurunu taşıyanlara ancak gurur verecektir... ( Cemil Ünal- Kars) “Arkadaşlar, Hanedanın yurt dışındaki yaşayışları son derece ağırdır. Paris’te sizin de benden işitecek zaman zaman hatırlayacağınızı bir şeyi öğrendim. İki tane Hanedan’a mensup kadın, yani Sultan Hanım zaruretin son derecesine düştüler ve bunların akşam saatlerinde evlerin önüne atılan yiyecek artıkları için arandıkalarını gören eski Ermeni vatandaşlarımız kendi aralarında toplanıyorlar, onlara her türlü yardımda bulunuyorlar, hatta bir ev tutarak kirasını veriyorlar. Bunu size, Başkonsolosumuzun lisanından, aldığım malumata istinat ederek naklediyorum. Bütün bunlara rağmen, asaletlerini muhafaza etmişler. Vatanımız aleyhine ne söz söylemişler ne de söyletmişler...” (H.Suphi Tanrıöver- Manisa) “Osmanoğulları’nın Dramı” kitabından kısa bir alıntı ile yazıma son vermek istiyorum: “Bir kere, Osmanlı Hanedanı mensupları başlarına gelenleri bağırlarına taş basarak ancak onlardan beklenebilecek olan büyük bir asaletle hiç kimseye belli etmemişlerdir. Başlarına gelen faciayı, iman şuuruyla, son derecede mütevekkilane bir surette karşılayıp kaderin bir cilvesi saymışlardır. Osmanoğulları’nı sevmek, yüce dinimizin ve muhteşem tarihimizin doğurduğu bir zarurettir. Bu hükme iştirak etmeyecek bir Türk ve Müslüman tasavvur etmiyoruz. Osmanoğulları için söylenecek olan son söz şudur: “Men zale sultane vilayetihi” “La zale sultane faziletihi” Yani, bir kimse ülkelerin sultanlığını kaybedebilir, ama faziletlerin sultanı ise, o saltanat onda baki kalır!.. İşte Osmanoğulları, bugün ülkelerin sultanı değilse, ve o sıfatlarını zayi etmişlerse de faziletlerin sultanı olarak kalmışlardır
Adâletli tutum ve davranışları 17 KASIM 1996
Osmanlıları maksatlarına ulaştıran en önemli husûslardan birisi de; şüphesiz ki adâletli tutum ve davranışları olmuştur. Onlar gittikleri her yerde adâlet örnekleri sunmuşlar, kimseye, bilhassa inanç ve kanaatlerinden dolayı baskı yapmamışlar, farklı davranmamışlardır. Bu konuda da tarihçilerin naklettikleri sayısız çarpıcı örnekler mevcuttur. Osman Gâzî, Eskişehir'in Ilıca yöresinde pazar kurdurmuştu. Pazara, Türklerin yanısıra etraftaki Hıristiyan halk, özellikle henüz Osmanlıların eline geçmemiş olan Bilecik halkı da mallarını satmak veya ihtiyaçlarını almak üzere geliyorlardı. Bir gün Bilecik halkından ba'zıları pazara bardak getirmişlerdi. Germiyanlılardan birisi, onların bardaklarından birisini alıp, parasını vermemişti. Bardak sahibi Bilecik kâfiri gelip, Osman Gâzîye şikâyette bulundu. Osman Gâzî, bardağı alan Germiyanlı Türk'ü getirtip, iyice azarlayıp , kâfirin hakkını alıp, sahibine verdikten sonra, şöyle ilân ettirmişti: "Kimse Bilecik keferesine zulüm itmeye!.." O kadar adâletli davranıyor ki; "Bilecik keferesinin kadınları dahî pazara gelip, pazar ihtiyaçlarını kendileri görüp, giderlerdi. Osman Gâzîye Bilecik kâfirleri gâyet itimâd etmişlerdi. "Bu Türk, bizimle iyi doğruluk ider" derlerdi Osmanlılar, hiçbir din, mezhep veya milliyet farkı gözetmemişler, aksine bütün dinler, mezhebler ve milletler arasında sağlam bir âhenk kurmayı başarmışlardır. Onlar, kitleler arasında gerçek anlamda bir adâlet tesis ederek, zamanla dünya tarihi içerisinde ve milletler arasında en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî teşkîlât kurabilmişlerdir. 1332 yılında Orhan Gâzînin oğlu Süleyman Paşa, İznik'ten sonra Taraklı, Göynük ve Mudurnu'nun fethine karar vermişti. Bu bölgedeki birçok kalenin halkı, adâletli ve insaflı hareket ettiğinden dolayı, Süleyman Paşanın idâresine girmeyi arzû ediyorlardı. Süleyman Paşa, Taraklı Yenicesi yakınlarına gelince, buranın tekfuru, kale halkının arzûsuna uyarak kaleyi teslim etti. Göynük ve Mudurnu kaleleri de bu şekilde kendiliklerinden teslim oldular. Süleyman Paşa, bu bölgelerde öylesine adâletli ve insaflı davrandı ki, kâfirler geçirdikleri eski günler için üzüldüler. Süleyman Paşa, bu seferleri esnasında ganîmet almayı da yasak Başarının esas kaynağı Kefereye zulüm edilmeye... Osmanlılar, yalnızca gayrı müslimlere karşı değil, halkı ve yöneticileri Müslüman veya Türk olan diğer devletlere veya milletlere karşı da aynı dürüstlük ve adâlet örneklerini sunmuşlardır. etmişti. Yalnızca alınan topraklardan bir kısmını gâzîlere dağıtarak, onların gönüllerini hoş tutmakla yetindi. Süleyman Paşa, daha sonra Trakya bölgesinde yaptığı fetihlerinde de aynı şekilde adâlet ve dürüstlük örnekleri sunmuştur. Tarihçi Hayrullah Efendinin ifâdesine göre, Süleyman Paşa, adâlet ve doğruluğu o derece ilerletmişlerdi ki, sebepsiz olarak kimseyi incitmeyip, hakâret dahî etmezlerdi. Osmanlıların adâlet anlayışlarının ve uygulamalarının kaynağı İlâhî idi. Bundan dolayıdır ki, gerçek anlamda adâletli bir yönetim kurabilmişlerdi. Şayet İlâhî adâlete dayanmayan bir yönetim kurmuş olsalardı, Türk kudret ve devletinin asırlarca sarsılmadan ayakta durması mümkün olamazdı. Elbette ki Osmanlılar, yalnızca gayrı müslimlere karşı değil, halkı ve yöneticileri Müslüman veya Türk olan diğer devletlere veya milletlere karşı da aynı dürüstlük ve adâlet örneklerini sunmuşlardır. Meselâ; Murad Hüdâvendigâr ile Karamanoğlu Alâeddîn Bey arasında yapılan savaş esnâsında, Murad'ın orduları önünde tutunamayıp kaçan Alâeddin Bey, Konya Kalesi'ne sığınmıştı. Alâeddin Beyi ele geçirmek için kaleyi kuşatan Murad Hüdâvendigâr, Karaman halkının bir akçalık malına dokunulmamak üzere şiddetli yasak koymuştu.
Maksadımız kuru kavga değildir 18 KASIM 1996
Çeşitli din ve mezhep mensupları Osmanlılarla temâs haline gelip, onların idârecilik, adâlet ve dürüstlük anlayışlarını görüp tanıdıktan sonra, kendi arzûları ile Osmanlı idâresini benimsediler. İçlerinden birçoğu da Müslüman oldu. Osmanlıların mefkûrelerinin gerçekleşmesi de böylelikle kolaylaşmış oluyordu. Bu şekilde yükselme devrinde Osmanlı toplumu âdetâ idealleşiyordu. Çünkü Osmanlılar, ilhâk ettikleri bölgelerin halklarına tam bir vicdân ve inanç hürriyeti tanıyorlardı. Onlara karşı davranışlarında adâlet ilkelerinden ayrılmıyorlardı. Bunda, Osmanlı idârecilerinin yetiştiriliş biçimlerinin önemli etkisi vardı. Çünkü, Osmanlı idârecileri İslâm kültürünün tevhîd akîdesine dayanan, adâlet ilkelerini aşılayan bir terbiyeye tâbi tutularak yetiştiriliyorlardı. Kadılar, yükselme devrinde, âdilâne hükümleri ve her husûsta kötülüklere aman vermeyen ciddî kontrolleri ile yalnız Müslüman tebaa üzerinde değil, aynı zamanda Hıristiyan tebaa arasında da Osmanlı idâresine karşı büyük bir bağlılık ve sempati meydana getirmeye muvaffak olmuşlardı. Bu hususları, çok kıymetli tarihî vesîkalar mahiyetinde bulunan "Kadı sicilleri"nde adım adım takip etmek mümkündür. Bu hâl, Hıristiyan halkı, hiçbir tazyîke tâbi tutulmadan kendi arzûlarıyla yavaş yavaş dâvâlarını, sosyal mes'elelerini ve müşkillerini Kadı eliyle halletmeye sevketmiştir. Osmanlı Devlet adamları şüphe yok ki, toplum psikolojisini çok iyi biliyorlardı. Esasen onlar toplumlarından hiçbir yönden ve hiçbir zaman ayrılmamış, kopmamışlardı. Bunun içindir ki, toplumların yaşayışı üzerinde kolaylıkla te'sîr yapabiliyorlardı. Onlar, içinden çıktıkları kitlelerin ve fethettikleri yerlerin halklarının dışında veya uzağında kalmıyorlardı. Toplumlarıyla kaynaşmışlardı. Çünkü, "kitle, çobanından vazgeçmeyen bir sürüdür" kuralını iyi biliyorlardı. İşte Osmanlıları, devlet adamları vâsıtasıyla mefkûrelerine ulaştıran bir âmil de bu idi, ya'nî kitlelerin psikolojisini iyi kavramışlardı. Gerçek manada adalet Kadı sicilleri Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Cihâdı terk etme! Âlimlere riâyet eyle ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm, yumuşaklık göster! Netîce olarak denebilir ki, eğer Osmanlı Devleti sonraki asırlarda daha da hızlı bir şekilde gelişip, yalnızca kılıç kuvveti ile değil, gönüllerde taht kurarak üç kıtaya yayılmış ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve güçlü devletlerinden birisi hâline gelebilmiş ise, bu, İslâm ahlâkına sımsıkı sarılmalarının netîcesidir. İslâm ahlâkını birçok güzel metotlarla tatbik etmelerindendir. Aksi hâlde, bu devletin böylesine güçlenip yaklaşık 6 asır ayakta kalması mümkün olamazdı. Bu hususta Osman Gâzînin vasiyeti ibretli bir vesîkadır. Ömrü, kâfirler ile savaşmakla ve İslâmiyeti yaymakla geçen Osman Gâzî, Müslümanları rahata, huzûra kavuşturmak için çalıştı. Vefât edeceği zaman, oğlu Orhan Beye gönderdiği vasiyetnâmesi, İslâmiyete olan sevgi ve saygısını ve halkının rahat ve huzûrunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça bildirmektedir: (Allahü teâlânın emirlerine muhâlif bir iş işlemiyesin! Bilmediğini din âlimlerinden sorup anlıyasın! İyice bilmeyince bir işe başlamıyasın! Sana itâ'at edenleri hoş tutasın! Askerine ihsânı eksik etmiyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için cihâdı terk etmiyerek beni şâd et! Alimlere ri'âyet eyle ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm, yumuşaklık göster! Askerine ve malına gurûr getirip, dinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allahın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik da'vâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum.) Osmanlı sultanları, bu vasiyetnâmeye cândan sarılmış, devletin altıyüz sene hiç değişmiyen anayasası olmuştur. Osmanlıyı Osmanlı yapan bu düstur olmuştur
Osmanlıda din gayreti 27 NİSAN 1997
İslâmiyete hizmette Eshâb-ı kirâmdan sonra Osmanlılar ikinci oldular. Bu kadar milletler arasında hizmette ikinci olmak, Osmanlılar için büyük şereftir. Osmanlıların İslâmiyete hizmetleri, bir şâheserdir. Bir âbidedir. Tarih meydanına dikilmiş olan bu dev âbideyi görmemek için kör veya bir Türk düşmanı olmak lâzımdır. Osmanlı Türklerini zaferden zafere götüren dinamizm, ahlâk, sabır ve kahramanlık, hangi şereflendiler. Osmanlıyı kaynaktan geliyordu? Tabiî ki İslâmiyetten geliyordu. Osmanlılar İslâmiyetle Osmanlı yapan İslâmiyettir. Diğer Türk boylarının ekserîsi, İslâmiyet ile şereflenmedikleri için yok olup gittiler. Büyüyüp dört kıt’aya hükmetmek, sadece Osmanlı Türklerine nasîb oldu. "Biz zelil, aşağı kimselerdik" İslâmiyete hizmette Eshâb-ı kirâmdan sonra Osmanlılar ikinci oldular. Bu kadar milletler arasında hizmette ikinci olmak, Osmanlılar için büyük şereftir. İslâmiyete şeref verilmez, İslâmiyetten şeref alınır. Mü’minlerin şerefli emîri Hz. Ömer, “Biz, zelîl, aşağı kimselerdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslüman yapmakla şereflendirdi” buyuruyor. İslâmiyetin, her çeşit fazîlet ve şerefler kaynağı olduğunu bilmiyen câhiller, İslâmiyete şeref verilecek sanırlar. Ba’zı câhillerin iddia ettikleri gibi, İslâmiyet, Osmanlıların elinde, hiçbir şey kaybetmemiş, Türklerin elinde İslâm dondurulmamış, gelişmesi durdurulmamıştır. Osmanlılar, askerlikte olduğu gibi, diğer sahalarda da başarılı olmuşlar, ilme gereken önemi fazlasıyla vermişlerdir. İctihâdı da durdurmamışlar, ancak, hicri dördüncü asırdan sonra mutlak müctehid yetişmediği için, bu kapı kendiliğinden kapanmış, mutlak müctehid yetişmemiştir. Fakat fıkıh ilmi çok gelişmiş, imparatorluğun en ücrâ köşesine kadar, fıkıh, ilmihal kitapları ulaştırılmıştır. Dînini bilmiyen câhil kimse bırakılmamıştır. Osmanlılar ahlâkta da yüksek dereceleri yakalamışlardır. Tarihte bunun birçok örnekleri vardır. Meselâ, İstanbul’dan Viyana’ya doğru giden İslâm ordusu, Belgrad yakınlarında, bir su başında mola veriyor. Çeşme, abdest alan, kaplarına su dolduran askerlerle dolu. Yakındaki bir kilisenin papazı, güzel kızları süslüyor. Ellerine birer kap verip, çeşmeye gönderiyor. Papaz pencereden gizlice seyrediyor. Kızlar gelince, askerler hemen kenara çekiliyor. Hiçbir asker, güzel kızlara dönüp de yan gözle bile bakmıyor. Kızlar rahatça kaplarını doldurup kiliseye dönüyorlar. Papaz, İslâm askerlerinin bu güzel ahlâkını, fazîletini, edebini ve merhametini görünce; - Bu ordu hiç yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin, diyerek Haçlı kumandanlarına haber gönderir. İslâmın en büyük düşmanı İngilizler bile, Osmanlının ahlâkını takdir etmek zorunda kalmışlardır. İngiliz lordu Davenport diyor ki: - İslâm orduları her gittiği yere, adâlet, fazîlet ve medeniyet götürmüştür. Boynunu büken mağlup düşmanı, dâimâ af ile karşılamıştır. Mukaddes yerlerin hizmetçisiyim Osmanlı sultanları, kendilerini İslâmın birer hizmetçisi olarak görmüşlerdir. Meselâ Abbâsîlerden sonra, İslâm halîfelerine Mısır’da zindan hayatı yaşatan, hilâfet haklarını onlardan gasbedenler, hutbelerde kendilerine, “Sultânül-haremeyn” ya’nî mübârek yerlerin sultanı demekten hayâ etmiyorlardı. Yavuz Sultan Selîm Hân 1517 senesinde, Mısır’ı fethedip, halîfeyi esâretten kurtarıp, Mekke ve Medîne’yi idâresi altına alınca, alışkanlıkla kendisine de sultânül-haremeyn diyen hatîbi susturup; “Benim için, o mübârek makâmların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana, Hâdimül-haremeyn deyin!” buyurduğunu tarih kitapları yazmaktadır. Sultan ikinci Abdülhamîd hân, siyâsal bilgileri birincilikle bitireni, her sene saraya kâtib alırdı. Böylece, gençleri çalışmaya teşvîk ederdi. Kâtib seçilen Es’ad bey kitabında diyor ki: Bir gece yarısı şifre yazdım. İmzâ için, Sultanın yatak odasının kapısını çaldım. Açılmadı. Bir daha çaldım. Yine açılmadı. Üçüncü olarak kapıyı çalacağım zaman, kapı açıldı. Karşıma çıkan Sultan, havlu ile yüzünü siliyordu. Dedi ki: - Evlât, seni beklettim. Kusûruma bakma! Daha birinci çalışta kalktım.Gece yarısı, mühim bir imza için geldiğini anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kâğıdını abdestsiz imza etmedim. Abdest almak için geciktim. Oku da dinliyeyim. Sonra Besmele çekerek imzaladı ve “Hayrlı olsun inşâallah” dedi.İşte Osmanlı sultanları İslâmiyete böyle bağlı, böyle saygılı idi.
Sinsi İslâm düşmanlığı 28 NİSAN 1997
Zamanımız “Hempher”lerinin, “Lavrens”lerinin kitaplarını okumak, onlara kanmak insanı dinden, îmândan çıkartıp zındık eder de haberi bile olmaz. Eyyüb Sabri paşa, “Mir’ât-ül Haremeyn” kitâbında diyor ki: Sultan Abdülmecîd hân, Mustafa Reşîd Paşanın mason olduğunu, İslâmiyete uymıyan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, emirleri alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için, “Medîne ahâlisinin bir dilekçesi okunacak” denildi. Bunun üzerine buyurdu ki: - Durun, okumayın! Beni oturtun! Arkasına yastık koyup, oturtuldu. Sonra şöyle devam etti: - Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin! Bir gün sonra vefât eyledi. Osmanlıların saygısı İşte, Osmanlı Türk sultanlarının ahlâkı, hayâsı ve İslâmiyete saygıları böyle idi. Türkün İslâmiyete olan bu saygısı ve edebi, Mescid-i saâdette, pis ayaklarını kabr-i saâdete karşı uzatıp, leş gibi yatan sapıkların saygısızlığı ve edebsizliği ile hiç bir olur mu? Osmanlının bu edebine rağmen, Mısırlı yazarların, Osmanlılarda İslâmiyet ilerlememiş iddialarında, sinsi bir İslâm düşmanlığının habîs kokusu duyulmaktadır. Fenârîler, Molla Hüsrevler, Molla Gürânîler, Hızır Çelebîler, Hocazâdeler, Ali Kuşçular, Takiyyüddîn Râsıdlar, Mîrim Çelebîler, Abbâs Vesîmler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbni Kemâller, Ebüssü’ûdler, Allâme Birgivîler, İbni Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler, Süveydîler ve Abdülhakîm Efendiler ve Abdûh’u rezîl eden allâme Mustafa Sabri Efendi ve daha nice fıkıh ve kelâm âlimleri hep Osmanlılar zamanında yetişti. Hattâtlar, Mimar Sinanlar, Sokullular, Köprülüler, Çandarlılar gibi dehâlar hep Osmanlılar zamanında yetişti. Zaten Osmanlı sultanlarının çoğu birer dehâ idi. Osmanlı âlimlerinin yazdıkları yüzbinlerce ilim kitapları, her vilâyetteki millî kütüphâneleri doldurmuştur. Fihristleri meydandadır. Bütün İslâm âlemine altıyüz sene fetvâ veren, her müşkili çözen, Müslümanların dertlerine devâ olan, Hıristiyanlığa ve sapık fırkalara reddiyeler yazarak onları rezil eden, Osmanlı şeyhülislâmları idi. Hayâlî’nin ilm-i kelâm hâşiyeleri, Molla Hüsrev’in Dürer’i, Halebî’nin Mültekâ’sı ve İbni Âbidîn’in Redd-ül-muhtâr’ı ve Ebüssü’ûd’ün tefsîri ve Şeyhzâde’nin Beydâvî hâşiyesi, bugün, bütün İslâm âlemine ışık tutmaktadır. Son asrın şâheseri olan “Mecelle” kitâbı ise, dünyada benzeri bulunmıyan bir hukûk âbidesidir. Bu yüce âlimleri ve velîleri Osmanlılar yetiştirdi. Bugün de, İslâmiyet en doğru şekilde bu kıymetli kitaplardan ve bu kitaplar esas alınarak hazırlanmış ilmihâl kitaplarından öğrenilmektedir. Tefsîrlerin en kıymetlisi Şeyhzâde ve Ebüssü’ûd tefsîrleridir. Müslümanlara fâideli olan bu tefsîrlerdir. Reformcu yazarların tefsîrleri böyle değildir. Çünkü onlar, kısa görüşleri, noksan bilgileri ile, hatırlarına gelenleri, tefsîr diye araya karıştırmışlar, zincire çürük halkalar eklemişlerdir. Çürük halkalı zincire güvenip, sarılıp denize inen, elbette aldanır, boğulur. Sanki Kur'ân-ı kerîm ona inmiş Hele, ondört asırdan bu yana gelen büyük âlimleri, evliyâyı, mezhebleri, mezheb imâmlarını, hattâ Eshâb-ı kirâmı, hadîs-i şerîfleri bir tarafa bırakıp, sanki Kur’ân-ı kerîm kendisine inmişcesine, tefsîr, meâl hazırlayan zamanımız “Hempher”lerinin, “Lavrens”lerinin kitaplarını okumak, onlara kanmak insanı dinden, îmândan çıkartıp zındık eder de haberi bile olmaz. Bunun için, bu uydurma tefsîrlerin tercümelerini okumamalıdır. İslâmın altıyüz senelik bekçisi, İslâm ilimlerinin kaynağı, hep Osmanlılar idi. Behcet-ül fetâvâ gibi yüzlerce fetvâ kitapları, her asrın îcâblarına göre yol gösterdi, ileriye çığır açtılar. Bugün İslâmiyet, ancak, böyle sağlam fetvâ kitaplarına, fıkıh kitaplarına dayanılarak hazırlanmış kitaplardan öğrenilir. Kur’ân-ı kerîmi tamamen kendi kafasına göre yorumlayanların çıkardığı hükümlere uyan, İslâmiyete değil, yorumlayanın fikirlerine uymuş, bunun bozuk fikirlerini din edinmiş olur.
Esas hedef İslâmiyet 29 NİSAN 1997
Son zamanlarda, İslâm âlimlerini kötüleme modası başladı. Bunda esas maksatları, İslâmiyetin özü olan Ehl-i sünneti yok etmektir. Sinsi düşmanların planları hep bu temele dayanmaktadır. Son zamanlarda, mezhebsizleri övebilmek için, İslâm halîfelerini, İslâm âlimlerini kötüleme modası başladı. Bunda esas maksatları, Ehl-i sünneti yok etmektir. Mezhebsizlerin, sapık i’tikâdlı kimselerin plânları, siyâsetleri hep bu temele dayanmaktadır. Hepsi, selef-i sâlihîne saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Buna karşılık, ibni Teymiyye’yi ve Cemâleddîn-i Efgânî gibi sapıkları bir kurtarıcı gibi gösteriyorlar. Mezhebsizlerin nesini övüyorlar? Dînî ve ilmî kıymetleri sıfır olduğu gibi, ahlâksızlıklarının sıfırın altında olduğunu, yıllardır ibret ile seyretmekteyiz. Buna öncülük edenlerin, Avrupa’da sefâhet, nâmûs ve ahlâk dışı hareketleri ile ve keyflerine, zevklerine milyarlar harcadıklarını, yaz tatillerini Avrupa sahillerinde âlem yaparak geçirdiklerini bütün dünya bilmektedir. Müslümanlar üçüncü sınıf vatandaş Bugün, Osmanlının çekildiği bütün İslâm âleminde rüşvet, zinâ, her türlü gayrı meşrû hâller diz boyudur. Buralarda, Müslümanlar ikinci, üçüncü sınıf vatandaş; Amerikalılar, Avrupalılar birinci sınıf vatandaş durumundadır. Her türlü imtiyaz yabancıların elinde. Bunlar, Osmanlı ile uğraşacaklarına, kendi memleketlerini düzeltseler olmaz mı? Olmaz. Çünkü, maksatları insanlara faydalı olmak değil, İslâma düşmanlıktır. Batılıların güdümündeki kimselerin, Osmanlılar ictihâdı, ilmî gelişmeleri durdurdular demesi de, yalandır, iftirâdır. Maksat yine aynı, ya’nî Osmanlıya düşmanlık adı altında İslâma düşmanlık. Çünkü, Osmanlı ile Müslümanlık aynı anlamda kullanılır durumda. Osmanlı deyince, İslâmiyet anlaşılır. Batıda hâlâ, Müslüman yerine Türk denilmektedir. Osmanlının ictihâdı, ilmî gelişmeleri durdurduğu sözü, İslâm düşmanlarının ağızlarında iğrenç bir sakız hâline gelmiştir. Osmanlılar, ictihâd kapısını kapamadı. Ehl-i sünnet düşmanı câhillerin, İslâm dîninin mukaddes değerlerine kirli kalemlerini sokmalarını önlediler. Osmanlı Türkleri İslâmiyeti böyle câhillerin tasallutundan korumasalardı, bugün İslâmiyet de, Hıristiyanlık hâlini alır, karmakarışık, bozuk birşey olurdu. Nitekim, Mekke’deki ve Mısır’daki sapıkların elinde Müslümanlığın yaralandığı, oyuncak hâline geldiği acı acı görülmektedir. Bugün hakîkî Müslümanlık, Resûlullah efendimizin bıraktığı gibi, bütün temizliği ve saflığı ile, Türk milletinde kalmış bulunmaktadır. Çok şükür ki, son zamanlarda bu sinsi plânları anlayanlar çoğaldı. Bunların içyüzlerini vesîkalarla anlatmaktadırlar. Mezhebsizlerin önderi olan ibni Teymiyye’nin ve mezhebsizlikte çok aşırı gidenlerin içyüzleri, Hindistan âlimlerden Mevlânâ Muhammed Hamdullah-ı Dacvî’nin (El-besâir ) ve Muhammed Hasen Can Fârûkî Müceddidî Serhendî’nin (Üsûl-ülerbe’a) kitaplarında geniş olarak yazılıdır. Dış güçlerin maşası olmayan samîmî Müslümanlar, Osmanlının kıymetini daha sonra anladı. Fakat iş işten çoktan geçmişti. Osmanlı devleti parçalanınca, dünya birbirine girdi. Osmanlı İmparatorluğu tampon gibi bir devletti. Müslümanlar için bir hâmi ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni’ idi. Rahat huzur kalmadı Sultan Abdülhamîd Hândan sonra, hiçbir memlekette rahat ve huzûr kalmadı. Avrupa devletlerinde Birinci Cihân harbinde, sonra İkinci Cihân harbinde, daha sonra da komünizm istilâsı ve zulmü altında, kan ve katliâm hiç bitmedi.İngilizlerle birleşip Osmanlıları arkadan vuranlar, hiç rahat yüzü görmediler. Sonra yaptıklarına pişmân oldular. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmanlı halîfesi adına okutmaya başladılar. İngilizler tarafından Filistin’e İsrâîl devleti kurulunca, Osmanlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını hergün gazeteler yazıyor, dünya televizyonları gösteriyor. 1990 senesinde, Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Abdülmecîd, “Mısır en rahat ve huzûrlu günlerini, Osmanlılar zamanında yaşadı” demiştir. Yalnız bu değil, aklı başında, insaf ehli her Müslüman böyle söylemektedir.
Yobaz olan kim? 15 HAZİRAN 1997
Müslümanın yaptığı mürtecilik değil, dînine, milletine, kültürüne sahip çıkmaktır. Bir milletin, dînine, diline, târihine, kültür ve medeniyetine sahip çıkması mürtecilik, yobazlık olamaz! Yobaz; hoşgörü sahibi olmayan, başkasına baskı yapan, ilimden, fenden haberi olmayan, hattâ ilme, fenne karşı olan kaba saba, nezâketsiz kimse demektir. Mürteci ise; İslâmiyetin yolunu bırakıp, câhiliye devri yoluna ve yaşayışına dönen kimse demektir.Yobazlıkla, mürteci olmakla ithâm edilen Müslümanların, bunlarla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Mürteci kelimesi ilk defa, Hz. Ebû Bekir zamanında kullanılmaya başlandı. Ba’zı Bedevî Araplar İslâm dîninden vazgeçerek, eski putperestliğe dönmüşlerdi. Bunlara geri dönen ma’nâsında, mürteci denildi. Müslümanın yaptığı mürtecilik değil, dînine, milletine, kültürüne sahip çıkmaktır. Bir milletin, dînine, diline, târihine, kültür ve medeniyetine sahip çıkmasının, yabancılaşmadan medenî olmak istemesinin mürtecilik ile ne alâkası var? Aydın fikirli olmak Bugün fuhuşa, edebsizliğe, soysuzlaşmaya karşı gelmemenin, tepki göstermemenin adı, ilericilik, aydın fikirli olmak oldu. Bunun aydın fikirli, ilerici olmakla ne alâkası var? Gerçek ma’nâda aydın, ilerici, ileriyi gören, ilme, fenne önem veren, Müslümanlardır. Yobazların hoşgörüleri yoktur, kabadırlar, ilim düşmanıdırlar. Hâlbuki, Müslümanların gösterdiği hoşgörüyü, hiçbir millet göstermemiştir. Asırlardan beri diğer dinlerde olanlar Müslümanlarla iç içe yaşamışlardır. Hattâ kendilerini emniyette bulmayan diğer dinlerdeki insanlar, Müslüman devletlere yerleşmişlerdir. Beşyüz yıl önce Yahûdîleri Avrupa kabûl etmemişti de, şimdi zamanımızda ba’zılarının kötüledikleri Osmanlılar kabûl etmişti. Dînimizde, baskı da söz konusu değildir. Eğer baskı yapılmış olsaydı, şu anda memleketimizde hiçbir gayrı müslim olmaması lâzımdı. Hâlbuki memleketimizin her yerinde gayrı müslimler yaşamaktadır. Hattâ, sanayide zirveye çıkmış gayrı müslimler vardır. Osmanlılar zamanında da ekonomide gayrı müslimlerin ağırlığı vardı. Kibarlıkta ve nezâkette de Müslümanların üzerine yoktu. Hâlâ deyim olarak kullanılır. Çok kibar bir kimse görünce, “Tıpkı İstanbul efendisi” denir. Eskiden Osmanlılar zamanında, İstanbul’daki Müslümanların terbiyesi çok meşhûrdu. Hattâ terbiyenin merkezi, kaynağı Osmanlı sarayı idi. Bundan sonra saraylara yakın olan Beşiktaş halkına yayıldı. Beşiktaş’tan sonra İstanbul halkına, İstanbul’dan da bütün Anadolu’ya yayıldı nezâket ve kibarlık. Hele hele Müslümanları ilimden, fenden haberleri olmamakla suçlamak tamamen kara câhilliğin alâmetidir. Avrupa, ilmi, medeniyeti Müslümanlardan öğrendi. İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, ilim emredilmekte, ilim adamları övülmektedir. Meselâ Zümer sûresinin dokuzuncu âyetinde, Allahü teâlâ meâlen, (Bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir) buyurmaktadır. Beşikten mezara ilim Peygamberimizin ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çoktur ve meşhûrdur ki, gayrı müslimler bile bunları bilmektedir. Peygamber efendimiz, (İlim, Çin’de de olsa alınız) buyurmuştur. Bu, dünyanın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilim öğreniniz, demektir. Bir hadîs-i şerîfte de, (Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız) buyuruldu. Bu emre göre, bir ayağı mezarda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdettir. Bir defa da, Resûlullah, (Yarın ölecekmiş gibi âhırete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünya işlerine çalışınız) buyurdu. Bir defa da, (Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetten daha iyidir) buyurdu. Peygamberimiz bize bildiriyor ve (Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyuruyor. Burada da ilmi emretmektedir. Her Müslümanın, önce din, sonra dünya bilgilerini öğrenmesi lâzımdır.
Üç çeşit yobaz vardır 16 HAZİRAN 1997
Âlimlere, mezheblere düşmandırlar. Her fırsatta, sinsi bir şekilde geçmişteki büyük âlimleri kötülerler. Çünkü geçmişteki âlimleri tanıyanlar, dış güçlerin adamı olan sahtekârları hemen tanır. Bunlara aldanmaz. Yobazlığın da çeşitleri vardır. Yobazların en zararlısı ve en tehlîkelisi, mal, para, makâm elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhebsizlerin propagandalarını yaparak, milletin îmânını, ahlâkını bozan, satılmış, din, fen ve siyâset yobazlarıdır. Yobazları üçe ayırabiliriz: 1- Din ve dünya bilgilerinden mahrûm olan, fakat kendilerini ilim adamı, akıllı sanan câhil yobazlardır. Bunlar, bölücülük yaptıkları gibi, din düşmanlarına çabuk aldanıp, zararlı yollara kolayca sürüklenebilirler. Osmanlı târihini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, Mehdî olduğunu iddiâ eden Celâlî gibi kimseler bu kısım yobazlardandır. Bugün de değişik isimlerle böyle yobazlık yapanlar çoktur. Din yobazları 2- Yobazların ikinci kısmı, din yobazlarıdır. Bunlar kötü din adamlarıdır. İlimleri biraz varsa da, sinsi maksatlarına, paraya, mala ve makâma kavuşmak için, bilmediklerini veya bildiklerinin tersini söylerler ve yaparlar. Bunlar din bilgilerini, makâm, mevki gibi dünyalık şeyler yüzünden dîni yıkmakta kullanırlar. Üç günlük dünya zevkleri için, sonsuz Cenneti terkederler. Böylece İslâmiyetin dışına çıkarlar. Kötülük yapmakta ve dîni yıkmakta, câhillere örnek olur, rehberlik ederler. Meselâ, İslâm dîninde büyük yaralar açan Yahûdî Abdüllah bin Sebe, Ebû Müslim Horasânî, Hasen Sabbah, Samavne kâdısı oğlu şeyh Bedreddîn ve Osmanlı pâdişâhlarının şehîd edilmelerine fetvâ veren din adamları ve Vehhâbîlik fitnesini ortaya çıkaran Necdli Abdülvehhâb oğlu Muhammed, Mısır’daki mason locası başkanı Cemâleddîn-i Efgânî, Kâhire müftüsü mason M. Abduh ile çömezi Reşid Rızâ ve Ahmed Kâdıyânî ve zamanımızda bunların uzantısı olan, yeni türeyen reformcular, mezhebsizler din adamı şekline girerek çalışan din yobazlarındandır. Bunlar, Müslümanların din duygularını, îmânlarını sömürerek, İslâm dînini içerden yıkmaya çalışmışlardır. Din düşmanları burada da ikiyüzlülük ettiler. Kötü huylu, câhil, kaba kimseleri satın aldılar. Sonra da bunları din adamı diye tanıttılar. Sonra da, işte Müslümanların din adamları böyle câhil kimselerdir, diyerek Müslümanları veya Müslüman olmak istiyenleri, dinden soğuttular. Belli başlı özellikleri Bunların belli başlı özellikleri şunlardır: Âlimlere, mezheblere düşmandırlar. Her fırsatta, sinsi bir şekilde geçmişteki büyük âlimleri kötülerler. Çünkü geçmişteki âlimleri tanıyanlar, bunların eserlerini okuyanlar, dış güçlerin adamı olan bu sahtekârları hemen tanır. Bunlara aldanmaz. Dînin; âlimlerin fıkıh, ilmihâl kitaplarından değil, doğrudan Kur’ân-ı kerîmden öğrenilmesini tavsiye ederler. Mezhebleri, âlimleri devre dışı bırakmak isterler. Böylece; âlimlerden, mezheblerden uzaklaşmış insanları avuçlarının içine almak kolaylaşır. Sonra da bunları istedikleri gibi yönlendirirler. Öyle veya böyle elde ettikleri ilâhiyatçı profesör, bölüm başkanı, dekan, rektör gibi ünvânları, her fırsatta öne çıkararak, bunlarla câhil insanları etkileri altına alırlar. Zamanımızda İslâmiyetin emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır. Zaten kendileri de İslâmiyeti yaşamazlar, insanlar arasında namaz kılar görünürler, yalnız kaldıklarında namaz bile kılmazlar. 3- Yobazların üçüncü kısmı, elinde üniversite diploması bulunan, fen adamı olarak ortaya çıkan Fen Yobazları’dır. Fen yobazları, gençlerin îmânlarını bozmak, bunları dinden, İslâmiyetten ayırmak için, uydurdukları şeyleri fen bilgisi, tıp bilgisi, ilericilik olarak anlatır ve yazarlar. Din kitapları, bu değiştirdikleri fen bilgilerine uymadığı için, “Bu bozuk kitaplara inanmak, bunların gösterdiği yolda yaşamak gericiliktir” derler. Din yobazları, din bilgilerini değiştirdikleri gibi; fen yobazları da, fen bilgilerini değiştirerek İslâmiyete saldırırlar. İslâmiyeti iyi bilen ve üniversitede iyi yetişmiş olan akıllı bir kimse, bunların sözlerinin ilme, fenne uymadığını, bunların fen ve din câhili olduklarını hemen anlar ise de; gençler, talebeler, bunların etiketlerine aldanarak, yalanlarına inanır, felâkete sürüklenirler. Böylece İslâm topluluğunu parçalarlar... İslâmiyetin sadece adı kalır
Dostu düşmanı tanımalı 25 ARALIK 1997
İslâmiyetin ilk zamanlarından itibaren, dini ortadan kaldırmak için, iç ve dış düşmanlar, plânlı bir şekilde çalışmaktadırlar. Bu düşmanlık bazan açıkça, çoğu zaman da sinsice yapılmıştır. Her devirde, müslümanları parçalamak ve birbirine düşürmek için, zamanın en popüler kimseleri satın alınıp, müslüman kılığına sokularak, müslümanların arasına casus olarak gönderilmek suretiyle, bu düşmanlık devam ettirilmiştir. Bu düşmanlığın öncülüğünü Yahudiler ve İngilizler yapmışlardır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, Maide suresinin 80. ayetinde, (İslâmiyetin en büyük düşmanı, Yahudiler ve müşriklerdir) buyurdu. İslâmiyeti içerden yıkmak için, ilk fitneyi çıkaran Yahudi, Yemenli İbni Sebe'dir. Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanlarında, İslâmiyet Asya'da ve Afrika'da hızla yayılınca, bu Yahudi, müslüman görünerek, Mısırlıları aldattı. Hazret-i Osman'ın şehit edilmesine sebep oldu. Bu hadiselerde, milyonlarca müslüman kanı aktı. Şiiliğin temellerini de bu adam attı. Bundan sonra her asırda, şii âlimi olarak ortaya çıkan Yahudiler, bu fırkayı kuvvetlendirdiler. Daha sonra da İslâmiyeti yok etmek için, misyoner teşkilatları kuruldu. Bu işte en ileri giden, İngilizler oldu. Londra'da Sömürgeler Bakanlığı kuruldu. Akla, hayale gelmeyen Yahudi hileleri ile ve askerî ve siyasî kuvvetler ile İslâmiyete saldırdılar. Müslüman ülkelere binlerce casus gönderdiler. Bu casuslardan biri olan Hempher, müslüman görünerek 1713'de, Basra'da avladığı Necdli Muhammed'i, senelerce aldatarak, “Vehhabi” fırkasını kurdurdu. Şu bir gerçek ki, İslâm düşmanları, İslâmiyeti yok etmeye ne kadar çok çalışsalar da, Allahü teâlânın bu nurunu, asla söndüremezler. Çünkü, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, Yusuf suresinin 12. ve 63. ve Hicr suresinin 9. ayet-i kerimelerinde mealen, (Bu Kur'anı, sana ben indirdim. Onu elbette ben koruyacağım) buyurdu. Yani kâfirler, onu tamamen tebdil, tahrif edemeyecek, değiştirip bozamayacaklardır. O nuru tamamen, asla söndüremeyeceklerdir. İngiliz devletinin esas siyaseti, dünyadaki, bilhassa Afrika ve Hindistan'daki tabii servetleri sömürmek, oralardaki insanları hayvan gibi çalıştırıp, bütün kazançlarını İngiltere'ye akıtmaktır. Adaleti, sevgiyi ve yardımlaşmayı emreden İslâm dinine kavuşanlar, İngiliz zulümlerine, yalanlarına mani olmaktadır. İslâm düşmanları, bindörtyüz seneden beri, kılıçla, topla İslâmiyete karşı koyamadılar. Saldırılarında daima hüsrana uğradılar. İslâm dini her yere yayıldı. Müslümanların, iman dolu göğüslerine hançer saplayamayacaklarını anlayınca, müslümanları manevî cepheden vurmayı, imanlarını, ahlaklarını bu cepheden bozmayı düşündüler. Bunun için, İslâmiyeti içerden yıkmayı plânladılar. Zamanımızda da bu fitne, bu bozgunculuk taktik değiştirilerek, yeni kimseler satın alınarak acımasızca devam etmektedir. Bunlar müslüman görünerek, entel din adamı, prof, dekan, rektör, tarikat şeyhi unvanlarını kullanarak cahil halkı kandırmaktadırlar. (Dini ıslah ediyoruz, ana kaynaklarını meydana çıkarıyoruz, ilk hâline getiriyoruz) gibi yaldızlı sözler söyleyerek, İslâm dinini yıkmaya, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin doğru manalarını değiştirmeye, bozmaya çalışıyorlar. İslâmiyeti içerden yıkmak istiyorlar. Müslüman göründükleri için ve “dini ıslah ediyoruz, hurafelerden temizliyoruz” dedikleri için, cahil halk, bu kâfirleri hakiki din adamı sanıyor. Bunlara aldanıyor. Böylece, çok başarı sağlıyorlar. İslâm düşmanları, bindörtyüz seneden beri, kılıçla, topla İslâmiyete karşı koyamadılar. Saldırılarında daima hüsrana uğradılar. İslâmiyette ilk fitne Müslüman göründükleri için Müslümanları aldatmak için, ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçını övüyorlar. Onlara hayran olduklarını yazıyorlar. Fakat, onların kitaplarında yazılı olan bilgilerin birçoğunu beğenmiyorlar. Bunlara hurafe diyorlar. Bu büyük âlimlerin kıymetli kitaplarında yazılı olan hadis-i şeriflerden, işlerine gelmeyenlere, çıkarlarına engel olanlara, uydurma hadis diyorlar. Kendi uydurdukları bozuk, zararlı şeyleri, doğru diye ortaya koyuyorlar. Böylece, bu büyük âlimlere leke sürmeye çalışıyorlar. Bunlardan bir kısmı da ehl-i sünnet âlimlerinden bir ikisini dillerine dolayıp kötülüyorlar, hatta kâfir diyorlar. Bunun için, müslümanlar, dinlerini iyi öğrenip, bu iman hırsızlarından kendilerini korumalıdır. Yalnız, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına sarılan müslümanlar, kendilerini bunlardan kurtarabilmektedir. Bu fitnelerden korunmak, imanı korumak, ancak, bunları tanımakla, fikirlerini iyi bilmekle mümkün olur.
