 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Yılbaşı, muhasebe günü olmalıdır
1 Ocak 2008 01:00
Bugün miladi yılbaşı. Batı'nın ortaya çıkardığı bir sistem de olsa, ömrümüzün bir yıllık yani 365 günlük zaman diliminden birinin daha bittiğini gösterir. Sistem olarak ister hicri yıl olsun ister miladi yıl olsun, zaman dilimleri insanı muhasebe yapmaya, düşünmeye, tefekküre sevk edebiliyorsa bir mana ifade eder. Bu idrake sahip değilsek diğer canlılardan bir farkımız kalmaz. Bunun için, geçirdiğimiz bu bir yıllık zaman diliminin muhasebesini iyi yapmalıyız. Eksilerimizi artılarımızı önümüze koymalıyız. Eksilerimiz fazlaysa yeni yılda artılarımızı fazlalaştırmanın planlarını, hesaplarını yapmalıyız. Artılarımız fazlaysa mevcut eksilerimizin tamamını artıya çevirmenin yollarını aramalıyız. Bu muhasebe, kendimizle hesaplaşma sadece ahiret ile ilgili işlerimiz için değil, dünyalık işlerimiz için de yapılmalıdır. İşimizde, ticaretimizde, başarımızın ve başarısızlıklarımızın muhasebesi yapılmalıdır. Yeni yıla yeni hedeflerle girilmelidir. En değerli mahluk Bunlar yapılmayıp, yeni yıla girmeyi, eğlence vasıtası yapmak, körkütük sarhoş olmayı marifet bilmek akla mantığa kısacası insanlığa aykırı şeylerdir. Bunlar, idrak yoksunu, düşüncesiz, idealsiz basit insanların yaptığı yanlışlardır. İnsan basit bir varlık değildir. Cenabı Hak insana değer vermiş, diğer bütün varlıkları insan için yaratmıştır. İnsanı da kendisi için, kendisini tanıyıp ibadet etmesi için yaratmıştır. Yılbaşı dolayısıyla yapılan diğer bir yanlışlık da, Hıristiyanların dini istismarlarıdır. Müslümanların da bu istismara alet olmalarıdır. Yılbaşı dolayısıyla, caddelerde, mağazalarda "Noel Baba" olarak Aziz Nikolaos efsanesinin boy göstermesi; Hıristiyanlık propagandasının diz boyu olması bu istismarın tipik örnekleridir. Yılbaşı ile Noel iç içe yaşansa da, aslında yılbaşının Noel'le bir ilgisi yoktur. Çünkü Noel'de ortak bir gün yoktur. Aralık ayının yirmibirinde, yirmibeşinde ve ocak ayının altısında olmak üzere farklı farklı zamanlarda kutlanmaktadır. Hıristiyanların büyük çoğunluğu aralığın yirmibeşinde Noel kutlamalarını yaptılar. Hıristiyan âleminin Noeli kutlamaları, 4. asırda Roma İmparatorlarının birincisi olan Konstantin ile başlar. Konstantin, Eflatun'un ortaya koyduğu teslis "Trinite" yani "üç tanrı" inancını, papazlara yazdırdığı yeni İncil'e koydurdu ve Noel'i bayram ilan etti. Böylece yeni bir Hıristiyanlık dini doğmuş oldu. Noel kutlamaları ve yeni yıl hep Hz. İsa'nın doğum günü üzerine bina edilmektedir. Halbuki, Hz. İsa'nın doğumu hakkında, o zamanın edib ve ilim adamlarının eserlerinde hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. Çünkü, İseviler, az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milad doğru anlaşılmamıştır. Bunun için, miladi sene, hicri sene gibi doğru ve kat'i olmayıp, günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır. Mesela, İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine göre, üç yüz seneden fazla olarak noksandır. Çünkü İsa aleyhisselam ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir. Hıristiyanların kutladığı Noel sonradan uydurulan bir hurafeden ibarettir. Hatta bazı Hıristiyan teşkilatlarının da artık Noel'i bir hurafe kabul ettikleri, dünya basınında çıkan haberler arasındadır. Nitekim, ABD'de yayınlanan 17 Aralık 1996 tarihli haftalık Newsweek dergisi bu gerçeği şöyle dile getirmektedir: "Noel Baba bir hurafeden ibarettir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Ticari maksatlarla sonradan uydurulmuştur. Hediyelik eşya sektörüne milyonlarca dolar kazandıran Noel Baba, kapitalizmin oyuncağı olmuştur. Tarihçi, Stephan Nissenbaun, "The battle for Christmas" (Yılbaşı ile Mücadele) kitabında Hıristiyanlığın temelinde yılbaşı kutlamalarının ve Noel Babanın bulunmadığını, bunun yasaklanmasının gerekli olduğunu bildirmektedir." Noel, Hıristiyan bayramıdır! İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Hindûların bayram günlerine, ateşe tapanların nevruz günlerine ve Hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek, o zamanlarda onların âdetlerini onlar gibi yapmak, insanı îmândan çıkarır." Bir Müslümanın dinimizin bildirdiği dînî günlerin dışında bazı günleri dînî bayram kabul etmesi, dînî gün olarak kutlaması veya bu günlere önem vermesi, bunlara kıymet atfetmesi hükmü küfür olan bir bid'attir. Dînimize göre, milâdî yılbaşının diğer günlerden farklı bir tarafı yoktur. Bunun için sıradan gün muamelesi göstermelidir. Bu gecede, diğerlerinin yaptığının tersini yapmış olmak için mevlid okumak, sohbet toplantıları düzenlemek de uygun değildir. İyi niyetle de olsa dinde farklı bir uygulama bid'at olur. Noel ile yılbaşı farklı şeylerdir. Yeni yıla bir kudsiyet, manevi bir değer yüklemeden yeni yılı tebrik etmekte, hayırlı olmasını temenni etmekte dinen mahzur yoktur
Her nimet O'ndan...
1 Ocak 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Bütün mahluklara her nimeti, iyilikleri veren yalnız Allahü tealadır. Her şeyi var eden, var olmak nimetini veren O'dur. Her an, varlıkta durduran da O'dur. Kâmil, iyi sıfatlar, insanlara, O'nun rahmeti ile, acıması ile verildi. Hayat, ilim, sem, basar, kudret ve kelam sıfatlarımız hep O'ndandır. Sayılamayan nimetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran O'dur. Duaları kabul eden, belalardan kurtaran hep O'dur. Öyle bir Razzaktır ki, kullarının rızklarını, günahlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günah işleyenlerin yüz karalarını meydana çıkarmıyor. Hilmi o kadar çoktur ki, kullarının cezalarını vermekte acele etmiyor. Öyle bir ihsan sahibidir ki, kerem ve ihsanlarını dost ve düşman, herkese saçıyor. Bütün nimetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi, en üstünü olarak da, kullarına Müslümanlığı açıkça bildiriyor ve beğendiği yolu gösteriyor. Mahlukların en iyisine uyarak seadet-i ebediyyeye kavuşmayı emir buyuruyor. İşte, O'nun nimetleri, ihsanları güneşten daha açık ve aydan daha aşikârdır. Başkalarından gelen nimetleri de gönderen O'dur. Başkalarının ihsan etmesi, bir emanetçinin, birisine emanet vermesi gibidir. Başkasından bir şey istemek, fakirden bir şey beklemektir. Cahil de, bunu âlim gibi bilir. Kalın kafalı da, zeki kimse gibi anlar. Allahü teala, kullarına merhamet ederek, Peygamberler göndermiştir. Bunlarla kullarına doğru yolu, seadet-i ebediyye yolunu göstermiş, kullarını kendine çağırmıştır. Rızasının, sevgisinin yeri olan Cennete davet etmiştir. Böyle bir ihsan sahibinin davetini kabul etmeyen, ne kadar zavallıdır. Onun nimetlerinden mahrum kalan ne kadar ahmaktır. Bu büyüklerin, Allahü tealadan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine iman etmek lazımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir alet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara Özür, bahane kalmamıştır. Peygamberlerin birincisi Âdem aleyhisselamdır. Sonuncusu ise, Muhammed aleyhisselamdır. Peygamberlerin hepsine iman etmek lazımdır. Hepsini masum [yani günahsız ve doğru sözlü] bilmelidir. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir. Çünkü, hepsi aynı imanı söylemiştir. Yani, hepsinin dinlerinin aslı, temeli yani iman edilecek şeyleri birdir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Kibrin en kötüsü!..
2 Ocak 2008 01:00
Kibrin, kendini beğenmenin en kötüsü, hatâlarını, nefsinin kötü isteklerini beğenmektir. Kişi o hâle gelir ki, artık hatâlarını, yanlışlarını da beğenmeye, onları savunmaya, mazeret bulmaya çalışır. Nasîhat kabûl etmez. Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki, esas câhil kendisidir. Bid'at sahipleri, mezhebsizler böyledirler. Bozuk, sapık i'tikâdlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır. Böyle kötü huyun tedâvisi çok güçtür. Her türlü manevî hastalığın tedâvisini, ilâçlarını bildiren Ehl-i sünnet âlimleri, bu kötü hastalığın da tedâvisini, çâresini bildirmişlerdir. Fakat bu hastalar, hastalıklarını bilmedikleri, kendilerini sağlıklı sandıkları için, bu tabîblerin nasîhatlerini, ilimlerini kabûl etmezler, felâkette kalırlar. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık icabıdır. İyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sahipleri, büyük bilinir. O halde, her nimetin hakiki sahibi olan Allahü tealaya şükür etmek, insanlık icabıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teala, her ayıp ve kusurdan uzak, insanlar ise, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münasebetleri, alakaları yoktur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükür edeceklerini anlayamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakaret ve küçültmek olabilir. Ona hürmet ve şükür şekilleri, yine Ondan bildirilmedikçe, Ona layık olacağına güvenilemez ve Onun kabul edeceği bir ibadet olamaz. Çünkü, insanların hamd etmeleri, Ona belki hakaret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, tazim, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükürler, orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyan buyurmuşlardır. O halde, Allahü tealaya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükür etmek, ancak dine uymakla olur. Allahü tealaya, dinin dışında yapılacak hürmete ve ibadete güvenilemez. Çok defa tersine olup, sevap sanılan, günah olur. Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dine uymak, insanlık icabıdır ve aklın istediği ve beğendiği bir şeydir. Allahü tealaya, Onun dininin dışında şükür edilemez. Tel: 0 212 - 454 38 21
.
Mekke'nin fethi, tarihin en önemli olayı!
2 Ocak 2008 01:00
Dün, yeni yıldan yeni yılın ilk gününden bahsetmiştik. 1 Ocak günü aynı zamanda Mekke-i mükerremenin de fethidir; zamanımızdan 1378 sene önce dün fethedilmişti... Hudeybiye Anlaşması gereğince, Müslüman olsun veya olmasın herkes, istedikleri kabîleye sığınabilecekti. Kimseye zarar verilmeyecekti. Kureyşli kâfirler, bu anlaşmaya rağmen, Mekke'de bir gece Huzaâ kabîlesine saldırmışlar, yirmiden fazla kimseyi öldürmüşlerdi. Huzaâ kabîlesi Resûlullahtan yardım istedi. Allahü teâlâ bu durumu Sevgili Peygamberine bildirdi. Resûlullah efendimiz, Medîne'de Meymune vâlidemizin evinde abdest alırken, Müslümanların feryâdını işitip; - Lebbeyk! Yanî davetinize icâbet ediyorum, yardımınıza geliyorum, buyurdu. Sonra, Kureyş müşriklerine bir mektup gönderdi. Mektupta şöyle buyuruyordu: "Huzaâ kabîlesine saldırmaktan vazgeçin ve öldürdüğünüz kimselerin diyetini verin. Bunları yapmazsanız, sizinle harb edeceğimi bildiririm..." Geldiği gibi geri dönecek! Müşrikler bu teklifi kabûl etmediler. Daha o zaman Müslüman olmayan Ebû Süfyân'ı elçi olarak gönderip, yaptıklarını örtbast etmek için anlaşmayı yeniletmek istediler. Ebû Süfyân daha yolda iken, Peygamber efendimiz, "Ebû Süfyân anlaşmayı yenilemek, müddetini uzatmak için geliyor. Fakat, isteği hâsıl olmayıp geldiği gibi geri dönecek!" buyurdu. Nihâyet elçi, Resûlullah efendimizin huzuruna gelerek dedi ki: - Ben, Hudeybiye Sulhnâmesini yenilemek ve müddetini de uzatmak için geldim. Peygamber efendimiz; - Biz, Hudeybiye Sulhnâmesine aykırı bir davranışta bulunmayız ve onu değiştirmeyiz, buyurdu. Elçi, tekrar tekrar; "Sulhnâmeyi değiştirelim! Yenileyelim!.." dediyse de, sevgili Peygamberimiz, ona hiçbir cevapta bulunmadı. Kureyş elçisi, gösterdiği bütün gayretlerin hiçbir fayda vermediğini görünce, Mekke'ye dönüp, müşriklere durumu anlattı. Artık onlar için, beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Sevgili Peygamberimiz Mekke'yi fethetmeye karar verdi. Çünkü Kureyşliler ahdlerinde durmamışlar ve muâhedeyi bozmuşlardı. Fakat bu sırrı gâyet gizli tutuyor, müşriklere hazırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i şerîfte kan dökülmeden Mekke'yi teslim almak istiyordu. Bu bir harp tedbîri idi. Zîrâ, Mekke fethedilince, kim bilir niceleri Müslüman olmakla şereflenecekti. Bu durumu Hazreti Ebû Bekir'e ve Eshâbının ileri gelenlerinden birkaçına bildirdi. Eshâbına, sefer için hazırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi. Eshâb-ı kirâm, cihâd için hazırlığa başladılar. Peygamber efendimiz, ayrıca çevredeki Müslüman kabîlelerden Eslem, Eşçâ, Cüheyne, Husayn, Gıfâr, Üzeyne, Süleym, Damra ve Huzâaoğullarına haber gönderip; "Allahü teâlâya ve âhiret gününe îmân edenler, Ramazan-ı şerîfin başında Medîne'de bulunsunlar" buyurarak onları harbe katılmaya davet etti. Habîbullah efendimiz, bir tedbîr olarak, Mekke'ye giden yolları tutup, irtibâtı kesmek üzere, Hazreti Ömer'e vazife verdi. Hazreti Ömer, derhal dağ yollarına, geçitlere ve diğer yol başlarına nöbetçiler dikip; "Mekke'ye gitmek isteyen herkesi geri çevireceksiniz!" emrini verdi. Sevgili Peygamberimiz, bu işin gizlice yürütülmesi için; "Yâ Rabbî! Yurtlarına ansızın varıp, kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez eyle. Bizi ansızın görüp işitsinler" diyerek Allahü teâlâya duâ etti. Tespit edilen sefer günü gelince ordu yola çıktı. Kâinatın efendisi hazret-i Muhammed aleyhisselâm, Müslümanların en fazîletli tabakası olan Eshâb-ı kirâmdan oluşan ordusu ile, şehirlerin en şereflisi Mekke'yi kan dökmeden, can yakmadan ve kimseyi incitmeden kolay bir şekilde fethetti. Tekbir sesleri arasında... Şanlı peygamberimiz; mağrur bir kumandan ve azametli bir fâtih gibi değil, bindiği devesinin üstünde başı eğik, boynu bükük bir hâlde mütevâzı bir tavır içinde, Allahü teâlâya hamd ve senâ ederek, Mekke'ye girdi, tekbîr sesleri içinde Kâbe-i şerîfe vardı. Allahın evini putlardan temizleyip içeri girdiler, fetih ve şükür namazı kıldıktan ve genel bir af ilân ettikten sonra, Ebû Tâlib'in kızı ve Hazret-i Ali'nin kız kardeşi Ümm-i Hânî'nin evine gitti. Mekke'nin fethi İslâm târihinde değil, bütün cihân târihinde benzeri bulunmayan bir hâdisedir. Îmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir. Bu fetihle, Arabistan yarımadasında şirkin, cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Kâbe ve civârı putlardan temizlenmiş, tevhîd inancı kesin hâkimiyetini îlân etmiştir. Mekke'nin fethi ile Arabistan yarımadasında ilk İslâm Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır.
.
Ölümden önceki hali ne ise...
3 Ocak 2008 01:00
Allah adamları, ömürlerinin kötü bir son ile sonuçlanıp da Ahirette Allahü tealanın cemalinden mahrum olmaktan son derece korkarlardı. Akıbetlerini çok düşünürler, kendilerinden geçinceye kadar hüzün ve tefekküre dalarlardı. Rabî' bin Haysem buyurdu ki: "Kulun, ölüm zamanından önceki düşkün olduğu hali ne ise, ruhunu o hal üzere teslim eder. Ben, ihtiraslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalığında ziyaret etmiştim. Yanında otururken ona, Lâilâhe illallâh... tevhidini okudum. O ise her defasında para saymakla meşgul oluyordu." Hasan Basrî hazretleri, "Cehennemden en son çıkan kimse, bin sene yandıktan sonra çıkar" meâlindeki hadîs-i şerifi işittiği zaman, "Keşke o adam ben olsaydım!" der idi. Bir gün kendisine, "Yâ imam! Neden böyle söylersiniz?" diye sormuşlar. O da şu karşılığı vermiştir: "Bin sene sonra da olsa, cehennemden çıkıp kurtulmuyor mu?" Mutarrif bin Abdullah buyurdu ki: "Ben, helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Çünkü bu çok kolay. Ancak saâdet ve kurtuluşa eren bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim! Çünkü bu çok zor. İyi bilin ki; Allahü teâlâ bir kuluna, Müslüman olarak ruhunu almaktan daha yüksek bir nimet vermemiştir." Zeyd bin Eslem buyurdu ki: "Eğer ölüm benim elimde olsaydı, İslâmı hakkıyla sevebildiğim bir haldeyken hemen ölümü gerçekleştirip nefsime tattırırdım! Ne çare ki, ölüm benim elimde değildir!" Süfyan-ı Sevrî hazretleri bir gün şiddetle ağlıyordu. O kadar ki, kendinden geçmişti. Yanındakiler onu kasdederek: "Koskoca bir âlim ağlıyor!" dediler. O da onlara şu karşılığı verdi: "Biz, bir zamanlar günahlarımız için ağlamıştık. Şimdi ise İslâm için ağlıyoruz. O yüce ve eşsiz nimetin elimizden çıkmasından korkuyoruz! Nitekim Peygamber efendimiz bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz cennet ehlinin ameli ile amel eder, nihayet cennetle kendisi arasında bir arşınlık bir mesafe kalmışken, cehennemliklerin ameliyle amel eder de cehenneme gider!.." İşte insanı ağlatan ve aklı baştan alan bu korkunç akıbettir. Yine bir hadîs-i şerifte: "Mü'minlerin iman bakımından en sadık olanları, dünyada en çok tefekkür edenleridir. Cennette ferah ve sürurları en çok olanlar da, dünyada en çok ağlayanlar olacaktır" buyurulmuştur. Siz bunları bilmez ve düşünmez misin
.
Allahtan korkan kimse...
4 Ocak 2008 01:00
İshak bin Half hazretleri buyurdu ki : "Allahü teâlâdan gerektiği şekilde korkan kimse, ağlayıp gözünün yaşını silen kimse değildir! Allah'tan gerçekten korkan ancak o kimsedir ki; Allahü teâlânın rızasına aykırı bulunan ve O'nun azâbına sürükleyen şeyleri tamâmen terk eder." Hâtem'ül-Esam, Kur'ân-ı kerîm'in (Rabbimiz Allah'tır deyip de doğruluktan ayrılmayanların üzerlerine, "Korkmayın, mahzun da olmayın! Size vaad olunan cennetle sevinin!" diye melekler inecektir) meâlindeki âyeti hakkında, şöyle buyurdu: Melekler tarafından kendilerine böyle müjde verilecek olan kimseler, ancak dünyada iken korkusu ve hüznü sürekli olan kimselerdir. Fakat o kimse ki, günaha dalmış, azgınlık ve taşkınlık yapmış, sonra da nâdim olmamıştır, ona böyle bir şey söylenecek değildir." Hazreti Ali diyor ki: "Hayvanlar, kuşlar ve balıklar ölümden sonra artık müsterihtir. Fakat ben bir insan olarak amelime bağlı bulunmaktayım!" Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "Cebrâil aleyhisselâmı her gelişinde mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın heybetinden korkup titrediğini görürdüm." Yahya bin Muaz buyurduki: "Tefekkür ufkunun genişlemesi ve ibret nazarının derinleşmesi, kalbde öyle hikmetler husule getirir ki, bu hikmetler dile geldiği zaman hakimler onları sevgi ile karşılar; âlimler ona boyun eğer; fakr ve zühd mesleğini seçenler ondan taaccüb ederler, edibler onları ezber etmeye koyulurlar!" Süfyan-ı Sevrî, "Mü'minin hüzün ve korkusu, kalbindeki basiret nurunun miktarıncadır!" buyururdu. İbrahim bin Edhem buyurdu ki: "İnsanın beden yapısında duyduğu acılar, nasıl birtakım hastalıkların neticesi ise, ruh yapısında duyduğu sıkıntılar da aslında Allah'a karşı kusurlu oluşunun neticesidir. Şüphesiz Allahü teâlâ her derdin devasını ihsan eder! Kulun hüznü arttığı zaman, gözyaşları gönlüne akmıya başlar... ve bedeninde bir çözülme olur." İbrahim bin Edhem hazretleri yaşlandığı zaman, sakalına beyaz düşmüştü. Kendisine dediler ki: "Sakalınızdaki beyazları boyamıyor musunuz?" O da şu karşılığı vermiştir: "Boyatmak zinetten sayılır. Biz ise gece-gündüz hüzün ve matem içindeyiz!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Hüküm sona göredir
5 Ocak 2008 01:00
İslam büyükleri her an sonlarını düşünürlerdi. "El itibar lil hevatim", yani itibar, hüküm sona göredir, buyururlardı. Süfyan Sevrî buyurdu ki: "Din ve imanı hakkında hiçbir korku ve endişesi olmayan kimsenin, âkıbeti oldukça tehlikelidir!" Hasan Basrî hazretleri anlatır: "Kur'ân-ı kerîm'in "Her canlı mutlaka ölümü tadacaktır!" meâlindeki âyetini okuduğum zaman, onu tekrar etmeye başladım. Ansızın bir ses 'Bu âyeti kaç defa tekrar edeceksin! Onu işiten cinlerden tam dört bininin, semaya bakmalarına dahi mecal bırakmadan ölümüne sebeb oldun!' diyordu." Fudayl bin İyad hazretleri arefe günü vakfe yapmış, zevaldan akşam vaktine kadar eliyle sakalını tutarak olduğu yerde ağlamıştı. Hem ağlıyor, hem de şöyle diyordu: "Şu günde bağışlanmış da olsa, vah yaptığım çirkin işler, vah!.." Ömer bin Abdülaziz diyor ki: "Eğer gaflet olmasa, bütün halk haşyet-i ilâhiye'den, Allah korkusundan helâk olurdu!" Atâ es-Sülemî hazretleri, beldesindekilere bir musibet geldiği zaman, "Bu musibet, benim günahlarım yüzündendir. Ben buradan çıkıp gitmiş olsaydım, belki bu belâ inmezdi" derdi. Davud et-Tâî hazretleri hastalandığı zaman, devlet adamlarından biri ziyaretine geldi. Yanında otururken ona bin altın bıraktı. Kabul etmedi. Gelen ona "Bir diyeceğiniz ve ihtiyacınız var mı?" diye sordu. "Evet, rahatsız edilmememi rica edeceğim" diye karşılık verdi. Sonra arkadaşlarına dönerek "Bu zat, ölümümden evvel kir ve vebalimi biraz daha artırmak istiyor!" diye seslendi. Ferkad es-Sencî anlatıyor: Bir gün Atâ es-Sülemî'yi ziyarete gitmiştik. Onu, güneşin sıcağına rağmen yere uzanmış, yanağını toprak üzerine koymuş vaziyette gördük. Ağlamaktan çıkan gözyaşları ise yanaklarından yere dökülmüş, yer balçık haline gelmişti. Bize dedi ki: Bir gün Atabetül-Gulâm ile birlikte yola çıkmıştık. Giderken bir yere uğradık. Oradan geçerken o bayılıp düştü. Kendine geldiği zaman dedi ki: Burası, benim bâliğ olmazdan önce Allah'a karşı isyanda bulunmuş olduğum bir yerdir. Bunu hatırlayınca fenalık geçirdim!" İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: İşte bu bahsedilen zat ve arkadaşları, kırk seneye yakın yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kılmışlardı. Bununla beraber onlar, işte bu derece Allahü tealadan korkarlardı. Bedenleri zayıf düşmüştü. Ağlamaktan kendilerine baygınlık gelirdi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.
.
Emredileni yapmamanın karşılığı
6 Ocak 2008 01:00
Hazreti Huzeyfe'ye, "Şu İsrâiloğulları, dînlerini terk ettikleri için mi suretleri değiştirilerek hınzır ve maymun olmak ve kendi kendilerini öldürmek gibi çeşitli şekillerde azâb edildiler?" diye sordular. Şöyle cevap verdi: "Hayır, onlar açıkça inkâr etmediler, fakat emir olundukları şeyi yapmamak ve yasaklanan şeyleri yapmak için onlara yüklenmeleri sebebiyle, insan, gömleğinden sıyrıldığı gibi, onlar da dinlerinden ayrıldılar." Allahü teâlâ kendisine isyan edenlere çeşitli şekillerde azâb edeceğini bildirerek kullarını günah işlemeğe karşı uyarmıştır. Nitekim Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde şöyle buyurmaktadır: "Onlar bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık." "Bu suretle onlar serkeşlik ederek yasak edileni yapmakta ısrar edince kendilerine, 'Hor ve zelil maymunlar olun' dedik." Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular: "Mü'min bir günah işlediği vakit, kalbine siyah bir nokta, bir leke vurulur. Tevbe ederse kalbi cilalanır ve yeniden parlar, tevbe etmez isyana devam ederse, siyah lekeler kalbini kaplayıncaya kadar artar." Süleyman Dârânî hazretleri de "İnsan gece karanlığında işlediği bir günahı kimsenin görmediğini sanır, fakat sabah olunca işlediği bu günahın zilleti onun boynuna takılır" demiştir. Yahya bin Muâz da, "Bir kimse 'Allahım, düşmanlarımı bana güldürme' diye dua ettiği halde bütün düşmanlarını kendisine güldüren bu kimseye şaşarım" buyurmuştur. Bunun nasıl olduğunu kendisine soranlara, "Allaha isyan eder de kıyamet günü bütün düşmanları kendisine güler" dedi. Mâlik bin Dinar hazretleri anlatır: "Allahü teâlâ peygamberlerden birisine, (Ümmetine söyle! Düşmanlarımın girip çıktıkları yerlere girip çıkmasınlar, onların kılıklarına girmesinler, onların binitlerine binmesinler, onların oturup kalktıkları ve yiyip içtikleri yerlerde yiyip içmesinler. Sonra onlar da onlar gibi benim düşmanlarım olurlar) buyurdu." Resûl-i ekrem efendimiz, Muaz bin Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken ona, "Mazlumun bedduasından sakın, zira onunla Allah arasında perde yoktur" buyurmuştur. Ayeti kerimede buyuruldu ki: "Kim kendisine doğru yol besbelli oldukdan sonra peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakırız fakat âhirette kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Sen kendini ne sanıyorsun?"
7 Ocak 2008 01:00
İbni Abbâs radıyallahü anhüma buyurdu ki: "Ey günah sahibi, bir günahı bırakıp daha büyüğünü işlerken son nefesinden nasıl emin olursun? Böyle bir emniyet içinde bu günahları nasıl işlersin? Yazıklar olsun sana, sağında ve solundaki meleklerden utanmaz mısın? Yaptığın günah ne kadar büyük ise, tövbe etmeden beklemen, ondan daha büyük günahtır. Tasarladığın günahı, yaptım, diye sevinmen, o günahtan daha büyüktür. Yapmak istediğin herhangi bir kötülüğü yapamadım diye üzülmen, onu yapmandan daha günahtır. Bir günahı işlerken rüzgârın kapıyı açmasından korkarken, Allahü teâlânın seni gördüğünü bilerek ondan gönlünün ıstırap duymaması daha büyük günahtır. Yazıklar olsun sana, sen kendini ne sanıyorsun?" Ayet-i kerimede, "Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yâr, ne bir mededkâr da bulamaz" buyuruldu... Hadis-i şerifte de şöyle buyuruldu: "Allahü teâlâ birtakım şeyleri farz kıldı, onları yerine getirin. Helâl haram diye birtakım hududlar çizdi, bunları aşmayın. Rahmet olarak bazı şeyleri sükût geçti, onlar üzerinde araştırma yapmayın." Enes bin Mâlik radıyallahü anhın annesi Ümmü Sûleym'den rivayetle; Ümmü Süleym Resûl-i ekremden öğüt istemiş, Resûl-i ekrem de, "Günahlardan uzaklaş, zira en makbul hicret, günahlardan uzaklaşmaktır. Farzlara devam et, zira en üstün cihad farzları edâ etmektir. Allahı çok zikret, zira Allah katında zikirden daha sevimli bir ibadet yoktur" buyurmuştur. Ebû Zer Gıfari hazretleri de, Resûl-i ekreme, "Hangi hicret sahibi daha makbuldür?" diye sordu. Resûl-i ekrem, "Günahları terk edip onlardan uzaklaşandır" buyurdu. Bilâl bin Sâd, "Yaptığın günahın küçüklüğüne değil, onu kime karşı yaptığına bak" demiştir. Hasan-ı Basri "Ey Âdemoğlu, günahı hiç yapmamak, yaptıktan sonra tövbe edip ondan vazgeçmekten çok daha kolay ve hayırlıdır" buyurmuştur. Hazreti Aişe validemizi, Hazreti Muâviye'ye yazdığı bir mektupta, "Kul, Allaha isyan ettiği vakit, insanların medhi kötülüğe döner" demiştir. Muhammed bin Kâb el-Kuradi de "Allahü teâlâya günahı terk etmekten daha sevimli bir ibadetle ibadet edilmemiştir" buyurmuştur.
.
Günah küfrün elçisidir!.."
8 Ocak 2008 01:00
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, "Yarattıklarımdan ilk ölen, yani helak olan İblis'tir. Çünkü bana ilk isyan eden odur" buyurdu ve isyan edenleri yaşasalar da ölü saydı... Hazreti Huzeyfe, "İnsan bir günah işleyince kalbine bir nokta, siyah bir leke vurulur. Günah işledikçe nokta nokta kalbi kararır gider" buyurdu. İslam büyüklerinin "Günah, isyan, küfrün elçisidir" sözü bunu teyid eder. Çünkü isyan ile kararan kalb, artık hayır kabul etmez. Katılaşır, bütün merhamet, şefkat ve korku duyguları kalbinden çıkar ve kolaylıkla canının arzu ettiği kötülükleri irtikâb eder. Böylelikle Alla'ı unutarak şeytanı kendisine dost edinmiş olur. Şeytan da onu ümitlendirmek suretiyle alabildiğine azıtır ve nihayet küfre gitmesine sebep olur. Nitekim Allahü teâlâ: "Ey insanlar, Allahın verdiği söz şüphesiz gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Allahın affına güvendirerek şeytan sizi kandırmasın. Şeytan şüphesiz sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman tutun; o kendi taraftarlarını, cehennemlik kimseler olmaya çağırır" buyurulmuştur. İmâmı Ahmed hazretleri, Müsned'inde Ebû Hureyre'den rivayetinde Allahü teâlâ İsrâiloğullarından bazıları için; "Kulum bana itaat ettiği vakit ondan razı olurum; razı olunca da hem kendisini ve hem de nesillerini mübarek kılarım. Benim bereketimin sonu yoktur. Kulum bana isyan ettiği vakit de ona gazab eder, öfkelenirim. İsyan eden, kötü kimselerin kötülüğü onun yedi nesline kadar iner" buyurmuştur. Muhammed İbni Şirin, bir defa büyük bir borç altına girmiş ve son derece üzülmüştü. Bunun üzerine "Ben kırk yıl önce işlediğim bir günahın cezasını çekiyorum" demiştir. Hasan-ı Basri hazretleri anlatıyor: Onlar Allah'a ihanet etti Eğer Allahü teâlâya karşı saygılı olsalar Allah da onları günahlardan korurdu. Olgun insan bir kusur işlediği vakit, cennete girinceye kadar onun korkusu yüreğinden çıkmaz. Nitekim Buhâri'nin İbni Mes'ud hazretlerinden rivayetinde, Resûl-i ekrem; "Doğrusu mü'min günahlarını, tepesine dikilmiş ve üzerine yıkılacak bir dağ gibi görür. Kötü insan da günahlarını, burnunun ucuna konmuş ve ufak bir hareketle uçup gidecek sinek gibi görür" buyurmuştur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
.
Hicri yıl ve hicretin önemi
8 Ocak 2008 01:00
Yarın, Muharrem ayının birinci gecesidir. Yani hicri yılbaşı gecesidir. Muharrem ayı, hicri senenin birinci ayıdır. İslam âleminin yılbaşı gecesi olan bu gecede ve yılbaşı gününde Müslümanlar, birbirlerini ziyâret eder, hediye verirler. Yeni senenin, birbirlerine ve bütün Müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret edip duâlarını alırlar. O gün, bayram gibi temiz giyinirler. Fakîrlere sadaka verirler. Bugün başlangıç zamanına göre iki türlü takvim kullanılmaktadır. Milâdî takvim, Hicrî takvim... Milâdî sene, İsâ aleyhisselâmın doğum günü zannedilen zamandan başlamaktadır. Hicri sene ise, "Hicret" ile başlamaktadır. Hicretin İslam tarihinde çok önemli bir yeri olduğundan, bu olay hicrî senenin başlangıcı kabul edilmiştir. Bunun için her Müslümanın bu önemli olayı; ne zaman, niçin, hangi şartlarda, nasıl oldu, bilmesi lazımdır. Hicret olayı özetle şöyle oldu: Artık Müslümanlar için Mekke'de kalmak, tahammül edilemeyecek bir hal almıştı. Bunun için Eshabı kiram zaman zaman Peygamber efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâade istemekteydiler. Resulullah efendimiz de bu konu ile ilgili vahiy bekliyordu. Hicret için izin! Bir gün, sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâbının yanına gelip; "Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Medîne'dir. Oraya hicret ediniz. Allahü teâlâ Medîne'yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı" buyurdu. Bundan sonra Müslümanlar, Medîne'ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar. Peygamber efendimiz, hicretin son derece ihtiyatlı ve gizli yapılmasını sıkı sıkıya tembih ediyordu. Neden sonra işin farkına varan müşrikler hicret için yola çıkan Müslümanlardan, görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapse atmaya başladılar ve çeşitli cefâlara tâbi tuttular. Müslümanlar ise, buna rağmen her fırsatı değerlendirerek Medîne yollarına düştüler. Hazret-i Ömer de, bir gün kılıcını kuşandı. Yanına oklarını ve mızrağını alıp herkesin önünde Kâbe'yi yedi defa tavâf etti. Oradaki müşriklere, yüksek sesle şunları söyledi: "İşte ben de dînimi korumak için Allahü teâlânın yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa şu vâdinin arkasında önüme çıksın!.." Böylece hazret-i Ömer ile yirmi kadar Müslüman, güpegündüz, çekinmeden Medîne'ye doğru yola çıktılar. Artık göçlerin arkası kesilmiyor. Eshâb-ı kirâm bölük bölük Medîne'ye ulaşıyordu... Müslümanların çoğu, Medine'ye hicret edince, hazret-i Ebû Bekir de hicret için izin istedi. Resûl-i ekrem; "Sabır eyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir; "Anam-babam sana fedâ olsun! Böyle ihtimâl var mıdır?" diye sorunca, Peygamberimiz; "Evet vardır" buyurarak sevindirdi. Hazret-i Ebû Bekir hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke'de; Sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü'minler kalmıştı. Müşrikler, hicreti etkisiz hale getirmek, Müslümanların güçlenerek tekrar üzerlerine gelmelerine mani olmak için, Efendimizi öldürmeye karar verdiler. Müşrikler bu hazırlık içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Cebrâil aleyhisselâm gelerek, müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Sevgili Peygamberimiz hazret-i Ali'ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sâhiplerine vermesini söyleyerek, "Bu gece yatağımda yat uyu, şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar gelmez" buyurdu. Hiç kimse görmedi! O gece, hicret gecesi müşrikler, Resûlullah efendimizin saadethânelerinin etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz mübârek evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Resûlullah efendimiz selâmetle aralarından geçip, hazret-i Ebû Bekir'in evine ulaştı. Müşriklerden hiçbiri O'nu görememişti. Bir müddet sonra, Resulullah efendimizin hane-i saadetlerinden ayrıldıklarını öğrenince derhal kapıya hücum edip içeri girdiler. Hazret-i Ali'ye, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hazret-i Ali, "Bilmem! Beni, O'nun muhâfazasına me'mur mu ettiniz?" diye cevap verince kahroldular, Resûlullah efendimizi bulmak için dışarıya çıkıp aramaya başladılar. Her yeri aramalarına rağmen, bulamadılar ve çılgına döndüler. En azılıları olan Ebû Cehil, Mekke ve civârında tellâllar bağırtarak, sevgili Peygamberimizi ve hazret-i Ebû Bekir'i bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vereceğini va'd etti. Onun bu va'dini duyan ve mala tamah eden bazı kimseler silâhlanıp, atlarına binerek aramaya koyuldular. (Devamı yarın)
İmansız gitmekten çok korkarlardı
9 Ocak 2008 01:00
Ayakları sağlam ve imanları kuvvetli olan arifler bile imansız gitmek korkusu ile yaşamışlardır. İmansız gitmemek için ellerinden ne geldi ise yapmışlardır. Başkalarını da bu tehlikeden korumak için neler yapmalarının gerekli olduğunu bildirmişlerdir. Âlimler imansız gitmeğe sebeb olan birçok alâmetler sayarlar. Bunlardan bazıları şunlardır: Bid'atlere dalmaktır. Bid'at, Peygamberimiz ve onun Eshâbı zamanında olmayan ve ibadetlere sonradan ilâve edilen şeylerdir. Resûl-i ekrem "Bid'at sahipleri, cehennemde cehenemliklerin köpekleridir" buyurmuştur. Bunun için, itikatta, amelde peygamber efendimizin vârisleri olan Ehli sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi inanmalı, yine onların bildirdiği gibi ibadet etmeliyiz. Bid'at sahibi, reformcu kimselerden uzak durmalıyız. Amelde nifak ve riyaya düşmek. Resûl-i ekrem "Münafıkın belirtisi üçtür: Söylediği vakit yalan söyler, söz verdiği vakit sözünde durmaz, kendisine güvenildiği vakit emânete hıyanet eder. Bu adam namaz kılıp, oruç tutsa ve kendini Müslüman sansa da yine münafıktır" buyurmakla buna işaret etmişlerdir. Bunun için geçmiş büyükler son nefeste imansız gitmekten son derece korkmuş, hatta bazıları, "Nifaktan, ayrılıktan, kalb bozukluğundan uzak olduğumu bilmem, benim için bütün varlığı ile kâinattan daha sevimlidir" demişlerdir. Ebû'-Derdâ hazretleri, nifakı; kalbi bozuk olduğu halde saygılı ve dürüst ibadet yapıyor gibi görünen, olarak bildirmiştir. Hazreti Enes, "Ey insanlar! Sizler yaparken önem vermediğiniz ve hiçe saydığınız öyle hatalar var ki, biz bunları Resûl-i ekrem'in zamanında tehlikeli günahlardan sayardık" demiştir. Ebû Zer Gıfari hazretleri buyurdu ki: "Resûl-i ekrem bana dört öğüt vermiştir ki, benim yanımda bunlar dünyalardan kıymetlidir. Resûl-i ekrem buyurdu ki: "Ey Ebû Zer, gemini yenile, zira derya derindir. Yükünü azalt, çünkü yol engebeli ve arızalıdır. Azığını tam al, zira yol uzaktır. Paranı hâlis al kalp (sahte) para alma, zira gittiğin yerde sarraf vardır kalp parayı kabul etmez." Saîd bin Cübeyr hazretlerine Allah korkusunu sorduklarında, "Allahtan öyle korkmandır ki, o korku; seninle günah arasında perde olup sana günahı yaptırmamasıdır" demiştir. İşte gerçek Allah korkusu böyle olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir"
9 Ocak 2008 01:00
Resûlullah efendimiz, hane-i saadetin etrafını çeviren müşriklerin üzerine toprak saçarak uzaklaşıp hazret-i Ebû Bekir'in evine gitti. Hazreti Ebû Bekir'e, "Hicret etmeme izin verildi" buyurunca, Hazret-i Sıddîk, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Sevgili Peygamberimizin nâlini dar olduğundan, yolda parçalandı ve mübârek ayakları yaralandı, yürüyecek hâli kalmamıştı. Güçlükle Sevr Dağına çıkıp mağaraya ulaştılar. Kapı önüne geldiklerinde, hazret-i Ebû Bekir, içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat bir açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri davet eyledi. "Ne oldu yâ Ebâ Bekr?" Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekir'in kucağına koyup uyudu. O sırada, hazret-i Sıddîk'in ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca; "Ne oldu yâ Ebâ Bekr?" buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir, "Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu" dedi. Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir'in yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu. Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içeride iken, müşrikler, iz tâkib ede ede mağaranın önüne geldiler. Mucize olarak, mağaranın ağzını bir örümcek, ağı ile örmüştü, iki güvercin de yuva yapmıştı. İz sürücü Kürz bin Alkame; "İşte burada iz kesildi" dedi. Müşrikler, "Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür" dediler. Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederken, içeride hazret-i Ebû Bekir endişeye kapıldı. Kâinâtın sultânı; "Yâ Ebâ Bekr! Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir" buyurdu. Sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekir, bu mağarada geceli gündüzlü üç gün kaldılar. Hazret-i Ebû Bekir'in oğlu Abdullah, Mekke'de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip haber veriyordu. Sevr Mağarasından dördüncü günü ayrılan sevgili Peygamberimiz, Kusvâ adlı devesine binerek Mekke'den ayrıldı. Âlemlerin efendisi, Allahü teâlânın medhettiği, beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden, vatanından ayrılıyordu. Devesini Harem-i şerîfe doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; "Vallahi Sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsa idim, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt, yuva tutmazdım" buyurdu. O anda Cebrâil aleyhisselâm inip, üzülmemesini, sonunda Mekke'ye geri döneceğini müjdeledi. Yolculuk sâkin geçiyordu. Fakat Sürâka bin Mâlik, müşriklerin va'dettikleri dünyalıklara kavuşmak için Resulullah efendimizi takibe başlamıştı. Nihayet Peygamber efendimize saldırabilecek kadar yaklaştı: "Yâ Muhammed! Seni, bugün benden kim koruyacak!" dedi. Server-i âlem efendimiz de, "Beni, Cebbâr ve Kahhâr olan Allahü teâlâ korur!" cevâbını verdi. Peygamber efendimiz; "Yâ Rabbî! Onu düşür" diye duâ buyurdu. O sırada Sürâka'nın atı, iki ön ayaklarıyla dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Sürâka, atını ne kadar zorladıysa da, onu bir türlü kurtaramadı. Çâresiz kalınca, şefkat ve merhamet sâhibi olan Resûlullah efendimize yalvarmaya başladı. Zarar vermeyeceğini söylüyordu. Kâinâtın efendisi; "Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samîmî ise, atını kurtar" diye duâ etti. Kurtulup geri döndü, gördüklerinden kimseye bahsetmedi. Takvâ üzerine kurulan mescid Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekir, Rebî'ül-evvel ayının sekizinde pazartesi günü, Mîlâdî 622 yılı Eylül ayının 20. günü kuşluk vakti "Kubâ" köyüne ulaştılar. Burada ilk mescidi yaptılar. Kubâ vâdisinde ilk cuma namazını kıldılar ve ilk hutbeyi îrâd ettiler. Kubâ Mescidi, âyet-i kerîmede meâlen; "Temeli takvâ üzerine kurulan mescid" diye buyurularak medh edildi. Daha sonra, Hazret-i Ali de gelip yetişti. Hep beraber, Medine'ye hareket ettiler. Medîneli Müslümanlar ve Muhâcirler, Efendimizi büyük sevinç ve coşku ile karşıladılar. Resulullah efendimiz, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evine teşrif buyurdular. (Daha geniş bilgi için, "Kainatın Efendisi -Arı sanat yayınevi, 0212 520 41 51- kitabına müracaat edilebilir.) İşte Resûlullahın bu hicreti, Müslümanların "hicri yılbaşı" kabûl edildi. Bu vesile ile okuyucularımızın 1429 hicri yılını tebrik eder, bütün İslam âlemi için hayırlara vesile olmasını dilerim.
Korkanlara iki cennet!
10 Ocak 2008 01:00
Adamın biri Tavus bin Keysan hazretlerini ziyaretine gitti. İçeriye girdiğinde karşısına çıkan yaşlı bir zata, "Ben nasihat almaya geldim, Tavus bin Keysan sen misin?" diye sordu. "Hayır, ben onun oğluyum" deyince, adam, "O halde babanız bunadı, bunun için mi görüştürmüyorsunuz" dedi. Tavus'un oğlu, "Hayır, âlimler bunamaz. İçeri gir, fakat fazla konuşma" dedi. Adam içeri girdi ve kendisi ile görüştü. Tavus: "Ben sana Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'anın özetini öğreteceğim" dedi. Adam: "Sen bunları bana öğretirsen, ben de başka bir şey sormam" dedi. Tavus: "Allah'tan öyle kork ki, O'ndan daha çok korktuğun kimse olmasın. Korktuğundan daha çok da O'na ümit bağla ve kendin için sevdiğini, istediğini başkalarına da iste ve sev" dedi. Âlimin bunamadığını, hazreti İkrime'nin, "Kur'anı hakkıyle okuyan, yaşayan kimse erzeli ömre düşmez" demesi de bunu kuvvetlendirmektedir. Yâni âlimler, ne kadar yaşlanırlarsa yaşlansınlar, kötü hallere düşmezler, Allahü teâlâ onları korur. "Rabbinin makamından korkanlar için iki cennet vardır" Ayet-i celîlesinin tefsirinde İmam-ı Mücahid, "Bu kimse günah işlemeyi kararlaştırdıktan sonra, başka bir engel olmaksızın, yalnız Allah'tan korkup utanarak terk eden kimsedir. Buna iki cennet verilir" demiştir. Hazreti Ömer devrinde cami ve cemaate devam eden âbid ve zahid bir gence bir kadın âşık olur. Genci davet eder, genç de bu davete katılır. Tam bu sırada Allahü teâlânın her yerde hazır ve nazır olduğunu düşünerek bayılıp düşer. Kadın genci dışarı çıkarır. Anne ve babası da genci alarak eve götürürler. Genç ölür. Mezar başında Hz. Ömer, "Rabbinin makamından korkanlar için iki cennet vardır" âyetini okur. Bu sırada mezardan bir ses, "Evet, ey Ömer, Allahım, rızası ile beraber o iki cenneti de bana verdi" der. Yahya bin Muaz da, "En büyük günah, günaha pişman olup tevbe etmeden affı beklemek, itaat etmeden Allahü teâlâya yakınlığı ummak, amelsiz mükâfat beklemek ve üstelik Allah'tan fazlalık, ihsan ummaktır" buyurmuştur. İnsanı Allahtan en çok korkmağa ve huzurunda huşu ile eğilmeğe sevk eden en kuvvetli âmil, ilimdir. Nitekim Allahü teâlâ, "Allah'ın kulları arasında Ondan korkan ancak âlimlerdir" buyurmuştur. Bunun için sahabeler daha çok korkmuşlardır. Hz. Ebû Bekir mü'minin göğsünde bir kıl olmayı temenni etmiştir. Hz. Ömer ise ölüm döşeğinde, "Eğer bağışlanmazsa, yazıklar olsun, Ömer'e" demiştir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
"Nasıl ağlamayayım ki!"
11 Ocak 2008 01:00
Hazreti Ömer, hazreti Kâ'b'a hitaben, "Bize biraz ahiret hallerinden bahseder misin?" dedi. Kâ'b da; "Eğer kıyamet günü yetmiş peygamberin sevabıyle Allah'ın huzuruna çıksan yine de kork" dedi. Hz. Ömer bayılıp düştü. Ayıldıktan sonra; "Ey Kâ'b, biraz daha anlatır mısın?" dedi. Hz. Kâ'b; "Eğer dünyaya batıdan cehennemden burun deliği kadar bir delik açılsaydı, doğuda bulunan insan onun hararetinden erirdi" dedi. Bunu duyan Hz. Ömer tekrar bayıldı. Ayılınca; "Biraz daha anlat" dedi. Bunun üzerine Hz. Kâ'b; "Kıyamet günü cehennem öyle bir nefes verecek ki, bütün melek ve peygamberler korkudan dizleri üstü çökecek (Ya Rab, Senden, başka sığınayım yok, beni koru) demek durumuna düşeceklerdir" dedi. Resûl-i ekrem efendimiz Cebrail aleyhisselâma: "Ne oluyor, Mikâil'i hiç gülerken göremiyorum?" diye sorar. Cebrail aleyhisselâm; "Evet, cehennem yaratıldığı günden beri Mikâil gülmemiştir. Benim de gözlerim kapanmamıştır. Korkumuz, bir isyan sebebiyle bu cehenneme girmektir" dedi. Abdullah bin Revaha'yı ağlarken görenler: "Niçin ağlıyorsunuz?" diye sorarlar. Abdullah bin Revaha da; "Nasıl ağlamayayım ki, Allahü teâlâ, "Mutlak surette hepiniz cehenneme uğrayacak, cehenneme uğramadık kimse kalmayacaktır" buyurduğu halde sonunda herkesin cehennemden kurtulacağını haber vermemiştir. Cehenneme uğramam kesin, fakat oradan çıkmam şüphelidir. İşte buna ağlarım" dedi. Bir hadisde de, "Ben cennetteyim diyen kimsenin yeri cehennemdir" buyurulmuştur. Günah kirlerinden temiz olan melek ve peygamberlerin cehennem korkusundan durum ve tutumları bu olunca, diğerlerinin, bizlerin hâli nicedir? İbni Haceri Mekki buyurdu ki: Bununla beraber biz, "Allah'tan korkmak gerek derken, kadınların yaptığı gibi, gözyaşları dökdükten sonra yine eski haline dönen kimseyi kasdetmiyoruz. Bizim sözünü ettiğimiz korku, kalbi kaplayıp sahibini kötülüklerden alıkoyan taat ve ibadete yönelten korkudur. İşte yararlı korku budur. Yoksa ahmak korkusu değildir. Onlar, o an için korkarlar ve "Allah'ım, sen koru" der, sonra da eski bildikleri günahlara dönerler. Bunun faydası yoktur. Bunlar, şeytanın elinde oyuncaktır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Gece namazını ihmal etmezlerdi
12 Ocak 2008 01:00
İslam büyükleri, yaz olsun, kış olsun gece namazına devam ederlerdi. Gece namazını ihmal etmezlerdi. Hatta onlar buyururlardı ki: Allah yolunda ilerlemek isteyen bir kimse, bütün gecelerini uyku ile geçirecek olursa, hiçbir feyiz alamaz! İlerleme kaydedemez. Halbuki sofî geçinen birçok kimse bundan gaflet etmektedir. Bunlar, avamın ve dünya adamlarının yaptıkları gibi, bütün geceyi rahat döşekler üzerinde uyumakla geçiriyorlar. Şeyh Muhammed bin Anân, her gece saatlerce namaz kılardı. Onun zikir ve virdi bu idi. Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şeriflerinde buyurdular ki: "Size geceleri ibadetle meşgul olmayı tavsiye ederim! Gece namazı; sizden önceki iyi ve dindar kişilerin âdet ve edebi, Rabbinize yaklaştırıcı, hatalarınızı affettirici, günahlardan alıkoyucu, aynı zamanda bedenî rahatsızlıklarınızı da tedavi edicidir!" Cenâb-ı Hak, Dâvud aleyhisselâma şöyle vahyetmiş: "Yâ Dâvud! Akşamın karanlığı yayılınca yatıp sabaha kadar uyuyan bir kimse, beni sevdiğine dair iddiasında yalancıdır!" Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kul, soğuk bir gecede teheccüd namazına kalktığı zaman Allahü teâlâ meleklere karşı o kulu ile iftihar eder ve buyurur ki: Ey meleklerim! Şu kuluma bakın, sıcak yatağından çıkıp dünyayı ve güzel ailesini bırakıp bana münâcâtta bulunuyor. Sizi şahit tutarım ki ben, o kulumu bağışladım!" Zeynel-âbidin hazretleri buyurdu ki: "Zekeriyya aleyhisselâm'ın oğlu Yahyâ aleyhisselâm, bir gün arpa ekmeğinden karnını doyuruncaya kadar yemiş ve o gece, uyuyarak zikir ve virdini yapmamıştı. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, şöyle vahyetmiş: "Yâ Yahyâ! Eğer Firdevs Cennetine hakkiyle muttali olmuş olsaydın, bedenin erir, gözlerin yaş yerine kan dökerdi!" Hazreti Ömer halifeliği zamanında ne geceleri uyur, ne de gündüzleri uyurdu! Bütün uykusu, oturduğu yerden biraz uyuklamaktan ibaretti. O, bu hususta şöyle buyurur idi: "Ben, geceleri uyumuş olsam, kendimi kaybetmiş olurum. Gündüzleri uyusam milletimi kaybetmiş olurum. Ben ise onlardan yana da mesulüm!" Abdullah bin Mes'ud, gece teheccüd namazına kalkar, herkes uykuya dalıp ortalık sükûna kavuşunca, arı avazı gibi inlemeye başlar; sabaha kadar devam ederdi. Tâvûs hazretleri de geceleri hep ibadetle geçirirdi. Derdi ki: "Cehennem korkusu, ibadet edicilerin uykusunu kaçırmıştır!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Seçilmiş kulların ibadeti
13 Ocak 2008 01:00
Allah adamları gecesini hep uyumakla geçirmiş olanları yüzlerinden tanırlardı. Bâzan karşılaştıkları bir şahsa: "Biz seni bu gece ilâhî huzura varmış görmüyoruz" derlerdi. Gece namazının cenab-ı Hakkın seçkin kullarına nasip olacağına inanırlardı. Abdülaziz bin Ebi Davud, kendisi için serilen yatağa yaklaşır, eliyle ona dokunur ve: "Ey yatak! Ne kadar yumuşaksın! Fakat cennetin döşeği senden daha yumuşaktır" derdi. Sonra namaza kalkar, sabaha kadar devam ederdi. Fudayl bin İyad derdi ki: "Gece kalkar ibadetle meşgul olurum. Derken şafak atınca kalbime bir korku girer ve kendi kendime: 'İşte gündüz, içindeki bütün âfetlerle beraber geldi!' derim." Bir gün Bişr el-Hâfî'ye, "Gecenin bir saatinde olsun istirahat etseniz" demişler. O da şu karşılığı vermiştir: "Geçmiş ve gelecek bütün insanların en üstünü olduğu halde Resûlullâh sallallâhü aleyhi vesellem, ayakları şişinceye kadar ibadette bulunurlarsa, ben nasıl uyuyabilirim? Çünkü ben, bir tek günahımın bile Allah tarafından bağışlanmış olduğunu bilmiyorum!" Hasan Basrî diyor ki: "Kişinin geceyi ibadetle geçirmeyi terk etmesi, günahları sebebiyledir. Siz, her akşam kendinizi bir yoklayınız. Ve geceleri ibadetle geçirebilmek için, Allah'a dürüst bir şekilde tevbe ve istiğfar ediniz!" O, bâzan da şöyle derdi: "Geceyi ibadetle geçirmek kendilerine ağır gelen kimseler, ancak günahları ağırlaşan kimselerdir!" Sıla bin Üşeym, yatsıdan sabaha kadar namaz kılardı. Sonra Allah'a, "Rabbim, beni cehennemden koru!" diye yalvarırdı. O derdi ki: "Benim gibisine, cennet istemek yakışmaz!" Birisi, İbrahim bin Ethem'e demiş ki: "Ben, geceleri ibadet için kalkamıyorum. Bunun devasını söyler misiniz?" O da demiş ki: "Gündüzleri O'na isyan etme; O seni geceleri huzuruna diker! İyi bil ki, gece O'nun huzuruna dikilmen, şereflerin en büyüklerindendir. Allah'a isyan eden bir kimse ise bu şerefe lâyık değildir!" Peygamber efendimiz, "Cennette öyle köşkler vardır ki, içi dışından, dışı da içinden görünür. Allahü teâlâ bu kâşâneleri, yemek yediren, selâm veren ve herkes uykuda iken gece namazı kılanlar için hazırlamıştır" buyurmuştur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
Yemeği azaltın ki...
14 Ocak 2008 01:00
Süfyan-ı Sevrî hazretleri, "Yemeği azaltın ki gece namazına kalkabilesiniz!" buyururdu. Sâbit el-Benânî de bütün geceyi ibadetle geçirir, kendi ev halkına: "Haydi kalkın ve ibadet edin! Bilin ki geceleri ibadetle kâim olmak, kıyamet gününün şiddet ve zahmetinden ehvendir!" buyururdu. Atebetül-Gulam hazretleri, geceyi ibadetle geçirmek için abdestini alıp kıbleye yöneldiği zaman, namaza durmazdan önce şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Ben, taşıyamayacağım ve altından kalkamıyacağım kadar günahı yüklenmiş bulunuyorum. O kadar ki, yere batmaya, sureti çirkinleştirilip cehenneme atılmaya müstehak olmuşum! İşte ben bu halimle huzuruna duranların en gerisinde durup, sana kullukta bulunmaya çalışıyorum. Umuyorum ki, ön saflarda bulunanları bağışlarsın da, bana da mağfiretinden bir şey isabet eder!" Hasan bin Salih, cariyesiyle birlikte geceleri ibadetle kâim olurdu. Günün birinde bu cariyeyi satmıştı. Cariye yatsı namazını kıldıktan sonra sabaha kadar namaz kılıyordu. Efendisinin âile efradına her saat başında "Ev halkı! Kalkın, namaz kılınız" diye seslenirmiş. Ev halkı da "Biz ancak sabah namazına kalkarız" karşılığını verirlermiş. Bunun üzerine câriye, Hasan bin Sâlih'e gidip "Beni öyle adamlara satmışsın ki, bütün gece uyuyorlar. Onların uykusunu gördükçe bana da bir üşengeçlik geleceğinden endişe ediyorum" diye dert yanmış. Hasan da ona acımış, hak ve hatırını sayarak onu geri almıştır. Râbiat'ül-Adeviyye hazretleri, her gece abdestini aldıktan sonra, efendisine "Benlik bir hacetin var mı?" diye sorardı. O da "Hayır" derse, sabaha kadar namaz kılardı. Gecenin ilk saatlerinde şöyle duâ ederdi: "İlâhî! Bütün gözler uyudu, yıldızlar dolandı, yeryüzünün hükümdarları kapılarını kapattılar; fakat Senin kapın kapanmaz! Beni affet Allah'ım!" Duasını yaptıktan sonra namaza kalkar, "Allah'ım, izzet ve celâlin hakkı için işte huzuruna durdum! Yaşadığım müddetçe hep böyle sabahlara kadar huzurundayım!" der, bu suretle ibadetine başlar ve devam ederdi. Ebül-Cüveyriye anlatıyor: "Ben, Ebû Hanîfe'ye tam altı ay hiç ayrılmadan arkadaşlık ettim. Bir gece olsun yere uzandığını görmedim." Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: "Ben, Ebû Hanîfe'den daha fazla ibadete düşkün, ondan daha zâhit ve takva ehli bir kimse görmedim.
.
Beni sevenler nerede?"
15 Ocak 2008 01:00
Fudayl bin İyâd hazretleri anlatır: "Bize şöyle bir haber ulaşmıştır: Allahü teâlâ gecenin bir vaktinde tecellî-i sübhanîsiyle tecellî eder ve buyurur ki: Gündüzleri beni sevdiğini iddia edenler hani nerede? Her seven, sevdiği ile yalnız kalmayı istemez mi? İşte ben şu anda sevgili kullarıma tecellî etmekteyim. Onlar huzur içinde benimle söyleşmekte ve benim tecellîmi müşahede etmektedirler. Yarın cennetimle onların gözlerini aydın kılacağım!" Muğîre bin Habib anlatıyor: Bir gece, Mâlik bin Dinar ile beraberdik. Baktım ki Mâlik, huzur-ı ilâhiyeye dikildi. Eliyle sakalından tutmuş durmadan ağlıyor ve "Yâ Rab! Mâlik'in ihtiyarlığına acı!" diye yalvarıyordu. Şafak atıncaya kadar böyle devam etti. Bir defasında da Abdül-Vâhid bin Zeyd'in ziyaretine gitmiş ve bir ay yanında kalmıştım. Gördüm ki, geceleri hiç uyumuyor. Her saat başında âile fertlerine: 'Uyanınız ey ev halkı! Bu dünya uyku evi değildir. Yakında o güzelim bedenler toprağa verilip kurtlara yem olacaktır!' diye seslenirdi." İbrahim bin Edhem, bir gün Beyt-ül Makdis'de bulunuyordu. Gece olunca uykuya dalmıştı. Bir ses işitti: "Geceleri ibadetle kâim olmak, cehennem ateşini söndürür, sırat üzerinde ayakların kaymasını önler. Öyleyse bu hususta gaflete düşüp ihmalci olma!" O, bu hâdiseden sonra ölünceye kadar geceleri ibâdetle ihyâ etmiştir. Peygamber efendimize teheccüd, yani gece namazı kılmak farz idi. Resûl-i Ekrem Tebük Savaşı senesinde bir gece kalktı namaz kılıyordu. Namazdan sonra yüzünü Eshabına çevirerek, "Bu gece bana beş şey verilmiştir ki, benden önce hiçbir peygambere verilmemişti. Ben, bütün insanlara peygamber olarak gönderildim, halbuki benden öncekiler sadece bir kavme gönderiliyorlardı. Bana, düşmanlarımın kalbine korku verilmekle yardım olundu; benimle düşmanım arasında bir aylık mesafe olsa yine de onun kalbi korku ile doldurulurdu. Bütün ganimetleri yemek bana helâl kılınmıştır. Yeryüzünün her tarafı bana mescid ve temiz kılınmıştır. Her peygamberin isteği dünyada verildi. Ben ise dileğimi kıyamete bıraktım, o da Kelime-i şehâdet edenlere olan şefaatımdır" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Fethin manevî komutanı; Akşemseddin
15 Ocak 2008 01:00
İstanbul, dünyanın incisidir... Boğazı, coğrafik yapısı, iklimi ve en önemlisi, tarihî özellikleri ile dünyada bir eşi benzeri olmayan bir şehirdir. Bütün dünyanın başşehri olmasına layık bir şehirdir. Bunun için, Fâtih Sultan Mehmed, "Dünyâda tek bir din, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır" demiştir. Bir şey ne kadar kıymetli ise, ona kavuşmamıza vesile olan kimselere de o kadar şükran borcumuz artar. Bunun için maddi ve manevî değeri eşsiz bu nadide şehri fethedip bizlere armağan eden zatları da unutmamamız lazım. İstanbul'un fethi denilince, Fatih Sultan Mehmed Handan sonra fethin manevî kumandanı Akşemseddin hazretleri akla gelir. Bugün bu mübarek zatın ölüm yıl dönümüdür. Bu vesile ile kendisinden bir nebze bahsederek, ona karşı olan şükran borcumuzu hatırlatmak istedim. Akşemseddîn hazretleri, büyük âlim, üstâd, hekim ve velî bir kimsedir. Evliyânın büyüklerinden Şihâbüddîn-i Sühreverdî'nin neslindendir. Soyu, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk'a ulaşır. Hocası Hâcı Bayram-ı Velî hazretleridir. Hâcı Bayram-ı Velî; saçının, sakalının ağarması ve ak elbiseler giymesi sebebiyle Akşemseddîn lakabını vermiştir. Zincirle, zorla gelen!.. Akşemseddîn hazretleri, devamlı takvâ üzere bulunurdu. Yüksek ahlâk sâhibi idi. Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler, kendisine, zamanın büyük velîsi Hâcı Bayram hazretlerine gitmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan ve tasavvuf yolunda yükselmek isteyen Akşemseddîn hazretleri, müderrislik görevini bırakarak, Ankara'ya geldi. Rastladığı bir kimseye, Hâcı Bayram-ı Velî'yi nerede bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta, yanında iki talebesiyle gezen bir zâtı göstererek "İşte şu gördüğün, dükkân dükkân gezerek para toplayan kişi Hâcı Bayram'dır" dedi. Bu halini beğenmeyip geri döndü. Meşhûr velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak gâyesiyle Haleb'e doğru yola çıktı. Yolda gördüğü rüya kendini şaşkına çevirmişti. Rüyâsında boynuna takılan bir zincir, Hâcı Bayram'ın elindeydi. Akşemseddîn, Haleb'e gitmek istedikçe Hâcı Bayram zinciri çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ, tabîri gerektirmeyecek kadar açıktı. Tekrar Ankara'ya gelip, Hâcı Bayram-ı Velî'nin dergâhına ulaştı. Yemek vakti gelince, Akşemseddîn'in yüzüne bakmadı. Yemeğini de köpeklerin arasına koydurdu. Akşemseddîn, bir onlara, bir de kendine bakarak, nefsine; "Sen buna lâyıksın!" diyerek, köpeklerin arasında tabağından yemeye başladı. Hâcı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzuuna dayanamayarak; "Gel aramıza, kalbimize girdin, gel yanıma!" diyerek gönlünü alıp, sofrasına oturttu. Sonra da; "Zincirle, zorla gelen misâfiri böyle ağırlarlar" buyurdu. Hocasına tam bağlılığı ve ihlâslı gayreti sebebiyle, kısa zaman sonra Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin halîfesi olmakla şereflendi. Artık o da hocası gibi tasavvufta zirveye ulaşıp, halkı irşâd etmeye başladı. Hâcı Bayram-ı Velî hazretlerinin terbiyesiyle irşâd makâmına yükselen Akşemseddîn hazretleri, önce Beypazarı'na, daha sonra da Göynük'e yerleşti. Burada halkı irşad eder, sık sık da, Ankara'ya gidip hocası Hacı Bayram-ı Veli'yi ziyaret ederdi. "Biz göremeyiz!" Osmanlı Sultânı İkinci Murâd Hân, Hâcı Bayram-ı Velî'yi son derece severdi. Hacı Bayram, fırsat buldukça, kendisini ziyâret ederdi. Bir defasında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed'i de (Geleceğin Fatih Sultan Mehmed'i) huzura getirtip Hâcı Bayram'ın elini öptürmüştü. Sultân Murâd Hân, sohbet sırasında Hâcı Bayram'a dedi ki: - Efendim, İstanbul'u alıp, kâfir diyârını İslâmın nûru ile nûrlandırarak, çan çınlamaları yerine ezân seslerinin yükselmesini arzû ederim. Bu husûsta duâlarınızı beklerim. Hâcı Bayram-ı Velî buyurdu ki: - Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul'un alındığını sen ve ben göremeyiz. Sonra da, Şehzâde Mehmed ile Akşemseddîn'i göstererek buyurdu ki: - Ama şu çocukla bizim Akşemseddîn görürler. (Devamı yarın
.
Teheccüd ve kaza namazı
16 Ocak 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Oradaki ahbabıma bir nasihatim de, Teheccüd namazını kılmanızdır. Büyüklerimiz, bu namazı hep kılmıştı. Size burada iken de söylemiştim ki, eğer o zaman uyanamaz iseniz, evdekilere söyleyiniz, sizi her hâlükârda uyandırsınlar. Sizi, gaflet uykusunda bırakmasınlar. Böylece, birkaç gece kalkınca, alışarak, kendiniz kolayca kalkar ve bu saadete kavuşursunuz." Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama, "Benim için ibadet et" buyurunca, Hazret-i Musa, "Ya Rabbi sana ne zaman ibadet edeyim ki makbul olsun?" diye sordu. Cenab-ı Hak da "Gece namaz kıl" buyurdu. Teheccüd, uykuyu terk etmek demektir. Gece kılınan nafile namaz, gündüz kılınan nafile namazdan daha faziletlidir. Teheccüd namazını zaruret olmadıkça, elden kaçırmamalıdır. Teheccüd, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, kılınan namaza denir, imsak vaktinden önce kılınır. En az iki, çoğu için bir sınır yok, kılabildiğiniz kadar kılınır. Peygamberimiz muharebelerde bile, teheccüd kılardı. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Gece seherde kılınan iki rekat namaz, dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir." Teheccüd ve sabah namazlarına uyanmak isteyen, yatsıyı kılınca hemen yatmalıdır ve gece, boş şeylerle uykusuz kalmamalıdır. Teheccüd zamanında tevbe, istigfar etmek, Allahü tealaya iltica etmek, yalvarmak, günahlarını düşünmek, ayıplarını, kusurlarını hatırlamak, kıyametteki azapları düşünüp korkmak, Cehennemin sonsuz acılarından titremek lazımdır. Af ve magfiret için çok yalvarmalıdır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Farzın yanında nafilenin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla bile değildir. Teheccüd namazı böyle faziletli olmakla beraber, nafiledir. Bir kimse, ömründe hiç teheccüd kılmasa, ahirette hiçbir ceza verilmez. Çünkü nafile namazdır. Ama farz namazın kazasını kılmayan büyük cezalara maruz kalacaktır. Bir vakit kaza borcu için binlerce yıl Cehennem azabı çekecektir. Gece kalkıp, teheccüt namazı yerine kaza kılan hem kazasını öder, hem de teheccüd sevabına kavuşur. (Nevadir-i Fıkhıyye
.
Ona gidiniz! Şehrin manevî fâtihi odur!"
16 Ocak 2008 01:00
Sultân Murâd Hân'dan sonra genç yaşta Osmanlı tahtına çıkan Sultân Mehmed Hân, çocukluğundan beri hayâl ettiği İstanbul'un fethi hazırlıklarına hemen başladı. Hazırlıkları kısa zamanda tamamladıktan sonra İstanbul'a doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu davet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultân, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Kuşatmanın devam ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının müdâhalesine rağmen, şehre girmeye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparlarken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bazı devlet adamları dediler ki: - Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı. Hüküm Allahü teâlânındır! Bunun üzerine Sultân Mehmed Hân, vezîri Veliyüddîn Ahmed Paşayı, Akşemseddîn'e göndererek; "Şeyhe sor, kalenin fetholmak ve düşmana karşı zafer kazanmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri "Evet" cevabı verdikten sonra, genç pâdişâha bir de mektup gönderdi. Mektûbunda diyordu ki: "Kul tedbîr alır, Allahü teâlâ takdîr eder, hükmü sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusûr etmemelidir. Resûlullahın ve Eshâbının sünneti budur." Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği zaman geldi. Sultân Mehmed Hân ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirhâm etti. Bunun üzerine Akşemseddîn; "Yâ Fakîh Ahmed! diyerek himmet talep eyle!.. Onu vesîle kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle" buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri, yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı. İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmeye başladı. Fâtih Sultân Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğunu görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisâra girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mucizesi gerçekleşti. Sultân Mehmed kendisini tebrike gelenlere, "Gidiniz, ona gidiniz! Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin manevî fâtihidir" diyerek hocası Akşemseddin'i işaret ediyordu... Fâtih Sultân Mehmed Hân İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında virâne bir yerde ibâdetle meşgûl olduğu hâlde buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten "Akşemseddîn Mahallesi" denildi. Fâtih Sultân Mehmed Hân, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Daha sonra tekrar Göynük'e döndü. Manevi derecelerinin yanı sıra tıp alanında da önemli çalışmaları olan Akşemseddin hazretleri, 1459 yılına kadar Göynük'te yaşadı. "Peki o zaman göçeyim" Bir gün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken hanımına, "Bu küçük oğlum yetim, zelîl kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyadan göçerdim" dedi. Hanımı, "A efendi! Göçerdim dersin, yine göçmezsin" cevabını verdi. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri, "Peki o zaman göçeyim" deyip, mescide girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ etti. Yasîn sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük'teki târihi Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı. Her yıl, Mayıs ayının son pazarında, kalabalık katılımlarla Göynük'te kabrinin başında anma günü tertiplenerek ona karşı olan şükran borcu tazelenmektedir.
.
Cenâb-ı Hak mazlumla beraberdir
17 Ocak 2008 01:00
Ömer bin Abdülazîz valilerinden birine gönderdiği mektupta buyurdu ki: "İnsanlara karşı güçlü ve kudretli olup istediğini yapabilecek durumda olduğun vakit, Allahü teâlânın, senin üzerinde olan kudretini düşün de ona göre hareket et. İyi bil ki, insanlara yapabileceğin kötülük geçicidir, en çok ölüme kadar devam eder. Buna karşılık onun âr ve azabı kıyamette senin için devam eder. Şunu da unutma ki, mazlumun hakkını zâlimden bizzat Allahü teâlâ alır. Sakın sana karşı Allah'tan başka bir dayanağı olmayan kimselere zulmetmeğe kalkışma. Bir mazlum içtenlikle Allah'a sığındığı vakit Allahü teâlâ hemen ona yardım eder. Nitekim âyet-i celilede, "Darda kalana, kendisine yakardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren" buyurulmuştur. Abdullah bin Selâm buyurdu ki: "Hakkı ödeninceye kadar Allahü teâlâ mazlum ile beraberdir." Selefi salihinden bir zât da "Ey günahkârlar, ey zalimler" Allahü teâlânın size karşı gösterdiği geniş müsamahaya aldanmayın, isyanınız sebebiyle size olan gazabından çekinin ve korkun" demiştir. Bu da Allahü teâlânın buyruğudur. Nitekim âyet-i celilede, "Nihayet onlar bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık..." buyurulmuştur. Yakup el-Kari anlatıyor: Bir defa rüyamda esmer, uzun boylu bir adam gördüm. Herkes onun peşinden gidiyordu. Ben "Bu zat kimdir?" diye sordum. "Üveys el-Karni'dir" dediler. Ben de peşine takıldım ve "Bana öğütte bulun" dedim. Üveys bana karşı suratını ekşitti. Ben "Senden bana doğru yolu göstermeni istiyorum, kızmana lüzum yok" dedim. Üveys bana dönerek "Allah'ın rahmetini O'na itaatte ara, isyanındaki gazabından sakın. Rahmetinden ümidini kesme" dedi ve beni terk ederek ayrıldı. Allahü teâlâ İsrailoğullarına buyurdu ki: "Ey İsrâiloğulları, ben sizi seviyorum, fakat siz bana isyan edince ben de size buğzettim." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e
.
Kuldan değil Allah'tan korkmalı!
18 Ocak 2008 01:00
Abdullah bin Zeyd anlatıyor: Aydınlık bir gecede mezarlığa uğramıştım. Burada uyuya kalmışım. Rüyamda, bir adamın zincirini sürükleyerek mezardan çıkmakta olduğunu, bir diğerinin de zincirinden çekerek döve döve adamı gerisin geri mezara çekmekte olduğunu gördüm. Dövülen adam, "Niye dövüyorsun? Ben namaz mı kılmadım, oruç mu tutmadım?" dedi. Döven; "Evet, namaz kıldın, oruç tuttun fakat yalnız kaldığın vakit Allahü tealânın görüp bildiğine aldırış etmeden kimse görmüyor diye haram işledin" dedi. İbrahim Teymî anlatır: "Ölümü ve yok olmayı hatırlamak için sık sık mezarları ziyaret ederdim. Bir gece bir mezarlığa uğradım, uykum geldi ve uyudum. Rüyamda mezarın biri yarıldı ve adamın biri, 'Alın şu çengeli, ağzından sokup ardından çıkarın' dedi. Ölü, 'Ben Kur'an okuyup haccetmedim mi?' diyerek yapmış olduğu bütün iyilikleri saydı. Bir ses; 'Evet, herkesin göreceği yerde bunları yaptın fakat yalnız kaldığın vakit, benim görüp bildiğime aldırış etmeden isyan ettin' dedi." Abdullah bin el-Medenî anlatıyor: "Benim bir dostum vardı, bana şöyle anlattı: Bir defa arkadaşımla yola çıkmıştım. Akşam vakti bir mezarın kenarında namazımı kıldım. Bu sırada kabirden bir inilti duydum, kulak verdim, adam; 'Ah! Ben de namaz kılar ve oruç tutardım' dedi. Bunu duyunca beni bir titreme aldı. Arkadaşımı çağırdım. O da bu söylenenleri aynen duydu. Yine akşam namazını burada kıldım ve aynı sesi duydum. Eve döndüm ve bu korkudan iki ay hasta yattım" dedi. Abdullah bin el-Medenî devamla "Benim başımdan da aynen böyle bir olay geçti" dedi ve olayı şöyle anlattı: "Küçüktüm, devamlı olarak babamın mezarına gider, ruhuna Kur'an-ı kerim okurdum. Bir Kadir gecesinde sabah namazını erkenden kıldıkdan sonra sabah karanlığı ile yine babamın mezarı başına gittim, oturdum, bir miktar Kur'an-ı kerim okudum. Mezarlıkta benden başka kimse yoktu. Tam bu sırada acı bir inilti duydum. Durdum ve iniltiye kulak verdim. Orada azab gören adamın şiddetli iniltileri geliyordu. Bir süre dinledim. Ortalık ışıyınca ses duyulmaz oldu. Ziyaret için mezarlığa gelmeğe başladılar. Gelenlerden birisine, 'Bu mezar kimindir?' diye sordum. O da, 'Bu kimsenin beş vakit cemaate devam edip, lüzumsuz konuşmalarda bulunmadığını hatırlarım, ancak tefecilik yapardı' dedi." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
.
Kötülükten uzak kalmak
19 Ocak 2008 01:00
İnsanı günahtan, kötülükten, uzak tutacak, koruyacak en kuvvetli silah, Allah korkusu ve O'nun şiddetli cezasını ve elem verici azabını hatırlamaktır. Nitekim âyet-i celîlede, "Allahın buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar" buyurulmuştur. Nakledildiğine göre ölüm döşeğine yatan bir gencin ziyaretine giden Resûl-i Ekrem; "Kendini nasıl buluyorsun?" diye sorar. Genç; "Günahlarımdan korkuyor ve fakat Rabbimden ümidimi kesmiyorum" der. Resûl-i Ekrem; "Ölüm anında (korku ile ümit) kimin kalbinde toplanırsa, Allahü teâlâ onu korktuğundan emin kılar, umduğunu kendisine verir" buyurdu. Süleyman bin Abdülcebbâr anlatıyor: Bir günah işledim, buna önem vermedim. Rüyamda; "Küçük olsa da sakın günahı küçük görme, zira burada küçük gördüğün, kıyamet günü senin için büyük olabilir" dediler. Ali bin Süleyman el-Enmâsî de "Rüyamda Hazreti Ali'yi tam anlattıkları şekilde gördüm, o; "Eğer devamlı gece kalkan âbidler ve devamlı oruç tutanlar olmasaydı, bir seher vakti ayağınızın altındaki toprak kum olup dağılırdı. Çünkü siz gereği gibi itaat etmeyen kötü kimselerdiniz" dedi. Hasan-ı Basrî buyurdu ki: "Sizden önce öyle insanlar geçti ki, çakıllar sayısınca altın infak etseler de yine kurtulamayacaklarını sanırlardı. Bunlar günahı o nisbette büyük görürlerdi. Resûl-i Ekrem efendimiz buyurdu ki: "Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, gökyüzünde meleklerin alnını secdeye koymadığı kıyamda bulunmadığı veya rükû etmediği dört parmak kadar boş bir yer bile yoktur. Eğer benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız az güler çok ağlardınız; Allah'ın azabından ve şiddetli intikamından korkarak feryad edip yollara, sahralara dökülürdünüz." Tel
.
"Gülerek günah işleyen..."
20 Ocak 2008 01:00
Vehb bin el-Verd hazretlerinin rivayetine göre İsâ aleyhisselâm "Cenneti sevmek ve cehennemden korkmak günahlara karşı sabrı kolaylaştırır; insanı isyan ve dünya şehvetlerinden uzaklaştırır" buyurmuştur. Ebû Bekir Abdullah el-Müzeni de "Gülerek günah işleyen, ağlayarak cehenneme girer" demiştir. Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Eğer mü'min, Allah katındaki bütün azâbları bileydi bir vakit cehennemden emin olmazdı." Buhari ile Müslim'in rivayetlerinde, "Önce en yakın hısımlarını uyar" âyet-i kerimesi nazil olunca, Resul-i Ekrem efendimiz yakınlarına şöyle seslendi: "Ey Kureyş topluluğu! Allahın emirlerine uyun. Yoksa ben Allah'ın azabından kurtarmak için size hiçbir fayda veremem. Ey Menafoğulları, ben Allah'ın azabından kurtarmak için size hiçbir fayda veremem. Ey Resûlullahın amcası Abbas, ben Allah'ın azabından kurtarmak için sana hiçbir fayda veremem. Ey Resûlullahın halası Safiye, ben Allah'ın azabından kurtarmak için size bir fayda veremem. Ey Allah'ın Resulü Muhammed'in kızı Fâtıma, benden dilediğini iste, yalnız ben Allah'ın azabından kurtarmak için sana bir fayda veremem." İmam-ı Ahmed bin Hanbel'in rivayetinde, Hazreti Aişe, Resûl-i Erkeme; "Rablerine döneceklerinden kalbleri ürpererek korkanlar..." âyetinde anlatıldığı gibi zina, hırsızlık ve içki gibi günahları işleyenler mi bu korkanlar? diye sordu. Resûl-i Ekrem efendimiz; "Hayır, sadece bu dediklerin değil, bunlardan uzak olup namazını kıldığı ve orucunu tutup sadakasını (zekat) verdiği halde bu ibadetlerinin kabul olup olmayacağından korkanlardır" diye cevap verdi. Hasan-ı Basri hazretlerine: "Ey Ebâ Said, öyle birtakım vaizler var ki hep Allah'ın rahmetinden ve ümit etmekten bahsederlerken o derece ileri giderler ki, sevincimizden âdeta uçacak hale geliriz, bu nasıl olur?" dediler. Hasan-ı Basri; "Emniyet gelip çatıncaya kadar sizi korkutanlarla düşüp kalkmanız, korku gelip çatıncaya kadar ümit ve emniyet bahşedenlerle düşüp kalkmanızdan çok daha hayırlıdır" dedi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Allah için akıtılan gözyaşı
21 Ocak 2008 01:00
Hazreti Ömer'e sûikast yapılıp ölüm döşeğine yattığı vakit, oğluna; "Oğlum, ben ölürüm. Sen de benim başımı, üzüntü içinde toprağa, mezara korsun, fakat asıl üzüntü ve sıkıntı benimdir. Eğer Rabbim bana merhamet etmezse halim nice olur?" dedi. Bunu duyan İbn-i Abbas hazretleri: "Ey mü'minlerin emiri, neden bu kadar korkuyorsun? Allahü teâlâ seninle İslâmiyete bu kadar yardım yaptırdı, memleketler fethettirdi ve şehirler kurdurdu. Senin için üzülecek ne var ki?" dedi. Hazreti Ömer; "Hesaptan kolaylıkla kurtulabilsem, benim için yeter, fazla bir şey istemem" dedi. İmam-ı Zeynelabidin abdest aldığı vakit kendisini bir titreme alırdı. Sebebini soranlara "Ben şimdi kimin huzuruna dönüyor ve kime münacatta bulunuyorum biliyor musunuz?" buyururdu. İmam-ı Ahmed bin Hanbel de "Korku, beni arzu ettiğim yemek ve içmekten alıkor" demiştir. Buhâri ile Müslim'in rivayetinde Resûl-i Ekrem, Allah'ın azâbını hatırlayarak gözyaşı akıtanları da kıyamette Arş'ın altında gölgelenecek yedi sınıf insanlar arasında saymıştır. İbn-i Abbâs'ın rivayetinde Resûl-i Ekrem efendimiz; "İki göz kıyamet günü cehennem ateşi görmez. Bunlar, gece karanlığında Allah korkusundan ağlayan ve düşman karşısında uykusuz kalan gözlerdir" buyurmuştur. Hazreti Ebû Hureyre'nin rivayetinde ise Resûl-i Ekrem; "Kıyamet günü bütün gözler yaşlıdır, ancak Allah'ın bakmasını haram kıldığı şeylerden çekinen, Allah yolunda uykusuz kalan ve Allah korkusundan dolayı sineğin başı kadar bir damla gözyaşı döken gözler ağlamaz" buyurmuştur. Tirmizî'nin Sahih ve hasen olarak Ebû Hureyre'den rivayetinde, Resûl-i Ekrem; "Sağılan süt memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan kimse de cehenneme girmez. Allah yolunda çarpışırken meydana gelen tozla, cehennemin dumanı birleşmez" buyurmuştur. Amr bin el-Âs'ın oğlu Abdullah da "Allah korkusundan ağlayan gözden gelen bir damla yaş, benim için altın sadaka vermekten daha sevimlidir" derdi...
.
Hastalık, ölümün habercisi!
22 Ocak 2008 01:00
Allah adamları, hasta olduklarında Cenab-ı Hakka yönelişleri daha da artardı. Dünya ile alâkayı kesip tamamen Allah'a müteveccih bulunurlardı. Her hastalığın ölümle neticelenmesi ihtimalini göz önünde tutarlar, âhirete tövbesiz, âsi bir kul olarak gitmekten son derece korkarlardı. Hasan bin Sinan hazretleri, günün birinde hastalanıp yatağa düşmüştü. Geçmiş olsuna gelen arkadaşları ona, "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sormuşlar. O da, şu karşılığı vermiş: "Cehennemden necat bulursam, iyiyim." Ziyaretçiler, "Bir şey arzu ediyor musunuz?" demişler. Buna da şu karşılığı vermiştir: "Evet, ölmezden evvel sabaha kadar namaz kılmak ve istiğfar etmekle ihya edebileceğim uzun bir gece arzu ediyorum." Rebi' bin Haysem hastalandığı zaman, "Bir hekim getirelim mi?" diye sormuşlar. Biraz sükûttan sonra şu karşılığı vermiştir: "Hayır, bir hekim çağırılmasını istemiyorum. Vade dolduğunda hekimin faydası olmaz. Hani Ad kavmi? Hani Semud, hani Eshab-ı Ress? Hani bunların arasındaki pekçok kavimler? Bunların hepsi, tabib ve hekimleri olduğu halde, ölmediler mi?" Mugîret'ül-Harrâz hastalandığı zaman, gelen ziyaretçileri: "Kendinizi nasıl buluyorsunuz?" diye sormuşlar. O da şu karşılığı vermiştir: "Kendimi, günahkârlığını itiraf eder buluyorum." Ziyaretçiler, "Canınız bir şey istemiyor mu?" demişler. Bunu da şöyle cevaplandırmış: "İstiyor; ölmezden evvel Rabbimin hoşlanmadığı her şeyden tövbe etmeyi." Vüheyb bin el-Verd hastalandığı zaman, Mekke Emiri, Hristiyan bir hekimle onun ziyaretine gelmiş. Hekim, "Neyin var?" diye sormuş. Vüheyb; "Neyim olduğunu sana söylemekten Allah korusun" karşılığını vermiş. Etrafındakiler, "Derdini bize söyle de, biz ona söyleyelim" demişler. O da; "Sübhânallah, sizin nasıl aklınız var? Rabbimi, Rabbimin düşmanına şikâyet etmemi mi istiyorsunuz? Lütfen beni rahat bırakın!" demiştir. Süfyan bin Uyeyne anlatıyor: "Fudayl bin İyâd hastalandığı zaman, onu ziyarete gittik. Bize dedi ki: "Eğer ziyaretime gelmemiş olsaydınız daha memnun olacaktım. Çünkü, Rabbimden size şikâyetçi olurum diye korkuyorum." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
İsraf diz boyu; milyar dolarlar çöpe gidiyor!
22 Ocak 2008 01:00
Geçen hafta gazetemizde bir haber yayınlandı: İngiltere'de "Waste and Resources Action" adlı kurum tarafından yapılan araştırmaya göre, her yıl 8 milyar sterlin (yaklaşık 16 milyar dolar) değerindeki gıda maddesi çöpe gidiyormuş. Britanyalılar, satın aldıkları gıdanın üçte birini çöpe atıyormuş. Araştırmaya iş yerleri dahil edilmemiş. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin açıklamasına göre de, günde iki milyon ekmek çöpe atılıyormuş. Türkeyi çapında, bu rakam 2.6 milyar adet ekmeği buluyormuş. Çöp bidonlarında her zaman gördüğümüz, bütün bütün atılan ekmekler de bu bilginin doğruluğunun ispatı. Bu iki araştırmayı genelleyecek olursak karşımıza akıl almaz rakamlar çıkar. Çünkü, sadece İngiltere'nin gıda israfı 16 milyar dolar. Bir de ABD ve diğer kalkınmış ülkeleri hesaba katacak olursak karşımıza çıkacak rakamları siz düşünün. En az birkaç yüz milyar dolar. Bunlar, Cenab-ı Hakkın verdiği nimeti çöpe atarken, diğer tarafta, birçok ülkede insanlar açlıktan ölüyor. Bu insanların vebali onların üzerine oluyor. Dinimize göre, bir mahallede veya bir şehirde açlıktan ölen varsa, yine aynı yerde zekatını vermeyenler varsa, bunlar ölen kimselerin katili oluyorlar! Bunun için dinimiz israf üzerine çok durmaktadır. Fazlalık varsa bunun fakirlerle, muhtaçlarla paylaşılmasını emretmektedir. İsraf bir hastalıktır Dinimize göre israf bir hastalıktır, kalbin hastalığıdır. Çok kötü bir huydur. İsrafın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın, "İsraf etmeyiniz! Allahü teâlâ, israf edenleri sevmez" mealindeki kelamı yetişir. İsra suresindeki âyet-i kerimede de mealen, "Tebzir etme! Tebzir edenler, israf edenler şeytanların kardeşleridir" buyuruluyor. Şeytanın kardeşi de, şeytan olur. Şeytan isminden daha kötü bir isim yoktur. İsrafı, bundan daha çok kötüleyen bir şey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını israf edenlere bir şey vermeyiniz diye emir ederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor. Nisa suresindeki ayet-i kerimede mealen, "Mallarınızı sefihlere, alçaklara vermeyiniz!" buyuruyor. Kur'an-ı kerimde Firavn'ı kötülerken, "O, israf edenlerden idi" buyuruyor. Lut aleyhisselamın kavmini de, "Siz, israf eden kavimsiniz!" diye kötülüyor. İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak, mal ile olur. Dünya ve ahiret, mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac, cihad sevabı mal ile kazanılır. Bedenin sağlık, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin imdadına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektepler, hastahaneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak, asker yetiştirerek insanlara hizmet de mal ile olur. Dinimiz, "İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır" buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibadet etmekten daha çok sevaptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. İmam-ı Tirmizi'nin bildirdiği bir hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır. Akrabasını sevindirir. Malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider" buyuruldu. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, mala "hayırlı şey" ismini vermektedir ve Habibine, verdiği nimetleri hatırlatırken "Sen malsız idin, sana, kimseye muhtaç olmayacak kadar, mal verdim" buyurmaktadır. Malını istediği gibi kullanamaz! Büyük âlim Süfyan-ı Sevri buyuruyor ki: "Bu zamanda mal, insanın silahıdır." Yani, insan canını, sıhhatini, dinini ve şerefini mal ile korur. Medine-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Said bin Müseyyib buyuruyor ki: "Borçlarını ödemek için ve ırzını, namusunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara miras bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayırsızdır." Yani kendine ve cemiyete zararlıdır. İşte mal bu kadar kıymetli. Böyle olunca da, bunu israf etmek, faydalı yerlerde kullanmamak, zararlı yerlerde kullanmak da bu kadar kötü olmakta, vebali, hesabı çetin olmaktadır. Bunun için, sahip olduğumuz her nimetten, maldan hesaba çekileceğimizi hiçbir zaman unutmamalıyız. Hiç kimsenin, "bu benim malımdır, istediğim gibi harcarım" deme hakkı yoktur. O malı veren ne şekilde kullanacağını bildirmişse öyle kullanmak zorundadır.