Kimler tuzağa geliyor? 26 ARALIK 1997
Her devirde olduğu gibi, zamanımızda da, müslüman kılığına girmiş sinsi din düşmanları, öyle veya böyle elde ettikleri, rektör, dekan, prof, ilahiyatçı, aydın din adamı, sosyete hocası, tarikat şeyhi gibi unvanları istismar ederek, bu unvanları koz gibi kullanarak, müslümanların imanlarını çalmaya insafsızca devam etmektedirler. Bugün İslâm memleketlerini sarmış olan, bu yıkıcı dinde reformculara aldanmamak için, müslümanların çok bilgili olmaları gerekir. Dikkat edilirse bunların tuzaklarına şu kimselerin yakalandığı görülür: Birincisi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum cahil müslümanlar. Bunlar işin aslını bilmedikleri için, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait kimselerdir. Demagoji ve mantık oyunlarını ilim zannederler; çünkü gerçek ilmi bilmezler. İlimle değil, basit akılları ile hareket ederler. Böyle olduğu için de, tuzağa yakalanmaları kolay oluyor. İkincisi; inanç boşluğunda olan kimseler. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş kimseler, genelde, dinle pek ilgisi olmayan kimselerdir. Bunların sadece isimleri müslüman ismidir. Bu tür insanlar derler ki: “Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Mesela, namaz kılma, oruç tutma, kadınlar için örtünme şartı getirmesin. Yine, şu haramdır, şu yasaktır, mesela, zina, içki, kumar, uyuşturu haramdır, denilmesin. Biz özgürce istediğimiz gibi yaşayalım, bunlar bizim inancımıza zarar vermesin.” Dikkat edilecek olursa, yukarıda bahsettiğimiz iman hırsızları, tam bunların istediği gibi konuşan, onların nabzına göre şerbet veren hainlerdir. Adam çıkmış televizyona, diyor ki: “Eskiden namazın sünnetleri diye bir şey yoktu. Bunları sonradan din adamları uydurdu. Bunun için sünnetleri kılmayın. Namaz, gündüz işinizi, mesainizi mi aksatıyor? O zaman beş vakit namaz kılmaya da gerek yok, namazı üç vakte indirin. Bunu da yapamadınız, öyleyse kazaya bırakın, akşam hepsini birlikte kaza edersiniz. Akşam oldu, gündüz çok yoruldunuz, bitkin bir hâldesiniz veya misafiriniz geldi, kazasını da yapamadınız, tevbe etmeniz kâfi. Hiç üzülmeyin, Allah affetmeyi sever, hiç kafanıza takmayın, sizi de affeder. Zaten şimdi kılınan namaz, gerçek namaz değil.” Adam, namaz neymiş, yok öyle bir şey diyecek, dilinin ucuna kadar geliyor, fakat söyleyemiyor. Söyleyebileceği günün gelmesini bekliyor. Bunların en bariz özelliklerinden biri de, herşeyi tersine çevirmek. Tersten yorumlamak. Cahil kimselerin kafalarını allak bullak etmek. Bu tür insanlar derler ki: “Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Mesela, namaz kılma, oruç tutma, kadınlar için örtünme şartı getirmesin. ”Herşey serbest olsun (!)” Burada görüldüğü gibi, namaz kıldırmamak için çırpınırken, diğer taraftan da, aynı adam, kadınlara, hayz hâlindeyken namaz kıldırmaya uğraşarak diyor ki: “Kadınların hayz hâlindeyken namaz kılmaları, ayetlerde açıkça yasaklanmıyor. Bunun için kadınlar, bu hâldeyken de namaz kılmalıdır. Kadınlar cuma namazına da gitmelidir. Namazda da, başka zamanda da, kadınların örtünmesi şart değil. Bunları âlimler sonradan uydurdu.” Be adam, senin hanımın açık, mini etekli diye herkesin hanımı da öyle mi olsun? Müsaade et de, izin ver de, müslüman hanımlar senin hanımın gibi değil de, Resulullahın hanımları gibi örtünsün. Neymiş efendim, müslüman kadın, kâfirle evlenebilirmiş. Sen kızını evlendir, ona karışmayız. Fakat, biz Allahın ve Resulullahın yasakladığı bir şeyi yapamayız. Müslümanlar başıboş kimseler değildir, işlerini, Resulullahın, âlimlerin bildirdiklerine göre yaparlar. Diğer taraftan bir tüccar, zekât vermek istiyor. Fakat, mal canın yongasıdır misali, vermek zor geliyor. Medyatike soruyor: “Ne kadar zekât vereceğim? İlmihâl kitaplarında, altından kırkta bir, mahsülden onda bir yazıyor. Bir sürü vergi veriyoruz. Köylü; tohum, gübre, traktör masrafı derken yarısı gidiyor. Bir de onda birini zekât mı verecek?” Demagog hemen televizyondan ahkam kesmeye başlıyor: “Kur'an-ı kerimde verilecek zekâtın oranı bildirilmemiş. Oran çok önemli olsaydı, bildirilirdi. Bunun için, önemli olan vermektir. Miktarı önemli değildir. Sen gönlünden kopanı ver, kâfi. Allah kabul eder.” Adam o kadar rahat konuşuyor ki, sanki Kur'an-ı kerim Hz. Peygambere değil de, kendisini inmiş. Açıyor ağzını, yumuyor gözünü, aklına geldiği gibi konuşuyor. Daha doğrusu, ağa babalarının, dini yıkmak için hazırladıkları fikirleri kusuyor. Nereden bilsin benim saf insanım, bunun bir kukla olduğunu, müslüman kılığında din düşmanlarının sözcülüğünü yaptığını? Adama göre, gerçek din, Hz. Peygamberin bildirdikleri değil, kendi söyledikleri. Kur'ana dönün, diyor. Arkasından da, kendi mealinden başka doğru meal olmadığını söylüyor. Kur'ana dönün derken, aslında bana dönün, diyor. Sadece doğruyu bir kişinin anladığı, başka anlayan olmadığı din olur mu? Böyle anlayışa din mi denir, yoksa dinsizlik mi?
Niyetleri başka 27 ARALIK 1997
İslâm düşmanları, asırlardır yaptıkları İslâm dinini yok etme çalışmalarında, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anladılar. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler, fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir... Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve müslümanların gözünden düşürmek için ne lazımsa yaptılar. Gerçek İslâm âlimleri ne söyledilerse, bunun tersini söylemeyi prensip edindiler. “Beyaz duvara çamur at, tutmazsa bile iz yapar” dediler. Âlimler asırlardır; “Ölmüşlerimiz için, Kur'an-ı kerim okuyup, sevabını onlara göndermeli; Kur'anı insan sesinden dinlemeli, âletten dinlemekle hatim olmaz; Kur'anı kerimin manası bilinmese bile baştan sona okuyan hatim sevabı alır; ibadet dili Kur'an-ı kerimdir; Kur'an-ı kerimin türkçesi, almancası olmaz; namazda Kur'an-ı kerimden başka şey okunmaz” demişler ve kitaplarına yazmışlardır. Bunların ise prensipleri, tam tersini söylemek... Zamanımızdaki temsilcilerinden biri televizyonlara çıkıp, başlıyor ahkam kesmeye: “ Manasını bilmeden okunan Kur'andan sevap Bu anlayış din mi, dinsizlik mi? Esas maksatları bozmak Gerçek İslâm âlimleri ne söyledilerse, bunun tersini söylemeyi prensip edindiler. “Beyaz duvara çamur at, tutmazsa bile iz yapar” dediler. alınamaz. Herkes kendi dili ile Kur'anın tercümesini okuyarak namaz kılabilir.” Maksadı namaz kıldırmak değil, kılınan namazları geçersiz hâle sokmak. Âlimler, Kur'an-ı kerime hürmet edilmesi lazım, Allah kelamıdır mı demişler, hemen tersini söylüyor: “Yatarken de, cünüp iken de, içkiliyken de Kur'an okunur. Kur'an-ı kerimin diğer kitaplardan farkı yok.” Maksat belli... Kur'an-ı kerim okumayı teşvik gibi gösterip, sinsice saygısızlığa teşvik etmek... Halkın gözünden Kur'an-ı kerimin kutsallığını düşürmek... Sıradan bir kitap hâline getirmek... Tam tıynetine uygun şeyler. Başka ne beklenir? Livata, homoseksüellik, Kur'an-ı kerimde, hadis-i şeriflerde, açıkça kötüleniyor, lanetleniyor. Burada da, adam tersini söyleyerek, “livatanın cezası yok, hafif azarlamak kâfidir” diyor. Olayı o kadar küçültüyor, hafife alıyor ki, tepkiden korkmasa, neredeyse tavsiye edecek... Neymiş efendim, bugünkü Yahudiler ve Hıristiyanlar da cennete gidecekmiş. Hadis-i şeriflerde, âlimlerin kitaplarında, kâfirler kötülenip, ebedî, sonsuz cehennemde mi kalacak denilmiş? Hemen hümanistliğe soyunup, onları cehennemden kurtarma gayretine giriyor adam. Adama sormazlar mı, Peygamber efendimiz, ömrü boyunca, bunlarla niçin savaştı, onları müslüman yapmak için niçin mücadele etti diye? Peygamberimiz ömrü boyunca, namaz kılarken Kâbe'ye yönelmiş, âlimler bunu namazın farzı olarak bildirmişler, ondört asırdır bu böyle devam etmiş. Adam çıkıyor televizyona, “Yok öyle birşey, istediğin tarafa dön. Bunlar teferruat” diyebiliyor. Her şeyde olduğu gibi, kıblenin yönünü de tersine çeviriyor. Dinimize göre, kadının şahitlik şartları, miras taksimi Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmiş. Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca, bu açık ayetleri de tersten yorumlayarak; “Bu kadın-erkek eşitliğine aykırıdır. Kadınlara haksızlık yapıyor. Bu ayetler, emir değil bir tavsiyedir” diyor. Hâşâ Peygamber efendimiz bu ayetleri yanlış anladı, âlimler yanlış yazdı da, doğrusunu bu anlamış... Maksat yapmak değil, yıkmak olunca; işine geldiği zaman emir, gelmediği zaman tavsiye diyebiliyor. Sinsi düşmanların esas maksatları, âlimleri, mezhepleri yok etmek ya... Tutmuş adam, utanmadan, “Dört mezhebe göre amel etmeyi söylemek, İslâma yapılan en büyük kötülük” diyor. Sıkıştığı zaman da, cahilliği ortaya çıkmasın diye, fıkıh kitaplarından nakil yapıyor. Hani, Kur'andan başka kitap kabul etmiyordun? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?.. Bu adamın âlimlere, mezheplere esas düşmanlığı, âlimlerin, “Mezhepsizlik, dinsizliğe köprüdür” demelerinden kaynaklanıyor. Tabiî ki, mezhepler olunca da, milleti küfre götürecek köprü yıkılmış oluyor. Anlıyorsunuz değil mi, sıkıntısının ne olduğunu?
"Sadece ben bilirim" 28 ARALIK 1997
Herkes bilir ki; bir ihtilal yapıldığında, hemen şöyle bir bildiri yayınlanır: "Yayınladığımız bildiriler, daha önceki mevzuattan; yönetmeliklere aykırı ise, yönetmelik değişikliği, kanunlara aykırı ise, kanun değişikliği, anayasaya aykırı ise, anayasa değişikliği kabul edilecektir." Aynı mantık, dini değiştirmek isteyen reformistler için de geçerli. Haydi diyelim, ihtilal, olağanüstü bir hâldir, böyle bir mantığı anlamakta insan zorlanmaz. Zaten bir müddet sonra da, normal düzene, yürürlükteki mevzuata dönülür. Fakat bozulan din geri gelmez. O hâli, artık din kabul edilir. Bu da insana yapılabilecek en büyük kötülüktür. Onları sonsuz cehennem azabına atmaktır, bundan daha büyük felaket olur mu? Maksat yıkmak olunca Sözleri, sanki herşeyin üzerinde Reformcu diyor ki: "Eğer benim sözlerim, hadislere uymuyorsa, o hadisler uydurma demektir. Din hakkındaki sözlerim, Kur'anın açık emirlerine uymuyorsa, Peygamberin ve âlimlerin bunu yanlış anlamışlar demektir." İslâmiyeti içerden yıkmak isteyen dış güçlerin temsilcileri, Doçent, prof, dekan, tarikat şeyhi gibi ünvanlarını da unutmadan ekrana yansıtıp, ihtilal mantığı ile diyorlar ki: "Din hakkında söylediğim sözler, verdiğim fetvalar, geçmiş âlimlerin fetvalarına uymuyorsa, bu âlimlerin cahil, sözlerinin yanlış olduğu, bu işi bilmedikleri anlaşılır. Eğer benim sözlerim, hadislere uymuyorsa, o hadisler uydurma demektir. Din hakkındaki sözlerim, Kur'anın açık emirlerine uymuyorsa, Peygamberin ve âlimlerin bunu yanlış anlamışlar demektir." Hemen arkasından, hiçbir kitapta, hadiste yeri olmayan herzelerini başlıyorlar sıralamaya: "Kur'anda kadere iman diye bir şey yoktur. Dolayısıyla, imanın şartı olarak ondört asırdır bildirilen, kaza kadere iman şartı bir safsatadır. Ey müslümanlar! Kitaplarda geçen, peygamberlerin sıfatları olarak bildirilen, "İsmet " sıfatının, yani peygamberlerin masumluğuna, günahsızlığına inanmayın. Başta Hz. Âdem olmak üzere, Hz. Davud, Hz. Musa ve diğer peygamberler, günah işlemiştir. Hind felsefesinde olan, tenasuh (reenkarnasyon) yani ruhun insan öldükten sonra bir başkasına geçme olayı, müslümanlıkta vardır. Bunu cahil âlimler anlayamadı. Buna dair birçok ayet vardır. Bu sizin bildiğiniz ayetlere uymazsa, benim yorumumu esas alın. Bunu ancak ben anladım, zaten benden başkası anlayamaz. Başkalarının anladıkları, benim anladığıma uygunsa doğrudur, değilse yanlıştır. Ondört asırdır, dini benim gibi doğru anlayan, anlatan olmadı." Aslında, Reenkarnasyon, ahiret hayatının inkârının bir kılıfı. Ruh ondan ona, ondan ona devam eder gider. Aristo'nun ve diğer felsefecilerin, "Dünya böyle gelmiş böyle gider, dünyanın sonu yoktur, ahiret hayatı yoktur" batıl inancının değişik ifadeyle söylenişidir. Adamın niyeti başka olunca, bir bakıyorsun, Yunan felsefesini savunuyor, bir bakıyorsun, Yahudi inancını, bir bakıyorsun Hıristiyan inancını, bir bakıyorsun Moon inancını savunuyor... Bir bakıyorsun, Vehhabi, bir bakıyorsun, şii... Ne olduğunu bilene aşkosun. Fakat çok az da olsa, doğru din bilgisi olan kimse, böylelerinin dini içeriden yıkmaya çalışan sinsi biri olduğunu hemen anlıyor... "Düşmanımın düşmanı dostumdur, dostu düşmanımdır" prensibine, bu tür insanlar çok sadıklar. Amerika'da, Reşat Khalife diye biri çıkıyor, peygamberliğini ilân ediyor. İlk destek, tebrik bundan geliyor. Adam öldürülüyor; üzüntüsünden yemeden, içmeden kesiliyor. Sahte peygambere rahmet üzere rahmet okuyor. Aynı düşünce ile, Eflatun, Sokrat, Eflatun, Buda ve Konfüçyus'a sahip çıkıyor. Bunlar diyor, peygamber olabilir. Adamın zihniyeti belli... İslâm dışı olsun da, ne olursa olsun, yeter ki müslüman olmasın... (Dinde zorlama yoktur) ayeti kâfirler içindir. Peygamber efendimiz, âlimler, bu ayeti, "Kâfirler müslüman olmaya zorlanamaz" şeklinde anlayıp bildirmişler. Fakat bu adam, bu ayeti müslümanlara tatbik etmek istiyor. Peygamberimizin bildirmesi adamı ilgilendirmiyor. Genel prensibini yukarıda bildirmişti: Sadece benim anladığım doğru, diğerlerininki yanlış... Velev ki peygamber de olsa bile... "Peygamberin, Kur'ana aykırı hüküm vermeye hakkı yok. Recm cezasında olduğu gibi, Peygamber Kur'ana aykırı hareket etti" diyor. Peygamber Kur'ana aykırı iş yapar mı? Kur'ana aykırı olup olmadığını sen mi bileceksin, yoksa Hz. Peygamber mi? Peygamberin bildirdiğinden şüphe eden, Kur'an-ı kerimden de şüphe eder. Çünkü, Kur'an-ı kerimi bildiren Odur. Adama sormazlar mı, Kur'an-ı kerim sana mı indirildi; yoksa, Hz. Peygambere mi? Sen mi iyi anlarsın, O mu? Ne demiş atalarımız, "Allahtan korkmayandan korkmak lazım" diye. İnsan başka diyecek şey bulamıyor.
Din ve medeniyet 9 Şubat 1998
Müslümanlar, İspanya’da evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Bugün Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu’da fen çok ilerledi, dev sanayiler kuruldu. Uzay yolculuğuna başlandı. Fakat, hiçbirinde huzur sağlanamadı. Patronların israfı ve sefaheti, işçilerin sefaleti giderilemedi. Komünistlerde devlet, milleti yıllarca sömürdü. Milyonlarca insan, boğaz tokluğuna, aç, çıplak çalıştı. Zalim, kan dökücü bir azınlık, bunların sırtından geçindi. Saraylarda zevk ve safa sürdüler, her kötülüğü yaptılar. Fakat, her türlü teknik gelişmeye rağmen, İslâm dinine uymadıkları için rahata, huzura kavuşamadılar. İslâm ülkeleri de, medeniyette, fende geri kaldıkları için, İslâm ülkelerinde de, Osmanlıdan sonra huzur sağlanamadı. Medenî olmak için Medenî olmak için, dinimizin bildirdiği ibadetler yapıldığı gibi, fende, teknikte çalışmak, başarmak lazımdır. Çünkü Kur’an-ı kerim ve hadis-i şerifler, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Mesela, hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, fende ilerleyen, sanat sahibi olan kulunu elbette sever) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, (Allahü teâlâ, kulunun sanat sahibi olduğunu görmeyi elbette sever) buyuruluyor. Dünya tarihlerinin sözbirliği ile överek yazdığı, gözleri kamaştıran İslâm medeniyetini, İslâm dinine uyanlar meydana getirdi. Fakat, medenî olmak için, yalnız bunu başarmak yetişmez. Kazanılan nimetlerin, adaletle paylaşılması, çalışanın emeğine, hakkına kavuşması lazımdır. Bu adalet de, ancak dine uymakla elde edilir. Bugün Avrupa, Amerika çalışma prensipleri açısından İslâmiyete uygun olarak çalıştıkları için, işlerinde başarılı oluyorlar. Fakat, kazançlarını Kur’an-ı kerimdeki adalet esaslarına göre paylaşmadıklarından rahata, huzura kavuşamıyorlar. Sınıf mücadelesinden kurtulamıyorlar. Kur’an-ı kerime uymayanlar, aslâ mesut olamaz. Uyanlar, müslüman olsa da, olmasa da, inansa da, inanmasa da, uydukları kadar, dünyada faydasını görür. İnanarak uyanlar ise, hem dünyada, hem ahirette faydasını görürler. Dünyada, rahat, huzur içinde yaşarlar. Fen bilgileri, rahat için, huzur için, medeniyet için lazım olan vasıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı aletlerin, rahat için, huzur için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Asırlardır, İslâm devletleri, insanlığa gerçek medeniyeti gösterdiler. Bugün kökünü kazımak için her türlü işkenceyi reva gören Avrupa’yı, Ortaçağ karanlığından kurtaranlar müslümanlar oldu. Müslümanlarla yakın münasebetlerinin olmadığı hâllerini, kendileri anlatıyorlar. Hissiyatına kapılmadan, gerçekleri dile getiren tarihçi John W. Draper bu gerçeği şöyle itiraf ediyor: “O zamanki Avrupa tamamiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Vahşî bir hayatları vardı. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurafelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek özelliğine bile malik değildiler. Adi, basit kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemininde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işareti sayılırdı. Yedikleri, yabanî fasulye, havuç gibi sebzeler, bazı otlar, hatta bazan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlardan öğrendiler Müslümanlar gelince, onlara, her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kere yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanya’da evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yaptılar. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdirle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar.”
İnsanlığa hizmet için... 10 Şubat 1998
İyilere nimetler, kötülük yapanlara azap yapılacağına inanan insanlar arasında adalet hâsıl olur. Kimse kimsenin hakkına tecavüz etmez. İnsanlara hizmet, onları dünyada ve ahirette rahata, huzura kavuşturmak demektir. Bunun da, tek yolu, insanları yaratan, merhameti ve ihsanı sonsuz bol olan Allahü teâlânın gösterdiği, saadet yolu, yani İslâmiyettir. İnsanlığa hizmet, ancak İslâma hizmet ile olur. İslâma hizmet, insanlığa hizmettir. İnsanlığa düşman olanlar, İslâmiyeti yok etmeye çalışmıştır. Saldırmalarının en tesirlisi, müslümanları aldatmak, içerden yıkmaya çalışmak olmuştur. Onları bölmüşler, birbirine düşman etmişler, dinsizlerin pençesine düşmelerine sebep olmuşlardır. Hayvan gibi çalıştırılmışlardır Tarih gösteriyor ki, dinlerine önem vermeyen milletler, Allahın gazabına uğramış, zalimlerin pençelerine düşmüştür. Ahlâksız, dinsiz ve zâlim bir azınlığın işkencesi altında, boğaz tokluğuna, insafsızca, hayvan gibi çalıştırılmışlardır. Allahü teâlâ, din yolunda çalışanlara ve din bilgilerini öğretenlere rahat, huzur veriyor. Dünya bilgilerinde, fende çalışanlara da aradıklarını veriyor. Kâfir milletler, yalnız fen bilgileri üzerinde çalışıyorlar. Bunun için, fende ilerliyor, büyük endüstri kuruyorlar. Fakat, küfür pisliğinden, haram ve kötü işlerinin zararlarından kurtulamıyorlar. Rahata, huzura ve saadete kavuşamıyorlar. Fende ilerledikleri hâlde, rahat yaşayamıyorlar. Çünkü, küfürden ve haram işlemekten, hep zarar, hep ziyan, hep fenalık hasıl olur. Sonu hep felaket olur. İmandan, ibadetlerden ve güzel ahlâktan ise, daima iyilik, rahatlık hasıl olur. Fende ilerlediklerini ileri sürerek, kâfirlerin küfürlerini, İslâmiyete uymayan işlerini övmek, cahillik ve şaşkınlıktır. Müslümanlar, onlar gibi, fen bilgilerinde de çalışmaya, onlar gibi büyük fabrikalar kurmaya özenmelidir. Çünkü, İslâmiyet bunu emretmektedir. İslâmiyet, hem fen bilgilerinde çalışmayı, hem de güzel ahlâklı olmayı, herkese iyilik yapmayı emretmektedir. Müslümanlar; kafirlerin, münâfıkların ahlâksızlıklarını faydalı zannetmemelidir. Bunları övmenin, müslümanların hayalarını, imanlarını çalmak için bir tuzak olduğunu bilmelidir. Bir işin, bir sözün faydalı veya zararlı olduğunu anlamak için, kâfirlerin yapıp yapmadıklarına değil, dinimizin emir veya yasak ettiğine bakmalıdır. İman edip, ibadetleri yapmakla, üç şey hasıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalbi, ruhu temizlenir. Şehvet ve diğer kötülükler yaratanı hatırlamaya mâni olurlar. İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübeler ve his organları ile hasıl olan bilgilerle ilgisi olmayan başka bilgiler, zevkler hasıl olur. Her zaman huzur içinde olur. Üçüncüsü, iyilere nimetler, kötülük yapanlara azap yapılacağına inanan insanlar arasında adalet hâsıl olur. Kimse kimsenin hakkına tecavüz etmez. Herkes hakkına razı olur. Zaten karışıklıkların, huzursuzlukların sebebi, kişilerin kendi haklarına razı olmamalarıdır. Vahşîlikten kurtuldular Mocheim diyor ki, “Miladın onuncu asrında, Avrupa’yı kaplamış olan müthiş kara günlerden daha kötüsü düşünülemez. Bu devrin en ileride bulunan milletlerinin bile, ilim ve fen adına, mantıktan ileri birşeyleri yoktu. Mantık, bütün ilimlerin üstünü sanılıyordu. O zaman müslümanlar, İspanya’da ve İtalya’da mektepler kurdu. Avrupalı gençler, ilim öğrenmek için buralara toplandı. İslâm âlimlerinin okutma metodlarını öğrenerek, Hıristiyan mektepleri açıldı. Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyet ruhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehaletten, hurâfelerden kurtaran müslümanlar, bu akla sığmaz muazzam işi, ancak İslâm dini sayesinde yapabildiler. Çünkü İslâm dini, hak dindir. Allahü teâlâ İslâmiyet için çalışana elbette yardım eder. Hac suresinde mealen, (Allah, dinine yardım edene, elbette yardım eder) buyurulmaktadır.
.
Altı asırlık çınar 22 Ocak 1999
Osmanlı Devleti, tam yedi asır önce 27.1.1299 tarihinde kuruldu. Yıl boyunca, bu çok önemli kuruş yıldönümünü devletçe, milletçe görkemli törenlerle anacağız. İlim adamlarınca, Osmanlıyı Osmanlı yapan, altı asırdan fazla ayakta kalmasını sağlayan değerler ortaya atılacak, tartışılacak... Osmanlılar, çeşit çeşit dillerde; başka başka adet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurmuşlar. Bu muazzam iş nasıl yapıldı, nasıl başarıldı ? Öncelikle bunu iyi bilmek lâzımdır. Çokları bunun kaba kuvvetle yapıldığını zanneder. Halbuki, Osmanlıların bu başarısı yalnızca askeri değildi. Yani kaba kuvvete dayanmıyordu. Askeri yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çare idi. Öyleyse, onları mefkurelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas amiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metodları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağlayan birçok metodları vardı. Bu metodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu’da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Oortaçağda Avrupa’da görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslam aleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi. Aksine tam bir inanç hürriyeti hakimdi. Çünkü, İslamiyetin, “Dinde zorlama yoktur” prensibine Osmanlılar sadık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gaye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul’u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul’un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslam ahlâkını gayrı müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifadesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Sadece Anadolu’nun değil, birçok ülkenin fethinde, İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resulullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabul etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Mesela eskiden Alperen denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlakı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshab-ı kiram gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant’tan, Buhara’dan kalkıp Anadolu’ya, Rum diyarına gelmişlerdi. Netice olarak, Osmanlı Devleti’nin hızlı bir şekilde gelişip yayılması, gönüllerde taht kurarak üç kıtaya hakim olması, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve güçlü devletlerinden birisi haline gelebilmesi, İslam ahlâkına sımsıkı sarılmalarının neticesidir. İslam ahlâkını güzel metotlarla tatbik etmelerinin neticesidir... Böyle olmasaydı, bu devletin böylesine güçlenip, adalet ve huzur içinde yaklaşık 6 asır ayakta kalması mümkün olamazdı. Bu hususta Osman Gazinin vasiyeti ibretli bir vesikadır. Yarın da bu konuya temas edeceğim inşaallah...
Osmanlı’da hoşgörü 23 Ocak 1999
Osmanlı’nın küçük bir beylik iken dört kıtaya hükmeden bir imparatorluk haline gelmesinin birçok sebepleri vardır. Her şeyden önce Osmanlılar, muazzam güç ve kudretlerinin yanında çok sade kaldılar. Gösterişe değil mütevazılığa önem verdiler. Kendilerine tabi bir devlet haline getirdikleri Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesabesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sade ve çok basitti. Gösterişten, şaşaadan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Onlara çok hoşgörülü davrandılar. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de zaten budur. Onlar fetih bölgelerinde yerli halka karşı öylesine hoşgörülü davranıyorlardı ki, yerli halk bu davranışları kendi yöneticilerinin yönetim tarzları ile mukayese ettiklerinde arada muazzam bir fark olduğunu görüyordu. Bu fark da onların gönüllerinin İslâma ve dolayısıyla Osmanlılara ısınmasına sebep oluyordu. Bunu yabancılar bile dile getirmektedir. Mesela, yabancı bir tarihçi Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır: “Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halife Osman’ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dini gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse birşey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osmanoğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, hep akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk, bir medeniyet kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişler. Karadeniz’in güneyinden Avrupa’ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır. Osman Gazi’nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te’siri çok daha geniş ve şumullü idi. Çünkü O, sükunet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıpyıkıyorlardı. Şu halde O’na bunların üstünde bir mevki vermemiz icabeder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!.. 600 küsur sene hüküm sürebilmiştir.?” Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vasıtasıyla İslamı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede hoşgörülü davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir. Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dinin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslamı benimsemişler ve Türk-İslam kültür dairesi içerisine girmişlerdir. Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, “kimsenin canına dokunulmayacağına” dair antlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terketmiyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur’un vezirine, şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gazi’ye verdiği cevap ilginçtir: “Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Biz kendi halkımıza bile zulüm yapıyorduk. Babanızın idaresine geçen köylülerimiz zulümden kurtuldukları için memnun kalıp, size seve seve itaat ettiler. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik”... Osmanlı hiçbir zaman, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefada kusur göstermemiştir. Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezata müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihanşümul bir siyasi teşkilattı. İşte Osmanlı’yı Osmanlı yapan, iki gündür özetlemeye çalıştığımız bu değerlerdir.
. Biraz medeni cesaret 29 Ocak 1999
Millet olarak eksik yanlarımızdan biri de, haklarımıza sahip çıkmamak, yanlışlık veya haksızlık karşısında tepkimizi göstermemek... İşi oluruna bırakmak... Herhalde bu eski terbiyenin, eski alışkanlıkların eseri... Eskiden, hak aramak ayıplanacak bir davranıştı. Çünkü, kimse kimsenin hakkına tecavüz etmezdi. Aklından bile geçmezdi. Hatta, başkasının hakkını yemek bir tarafa, kendi zararını başkasının zararına tercih ederlerdi insanlar. Dolayısıyla haksızlık olmadığı için hak aramak da olmazdı. Herkes kesin olarak şunu bilirdi ki; ne devlet, ne de fertler, benim hakkımı yemezler, bana kasten zarar vermezler. Ya bugün?!.. Anlatmaya gerek var mı? Olup bitenleri hep beraber görüyoruz, seyrediyoruz, okuyoruz... Artık, “Hak verilmez söke söke alınır” devrindeyiz. Keşke böyle olmasaydık; ama gerçek bu. Bugün, vatandaş olarak hakkımızı aramak, tavrımızı, tepkimizi göstermek zorundayız; başka çare yok... Yıllar önceydi... Bir arkadaşla, durakta otobüs bekliyoruz. Daha 50- 100 metre uzakta iken, el kaldırıp durması için ikaz ettik. Belediye otobüsü durağa 30 m. kala durdu. Şoför, el kol hareketleri ile çağırdı bizi. Tam gitmek üzere iken, arkadaş, kolumdan tutup seslendi: - Dur! Neden buraya gelmiyor? Vatandaş durakla otobüs arasında mekik mi dokuyacak? Madem burası durak burda duracak. Burada durmazsa binmem! - Şimdi inatlaşma zamanı değil! Gel gidelim, biraz yürümekle ayağımız mı aşınacak? Baktım arkadaş kararlı... Zamkla yere yapışmışçasına kımıldamıyor. Otobüs biraz bekledi, bizden bir hareket görmeyince, bastı gaza gitti. Arkadaşa dönüp, “Şimdi ne olacak, kimbilir ikinci otobüs ne zaman gelecek?” demeye fırsat kalmadan, karşıda duran taksiye seslendi. Anladım hemen niyetini... “Yapma! Etme!” dedimse de nafile... Mecburen ben de bindim taksiye. Arkadaş hemen parayı çıkartıp, taksi şöförüne uzattı: - Şu ileride gördüğün belediye otobüsüne bizi yetiştir!.. Bu arada otobüs de diğer durağa varmıştı. Taksiden, otobüsün önünde indik. Şoför de bizi gördü. Arkadaş bir hışımla otobüse girdi. Sesi çıkabildiği kadar bağırıyordu: - Niçin durmadın? - Ne bağırıyorsun kardeşim. - Sana niçin durmadın diyorum? - Durdum ya, sizi çağırdım! - Bu durakları niçin yapmışlar? Eğer istediğiniz yerde durup kalkacaksanız bunları kaldırsınlar! Bizi bırakıp gittiğini gördükleri hâlde seslerini çıkartmayan yolcular da katıldı münakaşaya. Biz toplum olarak hep böyleyiz. Yeter ki biri öne çıksın. Gerisi gelir. - Şoför bey sen sus! Hiçbir şey söylemeye hakkın yok. Beyefendi haklı. - Zaten bu şoförler hep böyle. Ali kıran baş kesen bunlar... Şoför baktı olacak gibi değil. “Özür dilerim kabahat bende” diyebildi. Yolculardan biri bağırdı: - Özür dilemek yetmez! Beyefendinin taksi parasını da ver! Çıkarıp taksi parasını da verdi mecburen. Bizim arkadaş, savaş kazanmış komutan edasıyla oturdu yerine... Tebrik eden edene... Şimdi bu şoför bunu bir daha unutur mu? Durak dışında durur mu? Tabii ki hep tepki ile olmaz; iyi bir davranışta bulunanı da tebrik etmek lâzım. Bir yazarın iyi bir yazısından, gazetenin güzel bir haberinden, siyasetçinin örnek bir davranışından... dolayı kaçımız telefon açıp tebrik ettik, destek olduk? Vatanımıza, milletimize kasteden, dinimizle inancımızla alay eden kimseleri demokratik hakkımızı kullanıp kaçımız protesto etti? Telefon, faks vs. ile kaç kişi üzüntüsünü bildirdi? Şunu unutmayalım: Tebrik, iyiliklere gaz; protesto, kötülüklere frendir. Medeni cesareti olanların çoğalması lâzım. Hak sahipleri, haklarını gaspedenler kadar cesur olmadıkça toplum düzene girmez!..
Teknolojinin artıları eksileri 30 Ocak 1999
Elektriğin Türkiye’ye daha yeni yeni girmeye başladığı yıllarda, zamanın değerli bir ilim adamına sorarlar: - Her zaman söylerdiniz “Her yeni buluş muzırdır, zararlıdır” diye. Şimdi de aynı sözü söyleyecek misiniz? Elektrik de buna dâhil midir? Evinize elektriği ilk bağlatanlardansınız. Mum ışığından, gaz lâmbasından kurtuldunuz. Geceleriniz gündüz gibi oldu. İlmî çalışmalarınızı gece de rahat bir şekilde yapabiliyorsunuz... Cevabı şu olur: - Hüküm, ekseriyete göre verilir. İnsanlığa zararı mı fazla, yoksa faydası mı? Buna bakılır. Bakalım, zaman ne gösterecek? Rahatlıktan maksat nedir? Ruhî rahatlık mıdır, dünya rahatlığı mıdır, ahiret rahatlığı mıdır, yoksa hepsi midir? Bir de ona bakmak lâzım. Konuşmasına şöyle devam eder: - Her yeni buluş, ona kim hâkim ise, ona hizmet eder. İyi insanların elinde ise, çok kıymetli işlere vesile olur. Kötü insanların elinde ise, akıl almaz kötülüklere, zulümlere, vahşetlere sebep olur. Bugüne kadar, bu tür buluşlar, genellikle iyi insanların elinde değildi. Bunun için de insanların zararına kullanıldı. “Her yeni buluş muzırdır” sözü bu manada kullanılmıştır. Tabiî ki her sözün, her işin istisnası vardır. Temennimiz, bunun, istisnalardan olmasıdır. Bu değerli zatın dediği gibi, teknoloji, insanlığa maddî ve manevî olarak ne getirmiştir, karşılığında ne götürmüştür? Eksiler mi fazla, artılar mı? Bunun hesabı iyi yapılmalıdır. Günümüz insanı konfora çok alışmıştır. Teknolojinin bütün kolaylıkları emrine hazırdır. Bir düğmeye basmakla, odasını aydınlatabilmekte, odun kömür derdine düşmeden evini, iş yerini ısıtabilmektedir. Eskiden aylarca yolculuktan sonra gidilen yere, uçakla, birkaç saatte varabilmektedir. Eski insanların, belki yıllarca uğraşarak altından kalkamayacakları hesapları, birkaç dakika içinde bilgisayar vasıtasıyla sonuçlandırabilmektedirler. Günümüz insanı her türlü konfora sahip olup, bütün kolaylıklar elinin altında bulunmaktadır. Hâl böyle olunca, mantıken, bu insanın hiçbir sıkıntısı olmaması gerekir. Peki, gerçekten insanımızın hiçbir sıkıntısı yok mudur? Maalesef, her teknoloji beraberinde birçok sıkıntı getirmekte. Yıllarca kullanılan bir deterjan, günün birinde bakıyorsunuz ki, şimdiye kadar bilinmeyen bir hastalığa yol açıyor. Elektrikten tasarruf edeyim diye büronuzda kullandığınız flüoresan lâmba ile ilgili okuduğunuz bir haber, bakıyorsunuz, bu lâmbayı, gözünüzün ve cildinizin baş düşmanı olarak bildiriyor. Ayrıca, bütün dünyada, ahlâkı yok eden her türlü yayın vasıtaları elektrik sayesinde bu işi yapabilmekte. Yine gazete haberlerine bakıyorsunuz ki, belli bir yerde bulunma zorunluluğunu ortadan kaldıran cep telefonlarının, vücudumuza verdiği zarardan dolayı tazminat davaları açılmış. Teknolojik gelişmeler, bir yandan insana kolaylıklar sağlarken, bir yandan da onun sağlığını tehdit eden canavar kesilmektedir. Günümüz insanı, bu karmaşık yapı içinde öylesine şaşırtılmıştır ki, artık neyin kendisine yararlı, neyin zararlı olduğunu anlayabilmesi güçleşmiştir. Her yeni buluşun, çok geçmeden, hayatımız için bir tehlike teşkil ettiğini öğreniyoruz. Dünyanın neresinde olursa olsun, insanın yüzüne baktığınızda bir endişe, bir huzursuzluk görüyorsunuz hemen. Korkuyla karışık bir endişedir bu. Karşılaştığınız her insan, sebebini bilmediği karışık bir ruh hâli içinde. Bütün bunlardan sonra, insan, ister istemez düşünüyor. Bin sene önceki her türlü teknolojiden uzak, tabiatla başbaşa insan mı daha rahat ve huzurluydu, yoksa bugünün her türlü teknolojisine, konforuna sahip insan mı? Şu bir gerçek ki, kim ne derse desin, birinci şıkka “Evet” diyenlerin sayısı her gün hızla artmaktadır. Eskilerin, yorulma zahmetinden kurtaran otomobili, her türlü konfora haiz evi, anında dünyanın neresinde olursa olsun bir yakınına ulaşmasını sağlayan telefonu, dünyanın en ücra yerinde olan hâdiseyi gözünün önüne getiren televizyonu yoktu. Belki de zor şartlar altında bir kulübede, belki de bir çadırda yaşamasına rağmen, sabah kalktığında, bütün bedenî yorgunlukları gidiyordu. Yeni bir güne rahat ve huzur içinde giriyordu. Zamanımızın insanı, ipek böceği misali, kendini huzursuzluk ağı ile örüp hapsetmekte. Huzura açılan kapıları tek tek kapatmakta... Tıpkı ipek böceği gibi, yaptıklarının, kendi zararına olduğunu bilmeden...