.
Yol çok uzun azık az!
23 Ocak 2008 01:00
Muhammed bin Sirîn hazretleri ölümü ile neticelenen hastalığında, ziyaretçilerinin, "Nasılsınız?" sorusuna karşılık şunları söylemiştir: "Şiddetli bir sıkıntı içindeyim. Acıkıyorum, yiyemiyorum. Susuyorum, kana kana su içemiyorum. Uzun müddet uyuyorum fakat, biraz uyuklamadaki zevki dahi bulamıyorum. Siz bunların kıymetini iyi bilin!" Onun hakkında derler ki: O, pek hâlinden şikâyet etmezdi. Ancak hastalığı şiddetlenince dayanılamayacak hâl alınca, din kardeşlerinin kendisine dua etmeleri için, sıkıntılarını dile getirdi... İmam-ı Şafii hazretleri, hastalandığı zaman ziyaretine gelenler "Ya imam, kendinizi nasıl buluyorsunuz?" demişler. İmam da şunları söylemiştir: "Artık dünyadan göçüyorum! Kötü amellerimle karşılaşacağım. Fakat, Rabbimin lütuf ve rahmetine itimad ediyorum." Davud et-Tâî hazretleri hastalandığı zaman, emirlerden biri ziyaretine gelmiş. Yanında otururken ona bir altın bırakmış. Davud "Lütfen onları alınız ve afiyetle kendiniz harcayınız" diyerek reddetmiştir. Emir, "Bir diyeceğiniz veya ihtiyacınız var mıdır?" diye sormuş. O da, "Beni rahatsız etmesinler" karşılığını vermiştir. Sonra arkadaşlarına dönerek "Bu zat, ölümümden evvel kir ve vebalimi biraz daha artırmak istiyor" diye seslenmiştir. Yahya bin Muâz anlatıyor: Bir hastayı ziyarete gitmiştik. Ona "Nasılsınız?" diye halini sorduk. Şunları söyledi: "İstemeyerek dünyaya geldim. Hayatım haksızlıklar içinde geçti. Şimdi ise nedamet içinde ondan ayrılıyorum." Hâtem'ül-Esam, cimri bir kimsenin hastalandığı zaman sadaka dağıttığına muttali olunca, şöyle duâ ederdi: "Allahım, bu kulunun hastalığını idame et. Çünkü bu, kendisinin günahları için bir keffâret, fakirler için de daha yararlı olacaktır." Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: "Büyükler müstesna, şu dört manevi hastalıktan kurtulmuş olan az bulunur: İhtiras, yalan, şekvâ ve riya." Ebu Hüreyre hazretleri, vefatı yaklaştığı zaman ağlamış. Yanındakiler neden ağladığını sormuşlar. O şu cevabı vermiştir: "Kardeşlerim, öyle bir sefere çıkıyorum ki yol çok uzak, azık az, yakînim zaif, bir de sırat üzerinden geçerken cehenneme düşmek korkusu var." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
İsraf tuzaklarını aşabilmek çok zor!
23 Ocak 2008 01:00
Dün, yapılan araştırmalara göre, gıda maddelerinde dünya çapında yapılan israfın birkaç yüz milyar doları bulduğundan bahsetmiştik. Tabii ki, yapılan israf sadece bundan ibaret değil. ABD'de yapılan araştırmalara göre, insanların kilo vermek için harcadıkları paranın 100 milyor doları geçtiği görülmüştür. Bu sade fazlalıkları atmak için yapılan masraf. Bu, fazlalık olduğuna göre, bunu alırken de en az bu kadar masraf yapıldığı kesin. Güzel görünmek için estetik için yapılan israf ise bütün bunların çok çok üstünde. Sadece bu iki harcama kalemi üzerinden yapılan masraf bir trilyon doların üzerinde. İşte dünya bu. Bir kısım insan, tokluktan çatlarken, parayı nasıl harcayacağım derdinden strese, depresyona girerken, diğer yandan milyonlarca insan, açlıktan kırılmakta, hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Eğer herkes İslamiyete uygun yaşasa, zekatını verse, israf yapmayıp fazlalıklarını ihtiyaç sahiplerine verse inanın yeryüzünde, aç açık kimse kalmaz. Bu, hayal değil, az da olsa geçmişte İslam ülkelerinde yaşanmıştır. Müslümanlar zekatlarını verecek kimseleri bulmakta zorlanmışlar, zekat verecek kimse bulmak için yolculuğa çıkmak zorunda kalmışlardır. Çünkü zekat vermek için nisab miktarından az mala sahip olmak lazımdır. Bu da bugün itibariyle 96 gr altın yaklaşık 3 bin liradır. Paylaşım kavgaları Ayrıca dünyada, anarşi terör de olmaz, fakirlerin gözü zenginlerin malında olmazdı. Çünkü bütün kavgaların, savaşların esas sebebi paylaşım mücadelesidir. Zenginler de emniyet içinde, huzurlu bir hayat sürerlerdi. Güvenlik için bu kadar bütçe ayırmak zorunda kalmazlardı. Sosyal adaletin tesis edilememesinde israfın önemli bir yeri vardır. Ayrıca malı israf etmek, Allahü teâlânın nimetini hakir görmek, nimete kıymet vermemek, nimeti elden kaçırmak, kısaca küfran-ı nimet etmek, yani şükür etmemek olur. Bu ise, nimet verenin düşman muamelesi yapmasına, azarlamasına ve azab etmesine sebep olacak büyük bir suçtur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. İbrahim suresi, yedinci ayetinde mealen "Şükür ederseniz, verdiğim nimetleri elbette artırırım" buyuruluyor. Cenâb-ı Hakkın verdiği nimetin şükrünü yapabilmek, Cenâb-ı Hakka karşı asi, günahkâr duruma düşmemek için israfın ne olduğunu, mahiyetini iyi bilmek gerekir. İsraf, malı helak etmek, faydasız hale getirmek, dine ve dünyanın mubah olan işlerine faydalı olmayacak şekilde sarf etmektir. Herkesçe bilinmeyen, hatırlatılması lazım olan israflar da vardır. Mesela, gıda maddelerini iyi saklamayıp kendiliklerinden bozulmaları veya nem alarak, çürümeleri hep israftır. Fasulye, pirinç, nohut gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak israftır. Elbise, sarık, çorap, ayakkabı gibi giyim eşyasını iyi kullanmayıp, çabuk eskitmek, onları yırtmak, yıkarken suyu, sabunu çok harcamak, lambayı, elektriği, doğal gazı boş yere yakmak, hep israftır... Malı kıymetinden aşağı fiyatla satarak veya kiraya vererek ve kıymetinden yukarı fiyatla satın alarak veya kiralayarak aldanmak israf olur. Doyduktan sonra fazla yemek de israftır. Sofrada yemek çeşitlerini lüzum yok iken artırmak, artan yemekleri çöpe dökmek israftır. Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenar ve kabuklarını atmak israftır. Bırakılan kısımları başkası veya hayvan yerse, israf olmaz. Sadakada israf! Sadaka vermekte de israf vardır. Cenâb-ı Hak, sadaka verirken, haram olan israftan sakınılmasını emretmektedir. Sabit bin Kays bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hiç bırakmayınca, ayet-i kerime gelip, "Hepsini vermeyiniz!" buyuruldu. Muaz bin Cebel'in bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı. Hemen "Fakat, israf etmeyin" ayet-i kerimesi geldi. İsra suresi, yirmi dokuzuncu ayetinde mealen, "Ey Habibim! Malını, kendine kalmayacak şekilde dağıtma!" buyuruldu. Borcu varken malını dağıtmak da israftır. Resulullah efendimiz, "Kendisi veya çoluk çocuğu muhtaç iken veya borcu var iken verilen sadaka kabul olmaz. Borç ödemek, sadaka vermekten ve köle azad etmekten ve hediye vermekten daha mühimdir. Başkasının malını, sadaka vererek, zayi olmasına sebep olmayın!" buyurdu. Malın hesabını vermek zor olduğu için, zenginlerin ahirette işinin daha güç olduğu anlaşılıyor. Hele bu zamanda; yüzlerce israf tuzağını aşabilmek her babayiğidin harcı olmasa gerektir!
.
Henüz şerrinden emin değilim!"
24 Ocak 2008 01:00
Atâ bin Yesâr buyurdu ki: "İmam Ahmed bin Hanbel hastalandığı zaman, şeytan karşısına gelip 'Ya Ahmed, benim şerrimden emin olarak dünyadan çıkıyorsun' demiş. İmam Ahmed, İblis'e 'Ya mel'un, henüz senin şerrinden emin olmuş değilim' karşılığını vermiştir." Amir bin Kays hazretleri vefatı yaklaştığı zaman ağlamış. Yanındakiler neden ağlıyorsun, diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiştir: "Ölümden korktuğum için veya dünyaya karşı bir ihtirasım olduğundan ağlamıyorum. Ancak Allah'a, muhtaç olduğum kadar tâat ve ibadette bulunamadığım için ve şu kış günlerinin uzun gecelerini ibadetle ihyadan mahrum kaldığımdan ağlıyorum." Selman-ı Farisî hazretleri ölüm döşeğinde yatarken, gözleri yaşarıp ağlamış ve demiş ki: "Peygamber efendimiz bize vasiyyet ederek buyurdular ki: (Birinizin maişeti için elinde tuttuğu dünyalık, bir yolcu azığı kadar olsun.) İşte ben neyim varsa topladım. Hepsi şu gördüğünüzden ibaret." Vefat ettiği zaman onun bütün eşyasına, on beş dirhem kıymet biçtiler. İbrahim Nehaî de vefat ederken ağlamıştı. Sebebini soranlara şu cevabı vermiştir: "Şimdi ben, Rabbimden gelecek elçiyi bekliyorum. Fakat cennet müjdesiyle mi gelecek, yoksa cehennem haberini mi getirecek, bilmiyorum." Halife Ömer bin Abdülaziz vefatı yaklaştığı zaman demiştir ki: "Allahım, şüphesiz günahkârım. Eğer günahımı bağışlarsan, lütûf ve rahmetinle muamele etmiş olursun. Eğer azab edersen, şüphesiz adâletinle muamele etmiş olursun. Ancak ben 'Eşhedü en-lâilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh' diyorum. Senin varlığına-birliğine, Senden başka ilâh olmadığına; Hazreti Muhammed'in de Senin kulun ve Resûlün olduğuna bütün varlığımla inanıyorum." Ebu Zer-i Gıfari hazretleri, vefatı yaklaştığı zaman "Ey ölüm, haydi tez gel. Canım Rabbine kavuşmak sevgisiyle çırpınmaktadır" buyurmuş. Süfyan-ı Sevrî hazretleri anlatıyor: Allahın yolunda giden güzel ahlâklı bir gencin hastalandığını duyup ziyaretine gitmiştim. Gencin anası ve babası başı ucunda ağlıyorlardı. Genç onlara "Bana ağlamayın. Çünkü ben, bana sizden daha merhametli olan Rabbime kavuşacağım" diyerek teselli verdi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
"Günahlarımla baş başayım!"
25 Ocak 2008 01:00
Hişam bin Abdülmelik vefatı ile neticelenen hastalığında yatarken, etrafına toplanan çocuklarına bir nazar eylemiş. Bakmış ki onlar hep ağlaşıyorlar. O, çocuklarına şunları söylemiş: "Yavrularım, babanız dünyada size karşı hep cömert davrandı. Siz de şimdi babanız için ağlamakta cömertlik gösteriyorsunuz. Babanız bütün topladığını size bırakıyor. Siz ise babanızı günahları ile baş başa bırakıyorsunuz. Eğer Allah, Hişam'ı affetmeyecek olursa, onun öbür hayata göçüşü ne büyük ve ne dehşetli bir şeydir!" İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Ey kardeş, nefsini iyi kontrol et. Bil ki ecel her an peşinde. Bir nefes daha fazla alıp-vermek senin elinde değil. İstiğfarı çoğaltmaya bak. Allah'a yalvar ve Ona müteveccih bulun. Seni hidayette sabit ve daim kılacak olan O'dur. O, iyi kullarının dostu ve Mevlâ'sıdır. O'na sayısız hamd ve senalar olsun. Bil ki itimad ancak O'nadır. Abdullah bin Avn diyor ki: "Duyduğuma göre Allah korkusundan akan gözyaşı, insanın vücudunun neresine isabet ederse orası yanmaz. Hatta Resûl-i Ekrem'in ağlamasından göğsünde, kaynayan tencerenin çıkardığı ses gibi, ses çıkardı" dedi. Bazıları da, "Allah korkusundan akıtılan bir damla yaş, deryalar gibi, cehennem ateşini söndürür" demiştir. İbn Semmâk da buyurdu ki: "Zahidlerin konuştuğu gibi konuşur fakat münafıklar gibi davranırsın. Bununla beraber de cennete girmek istersin, öyle mi? Bu, çok uzak. O cennet, başkaları içindir. Onların yaptıkları ile bizim yaptıklarımız arasında çok fark vardır" derdi. Cafer bin Süleyman anlatıyor: "Sabit Bennâni'nin gözleri ağrıdı, doktora gitti. Doktor 'Tavsiyemi yerine getireceğine söz ver, gözünün daha ağrımayacağına dair sana teminat vereyim' dedi. Sabit: 'Tavsiyen nedir?' diye sordu. Doktor 'Bir daha ağlamayacaksın' dedi. Sabit, 'Ağlamayan gözde ne hayır kalır?' diye mukabelede bulunarak oradan ayrıldı." Resûl-i Ekrem efendimize, "Ey Allah'ın Resulü, kurtuluş çaresi nedir?" diye sorduklarında "Diline sahip ol, evinde otur ve günahlarına ağla" buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurmuştur: "Ben sizden daha iyi Allah'ı bilir ve sizden daha çok O'ndan korkarım." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
Kişi arkadaşının dini üzeredir"
26 Ocak 2008 01:00
Süfyan-ı Sevrî hazretleri anlatır: "Cafer-i Sadık'ın huzuruna girdim ve kendisine, 'Ey Resûl-i Ekrem'in torunu, bana öğüt ver' dedim. Cafer-i Sadık da 'Ey Süfyan! Yalancı için mürüvvet, hased eden için rahat yoktur. Küsüp darılan adamın dostluğu olmaz. Kötü huyu olan da efendi olamaz' dedi. Ben 'Ey yüce peygamberin torunu, biraz daha artır' dedim. O da 'Haram olan şeylerden kaçın ki en çok ibadet edenlerden olasın. Allahü tealanın taksimine rıza göster ki, gerçek teslim olan Müslümanlardan olasın, insanların, hakkında nasıl davranmalarını istersen, sen de onlara karşı öyle davran ki olgun mü'min olasın. Kötülerle arkadaş olma ki, kötülüklerinden kurtulmuş olasın. Nitekim hadis-i şerifte (Kişi arkadaşının dini üzeredir) buyurulmuştur. İşlerini, Allah'tan korkanlara sor ve onlarla istişâre et' dedi." Ben, 'Ey Allah'ın Resulünün torunu, nasihatini biraz daha artır' dedim. O 'Ey Süfyan, kabilesiz ululuk ve saltanatsız heybet isteyen, mâsıyet, günah zilletinden çıkıp Allah'a itaat etsin' dedi. Ben, 'Yine artır' dedim. Bunun üzerine Cafer-i Sadık hazretleri şöyle buyurdu: 'Babam bana üç öğüt verdi ve dedi ki; oğlum, kötülerle arkadaş olan kötülükten, kötü yerlere girip çıkan da töhmetten kurtulamaz. Diline sahip olmayan da pişman olur..." İbn-i Mübarek diyor ki: Vüheyb el-Verd'e, "İsyan eden kimse ibadetin zevkini alabilir mi?" diye sordum. O "Hayır, ibadetin zevkine varamaz" dedi. İbn-i Ebi'd-Dünya'nın rivayetinde Resûl-i Ekrem "Allah korkusundan kişinin vücudu ürperip tüyleri diken diken olduğu vakit günahları, kuruyan yaprakların dalından döküldüğü gibi, dökülür" buyurmuştur. Kudsi bir hadiste Allahü teâlâ "İzzet ve celalim hakkı için iki emniyet ve iki korkuyu bir kulumda toplamam. Dünyada kendisini emniyette görür. Benden korkmazsa onu âhirette korkuturum. Dünyada korku üzere olursa onu ahirette korkulardan emin kılarım" buyurmuştur. Kur'an-ı kerimde de şöyle buyuruldu: "Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir." "İnanmışsanız benden korkun." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.m
Harap olan gönüller...
27 Ocak 2008 01:00
İslam büyüklerinde ilim ve manevi derece yükseldikçe, Cenab-ı Haktan korku da artmıştır. Ebû Süleyman ed-Dârâni hazretleri "İçinde Allah korkusu bulunmayan her gönül haraptır" demiştir. Mâlik bin Dinar da "Allah korkusundan günahlara nedamet edip ağlamak, esen rüzgârın, kurumuş ağacın yapraklarını döktüğü gibi günahları döker, mahveder" buyurmuştur. Geçmiş büyüklerden birisi "Eğer, 'bütün insanlar cennete girecek de yalnız bir tanesi girmeyecek' dense, o bir tek insanın ben olmasından korkardım" demiştir. Hazret-i Ebû Bekir'den sonra en üstün ve cennetle müjdelenmiş olan Hazreti Ömer münafıklar hakkında Resül-i ekremin sırdaşı olan Hazreti Huzeyfe'ye "Ben de münafıklardan mıyım?" diye sormuş, Ebû Huzeyfe de "Hayır, sen onlardan değilsin" diye cevap vermiştir. Bu kadar üstün bir zat olmasına rağmen bu korkudan kendisini azade hissetmemiş ve bilemeyerek bir hataya düşmüş olabileceği endişesini taşımıştır. İmamı Ebû'l-Ferec buyurdu ki: "Allah korkusu, şehvetleri, günahları yakan bir ateştir. Bunun fazileti de şehvetleri yakıp günahlardan koruduğu ve taate teşvik ettiği nisbettedir. Korkan adam nasıl fazilet sahibi olmasın ki, iffet, vera, takva, nefis ile mücadele ve Allahü teâlâya yaklaştıracak bütün iyi ameller korku sayesinde elde edildiğini ayet-i celileler açıkça göstermektedir. Nitekim Allahü teâlâ "Rablerinden korkanlara doğru yol ve rahmet...", "Allah'ın azametinden korkanlar için iki cennet vardır.", "Allah'tan korkan öğüt alacaktır" buyurmuştur. Hasan-ı Basri hazretleri anlatıyor: "Babamız Âdem aleyhisselâm cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirildiği vakit hiç durmadan üçyüz yıl ağlamıştır. Cennetten çıkışının acısını duymaması için dünyanın en mutedil yerlerinden olan Hindistan'ın Serendip bölgesine indiği bir vadiyi gözyaşları ile ıslatmıştır." Vuheyb bin el-Verd de buyurdu ki: "Allahü teâlâ, oğlu hakkında Nuh aleyhisselamı kınadığı vakit, Nuh aleyhisselâm üçyüz yıl ağladı. Hatta gözünden akan yaşlardan dolayı yüzünde çizgiler oluştu. Davud aleyhisselam da o kadar çok ağlardı ki, gözyaşlarından oturduğu yer sulanırdı, sesi kısılıncaya kadar ağlaması devam ederdi... Tel: 0 212
.
İlim, korkuyu artırır
28 Ocak 2008 01:00
Kur'an-ı kerimde, "Allahın kulları arasında O'ndan korkan âlimlerdir" buyurulmuştur. İlmin faziletine delâlet eden her âyet ve hadis, korkunun da faziletine delâlet eder. Zira korku, ilmin özünü teşkil eder, ilim ve bilgiden meydana gelir. Hazreti Âişe validemiz buyurdu ki: "Hazreti Ebû Bekir Kur'an okuduğu vakit gözyaşlarını tutamazdı. Resûl-i ekrem ölüm döşeğine yattığı vakit Hazreti Ebû Bekir'e namaz kıldırmasını emretmişti. Ben 'Ya Resûlallah! Babam çok yufka yüreklidir, sizin mihrabınıza geçecek olursa cemaat onun ağlamasından başka bir şey duymaz' dedim." Hazreti Osman da, çok ağlardı. Abdullah bin Ömer "Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu?" âyet-i celilesinden muradın, Hazreti Osman olduğunu söyler. Süfyan-ı Sevri hazretleri, ölüm döşeğine yatıp sancıları fazlalaştığı vakit çok ağladı. Adamın biri "Niçin bu kadar ağlıyorsun? Yoksa günahlarının çokluğundan mı korkuyorsun?" dedi. Yerden bir çöp alan Sufyan; "Günahlarım bu çöp kadar bana ağır gelmez, ben, ölüm anında imanımı kaybetmekten korkarım" dedi. Hazreti Âişe anlatır: Bir gece Resûl-i ekrem bana, "Ya Âişe, bana müsaade et de bu gece Rabbime ibadet edeyim" dedi. Ben "Ey Allahın Resulü, sana yakınlığı, senin Allaha yakınlığını ve seni memnun eden şeyi en çok sevenlerdenim" dedim. Bunun üzerine Resûl-i ekrem abdest alarak namaza durdu ve ağladı. O kadar ağladı ki gözyaşları yerleri ıslattı. Bu hal böyle devam ederken, Hazreti Bilal namaza davet etmek üzere içeri girdi. Resûl-i ekrem'in gözyaşlarını görünce "Geçmiş ve gelecek hataların bağışlanmışken niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Resûl-i ekrem, "Beni ağlatan (Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahiplerine şüphesiz deliller vardır) âyet-i celilesidir. Yazıklar olsun bu ayeti okuyup da üzerinde düşünmeyenlere" buyurdu. Bunun içindir ki korku, peygamberler, âlimler ve velilerde; emniyet, korkusuzluk ise zâlimler, zalim hükümdarlar ve cahillerde daha çoktur. Bunlar, hesaplarını vermiş, Allahtan uzak kalmaktan, kıyametin dehşetinden ve cehennemin azabından emin olmuş bir tutum içindediler. İşte bu gibiler hakkında Allahü teâlâ, "Allahı unutup da Allahın da kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar, yoldan çıkmış kimselerdir" buyurmuştur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
Çok düşünür ve çok ağlardı
29 Ocak 2008 01:00
Allah korkusundan çok ağlayanlardan biri de Hazreti Ali idi. Hazreti Muâviye, hazreti Ali'yi çok severdi. Dırar radıyallahu anha, "Bana, Hazreti Ali'yi anlatır mısın?" dedi. Bunun üzerine Dırar hazretleri şunları anlattı: "O ilim ve marifette o kadar ileride idi ki, onun bu hususlardaki bilgisini kimse ölçemez. O İslâm dinini yaşamakta ve yaymakta en güçlü bir insan, gerçeği kesin ve açık olarak konuşan, adaletle hükmeden, her tarafından ilim ve marifet fışkıran, her yanından hikmetler akan dünyanın cazibelerine kapılmayan, gecenin karanlığı ile anlaşan ve tenha yerlerden hoşlanan, çok düşünen ve çok ağlayan, kendi akıbetinden korkarak ellerini oğuşturup hayretler içinde sağa ve sola dönen, kendi kendini kınayan, süslü kumaşlar üzerine, kaba elbiseleri tercih eden, sofrada bulduğu ile yetinen, âdeta bizden birisi imiş gibi sorularımızı cevaplandıran, davetlerimize katılan bir insandı. O, gülümsediği vakit dişleri inci daneleri gibi parlar, din bilginlerine saygı gösterir, yoksulları severdi. Haksızlıkta güçlülerin kendisinden yardım görme ümidi olmaz, zayıflar da adaletinden ümit kesmezlerdi. Bazı geceleri sakalını eline alır ve yolarcasına toplayarak mihrabında sabahladığına bizzat kendim şahidim. 'Aman ya Rabbi, aman ya Rabbi' diyerek üzüntülü bir şekilde ağladığını ve; 'Ey dünya, sen mi bana yöneldin, yoksa ben mi senin peşindeyim? Yazıklar olsun bana, seni ebediyen terk ediyorum, artık bana dönmene imkân yok. Ey Ali, ömrün kısa, yaşayışın hakir, tehlikelerin ise çok büyük. Bu uzun ve yalnız yolculukta, bu azıcık azık ile ne yapacaksın?' der ve ağlardı. Bütün bunları şu anda görür gibiyim, dedi." Bunları dinleyen Hazreti Muâviye akıttığı gözyaşları ile oradakileri de ağlattıktan sonra; "Cenab-ı Hak, Ebû'l-Hasan'a rahmet etsin. Vallahi, o, senin anlattığın gibi bir zat idi. Ey Dırar, senin ona olan hasretin nasıldır?" diye sordu. Dırar; "Gözünün önünde evladı boğazlanan bir babanın elem ve hasreti gibidir" dedi, gözyaşlarını tutamayarak talebesi Saîd bin Cübeyr ile birlikte hüngür hüngür ağladılar... Tel: 0 212 - 454 38 21 w
.
Sana verdiğim ilim, mal ve güçle ne yaptın?"
29 Ocak 2008 01:00
Günümüzde ikiyüzlülük, içi başka dışa başka davranışlar çok yaygınlaştı. Herkes rolünü çok iyi bir şekilde oynadığı için de gerçek niyeti anlamak hayli zorlaştı. İkiyüzlülüğün en tehlikelisi de Cenab-ı Hakka karşı yapılanıdır! Her Müslümanın bir işi yaparken kendisine "niçin?" sorusunu sorması lazım. Sorunun cevabı, "Allah için" ise yaratılış gayesine uygun hareket ettiği, doğru yolda olduğu anlaşılır. Dinimizde bunun adı "ihlâs"tır. İhlâs, hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, yalnız Allahü teâlâ için yapmak demektir. Hadîs-i şerîfte, "Cenâb-ı Hak buyurdu: İhlâs, sırlarımdan bir sırdır. Onu, sevdiğim kulların kalbine emânet ederim" buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, "İbadetleri ihlas ile yap! İhlas ile yapılan az amel, kıyamette sana yetişir" buyuruldu. Çok, fakat ihlâssız yapılan ibadetler kayda geçmediği, yok farzedildiği için kıyamette bir kıymeti olmayacaktır. İhlâs, kalb işidir. İbâdetlerin, Allahü teâlânın rızâsına uygun olup olmadığı âhirette açığa çıkacaktır. İhlâslı ve ihlâssız yapılan amellerin âhirette kişinin karşısına nasıl çıkacağını Peygamber efendimiz şöyle bildirmektedir: "Yalan söylüyorsun!" "Kıyâmet günü ilk hesâba çekilecek üç sınıf kimseden birincisi, Allahü teâlânın ilim verdiği kimsedir. Allahü teâlâ bu kimseye şöyle suâl edecektir: - Sana verdiğim ilim ile ne yaptın ve ne gibi amel işledin? - Yâ Rabbî, sabah akşam ibâdet edip, kulluk vazîfemi yaptım. İnsanlara dînini öğrettim. Bunları senin rızân için yaptım. - Yalan söylüyorsun. Falan kimse, ne bilgili, ne âlim desinler diye yaptın ve öyle de dediler. Melekler de, "Evet yâ Rabbî" diyecekler. İkincisi, kendisine mal verilen kimse olup, ona da Allahü teâlâ şöyle suâl eder: - Sana verdiğim mal ile, servet ile ne yaptın? - Yâ Rabbî, sabah akşam senin rızân için, senin razı olduğun yerlere sarf edip, tasadduk ettim. - Yalan söylüyorsun. Falan kimse ne cömerttir desinler diye verdin ve öyle de dediler. Üçüncüsü ise, harpte ölen kimse olup, ona da Allahü teâlâ suâl ederek buyurur ki: - Sana verdiğim güç, kuvvetle ne yaptın, bunu nerede harcadın? - Yâ Rabbî, senin rızân için harp ettim ve öldürüldüm. - Yalan söylüyorsun. Falan kimse ne kahraman, ne kadar cesûr desinler diye harp ettin ve öyle de dediler." Peygamber efendimiz devamında buyurdu ki: "Ey Ebâ Hüreyre, işte kıyâmet günü Cehennem ateşinin ilk yakacağı kimseler bunlardır." Benî İsrâil'den ibâdetle meşgul olan bir kimseye, "Burada ağaca tapanlar var" deyip, tapınılan ağacın yerini haber verdiler. O da Allah rızâsı için, bildirilen ağacı kesmek niyetiyle yola çıktı. Yolda bir ihtiyar şekline giren şeytan, onu karşılayıp dedi ki: - Sen ibâdetinle meşgul ol. Başkasının ağaca tapmasının sana bir zararı olmaz. - O ağacı kesmem de ibâdettir. Bunu Allah rızâsı için yapacağım. - Ben de o ağacı kesmene izin vermem. Bunun üzerine dövüşürler. Şeytanı yenip göğsünün üzerine oturunca, şeytan tekrar dedi ki: - Beni bırak sana söyleyeceklerim var. Sen Peygamber değilsin. Bu işle vazîfelendirilmedin. Bunu sana sormayacaklar. Hem sen fakîr bir kimsesin. Eğer beni bırakır ve o ağacı kesmekten vazgeçersen her gün sana iki altın getiririm. Böylece başkasına muhtaç olmaz ve daha güzel ibâdet edersin. Mağlup olmasının sebebi! Şeytanın bu teklifi üzerine o kimse, ağacı kesmekten vazgeçti. Şeytan birinci ve ikinci günü altını getirdi. Fakat üçüncü günden sonra getirmedi. O kimse bu hâle kızdı ve baltasını alıp, ağacı kesmeye gitti. Yolda yine aynı şekilde şeytanla karşılaştı. Ağacı kesme işinden vazgeçmediği için tekrar dövüştüler. Bu sefer şeytan gâlip geldi. Bunun üzerine o kimse dedi ki: - Daha önce sana gâlip gelmişken şimdi mağlup olmamın sebebi nedir? - İlk çıkışın Allah rızâsı içindi ve niyetin hâlis idi. İhlâslı olduğun için Allah seni gâlip getirdi. Şimdiki hiddetin dünyalık içindir. Altınlar konmadı diye kızdığın için mağlup oldun!.. İmam-ı Rabbani hazretleri, sonsuz kurtuluşa erişmek için ilim, amel ve ihlasın şart olduğunu bildirir. Bunlardan birisi olmazsa, diğerlerinin kıymeti olmaz. Bir amelin ihlasla yapıldığının alametini de peygamber efendimiz şöyle bildiriyor: "İhlasla la ilahe illallah diyen Cennete girer. İhlasla söylemek, söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır."
.
Niyeti bozuk olanlar gerçeğe ulaşamazlar!
30 Ocak 2008 01:00
İlim öğrenmek ve öğretmek ciddi bir iştir. İlimden gerçek manada istifade edebilmek için, öğrenen ve öğreten kimsenin, samimi ihlâslı olması lazımdır. İşin içine, istismar, karşı tarafı deneme, imtihan etme gibi art niyetler girerse, niyeti bozuk olan, hem dünyada hem de ahirette bunun bedelini ağır şekilde öder. Geçmişte bunun ibretli çok örnekleri vardır: Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ebû Sa'îd Abdullah ve İbn-üs-Sakkâ daha küçük yaşta iken ilim öğrenmek için Bağdat'a gittiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok genç idi. Hâce Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesi'nde vaaz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ: - Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek, dedi. Ebû Sa'îd Abdullah: - Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi? dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edep timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de: - Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım? Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim, sözlerinden istifade ederim, dedi. İyi niyetinin karşılığı Nihâyet, Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere varıp sohbetini dinlemeye başladılar. Daha onlar bir şey sormadan, Hemedânî hazretleri İbn-üs-Sakkâ'ya dönerek: - Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir, diye cevapladıktan sonra: Senden küfür kokusu geliyor, buyurdu. Sonra Ebû Sa'îd Abdullah'a dönerek: - Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim? Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur, diyerek cevapladıktan sonra: Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, niyetin düzgün olmadığı için ömrün hüzün, sıkıntı ile geçecek, buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine döndü: - Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat'ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve yine senin zamanındaki bütün evliyânın, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim, buyurdu. Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, zamanında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün buyurdu ki: "Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir." Gerçekten zamanında bulunan bütün evliya, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğik olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Yusuf-i Hemedani hazretlerinin seneler önce haber verdiği hâller anlaşılıyordu. Seyyid Abdülkadir Geylani hazretleri, "Bu işe başladığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye soranlara buyurdu ki: "Temeli ihlas ve doğruluk üzerine attım. Hiç yalan söylemedim. İçim ile dışım bir oldu. Bunun için işlerim hep rast gitti." İbn-üs-Sakkâ'ya gelince; Yûsüf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, dînî ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Cenâb-ı Hakkın varlığını yüz delil ile ispat eder hâle geldi. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Orada İmparatorun kızına âşık oldu. Kız, Hristiyan olursan o zaman seninle evlenirim, deyince, nihâyet, Hristiyan oldu. Bu defa da yüz delil ile ilâhın üç olduğunu ispata kalkıştı. Sakkâ'nın hazin sonu! Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: "Bir gün onu gördüm. Hasta idi. Ölmek üzere idi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve öylece öldü." Ebû Sa'îd Abdullah ise Şam'da çeşitli vazîfelerde bulundu. Çeşitli sıkıntılar ile hayatı geçti. Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçü hakkında da söylediği aynen meydana geldi. Yûsüf-i Hemedânî hazretleri, dünyaya kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. "İslâm âlimlerinin ve kıymetli rehberlerin azalıp, yok olduğu zaman ne yapmak lâzım?" denildiğinde; "O zaman her gün o büyüklerin yazdığı kitaplardan bir miktar okuyunuz" buyurdu.
.
"Nasıl ağlamayayım!"
30 Ocak 2008 01:00
İslam büyükleri Allah korkusu ile çok ağlarlardı. Hatta bazıları bundan dolayı meşhur olmuşlardır. Korku ve ağlamaları onları günah işlemekten uzak tutardı. Cabir bin Abdurrahman şöyle anlatır: Çok ağlaması ile meşhur Mersid bin Yezîd'e, "Nedir, bu gözyaşların hiç durmaz mı?" diye sordum. Mersid; "Benim gözyaşlarımdan ne istiyorsun?" dedi. Ben; "Umulur ki Allahü teâlâ senin gözyaşlarından beni de faydalandırır, bunun için soruyorum" dedim. Mersid; "Kardeşim, Allahü teâlâ, isyan ettiğim takdirde beni cehenneme koymakla korkutmuştur. Halbuki beni, yalnız hamamda hapsetmekle korkutsaydı, yine gözyaşlarımın kurumaması gerekirdi. Daha nasıl ağlamayayım?" dedi. Ben; "Tenhalarda da böyle ağlıyor musun?" diye sordum. "Bundan sana ne, neden soruyorsun?" dedi. Ben; "Umulur ki ondan da yararlanırım" dedim. O; "Vallahi cehennem korkusu, aileme yakın olmayı arzu istediğim zaman aklıma gelir, arzumu yerine getiremem. Sofrada hatırlasam yemek yiyemem. Ben ağlarım, karım ağlar ve hiçbir şey anlamadıkları halde küçük çocuklarım da ağlar. Hatta zaman olur ki karımın, 'Nedir senin bu ağlamalarından çektiğim, hiç mi huzurlu bir gün görmeyeceğiz?' dediği olur, dedi." Feth-i Mevsili'nin arkadaşlarından biri yanına giderek kanlı gözyaşlarını görünce; "Kan mı ağlıyorsun?" diye sordu. "Evet, kan ağlıyorum" dedi. Bu zat; "Hayrola, niçin kan ağlıyorsun?" diye sordu. Feth-i Mevsilî; "Allahın bana borç ettiği bir görevi yerine getiremediğim için ağlıyorum" dedi. Feth-i Mevsili öldükten sonra kendisini rüyasında gören bu zat; "Allahü teâlâ sana ne gibi muamelede bulundu?" diye sordu. "Allahım beni hesaba çekti" dedi. Bu zat; "O akıttığın gözyaşları sebebiyle Allahü teâlâ sana ne gibi bir ikramda bulundu?" diye sordu. Feth-i Mevsilî; "Allahü teâlâ bana, (Niçin bu kadar ağladın?) diye sordu. Ben de, "Allahım, senin bende olan bir hakkını yerine getiremediğimden ağladım" dedim. Allahü teâlâ, (Yaş yerine niçin kan akıttın?) diye sordu. Ben; "Baha rahmet kapılarını açmayacağından korktuğum için" dedim. Allahü teâlâ; (Senin bütün bu düşüncelerinin sonucudur ki, seni koruyan melekler kırk yıl bana arz ettikleri amel sahifelerinde bir günah bulunamamıştır) buyurdu, dedi..." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehme
.
Peygamber olduğum halde bilemem!"
31 Ocak 2008 01:00
Ağlamak, ya üzüntüden, ya korkudan veya sevinçten olacağı gibi, Allaha şükürden veya Allah korkusundan da olur. Bunların en üstünü ve kârlısı, Allah korkusundan akıtılan gözyaşlarıdır. Fakat yalan ve riya olarak akıtılan gözyaşları rahmetten koğulma ve Allahın gazabını çekmekten başka bir fayda sağlamaz. Sonunun ne olacağını bilmeyen ve bu arada çeşitli günahlara dalanların üzülerek günahlarına tevbe ile isyandan uzaklaşıp ibadete dönerek geçmiş ve gelecekleri için gözyaşı akıtmaları en tabii bir haklarıdır. Kişinin son hâli kesin bilinemez. Çünkü gaybı sadece Allahü teala bilir. Hazreti Ümmü Âlâ anlatır: "Mekke'den gelen ilk muhacirler, Medineliler arasında kur'a ile taksim edildi. Her yönü ile Muhacirlerin ileri gelenlerinden olan Osman bin Maz'ûn bizim hissemize düştü. Yanımızda hastalandı ve vefat etti. Kendisini yıkayıp kefenlediğimiz zaman Resûl-i ekrem efendimiz de geldi. Ben, "Ey Sâib'in babası, Allah sana rahmet etsin, Allahü teâlânın sana ikramda bulunacağına ben şehâdet ederim" dedim. Resûl-i ekrem; "Allahü teâlânın ona ikramda bulunacağını nereden biliyorsun?" diye sordu. Ben; "Anam babam sana feda olsun, ya Resulallah, bildiğimden değil, öyle kanaat ettiğimden söylüyorum" dedim. Resul-i ekrem efendimiz, Osman'a yaklaşarak, "Vallahi ben onun için hayırlar umarım" buyurdu. İbni Haceri Mekki buyurdu ki: Resul-i ekremin böyle davranmasının sebebi, kesin hükümde bulunulmaması içindi. Çünkü bunu ancak Allah bilir. Bunun için kesin şehâdette bulunmasını iyi karşılamamıştı. Nitekim kendileri de aynı şekilde, "Ben onun hakkında hayır umarım" buyurmuş ve devamla "Ben peygamber olduğum halde Allahü tealanın kıyamet günü hakkımda ne işlem yapacağını bilemem" buyurmuştur. Ümmü Âlâ; "Vallahi ben de ondan sonra böyle kesin olarak hiç kimseyi tezkiye etmedim; hep ümit ve hüsnüzan ifade eden kelimeler kullandım. Bu hal beni çok üzdü. Fakat kendisi Osman'ı öperek ağladı ve onu en üstün fazileti olan, "O, bu dünyadan dünyalık namına hiçbir şey almadan ayrılan bir insandır" buyurarak, iltifat etti. Ona, "Geçmişlerin iyisi, geçmiş iyi bir insan" adını verdi. Aynı zamanda kişinin ne kadar çok iyiliği olsa da Allahın azabından emin olmamasını hatırlattı. Tel: 0 212
.
Gördüklerinden ibret alırlardı!
1 Şubat 2008 01:00
İslam büyüklerinin, güzel ahlâkından biri de ölümü unutmamaları ve gördükleri her ölüm vak'asından ibretler almaları idi. Hazreti Ebu Hüreyre bir cenaze gördüğü zaman "Sen yürü Allah'a. Arkandan da biz geleceğiz" derdi. Üseyyid bin Hudayr buyururdu ki: "Ne zaman bir cenaze görsem, ölenin gideceği yeri ve akıbetini düşünür, günlerce yiyip içmekten kesilirim." İmamı Â'meş de, "Biz bir cenaze vuku bulduğunda taziyede bulunanları tanıyamazdık. Çünkü hüzün hepimizi aynı derecede kaplardı" derdi. İbrahim ez-Zeyyâd hazretleri bir gün bir topluluğa uğramıştı. Onlar, vefat eden birine Allah'tan rahmet diliyorlardı. Onlara dedi ki: "Siz kendi âkıbetinizden korkunuz. Çünkü ölünüz üç tehlikeyi atlatmıştır: Ölüm meleğini görmüş, ölümün acısını tatmış, hayatın kötü sonuçlanmasından da artık endişesi kalmamıştır." Amr bin Zerr hazretleri de bir cenazede bulunmuştu. Vefat eden zatın bazı hallerini beğenmedikleri için bir kısım insanlar onun cenazesinde bulunmak istemediler. Nihayet onu kabre indirdikleri zaman, Amr şöyle demiş: "Ey mümin, Tevhid üzerinde can verdin. Yüzün güzel, alnın açık toprağa girdin. Varsın onlar senin için 'Öyleydi, böyleydi' desinler." Harem bin Hayyân anlatır: Veysel Karani hazretlerinin huzuruna gidip nasihat istediğimde buyurdu ki: "Yattığın zaman ölümü yastığının altında bil. Kalkınca da karşında bulundur. Günâhın küçüklüğüne değil, onunla âsi olmaklığının büyüklüğüne bak! Günâhı küçük tutarsan, onu yasak eden Rabbini küçük tutmuş olursun. Onu büyük tutarsan, Rabbini büyük tutmuş olursun." Sonra salevât okuyup, kısa bir duâdan sonra şu vasîyeti yaptı: "Ben ve sen, öleceğiz. Allahın kitabını ve onda bildirilen doğru yolu elden bırakma ve ölümü bir an unutma! Kavmine ve akrabana varınca onlara nasîhat et ve Allahın kullarına öğüt vermekten geri durma. Ehl-i sünnetten kıl kadar ayrılma ki, dînini kaybedersin de haberin olmaz ve Cehenneme düşersin!" İmam-ı Şarani hazretleri buyurdi ki: "Ey Müslüman kardeş! Ölümü unutma. Bu büyükler gibi, gördüğün her ölüm vak'asından ibret almasını bil. Kendin için çok ağla ve Rabbine yalvar. Çünkü önünde pekçok korkulu geçitler var. Hep Allah'a güven." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
O'nun huzuruna nasıl çıkabilirim?"
2 Şubat 2008 01:00
Rabîa el-Adeviyye hazretlerine, "Ölümü arzu ediyor musunuz?" diye sormuşlar, şu karşılığı vermiştir: "Bir insana karşı bir kusurum olsa, utancımdan onunla karşılaşmak istemem. Rabbime karşı bu kadar isyanlar ile ölümü nasıl arzu edebilirim? Bu halimle nasıl O'nun huzuruna çıkabilirim?" Yahya bin Muaz, zamanının zenginlerinden birinin ölümünde, bir kadının ölü evinde yas tuttuğunu işitmiş ve şöyle demiş: "Yazıklar olsun o kimselere ki, evlerinde yas tutarlar fakat dünyaya mağrur olup, kötülükleri bırakmazlar." Ka'b'ül-Ahbar buyurdu ki: "Yâkub aleyhisselâm, oğlu Yusuf aleyhisselâmın hayatta olduğu haberini getiren müjdeciye şöyle demiştir: Ey müjdeci, şimdi yanımda seni mükâfatlandıracak bir şeyim yok" dedikten sonra "Allah senin için ölüm acılarını ve baygınlıklarını kolaylaştırsın" diye dua etti. Hasan-ı Basrî hazretleri kardeşlerinden birinin ölümü anında hazır bulunduğu zaman çok mahzun olur, günlerce yemek ve içmekten kesilirdi. Derdi ki: "Şu üç şeyi unutmak mü'mine yakışmaz: Dünyanın fâniliği, dünya hallerinin ve nimetlerinin geçiciliği, ölümün hak olduğu." Şakîk ez-Zâhid buyurdu ki: "Zamanımızın insanları birtakım işlerde sünnete aykırı gidiyorlar. 'Allah rızkımıza kefildir' dedikleri halde, elde edip yığdıkları dünyalıktan başka bir şeyle kalbleri mut'main olmuyor. 'Âhiret dünyadan daha hayırlıdır' dedikleri halde, durmadan mal biriktirip yığmaya çalışıyorlar. Fakat Allah yolunda harcamaya yanaşmıyorlar. Sanki onlar dünyaya sırf günah kazanmak için gelmişler. Söz sırasında 'Evet, ölüm haktır. Hepimiz öleceğiz' derler. Fakat işlerine bakarsanız, sanki ölüm onlar için değilmiş." Atâ es-Sülemî hazretleri ölüm döşeğinde yatarken, etrafında toplanmış bulunan arkadaşlarına bir göz attı. Onların, kendisi için, "Allah'ım, ölüm acılarını kolaylaştırır" diye duâ ettiklerinin farkına vardı. Atâ onlara "Bu duayı bırakınız. Vallahi ben, ruhumun hançeremle küçük dilimin arasında kıyamete kadar gidip gelmesine razıyım. Yeter ki, ölümden sonra bundan daha şiddetli ahiret sıkıntıları çekmeyeyim" demiştir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www
.
Ölümü düşünmenin üç faydası!
3 Şubat 2008 01:00
Hâmid el-Leffaf hazretleri buyurdu ki: "Ölümü çok anan kimse, üç şeyle şereflenmiş olur: Tevbeyi hemen etmek, nefsi kanaat sahibi kılmak, ibadette neşe ve sürur duymak." Vehb bin Münebbih anlatır: "Hiçbir kul yoktur ki ölmezden önce, kendisine refakat eden yazıcı melekleri görmemiş olsun. Eğer iyi bir kimse ise, yazıcı iki melek ona; Allah seni mükâfatlandırsın. Sen ne iyi bir arkadaştın. Nice hayır meclislerinde seninle beraber bulunduk. İhlâsla edâ ettiğin ibadetlerden bize hoş kokular koklattın, derler." Eğer o kötü bir kimse ise yazıcı melekler ona; senin için 'Allah mükâfatını versin' demeyeceğiz. Çünkü bunca günahları işlerken senin yanında bulunduk. İşlediğin günahlardan bize nice fena kokular koklattın' derler." Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: "Ölüm her ân gelebilir. Yarına çıkacağını zanneden kimse, ölüm için hazırlıklı sayılmaz. Tâat ve ibadetler ölümü hatırlamanın semeresi olduğu gibi, günahlar da ölümü unutmuş olmaktan ileri gelir." Hazreti Ömer sû-i kasde maruz kalıp yaralandığı zaman, etrafına toplanmış olan Müslümanlar kendisine; "Yâ Ömer, umuyoruz ki cehennem ateşi sana dokunmayacaktır" dediler. O şu karşılığı verdi: "Siz ne diyorsunuz? Vallahi ben, bir cehennem kömürü olmaktan korkarım!" Sonra onun yanına bir cemaat daha geldi. Kendisinden şöyle bir ricada bulundular: "Yâ Ömer, oğlunuz Abdullah'ı yerinize halife olarak tavsiye ediniz. Çünkü Abdullah, dürüstlük ve emniyeti herkes tarafından bilinen bir kimsedir." Hazreti Ömer şu cevabı verdi: "Hattab ailesinden bir kişinin kıyamet gününde elleri boynuna bağlanmış olarak gelmesi yetmez mi?" İslâm büyükleri, her gün en az bir kere ölümü hatırlamayı âdet edinmişti. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri her gün yirmi kere, kendini ölmüş, mezara konmuş düşünürdü. Ölümü çok hatırlamak, dinin emirlerine sarılmaya ve günâhlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesâreti azaltır. Daima ölümü düşünen kimsenin ömrü uzun olur. Ölümü unutup, çok uzun ömürlü olacağını zannedenlerin ise ömrü kısa olur... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
.
Şaşılan iki kısım insan!
4 Şubat 2008 01:00
İslam büyüklerinin örnek ahlâkından biri de, dünyaya sevgi ve şehvetle değil, ibretle bakmalarıydı. Evet, Allah adamları, dünyadan hep bu ahlâk ve ahval üzerinde göçmüşlerdir. Ahmed bin Harb buyurdu ki: "Yeryüzü iki kimseye hayret eder. Biri, yatacağı yeri güzelce döşeyip yumuşak yatağını seren kimsedir. Yeryüzü ona kendi hal lisanı ile der ki: Ey âdemoğlu! Bu nazik bedenin, bende yataksız olarak uzun müddet kalacak ve sonunda çürüyecektir. Neden bunu hiç düşünmezsin? Diğeri ise, ufak bir yer parçası yüzünden kardeşi ile hasımlık ve düşmanlık güden kimsedir. Yeryüzü yine kendi hal lisanı ile ona da der ki: Ey insan! Bu yerlerin önceki sahipleri nerede? Evet, bu yerlere önce malik olanlar şimdi nerede? Bir düşün!.." Mâlik bin Dinar buyurdu ki: "Kimin gözü ve gönlü, şu fâni hayattan öbür baki hayat hakkında iyi bir ibret dersi almamış ise, bilin ki o adamın kalbi perdeli, ameli de azdır..." Ömer bin Abdülaziz derdi ki: "Yâ Rab! Biz dünyada güneşin sıcağına dayanamazken, cehennemin hararetine nasıl dayanalım!.." Bir gün, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Peygamber efendimizin yanına gelir. Peygamber efendimiz, "Yâ Sa'd, nerede idin?" diye sorar. Sa'd, "Yâ Resulallâh! Mide ve nefislerinin lezzetlerinden başka bir düşünceleri bulunmayan bir topluluğun yanında idim" der. Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyururlar: "Ey Sa'd, sana bundan daha garip olanını haber vereyim mi?" Sa'd, "Evet yâ Resûlallah!" Peygamber efendimiz de; "Daha garip olanı şudur: Bir kimse, senin o toplulukta gördüklerin misâli, bir kısım insanların hâlini kötü bildiği halde, kalkıp onların hâlleriyle hallenmesidir!" buyurmuşlardır. Bazı kimseler, Hâtem'ül-Esam'dan "Bizden biri, ne zaman ve nasıl dünyaya ibret gözü ile bakanlardan olabilir?" diye sormuşlar. O da, şu cevabı vermiş: "Dünyada her şeyin sonunun harap, her şahsın gideceği yerin de türab (toprak) olduğunu gördüğü zaman! Bir kimsenin evinden veya yakınından bir cenaze çıkar da o kimse bundan ibret almazsa, ona, ne ilmin, ne hikmetin, ne de vaaz ve nasihatin bir faydası dokunur!.." Tel: 0 212 - 454 38 2
.
"Büyük nimete erişiyorsun!"
5 Şubat 2008 01:00
Dünya hayatı, rüyâ gibidir. Ölen kimse uyanınca, rüyâ bitecek, hakîkî hayat başlayacaktır. Müslümanın ölümü, hayattır. Hem de, sonsuz hayat! Hadîs-i şerîfte, "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" buyuruldu. Ayrıca Peygamberimiz, "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!" buyurdu. Ölmek, yok olmak değildir. Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmektir. Ömer bin Abdülazîz hazretleri, "Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!" buyurdu. İnsan, ölümü istemez. İnsan yaşamayı sever. Hâlbuki ölüm, ona hayırlıdır. Sâlih olan mü'min, ölüm ile, dünyanın eziyet ve yorgunluğundan kurtulur. Ölüm, mü'mine hediyedir, ni'mettir. Günâhı olanlara musîbettir. Zâlimlerin ölümü ile ise memleketler ve insanlar râhata kavuşur. Zâlimlerin ölümü üzerine şu beyt söylenir: "Ne kendi etti râhat, ne âlem etti huzûr/Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr." Mü'minin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin hapisten kurtulması gibidir. Mü'min öldükten sonra, bu dünyaya geri gelmek istemez. Yalnız şehîdler, ahirette kendilerine verilen ni'metleri görünce, dünyaya geri gelip, bir daha şehîd olmak ister. Azrâil aleyhisselâm, İbrâhîm aleyhisselâmdan rûhunu almak için izin istediğinde, İbrâhîm aleyhisselâm: "Dost, dostun canını alır mı?" dedi. Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselâma; "Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı?" diye sormasını emretti... Allahü teâlânın emirlerine uyan bir mü'mine, ölümden daha sevinçli bir şey olmaz. Allahü teâlâya kavuşmağı seven mü'min, ölümü ister. Çünkü ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Cenneti seven ve ona hazırlanan insan ölümü sever. Çünkü, ölüm olmayınca, Cennete girilmez. Salih, iyi bir insan ölür ölmez, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Saadet sâhibi şu kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip: "Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!" der. Böyle kimseye, bundan daha şerefli bir gün yoktur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.
.
Evlilikte 'olmazsa olmazlar' ile kifayet edilmezse!
5 Şubat 2008 01:00
Evliliğin, aile hayatının; dinimizde ve sosyal hayatımızda önemli bir yeri vardır. Çünkü, inançlarımızın, örf ve âdetlerimizin ayakta kalabilmesi ve bizden sonraki nesillere intikali ancak aile yolu ile sağlanabilir. Her işte olduğu gibi, evlilikte de bir gaye, bir maksat vardır. Hedef bu olmalıdır; buna mani olan engellere takılmamak lazımdır. Evlilikte hedef, huzurlu bir aile hayatıdır. Bu da ancak, dinimizin bildirdiği esaslara uymakla sağlanabilir. Son yıllarda, hedeften sapmalar, gayede farklı düşünceler görülmeye başlandı. Anne babalar ve gençler sistem dışı farklı arayışlara yöneldi. Tabii ki bu da zaman zaman sistemde, tıkanıklıklara yanlış eğilimlere sebep olmaktadır. Bu yanlış eğilimler nelerdir? Eskiden kız babalarının, damat namzedinde aradıkları, 'olmazsa olmaz' şartları, bir de 'olursa iyi olur' şartları vardı. Kızı evlilik yaşına geldiğinde, olmazsa olmaz şartlarına haiz bir genç talip olduğunda geri çevirmezlerdi. 'Olursa iyi olur'lar üzerinde pek durmazlardı. Mevcutlarla iktifa ederlerdi. Geri çevirirlerse bundan sonra yolun tıkanacağı kanaatine sahiptiler. Olmazsa olmazlar belliydi ve sınırlı idi. Olmazsa olmazlar! Neydi bunlar: Birincisi, düzgün bir dini inanç ve bu inanca uygun yaşayış. İkincisi, güzel huylu olması; huy, mizaç olarak istenilen meziyetlere sahip olması. Üçüncüsü, orta halli bir ailenin nafakasını sağlayacak bir gelirinin olması. Hepsi bu. 'Olursa iyi olur'lar ise sınırsızdır. Yani tamamını elde etmek imkânsızdır. Bunun için eskiler olmazsa olmaza bakarlar, 'olursa iyi olurlar' ne kadar ise onunla iktifa ederlerdi. Yani çıtaları alçaktı, damat namzetlerinin geçmesi, atlaması kolaydı. Şimdiki kız anne babaları ise 'olmazsa olmazlar'la kifayet etmiyor, 'olursa iyi olurlar'a takılıp kalıyorlar. Çoğu zaman namzette olmazsa olmaz şartlar mevcut olduğu halde, beklentileri çok olduğundan, çıtaları yüksek olduğundan bir bahane ile geri çeviriyorlar. Nasıl olsa daha yaşı geçmiş değil, beklentilerimizi karşılayacak başka biri çıkar diye düşünüyorlar. Tabii ki, babanın beklentileri, farklı, anneninki farklı, kızınki farklı... Herkes beklentilerini karşılama peşinde. Mesela bu beklentiler neler olabiliyor. Damadın, doktor, mühendis, avukat gibi toplumda çok saygı gören bir mesleğinin olması. Fiziği; boylu poslu, eli yüzü düzgün olması. Damadın ailesi kendi çevrelerinden tanıdıkları kimseler olması. Ekonomik durumlarının biraz iyice olması. "Falancalara gelin gitti" denebilecek tanınmış bir aileden olması. Damadın aynı şehirde ikamet etmesi; mümkünse aynı mahallede hatta aynı sitede, aynı apartmanda oturması. Damadın annesiyle beraber oturacak olmaması; evde kaynana bulunmaması. Sabah sekiz, akşam beş gibi düzgün bir mesaisi olan bir işinin olması. Evi ve arabası olması... Dediğimiz gibi bunun sınırı yok; sayfalarca yazılabilir. Tabii ki bunlar zararlı, faydasız şeyler değil. Ama hepsinin bir arada bulunması imkânsız. Anne babayı, çok az da olsa bunlara sahip evlilikler şaşırtıyor. Benim kızımın bundan ne eksiği var, diyorlar. Sabırla beklemeye devam ediyorlar. Bir müddet sonra bir de bakıyor ki, kızının yaşı hayli ilerlemiş; "evde kalma" sınırına dayanmış hatta aşmış. Birden telaşa kapılıyorlar. Daha önce gelenlere çoktan razılar. Fakat bunların hâli değiştiği için yani yaşı ilerlediği için öncekilerin ayarında kimseler gelmiyor. İslam büyükleri, "bir kıza, zaruri şartlara haiz bir genç talip olduğunda, eğer anne babası vermezse, bu kıza bundan iyisi nasip olmaz" demişlerdir. Dimyat'a pirince giderken... Bu durumda iki şey oluyor. Ya kız evde kalıyor; arkadaşları evlenip bu evde kaldığı için ruh sağlığı bozuluyor. Kızlarının bu halini her gün göre göre anne babanın da ruh dengesi buzuluyor. Huzur yuvası olması gereken ev husursuzluk yuvası haline dönüşüyor. Ya da, bu telaşla yukarıda bahsettiğimiz olmazsa olmaz şartlara bile haiz olmayan taliplere kızlarını veriyorlar. Böylece kızlarının dünya ve ahiretlerini karartıyorlar. Bütün bunların sebebi, aslı bırakıp teferruatla uğraşmaktır. Teferruat çoğu zaman, asla gölge olur; aslı örterek görülmesine mani olur. Bunun için her işte olduğu gibi, evlilik işinde de, teferruatta boğulup, asıldan uzak kalmamalıdır.
.
İstikamet üzere ol!"
6 Şubat 2008 01:00
Peygamber efendimiz, "Hûd ve benzeri el-Hakka, el-Vâkı'a, en-Nebe, et-Tekvîr ve Gâşîye gibi sûreler beni kocalttı" buyurmuştur. İslam âlimleri buyurdular ki: "Resûl-i Ekremi kocaltan, bu sûrelerdeki korku ve dehşet veren, âhiret halleri ve onun tüyler ürpertici safhalarını anlatan hususlar olsa gerektir. Ayrıca Hûd süresindeki: "Emrolunduğun gibi istikamet üzere ol!" âyet-i celilesi bunların başında gelir, istikamet ise ulaşılması en güç bir makamdır. Bunu hakkıyle yerine getirmek, ancak Resûl-i Ekrem'e müyesserdir, istikamet, şükür makamı gibidir; zira şükür, her an kişinin hal ve hareketleri ile kalbi ile bütün duyu organları ile yaratılış gayesine uygun hizmette bulunmasıdır. İşte bu sebeptendir ki Resûl-i Ekreme, "Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlanmış iken bu derece korku içinde ağlayıp niyaz ve yakarışta bulunmanın hikmeti nedir?" diyenlere, Resûl-i Ekrem, "Ben şükreden kullardan olmayayım mı?" diye cevap vermiştir. Evet, insanlardan bazıları, "Doğrusu ben tevbe edeni, inanıp yararlı iş işleyerek doğru yola gireni bağışlarım" âyet-i kerimesinden ümide kapılabilirler. Fakat âyeti kerimede mağfiret dört şarta bağlanmaktadır. Bunlardan birincisi tövbedir. İkincisi, Resûl-i Ekremin, "Sizden herhangi biriniz, kendisi için sevdiğini din kardeşi için de sevmedikçe, imanı (kâmil) olmaz" buyurduğu şekilde kâmil imandır. Üçüncüsü, sâlih amel ve dördüncüsü de hidâyette olanların yoluna girmektir. Bu da her hali ile dua ve ihlâs ile Allaha yönelmektir. Bunun benzeri şu âyet-i kerîme'dir: "Fakat tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyen kimse, umulur ki kurtuluşa erenlerden olur." İnsan, Allahü teâlânın "umulur" buyurduğuna muhakkak nazariyle bakmamalıdır. Belki, nasûh tövbe ile kâmil iman ile iman edip sâlih ameller işlediğin vakit felah ve hidâyete erip Allah'a yaklaşman umulur, demektir. "Ben sâlih amel işliyorum bu mertebeye yükselirim" diye kendini emniyette bilmemelidir. Zira âyet-i celilede, Ancak mahvolacak kimseler kendini güvende bulur, buyurulmuştur. "Asra yemin olsun ki, insan hiç şüphesiz hüsran içindedir. Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabırlı olmayı tavsiye edenler bunun dışındadır" ayetlerini hatırdan çıkarmamalıdır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
.
Huzurlu bir evliliğin önündeki engeller!
6 Şubat 2008 01:00
Evlilik çok önemlidir. İnsanların ruhen ve bedenen rahat ve huzur içinde yaşamalarında evliliğin, aile hayatının büyük rolü vardır. Peygamber Efendimiz, "Nikah yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan kimse, benden değildir" buyurmuştur. Hazreti Ali'ye bir nasihatlerinde de, "Yâ Ali! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde kıl! Hazırlanmış cenâze namazını hemen kıl! Dul veya kızı, küfvü, dengi isteyince, hemen ver!" buyurmuşlardır. Dinimizin evliliğe bu kadar önem vermesine rağmen son yıllarda gençlerin ve ailelerin buna gereken önemi vermediği görülmektedir. Bunun pek çok sebebi vardır. Bunlardan birincisi, anne babanın çocuklarına aşırı bağlılığı, kopmak istememeleridir. Kopsa bile evlendirdikten sonra da peşini bırakmamalarıdır. Bu evlenecek gençleri korkutuyor. Sevginin ölçülü olması lazımdır. Zamanı gelince gençleri evlendirmemek onlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. Belli bir yaştan sonra anne baba çocuklarını buna hazırlamalıdır. Emaneti emin ellere teslim etmek için ellerinden gelen bütün gayretleri göstermelidir. Bu iş gecikmeye gelmez! Zaruri bir sebep yoksa, bu hayırlı işi geciktirmek ileride işi daha da zorlaştırır. Hatta belli bir yaştan sonra, işi çıkmaza sokar, gerçekleşmesi imkânsız hale gelir. Evlilik, ev eşyası alır gibi çarşı pazar dolaşarak gerçekleştirilecek basit bir olay değildir. Gelinimizi ve damadımızı seçerken azami dikkat göstermemiz gerekir. Yaşayışı, ahlakı düzgün kıymetli gençler olmalıdır. Kıymetli şeyler az bulunur, bunun için her yerde bulunmaz. Böyle kıymetli gençler kıymetli ailelerde, kıymetli çevrelerde bulunur. Bunun için ev alırken, ev kiralarken böyle çevreleri tercih etmemiz gerekir. Böyle çevrelerde oturmayıp, sonra da, benim kızıma dini yaşayışı, ahlakı düzgün gençler talip olmuyor demek, eşyanın tabiatına aykırı olur. Bu mümkün olmazsa aileler bu çevrelere yakın yerlerde oturmalı. Oturmakla kalmayıp, inancına, yaşayışına uygun kimselerle dostluk kurmalı. Her fırsatta görüşmeli, gidip gelmelidir. Bu vesile ile aileler birbirlerini yakından tanır. Çocuklarının uygun evlilik yapmaları daha kolay olur. Her şeyi ile; inancıyla, yaşayışıyla, ahlakıyla dört dörtlük bir kız yetiştirmişsin fakat kimseyle görüşmüyorsun, sebepler âleminde bu kızcağıza dengi bir genci nereden bulacaksın? Bir ailenin inancını, yaşayışını, örf ve âdetlerini eksiksiz yaşayabilmesi ve kendisinden sonraki nesillere aktarabilmesi ancak kendisi gibi yaşayan kimselerle görüşmesi ailevi akrabalıklar tesis etmesi ile mümkündür. Bu yapılmazsa farkında olmadan sahip olduğu değerleri kaybeder; kendi muhafaza edebilse bile çocukları devam ettiremez. Evliliklerin aksamadan, normal şartlarda tesisi için anne babaların yanı sıra, aklı başında, tecrübeli kimselerin aracılık yapmasına ihtiyaç vardır. Hiçbir mahzuru olmamasına, hatta sünnet olmasına rağmen günümüz şartlarında bir kız babasının beğendiği bir gence kızını teklif etmesi yanlış anlaşılmalara sebep olacağından uygun olmaz. Ama aracı için böyle bir şey söz konusu değildir. Aracılar, evlilikleri iyi giderse kendilerinden, kötü giderse bizden bilirler; bize beddua ederler, sözü aracıları korkutmamalıdır. Hiçbir art niyet olmadan sırf Allah rızası için aracı olunmuş ise, bu sözün bir kıymeti yoktur. Edilen beddua da tutmaz. "İyilik et, denize at, balık bilmezse Halık bilir. İyilikten kötülük gelmez. İyilik eden iyilik bulur" sözü meşhurdur. El âlem ne der! Günümüzde evliliğin önünde duran en büyük engellerden biri de, düğün masraflarıdır. Birçok genç, evliliği idame ettirecek bir geliri olmasına rağmen, düğün için birikmiş parası olmadığından, evliliği tehir etmektedir. Kız anne babaları, ayıplanma korkusuna; falancanın kızına şunlar takıldı, filan marka mobilyalar alındı bizimkine alınmazsa el âlem ne der kompleksine kapılmadan, inancı ve yaşayışı düzgün olan bir talip geldiğinde geri çevirmemelidir. Böyle bir komplekse girerse çocuğuna en büyük kötülüğü yapmış olur. Hem dünyada hem ahirette bunun bedeli ağır olur. (Evlilik hakkında daha geniş bilgi için, "Huzurun Kaynağı Aile" kitabını -Arı Sanat 0212 520 41 51- önemle tavsiye ederim.
.
İskenderi Zülkarneyn'in levhası
7 Şubat 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir güzel ahlakı da, gördükleri hataları, yanlışları yumuşak bir dil ile düzeltmeleri, herkese nasihatte bulunmaları idi. İmam-ı Gazali hazretleri anlatır: Bize kadar ulaşan bir bilgiye göre, İskenderi Zülkarneyn'in kabri, bir sel aşındırması neticesinde meydana çıktığı zaman, kabrinin yakınında altın ve cevherlerle süslenmiş bir sanduka bulurlar. Sandukanın içinde altın bir levha üzerinde Cenâb-ı Hakk'ın isminden sonra, şu satırların yazılı olduğunu görürler: "Yeryüzünün meskûn mıntıkalarının dörtte birine bin sene hakim olmuştum. Günlük gelirim, sandukamdaki altınlar miktarınca idi. Rüzgâr, su, ateş ve demir bana itaat etmişti... Sonunda ruhum bedenden ayrılıp ulvî âleme yükseldi. Şu cesedimi benden sonrakilere ibret olması için aranızda bıraktım. Her mahlûk, mutlaka yok olacak! Bâki olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır!.." Demek ki bu hükümdar da, insanları dünyaya aldanarak ölümü unutmaktan sakındırmak istemiştir. Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Bazan kişinin düşmanı ona bir zarar ulaştırmak ister de Allah onu, bu zarardan korur. Fakat o kul bunun hiç farkında olmaz. Nitekim âyet-i celîlede şöyle buyurulmuştur: "Ey mü'minler! Allahın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir cemâat size el uzatmaya teşebbüs etmişti de Allah onların ellerini üzerinizden geri çevirmişti!" Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Gündüzler ve geceler gelip geçecek. Asırlar ilerleyecek. Sonunda öyle zamanlar gelecek ki, insanlar şiir dinlemeyi Kur'ân-ı kerim dinlemekten daha sevimli bulacaklar..." Yahya bin Muaz buyurdu ki: "İyi kulların mubahlardan faydalanmasını ayıplayıp da kendileri çirkin günahları irtikap eden kimselerin hâli, şaşılacak bir şeydir! Görürsün ki, onlardan biri gıybet ve koğuculuk etmek, hased ve kin beslemek, kibir ve kendini beğenmek gibi günahlara dalar da bunlardan tövbe ve istiğfar etmez. Sonra kalkar, iyi kullardan birinin mubah olan giyimine ilişir. Helâl olan tatlılardan bir şey yemesini tenkit konusu yapar ve kötüler." Tel: 0 212 -
.
Nasihat etmek
8 Şubat 2008 01:00
Müslümanlara ve bütün insanlara nasihat etmek, doğruyu göstermek ve öğretmek, peygamberlerin sünnetidir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, bütün Peygamberlerini nasihat edici olarak gönderdiğini bildirdi. Resulullah efendimiz üç defa "Dinin temeli nasihattir" buyurdu. Müslümanlara nasihat; onlara şefkatli olmak, büyüklerine hürmet ve hizmet, küçüklerine merhamet göstermektir. Onların sıkıntılarını gidermek ve kendilerini saadete çağırmaktır. Bütün insanların İslamiyeti sevmeleri için nasihat; onları imana davet etmek ve küfrün kötülüğünü anlatmaktır. Hazreti Ömer, "Kusurlarımı bana gösteren kişiye Allahü teâlâ rahmet etsin!" buyurdu. Ömer bin Abdülaziz hazretleri, bir zata, "Bende olan hoşlanmadığın şeyleri bana söyle! Kişi, arkadaşının beğenmediği şeyleri onun yüzüne söylemedikçe nasihat etmiş olmaz" buyurdu. Abdullah bin Vehb buyurdu ki: "Kişinin, beğendiği şeyi, başkası için de beğenmesi güzel olur. Kendisine faydası olmayanın, başkasına faydası olmaz." Nasihate ihtiyacı varsa gizli yapmalıdır. Herkesin yanında yapılan öğüt, onu teşhir etmek ve el âleme rezil etmek olur. İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki: "Arkadaşına gizli nasihat eden gerçek öğüt vermiş ve onu yükseltmiş olur. Halk arasında nasihat vermeye kalkan onu rüsva ve perişan etmiştir." İnsan kendisinde göremediği kusurları arkadaşında görür. Bu sayede kendi kusurlarını anlar. Bunun için hadis-i şerifte "Mümin müminin aynasıdır" buyuruldu. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Size iki vaiz, nasihatçi bıraktım, biri susar, biri konuşur. Susan nasihatçi ölümdür. Konuşan ise Kur'andır." Susarak, hâliyle nasihat eden ölüm diyor ki: Ben, her canlıyı pusuda beklemekteyim. Zamanı gelince aniden pusudan çıkıp, yakalayıveririm. Eğer benim herkes için yapacağım muamelenin bir benzerini görmek isteyen varsa; padişahlar, kendilerinden önce gelip geçmiş padişahlara; emîrler de, vefat etmiş, geçip gitmiş emîrlere baksınlar. Bu akıbet er geç herkesin başına gelecektir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Nasihatlerin özü...
9 Şubat 2008 01:00
İslam büyükleri nasihati, emri marufu dört başlık altında özetlemişlerdir: Birincisi, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu, bütün kemal ve cemal sıfatlarının Onda bulunduğunu, Ona layık olmayan sıfatların, ayıpların, kusurların Onda bulunmadığını, halis niyet ile Ona ibadet etmek gerektiğini, gücü yettiği kadar Onun rızasını almaya çalışmasını, Ona isyan edilmemesini, Onun dostlarına muhabbet, düşmanlarına muhalefet edilmesini, Ona itaat edenleri sevmeyi ve isyan edenleri sevmemeyi, nimetlerini saymayı ve bunlara şükretmeyi, bütün mahluklarına acımayı, Onda bulunmayan sıfatları Ona söylememeyi bildirmek, Allahü teâlâ için nasihat etmek olur. İkincisi, Kur'an-ı kerimde bildirilenlere inanmayı, emredilenleri yapmayı, kendi aklı ile, görüşü ile uydurma tercümeler yapmamayı, onu çok ve doğru olarak okumayı, ona abdestsiz el sürmek caiz olmadığını, insanlara bildirmek, Kur'an-ı kerim için nasihat etmek olur. Üçüncüsü, Muhammed aleyhisselamın bildirdiklerinin hepsine inanmak, hepsini beğenmek gerektiğini, Onun sünnetlerini yapmayı ve yaymayı, Onun güzel ahlakı ile huylanmayı, âl ve eshabını, ümmetini sevmeyi bildirmek, Resulullah için nasihat olur. Dördüncüsü, insanlara dünyada ve ahirette faydalı olan şeyleri yapmak ve zararlı olan şeyleri yapmamak gerektiğini ve kimseye eziyet etmemeyi, kalb kırmamayı, bilmediklerini öğretmeyi, kusurlarını örtmeyi, farzları emretmeyi, haramlardan nehyetmeyi, bunların hepsini tatlılıkla bildirmeyi, küçüklere merhamet, büyüklere hürmet edilmesini, kendilerine yapılmasını istemediklerini başkalarına da yapmamalarını, onlara bedenleri ile, malları ile yardım edilmesini bildirmek de, bütün insanlar için nasihat etmek olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslümanlara yardım etmeyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmayan, onlardan değildir. Gece ve gündüz, Allah için ve Kur'an için ve Resulullah için ve devlet reisi için ve bütün Müslümanlar için nasihat etmeyen kimse de, bunlardan değildir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
.
Kendilerini günahkâr bilirlerdi
10 Şubat 2008 01:00
İslam büyükleri, kendilerini insanların en günahkârı bilirlerdi. Şimdikiler gibi kendilerini kurtulmuşlardan saymazlardı. Sohbetlerinde tevazu için değil inanarak, "İçinizde en günahkâr olanınız benim" buyururlardı. Kendilerini "duası makbul" kullar meyanında görmezlerdi. Bu sebeble yağmur duasına çıkmazlardı. Malik bin Dinar hazretlerine, "Yağmur duasına, bizimle beraber siz de çıkmalısınız" dedikleri zaman, şu karşılığı vermiştir: "Korkarım ki, benim yüzümden başınıza taş yağar!" Vehb bin Münebbih anlatır: "İsa aleyhisselâm bir gün yağmur duasına çıkmış, duâ etmiş, yağmur yağmamış. Gönlüne bir darlık gelmiş ve oradakilere demiş ki: İçinizden herhangi bir günahı işlemiş olanlar geri dönsün!" Bunun üzerine herkes gitmiş. Yalnız bir kişi kalmış. İsâ aleyhisselam ona; "Sen hiç günah işlemedin mi?" diye sormuş. O demiş ki: "İşlemez olur muyum yâ İsâ! Bir gün, bir kadına bakmıştım. Parmağımla o gözümü çıkarıp attım!" Hazreti İsâ; "Haydi bu insanlar için duâ ediver!" demiş. O da duâ etmiş. Gökyüzünde bulutlar peydâ olup sicim gibi yağmur yağmış!" Mûsâ aleyhisselâm da üç gün yağmur duasına çıkmış, yağmur yağmamış. Cenâb-ı Hak: "Yâ Mûsâ, içinizde koğucu bir adam var. O aranızda kaldığı müddetçe duanızı kabul etmem!" diye vahyetmiş. Hazreti Mûsâ; "Yâ Rabbi! Onun kim olduğunu bildir de aramızdan çıkaralım!" diye niyaz etmiş. Cenâb-ı Hak; "Yâ Mûsâ, ben sizi koğuculuktan men ettiğim halde kendim koğuculuk mu edeyim!" buyurmuş. Bunun üzerine Musâ aleyhisselâm kavmine; "Ey kavmim! Hepiniz koğuculuk günahından Allah'a tövbe ediniz!" demiş. Onlar da tövbe etmişler. Ve Cenâb-ı Hak, kendilerine bol yağmur ihsan etmiş. İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Ey kardeş, bak, bundan önceki büyükler kendi kendini nasıl itham ediyor. Sakın sen, "Benim duam makbuldür" diye yağmur duasına hemen koşma! Allah'ın, bütün günahlarını bağışladığını sanıyorsan başka. Eğer böyle bir zanna sahip değilsen, bekle. Önce bütün günahlarına bir güzel tövbe et! Sonra duâya çıkarsın. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: Şu beş durumda dualar kabul edilir: 1- Kur'an-ı kerim okunurken. 2- Düşman ordusuyla karşılaşınca. 3- Yağmur yağarken. 4- Zulme uğrandığı vakit. 5- Ezan okunurken. T
.
Onlar kin gütmezdi...
11 Şubat 2008 01:00
İslam büyükleri kendilerine ezâ ve haksızlık edenleri affederler, intikam ve kin gütmezlerdi. Kendilerine yapılan; hakaret, mallarını almak, haysiyetlerine ilişmek gibi haksızlıklara karşı, durumları bu idi. Çünkü hazreti Peygamber de kendisi için intikam gütmez, ancak Allah'ın hukukuna tecavüz edildiği zaman intikamını alırlardı. Cafer bin Muhammed buyurdu ki: "İntikam alıp da sonunda nâdim olmaktansa, affedip de nâdim olmak benim için daha sevimlidir." Hâtem'ül-Esam hazretleri şöyle derdi: "Ey kul! Senin, Allah'a isyan ettikleri için insanlara buğzettiğin halde, yine Allah'a isyanından dolayı kendi nefsine buğzetmemen, sende insafın olmayışındandır!" Katâde hazretlerine; "İnsanların şeref bakımından en yüksek olanları kimlerdir?" diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiştir: "İnsanların kusurlarını bağışlamak hususunda en ileri olanlar!" Kadının biri, Mâlik bin Dinar'ın kaftanını ve mushafını çalmıştı. Mâlik, kadının peşine düşmüş, şöyle bağırıyor: "Ey kadın! Ben Mâlik'im. Emin ol, sana bir zararım dokunmayacaktır, benden korkma! Kaftan senin olsun, götür. Fakat Mushafımı bırak!" Ebû Saîd el-Makberî buyurdu ki: "Şu güzel hasletler, kulun Allah tarafından bağışlanmış olduğunun tamamlayıcı belirtileridir: Haksızlık edene yaptığının karşılığını vermemek. Ona acımak ve Cenâb-ı Hak'tan onun affını istemek." İmamı Mâlik hazretleri, hükümdarın emriyle dövüldüğü zaman, kendisine sopa atan kimseye hakkını tamamen helâl etmişti. İmamı Ahmed de böyle yapmıştır. O, şöyle diyordu: "Allah'ın bir kimseye azab etmesine sebeb olmamak için, kişinin bu kadarcık şeyleri affetmesinde ne varmış!" Hadis-i şerifte buyuruldu: Üç kişi, Allahın himayesindedir: 1- Verilene şükreden. 2- İntikama gücü yeterken affeden. 3- Kızınca öfkesine hâkim olan. Hadis-i şerifte, ayrıca şu kimselerin de Allahın himayesinde olduğu bildirildi: 1- Zayıfa acıyan. 2- Ana babaya şefkat eden. 3- Emri altındakilere iyilik eden. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
.
Müslüman değerlidir!
12 Şubat 2008 01:00
İslam büyüklerinin örnek ahlâkından biri de, Müslümanlara karşı hürmet ve ta'zimlerinin çokluğu idi. Müslümanları büyük tanırlar, haklarına riayet ederler, hep onların saadet ve iyiliklerini isterlerdi. Çünkü bunlar, Allah'ın dininin esasları cümlesindendir. Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk buyurdu ki: "Müslümanlardan hiçbiri diğerini hakir görmesin! Zira Müslümanların küçüğü, Allah yanında büyüktür!" Abdullah bin Abbas buyurdu ki: "Güzel amellerin en yükseği, Müslüman kardeşine ikramda bulunmaktır." O, Mescid-i Haram'da bulunduğu zaman Kâbe'ye bakar ve şöyle derdi: "Ey Kâbe! Allah seni muhterem, müşerref ve mükerrem kılmış. Fakat bir mü'minin Allah yanındaki hürmet ve şerefi, seninkinden çok daha büyüktür!" Hazreti İkrime şöyle demiş: "Sakın âlimlerden herhangi birine ezâ etmeyiniz! Kim bir âlime ezâ ederse, Resûlullâha ezâ etmiş olur!" Ebû Hüreyre buyurdu ki: "Mü'minin Allah'a karşı sevimliliği, O'nun yanındaki meleklerden daha üstündür!" Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey müminler! Sözümü iyi dinleyin ve iyi muhafaza edin! Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun." Hazreti Ali buyurdu ki: "Ey oğul! Size düşen görev, karşılıklı iyi ilişkilerde bulunmak, karşılıklı olarak hediyeler vermektir. Sırt çevirip gitmek ve birbirinizle dargın durmaktan sakının. İyiliği emredip kötülükten sakındırmayı terk etmeyin. Aksini yaptığınız takdirde başınıza kötüleriniz geçer ve sonra yaptığınız dualar da kabul olmaz." İmam-ı Şarani buyurdu ki: "Ey Müslüman! Kendini bir hesaba çek! Acaba sen, Müslümanların hukukuna ta'zimde bulunmuş, hususiyle âlim ve sâlih kimselere hürmette kusur etmemiş misin? Yoksa onların haklarına ve haysiyetlerine ilişerek günah bataklığına mı dalmışsın? Bu takdirde hemen Allah'a tövbe ve istiğfarda bulun! Üzerindeki başkalarına ait olan hakları sahiplerine iâde et. Onlarla helâllaş. Hadis-i şerifte, dört kişinin amel defterindeki günahlarının silinip yeniden başlatılacağı bildirildi; 1- Hasta iyileşince. 2- Müşrik Müslüman olunca. 3- Mağfiret uman cumadan dönünce. 4- Hacı hacdan dönünce." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Akıllı kimse 'olacağa' değil 'olmuşa' bakar!
12 Şubat 2008 01:00
Evliliğin toplum hayatında önemli bir yeri vardır. Evliliğin olmadığı veya zayıfladığı toplumlarda ahlâkî çöküntü başlar. Bu da toplumların temel taşı olan aileyi yok eder. Aile müessesesi yok olan toplumlar bir müddet sonra kendileri de yok olurlar. Bunun için dinimiz evliliğe, aileye çok önem vermiştir. Âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde evlilik teşvik buyurulmuştur. Evlenme hususunda Kur'an-ı kerimde, bekârların, elverişli kimselerle evlendirilmesi; eğer bunlar fakir iseler, Allahü teâlânın bunları zenginleştireceği bildirilmektedir. (Nur: 32) Hadis-i şeriflerde de evlilikle ilgili şöyle buyurulmuştur: "İslamiyette ruhbanlık (evlenmemezlik) yoktur." "Bedeni ve maddi güç mevcut iken İslamda evlenmemek şeklinde bir uygulama yoktur." "Şerli olanlarınız..." Bir defasında Resulullah efendimiz gençlere şöyle hitap etti: "Ey gençler, sizlerden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik gözü harama bakmaktan sakındırır, hayâ ve iffeti korur." Peygamber efendimiz, Eshabının bekâr kalmasını istemezdi: "Şerli olanlarınız bekârlarınızdır", "Allahü teâlâ, harama düşmekten korkarak evlenene mutlaka yardım eder" buyururdu. Bunun için, evlilik yaşına gelen ve şartları müsait olan gençlerin evlenmesi lazımdır. Şartlar müsait değilse lazım değildir. Mesela, hanımına zulmetmek korkusu varsa, ailenin nafakasını sağlayamayacaksa bunun evlenmesi caiz değildir. Peygamber efendimizin Veda Hutbesindeki nasihatlerinden biri "Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak davranınız, iyilik ediniz" olmuştur. Başka bir hadis-i şeriflerinde de; "Cennet anaların ayakları altındadır" buyurarak, kadını korumada eşsiz bir hassasiyet gösterilmiştir. Evlenmek isteyen erkekte, düzgün bir inanç ve yaşayış, özellikle namaz, güzel ahlâk gibi "olmazsa olmaz" şartlar aranması gerekli olduğu gibi, genç kızlarımızda da; edebi, hayâsı, ahlâkı olan, dinini, imanını, İslamın şartlarını öğrenmiş, dine uyan, İslamiyetin emrettiği gibi mutlaka örtünen bir kız aranmalıdır. İslamın alameti erkekte namaz, kadında örtüdür. Bunun için iffet sahibi, dinini kayıran tesettürlü bir kız aranmalıdır. Malı çok, güzelliği çok olanı aramamalıdır. Mal için, güzellik için, iffeti ve salahı elden kaçırmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, "Kadın, yâ malı için veya güzelliği için, yâhud dîni için alınır. Siz dîni olanı alınız! Malı için alan, malına kavuşamaz. Yalnız güzelliği için alan, bundan mahrûm kalır" buyuruldu. Erkek ile kız aynı yolun yolcusu olmalıdır. İleride yaşayışı 'düzelebilir' ile değil, 'yaşayışı olan' tercih edilmelidir. Akıllı kimse 'olacağa' değil 'olmuşa' bakar! Ya düzelmezse; aynı inanca aynı yaşayışa dönmezse ne olacak? Ev eşyası değil ki, geri götürüp yenisi alınsın! Peygamber efendimiz şartlar oluştuğunda gençlerin hemen evlendirilmesini, geciktirilmemesini emreder; geciktirilmesinin tehlikelerine işaret buyururlardı: "Dini yaşayışı ve ahlakı iyi biri kızınıza talip olduğunda ona verin. Vermez geri çevirirseniz, o zaman yer yüzünde fitne ve fesat yayılır." Saliha hanımın özellikleri! Hazret-i Hasan'a birisi, "Kızımı çok isteyen var kime vereyim?" diye sordu. Hazret-i Hasan şöyle çevap verdi: "Sen kızını, dindar ve güzel ahlaklı birine ver. Böyle bir genç, kızını severse ona değer verir, onu hoş tutar. Sevmezse, ona hiç olmazsa zulmetmez." Ahmed bin Harb hazretleri güzel huylu, saliha kadının özelliklerini şöyle bildirir: "Emredildiği şekilde örtünür, beş vakit namazını kılar. Kocasına itaat eder. Her işinde Cenab-ı Hakkın rızasını gözetir. Gıybet ve dedikodudan uzak durur. Kanaat sahibidir. Belalara karşı sabır ve metanet gösterir." Sabırlı, metanetli ve kanaatkâr olmayan kadın, kocasının yanlış yollara sapmasına sebep olur. Nitekim sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: "Bir zaman gelir ki, adamın helâkı, hanımının, ana-babasının ve çocuğunun elinden olur. Onu fakirlikle ayıplarlar, gücünün yetmediği tekliflerde, isteklerde bulunurlar. Böylece o kimse, bu istekleri temin için dininin gideceği yollara sapar ve helâk olur." Hazreti Ömer buyurdu ki: "İmandan sonra, iyi bir hanımdan daha büyük nimet yoktur.
.
Evlenmenin önemi ve bazı faydaları
13 Şubat 2008 01:00
Evlilik çok önemlidir. Çünkü, inancımızın, örf ve âdetlerimizin sonraki nesillere nakli ve ahlâkî değerlere sahip bir toplumun olması buna bağlıdır. Ayrıca insanların ruhen ve bedenen rahat ve huzur içinde yaşamalarında evliliğin, ailenin büyük rolü vardır. Evliliğin bazı faydalı şunlardır: 1- Neslin devamı için evlilik şarttır. Bunun için evlilikten maksadın biri de çocuk sahibi olmaktır. Ana baba çocukları sebebi ile hem nesli devam eder, hem de dünyada ve ahirette birçok nimetlere kavuşur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Öldükten sonra sevabı kesilmeyen iyi işlerden biri de, salih evlat yetiştirmektir. Ana-babası öldükten sonra böyle evladın ettiği duâlar, ana-babasına ulaşır." Çocuk, ana-babasından önce küçükken ölür, ebeveyni de bu acıya katlanırsa, çocuk onlara ahirette şefaatçi olur. Hadis-i şerifte "Çocuğa Cennete gir, denir. "Ana-babamı almadan girmem" der. Sonra ana-babası ile Cennete girer" buyuruldu. "Dininin yarısını korur!" 2- Evlenmeyen kimse, gözünü haramlardan koruyamaz. Evlilik, şeytanın kötülük yapmasına mani olur ve dinini korumaya yardım eder. Hadis-i şerifte, "Evlenen, dininin yarısını korumuştur. Artık diğer yarısını korumak için de Allaha karşı gelmekten sakının!" buyuruldu. 3- Kadınların huysuzluklarına ve onların ihtiyaçlarını temin için sabretmek, üstün ibâdetlerdendir. Hadis-i şerifte, "Günahlardan bir günah vardır ki, ailesinden çektiği sıkıntıdan başka bir şey ona keffaret olmaz" buyuruldu. 4- Evlilik bedenin fizyolojik bir ihtiyacıdır. Evlenmeyen kimseler genellikle psikolojik yönden rahatsızlanır; ruhi yönden dengesi bozulur. Huzuru olmaz. Bu da ibadetlerine, işine yansır. İnsanın bedenen ve ruhen rahat olmasında evlenmenin büyük rolü vardır. Evlenmemiş kimselerin çoğunun ruhî yönden dengelerinin bozuk olması bundandır. Şartlar müsait olduğunda evliliği geciktirmemelidir. İdeal evlilik yaşı erkeklerde 18-25'tir. Yirmi beşten sonra seçicilik ve kararsızlık başlar. Bunun için gençler, genç yaşta iken evlendirilmelidir. Yaş ilerledikçe gençlerde korku fobisi gelişir. İleri yaşlarda bu korku daha da artar. Müzmin hale gelir. Hani meşhur bir söz vardır, "otuzuna kadar evlenemeyen artık evlenemez, kırkına kadar zengin olamayan artık zengin olamaz!" bunun için tehlike çanları çalmadan, yaş otuza yaklaşmadan bu hayırlı işi bitirmelidir. Dinimizin evlilik üzerinde bu kadar çok durmasını bilim daha yeni yeni anlamaya başladı. ABD'de yapılan bir araştırma, evlilerin bekârlara göre daha sağlıklı olduklarını ortaya koydu. ABD Ulusal Sağlık İstatistikleri Merkezi tarafından 127.545 kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir araştırmanın sonuçlarına göre, evlilerin daha sağlıklı olduğu belirtilirken, bunun evli çiftlerin birbirlerini sosyal ve psikolojik açıdan desteklemelerinden ve daha sağlıklı bir hayat tarzı için cesaretlendirmelerinden kaynaklandığı ifade edildi. Nimet ve külfet Her nimet bir külfet mukabilidir. Evlilik, büyük bir nimet olduğuna göre, bunun da bazı külfetleri olacak. Gülü arayan dikenine katlanacak. Dikensiz gül arayan gülden mahrum kalır. Sadece evlilikte değil, zaten hayat başlı başına dikenli bir yoldur. Hayat sıkıntılı diye yaşamaktan vazgeçecek değiliz ya! Evlenmek isteyen, önce niyetini düzeltmeli. Haramlardan korunmak, iffetini, namusunu muhafaza etmek, dinin emrine uymak için evlendiğini düşünmeli. Birkaç defa istihare etmeli. Büyüklere danışmalı. Hak teâlâya sığınmalı. Nefsin ve kötü kimselerin araya katılmasından koruması için, Cenab-ı hakka yalvarmalıdır. Eskiden büyükler evliliğe çok önem verirlerdi. Abdullah İbn Mes'ud hazretleri "Ömrümden on gün kalsa bile, Cenab-ı Hakk'ın huzuruna bekâr çıkmamak için yeniden evlenmek isterdim" demiştir. Beşir İbni Haris evlenmemişti. Öldükten sonra dostlarından biri onu rüyada gördü ve "Rabbin sana nasıl muamele etti?" diye sordu. "Rabbim beni Cennetine soktu. Fakat, evli olanların derecesine yükselemedim" dedi. Hazreti Ebu Bekir "Her şehvet kalbi karartır, ancak, ailesi ile olan beraberlik kalbi safileştirir" buyurmuştur
.