Prens Metternich’in tavsiyeleri 5 Şubat 1999
1840’lı yıllarda Osmanlı yeni bir sistem arayışına girmişti... Bir kısım devlet adamları, Fransa’nın, bir kısmı da Avusturya’nın örnek alınmasını istiyorlardı. İkinci grup; Fransa Cumhuriyet olduğu için bize uymaz, Avusturya imparatorluk olduğu için bize daha yakın diyorlardı. Fakat her iki grup da sistemin mutlaka değiştirilmesinde hemfikirdi. Bu tartışmalar yapılırken, Avusturya Başbakanı, Prens Metternich’in İstanbul’daki sefiri Appony Kontuna aracılığı ile gönderdiği tavsiye mektubu ortalığı allak bullak etti. Batılılaşma düşüncesiyle yanıp tutuşan devlet ricalini sarstı bu mektup... Reşit Paşa hükümetinin düşmesine sebep oldu. Aslında, bu nasihat diğerlerinden farklıydı; her şeyden önce dostçaydı. Sinsice değildi. Reçetenin bir Osmanlı devlet adamından değil de Hıristiyan bir devlet adamından gelmesi de manidardı. Şimdi bakalım Prens Metternich’in reçetesinde neler var?.. “İmparatorluk günden güne zayıflamakta ve çökmektedir. Bu bir gerçektir. Gizlenmesi mümkün olmayacak kadar açıktır. Bir an önce bunu masaya yatırıp çöküş sebepleri ve çöküşün nasıl durdurulabiliceği hususunun tartışılması gerekir. Bana göre, Osmanlıyı bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Bunun temelinde, tam bir cehalet ve akıl almaz hayalperestlikten başka bir dayanağı olmayan ve ısrarla savunulan Avrupa kopyası reformlar yapma hevesi yatar. Osmanlı Devletine tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi varlık sebebiniz olan dininize saygı esası üzerine kurunuz! Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman halk arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. Fakat dinden uzak olmayın! İdarenizi yeni bir düzene, sisteme sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın! Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Zira bu, sultanı, yıktığı ve yerine koyduğu şeylerin değerini bilmeme durumuna sokar. Avrupa uygarlığından, sizin kurumlarınızla uyuşmayan sistemler almayın. Zira Batılı kurumlar, imparatorluğunuzun temelini meydana getiren ilkelerden farklı ilkelere dayanmaktadır. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Siz Müslümansınız,Türk’sünüz; böyle kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın! Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın... Dininizin sizi toleranslı yapacak, diğer medeniyetlerden üstün kılacak ilkelerinden yararlanmaya bakın. Diğer dinlerden olan halkınıza tam bir himaye sağlayın. Onların dini işlerine karışmayın. Kanunlarınızı kesinlikle uygulayın. Batının gösterdiği yollara aldırmadan doğruca yürüyün. Bu yollara sapmayın. Çünkü tavsiye edilen bu yollar sizin bilmediğiniz yollar... Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa kamuoyunun az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız... Kısaca, biz Osmanlı’yı kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Fakat ona, bu ıslahatın, Osmanlı imparatorluğunun şartlarına ortak hiçbir yöne sahip bulunmayan modellerde aranmamasını, kanunlarında Doğulu âdetlere zıt düşen devletlerin kanunlarını taklide yönelmemesini tavsiye ederiz. Ama, Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Zira Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka... Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere.” ( Tanzimat - Ed. Engelhardt) Bu tavsiyeye uyuldu mu? Tabii ki uyulmadı. Aksine Avrupalılaşma hızı arttı. Gençler cahil olarak yetiştirildi. Zamanla aydın kesim; kültürümüzden, örfümüzden, dinimizden tamamen uzaklaştı. Halk da câhilleşti. Halkın cahilliği, aydınların inançsızlığı altı asırlık Osmanlı’nın çökmesine, yok olmasına sebep oldu. Bizden tam 29 sene sonra, 1869’da benliklerinden taviz vermeden Batı’ya dönen Japonlar, bizden kat kat ilerlediler. Hem de dinlerinden hiç ayrılmadan! Milletleri millet yapan, kendi öz değerleridir... Büyükelçinin merakı 6 Şubat 1999 Bildiğiniz hikâye... İki kişi beraber yolculuk yaparken yolda yağmura tutulurlar. Biri yağmura hazırlıksız yakalanır. Diğerinin hem şemsiyesi hem de yağmurluğu var yanında. Yağmurluğunu giyip şemsiyeyi arkadaşına verir. O da teşekkür edip alır. Yola devam ederler... Şemsiyeyi verenle aralarında şöyle bir konuşma geçer yolculuk esnasında: - İyi ki yanımda şemsiye de vardı. Yoksa sırılsıklam olacaktın! - Doğru, çok teşekkür ederim gerçekten her tarafım ıslanacaktı. - Bu iyiliğimi unutma! - Allah razı olsun, nasıl unuturum? - Her zaman tedbirli olmak lazım. Ne demiş atalarımız,” Kırk gün taban eti, bir gün av eti!” - Doğru atalarımız boş konuşmaz! - Ben böyle herkese iyilik yaparım. Gerçi herkes bilmiyor yapılan iyiliğin kıymetini... Olsun yine de iyilikten geri kalmamak lazım. - Ne demiş atalarımız, “Sen iyilik yap denize at; balık bilmezse Hâlık bilir!” - Mübarek ne de yağıyor. Şu şemsiye olmasaydı ne olacaktı halin? Bu sırada bir havuzun yanından geçerler. İyilik yaptığı kimse, arkadaşına, - Bir dakika şu şemsiyeni az tutar mısın? diyerek ona geri verir. Sonra da, kendine atar havuza. Arkadaşının şaşkın bakışları altında, - Nasıl, bundan daha kötü duruma düşmezdim değil mi, senin şemsiye olmasaydı? der. İşte bu hikâye zamanımızda çok kimselenin yaptığına bir örnek. Şimdi de geçmişte çok kimsenin yaptığına bir örnek vereyim: 1880’li yıllarda Mustafa Naili Paşa, Anadolu’dan özel metodlarla seçtiği 100-150 talebenin bütün eğitim masraflarını yıllardır karşılamayı âdet edinmiş kendisine. Üstelik de bunları kendi konağında misafir ederek... Bu güzel hizmeti esnasında da bir prensip koyar. Bundan da hiç mi hiç taviz vermez yılllardır. Bu prensibi şu: Bu ilim yolcuları Musafa Naili Paşa’yı, ortalama üç yıl süren okuma sürelerinde iki defa ancak görebilirler. Birincisi, yeni geldiklerinde başarı temennisi esnasında. İkincisi öğrenimleri bittiğinde bundan sonraki hayatlarının iyi geçmesi dileklerini bildirmesi esnasında. Yani vedalaşırken... Bu kadar iyilik yaptığı talebelerden uzak kalışın sebebi nedir? Bunu merak eder, yakınen tanıdığı Fransız Büyükelçi Kont Bertrande... Bir gün merakını yenemez, protokal kaidelerinin dışına çıkıp bunun sebebini sorar kendisine. Paşa sükunet içinde şöyle cevap verir: - Bizim inançlarımız içinde beşerî hizmetler, her sahaya şâmildir ve bunların kıymetlilerinden birisi, ilim-irfan ile uğraşanlara imkân temin etmektir. Çünkü ilim üzerine kurulmuş dinimiz... Her hizmet gibi bu da, sadece Allan rızası için yapılır. Hizmetin Cenab-ı Hak indinde makbul olması, huzur ve mükafatın zirvesidir hayır sahibi için. Başka bir arzusu olmaz, olması da mümkün değil... Çünkü, cenab-ı Hakkın bilmesi kâfidir O’nun için. Kişinin yaptığını teşhir etmektense, hele yaptığından menfaat beklemektense o işi yapmaması daha iyidir, bizim dinimize göre. Bu bir... İkincisi de, düşününüz ki, burada okuyanlar içinde yarın, benim gibi, bu devletin en yüksek makamına çıkanlar olabilir. Benim ailem içinde onların makamlarından bazı menfaatler temin etmek isteyenler çıkabilir. O zaman benim rızay-ı İlahi niyazım nerede kalır? O manevi his gider, yerine geleceğe yönelik hasis zihniyet hakim olur. Üçüncüsü, her vesile ile karşılarına çıkar, onlarda minnettarlık hislerinin tazelenmesine sebep olursam, sevabın da, günahın da mahremiyetini ihlal, sevap için rızay-ı Bari, günah için de rahmet-i Hüda menbalarını karartmış ve bu suretle onlara mütevazı hizmetim yanında, telafisi güç bir menfi alışkanlık telkin etmiş olurum... Her şeyi maddi menfaatler içersinde değerlendiren, elçinin kafası karışır. - Bu kadar iyiliğin, yardımların size hiç mi faydası olmayacak? Olacak şey değil! der. - Ekselans işte sizinle bizim aramızdaki en önemli fark bu... Bizi biz yapan, bu değerlerdir. - Peki bu anlayış böyle ilelebed devam edecek mi? - Orasını bilemem! Devam ederse, bu devlet de devam eder. Aslını, özünü inkâr eden, terk eden hayatiyetini idame ettiremez! Bu, değişmez kaidedir.
.. Körü körüne düşmanlık 12 Şubat 1999
Filozoflara göre, insanlar, tarih öncesi çağlarda, birer canavar gibi vahşiymiş... Daha sonraları aile, cemiyet ve toplum hâline gelmişler... Sosyologlara göre ise, insanlar önce hayvan gibi sürüler hâlinde yaşarlarmış; daha sonra fertler haline gelmişler... Fert mi önce, cemiyet mi, tartışması... Bu, “Yumurta mı önce, tavuk mu önce?” tartışması gibi bir şey... Her iki görüşün de doğru yönleri, yanlış yönleri var... Bunlar olaylara hep peşin hükümle bakmanın neticesi... Başka bir ifadeyle; dine, mukaddes kitaplara inanmamanın soktuğu çıkmaz sokaklar bunlar... Bunların yaklaşımları körlerin fili tarifine benzemektedir: Körlerin önüne bir fil bırakılmış. “Bu nedir?” diye sorulmuş. Bir kısmı bacaklarını elleri ile yoklamış; “Dümdüz, yuvarlak bir sütün” demiş. Bir kısmı da hortumu yoklamış; “Büyük bir hortum” demiş... Filozofların, sosyologların bunlardan farkı yok... Halbuki aile, cemiyet ilk insan Hz. Adem’den beri vardır. Fakat bunlar, Hz. Adem’i ilk insan ve peygamber olarak kabul etmedikleri için pusulalarını şaşırıyorlar. İlk zamanlarda; şehirlerde yaşayan medenî insanlar olduğu gibi, çöllerde, dağlarda ilkel hayat süren insanlar da vardı. Bugün bile Afrika’da Amerika’da böyle insanlar yok mu? Dağda yaşayan ilkel insanları esas alıp, bütün insanlar ilkeldi demek ilim adamına yakışmaz. Yüce Allah, aileyi toplumun mihenk taşı olarak yaratmıştır. Tarih boyunca aile hep var olmuştur. Çünkü yaratan böyle yaratmıştır. Âyet-i kerîmede mealen, “Ey insanlar, biz sizleri bir erkek, bir kadından yarattık” buyurulmaktadır. Eğer toplum, yaratılışlarına uygun olarak, aileye önem verirse, sağlam olarak ayakta kalabilir. Aileye önem vermezse, cemiyetin düzeni bozulup, işte o zaman filozofların dediği gibi, fert fert birer canavar olurlar. Batı, hızla bu canavarlaşmaya doğru gitmektedir. Çünkü, aileyi yok etmek için ne lâzımsa yapılmış bugüne kadar. Bunu da hep İslamın emirlerine ters olsun diye yaptılar. Şimdi onlar da yaptıklarının yanlışlığını geç de olsa anladılar. Fakat çok geç... Geriye dönüş olmaz bu saatten sonra artık... Fransa’da yayınlanan Ça M’İnteresse ve L’Evenement du Jeudi dergileri ile Almanya’da yayınlanan Focus dergisi sık sık bu konuları gündeme getiriyorlar. Giderek çöken aile kurumunu kurtarmaya çalışıyorlar... Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, boşanma oranlarının çok yüksek olması sebebiyle, yakında aile mefhumunun kalmayacağı endişesini dile getiriyorlar. Yaptıkları araştırmalara göre, Türk aile yapısı Batı’ya göre daha kuvvetli olduğundan, boşanma oranı yüzde 1’i bile bulmazken, dünyada en fazla boşanma oranı, yüzde 12 ile İngiltere’de. Bu ülkeyi yüzde 6.60 ile Rusya Federasyonu ve yüzde 4.57 ile ABD izliyor. Yine araştırmalara göre, Türk aile yapısının sevindirici bir özelliği de evliliklerin oldukça dayanıklı olması... Mevcut evliliklerin, yüzde 93’ünü birinci evlilikler, yüzde 4’ünü ikinci evlilikler, geri kalan oranlarını ise üçüncü veya dördüncü evlilikler teşkil ediyor. Etme bulma dünyası... İslâm düşmanlığı uğruna nice medeniyetleri ve aile mefhumunu yok eden İngiltere’de, yakın bir gelecekte aile mefhumunun kalmayacağı görüşünden hareketle, yeni kanunlar hazırlanıyor. Boşanma oranının vahametini gören İngiliz hükümeti, giderek çöken aile kurumunu koruma altına alma gayretinde... İngiltere’de, evlilik dışı çocuk oranı yüzde 35’e ulaşmış durumda. Yeni düzenlemelerle, evlilik konusuna daha sıcak bakan eski kuşaklardan da evliliklerin korunması için daha fazla destek sağlanması hedefleniyor. Büyükanne ile büyükbabaların hem evlilik, hem de bu evlilikten doğan çocukların üzerindeki etkilerinin artırılması için, aile büyüklerinin çocuklarına yakın yerlerde yaşamaları teşvik edilmekte... Bunlar hep dinimizin emrettiği, bu sebeple de İngilizlerin düşman olduğu değerler değil mi? Körü körüne düşmanlık insanı ne hâllere düşürüyor? Netice olarak; Batı ülkeleriyle kıyaslanınca Türkiye’nin durumu sevindirici... Ama bu nereye kadar? Batılılaşma bu hızıyla devam ederse, eninde sonunda bizim varacağımız nokta da aynı olmayacak mı?!.
. Neden böyleyiz? 13 Şubat 1999
Almanya’da yıllarca kalıp, yeni dönen komşumuz Cemalettin Bey, gördüklerini anlata anlata bitiremedi bir haftadır... Şehirlerdeki temizliği, nizam ve intizamı, insanların birbirlerine karşı gösterdikleri nezaketi, resmî dairelerdeki bürokrasinin basitliğini, yıllardır hiç kuyruk görmediğini, insanların kurallara uymadaki hassasiyetlerini, zorlamadan seve seve vergi verdiklerini, toplumda sosyal adaleti nasıl sağladıklarını vs... Cemalettin Bey, dikkatini çeken birçok enteresan olaylardan bahsetti bu arada. Bunlardan bir tanesini anlatayım istersiniz... Birgün çocuk yardımı için müracaat etmiş ilgili devlet dairesine. Doldurması için form vermişler kendisine. Bu formda, kaç çocuğu olduğu, yaşları, hangi okulda okudukları, geliri, oturduğu evi kendinin mi, kira mı olduğu?... Kısacası bir insanın hayatını normal düzeyde devam ettirebilmesi ile ilgili bütün bilgiler... Görevli memur formu inceledikten sonra, “Bu gelirle sen normal bir hayat süremezsin. Çocuk yardımı dışında ayrıca senin ev kiranı da vermemiz lâzım!..” demez mi? Cemalettin Bey, “ Derler ya körün istediği tek göz, Allah verdi iki göz... Benimki de öyle oldu işte. Buna karşılık bizimkiler ne yapıyor biliyor musunuz?” diyerek sözlerine şöyle devam etti: “İki çocuğu varsa, Türkiye’den rüşvetle aldığı belgelerle beş çocuk sahibi olduğunu beyan ediyor. Çocuk parasını daha fazla alabilmek için.” Bunu anlattıktan sonra, “Batı’nın bu yaptıkları sosyal adalet değil de nedir? Bunlar bizde olması gereken değerler değil mi? Neden bizde yok da onlarda var? “ diye sordu Cemalettin Bey. Avrupa görmüş kimselerin ortak kanaati, ortak sorusu bu. Şimdi bu sorunun cevabı üzerinde duralım. İnsanları bazı şeylere alıştırmak, onları kontrol altında tutmak iki yolla olur: Birincisi dindir. Allah korkusudur. Allah korkusu içine işlemiş bir kimse, O’nun bildirdiği kuralların dışına çıkamaz. İnsanları zapturapt altına almada en sağlam yol budur. Asırlardır, Osmanlı’da ve diğer Müslüman ülkelede bu metot tatbik edildi. Bu yolun sağlamlığında, “İnsanı yaratan yüce Allah olduğuna göre, neyin ona faydası var, neyin zararı var, en iyisini O bilir...” diye düşünmek ve bilmek yatıyor. Bu metodun önemli bir özelliği de insanın her anına hitap etmesi... Boşluk olmaması. Allah korkusu olmayan bir kimse, insanların olmadığı bir zamanda, kanundan kaçabilir. Ama Allahın her an kendisini gördüğünü, yaptığı her hareketin hesabını vereceğini bilen kimse kaçamak yapamaz. İnsanları kontrol altına almanın ikinci yolu ise, ikna etme, faydasına inandırma yoludur. Bu da eğitim ile olur. Bugün Amerika’nın, Avrupa’nın yaptığı budur. Daha çocuk kendini tanımaya başladığı 3- 5 yaşında eğitime başlıyorlar; “ İnsan nedir, insan hakları nedir, devlet nedir, vergi nedir, kurallara uyulmazsa ne olur?..” gibi hususlar iyice öğretiliyor. Bütün bunlar, çocuğun benliğine ustaca yerleştiriliyor. Çocuğa, hayatta kalabilmenin ancak bunlara uymakla mümkün olduğu anlatılıyor. Çocuk böylece, “Ben başkasının hakkını gasp edersem, başkası da benim hakkımı gasp eder...” diye inanıyor. Yine devletine vergi vermezse, devleti ayakta kalamaz, devlet ayakta olmayınca da kendisi hayatta olamaz... inanmış çocuk buna... Bu ve bunun gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Bu kadar girizgâhtan sonra gelelim sorunun cevabına... Avrupa’nın nizam ve intizamı, sosyal adaleti neden bizde yok? Biz, “iki cami arasında kalmış beynamaz” gibi olduk da ondan. Yukarıda bahsettiğim gibi Osmanlı zamanında Allah korkusu hakimdi. Bu da din eğitimi ile sağlanıyordu. Osmanlı’dan sonra bu eğitim gereği gibi verilemedi. Bu verilemediği gibi, Avrupa tarzı bir eğitime de geçilemedi. Allah korkusunun yerleştirilemediği, Batı’nın uyguladığı ciddiyette bir eğitimin de verilemediği insandan başka ne beklenir? 1850 yılından beri yönümüzü döndüğümüz Batı’dan hiç olmazsa çağdaş bir eğitimi bari alabilseydik, bu hâllere düşer miydik hiç? Ama ne hikmetse biz almamız gerekenin değil, almamamız gerekenin peşine düşmüşüz bugüne kadar... Kekliğin yürüyüşüne özenen karga gibi, kendi yürüyüşümüzü de unuttuk böylece. İki arada bir derede kaldık!..
Barajdaki fazla su 19 Şubat 1999
Dün öyleydi, bugün de öyle... Ekonomik olarak güçlü olan, her şeye hakim. Bu kural, devletler için geçerli olduğu gibi, cemiyetler, aileler, şirketler için de geçerli. Ekonomik güç, iyi yöne yönlendirildiği, dengeler sağlandığı takdirde çok faydalıdır. Bunlar sağlanamazsa insanlık için bir felaket olur. Belli kesimlerde yığılan, paylaşılmayan mal, hem sahibine hem de topluma sıkıntı getirir. Mal, vereni rahatlatır vermeyeni azdırır. Barajda biriken fazla sular tahliye edilmezse, felakete sebep olur. Yüce kitabımız Kur’ân-ı kerimde, “İhtiyaçsızlık insanı azdırır” buyurulmuştur. İstatistikler, intiharların ekonomik durumu zirvede olan ülkelerde en yüksek seviyede olduğunu gösteriyor. Sosyal hayatta, huzur ve sükun bulmasında çok önemli bir yeri vardır ekonomik dengenin. Bunun için dinimiz ekonomik dengelerin muhafazası ve uçurumların meydana gelmemesi üzerinde çok durmuştur. Sevgili Peygamberimiz toplumda kavganın, üzüntünün olmaması dengelerin iyi sağlanabilmesi için “Açları doyurmamızı, hastaları ziyaret etmemezi ve esirlere hürriyet vermemizi “ emretmiştir. Yüce kitabımız Kur’ân-ı kerimde de, adalete dayalı, fakir fukaranın gözetildiği ekonomik bir sistem kurulması ile ilgili pek çok âyet-i kerime var. “Zenginlerin malında fakirlerin hakkı bulunduğu, zenginliğin belli bir sınıfın tekeline terk edilmemesi gerektiği, karaborsa ile ihtikarın yasak olduğu vs...” ... Kur’ân-ı kerimde, namazdan sonra en çok geçen emir, zekat, sadaka verilmesi emridir. Geçmişe baktığımızda, devletlerin, cemiyetlerin çökmesinde ekonomik güçten ziyade, bu gücün toplumun yararına dengeli dağıtılmamasının yattığını görürüz. Birçok devlet gibi, Osmanlı Devleti de son zamanlarında ekonomik gücü muhafaza edemediği ve dengeyi sağlayamadığı için çöktü. Bir tarafta isyanlar, bir tarafta yoksulluk perişan etmişti Osmanlıyı... Devletin yıllık gelirinin tamamına yakını iç ve dış borçlara gidiyordu. Halkın az bir kesimi süper zengin; devlet ve halkın büyük bir ekseriyeti alabildiğine fakir... Devlet, o kadar fakir ki, Rum ve Ermeni sarraflardan, bankerlerden alınan borç para ile memur maaşları ödeniyordu. Halk ve devlet bu durumda iken son sadrazamların, vezirlerin bazıları çok zengindi. Boğaz kıyılarında mantar biter gibi yalı yapılıyordu. Her yalıda, konakta Fransız mürebbiyeler, çocukların terbiyeleriyle, Fransızca öğrenmeleriyle uğraşıyor, bunlara binlerce altın veriliyordu. Öğrettikleri de, hep Batı kültürü. Nasıl dans edileceği, nasıl piyano çalınacağı, yemeklerde kaşığın hangi elde, çatal-bıçağın hangi elde olacağı vs... Beyoğlu’nda açılan bonmarşelerde sergilenen en lüks Avrupa mobilyalar yalıları dolduruyordu. Elbiseler en pahalı İngiliz kumaşıydı. Bu durum toplumun genel dengesini bozduğu gibi, bir de bu aileler arasında da ruhi çöküntü meydana getiriyordu. Bol harcamaya alışmış bu kesim, babalarının görevden alınması veya ölmesi neticesinde eski alışkanlıklarını devam ettiremedikleri için bunalıma girip intihar ediyorlardı. Bu ruhi çöküntü daha sonra romanlara bile konu oldu. “Pertev Beyin Üç Kızı” bunlardan biridir. Babalarının ölümünden sonra düştükleri zilletler sergilenmektedir bu romanda. O zaman ilmiyye sınıfı da zaafa uğradığından yanlışları düzeltecek, ikaz edecek kimse de pek kalmamıştı. Eskiden öyle miydi?.. Yanlışlık Padişahda da olsa hemen ikaz edilirdi. İşte ibretli bir örnek sizlere... Fetihten sonra, Fatih Sultan Mehmed, başta hocaları Molla Gürani ve Akşemseddin olmak üzere devlet ricaline bir ziyafet tertipler. Sofra, en süslü, en şatafatlı tabaklarla, kaşıklarla donatılmış... Yemekler gelir. Fakat Molla Gürani bir türlü başlamaz yemeğe. Gözleri şatafatlı sofrada... Sonunda söyleyeceğini söyler: “Yabancı elçiler, hükümdarlar için düşünmüş olabilirsin. Fakat şu anda biz bizeyiz... Senin milletin de böyle taslardan mı çorba içiyor? Bu ne israftır, bu ne debdebedir? Peygamberimiz hangi taslardan çorba içerdi? Sen kimi taklit etmeye çalışıyorsun?.. Peygamberimizi mi, yoksa Bizans imparatorlarını mı? Bizans’ı bu gösteriş merakının, bu israf hastalığının çürütüp yıktığını bilmiyor musun?” Fatih Sultan Mehmed Han, şatafatlı, tası, kaşığı derhal kaldırtır sofradan. Hocalarından özür diler. Yemek ondan sonra başlar.. Tarih tekerrürden ibarettir... İster devlet olsun, ister cemiyet... İster şirket olsun ister aile.. Olaylardan ders alınmalı... Tarih; ondan ders alınmadığı sürece tekerrür eder ve felâket kaçınılmaz olur!
Geçmişin aynası: Hatıralar 20 Şubat 1999 Sizi bilmiyorum ama, hatıralara karşı özel bir merakım var benim... Bir hatıra kitabını elime aldığımda bitirmeden bırakamam. Hatıra kitabı beni uykusuz bırakır çoğu zaman. İlk okuduğum hatıra kitabı; Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatıraları idi. Sabaha kadar okuyup, kahvaltımı yaptıktan sonra hiç uyumadan okula gitmiştim. İşaallah zaman zaman, okuduğum hatıralardan enteresan kesitler sunacağım sizlere... Devlet, siyaset, iş ve ilim adamlarının kendilerinden sonrakilere en faydalı mirasıdır hatıralar... Onlar hatıralarında bir çeşit müdafaa hissi içindedirler. Çünkü bir iktidar sahibinin herkes tarafından sevilmesi mümkün değildir. O, ardından söylenecek olanları duymasa bile, öncesinden hisseder ve hatıralarında bunlara cevap verir. Böylece, hatıralardan gizli kalmış, anlatılamamış olaylar birinci elden öğrenilmiş olur. Mesela, Sultan İkinci Abdülhamid’in hatıraları olmasaydı, otuz üç sene gibi, altı yüz küsur senelik Osmanlı saltanatında üçüncü uzun süreyi temsil eden hükümdarlık devri için olduğu gibi, şahsı için de ortaya atılan birçok yanlışlıklar sürüp gidecekti. İşin iç yüzü kapalı kalacaktı. Halbuki hatıralarından öğreniyoruz ki, Sultan Abdülhamid Han, arkasından kendisinden öncekilere ve sonrakilere göre daha düzgün bir hazine miras bırakmış; şahsı serveti de, iki orduyu tamamen donatacak kadar dolgunmuş. Otuz üç sene; 1877-1878 Osmanlı-Rus harbi gibi, O, tahta geçmeden hazırlanmış savaşın dışında toprak kaybı olmamış. İmparatorluğu, bağımsız bir devlet kimliğinden çıkartan iç-dış sebepler arasında hiç olmazsa statükoyu muhafaza edebilmiş, her şeyi ile hâlâ o üç kıt’aya dağınık imparatorluğu sürdürmüş; bir karış toprak vermemiş. Kendisinden sadece on yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden ayrılmış... Bunlara çıplak anlamı ile beki hatıra diyemeyiz, fakat dinlediklerimizin anlatılanlardan olan farkını yan yana koyarsak, eğer söylememiş ve yazdırmamış olsaydı, çoğu haksız nice nice hükümleri hafızamızda taşıyacağımız inancına varırız. Bu siyasi hatıraların bizlere asıl ibret dersi, yüksek makamlarda iken övgülerle, düşme zamanlarında yermelerin aynı kişilerce pervasızca yapıldığı noktasında toplanıyor. Hatıraların önemi işte burada önem kazanıyor. Eğer bu hatırat olmasaydı biz de bunları okumamış olsaydık nereden bilecektik bu tarihi gerçekleri... Bu ibretli tabloya şahid olunca, büyük İslam âlimi Hz. Sühreverdi’nin şu teşhisinin ne kadar isabetli olduğu görüyoruz. “İktidarda iken, sahip olmadığın meziyetlerle seni övenlerin, iktidardan uzaklaştıktan sonra, yine sende olmayan kusurlarla seni yere vuracaklarına emin ol... Unutma ki bu gibi kişilerin sana dostluğu senin makam mevki sahibi olduğun zaman başlamış, sen o makamdan düştükçe, o nispette bu dostluk azalmıştır. Bunu bilerek kendinden sonrakilere söyleyeceğin bir şeyler varsa, başkasına bırakma, kendin söyle!..” Öldürülmesinden çok kısa zaman önce, kısmen de olsa gerçekleri görmüş olan Talat Paşa hatıralarının önsözünde şu cümlelere yer verir: “Zamanımda gelişen olaylar, bana memleket yönetiminde bazı görevler ve sorumluluklar verdi. Şu dakikada bir hayat muhasebesi anında, bizden sonra memleketi idare edeceklere elbette söyleyeceklerimiz vardır: Bence başarı ve ağır sitemleri taşımayacak bir siyasi hayatın temeli, riyasız ve menfaatsiz, açık ve samimi konuşan mesai arkadaşlarına sahip olabilme saadetidir. Gerek parti, gerek devlet hayatında en kıymetli ve lüzumlu mevcudiyetin bu olduğunu idrak etmiş bulunuyorum. İnsan hizmet anında ve görevdeyken, bunu anlıyamıyor. Bunu ancak, her türlü hırs ve emelin elini çektiği zamanda anlıyabiliyor insan...” Hatta hatıralar yalnız meşhurlarla sınırlı kalmamalı... Herkes, soyunu, geçmişi tespit edip yaşadığı olayları da kısaca yazıp çocuklarına miras bırakmalı. Doğu’da ve Batı’da herkes 8-10 kuşak öncesini bilir. Bizde ise ancak 2-3 göbek sonrası bilinir. Bu büyük bir eksiklik milletimiz için... Geçmişini bilmeyenin geleceği de olmaz...
Geşof efendi 26 Şubat 1999
Her milletin bir geçmişi var. Geçmiş, yok farzedilmekle yok olmaz... Geçmişi öyle veya böyle, her millet mazisine sahip çıkar... Son zamanlarda bizde de bu konuda güzel gelişmeler yaşanmakta. Çeşitli düşüncedeki, inançtaki, dinli-dinsiz; Yahudi-Hırıstiyan, Osmanlı’ya sahip çıkmakta artık... Geçmişimize sahip çıkmak bizim için zül değil şereftir aslında... Geşof efendi bile bu şereften kendisine pay çıkartmakta! Kim bu Geşof efendi? Bulgaristan henüz Şarki Rumeli Prensliği iken, Bab-ı ali’de Sofya’nın Kapı kethüdası vardı. Osmanlı, haşmet devri tamamlanıp gerileme başlayınca, devletten kopmalar oldu. Bağımsızlığını alanlar İstanbul’a Kapı kethüdaları gönderdiler. Bulgar Geşof efendi de bunlardan biri... Sadrıazam Hüseyin Hilmi paşa, yabancı misyon şeflerine resmi bir ziyafet verir. Bulgaristan’ın Kapı Kethüdası Geşof efendi unutulur... Bulgaristan, bağımsızlığını ilân etmek için zaten bahane arıyor. Geşof efendi çağrılmamasını, Dış İşleri Bakanlığı nezdinde sitemli bir dille protesto eder ve Geşof efendiyi geri çağırır... Özür dilenmesine rağmen, Sofya’dan aldığı gizli talimat ile Geşof efendi, İstanbul’dan ayrılır. Üç gün sonra da, Bulgaristan bağımsızlığını ilan eder ve Geşof efendi yine İstanbul’a gelir. Fakat bu sefer Geşof Efendi değil de, Gospodin Geşof’tu ve Kapı Kethüdası da değil; Bulgaristan Sefiri... Geşof efendi, o zaman Balkanlar’da yeni kurulmuş devletlerin yetkili mevkilerini dolduran nice nice şahsiyetler gibi Osmanlı kültür müesseselerinde yetişmişti. Kendisi Hukuk mektebinin eski talebelerindendi; Osmanlı tebeası olarak yetişmişti. Aradan seneler geçer... Balkan Savaşı’nda Bulgarlar Çatalca önlerine kadar gelirler. General Savof’un harb kabinesinde Geşof efendi Dışişleri Bakanı; artık adı da Ekselans Gospodin Vlahof Geşof’tu. Bab-ı ali’deki barış konferasında, Dışişleri Bakanımız olan Halil Menteşe ile Geşof efendi yan yanalar... Bu beraberlik, taa Hukuk mektebinde başlamıştı: Aynı sırada, aynı devletin aynı müessesesinden ilim almışlardı. İkisi de birbirlerine karşı mahcup yüzlerine bakamıyorlar. Çok değil yirmi bir sene evvel, aynı irfan ocağının talebesi iken iki ayrı devletin bakanıydılar şimdi. Resmi müzakereler tamamlanır. O ana kadar ikisi de maziden tek kelime bahsetmezler. Ayrılacakları sıra bir an yalnız kalırlar. Halil Bey, bir şeyler söylemek için “Gospodin Geşof... Ekselansınıza” diye söze başlar. Geşof efendi etrafına bakınır. Kimsenin görmediğini anlayınca derin bir iç çekişle Halil Bey’in kolunu kuvvetlice sıkar ve yumuşak bir ses tonu ile: “Bırak bunları 177 Halil efendi... Eski arkadaşın 96 Geşof efendiye o günlerdeki gibi hitab et... Şartların bizi burada karşı karşıya getirdiğine bakma! İkimiz de Osmanlı tebeası olarak Padişaha sadakat yemini yapmamış mıydık? Osmanlı’dan elde ettiğim bunca nimetleri nasıl inkâr ederim, size nasıl düşman olurum?” der. Karşılıklı olarak gözyaşı döküp ağlaşırlar... Bu ibretli olayı anlattıktan sonra meşhur tarihçimiz Cemal Kutay sözlerine şöyle devam eder: Maziyi kötülemek ve toptan mahkum etmeye kalkışmak, dış düşmanların kullandığı metoddur. Patrikhanenin kapısına, boynunda ihanet ilamı asılan Patrik Grigoryos, Rus Çarı Aleksandr’a yazdığı gizli mektupda: “Osmanlıyı yıkacak en esaslı tahrib vasıtası, onları mazilerinden ve an’anelerinden uzaklaştırmaktır. Asıllarından uzaklaştırıldıkları zaman, yeni bir dayanak bulamayacaklar ve kendi derin mazileriyle irtibatları koptuğu zaman bocalayacaklar ve yıkılmaları çok kolay olacaktır.” diyordu. Siyasi, sosyal, ekonomik ve idari çöküntülerimiz, bu yola sinsice itilmemizden sonra olmuştur. Bugün bizi tehdid eden tehlike, geçmişle irtibatımızı sağlayan bağın zedelenmesi ve milli kültürümüzün, kültür emperyalizmine maruz kalarak, kıyasıya tahrip edilmesidir Bundan dolayı bazıları, İmparatorluğumuz, devletimiz, o günlerimiz... diyemiyorlar. Daha açık söyleyişle Geşof efendi kadar Osmanlı olamıyorlar... Osmanlılar iktidarı Anadolu Selçuklularından, onlar Büyük Selçuklulardan, onlar Gaznelilerden, onlar Samanoğullarından aldılar... Ta ilk Müslüman Türk Hakanlığı olan Karahanlılara kadar.. Devlet ve millet olarak varlığımızı devam ettirebilmemiz için geçmişimize, milli kültürümüze sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. Çünkü, geçmişine, milli kültürlerine sahip çıkmayan milletler yok olmaya mahkumdurlar.