Ben bu işe ehil değilim"
13 Şubat 2008 01:00
Allah adamlarının güzel ahlâkından biri de, âmirlik, müdürlük peşinde koşmamaları idi. Onlardan biri başa geçirilmek istendiği veya mühim bir vazife tevcih edildiği zaman, hemen kabul etmezlerdi. "Ben bu işe ehil değilim" derlerdi. "Siz, bu işe fazlasıyla ehilsiniz" yollu ısrarlara da önem vermezlerdi. Çünkü bundan nefsin büyük pay alacağını bilirlerdi. İnsandan en son çıkacak huy, baş olmak, emretme arzusudur. Kişi hanımına emredemezse sokaktakilere olmazsa hayvanlara emretmek ister. İnsana en zor gelen, emir almaktır, peki demektir. Hep hayır demek ister. Dünya sevgisi ve baş olma sevdası insan için en tehlikeli arzulardır. Antâkî hazretleri buyurdu ki: "Riyaset, yani baş olma arzusu, riya gösteriş sevgisinin başı, nefsin sevgilisi, şeytan için de göz aydınlığıdır!" Fudayl bin İyâd da şöyle buyurdu: "Başa geçmek isteyen kimse, yüksek vasıflarla anılabilmesi için başkalarının hep noksanları ve ayıpları ile anılmasını ister. Kendisinin yanında birisini hayır ve iyilikle yâd etseler, hoşlanmaz. Riyaset sevdalısı kimse, şüphesiz iyi hallerine veda etmiştir." Süfyan-ı Sevrî hazretleri "Riyaset ve kadın sevgisini bırakmak, sabırdan daha acıdır!" demiştir. Meymun bin Mehran da şöyle buyurdu: "Biriniz, bir iş icabı bir yere giderken başkalarını sizinle beraber yürümeye veya bineğinizin peşinden gelmeye davet etmekten sakınınız. Çünkü bu, rehberlik durumunda olan bir kimse için bir fitne, uyan kimseler için de bir kibir ve gururdur. İbadet ettiği mescidden evine kadar adamları tarafından götürülen ilk şahıs, Kays oğlu Eş'as olmuştur. Kendisi hayvanı ile gider, adamları da önünden yürürlerdi. Bunu gören halk 'Allah ıslah etsin! Ne kibirli adammış bu!' diye söylenirlerdi." İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: "Ey Müslüman! Sakın riyâset ve büyüklük sevdasına düşme! Herhangi bir dünya işinde 'baş' olayım diye çalışma." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İki aç kurt, bir koyun sürüsüne girdiği zaman yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının yapacağı zarar daha çoktur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Benim kullarıma ne yaptın?'
14 Şubat 2008 01:00
Süfyan-ı Sevrî hazretleri buyurdu ki: "Riyaset (başkanlık), kendisine tevcih edilmediği halde kişi bunun peşinde koşar ise, riyaset o kimseden kaçar. Ve o kimse bu yüzden pekçok nimetlerden mahrum kalır. İçinizden biri, yetmiş sene nefsiyle mücâhede etmedikçe riyaset isteğinde bulunmasın!" Şu hadîs-i şerîfler "Hubbürriyâset" yâni başkanlık, müdürlük sevgisi denilen bu hastalığın zararlarını açık bir şekilde bildirmektedir: "İnsana zarar olarak, din ve dünya işlerinden parmakla gösterilmesi yetişir." "Medholunmayı sevmek, insanı kör eder ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusûrlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatleri işitmez olur." Mevki, makam sahibi olmak insanı kibirlenmeye sürükler. Bu da bir Müslümana yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan daimi üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmayan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mevki, makam hırsı kalb hastalıklarından, yâni kötü huylardandır. İnsanın bu kötü huydan kurtulması için, önce malın, mülkün, müdürlüklerin geçici olduğunu ve iyi yolda kullanılmadığı takdirde zararlarını, tehlikelerini düşünmelidir. Çünkü, âhirette Allahü teâlâ, "Ey kulum, ben sana şu kadar mal verdim, şu kadar sene makam, mevki verdim, bununla benim dinime, benim kullarıma ne hizmet ettin?" diye soracak. Malı, mülkü, makamı; şan, şöhret, nefsinin kötü arzûları için isteyenler, hele hele din düşmanlığında, insanlara zulümde kullananlar, bu suâle cevap veremeyecekler, böylece korkunç azâblara düçâr kalacaklar. Makam, mevki, ilim dini beslemek yani Müslümanlara, insanlara iyilik etmek, faydalı olmak içindir, yoksa dünya nimetlerini yutmak için değil. İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır. Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlastır. Halk için yaptığın her şey de riyâdır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
En büyük engel!
15 Şubat 2008 01:00
Makam, mevki sevgisi, emir vermek, başkanlık yapma arzusu nefsin arzularındandır. İnsanın nefsi ise Allah'la kul arasında en büyük engeldir. İnsanın nefsi, Allahü teâlânın rızası ile kendisi arasında en büyük duvardır. Bu duvar nedir? Bu duvar âmir olmaktır, emir vermek arzusudur. Bu duvar kibirdir. Kibir ise, çok tehlikeli bir kötü huydur. Çünkü Cenab-ı hak bir hadis-i kudside "Bütün günahların cezasını affederim, Azamet ve Kibriya bana mahsustur. Kim bunda bana ortak olmak isterse, hiç acımam, Cehenneme atarım" buyuruyor. Her Müslümanın kibirden, gururdan kurtulması lazımdır. Bunun ilacı da Allah dostlarını sevmek, onların kitaplarını okumak ve onların yolundan gitmektir. Onlarla beraber olanın kalbi temiz olur; makam mevki sevgisi, dünya sevgisi gibi kötü huylardan kurtulur. İnsan kalbini kötü huylardan temizlerken dört engel ile karşılaşır: 1- Makam sevgisi: Ahiret nimetlerini elde etmek için makam ve mevki elbette iyidir. Mal gibi makamın da kendisi değil sevgisi engeldir. Hizmet için bir makama talip olmak başka şey, nefsin arzularını tatmin için makam sahibi olmak ayrı şeydir. 2- Mal sevgisi: Malın kendisi değil, sevgisidir. Kalbi temizlemek, ahireti kazanmak için malın önemi büyüktür. Fakat mal sevgisi engeldir. Mal sevgisini kalbden çıkarmalıdır! 3- Yabancı sevgi: Allah sevgisinden başka her sevgiyi kalbden çıkarmalıdır! 4- Günah: Her günaha tövbe etmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kim günah işlerse, kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. Tövbe ederse silinir. Günahlara devam ederse, o leke büyüyüp kalbin tamamını kaplar." Gelip geçici olan makam, mevki üstünlük sebebi değildir. Birçok krallar, derebeyler, Firavunlar mevki sahibiydi. Hepsi gitti. Ancak iyilerin iyiliği, kötülerin kötülüğü söylenmektedir. Nefsinin esiri olmadan, kibirlenmeden, gururlanmadan makam sahibi olmak çok faydalıdır. Hadis-i şerifte, "Hak ve adalet üzere bir gün hakimlik yapmayı, bir sene devamlı gaza etmekten daha çok severim" buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte, "Bir saat adalet ile idarecilik yapmak, altmış sene nafile ibadet yapmaktan daha iyidir" buyuruldu... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet
.
Gençlere iyilikte bulunun!
16 Şubat 2008 01:00
İslam büyükleri büyük küçük herkese nasihatte, emri marufta bulunurlardı. Yaşlılar gençlerin ikazlarından, nasihatlerinden üzülmezler bilakis memnun olurlardı. Aradaki yaş farkına bakmaksızın küçük büyüğe, büyük de küçüğe nasihat eder, hiçbiri diğerine kırılmaz idi. Sonraları bu husus gevşemiş insanlar nasihatten hoşlanmaz hale gelmiş. İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki: "Ben bir defasında zamanımızda şeyh geçinenlerden birine, bir nasihatte bulunmuştum. Adam bana gücendi ve ölünceye kadar bir daha benimle konuşmadı." Enes bin Mâlik buyuruyor ki: "Allah indinde, yaşlı bir adama nasihatte bulunan bir gençten ve bir gence nasihatte bulunan bir ihtiyardan daha sevgili bir şey yoktur. Gençlerin tövbe edip Allah'ın sevgisini kazanmaları da bu suretle olur. Nitekim Peygamber efendimiz, (Size, gençler için hayırhâh olmanızı tavsiye ederim. Çünkü gençlerin kalbi yufkadır. Unutmayınız ki, Allah beni bir şâhit, mübeşşir ve nezîr olarak gönderdi! Gençler bana uydular, yaşlılar ise muhalefet etti!) buyurmuştur." Ahmed bin Harb buyurdu ki: "Kişi kırk yaşına erdiği, saçına ak düştüğü, hacca gidip Beytullâh'ı ziyaret ettiği ve evlendiği zamanlarda, hâlâ düzelmemiş ise artık aklını başına toplamalı, bu sıfatları takındıktan sonra oyun ve günahtan ibaret olan şeylerle iştigal etmekten sakınmalıdır." Yahya bin Muaz buyurdu ki: "İnsanın şu dünyada geçirdiği ömür ne kadar uzun olursa olsun, cennet hayatının yanında ancak tek bir nefes gibidir. Çölde esen bir rüzgâr gibidir. Ebedî hayat ve saâdete vesile olacak bir tek nefesi boş yere tüketen bir kimse, şüphesiz zararda kalanlardandır!" Ka'b el-Ahbar buyurdu ki: "İbadetinde ve Allah'ın yolunda bulunan bir genç, aynı sıfata sahip bir yaşlı kimseden Allah yanında daha sevgilidir." İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: "Ey Müslüman bunları iyi düşün, gençliğinin kıymetini bil! Yaşlılık sebebiyle verdiğin açıkları, çokça istiğfar ile kapatmaya çalış. Belki bu suretle manevi noksanları ikmâl etmiş olursun." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
En kıymetli zaman!
17 Şubat 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Gençlikte, şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda, İslamiyet'in bir emrini yerine getirmek, ihtiyarlıkta yapılan aynı ibadetten çok üstün ve kıymetli olur. Hele başka maniler de araya katılırsa, bunları dinlemeyip yapılan ibadetin sevabı o kadar çoktur ki, ancak Allahü teâlâ bilir. Çünkü, engeller karşısında, ibadeti yapmak güçlüğü, sıkıntısı, o ibadetlerin, şanını, şerefini göklere çıkarır. Engel olmayarak, kolay yapılan ibadetler, aşağıda kalır. Bunun içindir ki, insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden daha üstün olmuştur. Çünkü insan, engeller arasında ibadet ediyor. Melekler ise, engel olmadan emre itaat ediyor. Savaşta, askerin kıymeti artar ve savaşırken ufak bir hizmetleri, barış zamanındaki büyük gayretlerinden daha kıymetli olur." Hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, ibadet eden genci, meleklerine gösterip, "Bakın bu genç, benim için şehvetini bırakıyor. O benim nazarımda kıymetli bir melek gibidir" buyurur. Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: "Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor, ihtiyarlık yaklaşıyor. Yazıklar olsun ki, en şerefli, en lüzumlu iş olan, marifetullahı kazanmayı, hayal olan ömrün sonuna bırakıyoruz. En şerefli olan zamanlarını, en zararlı, en kötü şey olan nefsin arzularına kavuşmak için sarf ediyoruz. Peygamber efendimiz, (Yarın yaparım diyen, aldandı) buyurdu. Allahü teâlâ, insanları ve cinleri marifetullaha ve Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için yarattı. Nefslerimizin arzuları peşinde koşan bizler, ne zaman aklımızı başımıza toplayacağız? İnsanın, Allahü teâlânın marifetine kavuşmasına mani olan en kuvvetli düşman nefsin arzularıdır. Bu arzular bitip tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır. Maksudun, mabudundur buyuruluyor. Maksadın, arzun ne ise, ilahın odur. (Nefslerinin arzularını ilah edinenler) âyet-i kerimesi, bunun vesikasıdır." Hadis-i şerifte, "Bir genç, ilim ve ibadet içerisinde yetişir, olgunlaşırsa, Allahü teâlâ, Kıyamet günü ona yetmiş iki sıddık sevabı kadar sevap verir." Tel: 0 212
.
Allahın düşmanlarını sevindirmeyin!
18 Şubat 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Gençlik arzuları, Allah'ın düşmanı olan nefsin ve şeytanın sevdiği şeylerdir. Dine uygun şeyler ise, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir. Allah'ın düşmanlarını sevindirip, bütün nimetleri veren, hakiki sahibi gadaba getirmek, akıllı insanların yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, hepimizi nefse, şeytana ve din düşmanlarının sözlerine ve yazılarına aldanmaktan muhafaza buyursun. Gençlikte insanı, üç din düşmanı olan, nefis, şeytan ve kötü arkadaş aldatmaya çalışır. Bunlar karşısında, az bir ibadet pek kıymetli olur. Dünya işleri yarına bırakılır, bugün ahiret işleri yapılırsa, güzel olur. Fakat bunun aksi yapmak, çok çirkin olur." Yaşlı bir zata, "Efendim, nasılsınız?" diye hâl-hatır sormuşlar. İhtiyar da şu karşılığı vermiş: "Benimle beraber olanlar şimdi beni geçtiler. Benden geri olanlar da bana yetiştiler. İşittiğim o güzel ve hikmetli sözleri hep unutur oldum. Ayağa kalktığım zaman, eskisinden daha fazla yere yakın oluyorum. Artık biri iki görmeye başladım. Vücudumda beyaz kalmasını arzu ettiğim siyahlaştı, siyah kalmasını istediğim de beyazlaştı. Yumuşak kalmasını istediğim de sertleşti..." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cömert ve güzel ahlaklı bir genç, Allah katında kendisini ibadete vermiş cimri ve kötü huylu bir ihtiyardan daha üstündür." "Allahü teâlâ, Kıyamette, şu yedi kişiyi, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, Arş'ın altında gölgelendirir. Yani onu kendi himayesine alır: 1- Adaletli hükümdar, 2- Rabbine ibadet ederek yetişen genç, 3- Gönlü (namaz için, ibadet için) mescitlere bağlı olan, 4- Allah için birbirini seven, o sevgi ile bir araya gelip, o sevgiyle birbirinden ayrılan iki kişi, 5- Güzel ve mevki sahibi bir kadın, davet edince, ben Allah'tan korkarım diye reddeden, 6- Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar sadakayı gizli veren, 7- Tenhada Allah'ı zikredip de gözleri yaşla dolan." Tel: 0 212
.
Ona yumuşak söz söyleyin!"
19 Şubat 2008 01:00
Allah adamları, küçük büyük demeden, yakınlık veya uzaklık gözetmeden, câhil-âlim ayırmadan, herkese karşı çok nazik ve edebli davranırlardı. Onlar bilirlerdi ki, Cenab-ı Hak Mûsâ ve Hârûn'u Firavun'a gönderdiği zaman kendilerine, "Ona yumuşak söz söyleyin" diye emretmişti. Halbuki Firavun kâfirlerin en kötülerinden idi. İslam büyükleri derece ve mertebe yüksekliğinin ancak, edebin yüksekliği ile hasıl olacağı düşüncesi üzerinde ittifak etmiş bulunuyordu. Edebin esası ise, kendini nâkıs (kusurlu), başkalarını kâmil (kusursuz) görmektir. Edebi az olanlar ise tam tersine, kendilerini kâmil, başkalarını nâkıs görürler. Peygamber efendimiz, bir kimsenin din kardeşine sert bir nazarla bakmasını bile iyi görmezlerdi. Meymun bin Mihran hazretleri, düğünlere davet olunduğu zaman zenginlerden ayrılır, çocukların ve fakirlerin yanına otururdu. Said bin Âmir buyurdu ki: "Bir insanı onda olmayan bir şey ile vasıflandıran kimseye, melekler lânet ederler." Bekir bin Abdullah el-Müzenî buyurdu ki: "Kendinden yaşlı birini gördüğün zaman, hürmet ve ta'zîmde bulun ve "Müslümanlıkta ve iyi amellerde o benden öndedir" diye düşün. Kendinden küçük biriyle karşılaştığın zaman onu da ta'zimle karşıla ve "Günahta ben ondan öndeyimdir" diye düşün. Sana birisi bir ikramda bulunduğu zaman "Bu Allah'ın fadlındandır, yoksa ben bunu hak etmiş değilim" diye düşün. Birinin ihanetiyle karşılaştığın zaman da, "Bu, benim kusurum sebebiyledir" de. Kimseye kimseyi suçlama, ezâ etme. İyi bil ki, komşunun köpeğine küçük bir taş atmış olsan, ona eza etmiş olursun." Muhammed bin Vâsi' buyurdu ki: "Kul, çok az dahi olsa, kendisiyle sohbette bulunan kimselere iyilikte bulunmadıkça "İhsan" makamına eremez." O, bir koyun sattığı zaman alıcıya, hayvana iyi muamele etmek gerektiği tavsiyesinde bulunur ve "Onun için de arkadaşlığın bir manası vardır" der idi. Hâtem'ül-Esam buyurdu ki: "Erkeklerin ahlâkı üç şeyde kendini gösterir: Din kardeşlerinin ahlâkını küçümsememek, ayıplarını örtmek, ezâlarına da sabır ve tahammül etmek." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Yaratılış gayesine uygun yaşanmazsa!
19 Şubat 2008 01:00
Bugün Avrupa'da, Amerika'da, en çok para kazanan iki meslek sahibinden biri, psikiyatristler ve psikologlar diğeri veterinerlerdir. Çünkü Batı'da insanların yarıya yakını ruh hastası, yarıdan çoğu ise teselli bulmak için evinde hayvan (kedi, köpek vs.) beslemektedir. Bu, gerçekten insanlık için içler acısı bir durumdur. Toplumların ne hale düştüğünü göstermesi bakımından ibret vericidir. Günümüzde modern çağın hastalıkları olarak isimlendirilen iki temel psikolojik hastalık vardır: Stres ve onun daimi bir hale dönüşmesiyle ortaya çıkan depresyon. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre gelecek yıllarda ruhi bozukluklar dünyanın en önemli sağlık problemi olacak. Modernleşmenin, maddiyatçılığın getirdiği yalnızlaşma, sosyal dayanışma sistemlerinin çözülmesi, bu hastalıkları bir salgın hastalık boyutuna taşıyacak. Biz de toplum olarak hızla Batı'nın bir parçası olma yolunda olduğumuz için insanımızın hatırı sayılır bir kesimi bu rahatsızlıklarla boğuşmaktadır. Gün geçtikce de bu sayı artmaktadır. Huzurlu bir hayat için! Halbuki gerçek manada İslamiyete inanan ve onun emrettiği şekilde Allaha tevekkül eden, kaza ve kadere inanan hoşuna gitmeyen olaylar karşısında sabır gösteren kişi, bu hastalıklara yakalanmaz, huzurlu bir hayat sürer. Allaha tam tevekkül eden, iyi-kötü başına gelen her şeyin Allahtan olduğuna inanan, hiçbir ümitsizliğe, karamsarlığa üzüntüye ve strese kapılmaz Allaha olan güçlü inancından dolayı, hiçbir olaydan hiçbir olumsuzluktan etkilenip güçsüzleşmez; daima rahat ve huzurludur. Dolayısıyla onun bu ruhsal ve psikolojik sağlığı, bedensel sağlığına da olumlu bir etki olarak yansır. Sağlıklı bir hayat sürer. İşte dini yaşamak ile yaşamamak arasındaki sayısız farklardan biri budur. İnanmayanlar çok sevdikleri, değer verdikleri bedenlerini bu kısa dünya hayatında, dünya arzuları için kullanmak isterler. Bu şekilde hareket etmekle rahat edeceklerini düşünürler. Ama yanılırlar. Çünkü insan sadece görünen bu bedenden ibaret değildir. Bir de görünmeyen ruhumuz var. Bedenin ihtiyaçları olduğu gibi ruhun da ihtiyaçları var. Bu sağlanmadığı takdirde arzu edilmeyen sıkıntılar kendini gösterir. İnsanın ruhen sağlıklı ve huzurlu olması için öncelikle tevekkülün tam olması lazımdır. Bunun için, tevekkülün ne olduğunu bilip buna olan inancımızı sağlamlaştırmamız lazım. Tevekkül, Allahü teâlânın lutuf ve ihsanının pekçok olduğuna iman etmektir. Böyle bir insan, dünya malına gönül bağlamaz. Dünya işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Sure-i Ali İmrandaki, "Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekildir" âyet-i kerîmesinin mealini iyi anlayıp; her şeyi Allahü teâlâ yapar, O'ndan başkası bir şey yapamaz diyen, ilminde, kudretinde noksan, kusur olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse, Allahü teâlânın fazlına itimad ederek sebeplere, tedbirlere yapışır fakat tedbire, sebeplere güvenmez. Gününümüz insanlarını ruhi bunalıma sokan şeylerden biri de rızık endişesidir. Tevekkül sahibi kimse, rızık takdir edilmiş, ayrılmıştır, vakti gelince beni bulur, der. Allahü teâlâ, bana, kendi büyüklüğüne, merhametine yakışacak işleri verir, der. Tevekkül imanın şartı Allahü teâlâ, herkese, tevekkülü emretmiştir. "Tevekkül imanın şartıdır" mealindeki ayet-i kerime, bu emirlerden biridir. Ayrıca, Sure-i Maidede, 23'üncü ayet-i kerimede, "Eğer imanınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz!", sure-i Ali İmranda, 159'uncu ayet-i kerimede, "Allahü teâlâ, tevekkül edenleri elbette sever" buyuruldu. Resulullah efendimiz buyuruyor ki: "Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesapsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihir, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve itimad etmeyenlerdir buyuruldu." Bir hadis-i şerifte de "Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabah mideleri boş, aç gider. Akşam mideleri dolmuş, doymuş olarak döner" buyuruldu. Bu şekilde, tevekül edip, Allaha güvenen kimse rızık endişesine düşmez!
.
İyi insan olmada ölçü!
20 Şubat 2008 01:00
Fudayl bin İyad hazretlerinin yanında bir adamdan sitayişle bahsettiler. Dediler ki: "O zat, nefsine muhalefet için ağzına helva almaz!" Fudayl hazretleri onlara dedi ki: "Helva yemeyi bırakmak bir mürüvvet mi sanki? Siz onun akrabasını gözetip gözetmediğine, öfkesini yenip yenmediğine, komşularına, dul kalmış kadınlara ve yetimlere karşı nasıl davrandığına bakınız. Din kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı huy ve edebi nedir? İşte hükmünüzü verirken asıl bunlara dikkat edin!" Yahya bin Muaz buyurdu ki: "Başka bir beldede bulunan bir kardeşinin yakınlarından birisi vefat ettiği zaman, ona ta'ziyette bulunmak üzere oraya kadar gitmen, ona karşı bir saygıdır. Ali bin Fadl vefat ettiği zaman Ebu Muaviyet'ül-Esved, ta'ziyette bulunmak için Şam'dan Mekke'ye gitmiştir." Ebu Bekr-i Sıddık şöyle buyururlardı: "Cehennem ateşinden korunmak isteyen kimse, mü'minlere karşı çok merhametli ve ince kalpli davransın!" Mü'minin saygılı, merhametli ve ince kalpli davranmakta en çok dikkat edeceği kimseler, şüphesiz ki ana ve babasıdır. Muhammed bin el'Münkedir geceleri hep ibadetle geçirirdi. Fakat anası çağırdığı zaman, sabaha kadar onun ayaklarının şişini oğar ve bunu namaz kılmaktan daha faziletli sayardı. Kehmes bin Hasan şöyle anlatır: "Anam hastalandığı zaman ona hizmet eder, hatta altını temizlerdim. Süleyman bin Ali, bir hizmetçi tutmam için bana bir kese akçe göndermişti. Ben kabul etmedim. Ve şu karşılığı verdim: Ben küçükken validem, kendisinden başkasının bana hizmet etmesine razı olmazdı. Şimdi de ben, kendimden başkasının valideme hizmet etmesine razı değilim!" Hasan-ı Basrî hazretleri Kur'ân-ı kerîmin, "Anan ve baban için 'öf' deme" meâlindeki âyet-i celîlesi hakkında şöyle derdi: "Anan-baban senin yanında ihtiyarlık ve dermansızlık devresine ererler de lâzımlık tutmak gerekirse, onu alıp atarken 'öf!' deme. Elinle burnunu tutarak onları incitme. Unutma ki, onlar aynı hizmeti senin küçüklüğünde sana seve seve yapmışlardı." Yahyâ bin Muaz buyurdu ki: "Bu insanlar ne tuhaftır! Aralarından bir mü'min zengin olmuşsa onu övüyorlar, fakir düşmüşse onu hakir görüyorlar. Tel: 0 212 - 454 38 21 www
.
Sebeplere değil sebepleri yaratana güvenmelidir!
20 Şubat 2008 01:00
Dün, bütün toplumları hızla kuşatma altına alan, stres, depresyon gibi ruhi hastalıklardan ve bunların sebeplerinden bahsetmiştik. Bu rahatsızlıkların önemli bir sebebi de, sebepleri yaratana değil de sebeplere güvenmektir. Halbuki dinimiz, sebeplere yapışmamızı fakat bunlara güvenmememizi emrediyor. Sebeplere güvenen, sebepleri çok zorlar, istediği olmayınca başkalarını ve kendini suçlar. Niçin olmadı, kim buna mani oldu diye suçlu arar. Arzusu yerine gelmeyince bunalıma girer, ruhi dengesi bozulur. Bu davranış kişinin tevekkülünün azlığını gösterir. Tevekkülü tam olan kimse, sebeplere değil, sebepleri yaratan Allaha sığınır, O'na güvenir. Nitekim bir hadisi şerifte, "Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızk verir. Her kim, dünyaya güvenirse, onu dünyada bırakır" buyurdu. İbrahim aleyhisselamı mancınığa koyup, ateşe atarlarken "Hasbiyallah ve nimelvekil", yani (Bana Allahım yetişir. O iyi vekil, yardımcıdır) dedi. Ateşe düşerken, Cebrail aleyhisselam gelip, "Bir dileğin var mı?" diye sorunca, "Var, ama sana değil" dedi. Böylece "Hasbiyallah" sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Vennecmi suresinde, "Sözünün eri olan İbrahim" mealindeki ayet-i kerime ile medh buyuruldu. Allahü teâlâ, Davüd aleyhisselama, "Bir kimse, her şeyden ümit kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi, ona zarar yapmaya, aldatmaya uğraşsalar, onu elbette kurtarırım" mealindeki ayet-i kerime ile vahiy gönderdi. Tevekkül tembellik değildir! Tevekkül etmeyi yanlış da anlamamak lazım. Çok kimse, tevekkülü, her işi oluruna bırakıp, isteği ile bir şeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tasarruf yapmamak, hasta olunca ilaç kullanmamak, dini, İslamiyeti öğrenmemek, din düşmanlarından sakınmamak sanmaktadır. Bazı din düşmanları da tevekküle, kanaat etmeğe kasıtlı olarak yanlış mana vererek; İslamiyet tembelliktir, din afyondur, diyor. İslamiyete hücum ediyorlar. Gençleri aldatmaya, dinsiz, imansız yapmaya uğraşıyorlar. Bu İslamiyete alçakça bir iftiradır Tevekkülü böyle düşünmek yanlıştır. İslamiyete uygun değildir. Halbuki, tevekkül, İslamiyetin emir ettiği şeydir. İslamiyete uygun olmayan şeyler, nasıl tevekkül olabilir? Tecrübe ile anlaşılan, sebeplere bağlı işlerde tevekkül, sebebi bırakmak değildir; ilim ile ve hâl ile tevekkül etmektir. İlim ile tevekkül, açlıktan kurtulmak için sebepleri, yani eli, ağzı, dişi, mideyi, yemekleri, ekmeği, fizyolojik hareketleri, hep Allahü teâlânın yaratmış olduğunu bilmektir. Hâl ile tevekkül, kalbin, Allahü teâlânın ihsanına güvenmesi, yemeğe, ele, ağıza, sıhhate güvenmemesidir. El, bir anda felç olabilir. İnsan bir gün, hazım hastalıklarına tutulabilir, yemek, faydalı olmayabilir. O halde, gıdanın yaratılmasında ve önüne gelmesinde, hazım edilmesinde kendi hareketine, kuvvetine değil, Allahü teâlânın fazlına, iyiliğine güvenmelidir. Vaktin birinde, bir derviş dağda bir mağaraya girip, tevekkül eder, rızık bekler. Günler geçtiği halde, bir şey gelmez. Açlıktan öleceği sırada, Allahü teâlâ, o zamanın Peygamberine emir eder ki: "Git, o ahmak adama söyle! Şehre girip insanlar arasına karışmazsa, onu açlıktan öldürürüm. O, benim âdetimi bozmak mı istiyor?" Peygamber haber verince, şehre gelir. Şehirde, her taraftan bir şey getirilir, karnı doyar. "Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eli ile, onlara göndermeyi severim" mealindeki ayet-i kerime meşhurdur. Gerçek tevekkül O halde, tevekkül etmek, sebeplere yapışmak; fakat sebeplere değil, sebepleri yaratana güvenmek demektir. Kapıyı kilitlemelidir. Fakat kilide güvenmemelidir. Nitekim, hırsızlar, çok kilitleri kırmıştır. Tevekkül edenin alameti şudur ki, evine gelip, eşyanın çalındığını görünce üzülmez. Allahü teâlâ, böyle takdir etmiş deyip, kazaya razı olur. Kapıya kilit takarken, "Ya Rabbi! Bu kilidi, senin kazanı değiştirmek için değil, senin emrine, âdetine uymak için takıyorum. Ya Rabbi! Eğer malıma, birini musallat edersen, senin takdirine razıyım! Bu malı, benim için mi yarattın, yoksa başkası için yaratıp, bende emanet olarak mı bıraktın bilemem" diye kalbinden geçirmelidir. İşte dine uygun tam tevekkül böyle olur!
.
Nasıl şefkatsiz olurlar!"
21 Şubat 2008 01:00
Hasan-ı Basrî hazretleri, Kâbe'yi ziyâret ve tavâf ederken bir zât gördü ki, arkasında bir zembil vardı. Bununla tavâf ediyordu. O zâta dönüp, "Arkandaki yükü koyup öylece tavâf etsen daha iyi olmaz mı?" diye sordu. O zât şöyle cevap verdi: "Bu arkamdaki yük değil, babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere buraya getirip tavâf ettirdim. Çünkü bana dinimi, îmânımı bu öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi. Hasan-ı Basrî hazetleri bu kimsenin yaptığını çok beğendi. Sonra o zâta buyurdu ki: "Babanı kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip tavâf ettirsen, fakat bir defa kalbini kırsan yaptığın hizmet boşa gider. Yine bir defa gönlünü yapsan, bu kadar hizmete mukabil olur." Eshâb-ı kirâmdan biri gelip Peygamber efendimize sordu: - Yâ Resûlallah! Anam-babam çok şefkatsizdir, onlara nasıl itaat edeyim? Peygamber efendimiz şöyle cevap verdi: - Annen seni dokuz ay karnında gezdirdi. İki sene emzirdi. Seni büyütünceye kadar koynunda besledi, kucağında gezdirdi. Baban da seni büyütünceye kadar birçok zahmetlere katlanarak, seni besledi... İdâre ve mâişetini temin eyledi. Sana dinini îmânını öğrettiler. Seni İslâm terbiyesi ile büyüttüler. Şimdi nasıl olur da şefkatsiz olurlar? Bundan daha büyük ve kıymetli şefkat olur mu? Ana-babanın ve hocanın günaha sokacak emirlerine itaat lâzım değildir. Meselâ, hırsızlık için, birini öldürmek için verilen emirleri yerine getirilmez. Ana-babanın ancak mubâh olan emirlerine uymak farzdır. Ana-babanın, itâ'at lâzım olmayan emirlerini de bir özür, bahâne bularak yapmamalı, sert muâmele yapmayıp, tatlı yumuşak söylemelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Ana-babasına hizmet edenin ömrü bereketli ve uzun olur." "Ana-babasını dine uygun hizmetleriyle razı eden, Allahü teâlâyı razı etmiş olur, onları gazaplandıran, Allahü teâlâyı gazaplandırmış olur." "En faziletli amel, vaktinde kılınan namazdan sonra ana-babaya iyiliktir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
En faziletli amel!"
22 Şubat 2008 01:00
Musa aleyhisselam, Cennetteki komşusunun kim olduğunu Hak teâlâdan sorup öğrendikten sonra yanına gider. Bu bir kasaptır. Kasap, bir parça et pişirir. Asılı zenbili aşağı alır, çok zayıf bir kadına et ve su verir. Üstünü başını temizleyip, zenbile koyar. Kasap, "Bu annemdir. Yaşlanıp bu hale girdi; sabah-akşam böyle bakarım" der. Kasabın annesinin, "Ya Rabbi oğlumu Cennette Musa aleyhisselama komşu eyle" dediğini Hazreti Musa da işitir. Kasaba, "Müjde, Allahü teâlâ, seni Musa aleyhisselama komşu etti" buyurur. Kur'an-ı kerimde 3 şey, 3 şeyle beraber bildirildi. Biri yapılmazsa, ikincisi kabul olmaz. Peygambere itaat edilmezse, Allah'a itaat edilmiş olmaz. Ana-babaya şükredilmedikçe, Allahü teâlâya şükredilmiş olmaz. Malın zekatı verilmedikçe, namazlar kabul olmaz. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik." (Ahkaf 15) "Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme; ağır söz söyleme, onlarla yumuşak ve tatlı konuş, onlara acı, tevazu kanadını gerip "Rabbim, küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et" diye dua et." (İsra 23, 24) Anne babaya iyilikte, ihsanda bulunmanın önemi hadis-i şeriflerde şöyle bildirildi: "En faziletli amel, vaktinde kılınan namazdan sonra ana-babaya iyiliktir." "Ana-babaya ihsan, bedbahtlığı saadete çevirir, ömrü uzatır ve insanı kötü ölümden korur." "Ana-babanıza ihsan ederseniz, çocuklarınız da size ihsan eder." Anne baba vefatlarından sonra da unutulmamalı, her fırsatta onlar için hayır hasenat yapılmalı, onlar için dua edilmelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ana-babasına asi olan, vefatlarından sonra, onlar için dua etse, Allahü teâlâ, onu, ana-babasına itaat edenlerden yazar." "Sadaka verirken, sevabını Müslüman ana-babanızın ruhuna niye hediye etmezsiniz? Hediye ederseniz, verdiğiniz sadakanın sevabı, onların ruhuna gideceği gibi, sevabından hiçbir şey eksilmeden size de yazılır." "İnsanlar içinde en büyük hak sahibi, erkeğin üzerinde annesi, kadının üzerinde de kocasıdır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
Herkesten dua isterlerdi
23 Şubat 2008 01:00
Eskiden Allah adamları, çok mütevazı idiler, çünkü kendilerini nefislerinin esiri olmaktan kurtarmışlardı. Herkesten dua talep ederlerdi. İlimde ve ibâdetinde kendisinden noksan oluşuna bakmaksızın talebelerinden bile dua isterler, dua ederken de, onların yüzü suyu hürmetine derler, kendilerini araya sokmazlardı. İmam-ı Şâfiî hazretleri, İmam-ı Ahmed bin Hanbel'e birini gönderip büyük bir sıkıntıya düçar olacağını, fakat bu sıkıntı ve fitneden salimen kurtulacağını haber vermişti. Bu sıralarda İmam-ı Ahmed hazretleri, "Kur'ân mahlûk mudur, değil midir?" meselesini ortaya atan ve "Kur'ân-ı kerimin mahlûk olduğu" iddiasını savunan Mu'tezile'ye şiddetle karşı koymuştu. İmam Şafiî de ona, bu yüzden maruz kalacağı sıkıntıları ve bundan kurtulacağını bildiriyordu. Nihayet gönderdiği elçi İmamı Ahmed'e gelip haberi ulaştırdı. İmam Ahmed, hocasının gönderdiği elçiyi gayet iyi karşıladı. Ona ikramlarda bulundu. Sevincinden sırtındaki gömleği çıkarıp ona verdi. Elçi geri döndüğü zaman durumu İmam Şafiî'ye anlattı ve gömleği ona takdim etti. O da gömleği aldı ve "Demek bu gömlek, onun sırtına giydiği gömlektir!" diyerek öptü ve gözlerine sürdü. İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Ahmed'in hocasıdır. İşte onlar, bu misalde görüldüğü gibi, ilim ve ibadetlerinin çokluğuna rağmen kendilerini başkalarından üstün görmezlerdi. Şimdiki şeyhlik taslayanlar ise aksine bir yol tutmuşlardır. İbni Abbas hazretlerine, "Bu ilmi ne ile elde ettin?" diye sual ettiler. Cevabında, "Darlıkta, genişlikte sabretmekle, sual sormakla ve yorulmayan bir azimle" buyurdu. Yine büyük bir zat aynı suale, "Erken kalkmakla, son derece alçak gönüllü olmakla, kuvvetli azim ve sabırla" diye cevap verdi. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Nefsini hor tutan, dinini kıymetlendirmiş, nefsini aziz tutan dinini hor tutmuş olur. Din ise aziz tutulması lazım gelen en büyük nimettir. Nefsini besleyen dinini zayıflatmış olur, dinini besleyen ise, dini de, nefsi de makbul şekilde beslemiş olur." "Allah'a ibadet yolunda nefsini zelil eden kimse, günah işleyerek şeref arayandan daha aziz olur." T
.
"Merhamet et, şefkat göster!"
24 Şubat 2008 01:00
Önceki devirlerde Allah adamları, yıllarca akli ve nakli ilimleri tahsil etmiş, kuvvetli bir iman ve ahlak olgunluğuna ermiş, dış görünüşleri sade, alçak gönüllü, aza kanaat eden, herkese iyilik ve yardım için çırpınan, hoşgörülü, cefakâr, fedakâr, bir meslek ve sanat sahibi, fazilet örneği kimselerdi. Buna rağmen onlar çok mütevazı, pek alçak gönüllü olduklarından "ben" dedikleri hiç işitilmezdi. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız" ve "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururlardı. Nasıl tevazu sahibi olmasınlar ki, alçak gönüllü olmayı Cenab-ı Hak emrediyor. Müfessirler, "Kanadını müminler için indir!" (Hicr 88), ayeti kerimesine, "Ey Habibim, müminlere merhamet et, şefkat göster, onlara karşı tevazu sahibi ol!" manasını vermişlerdir. "Üstada da, talebeye de saygılı olun" hadis-i şerifi de merhametli ve tevazu sahibi olmayı emrediyor. Peygamber efendimiz nefsle mücahede yapmaya büyük cihad adını vermiştir. Nefsin arzularından kaçıp dinimizin emrine uymaya çalışmalıyız. Hadis-i şerifte, "Ne mutlu o kimseye ki, nefsini alçaltmadan tevazu gösterir, miskinliğe düşmeden nefsini küçültür, malını günah olmayan yerlere harcar, yoksullara, muhtaçlara merhamet eder, fıkıh ve hikmet ehli ile beraber olur, ilmi ile amel eder, malının fazlasını infak eder ve sözünün fazlasını tutar" buyuruldu. Nefsini hor, dinini aziz tutmanın en kestirme ve ferah yolu, önceki İslam büyüklerin yolunda olmak, onları çok sevmek, onlarda fani olmaktır. Böyle yapmayan, ne nefsini hor görebilir, ne de dinini aziz tutabilir. Hak teâlâ Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim ni'meti benden bilip kendinden bilmezse, ni'metlerimin şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise, ni'metin şükrünü edâ etmemiş olur." Her zaman kendisine verilen rızıkları Allahü teâlâdan bilmek ve bunlara karşılık gece gündüz şükür ve tesbîh ile tahmîd eylemek lâzımdır. İnsan, her zaman aczini, zavallılığını bilmelidir; tevâzu içinde, alçak gönüllü olmalıdır. Kendini üstün bilmemelidir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmeto
.
Kendilerini üstün görmezlerdi!
25 Şubat 2008 01:00
İslam büyükleri kendilerini hiç kimseden üstün görmezlerdi. Bir çocuğu gördükleri zaman, bunun günâhı yoktur, benim günâhım çoktur. Bu çocuk benden daha fazîletlidir. Bir yaşlı Müslüman gördükleri zaman, bu benden daha fazla ibâdet etmiştir, bundan dolayı benden daha fazîletlidir. Bir İslâm âlimi görünce, bu benden ziyâde âlimdir, öyle ise, benden daha fazîletlidir. Bir câhil görünce, bu bilmeden günâh işler. Fakat ben bilerek işlerim, öyle ise, bu benden efdaldir. Bir kâfir görse, olur ki o, dünyadan îmân ile gider. Benim îmânla gidip gitmeyeceğim ise belli değildir diye düşünürlerdi. Peygamber efendimiz, "O kimseye bakma ki, dinde senden aşağıdır, zîrâ kendini beğenip, helâk olursun. Dinde senden yukarısına bak ki, senden hayırlıdır. Malı çok olana bakma ki, Allahın kısmetine gazab edersin. Şu kimseye bak ki, yiyeceğini zahmet çekerek alın teri ile hâzırlar, o zaman da, Hak teâlânın sana verdiği ni'mete şükredersin" buyurdu. Her asırda gelen İslam büyükleri, daha önce gelenlerin, büyüklükleri, üstünlükleri, vera ve takvaları karşısında titrerler, onların sözlerine senet, delil olarak sarılırlardı. Bu din, edep dini, tevazu dinidir. Cahil cüretkâr olur, kendini âlim sanır. Âlim olan tevazu gösterir. Cehenneme gidecekleri hadis-i şerifle haber verilen 72 bid'at fırkasının reisleri de derin âlim idi. Fakat onlar, ilimlerine güvenerek, Kitâbdan, Sünnetten mana çıkarmaya kalkıştılar. Böylece, Eshab-ı kirama uymak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından saptılar. Aklı olan, kendini ve Rabbini tanıyan, hiç kibredebilir mi? İnsan aşağılığını, acizliğini, Rabbine karşı her an izhar etmek mecburiyetindedir. Bunun için her an her yerde aczini göstermesi, tevazu üzere bulunması gerekir... Hazreti Ebu Bekir buyuruyor ki: Kibirden sakının, tevazu sahibi olun! Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi, bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsızdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kişi kibirlenince, iki melek, "Ya Rabbi bunu alçalt, tevazu ederse, bunu yükselt, diye dua ederler." (Melekler günahsız oldukları için duaları kabul olur) "Tevazu eden, helal kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak davranan ve kimseye kötülük etmeyen iyi bir insandır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
.
Tesettür dînî bir vecîbedir!"
26 Şubat 2008 01:00
Günümüzde tartışılmaması gereken şeyler tartışılıyor, tartışılması gereken şeyler tartışılmıyor. Ahir zamanda olduğumuz için olsa gerek... Tarşılmaması gereken şeylerin başında din gelir; dinin iman esasları ve emirleri gelir. Tartışılması gereken şeylerin başında da bilim ve teknoloji gelir. Bilim ve teknolojide neredeyiz, üniversitelerimizin dünya sıralamasındaki yeri nedir, bunları tartışmıyor; her gün dini ve dinin emirlerini tartışıyoruz. Dinin emir ve yasakları 1400 yıl önce bildirilmiş, günümüze kadar tartışmasız bir şekilde tatbik edilmiştir. Son yıllarda en çok tartışılan dînî konu ise, kadının dindeki yeri ve örtünme şekli. Halbuki, kadının örtünme şekli; beş vakit namaz, oruç, zekat ve hac gibi açık bir şekilde bellidir. Buna rağmen bu konu tartışılıyor ise burada bir art niyet aramak lazımdır. Bu konu, bir devlet kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlığı'na da sorulmuş, Din İşleri Yüksek Kurulu, âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve fıkıh kitapları ışığında şüphe götürmez bir şekilde konuya açıklık getirmiştir. Yüksek Kurul'un, başörtü meselesinin ilk gündeme geldiği zamanlarda verdiği, 3.2.1993 tarih ve 6 nolu kararı özetle şöyle: Yüksek Kurul'un fetvası İslâm dininde kadının kıyafeti ile ilgili olarak zaman zaman sorulan sorular dolayısıyla konu, kurulumuzca ele alınıp incelendi: Nûr Suresi'nin 30. ayetinde, mü'min erkeklerin harama bakmamaları, namus ve iffetlerini korumaları emredildikten sonra 31. ayetinde kadınlarla ilgili olarak meâlen, "Mü'min kadınlara da söyle: Gözlerini (bakmaları haram olan şeylerden) çevirsinler, edep yerlerini korusunlar, -kendiliğinden görünen müstesna- zinetlerini açmasınlar, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar!" buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi bu iki ayette hem erkeklerin hem de kadınların harama bakmamaları, edep yerlerini iyice örtülü tutup, iffet ve namuslarını zina, fuhuş ve onlara sebep olabilecek durumlardan korumaları emredilmektedir. Hazreti Peygamber de, "...Gözlerin zinası şehvetle bakmaktır..." buyurarak harama bakmayı, göz zinası olarak nitelemiştir. İslâm âlimleri, yukarıda mealleri yazılı âyetlere ve konuyla ilgili hadislere dayanarak, erkeklerin ve kadınların, nikâhlı eşleri dışında herhangi bir kimseye şehvetle bakmalarının haram olduğu üzerinde müttefiktirler. Cahiliye devrinde başını örten kadınlar, başörtülerini enselerine bağlar veya arkalarına salıverirlerdi. Allahü teâlâ, bu âyetle, İslâm'dan önceki bu âdeti kesinlikle yasaklayarak mü'min kadınların -yüz ve eller hariç- zinetlerini, zinet yerlerini açmamalarını ve başörtülerini; saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun, gerdan ve göğüslerini iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiştir. Bu âyet-i kerime nazil olunca, yukarıda rivayet edilen hadislerle de sabit olduğu üzere, ensar ve muhacir kadınların, başlarını örtmeye acele etmeleri, Hazreti Peygamber'in "ergenlik çağına gelen bir kadının elleri ve yüzü dışında kalan yerlerini göstermesinin caiz olmadığını" bildirmesi, yine Hazreti Peygamber'in işaret ederek, "Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına, ergenlik çağına gelince yüzü ve şuraya kadar elleri hariç, herhangi bir yerini açması caiz değildir" buyurması; sözkonusu âyetteki emirlerin vücub için olduğuna, kadınların yukarıda sayılan zinet yerlerini örtmekle yükümlü olduklarına delalet etmektedir. Örtünün sınırı ve şekli Bu itibarla örtünün; saçın, ten renginin veya zinetlerin görülmesine engel olacak kalınlıkta, vücut hatlarını göstermeyecek nitelikte olması gerekir. Bu konuda, yukarıda meali zikredilen hadis-i şerifler dışında, daha pek çok hadis-i şerif bulunmaktadır. Ahzâb Suresi'nin 60. ayetinde de, Müslüman hanımların evlerinden çıkarken, üstlerine vücut hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafeti ile sokağa çıkmamaları emredilmektedir. NETİCE OLARAK: 1. Gerek erkeklerin ve gerekse kadınların gözlerini haramdan korumaları, 2. Kadınların, vücudun el ve yüz dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik caiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri, 3. Başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin; Kitab, Sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sabit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dînî bir vecîbedir.
.
Yemeğe önem vermezlerdi
26 Şubat 2008 01:00
Allah adamları yemeye içmeye fazla önem vermezlerdi. Yiyecek helâl bir şey bulamadıkları zaman, günlerce açlık çekerlerdi. Onlar, defalarca tecrübe ederek, manevî nur ve feyzin açlığa katlanmakla elde edileceğini müşahede etmişlerdir. Şöyle derlerdi: "Davulun sesinin kuvvetli ve gür oluşu, ancak içi boş olduğu içindir. Kuvvetli, gür bir sese sahip olmak isteyen bir âlime yakışan odur ki, midesini iyice doldurmasın. Bilhassa eser yazmakla meşgul olduğu günlerde çok az yesin. Zira mideyi tıka-basa doldurmak, Kur'ân-ı kerimi, hadis-i şerifi, fıkhî bilgileri ve daha başka hususları iyice anlamaya perde olur. Doygun olanın anlayışı az olur." İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Biz, bu ahlâka sahip pekçok zatlara yetiştik. Cenab-ı Hak kendilerinden razı olsun, onlar, bu hususta büyük bir payeye sahip idiler. O kadar ki, içlerinde, haftada bir defa helaya gidenleri vardı. Onlar, çok yiyip her gün defalarca helaya gidip gelmekten Allah'a karşı hayâ duyarlardı. Üstadım Şeyh Tâcüddin el-Zâkir, şiddetli açlık ve riyazâta devam ede ede, on iki günde bir abdest yeniler hale gelmişti. Üstadım Ali el-Şuhâvî "Riyâzat, mü'minin silâhıdır. Allah'a isyana sevk eden nefsin şehevî arzularını kırar" derdi. Evliya-i kiram, her zaman abdestli durabilmek için, az yiyip az içerlerdi. İmam-ı Malik hazretleri, üç günde bir yemek yerdi. Sebebi sorulunca, "Allahü teâlânın huzurunda sık sık helaya gidip gelmekten utanıyorum" buyurdu. Bunun için onlar devamlı oruç tutarlar idi. Ömer Betîtî ve amcasının oğlu Abdülkadir, devamlı oruç tutanlardandı. Her ikisi de feyz bakımından çok zengin, nûranî ve yüksek himmet sahibi zatlardı. İyice acıkmadıkça yemek yememeli, yediği zaman da mideyi tıka-basa doldurmamalı, doymadan önce sofradan çekilmelidir. Çünkü bu sünnettir. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Vücudun zekatı açlıktır. Bunun için oruç tutanların, aç kalanın arzuları kırıldığı için sabretmesi kolay olur. Aç durmak iyidir. Aç duranın basireti açılır. Anlayış kabiliyeti artar. Hadis-i şeriflerde, "Aç duranın idraki artar, zekâsı açılır", "Tefekkür, ibadetin yarısı, az yemek ise tamamıdır" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Fazla gıda kalbi öldürür!
27 Şubat 2008 01:00
Yahya bin Muaz-i Razi hazretleri buyurdu ki: "Riyazet dört şeyle olur: Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve günahlardan gelecek sıkıntıya katlanmakla." Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Hadis-i şerifte, "Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır" buyuruldu. Dayanamayan kimsenin açlık çekmesi caiz değildir. Açlığın da tokluğun da zararı bulunduğu için, yiyip içmekte, aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Beş şey ibadettir: Az yemek, camide oturmak, Kâbe'ye, Mushafa ve âlimin yüzüne bakmak." Çok yiyen çok uyur, çok uyuyanın da ömrü boşa geçmiş olur. Çok yiyen sarhoş gibi olur, dimağı yorgunlaşır. Zekâsı, zihni dumura uğrar. Açlık, kalbde incelik doğurur. Hadis-i şerifte, "Az yiyenin içi nurla dolar ve Allahü teâlâ, az yiyip içen ve bedeni hafif olan mümini sever" buyuruldu. Açlıkta arzular kırılır, nefsimiz uysallaşır, serkeşliği kalkar. Çok yemek, gafleti doğurur. Azgın bir atı zaptetmek zor olduğu gibi, çok yedirmekle azan nefsi zaptetmek de zordur. Açlıkla terbiyesi kolaylaşır. Hadis-i şerifte, "İnsan kalbi tarladaki ekin, yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür" buyuruldu. Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, acın hâlini bilmez. Çok yiyen sert ve katı kalbli olur. Sinirlerine hakim olamaz. Sinirlerine hakim olan kimse huzurlu olur. Açlık, günah işleme arzusunu kırar, kötülük etmeye mani olur. Hadis-i şerifte, "Açlık ve susuzlukla nefsle cihad etmek, Allah yolunda cihad gibidir" buyuruldu. Yiyip içme ilmini öğrenmek, ibadet ilminden önce gelir. Beden sağlam olursa, dünyada rahata kavuştuğumuz gibi, sağlam vücutla daha çok hizmet etme imkânı olacağı için, ahireti kazanmaya da sebep olur. İki cihan saadeti için midemizi düşünmek gerekir. Acıkmadan yememeli, doymadan kalkmalıdır! İlim ve amel, az yemekte, kalb temizliği az uyumakta, hikmet az konuşmaktadır. Tel: 0 212 - 454
.
Tarih boyunca örtü ve örtünme şekilleri
27 Şubat 2008 01:00
Târih boyunca çeşitli milletlerin ve insan topluluklarının dinleri, örf ve âdetleri değişik olduğundan, giyim-kuşam şekilleri de farklılık göstermiştir. Kıyâfetlerde dînî inanışların, iklim şartlarının, medeniyetlerin mesleklerin, meşreplerin (mizaç ve huyların), hattâ ekonomik şartların ve diğer sosyal faktörlerin büyük tesiri olmuştur. İlk insanların giyimden uzak, çırılçıplak dolaştıkları iddiâsı, bâzı insanların hayâlî düşüncelerinden ileri gitmeyen görüşlerdir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm ile hanımı ve çocuklarının, giyindiklerini, dokudukları kumaşlarla elbise yaptıklarını ve pekçok temel sanatın kendilerine öğretildiğini din kitapları haber vermektedir. İlâhî dinlerde, bilhassa kadınların üryân dolaşmamaları, vücutlarının her tarafının örtülmesi esâsı, giyinmede önemli rol oynamıştır. Eskiden Hıristiyan ve Yahudi kadınları da örtünürdü. Günümüzde de Hıristiyan ve Yahûdî din adamları kadınların uygun olmayan kıyafetlerle dolaşmalarını hoş görmemektedir. İslamiyette örtünme! İslâm dîninde ise, Kur'ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve bunları açıklayan temel kitaplarda bildirildiğine göre, kadın ve erkek giyiminde dikkat edilecek şey, insan vücudunun açıkta bırakılmaması, yasaklanan kısımlarının tam örtülmesidir. Kadınların el yüz hariç bütün uzuvlarını örtmeleri, giydiklerinin, uzuvlarını belli etmeyecek şekilde ve genişlikte olması, sokakta dikkat çekici şekilde giyinmemeleri emredilmiştir. Kadınların bu şartlara uyarak diledikleri kumaştan, diledikleri renk, desen ve şekilde bulundukları yerin âdetine göre giyinmeleri, arzûlarına bırakılmıştır. Belli bir örtüyle örtünmeleri şart koşulmamıştır. Erkekler ise, muhakkak sûrette örtmeleri emredilen uzuvlarını, çok dar olmayan giyeceklerle örtmeleri şarttır. İslâmiyet, giyim ve kuşam konusunda ana prensipler vazederek ve kendinin koyduğu bu hükümlere aykırı düşmeyen millî örflere ve âdetlere uyarak giyinmeyi, örtünmeyi istemektedir. Örtünmesi gereken yerlere "avret mahalli" denilmiştir. İslamiyette kadınların örtünmesini bildiren hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır: (Mecmaul-enhür)deki hadisi şerifte, Peygamberimiz, "Hür kadının, yüzünden ve iki eli ayasından başka, bütün bedeni avrettir" buyurdu. "Gözlerin zinası (şehvetle) bakmak, dilin zinası (haramı) konuşmaktır." (Buhari) "Ya Ali! Harama (tesadüfen) bakışın ardından (kasıtlı) olarak tekrar bakma; çünkü, şüphesiz (tesadüfen olan) birincisi sana (muaf)tır ve (kasıtlı olan) sonuncusu sana muaf değildir." (Tirmizi ) Hazreti Âişe buyurdu ki: Allahü teala, "Mü'min kadınlar başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar!" âyetini indirince onlar eteklerinden kesip hemen onunla başlarını örttüler." (Buhari) "Ebû Bekir'in kızı Esmâ (ki Âişe validemizin ablasıdır) ince bir elbise ile örtülü olarak Resûlullahın huzuruna girdi. Resûlullah ondan yüzünü çevirdi ve kendi mübarek yüzünü ve ellerini işaret ederek; "Ey Esmâ! Kadın ergenlik çağına ulaşınca vücudunun şurası ve burası dışında kalan yerlerinin görülmesi (gösterilmesi) caiz değildir" buyurdu. (Ebu Davud) Hazreti Âişe bildirir: "Resûlullah efendimiz, "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kadın ergenlik çağına varınca yüzü ve elleri dışında herhangi bir yerini açması helâl değildir!" buyurdu. (Buhari) Örtülü çıplaklar! (Müslim) ve (Muvatta) kitaplarındaki hadisi şerifte, "Örtülü çıplak ve başları deve hörgücü gibi yükseltilmiş kadınlar, Cennete girmeyecek. Kokusunu bile duymayacaklardır. Halbuki, Cennetin kokusu, çok uzaklardan duyulacaktır" buyuruldu. Bu hadisi şerif, kadınların ince, şeffaf veya cilde yapışık dar elbise, çorap, baş örtüsü ile örtünmelerini ve saçlarını, başlarının üstünde küme yapmalarını yasak etmektedir. Böyle örtünmek, çıplak gezmek gibidir. İmam-ı Gazali hazretleri, (Kimya-i seadet) kitabında buyuruyor ki: "Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları haram olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile örtülü çıkmaları da haramdır. Böyle çıkmalarına izin veren, razı olan, beğenen anası, babası, kocası ve kardeşi de, onun günahına ve azabına ortak olurlar.
.
Tarih boyunca örtü ve örtünme şekilleri
27 Şubat 2008 01:00
Târih boyunca çeşitli milletlerin ve insan topluluklarının dinleri, örf ve âdetleri değişik olduğundan, giyim-kuşam şekilleri de farklılık göstermiştir. Kıyâfetlerde dînî inanışların, iklim şartlarının, medeniyetlerin mesleklerin, meşreplerin (mizaç ve huyların), hattâ ekonomik şartların ve diğer sosyal faktörlerin büyük tesiri olmuştur. İlk insanların giyimden uzak, çırılçıplak dolaştıkları iddiâsı, bâzı insanların hayâlî düşüncelerinden ileri gitmeyen görüşlerdir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâm ile hanımı ve çocuklarının, giyindiklerini, dokudukları kumaşlarla elbise yaptıklarını ve pekçok temel sanatın kendilerine öğretildiğini din kitapları haber vermektedir. İlâhî dinlerde, bilhassa kadınların üryân dolaşmamaları, vücutlarının her tarafının örtülmesi esâsı, giyinmede önemli rol oynamıştır. Eskiden Hıristiyan ve Yahudi kadınları da örtünürdü. Günümüzde de Hıristiyan ve Yahûdî din adamları kadınların uygun olmayan kıyafetlerle dolaşmalarını hoş görmemektedir. İslamiyette örtünme! İslâm dîninde ise, Kur'ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve bunları açıklayan temel kitaplarda bildirildiğine göre, kadın ve erkek giyiminde dikkat edilecek şey, insan vücudunun açıkta bırakılmaması, yasaklanan kısımlarının tam örtülmesidir. Kadınların el yüz hariç bütün uzuvlarını örtmeleri, giydiklerinin, uzuvlarını belli etmeyecek şekilde ve genişlikte olması, sokakta dikkat çekici şekilde giyinmemeleri emredilmiştir. Kadınların bu şartlara uyarak diledikleri kumaştan, diledikleri renk, desen ve şekilde bulundukları yerin âdetine göre giyinmeleri, arzûlarına bırakılmıştır. Belli bir örtüyle örtünmeleri şart koşulmamıştır. Erkekler ise, muhakkak sûrette örtmeleri emredilen uzuvlarını, çok dar olmayan giyeceklerle örtmeleri şarttır. İslâmiyet, giyim ve kuşam konusunda ana prensipler vazederek ve kendinin koyduğu bu hükümlere aykırı düşmeyen millî örflere ve âdetlere uyarak giyinmeyi, örtünmeyi istemektedir. Örtünmesi gereken yerlere "avret mahalli" denilmiştir. İslamiyette kadınların örtünmesini bildiren hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır: (Mecmaul-enhür)deki hadisi şerifte, Peygamberimiz, "Hür kadının, yüzünden ve iki eli ayasından başka, bütün bedeni avrettir" buyurdu. "Gözlerin zinası (şehvetle) bakmak, dilin zinası (haramı) konuşmaktır." (Buhari) "Ya Ali! Harama (tesadüfen) bakışın ardından (kasıtlı) olarak tekrar bakma; çünkü, şüphesiz (tesadüfen olan) birincisi sana (muaf)tır ve (kasıtlı olan) sonuncusu sana muaf değildir." (Tirmizi ) Hazreti Âişe buyurdu ki: Allahü teala, "Mü'min kadınlar başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar!" âyetini indirince onlar eteklerinden kesip hemen onunla başlarını örttüler." (Buhari) "Ebû Bekir'in kızı Esmâ (ki Âişe validemizin ablasıdır) ince bir elbise ile örtülü olarak Resûlullahın huzuruna girdi. Resûlullah ondan yüzünü çevirdi ve kendi mübarek yüzünü ve ellerini işaret ederek; "Ey Esmâ! Kadın ergenlik çağına ulaşınca vücudunun şurası ve burası dışında kalan yerlerinin görülmesi (gösterilmesi) caiz değildir" buyurdu. (Ebu Davud) Hazreti Âişe bildirir: "Resûlullah efendimiz, "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kadın ergenlik çağına varınca yüzü ve elleri dışında herhangi bir yerini açması helâl değildir!" buyurdu. (Buhari) Örtülü çıplaklar! (Müslim) ve (Muvatta) kitaplarındaki hadisi şerifte, "Örtülü çıplak ve başları deve hörgücü gibi yükseltilmiş kadınlar, Cennete girmeyecek. Kokusunu bile duymayacaklardır. Halbuki, Cennetin kokusu, çok uzaklardan duyulacaktır" buyuruldu. Bu hadisi şerif, kadınların ince, şeffaf veya cilde yapışık dar elbise, çorap, baş örtüsü ile örtünmelerini ve saçlarını, başlarının üstünde küme yapmalarını yasak etmektedir. Böyle örtünmek, çıplak gezmek gibidir. İmam-ı Gazali hazretleri, (Kimya-i seadet) kitabında buyuruyor ki: "Kadınların, kızların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları haram olduğu gibi, ince, süslü, dar, hoş kokulu elbise ile örtülü çıkmaları da haramdır. Böyle çıkmalarına izin veren, razı olan, beğenen anası, babası, kocası ve kardeşi de, onun günahına ve azabına ortak olurlar."
.
Kusuru kendilerinde ararlardı
28 Şubat 2008 01:00
Allah adamlarının bir ahlâkı da, hanımlarından gördükleri sıkıntılara karşı sabır ve tahammül göstermeleri idi. Onlar, eşlerinden gördükleri her muhalefeti, kendilerinin Cenab-ı Hakk'a karşı olan kusurlarının bir neticesi olarak kabul ederlerdi. Onlar, her ne zaman Allah'a karşı bir kusur işlese, hanımından kendisine karşı bir muhalefetle karşılaşırdı. Bu hal umumî değil, ekseriyet itibariyledir. Peygamberler masum oldukları için, bu kâidenin dışındadırlar. İlk devir Müslümanlarının avam tabakasına gelince, onlar, eşlerinden gördükleri muhalefetleri kendilerinin Allah'a karşı olan kusurlarının neticesi olarak bilmeseler bile, eşlerinin ezalarına yine sabır ve tahammül ederlerdi. Çünkü onların faydası zararından daha çoktu. Allah adamları, kadınların haklarını eksiksiz olarak eda ederlerdi. Adaleti her zaman gözetirlerdi. Hanımlarından muhalefet görmüş olmaları buna engel olmazdı. Fıkıh, ilmihal kitaplarında bildirildiği gibi, karı-kocadan her birinin diğeri üzerinde hakkı bulunduğu ölçüsüne riayet ederlerdi. Bununla beraber onlar, Hazreti Peygamberin, "Sana inanıp emanette bulunan kimseye hakkını ve emanetini edâ et! Sana hıyanet edene hıyanette bulunma!" düsturu ile amel ederlerdi. Ka'b el-Ahbar buyurdu ki: "Zevcesinin ezasına sabreden kimseye Cenab-ı Hak, Eyyûb aleyhisselâmın sevabını verir." Hazreti Ali buyurdu ki: "Kadının kendisini güzel bir şekilde kocasının hizmetine vermesi, Allah yolunda cihad etmesi gibidir." Hasan-ı Basrî buyurdu ki: "Dört şey vardır ki bedbahtlıktır: Evlâdü iyalin çokluğu, malın azlığı, komşunun kötü olması, kadının kocasına hıyanette bulunması." Peygamber efendimiz buyurmuşlar ki: "Kadının gerçek değeri, hayâsı ve iffetiyledir. Eğer Allah kadını hayâ ile örtmüş olmasaydı, o, bir avuç toprağa bile denk olmazdı!" Diğer bir hadîslerinde de şöyle buyurmuşlar: "Allahım! Gaflet sahibinin şerrinden, kötü komşudan, ezâ eden zevceden sana sığınırım!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
.
Beş şey vardır ki..."
29 Şubat 2008 01:00
Hazreti Ali buyurdu ki: "Beş şey vardır ki, kişinin saâdetindendir: Eşinin anlayışlı ve itaatli olması, evlâdının uysal ve saygılı olması, arkadaşlarının temiz ve samimi olması, komşularının iyi olması, geçiminin de kendi memleketinde olması." Ahmed bin Harb buyurdu ki: "Kadında şu altı haslet bulunduğu takdirde, gerçekten o, "iyi kadın" vasfında kemale ermiştir: 1- Beş vakit namaza riâyetkâr olması, 2- Kocasına severek itaat etmesi, 3- Her işte Allah'ın rızasını gözetmesi, 4- İnsan çekiştirmekten ve koğuculuktan dilini tutması, 5- Dünya malına karşı zühd ve kanaat sahibi olması, 6- Musibetlere karşı sabır ve metanet göstermesi." Hâtem'ül-Esam buyurdu ki: "İyi kadın dinin direği, âile yuvasının temeli, tâat ve ibadetlere karşı da destek ve yardımcıdır. Aykırı giden kötü bir kadın ise, kendisi güldüğü halde kocasının kalbini eritir." Abdullah bin Amr buyurdu ki: "Bir kadının kocasının yüzüne karşı gülmesi fakat, yokluğu zamanında ona hıyanette bulunması, cehennemlik olduğunun alâmetidir." İyas bin Muâviye buyurdu ki: "İki dert vardır ki bunların ilâcını bilmiyorum. Birisi ahmaklık, diğeri de huysuz kadın!" Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Bir kadının kocası kendisinden razı olduğu halde hamile kaldığında Allah yolunda gündüz oruç tutup gece ibadet eden bir kişinin sevabı kadar ona sevap verilir. Doğum sancısı tutunca ona verilecek sevabı ancak Allahü teâlâ bilir. Doğum yapınca çocuğun emdiği her yudum süte karşılık kendisine bir sevap yazılır. Gece çocuk onu uykusuz bırakınca Allah rızası için yetmiş köle azat etmiş gibi sevap kazanır. Ey Selame, bunları söylemekteki maksadımı biliyor musun? Namusunu muhafaza eden, kocasına itaat eden ve kocasından gördüğü iyilikleri inkâr etmeyen saliha hanımları kastediyorum." "Kadının cihadı, kocası ile iyi geçinmektir." "Koca hakkına riayet, Allah yolunda cihad etmek gibidir." "Hanımına güler yüzle bakan erkeğin defterine bir köle azat etmiş sevabı yazılır." "Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanı Allahü teâlâ sever, rızıklarını artırır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e
.
Kadının asalet ve şerefi
1 Mart 2008 01:00
Hâtem'ül-Esam hazretleri buyurdu ki: "Kadının asalet ve şerefi Allah'tan korkmak; zenginliği Allah'ın kısmetine razı olmak; süs ve zîneti iyilik ve cömertliğe bürünmek; ibadeti kocasına güzel hizmet etmek; gayret ve himmeti de âhireti için hazırlıkta bulunmak olursa, bütün bunlar kendisinin "İyi Kadın" oluşunun alâmetleridir." Şakîk-i Belhî hazretleri hanımına şöyle dermiş: "Ey hatun! Belh'deki halkın hepsi benim yanımda olsa fakat sen bana karşı olsan, dinimi muhafaza etmeye gücüm yetmez." Medâyinî hazretleri de buyurdu ki: "Peygamberlerden biri, zevcesinin huyunun kötülüğünden Cenab-ı Hakka şikâyette bulunmuş. Cenab-ı Hak da ona: 'Bu kadını sana, ikâbdan (sıkıntı, eziyet) bir nasib kılmışızdır'diye vahyetmiş." Abdül-Melik bin Umeyr buyurdu ki: "Kadının yaşı ilerlediği zaman, rahmi kısırlaşır, konuşması pürüzlü olur, huyu da kötüleşir. Erkek ise, yaşı ilerledikçe görüşleri daha derli-toplu bir hale gelip olgunlaşır, hiddet ve gazabı söner, huyu da güzelleşir." Ebû Mutî el-Belhî hazretleri, Eyyûb bin Half'e, hanımının ezâ ve cefâlarından şikâyet yollu bahsetmiş. O da şu karşılığı vermiş: "Bir kimse, hanımının eza ve cefasına sabır ve tahammül edemezse, kendisinin derecesinin ondan üstün olduğunu da iddiâ edemez!" Hadis-i şerifte, "Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allahü teâlânın size emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!" buyuruldu. İyi davranmak, sadece hanımı üzmemek değildir. Onun verdiği sıkıntılara da katlanmak demektir. Yani bir erkek, ben iyi bir kocayım diyorsa, hanımından gelen sıkıntılara katlanması lazımdır. Peygamber efendimiz, "Hanımının kötü huylarına katlanan erkek, belalara sabreden Hazreti Eyyüb gibi mükafatlara kavuşur" buyurdu. İyi Müslüman olmak için hanım ile iyi geçinmek şarttır. Kur'an-ı kerimde de mealen, "Onlarla iyi, güzel geçinin!" buyuruluyor. (Al-i imran19) İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Hakikaten Selefin hepsi zevcelerine karşı sabırlı idiler. Onların ezâ ve huysuzluklarına mukabelede bulunmazlardı. Şu kadar var ki, yine onların hayrı için bâzan onları te'dib ettikleri de olurdu
.
Huysuzluğun sebebi!
2 Mart 2008 01:00
Fudayl bin Iyad hazretleri buyuruyor ki: "Dine uygun olmayan bir iş yaptığımı, hanımımın huysuzluğundan anlardım. Hemen o işime tövbe ettiğim zaman, hanımımın huysuzluğu da giderdi. Böylece tövbemin kabul edildiğini de anlardım." Aliyy-ül Havas hazretlerine hanımı küsmüştü. Hanımı, kocasına muhalefet etmek için ayrı testi, ayrı bardak kullanıyordu. Aliyy-ül Havas hazretleri, bir gün yanlışlıkla hanımının testisinden su içince, hanımı hemen testiyi kırmıştı. Hazret, "Testiyi niçin kırdın?" bile dememiş, hiçbir şey olmamış gibi davranmıştı. Bunun üzerine hanımı muhalefetinden vazgeçmişti. Osman el-Hattab hazretlerinin komşusu, Nureddin Şuni efendi anlatır: Bir gece dışarı çıktım eski bir hasıra sarılı birinin dışarıda yattığını görüp "Sen kimsin, burada niçin yatıyorsun?" dedim. "Komşu ben Osman el-Hattabım. Oğlumun annesi, beni evden kovduğu için sokağa çıktım, onun kızgınlığı gidinceye kadar burada yatmaya karar verdim" dedi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kadın, zayıf yaratılışlıdır. Zayıflığını susarak yenin! Evdeki kusurlarını görmemeye çalışın!" "Bir mümin, hanımına kızmasın! Kötü huyu varsa, iyi huyu da olur." "Müslümanların iman yönünden en üstünü, ahlakı en güzel olanı, hanımına, en iyi, en lütufkâr davranandır." "Müslümanların en iyisi, en faydalısı, hanımına en iyi, en faydalı olandır. Sizin aranızda hanımına karşı en iyi, en hayırlı, en faydalı olan benim." "Hanımının ve çocuklarının haklarını ifa etmeyenin namazları, oruçları kabul olmaz." "Haksız olarak hanımını dövenin, Kıyamette hasmı ben olurum. Hanımını döven, Allah ve Resulüne asi olur." "Kadınlarınıza eziyet etmeyin! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!" "Kocası razı oluncaya kadar, kadının namazları ve hiçbir iyiliği kabul olmaz." Namazları kabul olmaz, demek, namaz borcundan kurtulur, fakat namaz kılmakla meydana gelecek büyük sevaba kavuşamaz demektir. Namazı boşa gider demek değildir. Bir kadından kocası razı olmazsa, kadın, günahının cezasını çektikten sonra, Cennete girer. Cennete sadece kâfirler girmez. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
.
"Ben iyi olsaydım..."
3 Mart 2008 01:00
Hanımının güzel huylu olmasını isteyen, önce kendisi güzel huylu olmalıdır! Kur'an-ı kerimde, insana gelen musibetlerin, günahları sebebiyle geldiği bildirilmektedir. O halde, dinimizin emir ve yasaklarına riayet eden, hanımı ile iyi geçinir. İbni Ebil Hamayil-i Sevri hazretlerinin hanımı huysuzdu. Kocasına ağzına geleni söyler, onu rahat bırakmazdı. O mübarek zat da hep sabrederdi. Yine bir gün hanımının yaptığı huzursuzluktan kurtulmak için kerameten uçarak kaçmıştı. Hanımı arkasından bakıp, "Hele şuna bak, uçup kaçmakla elimden kurtulacağını sanıyor" diye söylenmişti. Uçan kurtuluyor, uçma imkanı olmayanlar ise, kaçmak suretiyle kavgadan, münakaşadan uzak durmaya çalışmalıdır. Haklı olduğunu ispata kalkışmamalıdır. Erkek, hep kendini kusurlu görmeli, "Ben iyi olsaydım, o böyle olmazdı" diye düşünmelidir. Hanımının iyiliğini, iffetini Allahü teâlânın büyük nimeti bilmelidir. Onun huysuzluklarına iyilikle muamele etmeli, iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona dua etmeli ve Allahü teâlâya şükretmelidir. Beterin beteri var, diye düşünmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Eşini döven, Allah'a ve Resulüne asi olur. Kıyamette onun hasmı ben olurum." "Allahü teâlâ, kıskançlığı kadınlara ve cihadı erkeklere yükledi. Hangi kadın, bu emre iman ederek sabrederse, şehid olan mücahid kadar sevap kazanır" hadis-i şerifinde de, kadınların sabır göstermelerine işaret buyurulmaktadır. "Kadının üzerinde en büyük hak sahibi kocasıdır, erkeğin de anasıdır." Müslümanın günahı çok olsa da, sonunda mutlaka Cennete girer. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "İyi kadınlar, Allah'a itaat eder ve kocalarının haklarını gözetir. Kocaları yokken, onların namuslarını ve mallarını, Allah'ın yardımı ile korurlar." (Nisa 34) Erkeğin kadına, kadının erkeğe karşı sorumlulukları ve huzurlu bir ailenin tesisi hakkında daha geniş bilgi için, Huzurun Kaynağı Aile kitabına (Arı Sanat, 0212 520 41 51) müracaat edilebilir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
.
Haçlıların korkulu rüyası: Selâhaddîn Eyyûbî
4 Mart 2008 01:00
Bugün, Eyyûbîler Devleti'nin kurucusu Selâhaddîn Eyyûbî'nin ölüm yıl dönümüdür (1193). Selâhaddîn Eyyûbî, tarihte az rastlanan özelliklere sahip İslam mücahidi bir liderdir. Babası Selçuklu Sultanının muhafızıydı. Gençliğinde iyi bir tahsil ve terbiye gördükten sonra, kısa denebilecek bir zamanda kendisine ordu komutanlığı, vezirlik ve arkasından da devlet başkanlığı nasip oldu. Tarihte çok az insana nasip olacak şekilde İslama hizmet etti. Selçuklu atabeklerinden Nûreddîn Zengî'nin komutanı iken onun desteği ile 1169'da Mısır Şii Fatımi devletine vezîr oldu. 1171'de Fâtımî Halîfesi Âbid ölünce, Mısır'da idâreyi bütünüyle ele aldı. 1175'te Eyyubi Devleti'ni kurarak, Şiî Fâtımîlerin bölgedeki izlerini tamamen ortadan kaldırdı. Böylece bölgede Ehl-i sünnet îtikâdı'nın yayılmasına büyük hizmet etti. Selâhaddîn Eyyûbî'nin bölgeyi tamamen kontrolüne alma gayretleri, bölge Hıristiyanları ile Avrupalı Haçlıları telaşa düşürdü. Kendisini öldürerek bölge hakimiyetine son vermek için yoğun bir mücadeleye giriştiler. ADİL HÜKÜMDARDI Selâhaddîn Eyyûbî, Haçlıların bütün saldırılarına, özellikle 3. Haçlı Seferi'nde kahramanca savaşarak, daha önce hiç karşılaşmadıkları bir şekilde onları yenilgiye uğrattı. 1187'de Kudüs şehrini ellerinden geri aldı. Kudüs'ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi; bütün Müslümanların gönlünde taht kurdu. Her fani gibi Selâhaddîn Eyyûbî de, 4 Mart 1193'te 56 yaşında Şam'da vefât etti. Yirmi beş senelik vezirlik ve sultanlık hayâtı, hep İslâmiyete hizmetle geçmiştir. Târihte pek nâdir yetişen şahsiyetlerden biriydi. Ehl-i sünnet inancına sahip olan Sultan Selâhaddîn, ilme çok değer verir, âlimleri himâye ederdi. Yüksek insânî meziyetlere sâhip, iyi huylu, cömerd, âdil, kültürlü ve müsâmahakâr bir hükümdârdı. Onun zamânında Şam medreselerinde ders veren altı yüzden fazla fakih vardı. Tabipler, edebiyâtçılar, şâirler, matematikçiler, kimyâgerler, mîmârlar ve diğer ilim sâhipleri memleketin gelişmesi için canla başla çalışırlardı. Zamânında yetişen âlimlerden İmâdüddîn el-Kâtib onun hakkında şöyle demektedir: "Sultan ile oturan bir kimse, onunla oturduğunun farkına varmaz, bir arkadaşıyla oturuyor zannederdi. Anlayışlı, dînine bağlı, temiz, hatâları affeder, kusûrları görmezlikten gelir ve kızmazdı. Asık suratlı durmaz, dâimâ tebessüm eder vaziyette olurdu. Bir şey isteyeni, boş çevirdiği görülmezdi. Söz verdiği zaman yerine getirirdi." Abdüllatîf el-Bağdâdî'nin de onun hakkındaki sözleri şöyledir: "Sözleri, kalplere tesir ediciydi. Yanına ilk girdiğim gece, meclisini âlimlerle dolu gördüm. Her biri çeşitli ilimlerden konuşuyorlardı. Müslüman olsun, kafir olsun herkes Sultan'ı çok seviyordu. Onun ölümüyle, insanlar hakîkî bir babayı kaybettiler, ölümüne üzülmeyen kimse kalmadı." Selâhaddîn-i Eyyûbî, düşmana karşı da, İslâmiyetin adâlet ve ihsân kurallarından hiçbir zaman ayrılmazdı. Haçlılar esir Müslümanları kılıçtan geçirdiği zaman, elindeki Hıristiyan esirlere, İslâmiyetin emrettiği şekilde güzel muâmelede bulundu. Hiçbir zaman onlar gibi yapmadı. Mısır ve Kudüs'ü fethedip, hazînelere sâhip olduğu hâlde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Lüzumsuz hiçbir şeye harcama yapmayıp, parayı zarûrî ihtiyaçlara ve askerî malzemelere sarf etti. Öldüğü zaman cebinden bir altın ile birkaç gümüş para çıktı. MÜCADELESİ İSLAM İÇİNDİ! Çok cesûrdu. Baştan başa çelik zırhlarla kaplı olan Haçlıları, göğsü açık, îmânlı bir grup askeriyle perişan ederdi. Hattâ bir defâsında da; "Et kemik iken demirle çarpışıyoruz, yüz olursak, karşımıza bin düşman çıkıyor, kaleler ateş saçıyor, denizler düşman kusuyor" demekten kendini alamadı. Yaptığı bütün harplerde, askerlerinin sayısı, düşmandan dâimâ azdı. Bütün muhârebelerini, İslâmiyeti yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhâfaza etmek için yapt
.
Önemli olan ilmin kendisidir!
5 Mart 2008 01:00
İslam büyükleri, her âlimden elde ettikleri bilgi ile amel etmeye azimkâr idi. Kendisinden ilim tahsil ettikleri âlimin, ilmi ile amel etmeye itina göstermemiş olması, onların azmini kırmazdı. Âlimin haline değil, ondan aldıkları bilginin gereğine bakarlardı. Sonra bu amellerinin sevabını, kendisinden ilim aldıkları üstadlarına bağışlarlardı. Hocalarına Cenab-ı Hak'tan mükâfatlar dilerlerdi. Nitekim bir eseri okudukları zaman, o eserin yazarı için de aynı şeyi yaparlardı. Bu kadar emek vermiş, göz nuru dökmüş böyle bir eser vucuda getirmiş. Kitaptaki ilimden istifade edip, bunun sahibini unutmayı, ona dua etmemeyi vefasızlık sayarlardı. Bunu zahmetli bir iş telâkki etmezlerdi. Çünkü her sözün sevabı, onu söyleyene aittir. Şu kadar var ki bu, herkes için değil, ancak Resûlullâhın ahlâkına uyarak O'nun bir vârisi sıfatıyla mü'minlere karşı şefkat ve merhamet eden âlimler için tahakkuk eder. İlim talebesi, başta ilim öğrendiği kimse olmak üzere herkesle iyi geçinmelidir! Hürmette kusur etmemelidir. "İnsanların hayırlısı onlarla iyi geçinen, insanların şerlisi de onlarla çekişen" buyurulmuştur. İlim talebesi çok edepli olmalıdır. Hocasının yanlış hallerine değil doğru sözüne, ilmine önem vermelidir. Büyük bir âlime, ilmi ne ile elde ettiği soruldu. Cevabında, "Hocamın her sözünü dinlemekle" buyurdu. Âlimler buyuruyor ki: "İlim talebesi, ilme ve ilim öğreten hocasına hürmet etmedikçe, öğrendiği ilmin faydasını göremez." Bu yüzden, mezhep ve itikad imamlarımıza ve ehl-i sünnet âlimlerine saygı ve hürmette kusur etmemelidir. İlim öğrenen ve öğreten her zaman kârdadır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Bir kimse, ilim öğrense, bununla amel etmese bile; bin rekat namaz kılmasından daha fazla sevap alır. Eğer öğrendiği ilimle amel eder veya başkasına öğretirse, hem bunun sevabını alır, hem de Kıyamete kadar bununla amel edenlerin sevabını alır." "İşlenen bir günah, âlime bir, cahile iki olarak yazılır. Âlim, günahı için azap olunur. Cahil ise hem günahı, hem de öğrenmediği için azap olunur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
.
Perişanlığın sebebi; nimetin kıymetini bilmemek!
5 Mart 2008 01:00
Bugün dünyada, nüfusunun yarıdan fazlası Müslüman olan "Müslüman ülke" adı verilen 60'a yakın ülke var. Bütün dünyada ise, toplam nüfusun dörtte biri yani 1.5 milyardan fazla Müslüman yaşamakta. Buna rağmen dünya siyasetinde Müslümanların yeri yok. Aksine, bunların büyük çoğunluğu maalesef perişan halde. ABD'nin, Avrupa'nın şunun bunun oyuncağı durumundalar. Bu ülkelerin normalde oturup, "bu neden böyle oldu, nerede hata yaptık" diye düşünmeleri, bir şeyler yapmaları gerekir, değil mi? Fakat ne mümkün! Bırakın bir şeyler yapmayı, düşünecek durumda bile değiller; çünkü, düşünme melekeleri yok edildi. Bu zillete düşmelerinin birçok sebepleri varsa da, başta geleni, nimetin kıymetini bilmemeleridir. Kaide belli; nimetin kıymeti bilinmezse elden gider... Yüce Allah, "Gönderdiğim nimetlerin kıymetini bilir, şükrünü yaparsanız, nimetlerimi artırırım. Şükrünü yapmazsanız elinizden alır, şiddetli azab ederim" buyuruyor. Cenab-ı Hak kullarına zulmetmez. Müslümanlar için Osmanlı bir nimet idi. Kıymeti bilinmedi. Hatta arkadan vuruldu. İşte bugünkü perişanlıklarının sebebi, bu ihanetin bedelidir. Bunu idrak etmedikleri sürece kurtulmaları mümkün değil. ANA YOLDAN AYRILINCA Şimdi gelelim, Osmanlı'dan sonraki bizim durumumuza: Osmanlı'nın teknolojik üstünlüğü kalmamıştı fakat, bir medeniyet sadece teknolojiden ibaret değildir. Osmanlı'nın bir de kültürü, dini inancı vardı. Aşırılıklardan uzak, orta yol olan Ehl-i sünnet yolu... İşte bu nimetin kıymetini de biz bilemedik. Osmanlı kültürü, her türlü baskıya rağmen 1970'li yıllara kadar öyle böyle devam etti. Daha sonraları arayışlar içine girildi. Akıl almaz yollara sapıldı. Önce mezhepsizlik, reform hareketi başladı. Osmanlı düşmanı, isyankâr ruhlu, Abduh, Cemalettin Efgani, Hasan el Benna, Seyid Kutup, Mevdudi, Hamidullah, Humeyni, gibi reformist kimselerin kitapları siyasetçilerin de desteği ile tercüme edilip, piyasaya sürülerek, inananlar dinde reforma ve isyana teşvik edildi. Dış destekli; özellikle İngiliz destekli bu reformistlerin rehberliğinde Osmanlı'dan gelen nakli esas alarak, dini fıkıh kitaplarından öğrenme kaidesi bir tarafa bırakıldı. Her Müslüman bir Kur'an meali ve tefsiri alsın, bir de hadis külliyatı edinsin ve kendi kafasına, kendi görüşüne göre hüküm versin, garabetine düşüldü. İşte bu yanlış metot yüzündendir ki, Müslümanlar arasında pek çok hizip, fırka, görüş çıktı. Kafalara zerk edilen bu bozuk fikirler, metotlar İslama ve Müslümanlara çok zarar verdi, Müslümanların kafalarını karıştırdı. Bundan dolayı bir boşluk meydana geldi. Herkes bir arayış içine girdi. Hem de ne akıl almaz arayışlar... 1970'li yılları yaşayanlar hatırlarlar. Önce siyasi destekli Kaddafi hayranlığı başladı. Dinle alakası olmayan, sinsice sosyalizmi aşılayan "Yeşil Kitab"ı bir anda meşhur oldu. Neredeyse Müslümanların el kitabı haline geldi! Az da olsa, aklıselim sahibi insanlar çıktı. Yapmayın etmeyin, bunun İslamiyetle alakası yok, dediler. Zamanla Kaddafi'nin ne olduğu anlaşıldı. Hayranları başlarını önlerine eğmek zorunda kaldılar. Fakat araba bir kere yoldan çıktı mı nerede duracağı belli olmuyor! Bu defada Vehhabilik hayranlığı başladı. Zamanla bunların da ne olduğu anlaşıldı... FIKIHSIZ DİN DAYATMASI! Bu defa da Humeyni âşıkları türedi. Bir anda memleketimizi, "Şahın zulmü Ömer'in zulmünü geçti" diyen Humeyni'nin Şiiliği anlatan kitapları istila etti. Çok şükür, devletimizin de desteği ile bu faaliyetler de durduruldu. Şimdi de, yine Batı'nın telkinleri ile, fıkıhsız, kuralsız; bütün dinlerin kardeş din, hak din kabul edildiği, hangi dinden olursa olsun herkesin Cennete gideceği esasına dayalı, "Ilımlı İslam" modeli dayatılmaktadır. İnşaallah fazla zayiat vermeden bu badireyi de atlatırız!.
.
Kapıları herkese açıktı
6 Mart 2008 01:00
İslâm büyükleri, gizliden gizliye kendilerine düşman oldukları halde dostluk gösterisinde bulunanlarla da münasebetlerini kesmezler idi. Böylelerinin ikiyüzlülüklerini bilmezlikten gelerek, onlarla oturup kalkarlar, onların kendilerine yaklaşma isteğini reddetmezlerdi. Belki gün gelir, ikiyüzlülüğü bırakır, samimi Müslüman olur, diye sabrederlerdi. Tabiî onlara karşı bir açık vermemeye, onlardan kendisine gelecek zararlara da son derece dikkat ederlerdi. O halde, bu kabil kimselerle oturup-kalkanların, büyüklerin bu ahlâkına bihakkın vakıf olmaları, ilm-i siyaseti, nerede nasıl davranacağını çok iyi bilmeleri ve bir açık vermemek için çok dikkatli olmaları gerekir. Onların zararlarından korunmaları gerekir. Yoksa sözde dost görünen herhangi bir münafık onun ufak bir yanlışına muttali olursa, orada burada onun hakkında ileri geri konuşmaya, ona zarar vermeye kalkar. Demek ki tam bir dirayet ve üstün bir basiret sahibi olmayanların, sadece sadakatine inandıkları kimselerle düşüp-kalkması lâzımdır. Aksi halde, dost görünen düşmanların şerrinden emin olamaz! Kendi ve ilmine güvenmeyenlerin rastgele insanlarla görüşmesi uygun olmaz. Bunların sadece iyi insanlarla görüşmesi gerekir. Bunun için akıllı, ilim sahibi, iyi ahlaklı, doğru sözlü, cömert ve günahlardan kaçan kimselerle görüşmeli, arkadaşlık etmelidir! Kur'an-ı kerimde, "Benim yolumda gidenlere uy!" buyuruluyor. (Lokman 15) Allahü teâlâ Hazreti Davud'a vahyetti ki: "Beni sevmeyenlerle arkadaşlık etme! Bunlar senin düşmanındır. Kalbini karartır ve seni benden uzaklaştırır." Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki. "Kişinin dini arkadaşının dini gibidir. Şu halde kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin!", "Kişi sevdiği ile beraber olur" yani, bir kimse, salih bir mümini sever, onun gibi itikada sahip olup, onun gibi amel işlemeye gayret eder, Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını da düşman bilirse, ahirette sevdiği kimse ile birlikte Cennette olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
.
Hâl ile örnek olurlardı
7 Mart 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir ahlâkı da, din kardeşlerinin iyiliklerini takdir edip ayıplarını görmezlikten gelmeleri idi. Onlar, herhangi bir Müslümanın, bir aybından dolayı alay edilmesini doğru bulmazlardı. Onların nazarında herkes sanki iyi kimse idi. İyi bir kimse de, sırf nefsi hesabına başkalarına düşmanlık edemezdi. Tabii ki, gerçekten düşmanlık ve çekememezlik illetine müptelâ olanların hâli bunun dışındadır. Bu davranış şekline karşı çıkarak, "Böyle bir ahlâka sahip olanların diğerlerine pek faydası olamaz. Çünkü, arkadaşlarının kusurunu görmemekte, gördüklerini de güzel ve geçerli bir manaya çekmektedir. Bu durumda, günah işleyen arkadaşlarına karşı uyarıcı ve sakındırıcı nasihatlerine yol kapanmış olur. O halde hidayet yolunda başkalarına faydalı olamaz" diyenlene şöyle cevap verirlerdi. "Böyle bir insan, Allah dostunun sohbetine devam ederek bunun güzel hallerine şahid olur, o söylemese bile yaptığı yanlışlıkları kendiliğinden görür. Zamanla yaptıklarından utanır, bunlardan uzaklaşarak güzel hâl sahibi olur. Lisan-ı hâl, lisan-ı kalden entaktır, buyurulmuştur. Yani insanın hâl ve hareketi, sözünden daha tesirlidir. Hakiki Müslümanların hâllerine bakıp kendini düzeltenler olduğu gibi Müslüman olan kâfirler de çoktur. Bunlardan biri şöyle: Gayrimüslimlere ait bir ticaret kervanı gelip, gece Medine'nin dışına kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Halife Hz. Ömer, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahman bin Avf'ın evine gelip, "Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat bize sığınmıştır. Eşyaları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım" dedi. Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. Kervandakilerden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden iki şahıstan birinin Halife Ömer olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan eden, adaleti ile meşhur, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslamiyet'in hak din olduğunu anladılar ve seve seve Müslüman oldular. T
..