.Yönetici ve değişim 27 Şubat 1999 Profesyonel yönetici kolay yetişmiyor... İyi bir yönetici olmak için birkaç yabancı üniversite bitirmek kafi gelmiyor; bunlara ilaveten “hayat üniversitesi”nden de mezun olmak gerekiyor.. Bunun bir okulu da yok ki, okul açıp yönetici sayısı artırılsın! Profesyonel yönetici olmanın kendine has birçok kuralları var. Bu kurallara sahip olmayan ayakta kalamıyor. İyi bir yönetici; her şeyden önce, şirketinin önüne bir hedef koyan, yönlendirme yapan ve motivasyonu sağlayan kimsedir... Yönetici, elemanlarına güven duyar, onların kişiliklerine, vakar ve haysiyetlerine saygılı olur.. Onlara yetki verir ve bu yetkiyle orantılı olarak sorumluluklar yükler. Bütün yetkileri kendinde toplayan iyi bir yönetici olamaz. Kritik durumlar için bazı riskleri peşin olarak kabullenmek suretiyle onlara inisiyatif tanır. İnsan hata yapa yapa doğruyu bulur. İşlenen hatadan dolayı cezalandırmak bir yana, her yanlıştan, her problemden kendine ders çıkarır iyi bir yönetici. Uzun talimat ve emirler yerine, açık, ara hedefleri gösteren emirler verir; sadece ne yapılacağını söyler; işin nasıl yapılacağının detayını astlara bırakır. Her türlü faaliyette, inisiyatifi, çevikliği ve duyarlılığı esas alır. Kesin sonuç için, mevcut gücü yoğunlaştırarak, dinamizmi zaman, yer, gaye faktörleriyle uyumlu bir tarzda kullandırır. Başarı için; hızlı hareketi, kesintisiz icraatı ve süratle sonuçlandırmayı esas alır. Profesyonel bir yönetici, yer ve zamanında, elemanlarının kişiliklerini kullanarak, onların güç ve tahammül sınırlarını zorlamasını bilir. Reksford B. Hersek, iyi bir yöneticinin niteliklerini şu şekilde belirtir: 1- Öncelikle, yönetici neşeli, espriden hoşlanır ruhlu ve iyi niyet sahibi olmalıdır. 2- Gerçekleri anında teşhis edecek bir zekaya ve bunlarla karşı karşıya gelebilecek bir cesarete malik olmalıdır. 3- Duygusuyla değil, düşüncesiyle hareket etmek kabiliyetine sahip olmalıdır. 4- Her halükârda adil davranmalıdır; hissi, peşin hükümlü olmamalıdır. 5- Herhangi bir elemanın kendisini ikna konusunda yapmış olduğu görüşme talebini kabul etme cesaretini göstermeli, elemanlarının fikirleri, teklifleri kendi fikrine uymasa da, fikirlerine hürmet etmelidir. Onların, fikir üretme şevkini kırmamalıdır. 6- Elemanının her anının bir olmadığını kabul edip, fevri hareketlerin dikkate alınmaması gerektiğini bilmelidir. 7- Değişen şartlara uyabilme kabiliyetine sahip olmalıdır. Değişen şartlara, uyum sağlayabilmek bir eğitim işidir. O da zaman ister. Sabır ister... Bu kolay bir iş değildir. Çünkü, insanın tabiatında değişime, yeniliklere karşı gelme özelliği vardır. Değişime ayak uydurabilme konusunda bilim adamları ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Meselâ, yönetim otoritesi Claus Moller’e göre insanlar genelde değişimi fark edemiyor. Değişimi fark edemeyen, kaybediyor. Değişimi zamanında fark edip sıçrama yapan başarıyı yakalıyor. Claus Moller şunları anlatıyor: Bir kurbağayı çok sıcak su ile dolu bir kaba koyarsanız, kurbağa hemen dışarı atlar. Kurbağanın yaşama içgüdüsü, bariz tehlike sinyalleri karşısında hızlı ve güçlü bir şekilde tepki göstermesine neden olmaktadır. Halbuki, kurbağa ılık su ile dolu bir akvaryuma atılırsa ve çevresinde de alışık olduğu ortamlardakine benzer bitkiler, yosunlar ve diğer kurbağanın yabancısı olmadığı şeyler bulunursa, dışarı atlamayacak, kısa sürede akvaryuma uyum sağlayacaktır. Su ısındıkça kurbağa daha da rahatlayacak ve kendini iyice bırakacaktır. Akvaryumdaki su yavaş yavaş ısınarak çok yüksek bir sıcaklığa ulaşsa da kurbağa akvaryumun içinde kalacaktır. Haşlanıncaya kadar akvaryumdan çıkmayacaktır! Kurbağa, çevresinde ortaya çıkan küçük değişikliklerin aslında tehlike sinyalleri olduğunu anlayamamıştır. İçinde bulunduğu ortam değişmiş fakat kurbağa davranışını değiştirmemiştir. Claus Moller bu hikayeyi anlattıktan sonra başarı için şartları sıralıyor: Değişim göstergelerinizi iyi izleyin. Değişimi fark etmezseniz haşlanırsınız. Yok olursunuz. Değişimi zamanında fark edip tedbirinizi zamanında alın. Değişime engel olan duvarları yıkın; sınırları kaldırın. Başarıyı garantilemek için tüm çalışanların enerjisini harekete geçirin. İmkanları sonuna kadar değerlendirin. Kurumlaşmayı sağlayın. Sistemi kurun. İşletin
Fransızların Osmanlı sevgisi 19 Mart 1999 Osmanlı İmparatorluğu’nun 700’üncü kuruluş yıldönümünün kutlanması yurt dışına taştı. Paris’te 1999 yılı “Osmanlı Yılı”ilan edildi. Osmanlı Yılı etkinlikleri çerçevesinde, Mayıs ayında Topkapı Sarayı’nın en paha biçilmez parçaları Versay Sarayı’na taşınacak. Tarihinde ilk kez kapılarını böyle bir etkinliğe açıyor Fransızlar. Bu etkinliklerin çerçevesi Sn. Süleyman Demirel’in kısa bir süre önceki resmi Paris ziyaretinin hemen ardından belirlenmişti. Fransızların bu Osmanlı sevgisi, Osmanlı hayranlığı nereden geliyor hiç merak ettiniz mi? Merak ettiyseniz, şu tarihe mal olmuş ibretli olayı nakledersem merakınız fazlasıyla zail olur herhalde... Sultan Abdülaziz Han’ın torunu Mahmud Şevket Efendi, sınırdışı edilince, Mısır’a halası Nermin Sultan’ın yanına yerleşir. Bir müddet sonra, kızının hastalanıp İsviçre’de tedavi gördüğü haberini alır. Kızının yanına gitmek ister. Fakat, haymatlos yani vatansız olduğu için Mısır yetkililerinden pasaport almak ister; fakat alamaz. Bunun üzerine, Türk Sefaretine giderek durumunu anlatır, yardımcı olunmasını ister. Kahire Sefîri Ragıp Bey, Ankara’ya sormaya bile lüzum görmeden, şahsi kininden dolayı, - Sen buraya ne hakla gelirsin, seni gidi vatan haini! Bir daha seni karşımda görmeyeyim... diyerek elçilikten kovar. Mahmud Şevket Efendi, gözyaşları içinde ayrılır elçilikten.Aradan zaman geçer. Mısır diktatörü Nasır, bu şehzadenin varlığından tedirgin olmaya başlar. Sınır dışı etmek için bahane arar. Bunun için halası Nermin Sultan’ın Yunanistan’da bulunan mallarının takibi için vekaletname verilmesini ister. Esas maksadı bu mallara el koymaktır... Bu isteğinde bir art niyet olduğunu anlayan Şehzade kendisine vekaletname vermez. Mahmud Şevket Efendi, bu vekâletnâmeyi vermeyince Nasır, yirmi dört saat zarfında Mısır’ı terketmelerini kesin olarak emreder. Bu şartlar altında ne yapacak, nereye gidecek? Çaresizlik içinde kıvranmaya başlar. İşte böyle sıkıntılı bir haldeyken Fransız Sefiri kendisine haber göndererek O’nu sefârethaneye çağırır. - Lütfen kabul buyurunuz!... diyerek eline iki pasaport tutuşturur. Bunlardan birisi Mahmud Şevket Efendi’ye diğeri de Nermin Sultan’a aittir. Şehzâde, şaşırır. Sözde müslüman bir devlet başkanı olan Nasır, kendisini sebepsiz olarak yirmidört saat zarfında sınır dışı ederken, kendisiyle hiçbir ırki ve dini bağı bulunmayan Fransa, O’nu “şeref misâfiri” olarak barındırmayı “lütfen kabul etmesi ricasıyla” teklif ediyor... Fransız sefiri kendisine iltifat edip oturtur. Sonra da der ki: - Durumunuzu öğrenince hariciye vekâletimize telsizle müracaat edip, sizler için Fransa’da ikamet müsaadesi aldım ve isminize bu pasaportları re’sen tanzim ettim. Bunlarla dünyanın hangi memleketine isterseniz gidebilirsiniz. Ancak ikâmet için Fransa’yı seçerseniz, bize büyük bir şeref bahşetmiş olursunuz. Umarım ki, bu ricamı kabul edersiniz. Zira biz Fransa’daki geçiminizi de düşünerek Prenses Hazretleri’ne de yapabileceği uygun bir iş temin etmiş bulunmaktayız. Karar sizindir. O anda, sözde müslüman Nasır’ın yaptıkları hatırına gelir ve gözlerinin önünde; şahsi düşmanlığından dolayı kendisini Türk Sefârethânesi’nden “Vatan haini” diye kovan Râgıp Bey’in kızgın hali canlanır... Sıcak gözyaşlarını boşaltırken titreyen ellerine aldığı pasaportların milliyet hânesine “Osmanlı” yazılı olduğunu görür. Heyecanla çarpan kalbi bir kat daha rikkate gelerek: - Sefir cenabları!.. Bunu bize niçin yapıyorsunuz? Biz size bir iyilik yapmadık ki... diye sorar. Sefirin cevabı şöyle olur: - Siz bize daha ne iyilik yapacaksınız? Büyük ceddiniz Kanûnî olmasaydı bugün bir Fransa mevcud olmayacaktı!... Sefirin bu cevabı karşısında ister istemez insanın aklına geliyor. Bu şehzadenin dedeleri olmasaydı, Fransa olmayacaktı; peki, acaba Ragıp Bey olacak mıydı? Dahası var: Üzerinde yaşadığımız Cennet misali vatanımız Anadolu bizim olacak mıydı? Sn. Yılmaz Öztuna’nın da gazetemizdeki bir yazısında ifade ettiği gibi, hiçbir yeni rejim, eskisine rahmet okumaz. Yeni rejimi kuranlar eski rejim ne güzeldi, ne iyiydi, derlerse; o halde sizin iktidarda ne işiniz var? Niçin eskiyi yıkıp yerine geçtiniz? sorusuna muhatap olabilirler. Ama, tarihimiz bir bütündür. Uzun bir geçmişimiz vardır. Önem bakımından Osmanlı, bütün Türk tarihinin yüzde ellisinden fazla ağırlıklıdır. Bunun için geçmişte olanları bir tarafa bırakıp artık Osmanlı ile barışmak şarttır. Not: Bu vesile ile; daha önceki, 700. yıl kutlamaları ile ilgili bir yazımdan dolayı, telefonla arayıp teşekkür etme nezaketini gösteren, Bilecik Valisi Sn. Refik Öztürk ‘e -biraz gecikmeli de olsa- bilmukabele teşekkürlerimi bildirir; 700. yıl etkinliklerine gösterdikleri takdire şayan gayretlerinden dolayı zatıâlilerini tebrik ederim
.Yağcılık bağımlılığı! 3 Nisan 1999 Bugün idarecilerimiz için en büyük tehlike dalkavuklar çemberi içinde kalmak... Bu çemberi kıramayanın önemli işler başarması mümkün değil... Çünkü, işler iyi gitmiş, kötü gitmiş; sözleri yanlış olmuş, olmamış bunlar dalkavuğu ilgilendirmez. Onun tek hedefi var; o da başındakini memnun etmek... Eskiden hükümdarın biri, kendisine danışman adı altında bir dalkavuk tutmuş. Yanlış bir iş yaptığında kendisini ikaz etmesi için... Sıradan birisi bile yanlış bir iş yaptığı zaman, ikaz etmek kolay bir iş değil. Hele bunu yapan hükümdarsa doğruyu söylemek daha da zor. Çünkü işin sonunda kellenin gitmesi var. Kelle gitmese de en azından makamın, nimetlerin gitmesi var işin sonunda... Bir gün sofraya patlıcan yemeği gelir. Hükümdar kükrer: - Başka yemek mi kalmadı? Yemek diye patlıcanı önüme koyuyorsunuz. Danışman hemen söze başlar: - Çok doğru söylediniz hükümdarım. Gerçekten de yenecek yemek değil. İnsanın midesini bozar, sindirim sistemi için çok zararlıdır... Aradan uzun zaman geçer... Hükümdar bir gün yine yemekte kükrer: - Nice zamandır, patlıcan yemeği pişirilmiyor. Sayısız faydaları olan patlıcandan beni niçin mahrum bırakıyorsunuz. Yoksa bana bir kastınız mı var? Dalkavuk hemen devreye girer: - Çok doğru söylediniz hükümdarım. Patlıcanın sayılamıyacak kadar faydası vardır. Şifa kaynağıdır. Aynı zamanda sindirim sistemini düzene koymada birebirdir. Hükümdar, dalkavuğa döner: - Sen daha önce patlıcanın zararlı olduğunu söylememiş miydin? Bu nasıl iştir. Bir öyle söylüyorsun, bir böyle? Dalkavuk pişkin pişkin cevap verir: - Efendim, ben sizin dalkavuğunuzum, patlıcanın değil!.. Bugün de öyle... Bunun için idareci çevresindeki insanları seçerken çok dikkatli olmak zorundadır. Bir idareci için çok önemlidir bu dalkavukluk, bugünkü ifadesiyle yağcılık... Başarıya ulaşmakta olan veya ulaşan insanların çevresinde hemen yağcılar belirir. Çembere alırlar. Bu ilk çemberi kırmada başarılı olamayanın etrafını ikinci, üçüncü... yağcılar çemberi çevirir. Yağcılık, aynen uyuşturucu bağımlılığı gibidir. Herkes bunun ne kadar kötü ve zararlı olduğunu bilir. Fakat bir defa alışan, bağımlılık kazanır. Bağımlılık giderek artar. Kurtuluş ümidi neredeyse ortadan kalkar. Etrafı yağcılarla çevrilenler, gerçeklerden uzaklaşır. Kendi hayal dünyalarında yaşamaya başlar. Başarı şanslarını yitirir. Çünkü, yağcılar insana gerçeği değil, istediğini, beklediğini söyler. İşin daha kötüsü, yağcılık bağımlılığına tutulan idareciler gerçekleri anlatanları düşman gibi görmeye başlar. Değer yargıları yok olur. Yağcılık bağımlısı olmak istemeyenin daha başlangıçta yağcıların yanına yaklaşmasına izin vermemesi gerekir. Başarıyı yakalamak, başarıyı sürdürmek, başarıyı ileri götürmek isteyenler dalkavukların, yağcıların sözlerine uyup, hayal âlemine dalmamaya, ayaklarını yerden kesmemeye, uçmamaya özen göstermelidirler. Çünkü, başarıyı yakalayanların çevresinde oluşan yağcılar olanları uçuracak şartlar oluşturur. Gerçeği fark etmeyip, şartların rüzgarına kapılıp uçtuklarını sananlar, bir süre sonra fena halde yere çakılır. Meşhur hikâyedir... Talebeleri şeyhlerine gitmişler: - Efendim, siz akşamları uçuyormuşsunuz... Sizi uçarken görenler olmuş. Allahın en şanslı kulusunuz. Allah mübarek etsin... gibi şeyler söylemişler. Dolduruşa gelmeyen şeyh gülümsemiş: - Evladlarım, ben uçmuyorum. Uçmak marifet değil... Ama, şeyhleri müridleri uçurur. Şeyhlerin bazıları uçmadığını bile bile müridlerinin sözlerinden giderek hoşlanır. Zamanla o da uçtuğunu iddia etmeye başlar. En kötüsü, sonunda uçtuğunu sanır... Bu hikayeden herkes kendine ders çıkarmalı. Şunun bunun sözüne kanıp uçmaya kalkmamalı. Uçtuğunu zannedenlere de acıyarak onları kurtarmaya çalışmalı. Çünkü belli ki, uçtuğunu sanan, mutlaka bir süre sonra yere çakılacaktır. Çünkü uçan hiçbir şey havada kalmaz. Uçmak, hayalî de olsa yere çakılmak gerçektir!..
.Osmanlı’nın başarısı 21.5. Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıl dönümü kutlamaları bütün hızıyla devam ediyor... Çeşitli devlet kuruluşları ve özel kuruluşlar, üzerlerine düşeni yapmaya çalışıyorlar. Her toplantıda Osmanlı’nın ayrı bir yönü tanıtılmakta... Köşe yazarları, Osmanlıyı konu etmekte; artıları ile eksileri ile ortaya koymakta. İşin sevindirici tarafı, eski o katı Osmanlı düşmanlığı - bazı istisnalar hariç- kalmadı sayılır. Milletimiz ecdadına sahip çıkmakta artık... Ben de bugün; Osmanlılardaki, türlü türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka adet ve ananelere bağlı milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurabilmelerini sağlayan güç neydi? Bu askeri bir güç müydü? Bunun üzerinde durmak istiyorum: Tabii ki bu muazzam birlikte, disiplinli, güçlü ordunun da önemi büyüktür. Fakat, Osmanlıların bu başarısı yanlızca askeri değildi. Yani kaba kuvvete dayanmıyordu. Askeri yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çare idi. Öyleyse, onları ideallerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas amiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl bir yol islemişlerdi? Başarılı olmalarını sağalayan birçok özellikleri vardı. Bunlardan biri, belki de en önemlisi “örnek bir hayat” sunmalarıdır. Anadolu'da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamış Osmanlı... Ortaçağ Avrupasında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslam aleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da görülmemiştir. Aksine tam bir inanç hürriyeti hakimdi. Çünkü, İslamiyetin, "Dinde zorlama yoktur" prensibine Osmanlılar sadıktı. Kimse zorla Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gaye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul'u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul'un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslam ahlâkını yerli halka tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propoganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifadesi değildir; az çok abartma vardır. Bu örnek yaşayış ise gerçeğin ta kendisidir. Osmanlıların ilk dönemlerindeki kültürel tanıtım faaliyetlerinde ve bilhassa iskan edilen nüfus içerisinde gönüllü olarak yer alan, yahut da başka uç bölgelerine kendiliklerinden giderek yerleşen, tasavvuf mensuplarının da önemli payları olmuştur. Sadece Anadolu'nun değil, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlakı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resulullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabul etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Mesela eskiden Alperen denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlakı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshab-ı kiram gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Osmanlı yeni bir ülke fethettiğinde, oraya Anadolu’dan gönderilen Müslüman halk yerleştirilirdi. Bugün Balkanlardaki Müslümanların çoğu, Konya’dan, Tokat’tan, Amasya’dan giden Müslüman halktır. Yerli halkın; Boşnakların, Arnavutların Müslüman olmalarında bunların büyük emekleri vardır. Osmanlı’nın gelişip, güçlenmesinin gerçek sebebi budur... Zorlamadan “örnek hayat” sunmak..
.Muhteşem bir anma günü 22.5. Yarın, XII. Akşemseddin Hazretlerini Anma Günü... Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yıl dönümü sebebiyle bu sene özel bir program dahilinde anılacak. Bu anma gününden, dolayısıyla Akşemseddin hazretlerinden bahsetmek istiyorum sizlere... Bu arada Ahmet Bey’den de bahsetmeden geçemiyeceğim. Siz sormadan Ahmet Beyin kim olduğunu ben söyleyeyim: Sn. Ahmed Çankaya üç dönemdir Göynük Belediye başkanı... Fakat çok farklı bir belediye başkanı. Tam bir halk adamı. Protokol kaidelerini atmış bir tarafa; çocukla çocuk, ihtiyarla ihtiyar, köylü ile köylü... Daha önemlisi de işinin delisi. Nasıl mı, anlatayım: Bu tür anma günlerinde genelde yapılan, yazarlara veya tanıtımı yapacak Gazete ve TV’lere sekreter vasıtasıyla birer faks geçmekten ibarettir. Fakat Ahmet Bey böyle yapmaz. Nasıl yapar? Telefon mu eder? Hayır. Bizzat kalkar medyanın merkezi olan İstanbul’a gelir; tek tek dolaşır. Ben, bizim ile ilgili şahid olduğum kadarını anlatayım: Her sene 4-5 saatlik yolu teperek gelir, Gazetemizin yetkilileri ile görüşür; davetiyelerini bizzat takdim eder. Aynı şekilde arkasından, TGRT’ye sonra da İHA’ya gider...İlgi ister, destek ister... Böyle olunca da, işine bu kadar sahip çıkan Başkana basın da sahip çıkıyor. Bunun için anma günleri muhteşem oluyor. Binlerce kimse toplanıyor. Üç beş sene öncesine kadar, Göynük’ü ve Akşemseddin hazretlerini çok az kimse tanırken bugün tanımayan kalmadı desem yalan olmaz. Değerli Başkanı bu gayretlerinden dolayı tebrik ederim... Bu arada, Bolu Valisi Sn. Nusret Miroğlu’nun, Göynük Kaymakamı Sn. Selim Çapar’ın ve Vakıf yetkililerinin hakkını yemeyeyim. Bu hizmette onların da büyük katkıları var. Her birine ayrı ayrı teşekkürler... Şimdi gelelim anma gününün sebebi Akşemseddin hazretlerine... Kimdir bu mübarek zat? Bu vatana millete ne gibi hizmetleri olmuştur? Akşemseddin hazretleri, İstanbul’un manevî fatihi...Büyük alim, üstad, hekim ve velî ... Soyu, Hz. Ebu Bekr’e ulaşır. Hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleridir. Aslen Şamlı olan, hz. Akşemseddin’in İstanbul’un alınmasında büyük emeği geçti. Fethin saatini bile bildirdi. Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazının hutbesini de kendisi okudu. Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini ortaya çıkardı. Zaferden sonra Okmeydanı’nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada gazilere bir konuşma yaparak, zafer sarhoşluğuna kapılmamalarını, yerli halka sıkıntı vermemelerini istedi: “Ey gazîler, bilin, agah olun ki; cümleniz hakkında, ahır zaman Peygamberi ol Server-i kainat; “Onlar ne güzel askerdir” buyurmuştur. İnşaallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gaza malını israf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenata sarf ve padişahımıza itaat ve muhabbet ediniz! Herkese iyilik edin!” İstanbul’un alınmasından bir müddet sonra Akşemseddin üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında virane bir yerde ibadetle meşgul olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izafeten “Akşemseddin” mahallesi denildi. Akşemseddin devlete önem veren, devlete sahip çıkan bir zattı. İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmed Han, hocasını ziyarete gitmişti. Sohbet esnasında bir arzusunu dile getirdi: - Muhterem hocam! Elhamdülillah büyük yardımlarınızla İstanbul’u fethettik. Artık beni talebeliğe, dervişliğe kabul buyurmanızı istirham ediyorum. Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi: - Sultanım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan, saltanatı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Dîn-i İslamı yayma işi yarım kalır. Müslümanların rahat ve huzur içinde yaşıyabilmeleri için, devletin ayakta kalması şarttır. Talebelikle padişahlığın bir arada yürütülmesi çok güçtür. Seni talebeliğe kabul edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişan olabilir. Bunun vebali büyüktür. Allahü tealanın gazabına maruz kalabiliriz. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed Han, hocasına ikibin altın hediye etmek istemişse de, bunu da kabul etmedi. Gözden ırak bir yer olan Göynük’e yerleşti. 1459 yılında, aile efradını topladı. Vasiyetnamesini yazdı. Helallaşıp veda etti. Tarihi Süleyman Paşa Camiine gitti. Namaz kılıp, Yasîn suresi okunurken ruhunu teslim eyledi. Aynı caminin bahçesine defnedildi. “İstanbul’u al gülzar et!.” 28.5. Yarın, İstanbul’un fethinin 546. yıl dönümü... Türk-İslam mefkuresinde çok önemli bir yer işgal eder İstanbul’un fethi... İslamiyetle birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideal, yüce bir gayedir bu fetih... Önce Araplar, sonra da Türkler, İstanbul surları önünde seve seve can verdiler ve şehadet mertebesine kavuştular bu ulvi gaye uğruna... Bütün bu gayretlerin, sehadetlerin sebebi neydi? Peygamber efendimizin, şu müjdesiydi: “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.” İşte bu hadis-i şerif, bütün İslam hükümdar ve kumandanlarını, erlerini harekete geçiriyordu. Hepsi bu müjdeye kavuşma arzusu ile kavruluyorlardı. Bunun için defalarca teşebbüse geçildi. Önce bu fetih teşebbüslerin tarihi seyrine bir bakalım: İstanbul’un fethine ilk teşebbüs; hz.Osman devrinde 655 tarihinde yapıldı. O zaman Müslümanlar kuvvetli bir donanmaya sahiptiler. Suriye valisi hz. Muaviye 654 Kıbrıs Seferini müteakip, Bizans’a bir donanma gönderdi. Bundan istenilen netice alınamayınca hz. Muaviye, oğlu Yezid kumandasında bir ordu gönderdi. Bu ordu, İstanbul surları önüne gelerek şehri kuşattı. Bu kuşatmada büyük sahabelerden hazret-i Ebu Eyyub-i Ensari de bulunuyordu. İstanbul 669 baharında iyice kuşatılmasına rağmen fethedilemedi. Hazret-i Ebu Eyyub-i Ensari bu kuşatmada dizanteriden vefat edip, İstanbul surları yakınına defnedildi. 673’te hz. Muaviye devrinde yedi yıl süren bir deniz seferi daha tertip edildi. Yaz mevsiminde mütemadiyen İstanbul’a taarruz eden Emevi donanması, muvaffak oluamadı 714’te büyük bir ordu ile İstanbul üzerine yürüyen Abdülmelikoğlu Mesleme ve Mervan oğlu Ömer bin Abdülaziz, 716’da şehri karadan ve denizden kuşattılar. İslam donanması, Haliç’in ağzında bağlı zincire kadar yaklaştı. Kara kuvvetleri de, İstanbul surlarına dayandı ve kuşatma başlamış oldu. Ancak, yeterli ikmalin yapılamaması, kötü hava şartları ve Bizans entrikaları neticesinde fetih yine gerçekleşemedi. Bu kuşatma esnasında Bizans, İstanbul’da Darül’l-Balat adı ile içinde cami de bulunan muhtemelen Sultanahmed Meydanında bir konak yaptırmayı kabul etti. 781’de Abbasi halifelerinden El-Mehdi oğlu Harun Reşid kumandasındaki İslam ordusu, Bizans İmparatorluk ordusunu İzmit yakınlarında yenerek Boğaziçi sahillerine kadar geldi. Bizanslılar haraca bağlanıp, geri dönüldü. Daha sonra, İstanbul’u fethetme görevini Osman Gazi üzerine aldı. Hadis-i şeriflerle müjdelenen ulvi gayeyi gerçekleştirmek şerefine mazhar olmak arzusuyla faaliyetlerde bulundu. Osman Gazi’nin ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gaziye; “İstanbul’u al gülzar et.” diyerek vasiyette bulunması, İstanbul’un gönlünde nasıl yer ettiğini göstermesi bakımından pek manidardır. İstanbul fethinin “ilahi bir vaad” olduğu inancını taşıyan Osmanlılar, ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391’de Sultan Yıldırım Bayezid Han şehri kuşattı. Abluka şeklinde devam eden bu kuşatma, İstanbul’da bir Türk garnizonu, mahallesi, cami, mahkeme kurulması ve kadı (hakim) bulundurulması ile her sene on bin altın haraç verilmesi şartıyla kaldırıldı. Yıldırım Bayezid Han, 1396 Niğbolu Zaferi sonunda Bizanslıların Haçlılardan yardım almasını önlemek için Karadeniz sahilindeki Şile’yi zaptedip, Boğaziçi’nde Anadolu (Güzelce) Hisarını yaptırdı. Şehrin teslimini isteyen Bayezid Han, isteği kabul edilmeyince, kuşatmayı tekrar şiddetlendirdi. 1397’de başlayan bu kuşatma neticesinde Bizanslılar, eski antlaşma şartlarını yerine getirmeyi kabul ettiler. Yıldırım Bayezid Hanın son kuşatması 1400’de başlayıp, Timur Hanın Osmanlı hududuna girmesiyle son buldu. 1422 yılında Osmanlı Sultanı İkinci Murad Han tarafından dört ay kadar süren çok şiddetli taarruzların yapıldığı kuşatmada, her türlü savaş taktiği ve zamanın teknik imkanları kullanıldı. Bizanslılar kadını erkeği dahil bütün ahali ile şehri savundular. Meşhur Bizans entrikası tatbik edilerek, Anadolu’da Osmanlı’ya karşı ittifak tesis edilince, iki düşmanla uğraşmanın güçlüğünden kuşatma kaldırıldı. İstanbul’un son kuşatması Fatih Sultan Mehmed Han tarafından 1453’te yapıldı. Ve hadis-i şerifte bildirilen müjdeye böylece kavuşuldu. Peygamber efendimizin bir mucizesi daha gerçekleşmiş oldu... Zulüm ve işkence sona erdi 29.5. Bugün 29 Mayıs... Fatih Sultan Mehmed Han’ın kır atının üstünde, yanında hocaları ve ordu kumandanları olduğu halde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a girdiği gün... Fatih adıyla anılmaya hak kazanan 21 yaşındaki Sultan Mehmed Han, Bizanslıların alkış ve tezahüratı, Türk askerlerinin dört bir taraftan göklere yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında Ayasofya önüne geldiği gün... Ayasofya, ağzına kadar kadın-erkek Rumlarla dolu... Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’da şükür namazı kıldı ve yerlere kapanan ahaliye, rahip ve eski Ortodoks patriğine şöyle seslendi: “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed, sana ve bütün ahaliye söylüyorum ki, bugünden itibaren ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız!..” Fatih, Ayasofya’nın içini gezerek bu mabedin Cuma gününe kadar cami haline getirilmesini emretti. Çünkü Osmanlılar, hükümranlık alâmeti olarak fethettikleri yerdeki en büyük mabedi camiye çevirir, diğer mabetlere, kiliselere dokunmazdı. Daha sonra, hazret-i Ebu Eyyub-i Ensari’nin kabri, Fatih’in hocalarından Akşemseddin tarafından keşfedilip, daha sonra buraya türbe ve cami yapıldı. Bu fetih, sıradan bir fetih değildi...Bunun için yankıları büyük oldu. Bir çağın kapayıp, yeni bir çağın açılmasına sebep oldu... İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcudiyeti ve siyaseti ile daima bir tehlike teşkil eden 1123 yılı İstanbul’da geçen, 1480 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devletinde yükselme devri başlayıp, Cihanşümul hakimiyet fikri gelişti. İnsanlığı iman birliği içinde bir tek devlet ve hükümdar hakimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi. Fatih Sultan Mehmed Han, yüzyıllardır Hıristiyan aleminin doğudaki en kuvvetli dayanağını yıkarak, Türk-İslam gücünü bütün dünyaya göstermiştir. Avrupalılar da, bu yeni gelen topluluğun, sıradan bir topluluk olmadığını anlamış oldu. Fatih Sultan Mehmed Hanın Rumları, onların Ortodoks kilisesini ve patriğini kendi himayesi altına alması, onlara esaslı haklar vererek, vicdan serbestliği tanıması, dış aleme de Türklere karşı olan akımları ve Bizans’ı düzeltmeye kalkışma niyetlerini önlemiş oldu. Kilise üzerindeki bu otorite, Osmanlı hudutlarını da taşarak Ortodoks olan bütün kavimlerin Osmanlı İmparatorluğuna dolaylı da olsa bağlanmasına vesile oldu. Fetihle beraber, zulüm, işkence son buldu. İstanbul, dünyanın ilim ve kültür merkezi haline getirildi. Derhal devrin ilk, orta ve yüksek dereceli öğretim müesseseleri olan medreseler kurulmuş, bunlarda ilahiyat, hukuk, tarih, coğrafya, edebiyat, tıp, güzel sanatlar, matematik, geometri, astronomi, fizik dallarında değerli pekçok kimse yetişmiştir. Osmanlılar her gittiği yerde olduğu gibi, İstanbul’da da kütüphaneler kurdular. En mühimi bu fetihle doğudan batıya ve batıdan doğuya yapılabilecek her türlü askeri harekata doğrudan müessir bir toprak parçası Türklerin eline geçti. İnsanların en büyük ihtiyacı olan hak şuuruyla adalet nizamı, Avrupa’da Hıristiyan alemine Türk idaresi sayesinde girdi. İslam dininin hak, hukuk ve adalet esasları, güzel ahlak sahibi Müslümanların, İstanbul’da tesis ettiği idare sayesinde sağlam temellere dayandı. Bunu da Avrupa, İstanbul’un fethi sayesinde öğrendi. Hıristiyanlar, kadı(hakim) karşısında hükümdarla gayri müslüm bir vatandaşın bile muhakeme edildiğini, İstanbul’un fethinden sonra İslam ve Türk adaletinin sarsılmaz kaidelerine şahid oldular. Fatih Sultan Mehmed Hanın genç yaşında, balistik hesaplarını bizzat yapıp, döktürdüğü toplar, zamanın en büyük ve tesirli silahıydı. Topçuluk tekniğinin, dünya tarihini değiştirecek ilk büyük zaferi İstanbul’un fethidir. Avrupa kralları top sayesinde, otoritelerini hiçe sayan ahaliye esir muameleleri yapan derebeylik (feodalite) usulünü kaldırdılar. Merkezi otorite kuvvetlenip, milli birlik esasına göre kurulan devletler, Avrupa haritasında kalıcı sınırlar meydana getirdiler. Hıristiyan Avrupa’da kültür ve medeniyet gelişti. Doğu ticaret yollarının bütünüyle Türk ve İslam ülkelerinin eline geçmesi Avrupalıları ihtiyaçlarını temin için yeni yollar aramaya sevketti. Ticari yollar aramak için keşiflere çıktılar. Yeni ülkeler keşfettiler. Gemicilik gelişip, denizaşırı ülkelere açıldılar. Keşif ve buluşlar da bulunup, teknik, kültür ve medeniyette büyük gelişmeler oldu. Böylece, İstanbul’un fethi ile karanlık ortaçağ tarihe karıştı.
.Kabahat kimde? 5.6. Bugün, “Dünya Çevre Günü”... Çevre denilince genel olarak iki şey akla gelir: Çevrenin temiz tutulması ve çevrenin yani tabiatın korunması... Bugün, her ne kadar bu konuda Müslüman alemi sınıfta kalmış ise de, geçmişte bunun en güzel örneklerini Müslümanlar verdi. Çünkü, mensubu oldukları İslamiyet böyle emrediyor... Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde çeşitli yerlerde meâlen, “Temiz olanları severim!” buyuruyor. Peygamberimiz de, “ Temizlik imandandır” buyuruyor. Müslümanlar asırlardır dinin bu düsturunu titizlikle yerine getirmişler. Hem de çevre günü gibi günler tertiplemeden, zorlamadan, günlük hayatın bir parçası olarak... Müslümanların durumu böyle iken Avrupa’da durum içler acısıydı. Mesela, Fransızların dünyaya övündükleri meşhur Versay sarayında bir hamam bile yoktu. “L’Eau Potable” (İçme Suyu) adlı bir Fransız eserinde şunlar yazılıdır: “Orta çağda, Paris’te oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir hela olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini beraberinde Sen (Seine) nehrine götürür, o nehirden önce içmek için su alır. Sonra pisliğini nehre dökerdi.” Müslümanların temizliği verdikleri önemi sadece biz söylemiyoruz, kendileri itiraf etmektedirler. Mesela, bir Alman râhibi, 1560 tarihinde yazdığı kitabında ”Buradaki temizliğe hayran oldum. Burada bütün dükkanlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine “hamam” dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binalar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Hâlbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler” demektedir. Avrupa’da yıkanmak ancak asırlardan sonra müslümanlardan öğrenilmiştir” demektedir. Gerçekten de ömründe hiç yıkanmayan pek çok kral vardı. Bedenlerindeki kokudan kendileri bile rahatsız oldular. Bu pis kokuyu bastırmak için parfüm çıkardılar. Fakat yıkanmak akıllarına hiç gelmedi. John W. Draper gibi dürüst bir tarihci ise şunları yazmaktadır: “O zamanki Avrupalılar tamamile barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Pislik içinde yaşarlardı. Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. İspanya’da okullar, hastahaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. “ Avusturya’nın İstanbul büyükelçisi Baron Anton von ProkeschOsten ise Osmanlıların çevreye verdikleri önemi şöyle dile getirir: “Türkler işin ağaç kesmek, cinayet derecesinde ağır suçtur. Susuz kalmış ağaç, bitki ve çiçeği sulamak dini bakımdan sevap sayılır. Geçenlerde bir yeniçeriye rastladım, şiddetli rüzgarın bir kaç ağaç devirdiğini, arkadaşlarına anlattığı zaman gözleri yaşardı. Zaten Fatih’in ağaç kesene, idama kadar gidebilecek ceza öngören fermanı vardır.” Ünlü Comte de Bonneval da, “Meyve vermiyen basit ağaçların bile kurumasını önlemek için bunların her gün sulanmasını sağlamak üzere kurulan vakıfların olduğunu” yazmaktadır hatıratında. Lamartine’in yazdıkları da dikkat çekicidir: “Türkler’in engin bir tabiat zevki ve aşkı vardır. Zevkleri basit, fakat hem tabii hem yüksek estetik çizgidedir. Padişah kadar halk da aynı zevk ve eğilimin insanlarıdır. Bayındırlık, temizlik ve tabiata müdahaleden dikkatle kaçınma, her tarafta göze çarpar. Hayvanlara, kuşlara gösterilen sevgi, bunlar için vakıflar kurmaya kadar ileri gitmiştir. Bir Türk için tabiat sevgisi bir başkadır; tabiatın güzelliklerini seyrederken mest olur, dalar, tefekkür eder, yaratanın büyüklüğünü düşünür. Bunun için tabiata zarar vermek aklından bile geçmez...” Bugün ise, müslüman diyarları denilen yerlere seyahat eden yabancılar, hatıralarında maalesef tam tersini yazıyorlar haklı olarak: “Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman burnunuzu tutmak zorundasınız. Çünkü, her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelirsiniz. İnsan, böyle bir doğu memleketini dolaşırken iğreniyor...” demektedirler. Dediklerinde doğruluk payı var. Çünkü, İslam ülkesi ismini taşıyan memleketlerde, iman bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riayet edilmemektedir. Fakat bunda kabahat, İslam dininde değil, İslam dininin esasının temizlik üzerine olduğunu unutan kimselerdedir. Fakirlik, pis olmak için bir mazeret teşkil etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allah’ın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her Müslüman, dinini iyi öğrense ve buna riayet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, Müslüman memleketleri ziyaret ettiklerinde, tıpkı orta çağdaki Müslümanlarda olduğu gibi, örnek temizliğine hayran kalırlar. “
Akıl almaz cinayet” 11.6.99
Bu başlık, Milliyet Gazetesi yazarı Sn. Hasan Pulur’a ait. Sayın Pulur bu yazısında Batı’nın gerçek yüzünü bir İngiliz gazetesinden alıntı yaparak sergiliyor... Müsaade ederseniz, Batı’nın bugünkü durumuna girmeden önce, geçmiş hallerine kısaca değinmek istiyorum. Kazanlı Abdürreşid İbrahim ( Ö.T.1944 Tokyo), Avrupalı’yı bilhassa İngilizler şöyle tanımlar: İngilizler, mağrur ve kibirlidir. Onlar, kendi şahıslarını ve vatanlarını ne kadar saygıya lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler. İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır: Birincisi, İngilizler olup, Allah’ın bir ihsan olarak yarattığı en mükemmel insanların, kendileri olduğunu söylerler. İkincisi, beyaz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, saygıya lâyık olabileceklerini kabul ederler. Üçüncü kısım ise, birinci ve ikinci kısmın haricinde kalan insanlardır. Bunlar, insan ile hayvan arasında bir yaratık türüdür. Bunlar, saygıya lâyık olmadıkları gibi, hürriyyet, bağımsızlık ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhassa İngilizler tarafından idare edilmek için yaratılmışlardır. İngilizler, bu gözle baktıkları sömürgelerindeki yerli halk ile birlikte yaşamazlar. 20. asrın başlarında Hindistan’a yapmış olduğu seyahati ile meşhur, Fransız yazar Marcelle Perneau “Hindistan seyahatı notları” nda diyor ki: “Avrupa’da şöhret bulmuş, hatta bazı üniversitelerce kendisine profesörlük ünvanı verilmiş olan Hindli bir ilim adamına, Hindistandaki bir İngiliz kulübünde buluşmak üzere söz vermiştim. Hindli gelmiş, fakat İngilizler, şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Bundan haberdar olunca, ısrarım üzerine Hindli ile kulübde görüşebildim.” İngilizler, kendilerinden olmayanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muameleler yapmışlar hep. Bunun tarihte örnekleri çoktur. En büyük sömürgeleri olup, senelerce vahşice zulüm ettikleri Hindistânın Amritsar şehrinde 1919 bir gün âyin sebebi ile toplanan hindûlar, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine saygı göstermezler. Misyoner, İngiliz general Dyere şikâyetde bulunur. General derhal askerlerine emir vererek, âyinle meşgûl halkın üzerine ateş açtırır ve on dakikada yediyüz kişi ölür. Binden ziyade kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da iktifâ etmeyerek, halkı üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Sonra da bunu şöyle izah eder: “ Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri icap ettiğini anlatmak istedim” Diyeceksiniz ki, aradan bu kadar sene geçmiş. Geçmişteki bu yanlış düşünceler şimdi kalmadı. İnsan haklarına saygı gösteriyorlar artık...Şimdi bakalım değişmişler mi değişmemişler mi? Bu sorunun cevabını Sn. Hasan Pulur Milliyet gazetesindeki “Akıl almaz cinayet” isimli yazısında veriyor: “Güvenilir bir gazete olan Sunday Times’den , aldığımız bilgiye göre, birkaç yıl önce bazı Batılı ilâç ve kimsayal madde üretim şirketleri ellerindeki eski ve zararlı maddelerden kurtulmak için yeni bir yöntem kullandılar. Bunları insanî yardım adı altında Bosna’ya gönderdiler. Tüyleriniz ürperdi değil mi?İngiliz gazetesindeki haberin ayrıntılarını okuyun da Batı’nın “İnsan Hakları”na nasıl saygı duyduklarını görün: İngiltere menşeli zayıflama tabletleri, Amerikan kaynaklı yüzlerce litre gargara yapımında kullanılan ağız yıkama sıvısı, Norveç tarafından cüzzam hastalığına karşı üretilmiş haplar ve eski Doğu Almanya menşeli, üzerinde kafatası ve çapraz kemikler işareti bulunan, ayrıca üzerlerinde “hediye” yazan yüzlerce ton ağırlığında işe yaramayan ilâç, tıbbî malzeme ve kalıplar şeklindeki zehirli atıklar, savaş esnasında insânî yardım adı altında Bosna’ya gönderildi. Maddelerin bir kısmı şirketçe, diğer bir kısmı da Batı Avrupa’daki yardımsever gruplar tarafından gönderildi. Küçük yardım grupları Avrupa’dan son 50 yılın en kötü savaş kurbanları için hiçbir şey yapmamaktansa, doktorlara numune olarak gönderilen işe yaramayan veya kullanım süresi bitmiş olan ilâçları toplayarak savaş kurbanlarına bir şeyler göndermenin daha iyi olacağını düşündüler. Bazı kişiler, Batı’nın vicdansız ilâç üreticilerinin, Bosna’daki savaşa kendi çıkarları uğruna kullanarak ellerindeki ilâç stoklarını buraya göndermek suretiyle erittiklerini düşünmektedirler. Komik hibelere örnek olarak, kullanım süreleri çoktan sona ermiş olan doğum kontrol hapları ve Norveç tarafından üzerinde ağrı kesici Paracetamol yazısı yazılmış, gerçekte cüzzama karşı kullanılan haplar, Bosna’ya gönderilen yardımların gülünç olanlarından sadece bazıları.” Şimdi siz karar verin! Batı değişmiş mi değişmemiş mi?!.. Yarın da, Mehmetçiğin fedakârlığını görelim..
. İşte aradaki fark! 12.6. 99 Dün Batı’nın Müslümanlara bakış açısını vermiştim. Bugün de, Müslümanların yabancılara karşı davranışını gösteren bir örnek sunmak istiyorum. Türk askeri Mehmet, Çanakkale’de İngilizlerle savaşırken yaralanır. Haydarpaşa Hastahenesinde tedavi edilir. Ayağı bir parça sakat kaldığı için hafif hizmete ayrılır; hastahane hizmetinde alıkoyulur. Mehmet’e bir gün Haydarpaşa istasyonundan hastahaneye götürmek üzere esir İngiliz askeri teslim edilir. Hasta İngiliz askerle yağmurlu bir havada kör topal yola devam ederler. Mehmet dehşetli bir İngiliz düşmanıdır aslında. Ötekilere pek o kadar kızmaz, her biri için ayrı ayrı mazeretler bulmağa çalışır, sulh olursa onları affedebileceğini hissederdi. Fakat İngilizlere çok kızgındı. “Elime verseler tövbe olsun hepsini kör işkenbeci bıcağıyla doğrarım...” diye söyleniyordu. Evet bütün öteki cahil gâvurları aldatıp üzerimize saldırtanın hep İngiliz gavuru olduğuna inanıyordu.Bütün bunlara rağmen, yaralı esir İngilize yardım etmeyi bir insanlık vazifesi kabul ediyordu. Zor şartlarda yol alırken, İngiliz büsbütün “stop” deyip durmasın mı? Mehmet bu sefer büsbütün telâşlandı: - Vay anam, ben ona adam ol derken o büsbütün cüdam oldu... Hey beri bak... Hele şöyle kımılda bakayın... Yürü de evvelki gibi yürü razıyım... Hastahaneye çok kalmadı... Orada seni rahat yatağa yatırırlar, sıcak yemek verirler. Haftaya kalmaz domuz gibi olursun, diye söyleniyordu kendi kendine. Mehmet ceplerini karıştırmağa, nikel onluklar, yırtık kuruşlar çıkarıp toplamağa başlamıştı. Çaresiz kalmıştı. Son kuruşunu da verecekti. Gavur da olsa can taşıyordu. Asker önünden geçen bir iki arabacıya seslendi. Fakat arabacılar bu düşkün kıyafeti topal nefere başlarını bile çevirip bakmıyorlar, kamçılarını şaklatarak süratle geçiyorlardı. Mehmet bu ümidin de kesildiğini görünce tekrar İngilize döndü: - Görüyorsun ya... kesemizden sana araba ikram ediverelim dedik... o da olmadı... Kaderine küs... nidelim... gayrı günah benden gitti... Mehmet uzun uzun düşündükten sonra kararını verdi ve kâh İngilize, kâh etrafındaki kalabalığa dönerek nutka başladı: - Şu yağmurlu havada... seni buralara kırmızı mumlu mektuplarla mı davet ediverdim? Senin benimle ne alıp veremeyeceğin var... Mehmet söyledikçe coşuyordu, kızıyordu: - Yuhu para sende, rahat sende, memleket sende, dükkân tezgâh sende... Yedi deniz aşırı yerden kale gibi gemilerine binip ne halt aramağa gelirsin buralara.. benimle muharebeye tutuşursun... beni öldürüp de yamalı donumu mu alacaksın? Ne adını bilirim... ne memleketini bilirim, sen Çanakkele’ye geldin diye davarımı satar, ocağımı söndürür, çoluk çocuğumun her birini bir yana dağıtır gelirim... muhareben de kahpece... yanına sokmadan, suratını göstermeden, uzaktan şarapnelini yerim, ayağım sakat kalır... “Hey Allahım senden meded” der ellerimi göğe açarım, tayyarelerinden çiviler düşer. Siperlerde kör boğazına yediğini ben düğünümde bulup yiyemem... Sonra az başın sıkıldı mı “teslim... teslim” ellerini açarsın... gelir başıma bela olursun... yol ortasında ben gidemem deyip direnirsin... Canımı almağa, kanımı emmeğe geldin, edemedin. Elime düştün... seni bir tepmede yere gömsem yeridir... ille zebunluğunu görüyorum... besbelli bir taksiratım var ki Cenab-ı Mevlâ seni bu dünya âlemde bana musallat etti... Gel başımın belâsı... gel seni sırtımda taşıyayım da tamam olsun... Yavaş yavaş hasta İngilizin önünde yere çömeldi, topal ayağını kıvıramadığı için dizini yere, çamurlu karların içine koydu, düşmanını bileklerinden tutarak sırtına yüklendi. Çehresinde tatlı bir sükûnet; vücutlarının biçimi, çehrelerinin rengi ve çizgileri birbirinden o kadar farklı olan Mehmetçikleri zaman zaman ayırtedilemeycek kadar birbirine benzeten asil ve güleryüzlü feragat vardı. Çok zor şartlar altında, düşe kalka, yağmurdan sırımsıklam halde ezeli düşmanı yaralı İngiliz askerini hastahaneye ulaştırır. Böylece üzerindeki dağ gibi yükten kurtulur. Aynı şartlarda, Mehmet bu İngilizin eline düşseydi, durum ne olurdu? Bunu hepimiz tahmin edebiliriz. Ama, Mehmet Müslüman bir Türk askeri... Hissiyle değil, dininin, örfünün emrettiği ile hareket etmek zorunda... Dini O’na düşmanı da olsa iyi muamele yapmasını emrediyor. O insanlık vazifesini yapmazsa, hakkı geçeceğine, günaha gireceğine inanıyor... İşte aradaki fark!
.Eski bir İstanbul hatırası 2.7. Claude Farrere ünlü bir Fransız yazarı... 20.asrın başlarında defalarca Türkiyeye gelmiş, 1908 yılından sonraki olayları kitaplarında, konuşmalarında dile getirmiş bir Türk hayranı... Fransızların Türklere karşı tavırlarını şiddetli bir şekilde tenkit edip, Fransa’yı ağır bir dille suçladığı için halkından büyük tepki görmüş biri. “Türk Şuuru” ve “Türkiye’nin Manevi Kuvvetli” isimli kitaplarında bu tepkilere cevap vermekte. Ayrıca o zamanki sosyal, siyasi durumunu hatıralarında anlatmakta. Bugünkü yazımda sizlere bir hatırasını nakledeceğim. Ama bu hatıra sizi sıkacak ciddi siyasi bir olay değil... Aksine sizi rahatlatacak hayvanlarla ilgili bizzat yaşadığı bir hatırası : Bana öyle geliyor ki Türkler, yaşadıkları topraklardaki insanlara örnek olmuşlardır hep. Zira Türkler mükemmel insanlar; nazik ve sakindirler. Diğer milletlerden çok farklılar. Türklerin kendileri gibi hayvanları da çok farklı bizim hayvanlardan. Bu farkı başımdan geçen bir olayı nakledince daha iyi anlayacaksınız... Bana hak vereceksiniz. Vakit öğle sularıydı, Süleymaniye Camiinin avlusuna girmek üzereydim... Yanımda bir dostum var... İkimiz de yorulmuştuk. Avlunun bir kenarına yorgun argın oturduk. Biraz sonra, yanımıza bir köpek geldi.... Belli ki aç hayvan. Dostum, köpeği çağırdı; köpek, önce tereddüt etti, sonra yaklaştı. Tam o sırada bu maksatla dolaşan bir ekmek satıcısı geçiyordu. Çağırdım adamı ve dostum, çok, pek çok kara ekmek satın aldı. Şaşkınlıktan deliye dönen hayvan, bir anda, ayaklarının altında, kendisine bir hafta yetebilecek ekmeği buluvermişti. Büyük bir minnettarlık hisseden köpek sevincini ve itimadını hemen göstermek istedi. Ve bunu belirtmek için de, yeryüzündeki diğer bütün annelerin yapabileceği şeyi yaptı: Alelacele yanımızdan uzaklaştı. Çok geçmeden, ağzında iki minik yavruyla çıktı. Kendi yavrularıydı bunlar. Ve onları bize gayet merasimli bir şekilde takdim etti. Güzel yavrulardı. Annelerinin aksine yumuk yumuş, tombul hayvanlardı. Besbelli ki bu hal, anneye bir gurur veriyordu. Bu zayıflığın sebebini belki de yanlış anlarız diye, gözlerimizin önünde, aldığımız ekmekleri iki yavrusuna paylaştırdı, fazla kalanları bir kenara ayırdı; yavrularından artanları da kendi yedi. Nihayet bütün aile tekrar yuvaya çekildiler... Onbeş gün sonra yine aynı yerdeydim. Ama bu defa, yalnızdım, eskiden dostumla beraber olduğumuz yerde yalnızdım... Baktım çevrede hiç köpek de yok. Beklemeye karar verdim. Bu arada, elimi önceki gelişimde yerini öğrendiğim köpeğin yuvasına sokup içini bir yoklamak aklıma geldi. Evet, gerçekten içerde yumuşacık tüylere dokundu elim. O zaman hayvanları göreyim diye ikisini de tuttum, dışarı çıkardım. Ağlayıp, viyakladılar. Pek fazla çıkmadı sesleri; biraz viyaklama. Çok geçmeden, muhtemel bir cinayeti önlemek maksadıyla, mahallenin bütün köpekleri imdada koşmuştu. Bir anda kendimi pek çok köpekten meydana gelmiş bir dairenin içinde buldum. Hepsi de hırlıyordu. Ama hiçbiri dişlerini göstermiyordu. Çünkü, gayet rahat, ayaklarımın dibinde duran yavrular, masumiyetimi gösteriyordu onlara. Ama ben, kendimi suçlu buldum ve baldırlarımın tehlikeyle karşı karşıya olduğunu hissettim. İşte o sırada tehlikeden haberdar edilen ana köpek, yavrularını kurtarmak için koşa koşa olay yerine yetişmeye çalışıyor, en kötü ihtimali düşünerek, dili bir karış dışarıda deli gibi koşuyordu. Ama birdenbire beni gördü ve tanıdı. O zaman en tuhaf, en harikulade sahne cereyan etmeye başladı! Bir an içinde etrafımdaki köpekler yok oluverdi. Ana köpeğin bir havlaması, onlara tehlike olmadığını ve dağılmaları gerektiğini anlatmıştı. Ve kendisi... Karnı yere dokunurcasına yere eğilmiş, ayakkabılarımı yalayarak, arkadaşlarının yaptığı muamele için benden özür diliyordu. Bana nasıl yapmışlardı bunu ve yavruları, şaşkın küçükler, nasıl olmuş da beni tanımamışlardı. Olur şey değildi bu! Zavallı hayvanın başını okşadıktan sonra, aynı ekmek satıcısını çağırınca, birden kalktı ve çeşitli maskaralıklarla sevincini göstermeye başladı. Ama hemen ardından, analık vazifesini hatırladı ve başka hiçbir hayvan dünyasında görülmeyecek bir zekâ örneği vererek, ard arda iki yavrusunu dişleri arasına alarak hırsla gözlerimin önünde hırpaladı, şüphesiz onları cezalandırıyordu. Kendilerine ekmek veren bir insana nasıl böyle davranabildiklerini, onlara anlatıyor, bu faydalı gerçeği yavru köpeklerin kafasına sokmaya çalışıyordu. Kulaklarındaki bir, iki diş darbesi onlara iyi bir ders olacaktı. Şimdi söyleyin diyor Claude Farrere, Türklerin kendisi gibi hayvanları da farklı demekle haksız mıyım?
.Batı’nın ezelî düşmanlığı 16.7.-99
Dün ne yapılmışsa bugün de aynı şeyler yapılıyor... Bugün PKK ve APO kullanılarak nasıl Türk düşmanlığı yapılıyorsa, her devirde buna benzer mutlaka bir malzeme bulunmuş... Birkaç gündür, Dr. Alâeddin Yalçınkaya’nın “Sömürgecilik ve Panislamizm ışında TÜRKİSTAN 1850’den günümüze” (Timaş yayınları) kitabını okuyorum. İnsan okudukça hayretten hayrete düşüyor. Dünyanın neresinde olursa olsun; ister doğu, ister batı taktik, strateji aynı. Bütün faaliyetlerin aynı merkezden olduğu o kadar açık ki... Perde biraz aralanınca görülüyor; patent aynı... Batı patentli... Ta 1800’lü yıllarda, Türkistanda ( Kazakistan, Kırgızistan,Özbekistan ve Türkmenistan) Türk milletini, kendi değerlerinden uzaklaştırıp, Ruslaştırmak, hıristiyanlaştırmak için neler yapılmamış neler! Önce kaba kuvvet... Bundan netice alınamayınca, aslı Rus fakat, Müslüman Türk ismi taşıyan kimseler kullanılmış...Veya kökü de ismi de Müslüman Türk olup, Ruslaştırılmış yani satın alınmış kimseler kullanılmış...Yapılan işler hep şeytanca. Hatta şeytanın bile aklına gelmeyeceği şeyler... Batı, elde ettiği adamları vasıtasıyla, önce Pan - islamizm fikrini ortaya atıyor. Bunu el altından destekliyor, örgütlüyor; faaliyete geçirtiyor... Sonra da başlıyorlar yaygaraya... Siz bütün Müslüman Türkleri birleştirip dünya devleti kuracaksınız, sonra da hıristiyanlara topluca saldırıda bulunup Hıristiyan- Müslüman savaşı çıkartmak istiyorsunuz; dünyayı kana bulayacaksınız vs. Batı, bunları niçin yapıyor? Dünyaya hayali bir korku salıp, bu yolla Osmanlılar üzerine baskı unsuru kurmak, buralardaki Türklerle ilgilenmesine mani olmak. Onların dinlerini öğrenmelerine engel olmak. Halkı cahil bırakmak, böylece cahil kalan halkı istedikleri yöne rahat bir şekilde sevkedebilmek... Biliyorlar ki, bilen, ilim sahibi kimseyi kandırabilmek çok zor... Böylece, Osmanlıdan yani doğru kaynaktan irtibatları kestikleri halkı avuçlarının içinde aldılar... Bundan sonra da, halkın mevcut imanını, itikadını yozlaştırmak, sadece isimleri Müslüman olan bir halk meydana getirme faaliyetini başlattılar... Halkın önüne; dini aslına uygun haline getirme, sözde hurafelerden uzaklaştırma projesini koydular. Bu projeyi hayata geçirmede kullandıkları adamlarından biri Şehabettin Mercani (1818-1899) diğeri Cemalettin Efgani(1838-1897). İşte bunların sözde dini kurtarma programları. Gerçekte ise, dinin köküne dinamit koyma programı: 1- İçtihadda ve nasların yorumunda serbestlik;herkes Kur’an-ı kerimden kendi anladığına dayanarak karşılaştığı meseleyi halledebilmeli, içtihadda bulunabilmeli: Peygamber ve mücdehitler devreden çıkarılmalı. Dinin dört kaynağından diğer üçü devre dışı bırakılıp, Kur’andan başka kaynak kabul edilmemeli. 2- Geleneksel otoritelere körü körüne teslim olmaktan vazgeçirmek: Mezheplere ve dinde söz sahibi olmuş, büyük alimlere teslim olmamalı. Bunların kitaplarına, fetvalarına şüphe ile yaklaşılmalı. 3- Klasik kitapların okunduğu ve muhafazakar düşünce tarzının öğretildiği medreselere son vermek: Ondört asırdır, islam alimlerinin sistemleştirerek herkesin anlayabileceği tarzda hazırladıkları, iman, itikat, fıkıh, ilmihal bilgilerinden halkı uzak tutmalı. 4- Kur’an, hadis ve İslam tarihi öğreten medreseler kurmak: Hadislere herkes kendine göre mana verebilmeli. Sadece islam tarihi okutulmalı, şu haram, şu farz, şu yasak gibi zorlayıcı emirlerden halk kurtarılmalı. Fiili olarak islamı yaşamaktan halk uzak tutulmalı. 5- Bilim ve Rusça öğreten medreseler kurmak: Dinin emir ve yasaklarını öğrenmelerini sağlayan Arapça kitaplardan kurtarılmalı. Bunun için de medreselerden tedricen arapçayı kaldırmalı 6- İslam kültürüne ve başlangıçtaki saf islama dönmek: Nasıl olsa başlangıçtaki islamı bugün bilen kalmadı. Saf islam diyerek, arzu edilen sadece ismi islam olan din, halkın önüne konulmalı. Programın açıklamalı özeti bu... Hep alimlere, geçmişe düşmanlık. Hâlbuki dinimiz, âlime, ilme çok önem vermiştir. İslâmiyeti ayakta tutan âlimlerdir ve bunların ömürlerini verip yazdığı fıkıh kitaplarıdır. Ayet-i kerimelerde, “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu; alimlerden sorun” buyuruluyor. Hadis-i şerifte de, “Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer kılavuzdur” buyuruldu. Nihai hedef belli... Önce, islamiyetin kalesi olan alimleri mezhepleri bertaraf etmek. Arkasından, hadis-i şeriflere karşı olan itimadı sarsarak; Hz. Peygamberi devre dışı bırakmak. Geriye kalıyor, Kur'an-ı kerim... Zaten Kur'an-ı kerime de istedikleri gibi mana vermektedirler. Böyle olunca da insan sayısı kadar, görüş ortaya çıkacak; orda din diye bir şey kalmayacak. Türkî devletlerin bugünkü durumuna bakılırsa, programdan ne derece netice aldıkları açık şekilde görülür!..
Hristiyanlığın çöküşü 23.7. Hükümdarın birinin çok sevdiği bir atı varmış. Günün birinde bu at ölmüş. Fakat kimse hükümdara söylemeye cesaret edemiyor... Sonunda bakıcılardan biri, “Ben hallederim” demiş, huzura çıkmış: “ Atınız yattı; yemiyor, içmiyor nefes de almıyor... “demiş. Hükümdar, “Desene be dam at öldü!.” Bakıcı, “Ben demedim, hükümdarın siz söylediniz, “demiş... Bunun gibi, biz söylemiyoruz; kendileri söylüyorlar. 6.7.1999 tarihli Newsweek dergisi kapak konusu Hristiyanlığın çöküşü... Bununla ilgili geniş bir araştırma haberi hazırlanmış. Bu haberde özet olarak şu netice gözler önüne seriliyor: Avrupa Hristiyanlıktan uzaklaşıyor.. Hristiyanların beyaz sakallı tanrı imajı gençleri tatmin etmiyor artık.. Notre dome kilisesinin başrahibi, "Ayinlere turistler dışında gelen olmuyor" diyor.. Lokanta, müze, sergi salonu ve sanat evlerine, camiye dönüşen kiliselerin sayısı hızla artarken bilim adamları dinden uzaklaşan, manevi boşlukta kalan gençliğin uyuşturucu seks ve internete tapar hale geldiğini söylüyorlar.. Newsweek dergisi "Hristiyanların Tanrısı öldü mü? " başlığıyla verilen haberde şu tespitlere de yer veriliyor: Parislilerin sadece yüzde 3'ü düzenli olarak kiliseye gidiyor.. İngilizlerin yüzde 89'u 95 yılında düzenli olarak kiliseye gitmedi. İsviçre'de halkın yüzde 50'den fazlası âhiret hayatına inanmıyor.. Hristiyanlık bir din olmaktan öte ateizm gibi bir yaşam tarzı haline geldi. Ve İngiltere'de metodistler ateistlerin kiliseye girmesine izin verip vermemeyi tartışıyor. Hristiyanlıktaki tanrı imajı islamiyetteki gibi mantıki değil. Kendilerine anlatılan Tanrı inancı saçma geliyor. Manevi yönden boşlukta kalan gençler, bu yüzden bunalıma giriyorlar.. Bu gidişle bir avuç inanan da kaybedilecek.. Haberin özeti bu kadar...Aslında bu çöküş yeni değil. Batı Dünyası, 18. Asırdan itibaren yavaş yavaş kiliseden uzaklaşmaya başladı. Çünkü, kendini, katı bir taassubun ve baskının paravanasında, asırlarca ayakta tutmasını beceren kilise, Orta-Doğu’dan başlayarak ve dünyaya ışık saçarak yayılan Büyük İslâm Medeniyeti sayesinde uyanan aydın kafalara ve vicdanlara yetmeyecekti. Kilise, dünyaya aydınlık saçan İslâm’ı önce ilgi ve endişe ile seyretti. Sonra, kendi karanlığını tehlikede görünce Haçlı orduları kurarak bu nuru söndürmeye çalıştı. Çırpındıkça batmaya başladı. Ancak, devamlı savaşlarla bütün Avrupa’yı İslâm’a ve İslâm Dünyası’na düşman etmeyi başardı. Yani, Haçlı Orduları hıristiyanlığı kurtaramadı ama Avrupalı’nın şuur altına bir “İslâm düşmanlığı” sabit fikrini yerleştirdi. Kin ve intikâm duyguları üzerine oturtulan bu kompleks, maalesef, Avrupa’yı ve Avrupalı’yı İslâm’dan mahrum bıraktı. Bazı istisnalar hariç, Avrupa’lı entellektüeller, hatta bazı yerli entellektüeller şimdi bile, İslâm’a “kilisenin gözü” ile bakmaktadırlar. Bugün, kiliseden uzaklaşan, yeni bir din ihtiyacı içinde kıvranan Avrupalıya aradığı mutluluğun İslâmda olduğunu kim ve nasıl anlatacaktır? Bütün mesele burada. Batı Dünyası, bu konuda, kendine yardım edebilecek durumda değil. Batı’da, “kitlelerin içine düştüğü bu buhranı” istismar ederek nakde tahvil etmek isteyen veya kendi hırslarına alet etmek için çırpınan muhteris pek çok çevre vardır. Bu çevreler asla boş durmamakta, yer-altı ve yer-üstü teşkilâtları, Batı’daki buhrandan istifade etmeye ve bu buhranı dünyanın dört bir yanına bulaştırmaya çalışmaktadırlar. Uyuşturucu madde tüccarları, alkollü içkiler imal eden fabrikalar, silâh kaçakçıları, ırz ve namus tacirleri, beşinci kol elemanları ve daha niceleri, hainâne ve mel’unâne oyun, tertip ve tekniklerle harıl harıl çalışmaktadırlar. Öte yandan, siyasî ve felsefî ideolojiler “din kılığına” girerek kitlelere sokulmakta, nihilizmin kucağında çırpınan kafalara ve vicdanlara “kendi putunu” yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Böylece, “köhne bir dinin baskısından” kurtulan kitleler, bu sefer azgın ve yıkıcı ideolojilerin boyunduruğuna itilmektedirler. Şimdi gördüğümüz manzara şudur: Dinî ideolojiden kopan kitleler, pozitivizme, metaryalizme, marksizme, sosyalizme, komünizme, rasizme, faşizme, nazizme ve benzeri akımlara sanki bir din imişcesine sarılmakta ve fakat bunlarla tatmin olmayan insan ruhu, ancak cinnetle açıklanabilecek anormal davranışlar göstermektedir. Şimdi, Avrupa’dan dünyaya yayılan değerler şunlardır: İsyan, terör, anarşi, kin, kan, öfke, intihar, zührevî hastalıklar, cinnet ve bunları besleyen yayınlar, filmler ve akımlar... Evet, topyekûn Batı, mutlaka yeni bir dine muhtaçtır. Felsefî ideolojiler ise beşerin “din” ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. Üstelik yeni bir din de gelmeyecektir, çünkü, son din İslâmiyettir. Ergeç bunu anlayacaklar. Meşhur İngiliz yazarı Bernard Shaw’ın sözü ile konuyu noktalayayım. “Hiç şüphesiz gelecekte Avrupa’nın dini İslâmdır
.
Söz ayağa düştü... 24.12. Her Ramazan olduğu gibi bu Ramazanda da, gazetelerin bazıları promosyon olarak “Kur’an-ı kerim meali” veriyorlar. Gazeteler bu vesile ile satışlarını artırıyorlar, neticede kazanıyorlar, fakat okuyucu kazanıyor mu, yoksa zararda mı bu tartışma konusu. Yıllardır yapılan “Dinimizi esas kaynağından öğrenin, fıkıh kitaplarını ortadan kaldırın” gibi sloganlar sebebi ile maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu, evlerinde bir meal bulundurma, dini buradan öğrenme yanlışlığına düştüler. Bu yanlışlık çok tahribata ve karışıklığa sebep oldu... İslâmî otorite ve hiyerarşi kavramları yıkıldı... Söz ayağa düştü... Bir sürü ukalâ müctehid taslağı türedi... Dinimizde zararlı reform hareketleri başladı... Ayetleri yeniden yorumlayalım sesleri yükselmeye başladı. Mezhepsizlik yayıldı... Hemen arkasından da dinsizlik yayılmaya başladı. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin dediği gibi “Mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür.” zaten. İslâm düşmanları, asırlardır yaptıkları tecrübelerden, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anladılar. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de, ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler, fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir... Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve Müslümanların gözünden düşürmek için ne lazımsa yaptılar. Bugün, Müslümanların bu hâle düşmesinin en önemli sebebi cehalettir. Cahil kimseyi kandırmak kolaydır. Din düşmanlarının bu kadar taraftar toplamasının sebebi budur. Peygamber efendimiz, “İlim olan yerde müslümanlık vardır, ilim olmayan yerde müslümanlık yoktur” buyurmuştur. İlmi olmayan, zaruri temel bilgilerden bile yoksun kimselerin önüne, meal, tefsir koymak bu kimselere yapılabilecek en büyük kötülüktür aslında. Çünkü, alt yapı olmadığı için herkes, zekâsına, bilgisine göre bir şeyler anlayacak, ortalık curcunaya dönecek. Zaten istenilen de bu. Hıristiyanlarda olduğu gibi, İslâmiyetin sadece “adı” kalsın. İngiliz Casusu Hempher bakınız hatıralarında bu konuyu nasıl anlatıyor: Çalışmalarımdan bir netice alamayınca, ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istedim. Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi: “ Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, ben de sen de göremeyeceğiz, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 150-200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü, bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, ilmi yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimleri, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, “Uydurmaydı, değildi” diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlayacağız... Ancak bunları başarıp, halkı cahil bıraktığımız zaman, meyveleri toplamaya başlayacağız. Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir.” Hempher, 1700'lü yıllarda bu faaliyeti gösteriyordu. Gerçekten de iki yüzyıl sonra, 1900'lü yıllarda meyvelerini toplamaya başladılar. Mealden din öğrenmenin mümkün olmayacağı o kadar açık ki... Kur'an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur'an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün, kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için meal nedir, ilk defa ne zaman ve kimseler tarafından çıkartılmış bunu da yarın ele almak istiyorum. Fıkıh kitapları ve mealler 25.12.99 Dün, bazı gazetelerin promosyon olarak verdikleri “Kur’an-ı kerim meali” konusunu ele almıştım. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için, tercüme, meal işinin ne zaman ve kimler tarafından başlatılmış, bugün de bunun üzerinde durmak istiyorum. Sebilürreşad Mecmuası’nın 18 Safer 1924 tarihli ve 618 numaralı sayısındaki, “Yeni Kur’an Tercümesi” başlıklı yazıda, bu konu özetle şöyle anlatılıyor: Kur’an-ı kerim’i tercüme etmek, basıp yaymak bir müddetten beri moda oldu. Ne gariptir ki, ilk defa bu işe teşebbüs eden, Zeki Megamiz isminde, Arap asıllı bir Hıristiyandır. Fakat isminin duyulması üzerine, tercümeyi neşirden vazgeçti. Daha sonra Cihan Kütüphanesi(yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendi acele olarak, diğer bir tercümenin basımına başladı ve az zamanda sona erdirerek, “Türkçe Kur’an” ismiyle yayınladı. Asırlardır, bütün ömürlerini dini yaymakla geçiren, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan İslâm âlimlerinin, Kur’an-ı kerimin tercümesini, meallerini hazırlamayıp da, gayrı müslimlerin böyle bir çalışma yapması, düşündürücü olsa gerekdir... Tercüme ve meal, gerçekten dine faydalı olsaydı, İslâm büyükleri bu faaliyeti gayrı müslimlere bırakırlar mıydı? Hıristiyan yayımcılar tarafından başlatılan Kur’an tercümesi kampanyaları, şiddetli tenkitlere mâruz kalmıştır. Kur’an-ı kerim tercüme ve meallerinin yayılması karşısında, Diyanet İşleri Başkanlığı da hareketsiz kalmamış, Müslüman halkı uyandırmak maksadıyla o tarihte bir beyanname yayımlamıştır. Bu beyanname özetle şöyleydi: 1- Kur’an tercümesi furyası, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra başlamış zararlı bir faaliyettir. 2- İkinci Meşrutiyet’ten önce, Osmanlı devleti, dini yayınları kontrol altında tutuyor ve ulu orta, yalan-yanlış tercüme ve tefsirlerin neşrine asla müsaade etmiyordu. 3- Meşrutiyet’ten sonra, basın hürriyetinden istifade eden birtakım art niyetli kimseler, gayrı müslimler, sinsi gayelerine uygun Kur’an tercümeleri neşrine başlamışlardır. 4- Türkçe Kur’an demek, küfür sözüdür. Kur’an-ı kerim İlâhidir. Kur’an’ın tercümesi olmaz. 5- Kur’an tercümeleri vasıtasıyla, İslâm dünyasında bir reform hareketi başlatmak istemişler ve muvaffak da olmuşlardır. 6- İslâmiyeti halka ve gençlere Kur’an tercüme ve mealleri ile öğretmeye çalışmak, son derece yanlış ve zararlı bir metoddur. İslâmiyet, Kur’an tercümesinden değil, islam âlimlerinin, halk için yazdıkları ilmihâl (akaid, fıkıh, ahlâk) kitaplarından öğrenilir. Bilhassa ilk zamanlar çeşitli maksatlarla kimler Kur’an tercümesi yapmamıştır ki? Tercüme paraları ile meyhanede her akşam arkadaşlarına içki ısmarlayan Ömer Rıza Doğrul... Arapça bilmeyen İsmail Hakkı Baltacıoğlu... Yıllar geçtikten sonra nasıl bir inanca sahip olduğunu, kendisi ilan eden Abdülbaki Gölpınarlı ve daha niceleri... Anadolu’muzun yetiştirdiği büyük âlimlerden İmam-ı Birgivî hazretleri, bu konu ile ilgili olarak şu hadis-i şerifleri bildirmektedir:“Bir kimse, Allahın kitabını kendi fikri, görüşü ile tefsir etse ve bu tefsirinde isabet etmiş bulunsa, açıklaması doğru olsa bile hata etmiş olur.” “Kim ki, Kur’an hakkında, ilmi olmadığı hâlde, kendi kafasına göre açıklarsa, cehennemdeki yerine hazırlansın.” Son devrin büyük din âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mes’eletü Tercümeti’l-Kur’an adlı eserinde, Kur’an tercümesi modasının arkasındaki gizli ve sinsi emelleri ve dinimizi içten yıkma plânlarını açıklamaktadır. Bu kitap Bedir Yayınevi tarafından basılmıştır. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Asırlardır din, meallerden, Kur’an tercümelerinden değil, fıkıh kitaplarından, ilmihâl kitaplarından öğrenilmiştir. Dinimizi doğru olarak öğrenebilmek için, bu sağlam yolu devam ettirmemiz, çıkmaz yollara sapmamamız şarttır. Çıkmaz yollara sapan, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur!
. Soran dağları aşmış... 3.12.99
Son yıllarda çok yaygınlaşan, “Başarılı olma” üzerine yazılmış, Batı menşeyli kitapların birinde, şöyle bir ifadedeye rastladım: “ İşinizde ne kadar tecrübeli olursanız olun, başkasından fikir almayı unutmayın! Fikir aldığınız kimseler ne kadar çok olursa o kadar başarıyı yakalama şansınız olur.” Bu ifadeyi görünce üzüldüm. Üzülmemin sebebi şu: Kendi örfümüzde, inancımızda olan değerlerden o kadar uzak kaldık ki, artık onları yabancılardan ithal etmek durumundayız. Maalesef toplumumuzun hangi kesimine bakarsanız bakın -iş adamlarımız, idarecilerimiz, din görevlilerimiz, cemaatlerimiz, sade Müslümanlarımız- “En iyisini ben bilirim, benden başka bu işi bilen yoktur. En güzelini ben yaparım” zihniyetini görürsünüz. Kendisinden başkasını aşağılama, küçük görme fikri hakim. Batıda ise, tam tersine; başkasına saygı, insan haklarına riayet, aşağılamama gibi insani değerler zirvede. Dinimizin emrettiği, dürüstlük, sözünde durma, kandırmama.. gibi prensipleri kendilerine şiar edinmişler. Kim olursa olsun, İslamiyetin emri olduğunu bilsin bilmesin, onu yaparsa, dünyada rahat eder. İnanarak yaparsa, ahırette de rahat eder. Ne garip ki, bizim yapmamız gereken şeyleri onlar yapıyor. Danışmayı prensip edindikleri gibi, bir yanlışından dolayı birisi kendisini ikaz etmişse, ona kızmak yerine, teşekkür ediyorlar. Bir toplum bu kadar nasıl değişir, değerlerinden nasıl uzak kalır anlaşılır gibi değil. Halbuki, İslamiyette de danışmanın, yanlışları ikaz etmenin ayrı bir yeri vardır. Dinimizde danışmak sünnettir. Danışmak insanı pişman olmaktan koruyan bir kale gibidir. Bütün akıllar, Peygamber efendimizin fikirine muhtaç iken, O; "Onlarla meşverette bulun!" emri ile muhatap oldu. Kur'ân-ı kerîmde “Yapacağın işi önce meşveret et!” buyuruluyor. (Âl-i İmrân 159) Yine Kur’an-ı kerimde, iyi kimseler, büyük zatlar övülürken de “İstişare ederek iş yaparlar” buyuruluyor. (Şu'râ 38) Peygamber efendimiz eshabı ile istişare ederdi. Bazan bir iş için, akıl, takva, hikmet ve tecrübe sahibi on kişiye danışırdı.Herşeyi bildiğimizi zannederiz; halbuki bildiğimizi zannettiğimiz nice şeyleri bilmediğimiz meydana çıkıyor. Danışılarak yapılan işin neticesi iyi olur. “Meşveretsiz yapılan şeyden hayır gelmez” demişlerdir. Danışmanın önemi ile ilgili pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan ikisi şöyle: “Akıllıya danışıp onu dinliyen, doğruyu bulur, dinlemiyen pişman olur.” “Tedbirli kimse, işinin ehli olana danışıp, ona göre hareket eder.” Hazret-i Lokman Hakîm de, oğluna nasihatında,”Yapacağın işi, daha önce bunu denemiş, tecrübeli kimselere danış! Çünkü onlar, kendilerine pahalıya mal olmuş doğru görüşleri sana bedava verirler.” buyurdu. Hz. Lokman gibi diğer bazı hikmet sahibi kimseler de şunları söylediler: Sormaktan utanma ve yardım istemekten çekinme! Hep kendi düşüncesi ile hareket eden, doğruyu göremez. Her sanatı ehlinden öğren, her işi de ehline danış! Danışmamanın temelinde kibir vardır. Kibirli, gururlu olan, kendini beğenen, kendini üstün gören başkasına danışamaz. Kendini beğenmenin en kötüsü, hatalarını, nefsinin arzularını beğenmektir. Hep nefsine uyar, nasihat kabul etmez. Başkalarını bilmez zanneder. Halbuki bilmeyen kendisidir. Allahü teâlâ, meşveretten sonra tevekkülü emretti. Âhiret işlerinde tevekkül olamaz. Bunlarda çalışmak emrolundu. Burada da tersini yapıyoruz tevekkülü ahıret işlerine bırakıyoruz. Her türlü yanlışı yapıp, Allah kerimdir diyoruz; fakat dünyalık işimiz için her türlü sebebe sarılıyoruz. Demişler ki, soran yanılmamış/ Bin bilsen de, bir bilene danış!/ Danışan nice dağlar aşmıştır./ Danışmayan düz yolda şaşmıştır.
Önce kurtarıcıdan kurtulmak 4.12.99
Yarın “Dünya Kadın Hakları Günü”. Her yıl olduğu gibi yine, kadını esaretten(!) kurtarmak için nutuklar atılacak, demeçler verilecek... Düşünüyorum; dünyada çok şey istismar ediliyor, fakat kadınlar kadar istismar edilen başka bir varlık var mı? İşin garibi “kurtaralım” denildikçe daha batırılıyor kadın... Onlar da ne yapacaklarını şaşırdılar; sersem tavuğa döndü zavallılar. Gelen vuruyor giden vuruyor. Meşhur düşünür gibi, onlar da artık, “ Gölge etmeyin başka ihsan istemiyoruz” demeye başladılar. Kadın hakları istismarcıları, bir taşla iki kuş değil, birçok kuş avlama peşindeler... Kadın haklarını öne sürüp, ceplerini dolduranlar, cinsel yönünden faydalananlar, toplumun örfüne, dinine bu vesile ile saldıranlar... daha neler neler. İşin bir enteresan yönü de, kadına bir şey soran yok. Senin derdin, sıkıntın nedir, sana nasıl yardımcı olabiliriz? diyen de yok. Kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar... Niye böyle? Çünkü samimi değiller. Niyetleri başka! Geçenlerde bir toplantıda, kadını dört duvar arasından kurtarmak için, “Kur’an-ı kerimin bazı ayetlerinin yeniden yorumlanması” konusu tartışılıyordu. Bunlara göre, sanki, Kur’anı kerim kadınların bütün haklarını ellerinden almış... Baştan peşin hükümle bir karar veriyorlar, sonra da bu yanlış kararları üzerine bina kurmaya çalışıyorlar. Yanlışlığa bakın: Birincisi, kadını insan kabul edip, sıcak kum çöllerine gömülmekten kurtaran Kur’an-ı kerimdir, İslamiyettir. Bundan önce bırakın ikinci üçünçü sınıf olmak, insan bile sayılmıyordu kadın. Miras hakkı bile yoktu, mal gibi alınıp satılıyordu... İkincisi, farzedelim ki, Kur’an-ı kerim kadınlara bazı kısıtlamalar getirdi. Bir Müslüman olarak kadın, bu emirleri yerine getirmek zorunda. Bunun için Müslüman olmuş zaten... Kadını rahatlatmak, huzura kavuşturmak, bu emirlerden uzaklaştırmakla değil, bilakis bu emirleri yapabilme imkanı vermekle olmaz mı? Asırlardır Müslüman kadın, Kur’anı kerimin emirlerinden bir rahatsızlık duymamış; duysa, zaten Müslüman olarak kalamaz. Kadın, evinden, aile hayatından bir şikayeti olmamış, aksine huzuru burada bulmuş. Onu sokağa dökmekle, bu huzuru da mı elinden alınmak isteniyor? Nedense kadınlar, tarih boyunca "Kendilerine birileri tarafından bir çeki düzen verilmesi gereken varlıklar" olarak algılanmaktan bir türlü kurtulamadılar. İster istemez insanın aklına "Allah kadınları, öncelikle onları kurtarmak isteyen böyle kurtarıcılardan kurtarsın" şeklinde dua etmek geliyor. Maalesef bu oyuna, istismara alet olmamış kadın az değil. Kadınlar, eninde sonunda oyuna geldiğini farkediyor fakat o zaman da iş işten geçmiş oluyor. Yine de zararın neresinden dönülürse kardır. Geçenlerde Hürriyet’te Serdar Turgut’un köşesinde konumuzla ilgili tipik bir örnek vardı: Yıllarca cinsi yönden istismar edilen bazı Batılı feminist kadınlar, iyice yıpratıldıklarını,oyuna getirildiklerini ifade ederek bir karar vermişler. Yaşları 25 ile 35 yaş arasında değişen bu kadınların aldıkları karar şöyle: “Aile, insanın hayatında çok daha manevi zenginlikle dolu olan, kadına çok daha manevi güç katan bir kavram. Bu nedenle çağdaş kadın, eğer güçlü olmak, toplumda bir yer edinmek istiyorsa aile yaşamına önem vermeli. Ve daha da önemlisi, evleninceye kadar erkeklerden uzak kalmalı. Kendisini kocasına ‘‘saklamalı’’. Evet, kadınlar bunu ciddi şekilde, yeni bir teori olarak ortaya koyuyorlar şu anda Batı'da.” Kadınları, elinden kurtarmak istedikleri İslamiyet, ondört asırdır, zaten bunları söylemiyor mu? Kim ne derse desin, bütün bu olup bitenleri tarafsız bir şekilde inceleyen kimse, tarih boyunca kadını, sadece, İslâm dininin istismar etmediğini, bilâkis ona lâyık olduğu değeri verdiğini görecektir. Bugün tarafsız gözlemciler, kadını korumak için İslâmdaki aile yapısını incelemekte olup, bunu kendilerine nasıl adapte edebilecekleri arayışı içindeler. Bunu sağlayabildikleri takdirde, kadın, gerçek manada, istismardan, esaretten kurtulacak, layık olduğu yere kavuşacaktır!