İslâm büyüklerinin istigfarı
8 Mart 2008 01:00
Allah adamları, düşmanları ve çekemeyenleri çoğaldığı zaman, Allah'a daha çok şükür ve istigfar ederlerdi. Başkalarının çekememezlik gösterdiği bir nimeti kendilerine ihsan ettiğinden dolayı Allah'a şükrederlerdi. Sonra çok istigfar etmeleri ise, başkalarının çekememezlik günahına düşmesine kendilerinin ve kendilerine verilen nimetlerin sebeb olması bakımından idi. Onların bu istigfarı, kendilerine verilen nimetler vesilesiyle sadece onların vera' ve takvasından ibarettir. Yoksa o nimetlerin onlara gelmesi ve bu yüzden başkalarının çekememezlik illetine düşmesi, onların elinde olan bir şey değildir. Bu nevi istigfarlara "İslâm büyüklerinin istigfarı" denilir. Onların ayrıca, kendilerine hased ederek din ve ahlâkını bozmak isteyenlere acımaları ve onlar için de istigfarda bulunmaları da böyledir. Yani onların kemâl mertebedeki vera' ve takvalarındandır. Onlar bu gibi ahvâlde, şu meâlde duâ ve istigfar ederler: "Allâhım, bize hased edenleri de bağışla! Zira onlar, gönüllerinin darlığı sebebiyle kendilerine verilmemiş olan nimetleri başkalarında görmeye tahammül edemiyorlar. Eğer onların nefsi bunları hazmedebilseydi, hakkımızda çekememezlik etmezlerdi!" İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Zamanımızda bu ahlâkına sahib olanlar iyice azalmıştır. Şimdikilerin çoğu, kendilerine hased edenlerin başına her türlü kötülüğün gelmesini temenni ediyorlar! Beddua ediyorlar. Halbuki lanet etmek, beddua etmek iyi değildir. Çünkü hadis-i şerifte, "Bir kimse lanet edince, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner" buyurulmuştur. İbni Mübarek hazretleri, çocuğunu kötü ahlakından dolayı şikayet edene, "Çocuğa beddua ettin mi?" dedi. O da, evet deyince, "Çocuğun ahlakını sen bozdun" buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Kendinize, malınıza ve çoluk çocuğunuza beddua etmeyin! Duaların kabul olduğu bir saate rastlar da bedduanız kabul olur." (Haksız olarak yapılan beddualar kabul olmaz.) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
.
Saygıda kusur etmezlerdi
9 Mart 2008 01:00
İslam büyükleri, ilim gördükleri hocalarına karşı çok edepli ve terbiyeli davranırlardı. Onlardan herhangi biri, kendisine Kur'ân-ı kerimden sûre veya âyet okutan veya herhangi bir ilim öğreten hocalarına karşı, aslâ terbiyesini bozmuş, bir hafiflikte bulunmuş değildirler. Onlar, hocalarının önünü kesmez, onların bulunduğu yerden hayvanın üzerinde olarak geçmezlerdi. Zamanla ilerleyip Şeyh'ül İslâm olsalar veya şeyhliğe yükselseler bile, hocalarına saygıda kusur etmezlerdi. Onlar, hocalarını, hocalarının âile fertlerini ve uzak yerlerden gelerek hocalarının ilim yuvalarına sığınmış bulunan kimseleri, çeşitli hediyeler ve ikramlarla mükâfatlandırırlardı. İbni Ebî Zeyd hazretleri, çocuğuna Kur'ân-ı kerim öğreten hocaya yüz dinar ikramda bulunmuştu. Hoca da bu kadar büyük bir mükâfatı hak ettirecek bir şey yapmadığını söylemiş. İbni Ebî Zeyd de "Bu zat, galiba Kur'ânı büyük bir şey telâkki etmiyor" diyerek çocuğunu alıp başka bir hocaya göndermişti. İmam-ı Şarani hazretleri anlatır: Büyüklerin bu ahlâkı ile ahlâklanmak hamdolsun bize de nasib olmuştur. Fıkıh hocam Şeyh Hasan Halebî idi. Kendisine hürmetim sonsuzdu. Ölünceye kadar onun ve çocuklarının elbisesini her sene ben yaptırırdım. Bununla beraber hocamın hakkını ödemiş olduğumu söyleyemem. Üstad Şemseddin Dimyatî ile birlikte bir yere gidiyorduk. Yolda bir âmâ ile karşılaştık. Kızı elinden tutmuş geliyordu. Üstad onu görünce hemen hayvanından indi ve âmânın elini öptü. Uzun müddet de onunla beraber yürüdü. Dönüp geldiği zaman kendisine, bu zatın kim olduğunu sordum. Dedi ki: "Ben çocuk iken bu zattan bir miktar Kur'ân-ı kerim dersi almıştım. Hocamdır. Onunla karşılaşınca hayvan üzerinde geçip gitmekten hayâ ettim!" Üstad Şemseddin Dimyatî ki, o, şöhreti her tarafa yayılmış; itikadı, ilmi, hüsn-i hâli ile hükümdarlar yanında büyük bir mevkii olan bir zat idi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Eğer ben' demeseydin..."
10 Mart 2008 01:00
İslam büyükleri talebenin benlik davasında bulunmasından hoşlanmazlardı. Sadece verilen vazifeyi yapmalarını, gerisinin kendilerine bırakılmalarını isterlerdi. Derviş Yunus kırk yıl odun taşır, sırtı yara olur, bir gün kendi kendine "Bu kadar sene çalıştım, fakat hocamız bana bir derece bile vermedi" der. Bu durum hocasına malum olur. Yunus Emre yine bir gün dağdan odun getirmeye gider. Odunu yükler sırtına, dönüş için koca dağın tepesine çıkar. Burada şehre inmek için dinlenirken, iri yarı genç bir delikanlı yanına gelir. 60'lık ihtiyar olan Yunus Emre'nin odununu alıp tepeden aşağı getirdiği yere yuvarlar. Halbuki Yunus Emre'nin o odunları toplaması saatlerini almıştı. Zira eğri odunları almaz, düz odun toplamak için dağ tepe dolaşırdı. Yunus Emre kızar ama sadece "Evladım ben genç olsaydım bu zulmü bana yapamazdın" diye söylenir. Delikanlı kerametle hemen şeklini değiştirir, Yunus Emre bakar ki bu genç kendi hocası. Özür dilemeye başlar ama hocası der ki: "Evet kırk yıldır odun taşıyorsun, ama benlikten kurtulamadın, ben genç olsaydım dedin, eğer "ben" demeseydin seni çok yüksek makamlara eriştirirdik!" Musa aleyhisselam Peygamber iken Hızır aleyhisselama talebelik yapmıştır. Onun için âlimler "Talebe, rütbe itibarı ile hocasından üstün olsa da, hocasına tevazu göstermelidir. İlim talebesi, ilme ve ilim öğreten hocasına hürmet etmedikçe, öğrendiği ilmin faydasını göremez" buyurmuşlardır. Hazreti Ali'nin, "Bana ilimden bir harf öğretenin kölesiyim" buyurması, hocaya hürmetin önemini göstermektedir. Bir harften maksat, ilimden bir meseledir. Tevazuun aşırı şekline temellük denir. Nefsini zelil etmek demektir. Bunu yapmak caiz olmaz. Temellük, ancak hocaya, üstada, âlime karşı caizdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Üstad hariç, temellük mümin ahlakından değildir." "Hocaya hürmet eden, Rabbine hürmet etmiş olur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
Hak teâlânın rızasına kavuşmak için
11 Mart 2008 01:00
Allah adamları, hoca hakkına ana-baba hakkından daha çok önem verirlerdi. Hocasına hürmet göstermedikçe, ilimden fayda görmeyeceğini bilirlerdi. Hocasının yanında izinsiz konuşmaz, konuşmak icap edince de az konuşurdu. Mecbur kalmadıkça sual sormazdı. Hocası, kendisine hitap ederse, ona bakar, başka hiçbir yere bakmazdı. Hocasından hoşuna gitmeyen bir işi görürse, kötü düşünmezdi. Hazreti Musa ile Hazreti Hızır'ın kıssasını hatırlardı. Abdullah-ı Ensari Hirevi hazretleri "Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor, sana kavuşamayan onları tanımıyor" buyurdu. Bunun için Hak teâlânın rızasına kavuşmak için hocasının rızasına kavuşmayı, talebeler kendine şart bilirlerdi. Hocalarına tam teslim olurlardı. Cenab-ı Hakkın rızasına kavuşmak için hocasının sohbetini büyük nimet bilirlerdi. Talebe edeplerden birkaçını yapamadığı için üzülürse ve edepleri yerine getiremezse, yani uğraştığı halde başaramazsa affa uğrayabileceğini, aksi takdirde edepleri gözetmez ve bundan dolayı üzülmezse, hocasının feyz ve bereketlerine kavuşamayıp helak olacağını bilirdi. Hocasının her işi, kendisine iyi ve güzel görünmedikçe, onun yüksekliklerinden hiçbirine kavuşamayacağını bilirlerdi. Hocasına sevgi ve bağlılığı olmakla beraber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu felaket kabul ederlerdi. Hadis-i şerifte, "Babalar üçtür. Bunların en iyisi ilim öğretendir" buyuruluyor. Yine hadis-i şerifte, "Babanın çocuğuna duası, Peygamberin ümmetine olan duası gibi makbuldür" buyuruluyor. İlim babası olan üstadın duası, elbette daha kıymetlidir. İmam-ı Şafii hazretleri, bir çobanı görünce ayağa kalkar. Yanındakiler, "Bu çobana hürmetinizin sebebi nedir?" diye sual edince, "Bu zat, bana kitaplarda bulamadığım ilimden bir meseleyi öğrettiği için, yani benim hocam olduğu için hürmet ediyorum" buyururdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Batı'nın istediği İslâm modeli
11 Mart 2008 01:00
Batı Hıristiyan âleminin İslam aleyhtarlığı, geçmişte olduğu gibi bugün de bütün hızı ile devam ediyor. Asırlardır, kılıç ve silah gücü ile yıkamadıkları İslamiyeti şimdi içeriden yok etme peşindeler. Gerçek Hıristiyanlığın, işlerine gelmeyen kurallarını dinde "reform" yaparak ortadan kaldırdılar. Böylece herkes istediği gibi dini yorumlayarak, dinin kurallarından kendilerini sıyırdılar. Dini yalnızca ahlâkî bir sistem haline getirdiler. İzafi bir kavram olan ahlâkı da kendilerine göre yorumlayarak, her türlü ahlâksızlıklarına birer kılıf buldular. Şimdi de, aynı taktik ile İslamda "reform" yapmak istiyorlar. Geçenlerde, Diyanet'in hadis-i şeriflerle ilgili çalışmasını İngiliz basınının büyük bir zevkle ve heyecanla vermesi, Batı'nın İslam'da reform yapılmasındaki kararlılığını gösteriyor. Nasıl bir İslam istediklerini bakınız nasıl ifade ediyorlar: "HIRİSTİYANLIK REFORMU GİBİ" "Türkiye İslam'ı yeniden yorumluyor... Chatham House adlı düşünce kuruluşundan Fadi Hakura'ya göre bu Hıristiyanların reform hareketine benzeyen bir girişim." (BBC) "Hadislerin yeniden yorumlanması çalışması "devrim niteliğinde" bir çaba..." (The Daily Telegraph) "Türkiye'deki dini yetkililer, Muhammed Peygamber'in yaptıkları ve söylediklerinin yeniden yorumlanması çalışmasını tamamlamaya yakınlar. Projenin amacı, İslam hukukundaki diğer unsurların yanı sıra, kadınlarla ilgili hadisleri yeniden yorumlamak. Çağa uygun hale getirmek." (Financial Times) "Türkiye 21'inci yüzyılın İslam yorumunu arıyor... Diyanet'in çalışmasında İslam hukukunun temellerinin yeniden yazılması ve Kur'an-ı Kerim'in modern çağa göre yeniden yorumlanması hedefleniyor. İslam inancının Batı değerleriyle bağdaştırılması da hedefler arasında. Son derece iddialı ve kapsamlı bir çalışma olan bu İslami reform projesi yıllar alabilir." (The Guardian) Görüldüğü gibi Batı basınının tek istediği dinde Reform... Çağımıza uygun İslam adı ile, dinin asli kaynağı olan Kur'an-ı kerimin ve Hadis-i şeriflerin yeniden yorumlanarak; kuralları, emir ve yasağı, haramı helali olmayan, tamamen ahlâkî, felsefi esaslara dayalı, ismi İslam fakat gerçek İslam ile ilgisi olmayan, Hıristiyan patentli bir İslam modeli ortaya çıkarmak. The Guardian'ın yazdığı gibi bunda aceleleri de yok. 1750'li yıllarda, Müslümanların kafasını karıştırmak, birbirine düşürmek ve bu arada Arabistan'da "Vehhabiliği" kurmak maksadıyla İslam ülkelerine gönderdikleri binlerce casustan biri olan Hempher, hatıralarında aceleci olmadıklarını, nihai hedeflerini bakınız (özetle) nasıl anlatıyor: MEYVELERİ TOPLAMA ZAMANI! Çalışmalarımdan gözle görülür bir netice alamayınca, ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istediğimde, Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi: Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Bu tohumların meyvelerini en az yüz, yüzelli senede alabileceğiz. Çünkü, bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri ve onların kitapları olmuştur. Bunları yok etmedikçe onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, fıkıh kitaplarını, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, "uydurmaydı, değildi" diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlatacağız... Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir. (İngiliz Casusunun İtirafları, Hakikat Kitabevi, 0212 523 45 56) Günümüzde İslam ülkelerinde; mezhepler, fıkıh, ilmihal kitapları artık senet, vesika kabul edilmediğine, herkes âyette, hadiste yeri var mı diye sorduğuna göre, herhalde şimdi meyveleri toplama zamanının geldiğine inanıyorlar.
Hürmetsizliğin cezası!..
12 Mart 2008 01:00
Şihabüddin-i Sühreverdi hazretleri vasiyetinde buyurdu ki: "Üstadına hürmet etmeyen, üç türlü belaya maruz kalır: 1- Kendisine bilgi müyesser olmaz. 2- Bildiklerini de unutur. 3- Ömrünün sonunda fakirliğe düçar olur." Hoca hakkı, ana-baba hakkından daha üstündür. Bunun sebebi ise; Ana-baba evladı büyütür, bakar, kötülükten, haramlardan korur, ibadete alıştırır. Hoca ise, hem dünya ve hem de ahiret hayatını kazandırır, din ve diyanetini, Ehl-i sünnet itikadını, farzları, haramları öğretir. Bir insanın, ilim öğrenebilmesi ve doğru yolu bulabilmesi için, bir öğreticiye ihtiyacı vardır. Çünkü hadis-i şerifte, "İlim üstaddan öğrenilir" buyuruldu. Kur'an-ı kerimde ise mealen, "Eğer bilmezseniz, bilenlerden sorun!" buyuruldu. (Nahl 43) Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için de sebeplere yapışmak, bir âlimin gösterdiği yolda gitmek gerekir. Kur'an-ı kerimde mealen "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve Onun rızasına kavuşmak için, vesile arayınız!" buyuruluyor. (Maide 35) Bu âyet-i kerimeden de bir öğreticiye ihtiyaç olduğu anlaşılmaktadır. Bir kimsenin rehberi, mürşidi olmazsa, şeytan ona rehber olur. Şeytan rehber olunca da, kendisine tâbi olanı uçurumdan uçuruma atar. Mürşid, talebesine ilmin başı olan, marifetullahı tanıtır. Peygamber efendimiz, ilmin inceliklerini, acayipliklerini soran köylüye buyurdu ki: - İlmin başını öğrendin mi? - İlmin başı nedir ki? - İlmin başı, Allahü teâlâyı hakkıyla tanımaktır. Gerçek ilmin aslı marifetullahtır, yani Allahü teâlâyı tanımaktır. İlmin veya başarının başı da sabır. Hadis-i şerifte, "İbadetin başı sabırdır" buyuruldu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "İlimden bir şey öğrenmek, dünya ve içindeki her şeyden daha iyidir.","İlim öğrenmek amelden kıymetlidir.", "Hiç kimse cahillikle aziz, ilim ile de zelil olmaz." Te
.
Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım!
12 Mart 2008 01:00
Dün, dış basının, bazı hadis-i şeriflerin "ayıklanması" ile ilgili çalışmalardan duydukları memnuniyetten bahsetmiştik. Bugün de, bu hadis-i şerif çalışmalarını yürüten akademisyenlerin, 'yapılan çalışmanın onların anladığı gibi olmadığına' dair verdikleri cevaplardan söz etmek istiyorum. Ancak, verilen bu cevaplar halkımızı tatmin etmedi. Cevapların bir kısmı kapalı, muğlak. İfadeler, yapılmak istenenler net değil. Bazıları da, dolaylı olarak ifade edilse de, dış basını doğrular mahiyette. Gerçek belki böyle değil ama görüntü böyle! En önemlisi, böyle bir çalışmaya gerçekten ihtiyaç var mıydı? Halkımız, avam için yazılmış ilmihal kitaplarını bile anlamaktan âciz iken, onları hadis deryasına sokmanın faydasını zararını iyi hesap etmek gerekir. Yüzme bilmeyeni denize itip, sonra da, yüzme öğrenseydi, demek akla da mantığa da aykırı. Şimdi gelelim verilen cevaplara: YOK MU FARZ EDELİM? Verilen cevaplarda deniliyor ki: "İslam'ı değil dindarlığımızı, kendimizi reforme ediyoruz. Müslümanlar dinî bilgilerini yenilemek, dindarlıklarını güncellemek zorundadırlar. 'Dini 8. asırdakiler anladı, bu bize yeter' diyemez!" Kapalı olan, net olmayan işte bu tür açıklamalar. İslam'ı değil, kendimizi reforme ediyoruz, dindarlığımızı güncelleştirmek istiyoruz, ne demek! Güncelleştirme yeni bilgiler, yeni değişiklikler üzerinde yapılır. Yeni vahiy, yeni dinî bilgiler gelmediğine göre neyimizi güncelleştireceğiz? Ayrıca, "Dini 8. asırdakiler anladı, bu bize yeter' diyemez!" sözü de çok iddialı bir çıkış. Sekizinci asır, mezheplerin şekillendiği, ortaya çıktığı bir devir. Dört mezhep imamlarından olan, İmamı A'zam Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Hanbel gibi İslam fıkhının dört direği olan zatların ve bunların yetiştirdiği fıkıh âlimlerinin anladıkları ile yetinmeyip de kimin sözü ile yetineceğiz. Akşam başka sabah başka hüküm bildiren, halkımızın kafasını karıştırmak için televizyon televizyon dolaşıp şaklabanlık yapan ilahiyatçıların sözleri ile mi yetineceğiz, dinî bilgilerimizi güncelleştireceğiz. 1200 yıldan beri, bütün İslam âlemi bunlarla yetinmişken, biz niçin yetinemeyiz? Bu, dinde yeni bir anlayış, yeni bir yaklaşım, başka bir ifade ile bir çeşit reform olmayacak mı? O zaman İngiliz basınına olayı çarpıttı diye niçin kızıyoruz? Başka bir kurul üyesi de, "İnsanların Peygamberin sahih hadis ve sünnetini kolayca anlayarak, uygulayabilecekleri, bilimsel bir kılavuz hazırlıyoruz. İnsanlar bu kitabı okuduğunda örneğin kurban konusunda Peygamberimizin hem sözlerini hem de uygulamalarını bulacak, doğrusunu yapacak!" diyor. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, ibadetlerin doğru olarak yapılabilmesi için, fıkıh kitaplarını, ilmihal kitaplarını 1400 yıllık uygulamaları bir tarafa bırakıp hadis-i şerifleri esas almak gerekir. Bütün usul ve akaid kitaplarında geçen; "dinin kaynağı dörttür; Kur'an-ı kerim, Hadis-i şerifler, İcma ve Kıyas" kaidesi ne olacak! 21. yüzyıldayız diye mezhepleri artık yok mu farz edeceğiz? Bu da bir çeşit reform sayılmaz mı? Dün bahsettim, asırlardır İslama zarar vermek isteyen dış güçler de bunu istemiyorlar mıydı? OYUNA GELMEYELİM! Açıklamada, Peygamber efendimizin kadınlarla ilgili söylemeyeceği hadisleri ayıklıyoruz, denilmekte. Peki kime göre söylemediği! Batı'nın, "modern kadın" yaklaşımı esas alınacaksa, pek çok sahih hadis bu "modern aklın" hışmına uğrayacak demektir. Dış basının, kadını sokağa çekerek, aileyi yıkma oyununa gelmeyelim! Meal kapısı açılarak, yüzlerce farklı meal piyasaya sürülerek yeteri kadar halkın kafası karıştı zaten. Şimdi de, hadis kapısı aralanarak, halkın kafasını karıştırmak kimseye fayda getirmez. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Diyanet'in akademisyenlere yaptırdığı bu çalışmayı tekrar gözden geçireceğini umuyorum.
.
Rütbelerin en üstünü
13 Mart 2008 01:00
Bedreddin-i Serhendi hazretleri buyuruyor ki: İmam-ı Rabbani hazretleri, gençleri ilim öğrenmeye teşvik ederdi: Kitap okuyun, ilim öğrenin, cahil sofu, şeytanın maskarası olur, rütbetül-ilmi a'ler rüteb yani, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir, buyururdu. İlim öğrenmek ve bundan istifade edebilmek için de şunlara dikkat etmek gerekir: 1- Önce niyetini düzeltmeli, cahillikten kurtulmayı düşünmelidir! Allahü teâlâ, "Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu" buyurdu. 2- İnsanlara faydalı olmayı düşünmelidir! Hadis-i şerifte, "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır" buyurulmaktadır. 3- Öğrendikleri ile amel etmeye çalışmalıdır. Çünkü, "Amelsiz ilim vebal, ilimsiz amel sapıklıktır" buyurulmuştur. 4- İlim öğrenmekten maksat, Cenab-ı Hakkın rızasını talep olmalıdır. Allahü teâlâ, ihlâsı, salih ameli övmektedir. 5- Üstüne lazım olmayan şeye karışmamalıdır. Lokman Hakîm'e, "Bu dereceye ne ile kavuştun?" diye sual ettiler. "Doğruluk, emanete riayet ve bana lazım olmayanı bırakmakla" diye cevap verdi. 6- Biri ile münakaşa ederse, ona karşı insaflı olmalı, yumuşak davranmalıdır ki kendisi ile cahil arasındaki fark belli olsun. 7- Sabırlı olmalıdır. İbni Abbas hazretlerine, "Bu ilmi ne ile elde ettin?" diye sual ettiler. Cevabında, "Darlıkta, genişlikte sabretmekle, sual sormakla ve yorulmayan bir azimle" buyurdu. Yine büyük bir zat aynı suale, "Erken kalkmakla, son derece alçak gönüllü olmakla, kuvvetli azim ve sabırla" diye cevap verdi. 8- İlim talebesi, herkesle iyi geçinmelidir! "İnsanların hayırlısı onlarla iyi geçinen, insanların şerlisi de onlarla çekişen" buyurulmuştur. 9- Çok edepli olmalıdır. 10- Büyük bir âlime, ilmi ne ile elde ettiği soruldu. Cevabında, "Hocamın her sözünü dinlemekle, peki demekle" buyurdu. Âlimler buyuruyor ki: "İlim talebesi, ilme ve ilim öğreten hocasına hürmet etmedikçe, öğrendiği ilmin faydasını göremez." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.m
.
Gerçek mü'minin alâmetleri
14 Mart 2008 01:00
İslam büyükleri, vasıfları ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde bildirilen müminler gibi olmaya çok gayret gösterirlerdi. Yahyâ bin Muaz hazretleri, mü'minin sıfatlarını bildiren bir risale yazmıştı. O, mü'minin vasıflarından üç yüz kadarını saydığı bu risalesinde şöyle diyordu: "Mü'min; hayâsı çok ezası az, hayrı çok fesadı az olacak. Dilinden yalan sadır olmayacak. Konuşması, yanlışı ve fuzûlî işi az; fakat iyiliği ve iyi amelleri çok olacak. Yakınlarını gözetecek, ağırbaşlı ve kadirbilir olacak. Geçim sıkıntısı çektiği zaman, Allah'ın takdirine ve kısmetine razı olacak. Din kardeşlerine karşı daima halîm selîm, iffetli ve şefkatli olacak..." "Mü'min; lânetçi, söğücü, koğucu, gıybetçi, kınayıcı, kırıcı, aceleci, kinci, kibirli, kendini beğenmiş, hasetçi, inantçı olmayacak. Dünyaya düşkün, uzun emelli, cimri, gâfil, çok uykulu, münafık huylu olmayacak. Riyakâr, cür'etkâr, hafifmeşreb, hasis, ayıp araştıran bir casus da olmayacak..." "Mü'min; Allah için sevecek, Allah için buğzedecek, Allah için hoşnud olacak, Allah için gazablanacak. Mü'minin azığı takvâ, arzusu ahiret, yoldaşı zikir, sevgilisi Mevlâ olacak! Ve hep ebedî saadeti için çalışacak." Mâlik bin Dinar, münafıkların çokluğuna ve tehlikesine işaretle buyurdu ki: "Eğer her münafığın, ikiyüzlünün bir kuyruğu bulunsaydı, mü'minler yürüyecek yer bulamazlardı!" Hazreti Huzeyfe derdi ki: Resûlullâh zamanında bir defa söylenmesi ile münafık kabul edilen bir söz şimdi bir oturumda on defa söyleniyor. Size münafıklar hakkındaki bir hadisi şerifi naklediyorum: (Münafığın gayreti yemek ve içmektir. Mü'minin gayreti ise, oruç ve namazdır!) Mü'minlerin sıfatları hakkında hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kendisi için sevdiğini din kardeşi için de sevmedikçe hiçbiriniz mü'min olamazsınız!", "Müslüman elinden ve dilinden emin olunan kimsedir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
.
Önemli olan "iyi insan" olmak
15 Mart 2008 01:00
Allah adamlarının bütün gayesi, cenab-ı Hakkın bildirdiği "iyi insan" özelliklerine sahip bir insan olmaktı. Çünkü iyi insanı, Cenabı Hak da sever, insanlar da. İyi insan olmak için olgun Müslüman olmak gerekir. Zaten Müslüman, iyi insan demektir. Müslümana mümin de denir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Müminler, kurtuluşa ermiştir. Namazlarını huşu içinde kılar, boş şeylerden yüz çevirir, zekatlarını verir, iffetlerini korurlar." (Müminun 1-5) "(Müminler) büyük günahlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelenince kusurları bağışlar ve işlerini aralarında istişare ederler." (Şura 37,38) Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: "Mümin akıllı, basiretli ve uyanıktır. Her işte Allah'ın rızasını gözetir. Acele etmez, ilim sahibidir, haramlardan da kaçar." "Mümin, koku satana benzer. Yanına oturan, beraber gezen veya onunla iş yapan faydasını görür." Mümin, tevekkül sahibidir, başına gelenlerden şikayetçi olmaz. Çünkü, şikayette bulunmak nimetleri unutmaktır. O nimetler akla geldiği zaman, şikayetinden hemen tövbe istiğfar eder. Bilir ki, sabrın sonu selamet olmaması mümkün değil. Sabır dönemini iyi kullanır. Eğer bu dönemin sonunu beklemezse, bütün belaların artacağını, daha da fazlalaşacağını bilir. Eğer, o sabrı, zamanını iyi kullanırsa sonu selamet olur. Şunu iyi bilir ki, varlıkta Allah'a ibadet, daha zor. Çünkü varlıkta nefsin bütün arzuları ayakta, yoklukta zaten yok. Ama varken, nefsi frenlemek daha zordur. Bunun için, ne oldum delisi olmaz, insanların takdirlerine kulak asmaz. Bir İslam büyüğü buyurdu ki: Aslımız bir avuç toprak. Cenab-ı Hak, dünya nimetlerini kullanma yetkisi, imkânı vermiş, bunu da, ya hayırda, ya şerde kullanacağız. Gelin, neyimiz varsa hayırda kullanalım. Hayırlı sonuçlar alalım. Şerde kullanırsak şerle karşılaşırız. Ahirette Cennetten Cehennemden başka yer yok, unutmayalım. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Teşekkürün en büyük alâmeti
16 Mart 2008 01:00
İslam büyükleri iyi insan olmanın üzerinde çok durmuşlardır. İyi insan olmanın en büyük alâmeti de namazını muntazam kılmasıdır. İslam büyükleri, namaz kılmayana "iyi insan" demezlerdi. Allahü teâlâ, yarattığı mahlukların içerisinde yalnız insana kıymet verdi. Kendisini tanımayı nasib etti. Tanımak çok kıymetlidir. Peygamber efendimizi herkes görüyordu, ama tanımadılar. Tanıyanlar Eshab-ı kiram oldu. Bir hadis-i kudside, ben tanınmayı sevdim buyuruyor. Allahü teâlâ bize verdiği nimetler karşılığında bizden bir şey istiyor; kendisini tanımamızı, ona iman etmemizi. İkincisi de; ihsan ettiği nimetlere karşılık olarak teşekkür istiyor. Teşekkür de namazdır! Çünkü zekat, malın varsa, hac şartlar varsa, oruc keza öyle; ama namazda hiçbir mazeret yok. Abdülhakim Efendi hazretleri buyuruyorlar ki: Bir mü'min yüz bin hac yapsa, yüz bin altın sadaka dağıtsa, yüz bin fakir yedirse, eğer namaz kılmamışsa hiçbir kıymeti olmaz. Ayrıca Müslüman, sözüne, diline kulağına dikkat eder... Mahmud-u Gaznevî, Hindistan'ın tamamını alınca Çin ile komşu olmuş. Çin padişahı, sana bir bilmece soracağım, eğer bunu bilirsen emrindeyim demiş. Üç tane som altından insan heykeli göndermiş. Bunlardan ikisi sahte, birisi sağlam. Sağlam olanını bulacaksın demiş. Mahmud-u Gaznevî, bakmış, heykeller tıpatıp birbirinin aynısı. Ayaz ismindeki vezirini görevlendirmiş. Ayaz, ince bir tel bulmuş, heykellerden birinin kulağından sokmuş, ağzından çıkmış. Bu yaramaz, gıybet ediyor demiş. İkinciyi getirmişler. Kulağına teli sokmuş, öbür kulağından çıkmış. Bu, salak demiş. Bir kulağından giriyor, diğerinden çıkıyor bir şey kalmıyor. Diğerini almış, teli yine kulağına sokmuş. Tel doğruca kalbe gitmiş. Bu sağlamı demiş. Bu gıybet etmiyor, duyduklarını söylemiyor. Sağlamı bu diyor... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Sonra ne olacak; ölecek!
17 Mart 2008 01:00
İyi insan olmanın bir alameti de, öfkesine hakim olmaktır. Bir mü'min kendisi için bağırırsa, bu öfke, şeytanidir. Bir mü'min, Allah için yüksek sesle konuşursa, bağırırsa, buna gayret denir, bu rahmanidir. Nefsin karıştığı şey çok tehlikelidir. Şeytan, insanın imanını en kolay olarak, öfkelendiği zaman bozar. Cenab-ı Peygamber buyuruyor ki: "Öfkelenme, öfkelenme, öfkelenme!" Öfke hem aklı giderir, hem de imanı giderir. Cenab-ı Peygamber, "Haklı olduğu zaman münakaşa etmeyen, başkasını kırmayana Cennette köşk verilecek, eğer şaka dahi olsa yalan söylemezse, Cennetin ortasında ona köşk verilecek, ben kefilim" buyuruyor. Yine, "İçinizde en pehlivan öfkelenmeyen, öfkesini yenendir" buyurmuştur. Bir kimse kalp kırdığı zaman, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmış gibi günaha girer, kul hakkına girer. Abbasi halifelerinden mübarek bir zât vezirini çağırmış. Ey vezir, üç derdim var, çare bul, demiş. Bazan çok sıkılıyorum, bazan çok öfkeleniyorum, bazan da kibirleniyorum, gururlanıyorum, buna bir çare bul!.. Vezir iki gün müsaade istemiş, iki gün sonra bir yüzük getirmiş, yüzüğün üzerine bir yazı yazmış, ne zaman bunlar olursa bu yüzükteki yazıyı oku demiş. "Sümme mâzâ" yazmış. Manası "Sonra ne olacak?" demektir. Sonra ne olacak, ölecek!.. Sinirlenince bakmış, "sümme mâzâ", sıkılınca bakmış "sümme mâzâ" kibirlenince bakmış, "sümme mâzâ"... Sonra ne olacak, ölüm... Padişahın canı sıkılıyor, okuyor sümme maza. Ben öleceğim diyor sıkılmayı bırakıyor. Tam öfkelenecek sümme maza, sinirlenince bakıyor ölüm var, tam kibirlenecek bakıyor yine sümme maza. Sonra ne oluyor, sonra ölüm olacak. Dolayısıyla insanın hayatındaki freni ölümü düşünmektir. İnsanın dünyadaki felaketi türlü emellere sahip olmaktır, yani doymamaktır. Nefsin özelliği bu, bana yeter demez. Her şeyi yer, bu bana yeter demez. Onun için Cenabı Hak Kur'an-ı kerimde nefsi "heyula" isminde bir hayvana benzetiyor. Bu hayvanın özelliği, ne yese doymaz!.. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Sabır ve merhamet
18 Mart 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir güzel huyu da, çok sabırlı ve merhametli olmaları idi. Bu da peygamber efendimizin böyle olmasındandı. Bir gün Cenabı Peygamber bir müşriki karşısına almış ona İslamiyeti anlatıyordu. Her anlatışta o müşrik, cenabı Peygamberle alay ediyordu, inkâr ediyordu. Bu bir müddet devam etti. Hazreti Ömer dayanamadı kılıcı aldı geldi. "Ya Resulallah, yeter bu kadar, destur" dedi. "Hayır ya Ömer git yerine otur!" buyurdular. Hazreti Ömer gitti yerine oturdu. O yine, nasihat etmeye devam etti. müşrik yine inkâr etti, alay etti... Bu ne kadar sürdü belli değil. En sonunda o müşrik dedi ki, "Pes Ya Resulullah" dedi, iman ederek tam bir Müslüman oldu. Cenabı Peygamber Hazreti Ömer'i çağırarak buyurdu ki: "Eğer sana peki deseydim, bu kişi müşrik olarak cehenneme giderdi. Ama ben bu dini iki şeyle yaydım; sabır ve merhamet." İslam büyüklerinin bir alameti de, her türlü sıkıntılara tahammül ve sabır göstermeleri idi. Tabii ki bunun da pek çok hikmetleri vardır. İmam-ı Rabbani hazretlerine soruyorlar: Müslümanlar garip, Müslümanlar fakir, Müslümanlar hasta, Müslümanlar sıkıntıda, Kâfirler ise bir elleri yağda bir elleri balda. Ne olurdu Allahü teâlânın çok sevdiği kulları dünyada rahat etselerdi, sıkıntıda olmasalardı? İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Bizim dinimiz gayba iman dinidir. Eğer Allahü teâlâ razı olduğu, sevdiği kullarına bu bahsedilenleri verseydi, sıkıntıda olan kâfirler sırf bu gördüklerine bu rahata kavuşmak için Müslüman olurdu, kabul ederdi. Bu bir imtihandır. Onun imtihanı; kulları sözüne mi yoksa gördüklerine mi iman edecekler. Onun için müminlerin bu sıkıntıları bir hazinedir. Çünkü bu haller o kulu Cenab-ı Hakkın çok sevdiğinin alametidir. Çünkü en çok sevdiği kulu olan cenabı Peygamber herkesin çektiğinden daha fazla çekti. Tel: 0 212 - 454 38 21 ww
.
Yarın mübarek Mevlid Kandili
18 Mart 2008 01:00
Yarın mübarek Mevlid Kandili... Âlemlerin Sultanı Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın dünyayı şereflendirdiği gece... Resûlullah efendimiz, hicretten 53 sene evvel Rebî'ul-evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı, güneş henüz doğmamış; tan yeri ahenk ve ihtişam ile ağarırken O kararmış dünyayı aydınlattı... Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum zamanını bayram yapmıştır. Müslümanlar da Muhammed aleyhisselâmın doğum zamanını bayram yaptılar. Dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar, her sene bu geceyi Mevlid kandili olarak kutlamaktadır. Her yerde Mevlid kasîdeleri okunarak, Resûlullah hâtırlanmaktadır. Mevlid günü ve gecesinin şerefi, kıymeti çoktur. Kendisine tâbi olanlar için kurtuluş vesîlesi olan Resûlullah efendimizin doğumu için sevinmek, Cehennem azabından kurtulmaya sebep olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına vesile olur. NELER YAPILMALI! Mevlid gününün fâzileti cuma günü gibidir. Cuma günü, cehennem azâbının durdurulduğu hadîs-i şerîf ile bildirilmiştir. Bunun gibi, mevlid gününde de azab yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka vermeli, davet vermeli, davet edilen ziyâfetlere gitmelidir. Ayrıca bu gece kaza namazları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, dua, tövbe etmeli, hayır hasenat yapmalı, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevablarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek günah işlememekle olur. Bütün müminlerin, bu mübarek gece ve günlerin kadrini çok iyi bilmeleri, mümkün mertebe en güzel biçimde değerlendirmeleri gerekir. Bu gün ve gecelerde, evlerimiz gerçek bir bayram havasına bürünmeli, akraba, dost ve yakın arkadaşlar bir araya gelerek "Kâinata rahmet olarak gönderilen" Yüce Peygamberi şanına lâyık bir şekilde, büyük bir aşkla hatırlamalı, çoluk ve çocuğumuzun gönül ve kafaları, sevgi nûrları ile aydınlatılmalı... 1400 yıldan beri, İslâm Dünyası'nda "Mevlid Kandilleri" hep böylece karşılanmış, bu tebrik işi bir "gün" ve "gece"ye sığmamış, müminler, Rebî'ülevvel'in tamamını "Mevlid Ayı" olarak değerlendirmişlerdir. Bu, tâ Eshab-ı kiram'dan beri böyledir ve kıyamete kadar böyle kalmalıdır. Günümüzde, bu mübarek gün ve geceleri değerlendirmek konusunda, müminlerin sorumlulukları daha da artmış bulunmaktadır. Çünkü dinimizi yakınen tanımayan şu görüşte, bu görüşte olan bazı kimseler, yazıları ile programları ile hiç ara vermeksizin, yüce dinimize, Sevgili Peygamberimize ve mukaddeslerimize doğrudan veya dolaylı yoldan dil uzatmayı marifet bilmekteler. Sanki din, Peygamberimize değil de onlara gelmişçesine, Resulullahı devre dışı bırakıp dinde yeni yorumlar, yeni anlayışlar getirme peşindeler. KIYAMETE KADAR SÜRECEK! 1400 yıldır beşeriyete yol gösteren, bütün sahte mâbutları yıkarak Allah'a giden yolu açan, milyarlarca insanın gönlünde taht kuran, birçok milletin kültür ve medeniyetine ruh veren, dünyayı yeniden şekillendiren ve dünya yaşadıkça etkisi giderek büyüyen yüce dinimize dil uzatmak için kitap yazan, program yapan nasipsizler, varsın kendi nasipsizliklerine yansınlar. Kaldı ki, bir parça fikir haysiyeti ve insaf ehli olan pek çok yabancı bile Sevgili Peygamberimizin büyüklüğünü teslim etmek zorunda kalmıştır. Meselâ, ünlü Fransız edibi Lamartin, O'nu "Bugüne kadar gelen insanlardan mukayese edilemeyecek kadan üstün" diye överken, yine ünlü İngiliz tarihçi ve fikir adamı Thomas Carlyle "İnsanlık tarihinde gelen en büyük kahraman" olarak ilân eder. Kesin olarak bilmek gerekir ki, din düşmanlığından veya şöhret olmak için ileri geri konuşan bu nasipsizler, kendilerinden öncekiler gibi çok yakın zamanda unutulup gidecekler, fakat, saldırmak cüretini gösterdikleri bu Yüce Peygamber ve getirdiği yüce din yine bütün haşmeti ile mevcudiyetini kıyamete kadar sürdürecektir.
.
Ne olursun bizden davacı olma, yâ Resûlallah!"
19 Mart 2008 01:00
Dün, Mevlid Kandilinin faziletinden bahsetmiştik. Bugün de, bu vesile ile ülkemizin yetiştirdiği ender mütefekkirlerden olan "Evlad-ı Resul"'den, rahmetli Seyyid Ahmet Arvasi hocanın yakarışını, münacatını sizlere sunmak istiyorum: "Seni çok özledik. Galiba, derin yaralarından kan sızarak şehadet şerbetini içmeye yaklaşan bir mücahidin, bir yudum serin suya iştiyakından daha fazla bir özlem içindeyiz. Yüce ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı kerim'den öğrenmiş bulunuyoruz ki insan, kâinatın hülasası, sen ise, bu hülasanın asli cevherisin. Sen yaratılmasaydın, "âlem" yaratılmaya değmezdi. Bütün yüce değerlerin mihengi sensin. Yüce Allah, seni, varlığın ve yüce değerlerin merkezi olarak yarattı. Yaradılmışlar seninle manalandı. Bu dünya seninle şereflendi. Şimdi o, senin mübarek vücudunu, bağrında taşıdığı için, fezada şevkle dolaşmaktadır. Güneş, Ay ve diğer yıldızlar, "Dünya" adlı yıldızı nasıl kıskanmasınlar? Yaratıkların en aşağısı olan "toprak" ve "yer", seninle nurdan daha aziz oldu. Senin dolaştığın Mekke toprakları, "Sur" üfürüldüğü zaman, tozlarını silkip kalkacağın Medine toprakları, üzerinde ve sinelerinde seni taşımakla "mükerrem" ve "münevver" oldular. GÖZYAŞLARI DİNDİ! Sen dünyamıza doğmadan önce, kızgın kumlara gömülen bebeklerin çığlıkları, vicdanları yakmıyordu. Burnu halkalı ve alnı damgalı köleler ümitsizdi. Kadınlar kocalarına, kocalar putlara tapınıyordu. Fuhuş, kumar, içki, faiz, ihtikar, kan ve zulüm o dereceye varmıştı ki, zayıflar evlerine, "Ehl-i Kitap" dağ başlarına ve ıssız vadilere sığınmışlardı. Zalimler ve şerefsizler, bütün makam ve mevkileri işgal etmiş, mazlumlar ve şerefli insanlar yerlerde sürünüyorlardı. Sen geldin, çığlıklar bitti, gözyaşları dindi, köleler hür oldu, kadınlar yüceldi, erkekler "sahte tanrıları" kırdılar; iffet, helal kazanç ve kardeşlik yeniden doğdu. Hak, adalet, şefkat ve hizmet, devlet oldu. Zalimler, mağrurlar, alçaldılar, kahroldular. Garipler, sahipsizler, kimsesizler, sende ve senin "aziz kadronda" sevgi, saygı, yakınlık ve kardeşlik buldular. Güçsüzler senin meclisinde güçlendiler, kendilerinde güç vehmedenler "Hakk'ın karşısında" el bağladılar. Mazlumlar, senin şefkat ve merhametinde huzur ve tevazu buldular; zalimler, senin heybetinle titrediler. Tebessümün, kimsesizlere cesaret verirken, mübarek alnında kabaran damarlar zalimlerin ödünü koparıyordu. Sen, 'Vefatımdan sonra, bana selam gönderin, onu bana ulaştırırlar" diye buyurmuştun. Sana "yağmur taneleri sayısınca", "ağaçlardaki yapraklar miktarınca", "denizlerdeki su damlaları kadar" selam sunuyoruz. SENİ ÇOK ÖZLEDİK! Sana, ne kadar muhtaç olduğumuzu biliyorsun. Sen "âlemlere rahmet olarak" gönderilensin, bizi terk etme, "İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi de kahreder misin?" diyerek Yüce Allah'a yalvarmamızı, bize sen öğretmedin mi? Evet, Sevgili Peygamberimiz, seni, çok, hem pek çok özledik. Şu anda mazlum, mağdur, zelil ve perişan düşen ve sayıları bir milyarı aşan İslam Dünyası'nın acıklı durumunu elbette görüyorsun. Ey mana âleminin Sultanı! Bizim için Allah'a duacı ol; ne olursun bizden davacı olma!" Şefâat yâ Resûlallah! Beterdir günbegün hâlim, begâyet, yâ Resûlallah! Düzelsin artık ef'âlim, inâyet yâ Resûlallah! Azıttı bu denî nefsim, beni şeytâna uydurdu. Ne mümkin bunca isyânla, dehâlet yâ Resûlallah! Aceb kâbil mi kurtulmak, hevây-i nefs-ü şeytândan? Erişmezse, eğer senden, hidâyet yâ Resûlallah! Gelince feyz-ü ihsânın, günâhkâr kimseye bir ân, Onun râhı, dü-âlemde, selâmet yâ Resûlallah! Emri, nehyi ta'zîm etdim, harâma demedim halâl. Her günâhın sonu oldu, nedâmet yâ Resûlallah! Ey ins-ü cinnin Resûlü, insanların en üstünü, İhlâsıma bağışla kıl, şefâ'at yâ Resûlallah! ( Begâyet; pek çok. Dehalet; sığınma. Râh; yol. Dü âlem; dünya ve ahiret. İnayet; yardım, ihsan. Ef'âl; haller, ameller.
.
Kendisi değil sevgisi kötü
19 Mart 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir âdeti de, dünyayı maksat değil vasıta olarak görmeleriydi... Bir gün çok mübarek bir zâtın çok sevdiği bir talebesi, hocasına şöyle der: Hocam, bir sıkıntım var, şeytandan çok şikayetçiyim, kalbime çok vesvese veriyor. Bir dua edin de beni bu sıkıntıdan kurtarın. Hocası da, o da senden şikayetçi, der. Şeytan bana dedi ki; Allahü teâlâ bana cenneti vermedi. Dünyayı bana verdi. Siz bütün sohbetlerinizde diyorsunuz ki; dünyayı sevmeyin, burada fanisiniz, asıl makamınız ahirettir, Cennettir. Bu taleben dünyayı düşünüyor. Dünyayı seviyor, vasıta değil, gaye biliyor. Dünya sevgisi benim sahama giriyor. Benim sahama girene ben acımam. Çünkü ehl-i dünyayı aldatmak, benim mesleğimdir. Sen talebene dünyayı kalpten çıkarmasını söyle!.. Tabii ki yasak olan dünya sevgisidir, kendisi değil. Varlığı çok iyi; ama sevgisi fena. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Bütün âzâları sana emanet verdim; ama kalbi kendime ayırdım. Bunun için oraya çöp doldurursak olmaz. Hadis-i şerif var; dünya sevgisi her kötülüğün kaynağıdır. İslam büyüklerinin bir âdeti de, kibirlenmemeleri idi. Ellerinde olmadan böyle bir hâl hasıl olmuş ise, tövbe edip bunu iyi yöne sevk etmeleri idi. Bir komutanı vefat ettikten sonra rüyada görüyorlar, Cennetin tam ortasında muazzam bir köşk içinde. Dediler ki: Bu dereceye bu makama nasıl kavuştunuz? Dedi ki: Bir gün orduları teftiş etmek için çıktığımda, ovanın baştan aşağı asker dolu olduğunu gördüm. Tam o sırada kalbime kibir geldi. Kibir gelir gelmez hemen ben o niyetimi değiştirdim. Dedim ki; ya Rabbi bu ordu keşke Cenabı Peygamberin zamanında olsaydı, Uhud Harbine ben de gitseydim. Bedir'de ben de bulunsaydım. Hem o günahtan kurtuldum hem de bu dereceye kavuşmakla mükafatlandırıldım. Hadis-i kudside buyuruldu ki: "Azamet ve kibriya bana mahsustur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azap ederim." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
.
Önemli olan beddua almamak!
20 Mart 2008 01:00
Allah adamları, kalb kırmaktan, beddua almaktan çok korkarlardı... Ali Paşa isminde çok cömert bir zât varmış, herkese yemek dağıtıyormuş, iyisi kötüsü, günahkârı, fasığı herkes acıkınca doğru Ali Paşanın dergâhına karnını doyurmaya gidermiş... Bir gün kahyası, "Efendim artık yeter keselim bu yemeği, bunların duâsı nasıl kabul olacak ağızları kokuyor belki de içki içiyorlar" demiş. "Sana bir şey soracağım" demiş o mübârek zât. "O bahsettiğin insanlar yemek yedikten sonra bana bedduâ ediyorlar mı?" Hayır demiş, kahya. Ali Paşa, "Duânın kabul olup olmayacağını nereden bileyim, ama bedduâ tutar, bana bedduâ etmesinler, bu bana yeter" demiş. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyorlar ki: Kalb cârullahtır, cârullah demek, Allahü teâlâya komşu demektir. Eğer diyor, komşu kırılırsa sâhibi de kırılır, onun için ister Müsliman olsun, ister kâfir olsun, ister fâcir olsun, ister fâsık olsun, ister evliyâ olsun, hiç kimsenin kalbini kırmamaya özen gösterin. Bir mübârek zat da buyuruyor ki: Kimseye iyilik yapmak mecburiyetinde değilsin. İster yaparsın ister yapmazsın, ama kötülük yapmamaya mecbursun. Neden bu iyiliği yapmadın demezler, ama neden bu kötülüğü yaptın diye hesap sorarlar. Allahü teâlâyı incitmemek için, O'nun komşusunu incitmemek lâzım. O'nun komşusu kim olursa olsun. Kırmak günahtır. Hadis-i şerifte "Kalb kırmak, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmaktan daha kötüdür" buyuruluyor. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: İyi olsun, kötü olsun hiçbir insanın kalbini incitmemeli. Allahü teâlâyı en çok inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Kâfirleri sevmemek gerekir ise de, dinimizin emri gereği, onlara eziyet etmek, kalblerini incitmek haramdır. Sevmemek ayrı, onları üzmek ayrı şeydir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: "İnsanların en kötüsü, insanlara zarar veren, onları incitendir." "Mümin Kâbe'den üstündür." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Din gayreti!
21 Mart 2008 01:00
İslam büyüklerinin din gayreti yüksekti. Hayatlarının her safhasında din gayretine çok önem verirlerdi: Bir Mecusi, din gayreti ile bir köprü yaptırmıştı. Sultan Mahmud Gaznevî hazretleri bu köprüyü görünce, yaptıran kişiye dua etmek istedi. Bunun üzerine yakınları, köprüyü yapanın ateşperest olduğunu söylediler. Sultan Mahmud Han masrafının iki katını vererek köprüyü satın almak istedi. Mecusiyi bulup getirdiler. Padişah teklifini yaptı. Mecusi, "Padişahım ben bunu satmak için yapmadım, dinim için yaptım, satmam" dedi. Batıl dini için bile yaptığını para ile değişmedi. Ferideddîn-i Genc-i Şeker hazretleri bunu anlatırken buyuruyor ki: "Ey Müslüman sen din gayretini Mecusiden mi öğreneceksin, senin gayretin nerede?" Bir İslam büyüğü de buyurdu ki: Ahirete giden herkes bir pişmanlık duyacaktır, dünya için kanaat olur, ahiret için kanaat olmaz. Dünya için tevekkül olur, ahiret için tevekkül olmaz. Dünyada pişmanlık nimettir, fakat ahirette pişmanlık felakettir. Kabirden birisi çıkıp dünyaya gelse nasıl yaşar, herhalde bir an boş geçirmez, hep ahireti için çalışırdı, günah işlemezdi, kalb kırmazdı. Peki biz oraya gitmeyecek miyiz, gidince başımıza neler geleceğini, nelerle karşılaşacağımızı dinimiz bildiriyor. Allah'a iman etmeyenler, Onu Allah kabul etmeyenler, Cenabı Peygambere iman etmeyenler, din-i islamı kabul etmeyenler, Cehennemde feryat edecektir. Ya Rabbi bizi tekrar dünyaya gönder, hiç günah işlemeyeceğiz, hep ibadet edeceğiz diyecekler. Onlara, "Siz dünyadan gelmediniz mi?" denilecek. Allahü teala insanı maksatsız, gayesiz yaratmış olamaz. "Ben sizi, beni tanıyıp ibadet etmeniz için yarattım" buyuruyor. Onu tanımak, Onun büyüklüğünü anlamak, O'na ibadet etmek, çok kötü bir nefsinin olduğunun farkına varmaktır. İnsan kendini beğenirse Müslümanları beğenmez, İslamiyeti beğenmez, sonunda şirke kadar gider... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Gittiği yerden geldiği yer anlaşılır!
22 Mart 2008 01:00
İslam büyükleri paranın geldiği yere çok önem verirlerdi. Gelsin de nereden gelirse gelsin demezlerdi... Bir talebe hocasına gelmiş. Hocam demiş biraz param var, ben bunu dağıtmak istiyorum kime vereyim. Hocası, git köşe başına ilk gelen fakire ver, demiş. Gitmiş köşe başına, çok fakir, âmâ biri gelmiş, ona paralarını vermiş. Ertesi gün tekrar oradan geçerken, bakmış ki âmâ, arkadaşına bir şeyler anlatıyor: "Dün bu saatlerde burada dururken bir adam geldi, bana bir avuç para verdi. Aldığım gibi doğru meyhaneye gittim, akşama kadar demlendim!.." Adam bunu duyunca çıldırmış. Doğru gitmiş hocasına. Duyduklarını bir bir anlatmış. Allah Allah demiş hocası şaşırmış. Sonra o da çıkarmış bir kese para vermiş, al bu benim paramı aynı köşeye git, bir fakire ver, ne olacak bakalım demiş. Gene gitmiş köşeye, garip bir adam görmüş, Allah rızası için parayı vermiş. Sonra başlamış adamı takibe. O önden, bu peşinden, adam doğru evine gidiyor. Eve girmeden çantasından ölmüş bir keklik çıkarıyor çöplüğe atıyor. Bu da giriyor arkasından. Diyor ki: Arkadaş, bir şey soracağım, bir şeyi merak ediyorum, o merakımı gidermek için buraya geldim. Buyur sor diyor. Nedir bu çöplüğe attığın keklik? Anlatayım diyor. Biz ailece üç dört gündür açız. Hanımla ben sabrediyoruz. Ama çocukların feryâdına dayanamadım. Ben de el açıp dilenmekten nefret ediyorum. İsteyemiyorum bir türlü. Onun için ölmüş bir keklik buldum, zaruret dedim, bari çocuklar yesinler diye, getirdim, pişirip onlara verecektim. Ama sen parayı verince, onu çöplüğe attım, cenâb-ı Allah helâl para gönderdi diye, aileme geldim hem sevindirmek için, hem de evin ihtiyacı nedir evvelâ onları satın almak için buraya geldim. Bunun üzerine, doğru hocasına gidip durumu anlatır. Hocası der ki: İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe hazretleri buyurur ki: Paranın gittiği yerden geldiği yer belli olur. Benim param helâl para idi, nereye gittiğini gördün. Git, sen de helâlinden kazan!.. Tel: 0 212 - 454 38 2
.
İyilik edenleri sever!"
23 Mart 2008 01:00
İslam büyüklerinin her biri, birer güzel ahlak numunesi idiler. Çünkü, Müslümanlık, sevgi, kardeşlik, af, mağfiret ve güzel ahlak dinidir. Cenab-ı Hak ahlakı güzel olan insanları sever. Pek çok âyet-i kerimede bunu bildirmiştir: Cenab-ı Hakkın, kimleri sevdiği şöyle bildirildi: "İyilik edenleri sever.", "Sabredenleri sever.", "İhsan edenleri sever.", "Adalet edenleri sever." Sevmediklerinden bazıları da şöyle bildirildi: "Zalimleri sevmez.", "Fesatçıları sevmez.", "İsraf edenleri sevmez.", "Kibirlenenleri sevmez.", "Çirkin söz söyleyenleri sevmez." Allahü teâlânın sevdiği iyi insanı Peygamber efendimiz de şöyle bildiriyor: "Allah indinde en sevgili kimseler, ahlakça en güzel olanlardır. Bunlar, başkaları ile ülfet ederler, kendileri ile de kolayca ülfet olunur. Allahü teâlânın sevmediği kimseler ise, laf taşıyanlar, kusur araştıranlar, iki kişinin arasını açanlardır.", "Allahü teâlâyı seven hayâ sahibi olur.", "Mümin olmadıkça Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız.", "Müminin yanına gelen, güzel bahçeye girmiş gibi ferahlık duyar.", "Mümin arı gibidir; konduğu dala zarar vermez. Eseri de güzeldir.", "Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.", "Mümin geçim ehlidir. Arkadaşına rahatlık verir.", "Komşusu kötülüğünden emin olmayan, mümin olamaz." Bir İslam büyüğü buyurdu ki: Bir mümin bir mümine, baktığın zaman, onun hakkında hiçbir endişe, hiçbir şüphe olmaksızın bütün hücreleriyle onu sevmelidir. Bu sevgide en ufak bir menfaat bahis konusu olmamalı. En ufak bir çıkarını düşünmemelidir. Ona nasıl iyilik ederim, ne verebilirim diye, bütün canıyla gücüyle gayret etmelidir. Sonsuza giden sevgide, çarpışma olmaz. Ama, menfaatle ilgili sevgilerde, daima karşılıklı çıkarlar menfaatler bahis konusudur. Sonunda mutlak kavga olur, mutlaka geçimsizlik olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
.
"Sizin en güçlünüz..."
24 Mart 2008 01:00
Allah adamlarının bir hususiyeti de, dünyalık için öfkelenmemeleriydi. Zülkarneyn bir defasında karşıladığı bir hükümdara "Bana bir öğüt ver ki, bununla beraber iman ve yakinim kuvvetlensin" dedi. Hükümdar "Öfkelenme, zira şeytanın insanı, en çok aldattığı, öfkeli olduğu anıdır. Mümkün olduğu kadar öfkeni yenmeğe çalış. Sakın işinde acele etme, zarar edersin. Yakın ve uzaklarına karşı inatçı bir cebbar değil, mülayim ve yumuşak ol" dedi. Peygamber efendimiz "Şüphesiz öfke şeytandandır, şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Sizden biriniz öfkelendiği vakit abdest alsın" buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte de, "Sizin en güçlünüz, öfkelendiği zaman nefsine hakim olan ve en güzel huylunuz da gücü yettiği hâlde bağışlayanınızdır" buyurmuştur. Hasan-ı Basri hazretleri de "Ey Âdemoğlu, öfkelendiğin her zaman sıçramış oluyorsun. Bir defasında sıçrayıp cehenneme düşme ihtimalin de vardır" demiştir. Vehb bin Münebbih anlatıyor: "Şeytan, kendini tanıtmadan, ömrünü ibadetle geçirmekte olan bir dervişin kapısına gelmiş ve "Kapıyı aç, sana faydalı olmak için geldim" diye seslenmiş. Derviş ses çıkarmamış. İblis "Ben gidersem pişman olursun" demiş. Yine ses çıkarmamış. İblis, bütün gayretine rağmen kapıyı açtıramayınca "Ben şeytanım, seni aldatmak için geldim fakat ne yazık ki, muvaffak olamadım. İstediğini sor, sana cevap vereyim" demiş. O da "Senden hiçbir şey soracak değilim" demiş. Şeytan ümidini kesince geri dönmek ister giderken, derviş "Söylediğimi duyuyor musun?" der. Şeytan "Evet, duyuyorum" der. "Âdemoğullarına hulul edebilmek için hangi huylarından daha çok istifade edersin?" diye sorar. Şeytan "Gazab ve öfkeden yararlanırım. İnsanoğlu hiddetlendiği vakit onu, çocuğun elindeki top gibi oynatırız" der. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Kiminle olduğun önemli"
25 Mart 2008 01:00
İslam büyükleri, Cenab-ı Hakkın sevdiği kimseleri sever, sevmediklerinden uzak dururlar, bunları sevmezlerdi. Zaruret olmadıkça bunlarla görüşmezlerdi. Buna çok önem verirlerdi. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: İmanın şartı altıdır. Bir de bu altı şartın geçerli olabilmesi için imanın esas olan bir şartı daha vardır ki, o da, hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır. Yani Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek ve Allahü tealanın sevmediklerini sevmemektir. Çünkü hadis-i şerifte, dünyada birbirini sevenlerin, ahirette de beraber olacakları bildirilmiştir. Allahü tealanın sevgili kullarını sevenler, son nefeste imanla ölürler. Ve mahşer yerinde de sevdiklerinin yanında haşr olup, ahiret hayatında da beraber bulunurlar. Bunun için de, kimin sevilip kimin sevilmeyeceğini iyi öğrenmemiz lazımdır. Kim olduğumuz değil, kiminle olduğumuz önemlidir. Şadi Şirazi, her renkte gülün bulunduğu eşsiz bir gül bahçesine girer. Dolaşırken güllerin arasında, bir özelliği olmayan sıradan otları görür. Bu değersiz otların burada ne işi var, diye söylenir. Kendisine şu cevap verilir: Sen otlara değil, otların kiminle olduklarına bak, değerli olanın yanında olan da değerli olur. Aksine, değerli olan bir şey değersiz şeylerle beraber olunca, o da onlar gibi değersiz olur. Bir kimse, ibadetlerini yapmakla beraber, Allahü tealanın sevmediklerini de severse, mesela Ebu Cehil'i severse, bu kişi onunla beraber Cehenneme gider. Bunun için insan, dünyada sevdiklerine dikkat etmelidir. Bu sevmek ve sevmemek, şahsi menfaati için değil, Allahü tealanın rızası için olmalıdır. Sevmek ve sevmemek kalp ile olur, beden ile olmaz. Ateş ile barut bir arada olamayacağı gibi, iki zıt sevgi de bir arada olamaz. Müslüman, Peygamber Efendimizi sevmeyeni sevemez. Son nefeste iman, bu muhabbete bağlıdır. Peygamberimiz, "İbâdetlerin efdali, Müslümânları Müslümân oldukları için sevmek, Allahü tealanın düşmanlarını da, düşman oldukları için, sevmemektir" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 2
.
İstisnasız herkesin kabul ettiği tek şey!
25 Mart 2008 01:00
Dünyanın neresinde olursa olsun; dinli dinsiz, fakir zengin, cahil okumuş, genç ihtiyar, herkesin kesin olarak inandığı, kabul ettiği tek şey var; o da ölüm... Bundan kimsenin şüphesi yok. Farklı, inanışlar, düşünceler ölümden sonrası için. Ateistler, ölümden sonrasına, ahirete inanmıyor. Bunun için ölüm sonrasına hazırlanmıyorlar. Halbuki insan, dünyadaki işleri için, birçok alternatif tedbirler alır, ihtimal hesapları yapar; işi garantilemek ister. Aslında esas garantiye alınacak iş, ölüm sonrasıdır. Ahirete inanmayanlara Hazreti Ali mantık yoluyla şu cevabı veriyor: "Müslümanlar, ahirete inanıyor. Ateistlar, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azab çekeceklerdir." İslam âlimleri, ahiretin olduğunu ispat etmekte, inanmayanların hücumlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbat etmeseydi dahi, kıyamet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azabda kalmak, bir ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, ahiret azapları, bir ihtimal değil, meydanda olan hakikattir. O halde, inanmamak, akılsızlık olur. YOLA ÇIKACAK OLAN HAZIRLIK YAPAR! Ölüme ve ahirete inanan ve bir gün onun mutlaka kendisine de geleceğini bilen kimsenin, ona hazırlanması gerekir. Birkaç saatlik yolculuğa çıkan bile az çok hazırlık yapar. Sonsuz yolculuğa çıkmak hiç hazırlıksız olur mu? Bu hazırlık, hayatta iken sâlih ameller işlemek ve kötü amellerden, işlerden uzak durmakla olur. Gerçek bir Müslüman, hayatının her ânında, sâlih ameller içinde bulunmalıdır. Zîrâ, ölümün ne zaman ve nerede geleceği hiçbir sûretle belli olmaz. Resûlullah efendimiz, ölümün sıkıntısını ve acılığını açıkça belirtmiştir. Dünya hayatının sıkıntılarına sabredip, tahammül göstermek, ölüm sıkıntısına tahammül etmekten daha kolaydır. Çünkü ölüm sıkıntısı âhiret azâbı cinsindendir. Âhiret azâbı ise dünya azâbından daha sıkıntılı ve daha şiddetlidir. Dünya sıkıntısı ile mukayese bile edilemez. Resûlullah efendimiz bir nasîhatinde şöyle buyurdu: Beş şeyden önce beş şeyi ganîmet bil: 1- İhtiyarlığından önce gençliğini, 2- Hastalığından önce sıhhatini, 3- Meşgalelerinden önce boş vakitlerini, 4- Fakirlikten önce zenginliğini, 5- Ölümünden önce ömrünü. Resûlullah efendimiz bu beş şeyde birçok ilimleri toplamıştır. Zîrâ insan, ihtiyarlığında yapamadığı amelleri gençliğinde yapabilir. Yine, gençliğinde bir günâhı işlemeğe alışan insan, ihtiyarlığında onu terk etmeğe kolay kolay muktedir olamaz. O hâlde, bir gencin, gençliğinde sâlih ve hayırlı amelleri âdet edinmesi gerekir. Tâ ki, ihtiyarlığında onları kolaylıkla yapabilsin. Sağlıklı insan, malında ve kendi irâdesinde hükmünü daha çok ve daha kuvvetle yürütebilir. O hâlde, sıhhatli insanın, bu sıhhati ganîmet bilmesi ve gerek mâlî ve gerekse bedenî ibâdetler husûsunda sâlih amellerde bulunması lâzımdır. Çünkü hastalanınca beden zayıflar, kuvvetten düşer ve ibâdetleri hakkıyla yapamaz olur. NE ZAMAN AMEL İŞLEYECEKSİN! İnsanlar umûmiyetle geceleri boştur. Gündüzleri de meşguldürler. O hâlde, ahlâkî yönden kemâle ermek ve Allaha yaklaşmak maksat ve gâyesiyle geceleri boş saatlerde namaz kılmak, gündüzleri de, bilhassa kış günlerinde oruç tutmak gerekir. Nitekim Resûlullah efendimiz şöyle buyururlar: "Kış gecesi uzundur, onu uyku ile kısaltma. Gündüz de aydınlıktır, onu günâhlarınla karartma!" İnsan, Allahın helâlinden verdiği azığa kanâat etmeli, ona râzı olmalı, onu ganîmet bilmeli ve diğer insanların elindekine tamah eylememelidir. Kişi, hayatta oldukça iyi ameller işlemeğe muktedir olabilir. Ölünce amel kesilir. Bunun için bir mü'mine yaraşan, bu fânî, geçici hayatı boşa geçirmemek ve sonsuz hayata hazırlanmaktır. Hikmet ehli bir zât şöyle der: "Ey insan! Çocukluğun oyunla geçer, gençliğin gafletle. İhtiyarlayınca da zayıf düşersin. Acaba sen, şanı yüce olan Allah için ne zaman sâlih ameller işleyeceksin?..
.
Ölüme hazır olanlara müjdeler!
26 Mart 2008 01:00
Ekin ekmeden mahsûl beklemek, akıllı kimsenin yapacağı iş değildir. Ekin ekme, tohum atma yeri dünyadır. Mahsul bekleme yeri ise ahirettir. İnsanın, öldükten sonra Allahü teâlâya ibâdet etmesi mümkün olmaz. Ne yapılırsa hayatta iken bu dünyada yapılır. Ölüme ve ölüm meleğinin gelişine ancak bu dünya hayatında hazırlanılabilir. Öyleyse onu dâima hatırlamalı, hiçbir an bundan geri kalmamalıdır. Çünkü o, bizden gâfil değildir. Aslında, her zaman hazır olan kimse için, ölüm korkulacak bir şey değildir. Hattâ sevinilecek bir şeydir. Çünkü, ölüm sevgiliyi sevgiliye kavuşturan köprü gibidir. Ehl-i sünnet üzere imân edip salih amel işleyen kimselere, ölüm ânında melekler gelerek, korkmamalarını, üzülmemelerini söylerler; onlara, karşılaşacakları mesut hayâtı müjdelerler. Derler ki: "Dünyada korkuya düşmeyiniz. Allahü teâlânın, sizlere va'dettiği Cennetle sevininiz!" ÖLÜM ANINDAKİ BEŞ MÜJDE! Ölüm ânında verilen bu müjde beş türlüdür: 1- Müminlerin avâm tabakasından olanlara verilen müjde! Bunlara denir ki: - Azâbın ebedî olmasından korkmayınız. Yanî ebediyyen azâbda kalmayacaksınız. Peygamberler, sâlihler, evliyalar size şefâat edecek. Dünyada, ilk anda Cennete gidecek kadar sevâba mâlik olamadığınız için kederlenmeyin. Cennetle sevinin. Yanî sonunda varacağınız yer yine Cennettir. 2- İhlâs sâhibi mü'minlere verilen müjde! Onlara denir ki: - Amellerinizin kabûl olunmamasından korkmayınız. Sizin amelleriniz makbûldür. Sevâbı kaçırdığınıza üzülmeyiniz. Zîrâ sizin için kat kat sevâb vardır. 3- İşledikleri günâhlara tövbe eden mü'minlere verilen müjde. Onlara denir ki: - İşlemiş olduğunuz günâhlardan dolayı korkmayınız! Zîrâ onlar affedildi. 4- Zâhid mü'minlere verilen müjde! Onlara denir ki: - Sevâblarınızın noksan oluşundan dolayı hüzünlenmeyiniz. Hesap vermeden ve azâb görmeden gireceğiniz Cennetle sevininiz. 5- İnsanlara dinlerini öğreten, ilimleriyle âmil olan âlimlere verilen müjde! Onlara denir ki: - Kıyâmet gününün korkularından endişelenmeyiniz, hüzünlenmeyiniz. Şüphesiz ki Allah sizi amellerinizle mükâfatlandıracaktır. Size ve size uyanlara âit olan Cennetle sevininiz. Ömrünün son demleri böyle müjdelerle dolu olanlara ne mutlu! Zîrâ böyle müjdeler, ancak mü'min olanlar ve amellerini güzel yapanlar içindir. Böyle mü'minlere melekler gelir. Onlar meleklere derler ki: - Sizler kimlersiniz? Biz, sizden daha güzel yüzlü ve daha güzel kokulu varlıklar görmedik. Melekler de onlara cevâben derler ki: - Biz, sizin âhirette de dostlarınızız... GAFLETTE OLMAMANIN ALÂMETİ O hâlde, aklı başında olana yaraşan, gaflet uykusundan uyanmaktır. Gaflet uykusundan uyanmış olmanın alâmeti dört şeydir: Gaflet uykusundan uyanmış olan kimse: 1- Dünyevî meselelerle alâkalı husûslarda kanâatkâr olur, acele etmez. 2- Âhiretle alâkalı meseleler husûsunda kanâatkâr olmaz, yapmada acele eder. 3- Dînî, uhrevî konularda istişare eder, âlimlere danışır. Kendiliğinden bir iş yapmaz. 4- Halka nasîhat eder, onlara iyi davranır, çevresindeki insanları iyi bir şekilde idâre eder. İnsanların en fazîletlisi, kendisinde beş haslet bulunan kişidir. Bu insan: 1- Her zaman, Rabbine kulluğa yönelir, 2- Herkese faydalı olduğu açık ve kesindir. Herkes bilir. 3- Halk onun şerrinden emindir, kimse ondan zarar görmez 4- İnsanların elindekine hiçbir sûretle güvenmez. 5- Ölüme her an için hazırdır. Bir hikmet ehli zât şöyle der: Akıllı olan üç şeyi hatırından çıkarmaz: 1- Dünyanın fâniliğini, zevklerinin geçici olduğunu, 2- Ölümü, 3- Mârûz kalmaktan emin olmadığı felâketleri. Ah yazık, vâh yazık! Ömrüm boş şeylerle geçti, âh yazık! Yarını hiç düşünmedim, âh yazık! Hep hevâya binâ kurdum, şaşkınca, Din temeli çürük oldu, âh yazık! Daldım günâha, yapmadım hiç hayır Mal için, makâm için hep uğraştım, Sonsuz ni'metlerden oldum, âh yazık! Yol bozuk ve karanlık, önde şeytân, Günâh ağır, ağlarım hep, âh yazık
.i
iyiler, iyilerle beraber olur!
26 Mart 2008 01:00
Mevlâna Halid-i Bağdadi hazretleri, "Hak kapısında ehil ve nâ ehil beraberdir" buyuruyor. Hak yolda olup, dünyada iken birbirini sevenler beraber haşrolunur. Bunların arasındaki ehil olmayanlar da diğerlerinin hatırına affolunur. Sen ehil değilsin deyip geri çevirmezler. Dünyada bile bir insan hakkında karar vermek için arkadaşlarına; kimlerle beraber olduğuna bakılır. İnsan kimi severse hep ondan bahseder. Bunun için, Allah dostları hep Allahü tealadan, onun Resulünden ve onun sevdiklerinden bahsederler. Allahü tealanın velî kullarından mübarek bir zât hep hocasından bahsedince, birisi; efendim siz hocanızı bu kadar çok seviyorsunuz, siz yıllarca onunla beraber oldunuz, ondan ne öğrendiniz deyince, O mübarek zât buyurmuş ki; bir tek şey öğrendim, o da bana yetti: "Kim sevilir, kim sevilmez!.." Peygamberimiz, "Aranızda ben varken umumi bela gelmez" buyurmuştur. Âlimler, Allah dostları, Peygamberimizin vârisidirler. Vâris her konuda vâris olduğu için, onların bulunduğu yere de umumî belâ gelmez. O büyüklerin bulunduğu yerler mânevî sığınaktır. Peygamber efendimizin vârisi olan bu müstesna zâtlar her konuda olduğu gibi, bu hususta da Müslümanlar için büyük nimettirler. Nasıl ki gece karanlığında yıldızlar gökyüzünde parlamaktadır, bu mübarek insanların bulunduğu yerler de, o şekilde parlamaktadır. Bu büyükleri sevenler, onlar gibi olmaya çalışırlar, onların ahlakıyla ahlaklanmaya, onlardan ilim öğrenmeye çalışırlar, onların halleriyle hallenmeye çalışırlar; dolayısıyla dünyada iken o büyüklerin etrafı ahlak ve fazilet olarak yüksek insanlardan oluşan kültür ve medeniyetin zirve olduğu yerler olduğu gibi, O mübarek insanların etrafındaki sevenleri ahiretde de beraber olurlar. Bir büyük zat buyuruyor ki: Bu imanın korunması ancak imanını koruyanlarla beraber olmakla mümkündür. İman çok hassastır, bir kelime ile gelir, bir kelime ile gider. İman gitti mi, maazallah, bütün saadetler gider, bütün felaketler gelir. Tel: 0 2
.
.
İstifade edebilmenin şartları
27 Mart 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Allah adamlarının kalbindeki feyizler, nurlar, güneşin ziyası gibi, her yere yayılmaktadır. İslamiyete uyan ve Onu seven Müslümanların kalplerine akar. Onların bu feyizleri aldıklarından haberleri olmaz. Kalplerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaştığı gibi, kemale gelirler. Eshabı kiram, Resulullahın sohbetinde, böyle kemale geldiler. Müslümanın feyiz almasına mani olan en zararlı şey, bidat sahibi olmasıdır. Bütün feyizlerin kaynağı, Resulullah efendimizdir. Feyiz, bütün dünyaya bu kaynaktan yayılır. Bundan istifade edebilmek için bazı şartlar vardır. Bu şartlara haiz olmayan bundan istifade edemez. Bu şartlar: 1- Müslüman olmak: Müslüman olmayan ne kadadar, iyiliksever olursa olsun, ne kadar iyi huylu olursa olsun bundan istifade edemez. 2- Bid'at sahibi olmamak: Bid'at sahibi kimse, Resulullahın sünnetinden, yolundan ayrıldığı için Resulullahtan gelen feyzlerden istifade edemez. 3- Dinin emir ve yasaklarına uymak: Dinin yasaklarına uymayan, emirlerini yerine getirmeyen özellikle de namaz kılmayan bu feyizden istifade edemez. 4- Edep sahibi olmak: Edep, sınırını, hududunu bilmek demektir. Allahü tealaya, Resulullaha, Allah dostlarına karşı edepli olmayan feyzden istifade edemez. 5- Allah dostlarının yanında, sohbetinde bulunmak: Bu mümkün olmazsa, bunların kitaplarını okumaktır. İslam büyükleri, "Mükatebe, nısf-ı mükaleme" yani, okumak, sohbetin yarısıdır, buyurmuşlardır. Mesela, yarım saat sohbetinde bulunup feyzinden istifade edebilmek için o zatın bir saat kitabını okumak gerekir. Suyun kaynağı ve geçtiği yol temiz olmalıdır. Bu ikisi varsa, kaynaktan istifade edilir. Böyle kaynaktan beslenen hakkı batıldan, doğruyu eğriden ayırt eder. En zor iş hakkı batıldan ayırmaktır. Peygamber efendimizin de duası var: Ya Rabbi bana hakkı hak, batılı batıl göster, buyuruyor. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
.
Şeytanın hoşlandığı üç hâl
28 Mart 2008 01:00
İmam-ı Mücâhid hazretleri buyurdu ki: "Âdemoğlu, şeytana şu üç hâlde zorluk göstermez. Şeytan, insanları bu hallerde istediği tarafa çevirir: Birincisi, sarhoşluk hâlidir; sarhoş oldu mu onu istediği tarafa çevirir ve istediğini ona yaptırır. İkincisi, cimrilik hâlidir; varlığına cimrilik edince onu güç yetiremediği şeylere yöneltir, ümitsizliğe düşürür, parası başına olmadık işler açar. Üçüncüsü, gazâb ve öfke hâlidir; öfkelendiği zaman ona tehlikeli şeyler söyletir pişman olacağı şeyleri yaptırır. Muhammed bin Cafer de, "Öfke, bütün kötülüklerin anahtarıdır" demiştir. İbni Mesûd hazretleri de buyurdu ki: "Kişinin öfkeli anında hilmine, yumuşaklığına; tamahkârlığı anında da emânetkârlığına bakın. Öfkelendiği zaman, yumuşaklığını, insafını kaybediyorsa, tamahkârlığında da, emanete hıyanet ediyorsa o kimseden hayır gelmez." Ömer bin Abdülaziz de valilerinden birine yazdığı mektupta, "Bir adama kızdığın vakit ona hemen ceza vermeye kalkışma; adamı tutukla, öfken geçtikten sonra kendisine suçu kadar ceza ver. Hiç kimseye öfkene kapılıp haddinden fazla ceza verme!" demiştir. Ahmed İbni Hanbel hazretleri de, "Gerçek pehlivanlık şudur; öfkelendiği zaman şiddetle öfkelenir, yüzü kızarır, tüyleri ürperir ama öfkesi çabuk geçer" buyurmuştur. İbni Ebîddünyâ da, "Siz zannediyorsunuz ki yiğitlik veya güçlülük ağır taşı kaldırmaktır. Gerçek yiğitlik, öfkeden içi dolduğu hâlde ona galip gelmektir" buyurmuştur. Ensârdan bir zat da, "Ahmaklığın başı hiddet, hiddeti çeken kuvvet de gazâb ve öfkedir. Cehalete rıza gösterende hilm ve yumuşaklık olmaz. Halbuki hilm, insanın süsü ve kârıdır; cehalet ise uğursuzluğu ve zararıdır. Ahmak olan kimsenin sözüne susmak ise mutluluktur" buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Öfkesini yenen kimseden Allahü teâlâ azabını kaldırır. Dilini koruyan kimsenin de Allahü teâlâ ayıplarını örter." "İyi güreş tutan baskın pehlivan güçlü değildir, asıl güçlü olan, öfkelendiği zaman nefsine hakim olandır." "Öfkelendiğin vakit, 'Ya Rabbi, günahlarımı bağışla, kalbimin öfkesini gider ve fitne sapıklıklarından beni koru' duasına de
.
İlk isyan kibirle başladı
29 Mart 2008 01:00
Geçmişte hükümdarlardan biri, zamanının hikmet ehli bir zatından nasihat istemişti. Bu zat hükümdara buyurdu ki: "Sakın kibirlenme, zira Allahü teâlâya ilk isyan, kibirle başlamıştır, İblîs, böbürlenerek Âdem aleyhisselâma secde etmemiş, isyan etmiştir" dedi. Sonra, "Âdem'e secde edin, demiştik; İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti", mealindeki âyeti okudu. Hasedden de son derece sakın, zira Kabil'in Habil'i öldürmesiyle meydana gelen ilk cinayete hased ve çekememezlik sebep olmuştur, dedi ve; "Ey Muhammed, onlara, Âdem'in iki oğlunun kıssasını anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş diğerininki edilmemişti. Kabul edilmeyen: 'And olsun seni öldüreceğim' deyince, kardeşi: 'Allah ancak müttekilerin takdimesini kabul eder' demişti", âyetini okudu. Bu ilk cinayetin sebebini şöyle anlatırlar: Âdem aleyhisselâmın hanımı Hazreti Havva, biri kız diğeri erkek olmak üzere yirmi kere ikiz çocuk doğurmuştu. O zamanın hükmüne göre neslin çoğalması ve devamı için yalnız bir batında doğan kız ve erkek birbirleriyle evlenemiyor, diğer batında doğanlarla evlenebiliyorlardı. Kabil ile doğan kız güzel, Habil ile doğan kız ise onun kadar güzel değildi. Kabil'in kızkardeşi Habil'e, Habil'in ikiz kardeşi Kabil'e verilmek istenince Kabil kendi ikiz kız kardeşi güzel olduğu için bunu çekemedi ve "Herkes kendi ikiz kardeşini alsın" diyerek isyan etti ve nihayet bu hasedi kardeşi Habil'i öldürmesine kadar gitti. Böylece insanlık tarihinde ilk cinayet hased yüzünden işlenmiş oldu... Hikmet ehli zatın, hükümdara olan öğütlerinden biri de şudur: "Resûl-i Ekremin Eshabı anıldığı ve menkıbelerinden söz edildiği vakit sükût et, aleyhlerinde konuşma. Kaderden bahsedildiği vakit yine dilini tut!" Bir defasında Peygamber Efendimiz, "Geçmiş milletlerin hastalıkları benim ümmetime sirayet edecektir" buyurunca, kendisine "Bu hastalıklar nelerdir?" diye sordular. Resûl-i Ekrem; "Kendini beğenip kibirlenmek, gereksiz neş'e, mal ve evlâd ile övünmek, dünyalığa meyletmek, cedelleşmek ve hasetleşmektir ki, sonunda azgınlık ve husûmetler baş gösterir ve ortalık karışır" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Cennetlik kimsenin ameli
30 Mart 2008 01:00
Enes bin Mâlik hazretleri anlatır: Bir gün, Resûl-i Ekrem efendimizle beraber oturuyorduk. "Şimdi buraya Cennetliklerden bir adam çıkagelecektir" buyurdular. Kimin geleceğini merakla beklerken, bir de baktık ki Ensârdan, abdest suyu sakalından damlayan ve ayakkabılarını sol eline almış bir adam çıkageldi. Ertesi gün olunca Resul-i Ekrem yine evvelki gibi söyledi. Bu kimse yine önce olduğu gibi çıkageldi. Üçüncü gün olunca Resûl-i Ekrem efendimiz yine evvelki söylediği gibi buyurdu. Gene aynı adam ilk hâli gibi çıkageldi. Resûl-i Ekrem kalkınca Abdullah bin Amr, o adamı takip etti ve ona dedi ki: "Beni üç gün evinde misafir eder misin?" Bu şahsın teklifi kabul etmesi üzerine beraber evine gittiler. Bundan sonrasını Abdullah bin Amr şöyle anlatıyor: "Onunla beraber bu üç geceyi geçirdim fakat gece kalkıp ibadet ettiğini görmedim. Ancak sabah namazına kadar her uyandıkça Allahü teâlâyı zikretti ve tekbir getirdi. Ayrıca bu süre içinde onun, hayırdan başka bir şey söylediğini işitmedim." Üç gün geçince sanki onun amelini küçük görür gibi dedim ki: "Ey Allah'ın kulu, benim senin evinde misafir olmanın sebebi şudur: Resûl-i Ekrem'in senin için üç kere, "Şimdi size cennetliklerden bir adam çıkagelecektir" dediğini işittim. Her üç defasında da sen çıkageldin. Senin yanında kalmayı ve amelinin ne olduğunu görmek istedim. Böylece senin yaptıklarını yaparak senin derecene kavuşmak istedim. Fakat çok kıymetli büyük bir amel işlediğini görmedim. Seni, "Resûl-i Ekrem efendimizin söylediği mertebeye ulaştıran nedir?" diye sordum. Dedi ki: "Şu gördüğünden başkası değildir." Ben evden ayrılırken, arkamdan seslenerek dedi ki: "O senin gördüğün şeyden başkası değildir. Ancak ben Müslümanlardan hiçbir kimseye kalbimde hile ve kin tutmam ve Allahın verdiği herhangi bir hayırdan dolayı hiçbir kimseye asla hased etmem." Bunun üzerine Abdullah bin Amr, dedi ki: "İşte seni o dereceye ulaştıran budur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
.
İnsanların en akıllısı
31 Mart 2008 01:00
Hasan-ı Basri hazretleri iyiliklerin, güzel huyların neler olduğunu ve bunların nasıl elde edileceğini şöyle bildirir: "Dinde kuvvetli, güçlü olmak, yumuşaklıkla; imanda yakinlık hilm ile; ilim, iyi muamele ve akıllı davranmakla; zenginlik iktisad ile; yoklukta aç kalmamak; aç gözlü olmamak ve varlıkta ihsan ile; müşkilât ve zorluk ânında sabır, kaza ve kadere iman ile elde edilir. Bunlar, İslam alâmetleridir. Müslümanın, öfkesi galebe çalmaz, kıskançlığı kendisini acele ettirmez, şehveti kendisini fuhşa götürmez, midesi kendisini rezil etmez, tamahkârlığı kendisini perişan etmez. Mazluma yardım, zayıfa merhamet eder. Cimrilik ve israftan sakınır. Zulmü bağışlar. Cahilin kusuruna bakmaz. Kendisine karşı darda, fakat başkalarına karşı genişlikte olur." Zâtın birisi de, "İnsanların en akıllısı, en az öfkeli olanıdır" demiştir. Hazreti Ömer bir hutbesinde "Şehevî arzularından, tamah ve öfkesinden korunan felah bulmuştur" demiştir. Hazreti Vehb "Küfrün dört rüknü vardır. Bunlar: Gazab, şehvet, verdiği sözde durmamak ve tamahkârlıktır" demiştir. Peygamberlerden biri ümmetine "Kim öfkelenmeyeceğine dair bana söz verirse, işte o, benim halifem olacaktır" buyurdu. Gencin biri "Aradığın adam benim" dedi. Peygamber sözünü tekrarladı. Yine bu genç "Ben varım, dedi ve sözünde durdu. O peygamber öldüğü vakit bu genç onun halifesi oldu. Bu genç Zülkifl aleyhisselâmdır. "Kifl" adını alması, öfkelenmeyeceğine dâir söz verdiği içindir. Bazılarına göre de gece ibadet etmeyi ve gündüz oruç tutmayı tekeffül ettiği için bu ismi almıştır. Resûl-i Ekrem, birçok kimse ayrı ayrı zamanlarda Resul-i Ekrem'e gelerek; "Bize kısa öğüt ver" dediklerinde, Resûl-i Ekrem tekrar tekrar; "Öfkelenme, zira öfke insanı ifsat eder" buyurdu. Hakim'in rivayetinde ise "Sirke balı bozduğu gibi, öfke de ameli bozar" buyurulmuştur. Başka bir hadis-i şerifte "Öfke, cehennem ateşinden bir dağdır. Allahü teâlâ onu sizden birinizin içine yerleştirir. Görmez misin? Bir kimse öfkelendiği vakit gözü kızarır, rengi sararır ve burnunun delikleri açılır" buyurulmuştur. Tel: 0 212 - 454 38 21
.
Akıl almaz cinayetlerin gerçek sebebi
1 Nisan 2008 01:00
Bütün dünyada âdemoğlu, hızlı bir şekilde insanlıktan uzaklaşıyor. İnsanlık değerlerini kaybediyor. Bunu nereden biliyoruz? Yaptıklarından, günlük yaşayışlarından. Geçen hafta, gazetelere yansıyan, sadece bir gün içinde işlenen ve vahşet denilebilecek cinayetler bunun en somut örneğidir. Bu haberler özetle şöyleydi: "Ankara'da, hukuk öğrencisi bir kız, profesör olan annesini, boğazını keserek öldürdü. Annesine, 'Sen öleceksin, arkadaşlarımın arabası var benim niye yok, malların bana kalacak benim de arabam olacak' dediği tespit edildi. " "Konya'da, 33 yaşındaki kadın, 51 yaşındaki annesini bıçaklayarak öldürdü. Öldürdükten sonra bıçakla cesedi parçalara ayıran katil onları kutulara koyarak evdeki çekyatın altına yerleştirdi. Hastane çıkışında 'pişman mısın' diye soran gazetecilere, 'pişman değilim' cevabını verdi." "İstanbul-Ümraniye'de, çöp konteynerinde, başı kesilmiş bir erkek cesedi bulundu. Cinayeti ölenin eşi ile sevgilisinin işlediği belirlendi. Zanlılar, kimliği belirlenmesin diye cesedin kafasını bıçakla parçalayarak çöp konteynerlerine attıklarını itiraf ettiler." "Bursa'da, gayrimeşru ilişkiden dünyaya gelen çocuğunu tuvalette doğurup çöpe atan kadın, cinayet zanlısı olarak tutuklanarak cezaevine konuldu..." BU HÂLE NASIL GELİNDİ? Bu tip olaylar, artık sıradan, vakayı adiyeden haberler haline geldi! Geçmişte, bacakları kırılan leyleklerin bakımı için, "Leylek vakıfları" kuran insanların nesilleri bu hâle nasıl gelebilmişti. Hayvanın canına kastetmekten korkan insanların çocukları, analarını, babalarını, eşlerini, çocuklarını çekinmeden nasıl katledebiliyorlardı? İnsanları bu denli canileştiren, kimyalarını bozan neydi? Cenab-ı Hak, yarattıkları varlıklar içinde insana ayrı bir değer vermiş, insanı diğerlerinden farklı yaratmış. Diğer canlıların hayatlarını idame ettirebilmeleri için onlara içgüdü vermiş. İnsanlara ise akıl vermiş. Dünya ve ahiret huzuru için bu aklı nasıl kullanacaklarına dair de, peygamberler, kitaplar yani dinler göndermiştir. İnsanları hayvanlar gibi kendi hâllerine bırakmamıştır. İnsanlık tarihi boyunca, Cenab-ı Hakkın emrettiği gibi yaşayan, onun emir ve yasaklarına uyan, insan gibi yaşamış; rahat ve huzur içinde olmuş. Buna uymayıp, kendi aklına, mantığına göre ayrı bir yol tutan insanlar canileşmiş, kendilerine ve topluma büyük zarar vermişlerdir. Yukarıda örneklerini verdiğim cinayetler ve buna benzer bütün olaylar; insanlıktan uzaklaşıp, kendi başına bırakıldığında insanın ne vahşetler yapabileceğini çok açık bir şekilde göstermektedir. Çünkü insan, bedeninin yapısı bakımından hayvanlara, ruhu tarafından meleklere benzemektedir. Ruh tarafı zayıflar ve beden tarafı kuvvetlenirse, insan böyle hayvanlaşır... HAYVANDAN DAHA AŞAĞI OLANLAR Hatta, insan, bununla yetinmeyip, ruhunu tamamen bırakır ve sadece bedenini, nefsini düşünüp, paranın, şehvetin peşinde koşarsa, hayvanlardan da aşağı olur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, "Hatta onlar, hayvanlardan daha aşağıdırlar" buyurarak, böyle kimseleri haber vermektedir. Bütün bu vahşetleri yapanların; parçalanmış, aile içi çatışmalarla büyüyen, anne, baba sevgisinden mahrum, dini şuuru ve hassasiyeti olmayan kimseler olduğunu görüyoruz... Bu yapıdaki insanlardan zaten normal bir davranış beklenemez. Çünkü, kötülüklerin panzehiri dindir. Din, insanı insan yapan ruhun gıdâsıdır. Dinsiz bir insan, kafasız bir gövdeye benzer. Bir vücudun nasıl nefes almaya, yemeye ve içmeye ihtiyacı varsa, ruhun da dine ihtiyacı var. Şair ne güzel söylemiş: Karışımdır, âdemoğlu, meleklikle hayvanlıktan/Kim ki, meleğine uydu, üstün oldu, hem de ondan/Kim ki olur hayvan huylu, kötü olur her mahluktan!
.
Huzurlu ve uzun ömür için
1 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, dünya sevgisi hastalığına müptela olan yani, dünyalık şeylere, paraya, mala mülke düşkün olan kimselere, ölümü düşünmelerini, ölümü hatırlarından çıkarmamalarını tavsiye ederlerdi. Çünkü, ölümü düşünen, ölümden sonra faydası olmayan işlerden vazgeçer. Ölümü çok düşünen kimsenin ömrü huzurlu ve uzun olur. İmam-ı Şafii hazretleri anlatır: Abbasi devleti valilerinden biri, makam mevki sahibi olup çok zengin olunca ölçüyü kaçırır. Hayatını yeme içme üzerine kurar. Yedikçe şişmanlar, şişmanladıkça yer. Bir zaman gelir ki, şişmanlıktan yerinden kalkamayacak hale düşer. Rahatlığı sıkıntıya dönüşür. Zamanın en meşhur tabibini çağırarak bu haline bir çare bulmasını söyler. Yeme içmede nelere dikkat ederse zayıflayacağını sorar. Tabip, rahat bir şekilde der ki: Sizin kısıtlama yapmanıza lüzum yok, siz istediğinizi yiyip içebilirsiniz. Vali şaşırır. Hemen sebebini sorar. Tabip, efendim sizin iyileşmeniz artık mümkün değil, şişmanlık vücudunuza çok zarar vermiş, bir ay ömrünüz kaldı. Bir ay sonra nasıl olsa öleceksiniz. Bunun için, sıkıntıya girip perhiz yapmanıza gerek yok, der. Ve huzurundan ayrılır. Ölüm haberini duyan vali, perişan olur. Yıllarca yaptığı, kötülükler, zulümler, haksızlıklar aklına gelir. Haksızlık yaptığı, zulmettiği kimseleri teker teker çağırtarak, fazlasıyla haklarını öder, onlarla helalleşir. Herkese iyilik yapmaya, kimsenin kalbini kırmamaya özen gösterir hale gelir. Ölüm korkusu iştahını da keser. Getirilen o leziz yemeklere elini bile sürmeden geri gönderir. Yemediği için de her gün zayıflar. Ay sonunda, bir deri bir kemik halini alır. Bir ayı geçtiği halde ölmeyince hemen tabibi çağırtır. Bir ay geçti ben hâlâ ölmedim, bu ne haldir, diye sorar. Tabib şöyle cevap verir: Efendim daha önce siz beni, ne zaman, nasıl öleceğim diye çağırmamıştınız. Ben tabibim, siz daha önce nasıl zayıflayabilirim, bunun çaresini bul, diye çağırmıştınız. Görüyorum ki, maksat hasıl olmuş. İlacı buydu. Tabibin bu hilesi, valiye ders olur. Dünyaya düşkünlükten; haramdan, kötülüklerden, zulümden uzak durur. Tel: 0 212 - 4
.
Dağıtmada "kepçe" gibi olmak
2 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, ellerinden geldiği kadar, hayır hasenat yapar, fakir fukarayı kollarlardı. Bunu yaparken de, hayır hasenatına kibrin, ucbun karışmamasına çok dikkat ederlerdi. Molla Cami hazretleri devrinde, hâli vakti yerinde olan biri muhtaçlara yemek yedirmeyi kendisine vazife edinmişti. Büyük bir aşevi kurup, o civardaki bütün fakirlere yemek dağıtırdı. Komşusu Molla Cami hazretleri, bu zenginin yaptıklarından çok memnun oluyordu. Fakat, işin içinde riya, gösteriş var mı, diye endişe ediyordu. Eğer böyle bir şey varsa, yaptıklarının boşa gideceğinden korkuyordu. Bir gün bu komşusunu çağırıp, bu kadar muhtaç sahibi insanın karnını doyuruyorsun, bu yaptıklarından dolayı, kalbinde gösteriş riya meydana geliyor mu, diye sordu. Gelen kimse yemin billah ederek, ben kendimi mutfaktaki kepçe olarak görüyorum. Kepçenin nasıl olup bitenlerden hiç haberi olmazsa ben de öyleyim, dedi. Bazıları böyle, dağıtmaktan kazandığı gibi bazıları da, dağıtmaya mani olduklarından dolayı kaybediyor: Allah adamlarından birisi bir rüya görür. Rüyada, kabristanda dolaşırken, kabrin biri çöker, içinde eli yüzü yanık bir genç ile yanında bir köpek görür. Merak edip gence sorar, bu yanık izleri neyin nesidir? Genç cevap verir: Ben namazlarımı muntazam kılmazdım. Şimdi burada kızgın sac üzerinde namaz kıldırıyorlar. Yanık izleri bundan, diye cevap verir. Ya bu yanındaki köpek neyin nesi, diye sorar. Bu benim annemdir. Babam cömert biriydi. Yemek yedirmeyi çok severdi. Bunun için eve sık sık misafir getirirdi. Annem de, her misafir getirişinde babama kızar, başının etini yerdi. Babamı çok üzerdi. Bu davranışından dolayı, Cenab-ı Hak, bu hale soktu, der. Allah dostu kimse ikisinin de haline üzülür. Gence dua eder, yanık izleri ve sıkıntısı kaybolur. Sonra annesine dua eder, köpek silkinerek kadın şeklini alır. Kadın oğluna, bu zat kimdir, diye sorar. Genç bizim misafirimiz, deyince, babanın dünyada getirdikleri misafirler yetmedi de şimdi de senin misafirlerin ile mi uğraşacağım, diye bağırır. Bunun üzerine, kadın tekrar eski layık olduğu hale döner. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
.
İnançsızlık insanları çıldırtıyor
2 Nisan 2008 01:00
Dün, insanların dinden, maneviyattan uzaklaştıklarından, bunun için de insanlık dışı, cinayetlerin, vahşetlerin hızla yaygınlaştığından bahsetmiştim. Bazılarının aklına, bu cinayetleri işleyenlerin, günlük hayat mücadelesi ile ruh sağlıklarının bozulduğu bunun için böyle akıl dışı cinayetlere yöneldikleri, düşüncesi gelebilir. Evet, bu düşünce de doğru. Ancak yine aynı noktaya geliyoruz. Hayat mücadelesi, dine uygun yapıldığı takdirde insanların ruh sağlığı bozulmaz. Zaten, insanın ruhi yönü düşünülmeyip robot muamelesi yapıldığı için, depresyona giren, ruh dengesi bozulan hasta sayısı her geçen gün artmaktadır. Çünkü insan bir makine değildir. Makine gibi kullanılamaz. Bir makine kullanım tarifesine uygun kullanılmadığında nasıl bozuluyorsa; insan da yaratılış gayesine uygun kullanılmadığı için ruh sağlığı bozuluyor. Dünya Sağlık Örgütü'nün (WHO) yaptığı araştırmalarda, toplumların akıl sağlığı açısından durumlarının endişe verici olduğu sonucu ortaya çıkmıştır... İNSAN ROBOT DEĞİLDİR! Ortaya çıkan bu vahim durumu değerlendiren sosyolog ve psikologlar, akıl rahatsızlıklarının artmasındaki asıl sebebin; insanların içine düştükleri manevi boşluk ve yüksek teknolojinin manevi bağları, birebir ilişkileri koparmasının, insanların mekanik alet, robot haline getirilmesinin büyük etkisinin olduğunda hemfikirler. Uzmanlar; bu tür rahatsızlıkların ülkemizde de yaygınlaştığını belirterek, bunun sebebi olarak da, toplumda meydana gelen manevi yapıya aykırı hızlı değişimleri gösteriyorlar. Ayrıca, sabır, tevekkül gibi manevi destekten mahrum kimselerin karşılaştıkları, ekonomik sıkıntıların da bu tür rahatsızlıkları iyice alevlendirdiğine işaret ediliyor... Bu gidişe dur denilmesi için, bir an önce insanların, insan oldukları ruh taşıdıkları düşünülmeli bunun için de manevi yönlerinin güçlendirilmesi yoluna gidilmelidir. WHO'nun, birkaç sene önce yaptığı "Akıl Sağlığı Araştırması"nda ortaya çıkan sonuç endişe verici. Araştırmada akıl sağlığı yerinde olmayanlarla ilgili elde edilen rakamlar şöyle: ABD: % 48, Hollanda: %40, Almanya: %38, Kanada: %37, Brezilya: %36, Türkiye: %12. Bugün daha da artmış olan bu rakamlar neredeyse gelişmiş ülke insanlarının yarısının akıl hastası olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Demek ki sadece maddi refah yetmiyor; hatta zararlı oluyor. Ruhsal problemlerin; dini ve örfi değerlerden kopmaktan, toplumun temel taşı olan ailenin çökmesinden ve teknolojik gelişmişliğin insanları yalnızlığa itmesinden ve birebir ilişkilerde kopma meydana getirmesinden kaynaklandığını belirtiyorlar. DİNSİZ HAYAT DÜŞÜNÜLEMEZ! İnsanları bu sıkıntılardan kurtarmanın tek yolu, dinlerini, maneviyatlarını kuvvetlendirmektir. Din ortadan kalkarsa, insanlar hissiz, idraksiz ve düşüncesiz bir makine, bir robot haline gelirler. Din insanlara iyi ahlâk, sevgi, kudret, cesaret, dayanma gücü, sabır, rahat ve huzur getirir. Bu özelliklere sahip kimsenin de ruh dengesi sağlam olur, sıkıntılardan etkilenmez; ömrünü huzur içinde geçirir. Din, insanlara iyiliği, dürüstlüğü, hoşgörü sâhibi olmayı, büyüklere saygı ve küçüklere karşı şefkat göstermeyi öğretir. Başına gelen olumsuzluklarda sabretmesini ve tevekkül etmesini sağlar. Din, işlerde başarı için ümit ve cesaret veren, başarısızlıklarda teselli eden, ızdırapları unutturan, insanlara yaşama gücü veren, onu yetiştiren ve olgunlaştıran, toplumları dünyada huzura, ahirette ise ebedi saadete kavuşturan bir kudret hazinesidir. Geçmişte dinin yerine çeşitli felsefi akımlar "izm"ler konulmak istendi. Hepsi geri tepti. Çünkü, beşer mahsulü felsefî ideolojilerin, ilahi dinin boşluğunu doldurması mümkün değildir. Eninde sonunda herkes dinin önemini kavrayacaktır. Bu din de tabii ki, son din İslâmiyettir. Meşhur İngiliz yazarı Bernard Shaw'ın sözü ile konuyu noktalayayım. "Hiç şüphesiz gelecekte Avrupa'nın dini İslâmdır
.
Son nefes önemli
3 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, sondan, son nefesten çok korkmuşlardır. Ya, son iyi olmaz, son nefeste imansız gidersem, sonsuz olarak Cehennem azabında kalırsam hâlim ne olur, endişesini taşımışlardır. Bunun için de, bütün ömürleri boyunca, son nefeste imanla gitmek için ne yapmak lazımsa, nasıl olmak gerekiyorsa öyle olmaya çalışmışlardır. Çünkü bu işin şakası yoktur. Nice büyük zatlar, nice evliyalar maalesef son nefeslerini kurtaramamışlardır. Hükümdarın biri, büyük bir şehri fetheder. Usul gereği bu şehrin en büyük kilisesi cami haline getirtilir. Açılışını yapmak üzere ilk cuma namazına da, bu hükümdar gelir. Zamanın en büyük âlimi imamete geçerek, ilk tekbiri alır ve namaz başlar. Padişah namaza durmak üzere iken abdesti bozulur. Tabii ki abdestsiz namaz kılamaz! O kalabalıkta dışarı çıkması da mümkün değil... Çaresizlik içinde ne yapacağını düşünürken, yanındaki zat, hâlini anlar keramet gösterir, paltosunu tek eliyle açar. Padişah bir de bakar ki, orada hazır duran bir çeşme var. Hemen abdestini alır, imama yetişerek namaza durur. Ertesi gün padişah, bir gün önce cuma namazını kıldıran zat ile karşılaşır. Kendisinden dua ister. O zat da, "Cenab-ı Hak sana iman selameti versin!" diye dua eder. Padişah, biraz şaşırır. Neden şaşırdığını anlayan o âlim zat, "Evet, duanın kısa olmasına şaşırdın. Çünkü uzun bir dua bekliyordun değil mi? dedikten sonra, en kıymetli dua budur. Dün, sana keramet göstererek, abdest almanı sağlayan zat akşam imansız vefat etti" der. On şeyin, son nefeste îmansız gitmeye sebep olacağı bildirilmiştir: 1- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2- Îmanını, Ehl-i sünnet îtikatına göre düzeltmemek, 3- Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyet etmek, 5- Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek, 6- Îmansız ölmekten korkmamak, 7- Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8- Fâiz alıp vermek, 9- Dînine bağlı olan Müslümanları aşağı görmek, 10- Fuhuş, kötü, çirkin sözleri, yazıları ve resimleri söylemek, yazmak ve yapmak. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
"Gerçek şudur ki..."
4 Nisan 2008 01:00
İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Tasavvuf büyükleri, başlangıçta talebelerini paradan uzak tutarlardı. Para biriktirmesine mani olurlardı. Talebenin bütün ihtiyaçlarını kendileri karşılar, ona sadece verilen vazifelere çalışmak kalırdı. Tasavvufta belli bir mertebeye ulaştıktan sonra, zaruri ihtiyaçları ve infak etmek yani dağıtmak için para biriktirmeye izin verilirdi. Bu kimsenin hâli, annesini emmekte olan bir bebeğin haline benzer. Çocuk biraz büyüyüp memeden ayrılma zamanı gelince, memenin ucuna acı bir şey sürerler. Bu suretle memeyi emmekten tiksindirilen çocuk, kendisi için artık zararlı olan sütten kesilmiş olur. Hattâ süt içmekten de hoşlanmaz olur. Tıpkı bunun gibi tasavvufta nihayete doğru ilerleyen mürid, dünya ihtiraslarından kesilmiş olur. Artık bu makamda onun, kendi ihtiyaçlarını karşılamak ve Allah yolunda Allah'ın emrettiği yönde harcamak niyetiyle para biriktirmesi, bir noksanlık sayılmaz. Bilâkis onun kemalini ifade eder. İslam büyüklerinin bazılarının, dünyalıklardan; dünya malı yığmaktan men eden; bazılarının ise dünyalık biriktirmeyi tavsiye eden sözlerini, işte bu açıdan ele almak gerekir. İnsanın para harcamada bir ölçüsü olmazsa, her isteği için para harcarsa, her ihtiyacı karşılanırsa bir müddet sonra azar. Her istediğini alabilmek, israfa sürükler. Çünkü, israf hastalığına yakalanmanın sebeplerinin başında da, ihtiyaçsızlık geliyor. Kur'an-ı kerimde, "Gerçek şu ki, insan, ihtiyaçsız olunca, elbette azar!" buyuruluyor. İhtiyaçsız insan, tatminsizdir, huzursuzdur, bunlardan kurtulabilmek için su gibi para harcar. Harcadıkça daha çok huzursuz olur... Müslim el-Nahhât buyurdu ki: "Altın ve gümüş paralar ilk basıldığı zaman şeytan ikisini de alıp alnına koymuş, öpmüş ve: 'Sizi seven benim kulum olmuştur' demiş." İbrahim Edhem hazreleri de buyurdu ki: "Hak yolunun isteklisi olan kimse, gönlünden dünya sevgisini atmadıkça ve din kardeşlerini kendisine takdim ve tercih etmedikçe, noksanlıktan kurtulamaz. Şu kadar var ki, kendisinin daha muhtaç olduğu durumlar müstesnadır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e
.
Yanlış tedavi öldürür!
5 Nisan 2008 01:00
Yahyâ bin Muaz hazretleri buyurdu ki: "Altın, para zehirli bir akrebe benzer. Tedavisini beceremeyen bir kimseyi zehirler, öldürür." Ona; "Yâ Muaz, bunun tedavisi nasıl olur?" diye sormuşlar. O, şu cevabı vermiş: "Helâlinden kazanmak ve yerine sarf etmektir." Sümayt bin Aclân da buyurdu ki: "Altın, para sevgisi dünyaya düşkünlerin lokmasıdır, onunla helâke doğru sürüklenir giderler." İsâ aleyhisselâm buyuruyor ki: "Kul, altınla toprağı müsavî görmedikçe iyi bir kul olamaz." Şâkîk el-Belhî buyurdu ki: "Dünyalık ele geçirdiğinde, kalbinde bir inşirah (genişlik) duyan kimse, tehlikededir." Hazreti Ali parayı eline kor ve şunları söylerdi: "Ey para, doğrusu öf sana! Öyle bir şeysin ki, insanın elinden çıkmadıkça bir faydan dokunmuyor!" Süfyan-ı Sevrî de şöyle dermiş: "Haram para kapıdan girdi mi, hak pencereden çıkar gider." Bunun üzerine ona demişler ki: "Yâ imam, pencere kapalı olursa nereden çıkacak?" O da şu karşılığı vermiştir: "Ölüm meleğinin geldiği yerden!" Alâ bin Zeyyad, "Bir âlim, dünya ve kadın mevzuunda imtihanı kazanmadıkça kemâle eremez!" derdi. Adamın biri, İbrahim Edhem'in sohbetlerine devam etmek ister. Bu isteğini ona açar. O da; "Malında benden daha fazla hak sahibi olduğunu iddia etmemek şartıyla isteğin kabul" diye karşılık verir. Adamcağız, bu şartı kabul edemeyeceğini bildirerek ondan ayrılmış. İbni Mesud hazretleri buyuruyor ki: Dünyada herkes misafirdir. Yanındaki şeyler emanettir. Misafirin gitmekten, emanetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur. Ayeti kerimelerde buyuruldu ki: "Dünya hayatı, ancak oyun ve boş şeyle meşgul olmaktır. Ahiret ve nimetleri daimi olduğundan daha hayırlıdır. Bunların farkını anlamaz mısınız?" (Enam 32) "Yanınızdaki dünyalıklar geçici, Allah katındaki hazine ve rahmetler ise daimidir." (Nahl 96) "Dünyayı ahirete tercih edersiniz, Halbuki ahiret hayırlı olup nimetleri daimidir." (Ala 16, 17) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Kendini beğenen kaybeder!
6 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, ucbdan, ibadetlerini, yaptıklarını beğenmekten çok korkarlardı. Peygamber efendimiz bildirir: Benî İsrail'den iki kişi arkadaş idiler. Birisi günahkâr, diğeri ise çok ibadet eden bir âbid idi. Abid, diğerini günah işlediğini gördükçe ikaz ediyordu. Yine bir gün bir günah işlerken görüp ona "Bu günahlardan vazgeç" dedi. Günahkâr olan "Beni yalnız bırak, Rabbim seni bana gözcü mü gönderdi?" dedi. Abid, "Vallahi Allah seni mağfiret etmez ve Cennetine koymaz" dedi. İkisi de ölüp Rabbül âleminin huzurunda buluştular. Allahü teâlâ, (günahlarının ezikliği içinde kıvranan) günahkâra "Git rahmetimle Cennete gir" buyurdu. (İbadetiyle ucba kapılan ve günahkâra Cehennemlik diye yemin eden) abid için de, "Bunu da Cehenneme götürün" buyurdu... "Benî İsrailde bir abid var idi. Beş yüz yıl ibadet etmişti. Kıyamet günü Allahü teâlâ, "Bu abidi, benim ihsanımla Cennete götürün!" buyurur. Abid, "Ben ihsan ile değil, yaptığım beş yüz yıllık ibadetle Cennete girmek istiyorum" der. Allahü teâlâ emreder, hesabı görülür. Yalnız göz nimeti beş yüz yıllık ibadetten fazla gelir. Melekler abidi Cehenneme götürürler. Abid, "Ya Rabbi beni rahmetinle, ihsanınla Cennete koy" diye dua eder. Allahü teâlâ buyurur ki: "Ey kulum, seni yoktan kim yarattı? Seni yaratmam, senin tarafından mı oldu, yoksa benim ihsanımla, benim rahmetimle mi oldu?" Allahü teâlâ verdiği bazı nimetleri de sayar. Abid, "Hepsi senin rahmetinle, ihsanınla oldu" der." "Benî İsrail'den Kifl isimli biri vardı. Ona paraya ihtiyacı olan bir kadın geldi. Durumunu bildirdi. Kifl, onunla beraber olmak şartıyla kadına altmış altın verdi. Kadın ağlamaya başladı: "Şimdiye kadar böyle bir şey yapmadım. Bu çirkin işe beni ihtiyacım sürükledi" dedi. Kifl, "Mademki sen yapmadığın işi ihtiyacından dolayı yapmak zorundasın, öyleyse git, para da senin olsun" dedi. Kifl ayrıca yemin ederek "Vallahi bundan sonra ben de bu çirkin işi bir daha yapmam" dedi ve o gece de öldü. Sabahleyin kapısına şöyle yazılmış olduğu görüldü: "Allah, Kifl'i mağfiret etti." (Tirmizi) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoru
.
Gönül kimi severse...
7 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, başlarına bir iş geldiğinde, kaza ve kaderde ne varsa onun olacağını hatırlarlar ve acele karar vermezler, sabırlı olurlardı. Çünkü kaza ve kadere inanmak imandandır. Acelecilik ise şeytandandır. Zamanın birinde, yeni evlenen gencin biri, ilim öğrenme hevesi ile köyden ayrılır. Uzun bir yolculuktan sonra şehre varıp medrese ararken ameleye ihtiyacı olan bir zengin ile karşılaşır. Zengin iyi para verince niyetini bozup onun yanında çalışmaya başlar. 20 sene bunun yanında çalışıp üç bin dinar para biriktirir. Sonra köyüne dönmeye karar verir. Yolda, konakladığı bir yerde biri, "Bende öyle bir nasihat var ki, bunu alan dünyada ve ahirette rahat eder, fakat bedeli bin dirhem" der. Adam, buna bin dirhem vererek, karşılığında, "Kaza ve kaderde ne varsa o olur!" nasihatini alır. Yoluna devam eder. Başka bir konak yerinde, yine böyle birisi ile karşılaşır. Bin dirhem de ona vererek, karşılığında, "Gönül kimi severse, güzel odur!" nasihatini alır. Yoluna devam ederken, başka bir konaklama yerinde yine birine rastlar. Kalan parasını da buna verip karşılığında, "Hoşlanmadığın bir durumla karşılaştığın zaman acele etme!" nasihatini alır... Yoluna devam eder. Yolda bir kalabalık ile karşılaşır. Yanlarına vardığında derler ki: "Şu kuyunun içinde bir deli var, yanında da bir kız var. Köyümüzün su vanasını kapattı. Kim içeri girerse öldürüyor. Bizi bu sıkıntıdan kurtarana, şu çömlekteki altınları vereceğiz" derler. Adamın aklına birinci nasihat olan, "kaza ve kaderde ne varsa o olur sözü" gelir. Kuyuya iner. Deli, "Sana bir soru soracağım bilirsen vanayı açacağım" diyerek, "Bu kız mı güzel yoksa şu kurbağa mı?" diye sorar. İkinci nasihat aklına gelerek bunu söyler. Deli, kurbağayı sevdiği için bu söz hoşuna gider. Vanayı açar. Adam da, önceki parasından çok fazla olan altınları alıp köyüne döner. Evinin penceresinden baktığında, içeride hanımının yanında genç birini görür. Hemen bıçağına sarılır. Bu sırada, üçüncü nasihat alkına gelir. Kapıyı çalar. Hanımı kapıyı açıp kendisini görünce, içeriye "Bak, oğlum, baban geldi" der... Tel: 0 212 - 4
.
Elini aleve tutan genç!..
8 Nisan 2008 01:00
Abdurrahman bin Muhammed Şeyhizade'nin yazdığı Mecma'ul Enhûr adında çok kıymetli bir fıkıh kitabı vardır. Fakat kitabın yazarı bu isimle değil, "Damad" ismi ile anılır. Bu isimle anılmasının ibretli bir hikâyesi var: Abdurrahman Efendi, Medrese talebesi iken Edirnekapı'nın dışında iki odalı bir bağ evinde kalır. Dışarısı karlı ve fırtınalı bir gecede, evin kapısı çalınır. Kapıya gelen genç bir kız, "Yolumu kaybettim, beni bu gece misafir alır mısınız, dışarısı çok soğuk" der. Genç talebe, ayrı bir odaya alır ve kapıyı kapatır. Mum ışığında ders çalışmaya devam eder. Aradan biraz zaman geçince kız merak eder, kapı aralığından bakar, gencin ders çalışırken arada bir elini muma tutup yanınca geri çektiğini ve tekrar ders çalışmaya devam ettiğini görür... Sabah olunca kız çıkıp evine döner. Merak eden ailesine, "Fırtınadan evimizin yolunu kaybettim, dolaşırken Edirnekapı civarında bir ışık gördüm oraya sığındım, bir medrese talebesi ders çalışıyormuş beni içeri aldı. Orada kalıp sabahleyin ayrılıp geldim" der. Babası, endişelenince, "Beni, ayrı bir odaya aldı, o kendi odasında ders çalıştı, bir ara kapı aralığından baktım, derse ara verip mumda parmağını yakıyordu, sabaha kadar, ara ara hep mumda parmağını yaktı" der. Bu genç kız vezirin kızıymış. Vezir iki asker gönderip, bu genç talebeyi makamına getirtir. Olup biteni bir de ondan dinler. Sonra, elini mum alevine tutmasının sebebini sorar. Genç talebe yani, Abdurrahman bin Muhammed Şeyhizade der ki: "Efendim, ders çalışırken şeytan vesvese vermeye başladı, ben de böyle yapıp kendime, 'Eğer şeytana uyarsan yarın vücudunun tamamı yanacak şimdi sadece parmağın acısına dayanamıyorsun bütün vücudun yanınca nasıl dayanacaksın?' dedim, kızınızın yüzüne bile bakmadım." Vezir bu olaydan çok etkilenir, bu gence kızını almasını, kendisine damat olmasını teklif eder. O da kabul eder. Bu genç tahsiline devam eder daha sonra ulemanın büyüklerinden olur, çok kıymetli bir fıkıh kitabı yazar. Bu hadiseden dolayı, gerçek ismi ile anılmayıp "Damat" ismi ile meşhur olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir!
8 Nisan 2008 01:00
İnsanın yaşayışında, dünya ve âhiretini kazanmasında; dilinin, konuşmasının, davranışlarının büyük önemi vardır. İnsan bir söz ile Müslüman olduğu gibi, bir söz ile de dinden çıkabilir. Kişinin dili, konuşması, onun iç dünyasından dışarıya açılan bir perceresidir. Söz var, iş bitirir; söz var, baş yitirir. Öyle söz var, yılanı bile deliğinden çıkartır. Ancak yine öyle sözler vardır ki, fitneye, cinayetlere ölümlere sebep olur. Bunun için konuşurken, tahrik edici, ölçüsüz, sert ve kötü sözler söylememelidir. Konuşması, kişiye değer vermede bir ölçüdür. Kişi konuşmasıyla değerlendirilir. Ağzını açar açmaz hemen kötü söz söyleyen, müstehcen konuşan, şunu bunu kınayan, aşağılayan kimse için hemen karar verilir: Bu kimse, ölçüsüz, dengesiz biri! Bunun için, ağızdan çıkan söze dikkat etmeli, kötü, faydasız söz söylememelidir. Kötü söz söylemeyi alışkanlık hâline getiren hayâsız olur. Bir hadîs-i şerîfte, "Hayâ, îmândandır. Fuhş, kötü söylemek, cefâdandır. Îmân Cennete, cefâ Cehenneme götürür" buyuruldu. HEDEFİNİ ŞAŞMAYAN OK Evliyânın büyüklerinden Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: "Çok konuşan çok yanılır. Çok malı, mülkü, serveti olup da onu yerinde ve zamanında harcamayanın hesâbı çok zor olur. Ahlâkı kötü olan, kendisini azâba atar." Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyurdu ki: "Suçsuz bir insana bir ok atmak, ona dil uzatmaktan daha iyidir. Çünkü dil uzatma, hiçbir zaman hedefinden şaşmaz. Atılan bir ok ise ba'zan hedefe isâbet etmeyebilir. " Ebû Sa'îd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki: "İnsanoğlu sabahleyin kalkınca, onun bütün uzuvları diline şöyle derler: Ey dil! Allah seni doğru yola sevk etsin. Zîrâ sen doğru yolda olursan, biz de doğru yolda oluruz. Sen doğru yoldan saparsan, hepimiz saparız." Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri, Kâbe'nin yanında durarak şöyle dedi: - Ey ahâli, sizden biri bir yolculuğa çıkmış olsa, azıksız aslâ çıkmaz. Mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vesâire alır. Dünya hayâtında bir yolculuğa çıkan bir insan, azık almadan çıkmazsa, ya âhiret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar? Orada toplanan ahâli sordu: "Bizim âhiret azığımız nedir ey Ebû Zer?" - Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeğe, diğerini de âhiret hazırlığı yapmağa tahsîs ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez. Konuşmalarınızı ikiye ayırınız. Biri, dünyevî mes'elelerinize faydalı olacak husûslara tahsîs edilmiş olsun. Diğeri de ebedî âhiret hazırlığı husûslarına ayrılmış olsun. Üçüncüsü faydalı olmaz, zararlı olur. Malınızı, mülkünüzü, servetinizi ikiye ayırınız. Bir kısmını âile efradınızın geçimine harcayınız. Diğer kısmını da âhiret hazırlığı için hayır yollarına sarf ediniz. Üçüncüsü faydalı olmaz, zararlı olur. BEREKETSİZLİĞİN SEBEBİ Îsâ aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: "Faydasız söz konuşmayınız ki kalbiniz kararmasın. Kararmış kalb Allah'tan uzaktır. Fakat siz bunun farkına varamazsınız." Eshâb-ı kirâmdan birisi buyurdu ki: "Kalbinde bir karartı, bedeninde bir gevşeklik, rızkında bir, bereketsizlik, kıtlık görürsen, bil ki, sen mutlaka lüzûmsuz, boş şeyler konuşmuşsundur." Bunun için atalarımız; büyük lokma ye büyük söz söyleme; iki dinle bir söyle, demişlerdir. Çok konuşmak kişilerin başına pek çok zararlar açabilir. Az konuşmak, düşünerek, yerinde ve ihtiyaç miktarı konuşmak demektir. Aceleci davranıp hazırcevaplık taslamak, bu ölçülü konuşmaya mani olur. Ölçülü olmayan, onu bunu ölçüsüzce eleştirirken, onları kınayan sevilmez. Büyük konuşmak, insanın değerini azaltır. Başkalarını kınayan kişi çok zaman aynı duruma kendisi düşer. Ayıplayan, ayıplanan durumu davet etmek etmiş olur. Nitekim hadis-i şerifte, "Birini tevbe ettiği günahtan dolayı ayıplayan, aynı günaha maruz kalmadan ölmez" buyurulmuşur.
.
Öncelik sırası
9 Nisan 2008 01:00
İmam-ı Şarani hazretleri anlatır: Allah adamları, talebelerinin dini meşguliyetlerini, zarurî işleri bile olsa şahsî işlerine tercih ederlerdi. Allah rızasını bütün arzularına takdim ve tercih ederlerdi. Onlar, dâima uhrevi amellere öncelik verirlerdi. Meselâ sabah namazından sonraki zikir ve virdlerini diğer işlerine takdim ettikleri gibi, soğuk gecelerde gece kalkamama ihtimaline binaen teheccüd namazlarını da yatmadan önce yaparlardı. Sabahleyin ilk işi ve ilk maksadı dünya olan kişi, bu büyüklerin yolundan ayrılmış olur, derlerdi. Bir gün tanıdığım biri, sabah kaltınca kontrol için bahçesine çıkmış ve o sabah, hem virdini terk etmiş, hem de sabah namazını cemaatle kılmaktan mahrum kalmış idi. Bu kimse sarığı ve cübbesiyle sofiler kıyafeti ile dolaşıyordu. Ben kendisine dedim ki: "Ey kardeş, böyle sofî kıyafetine girip ortada dolaşacağına, el-âlemin giyindiği gibi giyinmiş olsan da, sabah namazını cemaatle kılıp virdini de okumuş bulunsaydın senin için daha hayırlı olurdu." Yunus bin Ubeyd derdi ki: "Bir tek tesbihi veya tehlili ("Sübhânellâh!", "Lâilâhe illallâh!" gibi) dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha kıymetli bilmeyen bir kimse, dünyayı âhirete tercih edenlerdendir!" Mâlik bin Dinar buyurdu ki: "Her kim dünyaya evlenme teklifinde bulunursa,(Dünyalıklara kalbini bağlasa) dünya ondan, nikâhının bedeli olarak dininin tamamını ister!" Ebü'l Hasen Şâzelî buyurdu ki: "Dünya iblisin kızıdır. Her kim ona evlenmek teklifinde bulunursa, babası iblis, gelip gitmesini artırır. Bir de onunla evlenecek olursa, yanından hiç ayrılmaz olur." Yani, dünyaya evlenme teklifinde bulunmaktan kasdedilen mana, dünya malına muhabbet etmektir. Dünya ile evlenmekten murad da, dünya malını ihtiyacından fazla olduğu ve hiçbir dinî maksat taşımadığı halde elinde tutmaktır. Dünyayı gönülden seven birçok kimselere namazında, abdestinde ve niyetlerinde durmadan vesvese verir. Hadis-i şerifte buyuruldu: "Ateşle su bir kapta bulunamayacağı gibi, dünya ve ahiret sevgisi de bir müminin kalbinde birlikte bulunmaz." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc
.
Hizmet, hezimete dönüşmesin!
9 Nisan 2008 01:00
Herkes kendine göre, kendine, çevresine topluma faydalı olmak ister. Fakat hizmet etmek, faydalı olmak kolay değil. Bazen insan, kaş yapayım derken göz çıkarır, faydalı olayım derken zararlı olabilir. Hizmet hezimete dönüşebilir. İnsanlara faydalı olabilmek, İslâmiyete hakkıyla hizmet edebilmek için üç şart vardır. Bu üç şarttan ne kadar çok istifâde edilirse, o kadar faydalı hizmet verilmiş olur. Bu üç şart şunlardır: 1- İlim ve tecrübe: İlimsiz zâten hizmet olmaz. Nerede ilim varsa orada İslâmiyet var demektir. Çünkü, İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, ilim öğrenmek emredilmekte, ilim adamları övülmektedir. Bir husûsu bilen bir kimsenin anlatması ile yarım yamalak bilen kimsenin anlatması bir olmaz. İnsanlara faydalı olabilmek için önce dîni çok iyi bilmek lâzımdır. Bunun için dînimiz, ilim sahibine ve ilme çok önem vermiştir. Ancak ilimle beraber tecrübeden de istifade etmek lâzımdır. Bir operatörün, mesleğini sadece ilmiyle icrâ etmesi mümkün değildir. Defalarca ameliyatlara iştirak etmesi, ilmini tecrübe ile birleştirmesi lâzımdır. AKILSIZ DOSTUN OLACAĞINA 2- Akıl ve siyâset: Ahmak kimse hangi işte olursa olsun, işine zarar verir. Bunun için, dîni anlatacak kimselerin akıllı ve zekî olması lâzımdır. Meşhur bir atasözümüz vardır: "Akılsız dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun." Hizmette, akıl ile birlikte ilm-i siyâseti de devreye sokmak lâzımdır. Buradaki siyâset, bugünkü politikacıların yaptığı siyâset değildir. Kendisine ve başkasına zarar vermeden en iyi hizmeti yapabilmektir. Bunun için Müslüman, soğukkanlı olmalıdır. Duygularının, heyecanının esiri olmamalıdır. Nerede nasıl hareket edeceğini iyi bilmelidir. Evliyâdan bir zât, bir gün câmide akıl ve siyâset ile ilgili vaaz ederken buyurdu ki: "Diyelim ki içinizden birisi evine vardığında, bir de baktı ki küçük çocuğu evin çatısında tam kenarda yürümekte, düştü-düşecek durumdadır. Böyle durumda hemen heyecanlanıp çocuğa bağırıp çağırılmaz. 'Mâşâallah, sen ne güzel yürüyorsun. Aşağıya in, sana bak ne getirdim' denir. Aşağıya indikten sonra, onun anlayacağı şekilde, bir daha öyle tehlikeli yerlerde dolaşmaması için bağırır, çağırır azarlar. İşte bu bir siyâsettir..." Eskiden medreselerde, ilm-i siyâset dersi gösterilirdi. Talebenin biri, sıra ilm-i siyâsete gelince, "Buna lüzûm görmüyorum, ben artık gidebilirim" demiş ve medreseden ayrılmış. Yolda bir köye uğramış. İmâmın vaazını dinlemiş. Bakmış ki, bozuk i'tikâdlı biri. Namazdan sonra hemen ayağa kalkıp, cemâate, "Sizin bu imâmınız bozuk i'tikâdlı birisidir. Namazlarınız boşa gidiyor, bunun arkasında namaz kılmayın" demiş. İmâm kendini köylülere çok sevdirmiş biriymiş. Bir dediğini iki etmiyorlarmış. İmâmın bir işâreti üzerine, adamı hemen dışarı atıp iyice bir dayak atmışlar. Talebe hatâsını anlayıp hemen medreseye geri dönmüş. İki sene de siyâset dersi aldıktan sonra, aynı köye tekrar gitmiş. Bu defa cemâate demiş ki: "Sizin bu imâmınız az bulunur bir insandır. Kıymetini bilin, her kim bunun sakalından bir tel koparır yanında bulundurursa, başına belâ gelmez." HER DOĞRU HER YERDE SÖYLENMEZ Bunun üzerine, cemâat imâmın sakalını yolmak için hücum eder. İmâm kendini dışarı zor atar, canını zor kurtarır ve köyü terk edip gider. Böylece bozuk i'tikâdlı imâmdan köylüleri kurtarmış olur. İşte bunlar siyâsete birer misâldir. Bundan anlaşılıyor ki, dîni anlatacak kimsenin, karşısındakilerin dînini ve dünyasını iyi bilmesi lâzımdır. Bu talebe cemâatin durumunu bilseydi önceki hâdise başına gelmezdi. 3- İhlâs: Yapılan bütün işlerin kabûl edilmesi ve âhirette faydası olması için bunların ihlâsla, yanî Allah rızâsı için yapılmış olması lâzımdır. İhlâs, dünya menfaatlerini düşünmeyip amellerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet ederken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun için âlimlerimiz, ilim, amel ve ihlâsın beraber olmasını şart koşmuşlardır. Bunlardan biri eksik olursa maksada kavuşulamaz.
.
Sahip olunan gerçek mal
10 Nisan 2008 01:00
Allah adamları, hayır hasenat yapmayı ihmal etmezlerdi. Sahip oldukları malları bol bol dağıtırlardı. Evlâdlarını ve torunlarını düşünerek onlar için mal mülk ayırmazlardı. Bunları düşünerek cimrilik etmezlerdi... Bunun için ellerine geçeni, Allah rızası için Allah yolunda harcarlar idi. Onlarda maddeye karşı ihtiras, cimrilik ve tamahkârlık yoktu. Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Ey âdemoğlu! Korkma, Allah yolunda harca. Etrafındakilere aldanma. Oğlun, elindekine sahip olmak için seninle uğraşır. Sahip olduğu zaman da senin için sadaka vermez. Rizây-i Bârî için senin harcamana da razı olmaz. Eşin, hizmetçin, hısım akraban da böyledir. Onlar, senden ve senin hayatından ziyade malını severler. Onlar, sen öldükten sonra senin malınla zevk ve safalarını sürecekler. O malların hesabını ise sen vereceksin." Ebû Hâzım derdi ki: "Allah yolunda harcayınız. Evlâdımız var, diye korkmayınız. Zira eğer onlar mü'min iseler, Allah onları da bol bol rızıklandıracaktır. Eğer fâsık iseler, kendi mallarınızla fâsıklık yapmalarına destek olmayınız!" Muhammed bin Yusuf derdi ki: "Sâlih din kardeşin için infak et, dağıt. O, mirasçılarından daha hayırlıdır. Çünkü o sana, içten duâ eder. Sen öldükten sonra dahi seni unutmaz. Hattâ onun dualarının bereketleri ile günahlarından kurtulman da mümkündür. Vârislerin ise malını kendi aralarında taksim ederler, seni unuturlar. 'Bize bu mal ve serveti kısmet eden Allah'tır' derler. Senin vasıtanla geldiğini düşünmezler." Mâlik bin Dinar'ın evinde, hasır, Mushaf-ı şerif ve ibrikten başka bir şey bulunmazdı. Bir gün birisi ona yeni bir ibrik hediye etmişti. Sabah olunca Mâlik ibriğini arkadaşlarından birine vererek şöyle dedi: "Kardeşim al bu ibriği. Çünkü o, akşamdan beri 'Birisi çalacak!' diye kalbimi meşgul etti." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Çocuk, babasının cimri ve dağıtmada çekingen olmasına sebep olur." "Senin olan mal, kendi elinle yaptığın hayırlardır. Vârisin malı ise, senin bıraktığındır." "Fakir-zengin herkes kıyamette 'Keşke dünyada, geçinecek miktardan fazla malım olmasaydı' diyecektir." Tel: 0 212 - 4
.
Paraya tapana lanet olsun!"
11 Nisan 2008 01:00
Yahya bin Muaz hazretleri buyurdu ki: "Bizler, dünyada fakir ve rezil olmaktan korkuyoruz da, âhirette fakir, rezil ve rüsva olmaktan korkmuyoruz. Halbuki kulun o gün, âhiretlik iyi amellerden fakir düşmesi, daha fazla utanç verici bir şeydir. O halde tutumumuzun çirkinliği meydandadır. Dünya geçimini, yeme ve içmeyi gaye edinmek; nice gafillerin kalbini her çeşit hayırdan alıkoymuştur. Halbuki, "Kulun sağlığında kendi eliyle bir dirhem sadaka vermesi, öldükten sonra kendisi namına başkaları tarafından bin dirhem sadaka verilmesinden daha hayırlıdır!" Medayinî hazretleri derdi ki: "Kişinin evlâdına miras olarak edeb bırakması, mal ve servet bırakmasından daha hayırlıdır. Zira edeb ve ahlâka vâris olan evlâdlar, bu sayede mal ve servete de sahib olabilirler. Müslümanlar yanında da sevgili olurlar. Böylece hem dünya hayrını, hem de âhiret hayrını kazanmış olurlar. Mal ve servete gelince; o çabuk elden çıkar. Yalnız mala vâris olanlar da dünyalık ve âhiretlik bakımından fakir düşerler. Biz, tecrübemize dayanarak söylüyoruz ki, miras olarak ele geçen malda hayır ve bereket yoktur. Çünkü vâris onu alın teriyle kazanmış değildir. Çoğu zaman miras bırakan şahıs da gerek vârisleri, gerek başkaları için çok bahil olur." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Paranın kuluna, paraya tapana lanet olsun!" Dünya malı peşinde koşmak, nefsinin şehvetleri, arzuları peşinden koşmaktan daha fenadır. "Geçen ümmetlerin her birine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır" Yani, dünyalık peşine düşerek, ahireti unutacaklardır. "Allahü teâlâ birine çok mal verir, bu da malını Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği yerde harcarsa, bu kimseye gıpta etmek, imrenmek yerinde olur." "Allahü teâlâ bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır, akrabasını sevindirir, malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine kavuşur." Âyet-i kerimede de buyuruluyor ki: "Ey iman edenler, hanımlarınız ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakının!" (Tegabün 14) Tel: 0 212 - 454 38
.
Allah için birbirini sevenler
12 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, Allah dostları ile, salih, iyi insanlarla beraber olunmasını tavsiye ederlerdi. Bu beraberlik, onlar gibi olmayanları da zamanla onlar gibi yapar. Onların hürmetine günahları affedilir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: Evliyânın kalbleri, ilâhî nûrların çıkıp geldiği kaynaklardır. Onların hoşnut olduğundan, Hak teâlâ da hoşnuttur. Onların kalblerinde yer eden, büyük devlete kavuşmuştur. Onlar kimseye zarar vermeyi düşünmezler, zarar görenler kendi bozuk düşünceleri ve davranışları yüzündendir. Eğer, Allahü tealanın razı olduğu bir yolda, Allahü tealanın sevdiği beğendiği razı olduğu kabul ettiği bir tek kişi olsa, Allahü teala o bir kişi hürmetine hepsini affedebilir. Hak kapısında ehil nâ ehil beraberdir. Allah adamları sıkıntılara katlanır. Çünkü insanlardan gelen sıkıntılara katlanmak, Allahü teâlânın beğendiği, Resûlullah'ın sevdiği ve büyük evliyânın özendiği bir ahlâktır. Mahşerde bazı kimseler, çok hafif hesaba çekilecek, onlar farkında bile olmayacaklar. Cennete giderken melekler diyecekler ki: "Size hesap görüldü mü? Siz mahşere uğradınız mı? Siz sırattan geçtiniz mi?" Yok, biz öyle bir şey görmedik. "Peki ne ameliniz oldu ki, siz Cennete giriyorsunuz?" Allahü teala cevap verecek: "Onlar benim muhiblerimdir. Bunlar ümmeti Muhammedden olup, Allah rızası için birbirini seven kullarımdır. Ben onlardan hesap sormam." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ kıyamette buyurur ki: Benim azametim için birbirini sevenleri hiçbir himayenin bulunmadığı bugün, rahmetim altında himaye ederim." Mahşerde güneş bir mızrak boyu alçalacak. Herkes buram buram terleyecek. Hesabının görülmesini bekleyecek. Sonra o mahşerde yedi sınıf insan arşın altında gölgelenecek. Onlar için azap korkusu olmayacak. Onlardan bir tanesi de Allah için müminin yüzüne sevgiyle, muhabbetle bakandır, birbirini Allah için sevenlerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Arş'ın etrafında nurdan kürsülerde, nur gibi parlayan zatlar bulunur. Peygamberler ve şehidler bunlara imrenir. Bunlar, Allah için birbirini seven, Allah için buluşan, Allah için birbirini ziyaret edenlerdir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
Birlikte rahmet vardır
13 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri bütün işlerinde niyetlerini düzeltirler, her yaptıklarını iyi niyetle yaparlardı. Çünkü kötü bir niyetle, akşama kadar yaptığı günah, iyi bir niyetle akşama kadar yaptığı sevap olabilir. Bir kimse, dinini öğrenmek için evinden çıksa, o yola melekler kanatlarını döşer. Her adımı için sevap yazılır. Dini öğretmek için giderse, bunun sevabı daha fazla olur. Gökteki kuşlar, karadaki hayvanlar denizdeki balıklar bunun için istiğfar ederler. İmam-ı rabbani hazretleri buyuruyor ki: "Bizim dinimizin iki esası vardır; biri öğrenmek biri öğretmek. Dinimizin en büyük düşmanı cehalettir. Onun için nerede ilim varsa din oradadır, nerede din varsa ilim oradadır; ilimsiz din olmaz. İlim öğrenmek bunun için çok büyük ibadettir." Eğer bir mümin gece yatmadan evvel biraz ilim tahsil etse, mesela biraz kitab okusa, sabaha kadar ibadet sevabı verilir. Buna evdekileri de dahil ederse, o evdekilerin hepsi sabaha kadar ibadet sevabına kavuşurlar. İyi insanlar arasında bulunanlar iyi şeyler öğrenir. Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar, kurt sürüye saldıramaz, sürüden ayrılanı yutar. İnsanın kurdu şeytandır. Eğer insan iyi insanlar arasında bulunmaz, onlarla ayrı düşerse onu şeytan kapar. İyi insanlar arasına şeytan giremez. Onları bozamaz çünkü hepsi aynı şeyi düşünüyor, hepsi aynı şeyleri paylaşıyorlar. Eğer bir tanesi içlerinden farklı düşünürse farklı konuşursa şeytan gider ona musallat olur. İyi insanlara karşı kötü düşünceler başlar. Bir müddet sonra çok şey borçlu olduğu kimselere düşman olmaya başlar, düşmanlığı öyle artar ki; en son bu düşmanlık din düşmanlığına dönüşür. Peygamber efendimiz, toplulukta rahmetin olduğunu, ayrılıkta azabı ilahinin bulunduğıunu bildirmişlerdir.. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "İki kişi, bir kişiden, üç kişi, iki kişiden iyidir. O halde cemaatle birlikte olun! Allahü teâlânın rızası, rahmeti, yardımı cemaattedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer." "Allahü teâlâ buyurur ki: Benim için birbirini ziyaret eden sevgimi kazanır. Benim için birbirini seven sevgime mazhar olur. Benim için veren, sevgimi hak eder. Benim için birbirine yardım eden, muhabbetimi kazanır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
.
Sevgi ve kaynağı
14 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, kötü huylardan kibir üzerinde çok dururlardı. Kibrin insanı, dünyada da ahırette de rezil, rüsva ettiğini bildirirlerdi. Muvaffak olamamak iki sebeple olur, buyururlardı. Bunlardan biri kibir diğeri israf. Eğer biri gelse dese ki, iğne ile bir dağ toz hale gelebilir, buna inanın fakat biri, kalbden kibrin tamamen çıkacağını söylese buna inanmayın, derlerdi. Kibir işte böyle kötü bir ahlaktır. Bu kibrin çıkması, temizlenmesi mümkün olmadığına göre, ne yapmak lazımdır? İyi insanlar arasında olan, İslam ahlakı ile ahlaklanan, İslam büyüklerini, mürşid-i kamilleri kendine rehber edinen, onlardan feyz alan kibri tamamen söküp atamasa da, en azından kibrin zararından korunmuş olur. Böyle mübarek zâtlardan, feyz alabilmek, onlardan istifade edebilmek için iki ana şart vardır. Birincisi, bu velinin istifade ettiği kimselerin silsilesi, Resulullaha kadar belli olmalıdır. Çünkü Resulullah efendimiz, feyzin kaynağıdır. Feyz, Allah sevgisi demektir. Onun kalbindeki feyzler bütün kainata her an devamlı olarak gelir. Sahih bir silsilesi olmayan bu havuzdan istifade edemez. İkinci şart, kendine rehber edindiği, dinini öğrendiği zâtların büyüklüğünden, sahihliğinden zerre kadar bile şüphesi olmayacak. Feyzi, yani Allah sevgisini veren, şuna vereyim, buna vereyim diye ayırmaz. Ancak, uygun olmayanlardan gelen bu feyz, şeker hastasına şeker zarar verdiği gibi, zarara, düşmanlığa dönüşür. İlk düşmanlık da arkadaşlarına olur. Sonra istifade ettiği zata kadar düşmanlığı ilerler. Allah adamlarını inkar eden, bunları imtihan eden iflah olmaz. Okunan kitaplara da çok dikkat etmelidir. Kitabın içindekilerden daha çok yazarı mühimdir. Kalbden çıkanlar kalblere tesir eder. İtikadı bozuk olan insanların yazdığı kitabları okuyanlar, yazarından etkilenip itikadı bozulur. Büyükler, pis borudan temiz su gelmez buyuruyorlar, vücudumuzun gıdasını almakta dikkat ettiğimiz gibi ruhumuzun gıdasını almakta da dikkat etmeliyiz, hatta daha çok dikkatli olmalıyız. Çünkü, bedene bozuk gıda alan ölür, fakat ruha bozuk gıda alan imanını kaybeder. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmet
.
Kutlu Doğum Haftası" etkinlikleri!
15 Nisan 2008 01:00
Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Muhammed aleyhisselamın doğum günü de, Müslümanların bayramıdır. Peygamber efendimiz nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye önem verirdi. Bu gecede, Eshabı kiram, bir yere toplanıp, Efendimizin doğum öncesi ve sonrası mucizelerini okurlar, anlatırlardı. Bunun için dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak kutlayarak, her yerde "Mevlid kasideleri" okunarak Resulullahı hatırlatılmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı da, bu maksatla, Hazreti Peygamberin doğumunu, Kameri Takvime göre Rebi'ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda konu halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili'nin kutlanmasının yanı sıra, Peygamberimizin Miladi doğum günü kabul edilen 20 Nisanı içine alan haftada "Kutlu Doğum Haftası" etkinlikleri yapmaya başlamıştır. ÖRNEĞİ OLMAYAN UYGULAMA! Diyanet'in iyi niyetle de olsa yaptığı bu yeni, geçmişte örneği olmayan uygulama; bazı karışıklıkları, yanlışlıklara hatta Müslümanlar ile alay edilmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki: 1- Bu sene, 23 Nisan'la çakışmaması için, bir hafta öne çekilen, "Kutlu Doğum Haftası" ile ilgili, yazılarında bazı İslam karşıtı yazarlar, "Hazreti Peygamberin bir sene içinde iki doğum kutlamasının yapılması akla uygun değildir. Kutlama yapılacaksa hicri yıla göre mi yoksa miladi yıla göre mi kutlayacaklar önce buna karar versinler. Dünyanın hiçbir yerinde, aynı şahıs için iki dogum günü kutlama yapılmaz!" türü ifadelere yer verdiler. Ayrıca, pek çok sade Müslümanın da kafası karışmış durumda. "Biz kendimizi bildiğimizden beri, Peygamberimizin doğum gününü, Mevlid Kandili'nde kutlarız. Kutlu Doğum Haftası da nereden çıktı. Eski köye yeni adet mi getiriliyor" diyorlar. Çünkü, dini günler ve gecelerin sadece hicri yıla göre yapıldığığını biliyorlar. 2- Buna rağmen eğer, Kutlu Doğum Haftası, miladi yıla göre yapılacaksa, bu kutlamaların Resulullahı anmanın şanına uygun bir şekilde olması lazım. Peygamberimizi övmek ibadet olduğuna göre, kutlamaların ibadet sınırları içinde olması gerekir. Diyanet İşleri başkanlığının kutlama pragramının 9. maddesinde, "Başkanlığımız Türk Tasavvuf Musikisi Korosu hafta içinde konserler verecektir" denilmektedir. Yine, Programda; tiyatro gösterileri sergileneceği, Nasreddin Hoca'dan fıkralar anlatılacağı bildirilmektedir. 14 maddelik, etkinlik sıralamasında "ibadet" kapsamında değerlendirebileceğimiz etkinlik sayısı çok az. İl müftülükleri daha da renklendirmişler; İzmir'de, davullu zurnalı yağlı güreşler, mehter ve folklor gösterileri de eklenmiş programa. Şimdi bu etkinlikleri, ibadet kapsamında mı, eğlence kapsamında mı değerlendireceğiz? Yoksa ikisinin karışımında mı, yoksa niyete göre mi, değerlendirilmesi istenecek? UYGUN OLANI "ANMA HAFTASI" 3- Dikkati çeken başka bir husus da; gerçek doğum günü olan Mevlid Kandili kutlamaları; kandil gecesi mevlit okutmak, Cuma hutbelerinde ve vaazlarda bahsetmekle sınırlı iken; Kutlu Doğum'un, bir hafta süre ile, Mevlid Kandili programı ile mukayese edilemeyecek zenginlikte kutlanmasıdır. Bu uygulama ister istemez insanın aklına şu endişeyi getiriyor: Ya zamanla, gerçek doğum günü olan, Mevlit Kandili unutulur, bunun yerini Kutlu Doğum Haftası alırsa ne olacak? 4- Bu konuda şöyle bir orta yol bulunabilir: Ya bu, Kutlu Doğum Haftası, hicri yıla göre olan doğum gününü yani mevlid kandilini içine alacak şekilde yapılır, ya da, Miladi doğum gününe denk gelmeyecek bir haftada, doğum günü değil de "Anma Haftası" şeklinde düzenlenir. Bu hafta da, konserli, eğlenceli değil, Resulullahın şanına yakışır bir anma programı ile yapılmalıdır. Maksat, Peygamberimizi anmak ise, onun büyüklüğünü, yüceliğini, son peygamber olduğunu hatırlatmak ise zorlama "Kutlu Doğum Haftasına" lüzum yoktur. Yılın herhangi bir haftasında bu pekala yapılabilir. Böylece kimsenin kafası da karışmamış olur. Hem de yapılan iş dine uygun olur!
.
Yaşayışı ile örnek olmak
15 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, İslamiyeti yaymayı, yaşamayı evliyalık hallerinden daha üstün tutmuşlardır. Dini doğru bir şekilde yaymaya, emri marufa çok önem vermişlerdir. Abdüllah ibni Mesud hazretleri anlatır: Birgün Peygamber bize bir doğru çizgi çizdi ve "Bu, insanı Allahü tealanın rızasına kavuşturan doğru yoldur" buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, "Bunlar da, şeytanların saptırdığı yollardır" buyurdu. Bir kimse, Peygamberlere tabi olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, bazı hallere kavuşursa bu istidracdır. Yani, sonu zarar ve ziyandır. Ubeydüllahi Ahrar hazretleri buyurdu ki: Kalbe gelen bütün keşifleri, halleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet itikadı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve halimi harab bilirim. Bütün harablıkları, felaketleri üzerime yığsalar, lakin kalbimi Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadı ile şereflendirseler, hiç üzülmem. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Evliyaya hasıl olan haller, keşifler, eğer Peygamberimize tabi olmakla beraber ise, nur üstüne nur olur ve İslamiyetin incelikleri, esrarı hasıl olmağa başlar. Tesavvufda, nübüvvet yolu ve vilayet yolu diye ayrılan iki yol, hakikatte İslamiyetin gösterdiği tek bir yoldur. Bu yolların hepsinden vasıl olmak, İslamiyeti yaymaya ve yaşamaya bağlıdır. İslamiyetten ayrılan, yolda kalır veya yoldan çıkar. O halde, bütün yolların başlangıcı İslamiyettir. Yani İslamiyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tarikatler, yani yollar, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir. İslamiyeti yaymak yani, emri maruf iki suret ile yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın vasıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, adetlere, kanunlara dikkat ve riayet edilmezse, fitneye sebep olabilir. İkinci yol, hal ile, İslamın güzel ahlakına uyarak, nümune olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek borçlarını ödemek en tesirli, en faydalı nasihat yapmak olur. Bunun içindir ki, "lisan-ı hal, lisan-ı kalden entaktır" demişlerdir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
İyiliğe teşekkür
16 Nisan 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık icabıdır. Nimet sahipleri, büyük bilinir. İyilik edenlere hürmet edilir. İyilik edene, mal ile, hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, hamd ve sena, teşekkür ve dua eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır. Kötülenir. İncitilir. O halde, her nimetin hakiki sahibi olan Allahü tealaya şükür etmek, insanlık icabıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazife, bir borçtur. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzumlu uzuvları, kuvvetleri ihsan eden, herbirini bir ahenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zeka bahş eden, çoluk çocuk, ev, ihtiyaç eşyası, gıda, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sahibe, bu nimetleri sebebsiz, karşılıksız ihsan eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhafaza eden ve bize hiç ihtiyacı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sahibi olan, Allahü tealaya şükür etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabahat, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur? Fakat, Allahü teala, her ayıp ve kusurdan uzak, insanlar ise, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münasebetleri, alakaları yoktur. Bunun için Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükür edeceklerini anlayamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakaret ve küçültmek olabilir. Ona hürmet ve şükür şekilleri, Onun tarafından bildirilmedikce, Ona layık olacağına güvenilemez ve Onun kabul edeceği bir ibadet olamaz. Çünkü, insanların hamd etmeleri, Ona belki hakaret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, tazim, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hürmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükürler, orada gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyan buyurmuşlardır. O halde, Allahü tealaya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükür etmek, ancak dine uymakla olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-ma
.
Maksatları dini tartışılır hale getirmek!
16 Nisan 2008 01:00
Bir asırdan fazla zamandır, beyni dışarıda olan organizasyonlar ile, İslamiyet ters yüz edilmek, her şey tersine çevirilmek isteniyor. Çok sinsi ve organize bir şekilde doğrular yanlış, yanlışlar doğru olarak empoze ediliyor. Düşünebiliyor musunuz, imandan sonra İslamiyetin en önemli emri olan namazı bile, üç vakit mi beş vakit mi diye tartışılan bir ülke haline geldik. Tartışıldığına göre aksini savunanlar da var demektir. Nerede ise İslamiyetin tartışılmadık bir tarafı kalmadı. Tartışılan konular, ekonomi, siyaset değil, dini konular. Ekonomiyi tartışmakla insanın imanına, dinine bir zarar gelmez. Fakat dini konuyu tartışmak böyle değil, bir çoğu insanı dinden imandan eder. Dini hassasiyet, şuur azaldığı için çok kimse bunun farkında değil. Yıllardır, ısrarla tartışma konusu yapılarak, sinsice yönlendirilen konuların bazıları şunlar: İSTİSMAR ETTİKLERİ KONULAR "İslamiyet akıl mantık dinidir." Halbuki İslamiyet vahiy dinidir; Cenab-ı Hakkın, Peygamber efendimize vahyettiği, bildirdiği bize de, Peygamber efendimizden, Eshabından ve İslam büyüklerinden nakledilerek gelen dindir. Bunun akla, mantığa uygunluğu tartışma konusu yapılamaz. Yapılırsa, ortaya atılan din değil, o kimsenin düşüncesi olur. "Mezheblerin dinde yeri yoktur, mezheplere inanmayın!". Peygambersiz bir dinin tatbiki nasıl mümkün değilse, mezhepler olmadan da dinin tam olarak, yaşanması mümkün değildir. Zaten Peygamber efendimiz de, farklı ictihadların, mezheblerin rahmet olduğunu bildirmişlerdir. Bunun içindir ki, asırlardır bunun hiçbir zaman tartışması yapılmamış, ilmi ne kadar yüksek olursa olsun her alim, derecesi ne olursa olsun her evliya mutlaka dört mezhebden birine tabi olmuştur. "Dininizi fıkıh kitaplarından değil, meallerden öğrenin!" Böyle söyleyenlere, şunu sormak lazım, anayasada, vergi ile ilgili sadece, herkes vergi vermekle mükelleftir, ifadesi var. Sadece bu maddeye göre vergi vermek mümkün mü? İşçi, memur, esnaf, iş adamı nasıl, ne oranda, ne zaman vergi verecek? Vergi kanunları, yönetmelikleri, genelgeleri olmadan bu mümkün mü? Bunun gibi, Kur'an-ı kerimde, namaz kılın, zekat verin emri bildirilmiş, bunun tatbik şekli, hadis-i şeriflerle ve bunların açıklaması olan fıkıh kitaplarında bildirilmiştir. Bunlar olmazsa namaz nasıl kılınacak, zekat nasıl verilecek? Dinin diğer bütün emirleri de böyledir? "Kadın erkek eşittir, erkeğin üstünlüğü yoktur. Kadın toplumun her kesiminde yerini almalıdır." Evet, erkek kadından üstün değildir, çünkü üstünlük takvadadır, dine uymadadır. Kadının erkeğe eşit olmadığı, naklen de ilmen de sabittir. Anatomik, fizik, ağırlık, güç bakımından eşit olmadığı ortadadır. Buradaki maksatları, eşitliğini öne sürerek, sözde kadının yanında görünerek, kadını sokağa çekmek; böylece aileyi sarsarak parçalamak ve manevi değerlerin sonraki nesillere geçmesine mani olmaktır. Kadının nazik, duygusal yapısı sokak mücadelesine uygun değildir. Onun bünyesi, ev işleri ve çocuk eğitimine yatkındır. Cenab-ı Hak onu öyle yaratmıştır. Başka işler için kadını zorlamak ona da cemiyete de zarar verir. MAKSAT SORGULAR HALE GETİRMEK Her sene, temcid pilavı misali, Ramazan gelir oruç, zekat tartışması yapılır; Kurban Bayramı gelir, kurban tartışması yapılır; Hac mevsimi gelir, hac tartışması yapılır...Kandil gelir, kandilin tartışması yapılır. Bu tartışmaların gerçek sebebini zaten kendileri söylemişler yıllar önce. Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer, 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmada bakınız bu tartışmaların gerçek sebebini nasıl anlatıyor: "Sizin göreviniz, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz onları dinlerini sorgular, tartışılır hale getirmektir. Bu sağlanırsa gerisi kendiliğinden gelir. Bizim yapmak istediğimizi kendi kendilerine yaparlar." Bu sinsi oyuna gelmemek için, dini tartışma programlarını dinlememek, seyretmemek, bunlardan uzak durmak gerekir.
.
Büyüklerin kabir ziyaretleri
17 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri, kabirleri sık sık ziyaret ederlerdi. Onların bu husustaki mesnedi ise, Hazreti Peygamberin, "Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır." meâlindeki hadis-i şerifleridir. Muhammed bin Annân hazretleri, umumî kabristana gider tanıdığı ve tanımadığı kimselerin kabirlerini ziyarette bulunurdu. Bir kabristana uğradığı zaman, âdâbınca selâm verirdi. Sonra derdi: "Şimdi burada yatanlardan hiçbir kimse yoktur ki, iki rek'at namaz kılmayı veya bir defacık "Lâ ilâhe illallâh!" demeyi arzu etmemiş olsun. Fakat şimdi onlar bundan mahrum bulunuyorlar. Ey mü'minler, sizler hayatınızı bir ganimet biliniz!" Yezid el-Rakkâşî hazretleri de, kabir ziyaretinde bulunduğu zaman ağlar ve şöyle derdi: "Ey ehl-i kabir! Keşke hangi amellerinizle sevinip müjdelendiğinizi bilseydim!" Sonra şiddetle bağırıp feryad ederdi. Hişam Destüvâî hazretleri kabirleri ziyaret edip evine döndüğü zaman, "Kabir karanlığını düşünüyorum!" derdi. Ve günlerce kandili yanmazdı. Ömer bin Abdülaziz atalarının kabirlerini ziyaret eder ve: "Ey benim atalarım! Sanki sizler lezzet ve nimetlerde dünya ehline iştirak etmemiş gibisiniz!" derdi. Kabirler hakkında şunu söylerdi: "Şu kabirlerin dış yüzleri ne güzel! Tehlikeler ise onların içindedir." Hasan Basrî hazretleri bir gün kabir ziyaretine gitmişti. Kabirde adamın birinin güldüğünü görmüş. Ona demiş ki: "Peygamber Efendimiz kabirde gülmeyi çirkin görürlerdi. Burada gülmekten sakınman için bu sana kâfi değil mi?" Süfyan Sevrî buyurdu ki: "Vefat eden kimse kabrinde yedi gün imtihan ve sıkıntıya maruz kalır. Bu müddet içinde ölen kimse namına sadaka vermenin müstehab oluşu da bunun içindir." Atâ es-Sülemî ekseriya yatsı namazından sonra kabristana gider, sabahlara kadar orada kalırdı. Ehl-i kabre seslenerek derdi ki: "Ey ehl-i kabir! Sizler ki öldünüz, ölüm acısını tatmış oldunuz. Vah ölüm, vah! Ey ehl-i kabir, sizler amellerinizi de gördünüz. Vah amel vah!" Hadis-i şerifte, "Kabir ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: m
.
Kabrin dışı değil içi önemli
18 Nisan 2008 01:00
Hasan Basrî hazretleri bir cenazenin defninde bulunduğu zaman, teessüründen nerede ise kendinden geçer gibi olurdu. Ve derdi ki: "Vallahi âhiri ölüm olan şu hayatta, önünde zahit olmalı, sonundan da korkmalıdır. Ömer bin Abdülazîz, Dirseman'da kabrini kendi eliyle hazırlamış. Kendisi kabir kazar, yanındakiler de açılan çukurdan çıkan toprağı taşırlarmış. O, kabrini hazırladıktan tam yedi gün sonra vefat edip oraya defnedilmiş. Selefi salihin kabrin dışına değil içine önem verirlerdi. Bunun için süslü kabirler, türbeler istemezlerdi. Kabirlerinin sade olmasını isterlerdi. Buyururlardı ki: "Kem min darîhim yüzâr, Ve sahibühû finnâr!" (Yani: "Ziyâretgâh haline getirilen nice kabirler vardır ki, o kabrin sahibi cehennem ateşi içindedir!" İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: "Ben, acem şeyhlerinden bir şeyh görmüştüm ki, adam bütün kitablarını, elbiselerini ve ev eşyasını sattı; bunların parası ile evinde tadilât yaptırarak evini kubbeli bir türbe haline soktu. Nice masraflar yaparak tabut, sanduka ve örtü gibi malzemeler yaptırdı. Sonra kapısının üstüne şu mısraları yazdırdı: "Bu kapıda saygı ile dur ey insan! Niyetini bozma, Um! Besle hüsn-i zan. Burası, hacet gören dilek türbesi! Şüphe etme, yapılmıştır tecrübesi." Bu kubbeyi ve yazıyı görenlerin hepsi, bu zavallı adama gülüyorlardı. Ve diyorlardı ki: "Bu zavallı, öldükten sonra kendisine itina edilmeyeceğinden endişe ederek bu işe tevessül etmiştir. Gayesi, kendisine, "Bu adam şeyhtir!" denilmesidir. Böyle deseler ne olacak, böyle söylemeleri seni Cehennem ateşinden kurtaracak mı?" Ebüd-Derdâ buyurdu ki: "Şüphesiz sizin amelleriniz ölmüşlerinize arz olunur. Amelleriniz iyi olunca sevinirler, kötü olunca da üzülürler." Yine o derdi ki: "Allah'ım, ölülerimizi ölüler arasında utandıracak bir şey yapmaktan sana sığınırım!" Dünya hayatı rüya gibidir. Ölüm uyandırıp rüya bitecek, hakiki hayat başlayacaktır. Hadis-i şerifte, "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar", "Ölümden sonra olacak şeyleri, sizin bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız". Tel: 0 212
.
Dua doğru ama ağız yanlış!"
19 Nisan 2008 01:00
Abdülhakimi Arvasi hazretleri buyurdu ki: Büyük bir zatın kabrini ziyaret eden kimse, ona rabıta ederse, yani dünya işlerini hiç düşünmeyip, kalbine hiçbir şey getirmeyip, o zatın ruhunu, his organları ile anlaşılamayan bir nur farz ederek, bunu kalbinde bulundurursa, o ruhtan, kendi kalbine bir şeyler akmağa başlar. Çünkü, evliyanın ruhları, feyizlerin kaynağıdır. Kaynağı kalbine koyan, bunun feyzine, nimetine, bilinmeyen ihsanlarına elbette kavuşur. Ruhu kuvvetlenir, olgunlaşır. Kabir yanına gelince, önce selam verilir. Mezarın sağ yanına, yani kıble tarafına, ayak ucuna yakın durur. Tanıdığı gibi, şeklini, suretini hatırına getirir. Euzü ve besmele ile bir Fatiha ve onbir İhlas okur. Sevabını Resulullah efendimizin ve bütün Peygamberlerin ve Eshabı kiramın ve Evliyai izamın "aleyhimürrıdvan" ruhlarına ve bu zatın ruhuna hediye eder. Gelen kimse almasını bilir ise, o zat da vermeye ehil, olgun bir veli ise ve şartları gözeterek beklerse, elbette bir şey ele geçer. Celaleddini Rumi, son hastalığında buyurdu ki: Ben ölünce üzülmeyiniz! Her yerde benimle olunuz, beni düşününüz! İmdadınıza yetişir, size yardım ederim. Ruhumun, bu dünyada iki türlü bağlılığı vardır: Biri, bedenime olan bağlılığı, ikincisi, sizlere olan bağlılığı. Allahü tealanın inayeti ile, ferd ve mücerred olunca, yani ruhum bedenden ayrılınca, bedene olan bağlılığı da, size olur. Abdullah-ı Dehlevi buyurdu ki: Kalbinizdeki nispetin, bağlılığın artmasına çalışın! Allah ismini, bazen de Kelime-i tehlili çok zikir ederek, bazen salevat okuyarak, Kur'an-ı kerim okuyarak, Allahü tealaya yaklaşmağa uğraşın! Bu çalışmalarda gevşeklik olursa, Mirza Mazheri Can-ı Cananın kabrine geliniz! Ona teveccüh edince, çok terakki edilir. Ondan hasıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur. İsa aleyhisselama gelip derler ki: "Dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz?" İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyler. Adamlar bir süre sonra tekrar gelirler, "efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz" derler. İsa aleyhisselam, "Dua doğru ama ağız yanlış" buyurur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
.
Ölümü çok hatırlayın!"
20 Nisan 2008 01:00
Seyyid Abdülhakim Efendi buyurdu ki: Ölümü çok hatırlamak sünnettir. Çünkü, ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesareti azaltır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız!" Muhammed Behaeddin-i Buhari her gün yirmi kerre, kendini ölmüş, mezara konmuş düşünürdü. Ölmek, yok olmak değildir. Varlığı bozmayan bir iştir; ruhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Ruhun, bedenden ayrılmasıdır. Bir evden, bir eve göç etmektir. Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki: Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lakin bir evden, bir eve göç edersiniz! Ölüm, mümine hediyedir, nimettir. Günahı olanlara musibettir. Salih olan mümin, ölüm ile dünyanın eziyyet ve yorgunluğundan kurtulur. Zâlimlerin ölümü ile memleketler ve kullar rahata kavuşur: Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur/Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur. Müminin ruhunun bedenden ayrılması, esirin hapisten kurtulması gibidir. Mümin öldükten sonra, bu dünyaya geri gelmek istemez. Yalnız şehitler, dünyaya geri gelip, bir daha şehit olmak ister. Dünyanın iyiliği gitti. Kederleri kaldı. Bundan dolayı ölüm, her Müslüman için hediyedir. Bir adamın dinini, ancak kabri korur. Müminlere yapılacak ikramlardan birincisi, ölümdeki sevincdir. Mümini rahatlandıran, ancak Allahü tealaya kavuşmaktır. Her mümine ölüm, hayatından daha iyidir. Allahü tealanın emirlerine uyan bir mümine, ölümden daha sevinçli bir şey olmaz. Allahü tealaya kavuşmayı seven mümin, ölümü ister. Ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Kavuşmak şevki, büyük ve yüksek derecedir. Bu dereceye yükselen mümin, ölümün gecikmesini istemez. Rabbine iştiyakından dolayı, Ona kavuşmayı, Onu görmeyi sever. Cenneti seven ve ona hazırlanan insan ölümü sever. Çünkü, ölüm olmayınca, Cennete girilmez. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Ölümü çok hatırlayınız. Onu hatırlamak, insanı günah işlemekten korur ve ahirette zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur." "Gece gündüz ölümü hatırlayan kimse, kıyamet günü şehitler yanında olacaktır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
.
Ölüme hazır olunmalıdır
21 Nisan 2008 01:00
Her Müslümanın, ölüme hazırlanması lazımdır. Bunun için de, tevbe etmelidir. Kul hakkı altında kalmamaya dikkat etmelidir. Yani, hakları sahiplerine verip helalleşmelidir. Allahü tealanın haklarını da ödemek lazımdır. Bu hakların en mühimi, başta namaz olmak üzere İslamın beş şartını yerine getirmektir. Ölüm tehlikesi olan ağır hastanın yanına kimseyi sokmamak doğru değildir. Hasta veya doktor istemese de, salih insanlar, gidip, bir İhlas okuyacak kadar oturmalıdır. Hasta yanında, hastalığı artıracak, meraklı sözler söylememeli, gazetelerden, hikâyelerden, mal, ticaret, siyaset ve hükümetten laf açmamalıdır. Ölüm hastası helalden ve mümkün olduğu kadar abdestli ve kalbi uyanık kimselerin Besmele ve dua ile hazırladığı şeyleri yemelidir. Hasta yanında, velilerin, âlimlerin ve salihlerin hikâyeleri ve sözleri konuşulmalı, bunlara sevgisi artırılmalıdır. Evliyayı kiramın anılması, rahmete sebep olur. Ölüm alametleri görülünce, yanında, çocuk, cünüb, özürlü kadın bulundurulmamalıdır. Odada ve hatta evde resim bulunmamasına çok dikkat etmelidir. Yanında âlim, salih birkaç kimse bulunup, zorlamamak üzere, Kelime-i tevhid söylemesi temin edilmelidir. Son sözü, Kelime-i tevhid olmalıdır. Zorlamadan, bir kere, "La ilahe illallah" demek, yanındakilere sünnettir. Hasta yanında (Yasin) sure-i şerifesini okumak mühim sünnettir. Hadis-i şerifte, "Yanında Yasin-i şerif okunan hasta, suya doymuş olarak vefat eder ve doymuş olarak kabre girer" buyuruldu. Yani, can vermenin hasıl edeceği susuzluğu duymaz. Yasin sure-i şerifesi, kıyamette olan şeyleri, dünyanın geçici olduğunu, Cennet nimetlerini ve Cehennemdeki azapları bildirdiğinden, hasta yanında okununca, iman ile gitmeğe sebep olan şeyleri işitmiş olur. (Rad) suresini okumak, ruhun çıkmasını kolaylaştırır. Kur'an-ı kerimi, ölüler de işitir ve faydalanır. Cenaze taşıyanların, kabir ziyaret edenlerin, maddi bir karşılık düşünmeyerek, Kur'an-ı kerimden bir parçayı, Allah rızası için okuyarak, sevabını meyyitin ruhuna hediye etmeleri sünnettir. Ölüm halinde su içirmek sünnettir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmeto
.
Nasıl umarsanız öyle karşılarım!"
22 Nisan 2008 01:00
Durumu ağırlaşan hasta, Allahü tealanın affına, merhametine güvenmeli, Rabbim beni magfiret eder, demelidir. Allahü teala, hadis-i kudside buyuruyor ki: "Kulum, beni nasıl umarsa, onu öyle karşılarım. Öyle ise, benden hep iyilik bekleyiniz!" Server-i âlem vefatından üç gün önce buyurdu ki: "Allahü tealadan iyilik umarak can veriniz!" Hasta yanındakilerin, iyilik ümidini artıracak şeyler söylemesi, Rabbimizin rahmetini umduğumuzu hatırlatmaları sünnettir. Ölüm hâli görülünce, rahmet ümidini artıracak şeyler söylemek vacib olur. Kılmamış namazları varsa, tevbe etmesini teşvik eylemek sünnettir. Ölür ölmez, borçlarını bir an önce ödemelidir. Borçları ödenmedikçe, ruhu, iyiler derecesine kavuşamaz. Server-i âlem borçlu olan birinin namazını kılmak istemedi. Ebu Katade ismindeki bir sahabi, borcunu, bu üsul ile, kendi üzerine alarak kabul edince, cenaze namazını kılmayı kabul buyurdu. Gerek böylece, gerekse, İslamiyet'in gösterdiği başka yollar ile, meyyit, haklardan kurtarıldıktan sonra, dine uygun vasiyetini yerine getirmek lazımdır. Hastalıktan ve dünya sıkıntılarından kurtulmak için ölümü istemek caiz değildir. Dinde sıkıntı ve fitnelerden korkarak, Allahü tealadan ölümü istemek sünnettir. Allah yolunda şehit olmayı istemek de böyledir. Allahü tealaya kavuşmayı sevdiği için ölümü istemek müstehabdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Bir kimse, Allahü tealaya kavuşmayı severse, Allahü teala da ona kavuşmayı sever." İslam büyükleri, kıymetli kitaplarda, ölen kimse için iskat ve devir yapmanın lazım olduğunu bildirdikleri için, şer'i bir özür ile kılınamamış ve kaza etmek istediği halde, ölüm hastalığına yakalanmış bir kimsenin, kaza edemediği namazları için, oruçta olduğu gibi iskat yapılması gerekli olduğunu bildirmişlerdir. Vefat eden kimsenin malları da geciktirilmeden dine uygun olarak feraiz ilmine göre taksim edilmelidir. Bu yapılmazsa vârisler birbirlerinin mallarını gasbetmiş olurlar. Hadis-i şerifte, "Feraiz ilmini öğrenmeğe çalışınız! Bu ilmi gençlere öğretiniz! Feraiz ilmi, din bilgisinin yarısı demektir. Ümmetimin en önce unutacağı, bırakacağı şey, bu ilim olacaktır" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
.
İnsanlıktan uzaklaşan insanlar!
22 Nisan 2008 01:00
İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran önemli farklardan biri de hayâdır. Hayâ, utanma, iffet, namus gibi kavramlar sadece insanlara muhsus bir duygu ve düşüncedir. İnsanı insan yapan da bu değerlerdir. Bunları kaybeden bir insan, hayvan seviyesine değil, bundan daha aşağılara yuvarlanır. Son yıllarda insanoğlu, kendini insan yapan bu değerlerden akıl almaz bir hızla uzaklaşıyor. Her milletin başta TV'leri olmak üzere bütün yayın organları, halkını daha çok nasıl hayâsız, iffetsiz yapabiliriz, diye birbirleri ile yarış halindeler. Bunun için hayâ, iffet duygusunun esasını teşkil eden, mahremiyetler, özel hayatlar, giyim kuşam nerede ise kalmadı. Yatak odası kıyafetiyle sokak kıyafeti hemen hemen eşitlendi. Televizyon programlarında hatta günlük hayatta örtmesi gereken yerlerini örtmeyenler değil, örtenler ayıplanmakta, aşağılanmaktadır... Allahü teâlânın, insan neslini devam ettirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı cazip kılması, kadına verdiği çekicilik, güzellik; dünyalık menfaatler, bayağı arzulara kavuşmak uğruna istismar edilmektedir. EN ZOR İMTİHAN Cenab-ı Hak, aynı zamanda, bu kuvvetli cinsî duygu ve arzu ile kadını ve erkeği dünyada çetin bir imtihana tabi tutmuştur. İstismarcılar belki de bunun farkında değiller. Üstelik dünyadaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihan bu. Bu imtihanı kazanan bir insan, dünya ve ahiretin kahramanıdır. İnsanların olgunluğu veya insanın düşüklüğü, daha ziyade hayâ ve iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimin birçok yerinde, iffetini muhafaza edenlere, büyük mükafatlar vadetmiş ve müjdeler vermiştir. İffetini muhafaza etmeyenlere de, Cehennem azabını göstermiştir. Allahü teâlâ, iffetsizleri, bir insanı öldüren katil ile bir tutmaktadır. İnsanın Cennete veya Cehenneme gitmesinde hayânın etkisi büyüktür. İnsan günahlarının belki de yüzde doksanı, iffet, namus mevzuu içindedir. İffetsiz insan, Allahü teâlânın indinde günahkâr olduğu gibi, insan topluluğu içinde de, hürmetsiz ve değersizdir. Bir insanın ve bir ailenin şerefi ve itibarı, hayâ, iffet karşısındaki tutumu ile ölçülür. Zengin ve çok güzel bir kadın, eğer iffetsiz ise, değer verilmez. Cemiyet nazarında, o bir kötü kadındır. Fakir de olsa bir kadın iffet sahibi ise, her yerde, hatta iffetsiz olanlar arasında bile her zaman itibarlıdır. Hürmete layıktır. Bu söylediklerimiz, tabii ki normal ve temiz bir cemiyetin, toplumun iffet ölçüleridir. İffet kaidelerini ayaklar altına almış azgın bir hayvan sürüsü gibi, yalnız hayvanî hisleri peşinde koşan insan toplulukları, bunun dışındadır. İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenalıklarını bildikleri halde, kendilerini bu fena yollara sapmaktan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli nefsani duygu karşısında, insanları zapt edecek, onları iyi ahlâka sevk edecek bir irade lazımdır. İşte bu irade dindir. Din, zaten ahlâk demektir. Allahü teâlâyı tanıyan, hakikaten Allahü teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz. "HAYÂ İMANDANDIR" Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek lazımdır. Allahü teâlâyı bilmek için, onun büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek lazımdır. Allahü teâlâdan korkmak, bir insan için iyi alamettir. Allahü teâlâdan korkan bir Müslüman her zaman her yerde edepli, hayâlı olur. Hayâsızlığın insanı nereye sürükleyeceğini bilir. Hadis-i şeriflerde, "Hayâsızlık insanı küfre düşürür", "Hayâ ile iman bir aradadır. Biri giderse, öteki de durmaz" buyuruldu. Hayâ, bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur. Allahü teâlâdan utanmak, imanın kuvvetli olduğuna, hayâsızlık da, imanın zayıf olduğuna alamettir. Hayâ, imanın esasındandır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Güzellik, kiminde daha güzeldir: Adalet güzeldir, fakat idarecide daha güzeldir. Cömertlik güzeldir, zenginde daha güzeldir. Vera âlimde, sabır fakirde, tevbe gençte daha güzeldir. Hayâ güzeldir, kadında daha güzeldir." "Hayâ imandandır." "Hayâ imanın süsüdür."
.
Emanet vakti gelince geri alınır!
23 Nisan 2008 01:00
Muhammed aleyhisselamın Muaz bin Cebel'e yazdırdığı bir taziye mektubu: Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın, sayısız nimetlerinden, tatlı ve faydalı ihsanlarındandır. Bu nimetleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.Allahü teâlâ, nimetlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükür etmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabır etmemizi emir eyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevap, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana kavuşabilmek için sabır etmeli. Onun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevaba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belayı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabır etmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lazımdır. Allahü teâlâ, hepinize selamet versin! Amin. İmam-ı Rabbani hazretlerinin başsağlığı mektubu: Kul için, sahibinin işinden razı olmaktan başka çare yoktur. İnsan, bu dünyada kalmak için yaratılmadı. Dünyada iş yapmak, çalışmak için yaratıldık. Çalışmalıyız! Çalışıp da, kazanıp da ölen bir kimse için korkacak bir şey yoktur. Hatta, böyle ölmek, bir devlet ele geçirmektir. Ölüm bir köprü gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşturur. Ölmek, felaket değildir. Öldükten sonra başına gelecekleri bilmemek felakettir. Ölülere, dua ile, istiğfar etmekle, onun için sadaka vermekle yardım etmek, imdadlarına yetişmek lazımdır. Resulullah buyurdu ki: "Ölünün mezardaki hâli, imdad diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duayı gözler. Kendisine bir dua gelince, dünyanın hepsi kendine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşayanların duaları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi, onlar için dua ve istiğfar etmektir." Tel: 0 212 -
Gençleri bekleyen tuzak ve tehlikeler!
23 Nisan 2008 01:00
Dün, hayânın, iffetin dinimizdeki yeri üzerinde durmuştuk. Hadis-i şerifte, "Hayâ, imanın nizamıdır. Nizamı bozulan şey darmadağın olur" buyurulunca, Müslümanlar çocuklarını hayâlı, iffetli yetiştirmeye çalışmışlar, bununla da kalmayıp bu konuda vasiyet etmişlerdir. "Hayâ on kısımdır. Dokuzu kadında, biri erkektedir" hadis-i şerifindeki işaretten ve iffetsizlik olayları daha çok kadının rızasına bağlı olduğundan, bu konuda daha çok kadının üzerinde durulmuştur. 1966 yılında vefat etmiş olan, Emekli Tümgeneral Hayri Aytepe'nin bu konularla ilgili kızına yaptığı vasiyeti ve nasihati şöyle: Kızım! Bir genç kızın, kendi başına yalnız kendi aklı ve idraki ile iffetini muhafaza etmesi, cidden güçtür. O genç kız, -eğer biraz da güzelse- hatıra ve hayale gelmeyen tehlikelerle çevrilmiş demektir. Bu tehlike, sokakta, otobüste, komşularda, hatta evinin içinde yakasını bırakmaz. Hele o kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilmeyecek derecede zayıf karakterli ise, o zaman tehlike iki misli artmış demektir. İşte bunun içindir ki, genç kızın beş dakikasını bile kontrolsüz bırakmamak lazımdır. Ev içinde anne kontrolü, ev dışında baba kontrolü onları, koruyucu melek gibi takib etmelidir. BU TUZAĞA DÜŞEN KURTULAMAZ! Kızım, öyle bir zamanda, öyle bir mekanda yaşayacaksın ki, herkesten, her yerde sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna değil, iffet, şeref ve haysiyetinedir. Paraya olan zarar telafi edilebilir. Manevi zarar, yerine konamaz. Cemiyet içinde öyle haşarat, öyle ahlâksızlar vardır ki, bunların içinde genç kadın ve genç kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmektedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun tesiri altında kalır ve kendine hakim olamazsan, iffetsizliğin ve ahlâksızlığın çukuruna düşersin. Bu çukura düşenlerden kurtulabilen azdır. Sen kadınlık duyguna karşı haysiyetli ve meşru yolları aramalısın! Sen de, herkes gibi, evlenebilirsin. Ahlâkın güzel olduktan sonra evlenmemek için, hiçbir sebep yok demektir. Evlenmeden evvel, birçok kızların yaptığı gibi, flört yapmaya asla heves etme! Bu tecrübe mutlak tehlikelidir. Flört yapılan insanla evlenmek saadeti getirmez, bunda aldatma vardır. Herkes "El değmemiş hayat arkadaşı" arıyor. Ama flörtü de meşru görüyor. Bu, bir çelişkidir! El değmemiş isteyen el değdirmemeli, göz değmemiş isteyen; yangözle veya şehvet gözüyle bakmamalıdır. İffeti muhafaza için, genç erkek ve genç kızın bir an önce evlenmesi lazımdır. İffeti zedeleyecek eğlence yerlerinden uzaklaşması lazımdır. Eğlence yerleri, genç kızı veya kadını elde etmek için birer tuzaktır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız, tuzağın içine düştükten sonra, aklı başına gelir. Fakat iş işten geçmiştir. Bu saydığımız eğlence veya tuzağın zahiri güzelliğine ve cazibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde yavaş yavaş veya çabucak birer oyuncak haline gelir. En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna kadar direnç gösteremez. Yakışıklı bir erkeğin aldatıcı tebessümü karşısında, mağlub olabilir. Artık o kız, tuzağa düşmüş demektir. Hele bunu kız kendisi de istemiş ise, artık tehlikenin içine girmiştir. O tuzaktan kurtulan pek azdır veya yoktur. ZAVALLI DURUMUNA DÜŞMEMEK İÇİN Halbuki, o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek daha kolay bir iştir. "Göz görmeyince, gönül tahammül eder" diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın cazibesinden ve tehlikesinden kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay değildir. Bunu nasihat olsun diye söylemiyoruz. Tecrübelere güvenerek söylüyoruz. İffet, bir genç kızın veya kadının, değeri milyonlar eden, bir mücevheridir. Bu mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her erkek bütün şeytanlığını kullanır. Ele geçirdikten sonra, maksadına erişmiştir. Artık o, mücevherlikten çıkmış, adi bir taş olmuştur. Sokağa atılıverir. Bu alışverişte, erkek, bir namus hırsızıdır. Kadın ise, mücevherini çaldırmış, bir zavallıdır. (Seadet-i Ebediye)
.
Anmaktan gafil olmazlardı
24 Nisan 2008 01:00
Allah adamları, hiçbir yerde Allah'ı anmaktan, Resûlüne salat ve selamdan gafil olmazlardı. Zira onlar, Peygamber efendimizin şu hadis-i şerifleriyle amel ediyorlardı: "Bir meclisteki topluluk, Allah'ı anmadan, Resulüne salât ü selâm getirmeden oradan dağılacak olursa, bu onlar için bir vebal ve noksanlıktır!" "Ehl-i cennet, dünyada iken Allah'ı zikretmeden geçirdikleri bir saatten başka bir şeye hasret duyacak değillerdir." Hasan-ı Basrî hazretleri derdi ki: Allahü teâlâ âyeti kerimede, "Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim." (Bakara, 152) buyurmakla şüphesiz biz kulları hakkında kolaylık murad etmiştir. Eğer Hak teâlâ, haccın edası için kullarını Kâbe'ye çağırdığı gibi, yüce zâtını anmamız için de bir yer tayin etmiş olsaydı, yüz senelik bir mesafede olsa bile, oraya gitmemiz üzerimize vacip olurdu. Hamdolsun Allah'a ki, kullarına kolaylık murad etmiştir! Fudayl bin İyad buyurdu ki: "Meclislerinizde halkı andığınız zaman Hakk'ı da anınız. Çünkü Hak teâlânın anılması, halkı anma hastalığının devâsıdır!" İbrahim bin Ethem hazretleri kendisiyle sohbet etmeyi isteyen kimselerin talebini, Allah'ı anmaktan gafil olmamak şartıyla kabul ederdi. Atâ es-Sülemî de şöyle buyururdu: "Zulmetmiş bir kimsenin, tevbe ve istiğfar etmeden zikre başlaması lâyık değildir. Çünkü zulmünde ısrar eden bir zâlim, Allah'ı andığı zaman Allah ona lânet eder." Selefi salihin, her ne zaman Allah'ı anmak isteseler, önce tevbe ve istiğfar ederlerdi. Çünkü onlar, bir mekruhu irtikab etmek, gafil bulunmuş olmak, kötü bir şey hatırlamak kabilinden de olsa nefislerine zulmetmiş olmaları ihtimalini daima göz önünde tutarak tedbirli ve ihtiyatlı davranırlardı. Ebü'l-Melîh hazretleri Allah'ı zikrettiği zaman engin bir sürur duyardı. Ve derdi ki: "Benim bu sürurum ancak, Allah'ın beni zikretmesi ile hasıl olmaktadır. Çünkü Allahü teâlâ; "Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim" buyuruyor. T
.