.Timur Han’ın başarısının sırrı 13.11.99 Bir süre önce, Ertuğrul Gazi’nin ve Osman Gazi’nin öğütleri bu köşede yayınlanmıştı.Türk- İslam kültürü üzerine çok geniş bir birikimi olan, Numan Ünal Ağabey’den, büyük hükümdar Timur han ile ilgili Türkiye’de yayınlanmamış dökümanlar geldi. Bilindiği üzere, Timur Han, Türk Dünyasının büyük şahsiyetlerinden biridir. Türk Dünyasında 15. ve 16. Yüzyıllarda ilim ve medeniyetin, yüksek derecede gelişmesi Timur Han’ın sayesinde olmuştur. Yüzlerce mütefekkir, Timur Han’ın sayesinde yetişmiştir. Batı tarihçileri bu büyük komutan hakkında, onun okuma, yazması olmayan, cahil barbar, kaba, birisi gibi tasvir ediyorlardı. Ancak Emir Timur’un gizli kalmış bir kitabı ortaya çıkınca tarihin bu yalanlarını alt üst etti. “ Emir Timur’un Zafer Yolu” ismi ile basılma hazırlığı yapılan bu kitaptan, bazı hasletlerini kendi ifadesi ile sizlere aktarmak istiyorum. Timur Han kitabında diyor ki: “Allah’ın emirlerine dâima boyun eğdim, halkıma şefkat gösterdim. İslâma ait işleri daima günlük ve dünyevi işlerden üstün tuttum. Önce Allah’a ibadet ettim, sonra günlük işlere baktım. Allah’ın emirlerini, hayatım boyunca gözümün nuru, kalbimin şehadeti, güç ve kudretimin kaynağı bildim. Kimseye kin beslemedim. Herkese eşit, ciddi ve adil davrandım. Kimseyi başka birinden ayırmadım, zenginleri fakirlerden üstün tutmadım. Allah dostlarına hürmet gösterdim. Fakirlere çok ihsanda bulundum. Haklıyı haksızı ayırmada çok dikkatli davrandım; adaleti sağlamada bütün kabiliyet ve gücümü kullandım. Milletime merhamet gözüyle baktım. Herkesin yararına çalıştım. Kimseye zarar vermedim. Kimsenin kalbini kırmadım. Benden yardım isteyenleri geri çevirmedim. Her zaman doğruyu söyledim. Ömrüm boyunca herkese adil ve doğru davranmaya yürümeye gayret gösterdim.Yalan ve yanlış söz söyleyenleri dinlemekten kaçındım. Kime ne söz verdimse yerine getirdim. Ahde vefa gösterdim, sözümü tuttum, kimseye hıyanet etmedim. Vaadlerinin üstünde duran padişahın adil hükümdar olacağını ve kimseye zulüm etmeyeceğini anladım. Kendimi Allah’ın bu zemindeki mülkünün koruyucusu olarak bildim. Allah’ın iradesinin dışında insanların hiç birine zarar vermedim. Yüksek mertebedekileri ve garibleri de aynı tuttum. Kimseyi aşağılamadım; hakaret etmedim. İslâmın bayrağını daima yüksek tuttum ve imânı, islâmı yaymanın kendi büyüklüğümün kudretli temeli olarak gördüm. Seyyidlere daima saygı ile davrandım. Alimleri ve seyyidleri el üstünde tuttum. Bunları devamlı olrak toplantılarıma davet ettim. Onların dini meselelerde söylediklerini dikkatle dinleyip, uyguladım. Gösterdiğim sevgi ve şefkatten dolayı her kesimin gönlünü kazandım. İdareciler ancak merhametle ayakta kalabilir. Anladım ki padişah ne kadar affedici olursa halkın desteği o kadar artıyor. Şurası muhakkak ki, adil padişahın satanat süresi uzar, zâlim padişahın saltanatı çabuk biter. Bunun için kendi güç ve kuvvetimi kaybetmemek için bir elimde adalet nurunu diğer elimde merhamet meşalesini sakladım. Seherde ikisi ile hayat yolumu aydınlattım. Kendime adaletli ve merhametli vezirler tâyin ettim. Vezirlerime, şayet bir kimseye adil davranmamışsam ânında beni ikâz etmelerini, bu davranışımı durdurmalarını emrettim. Vezirlerimin de kimsenin malına göz dikmemelerini söyledim. Allah, kullarından birine saltanatı layık görmüşse ona lütf etmiştir. Yaratıcının böyle bir lutfuna mazhar olmuş hükamdar da adil ve merhametli olmak zorundadır. Hükümdar böyle haraket ederse onun memleketinin güneşi yükselir ve batmaz. Ben bu prensiplere tahta geçtiğim andan itibaren adalet ve insaf ile tam uydum ve muvaffak oldum.”
Clinton’un Osmanlı hayranlığı 19.11.99
Başbakanlık Osmanlı arşivlerinde çalışan bir arkadaşa, “Araştırma için en çok gelenler kimler?” diye sorduğumda, “ Amerikalılar” demişti. Amerika’nın Osmanlı arşivlerine çok önem verdiğini bildirdikten sonra şöyle bir olay anlatmıştı: Arşive bir devlet büyüğü gelmişti. Konuşmasında, Osmanlının cahilliğinden, ilimden uzaklığından ... bahsetti. Çok üzülmemize rağmen bizler memur olduğumuz için bir şey söyleyemedik. Fakat konuşmayı dinleyen bir Amerikalı araştırmacının tepkisi sert oldu. “Teessüf ederim. Osmanlı hakkında böyle konuşamazsınız. Biz Osmanlıdan çok şeyler öğrendik. Öğrenmeye de devam ediyoruz.” dedi. Gerçekten, Amerikalı Osmanlıyı çok yakın takibe aldı. Kendisi gibi zamanının bir süper devleti olan Osmanlının, bu kadar çeşitli, dillerdeki, dinlerdeki milletleri altı asır nasıl bir arada tutabilmişti. Bunu çözmeğe çalıştı. Bu çalışma esnasında çok şey öğrendi. Bunu ifade de ettiler. Eski başkan Bush rahmetli Turgut Özal’a, “ Devlet idaresinde Osmanlıdan çok istifade ediyoruz” demişti. Clinton da Osmanlıya hayran bir başkan. Son zamanlarda Osmanlıyı dilinden düşürmemesi bununla ilgili konuşmaları rastgele söylenmiş sözler değil. TBMM’deki konuşmasında da, Osmanlı hayranlığını, “ Tarihinizle gurur duymalısınız!” sözleri ile vurguladı. Amerikalının dikkatini çeken ve kendilerine örnek aldıkları hususlar nelerdi? Kısaca bundan bahsedeyim: Osmanlı milliyet ayırımı, din ayrımı yapmadı. Hıristiyan Ortodoks mezhebinin ve Ermeni patrikliğinin merkezi Osmanlı topraklarındaydı. Mûsevîliğin doğuş yeri ve merkezi Osmanlı toprağı idi. Her din mensubu , kendi din ve dillerinde mabet, okul açıp, ibadetlerini yapabilme hürriyetine sahipti. Gayri Müslimler bazı suçların dışında, kendi kilise ve havralarında kendi davalarına bakarlardı. Netice olarak, Osmanlı Devleti; kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk kurmakla, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezada müsaade etmemekle, dünya tarihinde milletler arası en kudretli bir siyasî varlık teşkil etti. Geniş insan toplulukları nezdinde sosyal adâleti kurmakla dünya târihinde bir ilki gerçekleştirmişti. Devletin hikmet-i vücûdu; insânî esaslara bağlı bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Endonezya’dan İspanya’ya, Kırım’dan Yemen’e kadar Müslüman milletlerin hâmiliğini yapan Osmanlılar, daimâ mazlûmların yanlarında yer almışlar, fethettikleri yerlere, hizmetin en üstününü götürmüşlerdir. Büyüklüğü, bütün hasletleri ile üzerinde taşıyan Türk ordusunun fethettiği bir hıristiyan köyünde, aynı gün aç ve açıkta olan kalmaz, kimsesi olmayan dul kadına o gün aş çıkar, giyecek ve barınak temin edilirdi. Bazan o ülkeye yapılan masraf, alınan vergiden çok bile olurdu. Bu sebeple, hıristiyan âlemi, Osmanlıyı daima kurtarıcı olarak karşılamıştır. İşte Osmanlının devlet anlayışı böyleydi... Dikkat edilecek olursa, maksat farklı da olsa Amerika’nın yapmak istediği de bu. Dünya hamiliği... Nerede bir karışıklık, savaş varsa ABD orada. Huzuru sağlama peşinde... Bunu sağlamada aldıkları örnek, geçmişin süper devleti Osmanlı... Bu maksatlarla doğrudan veya dolaylı yoldan milletlere yeni roller verme, yeni elbiseler giydirme gayretinde. AGİT zirvesinin Türkiye’de toplanması, Clinton’un ziyarete çok önem vermesi, Türkiye’yi gündeminden düşürmemesi, hep bu yeni elbise giydirme çalışmasının uzantılarıdır. Bunda da kararlı görünüyorlar. ABD yeni bir dünya düzeni peşinde. Bu yeni dünya düzeninde, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya'nın kontrolünü Türkiye’ye vermek istiyor. Türkiye’yi bölgenin alt süper gücü yapmak istiyor. Türkiye değiştirilmeden, kendisine biçilen yeni elbise giydirilmeden,Yeni Dünya Düzeni’nin kurulamayacağını ifade ediyor. Hem komşuları, hem eski azınlıklarıyla arası iyi, tüketimi yüksek, güçlü bir devlet olarak görmek istiyor Türkiye’yi... Kısacası, Çetin Altan’ın ifadesiyle, “ Eski bir Osmanlı sentezinin, 21.Yüzyıl çağdaşlığına bayraktarlık eden, Cumhuriyet'e de dönüşmüş modern bir portresi.." İşte Clinton’un Türkiye için biçtiği yeni elbise .
.Fransız kadının anlattıkları 22.10.99
Geçenlerde Bursa’dan dönerken, Deniz Otobüsünde yanımda 8-10 yaşlarında bir çocuk, onun yanında da, annesi olduğunu öğrendiğim bir bayan oturdu. Hareketten sonra, isminin Fatih olduğunu öğrendiğim çocukla biraz sohbet ettik. Bir ara çocuğa; derslerine iyi çalışıyorsun, anneni babanı da üzmüyorsun değil mi? dedim. Çocuk, sen cevap ver, dercesine annesine baktı. Annesi, amcası, benim oğlum çok zekidir her sene takdir getirir, çok da terbiyelidir, bizleri hiç üzmez, dedi. Maşaallah, çok güzel, inşaallah böyle devam eder, dedim ben de. Fakat bir şey dikkatimi çekti bu konuşma esnasında. Kadının şivesi düzgün değildi. Türk asıllı olmadığı hemen anlaşılıyordu. Merak edip sordum: - Türk değilsiniz herhalde? - Evet, Fransız asıllıyım. Fakat, İstanbul’da oturuyoruz. Kocam tekstilcidir. Evlenmeden önce, ihracat bağlantısı için sık sık Fransa’ya geliyordu. Kendisi ile Fransa’da tanıştım. Daha sonra da evlenerek İstanbul’a geldim. Sonra çantasından karvizitini çıkartıp takdim etti.Teşekkür edip kartını aldım. İşyerinin nerede olduğu merak edip karta baktım. Fakat gözüm başka şeye takıldı. Kadının ismi Müslüman ismi değildi, hıristiyan ismiydi. Kadın, ismine takıldığımı anladı. Ben sormadan o söze başladı: - Herhalde ismime takıldınız? - Evet, Müslümanla evlisiniz, çocuğunuz ismi Müslüman ismi, fakat!.. - Şaşırmakta haklısınız. Ancak benim bildiğim dinler, insanları kemale getirmek, olgunlaştırmak içindir. Ben karşımdakileri benden daha olgun olarak görürsem, o zaman din değiştirmeyi düşünürüm. Ben şu halimle bakıyorum, tanıdığım Müslümanlardan daha mükemmelim, daha ahlâklıyım, kendime göre dinimin emirlerini yerine getiriyorum. İstersiniz en yakın kimse olarak kocamı misal göstereyim: Kocamın hiç namaz kıldığını görmedim. Oruç da tutmaz.Dürüstlük nedir, hiç bilmez. Ticarette, para gelsin de nereden gelirse gelsin, anlayışında. Başkalarının hakkı geçermiş, onlar zarara uğrarmış umurunda değil. Düzgün bir aile hayatı da yok. Her akşam şurada burada... Bir müddet sustuktan sonra son sözünü söyledi: “ Ben böyle bir kimseyi kendime nasıl örnek alıp da dinimi değiştiririm. Bu mudur dininizin bildirdiği mükemmel insan?” Sonra çantasını karıştırmaya başladı. “ İşte buldum” diyerek bir gazete kupürü çıkardı. Bana uzatıp, “ Buyurun, bu da başka bir örnek, bir islâm devletinin başı bu!...” Baktım gazetede ki haberin başlığı şöyleydi: “ Suudi Arabistan kralının, İspanya’daki yazlık villlalasındaki günlük mutfak masrafı 85 milyar” Haberi okuyup kendisine geri verirken, sözlerine devam etti: “Kendi ülkesinde ve diğer Müslüman ülkelerde dindaşları açlıktan kırılırken, bu nasıl yapılır? Kendisine dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım: Arabistan’ın islam devleti ile, Suud ailesinin yaptıklarının da dinle alakasının olmadığını; bunların İngilizlerin ve ABD’nin bir kuklası olduğunu, bir dini mensuplarından değil de, kaynağından, kitaplardan öğrenmenin şart olduğunu, şahıslara takılıp kalınırsa, gerçeğe varılamayacağını; hıristiyanların da Hz. İsa’nın gösterdiği yolda olmadıklarını; her türlü zulmü geçmişte ve zamanımızda acımasızca yaptıklarını... anlatmaya çalıştım. Kendisine kitap verdim. Ama insanlar gördüklerine bakıyor, gördükleri ile hüküm veriyorlar... Okuyan çok az... Bunun içindir ki, “lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entakdır” demişlerdir. Hâl ile hareket ile yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. 1960'lı yıllarda kapılarını Türklere açan Avrupa'da, bugün 3.5 milyona yakın Türk yaşamaktadır. Eğer bu insanlar, dinimizi iyi bilen, dinimizin güzel ahlâkı ile ahlâklanan, yaşayışıyla, çalışmasıyla, kısacası her haliyle dört dörtlük Müslüman olsalardı, inanın bugün Avrupa'nın çehresi değişirdi. İslâmiyet, bütün dünyaya örnek insanlar vasıtasıyla yayıldı. Bizans’ın en ucra köyünde bile İslamiyeti gerçek manada temsil eden bir “alperen” bulunurdu. Osmanlılar bir yeri alınca, kimseyi Müslüman olmaya zorlamazlar, Anadolu'dan oralara Müslüman aileler yerleştirirlerdi. Bu örnek insanların vasıtasıyla, yerli halk İslâmiyeti, İslâmın güzel ahlâkını, adâletini tanır, kısa zamanda Müslüman olurlardı. Bosna'nın, Arnavutluk'un, kısacası Balkanlar'daki yerli halkın Müslüman olmaları hep böyle olmuştur. Bugün, insanlar islâmiyetten uzaklaşıyorsa, eskisi gibi İslâmiyet yayılmıyorsa, bunda fert fert hepimizin vebali olduğunu unutmayalım!.. Suçu başka yerde aramayalım!..
Bari bu treni kaçırmayalım! 23.10.99
Eskiden uzak yerlere ulaşım genelde tren ile yapılırdı. Trenler de haftada bir, bazısı da ayda bir kalkardı. O treni kaçırdın mı artık bir ay beklemek zorundaydın. Bundan dolayı, önemli fırsatları kaçırma karşılığı olarak, dilimize“ treni kaçırma” deyimi yerleşti. Treni sadece fert olarak insanlar kaçırmaz; toplum olarak, millet olarak da kaçırılır. Tren fert olarak kaçırıldığında sıkıntısını sadece o kimse çeker. Toplum olarak tren kaçırılırsa, işte o zaman sıkıntısını yediden yetmişe herkes çeker. Toplum olarak kaçırılan trenin arkasından bir hafta sonra, bir ay sonra ikincisi gelmez. Bunun gelmesi çoğu zaman asırlar sonra olur. Bunun için toplum olarak treni kaçırmamak lazım. Biz toplum olarak hâlâ kaçırdığımız trenlerin sıkıntısını çekiyoruz. Ne kadar çekeceğimiz de belli değil. Asırlar sonra bir gelen bu tren, bugün gelmiş ve hareket etmek üzeredir. Eğer bu trende yerimizi almazsak, ezilmeyi, sürünmeyi şimdiden göze almak zorundayız. Şimdi, geçmişte kaçırdığımız bir tren hikayesini anlatayım. Osmanlı İmparatorluğu, 16. yüzyılda zirvedeydi. Böyle çok iyi bir durumda olduğumuz bir devrede, Avrupa çok zor durumdaydı. Çünkü, Avrupa, nüfusunu besleyemeyecek bir tarıma sahipti. O günkü ekonomi, esas itibariyle tarıma ve ticarete dayalıydı. Tarım üretiyor, ticaret o üretilen malları dağıtıyordu. Tabii ki, nüfus baskısı bir noktada büyük sıkıntılar getirdi. Osmanlı İmparatorluğu da genişleyerek, yeni yerleri fethederek, ganimet alarak, vergi toplayarak, ekonomik alanda Avrupa’yı çepe çevre kuşattı. Şartlar Avrupa’yı artık zorlamaya başlamıştı. Bir çıkış yolu aramaya mecbur etti. Zaten bütün buluşlar, bir zorlama, çaresizlik sebebiyle olmuştur. Bu arayışlarla Amerika keşfedildi, 15. Asırda, 16. Asır ve 17. Asrın başlarına doğru Amerika’dan, özellikle Güney Amerika’dan büyük bir servet akımı Avrupa’ya akmaya başladı. Altın, gümüş ve birçok kıymetli taşlar geliyor; hak hukuk tanımadan kaçırılan bu maddelerle Avrupa zenginleşiyordu. Bu zenginlik, fiyatların yükselmesine sebep oldu. Osmanlı ülkesinden de mal kaçmaya başladı. Çünkü, mal daima, nerede daha iyi fiyat bulursa, oraya gider. Sadece bununla kalmadılar. Hindistan, Uzakdoğu, Avustralya’da da koloniler kurdular. Avrupa’da bütün bu işler yapılırken, gelişmelere ayak uyduramadığı, yeni politikalar üretemediği için, Osmanlı’da16. Yüzyılın ortasından sonra bir duraklama, arkasından da yavaş da olsa, aşağıya doğru bir iniş başladı. Özellikle 1700’lü yılların ortasında Batı, sanayi devrimi ile enerjiyi kullanarak kol gücünün bin, on bin ve hatta yüz bin mislini alırken, Osmanlı bu sanayi devrimini kaçırdı. Tren kaçınca, 1750’lerde enerjinin, ilk önce kömür, buhar enerjisinin kullanılmasıyla başlayan bir mekanizasyon devrini atladık. Sanayi devrimi tabiatıyla Avrupa’yı değiştirdi. İleriye götürdü. Bizde, ise bu devir Osmanlı’nın gerilemesinin hızlandığı bir devredir. Ekonomik olarak o yarışa giremedik. Aynı şeyleri yapamadık, aynı şekilde gelişmemizi sürdüremedik.. Avrupa’nın artan zenginliği bize menfi tesir etti. Ekonomimizi sıkıntıya soktu. Sonunda Osmanlıyı çökertti. Şu bir gerçektir ki, genelde bütün devletlerin çöküşü ekonomik zayıflıktır. Güçlü her zaman ayaktadır. Her engeli aşabilir. İşte, asırlar sonra gelen tren tekrar önümüzdedir. Eğer çağın şartlarına uygun hareket eder, gelişmelere, değişimlere ayak uydurabilirsek, treni yakalayabiliriz... 21. asır ileri teknoloji ve bilgi çağıdır. 80’li yıllarda başlayan teknoloji ihtilali, başta elektronik ve biyoteknoloji olmak üzere bilimde sağlanan baş döndürücü gelişmeler, insanoğlunun beyin gücünü çok daha iyi kullanmasını sağlayarak önüne inanılmaz imkanlar açmaktadır. Gelmesine, birkaç ay kalan asır, ferdin asrıdır, bilgi asrıdır. Çok kimsenin ifade ettiği gibi, bu asırda fertlerin kitleler halinde değil, daha çok ufak gruplar ve tek tek çalıştıkları bilgisayar, telekomünikasyon, nakliye, inşaat, turizm gibi ekonomik faaliyetlerden oluşan hizmet sektörü, toplam işgücünün yüzde sekseninden fazlasını istihdam edecektir. Mutlaka idrak etmemiz gereken husus, 21. Yüzyılı şekillendirecek olan hizmet sektörünün daha kabiliyetli, daha bilgili insana ihtiyaç gösterdiğidir. Değişim, ferdin bizzat kendisinden başlayacaktır. İleri ülkeler arasına girebilen milletler, bu değişimi gerçekleştirebilen, insanını 21. Yüzyılın gerekleri doğrultusunda eğitebilen milletler olacaktır. Türkiye’nin bundan böyle hedefi, binlerce kişinin çalıştığı devasa tesisler değil, bilgi çağının arkasında kalmayacak insan yetiştirmek olmalıdır. Bu da yetmez, hem sosyal, hem de siyasi hayatta , gelişim, değişim şarttır. Çünkü bütün bu gelişmeler için huzurlu ortam gerekir. Kim ne yaparsa yapsın, ben bildiğimden vaz geçmem dersek, bu defa da treni kaçırırsak, Osmanlı’nın durumuna düşmemiz kaçınılmaz olur.
.
Musa Carullah Bigiyev 8.10. Bugünlerde ölümünün 50.yılı dolayısıyla Musa Carullah Bigiyev, Türkiye’de ve Tataristan’da anılıyor; tanıtım için sempozyumlar düzenleniyor. Bu münasebetle; bu zat kimdir, fikirleri nelerdir, neler yapmıştır? bunun üzerinde durmak istiyorum. İsterseniz konuyu biraz geriden alayım: Batı Devletleri özellikle de İngiltere, dünya hakimiyetini elde edebilmek için, bütün hesaplarını Osmanlı’yı yıkma üzerine yapmıştı... Osmanlı’nın özünün de, İslâmiyet olduğu gerçeğini bildiklerinden, bütün güçlerini İslamiyeti bozmaya yönelttiler... İslamiyeti güç kullanarak yıkmalarının mümkün olmadığını birçok acı tecrübeden sonra anlayınca içeriden yıkma planları yaptılar. İslamiyeti içeriden bozmak için de din adamlarının elde edilmesi gerekiyordu. Bu iş için de daha rahat hareket edebildikleri Mısır’daki El-Ezher’i seçtiler. Burada yetiştirdikleri adamları vasıtasıyla bütün Müslüman ülkelere Osmanlı düşmanlığını aşıladılar. Osmanlı düşmanlığı adı altında da tabii ki din düşmanlığını yaydılar. Osmanlı düşmanlığını sadece Arap ülkelerinde yaymakla kalmadılar. Türkistanda; Tataristan, Kazakistan, Kırgızistan,Özbekistan ve Türkmenistan gibi Türk devletlerinde de bu faaliyete devam ettiler. Buralarda açıkca Osmanlı düşmanlığı yapamadılarsa da, dolaylı yoldan bunu yaptılar. Mesela hep şunu tekrarladılar, “Osmanlı ictihad kapısını kapatarak İslamiyete büyük zarar vermiştir.” İctihaddan maksadları da, dinde reform yaparak dini değiştirmek, yani yok etmek... Bu işte kullandıkları adamlardan biri de, ne yazık ki, tanıtımı yapılan Musa Carullah Bigiyev’dir. Musa Carullah Bigiyev (1875-1949), tahsiline Kazan Külbuyu medresesinde başladı. Daha sonra, tahsilini Mısır’da yapması tavsiye edildiği için reformist üretim merkezi olan Mısır’a gitti. Tanınmış reformculardan ders aldı. Tahsilini tamamladıktan sonra birçok ülkeyi gezdi. Türkistan’da ceditçiler yani yenilikçiler hareketini başlattı. Reformcu gazete ve dergilerin yayın heyetinde görev aldı. İslamiyete ters düşen fikirlerinden dolayı islâm alimleri tarafından şiddetli tenkit görerek red edildi. Reformculuğu sadece Müslüman ilim adamları tarafından değil yabancı yazarlar tarafından da dile getirilmiştir. Batı’da “İslamın Luther’i” olarak tanınmıştır. Meselâ, A.Bennigsen’in “L’isliam en union Sovietique “ kitabında şöyle bahsedilir Musa Carullah Bigiyev’den: “Mercanî ve talebesi Musa Carullah Bigiyev gibi yenilikçiler, Müslüman aleminin geri kalmışlığının sebebini dinde görüyorlardı. Bunun için dinde reform şart diyorlardı. Klâsık eğitim görmüş bütün islâm alimlerine hücüm ediyorlardı. Din adamlarını “ parazit sınıf” olarak görüyorlardı. Bu ve bunun gibi ithamlardan din adamları büyük yara almıştı. Bu yüzden de, İslâm alemi tarafından büyük tepki topluyorlardı. Kısa zamanda bu fikirler İslâm camiasının dışına itildi. Buna rağmen, Modern Liberal “Cedîd”lerin sayıları bazı bölgelerde hızla arttı. Cedîdler ilerici genç burjuvalardı. Reform için çarpışmaya hazırdılar. Bunlara karşı duran gruplar ise “Kadîmciler” adını taşıyor ve muhafazakâr tavırlarını korumaya çalışıyorlardı. 1905’te Cedîd’ler sahneyi tamamen doldurmuşlardı. Kadîmciler ise, bir grup Kazanlı Türk aydını tarafından destekleniyor, daha fazla kırsal alanda ilgi görüyorlardı. Bunların yüzünden, Rusya Müslüman topraklarının hiç biri, Kazan ülkesi kadar dinî kargaşalığa şahid olmamıştır. Aslında, Kazak steplerinde dinî reform diye bir konu kesinlikle yoktu... Müslüman Kazaklar, cedlerinin yolunda yürümekten mutluluk duyuyorlardı. Türkistan Cedîd’leri ise, ne yaptılarsa ülkeyi yerinden oynatamadılar. Çünkü Müslümanlar her zaman güçlüydü. Türkistan, Komünizm İhtilâline kadar kadimcilerin kalesi olarak kaldı. Kuzey Kafkasya’da ve Dağıstan’da durum aynı oldu. Türkiye’de ise din, uzun zamandan beri reformcuların hücumlarına uğruyordu. Fakat, asırlardır devam eden sağlam yapıyı bozamıyorlardı.” Bu kitabın dipnotunda da şöyle bir ifadeye yer veriliyor: Bigiyev, Cüretli bir din adamı olarak tanındı. Dini değiştirmeye yönelik reformcu hareketleri Türk Devletlerinde ve Türkiye’de şiddetli tartışmalara yol açı. Bilgiyev, 1917’den sonra yani komünizm ihtilalinden sonra da Rusyada kalmayı tercih ederek, İslâm ile komünizmin arasını bulmaya çalıştı. Marksizme hiç çatmadı. 1930’da ümitlerini tamamen kaybetti.” Kurtuluş savaşı sıralarında, Moskova’ya görevli giden bir diplomatımızın hatıralarından da bir alıntı yaparak yazımı bitirmek istiyorum: “ Musa Carullah, tuhaf bir adamdı; asabi, hisslerine tâbi, ileriyi göremeyen biriydi. Bir kitap yazmıştı; müsvettelerini bana verip, Ankara’da bastırmamı ve kendisine görev verilmesini istedi. Zamanın Adliye vekili Abdullah Azmi Bey’e dileğini ilettim. Kitabın basılmasına razı olmadığı gibi bana şu cevabı verdi: Musa Carullah, içtihat kapısı açmak, dini değiştirmek isteyen, dinle ilgisi olmayan biridir. Böylelerini burada hizmete alamayız!” Şimdi sormak lazım: Memleketimizde tanınmayan, bilinmeyen sicili bu kadar kabarık bir kimseyi elli yıl sonra reklâm etmenin kime ne faydası var?
Başka söze ne hacet! 9.10. Dün, ölümünün 50.yılı dolayısıyla anılan,
Reformcu Musa Carullah Bigiyev’in Osmanlı düşmanlığından bahsetmiştim. Bugün bu konuyu biraz açmak istiyorum. İşin garibi, Osmanlı’nın 700. Yılını kutlayanların aynı zamanda Bigiyev’in ölüm yıldönümünde ona övgüler yağdırmaları. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demekten insan kendini alamıyor. Bigiyev ve benzerleri Osmanlıya niçin düşmandı? Şunun için düşmandı: Osmanlı İslamın gerçek temsilcisi idi. Bozulmamış, deforme olmamış islam sadece Osmanlıda kalmıştı. Osmanlı alimleri, reformlara, bid’atlere kapılarını sıkı sıkıya kapatmıştı. Peygamberimiz ve Eshabının yaşadığı islamı esas almıştı. Bunun için de, İmam-ı azam Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmamı Ahmed İbni Hanbel, Abdülkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Şeyh Edebali gibi Peygamberimizin ilimde gerçek varisi olan alimleri kendilerine rehber edinmişlerdi. Medreselerde bu bozulmamış inanç veriliyordu. İşte, Bigiyev ve diğer reformcuların düşmanlığı burada başlıyor. Çünkü Osmanlılar işi sağlam tutunca, bunlar maksatları doğrultusunda dini bozamadılar. Bunun için de karalama kapmanyası başlattılar. Bigiyev diyor ki: “Osmanlı Devleti, medrese tahsili ile işe başladı. Medreselerde kelam, fıkh... gibi ilmler okutuldu. İctihad kapısı kapatıldı. Bundan da maksatları, Müslimanları sömürmek, rahat yaşamaktır. Bu hocalar, fikren ve ahlaken cahil oldukları halde, din alimi kılığındadırlar. Şimdi medreselerde islamiyetten birşey kalmadı” Halbuki, bu sözleri söylediği zaman, dünyanın hangi yerinde Müslimanlık kalmış ise, onun beğenmediği medreselerde kalmış idi. Vaktiyle Molla Fenariler, Molla Hüsrevler, Ebussu’udlar, İbni Kemaller, Gelenbeviler bu medreselerde yetişmişti. Bakın Bigiyev’e göre Osmanlılar daha ne suçlar (!) işlemişler: “İslâmiyet, kelâm ilimleri cereyanları ile kirletildi ve tahrif edildi. Manası boş, beyhude nazariyelerden bahseden, bunun üzerine bütün ilimleri inkâr eden kelâm kitapları islâm memleketlerinin her tarafında yayıldı. Mezheplerin sınırlandırılmasnı inkâr ederim. İslâmın aklı, mademki tutkundur terakkiye imkân yoktur. Aklı olan dini eseratten kurtulmalı, akıl en büyük ilahi hüccettir. Mutlaktır, hududun biriyle mahdut değildir. Dört mezhebin hududunu kırmalı, aklın hürriyetini temin etmeli. Osmanlılar böyle yanlış, fena ve sabit kaidelere bağlı kaldılar. Medereseleri çekirge hücumu gibi istilâ etmiş fıkıh, kelâm; mantık; usul, tefsir, nahv ,sarf ve hikmet kitaplarına dair yazılmış haşiyeleri, şerhleri görünüz de söyleyiniz, o kitaplarda akıldan, fikirden; İslâmiyetten bir eser var mı?” İslamiyette, kelam ve fıkıh en önemli ilimlerdir. Biri nasıl inanılacağını diğeri de islamiyetin nasıl yaşanılacağını gösterir. Bu iki ilim atılırsa geriye ne kalır. Zaten bütün mesele de burada. Bu ilimler olmayınca, herkes eline bir meal alacak nasıl anladıysa öyle ibadet yapacak. Veyahut da, Bigiyev gibi reformcular nasıl bildirdiyse ona göre hareket edecek. Dolayısıyla din diye ortada bir şey kalmayacak. Bütün istedikleri zaten bu. Aslında Reforcular dine de inanmamakta; dini sadece dünyada insanları terbiye eden ahlâkî bir sistem olarak görmekteler. Bu düşüncelerini bakınız şu ifadelerinde nasıl sinsice yerleştirmişler: “İyi ahlâk ve faziletler gibi iç yaşayışlar ekseriya manevî olmak itibarıyla bu yolda hiçbir fiilî müeyyide, manevî bir nüfuz derecesinde tesiri haiz olamıyacağı gibi manevî nüfuzlar içinde de dinin kuvvet derecesine yetişebilecek hiçbir şey yoktur.” Demek ki, bu reformcular dinin aslî olduğuna hakiki bir itikat ile inanmadıkları halde insanların ahlâkını muhafaza ve dünyalarını geliştirmek için dine ihtiyaç bulunduğuna yani cemiyetin faydalı ve emin bir ferdi olabilmek üzere insana katiyen din lâzım olduğuna kaildirler ki, bunun manası dine dünya için lâzım olması hasebiyle inanmak demektir. Reformcular hakkında şüphe uyandıran önemli bir sebep bunların insan ahlâkını korumak için din kadar emniyet ve itimat veren bir kuvvetlendirici müeyyide bulunamayacağını ve hattâ hiçbir milletin dinsiz yaşayamayacağını söyleyerek dine tam bir hararetle taraftar göründükleri halde eserlerinin gizli noktalarında kalemlerinden dökülen parolalı ifadelere göre, kendilerinin gizliden gizliye dine inanmamakta olmalarıdır. Bigiyev’in gerçek yüzünü, 1917’de Moskova’da toplanan, Reform hareketlerinin tartışıldığı Rusya Müslümanları Kurultayında divan üyesi sıfatıyla yaptığı konuşma açık şekilde ortaya koyar. Keşke yerim müsait olsa da bu 500 sayfalık tartışmaların ve alınan kararların tutanaklarını ibret alemi için verebilsem. Konuşmalardan sadece bir pragraf almakta yetineceğim. Zaten herşeyi, gerçek niyetlerini ortaya koyuyor bu paragraf. “ Efendiler, unutmayınız ki, Kur’anın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım...” ( Rusya’da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları- Kültür Bakanlığı yayınları sh.394) Bilmem başka söze ihtiyaç kaldı mı? Herhalde reformcuların gerçek niyetleri anlaşıldı.
Hamur ve maya sağlam olunca... 17.9. Deprem sebebiyle bu sene buruk geçen, Ertuğrul Gazi’nin 718. Anma Günü dolayısıyla Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel anlamlı bir mesaj yayınladı. Bu mesajda, Ertuğrul Gazi’nin Osmanlı Devleti’nin kuruluşundaki yeri çok güzel ifade ediliyordu. Mesajda özet olarak şunlara yer verilmişti: “ Ertuğrul Gazi’nin tarihimizde önemli bir yeri vardır. Çünkü, Osmanlı Devleti, Ertuğrul Gazi’nin nasihatları ve vasiyetleri üzerine kuruldu. Bunlar rehber edinildi. Bu nasihatlar sayesinde Osmanlı Devleti, üç kıtaya dalga dalga yayılarak bir “Cihan İmparatorluğu” haline geldi. Altı asır, farklı inançlara, dillere ve kültürlere sahip insanlar adaletle idare edildi. ” Gerçekten de, Osmanlı’nın kuruluşunda ve büyümesinde Ertuğrul Gazi’nin ayrı bir önemi vardır; Devletin hamurunu teşkil eder. Bir ekmeğin kalitesi, lezzeti, herkes tarafından kabul görmesi hamurunun sağlam olmasına, iyi yoğrulmasına ve en önemlisi de, sağlam mayanın tam kıvamında konulmasına bağlıdır. Bu işi de ancak işinin ehli olan yapabilir. Çünkü, hamurun kıvamını ayarlayabilmek ve zamanı gelince mayalayabilmek hüner ister. Ertuğrul Gazi’yi hamura benzetirsek, bunu yoğuran ve onun nezdinde Devleti mayalayan da Edebali hazretleridir. Bunu da unutmayalım... Osmanlıyı altı asır aşkla şevkle koşturan, Edebali hazretlerinin bu mayasıdır. Osmanlı’yı Osmanlı yapan işte bu manevi mayadır. Böyle mayalanmamış devletler saman alevi gibi parlayıp kısa zamanda sönüp gitmişlerdir. Osmanlı tarihini yazmış olan yerli ve yabancı bütün müellifler, daha ziyade görünen sebepler ve olaylar üzerinde dururlar. Ancak bu sebepler ve hadiselerle beraber, bir de iç dünyası vardır ki, bunun asıl özü ve mayası, ilk kuruluş yıllarında çok daha net olarak görülür. Osmanlı Devletinin görünürdeki mimarı Ertuğrul Gazi ise de, manevi mimarı Edebali hazretleridir. Çünkü, Anadolunun haline bakıp üzülüyordu Edebali hazretleri... İslam sancağını Anadolu’nun tamamında, hatta Batı’da dalgalandırmak için çırpınıyordu. Bu gayesini gerçekleştirebilmek yolunda bütün Anadolu beyliklerini hassas bir değerlendirmeye tabi tutmuştu. Nihayet, henüz dörtyüz atlı kadar bir kuvvete sahip olup “uç beyliği” yapmakta olan ve hiç kimsenin, ilerisi hakkında parlak şeyler düşünmediği Osmanlı Beyliği’ni tahlil eden Edebali Hazretleri, bu küçük beylikte aradığı ulvî cevheri bulmuştu. Gerek Osmanlı Beyliği’nin mevcud coğrafî durumu, gerekse fertlerindeki İslâma hizmet heyecan ve aşkı ile dolu bir anlayışı, Edebali hazretleri için mükemmel bir zemindi. Bunun için bütün efradı ile birlikte Osmanlı mülküne yerleşti ve bütün gayret ve himmetini bu beyliğin madden ve manen büyüyüp gelişmesi için sarf etmeye başladı. Öncelikle Bilecik’te bir zaviye kurarak halkı ve özellikle önce Ertuğrul Gazi, sonra Osman Gazi olmak üzere beyliğin idarecilerini irşad seferberliğine girişti. Devletin kuruluşunda bu manevi destek o kadar açıkdı ki, Osman Gazi daha doğmadan evvel, yapacağı büyük işler, babası Ertuğrul Gazi’ye manen bildirilmişti. Nitekim babalarının işaretleri ve kendisine lutfedilen yüksek kabiliyet ve idaredeki dirayetinden dolayı, babasının vefatını müteakib en küçük evlad olmasına rağmen, O’nu ittifakla aşiretin reisi olarak tanıdılar. Manevi desteği yakınen hisseden ve gören Ertuğrul Gazi, hayatı boyunca hocası ve rehberi Edebali hazretlerini kendine rehber edinmiş, O’nun manevi terbiyesi ile kemâl sahibi bir aşiret reisi olmuştu. Bu sebeple, oğlunun da O’nun terbiyesi altında yetişmesini çok arzu ediyordu. Bunun için, Allah dostlarına ihtimam hususunda, oğlu Osman Gazi’ye ve O’nun şahsında gelecek bütün padişahların ruhlarına yön verecek olan şu kıymetli vasıyette bulunmuştur: “Bak Oğul! Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme! O, bizim aşiretimizin maneviyat güneşidir. Terazisi dirhem şaşmaz! Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur! Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasıyetim say!..” Babasının bu vasiyeti üzerine Osman Gazi de üstadı ve kayın pederi olan Edebali hazretlerini sık sık ziyaret ediyor, tavsiyelerini ve duâsını alıyordu. Edebali Hazretleri de çok hareketli bir genç olan Osman Gazi’yi terbiye ve tasarrufu altına almış, O’na mârifetullâhın yani, Allahı tanıyabilmenin zevkini tattırmış, O’nu; güzel ahlâk, ağırbaşlılık ve olgunluğa kavuşturmuştur. Böylece O’nu cihan-şümûl bir devletin başkanlığına hazırlamıştır. Edebali hazretleri, aynı zamanda ilk Osmanlı kadısı ve müftüsü olmuştur. Yıllarca halkına huzur ve feyiz saçarak uzun bir ömür sürmüş, yüzyirmi yaşında iken, 1326’da vefat etmiştir. Manevi mimarlığını yaptığı Osmanlı Devleti ise, altı asır ömür sürdü..