Anma nasıl olmalıdır?
25 Nisan 2008 01:00
Allahü teâlâyı anmak, Onun emir ve yasaklarını hatırlamak, emirlerini yapıp, yasaklarından kaçmaktır. Dil ile de Allahü teâlâyı tesbih ve tenzih etmektir. Mesela, sübhanallah, elhamdülillah, Allahü ekber, la ilahe illallah gibi kelimeleri dilinden düşürmemeye gayret etmelidir. Vazifeye gidip gelirken, iş yaparken ve her fırsatta Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak büyük saadettir. Onu unutmak, anmaktan gafil olmak büyük bedbahtlıktır. İnsan sevdiğini her zaman hatırlar, çok severse hiç unutmaz. İmanın temeli, Allahü teâlâyı sevmektir. Sevmenin alameti de, Onu çok anmaktır. Yani Allahü teâlâyı seven Onu çok anar, Onu çok anan da Allah'ı seviyor demektir. Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: Allahü teâlâyı anmak iki türlüdür: 1- Kalbden Allahü teâlâyı hatırlamak büyük sevaptır. 2- Bundan daha iyisi, haramları işleyeceği anda, Allahü teâlâyı hatırlayıp vazgeçmektir. Davud aleyhisselam şöyle dua ederdi: "İlahi, seni ananların topluluğunu geçip, gafiller topluluğuna gitmeye başlayınca, daha oraya varmadan ayağımı kır! Zira böylesi bana bir lütuf ve nimettir." Vehb bin Münebbih buyurdu ki: "Cesedi ölenlere ağlayıp da kalbi ölenlere ağlamayan insanların aklına şaşıyorum! Halbuki kalbin ölmesi en büyük bir musibettir!" Vüheyb bin el-Verd buyurdu ki: "Allah'a yakınlığı ileri olan kimseler, meclislerinde ilk defa Allah'ı anan kimselerdir." Gafiller arasında iken, Allahü teâlâyı anmak, emir ve yasaklarını konuşmak, herkesi iyiliğe teşvik etmek daha büyük sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâyı anmak üzere toplananları melekler ve ilahi rahmet kuşatır." "Sırf rıza-i ilahi için toplanıp Allahü teâlâyı ananlara göklerden bir münadi, 'Allahü teâlâ günahlarınızı sevaba çevirdi. Yerinizden mağfiret edilmiş olarak kalkın!' diye seslenir." "Bir toplulukta Allahü teâlânın ismi anılmaz ve peygamberine, 'sallallahü aleyhi ve sellem' salevat-ı şerife getirilmezse, kıyamette onlar, hasret ve nedamet çekerler." "Bir defa salih kimsenin sohbetinde bulunmak, defalarca kötü kimselerin sohbetlerinde bulunmanın günahlarına kefaret olur." Tel: 0 212
.
Kalbleri yufka, gözleri yaşlı...
26 Nisan 2008 01:00
Allah adamlarının kalbleri yufka, gözleri yaşlı idi. Cenab-ı Hakka karşı bir kusur ettikleri zaman, affedilmeleri için çok yalvarıp ağlarlardı. Hazreti Ebû Bekir el-Sıddîk, Hazreti Ömer el-Fârûk, Hazreti Ebü'd-Derdâ bu konuda çok önde idiler. Hazreti Ömer o kadar çok ağlardı ki, yüzünde, akan gözyaşlarından husule gelmiş iki yol vardı. Abdullah bin Abbâs da böyle idi. Ömer bin Abdülazîz, Yezîd el-Rakkâşî, Fudayl bin İyad, Bişr el-Hâfî ve Maruf el-Kerhî gibi büyükler de bu hâl ve makamda idiler. Hazreti Yezid el-Rakkaşî, evine girdiği ve sofraya oturduğu zaman hep ağlardı. Arkadaşları yanına geldiğinde ağlar, onları da ağlatırdı. Derdi ki: "Cehennem benim gibiler için yaratılmıştır!" Ömer bin Abdülazîz de bütün gece ağlar, çoğu zaman bayılıp düşerdi. Râbia el-Adeviyye de çok ağlar, hatta etrafını ıslatacak kadar gözyaşı dökerdi. Ka'b el Ahbar hazretleri buyurdu ki: "Haşyet-i ilâhiyeden yani Allah korkusundan ağlayıp da gözümden bir damla yaş çıkması, katı bir kalble dağ kadar altını sadaka olarak dağıtmaktan benim için daha sevimlidir." Hazreti Ali buyururdu ki: "İyilerin alâmeti, rengin sarılığı, gözlerin yaşlılığı, dudakların solgunluğudur." İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Nimetlere hem şükür etmek, hem de nimetleri veren Cenab-ı Hakka sığınmak ve başka bir şeyi sevmemek için ağlamak yalvarmak lazımdır. İçten, ağlamak, yalvarmak gelmezse, kendini zorlamalıdır. "Ağlamazsanız kendinizi ağlatınız!" demişlerdir. Fudayl bin İyad buyurdu ki: "Ağlamak, gözün ağlaması değil, ancak kalbin ağlamasıdır. Adam var ki gözleri ağlar, fakat kalbi hastadır. Çünkü münafıkların ağlaması kalbden ve içten değil, sadece baştaki gözden gelir." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allah korkusu ile ağlayan gözlere, Cehennem ateşinin dokunması haramdır." "Allah için gözlerinden yaş akan müminin vücudunun, Cehennem ateşinde yanması haramdır. Kıyamet günün her şey ölçülür, tartılır. Bunlardan Allah korkusu ile akan gözyaşı, ateş deryasını söndürecek güçtedir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
.
Nefis de insanı bol bol ağlatır
27 Nisan 2008 01:00
İslam büyükleri her işte olduğu gibi ağlama konusunun da, Allah rızası için olmasına, gösteriş riya için olmamasına çok dikkat ederlerdi. Çoğu kimsenin gözyaşı sahtedir, dünyalık menfaat, riya gösteriş içindir. Çünkü nefis, insanı bol bol ağlatır. Düşman-ı ilâhî olan nefs, harâb oldukça çok ağlamak olmaz. Az, nâdir ağlamalı ve ağlarken tevbe ve iltica etmeli, aldanmamalıdır. Süfyan-ı Sevrî hazretleri buyurdu ki: "Ağlamak on kısımdır. Bunlardan dokuzu riyadır. Ancak bir tanesi Allah içindir. İşte bu Allah için olan ağlamak, senede bir defacık dahi gelmiş olsa, kulun cehennemden kurtulmasına vesile olur." Adamın biri, Sıla bin Üşeym'in meclisinde gösteriş olarak ağlamıştı. Oradakiler ona acımışlar, ona Allah'tan rahmet dilemişler. O gece rüyasında o adama denilmiş ki: "Seni ağlarken görmelerini istediğin kimseler var ya, ağlamanın sevabını işte onlardan alırsın!" Ömer bin Abdülazîz ağladığı zaman, zevcesi, ev halkı ve hizmetçileri de ağlardı. Fakat onlar, bu ağlayışın sebebini bilmezlerdi. İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Kulun makamı, ancak hem kalbi hem de gözü ile ağlamakla kemâle erer. Bunlardan yalnız biriyle ağlayan kemâle ermemiştir. Bilhassa başkalarına rehberlik makamında bulunan zevât, şahsen kendileri muhtaç olmasalar bile, kendilerine uyanların ihtiyaçları bakımından göz ile de ağlamak zorundadırlar. Selefin bu ahlâkını terk edemezler. Çünkü yalnız kalb ile olan ağlamaya, başkaları muttali olamazlar. Sâlih el-Merrî derdi ki: "Günahlar kalbi karartır. Bunu ancak ağlamak giderir." Bir gün, Şuayb bin Harb, Tâvus hazretlerinin yanında ağlamaya başlamış. Mecliste hazır bulunanları da ağlatmış. Kendisinin büyük bir günah işlediği zannedilmiş. Bu halini gören Tâvus demiş ki: "Ey kardeş! İşlediğin bir tek günah için, seninle beraber gök ve yer ehli ağlamış olsalar yine de az sayılır." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlânın, kendi himayesinden başka hiçbir himayenin bulunmadığı Kıyamet gününde, himayesine aldığı yedi kimseden biri de, yalnız iken Allah'ı anıp gözünden yaş akan kimsedir." Tel: 0 212 - 454 38 21
.
Allah korkusu ile akan gözyaşı
28 Nisan 2008 01:00
Hazreti Ebu Bekir buyurdu ki: "Sekiz şey, sekiz şeyin ziynetidir: Çok ağlamak korkunun süsüdür. İffet, fakrin süsüdür. Şükür, zenginliğin süsüdür. Sabır, belanın süsüdür. Tevazu, asaletin süsüdür. Hilm, ilmin süsüdür. Başa kakmamak, ihsanın süsüdür. Huşu namazın süsüdür." Hazreti Ali buyurdu ki: "Ağlamak üç şeydendir. Birisi, Allahü teala korkusundan, ikincisi, gadabından, üçüncüsü katiyyeti haşyetinden, kati olan Allah korkusu. Birinci ağlamak, günahlara keffarettir. İkinci ağlamak, ayıplarının temizlenmesidir. Üçüncü ağlamak, vilayet ve mahbubun rızasıdır. Günahlarının temizlenmesinin semeresi, kurtuluştur. Ayıplardan temizlenmenin semeresi, Naimde olmaktır. Vilayet ve mahbubun rızasının semeresi Allahü tealayı rüyettir." Emir-ül müminin hazreti Ömer bekçi yerine, şehri kendisi dolanırdı. Nerede bir noksanlık görür ise, onu tedarik ederdi. Bu kadar ihtiyat ile daima ağlar idi. Ona, ya Emir-el müminin! Bu kadar korku ve ağlamak neden dolayıdır, diye sorunca buyurdu ki: Eğer bir koyun veya bir keçi Fırat kenarında gezerken bir zarar görürse, korkarım ki, kıyamette onu benden sual ederler. Mâlik bin Dinar hazretlerine arkadaşları "Bir okuyucu getirsek de size Kur'ân okusa, siz de dinleseniz?" demişler. O, şu karşılığı vermiş: "Çocuğunu kaybeden bir kadın, ayrıca bir ağlayıcıya muhtaç olmaz!" Mekhul el-Dimeşkî diyor ki: "Birisini ağlarken gördüğünüz zaman, onunla beraber siz de ağlayınız. O kimsenin riyâ yaptığı zannına kapılmayınız. Ben bir adam hakkında böyle bir zanna kapılmıştım da, bunun cezası olarak tam bir sene ağlamak faziletinden mahrum kaldım." Kur'ân-ı kerim dinlerken kalben ağlamadığı halde sâlihlik iddiasında bulunan her şahıs, bu iddiasında yalancı olmuş olur. Zira katı kalblilik sâlihlerin ahlâkına aykırıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Allah'ı anarken, Allah korkusu ile gözlerinden yaş akan kimseye, kıyamette azap edilmez." "Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama buyurdu ki: Kulun, benden korkup ağlayarak yaptığı ibadeti, diğer ibadetlerinden üstündür." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.
.
"Karanlık geceleri aydınlatın!"
29 Nisan 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Ağlamak ve ahiret korkusu, ilahi nimetlerdendir. Ve manevi ilerleme sağlar. Karanlık geceleri ağlamak ve istigfar ile aydınlatın! Allah korkusundan ağlamak, kalbin cilasıdır. Kahkaha ile gülmek, kalbin zehridir. İnsan, ölümü istemez. Halbuki mevt, fitneden hayırlıdır. İnsan yaşamayı sever. Halbuki mevt, ona hayırlıdır. Salih olan mümin, mevt ile, dünyanın eziyet ve yorgunluğundan kurtulur. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Ümmeti Muhammedden büyük günah işleyenler Cehennemde bir araya getirilir. İhtiyar, genç, erkek, kadın nerede ise hepsi bir araya toplanır. Cehennemin bekçisi olan (Malik) onlara baktığı vakit der ki: "Siz, Cehennem zümresindensiniz. Amma görüyorum ki, ne eliniz bağlanmış ve ne de yüzünüz kararmış. Sizden güzel kimse Cehenneme gelmedi." Onlar da "Ya Malik! Biz Muhammed aleyhisselamın ümmetiyiz. Lakin işlediğimiz günahlar Cehenneme sürükledi. Bizi bırak da günahlarımıza ağlayalım" derler. Malik onlara; "Ağlayınız! Fakat şimdi size ağlamak fayda vermez!" der. Bunun için ağlamayı fayda vereceği yerde ve zamanda yapmalıdır. Nice orta yaşlılar (dertlerim, sıkıntılarım arttı!) diyerek ağlarlar. Bir ihtiyar erkek ellerini beyaz sakalı üzerine koyup (Ah gençlik geçti. Elem, üzüntü arttı. Zelil oldum, rezil oldum!) diye ağlar. Nice delikanlılar (Ah gençliği elden kaçırdım! Yani gençliğimin kıymetini bilemedim!) diye ağlarlar. Nice kadınlar, saçlarından tutup (Eyvah! Yüzüm kara oldu, rezil oldum!) diye ağlarlar. Yalnız iken Allah korkusundan ağlamak çok faziletlidir, riya, gösteriş için ağlamak tehlikelidir. Ağlama veya gülme ihtiyacı olmadan ağlamak veya gülmek rol yapan kimselerin âdetidir. En güzel ağlama vakti herkesin el etek çektiği seher vaktidir. Teheccüd namazına kalkarak ağlamalı, istiğfar etmelidir. Gaflet uykusundan uyanıp, ölümü ve ahireti düşünmeli, haram olan dünya işlerinden yüz çevirip, ahiret işlerine yönelmelidir! Bu hale yönelebilmek için ağlayarak yalvarmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Sağılan süt, tekrar memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan da ateşe girmez." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail
.
TV'yi Kapat Hayatı Aç!" kampanyası
29 Nisan 2008 01:00
Bizdeki televizyonların görmediği, yer vermediği için kamuoyunun pek haberi olmadığı, bütün dünya çapında yürütülen bir kampanya var. Bu çalışma aslında yeni de değil, 13 yıldır devam ediyor. Her sene nisan ayının son haftası gerçekleştiriliyor. Orijinal adı ile, "Turn off TV Turn on Life Week" Türkçesi "Televizyonu Kapat/Hayatı Aç, Haftası". Bu kampanya ile ilgili etkinlikleri düzenleyen sivil toplum örgütleri bir hafta süre ile, insanları; televizyonun bağımlılık yapan bir uyuşturucu olduğunun farkına varmaya çağırıyor. Televizyonun kapı dışarı edilmesi teşvik ediliyor. Tüm dünyada nisan ayının son haftasında gerçekleştirilen bu etkinlikler, ilk kez 1995 yılında ABD'de başladı. İlk yılında 45 bin okul ile 8 milyon insanın katıldığı kampanyaya katılanların sayısı, sonraki yıllarda katlanarak arttı, bütün dünyaya yayıldı. BU ÖNEMLİ BİR GELİŞME! Bu kampanyanın bütün dünyada tutması aslında önemli bir olay. Çocuk, genç, yaşlı herkesin üzerinde büyük etkisi olan televizyonun, şimdilik bir hafta da olsa kapatılması, kullanılmaması sıradan, basit bir iş değildir. Bu olay, insanların bu sihirli, büyüleyici kutudan kurtulmayı ne kadar çok istediklerini, fakat bir türlü kurtulamadıklarını, kurtulmak için çareler aradıklarını gösterir. Bu önemli bir gelişme; çünkü insanlar televizyonun zararlarını anlamış durumdalar. Yıllardır, ilim adamları, psikologlar, psikiyatristler televizyonun insanlar üzerindeki özellikle çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini devamlı dile getiriyorlar, fakat pek etkili olamıyorlardı. Demek ki, bu ilmi çalışmalar boşa gitmemiş. Toplumlar zararın farkına varmaya başlamış. Bu gerçekten çok sevindirici bir gelişmedir. TV'nin zararları hakkında yapılan istatistikler ortadadır. TV'nin insanları etkileme gücü üzerinde psikologların yaptığı araştırmaların sonuçları bu acı gerçeği ortaya koymaktadır. Batılı ilim adamları TV'ye, "Aptal kutusu", "Suç okulu" gibi isimler vermişlerdir. Yapılan araştırmalar, TV seyretme oranında Avrupa'nın çok üstünde, ABD'den sonra dünyada ikincisi olduğumuzu göstermektedir. Evlerimizde silah zoruyla, "Eller yukarı" denilerek teslim alınmamıza lüzum kalmamış, bunu ışıltılı ve de parıltılı cihazlar, silahsız, tehditsiz rahatça yapmakta ve yegâne sermayemiz olan zamanı gasbetmektedirler. Bu durumu da ilim adamları "Yavaş intihar"a benzetmektedirler. Sadece bununla kalmamakta, çaldıkları bu zaman bize zarar vermek için silah olarak geri dönmektedir. Fransız Çocuk Psikiyatri Profesörü Marcel Rufo, "Televizyon, mükemmel bir suç okuludur" diyor. Prof. Rufo'nun tespitlerinde ve televizyonun olumsuz etkileri konusunda yapılan bir değerlendirmede şu görüşlere yer verilmiştir: KÖTÜ ALIŞKANLIKLARIN ODAĞI "Televizyon, elektronik bir sakinleştirici olması sebebiyle, sürekli televizyon seyreden çocuklarda, uyuşturucu ve sakinleştirici bağımlılığının kolaylaştığı ortaya konuldu. Günde 2-3 saat televizyon seyreden çocukların, okulda başarı gösteremedikleri anlaşıldı. Araştırma sonuçlarına göre, ayrıca çocukların yüzde 47'sinde televizyon yayınlarının etkisiyle, 'kötü yeme alışkanlıkları'nın görüldüğü, bunun da sindirim ile ilgili hastalıklara yol açtığı belirlendi. Ayrıca televizyondaki vurdulu-kırdılı filmlerin çocukları suça özendirdiği görülmektedir. Çocuk çeteleri kuranlar, arkadaşlarını televizyonda gördükleri gibi "asarak öldürme" oyunu oynarken, çocuğun gerçekten asılarak ölmesine sebep olmuşlardır." Televizyon seyretme süresi arttıkça, çocuğun başarısı ve sosyal ilişki kurabilme kabiliyetinin giderek azaldığı da gözlenmiştir. Çok fazla TV izleyen çocukların yemeden, içmeden kesilme, uyuma güçlüğü, kötü rüyâlar görme, ders çalışmaya karşı ilgisizlik, hayâl dünyasında yaşama, TV'deki tiplemeleri ve kahramanları taklit etme, içine kapanma, sosyal ilişkiler kurmada başarısızlık gibi problemlerle karşılaştıkları görülmüştür. Bütün bunlar, böyle bir kampanya düzenleyenlerin ne kadar haklı olduklarını göstermektedir.
.
Hesabı şimdiden görmeli!
30 Nisan 2008 01:00
Allah adamları, günah ve harama düşmek korkularının yanı sıra tâat ve ibadetteki kusurları sebebiyle helâk olacaklarından da çok korkarlardı. Onların düşünme tarzı şu idi: Cenâb-ı Hak, zerre kadarcık bir şey yüzünden bile kulunu muâheze eder, hesaba çeker. Binâenaleyh kul, kıyamet gününde yaptıklarından hesap vermek üzere fazla beklememek için, şimdiden kendisini hesaba çekmelidir! Zira bu hayatta nefsini muhasebe etmeyenlerin öbür hayattaki muhasebeleri uzun sürecektir. Allah'tan hakkımızda lûtufla muâmele buyurmasını dileriz! Abdurrahman bin Hürmüz el-A'rac buyurdu ki: "Nefislerinizi kendi aleyhinize olan kabahatler hakkında dikkatle kontrol ediniz. Hesap gününde herkes kendi sınıfı ile haşrolunacaktır. Başka başka günahlar işlemiş olanlar, her günaha ait sınıfların her biriyle ayrı ayrı haşrolmak (toplanmak) zorunda kalacaktır." Yine o, çoğu zaman nefsini hesaba çeker ve şöyle derdi: "Ey A'rac! Kıyamet gününde münadî: Ey falan günahı işlemiş olanlar, ayağa kalkınız! diye çağırdı mı, onlarla beraber sen de kalkarsın. Sonra münadî bir başka günahın fâillerini çağırır, onlarla beraber sen de kalkarsın. Yine münadî bir başka günahkâr sınıfı çağırır, onlarla beraber sen de kalkarsın. İşte ey A'rac! O gün, senin her mücrim sınıfla beraber hesap vermeye kalktığını görürüm!.." Aliyyül-Havvâs buyurdu ki: "Sofî, âhireti hakkında dünyada iyi bir hazırlık yapabilmesi için, gecesinde ve gündüzünde, kıyametin ahvâlini, korku ve dehşet verici safhalarını gözünün önündeymiş gibi tasavvur edeceği bir makama yükselmedikçe, kemâle eremez." Lokman aleyhisselâm oğluna derdi ki: "Yavrum! Uyuduğun gibi ölür, uykudan uyandığın gibi de kabrinden kalkarsın! Dâima iyi amelde bulun ki, uyuman ve uyanışın gelininki gibi olsun. Sakın kötü amelde bulunma! Aksi halde uyandığın zaman kendini, padişahın idamına ferman çıkardığı bir mücrimin korkusu içinde bulursun!" Üveys el-Karânî buyurdu ki: "Ey kul, bu fani hayatta Allah korkusunu kalbinden çıkarma! Senin için kurtuluşun en güzel yolu budur!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.m
.
Ömrün boşa giden dokuz yılı!
30 Nisan 2008 01:00
Dün, televizyon yayınlarının zararlarından kurtulabilmek için her yıl dünya çapında düzenlenen "Televizyonu Kapa Hayatı Aç! Haftası"ndan bahsetmiştik. Bugün bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Her yeni buluş, belli bir maksat, belli bir fayda için piyasaya sürülür. Bu maksadın dışına çıkıldığında, cihaz fayda yerine zarar vermeye başlar. Televizyon da böyledir. Maksadına uygun olarak, haber ve iletişim maksatlı kullanılır, dünyada olup bitenler sergilenir, teknolojik gelişmeler sunulursa çok faydalı olur. Ölçü elden kaçırılır, günün büyük bir çoğunluğu televizyonun başında geçerse günlük zaruri programlar altüst olur. Fayda zarara dönüşür. AKIL ALMAZ BİR ZAMAN İSRAFI! Maalesef bizde bu ölçü, çok çok fazlasıyla kaçırılmış durumda. RTÜK'ün yaptığı araştırmaya göre, ülkemiz insanı ortalama günde 5 saatini televizyon başında geçiriyor. Bu oran hafta sonu daha da artıyor. Halkın yüzde yirmiye yakın kısmı ise günde 10 saatten fazla televizyon seyrediyor. İnsan ömrünün ortalama 9 yılı televizyonun başında geçiyor. Günde 5 saat ders gören çocuk 8 ayda 960 saat ders görmüş olur. Yine aynı çocuk günde 5 saat televizyon seyrederse yılda 1825 saat eder... Bu rakamlar ailenin diğer fertleri için de geçerli. Akıl almaz bir zaman israfı değil mi? Bu kadar zamanda neler yapılmaz ki!.. Bahsettiğimiz israf zararsız kabul edilen boşa geçen zamandır. Bir de bu zaman zarfında seyredilenlerin zararlı yayın olduğunu düşünürsek, işin facia boyutu o zaman ortaya çıkar. Neredeyse, her 10 dakikada bir cinayet, şiddet veya tecavüz sahnesi, korku, gerilim sahneleri, kırdılı döktülü, mafyalı dizileri filmleri düşünün... Hemen hemen bütün dizilerde ortak olarak şunları görüyoruz. Gayrimeşru bir çocuk, birbirlerini aldatan eşler, su gibi içki, soygunlar, kısa yoldan köşeyi dönmeler, lüks, israf... Bunlar çocukların ruh dengelerini ne hÂle sokar hiç düşündünüz mü? Aşırı televizyon seyreden çocuklar, aktif öğrenme melekesini kaybediyorlar, hayal güçlerini geliştiremiyorlar. Çünkü televizyon bağımlısı çocuklar izledikleri filmlerden, çizgi filmlerden her şeyi hazır olarak alıyorlar ve zihinleri gün geçtikçe tembelleşiyor. Konuşmaları yaşıtlarına göre daha geç gelişiyor. İçine kapanık, sosyal aktivitesi düşük, öz güveni olmayan hayattan zevk almayan birer varlık haline geliyorlar. Zarar hep küçüklere mi? Hayır, büyükler de paylarına düşeni fazlasıyla alıyorlar. Büyükler için en zararlı programlardan biri de kadın programları... Seçtikleri olumsuz örnekler toplumun yüzde 1-2'si iken, bunları, sanki bütün erkekler veya bütün kadınlar böyleymiş gibi sunmaları, kadınların bilhassa, ev hanımlarının ruh dengesini bozuyor. Onların Allaha tevekkül inancını sarsıyor, rızk endişesine düşürüyor. Sanki bütün erkekler eşlerini aldatacak, terk edecek, aç susuz bırakacak... korkusunu verererek ekonomik özgürlük adı altında onları sokağa sevk ediyorlar. Aile huzurunu bozuyorlar. SESSİZ BOMBA TESİRLİ! Bunlardan daha tehlikelisi, hatta en tehlikelisi de dinî tartışma programları. Özellikle seçilen, dinden haberi olmayan, dini kendisine göre yorumlayan, sözde din adamları sözde ilahiyatçılar insanları dinden imandan ediyorlar. İzleyicilerin yarım yamalak aldıkları dinî bilgileri yok ederek, onları inançsızlık boşluğuna itiyorlar. Televizyon, eşleri birbirinden ayıran, çocukları anne babalarından ve hayattan uzaklaştıran, büyükleri hareketsiz ölü haline getiren... parça tesirli bir bomba gibidir. Bunun gerçek bombadan farkı sessiz infilak etmesidir. Tesiri daha fazla olmasına rağmen, hemen değil uzun vadede tesirini göstermesidir. İnsanın yaptığı her işin ya dünyasına, ya da âhiretine faydası olması lâzımdır. Bugün insanı, okumaktan alıkoyan, insanı uyuşturan, körelten, kabiliyetlerini dumura uğratan şeylerin başında televizyon gelmektedir. Bu âletin âlet olarak bir suçu yoktur. Faydalı işlerde kullanıldığı takdirde, zamanımızın en faydalı cihazıdır. Bugünkü yayınlar öyle olmuyor ki, zararlarından kurtulmak için dünya çapında haftalar düzenleniyor
.
Maksat Cenab-ı Hakkın rızası olmalı!
1 Mayıs 2008 01:00
Allah adamları her işlerinde, Cenab-ı Hakkın rızasına bakarlardı, insanları değil, Cenab-ı Hakkı memnun etmeye çalışırlardı. Çünkü Cenab-ı Hakkı razı etmeden, kullarını razı etmek mümkün değildir. Cenab-ı Hakkı razı etmeden yola çıkan yolda kalır; kulların ne yapacağı belli olmaz; bugün sevenler yarın söverler. Bunun için Allah adamları insanların övmelerine değil, yaratanın rızasına bakarlardı. İslam büyüklerinin meşhurlarından Ali Ramiteni hazretleri zamanında hâli vakti yerinde zengin bir şeyh vardı. Aynı şehirde o da bir dergah açmıştı. Halkın kendi dergahına gelmesi için birçok ihsanlarda bulunuyordu. Karınlarını doyuruyor, sıkıntıda olanlara para veriyordu. Gelenleri memnun etmek için her türlü fedakârlığı gösteriyordu. Buna rağmen gelenler, böyle ihsanlar olmamasına rağmen bir müddet sonra buradan ayrılıp, Ali Ramiteni hazretlerinin dergahına gidiyordu. Bu şeyh bir gün dayanamayıp, Ali Ramiteni hazretlerinin kapısını çaldı. Kendisine, ben bana gelenleri memnun etmek için elimden geleni yapıyorum, fakat sonunda yine senin kapına geliyorlar. Bu işin hikmeti nedir? diye sordu. Buna şöyle cevap verdi: Sen insanları memnun etmek için çalışıyorsun, ben Cenab-ı Hakkı memnun etmek için çalışıyorum. Aramızdaki fark bu. Bişr-i Hafi hazretlerine biri gelerek, efendim müsaade ederseniz, bu sene hacca gitmek istiyorum, dedi. Bişr-i Hafi hazretleri buna, sen daha önce hacca gitmemiş miydin? diye sordu. O da, gitmiştim, şimdi nafile hacca gitmek istiyorum, dedi. Niçin hac yapmak istiyorsun, sorusuna da, tabii ki, Cenab-ı Hakkın rızasını almak için, diye cevap verdi. Bunun üzerine Bişr-i Hafi hazretleri buyurdu ki: Cenab-ı Hakkın rızasını kazanacak daha başka işler de var. Mesela, mahallemizde birçok kimsesiz dul kadın var, yetim çocuklar var, evine hiç et girmeyen nafakasını teminde sıkıntı çeken, borç altında inleyen çok kimse var. Nafile hac için ayırdığın paraları buralara harcarsan hac sevabından daha çok sevap alırsın. Cenab-ı Hak bundan dolayı senden daha çok memnun olur, razı olur. Gelen kimse, gitmek için ısrar edince, Allah selamet versin, sen Cenab-ı Hakkı razı etmenin değil, nefsini razı etmenin yolundasın. Böyle olmasaydı, paranı Cenab-ı Hakkın razı olacağı yola harcardın, buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Görünüş insanı aldatabilir!
2 Mayıs 2008 01:00
Allah adamları, mal, mülk para gibi dünyalık şeylere önem vermezlerdi. Bunların varlığı ile yokluğunu bir tutarlardı. Muhyiddin-i Arabi hazretleri tasavvuf yoluna girmeden önce, bir gün çarşıda giderken, birkaç kişinin bir mübarek zat hakkında ileri geri konuştuklarını, onu kötülediklerini işitir. Din gayretiyle hemen onların yanına gelerek, bu aleyhte olan konuşmalarına mani olur, güçlü kuvvetli olduğu için de, onları tehdit ederek, bir daha konuşmamalarını tembih eder. Gösterdiği bu din gayreti sebebiyle, Cenab-ı Hak kendisini arayışa sevk eder. Bir Allah adamı ile tanışmak ister. Birini tarif ederler. Gidip bunu bulur. Bu kimse, nehrin kenarında saz ve kamış otundan meydana gelen bir barakada oturmaktadır. Her gün nehirden sadece iki balık avlamakta; bunun birini kendi yiyip diğerini de, fakirlere dağıtmaktadır. Bu kimsenin, bu mütevazı yaşayışı hoşuna gider. Onun yanında kalıp himayesine girmek ister. O ise bunu kabul etmeyip, kendisine bir isim ve adres verir. "Bu benim hocam olur, ben bundan çok istifade ettim, sen de çok istifade edeceksin, benim selamımı söyle özellikle benim için de bir nasihat iste" der. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra verilen adrese varır. Bir de bakar ki karşısında çok mükemmel saray gibi bir ev var. Böyle varlıklı birinin aradığı kimse olamayacağını düşünerek, tekrar adresi sorar, yine aradığı adresin burası olduğunu anlar. Mecburen kapıyı çalar. Kapı açılınca, ümitsiz bir şekilde burada falanca mı oturuyor, diye sorar. Evet, cevabı verilerek kendisi içeri alınır. Huzura çıkarılır. Getirdiği selamı kendisine iletir. "Barakada oturup günde iki balıkla yetinenin selamını mı getirdin" diye kendisine takılır. Bu zatın bir müddet sohbetinde bulunup huzurundan ayrılırken nasihat olarak der ki: Ona söyle, kalbinden dünya sevgisini çıkarsın. Bu söz kafasını allak bullak eder. Bir bulunduğu mekana bakar, bir de, iki balık tutanın mekanını gözü önüne getirir. Sonra gelip nasihati bildirir. Nasihati alan zat, evet, namaza durunca, acaba ibriğim çalınır mı, tuttuğum balığı acaba kedi köpek yer mi diye aklım buralarda kalıyor, der.
.
Veciz sözler
3 Mayıs 2008 01:00
Peygamberlerden başka herkes günah işler. Allahü teâlâ sevdiği kullarının günahlarının cezasını ahirete bırakmaz. Çünkü günah suçtur. Karşılığı cezadır. Dünyada üç sıkıntı verir: 1- Hastalık verir. Sabrederse günahlarını affeder. 2- Günahların affı için ikinci yol maddi sıkıntıdır. Borçlu olmaktır. Borçlarını ödemek için çekilen sıkıntılardır. Bu da günahların affına sebeptir. 3- İnsanların yalan ve dedikodu ve iftiralarıyla haksız olarak iftiraya uğramaktır. - Âlimlerle beraber olanın ilmi artar. Salihlerle beraber olanın, ibadete rağbeti ve günahlardan kaçma arzusu artar. Fasıklarla, açıktan günah işleyenlerle düşüp kalkanın günah işleme cüreti artar. Zenginlerle düşüp kalkanın dünya sevgisi artar. Fakirlerle beraber olanın şükrü artar. - Hakiki Müslümanın üç vasfı vardır: 1-Doğru iman, 2-Sahih ibadet, 3-Ehl-i sünnet itikadını yaymak. Bu üç büyük nimetin devam etmesinin şartı ihlas ve sabırdır. - Allah rızası için yapılan hizmette vermek vardır, almak yoktur. Allah yolunda dünyada almak yoktur, ahirette alınacak. Eğer bir kimse ahirette almak istiyorsa dünyada Allah yolunda vermelidir. - İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Nasıl ölürse öyle dirilir. Bunun için Allah'ın dinine hizmet için yaşamalıdır. İnsanın sırf kendisi için, dünya nimetlerine kavuşmak için yaptığı, uğraştığı her şey, boştur. Gerçekle uğraşan, aziz olur. Gerçek, Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. - İman çarşıda satılmaz, miras kalmaz. Bu bir nasip meselesi. İyiliğe elverişli olmayan kişi Peygamberi görse de Müslüman olamaz... Allahü teâlâ seçiyor. Müslüman demek, Cenab-ı Hakkın seçtiği, dost edindiği insan demektir. - Namaz kılmamanın ne büyük bir suç olduğunu anlamak için çok sevdiğinizi mesela evladınızı kapının dışına çıkarıp, ben çağırınca gel deyin. Çağırın çağırın gelmesin. Siz defalarca çağıracaksınız da o duyduğu halde gelmeyecek. Ne yaparsınız siz ona? Allahü teâlâ günde 5 defa kullarını çağırıyor. Üstelik bu davetin faydası bize. Davete icabet edenlere yaptığı ihsanlar da ayrı. Buna rağmen yüce Rabbimiz ne kadar sabırlı, ne kadar merhametli, günde 5 defa çağırdığı halde gelmeyen kullarına bir şey yapmıyor, rızkını kesmiyor ve mühlet veriyor... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
Herkes kendi hesabını verecek!
4 Mayıs 2008 01:00
Aliyyül-Havvâs hazretleri buyurdu ki: "Ey kul, kendin için yararlı amellerde bulunmaya bak! Güvenilir kimselerin peşinden git. Bilmediğin kimselere, şeyhlere itimad etme! Çünkü o gün, onların her biri, kendi işi ve başı ile meşgul olacaktır! Bütün amellerini, ihlâsa aykırı şâibelerden uzak ve temiz tut. Zira kıyamet gününde amellerin nuru, ancak ihlâsının miktarınca olacaktır! İyi bil ki, bir âmâ nasıl görenin ışığından ışık alamazsa, kıyâmet gününde münafıklar da mü'minlerin nurundan ışık alamazlar!" Ka'b el-Ahbâr buyurdu ki: "Her kim, gizli olarak Allah'a isyan eder ve insanlardan utandığı halde Allah'tan utanmazsa, Allahü teâlâ onu, şiddetli bir hesaba çeker. Ve görülmemiş bir şekilde onu gadablı karşılar. Sonra yine ona gadablı olarak nazar eder ve meleklerine 'Onu alınız!' buyurur. Hemen melekler onu tutar ve yüzüstü sürükleyerek götürürler." Rabi' bin Heysem kendi kendisine derdi ki: "Ey Rebi'! Dağlar ve yeryüzü müthiş bir sarsıntı ile sarsılıp parça parça dağılarak kıyamet koptuğu zaman, senin halin nice olur?" Ebû İmran el-Cüvenî derdi ki: "Hayvanlar kıyamet gününde âdemoğlunun başına gelenleri gördüğü zaman, 'Hamdolsun Allah'a ki, bizi âdemoğlu olarak yaratmamış!' diyecek." Yahya bin Muaz derdi ki: "Ey kardeş! Sakın sen kıyamet gününde hesab ve mizan başında rüsvây olanlardan olma! O gün, himmetlerini dünyalık yığmaya hasredenlerin hepsi, Allah'tan utanarak parmaklarını ısıracaklar ve her birinin üzüntüsü Allah'ın imtihan evi olan dünyadaki kusurları miktarınca olacaktır." Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: "Kıyamet günü terazi kurarız. O gün, hiç kimseye zulmedilmez. Herkesin, yaptığı zerre kadar iyilik ve kötülüğü meydana çıkarıp, teraziye koyarız. Herkesin hesabını yapmaya yetişiriz." (Enbiya 47) Peygamber efendimiz de buyurdu ki: "Akıllı kimse, günü dörde ayırır, birincisinde, yaptıklarını ve yapacaklarını hesap eder. İkincisinde, Allahü teâlâya münacat eder, yalvarır. Üçüncüsünde, bir işte çalışıp, helal para kazanır. Dördüncüsünde, istirahat eder ve mubahlarla kendini eğlendirir, haramlardan kaçar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
.
Ahiret sıkıntılarının azalması için
5 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri, ruhun bedenden çıkma esnasındaki sıkıntıyı, kabir azabını ve ahiret meşakketlerini düşünürler, bunları azaltmak için çalışırlardı. Dünyadaki rahatlıkların bunları çoğaltacağını, çekilen sıkıntıların da azaltacağını bildikleri için başlarına gelen belalardan, sıkıntılardan memnun olurlar, şikayetçi olmazlardı. Aliyyül-Havvâs hazretleri bir sohbetinde, "Allahü teâlâ, kuluna, ruhunun bedeninden çıkmasını, çektiği gam ve kederler nisbetinde kolaylaştırır" buyurunca oradakiler 'Efendim, insanların gam ve belâya en çok giriftar olanları peygamberlerdir. Bununla beraber bir peygamberin, şiddetli hastalık ve sıkıntı geçirdiği de varid olmuştur' dediler. Onlara şöyle cevap verdi: "Büyüklere şiddetli hastalık verilmesi, bâzen onların mükâfatlarını artırmak için olur. Yoksa kendilerini cezbeden dünyevî bir alâkadan dolayı değil. Onların hâl ve şânı, bu gibi ahvâlden uzaktır! Bazısınınki de, talebe ve sevenleri sebebiyle olur. Yâni o, Allah'a kavuşmayı sevmekle beraber, bunların irşad ve terbiyesiyle meşgul olup onların ma'rifet makamının kemâline ermelerini istediğinden, dünyadan ayrılmayı arzu etmez. İşte ondaki bu iki hâlin birbirine karşı olan cezbesi, ruhunun çıkmasını güçleştirir. Eğer onun, talebelerine karşı olan üstün şefkati olmasaydı, Allah'a kavuşmak isteğiyle ruhu en seri ve en kolay çıkan, şüphesiz o olurdu." İsâ aleyhisselâm'ın yanında kıyamet günü anıldığı zaman, o yavrusunu kaybetmiş bir anne gibi ağlar ve "Kıyametten söz edilince sükût etmek, Meryem oğluna yakışmaz!" buyururdu. Aliyyül-Havvas derdi ki: "Nefsinde hâlâ bostan, bağ ve bahçelerde gezinmek, yumuşak yataklarda güzel kadınlarla uyumak ve kıymetli kumaşlardan giyinmek için arzular besleyen bir kimse, kıyametin korkunç safhaları hakkındaki gafletini iyice üzerinden atamamış demektir. Ancak Allah'ın velî kulları arasında kâmil olanlar müstesnadırlar ki onlar, dünya ve âhirette Allah'ı unutturucu bir gaflete dalmazlar." Abdülhakim-i Arvasi hazretleri buyurdu ki: "Kıyamet günü hesap evvela imandan, sonra namazdandır. Tek vakit namazı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih etmeli. Nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılmalı." Tel: 0 21
.
.
Altın kasadaki eskimeyen nasihatler
6 Mayıs 2008 01:00
Eskiden hükümdarlar, karşılaştıkları her müşkül işlerinde zamanın âlimleri ile istişâre etmedikçe bir karar vermezlerdi. Onların fikirlerinden istifade ederlerdi. Adâletiyle meşhur, Sasani hükümdarı Nûşirevân-i Âdil, arzû etti ki; kendisine rehber olmak için bazı nasîhatler tertip edilsin. Karşılaştığı her müşkül durumda bu nasihatlerden istifade edilsin. Bu maksatla, zamanın âlimlerini topladı. Bunların içinden yirmi üç tanesini seçtirdi ve onlara, "Her biriniz bir hikmet söyleyiniz ki, hem ben istifade edeyim, hem de benden sonra gelenler" dedi. Her birisinin yazdığı hikmetli sözleri altınla yazdırdı. Bunları, yine altından bir kasa yaptırıp, altın bir anahtar ile de kilitledikten sonra hazinesine koydurdu. Ne zaman ki, müşkül bir iş ile karşılaşırsa, bu hikmetleri okur ve ona göre karar verirdi. MALI İLİMDEN YÜKSEK TUTMAYINIZ Bu hikmetli sözler şunlardır: 1- Kendinizi biliniz, ilim ve iyi edep öğrenmeyi arzû ediniz. Malı ilimden yüksek tutmayınız. Ahiret için azık toplayınız. Ahireti dünyaya satmayınız. Söylenmeyecek sözleri söylemeyiniz. Aranmakla bulunmayacak şeyi aramayınız. 2 - Hikmet sahiplerinin nasihatlerini hakîr görmeyiniz. İşlerde acele etmeyiniz. İşleri vaktinde yapınız. İşleri bilene emrediniz. Zararlı işlerden sakınınız. İşlerin önüne ve arkasına dikkat ediniz. Akıllılarla istişâre ediniz. Tecrübe edilmişi tecrübe etmeyiniz. İhtiyarların sözlerine önem veriniz. 3 - Herkes sizi takvânız ve iyilikleriniz ile tanısın. Kanaati zenginlik biliniz. Sağlığın kadrini biliniz. Kimsenin üzüntüsü ve elemi ile sevinmeyiniz. 4- Dert ve belâ sahiplerinden ibret alınız. Yerinde hâsıl olan zararın, yersiz hâsıl olan menfaatten iyi olduğunu biliniz. İnsanlara her zaman müdâra ediniz, dîniniz için dünyalık verin. Her nerede müdâra lâzım olursa sertleşmeyiniz. Dost ve düşmanla barışta bulununuz. 5- İşleriniz kendi gücünüzü aşmasın. İnsanlardan ihsânı esirgemeyiniz. Elinizi ve dilinizi kollayınız. Lâyık olmayan işlerden uzak kalınız. 6 - Fenâ komşudan, fenâ arkadaştan sakınınız. Arkadaşsız yola çıkmayınız. Fenâ ve aslı belli olmayanlarla yolculuk yapmayınız. 7- Çorak yere tohum ekmeyiniz. Herkesin gözü önünde def-i hacet etmeyiniz. Sonradan görmüşlerden borç yapmayınız. Aslı belli olmayanlardan kız istemeyiniz. Kıymetsiz insanlarla oturmayınız. Allah'tan korkmayandan korkunuz. 8 - Malı kendinize fedâ ediniz. Ahmak, sarhoş ve deliye nasihat etmeyiniz. Nasihati anlayana yapınız. Nasihatinizi kıymetli tutunuz. Elinizin altındakilere merhamet ediniz. Kimsenin ekmeğine göz dikmeyiniz. 9 - Açların yanında yemek yemeyiniz. Ekmeğinizi açlardan esirgemeyiniz. Çocuklar ve kadınlara karşı tedbirli olun. Yabancı kadını evinize uğratmayınız. Dünya nimeti ile kibirlenmeyiniz. Kadınların hîlelerinden emin olmayınız. KARI KOCA ARASINA GİRMEYİNİZ 10 - Kimsenin evinin işine karışmayınız. Yabancı kimselere evinizin yolunu göstermeyiniz. Karı koca arasında aracı olmayınız. Başkasının bir şeyine sahibinden fazla şefkatli olunuz. 11- Kibirli insanlardan korkunuz. Devlet adamlarına düşmanlık etmeyiniz. Kadın ve erkek hiç kimseye zulüm etmeyiniz. 12- Ana ve baba hakkını gözetiniz. Akrabalarınızdan kesilmeyiniz. İnsan ile ahdi muhafaza ediniz. Ahdinizi, sözünüzü yerine getiriniz. Davetsiz kimseye misâfir gitmeyiniz. Misâfirinizi kıymetli tutunuz. Eğer bir kimse size muhtâç olursa, kudretiniz dahilinde ihtiyâcını yerine getirmeye çalışınız. 13- Bilgide ileri olanları büyük tutunuz. İlim öğretmeyi ayıp tutanları insan saymayınız. İnsanın selâmetinin, lisanına dikkatte olduğunu biliniz. Lâyık olmayan sözü söylemeyiniz. 14 - Fenâ söz söylemeyi âdet etmeyiniz. Lâyık olmayan söze kulak vermeyiniz. Hükümdarların gıybetini yapmayınız. Sözden anlamayana söz söylemeyiniz. Her ne ki lisanen söyledinizse, o işi yapınız. (Devamı yarın)
Altın kasadaki eskimeyen nasihatler -2-
7 Mayıs 2008 01:00
Dünkü yazımızda adaletiyle meşhur hükümdar Nuşirevan'ın yirmi üç âlimden aldığı yirmi üç nasihatten on dördünü yayınlamıştık. Bu gün de geri kalanlarını veriyoruz... 15- İyilerin ziyâretine rağbet gösteriniz. Salâh sahipleri ile sohbet ediniz. Ölüleri iyilikle yâd ediniz. Dosta ve düşmana nasihatten geri kalmayınız. Ölen babanızın vasiyetini yerine getiriniz. İlim tahsiline hırslı olunuz. İlimsiz bir iş işlemeyiniz. 16- Herkesin sözüne emin olmayınız. Güzel sözleri herkese işittiriniz. Doğru ya da yalana yemîn etmeyiniz. Dünyadan fazla âhiret dostu olunuz. Yetimin malına göz dikmeyiniz. Gençlikte ihtiyarlıktan endişe ediniz. İhtiyarlık ihtiyaçlarını gençlikte hazırlayınız. 17- Kış hazırlığını yazın yapınız. Bugünün işini yarına bırakmayınız. Mütehassıs doktor söylemedikçe şunun bunun sözü ile kan aldırmayınız. 18- Cömertliği âdet edininiz. Bencillikten uzak olunuz. Ehil olmayanların sohbetinde bulunmayınız. Hacetinizi cömertlerden isteyiniz. Borçluları sıkıştırmayınız. Dostlarınızı hatâlarından dolayı îkaz ediniz. 19- Evlâtlarınıza hüner ve sanat öğretiniz. Hâlinizi dosttan ve düşmandan saklı tutunuz. Gizli söyleşilenleri dinlemeyiniz. SÖZLERİNİZİ ÖLÇÜLÜ SÖYLEYİNİZ 20- Emirlerin huzurunda gözlerinizi muhafaza ediniz. Sözlerinizi ölçülü söyleyiniz. 21- Ni'met ve bolluk zamanında dostlarınızı anınız. Düşmanı küçümsemeyiniz. Düşmanın dost görünmesinden endişe ediniz. 22- Emniyet zamanında daha çok korkunuz. Belâ vaktinde sabrediniz. Darlıkta genişlik zamanını hatırlayınız. Genişlikte darlık zamanını düşününüz. Vaatlerinize vefâ gösteriniz. Ümitlileri ümitsiz etmeyiniz. Bir görüşte kimseye aldanmayınız. Başkalarının aybını araştırmayınız. 23- Kendi yükünüzü başkasına yüklemeyiniz. Fena huyluları dost edinmeyiniz. Hak sözü yerden gökten üstün tutunuz. Cenâb-ı Hakka rücû etmeyi en güzel amel biliniz. *** Bir gün geziye çıkmıştı Nûşirevân. Yanında da veziri vardı. Gezerken bakmış ki, yolda çok yaşlı bir dede meyve ağacı dikiyor. Selâm verip der ki adama: - Amca, hayırdır, sen bu yaşa gelmişsin, bu ağacın meyvesini yiyemezsin. Bu ağaç kimbilir kaç sene sonra meyve verecek? Niye bu zahmeti çekiyorsun? - Pâdişâhım, bizden öncekiler dikti biz yedik. Biz de dikelim ki, bizden sonrakiler yesin. Pâdişâh "Zih" der. "Zih" Farsça aferin demek. Sâsânî ananesine göre Pâdişâh "Zih" dediğinde, o kimseye 100 altın verilir, yani bir kese altın. Bunun için ihtiyara 100 altın verilir. Bunun üzerine ihtiyar dede der ki: - Gördünüz mü pâdişâhım, meyveleri şimdiden yemeye başladık. Pâdişâh, bir daha "Zih" der. İhtiyara 100 altın daha verilir. - Allah Allah, her ağaç senede bir defa meyve verir, benimki ise senede iki defa meyve verdi hükümdarım. "Zih" der Nûşirevân, 100 altın daha verilir. Arkasından vezirine der ki: - Vezirim hemen buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar çok yaman. Burada fazla kalırsak, hazînede altın kalmayacak. KOMÜNİZMİN FİKİR BABASINI ÖLDÜRDÜ Nûşirevân, Sâsânî Devletinin hükümdarı idi. Peygamber efendimiz zamanında yaşamış, ancak Peygamber efendimizin peygamberliğini tebliğe başlamadan önce vefât ettiği için O'nun ümmetinden olmakla şereflenememişti. Nasıl ki, Hâtim-i Tâi cömertliği ile meşhur olmuşsa, bu hükümdar da adâleti ile meşhur olmuştu. Bunun için kendisine, Nûşirevân-i âdil de denilmektedir. Peygamber efendimiz bunun için, "Ben âdil sultan zamanında dünyaya geldim" buyurmuştur. Vefat ettiğinde Peygamber Efendimiz 22 yaşında idi. İran'da Mejdek adında, peygamber olduğunu söyleyen bir kimse, yeni bir din uydurarak, mal ve kadın ortaklığını her yere yaymıştı. Mülkiyet hakkını yasaklamıştı. Komünistliği daha o zaman İran'a yerleştirmişti. İran'ın sosyal hayatını ve ahlakını altüst etmişti. İran Şahı Kubad, buna inandı ise de, oğlu Nuşirevan, bunu seksen bin adamı ile birlikte öldürdü. Nûşirevân, âdil idâresinin yanında, komünizmin fikir babası, Mejdek'i de öldürdüğü için insanlığa büyük hizmeti olmuştur. 43 sene saltanatta bulundu...
.
Zaruret ve ihtiyaç dahilinde yaşarlardı
6 Mayıs 2008 01:00
Allah adamları, dünyanın ve dünyalıkların geçici olduğunu bildiklerinden bunlara önem vermezlerdi. Mesela onlar, ev, kalınacak yer hususunda aşırıya gitmezlerdi. Zaruret ve ihtiyacı giderecek kadarı ile iktifa ederler, lükse, süse ve ziynete kaçmazlardı. Onlar dünya hayatının geçici olduğunu bildiklerinden uzun emeller peşinde olmazlardı. Süs ve nakış gibi şeylerle oyalanacak vakit bulamadıkları gibi, böyle işler için para harcanmasını da caiz görmezlerdi. Haramın azabı helalin hesabı var, derlerdi. İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: "Üstadım Ahmed Ez-Zâhid hazretleri, çamur ve kerpiçten bir cami ve ev yaptırmıştı. Tavanı hurma dalları ile kapatılmıştı. Çok mütevazı idi. Bir kimsenin, ihtiyaç fazlası olarak dünya ile ferahlanmak için muhkem, süslü binalar yaptırdığı halde, kendisinin takva sahibi olduğunu iddia etmesi ne derece doğru olur? Üstelik bir de, dünyadan alâkayı kesip tamamen Allah'a yönelmiş olduğunu iddia edecek olursa, bu ne kadar inandırıcı olur? O hâli ile bu iddiası hiçbir surette bağdaşamaz. Ancak bununla, başkalarına hizmete yönelik iyilik, hayır ve sadaka cihetlerini gözlemiş olması müstesnadır. Zira bu takdirde, ölümünden sonra sadakanın devamını arzulamış olur. Nitekim Ebul-Abbâs el-Gamrî gibi üstadlar böyle yapmışlardır, ki bunda bir beis ve güçlük yoktur." İnsan, dünyanın süsüne, yaldızına faydasız ve günah olan zevklerine alışırsa, artık bunlardan ayrılması zor olur. Alıştığı bu sevgilerden mahrum kalacağını düşünerek ölümü düşünmek bile istemez. İnsan hoşlanmadığı şeyden nefret eder, ondan uzaklaşmak ister. İnsan boş hayallerle doludur. Arzusuna uygun birçok şey ister. Arzularına kavuşmak için de dünyada uzun müddet kalmayı ister. Uzun müddet yaşamak için de, muhtaç olduğu şeyleri elde etmeye çalışır. Elde edince kalbi bunlara bağlanır. Günleri bu işlerin meşgalesi ile geçer. İhtiyaçlar tükenmez, biri biter biri başlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Emeli hep dünya olanın, Hak indinde değeri yoktur. Bunun meşgalesi tükenmez, fakirlikten kurtulamaz, zenginliğe kavuşamaz, sonu gelmeyen boş kuruntularla oyalanır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg
Ecel, emele ulaştırmaz!
7 Mayıs 2008 01:00
İnsan, dünyanın geçici olduğunu, gerçek hayatın ahiret hayatı olduğunu unuttuğu an felaket kapısını aralamış olur. Davudu Tâî hazretleri buyurdu ki: "Uzun emele dalan bir kul, kulluk borçlarından çoğunu unutur, tövbekâr olmayı da hep sonraya bırakır." Peygamber efendimiz, üç tane çubuk aldı. Birini önüne, birini de yanına dikti. Diğerini de uzaklara attı. Sonra, "Bu çubuk insan, yanındaki de eceli, uzaktaki ise emelidir. İnsan emellerinin peşinde koşar; fakat eceli onu yakalar, emeline ulaşamaz" buyurdu. Uzun emelli olan gençliğine güvenir, ölümü çok uzak görür. Kimi de kendini sağlıklı gördüğü için ölümü uzak görür. Sapasağlam çok kimselerin öldüğü aklına gelmez. Kimine kalb sektesinden gitti diyoruz, kimine başka bir sebep uyduruyoruz. Ölmek için mutlaka hasta mı olmak gerekir? Umumi felaketler, depremler hasta sağlam, genç ihtiyar demiyor. O halde yapacağı hayırlı işleri, ibadetleri ileriki günlere bırakmamalıdır. Peygamber efendimiz, "Yarın yaparım diyenler helak oldu" buyurdu. Çok yaşama arzusunda olana şu söylenebilir: Sonra tevbe ederim ve iyi şeyleri daha sonra yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tevbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ki, faydası olmaz. Senin bu hâlin, şu öğrenciye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lazım olduğunu bilemez. Bunun gibi, nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücahede etmek lazımdır. Ömür, boşuna geçince, bir anda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyarlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayatın kıymetini bilmezsen çok pişmanlık çekersin. Zor olsa da dünya sevgisini, dünya malına düşkünlüğü kalbden çıkarmaya çalışmalıdır. Ahiret gününe ve orada ya sonsuz cezaya veya sonsuz mükafata kavuşacağını kesin olarak bilen kimse, yavaş yavaş dünya sevgisini bırakmaya çalışır. Çünkü önemli şeyi sevmek önemsizi kalbden çıkarır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
Mal yok olur hesabı kalır"
8 Mayıs 2008 01:00
Selef-i sâlihînin hepsi, hırstan ve tûl-i emelden, çok yaşama arzusundan uzak idiler. Çünkü Peygamber Efendimiz bunlardan uzak durulmasını isterlerdi. Resûlullah sallallâhü aleyhi veselleme, Hazreti Üsâme bin Zeyd'in, bir ay sonra verilmek üzere borçla bir mal satın aldığı haberi ulaştığı zaman, şöyle buyurmuşlar: "Siz, bir ay sonra veresiye alışverişte bulunan Üsame'nin aklına şaşmıyor musunuz? Vallahi Usame, tûl-i emel sahibidir! Allah'a yemin ederim ki ben, yürürken kaldırdığım ayağımı yere koymadan ruhumun kabzolunacağını sanıyorum. Gözümü açıp yumuncaya veya ağzıma aldığım bir lokmayı yutuncaya kadar yaşayacağımı zannetmiş değilim!" Yahya bin Muâz derdi ki: "Şeytan, açlığa katlanan ve emeli kısa olan bir kulun kalbine giremez!" Süfyan-ı Sevrî de şöyle derdi: "Ey âdemoğlu! Senin şu dünyadaki ömrün, sayılı birkaç günden ibarettir. Bu günlerin hepsi gelip geçecektir. Bir kısmı gelip geçmiş olduğuna göre, geride kalanını olsun ganimet bil!" Eldeki mala, mülke güvenip uzun emeller peşinde olmak doğru değildir. Mal er geç bir gün yok olacak, fakat hesabı kalacaktır. Atalarımız demiş ki: "Mala, mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi/Bir muhalif yel eser, savurur harman gibi!" Ömer bin Abdülaziz hazretleri her akşam arkadaşlarını toplayıp, ölümden ve kıyamet hallerinden bahseder, sanki en sevdikleri biri ölmüş gibi de ağlaşırlar idi. İbrahim Teymi hazretleri buyurdu ki: "Şu iki şey, beni hiçbir şeyden zevk alamaz duruma getirdi: Ölümü hatırlamak ve ahirette hesaba çekilecek olmak." Bütün bu sözlerden anlaşılıyor ki, uzun emeller peşinde olmamak, dünyanın faydasız işlerinden uzak durmak, ahirete yarayacak işler yapmak gerekir. Nitekim hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruldu: "Dünyaya meyledenin emeli uzun olur, sonunu getiremez, bitmez tükenmez ihtiyaca düşer; öyle bir meşgale kaplar ki mihnetinden kendini kurtaramaz" "Ahireti isteyip onun için çalışan, geçim sıkıntısı çekmez, zengin olarak sabahlar, zengin olarak akşamlar. Dünyayı talep edip onun için koşan geçim darlığı çeker, fakir olarak sabahlar, fakir olarak akşamlar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@
.
Herkes sevdiğinden ayrılacak!
9 Mayıs 2008 01:00
Ma'rûf-i Kerhî hazretlerinin huzurunda, namaz için ikâmet okunmuş, oradaki sofî ve zâhitlerden biri, onlara namaz kıldırması için öne geçirilmişti. Onlara imam olmaktan kaçınan sofi demiş ki: "Namaz esnasında vefat edecek olursam, cemâatin namazında bir karışıklığa sebep olacağımdan korkuyorum!" Namazı onun kıldırması hakkındaki ısrar üzerine de, "Bundan sonra başka bir namazda imam olmamak şartıyla, bu namazı kıldırabilirim!" demiş. Bunun üzerine Ma'rûf-i Kerhî ona diyor ki: "Kardeşim mihraptan çekil! Zira sen, henüz fikri berraklaşmamış bir adamsın. Önce namaz içindeyken vefat edeceğinden korkuyorsun; sonra da nefsin sana, bir başka namaz vaktine kadar yaşayacağını söyletiyor!.." Bu sözlerle onu mihraptan geriye alan Ma'rûf-i Kerhî, bir başka zatı öne geçirip namazı ona kıldırtmıştır... Hasan Basrî hazretleri de şöyle derdi: "Emeli kısa olan bir kulun hali şudur: O, yediği her yemeğin, son yemeği olacağını; topladığı dünyalıkların da ancak başkalarına yarayacağını zanneder. Başka türlü düşünenler uzun emellidirler." İnsanın uzun emelli olması ahiret işlerini ertelemeye sebep olur. Böylece yaklaşmakta olan ölümü unutur. Beklemediği bir anda ölüm onu yakalar, fakat iş işten geçmiştir. Cehennemliklerin çoğunun çektiği ceza, bugünkü işi yarına bırakmalarındandır. Pişman olmamak için ölümü hiç unutmamalı, bugünkü ahiret işini yarına bırakmamalıdır. Gönlünü dünyaya bağlamamalıdır. Bunların hepsinin geçici olduğunu düşünmelidir. "Kimi ve neyi seversen sev, sonunda ondan ayrılacaksın" hadis-i şerifini unutmamalı, hiç ayrılık olmayan gün için hazırlanmalıdır. Aklı olan kimse, gerçekler üzerinde durur, gelip geçici şeyler üzerinde durmaz. Ölüm bir gerçektir. Ahirette sonsuz kalınacaktır. Dünyaya tekrar dönüp iyi amel işleme imkanı olmayacağına göre, Peygamber efendimizin öğütlerine uyarak kendimizi ölmüş kabul etmek, ona göre geçici arzulardan uzak durmak gerekir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Cenneti isteyen, uzun emelli olmasın, dünya işleri ile uğraşması, ona ölümü unutturmasın, haram işlemekte Allah'tan hayâ etsin!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
İpek böceği gibi olmamalıdır!
10 Mayıs 2008 01:00
İnsanın nefsi, çok yaşamak, hiç ölmemek ister. Bu arzudan kurtulmak çok zordur. En azından bunun mümkün olmadığını nefsine hatırlatıp, ölüme hazırlanmak gerekir. Ebû Osman En-Nehdî derdi ki: "Ben şimdi yüz otuz yaşındayım. Yaşım ilerledikçe her şey değişti ve başkalaştı. Ancak emelim! Zira emelim daha önce nasıl idiyse, şimdi de öyle! Lâ havle velâ kuvvete illâ-billâhil aliyyil-azîm!" Yahya bin Muaz derdi ki: "Zühd ve takvâ ehli dünyayı boşamıştır. Ve bu boşayışın iddeti ebediyyen bitmez! Her kim dünyayı boşamışsa, hemen onunla âhiret birleşmiş olur!" Dünyayı değil de, ölümü düşünen ve buna hazırlanan dünyada da rahat ve huzurlu olur. Ölüm hak olduğu, tartışmasız gerçek olduğu halde, insanların ölümden habersiz gibi yaşamaları, ölümü az düşündüklerindendir. Korkunç olan ölümün kolay geçmesi için, ölümü hatırdan hiç çıkarmamak gerekir. Bunun için de, kendi arkadaşlarından kendinden önce ölüp, çoluk çocuklarını, mallarını, dostlarını bırakarak toprak altına girenleri düşünmelidir. Makam sahibi olanların etki ve yetkilerinin kalmadığı, toprağın onları nasıl çürüttüğü, düşünülmelidir. Hayatta iken yapılacak birçok işi vardı. Ölümü unutup yaşıyorlardı. Kimi malı ile kimi makamı ile, kimi gençliği ile gururlanıyordu. Ölüm bunları ansızın yakaladı. Şimdi hepsi unutulup gitti, hayal oldu. İşte bir kimse de, bunları düşünüp mezarları ziyaret ederek kendisinin de aynı akıbete uğrayacağını bilirse, kalbi yumuşayabilir, dünyanın faydasız şeylerine dört elle sarılmaktan vazgeçebilir. Uzun emelli olmaktan vazgeçer. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allah'tan utanın! Başkalarına kalacak şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyin! Kavuşmayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayın; ihtiyacınızdan fazla bina yapmakla hayatınızı harcamayın!" "Sonunu düşünmeyip dünyaya aldanan insan, ipek böceği gibidir. İpek böceği kendine yuva örer ve sonunu bilmez. Sonra oradan çıkmak ister, çıkacak yer bulamaz, ördüğü yuvasında ölür ve çalışması başkalarına yarar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.
.
Yaşlandıkça tul-i emel gençleşir"
11 Mayıs 2008 01:00
Peygamber Efendimiz, "İnsanların en iyisi, ömrü uzun ve ameli güzel olandır, en kötüsü de, ömrü uzun ameli kötü olandır" buyurmuştur. Bunun için, ömrün uzun olmasını değil, hayırlı olmasını istemelidir. Hayırlı olan uzun ömrün zararı yoktur. Zararlı olan tul-i emel, zevk ve safa sürmek için çok yaşamayı istemektir. Tul-i emelin sebepleri, dünya zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutmak ve sağlığına, gençliğine aldanmaktır. Tul-i emelli, ibadetleri vaktinde yapmaz, tevbeyi terk eder. Kalbi katı olur. Vaaz, nasihat tesir etmez. Ölümü unutur, ölüm hiç hatırına gelmez. Hep dünya malına ve mevkiine kavuşmak için ömrünü harcar. Ahireti unutur, dünyanın faydasız zevk ve safasını düşünür. Bunlardan kurtulmak için ölümün her an gelebileceğini düşünmeli, sıhhatin, gençliğin ölüme mani olmadığını unutmamalıdır! Birçok hastanın iyileşip yaşadığı, sağlam birçok kişinin öldüğü çok görülmektedir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Başkalarına kalacak şeyleri toplamakla vakit kaybetmeyin! Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayın!" "İnsan yaşlandıkça, mal hırsı ve tul-i emeli gençleşir." "Şu kişiye şaşılır ki, o dünyaya talip, ölüm de ona taliptir." Her gün iki melek şöyle der: Ey insanlar, ölmek için doğdunuz, yaptıklarınız harap olur, mallarınız düşmana kalabilir. Bunların hesabı sizden sorulur, azabı da size olur... Hazreti Âişe validemiz, kalbinin katı olduğunu söyleyen bir kadına, "Ölümü çok hatırlarsan kalbin yumuşar" buyurdu. Rebi bin Heysem hazretleri, ölümü unutmamak için evine bir mezar kazıp, her gün defalarca oraya girerdi ve "Bir an ölüm hatırımdan çıksa, huzurum bozulur" derdi. Ömer bin Abdülaziz halife olunca hazreti Ali'nin torunu şu nasihatte bulundu: İnsanlar, tul-i emellerine, insanların kendilerini övmelerine aldanmakta, böylece ayakları kayarak Cehenneme düşmektedir. Ey Emir-ül-müminin! Allahü teâlânın üzerindeki merhameti, tul-i emel, insanların seni övmesi seni aldatmasın. Eğer aldanırsan ateşe düşen aldananlara dahil olursun. Eğer aldanmazsan, Allahü teâlâ seni bu ümmetin salihleri ile beraber bulundurur. Tel: 0 212 -
.
Müslümanlıkta ağaran kıllar
12 Mayıs 2008 01:00
Aliyyül-Havvâs buyurdu ki: "İçimizden hiçbir kimse, kendisini uzun emelden uzak tutmaz. Fakat herkesin emeli, kendi makamına göredir. Makamı en yüksek olanın emeli, bir tek nefesten ibarettir. Tûl-i emel aslında her kul için, rahmet-i ilâhiyedendir. Eğer o olmasaydı, hiçbir kul yaşayamazdı!" Tul-i emelden, çok yaşama arzusundan kurtulmak mümkün olmadığına göre, bu arzuyu dine uygun yaşamaya, dine hizmet ile geçirmeye çalışmalıdır. Çünkü, Allahü teâlâya ibadet ve Onun dinine hizmet için çok yaşamayı istemek tul-i emel olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Ömrü uzun olup İslamiyet'e uymak, büyük saadettir." "Saçını, sakalını Müslüman olarak ağartan affolur." "Müslümanlıkta ağaran kıllar, kıyamette nur olur." Kab-ül-Ahbar hazretleri, Hazreti Ömer'e dedi ki: Ey Emir-ül-müminin! Korkan bir kimsenin amelini yap. Kıyamet günü yetmiş Peygamberin yaptığı amel ile gelsen, orada gördüklerinden dolayı amelini yine az görürdün! Bunları işiten Hazreti Ömer, düşüp bayıldı. Ayıldığı zaman, "Bize nasihat et" dedi. Kab-ül-Ahbar hazretleri; "Ey Emir-ül-müminin! Şayet Cehennemden doğuda çok ufak bir yer açılsa idi, batıdaki adamın beyni kaynar, sıcaktan erirdi" dedi. Bunu işiten Hazreti Ömer çok ağlayarak; "Devam et ey Kab" dedi: "Ey müminlerin emiri! Kıyamet günü Cehennem öyle bir solur, şiddetlenir ki, mukarreb melekler, Peygamberler ve bütün herkes diz üstü çökerler. Bütün Peygamberler; "Ya Rabbi! Bugün ben nefsimi isterim" diyecekler, sadece Resulullah efendimiz 'Ya Rabbi! Ümmetimi isterim, ümmetimi isterim, başka bir şey istemem' diyecektir." İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Dünyanın tatlı şeyleri ve geçici nimetleri ancak, dinimize uymaya yardımcı oldukları zaman, faydalı ve helal olurlar. Dünya kazancı, ahiret kazancı ile birlikte olduğu zaman işe yarar. Ahireti kazanmaya yardımcı olmayan dünya zevkleri, şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Dünya zevkleri, bedene, nefse tatlı gelen şeylerdir. Halbuki insan yalnız bunun için yaratılmadı. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cenneti isteyen, uzun emelli olmasın, dünya işi, ona ölümü unutturmasın!", "Ahir zamanda, helal para ile kendisine itimat edilen arkadaş az bulunur." Tel: 0 212 - 4
.
Dünyada herkes misafir
13 Mayıs 2008 01:00
İbni Mesud hazretleri buyuruyor ki: Dünyada herkes misafirdir. Yanındaki şeyler emanettir. Misafirin gitmekten, emanetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur. Bu dünya, haramları terk eden için nimet, ibadet eden için ganimet, ibretle bakan için hikmet, manasını anlayan için selamet yeridir. Ahiret ise ruha mahsus olan hakiki zevk ve lezzetlerin yeridir. Dünya ile ahiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yani birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O halde, dünyada nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara gereken şükrü yapmazlarsa, ahirette çok korkacak, çok acı çekecektir. Dünyada tehlikelerden sakındığı, çalıştığı halde çok acı çeken mümin, ahirette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyanın ömrü, ahiretin sonsuzluğu yanında, denize nispetle bir damla kadar bile değildir. Buna rağmen Allahü teâlâ, merhamet ederek, sevdiklerine sonsuz nimetlere kavuşmaları için, dünyada birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Akıllı kimse; kendi işinde ve dünyasında hiç üzülmeyen, emellerini kısa tutup, sabaha bile çıkamayacağını düşünen, ibadetine kuvvet verecek ve doğru yolda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmayandır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Dünya hayatı, ancak oyun ve boş şeyle meşgul olmaktır. Ahiret ve nimetleri daimi olduğundan daha hayırlıdır. Bunların farkını anlamaz mısınız?" (Enam 32) "Yanınızdaki dünyalıklar geçici, Allah katındaki hazine ve rahmetler ise daimidir." (Nahl 96) "Dünyayı ahirete tercih edersiniz, halbuki ahiret hayırlı olup nimetleri daimidir." (Ala 16, 17) Dünya ve içindekilerin hepsi kötü değildir. Kötü olan dünya, dinimizin yasakladığı haram ve mekruhlardır. Çünkü bunlara dalıp da ahireti unutan aldanmıştır. O halde haramlardan, mekruhlardan ve lüzumsuz mubahlardan sakınmak gerekir! Haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçarak helal kazanmalıdır. Mubahları gelişigüzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar. Haramlar da küfre yol açar. Tel: 0 212 - 454 38 21 www
.
Modern kölelik özgürlük olarak sunuluyor!
13 Mayıs 2008 01:00
Geçen pazar, "Anneler Günü" idi. Bu münasebetle kadınlarla, kadın hakları ile ilgili pek çok şey yazıldı, konuşuldu. Son yıllarda ülkemizde, kadın hakları, kadınların özgürlüğü ile ilgili konular çok yoğun bir şekilde gündemde tutuluyor. Bütün İslam ülkelerinde, kadın üzerinden dinde operasyon, dinde önemli reform gerçekleştiriliyor. Çok kimse bunun farkında değil. Özellikle Müslüman kadınlar bunun hiç farkında değil. Kadınlara yönelik bu çalışmalar, daha çok medya, sivil örgütler ve İKÖ üzerinden yapılıyor. İslam Konferansı Örgütü'nün toplantılarda aldığı kararların çoğu, İslam ülkelerindeki kadınların, ekonomik özgürlüğü ve kadına uygulanan şiddet üzerinedir. Öyle bir hava veriliyor ki, Müslüman erkekler günde üç öğün kadına şiddet uyguluyor! Burada şiddeti savunacak halimiz yok. Ama bunu sadece, Müslümanlara indirgemek, sanki Hıristiyan ülkelerinde böyle bir şeyin olmadığını ifade etmek insafsızlık, tarafgirlik olur. Bu kadar tarafgirlik de, işin işinde başka şeyler olduğunu gösterir. ÜÇTE BİRİ ŞİDDETE MARUZ Şiddet sadece, Müslümanların değil bütün toplumların meselesidir. Geçenlerde Amerikalı meşhur kadın artist Nicole Kidman, Birleşmiş Milletler'de yaptığı bir konuşmada, "Batı'da, her üç kadından biri şiddete maruz kalıyor" diyerek bu gerçeği ortaya koydu. Demek ki şiddet sadece Müslüman ülkelerde değil, Batı'da da yaygın. Hem de çok daha fazlasıyla. Çünkü, İslam ülkelerindeki şiddet abartıldığı gibi değil; yüzde beşi geçmez. Aslında bunu onlar da biliyor; bunların esas maksatları; kadın haklarını korumak, kadının huzurunu ve rahatını sağlamak ve kadını şiddetten kurtarmak değil. Bunları paravan yaparak, evinde çocuklarının eğitimi ile ilgilenen, kocasının hizmetini gören rahat ve huzur içinde olan Müslüman kadını sokağa, iş hayatına çekmek. Böylece, ailedeki huzuru bozup inancın, örf ve âdetlerin en güzel şekilde yeni nesillere naklini sağlayan aileyi parçalamak, yok etmektir. Aile yok olunca, dini bozmak, yok etmek daha kolay olacak. Bunların kadınların haklarını korumada samimi olmadıklarının pek çok örneği vardır... Bir zamanlar bir bakanımız, "Avrupa'da yaşayan 450 milyon insandan yüzde 27'si gayri meşru. Avrupa kadının kıymetini bilmiyor, Türk kadını evinin süsü, erkeğin şerefidir" şeklinde bir söz sarf etmişti. Buna, kadın siyasetçilerden ve sözde kadın haklarını savunan örgütlerden büyük tepki geldi! Özel hayata karışılmazmış, kadın evin süsü ifadesi, kadını koltuk, vazo, dolap gibi, evin malı olarak görmekmiş. Bir başkasının tepkisi de, sayın bakanın 'Kadın erkeğin şerefidir' sözüne. Ne günlere kaldık! Sayın bakan, kadının ve ailenin toplumdaki önemini vurgulamak; başka bir ifade ile kadına ve çocuklara sahip çıkmak adına bir söz söylüyor, kadınlarımız teşekkür edeceklerine en ağır şekilde onu suçluyorlar. Modern köleliği özgürlük olarak algılıyorlar! Namusu, şerefi savunmak suç oluyor! Bugün bu insani değerleri savunmayan aksine, serbestlik, özgürlük adına yok eden Batı'nın durumu ortada. Aile yok olmuş, her türlü ahlaksızlık diz boyu. KENDİLERİNE BENZETMEK İSTİYORLAR Batı, ruh ve sinir hastalarının yoğun bir şekilde yaşandığı, intihar olaylarının en önde olduğu ülkeler haline geldi. Bu ülkeler, ruhen tükenmiş bunak, melânkolik, şizofren insanlarla dolu mutsuzluk ülkelerine dönüştü. Aile hayatı yok oldu. Aile, şirket hâline dönüştü. Karı-koca arasındaki aşk ve muhabbetten eser kalmadı. Bütün bunlar niçin oldu? Batı, insan tabiatını zorladı. İnsan neslinin devamı için zorunlu olan kadın erkek ilişkisindeki meşru sınırı kaldırdı. Hâlbuki sınırsızlık hayvanlara mahsustur. İnsana cinsel özgürlük vermek, onları hayvan yerine koymak olur. Batı, Yaratıcının, insanın bedenen ve ruhen sağlıklı olabilmesi için bildirdiği kuralları hiçe saydı. Her türlü aşırılığı ve sapıklığı özgürlük kabul etti. Yanlış tedavi uyguladı. İnsana ilâç yerine zehir şırınga etti. Neticesinde de insanlar, insanlıktan çıktı. Şimdi, değişik kılıflar altında, başta Türkiye olmak üzere bütün İslam ülkelerindeki, İslami yaşayışı, aileyi, örf ve âdetleri yıkarak bunları da kendilerine benzetmek istiyorlar.
.
Arkadaşın Allah indinde iyisi
14 Mayıs 2008 01:00
Allah adamları çok merhametli idiler. Onlar, mutî olsun, âsî olsun, bütün Müslümanlara ve hayvanlara karşı çok şefkatli idiler. Bir insan için en kıymetli şey de din olduğu için başkalarının kendileri yüzünden dinlerine zarar gelmemesine çok dikkat ederlerdi. Kendileri yüzünden kimsenin Cehennemde azab görmesini istemezlerdi. Bu, onların ahlâkının en şerefli olanındandır. Buna ancak, Allah'ın, basiretlerine nûr-i ilâhisini ihsan buyurduğu kimseler erebilir. Onlar, Resulullah'tan aldıkları bu ahlâk sayesinde, insanlara karşı kendilerinden daha şefkatli davranırlardı. İşte bundandır ki, insanların verdikleri sıkıntılara rağmen, onlara yakın olmaya rağbet ederler, vakitlerinin çoğunu onların yanında geçirerek onların Cehenneme gitmelerine mani olmaya çılışırlardı. Abdülkadir Geylani hazretleri buyurdu ki: "İnsanlara rehberlik eden, yol gösteren kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması." Abdullah bin Ömer buyurdu ki: "Yakınında güler yüzlü ve tatlı sözlü komşuları bulunan bir evin kıymet ve fiyatı fazla olur!" İnsanlara karşı aşırı şefkat ve merhamette bulunmak ahlâkına sahip olanlardan biri de Ebû Müslim el-Havlanî idi. Bazen, rastladığı kimselere, "Onlar bana değer vermedikleri için selâmımı almayacak olurlarsa, benim yüzümden günaha girmiş olurlar" düşünce ve endişesiyle, selâm vermekten imtina ederdi. Ebu Abdillâh Antakî buyurdu ki: "Bazı kimseler seni gördükleri zaman şeref ve haysiyetine ilişiyorlarsa, bu yüzden günaha girecekleri için onlara acıyarak, namaz vakitleri dışında onların yanına gitme." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Emr-i maruf yapan, yumuşak ve şefkatle yapmalıdır." "İlim öğrenen veya Allah için bir dost edinen veya din kardeşinin yüzüne şefkatle bakan veya "Bismillah" diyerek işine başlayan affa uğrar." "İki arkadaşın Allah katında en iyisi, arkadaşına karşı daha şefkatli davranandır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
.
Kadının perişan hâli!"
14 Mayıs 2008 01:00
1850'li yıllara kadar, bütün dünyada ailenin yapısı hemen hemen aynıydı. Erkek evin geçimini sağlar, kadın da ev işleri ile, çocuklarının eğitimi ve yetişmesiyle uğraşırdı. Sanayi devrimi ile beraber evin geçimine kadın da dahil edildi. Bu, görünüşte kadına bir iyilik olarak sunuldu. Fakat patronların gizli niyeti başkaydı. Bu da, kadını ucuz işçi olarak gördüklerinden, kadını istismar ederek zenginliklerine zenginlik katmaktı. Bu maksatla, "Kadınlara özgürlük", "Ekonomik bağımsızlık" gibi cazip sloganlar ile zaten çok yorucu olan ev işlerine ilaveten kadına bir de geçim yükü yüklendi. Gücünün çok üzerinde yük yüklendiği için de kadının vücut kimyası bozuldu. Günümüz kadınının bu halini, "Kadının perişan hâli" yazısı ile bir moda dergisinde, modern bir kadın olan Candan Turhan çok güzel dile getirmişti. Önemine binaen bunu tekrar gündemimize alıyoruz: "ÖZGÜR KIZ" OLACAKTIK "Ne olacak bu hâlimiz? Bir türlü olamadık; boşa koyduk dolmadı, doluya koyduk almadı. Bizden önce, kadınların sorunu hiçbir şey olamamaktı; bizimki her şey olabilmek. Daha genç kızlardık; ilk seçeneğimiz annelerimiz gibi olmamak ya da annelerimizden farkı olmaktı. "Özgür kız" olacaktık. Okuyacak, çalışacak, gezip tozacak, günümüzü gün edecektik. Evle, evlilikle, annelikle ilgili her şeyden uzak duracaktık. Bunun için, kendimizi eğitime verdik. Okuduk, öğrendik, doymadık, gidebileceğimiz kadar yükseldik. Sonra çalışmaya giriştik. Bizden önceki neslin yapmadıklarını yapmaya soyunduk. İşte yükseldik, kendimizle gurur duyduk. Ama bu durum da çabucak sıradanlaştı, tatminkârlığı azaldı, eksik bir seyler hissettik yine de. Çevremizdeki tüm kadınlar gibi iyi eğitimli, evli, süper kariyerli, kendini geliştiren bir kadındık! Boşluğa düşmek üzereydik ki "kendimizi geliştirebileceğimiz" yeni bir alana dikkat çekti egemen güçler: Güzellik. Ve daldık estetik girdaplarına... Neyse: Biraz uğraş, biraz masrafla en güzel, en bakımlı da olundu. Ama çevredeki kariyersiz kadınlar çocuk yapmayı da beceriyordu arada. Elbette onu da yapabilirdik. Sağlıklı, akıllı, güzel hamileler olamaz mıydık? Olduk tabii. Eh, çocuğumuzu el yordamıyla, sıradan yöntemlerle yetiştirecek hâlimiz yok ya! Kitaplar, dergiler, pedagoglar... Bu böyle sürüp giderken fark etmediğimiz görmezlikten geldiğimiz bir şey vardı ama; çok temel bir hata, ta başından itibaren oyunu geçersiz kılan: Erkeklerin kurallarıyla, erkeklerin oyunuyla oynuyorduk! Erkek dünyasının taleplerini ve gereklerini hiç tereddütsüz bire bir üzerimize almış, gereken bütün "safra"larımızı bırakmış ve onlarla "bir"miş gibi onların oyununda onlarla aşık atmaya kalkıyorduk. Sen kalk kendi canım niteliklerini hor görüp bir kenara koy, ondan sonra "Aman ne başarılıyım, ne güçlü kadınım, nasıl da kendi dünyalarında erkeklere kök söktürüyorum!" diye gurur duy, bravo vallahi... Oyuna geldik, oyuna! Bir işe yaramaz bir kadıncağız var şimdi, hayırlı uğurlu olsun... MUTSUZ KADINLAR HÂLİNE GELDİK Haydi uyanalım bu tuhaf rüyadan: Daha fazlasını, daha iyisini, en mükemmelini istememiz en başta, bizim talebimiz değildi; bize ait olmayan bir dünyanın talebiydi. Her alanda, her anlamda rekabete girmek kadınlara ait bir dürtü değil. Kendimizi böylesine kırbaçlamak, böyle zora koşmak hiç kadınsı bir yaklaşım değil. Kendimizi içinde bulduğumuz dünyaya ayak uyduralım derken kadınlığa ait tüm güzelliklerimizi, en güzel niteliklerimizi bir kenara bıraktığımızın farkına varan yok mu? Ve bu uğraşımız sonucu ortaya pek de şaşırılmaması gereken bir karmaşa çıktığının: "Kadınlığı" azalmış ama çok güzel, çok seksi, en maharetli, süper anne ve harika eş olduğuna inanan kadınlar. Hep karşıt şeyler sokuldu kafamıza. Seçemedik bu kadar çok seçenek arasından, hepsini almak istedik, her şeyi birden arzu ettik. Ne çok vazife yüklendik, ne beklentiler üstlendik: Muhteşem bakımlı ve çalışkan ve becerikli olduk, perişan olduk, sonra da ortaya agresif kadın türü çıktı; mutsuz ve savaş içinde!" (Huzurun Kaynağı Aile kitabından)
.
Herkese hayır duâ
15 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri, şefkat ve merhametlerinden dolayı fasık da olsalar hiçbir Müslümana beddua etmezlerdi. Ma'ruf-i Kerhî hazretleri, bir âsî gördüğü zaman, ıslahı için dua eder, ona mağfiret ve rahmet diler ve derdi ki: "Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamı Resûl olarak gönderdi ve insanların kurtuluşu ve ilâhî rahmete kavuşmaları için yolladı. Şeytan ise, insanların helaki ve onların başına gelen kötülüklere sevinmek için yollandı." Ma'rûf-i Kerhî hazretleri, bir gün talebeleriyle hurmalıkta oturuyordu. Bu esnada Dicle Nehrinden bir kayık geliyordu. Kayıktaki birkaç genç, içip içip nâralar atıyorlardı. Bu hoş olmayan manzara karşısında talebeleri, "Efendim, duâ edin de Allahü teâlâ bu kendini bilmezleri nehirde boğsun, insanlar da böyle zararlı kimselerden kurtulsunlar" dediler. Bunun üzerine kayıktakilere şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Sen bu kullarını dünyada neşelendirdiğin gibi âhirette de neşelendir!" Talebeler bu duâya bir mânâ veremediler. Dikkatle kayıktakileri takip etmeye başladılar. Kayıktakiler, kıyıya çıkınca, Ma'rûf-i Kerhî hazretlerini gördüler. Birden ne yapacaklarını şaşırdılar. Daha o, kendilerine bir şey söylemeden, ellerindeki sazı kırdılar, içkileri attılar. Huzûruna gelip tövbe ettiler. Ma'rûf-i Kerhî hazretleri talebelerine dönüp buyurdu ki: "Gördüğünüz gibi, herkesin istediği oldu. Ne onlar boğuldu. Ne de kimse onlardan rahatsız oldu" buyurdu. Abdülkadir Geylani hazretleri buyurdu ki: "Mümin, insanlara karşı merhametlidir. Onlara karşı yüzünden güler yüz ve sevinç eksik olmaz. Fakat kendine karşı merhametli olmaz bunun için hep mahzundur. Peygamber efendimiz; "Müminin sevinci yüzündedir. Halbuki kalbi mahzundur" buyurmaktadır. Müminin tefekkürü, düşünmesi, ağlaması çok, gülmesi azdır. Tebessümü ile kalbindeki hüznü gizler. Dışarıda geçimini temin etmekle uğraşıyor görünür, kalbi Rabbini anmakla meşguldür. Çoluk çocuğu ile uğraşıyor görünür, kalbi Rabbi iledir." Peygamber efendimiz, "Merhametli, şefkatli olmayan, acımayan imanlı olmaz" buyurunca, Eshab-ı kiram "Ya Resulallah, hepimiz merhametliyiz, şefkatliyiz" dediler. Onlara, "Sadece insanlara değil, bütün mahlukata merhametli olmak gerekir" buyurdular. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@
.
Dinin esası inanmak ve merhamet
16 Mayıs 2008 01:00
Peygamber Efendimize bir bedevî gelip, "Ben câhil biriyim. İslâmiyeti kısa olarak benim anlayabileceğim şekilde ta'rif eder misiniz?" diye sorduğunda, Peygamber efendimiz buyurdu ki: "et- ta'zimü bi emrillah veş-şefekatü alâ halkıllâh" yani, İslamiyet, Allahü teâlâyı, emirlerini büyük bilmek, bunlara saygılı olmak ve yarattıklarına acımak, merhamet etmektir, buyurdu. Musâ aleyhisselâm bir gün şöyle duâ eder: "Yâ Rab! Kulların arasında sana en sevgili olanı hangisidir, bana bildir." Allahü teâlâ şöyle buyurur: "Yâ Musâ! Kullarım arasında bana en sevgili olan; mü'min kardeşinin ayağına bir diken battığını işittiği zaman, sanki o diken kendisine batmış gibi acı duyan kimsedir!" İbrahim Temîmî hazretleri kendisine haksızlık eden bir kimse için aleyhte duâ etmez ve "Zulüm yapması ile onun yüklendiği günah, ona yeter!" derdi. Ömer bin Abdülaziz, evinin yanında geceleyen yolcu arkadaşlarını ve onların eşyalarını, onlar uyuduktan sonra sabaha kadar bekler ve korurdu. Onlar ise bunun farkına varmazlardı. Ebu Abdullâh bin Avn, "Bu ümmetten ilk olarak kalkacak olan güzel hasletler, rahmet ve şefkat duygularıdır" derdi. Müslümanlardan birine bir hâl olduğu zaman, Süfyan-ı Sevrî o hâli öyle kendisine dert edinirdi ki, bazen çektiği sıkıntı ve darlıktan kanla karışık bevlettiği olurdu! İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Her günah imanı tehlikeye sokmaya sebep olabilir ama şu üç günahın tesiri daha kuvvetlidir: 1- İman nimetine şükretmemek, 2- İmanın gitmesinden korkmamak, 3- Müminleri incitmek, kalblerini kırmak. Hadis-i şerifte "Kalb kırmak, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmaktan daha kötüdür" buyuruluyor. İyi olsun, kötü olsun hiçbir insanın kalbini incitmemeli. Allahü teâlâyı en çok inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Şu dört şeye dikkat etmelidir: Günahlardan sakınmak, namazını cemaatle kılmak, cömert olmak, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göstermek. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmeto
.
Ermiş kullardan olabilmek için
17 Mayıs 2008 01:00
Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Kulun iyi kimselerden ve ermişlerden olmasının alâmeti, bütün Müslümanlara karşı şefkat ve merhametinin çok oluşudur." Ma'ruf-i Kerhî buyurdu ki: "Her kim, her gün 'Allah'ım! Ümmeti Muhammede rahmetini ihsan buyur! Ümmet-i Muhammedin halini ıslâh eyle! Ümmet-i Muhammedi belâ ve kederlerden sâlim kıl!' diye duâ ederse, Allahü teâlâ onu, iyi ve ermiş kullarından kılar." Yine Hasan Basrî buyurdu ki: "Eğer Allahın ermiş ve velî kulları olmasaydı, yeryüzü bütün içindekilerle beraber batardı! Eğer sâdıklar olmasaydı, yeryüzü fesada uğrardı. Eğer âlimler olmasaydı, insanlar hayvanlar gibi olurdu. Eğer ahmaklar, aklı kısa kimseler olmasaydı, yeryüzü harab olurdu. Eğer rüzgâr olmasaydı, yer ile gök arasında, pis kokudan yaşanmaz olurdu!" Cenab-ı Hakkın sevgili kullarının pek çok özellikleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Çatık kaşlı değildirler. Güler yüzlü olmayan kimse mümin sıfatlı değildir. Müslim Gayrimüslim herkese karşı güler yüzlü olmalıdır. Başkasının kötü ahlakından şikâyet eden kimsenin kendisi kötü ahlaklıdır. Güzel ahlak, eziyetleri sineye çekmektir. Müminin alameti güler yüzlü olmasıdır. Münafığın alameti çatık kaşlı olmaktır. Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetini, güler yüzlü, tatlı dilli, merhametli, şefkatli olmakla gösterir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allah'ın evliyası, cömertlik ve güzel ahlak üzere yaratılmıştır." Bir Müslüman diğerini hakir göremez. Çünkü Müslüman, Allah'ın sevdiği insan, Allah yanında kıymeti büyük olan insan demektir. Müslümanı hakir görmek, Allah'ın kıymet verdiğine değer vermemek olur. İslam büyükleri baştan başa şefkattir. Bu kadar âlimler, evliyalar bütün istirahatlerini, zevklerini terk ederek hayatları boyunca hep insanların kurtulması için çalıştılar. Çünkü onların kalb gözü açıktı. Niye bu kadar uğraştılar, didindiler? Merhametten, çok merhametten... İnsan bir kedinin bile ateşte azıcık yanmasına tahammül edemez. Başka bir insanın ebediyen yanmasına nasıl tahammül edebilir!.. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
Akıllı ve akılsız olmanın alameti
18 Mayıs 2008 01:00
İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: "Aklın başı, kendisine zulmedeni affetmek, kendinden aşağıda görünene tevazu göstermek, düşündükten sonra konuşmaktır. Akılsızlığın başı ise, kendini beğenmek, lüzumsuz yere konuşmak ve kendisinin yaptığı şeylerde insanları ayıplamaktır. Hadis-i şerifte, "Akıllı şu kimsedir ki, açıkta yapınca utanacağı işi gizli yerde de yapmaz" buyuruldu. Hikmet ehli, ibadetlerini ihlasla yapan, insanlarla iyi geçinen, onlara iyilik eden ve belalara sabredenin akıllı olduğunu bildirmiştir. İbrahim Hakkı hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, insanlarla iyi geçinmemizi emrederek hadis-i kudside, "Kötülük edene iyilik eden, gelmeyene giden, uzak durana yaklaşan, yemek vermeyene yemek veren, en üstün olandır. Affedin, ayıp örtün, merhamet edin ki merhamete kavuşun! İnsanlara karşı iyi huylu olanı severim ve insanlara onu sevdiririm" buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Güzel ahlak, büyük günahları, suyun kirleri temizlemesi gibi temizler. Kötü ahlak ise, salih amelleri, sirkenin balı bozduğu gibi bozar." Buyuruldu ki: * Güzel ahlak, kimseye yük olmamak, fakat herkesin yükünü çekmektir. * Mertlik demek, herkes ile iyi geçinmektir. * Herkese iyilik yapamayız; fakat, hiç kimseye kötülük yapmaya hakkımız yoktur. * Müslüman demek, hasreti çekilen insan demektir. Bir kimsenin hasreti çekilmiyorsa, son nefeste imanı tehlikededir. * Allahü teâlâdan, kendisini, kıyamet gününde Cehennem ateşinden korumasını isteyen bir kimse, müminlere karşı çok merhametli ve nazik olmalıdır. * Köpek olan eve rahmet melekleri girmez. Kalbe de köpek mizaçlı kötü huyları sokmamalıdır. Özellikle şu dört kötü huy daha tehlikelidir: Kibir, kıskançlık, öfke, şehvet. * Herkese sıkıntı veren kibirlidir. Kimseyi beğenmemesi, herkesi şikâyet etmesi kibrindendir. Mütevazı demek ölü demektir. Ölü, kimseyi şikâyet etmez, ölüyü de şikâyete gerek duymazlar. * İki şeyi unutma: Allah'ın seni her yerde gördüğünü ve ölümü hiç unutma... İki şeyi de unut: Yaptığın iyilikleri ve sana yapılan kötülükleri unut... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
.
Evliya nasıl anlaşılır?
19 Mayıs 2008 01:00
Muhammed Salim hazretlerine, "Bir kimsenin evliya olduğu nasıl anlaşılır?" dediklerinde, "Tatlı dili, güzel ahlakı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesi ile bir kimsenin veli olduğu anlaşılır" buyurdu. Sultan Bayezid son zamanlarında, oğlu Selim'e; "Adaletten ayrılma, acizlere ve biçarelere karşı merhametli ol. Kimsesizlere şefkat göster, herkesin sana ram olmasını istiyorsan ulemaya çok saygı göster; zaruret olmadıkça kimseye sert davranma" diye nasihat ettikten sonra, çok dua etti ve Allahü teâlânın mübarek etmesi dileğiyle saltanatı ona teslim etti. Yahya bin Muaz Razi hazretleri buyuruyor ki: "İnsanlar seni, Allah'ı sevdiğin kadar sever. Allah'tan korktuğun kadar, senden korkarlar. Allah'a itaat ettiğin kadar, sana itaat ederler. Ona itaatin nispetinde, sana hizmet ederler. Onun kullarına merhamet ettiğin kadar, onlar da sana merhamet ederler. Hülasa, her işin, Onun için olsun! Yoksa, hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!" Ahlak hakkında İslam âlimleri buyuruyor ki: "Kötü ahlaklı, parçalanmış testiye benzer. Ne yamanır, ne de eskisi gibi çamur olur." "Her binanın bir temeli vardır. İslam'ın temeli de güzel ahlaktır." "Kötü ahlak, öyle bir fenalıktır ki, onunla yapılan birçok iyilikler fayda vermez. Güzel ahlak, öyle bir iyiliktir ki, onunla yapılan günahlar bile affa uğrar." "Yükselen bütün insanlar ancak güzel ahlakları sayesinde yükselmişlerdir." "Güzel ahlak güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir." "Güzel ahlak, kimseyle çekişmemek ve kimseyi çekiştirmemektir." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Ben lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim. Ben, insanların azap çekmesi için değil, herkese iyilik etmek ve insanların huzura kavuşması için gönderildim." "Merhamet edenlere Rahman da merhamet eder." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoru
.
En iyi ve en kötü iki şey
20 Mayıs 2008 01:00
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "İki şey var ki, ondan daha iyisi yoktur: Allahü teâlâya iman ve Onun kullarına iyilik etmek, şefkatli olmak. İki şey var ki, ondan daha kötü iki şey yoktur: Küfür ve insanlara kötülük etmek." Bir bedevi, "Ya Resulallah, siz çocukları sevip öpüyorsunuz. Biz hiç öpmeyiz" dediği zaman, ona, "Şefkat, acıma duygusu olmayana ne diyeyim?" buyurdu. Adamın birisi Peygamber efendimize "Ya Resulallah, hizmetçimi kaç defa affedeyim?" diye sorar. Peygamber efendimiz de "Günde yetmiş defa affet!" buyurur. Bir zat görev emrini almak üzere Hazreti Ömer'in huzuruna gelir. Hazreti Ömer'in çocuğunu öptüğünü görünce, "Ben çocuklarımı öpmem" der. Hazreti Ömer, "Senin küçüklere, şefkatin yok, millete nasıl acırsın?" buyurarak görev emrini imzalamaz. Emri altında olanlara acımayan, Allahü teâlânın merhametinden uzak kalır. Hazreti Mevlana buyurdu ki: "Şefkatte güneş gibi ol. Cömertlikte akarsu gibi ol. Kusur örtmekte gece gibi ol. Öfkede ölü gibi ol. Tevazuda toprak gibi ol. Müsamahada deniz gibi ol. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol." Şefkatli ve merhametli olmak güzel huylu, güzel ahlaklı olmaktır. "Güzel ahlak, eziyet vermemek ve meşakkatlere katlanmaktır." "Güzel ahlak, genişlikte ve darlıkta insanları razı etmeye çalışmak demektir." "Güzel ahlak, Allah'tan razı olmak demektir. Yani hayrı ve şerri Allah'tan bilmek, nimetlere şükür, belalara sabretmektir." "Güzel ahlakın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır." "Güzel ahlak, haramlardan kaçıp helali aramak, diğer insanlarla olduğu gibi aile efradıyla da iyi geçinip onların maişetlerini temin etmektir." "Güzel ahlak, Yaratanı düşünerek, yaratılanları hoş görmek, onların eziyetlerine sabretmektir." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ indinde kötü ahlaktan büyük günah yoktur. Çünkü, kötü ahlaklı bir günahtan tevbe edip kurtulursa, bir başka günaha düşer. Hiçbir vakit günahtan kurtulamaz." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@
.
"Zulüm yapanın boynunda asılı kalır!"
20 Mayıs 2008 01:00
Kraliçe II. Elizabeth'in Bursa gezisi esnasında enteresan bir hadise yaşandı. Ziyarette rehberlik yapan Prof. İlber Ortaylı, Kraliçe'ye Yeşil Cami'de bulunan bir hat yazısını göstererek tercümesini yaptı. Camide, 600 yıl önce yazılmış Farsça bir şiir yer alıyor. Şiirde "Bu zulmü yapan bana zulmettiğini zannetti, ama zulüm geçip gitti ise de, vebali bunu yapanın boynunda kaldı" yazıyordu. Kraliçe Elizabeth, caminin "hünkâr mahfili" adı verilen ve sadece padişaha mahsus olan bölümünü ziyaret ederken, Prof. Ortaylı, Kraliçe'ye burada yine duvara çini ile yazılmış bir başka şiiri gösterdi. Farsça olan bu şiirde de "Her kim ki bu devlete kasdederse Allah onu kahretsin" yazıyordu. (Kanal 1'in haberi, 14.5.2008) Umulur ki Kraliçe, bu iki hat yazısından sonra vicdanının sesini dinleyip geçmişte yaptıklarından dolayı milleti adına üzüntü duymuştur. Osmanlıyı yıkma vebalini ve yıkanlara yapılan laneti boynunda hissetmiştir. "TARİHÎ BİR HATA YAPIYORUZ!" Çünkü, bugün, İslam ülkelerinde oluk gibi kan akmasının, Müslümanların perişan hâlde bulunmasının vebali İngilizlerindir. Bunun böyle olacağı açıktı, belliydi. İleriyi gören, vicdanının sesine kulak veren insaf sahibi pek çok İngiliz devlet adamı Osmanlının yıkılmasına karşı çıkmıştı. Hatta bunlar Osmanlıyı savunan, lobiler, dernekler oluşturdular. Lordlar Kamarası'nda günlerce fikirlerini savundular. Bunların düşüncesi şuydu: "Tarihî bir hata yapıyoruz. Osmanlı bölgede önemli bir denge unsurudur. Bu denge bozulursa, bu bölgelerde huzur kalmaz. Buna biz sebep olduğumuz için de tarih bizi hiçbir zaman affetmez." İngiltere Başbakanı Churchill ise, her neye mal olursa olsun Osmanlı Devleti'nin yıkılması taraftarıydı. Ona göre bu kaçırılmaz tarihî bir fırsattı. İslamı temsil eden Osmanlının mutlaka yıkılması gerekiyordu! Osmanlıyı yıktılar ve o günden bugüne Osmanlıdan boşalan bölgelerde huzur sağlanamadı. Bu bölgeler kimseye yâr olmadı. Mazlumun ahı, kanı yerde kalmadı. Başta İngilizlere yardım eden yerli halk olmak üzere bu yıkımda dahli bulunan herkes ağır bir bedel ödedi ve halen de ödemeye devam etmektedirler. İngilizler hiçbir millete benzemeyen, farklı bir düşünce yapısına sahip insanlardır. Kazanlı Abdürreşid İbrahim ( Ö.T. 1944 Tokyo), İngilizleri şöyle tanımlar: "İngilizler, mağrur ve kibirlidir. Onlar, kendi şahıslarını ve vatanlarını ne kadar saygıya lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler. İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır: Birincisi, İngilizler olup, Allah'ın bir ihsan olarak yarattığı en mükemmel insanlardır. İkincisi, beyaz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. İkinci derecede de olsa bunların da, saygıya lâyık olabileceklerini kabul ederler. Üçüncü kısım ise, birinci ve ikinci kısmın haricinde kalan insanlardır. Bunlar, insan ile hayvan arasında bir yaratık türüdür. Bunlar, saygıya lâyık olmadıkları gibi, hürriyet, bağımsızlık ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhassa İngilizler tarafından idare edilmek için yaratılmışlardır." BÖL, PARÇALA VE YÖNET Bu milletleri idare etmede kullandıkları en meşhur metotları da "böl, parçala ve yönet" yöntemleridir. Bunun için İslam âlemindeki bütün sapık mezhep ve yorumların arkasında İngilizler vardır. Vehhabilik, Ahmedilik, Kadıyanilik... hep İngilizlerin ortaya çıkarttığı ve beslediği akımlardır... Bugün dünya kamuoyunu İslama karşı şartlandırmak, Müslümanları ezmek için kullandıkları Selefilik, Taliban, El Kaide, Ladin vs. tarzı yapılanmaların arkasında da İngilizler ve Yahudiler vardır. Bir İslâm büyüğü, İngilizleri şöyle anlatır: "İslamın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslâmiyeti bir ağaca benzetirsek, başkaları, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunları bilir ve bunlara karşı tedbirlerini alırlar. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz ise ağacı kesmez, bilâkis bu ağaca hizmet eder, besler. Müslümanlar da, onu ağaca saygı gösterdiği için sever. Fakat, gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir dahâ süremez. İngiliz vah vah çok üzüldüm, diyerek Müslümanları aldatır
.
Osmanlı ile diğerlerinin farkı
21 Mayıs 2008 01:00
Tarih boyunca, Müslümanlar idareleri altındaki milletlerin hukukuna saygı göstermişler, hiçbir devirde bunlara zulüm işkence yapmamışlardır. Mesela Osmanlının hiçbir döneminde kendilerinden olmayanlara zulüm yapılmamış, bunlar birbirlerine düşürülerek kırdırılmamıştır. Batılı sömürgeciler ise, her türlü zulmü işkenceyi reva görmüşlerdir. Sadece Müslümanlara değil, kendi inançlarından olmayan yani Hıristiyan olmayan herkese aynı muameleyi göstermişlerdir. Umulur ki, 21. yüzyılda artık bu huylarından, politikalarından vazgeçmişlerdir. Geçmişte yaptıklarından ders almışlardır. İbret alınması için geçmişte yaptıkları bazı uygulamalarından örnekler vermek istiyorum: Meselâ, İngilizlerin en büyük sömürgeleri olan Hindistan'ın Amritsar şehrinde 1919 senesinde bir gün âyin sebebi ile toplanan Hindûlar, bisikleti ile oradan geçen bir Hıristiyan kadın misyonerine gereken hürmeti göstermedikleri için misyoner kadın, İngiliz generale bunları şikâyet eder. General derhâl askerlerine emir vererek, ma'bedde âyinle meşgûl halkın üzerine ateş açtırıp on dakîkada yüzlerce kişiyi öldürtür. General bununla da yetinmeyerek, halkı üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. SÜRÜNDÜRMESİNİN SEBEBİ Şikâyet üzerine olayın aslını tahkîkât için Hindistan'a gelen müfettiş, generale müdafaasız halka ateş açtırmasının sebebini sorar. General: "Buranın kumandanı benim. Öyle lüzûm gördüm ve emrettim" cevâbını verir. Müfettiş: "Pekâlâ, halkın yüzüstü sürünmesini emretmenizin sebebi nedir?" diye sorar. General: "Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüzüstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri îcap ettiğini anlatmak istedim" diye cevap verir... Hindistan hükümdarı Bahadır Şah, İngilizlerin yaptıkları zulümlere dayanamayarak, 1857'de, İngilizlere karşı askerlerin ve halkın teşvîki ile büyük bir ayaklanma başlatmıştı. İngilizlerin Şah'a karşı tepki ve zulmü çok şiddetli oldu. İngiliz askerleri, genç, ihtiyâr, kadın erkek demeden bütün Müslümanları, hattâ çocukları kılıçtan geçirdiler. Şâh teslîm oldu. İki oğlu ve torunu öldürüldü. Bunların etinden çorba yaparak Şâh'a ve hanımına ikram edildi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına aldılar. Fakat, ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde çiğneyemediler, yutamadılar. Kustular, çorba tabaklarını yere bıraktılar. Vâli Henri Bernard onlara: "Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım" dedi. Bir insan bunu nasıl yapar? Yapar çünkü, bunlar kendilerinden başkalarını insan kabul etmiyorlar... Araştırmacı yazar sayın Yusuf Gezgin, Aktifhaber'de bakınız İngizleri ve politikalarını nasıl anlatır: "Köleliği sistematik hale getirip, insanları yurdundan, ailesinden kopararak 'bir ticari meta' haline getiren bunlardır. Çok değil beş asır önce bir toprağı, kimliği medeniyeti olan Kızılderililerden, Aborijinlere, Mayalara, Asteklere kadar onlarca milletin-medeniyetin köküne kezzap suyu döken bunlardır. TOPRAK KAVGALARI... Bütün sınır anlaşmazlıklarının ve toprak kavgalarının arkasında İngilizler vardır. İngilizlerin çekildiği coğrafyalarda nizasız, kavgasız, huzur içinde tek bir ülke, bölge gösteremezsiniz. Çekildikleri yerlerde özellikle problem bırakırlar ki, elleri o coğrafyadan çekilmesin. İngiltere demokrasinin beşiği bilinir. Ama demokrasiyi sadece kendilerine layık görürler. İngilizlerin çekildiği bütün coğrafyalar acımasız diktatörlerin elindedir. Zira diktatörleri idare etmek, yönlendirmek ve buyruklara amade kılmak milletleri yönlendirmekten çok daha kolaydır. Halklar demir yumruklar altında ezilirken bunlar 'demokrasiyi', 'insan haklarını' değil, diktatörlerden tahtlarını koruma mukabili rüşvet aldıkları imtiyazları, zenginlikleri hatırlarlar. İngiltere Kraliçesinin tarihî ve turistik yöreleri gezmek için geldiğini sanmıyorum! Acaba Kraliçe Türkiye'de, kendi kurdukları sarsılan derin dengeleri yeniden inşa etmek veya revize etmek için mi geldi? Yoksa, Orta Doğu'da uygulanacak yeni planlara bizi hazırlama, altyapı oluşturma amacı mı var?
.
Merhamet edene merhamet edilir!
21 Mayıs 2008 01:00
İslam büyüklerinin şefkat ve merhamet ile ilgili çok enteresan davranışları vardı. Bir gün Ahmed Rıfâi hazretlerinin paltosunun eteğinde, kedisi gelip uyudu. Namaz vakti geldi, kediyi uyandırmaya kıyamadı. Bir süre onu şefkatle seyretti. Uyanmayacağını anlayınca kedinin yattığı yeri kesip namaza gitti. Geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna dikti. Enes bin Malik hazretleri anlatır: Resulullah, çocuklara karşı da insanların en şefkatlisi idi. Oğlu İbrahim'in süt annesi, Medine'nin bir kenarında otururdu. Kadının kocası demirci idi. Resulullah ile bu eve sık sık giderdik. Varınca demircinin dumanla dolmuş evine girer, çocuğu kucaklar, öper ve bir müddet sonra dönerdi. Bir torunu ve kendi oğlu İbrahim ölünce de ağlamış, "Şefkatimden ağlıyorum. Allahü teâlâ ancak merhametli olana rahmet eder" buyurmuştur. Abdülkadir Geylani hazretleri, kendisine hediye gelse, fakir fukaraya dağıtırdı. Fakirlerin ve dervişlerin nafakasını satın almak için, vazifeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yahut hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ev için lüzumlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, oradakilere yardım eder buğday öğütür, hamur yapar, ekmek pişirirdi. Bir gün yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip, istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti. Bir defasında; "İyi kimselerin hâli malum, ya kötülerinki ne olacak?" diye sorduklarında; "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık" buyurdular. Sultan Mahmud, "Bana nasihat ediniz" deyince hocası; "Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster. Günahlardan sakın, namazını cemaatle kıl, cömert ol!" dedi. Sultan, şeyhin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık şeyh, sultanın önüne arpadan yapılmış bir yufka koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Şeyh hazretleri; "Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alakamızı kestik. Şu altınları önümden alın" dedi. Sultan, altınları almak zorunda kaldı. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
.
Kulun rızası Cenab-ı Hakkın rızası
22 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri herkese karşı merhametli idiler. Açları doyururlar, açık olanları giydirirler, sıkıntıda olanların sıkıntısını giderirlerdi. Bunları Allah rızası için, O'nun emri olduğu için yaparlardı. Hak teâlâ ahirette şöyle buyurur: "Ey kulum, ben acıktım, beni doyurmadın. Kul cevaben der ki: Ya Rabbi! Bütün âlemleri doyuran sensin! Ben seni nasıl doyurabilirdim? O zaman cenab-ı Hak buyurur ki: Falan fakir kulum aç idi, sen ise bol bol rızıklar içinde yüzüyordun. O fakir kulumu doyursaydın, benim rızamı kazanmış olacaktın. Yine Allahü teâlâ buyurur ki: Ey kulum, ben susamıştım. Bana niçin su vermedin? Kul aynı Şekilde: Ya Rabbi! Bütün âlemlere su veren sensin, benim seni sulamağa kudretim var mıdır? Allahü teâlâ buyurur ki, falan kulum susamıştı, eğer onu sulamış olsaydın, benim sevgi ve muhabbetimi kazanmış olacaktın. Yine bunun gibi, çıplak olanı giydirmek için bu sual-cevap varid olur. Yine bunun gibi, ben hasta idim de, benim hal ve hatırımı gelip sormadın. Ya Rabbi, seni nasıl ziyaret edebilirdim? Allahü teâlâ buyurur ki: Falan kulum hasta idi, onu ziyaret edeydin, orada benim rızamı bulacaktın." Allah adamları sahip oldukları nimetlerin gerçekte kendilerinin olmadığını, kendilerinde bir emanet olduğunu bilirlerdi. Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: "Ya Musa! Bir kimse kendine verdiğim nimeti benden bilip kendinden bilmezse, nimetlerimin şükrünü eda etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise, nimetin şükrünü eda etmemiş olur." Hüseyin bin Said hazretleri buyurdu ki: "Nimetin şükrü, onu yaratılış maksadına uygun kullanmaktır." Kendileri çok mütevazı idi. Yaptıklarını kendisinden değil hocasından bilirdi. En bariz özelliği; hocasını ondan çok seven kimse yoktu, zamanı ondan daha iyi değerlendiren biri yoktu, vefada ondan ileri biri yoktu. Başarılı olmanın, iyi insan olmanın üç şartı var buyururdu: Herkese iyilik etmek, herkesle iyi geçinmek, Sabırlı, güler yüzlü tatlı dilli olmak ve fitne çıkarmamak. T
.
Kendini üstün bilmemek!
23 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri çok alçak gönüllü, mütevazı insanlar oldukları için herkesi kendilerinden yüksek ve faziletli görürlerdi. Yakınlarına bu konuda şöyle düşünmelerini tavsiye ederlerdi: Bir çocuk gördüğün zaman, bunun günahı yoktur, benim günahım vardır. Binaenaleyh bu çocuk benden daha faziletlidir. Bir yaşlı Müslüman gördüğün zaman, bu benden daha fazla ibadet eylemiştir, binaenaleyh benden daha faziletlidir. Bir İslam âlimi görünce, ben cahilim, bu benden ziyade âlimdir, öyle ise, benden daha faziletlidir. Bir cahil görünce, bu bilmeden günah işler. Fakat ben bilerek işlerim, öyle ise, bu benden efdaldir. Bir kâfir görsen, olur ki, dünyadan iman ile gider. Benim imanla gidip gitmeyeceğim ise, belli değildir. Şu halde, benden daha faziletlidir diye düşünmelisin! Müslümanlara karşı kibir yapmazsan, Hak teâlâ indinde yüksek derecelere vasıl olursun. Peygamberimiz "aleyhisselam" buyurdu ki: "O kimseye bakma ki, dinde senden aşağıdır, zira kendini beğenip, helak olursun. Dinde senden yukarısına bak ki, senden hayırlıdır. Malı çok olana bakma ki, Allahın kısmetine gazab edersin. Şu kimseye bak ki, yiyeceğini zahmet çekerek alın teri ile hazırlar, o zaman da, Hak teâlânın sana verdiği nimete şükredersin." Allah adamları her zaman çok iyilik yapılmasını, Hak teâlâ hazretleri hayırlı iş yapan kullarını çok sevdiğini söylerlerdi. Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Bir kimse bir fakire bir lokma yemek verse, lokma o kimseye beş şey ile müjde eder: 1- Bir dane idim, beni çoğalttın. 2- Ben küçük iken, beni büyüttün. 3- Düşman iken, beni dost eyledin. 4- Fani, yok olmak üzere iken, beni baki, sonsuz kalıcı eyledin. 5- Şimdiye kadar sen beni muhafaza ederdin. Bundan sonra ben seni muhafaza ederim." Allahü teâlâdan korkan kimse, Onun emir ve yasaklarına riayet eder. Hiç kimseye kötülük etmez. Kendine edilen kötülüğe sabreder. Kusurlarına tövbe eder. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Tel: 0 21
.
Dört şey yapardım"
24 Mayıs 2008 01:00
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselama sordu: Yeryüzüne insen ne iş yapardın? Cebrail aleyhisselam dedi ki: Ya Rabbi! Yapacağım amel, sence malumdur. Dört şey yapardım: 1- Susamış kimselere su verirdim. 2- Çoluk çocuğu fazla olana yardım ederdim. 3- İki dargın arasını bulurdum. 4- Müslümanların ayıplarını kapatırdım." İslam büyükleri hayır hasenatla, sadaka ile zekat vermekle malın eksilmeyeceğini, artacağını bildirmişlerdir. Hazreti Ebu Hüreyre, Peygamberimizden "aleyhisselam" şöyle işittim diyor: "İnsanlar tasadduk ettiği şeyi, Allah rızası için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, mukabilinde bin sevap, (diğer bir rivayete göre iki bin sevap) alır." Sadaka vermek nafile ibadettir. Zekat vermek ve borç ödemek, birinin hakkını iade etmek ise, farzdırlar. Üzerinde farz borcu olanların sünnetleri ve nafileleri kabul olmaz. O halde, bir kuruş zekatı veya bir kuruş borcu olan kimsenin sadakaları kabul olunmaz. Milyonlarca sadaka verse, binlerce hayır yapsa, zekatını vermedikçe veya borcunu ödemedikçe, hiçbiri kabul olmaz, yani hiç sevap kazanamadığı gibi, zekat ve borç günahından da kurtulamaz. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: "Farz ibadetin yanında nafile ibadetin hiç kıymeti yoktur, deniz yanında damla bile değildir. Sünnetlerin farzlar yanındaki kıymeti de, deniz yanında bir damla su gibi bile değildir. Melun şeytan, müminleri aldatarak, farzları küçük gösteriyor, nafileyi teşvik ediyor. Halbuki bir altın zekat vermek, yüz bin altın sadaka vermekten daha sevaptır." Bir hadis-i şerif meali de şöyledir: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: Bir kimse farzı yapmakla bana yaklaştığı gibi, hiçbir şeyle yaklaşamaz." Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer'e yaptığı vasiyette buyurdu ki: "Allahü teâlânın gece yapman gereken hakkını gündüz yapsan ve gündüz yapman gerekeni de gece yapsan kabul etmez. Üzerine farz olan ibadetleri ödemeden nafile ibadetini kabul etmez." Tel: 0
.
Merhamet etmek için gönderildim"
25 Mayıs 2008 01:00
Peygamberlerin, onların vârisleri olan İslam büyüklerinin en önemli özelliklerinden birisi de, çok merhametli olmaları idi. Resûlullahın mübârek yüzü Uhud Gazâsında yaralanıp, mübârek dişi kırılınca, Eshâb-ı kirâm çok üzülmüşlerdi. "Duâ et, Allahü teâlâ, cezalarını versin" dediler. Peygamber efendimiz "La'net etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahluka merhamet etmek için gönderildim" buyurdu. Sonra da şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet ver. Tanımıyorlar, bilmiyorlar." Musa aleyhisselama cenab-ı Hak sordu: "Ya Musa, sana Peygamberlik vermeme sebep olan şeyi biliyor musun?" Musa aleyhisselam hayır, dedi. Hak teâlâ buyurdu ki: "Sen bir gün koyun bekliyordun. Bir koyun sürüden ayrılarak kaçtı. Sen onu sürüye katmak için arkasından yürüdün. Bir hayli yol gittin. Hem sen ve hem de koyun yoruldu. Nihayet koyunu yakaladığın zaman, koyunu tutup şöylece hitab eyledin: Ey koyun, ne zorun vardı da, böylece hem kendini ve hem de beni zahmete soktun ve her ikimizi de yordun? Halbuki, o anında son derece yorgun ve hiddetli idin. İşte, o hiddetli ve gazablı zamanında hırsını yenip rıfk ile yani güzellikle muamele ettiğin için, sana Peygamberlik derecesini ihsan eyledim." Ebu Abdullah Ahmed Makkari hazretleri buyurdu ki: "Fütüvvet demek, gücendiğin kimseye iyilik etmek, sevmediğine ihsanda bulunmak ve sıkıldığın kimseye güler yüzlü olmaktır." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlânın, bir kuluna, çok kimsenin ihtiyâçlarını sağlamasını nasîb etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir ni'mettir, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Müslümanlar her zaman birbirlerine merhametli olmalıdır. Merhamette, tıpkı bedenin uzuvları gibi olmalıdır. Nasıl ki, bedenin herhangi bir uzvu rahatsızlandığında bütün uzuvlar perişan oluyor, hasta olan uzuv iyileşince rahatlıyorsa Müslümanlar da, biri rahatsız olduğunda, diğerleri bu rahatsızlıktan kurtuluncaya kadar rahatsızlık duymalıdır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Tevazu üzere idiler...
26 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri çok mütevazı kimselerdi, kendilerini kimseden üstün görmezlerdi. Makam ve hâl itibariyle kendisinden aşağı olduğu bilinen bir kimseyi de, kendisinden yüksek görürlerdi. Allahü teâlânın, "Hiç bilenlerle bilmeyenler müsavi olur mu?" meâlindeki âyeti kerimesini düşünüp, kendisini câhil, akrân ve emsalini ise âlim kişiler olarak kabul ederdi. Hâl ve makamca da onları üstün görürdü. Tevazu sahibi olmayı akıllılık olarak bilirlerdi. İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: "Aklın başı, kendisine zulmedeni affetmek, kendinden aşağıda görünen kimselere tevazu göstermek, düşündükten sonra konuşmaktır. Akılsızlığın başı ise, kendini beğenmek, lüzumsuz yere konuşmak ve kendisinin yaptığı şeylerde insanları ayıplamaktır." Hadis-i şerifte, "Akıllı şu kimsedir ki, açıkta yapınca utanacağı işi gizli yerde de yapmaz" buyuruldu. Hikmet ehli, ibadetlerini ihlasla yapan, insanlarla iyi geçinen, onlara daima iyilik eden ve belalara sabreden kimsenin akıllı olduğunu bildirmişlerdir. Son devir İslam büyüklerinden Abdülhakim-i Arvasi hazretleri, çok mütevazı, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız" ve "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu. Halbuki kendisi bu bilgilerin mütehassısı idi. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet yani Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık tekrar ederdi. İslamiyet, edep dini, tevazu dinidir. Cahil cüretkâr olur, kendini âlim sanır. Âlim olan tevazu gösterir. Cehenneme gidecekleri hadis-i şerifle haber verilen 72 bid'at fırkasının reisleri de derin âlim idi. Fakat onlar, ilimlerine güvenerek, Kitâbdan, Sünnetten mana çıkarmaya kalkıştılar. Böylece, Eshab-ı kirama uymak şerefine kavuşamadılar. Onların doğru yollarından saptılar. Alçak gönüllü olan kurtulur, kibirli olan yanar. Kibir her iyiliğe engeldir, tevazu, her iyiliğin anahtarıdır. Kibirli değilim diyen, kibirlidir... Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Tevazu eden, helal kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak davranan ve kimseye kötülük etmeyen iyi bir insandır."
.
Kendilerini hep kusurlu görürlerdi
27 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri, halleri ile, ilimleri ile övünmezler kendilerini yüksek bilmezlerdi. Aksine bu halleri onları tevazu sahibi yapar, kendilerini aşağı biri olarak bilmelerini sağlardı. Ne kadar çok yükselirse, kendini o kadar çok aşağı görürler. Çok yükselmek, kendini çok aşağı görmeye sebep olurdu. Mesela ikinci binin müceddidi İmam-ı Rabbani hazretleri birçok mektubunda, kendisini en aşağı köle, fakir, aciz birisi olarak bildirirdi. Hocasına bir mektubunda diyor ki: "Bu köleniz gaflet uykusuna dalmıştır, yüzü siyahtır, kusurları çoktur, huysuzdur." Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Kusurlarım pek çok, iyi anlıyorum ki, sağ omzumdaki melek, yirmi seneden beri, yazacak bir iyilik bulamamıştır. Allahü teâlâ biliyor ki, bu sözü gösteriş olarak söylemiyorum. İçimden geleni söylüyorum. Yine iyi anlıyorum ki, hatalarla, kusurlarla çevrilmişim ve günahlarımın altında ezilmişim. Yaptığım ibadetleri, iyilikleri, sol omzumdaki melek yazsa, yeridir. Sol omzumdaki melek, hep yazmaktadır. Sağ omzumdaki ise işsiz, boş durmaktadır. Sağdaki amel defterim bomboştur. Soldaki ise, dolu ve simsiyah olmuş. Ümidim yalnız Allah'ın rahmetindedir. Ancak Onun mağfiretine sığınıyorum. "Allahümme mağfiretüke evsau min zünubi ve rahmetüke erca indi min ameli=Ya Rabbi, senin mağfiretin, benim günahlarımdan daha geniştir. Rahmetin ise amelimden daha ümit vericidir" duasını kendime tam uygun görüyorum... İbni Abbas hazretlerine, "Bu ilmi ne ile elde ettin?" diye sual ettiler. Cevabında, "Darlıkta, genişlikte sabretmekle, sual sormakla ve yorulmayan bir azimle" buyurdu. Yine büyük bir zat aynı suale, "Erken kalkmakla, son derece alçak gönüllü olmakla, kuvvetli azim ve sabırla" diye cevap verdi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Alçak gönüllü olan, dilenmeden nefsini zelil gören, helalinden kazandığı malı, hayra sarf eden, yoksul ve çaresizlere merhamet duyanlara müjdeler olsun!" "Kişi kibirlenince, iki melek, 'Ya Rabbi bunu alçalt', tevazu ederse, 'Bunu yükselt' diye dua ederler." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Kendini bilen aslını unutmaz
27 Mayıs 2008 01:00
Makam, mevki, mal, mülk, zenginlik... Allahü teâlânın insanlara verdiği güzel nimetlerdir. Aynı zamanda bir imtihan vasıtasıdır bunlar. Nimet sahibi kimseler, önceki hâllerini unutup kibir ve gurura kapılırlarsa, imtihanı kaybederler. Bunun sonucu olarak da, hem dünyaları, hem de ahiretleri perişan olur. "Kestane kabuğundan çıkmış; kabuğunu beğenmemiş", "Sonradan görme" gibi, bu tür insanlar için söylenmiş güzel sözler vardır dilimizde. Kişi, geçmişini unutmadan, sonradan kendisine verilen bu nimetlerden dolayı kibirlenmez ve bunların kıymetini bilerek yerinde kullanırsa, katlanarak çoğalır onlar... Tarihte çoktur bunların örnekleri. Bununla ilgili olarak, Mesnevî'de ibretli bir olay anlatılır: Bir av seferinde, Sultan Mahmut mert ve cesur bir köy delikanlısı olan Ayaz'la tanışır. Ayaz, hâl ve hareketleriyle çok memnun eder kendisini. Bunun için alıp saraya getirir. Kısa zamanda saraya intibak eder Ayaz. Konuşmaları, teklifleri ile Sultanın sohbet arkadaşı olur. Sonra, üçüncü vezir, ikinci vezir derken birinci vezirliğe kadar yükselir. KISKANÇLIK VE SAİZAN Ayaz'ın kısa zamanda birinci vezir rütbesine yükselmesini kıskanan hasetçiler, Sultanın huzuruna çıkarak, "Ayaz her gün kulübesine girip çıkıyor. Kapısını da iyice kilitliyor. Buraya kıymetli mücevherler, altınlar dolduruyor. Devletin malını, orada kendisi için biriktiriyor" derler. Sultan Mahmut, Ayaz'ın böyle bir şey yapmayacağından emindir, ancak dedikodulara mani olmak için, "Madem öyle, bu geceden tezi yok, kulübesinin kapısını kırıp, içeri girin! İçeride ne kadar altın, mücevher bulursanız sizin olsun!" der. Gece yarısı, hasetçiler, kokmuş ayranın içine üşüşen hamam böcekleri gibi hücum ederler kulübeye. Fakat büyük bir hayal kırıklığına uğrarlar. Çünkü, ortalıkta hiçbir şey göremezler. İçeride sadece, duvarda koyun postundan bir kepenek ile bir çarığın asılı olduğunu görürler. Bu sırada, içlerinden birisi atılır: - Bunlar perdedir. Aldatmacadır. Altınları mutlaka yere gömmüştür. Hemen kazma ve kürek getirip, yeri kazalım. Derhal kazma ve kürek getirilir. Kulübenin her tarafını, büyük bir heyecan içinde kazmaya başlarlar. Altın, mücevher bulma ümidiyle, her tarafı delik deşik ederler. Fakat aradan saatler geçmesine rağmen, ortada hiçbir mücevher görülmez. Zaman geçtikçe, ümitleri de azalmaya başlar. Nihayet bir şey bulamayacaklarını anlayınca, büyük bir üzüntü ile kazdıkları çukurları doldururlar. Sabah olunca da, mahcubiyet içinde huzuruna çıktıklarında, Sultan tebessümle sorar: - Bulduğunuz altınları nereye sakladınız? Altınları alıp, bu kadar üzülmeniz niye? Sultanın kinayeli konuştuğunu anlarlar hasetçiler: - Biz kabahatimizi biliyoruz. Pişman olduk. Bize ne ceza verseniz yeridir. Çünkü biz bunu hak ettik. GERİYE BAKMAYAN İLERİYİ GÖREMEZ Bunun üzerine Sultan, Ayaz'ı çağırtıp, durumu anlattıktan sonra der ki: - Hükmü sana bırakıyorum. Ne istersen yap! - Sultanım, kabahat benimdir. Bunların affını istiyorum. Eğer ben kulübenin kapısına kilit takmasaydım, gizli gizli buraya girmeseydim, bunlar şüphelenmeyecekler ve kötü zanda bulunmayacaklardı. - Peki oraya her gün girip çıkmanın sebebi neydi? - Sultanım! Biliyorsunuz benim aslım bellidir. Sayenizde, rüyamda bile göremeyeceğim birçok rütbeye, nimetlere kavuştum. Bunlara dalıp, aslımı unuturum, kibir ve gurura kapılırım diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, abamı ve çarıklarımı bu kulübenin duvarına asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, kendi kendime; "Makam, mal-mülk aslını unutturmasın!" diyorum. Ayaz gibi, her nimet sahibinin, zaman zaman eski hâlini düşünmesinde veya doğduğu, büyüdüğü mekânları ziyaret edip, mevcut durumu ile geçmişini karşılaştırmasında büyük fayda olsa gerek... Çünkü geriye bakmayan ileriyi göremez. Zamanla insan, bir emanetçi durumunda olduğunu unutup, makamı, malı kendinden ayrılması mümkün olmayan bir parça zanneder. İşte böyle bir düşünce, felâket olarak insana yeter de artar bile... Kişi bu düşünceden kurtulmadıkça iflâh olamaz.
.
Tevazu, hakkı kabul etmektir
28 Mayıs 2008 01:00
Fudayl bin Iyad hazretleri "Tevazu, ister cahilden, ister çocuktan duyulsa da hakkı tereddütsüz kabul etmektir" buyuruyor. Kabul edemeyen kibirlidir. Kibirli, kendini başkasından üstün görmekle, kalbi rahat eder. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibadetlerini beğenir. Kibir; kötü huydur, haramdır. Allahü teâlâyı unutmanın alametidir. Çok kimse, bu kötü hastalığa yakalanmıştır. Kibirli olan, salih insan olamaz. Son devir İslam büyüklerinden Abdülhakim Arvasi hazretleri de, her hâli ve hareketi ile dine uyar, en küçük benlik kokusuna yer vermezdi. Çok mütevâzı, pek alçak gönüllü idi. Din bilgilerinde ve tasavvufun ince ma'rîfetlerinde deryâ idi. Kerâmet göstermekten çok sakınırdı. Ahlâkı, Resûlullahın ve Eshâbının ahlâkı üzere idi. Sanki Eshâb devrinden bu zamana bir yadigârdı. Edebi, hayâsı, hikmeti, letâfeti ve zarâfeti devirler ötesini hatırlatırdı. Bütün bunlara rağmen sıradan biri gibi davranırdı. Âbidin biri, ibadet etmek üzere dağa çıkar. Bir gece rüyasında "Falan ayakkabıcıya git! Senin için dua etsin" denir. Âbid dağdan iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam, gündüzleri oruç tutup, ayakkabı tamirinden kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını sadaka verdiğini söyler. Âbid, adamın güzel bir iş yaptığını anlar, fakat kendisinin dağda sırf ibadetle meşgul olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibadetine döner. Yine gece rüyasında, "Ayakkabıcıya git ve ona, 'Bu yüzündeki sararmanın sebebi ne?' diye sor" denir. Âbid, gidip sorar. Ayakkabıcı, "Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helak olacağım der ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır" der. İşte o zaman âbid, ayakkabıcının bu korku ve tevazu ile üstünlük kazandığını anlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Nimete kavuşmuş olanlardan, tevazu gösterene ve kendini hep kusurlu bilene, helalden kazanıp, hayırlı yerde sarf edene, fıkıh bilgileri ile hikmeti birleştirene, helale harama dikkat edene, fakirlere acıyana, işlerini Allah rızası için yapana, huyu güzel olana, kimseye kötülük yapmayana, ilmi ile amel edene ve malının fazlasını dağıtıp, lafının fazlasını saklayana müjdeler olsun." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg
.
Eski kavimlerin helak olma sebebi!
28 Mayıs 2008 01:00
Hikâye bu ya; evvel zamanda, köyün birine bir kurt dadanmış. Gün geçmiyormuş ki, birkaç hayvanı parçalayıp telef etmesin. Köylüler bu işe bir çare bulmak için kurdu çağırıp, "Bu yaptığın nedir?" diye sormuşlar. Kurt, "Açlıktan öleyim mi? Karnımı doyurmak için yapmak zorunda kalıyorum" demiş. Köylüler "Tamam da, karnını doyurmak için 3-5 hayvanı öldürmeye ne gerek var?" demişler. O da "Sizinki de söz mü yani? Benim elimde terazim yok ki. Göz kararı tespit edip parçalıyorum işte" cevabını vermiş... Köylüler, aralarında konuşup, kurda şöyle bir teklifte bulunmuşlar: "Biz düşündük ki; sana günde bir buçuk okka et yeter. Sırayla, her gün bu kadar et vereceğiz; filan yerden gel al!" Kurt da, köylüler de memnun olmuşlar bu anlaşmadan. Hemen ertesi gün, belirlenen yere et konulmaya başlanmış. Sırası gelen, söz verilen eti bırakıyormuş. Kurt da sözünde durduğu için, hayvanlar da korkusuz yaşıyorlarmış... "EŞEK BİR, SIPASI YARIM OKKA" Aradan biraz zaman geçince, antlaşma sulandırılmış. Kurdun eti önce azaltılmış; kurt sesini çıkarmamış. Sonraları, bununla da kalınmamış; günlerce et götüren olmamış kurda. O da bakmış olacak gibi değil, böyle giderse açlıktan ölecek; çıkmış ava... Köyün kenarında otlayan merkep ile sıpasını bir çırpıda halletmiş. Hemen kurdu çağırıp hesap sormuşlar. Kurt, "Bu konuda bana bir şey söylemeye hakkınız olmaması lâzım. Antlaşmayı bozan sizsiniz. Neredeyse açlıktan ölecektim. Etimi azalttınız, ses çıkarmadım. Fakat daha sonra, günler geçtiği hâlde hiç et getirmediniz. Baktım olacak gibi değil, "Bari gidip kendi işimi kendim göreyim!" dedim. Önüme ilk çıkan merkep ile sıpasıydı, onları yedim. Köylüler itiraz etmişler: "Tamam, sözlerinde haklısın, biz anlaşmaya uymadık. Ancak, bu işte sende de suç var. Seninle bir buçuk okka üzerinden anlaşmıştık. Sen gidip yüz okkalık koskoca eşeği ve sıpasını nasıl yersin?" Kurt cevap vermiş: "Bana göre; yediğim, hakkımdan fazla değildi. Daha önce de size söyledim. Elimde terazi olmadığı için eşeği bir, sıpasını da yarım okka kabul ettim. Böylece sözleşmenin dışına çıkmamış oldum..." Bu cevaba ne denir? Köylüler de birbirlerine bakışmışlar, diyecek söz bulamamışlar. Bir toplumda gerçek adaleti sağlayabilmek için, tarafların değer ölçülerinin aynı olması, farklı olmaması lazımdır. Kilogram, dünyanın her tarafında 1000 gramdır. Kişilere göre bu azaltılır veya çoğaltılırsa orada adaletli bir paylaşımdan bahsedilemez. Haklıyı haksızı ayırmada terazi, yani adalet çok önemlidir. Teraziler farklı, değerler farklı olunca da adaleti sağlamak mümkün olmaz. Adalet adı altında zulüm yapılır. Tarihte adaleti tesis eden, devletler, milletler uzun müddet ayakta kalmışlar, adaleti sağlayamayanlar ise yok olup gitmişlerdir. "SUÇ İŞLEYEN KIZIM FATIMA DA OLSA!" Dinimiz adalete çok önem vermiştir, adaleti dinin esaslarından saymıştır. Adalet dağıtımında kimseye ayrıcalık göstermemiştir. Peygamberimiz zamanında, zorbalıkları ile meşhur Benî Mahzum kabilesi vardı. Kendilerinden biri suç işlediğinde cezalandırmazlar; fakat başka kabileden ise, en ağır şekilde cezalandırırlardı. Mekke'nin fethinden sonra da Müslüman olmalarına rağmen bu âdetlerine devam etmek istediler. Hırsızlık yapan Fatıma isminde bir kadının affedilmesi için, Hazreti Üsame'den Resûlullaha ricada bulunmasını istediler. Resûlullah Hazreti Üsame'yi çok severdi. Fakat bu ricadan, Resûlullahın hiç de memnun olmadıkları, mübarek yüzlerinden belli olmuştu. Hazreti Üsame çok üzüldü yaptığı bu aracılıktan. Hemen özür beyan edip, mahcup hâlde dışarı çıktı. Peygamber efendimiz gereken cezayı kadına verdirdi. Sonra Müslümanları Mescid-i Nebevî'ye toplayarak, hukuk tarihine altın harflerle yazılan şu hutbeyi irat buyurdu Allahın Resûlü: "Ey eshabım! Şunu iyi bilin ki, Allahü teâlâ, eski kavimleri halkın arasında adalete riayet etmedikleri için perişan ve helâk etmiştir. Onlar, içlerinden itibarlı biri suç işlediği zaman ceza vermezlerdi; fakat zayıf biri aynı suçu işleyecek olsa, bunun hakkında tereddüt etmeden cezasını tatbik ederlerdi. Allaha yemin ederim ki, suç işleyen kızım Fatıma da olsa yine cezasını veririm!
.
O seni görüyor!"
29 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri, Cenab-ı Hakkın her şeyi bildiğine, gördüğüne ilmen inandıkları gibi, hâl olarak da bunu yaşarlardı. Bunun için sadece insanların göreceği yerlerde değil, yalnızlık halinde dahi Allah'a isyanda bulunamazlardı. Ayrıca cansız varlıkların da ahirette şahidlik yapacaklarına inanırlardı. Bunun için onlar, her şeyin kendilerine iki gözle baktığını tasavvur eder ve her şeyden utanırlardı... Ve onlara da edebli davranırlardı. Zira herkes bilir ki, kulun Allah'a isyanda bulunduğu yer, kıyamet gününde huzûr-i ilâhide elbette onun aleyhinde şahitlik yapacaktır. Kul, bir yerde günah işlediği zaman, şüphesiz o yeri kendi aleyhinde şahadette bulunmaya sevk etmiş olur. Bu büyüklerden biri, ağzından çirkin bir söz çıkardığı zaman, hayâsının kuvvetinden adetâ eriyecek gibi olur ve yerin yarılıp kendisini yutmasını temenni ederdi. Bir daha da o çirkin sözü ağzına almaz idi. Eskinin bazı çocukları, gençleri de bu büyükler gibi davranırlardı. Hazreti Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden geçmekte olduğu bir evden sesler işitti. Bir anne kızına şöyle diyordu: "Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!" Kızı, "Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?" deyince, "Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, o şimdi yatağında yatıyor" diye cevap verdi. Bunun üzerine kızı, "Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Her şeyi bilen, gören ve her şeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hilemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat her şeyi bilen ve gören Allah'tan nasıl gizlersin?" dedi. Bu konuşmaları dinleyen Hazreti Ömer, bu kızın güzel ahlâkına hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da, o kızı oğlu Asım ile evlendirdi. Asım'ın bu kadından bir kızı oldu. Bu kızdan da âdil halifelerden Ömer bin Abdülaziz hazretleri doğdu... Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Ne cevap vereceksin?"
30 Mayıs 2008 01:00
Allahü teâlânın gördüğüne inanan, Onun beğenmediği bir şeyi yapabilir mi? Yanındaki iki meleğin, günah ve sevapları tespit etmekle görevli olduğunu yakînen bilen kimse, kötü işler yapabilir mi? Eski devirlerde, gencin biri işlediği suçdan dolayı halkın gözü önünde dayak atılarak cezalandırılıyordu. Gencin her tarafı kan revan içinde olmasına rağmen genç bir kere bile sesini çıkarmıyordu. Muhafızlar dayak atmaktan yorulmuşlardı dinlenmek için bir kenara çekilirler. Bu arada kalabalığın arasında meydanda olan Bişr-i Hafi hazretleri gence yaklaşıp, "Tahammülüne hayran kaldım" dedi. Genç, "Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki, kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni görüyor" diye cevap verdi. Bunun üzerine Bişri Hafi buyurdu ki: "İyi ama Allahü teâlâ seni her an görüyor. Onun edebini gözetmeyi hiç düşünmedin mi? Allahü teâlâ yarın ahirette, 'Fazlasını istemiyorum ey kulum, sadece o kız için gösterdiğin gayreti, sabrı, edebi, aşkı, benim dinim için, benim rızam için niye göstermedin?' dese ne cevap vereceksin?" Bu söz üzerine genç öyle bir "Allah" dedi ki kendinden geçti. O kadar kırbaca direnen vücut bu ilahi aşka, bu Rabbinden utanma duygusuna takat getiremez. Muhafızlar yanına koştuğunda çoktan can vermiştir... İslam büyükleri, tasavvuf, Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir, demişlerdir. O halde, ona isyan etmekten, terbiyesizce, edepsizce hareketlerden uzak durmamız gerekir. İhlâs, dünya faydalarını düşünmeden, ibâdetlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. İhlâs sahibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Abdullah bin Mübarek buyurdu ki: "Üç ilim öğrendim. Bunlar, gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi. Gönül ilmi şudur ki: Allahü teâlâ bana kalb verdi. Bu kalb ile O'nu bileyim, O'nun sevdiklerine gönül vereyim. Sevmediklerine gönlümü bağlamayayım, onlardan uzak olayım. Dil ilmi şudur ki: Bana dil verdi. Bu dil ile O'nu anayım. O'nun istemediği sözleri söylemeyeyim. Beden ilmi şudur ki: Bana beden vermiştir. Bu beden ile O'nun emrettiği şeyleri yapar, yasak ettiği şeylerden uzak dururum." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehme
.
Helal lokma yiyiniz!.."
31 Mayıs 2008 01:00
İslam büyükleri, dua talep edildiğinde, kendilerinin buna layık olmadığını söylerlerdi. Kendilerinin yapacakları duaları kabule şayan görmezlerdi. Kendilerini kabahatli, kusurlu görürlerdi. Allahü teâlânın edilen duâları kabul etmesi için, gerek dünyada, gerekse âhirette insanı utandıracak gizli-açık bir kabahatin bulunmaması gerektiğini düşünürlerdi. Aliyyül-Havvâs hazretleri bu konu ile ilgili buyurdu ki: "Her kim duâsının reddolunmamasını isterse, günahsızlıkta melekler gibi olmalıdır!" Ebû Necîh buyurdu ki: "Eğer mü'min, Rabbine hiç isyan etmemiş olsa, dağın yerinden giderilmesi için Allah'a yemin etse, Allah onun bu dileğini kabul eder!" İbrahim bin Ethem hazretleri, günün birinde Kâbe'nin gölgesinde oturuyormuş. Adamın biri gelip "Ey Ebâ İshak! Kulun istikâmette oluşunun alâmeti nedir?" diye sormuş. O, demiş ki: "Meselâ şu karşıdaki Kubeys Dağına 'Ey Kubeys, haydi yerinden ayrıl!' dediğinde, Allah o dağı yerinden ayırır! Böylece istikâmetin alâmeti görülmüş olur." Ona böyle bir soru soran adam diyor ki: "İbrahim Ethem böyle söyleyince, Kubeys Dağı yerinden oynamaya başladı. O, 'Ey Kubeys Dağı! Dur, ben bunu kasdetmiş değilim!' dedi de dağ sükûna erdi." Cüneyd-i Bağdadi hazretleri kendisinin şahit olduğu bir hâdiseyi, şöyle anlatır: "Bir şahıs, mahkemede Velîd'in aleyhine yalan yere şahadette bulunmuştu. Velîd müteessir olarak şu duâyı etti: 'Allahım, bu adam, benim aleyhime yalancı şahit olarak şehâdette bulundu ise, onun canını al!' Adam yüzüstü yere düştü ve çırpına çırpına orada can verdi." Hazreti A'meş buyurdu ki: "Rabbimiz, ne güzel Rab'dir! Eğer biz, O'nun bize olan her emrine itâat etmişsek, O da bizim her duamızı kabul buyuruyor!" Sad bin Ebi Vakkas hazretleri dedi ki: "Ya Resulallah, dua buyur da, Allahü teâlâ, benim her duamı kabul etsin!" Cevabında buyurdu ki: "Duanızın kabul olması için helal lokma yiyiniz! Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp dua ederler. Böyle dua nasıl kabul olunur?" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.
.
Dua doğru, ama ağız yanlış!"
1 Haziran 2008 01:00
Ali Ramiteni hazretleri buyurdu ki: Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun! Yani, Allah dostlarının huzurunda tevazu eyleyiniz, yalvarınız da, sizin için dua etsinler. İstigase, yani bir veliye tevessül de, bu demektir. İsa aleyhisselama gelip derler ki, dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyler. Adamlar bir süre sonra tekrar gelirler, efendim okuyoruz, okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam, "Dua doğru, ama ağız yanlış" buyurur, yani doğru dua öğrettim, dua aynı dua ama, ağız aynı ağız değil! Ebü'l Hasan-ı Harkani hazretleri, sefere çıkan talebelerine, "Sıkışınca benden yardım isteyin" buyurur. Yolda talebelerini, eşkıya yakalar. Onlar, kurtulmaları için Allahü teâlâya dua ederler; fakat kurtulamazlar. Bir talebe "Ya Ebel Hasan, imdat!" der. O talebeyi eşkıya göremez. Diğerlerinin nesi varsa alırlar. Seferden dönünce hocalarına, "Biz Allah'tan yardım istediğimiz halde soyulduk. Fakat şu arkadaşımız, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?" derler. O da, "Allahü teâlâ günahkâr kimselerin duasını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duasını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, 'Ya Rabbi bu talebemi kurtar!' dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, dua ettim. Kurtaran Rabbimizdi" diye cevap verdi. Dua umumi olursa, kabul olma ümidi daha fazladır. Bunun için ben yerine biz demek gerekir. Bizleri denince, bütün Müslümanları içine alır. Ayrıca Müslümanların içinde birinin duası kabul olunca, diğerlerininki de onun hürmetine kabul olur. Bu bakımdan dua ederken, "Bizi" denmeli ve duaya salevat-ı şerife ile başlayıp yine salevat-ı şerife ile bitirmek sünnettir. Allahü teâlâ, salevat-ı şerifeyi kabul eder. Duanın başı ve sonu kabul olunca ortasının kabul olmaması düşünülemez. Peygamber efendimiz, "Allahü teâlâya günah işlenmeyen dil ile dua edin" buyurunca, Eshab-ı kiram, böyle bir dili nasıl bulacaklarını sual ettiler. Resul-i Ekrem efendimiz, "Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Duada büyükleri vesile yapmalı
2 Haziran 2008 01:00
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, duâsı makbûl bir zât idi. İnsanlar, duâsını alabilmek için uzak yerlerden gelirlerdi. Bir gün birisi gelip; - Efendim, son nefeste selâmetle gidebilmemiz için duâ buyurun, dediğinde; - Her kim farzları edâ ettikten sonra, duâ ederse duâsı kabûl olur. Sen farzdan sonra duâ ederken bizi de hatırlarsan biz de seni hatırlarız. Bu durum hem sizin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur, buyurdu. Eshab-ı kiramdan Osman bin Huneyf hazretleri anlatır: Gözleri görmeyen bir kimse, gözlerinin açılması için Resulullaha ricada bulundu. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Abdest alıp iki rekat namaz kıl, sonra şöyle dua et!: "Allahümme inni eselüke ve eteveccehü ileyke binebiyyi Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem nebiyyirrahmeti." Daha sonra gözlerinin açılması için 'Ya Rabbi, Resulünün hürmeti için gözlerimi aç!' diye dua et!" O kişinin, namaz kılıp dua ettikten sonra, gözlerinin açıldığını gördük. Namaz kılmayanın, haram işleyenin ve kalbi gafil olanın duası kabul olmaz. Ehl-i sünnet itikadında olmayanın okuması fayda vermez. Hadis-i şerifte, "Bid'at ehlinin duası ve ibadetleri kabul olmaz" buyuruldu. Böyle kimsenin duası kabul oluyorsa, bu o kimse için çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü bu istidraçtır. İstidraç kâfirlerde ve fasıklarda, kötü kimselerde görülür. Hak teâlâ, her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Bir şeye kavuşmak isteyen, o şeyin sebebine yapışmalıdır. Rabbimiz, insana sıhhat, şifa vermek için, dua etmeyi, sadaka vermeyi ve ilaç kullanmayı sebep yapmıştır. Sebeplere yapışmadan istemek kuru bir temennidir. Hadis-i şerifte, "Çalışmadan dua eden, silahsız harbe giden gibidir" buyuruldu. Yine buyurdu ki: "Duanın kabul olması için iki şey gerekir. Duayı ihlas ile yapmalıdır. Yediği ve giydiği helalden olmalıdır. Müminin odasında, haramdan bir iplik varsa, bu odada yaptığı dua kabul olmaz." Başka bir hadis-i şerite de buyuruldu ki: "Namaz, Allahü teâlânın hoşnut olduğu bütün amellerin en faziletlisidir. Rızkın bereketi, duanın kabulüdür. Kabirde ışıktır. Sıratı yıldırım gibi geçiricidir. Cennette başa taçtır. İmanın başı, gözün nuru ve Cehennemden kurtarıcıdır." Tel: 0 212 - 454 38 21
.
Din ve vicdan hürriyetini hiçe sayanlar!
3 Haziran 2008 01:00
Son yıllarda, dinden bahsetmek, dinin emir ve yasaklarını konu edinmek nerede ise suç hâline geldi. Bazı malum kesimler tarafından dinden bahsedenler, yazanlar hemen, gericilikle, çağ dışı olmakla damgalanmaktadır. Zaman zaman devletin resmi dinî kuruluşu olan Diyanet de bundan nasibini almaktadır. Geçenlerde, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın sitesinde, flörtün, yabancı kadına şehvetle bakmanın, el ele tutuşmanın, erkekleri cezbedecek şekilde koku sürünmenin caiz olmadığı haram olduğu, bunların bir nevi "zina" kabul edildiği yazılınca malum kesimler hemen saldırıya geçtiler. Diyaneti de çağ dışı kalmakla suçladılar. Bu zamanda böyle şeylerin nasıl yazılabildiğini sorguladılar. İNANÇ AŞAĞILANAMAZ Günümüzde, kimse kimseyi zorla inanmaya, zorla dini yaşamaya zorlamıyor. Dine inanmayan, dini yaşamak istemeyen kimselerin de, kendi inancına göre dini yaşamaya çalışanları suçlamaya, aşağılamaya hakkı yoktur. Böyle bir davranış insan hakları hukukuna, din ve vicdan hürriyetine aykırıdır. Dışişleri Bakanı Sayın Babacan'ı, "Müslümanlara da baskı var" sözünden dolayı günlerce topa tuttular. Bu bir baskı değil midir? Bir konuda yazı yazabilmek, konuşabilmek için o konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmak gerekir. Kulaktan dolma bilgilerle konuşmaya kalkan kendi cahilliğini, yüz karasını ortaya koyar. Bu konuda kalem oynatanların en azından zina nedir, göz zinası nedir, bilmesi lazım. Bilmiyorsa sorup öğrenmesi lazım. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, gazetecilerin son günlerde basında yer alan evlilik dışı ilişkinin zina sayıldığı yönündeki haberlerin hatırlatılması üzerine şu açıklamayı yaptı: "Birbirleriyle evli olmayan tarafların İslam Dini'nin koyduğu sınırları aşarak, yasakları ihlal ederek beraber olmaları, bir arada yaşamaları İslam Dini'nde uygun görülmemiş günah sayılmıştır. Hadislerde, dinin koyduğu yasakları ihlal eden beraberliklerin uygunsuz, günah olduğu bildirilmiştir. Hatta bazı hadislerde bu hâller bir nevi zina olarak adlandırılmıştır. Hiç kimse evli olmayan tarafların İslam'ın koyduğu bu yasaklara aykırı olarak bir arada bulunmasını zina ile eşit olarak görmemiştir. Bu elbette zina değildir. Ama bunun dinen serbest olduğunu da söyleyemeyiz. Bu bir anlatım tarzıdır. Herkes bilir ki bu bir mecazdır. Bu bir olayın uygunsuz davranış olduğunu anlatma üslubudur. Bu hadisler kaynaklarımızda vardır. Bu Diyanet'in görüşüdür, Diyanet'in fetvasıdır demek, aktarmak yanlıştır. Âyet ve hadisleri düzeltmek gibi bir cüretimiz asla olamaz." KAYNAKLARA GÖRE ZİNA NEVİLERİ Dinimizde ikinci derecede önemli kaynak olan hadis-i şeriflerde "zina nevileri" hakkında bildirilenlerden bazıları şunlar: "Gözlerin zinası harama bakmak, kulakların zinası zinaya götürecek sözleri dinlemek, dilin zinası zinaya sebep olacak sözleri konuşmak, ellerin zinası namahremi tutmak, ayakların zinası günah olan yerlere gitmektir." (Buhari) "Bir kadın koku sürünüp dışarı çıkar ve kokusunu duyurmak için bir topluluğun yanından geçerse, ona bakana da, kendisine de zina günahı (göz zinası) yüklenir." (Nesai) "Gözün zinası harama (namahreme) bakmak, dilin zinası fuhuş konuşmaktır." (Buhari, Müslim, Ebu Davud) "Yabancı kadına şehvetle bakmak göz zinasıdır, onu tutmak el zinasıdır, ona gitmek ise ayakların zinasıdır." (R.Nasıhin) "Azab-ı İlahiden korkarak, başını yabancı kadından çevirene, Allahü teâlâ ibadetin tadını duyurur." (Hakim) Ayeti kerimede de, "Ey Resulüm, müminlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar! Müslüman kadınlar da ziynetlerini göstermesinler, baş örtülerini yakalarına kadar örtsünler!" (Nur 31) Bir Müslüman tabii ki, bu hadis-i şeriflere ve ayet-i kerimelere göre inanacak ve buna göre yaşayacak. Bu şekilde inanmak ve yaşamak çağ dışılık değil; din ve vicdan hürriyetini hiçe sayarak Müslümanları aşağılayan malum kesim esas çağ dışıdır
.
Sevmede samimi idiler
3 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri her işlerinde olduğu gibi, sevgilerinde de samimî idiler. Hiçbir kimseye, kendisini onunla malında, acı ve tasada ortak kabul etmedikçe "Seni seviyorum!" iddiasında bulunmazlardı. Bir şahsa "Seni seviyorum!" diyebilmek için, nefislerini yoklarlar; ona isabet eden bir belâ sebebiyle onun duyduğu acıyı aynen kendi nefislerinde duymak ve yukarıda zikredilen hususlarda nefislerinin severek muvafakatta bulunması gerektiğine inanırlar ve böyle yaparlardı. Aksi halde, "Seviyorum!" iddiasını yalan ve alâmet-i nifak bilirler ve bundan sakınırlardı. Gerçek sevgi üç şeyle belli olur derlerdi. 1- Seven, sevdiğinin sözünü, başkasının sözüne tercih eder. 2- Sevdiğinin yanında bulunmayı, başkalarının yanında bulunmaktan üstün tutar. 3- Sevdiğinin kendisinden razı olmasını, başkalarının hoşnut olmasından çok kıymetli bilir. Sevenin sevmede samimi olabilmesi için, onun sevdiklerini de sevmesi, düşmanlarını da düşman bilmesi gerekir. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: "Allahü teâlâyı sevmeyen ve Onun düşmanlarını düşman bilmeyen, hakiki iman etmiş olmaz. Müminleri Allah için seven ve kâfirleri düşman bilen, Allah'ın sevgisine kavuşur.", "Allah'ın dostunu seven, düşmanına buğzedenin imanı kâmildir." Sevmenin bir alameti de itaattir. Allahü teâlâyı seven, Onun emir ve yasaklarına riayet eder. Resulü Muhammed aleyhisselamı sever, onun sünnetine riayet eder. Böyle bir kimse de elbette Cennete gider. Peygamber efendimiz, "Bir kimse, beni çocuklarından, ana babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, imanı tamam olmaz" buyurdu. Sevgi, imanın esaslarındandır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Yemin ederim ki, imanı olmayan Cennete girmez. Birbirinizi sevmedikçe, imana kavuşamazsınız. Birbirinizi sevmek için, çok selamlaşınız!" "İmanın efdali Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, diliyle de Allah'ı anmak, kendisine hoş geleni, başkasına da hoş görmek, istemediği bir şeyi başkası için de istememek, hayır konuşmak veya susmaktır." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Sevmek ve sevindirmek
4 Haziran 2008 01:00
Süleyman bin Ceza hazretleri buyuruyor ki: Müslümanların mümin kardeşlerini sevmesi sevindirmesi lazımdır. Zira Peygamberimiz buyurdu ki: "Bir kimse, bir mümin kardeşini sevindirirse, Hak teala o kimsenin kalbini kıyamet gününde ferahlandırır", "Bir kimse, bir masum çocuğu sevindirirse, Hak teala o kimsenin şirkten başka geçmiş günahlarını af eder", "Her kim dünyada bir mümin kardeşinin işini görürse, Hak teala, o kimsenin yetmiş işine kolaylık ihsan buyurur. O yetmiş işin on tanesi dünyada, altmış tanesi kıyamet günündedir. Bir kimse, bir mümin kardeşinin aybını kapatırsa, Allahü teala o kimsenin bütün ayıplarını kıyamet günü kapatır!" Buyuruldu ki: Sevmede maksadın hasıl olabilmesi için, neyin sevileceğini, neyin sevilmeyeceğini bilmek gerekir. Resul aleyhisselam buyurdu ki: "Ümmetim üç şeyi sever, fakat o üç şey onların değildir: 1- Vücuddaki canı sevmek, 2- Malı sevmek, 3- Dünyayı sevmek.", "Dünyayı sevmek, bütün hataların başlangıç noktasıdır." Dünya nedir? Küfre sebep olan şeyler, haramlar, mekruhlar, dünya demektir. Mubahlar, ahkam-ı İslamiyeye uymağa mani olunca, dünya olurlar. Muhabbet, sevmek, hep beraber olmayı istemek, beraber olmaktan zevk, lezzet duymak demektir. İnsan sevdiğini hiç unutmaz. Küfrü, haramları, mekruhları sevmek, beğenmek küfür olur. Farzları, sünnetleri, beğenmemek de küfür olur, dünya olur. Allah adamları, sanatını ticaretini yapar. Fakat, bu işler kalbine sirayet etmez, bulaşmaz. Kalbin temiz olması, dünya dediğimiz şeyleri sevmekten, hatırlamaktan kurtulması demektir. Kalb hastalığının ilacı, İslamiyet'e uymak ve Allahü tealayı çok zikir etmek, yani ismini ve sıfatlarını hatırlamak, kalbe yerleştirmektir. Helal yoldan gelen ve zekatı verilen şeyler ve israf edilmeyen mubahlar dünya sayılmaz. Dinin emrettiği yerlerde harcamak, sıkıntıda olan kimseleri rahatlatmak için kazanılan paralar da dünyalıktan sayılmaz. Çünkü darda olan kimseyi sıkıntıdan kurtarmak büyük sevaptır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Duasının kabul olmasını ve kederinin giderilmesini isteyen, darda kalanı feraha kavuştursun!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
Dinin hükümleri zamana göre değişmez!
4 Haziran 2008 01:00
Dün, malum kesimlerin Diyanet'in, internet sitesindeki bazı yazılarına gösterdikleri tepkiden ve Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu'nun, sitede yazılanların arkasında durup gereken cevabı verdiğinden bahsetmiştim. Fakat bu haklı tavrı, Diyanet'ten sorumlu bakandan göremedik. Bu, yüzde yüz haklı konuda, kendine bağlı kurumunun yanında yer almaması, flörtü meşru görenlerin yanında yer alması halkımızı üzdü. Anadolu Ajansı'nın haberi özetle şöyleydi: "Diyanet internet sitesinde flörtün zina sayılması, kadının parfüm sürmesinin günah olarak nitelenmesine Bakandan tepki geldi: Yüzlerce yıl önce yapılan yorumla bugünün yorumu aynı olamaz. Yüzlerce yıl önce yapılan yorumu din olarak algılarsanız gülünç duruma düşersiniz, dedi. İSTEĞE GÖRE DİN OLMAZ Diyanet İşleri Başkanlığı'nın internet sayfasında yer alan bilgilerin zaman içinde yenilenmesi ve gözden geçirilmesi gerekir. Asırlarca önce yapılan yorumlar din değildir. Bunu din olarak algıladığınız zaman, alıp bugüne getirirseniz, gülünç ve zor durumlarla karşılaşırsınız" dedi. Dini yorumların zamana ve şartlara göre değişebileceğini vurgulayan Bakan, sözlerini şöyle sürdürdü: "Din sürekli gelişmeye, yorumlamaya açık bir kurumdur. Dolayısıyla bunun hakkını verebilmek lazım. Yoksa kolaycılığa kaçıp da daha öncekiler bizim adımıza da düşündüler, 'işte onların düşündükleri' deyip ortaya koyarsanız ondan bir sonuç çıkmaz, karmaşa çıkar. Din İşleri Yüksek Kurulu, Diyanetin bu konularda karar alma, düşünce geliştirme yetkisine sahip yetkili kuruludur. Şimdi tekrar oluşturulma aşamasında. Akademisyenlerden de orada temsilciler olacak. Bu şekilde sıkıntıları aşacağız" (Bu, dini zamana göre, isteklere göre yeniden yorumlayacağız, demektir.) Sorulduğu zaman Diyanet camiası ve İlahiyatçılar; İslamda Reforma ihtiyaç yoktur, bunun için biz reform yapmayı düşünmüyoruz, derler. Peki bu ifadeler, düşünceler reform, dini yeniden yorumlamak değil de ya nedir? Zina, flört, kadın erkek ilişkileri ve dinin bütün emir ve yasakları her devirde gözden geçirilecek, günün şartlarına göre revize edilecek bunun adı da din olacak, bu mümkün mü? Her devirde gözden geçirilecek, hissin, aklın kabul edebileceği kurallara din denir mi? Dense dense, bunları revize eden kimselerin görüşleri denir. Dinde esas olan vahiydir, nakildir; akıl, idrak değildir. Eğer akıl, anlayış esas alınacak olursa, o zaman kimin aklı esas alınacak sorusu akla gelir. Çünkü, akıl herkeste aynı değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde, "aklın kabul edebileceği" sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akıl, yani kimin aklı, en çok aklı olan kimsenin mi, yoksa her akıllı denen kimsenin mi? Şimdi tekrar konumuza dönelim. Ölçüsüz, sınırsız kadın-erkek görüşmelerinin, ilişkilerinin sosyal boyutu üzerinde duralım: Batı'daki boşanmaların belli başlı sebebi, flört, zina ve benzeri kötü ahlâktır. Bu kötülükleri, asrîlik, medenîlik gibi çeşitli isimler altında, yıllardır memleketimize sokmaya çalışmışlardır. KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLLAR Kalb, göze tâbidir. Gözler haramdan sakınmazsa, kalbi korumak güç olur. Kalb, harama dalarsa, zinadan sakınmak güç olur. O hâlde, imanı olanların, Allahü teâlâdan korkanların, harama bakmaması lazımdır. Ancak bu suretle, kendini korumak, dünya ve ahirette zarardan kurtulmak mümkün olur. Dinimiz, kadınların, yabancı erkeklere süslenmelerini, onları tahrik etmelerini yasak etmektedir. Bileziklerinin, takılarının sesini duyurmamak için, yavaş, sessiz yürümelerini emir etmektedir. Yani fıska, günaha sebep olan her şey de günahtır. O hâlde günaha, harama sebep olan şeylerden kaçmak lazımdır. Kur'an-ı kerimde mealen, "Zinaya yaklaşmayın! Çünkü o, çirkin, aşağı bir iş, kötü bir yoldur" buyuruldu. "Zinaya yaklaşmayın" demek, zinaya götürecek sebeplerden, hareket ve işlerden sakının, yabancı kadınlarla flört yapmayın, onlarla sınırsız konuşmayın, onların seslerini zaruretsiz dinlemeyin, onlara ölçüsüz bakmayın, demekt
.
Seni sevindirmek için gönderildim"
5 Haziran 2008 01:00
Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın rızasına giden bütün yolları inceledim, en kestirme yolun, insanları sevindirmek olduğunu gördüm. Bunun için yemek yedirerek veya başka iyilik ederek insanları sevindirmek lazımdır. Bir kimse, mümin kardeşini sevindirince, Allahü teâlânın yarattığı bir melek, bu kimse ölünceye kadar hep ibadet eder. Ölüp kabre konunca, yanına gelerek, "Beni tanıyor musun?" der. Ölü, "Hayır, sen kimsin?" diye sorunca, "Bir Müslümana vermiş olduğun sevincim. Bugün seni sevindirmek için, sana gönderildim. Kabirde ve kıyamette sana şefaat edip Cennetteki makamını göstereceğim" der. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allah indinde, en kıymetli amel, mümini sevindirmek, sıkıntısını gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır." "Darda kalana kolaylık gösterene, Allahü teâlâ da dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Kim de bir Müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da dünya ve ahirette onun aybını örter. Kul, kardeşine yardım ettiği müddetçe, Allahü teâlâ da kendisine yardım eder." "Allah katında amellerin en sevimlisi, bir Müslümanı sevindirmek yahut bir sıkıntısını gidermek veya sabrını taşıran bir kederini ortadan kaldırmak yahut borcunu ödemektir." "Müslüman kardeşinin ihtiyacını karşılamaya gidenin her adımına yetmiş iyilik yazılır. Ve geri dönünceye kadar, yetmiş günahı affolur." "Müslümanın bir sıkıntısını giderene, Allahü teâlâ, iki nur verir. Verilen bu iki nurla sırat üzerinde o kadar çok kimse aydınlanır ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir." "Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azabından emindirler." "İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendir." "Arkadaşın iyisi, arkadaşına, komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir." "Layık olana da, olmayana da iyilik et. Eğer layık olana iyilik edersen ne iyi. Eğer o kimse iyiliğe layık değilse, sen, iyilik ehlinden olursun." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
.
Müslüman merhametli olur
6 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri kimseyi aşağılamaz, herkese merhametle yaklaşırlardı. Günahkârlara bile acır, onları hor ve hakir görmezlerdi. Hattâ kendi vücudlarının makaslarla lime lime edilmesini isterler de, onlardan birinin bir günaha giriftar olması sebebiyle Cehennemde yanmalarına razı olmazlardı. Günahkârlara karşı şefkat ve merhameti, onlara beddua etmekten üstün görürlerdi. Mutarrif bin Abdillâh buyurdu ki: "Günahkârlara karşı nefsinde acıma hissi duymayan bir kimse, hiç olmazsa onların lehine tevbe ve istiğfar ile duâ etsin! Zira yeryüzündekilere Allah'tan mağfiret dilemek, meleklerin ahlâkındandır!" Zübeyr bin Nüaym buyurdu ki: "Vallahi ben, kendi vücudumun makasla parça parça kesilmesini isterim de, hiçbir kulun Allah'a isyan etmesini arzu etmem!" Habîb-i Acemî hazretleri, Kur'ân-ı kerimden bir azâb âyeti veya Cenâb-ı Hakk'ın bazı kimselere gazab ettiğini bildiren bir âyet okunduğu zaman ağlar ve; "Ey Allah'ım! Sen, benim kalbime onlar için merhamet duygusu vermişsin. Dilersen onları bağışla, dilersen onların yerine bana azâb et!" derdi. "Kalbime onlar için merhamet duygusu vermişsin!" sözünden maksadı, Allah'tan onların bağışlanmasını, hidayete kavuşmaları hususudur. Yoksa onların Allahü teâlâya asi olmalarını hoş görme değildir. Çünkü, kâmil bir Müslüman, Cenab-ı Hakk'ın gazab ettiğine gazab eder, Cenab-ı Hakk'ın razı olduğu şey için de rızâ gösterir. Allah için sever, Allah için buğzeder. Bu imanın esasıdır. Çünkü hadis-i şeriflerde şöyle buyuruldu: "İbadetlerin en kıymetlisi, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlıktır." "Üç şey imanın tadını artırır: Allah ve Resulünü her şeyden çok sevmek, kendisini sevmeyen Müslümanı Allah rızası için sevmek ve Allah'ın düşmanlarını sevmemek." İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: Muhammed aleyhisselama tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tam ve kusursuz sevmek gerekir. Tam ve olgun sevginin alameti de, onun düşmanlarını düşman bilmektir. Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Sevgiye gevşeklik sığmaz. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
Başkasının helakine sebep olmak!
7 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri çok merhametli oldukları için kendileri yüzündün başkasının helak olmasından, Cehenneme gitmesinden çok korkarlardı. Mansur bin Muhammed hazretleri, birisine bir konuda emri maruf yapmaya çekinir ve "Onun, buna muhalefet etmesi yüzünden günaha girmesinden ve ateşe düşmesinden korkuyorum. Böyle bir şeye sebep olmaktan çekiniyorum" derdi... Süfyan bin Uyeyne buyurdu ki: "İnsanların benim yüzümden günaha girmelerinden korkmasaydım, "Ey insanlar, ben, beni gıybet ve zem edenleri meth-ü senâ edenlerden daha çok severim!" diye ilân etmekten çekinmezdim. Çünkü beni meth-ü senâ eden adam, bazen yalan söyler." Meymun bin Mehran hazretleri, birtakım insanların bazı yerlerde zâlimce hareketlere giriştiğini işittiği zaman, onların yüzünden yatağa düşecek kadar hastalanır ve kendisine, "Geçmiş olsun!" demeye gidilirdi. "Allah onları bu halden kurtarsın" denildiği zaman, sevinir ve hemen iyileşirdi. Şakîk el-Belhî buyurdu ki: "Kötü adama karşı kalbinde acıma hissi duymayan bir kimsenin hâli, onunkinden daha kötüdür! Her kimin yanında iyi bir adamın ismi ve güzel hâli anılır da o, bundan bir tat duymazsa, bilsin ki kendisi kötü bir adamdır!" Hazreti Şüreyk, hayvanlara karşı da çok şefkatli davranırdı. Bir defasında, yemek esnasında sofrasında gördüğü bir karıncayı aldı, dışarıdaki yuvasına götürdü. Karınca yuvalarına un döker, ekmeği ufalar onlara verirdi... Ebü'd-Derdâ hazretleri, çocukların tutup ellerinde oynadıkları serçe yavrularını onlara para vererek alır ve yuvalarına bırakırdı. Analarını avladıkları zaman, onları da para ile alır ve salıverirdi. Bunu sırf, hayvanların yavrusuna veya yavruların analarına merhametinden dolayı yapardı. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet edin, acıyın." "Yerdekilere acırsanız, göktekiler de size acır." (Yani acımazsanız melekler de size acımaz, dua etmezler.) "Müminler merhamette bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut, rahatsız olduğu gibi, Müslümanlar da birbirine acımalıdır!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.
.
Kötüleri bile kötü bilmezlerdi
8 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri, günahkâr kimselerin yaptıkları iyi bir amel sebebiyle affedilebileceğini, kendilerinin ise sonlarının ne olacağını bilmedikleri için fasıkları kötü kimseler olarak bilmezlerdi. Bir sarhoş ölmüştü. Hanımı cenazeyi yıkayıp defnedecek kimse bulamayınca, iki hamal tutup cenazeyi kabristana getirdi. Orada bir zahid, bir cenazenin namazını kılmaya hazırlanırken, onu görenler de gelip cenazenin namazını kıldılar. Fakat bir zahidin, bir sarhoşun namazını kılmasına hayret ettiler. Zahid dedi ki: "Bu gece rüyamda kabristana gitmemi, orada sahipsiz bir cenazenin namazını kılmamı söylediler. 'O cenaze affedilmişlerden biri' dediler." Sarhoşun hanımından kocasının iyi yönleri olup olmadığını sordular. O da şöyle anlattı: "Beyim, fasık idi, içki içerdi, bundan da çok üzüntü duyardı. Fakat namazını hiç terk etmezdi. Sabah namazını hep cemaatle kılardı. Öksüzlere merhamet eder, onların nafakalarını temin ederdi. İçki içip ayıldığı zaman, 'Ya Rabbi benim gibi fasıkı Cehennemin neresine atacaksın' diyerek ağlar, içkiyi bırakamadığına üzülürdü." Zahid bunları dinledikten sonra, "demek affedilmesine bu güzel huyları sebep oldu" buyurdu. Hazreti Muâviye, bir ihtiyacının giderilmesi için kendisine müracaatta bulunan bir kimsenin ihtiyacını, kısmen giderebildiği zaman üzülür ve din kardeşine lâyıkı veçhile yardımcı olamadığından hicab duyardı. Büyük zatlardan biri, "Eskiden gittiğimiz cenazelerde merhametten herkes hüngür hüngür ağladığı için cenaze sahibinin kim olduğunu bilemez, taziyede zorluk çekerdik. Halbuki şimdi mezarlıkta bile gülenler oluyor. Bir gün kendisinin de öleceğini düşünmüyor. Bu gafletin sebebi; işlenen günahlar yüzünden kalbin katılaşmış olmasıdır. İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Bir Müslüman nefsini bir yoklamalı, onda din kardeşlerin için böyle güzel huylardan bir şey bulamazsa sâlihlerin makamından, hâl ve ahlâkından nasibi olmadığı için ağlamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslümanlara yardım etmeyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmayan, onlardan değildir. Gece ve gündüz, Allah için ve Kur'an-ı kerim için ve Resulullah için ve devlet reisi için ve bütün Müslümanlar için nasihat etmeyen kimse de, bunlardan değildir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmeto
.
Hidayete vesile olmak
9 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri fasık da olsa herkese merhamet eder, onların hidayete ermeleri için dua ederlerdi. Çünkü bunda sebep olana da büyük pay vardır. Bunun için hidayet çok kıymetli olduğu gibi, hidayete sebep olmak da çok kıymetlidir. Güler yüz gösterip nasihat etmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını başkalarına vermek de, hidayete sebep olmak gibi sevaptır. Hatta kitabı alan, o kitapla amel etmemiş olsa, dalalette kalsa bile, kitabı veren niyetine göre onu hidayete kavuşturmuş gibi sevap alır. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Hayrın yolunu gösteren onu işleyen gibidir." "Senin vasıtanla Allahü teâlânın bir kişiye hidayet vermesi, senin için üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıdır." "Bir kâfirin hidayetine sebep olmak, kızıl develere malik olmaktan iyidir." "Bir insanın hidayetine sebep olan muhakkak Cennete girer." "Bir Müslüman, arkadaşına, hidayetini arttıracak veya onu tehlikeden kurtaracak hikmetli bir sözden daha iyi bir hediye veremez." Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: Allahü teâlâ, Hazreti Âdem'e, şu hasletlere sahip olmayı emretmiştir: 1- Bana ibadet et, hiçbir şeyi ortak koşma! Yaptığın hayırlı amelin mükafatını, sana, en dar gününde veririm. 2- Bana dua et, duanı kabul ederim. 3- İnsanların ne şekilde sana davranmalarını istiyorsan, sen de onlara aynı şeyi yapmalısın! Herkes sevap kazanmak ister, Cennete gitmek ister. Cennete gitmenin bir yolu da, başkalarının Cennete gitmelerine vesile olmaktır. Hadis-i şeriflerde, "Kim, hidayete, doğru yola davet ederse, o yola girenlerin bütün sevapları ona da yazılır, diğerlerinin ecrinden bir şey eksilmez. Kim de, sapıklığa davet ederse, o yola girenlerin günahları, ona da verilir, o kötü yolda gidenlerin günahından da hiçbir şey eksilmez.", "Haktan bâtılı veya hidayetten dalaleti red gayesi ile, ilim öğrenmek için yola çıkan kimse, kırk yıl ibadet eden bir abid gibi ecir alır" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.c
.
Günahkârın boynunu bükmesi...
10 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri işlenen günahlar için üzülürler, fakat bunları işleyenleri horlamazlar, bunların kurtulması için uğraşırlardı. Yaptıkları ibadetlerden dolayı kendini ondan üstün tutmazlardı. Çünkü kişinin ibadetini beğenmesi, pişmanlık içinde günah işleyenden kendisini daha aşağı duruma düşürebilir. İmam-ı Rabbani hazretleri, Günahkârın boynunu bükmesi, ibadet edenin göğsünü kabartmasından daha iyidir, buyurmuşlardır. Günah küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünya dertleri ile affolunabilir. Fakat, günah büyük, ağır olur ve suçlu inatçı, saygısız olursa, bunun cezası ahirette sonsuz ve çok acı olmak lazım gelir. Bir kimsenin velî olduğu; tatlı dili, güler yüzü, cömertliği ve herkese acıması ile anlaşılır. Evliyanın iki alameti vardır: Allahü teâlânın emirlerine riayet ve mahluklarına şefkat... Herkese acımalıdır. Altıncı kat gökteki melekler, acımasız olanın namazını yukarı geçirmezler. Şüpheli sözlerden sakınan, güler yüzlü olan, insanlara merhamet eden, lüzumlu din bilgilerini öğrenen ve doğru konuşan kimse münafık olamaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: büyüklenmeyen, gününü Allah'ı anmakla geçiren, (Allah'ın razı olduğu işleri yapan) günahta ısrar etmeyip istigfar eden, aç doyuran, garibi koruyan, küçüğe merhamet, büyüğe saygı gösterenlerin namazlarını kabul ederim. Böyle bir kimselerin istediklerini veririm, dua ederlerse, dualarını kabul ederim." Allahü teâlâ, insanlara iyilik etmemizi, merhametli olmamızı, insanlarla iyi geçinmemizi emrediyor. Hadis-i kudside, "Kötülük edene iyilik eden, gelmeyene giden, uzak durana yaklaşan, yemek vermeyene yemek veren, en üstün olandır. Affedin, ayıp örtün, merhamet edin ki merhamete kavuşun! İnsanlara karşı iyi huylu olanı severim ve insanlara onu sevdiririm" buyurdu. Ayeti kerimede (Biri günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfar ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur) buyuruldu. (Nisa 110) > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Gündemden düşmeyen konu; dinde yenilik, reform
10 Haziran 2008 01:00
Gün geçmiyor ki; din, dinin emir ve yasakları tartışılmasın, sorgulanmasın. Her gün birileri çıkıp ortaya dinî bir konu atıyor. Günlerce, televizyonlarda, gazetelerde bu konu tartışılıyor. Tartışmayı ortaya atanlar, baştan dini ve mensuplarını aşağılayarak, çağ dışılıkla suçlayarak başladıkları için, sözde bunlara cevap veren kurumlar ve şahıslar aşağılık kompleksine girerek, dini onların hoşuna gidecek tarzda yorumlamaya gayret gösteriyorlar! Böyle davranmakla karşı tarafı memnun edeceklerini zannediyorlar. Halbuki onların memnun olma, doğruyu öğrenme gibi bir niyetleri yok. Bunlar, "İslamiyete ne kadar zarar verebiliriz"in peşindeler! Dini kendi kafalarına göre yorumlayanlar, sözde bunlara cevap verenler, farkında olmadan verilen bu zarara ortak olmuş oluyorlar. YENİLİK ADI ALTINDA REFORM Birtakım kurum ve kuruluşlar özellikle de ilahiyat camiası, fırsatı değerlendirerek, kafalarında yıllardan beri yoğurdukları dini reformları, değişikleri hemen ortaya atıyorlar. Demek istiyorlar ki; eğer biz dinde reform yaparsak bu tenkitlere maruz kalmayız, kendimizi temize çıkartmış oluruz. Tabii ki, bunları yaparken de, halkın tepkisinden çekindikleri için de, dinde reform yapıyoruz demiyorlar. "Dini yeniliklere uyduruyoruz", "Dinin kurallarını zamanımıza taşıyoruz", "Kur'anı 21. Yüzyılın gözü ile yorumluyoruz", "Hadisleri ayıklayarak günümüze uygun hâle getiriyoruz", "Dini düşünceleri ve uygulamaları yeniden yorumluyoruz" diyorlar... Burada üzücü olan, bugüne kadar marjinal kesimler tarafından yürütülen bu faaliyetlere Diyanet'in de katılması. Bu tür çalışmalara bakıyoruz; bunlar dine katkıdan, faydadan ziyade, dinden bir şeyler götürerek neticeleniyor. Çünkü bu tür çalışmalar, namaz nasıl daha iyi kılınır, zekat şartlarına nasıl daha uygun bir şekilde verilir, kurban daha güzel nasıl kesilir, bu konuda eksiklikler, bid'atler varsa bunları bertaraf edelim diye yapılmıyor. Maalesef namazdan, zekattan nasıl kurtulunur, kurban kesmemek için ne yapılır; zina nasıl haram olmaktan çıkartılır, nikahsız birliktelikler nasıl meşru hâle getirilir, bunların yolu açılıyor. Niyet, yapmak değil, bozmak olunca başka ne beklenir? İşin garibi Müslüman halkın böyle bir talebinin olmaması. Herkes bildiği kadar dinini yaşamaya çalışıyor. Kimsenin dinden bir rahatsızlığı yok. Kimse bunlara böyle bir görev vermemiş. Bunlar kendi kendilerine gelin güvey oluyorlar. Bütün bu olup bitenlere bakınca ister istemez ellili yıllardaki reisicumhurun tevatür haline gelmiş şu sözü insanın hatırına geliyor: "Biz, ilahiyat okullarını dini kuvvetlendirmek için değil; dini mihraptan yıkmak için açıyoruz!" Halbuki iyi niyetle yaklaşıldığında İslamiyette, çözülemeyecek hiçbir mesele yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri, kıyamete kadar yapılacak olan her işin, her yeniliğin, her buluşun, insanların saadetleri için kullanılabilmeleri yollarını, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlar, fıkıh, ilmihal kitaplarına yazmışlardır. Kendilerini müçtehid sanan ve tanıtan ve yüksek İslam âlimleri ile boy ölçüşmeye kalkışan din cahillerine, iman hırsızlarına ve dinde reform isteyenlere, yapacak bir iş bırakmamışlardır. ANA YOLDAN AYRILAN... Müslümanların, dinde reform yapmaları, yeni yeni şeyler uydurmaları değil, asırlardır yapıldığı gibi Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını anlamaya, öğrenmeye çalışmaları, işlerini bunlara uygun yapmaları lazımdır. Felaketten, azabdan kurtulmak isteyenler için, yani Kur'an-ı kerime, İslamiyete uymak isteyenler için, doğru yol budur. Kendi akıllarına güvenerek, Kur'an-ı kerimden ve hadisi şeriflerden mana, hüküm çıkarmaya kalkışanlar, yanılır, aldanır ve Ehl-i sünnetten ayrılırlar. Ehl-i sünnetten, ana yoldan ayrılan da, doğru yoldan ayrılarak sapık yollara sapar; kendini de, arkasından gidenleri de Cehenneme götürür. Nitekim Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde, "Benden sonra Müslümanlar arasında çok ayrılık olacaktır. O zamanlarda yaşayanlar benim yoluma ve Hulefai raşidinin yoluna yapışsın! Sonradan meydana çıkan, moda olan şeylerden kaçınsın! Çünkü, dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan çıkmaktır. Benden sonra, dinde yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizliktir" buyurmuştur.