. Hz.Edebali’nin eskimeyen sözleri 18.9. 99
Dün, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunuda, Edebali hazretlerinin, Ertuğrul Gazi’ye verdiği maddi ve manevi destekten bahsetmiştim. Bu destek, Ertuğrul Gazi’den sonra, oğlu Osman Gazi’de de devam etti. O’na her vesile ile nasihat etti. O’nun şahsında, bugünkü devlet adamlarını, idarecilerimizi ve hepimizi yönlendirecek, hiç eskimeyen bu önemli tavsiyelerinden bir kısmını sunmak istiyorum bugün sizlere: Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül almak sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana... Kötü göz, haksız yorum bize; bağışlama sana... Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana... Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı... Allahü teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalb versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve duâlarla bize va’d edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz. Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın.. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârlarında savrulur gidersin... Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlup eder. Bunun için daima sabırlı, sebatkâr ve iradene sahip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile boğazında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanı içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. Oğul! Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazilet ve adâletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir... Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idare edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sadece idare edene âittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idaresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar... İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca lâflamaya başlar, lâf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflâh etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir... Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı... Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele, kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinâyettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!.. Yalnızlık, korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da... Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın!... (Kaynak: Abide Şahsiyetleri ve Müeseseleriyle Osmanlı) Gençler nasıl Satanist oldular? 24.9. Geçenlerde, sabah işe gelince, Kadıköy’den bir Bey aradı: “ Sizinle bir konuyu görüşmek istiyorum” dedi. “ Buyurun!” deyince, “ Telefonla zor olur, mümkünse, sizi ziyaret edip, yüz yüze görüşmek istiyorum” dedi. “ Öğleden sonra bekliyorum” diyerek telefonu kapattım. Öğleden sonra geldi. Giyiminden, tavırlarından hali vakti hayli yerinde biri olduğu anlaşılıyordu. Kısa bir hal hatır sormasından sonra hemen konuya girdi: “Yıllar sonra bir oğlumuz oldu. Doğumundan itibaren üzerinde titremeye başladım. Maddi durumun da iyi olduğu için, oğlumdan hiç bir şeyi esirgemedim. İlk okul çağına gelince de en iyi okullarda okutmaya başladım. Lise son sınıftan itibaren son model arabayla okula gelip giderdi, kredi kartından istediği kadar harcama yapabiliyordu. Cep telefonu ile sınırsız konuşabiliyordu. Üniversiteden sonra, mesleğini ve dilini geliştirmek için, ABD’ye gönderdim. Hanımla bizim sevincimize artık diyecek yoktu. Komşular bizim durumumuza imreniyorlardı. Nasıl imrenmesinler, bu imkanlar kaç kişiye nasip oluyordu memleketimizde. Geçen ay tatil için geldi. İşte olanlar bundan sonra başladı. İkinci gün yemek yerken,” Size önemli bir şeyden bahsetmek istiyorum. Ben Müslümanlıktan çıkıp yehova şahidi oldum. Size de tavsiye ederim, bununla ilgili kitaplar getirdim,” demesin mi? İkimizin de başından kaynar sular döküldü. Ağzımdaki lokmayı yutamadım. Dona kaldık. Yarım saat kendimize gelemedik. Ne yaptıysak, ne anlattıysak boşuna. Size bunu sormaya geldim, nedir bu yehova şahitliği?” Mesele anlaşılmıştı. Fakat olan olmuş, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş... Kendisine” Önce şunu söyleyeyim size, oğlunuz zaten Müslüman değilmiş. Çünkü, islamiyeti bilen bir Müslümanın, din değiştirmesi, hele Hıristiyanlığın bile red edip “ sapık bir mezhep, inanç” kabul ettiği bir dine gitmesi mümkün değil. Bunun tarihte örneği yok.” Sonra sordum, “Bütün bu imkanların yanında, çocuğunuza mensubu olduğunuz dini hiç anlattınız mı? Bununla ilgili hiç kitap okuttunuz mu?” “Hayır, hatta lise son sınıftayken, bazı dini kitaplar getirmişti, derslerin aksamasın bunları, üniversiteyi bitirip bir mesleğin olunca okursun, tavsiyesinde bulunmuştum.” Diyanetin yayınladığı, “ Yehova Şahidliği” kitabını alıp okumasını, ikna edebilirse oğluna da okutmasını tavsiye ettim. Başka ne yapılabilir ki. Olan olmuş... Dün de, Ataköy’den arayan bir bayan okuyucumuz, feryat ediyor, “ Liseye giden iki kızım var. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ya satanist olurlarsa, diye uykularım kaçıyor. Bunları nasıl koruyabiliriz?” Bu iki feryatın da, çıkış sebebi ve kurtuluş çaresi aynı olduğu için beraber ele aldım. Aslında, çare belli, ilaç belli... Mesele bunları idrak edip kullanabilmekte.. Bir ağaç, hatta, saksıdaki bir çiçek bile kendiliğinden yetişmez; gübre ister, su ister, ilaç ister... İnsanın yetişmesi kolay mı? Çekilen sıkıntıların sebebi, insanın sadece madde olarak görülmesi ve mana tarafının ihmal edilmesidir. Denge bozulunca, felâketler birbirini izliyor... Bugün, her türlü imkâna, lükse rağmen gençlik bunalımda. Bunun en ibretli örneği, günün konusu olan, satanist inancına sahip gençlerin işledikleri cinayetler, intiharlardır... Bu olayların birçok sebebi varsa da, şu iki konuda toplamak mümkün: Birincisi, manevi boşluk. İkincisi, ihtiyaçsızlık. İnanma ihtiyacı, insanın yaratılışında mevcut. Bunu yok etmek veya bunun yerine başka bir şeyi koymak mümkün değil... Her türlü maddi imkânlarla donatılmış olmak, lüks içinde yüzmek bu boşluğu doldurmaz. Bilakis boşluğa iter. Eğer, çocuğa yaşı müsait olunca, Allah’a inanmanın lüzumu öğretilmezse, aksine bu, derslerini aksatacak, kafasını karıştıracak bir şeymiş gibi empoze edilirse; o da gider, ateist olur, şeytana tapar, Yehova şahidi olur veya başka din arayışına girer. Manevi boşluğu doldurmak için, önce içki, fuhuş, uyuşturucu hepsini denemeye kalkar. Sonra da, şeytana tapma, ölüye tecavüz, kedi kanı içme gibi hayvanların bile yapmayacağı, her türlü caniliği,vahşeti göze alır. Aslında bunlara hayvan demek bile, hayvanlara hakaret olur; Kur’an-ı kerimde böyleleri için “ Hayvandan daha aşağıdırlar” buyurulmaktadır. İhtiyaçsızlık da, azgınlığa, sapkınlığa sebep olur. Çünkü, her ihtiyaç, başka bir ihtiyacı doğurur. Bunun sonu gelmez. Çocuğa her ihtiyacını almak, ona iyilik değil, en büyük kötülük yapılmış olur. Kur'an-ı kerimde,“Gerçek şu ki, insan, ihtiyaçsız olunca, elbette azar!” buyuruluyor. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Çocuklarımıza karşı davranışlarımızı gözden geçirelim. Benim çocuğuma bir şey olmaz demeyelim. Ne ekilirse o biçilir; çavdar ekip buğday biçen görülmemiş!
.
.Osman Gazi’nin nasihatları ve vasiyeti 25.9. Geçen hafta, Edibali hazretlerinin, Osman Gazi’ye yaptığı, devletin mayasını teşkil eden nasihatlerini nakletmiştim. Sağ olsunlar, birçok okuyucum arayarak, takdirlerini, teşekkürlerini bildirdiler. Bu memnuniyetten cesaret alarak; bu gün de, Hocasından elde ettiklerinin ve kendi tecrübelerinin ışığında, Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı nasihatlarını ve ölüm döşeğindeki vasiyetini aktarmak istiyorum sizlere. Bu nasihatlar, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve imparatorluk haline gelmesinde temel taşı vazifesini görmüştür. Bunun için Osmanlı’da bu nasihatların ayrı bir önemi vardır. Bu nasihatlar, asırlardır devletin anayasası kabul edilmiş... Kimse bunlara aykırı iş yapmamaya azami dikkat göstermiştir. Başarının sırrı bu öğütlerde bilinmiş... Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı nasihat şu: “Oğul! Biricik vasiyetim şudur: Bilmediğini ehlinden sorup öğren! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbal ve yumuşaklık göster. Cahil, eğlenceye düşkün, Allahtan korkmayan, merhametsiz, tecrübe edilmemiş kimselere devlet işlerini verme! Zira, Yaradan’ından korkmayan bir kimse, yarattıklarından da çekinmez. Zulümden ve, hangisi olursa, olsun bid’atden, son derece uzak dur! Seni zulüm ve bid’ate teşvik edip sürükleyenleri, devletinden uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa sürüklemesinler. İhlasla, devlet hizmetinde ömrünü tüketen sadık devlet adamlarını daima gözet! Böyle kıymetli kimselerin vefatından sonra, aile efradını koru, ihtiyacı olanların da ihtiyaçlarını karşıla, tebeandan (halkından) hiç kimsenin malına mülküne dokunma! Hak sahiplerine haklarını ver, layık olanlara ihsan ve ikrâmlarda bulun ve ailelerini de gözet! Özellikle, devletin ruhu mesabesinde olan ve en büyük dayanağı bulunan askeri, güzelce idare edip, rahatlarını temin eyle! Devletin bedeninde, kuvvet mesabesinde olan hakiki alimleri ve fazilet sahiplerini, edip ve yazarları, sanat erbabını gözetip koru. Onlara hürmet, ikrâm ve ihsanda bulun. Bir ülkede, olgun bir alimin, bir arifin, bir velinin bulunduğunu duyarsan, uygun ve layık bir usul ve ifade ile onu memlekete getirt. Onlara her türlü imkanı tanıyarak ülkene yerleştir ki, saltanatın süresince alim ve arifler, bilginler, memleketinde çoğalsın. Din ve devlet işleri nizama oturup ilerlesin! Sakın, askerine ve zenginliğe mağrur olma! Hakiki alim ve ariflere, bilginlere hürmet edip, sarayında onlara yer ver. Benim halimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misali, hiç layık olmadığım halde buraya geldim ve Allahü teâlânın nice nice ihsanlarına ve inayetlerine kavuştum. Sen de benim uyduğum ve uyguladığım nizamı uygula. Muhammed aleyhisselamın dinini, bu yüce dinin mensuplarını ve itaat eden diğer tebeanı himaye eyle! Allahü teâlânın hakkını ve kullarının hakkını gözet. Bildirilmiş olan beytülmaldeki gelirin ile kanaat eyle! Devletin zaruri ihtiyaçları dışında sarfiyatta bulunmaktan son derece sakın! Senden sonra geleceklere de aynı nasihatlerde bulun ve iyice tenbih eyle! Oğul! Daima adalet ve insaf üzerine bulun. Zulme meydan verme. Herhangi bir işe başlıyacağın zaman, Allahü teâlânın yardımına sığın! Tebeanı, düşmanların ve zalimlerin saldırılarından koru. Haksız olarak hiç kimseye muamelede bulunma! Daima halkını hoşnud edecek şeyleri arayıp, yapılmasını sağla! Onların gönlünü kazanmağı, bunun devamını ve artmasını büyük nimet bil! Tebeanın sana olan güveninin sarsılmamasına son derece dikkat eyle. Benim hanedanımdan her kim doğru yoldan ve adaletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamber efendimizin şefaatinden mahrum kalsın!” * * Vefat edeceği zaman, oğlu Orhan Bey’e gönderdiği vasiyetnamesi de, İslâmiyete olan sevgi ve saygısını ve halkının rahat ve huzûrunu düşündüğünü ve insan haklarına olan gönülden bağlılığını açıkça bildirmektedir. Osman Gazi’nin bu vasiyeti de şöyle: “Allahü teâlânın emirlerine muhalif bir iş işlemiyesin! Bilmediğini din âlimlerinden sorup anlıyasın! İyice bilmeyince bir işe başlamıyasın! Sana itaat edenleri hoş tutasın! Askerine ihsanı eksik etmiyesin ki, insan ihsanın kulcağızıdır. Zalim olma! Âlemi adâletle şenlendir. Ve Allah için yaptığımız mücadeleyi terk etmeyerek beni şâd et! Alimlere riâyet eyle ki, din işleri nizam bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm, yumuşaklık göster! Askerine ve malına gurûr getirip, dinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız insanlara hizmettir. Yoksa, kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsanda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emanet ediyorum!
.Millet yasta onlar âlemde! 3.9. İlgisiz, tepkisiz, duygusuz, vurdumduymaz bir toplum olma yolundayız... Kendini bilmez belli bir kesim, “bana bir şey olmasın da isterse dünya yıkılsın” anlayışında. Memleketin başına büyük bir felaket gelmiş, binlerce kimse ölmüş, sanayinin yüzde otuzununun bulunduğu bölgede fabrikalar çalışamaz hale gelmiş, ekonomi krize girmiş... Bu kesimi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Sanki, onlar aynı gemide değiller, aynı memlekette yaşamıyorlar. Görmüşsünüzdür, bazı gazeteler sür manşetten verdi. Bazı sahil kesimlerinde depremin hemen ertesi günü eğlence yerleri tıklım tıklım doluydu. Fotoğraflara bakıyorsunuz; hepsi yarı çıplak, sarmaş dolaş, çoğu sarhoş; ayakta duracak halleri kalmamış. Yine sanat dünyasının tanınmış isimleri depren sonrası kokain âlemlerinde basılıyor; millet yasta onlar âlemde... Memleketin büyük bir bölümünde, millet sokakta, yağmur altında, çamur içinde perişan halde... Bunların umurunda değil. Sanki, hiçbir şey olmamış; memleket güllük gülistanlık içinde! Nerede kaldı tasada kıvançta birlik? Bir kesim de olanlardan ibret alacağına, yaşayışında, düşüncesinde hiçbir toparlanma yok. “ Ölen ölmüş kalan sağlar bizimdir” düşüncesinde. Hatta, bazıları daha da ileri gidip, haşa, Allah’a kafa tutuyor. Bu felaketi bize nasıl gönderirsin, diye. Velhasıl, insanlığımızı unutmuşuz; acayip bir haldeyiz toplum olarak. Halbuki Yüce Allah insanı en şerefli mahluk olarak yarattı. İnsan, bu şerefi muhafaza ettiği oranda insandır... Yüce Allah’a isyanla, ona kafa tutmakla nereye varılacak? Geçmişte bunları deneyenlerin başlarına gelenleri kitaplardan öğreniyoruz. Kur’an-ı kerimde bunların kıssaları anlatılıyor. Nice kavimler olanlardan ders almayıp isyana devam etmeleri sebebi ile yok edilmişler. Bir Allah dostunun asırlar önce sanki günümüz insanları için verilmiş bir nasihatını sunmak istiyorum sizlere bugün. İslam büyüklerinden İbrahim Edhem hazretlerine, birisi gelip nasihat ister. Bu mübarek zat şu nasihatta bulunur: Evladım, şu altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez: 1- Günah işleyeceğin, Yüce Allaha asi olacağın vakit, O’nun rızkını yeme! Rızkını yeyip de, O’na ısyan etmek, doğru olur mu? 2 -Yüce Allah’a isyan edeceğin zaman, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O’na isyan etmek, layık olur mu? 3 –O’na isyan edip günah işleyeceğin zaman, gördüğü yerde günah işleme! Görmediği bir yerde yap! O’nun mülkünde olup, rızkını yeyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir. 4- Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zira, ölüm ani gelir. 5 - Mezarda, iki melek, süal için geldikleri vakit, onları kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki, “Buna imkan yoktur”. Öyle ise, şimdiden onlara cevab hazırla!. 6- Kıyamet günü Allahü teâlâ “Günahı olanlar, bana asi olanlar, Cehenneme gitsin!” diye emir edince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, “Bu sözümü dinlemezler”. Öyleyse şimdiden günah işlememeye bak!.. Evladım! Cenab-ı Hakkın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok. İbadet yapmamızın, haramlardan kaçmamızın faydası yine bize... Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: “Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi “aleyhimüsselam” aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, büyüklüğümüden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep O’na muhtacsınız”. Evladım! Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulâsa, rûh ve cesedinize bağlı bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. O, hayy ve kayyûmdur. Yani, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hallerinden bir ân gâfil olmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, âciz kalmaz. “imhâl eder; ihmâl etmez!” Ceza vermeyi geciktirir fakat, ihmal etmez. ( Bu nasihatlar yarın da devam edecek)
Sevip sevilmedikçe... 4.9.99
(İslam büyüklerinden İbrahim Edhem hazretlerinin dünkü nasihatlarının devamı) Bir kimse, İbrahim-i Edhem’e sorar: Allahü teâlâ, “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm” buyuruyor. Halbuki, bela, musibet vermemesi için dua ediyoruz kabul olmuyor. Bunun sebebi nedir? Bu soruya şöyle cevap verir: Evladım! Allahü teâlâya inandığınızı söylersiniz, O’na itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, O’na uymazsınız. Kur’an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenab-ı Hakkın nimetlerinden faydalanırsınız, O’na şükür etmezsiniz. Cennetin, ibadet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, asiler için yarattığını bilirsiniz, O’ndan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıplarınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükür etsin! Daha ne isterler? Düalarının neticesi, yalnız bu olursa, yetmez mi? İbrahim Edhem hazretleri nasihatlarına şöyle devam etti: Medeniyet ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını kara bulutlar sarmışsa bunun sebebi, hep inanç zayıflığı ve karşılıklı sevgi ve merhamet eksikliğidir. İnsanlık ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketden kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, O’na kulluk etmedikçe, insanlar birbirini sevemez. Cenab-ı Hak, insanlara güneşten ışık ve enerji gönderiyor. Siyah topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgardan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor. Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız? Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki halinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücumlarına karşı koyacak vasıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası, kudret kimyahanesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Ey Adem oğlu! Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücadeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftiharlar, kazandığınız başarılar, O’nun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. O halde kalplerinizde, niçin yalana, hıyanete yer veriyorsunuz ? Niçin, eşsiz olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, O’nu mabud tanımıyorsunuz da, binlerce, hayal olan, mabudlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Hak teâlânın büyüklüğünü tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar birbirinize bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuşduğunuz her nimet, hep Hakka imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlâ’nın merhameti ve ihsanıdır. Hak teâlâ’dan başka herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukabili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve iradesi altındadır. Ortağı, benzeri, misli, zıddı, mukabili olmayan, yegane hakim, ancak Hak teâlâdır ve ancak O’nun mukabili batıldır, yanlıştır ve varlığı mümkin olmıyan bir yokluktur. Hak teâlâdan başka, herneye tabi olur, Onun yerine, herneyi severseniz, biliniz ki, onlar da sizinle beraber yok olacaklardır. Cenab-ı Hak, bütün bunları anlayasınız diye zihin denilen bir hazine, akıl adında bir ölçü, fikir dedikleri bir alet, irade dediğiniz bir anahtar da, ihsan ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtarlar, işaretler de veriyor. Daha büyük bir nimet olarak, sadık ve emin Resullerle açıkca, talimat gönderiyor. Bütün bunları, size ve iradenize ve yardımınıza muhtac olduğundan değil, mahlukları arasında size ayrı bir mevki vererek, dünyada ve ahirette mesut ve bahtiyar olmanız için yapıyor.
Suçlu olan kim? 10.9.99
Dün Osmanlı Devletinin canına tak ettiği; bıçak kemiğe dayandığı için kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırdığını ilan ettiği gündü(1914). Gerçi, araya savaşların girmesi ile istenilen netice tam alınamadı; kesin olarak kaldırılması, ancak Lozan antlaşması ile sağlanabildi. Kapitülasyonlar; Osmanlı’yı, Kanûnî’yi kötülemede devamlı istismar edilen bir konudur. Çoğu kimse merak edip de araştırmıyor bu konuyu; herkesin sahip olduğu bilgi, sadece ders kitapları seviyesinde. Halbuki, tarihi olaylar bir bütündür, sadece bir bölümüne bakıp, o güne kadar ne getirmiştir ne götürmüştür incelemeden karar vermek insanı yanıltır. Bunun için tarihi olaylar hakkında hüküm verirken, olayın başlangıcındaki şartlarını tarihi seyrini göz önünde tutmak gerekir. Önce kısa bir tarifini yapayım kapitülasyonların. Yabancıların statüsünü tespit eden hukuki, mali, idari bir imtiyazdır kapitülasyonlar... Daha önce de birçok imtiyazlar verilmiş. Benim bugünkü konum, Kanûnî’nin Fransızlara verdiği imtiyazlar... Almanya-İspanya İmparatoru Şarlken’le İran şahının Osmanlı Devleti aleyhinde birlik kurmak istediklerini tesbit eden Kanûnî, Şarlken’in Avrupa’ya hakim olma isteğine mani olmak için, rakibi Fransa’yı siyasi bakımdan destekledi. Fransız tüccarlarının yüzde beş gümrük ile, her iki devlete ait gemilerle, serbestçe dolaşmalarına imkan verdi. Osmanlı padişahlarının, siyasi, dini ve ticari menfaatlerine uygun olarak verdikleri imtiyazlar, Avrupa’da Osmanlı idaresi lehinde büyük propaganda yapılmasına, Osmanlı Devletinin büyüklüğünün tanınmasına, dolayısıyla İslamiyetin yayılmasına yol açtı. Hatta, Avrupa’da reform hareketlerinin önderi olarak kabul edilen Luther’in; “Ey Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilahi adaletinden onlar sayesinde nasibimizi alalım.” demesine sebep oldu. Bu kapitülasyonlar, yabancılara; Osmanlı Devletinde yerleşmek, dolaşmak ve ticaret yapmak haklarını tanıyordu. Ancak ticaret hususunda tam bir serbestliğe sahip bulunmuyorlardı. Bu dolaşma ve yerleşme sebebi ile birçok yabancı islamiyeti yakından tanıyıp Müslüman oldu. Bu tip kapitülasyonlar padişah hayatta olduğu müddetçe yürürlükte kalır, istenildiği an kaldırılabilirdi. Bu yüzden her padişah değiştiğinde imtiyazların da yenilenmesi gerekiyordu. Ancak bu yenileme işlemlerinin uzun zaman alması ve Avrupa devletlerinin her defasında yeni imtiyazlar istemeleri üzerine, 1740’ta Sultan Birinci Mahmud ile Fransa Kralı Onbeşinci Louis arasında daimi statü ile yeni bir kapitülasyon antlaşması yapıldı. Bu devrede verilen imtiyazların hiçbirisi devletin aleyhine olmamıştı. Zira maksat, batıya kayan ticaret yollarını tekrar Osmanlı ülkesine çekmek ve iç pazarı da devlet eliyle korumaktı. Bu durum 1838’e kadar Osmanlı lehine devam etti. 1838’de İngiltere’yle başlayan ve diğer Avrupa devletleriyle devam eden bir dizi ticari antlaşma, Osmanlı Devletinin iktisadi bakımdan Batı’nın hakimiyeti altına girmesine sebeb oldu. Bilhassa İngilizlerin yetiştirmesi olan Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşlarının gayretleriyle imzalanan 1838 Baltalimanı Antlaşması, yabancı ülkelere Osmanlı Devletini sömürmek için kapitülasyonlara ek ticaret imtiyazları sağladı. Mustafa Reşid Paşanın yetiştirmelerinden; Ali ve Fuad paşalar da, 1861’de imzaladıkları yeni ticaret antlaşmalarında, 1838 ticaret antlaşmasının iç ve dış ticaret serbestliği prensibini öngörmesi yanında, % 12 iskele ve gümrük resmini de yabancı tüccarlar için başlangıçta % 8’e ve sekiz yıl sonra da % 1’e indirdiler. Ancak Avrupa’ya ihraç edilen Türk malları için böyle bir indirim söz konusu değildi. Böylece 1838’de Reşid Paşa ile başlayan ve 1861’de Ali ve Fuad paşalarla devam eden idareciler, Osmanlıyı Avrupa’nın mahkumu yaptılar. Artık yabancı tüccarlar, Osmanlı memleketlerine yayılıp Osmanlı tüccarları gibi iç ticarette iş yapıyorlar, hammaddeyi kolaylıkla Avrupa’ya ihrac ediyorlar, mamul getirip satıyorlardı. Avrupalı tüccarlara verilen bu imtiyazlara karşılık, Osmanlı tüccarlarının ve esnafının korunması için en ufak bir tedbir alınmamıştı. Ali ve Fuad paşaların ıslahat layihalarında ticarete dair ciddi tek bir fikir yoktu. Böylece asırlardır, siyasi, ticari ve dini yönden Osmanlının lehine işleyen kapitülasyonlar, bu kasıtlı yönlendirmeden sonra Osmanlının birçok yönden aleyhine, neticede, Devlet ekonomisinin çökmesine sebep oldu. Şimdi düşünmek lâzım suçlu olan kim? Bu imtiyaz ile Devlete birçok fayda sağlayan Kanûnî mi, yoksa, devletin ekonomik gücünü Batı’ya peşkeş çeken Avrupa hayranı Reşid, Ali ve Fuad paşa ve benzerleri mi?
.
.Gönül Bahçesi 2000 Makaleleri Türkistan ceditçileri 1.1.2000 Dün Ahmet Arvasi Bey’in, Arap ülkelerindeki ve Türkistan’daki ceditçilik (reform) hareketi ile ilgili sözlerini nakletmiştim. Bugün bu konuyu biraz açmak istiyorum. Bu hareketi başlatanlar kimlerdi, maksatları ne idi? Sakarya Üniversitesi öğretim üyesi Sn. Alaeddin Yalçınkaya’nın çalışmalarından da istifade ederek bu soruların cevabını bulmaya çalışalım: Ruslar, Türkleri Ruslaştırmak, hiç olmazsa Türk ve İslâm dininden, kültüründen, hayat tarzından mümkün olduğu kadar uzaklaştırmak istiyorlardı. Bu hedefe ulaşmada önce maneviyatın sarsılması gerekiyordu...Bu konuda kendilerine yardımcı olacak kimseleri bulmakta zorlanmadılar. Daha 19. Yüzyılın başında dinde reformun gereğini savunan Abu Nasır Kursavî bunlardan biriydi. Sapıklıkta o kadar mesafe aldı ki, kâfirlik ve dinsizlik suçu ile yargılandı. Başta Şehabettin Mercânî olmak üzere daha sonraki bütün reformistler onun fikirlerini esas almışlardır. Mercânî’nin, reformist fikirlerini de Musa Carullah Bigiyev devam ettirdi. En büyük hedefi mezhepleri kaldırmaktı. Alimleri, fıkıh kitaplarını yıkmadıkça bunu başaramayacağını bildiği için de hep bunlara saldırdı. Alimlere ve mezheplere sahip çıkan Osmanlı da bu düşmanlıktan nasibini aldı. Bigiyev’in tek hedefi, ictihat kapısını açmak, aklı esaretten kurtarmak, yani 14 asırdır devam eden mezhepleri, alimleri, fıkıh kitaplarını, bir tarafa atıp, doğrudan Kur’an-ı kerime yönelmek... Maksad da belli...Herkes kendi anladığı yalan yanlış bilgilere “din” diye sarılacak. Dolayısıyla ortada din diye bir şey kalmayacak.. Rusya’daki “reformcular”,İslâm’ın içinde bulunduğu sıkıntılı durumun sorumluları olarak geleneksel yani reformcu olmayan İslâm ulemâsını gösteriyordu. İlk yapılması gereken şey bir eğitim reformuyla geçmişle olan bağları koparmaktı. Reforcuların en çok etkilendikleri kişi Cemâleddin Efgânî idi. Bu yüzden Efgânî veya reformcular hakkında söylenenlere paralel tenkitler bunlar için de söz konusudur. Hem Osmanlının yolunda olmak, hem de bu hareketi desteklemek tezat teşkil eder. Osmanlının yıkılışından sonra, talep edilmesine rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu reformculara destek vermemesi mânidardır. Star Gazetesi yazarlarından Halit Kakınç’ın, “ceditçiler” ile ilgili 8-9 Aralık 1999’yazısından da kısa bir özet vermek istiyorum: “19'uncu Yüzyıl'da Çarlık Rusyası'nda doğan Dil'de ve Kültür'de Türkçülük, etno-sosyolojik karakterdedir. Gökalp ile başladığı sanılan... Gaspıralı'ya, Akçura'ya, Ahundzade'ye ve Mercani'ye kadar uzanan bu hareketin kökleri, aslında daha da eskidir. Bu akımın temelini atan isim, Ebu Nasır el-Kursavi'dir. El Kursavi, eğer Türk Dünyası'nın Reform Çağı'ndan söz edilebilecekse, bu dünyanın ilk reformistidir.Türkiye'de bu konuda yürütülen tartışmaları biliyoruz. Doğal olarak, bu türden aydınlanmacı bir din anlayışı, Yaşar Nuri ile başlamamıştır. Bana göre, Yaşar Nuri Öztürk'ün öncülü, Kazanlı din ve bilim adamı Şahabettin Mercani'dir. Ebu Nasır el-Kursavi'nin görüşlerini benimseyerek genişleten Şehabettin Mercani, yaklaşık 150 yıl kadar önce, bir faaliyet programı geliştirmiştir. Mercani'nin faaliyet programı, şu altı madde'den meydana gelmiştir.. 1) Dini konularda, herkes, kendi aklı ile Kur'an-ı Kerim'de cevap arayacak.2) Bir müslümanın diğer bir müslümana körü körüne bağlanmasına son verilecek.3) Skolastik içerikli eski ve yararsız kitaplar, medreselerden atılacak.4) Medreselerde Kur'an meali ve İslam Tarihi üzerine dersler verilecek. 5) Medreselerde, ders programlarına, pozitif bilimler ve Rusça derslerinin eklenmesine muhalefet edilmeyecek.6) Müslümanlar, Hz. Muhammed döneminin İslam Kültürü'nü benimseyecek.” Mercanî’nin hedefi; Dinimize ait bilinen bütün bilgileri atıp, dini yeniden yorumlamak, başka bir ifade ile yeni bir din kurmak... Programın kısa özeti bu..
.
xxxxx
Osmanlıyı ayakta tutan kuvvet 28.1.2000 Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 700. kutlamaları dün bir seneyi doldurdu. 701 birinci yıla girdik. Yıl içinde iki büyük deprem geçiren ülkemiz, bu kutlamaları ve tanıtımı gereği gibi zaman ayırıp yapamadı. Aslında, altı asır üç kıtada hüküm sürmüş bir imparatorluğun bu kadar kısa sürede tanıtılması zaten mümkün değil. ABD bile Osmanlının önemini keşfedip, Türkiye'ye bölgede Osmanlı rölünü vermeye karar verdi. Altı asırlık birikim bizler için çok büyük bir fırsattır. Çok yönlerden Osmanlıyı inceleme zamanı gelmiştir ve geçmek üzeredir. Büyük dalgalar halinde, dünyanın birçok yerine yayılan Türklerden niçin Osmanlı tam bir başarı kazanmış da diğerleri kazanamamış bugün onun üzerinde durmak istiyorum. Tarihte, değişik dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inanç veya fikir etrafında toplanıp, bir imparatorluk kurması, sadece bir millete nasip olmuştur. Bu millet de Osmanlılardır. Bu eşsiz birleşmeyi sağlayan, görünüşte, birçok önemli unsur vardır. Fakat, bu devleti altı asır ayakta tutan yegâne unsur, Hak teâlânın emrettiği ilme önem verme, çalışkanlık, adâlet, iyilik, insana saygı gibi dini esaslardı. Osmanlı Türklerini, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultan Osman'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları, İslâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül ettiren ışıklı yolu idi. Bunu tespit eden ABD Başkanı, "Dinsiz Türkiye istemiyoruz, ılımlı Müslüman Türkiye istiyoruz" diyor. Müslüman kaldıkları ve inançlarına önem verdikleri takdirde Türklerin başarılı olduklarının ispatı şudur ki: On birinci asırda, Türkler büyük dalgalar hâlinde şöyle yayılmışlardır: Birincisi, Oğuz Türklerinin, İran'dan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadolu'ya yayılmalarıdır. Oğuzlar da, bilindiği gibi İslâm dîni ile müşerref olarak gelmişlerdi. Bu yüzden tam bir başarı elde ettiler. Bugün, aradan asırlar geçtiği hâlde, hâlâ Müslüman olarak kalışları sayesinde, yine Anadolu'da oturuyoruz ve dünya siyâsetine karışıyoruz. İkinci yayılma hareketi, Karadeniz'in kuzeyinden, Balkanlar'a doğru oldu. İçlerinde bir kısım Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman Türkleri, Balkan yarımadasına yerleşti ama, maalesef ki, bunlar İslâm dîni ile şereflenerek gelmemişlerdi. Bunun için etraflarını saran Hıristiyan devletlerin baskısı ile, kısa zamanda kendilerini unuttular. Ananelerini, törelerini kaybettiler. Eridiler, yok oldular. Anadolu'da bugün yaşamakta olan soydaşları gibi olamadılar. Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan başlıca kuvvet îmândır, İslâmdır. Ve islamiyetin emrettiği adâlet, iyilik ve doğruluktur. Eğer, Avrupa içlerine kadar inen Türkler, Müslüman olarak gelselerdi, bugün Avrupa'nın çehresi değişirdi. Koca Avrupa Müslüman olabilirdi. Çünkü o zaman da Hıristiyanların esaslı bir inançları, medeniyetleri yoktu. Teknikte bugünkü gibi ileri de değillerdi. Yemek yapıp yemesini bilmeyen, hayvan derileri ile vücutlarını örten kimselerdi. Türkler Asya'dan ayrılınca, Hıristiyan Avrupa'nın tek kalesi Fransa kapılarını zorlamaya giden, Attila idâresindeki Tûran Hunları, hak dîne mensup olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, bugünkü Avrupa'nın din çehresi değişmez miydi? Tabiî ki çok farklı olurdu. Ecdâdımız, bütün dünyaya İslâmiyeti duyurdu. İlme büyük hizmetleri oldu. Eshab-ı kiramdan sonra, İslama en iyi hizmet Türklere nasip oldu. Bu şeref hiçbir kavme nasip olmadı... Bunu kimse inkâr edemez. Ancak Batı'nın oyununa gelip kavmiyetçilik hastalığına tutulanlar inkâr edebilir. Bugünkü Arap ülkeleri gibi... Bunlardan , aklı başında, ileri görüşlü olan bazıları, "Bugünkü perişanlığımızın sebebi, Osmanlının kıymetini bilmememiz, Osmanlıya hıyanet etmemizdir" itirafını yapmaktadırlar.. (Yarın, Osmanlının yıkılış sebebi)
Bugünlere nasıl geldik? 29.1.2000
Dün Osmanlıyı Osmanlı yapan kuvvet üzerinde durmuştum. Bu gün de bu güç nasıl zafiyete uğratıldı bunun üzerinde durmak istiyorum...Üç kıtaya hâkim, koskoca bir imparatorluk, nasıl çabucak yıkılıverdi? Bu çöküş nasıl oldu? Osmanlı orduları Viyana'ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. "Hıristiyanlık yok oluyor" diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için asırlarca çareler aradılar. Bunun için herkes seferber olmuştu. Bir gece yarısı, İstanbul'daki İngiliz sefîri şifre yolladı ülkesine... Avrupa'ya müjde vermek için sabahı bekliyememişti ... Arşimet gibi gece yarısı; "Buldum, buldum.." diye bağırdı. "Osmanlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunları durdurma çaresini buldum, "diyerek şöyle anlatıyordu şifresinde: "Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderûn) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı birer Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve devlet adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardır. Osmanlı akınlarını durdurmak için, ilk başta bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri bozmak sonra yıkmak... Müslümanları ilimde, fende geri bırakmak şarttır. İlk çâre budur!.." İngiliz sefîrinin bu teklîfi çok önemli görülerek, Avrupa'daki şer güçler harıl harıl çalışmaya başladı... Müslümanları aldatmak, medreselerden, mekteplerden ilmi kaldırmak, fen bilgisine sahip din adamları ve idarecilerin yetiştirilmesini önlemek için plânlar hazırlandı... Değişik bahânelerle medreselerden fen dersleri kaldırıldı... Böylece medreselerde, fen ve teknik yönden câhil yetişen gençler, Avrupa'da çok kolay kandırıldı, kendi öz milletine düşman edildi. İçeride de, "Mühim olan âhıret hayatı değil midir? Fen bilgileriyle uğraşacağınız zamanda, dîninizi iyice öğrenin" diyorlardı. Avrupa'ya çağırdıkları gençlere de, kendi devletinden soğutmak için, yukarıda anlattığımız gibi, "Sizin devletinizde medreselerde fen dersi okutulmuyor, işte bunun için geri kalıyorsunuz. Bizim gibi olun. Bizi örnek alın. Buna bir çâre bulmanız lâzım" diyerek, Batıya hayranlık aşılıyorlardı... Ardından bu gençler, zevk ve sefahate, fuhşa alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek anavatana gönderildi. Böyle diplomalı yobazlar, sinsi din düşmanlarının çok kurnaz ve milyonlarca altın harcayarak çevirdikleri dolaplarla, Osmanlı devletinde iş başına getirildiler. Meselâ Mustafa Reşid Paşa, Fuad Paşa, Mithat Paşa ve benzerleri, medreselerden fen derslerini kaldırdılar... Konumuzla ilgilisi olduğu için şu anektodu aktarmadan geçemeyeceğim. Osmanlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, bir mektuptan bahseder. Bu mektubu sultan ikinci Mahmûd Han zamanında, Fener Patrikhânesinin kapısında idâm edilen, Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryos yazmıştır. Mektubunda diyor ki: "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için, çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve kuvvetli iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine, olan itâat duygularından gelmektedir. Türklerde evvelâ, itâat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak, dini metanetlerini zaafa uğratmak, zayıflatmak, icap eder. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve maneviyatlarına uymayan hârici fikir ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin, asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbatı tamamlamaktır." Bir çok koldan sinsi bir yıkım faaliyeti başlatıldı. Halk cahil, aydınlar dinsiz yapıldı. Ardından da çöküş kaçınılmaz oldu...
Hariciler ve Haşşaşiler 4.2.2000
On-onbeş gündür tarihte benzeri çok az bulunun vahşetlere şahit oluyoruz. Üstelik bu vahşetler İslam kimliği (Hizbullah;Allah’ın taraftarları, Allah’ın askerleri), altında yapılıyor. Aklı selim sahibi herkes, bunun İslam ile uzaktan yakından ilgisinin olmadığını, bazı dış mihrakların tezgâhladıkları bir oyun olduğunu bilmektedir. İslam tarihinde buna benzer bir kaç vahşet daha yaşanmıştı. Bunlar da İslam kimliğine bürünmüşlerdi. Bunlar da dış kaynaklıydı. Bugün, uzantıları olduğu için bunlardan ikisi üzerinde durmak istiyorum. İlki Haricilerdir. Diyanet İşleri Başkanı'nın da açıkladığı gibi bunların dinle ilgileri yoktu. Daha ilk zamanlarında, Müslümanları birbirine düşürüp İslamiyeti yok etmek için, Yahudilerin organize ettiği bir örgüttü. Kendilerinden olmayan herkesi öldürmek inançlarının gereği idi. Bu gayelerine uygun olarak sayısız masum Müslümanı katlettiler. Peygamberimizin seçilmiş Eshabını kafir ilan ettiler. Bütün Müslümanların göz bebeği Sevgili peygamberimizin damadı hazret-i Ali'yi alçakca katlettiler. Devlete isyan etmeyi, anarşi çıkarmayı ibadet kabul ediyorlardı. Kısa zamanda tesirsiz hale getirilip bu fitneden Müslümanlar kurtarıldı. Vahşi cinayet örgütünün ikincisi Haşşaşilerdir. Yine dış güçlerin desteği ile Hasan Sabbah tarafından kurulan, tarihte çok az benzeri görülen bu teşkilat, tam bir insan öldürme makinesiydi. İslam toplumunda rahat hareket edebilmek için de, kendilerine göre yorumlayıp fikirlerini Kur'an-ı kerim’den aldıklarını iddia ettiler. Böylece dini istismar edip, din maskesi altında dinsizlik yaptılar. İnsan öldürme fiili insanlık tarihi kadar eskidir. Tarihin her döneminde, çeşitli maksatlar için cinayet işleyenler çıkmıştır. Fakat bunu, kurduğu bir örgütle, en vahşi şekilde gerçekleştiren ilk kişi Hasan Sabbah'tır. Bu insanlıkla ilgisi kalmamış vahşiler, Ebruz Dağı çemberinin tam ortasında ulaşılması çok zor Alamut kalesini kendilerine üs edinmişlerdi. İki dağ arasında bir vadide, dünyadaki her türlü meyve ile dolu, normale göre çok büyük ve güzel olan bir bahçeyi duvarla çevirmişler. Orada her tarafı yaldızlı ve güzel resimlerle süslü, eşi görülmemiş en güzel evler ve en güzel saraylar bulunuyordu. İçinden şarap, süt, bal ve su akan kanallar vardı. Her türlü müzik çalınıyor, dinleyenleri mest eden şarkılar söyleniyordu. Seyredenleri sarhoş edecek kadar iyi dans etmesini bilen, dünyanın en güzel kadınları ve kızlarıyla doluydu. Hasan Sabbah onları, bu bahçenin cennet olduğuna inandırıyordu. Taraftarları arasında burası gerçek bir cennet zannediliyordu. Bu bahçeye, fedayi yapmak istediği kimseler hariç, hiçbir kimse giremezdi. Bahçelerin girişinde, hiç kimsenin ele geçiremeyeceği kadar müstahkem ve bahçeye, ancak izinle girilebilen bir şato vardı. Sabbah, hükümdarlık sarayında, kendisinin silahlı adamı olmak isteyen 12-20 yaş arasındaki yöre gençlerini alıkoyuyordu. Gençleri onlu, altılı veya dörtlü gruplar halinde birbiri ardından bu bahçelere sokuyordu. Ardından onlara, içeni derhal uyuşturacak, kendinden geçirecek olan afyon (haşhaş) karışımı bir içki içiriyor, sonra da onları bahçesine taşıyordu. Uyandıklarında ise kendilerini bahçenin içinde buluyorlardı. Bulundukları yerde, kendilerini o kadar güzel bir durumda görüyorlardı ki, hakikaten bir cennette olduklarını düşünüyorlardı. Kadınlar ve kızlar bütün gün onların dileklerini yerine getiriyorlardı. Hasan Sabbah, önemli bir kimseyi öldürtmek istediğinde onlara ilâh edasıyla: “Gidin ve filan kimseyi öldürün; döndüğünüzde sizi meleklerim vasıtasıyla cennetime göndereceğim; eğer iş başında ölecek olursanız, meleklerime sizi cennete götürmelerini emredeceğim.” diyordu. Onları buna inandırıyordu. Onlar da tekrar cennete dönmek arzusuyla, hiçbir tehlikeden korkmaksızın onun buyruğunu yerine getiriyorlardı. Hasan Sabbah, bu şekilde onlara istediği her kişiyi öldürtüyordu. Taraftarlarınının kafasını, öyle yıkıyordu ki, onun dışında hiçbir şeye ne inanıyor, ne de ibadet ediyorlardı. Onları öyle umutlarla ve ebedî bir cennet içindeki öyle eğlence vaadıyla kendine çekiyor ki, onlar yaşamaktansa derhal ölmeyi tercih ediyorlardı. Hatta onun bir emri veya basit bir işareti ile, yüksek bir surun tepesinden atlayıp param parça olarak korkunç bir şekilde ölmeye hazır vaziyetteydiler. İnsan kanı döken ve buna karşılık kendisi de ölümü tadan kişilerin en mutlu kimseler olduğunu ileri sürüyordu. Böylece bazıları, birini hile ile öldürüp, sonra sanki cezalandırma ile ermişçesine bizzat kendilerini de telef ederek ölmeyi göze aldığı zaman, onlara âdeta bu işe mahsus olan hançerleri veriyor. Daha sonra onları, sarhoşluk ve unutkanlık halinde kendinden geçiren bir içkiyle coşturuyor. Bu sayede onlara zevk ve haz, daha doğrusu aldatmacılık dolu bazı tuhaf rüyalar gösteriyor ve bu kabil eylemleri karşılığında onlara bu güzelliklerin sürekli sahipliğini vaat ediyordu. Topladığı, fedayi yaptığı kimseler, dini kültürü olmayan, cahil, İslâmiyetin emirlerini yerine getirmek zor gelen, şehvet düşkünü, suç işlemeye eğilimli kişilerdi. Cehalet, cehalet, cehalet... Her vahşetin altında cehalet yatar. Peygamberimiz ne güzel buyurmuş," İlim olan yerde Müslümanlık vardır. İlim olmayan yerde Müslümanlık kalmaz!..
". İslam ve Terör 5.2.2000
Dinimizde bu iki kelimenin yanyana gelmesi mümkün değildir. Geliş gayesi insanları hem dünyada hem ahirette huzura kavuşturmak olan İslamiyetin huzursuzluk, anarşi kaynağı olması mümkün mü? İslâm dini, birlik beraberliği, yardımlaşmağı, kanunlara karşı gelmemeyi, fitne, yani anarşi çıkarmamayı, Müslüman olsun olmasın herkesin haklarını gözetmeyi, kimseyi incitmemeyi emretmektedir. İslam büyükleri, tarih boyunca, isyandan, anarşiden uzak kalmışlar, taraftarlarını da buna bulaştırmamışlardır. Ehl-i sünnetin önderi büyük alim İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri, ikinci bin yılın mücedidi İmam-ı Rabbani hazretleri kendilerine yapılan haksızlığa, zulme rağmen devlete isyan etmemişler, talebelerini de isyandan uzak tutmuşlardır. Zaten, İmam-ı a'zam hazretlerine göre, ehli sünnet olmanın şartlarından biri de her şartta devlete isyan etmemektir. Niçin bu kadar fitneden, anarşiden uzak kaldılar? Çünkü, Peygamberimiz böyle emrediyor: " Fitne çıkarana lanet olsun!" "Fitne zamanında, devletinize tâbi olunuz. Size zulüm edilse, mallarınız alsa da, ona itaât ediniz!". "Fitne zamanında, İslâmiyyete sarılınız. Kendinizi kurtarınız. Başkalarına akıl vermeyiniz! Evinizden dışarı çıkmayınız. Dilinizi tutunuz!". "Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmıyan kurtulur". "Fitnecilere karışmıyan, saadete kavuşur. Fitneye yakalanıp, sabreden de, saadete kavuşur". "Allah'a kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl niçin öldürüldüğünü bilmeyecek" Bu nasıl olacak? diye sorulduğu zaman Hz. Peygamber şu açıklamayı yapar: "İşte bu fitnedir; ölen de öldüren de cehennemdedir." Bütün bu emirlerden sonra bir Müslüman anarşiye, teröre nasıl karışabilir? Kim olursa olsun bir insanı nasıl öldürülebilir? Kur'ân-ı Kerîm herşeyden önce insanoğluna diğer mahlukat arasında mümtaz, üstün bir makam vermiştir. Böyle, müstesna bir yeri olan varlığa yapılacak tecavüzleri Cenab-ı Hak karşılıksız bırakmayacak, en ağır şekilde cezalandıracaktır. Hz. Peygamber "Mümin, Allah katında bir kısım meleklerden daha mükerrem, daha değerlidir" buyurmuştur Hz. Peygamber yine şöyle buyurur: "Allâh'a kasem ederim ki, bir müminin zulmen katli, Allah indinde, dünyanın zevâlinden daha büyük bir cinâyettir." "Kişinin, kıyâmet günü, ilk hesâba çekileceği şey namazdır, insanlara karşı işlediği günahlardan da ilk hesaba çekileceği ise insan öldürmedir." İnsanı fitneye, teröre sürükleyen etkenlerin başı yine cehalettir. Çünkü, cahil kimselerin kandırılması çok kolaydır. Hz. Peygamberin fitneden korunma hususunda Huzeyfe'ye yaptığı şu tavsiye bunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. "Dinini bildiğin müddetçe fitne sana zarar vermez. Fitne, bâtıl ile hakkı birbirinden tefrik edemeyip karıştırdığın zaman ortaya çıkar" Memleketimizde, yetmişli yıllara kadar Müslümanlar Peygamberimizin bu emirlerine uymuşlar, fitneden, kargaşadan uzak kalmışlardır. Çünkü Osmanlıdan kalma fitneden uzak kalma örfü, bilgisi vardı. Daha sonraları, ilim azalıp, ticari ve siyasi maksatlarla piyasaya sürülen, anarşi, terör, isyan gibi dinimizde yeri olmayan ihtilalci fikirlerin ateşli savunucuları, Hasan el Benna, Seyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati, Humeyni, Cemalettin Efgani...gibi reformist kimselerin kitapları tercüme edilip, piyasaya sürülünce durum değişti. Yetkililerin yaptığı açıklamalara göre, Hizbullah yanlıları da bu tür kitapları okumaktadırlar. İçerdeki fitne ve fesâdların toplumu zayıflatacağını, buna meydan verilmemesi gerektiğini bizzat Kur'ân-ı Kerîm’de de ifade etmektedir: "Ey iman edenler... Allah'a ve O'nun Resûlü'ne itaat edin. Birbirinizle çekiştirmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, kuvvetiniz gider." ."(Enfal 46) İslam büyükleri her olaya müsamaha ile yaklaşmışlar, şiddetten kaçınmışlardır. Hizmetlerinin büyüklüğü sebebiyle, ikinci Ömer olarak adlandırılan Ömer İbin Abdülaziz'e gönderilen bir raporda: "Bu bölgede hâricîler zatınıza küfürler yağdırıyorlar" diye ihbârda bulunur. Halîfe devlet gücüne rağmen yazdığı cevâpta şunu emreder: "Bana küfrettiklerine bakmayın, onlar fiili saldırıya teşebbüs etmedikçe siz de tevessül etmeyin" Kur'ân-ı Kerîm'de bir kişi öldürme cinâyeti, bütün insanları öldürme cinâyetine denk tutulur: "Kim, haksız olarak birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur."(Maide- 32) Peygamberimiz,"Yâ Rabbî! Bana hayrlı işler yapmak, çirkin şeyleri terk etmek ve fakîrleri sevmek nasîb eyle! Kavmim arasında fitne çıkacaksa, fitneye karışmadan canımı al!" diye dua ederdi. İmâm-ı Kurtubî hazretleri, “Bu hadîs-i şerîf, fitneden sakınmak, ona karışmamak lâzım olduğunu, fitneye karışmakdansa, ölmenin hayırlı olacağını açıkca göstermekdedir.” buyurmuştur. Dinimizin bu emirlerine rağmen Müslüman kimliği ile akıl almaz vahşetler işlenebiliyorsa, işin içinde art niyet var demektir. Bu da, dış güçlerin insanları Müslümanlıktan uzaklaştırmak için, hazırladıkları bir senaryoyu akla getirmektedir.
Her kötülüğün başı cehalet! 11.2.2000
Evet, her kötülüğün başı cehalet... Bir yerde ilim yoksa, doğru bilgi yoksa, her türlü olumsuzluklara açıktır orası... Bunun için Peygamberimiz," İlim olan yerde Müslümanlık vardır. İlim olmayan yerde Müslümanlık kalmaz!.." buyurmuştur. Zaten son olaylarda doğru bilginin ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Bu konu ile ilgili geçen hafta gazetelerde, İç işleri Bakanı Sayın Sadettin Tantan’ın çok yerinde isabetli açıklamaları yer aldı. Sayın Bakan diyordu ki: “Türkiye'nin bu ayıptan kurtulması için öncelikle Hizbullah terör örgütünün "düşünce" düzeyinde yok edilmesi gerektir. Bu mücadelenin başarısı, dinin topluma doğru olarak anlatılmasından geçiyor. Önce insanımıza İslam'ı doğru olarak anlatmalıyız. Halkımız buna aç. Terörü düşünce bazında yok etmek zorundayız, eğer bunu başaramazsak yarınımızdan emin olamayız ve bu felaket hepimizi yok eder. Güvenlik güçlerimiz Hizbullah terör örgütü konusunda son derece kapsamlı bir mücadele yürütüyor ve bu mücadele sonuna kadara da sürecek. Bizim görevimiz teröristleri yakalayıp adalete teslim etmektir. Ancak bunlar yeterli değil, bu örgütü yok ederiz, yarın bir başka örgüt çıkar, önemli olan terörü besleyen kaynakları kurutmaktır. Herkes bilmeli ki, çözüme sadece polisiye tedbirlerle ulaşmak mümkün değil. Bütün bu operasyonları yaparken, terörle mücadele stratejilerini ortaya koyarken, en önemli şey dinine bağlı insanları rencide etmemektir. Başarı, kesinlikle Müslüman insanların önünü açmaktan, basın ve devlet olarak doğru İslam'ı insanımıza anlatmaktan geçiyor. Terörün en büyük kaynağı cehalet. Devletten medya kuruluşlarına, bilim adamlarından İslami konularda öncü olan insanlara kadar herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Neslimizi bu beladan kurtarmak mecburiyetindeyiz. Topluma şeffaf ve güvenilir bir ortam sunmalıyız. Yasakçı bir anlayışla bir yere varamayız. İrtica adı altında dini bütün insanları rencide ederek onları felaket örgütlerinin kucağına atamayız. Basın da ülke çıkarları noktasında bir karar vermek zorunda. Olayları çarpıtmadan, komplo teorileriyle toplumun kafasını karıştırmadan, inançlı insanları rencide etmeden halkı, İslam konusunda aydınlatmalıyız. “ Sayın Bakanımız yerden göğe kadar haklı. Millet olarak, bu cehaletten kurtulmamız şart. Memleketimizdeki bu cehaletin başlangıcı çok eskilere dayanmaktadır. Bunda Türk milletini yok etmek isteyen dış güçlerin büyük payı vardır. Yönümüzü Batı’ya döndürdüğümüz Tanzimat’tan bu yana sinsi oyunlarla dini bilgilerin doğru olarak verilmesi, ihmal edildi. Başta İngilizler olmak üzere Batı ülkeleri devamlı aramıza fitne fesat tohumları ektiler. Destek verdikleri dinle ilgisi olmayan kimseler, Müslümanların cahil kalması için ne lazımsa yaptılar. Neticede toplumda, okumuşların inançsızlığı, halkın cahilliği yaygınlaşmıştı. Osmanlı Devleti’nin yıkılış sebebi de budur. Çünkü, İslâm dini ilim üzerine kurulmuştur. İlim olmayınca, hakiki din adamı kalmayınca, İslamiyet bozulur. Dinimizde, ilim öğrenmekten daha kıymetli bir şey yoktur. İşlerin hepsi, ilim ile doğru olur, ilimsiz bir şey yapılamaz. Peygamber efendimize,”İşlerin hangisi üstündür, “diye üç kere suâl edildi. Peygamber efendimiz her seferinde,” İlimdir,” buyurdu. “Yâ Resulallah bunun hikmeti nedir? diye sorulduğunda:”Çünkü hiçbir şey ilimsiz doğru olmaz ve onsuz hiç kıymeti olmaz,” buyurdu Peygamberimiz ilim üzerinde çok dururdu. Ondört asır önce bugün olacakları haber verdi. “Kıyâmete yakın hakîkî din bilgileri azalır. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile hüküm vererek, insanları doğru yoldan saptırırlar” buyurdu. Peki, dini doğru olarak nereden öğreneceğiz? Din, zamana göre değişmeyeceğine göre, 1400 yıldır nereden, nasıl öğrenilmiş ise oradan... Çünkü bu yol sağlam... Dinimiz doğru olarak bu yolla günümüze ulaşrmış. Bugünün sıkıntısı, anayolu bırakıp çıkmaz sokaklara sapmanın sıkıntısıdır!
Lider uzağı görebilen kimsedir 12.2.2000
Lider, bir millet için çok şey ifade eder. Hele Türk milleti için hayat memat meselesidir. Türk milleti, tarih boyunca iyi bir lidere sahip olduğu dönemler yükselmiş, dünyada söz sahibi olmuş; lidersiz veya iyi bir lidere sahip olamadığı zamanlarda ise perişan olmuş, hatta birçok Türk boyu yok olup gitmiştir. Osmanlı’nın tarih sahnesinden silinmesinin en başta gelen sebebi de, eskilerin “kahtı rical” dedikleri yetişmiş, liderlik yapabilecek adam kalmamış olmasıdır. Bugün de en büyük sıkıntımız bu değil mi? Liderin yetişmesi kolay değildir. Önce yaratılıştan liderlik yeteneğine sahip olması; sonra da bu yeteneğin gelişmesi için iyi bir ortam gerekir. Herkes lider olamaz. Fakat liderlerin, yaptıklarından, hayatlarından ders alıp az çok istifade edebilir. Yerli yabancı, tarafsız ilim ve siyaset adamlarının üzerinde ittifak ettikleri, geçmişteki liderlerimizden biri II. Abdülhamid Han’dır. Hayatı, tarafsız bir gözlemle incelendiğinde hepimiz için sayısız ibretler vardır. Değerli araştırmacı Mehmet Aydın Bey’in Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 700. yılı münasebetiyle yayınladığı, “ İkinci Abdülhamid Han’ın Liderlik Sırları” kitabı bu tür ibretlerle doludur. 33 yıl, bütün olumsuzluklara rağmen, devleti ayakta tutabilmesindeki Liderlik sırlarını, ileri görüşlülüğünü anlatan çok güzel bir araştırma... İleriyi, uzağı net bir şekilde görebilmedeki üstün kabiliyetini gösteren kısa bir alıntı yapmak istiyorum bu kitaptan: “Amerika’da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. Dünya Yahudileri teşkilatlanmıştı. Arz-ı mevud’un (Nil’den Fırat’a) peşine düştüler. Apaçık görüyordum ki, Avrupa’nın büyük devletleri kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben bu kuvvetlerin önüne tek başıma duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birine daha büyük lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti. Yine apaçık görüyordum ki, Almanya’nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer, o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp, öteki tarafı kurmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi, ama uzak da görünmüyordu. Hilafetin elimde olması sürekli İngilizleri tedirgin ediyordu. Blund adlı bir İngilizle, Cemaleddin-i Efgani adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları, hilafeti yok etme planı elime geçti... Bütün devletlerin gözü Osmanlı topraklarındaydı. Bunlarla, tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabiliriz... Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikesinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı. Göreceksiniz! İttihatçılar, bu devleti bir takım feci maceralara sürükleyecekler, belki de Turancılık gayretiyle veya İslamcılık siyasetiyle korkarım ki, hem Çarlık Rusya, hem de Büyük Britanya İmparatorluğu ile aynı zamanda harbe gireceklerdir. Allah göstermesin, böyle bir hal vukuunda Osmanlı İmparatorluğunun parçalandığına şahit olacağız. Zira, İngiltere’nin dahil olduğu bir harbin kaybedileceğini hiç ihtimal vermiyorum. Rusya ise, içten ne kadar köhne olursa olsun, mevcudiyetini muhafaza edebilecektir. Hiç olmazsa, millet olarak ayakta kalacaktır. İnşaallah, İttihatçılar böyle bir tecrübeye girişmek hevesinde bulunmazlar, zira bu bizim memleket için hakiki bir felaket olacaktır!” Korktukları başına geldi. Ve koskoca imparatorluk, maceraperest kimselerin basiretsizliği sebebi ile paramparça olarak yok oldu. İşte, ileri görüşlülük budur... (Bu kıymetli kitap şu adresten temin edilebilir: İstanbul Dağıtım, Tel: 0212 511 25 04)
“Siz dışarıdan biz içeriden...” 18.2.2000
Son seneler memleketimizde gözle görülür bir hareketlenme görülmektedir. Her kesim başka bir kesimi suçlamakta, ona düşman gözü ile bakmakta.... Kendini sorgulamak kimsenin aklına gelmemektedir. Çünkü böyle şartlandırılıyor her kesim. Bu, dış güçlerin faaliyetlerini artırdıklarının bir göstergesidir aynı zamanda. Tarih boyunca her milletin düşmanı olmuştur. En çok da Türklerin düşmanı olmuştur. Her devirde, milletler birbirlerini yok etmek için kıyasıya mücadele etmişlerdir. Bu mücadele sonucunda da birçok millet tarih sahnesinden silinmiştir. Bu mücadelede yok olan devletlere, milletlere baktığımızda, hemen hemen hepsinin (dışarıdan müdahale ile yıkıldığı görülse de) içeriden yıkıldığını görürüz. Kale hep içeriden fethedilmiştir. Bir milletin içine, her ne isim altında olursa olsun, bölücülük, kargaşa girmişse o millet iflah olmaz... Hele bünye zayıflayıp güçten kuvvetten düşmüş ise, bu bölücülük mikrobu o devleti milleti kısa zamanda yer bitirir. 700 yıllık Osmanlıyı da bitiren bu olmuştur. Mikrobun esas tahribatı Devletin zayıf düştüğü Tanzimat ile başlamıştır. Rus Çarı Nikola’nın”Hasta Adam” yakıştırması da bu döneme rastlar. Sadrazam ve Hariciye Nazırı Keçecizade Fuad Paşa, Avrupa’da bir diplomatlar toplantısında bulunur. Söz arasında ortaya latife yollu bir soru atılır:”Zamanımızın en kuvvetli devleti hangisidir?” Keçecizade Fuad Paşa, bu soruya, düşünmeden, şu cevabı verir:” Osmanlı İmparatorluğu!..” Osmanlıyı hasta adam kabul ettikleri için sorarlar:” Bu nasıl olur?” “Çünkü der, siz dışarıdan, biz içeriden, var kuvvetimizle yıkmaya çalıştığımız halde, O hala ayakta duruyor!..” Fuad Paşa, kibar bir diplomat olarak, bu cümleyi bilerek eksik söylemişti. Aslında, Avrupalı diplomatlara, “Devleti biz içeriden yıkıyoruz!” derken, “Siz, hem dışarıdan, hem de içeriden adamlarınız vasıtasıyla yıkıyorsunuz!” demek istemişti. İşin gerçeği de budur. Çünkü, Türk milleti tarih boyunca, her devirde, düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalmış. Ortaasya’da Çinlilerle boğuşmuş, Batı’ya göçten sonra düşmanları daha da çoğalmış. XVI. Asırdan bu yana, başta İranlılar ve İngilizler olmak üzere Avusturyalılar Ruslar, İtalyanlar, Fransızlar hasılı bütün Avrupalılar tarafından siyasi, iktisadi ve askeri bir abluka içine alınmıştır. Bizi yıkmak isteyenlerin, Türkiye’yi sadece dışarıdan zorladıklarını sanmak, aşırı saflık olur. Mesela biz, bir zamanlar, dünyayı saran milliyetçilik cereyanını, Türkiye’ye Namık Kemal’ler, Ahmed Vefik, Süleyman Paşa’lar, Ali Suavi’ler getirdi zannederiz. Halbuki milliyetçilik cereyanı, Türk topraklarına bu Tanzîmat milliyetçilerinin eserlerinden çok daha önce girmişti. Ama, önce Türkler arasına değil...O zamanlar Türk topraklarında yaşayan Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, hatta Araplar gibi, bize tabi milletler arasına... Milliyetçilik, hatta özgürlük ve bağımsızlık fikirleri, bu milletler arasına, Ruslar ve Avrupalılar tarafından, onların hayrı için değil, fakat bizi yıkmak için, çok planlı bir şekilde ve sinsice sokulmuştu. Çünkü bu milletler, hürriyet ve bağımsızlıklarını kazanınca, başlarını alıp gitmeyecekler, bizden ve bizim vatan parçalarımızla birlikte kopacaklardı. Plan hep aynı... Her fırsatı değerlendirerek koparmak, parçalamak ve yok etmek... Görüldüğü gibi, Türkiye’yi türlü ayrılıkçı oyunlarla içeriden yıkma gayretleri yeni değildir. Osmanlılar zamanındaki, bütün isyanlar, iç mücadeleler hep dış kaynaklıydı. Türkiye’de birtakım insanların isyana teşvik faaliyetleri de bizi kuşatan devletlerin eseridir. Bugün, PKK’nın, Hizbullah’ın dışarından kimler tarafından, teşvik ve himaye edildiğini artık bilmeyen yok. Perdeler aralandıkça bunlar daha net görülmektedir. Bunlardan kurtulmanın tek çaresi, iyi bir eğitim ve ekonomik yönden güçlü olmaktır. Çünkü, bilgi ve güç oyunu bozar!..
“Korktuğum başıma geldi!” 19.2.2000
Geçen Pazartesi okullar açıldı. İstanbul’daki okullarda okuyan öğrenciler, sürpriz bir dersler karşılaşacaklar bu dönem. Çünkü, pilot bölge seçilen İstanbul’da 6. 7. ve 8. Sınıf öğrencilerine “cinsel eğitim” dersi verilecek. Artık eğitimde, bütün problemler halledildi. Üniversitelerimiz gelişmiş ülkeler seviyesinde eğim veriliyor. Her sene yüzlerce öğrencimiz, uluslararası ilmi yarışmalarda dereceye giriyor. Üniversitelerimizin mezun ettiği öğrenciler Batı’da kapışılıyor. İlim adamlarımız her sene Nobel ödülü alıyor!.. Nerede o günler diyorsunuz değil mi? Bu seviyeye gelebilecek durumda mıyız, gelebilirsek bile kim bilir kaç yılda gelebileceğiz? Hesaplarını yapmamız gerekirken, bu cinsel eğitim de nereden çıktı diye ister istemez insanın aklına takılıyor. Eğitim kalitemiz ortada... Lise mezunu öğrencilerimizin bir çoğu dört işlemi bilmiyor. Üniversite seviyesi lise seviyesine, lise seviyesi ortaokul seviyesine inmiş durumda... Belli olmaz belki de, bu dersi gören çocuklar birden gelişmiş ülkelerdeki eğitim seviyesine çıkacak! Geçmişte birçok ülkede uygulandıktan sonra elde edilen netice ortada iken bunda ısrarın sebebini anlamak mümkün değil. Rusya 1920’li yıllardan itibaren verdiği bu eğitimden 31 sene sonra vazgeçmek zorunda kaldı. Bu dersin verildiği Batı ülkeleri hatalarını anladılar fakat geri dönemiyorlar. Cinsel özgürlüğün öncülüğünü yapan, bu konuda kanun çıkartan İsveç’in duruma ortada. İsveç, bütün kötülüklerin, fuhuşun sebebini cinsel yasaklarda gördü ve derhal bu eğitime ve cinsel serbestliğe geçti. Neticesini mi merak ediyorsunuz; uygulanmanın yapıldığı sene sonunda, kız- erkek karışık yatılı okullardaki bir-iki hamilelik oranı on kat arttı. Akla hayale gelmedik cinsel sapıklık türleri ortaya çıktı. Bugün bu bataklıktan nasıl kurtulurum, planlarını yapmakta. Herşeye rağmen bozulmayan, çökertilemeyen aile kavramımız var. Osmanlı geleneği aileyi koruyor. Bu tür faaliyetler aileyi sarsar. Milletimizin çekirdeği durumundaki aile parçalanırsa, toplumunda çöküş başlar. Haklı olarak bu cinsel eğitim meselesi birçok kesimde tepki ile karşılandı: Mesela, "Eyvah, korktuğum başıma geldi” sözleri ile yazısına başlayan Gülay Göktürk, endişelerini özetle şöyle dile getirmektedir: " Okullarda cinsel eğitim talebi bana hep çağdaş kamuoyunun en tehlikeli yanılgılarından biri olarak görünmüştür. Cinsel kültür bugün dünyada çekilen acıların baş kaynağıdır. Yüzyıllardır milyarlarca insanı inim inim inleten, bedenlerini tutsak edip ruhlarında derin yaralar açan; sapkınlığın binbir çeşidine, kanlı katliamlara, acı intiharlara sürükleyen şey bu cinsel kültürdür. Ve biz kalkmış, ruhlarımızı ve bedenlerimizi esir almış olan bu cinsel kültürü genç kuşaklara aktarmaktan sözediyoruz. Elimizden gelse bizim unutmamız, hafızalarımızdan silmemiz gereken bilgileri, bizden sonraki kuşağın beynine kopyalamaya çalışıyoruz. Tıpkı eskiden veremlilerin şimdi AIDS'lilerin büyük bir haset, hınç ve intikam duygusuyla hastalıklarını sağlam insanlara bulaştırmaya çalışmaları gibi... Bundan büyük kötülük olabilir mi? Bildiklerimizin tümü bilinmemesi gerekenler yığınından ibaretken, bir yanlış cevaplar kümesi iken; kime ne öğretebiliriz ki? Çağdaş eğitimcilerimiz ve velilerimiz, "çocuk bütün bunları geleneksel yollardan yalan yanlış öğreneceğine, yetkili ağızlardan ve bilimsel yollardan öğrensin" diyorlar. Bense onların bütün bunları, karşılarına güç ve otoritenin simgesi gibi dikilen, "iyinin güzelin ve doğrunun" temsilcisi olarak gördükleri bir öğretmenden; bir "yetkili ağızdan" öğreneceklerine, sokaktaki arkadaşlarından öğrenmelerini yeğliyorum. Kulaktan dolma, yalan yanlış diye küçümsenen informel bilgilerin, "yetkili ağızdan" formel eğitim içinde "bilimsel doğru" olarak aktarılan bilgilerden daha kolay sorgulanabileceğini umduğumdan tabii... “ (10.2.2000 Sabah)
99
.Altı asırlık çınar 22 Ocak 1999
Osmanlı Devleti, tam yedi asır önce 27.1.1299 tarihinde kuruldu. Yıl boyunca, bu çok önemli kuruş yıldönümünü devletçe, milletçe görkemli törenlerle anacağız. İlim adamlarınca, Osmanlıyı Osmanlı yapan, altı asırdan fazla ayakta kalmasını sağlayan değerler ortaya atılacak, tartışılacak... Osmanlılar, çeşit çeşit dillerde; başka başka adet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurmuşlar. Bu muazzam iş nasıl yapıldı, nasıl başarıldı ? Öncelikle bunu iyi bilmek lâzımdır. Çokları bunun kaba kuvvetle yapıldığını zanneder. Halbuki, Osmanlıların bu başarısı yalnızca askeri değildi. Yani kaba kuvvete dayanmıyordu. Askeri yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çare idi. Öyleyse, onları mefkurelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas amiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metodları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağlayan birçok metodları vardı. Bu metodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu’da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Oortaçağda Avrupa’da görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslam aleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi. Aksine tam bir inanç hürriyeti hakimdi. Çünkü, İslamiyetin, “Dinde zorlama yoktur” prensibine Osmanlılar sadık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu gaye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul’u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul’un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslam ahlâkını gayrı müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifadesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Sadece Anadolu’nun değil, birçok ülkenin fethinde, İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resulullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabul etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Mesela eskiden Alperen denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlakı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshab-ı kiram gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant’tan, Buhara’dan kalkıp Anadolu’ya, Rum diyarına gelmişlerdi. Netice olarak, Osmanlı Devleti’nin hızlı bir şekilde gelişip yayılması, gönüllerde taht kurarak üç kıtaya hakim olması, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve güçlü devletlerinden birisi haline gelebilmesi, İslam ahlâkına sımsıkı sarılmalarının neticesidir. İslam ahlâkını güzel metotlarla tatbik etmelerinin neticesidir... Böyle olmasaydı, bu devletin böylesine güçlenip, adalet ve huzur içinde yaklaşık 6 asır ayakta kalması mümkün olamazdı. Bu hususta Osman Gazinin vasiyeti ibretli bir vesikadır. Yarın da bu konuya temas edeceğim inşaallah..
. Osmanlı’da hoşgörü 23 Ocak 1999
Osmanlı’nın küçük bir beylik iken dört kıtaya hükmeden bir imparatorluk haline gelmesinin birçok sebepleri vardır. Her şeyden önce Osmanlılar, muazzam güç ve kudretlerinin yanında çok sade kaldılar. Gösterişe değil mütevazılığa önem verdiler. Kendilerine tabi bir devlet haline getirdikleri Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesabesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sade ve çok basitti. Gösterişten, şaşaadan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Onlara çok hoşgörülü davrandılar. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de zaten budur. Onlar fetih bölgelerinde yerli halka karşı öylesine hoşgörülü davranıyorlardı ki, yerli halk bu davranışları kendi yöneticilerinin yönetim tarzları ile mukayese ettiklerinde arada muazzam bir fark olduğunu görüyordu. Bu fark da onların gönüllerinin İslâma ve dolayısıyla Osmanlılara ısınmasına sebep oluyordu. Bunu yabancılar bile dile getirmektedir. Mesela, yabancı bir tarihçi Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır: “Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halife Osman’ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dini gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse birşey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osmanoğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, hep akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk, bir medeniyet kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişler. Karadeniz’in güneyinden Avrupa’ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır. Osman Gazi’nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te’siri çok daha geniş ve şumullü idi. Çünkü O, sükunet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıpyıkıyorlardı. Şu halde O’na bunların üstünde bir mevki vermemiz icabeder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!.. 600 küsur sene hüküm sürebilmiştir.?” Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vasıtasıyla İslamı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede hoşgörülü davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir. Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dinin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslamı benimsemişler ve Türk-İslam kültür dairesi içerisine girmişlerdir. Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, “kimsenin canına dokunulmayacağına” dair antlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terketmiyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur’un vezirine, şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gazi’ye verdiği cevap ilginçtir: “Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Biz kendi halkımıza bile zulüm yapıyorduk. Babanızın idaresine geçen köylülerimiz zulümden kurtuldukları için memnun kalıp, size seve seve itaat ettiler. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik”... Osmanlı hiçbir zaman, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefada kusur göstermemiştir. Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezata müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihanşümul bir siyasi teşkilattı. İşte Osmanlı’yı Osmanlı yapan, iki gündür özetlemeye çalıştığımız bu değerlerdir..
.Prens Metternich’in tavsiyeleri 5 Şubat 1999 1840’lı yıllarda Osmanlı yeni bir sistem arayışına girmişti... Bir kısım devlet adamları, Fransa’nın, bir kısmı da Avusturya’nın örnek alınmasını istiyorlardı. İkinci grup; Fransa Cumhuriyet olduğu için bize uymaz, Avusturya imparatorluk olduğu için bize daha yakın diyorlardı. Fakat her iki grup da sistemin mutlaka değiştirilmesinde hemfikirdi. Bu tartışmalar yapılırken, Avusturya Başbakanı, Prens Metternich’in İstanbul’daki sefiri Appony Kontuna aracılığı ile gönderdiği tavsiye mektubu ortalığı allak bullak etti. Batılılaşma düşüncesiyle yanıp tutuşan devlet ricalini sarstı bu mektup... Reşit Paşa hükümetinin düşmesine sebep oldu. Aslında, bu nasihat diğerlerinden farklıydı; her şeyden önce dostçaydı. Sinsice değildi. Reçetenin bir Osmanlı devlet adamından değil de Hıristiyan bir devlet adamından gelmesi de manidardı. Şimdi bakalım Prens Metternich’in reçetesinde neler var?.. “İmparatorluk günden güne zayıflamakta ve çökmektedir. Bu bir gerçektir. Gizlenmesi mümkün olmayacak kadar açıktır. Bir an önce bunu masaya yatırıp çöküş sebepleri ve çöküşün nasıl durdurulabiliceği hususunun tartışılması gerekir. Bana göre, Osmanlıyı bu hale düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Bunun temelinde, tam bir cehalet ve akıl almaz hayalperestlikten başka bir dayanağı olmayan ve ısrarla savunulan Avrupa kopyası reformlar yapma hevesi yatar. Osmanlı Devletine tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi varlık sebebiniz olan dininize saygı esası üzerine kurunuz! Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman halk arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. Fakat dinden uzak olmayın! İdarenizi yeni bir düzene, sisteme sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın! Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Zira bu, sultanı, yıktığı ve yerine koyduğu şeylerin değerini bilmeme durumuna sokar. Avrupa uygarlığından, sizin kurumlarınızla uyuşmayan sistemler almayın. Zira Batılı kurumlar, imparatorluğunuzun temelini meydana getiren ilkelerden farklı ilkelere dayanmaktadır. Batı kanunlarının temeli Hıristiyanlıktır. Siz Müslümansınız,Türk’sünüz; böyle kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın! Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı’nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın... Dininizin sizi toleranslı yapacak, diğer medeniyetlerden üstün kılacak ilkelerinden yararlanmaya bakın. Diğer dinlerden olan halkınıza tam bir himaye sağlayın. Onların dini işlerine karışmayın. Kanunlarınızı kesinlikle uygulayın. Batının gösterdiği yollara aldırmadan doğruca yürüyün. Bu yollara sapmayın. Çünkü tavsiye edilen bu yollar sizin bilmediğiniz yollar... Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa kamuoyunun az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız... Kısaca, biz Osmanlı’yı kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Fakat ona, bu ıslahatın, Osmanlı imparatorluğunun şartlarına ortak hiçbir yöne sahip bulunmayan modellerde aranmamasını, kanunlarında Doğulu âdetlere zıt düşen devletlerin kanunlarını taklide yönelmemesini tavsiye ederiz. Ama, Avrupa’yı örnek olarak almamalıdır kendine. Zira Avrupa’nın şartları başkadır, Türkiye’nin başka... Avrupa’nın temel kanunları Doğu’nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere.” ( Tanzimat - Ed. Engelhardt) Bu tavsiyeye uyuldu mu? Tabii ki uyulmadı. Aksine Avrupalılaşma hızı arttı. Gençler cahil olarak yetiştirildi. Zamanla aydın kesim; kültürümüzden, örfümüzden, dinimizden tamamen uzaklaştı. Halk da câhilleşti. Halkın cahilliği, aydınların inançsızlığı altı asırlık Osmanlı’nın çökmesine, yok olmasına sebep oldu. Bizden tam 29 sene sonra, 1869’da benliklerinden taviz vermeden Batı’ya dönen Japonlar, bizden kat kat ilerlediler. Hem de dinlerinden hiç ayrılmadan! Milletleri millet yapan, kendi öz değerleridir...
.
2005
Osmanlı nasıl başardı? 29.1.2005 Dün Osmanlının yıkılışından sonra idaresi altındaki ülkelerdeki sıkıntılardan, terör ve anarşiden bahsetmiştik. Osmanlılar, çeşit çeşit dillerde, dinlerde; başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insana, aralarındaki farkları bıraktırarak, onları bir ideal veya fikir etrafında toplayıp, üç kıtaya uzanan muazzam bir imparatorluk kurmuşlar. Bu muazzam iş nasıl yapıldı, nasıl başarıldı ? Öncelikle bunu iyi bilmek lâzımdır. Çokları bunun kaba kuvvetle, savaşla yapıldığını zanneder. Halbuki, Osmanlıların bu başarısı yalnızca askeri değildi. Yani kaba kuvvete dayanmıyordu. Askeri yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çare idi. Öyleyse, onları mefkurelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas amiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metotları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağlayan birçok metodları vardı. Bu metodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu’da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Geldikleri bölgelerin değerlerini yok etmemişler, faydalı olanlarını hangi kültürden gelirse gelsin kabul etmişlerdir. Kimseyi, yaşayışlarından, inançlarından dolayı kınamamışlar, onları Müslüman olmaya da zorlamamışlardır. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara, bilmedikleri, görmekdikleri bir hayat tarzı sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslam ahlâkını gayrı müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifadesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Sadece Anadolu’nun değil, birçok ülkenin fethinde, İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resulullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabul etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer. Mesela eskiden Alperen denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlakı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshab-ı kiram gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant’tan, Buhara’dan kalkıp Anadolu’ya, Rum diyarına gelmişlerdi. Netice olarak, Osmanlı Devleti’nin hızlı bir şekilde gelişip yayılması, gönüllerde taht kurarak üç kıtaya hakim olması, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve güçlü devletlerinden birisi haline gelebilmesi, İslam ahlâkına sımsıkı sarılmalarının neticesidir. İslam ahlâkını güzel metotlarla tatbik etmelerinin neticesidir... . Bunun içindir ki, “lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entakdır” demişlerdir. Hâl hareket ile yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. Böyle olmasaydı, bu devletin böylesine güçlenip, adalet ve huzur içinde yaklaşık 6 asır ayakta kalması mümkün olamazdı. Bu hususta Osman Gazinin vasiyeti ibretli bir vesikadır. İslâmın güzel ahlâkına uyarak örnek olmalıdır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, en te’sîrli, en fâideli nasîhat yapmak olur.
|
Bugün 240 ziyaretçi (337 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|