.
Dinde reformda takip edilen metot
11 Haziran 2008 01:00
Dün, ısrarlı ve planlı bir şekilde, dinde yenilik, değişiklik yani reform yapılma gayretlerinden bahsetmiştik. Bunun sadece iç dinamiklerle yapılmak istendiği anlaşılmasın. Böyle bir çalışma sadece iç dinamiklerle yapılamaz. Bu konuda dikkati çeken bir husus da, İslamiyet gibi Hıristiyanlığın, Yahudiliğin tartışılmaması, sorgulanmamasıdır. Bunun sebebi de şu: Dünya hayatında, sınır tanımayan, istediği gibi yaşamak isteyen güç ve odakların bu dinleri tahrif ederek nefsî yaşamalarına engel olan hükümlerinin ortadan kaldırılmasıdır. Şimdi akıllarınca sıra İslamiyette; İslamiyeti, kendilerinin tabi olacağı din olmaktan çıkartıp, kendilerine tabi olacak bir din haline getirmek istiyorlar. Tahrif olmuş Hıristiyanlığı tahrif edip, Protestanlığı nasıl kurdularsa aynı yolla, aynı metotla İslamiyeti de tahrif etmek istiyorlar. İslamiyeti, adı İslam olan gerçekte İslamiyetle ilgili olmayan bir din hâline getirmek istiyorlar. İNSANLARIN ARZUSUNA GÖRE DİN Yapılmak istenilenin iyi anlaşılabilmesi için Protestanlıkta yapılanlar nedir, buna kısaca bir göz atalım: 15. Yüzyıla kadar, Hıristiyanların üzerinde Katolik kilisesi, yani Papa hakimdi. Merkezî bir din otoritesi vardı. Keşiflerden sonra, ortaya çıkan burjuva sınıfı, zenginliğin verdiği güçle, kontrolsüz bir şekilde, haram günah tanımadan zenginliğin tadını çıkarmak istediler. Fakat, bozulmuş da olsa, kendine göre emir ve yasakları olan Hıristiyanlığın ahlaki kuralları ile çatışınca, isteklerini rahat bir şekilde yapabilmenin yollarını aramaya başladılar. Mesela, zenginleşen tüccarlar faiz ile çalışmaya başladılar. Hıristiyanlık buna müsaade etmedi. 1517'de Alman papazı olan Martin Luther çıkıp her türlü isteğe izin verince burjuva sınıfı yani zenginler rahatladı. Din baskısından kurtulmuş oldular. Dini kendi âdi isteklerine alet etmeye başladılar. Burada ele aldığımız konu, Katoliklerin doğru, Protestanların bozuk olduğu değildir. İkisi de bozuktur, hak dinle ilgileri yoktur. Şimdi, Protestanlığın esası olan maddelere bir bakıp, zamanımızda İslama karşı "yenileme", "gözden geçirme" adı altında yapılanlarla mukayese edelim: 1- Protestanlık ile, dinin yorumlanması ve anlaşılması tek otoritenin (Katolik kilisesinin) tekelinden çıkartılmıştır. Günümüz İslam reformcuları, Lutherleri de, 14 asırdır, Müslümanların dinlerini öğrendikleri, tek otorite olan fıkıh kitaplarını bir tarafa atıp, herkesin dinini doğrudan meallerden öğrenip, istediği gibi ibadet etmesi ve belli bir mezhebe bağlı kalınmaması için Müslümanları yönlendiriyorlar. Dinin belli bir kaynaktan öğrenilmesini savunanları, çağ dışılıkla, gericilikle suçluyorlar. İlahiyat öğrencilerine, her biriniz birer Luther olmalısınız, telkininde bulunuluyor. 2- Protestanlıkta, dinin yorumlanmasında vahiy değil akıl ön plana alınmıştır. Din, günlük hayattan uzaklaştırılıp fertlerin vicdanlarına hapsedilmiştir. Günümüz İslam reformcuları, Lutherleri de, Hadis-i şerifleri, âyeti kerimeleri yorumlarken, aklı ön planda tutuyorlar. Kısa akıllarının almadığı hadisleri inkâr ediyorlar. Herkesin aklı farklı olduğundan, herkesin anlayışı farklı olacağından, akıl sayısı kadar görüş, din, yani dinsizlik ortaya çıkıyor. Zaten istedikleri de bu. EMİR VE YASAGI OLMAYAN DİN ARZUSU 3- Protestanlıkta, ayinler, (ibadetler) dinin esası değildir. Tanrının ibadete ihtiyacı yoktur. Dinde esas olan, kalbin temiz olmasdır, dinde bu kafidir. Günümüz İslam reformcuları da, inanmak yeter deyip dolaylı yollardan namaz kıldırmamak, ezanı kaldırmak ve diğer ibadetleri yaptırmamak için uğraşıyorlar. 4- Latince olan İncil diğer dillere çevrilerek yaygınlaştırılacak. İslam reformcuları da, meal yazımını teşvik ederek, piyasaya birbirinden farklı yüzlerce meal sürülmesini sağladılar. Her önüne gelen Kur'an-ı kerim meali, tefsiri yazdı. Hatta bu mealler gazetelerde, kültürel etkinliklerde promosyon olarak verildi. Mealleri okuyanlar, meali yazanların ifadelerini din zannettiler. Farklı ifadeleri, farklı hükümleri görünce de, kafaları karıştı; bunların hangisi doğru, hangisi yanlış kargaşası yaşanmaya başlandı. Bütün bunlardan maksat; ilahi kaynaklı din bırakmayıp nefsî arzulara açık beşer mahsulü dinler ortaya çıkartmak.
.
Affedin ki affedilesiniz"
11 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri, sadece fasıkları değil, kendilerine zulmedenleri de affederlerdi. Çünkü, zulüm edeni af etmek, hilmin, merhametin ve şecaatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek de, ihsanın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsanda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Şeyh İbn-ül Arabi buyurdu ki: "Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfran-ı nimet etmiş olur." Buyuruldu ki: "Şu üç şey Müslümana şeref verir: Kendisine zulmedeni affetmek, bir şey vermeyene iyilikte bulunmak ve kendisini aramayanı, arayıp sormak." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allah rızası için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir." "Affedin ki affedilesiniz." "Kaba davranana nazik olan, zulmedeni affeden, vermeyene ihsan eden, kendinden uzaklaşana yaklaşan, yüksek derecelere kavuşur." Zalimi af etmek büyüklerin âdetidir. Uhud gazasında Resulullah efendimizin mübarek yüzü yaralanıp, mübarek dişi kırılınca, Eshab-ı kiram çok üzüldüler. Dua et, Allahü teâlâ, cezalarını versin dediler. "Lanet etmek için gönderilmedim. Hayır dua etmek için, her mahluka merhamet etmek için gönderildim" ve "Ya Rabbi, bunlara hidayet et, tanımıyorlar, bilmiyorlar" buyurdu. Düşmanlarını af etti. Lanet etmedi. Zalimi af eden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Zalimden hakkı kadar geri almak, adalet olur. Kâfirlere karşı adalet yapılır. Fakat gücü yettiği halde af etmek, güzel ahlaktır. Resulullah efendimiz, bir kimsenin zalime beddua ettiğini görünce, "Af eyleseydi, daha iyi olurdu" buyurdu. İbni Abbas hazretleri de, "Aklın başı, kendisine zulmedeni affetmek, kendinden aşağıda görünen kimselere tevazu göstermek, düşündükten sonra konuşmaktır. Akılsızlığın başı ise, kendini beğenmek, lüzumsuz yere konuşmak ve kendisinin yaptığı şeylerde insanları ayıplamaktır" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Kısmetlerine razı olurlardı
12 Haziran 2008 01:00
Allah adamları, mevcuda kanaat eder; yiyecek, giyecek, binek vasıtası, mesken ve benzeri dünyalıklarda fazlasını istemezlerdi. Hakîm-i Tirmizi hazretlerine, "Kanaat nedir?" diye sorulunca, "İnsanın kısmetine düşen rızkına razı olmasıdır" cevabını vermişti. Muhammed bin Vâsi hazretleri, ekmeğini tuza veya sirkeye bandırıp yerdi. Derdi ki: "Dünyadan bu kadarına kanâat ve rıza gösteren, insanlar için kendini zelîl kılmaktan kurtulmuş olur!" Süfyan-ı Sevrî hazretleri de şöyle derdi: "Şu zamanda, karnını doyurmak için bir arpa ekmeğine kanâat etmeyen kimse, zillet ve hakarete müptelâ olmaktan kurtulamaz!" Biri kendisine, "dünyalık yığmak" hakkındaki fikrini sorunca buyurdu ki: "Dünyalık yığan adam beş şeye müptelâ olur: 1- Uzun emel. 2- Şiddetli hırs. 3- Aşırı bahillik, cimrilik. 4- Âhireti unutmak, 5- Vera ve takvada noksanlık!" Hâmid el-Leffâf buyurdu ki: "Zenginliği kanâatle elde etmek isteyen muvaffak olur; mal ile zengin olmak isteyen ise yanılmış olur!" Buyuruldu ki: Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir. Mevcuda şükretmeli, kanaat etmeli. Mevcutla devam etmeli. İsraf, küfran-ı nimet, hep "Bu bana lazımdır" diyerek başlar. Bir kere bu bana lazımdır deyince onun ardı gelir, bu da lazım, şu da lazım diye devam eder. Lazım dediğine kavuşmak için dinin dışına çıkar da haberi olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kim insanlardan bir şey istemezse, Allahü teâlâ onu zengin eder. Kanaat edene de Allahü teâlâ kâfidir." "Şüphelilerden sakınan insanların en abidi olur, kanaat eden en çok şükredenlerden sayılır, kendisi için sevdiğini başkası için de seven kâmil bir mümin olur." "Allahü teâlânın ihsan ettiği az rızka, kanaat eden mümin, kurtuluşa ermiştir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
.
Kanaat eden kurtuluşa erer!
13 Haziran 2008 01:00
Kanaat demek, ihtiyacından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, İslamiyet'in emrettiği hayırlı yerlere vermek; fakirlere, kimsesizlere, hastalara; cihad edenlere yardım etmek demektir. Kanaat, böylece iyi ahlakın kaynağı olduğu gibi, insana mahrumiyetler içinde kaldığı zaman saadet temin eden sarsılmaz bir kale gibidir. İmam-ı Şafii hazretlerinin yüzüğünde, "El-Bereketü fil kanâ'ati" yazılı idi. Bereket kanaattedir, kanaat eden, kurtuluşa erer, zenginleşir demektir. Kanaat edene Allah kâfidir. Kanaat yenilmez ordu, bükülmez kılıçtır. Kanaat eden şükretmiş olur. Şeyh Tâcüddin ez-Zâkir buyurdu ki: "Kanâat, bir şahsın zahmetsiz ve külfetsiz olarak eline ne geçmişse onu yemesi değildir. Kanâat ancak odur ki, adamın yanında pek çok mal ve yiyeceği olduğu halde o, üç günde veya beş günde bir, az bir şey yemekle iktifa eder." Aliyyül-Havvâs hazretleri, yemeğe oturduğu zaman, dokuz lokmadan fazla yemez ve derdi ki: Peygamber efendimiz "Âdemoğluna belini doğrultacak lokmacıklar yeter" buyurmuştur. Peygamber aleyhisselamın sözü haktır, gerçektir. Ona kâmil bir imanla inanmış bulunan bir mü'min, bundan fazlasına ihtiyaç duymaz..." Tabii ki, yorucu ve meşakkatli işlerde çalışan iş erbabı bundan müstesnadır. Çünkü iş erbabına bu kadarcık yemek kâfi gelmez. Kanaat, sinir hastalıklarını önleyen, geçimsizliği, düşmanlığı gideren, cemiyetlerin düzenlerini sağlayan bir faktördür. Kanaat, İslamiyet'in dünyaya yayılmasını, ilim ve fen abideleri kurmayı sağlamıştır. "Çalışan kazanır" ve "Herkes yaptığını bulur" meal-i âlisinde olan âyet-i kerimeler ile "Allahü teâlâ çalışıp kazananları sever" ve "Allahü teâlâ çalışmayan gençleri elbette sevmez" gibi, nice hadis-i şerifler, çalışmamayı değil çalışıp kazandığı ile kanaat etmeyi, hayır işlerinde kullanmayı emrediyor. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kanaat eden, en çok şükredenlerden sayılır." "Kıyamette 'Şükredenler gelsin!' diye seslenilir. Onlar bir bayrak altında Cennete girer. Bunlar, darlık ve genişlikte, her hâl-ü kârda Allahü teâlâya şükredenlerdir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.me
.
Cenab-ı Hakkın razı olduğu kimse
14 Haziran 2008 01:00
Kanaat, hergünkü halinden memnun olmak, her halinden Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek, kanaat sahibi olmak demektir. Kendinden daha iyi mevkide, kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli, kendinden daha güzel bir insanı kıskanmayarak kendi hâlinden memnun ve razı olan insanın evvela kalbi rahattır. Kanaat sahibi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnun ve razıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan razıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bir zaman gelecek ki, ümmetimde Müslümanlığın yalnız adı kalacak. Mümin olanlar, yalnız birkaç İslam âdetini yapacak. İmanları kalmayacak. Kur'an-ı kerim yalnız okunacak. Emirlerinden, yasaklarından haberleri bile olmayacak. Düşünceleri yalnız yiyip içmek olacak. Allahü teâlâyı unutacaklar. Yalnız paraya tapınacaklar. Kadınlara köle olacaklar. Az kazanmak ile kanaat etmeyecekler. Çok kazanınca doymayacaklar." Allahü teâlâ, beş şeyi, beş şey içine koymuştur. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur: İzzeti, şerefi, ibadete; zilleti, sefaleti, günaha; ilmi, hikmeti, çok yememeye; heybeti, itibarı, gece namaz kılmaya; zenginliği, kimseye muhtaç olmamayı da, kanaate tabi kılmıştır. İmam-ı Nevevi hazretleri, geçinmede kanaat üzere olup, nefsi ve dünyevi arzu ve isteklerden geçmişti. Allahü teâlâdan çok korkardı. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet ve taatle geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli olup, salih ameller yapmakta sabrı çoktu. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, tam helal olduğunu bildiği şeyleri yemekle kanaat ederdi. Yirmi dört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi. O diyarın âdeti olan kar suyu içme âdetini yapmazdı. Devlet reislerine, valilere ve diğerlerine emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunurdu. Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmak lazım olduğunu anlatırdı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İnsan, elindeki ihtiyacına yeterken, kendini azdıracak olan daha fazla mal ister. Aza kanaat etmez, çok ile de doymaz. Ey insanoğlu, vücudun afiyette ve günlük ihtiyacın mevcut olarak sabahlarsan, artık bu sana kâfi gelir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.
.
Kanaat, çalışmamak değildir
15 Haziran 2008 01:00
Kanaat, çalışmayıp tesadüfen önüne çıkanı kullanmak, başka bir şey aramamak demek değildir. Kanaat, bileğin emeği, alın teri karşılığı kazanılana razı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demektir. Başkasının daha çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak demektir. Kanaat demek, ihtiyacından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, İslamiyet'in emrettiği hayırlı yerlere vermek; fakirlere, kimsesizlere, hastalara; cihad edenlere yardım etmek demektir. Hazreti Ali buyurdu ki: "Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Sadık ve kanaatkâr adamları kendinize sırdaş edinin! Eğer bunlar seni alkışlamazlar ve yapmadığın birtakım işleri sana isnat ile keyfini getirmezler ise, bunu da anlayışla karşılayın! Zira alkışa ve yersiz övgüye müsamaha etmek, insanı büyüklenmeye sevkeder. Sakın insanların iyisi ile kötüsü, sizin yanında bir olmasın! Zira onları böylece eşit görmek, bir tarafta iyileri iyilikten soğuturken, kötülerin de fenalığa olan meylinde onlara cesaret verir." Ebu Said Hudri hazretleri anlatır: Bir gün annem beni Resulullahtan bazı şeyler istemem için gönderdi. Huzuruna varıp oturdum. Mübarek yüzünü bana çevirerek "Kim malik olduğu şeye kanaat ederse, Allahü teâlâ onu başkasına muhtaç etmez. Kim çirkin şeylerden sakınırsa, Allahü teâlâ onu iffetli eyler. Kim malik olduğu şey ile yetinirse, Allahü teâlâ ona kafidir. Kim bir okıyelik miktarında bir şeye sahib olduğu halde, başkasından bir şey isterse, devamlı isteyici olur" buyurdu. Ben kendi kendime falan devemiz bir okıyeden (bir ölçü birimi) daha iyidir dedim. Hiçbir şey istemeden Resulullahın huzurundan kalkıp gittim. Allahü teâlâ hadisi kudside buyurdu ki: "Ey Ademoğulları! Bir kimse benim kazama razı olmaz ve benim tarafımdan gelen belalara sabretmez, verdiğim nimetlerime şükretmez, ihsan ettiğim dünya nimetlerine kanaat etmezse, başka bir Rab arasın. Ey Ademoğlu! Bir kimse benim belama sabrederse, benden razı olmuş olur, yani rububiyyetimi tasdik etmiş olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 ww
.
Müminlerin en iyisi
16 Haziran 2008 01:00
Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz. İnsanın kendine değil Allahü teâlâya güvenmesi lazımdır. İnsana düşen kanaat edip, sabah yuvasından çıkıp akşam karnı tok gelen kuş misali tevekkül edip mevcut ile yetinmektir. Ebu Vail hazretleri anlatır: Bir arkadaşımla hazreti Selman'ın ziyaretine gitmiştim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile biraz da tuz getirdi. Arkadaşım "Şu tuzun yanında biraz da kekik otu olsaydı" dedi. Bunun üzerine Selman matarasını rehin vererek o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım, "Bize verdiği nimete kanaat ettiğimiz, Allahü teâlâya hamd ederiz" dedi. Selman: "Eğer kanaat etseydin, matara rehin olmazdı" buyurdu. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki: "Yenilen lokmalar, taat ve ibadetin nurunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır ve kanaati seçmeli. Teslimiyeti ve rızayı seciye haline getirmelidir. Resulullah efendimizin; "Allahım! Âl-i Muhammed'in rızkını kâfi gelecek kadar kıl" buyurduğu duasına uygun olarak, insan için lazım olan şeyleri yeteri kadar istemelidir. Fazlasına tamah etmemelidir. Salebe bin Ebi Hatıb, malının çok olması için dua istedi. Resulullah efendimiz, "Kanaat et!" buyurdu. Dua için, tekrar tekrar ısrar etti. Yine "Kanaat et" buyurdu. Tekrar ısrar edince, dua buyurdu malı, hayvanları çoğaldı. Onlarla uğraşıp namaza gelmez oldu. Sonra da Resulullahın gönderdiği zekat toplama memurlarına zekat vermedi. Hakkında Tevbe suresindeki "Onlardan kimi de Allah'a şöyle kesin söz vermişlerdi: "Eğer Allah bize lütfundan verirse, biz de mutlaka zekât ve teberrûda bulunacak ve elbette salih insanlardan olacağız." Fakat Allah lütfundan onlara servet verince cimrilik edip mallarının hakkını vermediler." (75-76) mealindeki ayet-i kerime nazil oldu. Bunu işitince, zekatını getirip yalvardı ise de, kabul buyurulmadı. "Salebe'ye yazıklar olsun!" hadisi şerifine hedef olmak felaketine düçar oldu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Müminlerin en iyisi, kanaat eden, en kötüsü de açgözlü olandır." "Allahü teâlânın verdiği rızka kanaat eden mümin kurtulmuştur." "Allahü teâlâ kanaat edeni, kanaatkâr yapar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.c
.
İnsanların en akıllısı
17 Haziran 2008 01:00
Allah adamları, dünyaya düşkün olmayan, yönlerini dünyadan ahirete çevirmiş kimselerdi. Onlar, helal malın fazlasından, şüphelilere düşme korkusu ile mubahların çoğunu terk eden kimselerdi. Bu korkuyu yaşamaya ve dünya sevgisinden, düşkünlüğünden sakınmaya zühd denir. Bu söylemesi kolay yaşaması zor bir iştir. Ebü'd-Derdâ buyurdu ki: "Bir kimse, 'insanların en hayırlısı, zâhid (dünyaya düşkün olmayan) kişidir!' diye yemin etmiş olsa, ben ona, sözünün doğru olduğunu ve bu yeminine keffâret gerekmediğini söylerim." İmam Şâfiî hazretleri derdi ki: "Bir kimse, insanların en akıllısına verilmek üzere malından bir şey vasiyet etse, vasiyet edilen bu malın, dünya hakkında zühd sahibi olan bir kimseye verilmesi gerektiğini söylerim!" Malik bin Dinar hazretleri adamın birinin, "Allahü teâlâ Cennette bana küçük bir ev verse, buna razı olurum!" dediğini işitmiş ve ona demiş ki: "Ey kardeş, keşke Cennetteki zühd ve kanaatin kadar, dünyada da zühd ve kanaate sahip olsaydın!" İmam-ı Ahmed hazretleri buyurdu ki: "Zühd üç türlüdür; cahilin zühdü; haramları terk etmektir. Âlimlerin zühdü; helal olanların fazlasından sakınmaktır. Ariflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan şeyleri terk etmektir." Dünya peşinde koşan kimse, şüpheli şeylere, sonra mekruhlara, sonra haramlara, hatta küfre dalar. Geçmiş ümmetlerin, Peygamberlerine inanmamalarına sebep, dünyaya düşkün olmaları idi. Musa aleyhisselam, Tur Dağına giderken, birinin çok ağladığını gördü. Ya Rabbi! Kulun, senin korkundan ağlıyor dedi. "Kan ağlasa dahi, onu af etmem. Çünkü o, dünyaya düşkündür" buyurdu. Hadis-i şerifte,"Dünyayı helalden kazanana, ahirette hesap vardır. Haramdan kazanana, azap vardır" buyuruldu. Peygamber efendimiz hazreti Ali'ye buyurdu ki: "Ya Ali, Allahü teâlâ seni bir ziynet ile ziynetlendirdi. Dünyayı terk etmek olan ve kendisine sevgili olan zühd ile ziynetlendirdi. Öyle takdir etti ki dünyadan bir şeye nail olmayasın!" > Tel: 0 212 - 454 38 21
.
Nice şer gibi görünen olaylar vardır ki...
17 Haziran 2008 01:00
İnsanın, günlük hayatta başına gelen olaylarda karamsarlığa kapılmaması lazımdır. Belanın defi için sebeplere yapışıp, Cenab-ı Hakkın hayra tebdil etmesi için dua ederek işine gücüne devam etmelidir. Başa gelen belaları, sıkıntıları dünyanın sonu olarak görmemelidir. Kişi, her gecenin bir sabahı olduğunu, gün doğmadan nelerin doğacanı unutmamalıdır. Neticeyi beklemelidir. Çünkü hüküm neticeye göre verilir. Eskiden, köyün birinde yaşlı, fakir fakat güngörmüş bir adam yaşarmış. Bunun öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki... Hükümdar at için ihtiyara yedi sülalesine yetecek para teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış. 'Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?' dermiş. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. "Seni ihtiyar bunak! Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Hükümdara satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. KARAR VERMEDE ACELE ETME! İhtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin. Çünkü sadece gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez..." Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki oniki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler. "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil âdeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir sürü atın var." "Karar vermek için yine acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. 'Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Köylüler bu defa açıktan ihtiyarla dalga geçmemişler ama, içlerinden "Bu herif sahiden kafayı yemiş" diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırıdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." GÜÇLÜĞÜN ARKASINDAN KOLAYLIK... Birkaç hafta sonra, ülkeye düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Hükümdar son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki bir daha köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer." "Siz, erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin talihsizlik olduğunu sadece Allah biliyor..." Evet, acele karar vermeyelim. Hayatın, olayların küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçınalım. Nice şer gibi görünen olayların arkasından nice hayırlar gelir. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, "Güçlükle beraber elbette bir kolaylık vardır!" (İnşirah 5-8) buyurulmaktadır. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır
.
Allahü teâlâya yakın olanlar
18 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri zahid oldukları hâlde, yeterli görmedikleri için kendilerine zahid denilmesini istemezlerdi. Şakîk-i Belhî hazretleri, bir sene hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Bağdat'a vardığında, Halîfe Hârun Reşid kendisini yanına çağırarak, "Zâhid olan Şakîk-i Belhî sen misin?" diye sordu. "Şakîk benim fakat, zâhid değilim" cevabını verdi. "Bana nasîhat eder misin?" deyince buyurdu ki: "Ey Halîfe aklını başına topla! Çok dikkatli ol! Dünyaya düşkün olma! Allahü teâlâ sana, hazret-i Ebû Bekir'in makâmını verdi ki, senden O'nun gibi doğruluk istiyor. Sana Hazret-i Ömer'in makâmını verdi ki, O'nun gibi hak ve bâtılı ayırmanı istiyor. Sana hazret-i Osman'ın makâmını verdi ki, O'nun gibi hayâ sahibi olmanı, lütuf ve ihsânının bol olmasını istiyor. Sana hazret-i Ali'nin makâmını verdi ki, O'nun gibi ilim ve adâlet istiyor. Hârun Reşid, bu nasîhatleri kendinden geçmiş bir hâlde dinliyordu. Şakîk-i Belhî hazretleri, kalkıp gitmek istediğinde, ona yalvardı: "Senin gibisi az bulunur. Ne olur, biraz daha devam et!" Şakîk-i Belhî hazretleri sonra şöyle devam etti: - Düşün ki, çölün ortasında kaldın! Susuzluktan ölmek üzeresin! Birisi getirip, bir bardak su uzattı. Elindeki suya karşılık malının yarısını istedi, verir misin? Halifenin, "Seve seve veririm" cevabı üzerine şöyle devam etti: - Düşün ki, malının yarısını vererek aldığın suyu içtin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyâcı duydun. Fakat, idrarını yapamıyorsun. Sancılar içinde kıvranıyorsun. Çâresiz bir vaziyette kıvranırken, birisi sana, "Ben seni bu sıkıntıdan kurtarırım, fakat malının kalan yarısını isterim" dese, ne yaparsın? - Elbette o yarısını da veririm. Ben o sıkıntı, ızdırap içindeyken, malım olmuş ne fayda? Bunun üzerine, Şakîk-i Belhî hazretleri buyurdu ki: "O hâlde, önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarı attığın bir içim su kıymetinde bile olmayan servetine, gönül bağlama! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Ahirette, Allahü teâlâya yakın olanlar, vera ve zühd sahipleridir.", "Zühd ile vera her gece kalbleri dolaşır, iman ve hayâ bulunan kalblere yerleşir, böyle olmayan kalblerde durmaz, geçip giderler
.
Her beladan daha büyük bela vardır!
18 Haziran 2008 01:00
Her sıkıntıdan, her beladan daha büyük sıkıntı ve daha büyük bela vardır. Bunun için başımıza bir bela geldiğinde öncelikle daha büyüğü gelmediği için şükretmeliyiz. Çünkü "Beterin de beteri var!" Eski zamanlarda, bir Derviş Mehmet varmış. Aylardır işsiz olan Derviş Mehmet, o akşam yine eli boş olarak evine döner. Hanımının artık sabrı taşar ve kapı dışarı eder. Gidecek yeri olmadığından Şeyh Efendinin dergahına sığınır. Bu sırada şeyhi, ahbabıyla neşeli bir şekilde sohbet etmektedir. Bu arada evden gönderilen çay, çörek gibi ikram edilmektedir. Şeyh, sohbet esnasında; "beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli" der. Bunu birkaç defa söylediğinde zavallı Mehmet dayanamaz, içinden şöyle geçirir. "Aaah ah!.. postun üzerindesin, sevenlerin etrafında, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım?.." Şeyh Efendi, Mehmet'in kalbinden geçeni anlayarak ikaz eder. Mehmet dayanamaz konuşur; "Efendim... Hem işten kovuldum, hem de evden..." Şeyh oralı olmaz, aynı nasihati tekrar eder; "Beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret." İSYAN EDİNCE BELA KALKACAK MI? Mehmet cevap vermez ama daha beter ne olabilir diye düşünür... Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince Mehmet de tekrar evinin yolunu tutar. Ancak içeri girmeye cesaret edemediği için kapının bir kenarına kıvrılır. Uyumaya çalışırken zaptiyeler tarafından yaka paça götürülür nezarete atılır. Meğer o civarda bir hırsızlık olmuş. Hırsızın eşkali de bizim Derviş'e uyuyormuş. Zavallı, geceyi hırsız, uğursuz tiplerin arasında geçirir. Sabah olunca Şeyh Efendi duyar ziyaretine gelir. Daha; "Nasılsın?" diye sormadan Mehmet feryat eder; "Nedir bu başıma gelenler? Önce işten kovuldum, sonra evden... Şimdi de..." Şeyh sözünü böler; "Allah beterinden saklasın evlat, dua et daha kötüsü olmamış." O gece nezarette kavga çıkar. Kavganın sebebi soruşturulduğunda kimse makul bir cevap veremez. Ancak kavganın, Mehmet geldikten sonra çıktığını gören zaptiyeler, zavallıyı kavgayı başlatmakla suçlayıp tekme tokat tek kişilik bir hücreye atarlar. Sabahleyin tekrar ziyaretine gelen Şeyh Efendiyi karşısında görünce ağlamaya başlar. Şeyh Efendi aynı cevabı verir; "Şükret ki daha kötüsü olmamış. Tut ki sabretmedin. Eline ne geçecek, bela kalkacak mı?.." Şeyhi gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen zaptiye memuruna da hakaret edince hem sopa yer, hem de "Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı" diyerek yanına Mecusi bir tutukluyu koyarlar. Adamcağız hasta. Geceyi Mecusi ile geçirir. Sabah olunca Şeyh tekrar ziyaretine gelir. "Ooo... Ne kadar güzel... Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin." "Efendim... Herif leş gibi kokuyor" der. Birkaç saat sonra hasta Mecusi hem kusmaya, hem de altına kaçırmaya başlar. Mehmet bunu, hücrede yine tek başına kalabilmek için bir fırsat bilerek görevlileri çağırır. Görevliler durumun vahametini görünce; "Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun" diyerek bir kova su ile bez verip giderler. SEVAPTAN MAHRUM KALINMAMALI Ertesi gün Şeyh Efendi yine ziyarete gelir. Hücreye yaklaşınca Mehmet'in yanık sesini duyar. Hücre penceresinden baktığında ne görsün? Derviş Mehmet bir yandan Mecusi'yi ve hücreyi temizliyor, bir yandan da dua ediyor. "Ya Rabbi sana şükürler olsun. Ya Rabbi, beni daha beter durumlardan muhafaza et. Ya Rabbi bu hasta kuluna sen sıhhat ve afiyet ver..." Mehmet, Şeyhi görünce başını eğer; "Haklıymışsınız Efendim. Siz gidince bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Düşündüm ki, ya bu adam ölürse halim ne olur? Beni cinayetle bile suçlarlar veya buraya hiç uğramaz, adamın cenazesiyle kim bilir kaç gün daha burada kalırım." Şeyh Efendi gülümser.. "Şimdi aklın başına gelmiş... Öyleyse sana bir müjde vereyim. Zaptiyelerin yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış. Geçmiş olsun!" der. Kaza ve kaderi değiştiremeyeceğimize göre, başa gelenlere sabretmekten, daha beteri gelmediği için şükretmekten başka çaremiz yoktur. Hiç olmazsa sabretme sevabı alırız...
.
Onlar her işte örnek idi
19 Haziran 2008 01:00
Zühd ve takva, tamamen dünyadan elini eteğeni çekmek demek değildir; her işte İslamiyet'e uymaktır. Dinin bütün emirlerine tamamen uyarak çalışmaktır, her iyilikte örnek olmaktır. Bunun için insanlara dine uymada rehberlik eden İslam büyükleri zühd ve takvada yüksek mertebe sahibi zatlardı. İmam Ahmed ibni Hanbel "İmam-ı a'zam, vera, zühd (dünyaya düşkün olmayan) ve isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi" buyurdu. Bunlar için dünyalığın varlığı ile yokluğu birdi. İmam-ı a'zam hazretleri, bölgesinde koyun hırsızlığı olduğunu duyduktan sonra, beş yıl koyun eti yememişti. Çünkü, koyun en fazla beş yıl yaşıyordu. Yine, mallarının yüklü olduğu geminin battığı haberi gelince, "Elhamdülillah" demişti. Daha sonra haberin yanlış olduğu bildirilince yine "Elhamdülillah" demişti. Sebebini sorduklarında, "İlk haber geldiğinde, üzüntü var mı diye baktım kalbimde üzüntü yoktu, bunun için 'Elhamdülillah' dedim. İkinci haberde de, tekrar yokladım kalbimde sevinç yoktu, bu defa da bunun için Rabime hamd ettim" buyurdu. Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri de kemal derecede zühd ve tevekkül sahibiydi. Dünyadan ve dünyaya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek istenen hediyeleri kabul etmezdi. Kabul ettiği çok nadir olurdu. Zamanın padişahı Muhammed Şah, veziri Kameruddin Han ile Mirza Can-ı Canan'a haber gönderip, şöyle dedi: "Allahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter ki istesinler." Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri bu teklif üzerine şu cevabı verdi: "Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde mealen; (...Onlara şöyle de; dünyanın metaı pek azdır...) (Nisa suresi: 77) buyurarak dünyanın yedi iklimindeki mal ve mülkün az bir şey olduğunu bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esası ise, ondan uzak durmaktır." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İlmin faydası, ibadetleri doğru ve makbul yapmakla görülür. Haramlardan sakındırmayan, zühdü artırmayan ilim, ancak Allahü teâlânın gazabını artırır." Tel: 0 212
.
Âlimin zahidden farkı
20 Haziran 2008 01:00
Peygamber efendimiz, kıyamette çeşitli sıkıntıların olacağını bildirince, Eshab-ı kiram, bundan kurtulmanın çaresini sual ederler. Resulullah efendimiz buyurur ki: "Dünyada âlimlerin eteğine yapışmaktır. Kıyamet günü Allahü teâlâ, âlimlerle zahidleri toplar. Zahidlerin Cennete girmelerini emreder. Zahidler Cennete gider. Âlimler kalır. Allahü teâlâ, âlimlere, buyurur ki: "Sizleri burada bırakmam, hapsetmek maksadıyla değildir. Zahidler, dünyada yalnız kendilerini düzeltmekle meşgul oldular. Ahirette de yalnız kendilerini bağışladım. Fakat sizler, dünyada kendinizden başka, diğer insanlarla da meşgul oldunuz, onlara kurtuluş yolunu gösterdiniz. Şimdi size uyanları da yanınıza alıp Cennete girin!" Adamın biri, Süfyan bin Uyeyne'ye, "Ben, zühd sahibi bir âlim görmek istiyorum" demiş. O da şu karşılığı vermiş: "Şimdi böyle bir âlim bulamayacaksın. O kayıplara karışmıştır. Bilirsin ki zühd, mahz-ı helâl olan rızıkta olur. Zamanımızda helâl rızık mı var ki, insan o rızıkta zühd sahibi olsun!" İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Helâl rızık ve zühd gibi makam sahibi insanlar az da olsa mevcuttur. Her işte istisna vardır. Fakat, her insanın helâli ve makamı, kendi hâli miktarıncadır. Bunun için Peygamber efendimiz bizlere helâl yemeyi ve helâl rızıkla güzel huy ve makamlar kazanmayı emir buyurmuşlardır. Eğer helâl rızık ve bu sayede terakki imkânı mevcut olmasaydı, dini hükümler, birkaç asır sonra bâtıl olurdu. Gerçek hâl ise bu merkezde değildir. Şu kadar var ki, her kulun helâlinden geçinmesi, kalbinde taşıdığı Allah korkusu, zühd ve takvası; kendi hazzı ve nasibi miktarıncadır, farklı farklıdır. İhtimal ki, İbni Uyeyne'nin "Zamanımızda helâl rızık mı var ki..." sözünden maksadı çok az kaldı ve ekseriyeti haram manasında anlamak lazım. Doğrusunu Allahü teala bilir! Şakîk-i Belhî buyurdu ki: "Hakîkî zâhid, zühd ve takvasını bilfiil gerçekleştirendir. Zâhirde zâhid görünen ise, fiiliyatsız mücerred söz ile zâhitlik yapmak ister." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Cehennemlik olan kabadır. Ehline, arkadaşına ve topluma karşı kaba davranır. Cennetlik olan ise, mütevazı ve zahid olur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
.
Kalb temizliği için...
21 Haziran 2008 01:00
İhlas, kalbin temiz olması demektir. Kalbin temiz olması da, kişinin dünyaya düşkün olmaması, onu sevmemesi, yalnız Allahü teâlâyı sevmesi ile mümkündür. Kalbin Allahü teâlâyı sevmesi için, bir şey yapmak, çalışmak gerekmez. Kalb, dünya sevgisinden kurtulursa, Allah sevgisi kalbe kendiliğinden yerleşir. Kalbin dünya sevgisinden kurtulması için, dünyayı unutması gerekir. Dünyayı unutmaya (Fenafillah) denir. Fenafillaha kavuşmak, Allahü teâlâyı unutmamakla veya evliyadan büyük bir âlimden veya onun kitaplarından istifade etmekle de olur. Cenab-ı Hakkın sevmediğini severek ona kavuşulamaz. Dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği bir şeydir. Bunun için, Allahü teâlânın verdiği ilmi, gücü kuvveti, sadece dünyalık elde etmede kullanmak insanı Allah sevgisinden mahrum bırakır. Hatta bunları O'nun sevmediği yasak ettiği yolda kullanmak Cenab-ı hakkın gazabına sebep olur. Hammâd bin Zeyd buyurdu ki: "Dünya hakkında zühd ve kanâat sahibi olmak kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur!" Yunus bin Ubeyd hazretlerine, "Zâhitliğin gayesi, nihayeti nedir?" diye sormuşlar. O, şu karşılığı vermiştir: "Dünyada, dünyalıklar ile tam bir rahat ve itmi'nânın yokluğuna ermektir, varlığı ile yokluğunu bir tutmaktır." Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki: "Her kim ki dünyaya düşkün olanlar arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nurlarına kavuşamaz! Bir kimse dünyaya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve halis niyetle ve batıni nisbetini muhafaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur." İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Dünya melundur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da melundur. Allahü teâlânın sevgisi ile dünya sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için masivayı yani Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün maksatları terk etmek lazımdır." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Dünyaya düşkün olmak, insanın ahiretine zarar verir. Ahiretini seven dünyada haramlardan sakınır. Bu böyle olunca, siz bakiyi fâni üzerine tercih ediniz!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@
.
Kötü olan gönül bağlamaktır
22 Haziran 2008 01:00
Zâhid olan, dünyaya düşkün olmayan âlimin iki rek'at namazı, zâhid olmayanın ömür boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır. Eshâb-ı kirâmdan bazıları, tâbi'înden bazılarına, siz Resûlullahın Eshâbından daha çok amel, ibâdet yapıyorsunuz. Fakat, onların zühdleri sizden çok olduğu için, sizden daha hayırlı idiler, demişlerdir. Abdullah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını temin için ve fukarâya yardım ve İslâmiyete hizmet için, çalışıp helâl mal kazanmak çok iyidir. Süleymân aleyhisselâm, emîr-ül-mü'minîn Osmân, Abdürrahmân bin Avf ve Eshâb-ı kirâmdan bazıları çok zengin idiler. Kötü olan, çok mal sahibi olmak değil, bunlara gönül bağlamaktadır. İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki: "Dünyada zahid ol, dünya malına bağlanma! Ahireti isteyici ol, onun için çalış! Her işinde Allahü teâlâyı hatırla. Böyle yaparsan, kurtulmuşlardan olursun. Ruhsat ve teviller ile uğraşan âlimden fayda gelmez." Zahid olarak bilinen fakat riyakâr olan biri, padişahın misafiri olmuştu. Sofraya oturduklarında, her zaman yediğinden daha az yedi. Namaza kalktıklarında her zamankinden daha yavaş kıldı. Padişahın, kendisini takdir etmesini istiyordu. Evine dönünce sofra kurdurdu, yemek istedi. Anlayışlı bir oğlu vardı. Babasına, "Sultanın ziyafetinde bir şey yemedin mi baba?" diye sordu. "Onların önünde ayıplamasınlar diye işe yarayacak kadar bir şey yemedim" dedi. Çocuk cevap verdi, "Öyleyse baba sen namazı da kaza et! Çünkü onu da işe yarayacak gibi kılmamışsındır!.." Gerçek manada zahid olabilmek için dini bilmek ve yaşamak gerekir. İmam-ı Muhammed hazretlerine mütehassıs olduğu tasavvuf bilgisinde niçin bir kitap yazmadığını sorduklarında, "Zühd ve takva, ancak, bütün işlerde dine uymakla, bâtıl, fasid ve mekruh sözleşmelerden sakınmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Alışveriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin bunların sahih ve helal olması şartlarını öğrenmesi gerekir. Bunun için, bu işlerin ilmihalini öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, alışveriş kitabını yazdım" buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Âlimlerin en hayırlısı fıkıh âlimleridir." "Fıkhı bilmeden ibadet etmek, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkmak gibidir." Tel: 0 212 - 454 38 2
Dünyaya düşkün olan doymaz!
23 Haziran 2008 01:00
Müslüman, dünyayı sevdiği, dünyaya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmayı emrettiği için çalışıp kazanmalıdır. Nefsinin kötü arzûlarına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken helâli harâmdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek dünyaya düşkün olmayı gösterir. Dünyaya düşkün olmak, büyük günâhtır. Allahü teâlâ emrettiği için çok çalışıp, çok kazanmak ve O'nun emrettiği gibi çalışıp, kazandığını, O'nun emrettiği yerlere sarf etmek, ibâdet yapmak olur. Çok sevâb olur. Ebu Süleyman Dârânî buyurdu ki: Dünyayı sevene, dünyaya düşkün olana her ne verilse doymaz, daha fazlasını ister. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri manevî oğlu, Hâce Evliyâ-i Kebîr'e vasiyetnâmesinde buyurdu ki: "Sana vasiyet ederim ey oğul ki, her hâlinde ilim, edeb ve takvâ üzere ol! Bid'at sâhipleri ile, sapık i'tikâdlı kimseler ile ve dünyaya düşkün olanlar ile arkadaşlık etme! Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını oku! Fıkıh bilgilerini bu âlimlerin kitaplarından öğren! Câhil tarîkatçılardan kaç! Şöhretten çok sakın! Şöhrette âfet vardır. Aslandan kaçar gibi, câhillerden kaç! Yediğini helâlden ye! Çok gülme, kahkaha ile gülmek kalbi öldürür. Herkese şefkat ve merhamet et! Kimseyi hakîr görme! Kimse ile münâkaşa etme! Kimseden bir şey isteme! Tasavvuf büyüklerine dil uzatma! Evliyâyı inkâr eden felâkete düşer. Mayan fıkıh, evin mescid olsun." Vüheyb bin Verd buyurdu ki: "Zühd; yani dünyaya düşkün olmamak dünya malına âit olan kayıplarına üzülmemek, ele geçen dünyalıklar ile de şımarmamaktır." Kalbinde Allah korkusu yerine dünya sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim olduğunu söylerse şaşılır, buna inananlara daha çok şaşılır. Buyuruyor ki: Şu iki kişinin çıkardığı fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyaya düşkün âlim ve ilimsiz sofu. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Dünyaya düşkün olmak, insanın âhiretine zarar verir. Âhiretini seven dünyada harâmlardan sakınır. Bu böyle olunca, siz bâkîyi fâni üzerine tercih ediniz!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
.
Çocuklarımıza yüce kitabımızı öğretelim!
24 Haziran 2008 01:00
Geçen hafta bir öğretim yılını daha geride bıraktık. Çocuklarımızın bir kısmı sınıf atladı, bir kısmı bir üst okula gitmeye hak kazandı. Bir kısmı da üniversitelerini, yüksek okullarını bitirerek hayata atılma hazırlığı içine girdiler. Bütün bu devreler, dönemler çocuklarımız için mutlaka geçilmesi, öğrenilmesi zaruri bilgilerle donatılması gereken önemli bir süreçtir. Bu süreçte çocuklarımızın donanımlı olması gereken bir alan daha vardır ki, o da her Müslüman için öğrenmesi zaruri olan dini bilgilerdir. Eğer bu ihmal edilirse, çocuklarımız topal ördeğe döner. Belki iyi okulları, iyi üniversiteleri bitirebilirler fakat, bu onları hiçbir zaman mutlu kılamaz. Eksik kalan bu manevi boşluğu hayat boyu her zaman hissederler. Kendilerini ruhen ve bedenen rahat ve huzurlu hissedemezler. Her zaman huzursuz olurlar. Çoğu bu huzursuzluğun kaynağını bilemediği için de ömürleri huzur arayışı içinde geçer. ÜMMETİN EN HAYIRLISI! Tabii ki bu sözlerimiz, dine inanan, dinin huzur kaynağı olduğunu kabul edenler içindir. İnanmayanlara bir sözümüz yoktur. Onların da inananlara bir sözü olmaması lazımdır. Fakat maalesef bu böyle olmuyor. Daha şimdiden, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın camilerde verdiği Kur'an-ı kerim kurslarını baltalamaya başladılar. Bazı basın organları bu kadarcık bile dini eğitime tahammül gösteremiyorlar. Halbuki, her sene yapılan bu kurslar zaten mecburi bir uygulama değil; çocuğunu ister gönderirsin, ister göndermezsin bu tepki neye. Maksat belli; çocuğuna bunları öğretmek isteyenlere de mani olmak. İnançsızların, inançsızlıklarındaki bu kararlılık bizlere ibret olmalı; gaflette olanlarımızı uyandırmalı. Müslümanlar, çocuklarına dinlerini öğretmeleri için ellerinden geleni yapmalı, gerekirse özel ders aldırarak yüce dinimiz öğretilmelidir. Yaz tatilinde çocuklarımıza hem tatil yaptırmalı hem de onlara zaruri din bilgileri öğretilmelidir. Her Müslüman, inancını kendisinden sonra gelen nesillere aktarmak zorundadır. Bu zaruri bir görevdir. Bu görev yapılmazsa, bir müddet sonra din yok olur. Vebal olarak bu bizlere yeter. Bir Müslümanın, bir Müslüman çocuğunun, tecvide uygun olarak kitabımız Kur'an-ı kerimi okuyamaması, namaz surelerini ve dualarını ezberlememesi, imanın, İslamın şartları, namaz, abdest gibi zaruri ilmihal bilgilerini bilmemesi kadar yanlış, affedilemez ihmal olamaz. Bu, yapılamayacak, altından kalkılamayacak bir yük de değil. Fakat bir iş, ne kadar kolay olursa olsun, onu yapmakta kararlılık gösterilmezse, ciddi bir şekilde üzerine eğilinmezse netice almak mümkün olmaz. Peygamber efendimiz, "Ümmetimin en hayırlısı, Kur'ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir" buyuruyor. Ülkemizde, bütün cami görevlileri yaz tatilinde çocuklarımıza yüce kitabımız Kur'an-ı kerimi öğretebilmek için seferber olmuş haldeler. Bütün bu imkanlara rağmen, bir Müslümanın kendisi veya çocukları Kur'an-ı kerimi bilmiyorsa bu, affedilecek, hoş görülecek bir davranış olamaz. YAPILACAK EN BÜYÜK KÖTÜLÜK! Bunun için anne-baba, çocuklarını camiye göndermeli, göndermekle kalmamalı, bunun takibini de yapmalıdır. Hatta imkanı olanlar ücretini verip, özel ders aldırmalı. Camide bir hocanın, 25-30 çocukla uğraşması, bir-iki çocuk ile ilgilenmesi bir değildir. İmkanı olan da olmayan da, Anadolu Liselerine, Fen Liselerine, üniversiteye hazırlık için milyarlarca parayı çekinmeden verirken, çocuğunun dini için 200-300 YTL gibi cüz'i bir parayı çok görmesini anlamak mümkün değil. Çocuğun ahiretine yatırım yapmayıp, sadece dünyası için yatırım yapmak ona yapılacak en büyük kötülüktür. Bu ilgisizlik, şuursuzluk devam ettiği takdirde, özellikle yurt dışında olan Müslümanların, iki-üç nesil sonra, çocuklarının adlarının, Hıristo, Yorgo, Hans, Corc, Jozef...olması kaçınılmaz olacaktır. Türkiye'de de, belki isimleri âdet olarak Ahmet, Mehmet, Ali olarak kalacak ancak inançları, yaşayışları bunlardan farklı olmayacaktır.
.
Resulullahın korktuğu şey!
24 Haziran 2008 01:00
Dünya muhabbeti, yani dünyaya düşkün olmak demek, nefsin arzularını, tatlı gelen şeyleri ve bunlara kavuşmanın sebebi olan parayı, haram yollardan aramak demektir. Dünyaya düşkün olmak, hayal peşinde koşmaktır. Çünkü, dünya lezzetlerinin zararları, faydalarından daha çoktur. Elde kalmaz, çabuk giderler. Bunlara kavuşmak ise, çok güçtür. Ukbe bin Amir buyurdu ki: "Resulullah, minbere çıktı. Kendisini minber üzerinde son görüşüm bu idi. (Benden sonra, müşrik olmanızdan korkmuyorum. Dünyaya düşkün olarak, birbirinizi öldürmenizden, böylece, geçmiş kavimler gibi, helak olmanızdan korkuyorum) buyurdu." Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: "Yâ Mûsâ! Kullarımdan en çok sevdiğim kimseler zâhid olanlardır. Bana en çok yaklaşan, haram ettiğim şeylerden kaçan kimsedir. Bana en çok sevgili olan, bana ibâdet ederken benim korkumdan ağlayan kimsedir." Rebî' bin Haysem hazretleri her sabah bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini hesaba çekerdi. İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhirette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır. Hazreti Ali buyurdu ki: "İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır." Bir padişah mühim bir işle karşılaştı. "Bu işin sonu istediğim gibi çıkarsa, zâhidlere yanî dünyaya, paraya düşkün olmayan kimselere bir kese para vereceğim" dedi. Dileği olunca, adağını yerine getirmesi için adamlarından birine, zâhidlere dağıtsın diye, bir kese dolusu para verdi. Vazîfelendirdiği kimse akıllı ve zekî idi. Bütün gün döndü, dolaştı, geceleyin geri geldi. Keseyi padişahın önüne koydu: "Zâhid bulamadım" dedi. Hükümdar sordu: "Bu da ne demek? Benim bildiğim, bu şehirde dört yüz kadar zâhid vardır" deyince şöyle cevap verdi: "Ey efendim, gerçek zâhid, para almıyor, alan da zaten zâhid değildir." Padişah güldü: Doğru söze ne denir, diye cevap verdi... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
.
Dini öğrenme ve yaşamada öncelik sırası
25 Haziran 2008 01:00
Dün, çocuklarımıza verilmesi zaruri olan dinî eğitimin öneminden bahsetmiştik. Cenab-ı Hak insanı hayvanlar gibi boşıboş bırakmamış; neyi yapacağını neyi yapmayacağını da bildirmiştir. Emirlerine uygun yaşayanlara sonsuz Cennet nimetlerini müjdelemiştir. Bu nimete kavuşabilmek için önem sırasına göre yapılacak ve yapılmayacak şeyleri öğrenmek ve amel etmek gerekir. Cenâb-ı Hakkın bütün insanlardan ilk önce istediği îmândır; son din olan İslâmiyete inanmalarıdır. Bir insanın îmânı yoksa, insanlara ne kadar iyi, faydalı iş yaparsa yapsın hiçbir faydası olmaz. Meselâ Edison ampulü bulmak suretiyle, gecelerin aydınlanmasına, bütün insanların rahat etmesine vesîle oldu. Fakat, Müslüman olmadığı için bu iyiliğin âhirette kendisine hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü Allahü teâlâ, bütün insanlardan, önce îmân etmelerini istiyor. Bundan sonra diğer emir ve yasaklarına uyulmasını istiyor. Îmân olmadıkça, diğer yapılanlar değerlendirmeye alınmayacaktır. Âhirette, önce îmândan sorulacaktır. Eğer imânı yoksa kişi, hiçbir iyiliğinin faydasını görmeyecektir. EHL-İ SÜNNET İNANCI İkinci olarak istenilen şey, îmânın yani inanılacak îmân bilgilerinin hakiki İslâm âlimlerinin bildirdiklerine uygun olmasıdır. Yani imânı, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, bu kimsenin yaptığı ibâdetlerin, kıldığı namazın, tuttuğu orucun, yaptığı hayır hasenâtın hiç mi hiç kıymeti olmaz. Çünkü Muhammed aleyhisselâma inanıp Müslüman olduktan sonra da, bu inanmanın, i'tikâdın, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi olması lâzımdır. Yani onların bildirdiği esaslar dahilinde olmalıdır. Rastgele bir îmân da makbûl değildir. Her bid'at sâhibinin, türedi reformcuların ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşerek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia ettikleri bozuk fikirleri geçerli değildir. Cehenneme gideceği hadîs-i şerîfle bildirilen 72 bozuk fırkanın hepsi bozuk fikirlerini Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia etmişlerdir. Îmânın, i'tikâdın bozukluğu o kadar büyük bir günâh, o kadar büyük suç ki, ibâdetleri yapmamanın, harâm işlemenin günâhı ile mukayese bile edilemez. Deniz yanında damla bile değildir. Bunun için îmânın düzgün olmasına çok önem vermeliyiz. Üçüncü olarak düzgün bir îmândan sonra, herkese lâzım olan şey, amel ile ilgili dinin emir ve yasaklarını öğrenmektir. Bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmaktır. İlk önce öğrenilecek ve yapılacak en önemli ibâdet de, namaz ve İslamın diğer oruç, zekat, hac... gibi emirleridir. Namazın dinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Âhirette îmândan sonra, namazdan sorulacaktır. Namaz dinin direğidir. Direk olmaz ise bina ayakta kalamaz, eninde sonunda yıkılır. Namaz kılmayanın diğer ibâdetleri kabûl olmaz, yani va'dedilen o büyük sevâba kavuşamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, "Kıyâmet günü, îmândan sonra, ilk suâl namazdan olacaktır." "Allahü teâlâ buyuracak ki: Ey kulum, namaz hesâbının altından kalkarsan, kurtuluş senindir. Öteki hesapları kolaylaştırırım!" DİN İLMİHALDEN ÖĞRENİLİR İ'tikâdı düzeltmeden önce dinin emir ve yasaklarını öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzelmedikçe de, ibâdetlerin faydası olmaz. Din, bu üç esas üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar da ancak, ilim sahibi olmakla elde edilir. Bunun için dinimiz ilim öğrenmeye ve öğretmeye çok önem vermiştir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Bir kimse din âlimlerinin ve sâlihlerin yani İslâmın beş şartını devam üzere yapanların yanına gitse, her bir adımına Hak teâlâ, kabûl olmuş nâfile bir hac sevâbı ihsân eder. Zîrâ, âlimleri ve sâlihleri Hak teâlâ sever. Allahü teâlânın evi olsaydı, bu kimse o evi ziyâret eyleseydi, ancak bu sevâbı kazanırdı." Dînini öğrenmeyenin dîni, îmânı gider de haberi olmaz. Din düşmanlarının yalanlarına aldanıp kâfir olur. Dînini de, doğrudan doğruya, tefsirlerden, meâllerden, hadîs-i şerîf kitaplarından öğrenmek isteyen yanlış anlar, sapıtır, hak yoldan ayrılmış olur da haberi olmaz. Bunun için dinimizi, "Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye" gibi nakli esas alan muteber ilmihal kitaplarından öğrenmeliyiz
.
Akıllı olmanın alameti
25 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri akıllı kimselerdi. Bunun için akıllı kimselerle görüşürler, akıllı kimseleri dost edinirlerdi. Onların nezdinde, akıllı olmak çok para kazmak, çok zengin olmak değildi, onlara göre akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimseydi. Çünkü, hadis-i şerifte, "Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler" buyuruldu. Peygamberlerden sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, onların vârisi olan âlimler ve onlara yakın olanlardır. Kur'an-ı kerimde de mealen, "Allah'tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar" (Fatır 28) buyuruldu. Akıllı insan, nimet sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca O'na isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur. Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, "Günahları bıraktığıma göre, artık Allah'tan niçin korkayım" diyebilir. Allah'tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur." Peygamber efendimize sual edildi ki: "Ya Resulallah en âlim kimdir?", "En akıllı olandır", "En çok kim ibadet eder?", "Aklı en çok olan", "En faziletli kimdir?", "Aklı en üstün olandır." Demek ki, ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz, "Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır" buyurdu. İbn-i Hibbân buyurdu ki: "Akıl, insanın doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesini te'mîn eder. Akıldan daha kıymetli bir sermâye yoktur. Kişinin dîninin kemâli (olgunluğu), aklının kemâline göredir. Kişinin güzel ahlâkı sevmesi, kötü ahlâkı terk etmesi, aklının bulunduğunun alâmetidir. Allahü teâlânın, insanlara ihsân ettiği ni'metlerin en büyüklerinden birisi akıl ni'metidir." T
.
Akıllı olmanın alameti
26 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri akıllı kimselerdi. Bunun için akıllı kimselerle görüşürler, akıllı kimseleri dost edinirlerdi. Onların nezdinde, akıllı olmak çok para kazmak, çok zengin olmak değildi, onlara göre akıllı kimse ise, Allahü teâlânın emrettiklerini yapan, yasakladıklarından kaçan kimseydi. Çünkü, hadis-i şerifte, "Akıllı kimse, nefsine uymaz ve ibadet eder. Ahmak da nefsine uyar, sonra da Allahü teâlânın rahmetini bekler" buyuruldu. Peygamberlerden sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan, onların vârisi olan âlimler ve onlara yakın olanlardır. Kur'an-ı kerimde de mealen, "Allah'tan, kulları içinde, ancak âlimler korkar" (Fatır 28) buyuruldu. Akıllı insan, nimet sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca O'na isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur. Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, "Günahları bıraktığıma göre, artık Allah'tan niçin korkayım" diyebilir. Allah'tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur." Peygamber efendimize sual edildi ki: "Ya Resulallah en âlim kimdir?", "En akıllı olandır", "En çok kim ibadet eder?", "Aklı en çok olan", "En faziletli kimdir?", "Aklı en üstün olandır." Demek ki, ilmi ve ibadeti çok olan daha akıllıdır. Bir kimsenin akıllı olduğu nasıl bilineceği sual edildiğinde Peygamber efendimiz, "Haramlardan daha çok kaçan, hayırlı işlere daha çok koşan daha akıllıdır" buyurdu. İbn-i Hibbân buyurdu ki: "Akıl, insanın doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilmesini te'mîn eder. Akıldan daha kıymetli bir sermâye yoktur. Kişinin dîninin kemâli (olgunluğu), aklının kemâline göredir. Kişinin güzel ahlâkı sevmesi, kötü ahlâkı terk etmesi, aklının bulunduğunun alâmetidir. Allahü teâlânın, insanlara ihsân ettiği ni'metlerin en büyüklerinden birisi akıl ni'metidir." >
Akıllı kimse herkesle iyi geçinir
28 Haziran 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir özelliği de herkesle iyi geçinmeleridir. Çünkü herkesle iyi geçinmek akıllılık alametidir. Ancak akıllı kimse iyi geçinir. Hadis-i şerifte, "İyi geçinmek aklın başıdır. İyi geçinmek aklın yarısıdır" buyuruldu. Akıllı kimse, iyi insanla zaten iyi geçinir. Kötü insanı da, idare ederek, ona müdarada bulunarak iyi geçinir. Onun düşmanlığını kazanmaz. Fakat müdahene etmez. Hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, farzları emrettiği gibi, müdara etmemi de emretti" buyuruldu. (Müdara, İslamiyet'in dışına çıkmadan, dünyalık vererek gönlünü almaktır. Müdahene, birinin gönlünü alırken, İslamiyet'in dışına çıkmak, dinden taviz vermek günaha girmektir.) Akıllı kimse, müdara ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olur. Herkesle müdara ederek sohbet eder. Yani, hep tatlı dilli ve güler yüzlü olur. İyi ve kötü, herkes ile karşılaşınca, böyle davranır. Fakat, kötülere ve sapıklara müdahene etmez, onun sapık yolundan razı olduğunu zan ettirmez. İbrahim Hakkı hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, insanlarla iyi geçinmemizi emrederek hadis-i kudside, "Kötülük edene iyilik eden, gelmeyene giden, uzak durana yaklaşan, yemek vermeyene yemek veren, en üstün olandır. Affedin, ayıp örtün, merhamet edin ki merhamete kavuşun! İnsanlara karşı iyi huylu olanı severim ve insanlara onu sevdiririm" buyurdu. İbn-i Hibbân buyurdu ki: "İnsanlara, sözlerinde ve işlerinde dâima muhalefet edip karşı çıkmak, karşıdakinin kızgınlık ve kin beslemesine sebeb olur. Bu, münâkaşa gibidir. Münâkaşa insana düşmanlık kazandırır. İnsanların sözlerine ve işlerine devamlı muhalefet edip karşı çıkmanın zararı, faydasından çoktur. Zaten insanların birbirine sövüp, çirkin sözler söylemesi de bu gibi davranışlardan ileri gelmektedir. İnsanların birbirine sövüp sayması daha ileri bir seviyeye varınca, öldürme hâdiseleri de doğabilir. İki kişi arasında münâzara ve birbirinin sözüne ve işine karşı çıkma olunca, mutlaka ikisinin de kalbi birbirine karşı bozulup, aralarında bir soğukluk hâsıl olduğu gibi, gizli bir düşmanlık da meydana gelir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
.
Akıllı kimse...
1 Temmuz 2008 01:00
İbn-i Hibbân buyurdu ki: "Akıllı kimse, adımı atmadan önce basacağı yeri iyice görür, sonra oraya adımını atar. Düşmanı ile tamamen irtibâtı kesmez. İhtiyâcını gidermek için kısmen de olsa ona yaklaşır. Fakat tam olarak yaklaşmaz. Çünkü, düşman bundan cesâret alıp, aleyhine bir iş yapabilir. Akıllı kimse, mutlaka lâzım olan kimselere, üstesinden gelinmeyen şiddetli düşmana da (açıkça) düşmanlık yapmaz. Çünkü böyle bir düşmana güç yetmez. Ona düşmanlık ise fayda getirmez. Bilakis zarar verir." "Akıllı kimse, dost ve kardeş edindiği kimseleri, meşakkat ve sıkıntıya sokmaz, onları bıktırıp, usandırmaz. Buna sebep olacak davranışlardan kaçınır... Çünkü bir anne bile, emzirdiği çocuğunu, kendisine sıkıntı verince kucağında tutmayıp bir yere bırakır." "Akıllı kimse, bayağı ve düşük kimselerle arkadaş olmaz. Onları dost edinmez. Öyle kimseler, yılan gibidir. Onların zehirden başka sermâyesi yoktur." "Akıllı kimse, hiçbir zaman düşmanından emîn olmaz, ona güvenmez." "Akıllı kimseye, sâlih ve iyi insanlarla beraber olup, kötü ve fasık kimselerden, uzak kalması yaraşır. İyi ve sâlih kişilerle sevgi köprüsü, çok çabuk kurulup, bu sevginin kesilmesi çok geç olur. Kötü kimselerle ise, sevgi bağı zor kurulup, çabuk çözülür. Kötü kimselerle beraber olmak, iyi ve sâlih kimseler hakkında kötü zanda bulunmayı doğurur. Kötü kimselerle dost olan, onların cemaatine girmekten kurtulamaz." "Akıllı kimse, sevdiğini söyledikten sonra, artık iki renkli ve iki kalbli olmaz. O, içi dışına, sözü, işine uygun bir kimsedir." "Ahmak kimsenin alâmetleri: Sür'atli cevap vermek. Tedbiri terk etmek. Çok gülmek. Çok iltifât etmek, iyi ve seçilmiş kimselere çirkin sözler söylemek. Şerli kötü kimselerle düşüp kalkmaktır." "Ahmak kimse, sen ondan yüz çevirirsen, üzülür. Ona gidersen, fırsat kollar. Yumuşak davranırsan, kabalık yapar, kaba davranırsan sana yumuşaklık gösterir. Kötülük yaparsan iyilik yapar, iyilik yaparsan, kötülükle mukâbele eder. Ona haksızlık yapılırsa, istenildiği kadar elindeki alınabilir. Adâletle muâmele edilirse, haksızlık yapmaya kalkışır." > Te
Her işte orta yolda olmalı...
27 Haziran 2008 01:00
Akıllı Müslüman, tedbirli, ihtiyatlı olur. Sebeplere yapışır, önce devesini bağlar sonra tevekkül eder. Müslümana güvenilir, fakat bu güven onu tedbir almaktan alıkoymaz. Ödünç verince senet yapılır. Mal çalınacak yere konmaz. Her işte tedbir alınır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Zebur'da bildirildi ki; akıllı kimse, diline sahip olur, işine yönelir ve en sağlam dostuna karşı bile ihtiyatlı olur." "Sevdiğin kimseyi itidalli sev, bir gün düşman olabilir, sevmediğine de itidalli ol, bir gün dost olabilir." Akıllı kimse, her işte orta yolda olmayı tercih eder. Arkadaşına, ne haddinden fazla güvenir, ne de ona hep güvensizlik içinde olur. Onun da insan olduğunu şeytana uyabileceğini düşünerek tedbiri elden bırakmaz. Buyuruldu ki: "Akıllı kimse, hastalık ve tehlike gibi bir musîbet gelmeden önce tedbirini alandır." "Akıllı kimse, konuşması istenmeden konuşmaya başlamaz. Bir zarûret olmadan, cevapta acele etmez." "Akıllı olan, hiç kimseyi küçük görmez. Çünkü sultânı hor gören, dünyâda rahatını bozar. Sultân olmadan emniyet ve güven olmaz. Sâlih kimseleri hor gören, dîni husûsunda zarara uğrar. Çünkü, böyle kimseler, insana Allahü teâlâyı ve âhireti hatırlatır. Dostlarını ve arkadaşlarını küçümseyen, vakar ve asâletini kaybeder. Diğer insanları beğenmeyip, onları aşağılayan, onların kötülüğünden emîn olmaz." "Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremeyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz." "Akıllı kimse hayrı gördüğünde ona tâbi olan, şerri gördüğünde ondan kaçınan kimsedir." "Akıllı kimse, korktuğu başına gelmeden önce, onun çaresine bakar." "Akıllı olan kimse, ihtiyâcı olduğu kadar konuşur ve fazlasından vazgeçer." "Akıllı kimse dünyâsının harap olmasına aldırmaz, âhiretini mamûr etmenin yollarını arar. Akılsız kimse ise, âhireti vîrân edip, dünyâsını mamûr eder." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
.
Hakkı batıldan ayıran nur
29 Haziran 2008 01:00
Akıllı kimse, zararını kârını bilen kimsedir. Nereye ne kadar yatırım yapacağını bilen kimsedir. Geçici dünya hayatından sonra ebedi ahiret hayatının olduğunu bilen kimsedir. Dolayısı ile yatırımını da ona göre yapan kimsedir. Ölümü ve öldükten sonra başına gelecekleri bilen kimsedir. Öldükten sonra başına gelecekleri düşünmeyen kimseye akıllı denilemez Kendini sonsuz tehlikeye atana akıllı denir mi? Kur'an-ı kerimde sık sık "Düşünmüyor musunuz?" diye ikaz edilmektedir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: "Aklı olmayanın dini de yoktur.", "Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.", "Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.", "Akıl imandandır." Eğen bir kimse, hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, kârı zarardan ayırt edemiyorsa buna akıllı denemez. Nitekim, hadis-i şerifte, "Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur" buyuruldu. Şu hâlde hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayıramayana akıllı denmez. İbn-i Hibbân buyurdu ki: "Akıllı kimsenin sözü mutedil ve düzgündür. Câhilin sözü ise, tenakuz (çelişki) ve birbirine zıt şeylerle doludur." "Akıllı kimseye, ahlâkı güzel, susması uzun olması yaraşır. Çünkü bunlar, Peygamberlerin ahlâkındandır. Fazla konuşup, kötü ahlâklı olmak, eşkıyanın (kötü kimselerin) huylarındandır." "Akıllı kimse diline sahip olur. Allahü teâlâ dili, bedenin diğer uzuvlarına üstün kıldı. Onun derecesini yükseltti. Çünkü, Allahü teâlâ kendi birliğini, ortağı olmadığını, vücûdun diğer kısımları arasından ona söyletti. Öyleyse, akıllı bir kimsenin, Allahü teâlânın kendi birliğini ve büyüklüğünü konuşturmak için yarattığı böyle bir âleti, yalana alıştırması asla yakışmaz. Bilakis, insana, dilini devamlı doğruyu söylemeye, dünyâ ve âhirette kendisine fâide verecek şeylere alıştırması lâzımdır. Dil neye alıştırılırsa, onu ister, onu konuşur. Yalana alıştırılırsa, yalan söylemeye başlar." "Akıllı kimse, her zaman kalbini kontrol eder. Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapıp, yasak ettiklerinden sakınır. Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve emirlerini yapmakta gevşeklik etmeyip, uyanık olur. Böyle olan kişi işlerinde tedbirli olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21
.
Ya hayır söyle ya sus!
30 Haziran 2008 01:00
İslam büyükleri az ve öz konuşurlardı. Faydasız bir söz etmezlerdi. Çünkü, Resûlullah efendimiz, "Allahü teâlâya ve âhiret gününe îmân eden kimse, hayır söylesin yahut sussun" buyurdu. Lokman Hakîm buyurdu ki: "Susmak hikmettendir. Fakat bunu yapan az." Karîzî buyurdu ki: "Az konuş. Sözün şerrinden Allahü teâlâya sığın. Çünkü belâ, ağızdan çıkan sözle yan yanadır." İbn-i Mübârek buyurdu ki: "Bu dil, kalbin habercisidir. Söz kişinin aklının miktarını gösterir." Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: "İki şey kalbi katılaştırır; çok konuşmak ve çok yemek." Ömer bin Hattâb buyurdu ki: "Çok konuşan, çok hatâ yapar. Çok hatâ yapanın hayâsı (utanması) az olur. Hayâsı az olanın vera'ı az olur. Vera'sı az olanın, kalbi ölür." Muhammed bin Zencî buyurdu ki: "Susması fazla olan kimse, birçok hatâ ve günahtan kendisini korumuş olur. Sözlerine dikkat et. Yoksa sözü söyledikten sonra, keşke bu sözü söylemeseydim, demeyesin." Müverrik el-lclî buyurdu ki: "Bir şey vardır ki, yirmi senedir ve hâlâ onu elde etmek için uğraşıyorum. Bu, beni ilgilendirmeyen şeyi konuşmamak." Resûlullah efendimiz şöyle buyurdular: "Doğruluğa sarılınız. Çünkü doğruluk, hayra, hayır ise Cennete götürür. Şüphesiz, kişi doğru söyler ve Allahü teâlânın katında sıddîk diye yazılır. Yalandan sakınınız. Çünkü yalan, kötülüğe, kötülük ise Cehenneme götürür. Kişi yalan söyler ve Allahü teâlânın katında çok yalancı diye yazılır." Abdullah bin Amr buyurdu ki: "Seni ilgilendirmeyen şeyi konuşma. Nasıl paranı zayi ettiğin zaman üzülüyorsun, dilin faydasız söyleri için de üzül." "İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikram görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmeyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir." "Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sahibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ (utanma duygusu). Asâlet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; hilm (yumuşaklık). Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
.
En güzel eğitim şekli, hâl ile örnek olmaktır
1 Temmuz 2008 01:00
Zamanımızda hemen hemen her aile, çocuklarının kendilerini dinlemediklerinden şikâyetçiler... Bunda, çocuğun yetiştiği çevrenin, günümüz şartlarının önemli bir rolü varsa da, çocuğun örnek alacak kimse bulamaması da önemli bir etkendir. Bunun için bilhassa anne baba çocuklarına iyi bir örnek olmalıdır. Ana-babanın çocuğuna söylediği sözlerin, nasihatlerin tesirli olması için, önce kendilerinin sözlerine uygun yaşamaları lazımdır. Aksi hâlde sözlerinin tesiri olmaz. Ana-baba, çocuğunun gözü önünde her türlü yalanı söyler, sonra da, "Oğlum, sakın yalan söyleme! Yalan çok zararlıdır" derse, bu sözün çocuk üzerindeki olumlu etkisi ne kadar olur! Mesela, anne-baba çocuğa namaz kılmasını, doğru sözlü ve iffetli olmasını tembih edecekse, önce kendilerinin namazlarını muntazaman kılması, doğru sözlü ve namuslu olması şarttır. İmam-ı a'zam zamanında, bir ailenin çocuğu fazla bal yemekten hasta oldu. Babası, bu çocuğu alıp, İmam-ı a'zam hazretlerine getirdi. Kendisine durumu anlattı. Çocuğa bal yememesi için nasihat etmesini rica etti. İmam-ı a'zam hazretleri, çocuğun kırk gün sonra getirilmesini istedi. DAHA ÖNCE NİÇİN SÖYLEMEDİNİZ? Adam, "Bir hikmeti vardır" diyerek dönüp evine gitti. Kırk günün bitiminde büyük bir sabırsızlıkla, İmam-ı a'zamın evinin yolunu tuttu. İmam-ı a'zam hazretleri çocuğu karşısına alarak şöyle bir nasihatte bulundu: - Evladım, sakın bir daha fazla miktarda bal yeme! Şaşkın şaşkın bakan çocuğun babası şöyle konuştu: - İş bu kadar kolaydı da, neden ilk geldiğimiz zaman bunu söylemediniz? - O gün, ben bal yemiştim. Çocuğa, "Bal yeme" desem, sözümün tesiri olmazdı. Vücudumda balın tesiri oldukça, yapacağım nasihatin bir faydası olmayacaktı. Bunun için, kırk gün sonra gelmenizi istemiştim. Bir baba, çocuğunun yalan söylememesini arzu ediyor ise, kendi şahsında asla bir yalancılık örneği vermemelidir! Kendi elimizle ve dilimizle çocuğa yalancılık tohumlarını ekmemeliyiz. Çocuk bir suç işler, babası onu terbiye etmeye teşebbüs ederken, annesi atılır ve, "Babası! Onu benim çocuğum yapmadı, benim çocuğum öyle şey yapmaz" derse, çocuğa, annesinin eliyle o andan itibaren yalancılık tohumu ekilmiş olur. Bu tohumlar, her mevsimde dal ve kök salarak büyür, en kısa zamanda filizlenmeye başlar ve kısa bir zaman sonra da meyvesini verir. Bu davranış, ayrıca çocuğun gözünde babanın şahsiyetini de küçültür. Çünkü o andan itibaren çocuk, babasının ahmak, anlayışsız ve idraksiz olduğuna; işlediği suçun kendi tarafından yapılıp yapılamayacağını anlamayacak kadar ahmak olduğuna hükmeder. Artık çocuğun gözünde babasının bostan korkuluğundan farkı kalmaz. Bazı kimseler, birisi gelip, kapının zilini çaldığında, kendisi de gelenin kim olduğunu pencereden görerek, onunla görüşmek istemediği için, çocuğunu kapıya gönderip, "Babam evde yok" diye söyletmektedirler. YALANCILIK TOHUMU EKMEMELİYİZ İşte böyle bir hareket, o andan itibaren çocuğun kafasını karıştırır. "Babam hem evde, hem de bana yok dedirtti" diye düşünmeye başlar ve bu girift bilmeceyi halledemez. Çocuğun ruhuna, o dakikadan itibaren, babasının eliyle yalancılık tohumu ekilmiş olur. Ruhunun derinliklerinde yeşeren, gelişip büyüyen yalancılık meyvesini de ilk defa babası tattırmış olur. Çoğu zaman da, baba, çocukların istedikleri şeyleri, "Bugün alırım, yarın alırım, bugün unuttum" gibi sözlerle, çocuklarının isteklerini unutturmak ister. Aslında çocuk isteğini unutmamıştır. Kendinin aldatıldığını hafızasına yerleştirmiştir. Yılan yumurtasından yılan, yalancılıktan da yalan doğmaktadır. Herkes ektiğini biçer. Hatta rüzgâr eken fırtına biçer. En güzel eğitim, öğretim şekli hâl ile örnek olmaktır. Bunun içindir ki, "lisan-ı hâl, lisan-ı kalden entaktır" demişlerdir. Hâl hareket ile, örnek olarak yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. İslama, İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur.
.
Çocuk terbiyesinde orta yol
2 Temmuz 2008 01:00
Çocuk terbiyesi en zor işlerden biridir. Zor olduğu kadar da faydalı bir iştir. Çünkü, dinimizi öğretme işini bizden sonra onlar devam ettirecektir. Onlara öğrettiğimiz faydalı bir işten dolayı, bu faydalı işi yaptığı müddetçe bize de sevap yazılacaktır. Çünkü hadis-i şerifte, "Bir Müslümanın evladı ibadet edince, kazandığı sevap kadar, babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günah işler öğretirse, bu çocuk ne kadar günah işlerse, babasına da, o kadar günah yazılır" buyurulmuştur. Bunun için çocuk terbiyesi üzerinde önemle durmalıyız. Terbiyede nefret ettirmemeliyiz. Çocuğu terbiyede, devamlı sertlikten kaçınmalı, gerçekleri yumuşaklıkla dile getirmelidir. Orta yolu elden kaçırmamalıdır. Yavaş yağan rahmet, yeri kabartır ve toprağın derinliklerine kadar işler. Sağanak hâlindeki yağmurlar, hem ekinleri, hem de toprağın en verimli kısmını alır götürür. Atalarımız, bunun için "Söz var kestire başı, söz var kese savaşı" demişlerdir. Bir doğruyu, çocuğun anlayabileceği metot ile ifade etmek gerekir. Gerek bir vazifenin telkininde, gerekse bir kötülükten sakınmasını tembihte metodumuz bu olmalıdır. AŞIRI SERTLİK UZAKLAŞTIRIR Terbiye usulünde çocuğun seviyesine inmek değil, onun anlayacağı bir ifade tarzı ile doğruları dile getirmeye ve çocuğu ahlâken yüksek bir seviyeye ulaştırmaya gayret etmek gerekir. Baba ve annelerden bazıları, çocuğun seviyesine ineyim derken, çocuklaşmakta ve onlarla yüzgöz olduğu için de sözünü dinletememektedirler. Terbiyede sertlik, iyi netice vermemektedir. Mühim olan, etrafa korku salmak değil, çocuğa vazifeyi sevdirebilmektir. Resulullahın her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Malik hazretleri diyor ki: "Resulullaha on sene hizmet ettim. Onun bana yaptığı hizmet, benim Ona yaptığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim." Aşırı sertlik, her şeye müdahale, ölçüyü kaçırmak ve ileri gitmek olur. Hiç ses çıkarmamak ve hatalarına göz yummak da eksikliktir. Dinimiz orta yolu ve itidali tavsiye etmektedir. Kabahati yapan çocuğun küçüklüğüne değil, işlenen işin kötülüğüne bakarak, gereken tedbiri almalı ve fenalığın önüne geçmeye çalışmalıdır. Devamlı sertlik, çocuğun üzerinde olumsuz tesir meydana getirir. Ara sıra latife ve şaka yapmak, onları tabiî bir hâle döndürür. Resulullah efendimizin küçük çocuklara latife yaptığı olmuştur. Çocuk terbiyesinde başarılı olabilmek için, önce anne ve babaları eğitmek ve İslâmın terbiye sisteminden haberdar kılmak lazımdır. Zira terbiyeli çocuğu, ancak edepli anne ve baba yetiştirebilir. Çocuk, ana baba elinde bir emanettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. EN TEHLİKELİ DÜŞMAN! Çocuklara iman, Kur'an ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadette anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Tahrim suresinin 6. ayet-i kerimesinde mealen buyuruluyor ki: "Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz." Bir babanın, evladını cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı, farzları ve haramları öğretmekle ve ibadete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenalıkların başı, fena arkadaştır. Kötü arkadaş da, sokaktan ve kontrolsüz yaşayıştan elde edilir. İnsanın üç büyük düşmanı olan, nefis, şeytan ve kötü arkadaştan en tehlikelisi, kötü arkadaştır. Bunun için her ana-baba çocuğunu takip etmelidir. Kimlerle arkadaşlık kuruyor, nerelere gidip geliyor. Hal hareketleri nasıldır, bunları adım adım takip etmelidir. Başıboş bırakılan çocuğu sokak yetiştirir. Eskiden gence evde verilen bir İslâm terbiyesine karşı, sokak yâni cemiyet, toplum dokuz veriyordu. Şimdi tersi oldu, evde verilen on terbiyenin dokuzunu sokağa, cemiyete çıktığı zaman kaybediyor.
.
Kalbin rahat olması için
2 Temmuz 2008 01:00
İbn-i Hibbân buyurdu ki: "Akıllı kimseye lâzım olan, kendi ayıplarıyla meşgûl olmakla beraber, insanların ayıplarını araştırmamasıdır. Kendi ayıplarını görüp, başkasının ayıplarıyla uğraşmayan kimsenin kalbi rahat olur. Kendi ayıbını gören kimseye, başkasının ayıbı büyük gelmez. Başkasının ayıplarıyla uğraşacağım diye, kendi ayıp ve kusurlarını unutan kimsenin kalbi körelir, bedeni yorulur, ayıplarını terk etmek ona zor gelir. Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Âdemoğlu ihtiyârlar, fakat onda iki şey genç kalır. Hırs ve hased (çekememezlik)." "Akıllı kimseye lâyık olan, her zaman hasedden kaçmasıdır. " "Akıllı kimse odur ki, Müslüman kardeşini kıskanma duygusu içine doğduğu zaman, bütün gücüyle onu gizlemeye, hatırına gelen bu kötü düşünceyi yenmeye çalışır." "Akıllı insan, her hâl-ü kârda başkasından bir şey istemekten uzak durur. Çünkü başkasından bir şey istemeye yönelmek, insanın içinde, aşağılık duygusunu doğurur." Mutarrif bin Abdullah bin eş-Şıhhîr, kardeşinin oğluna dedi ki: "Oğlum! Senin için bir ihtiyâç olduğu zaman bana yaz. Çünkü ben, senin isteme zilletine düşmeni istemem." "Akıllı insan, her işinde yumuşak olur. Aceleyi ve hafifliği terk eder. Allahü teâlâ, yumuşaklığı sever. Yumuşaklıktan nasîbi olmayanın ise, hayırdan nasîbi yoktur." "Akıllı kimse, başkası için bâki (devamlı) olmayan şeyin, kendisi için bâki olmadığını bilir." "Akıllı kimse odur ki, dünyâya ve onun süsüne ve güzelliğine aldanmaz. Dünyâ ile meşgûl olması, âhiretine mâni olmaz." "Akıllı kimse, dünyâya düşkün olmaz. Eğer insanın hırslı oluşu Allahü teâlânın emirlerini yapmak için olursa, bu güzeldir." "Akıllı kimse, kötü arkadaş edinmez. Çünkü o, Cehennem ateşinden bir parçadır. Ne sevgisi doğrudur, ne de sözünde sâdıktır." "Akıllı kimse, ahmağa cevap vermez. Çünkü ahmağa verilecek cevap sükûttur." "Akıllı kimse kardeşinin iyi ve kötü amelini araştırmaz. Çünkü bu tecessüstür." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Dost edinmede ölçü
3 Temmuz 2008 01:00
Muhammed bin İbrâhîm el-Basrî buyurdu ki: "Sen denemedikçe, görünüşüne aldanıp da bir kimseyi arkadaş ve dost edinme. Nice kimseyi sâdece görünüşüne bakarak, durumunu bilmeden dost edindim. Bana güler yüzlü tatlı sözlü idi. Daha sonra araştırınca, bunu içten gelen bir sevgi ile yapmadığını gördüm. Böyle kimseleri dost edinme. İçten sevenleri kendine dost edin. Böyle bir dost bulabilirsen, kendine büyük ni'met bil." "Dostluktan sonra düşmanlık, çok kötü bir iştir. Bu, akıllı kişinin yapacağı iş değildir. Fakat insanlık icâbı böyle bir duruma düşürülürse, yine de anlaşabilecek, birbirlerine yaklaşabilecek açık bir kapı bırakmak lâzımdır." Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "Sâlih kimse ile beraber olan kimsenin hâli, misk satan kimse ile bulunan gibidir. Eğer o, ondan bir şey satın almasa bile, onun kokusundan istifâde eder. Kötü kimseyle oturanın hâli ise, körük çeken demircinin hâline benzer. Onun yaktığı ateş ona isâbet etmese de, bir kıvılcım isâbet edip, bir yerini yakabilir." Süfyân bin Uyeyne buyurdu ki: "Kim sâlih bir kimseyi severse, onu dost edinirse Allahü teâlâyı sevmiş olur. Çünkü sâlih kimseler, insanları Allahü teâlânın râzı olduğu şeylere da'vet ederler." Mâlik bin Dînâr buyurdu ki: "Sâlih, iyi kimselerle taş taşımak, kötü kimselerle helva yemekten daha hayırlıdır." İbrâhîm bin Sikle buyurdu ki: "Bir kimsede sevdiğin veya sevmediğin şeyleri görürsen, onun kalbi ile dilinin birbirine uyup uymadığını, onun sözüne ne derecede sâdık olduğunu ölçebilirsin. Sen kimsenin kalbinde gizlediği şeyi bilemezsin. Ancak sen, insanlar hakkında dillerinden çıkana ve zâhirlerine göre muâmele yap." Buyuruldu ki: "Kötü kimselerle beraber bulunmak, Cehennemden bir ateş parçasıdır. Onlarla beraber olmak, insanda kin meydana getirir. Onlar sevgiye lâyık değildirler." "Şu dört şey, kişiye saâdet ve huzûr verir. Münâsip bir hanım, hayırlı evlât, sâlih ve takvâ sahibi arkadaş, yiyecek-içecek ihtiyâcını bulunduğu yerden karşılayabilmek
.
Gerçek sevgi samimiyet ister!
4 Temmuz 2008 01:00
İslam büyükleri, dünyaya önem vermezlerdi. Dünya hayatının geçici olduğunu, ebedi olarak kalınacak yerin ahiret olduğunu bilirlerdi. Bu hususta onlar, Peygamber efendimizin, "İnsanların bir kısmı 'Dünya çocuğu', bir kısmı da 'Âhiret çocuğu'dur. Siz, 'Âhiret çocuğu' olunuz" meâlindeki hadisi şerifleri ile amel ederlerdi. İmam Taberânî, Hazreti Enes'ten rivayet eder: "Ben, bir gün Resulullâhın huzuruna çıkmıştım. O, mübarek eliyle bir şeyi defediyordu. Ben "Bu defettiğiniz şey nedir, yâ Resulallâh?" diye sordum, "Dünya, bana sokulmak istiyor, ben de ona, 'Benden uzak ol!' diyorum, yâ Enes" buyurdular. Ebû Hâzım buyurdu ki: "Dünyaya değer veren bir kimse, yarın huzur-i ilâhiyede tutulacak ve "Bu kul, Allah'ın tahkir ettiğini tazim eden, değer verendir!" denilecek. Utancından yüzündeki etler düşecek. Kalbinde dünya muhabbeti bulunduğu halde 'Ben Allahı seviyorum!' iddiasında bulunan bir kimse, yalancıdır. Çünkü sevgilinin kerih gördüğünü kerih görmek, sevmenin şartındandır. Malik bin Dinar buyurdu ki: Cenâb-ı Hakkın, şehevî arzularını kendi itâati üzerine tercih eden bir âlime vereceği musibetlerin en hafifi, kendisine münâcatta bulunmak lezzetinden mahrum edilmesi olacaktır!" Hasan Basrî buyurdu ki: "Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlara göre dünya; sahibine iâde edilmek üzere emânet edilmiş bir şey idi.. Kolayca ve hafifçe âhirete göçmeleri de bundandı." Süfyan bin Uyeyne buyurdu ki: "Âbid ve zahitlerin zikr-i ilâhiye çokça devam etmeleri, dünyayı kendilerinden uzaklaştırmak içindir. Zira onlar Allah'ı andıkça, dünya onlardan uzaklaşır; zikirden ayrıldıkça da onlara sokulur." Vehb bin Münebbih buyurdu ki: "Ey arkadaşlar! Geliniz, insanların, hakkında tevbe etmeyi bıraktıkları bir günahtan tevbe edelim!" Ona, "Nedir bu günah?" diye sormuşlar. O da, şu cevabı vermiştir: "Dünyayı sevmek! İleride öyle insanlar gelecek ki, kalblerini tamamen dünya sevgisiyle dolduracaklar. Hattâ dünyaya ve dünyâ adamlarına tapacaklar!.." Hadis-i şerifte, "Dünyayı seven, ahiretine zarar verir. Ahireti seven, dünyasına zarar verir. O halde, devamlı olanı, geçici olana tercih etmelidir" buyuruldu. >> Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
.
Ahirete faydası olmayan kıymetsizdir!
5 Temmuz 2008 01:00
İslam büyüklerinin nezdinde, ahirette insana faydası olan şey kıymetliydi. Faydası olmayacak şeyler ne olursa olsun kıymetsizdi. Hatta zararlı idi. Allahü teâlânın kıymet verdiği ve her şeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmaya ve başa geçmeye vesile edenlere, bu ilim zararlı olur. Halbuki, dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği bir şeydir. O halde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi Onun sevmediği yolda harcetmek, çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Âlimlerin en kötüsü, insanların en kötüsüdür.", " 'La ilahe illallah' diyen, dünyayı dinden üstün tutmadıkça, Allahü teâlânın gazabından ve azabından kurtulur. Dini bırakıp dünyaya (haramlara) sarılırsa, Allahü teâlâ, ona; 'Yalan söylüyorsun' buyurur." Resulullâh efendimiz, bir gün, bir kavme âit mezbelelikten geçerken durakladı. Orada bir koyun ölüsü gördü ve yanındakilere hitaben "Sahipleri bu koyunu, hor ve hakîr gördüler değil mi?" buyurdu. Eshab-ı kiram, "Hor ve hakir gördükleri için buraya atmışlar" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allaha karşı dünyanın hor ve hakirliği, bu koyunun sahipleri yanındaki hor ve hakirliğinden daha fazladır!" Başka bir zaman da şöyle buyurdular: "Dünyanın, Allah'a karşı sivrisineğin kanadı kadar ağırlığı olsaydı, kâfire ondan bir yudum su vermezdi!" Mâlik bin Dinar buyurdu ki: "Âlimlerin kalbini teshir eden ve Allah'ı unutturan sihirbazdan sakının! Bu, dünyadır. Dünyanın sihri, Hârut ve Mârut'un sihrinden daha ileri ve daha çirkindir! Zira onların sihri, karı ile kocanın arasını ayırır. Dünyanın sihri ise Allah ile kulun arasını ayırır!" İmam-ı Şafii hazretleri buyurdu ki: "Dünyaya düşkün olmayan âlimlerle beraber olanın ilmi artar. Salihlerle beraber olanın, ibadete rağbeti ve günahlardan kaçma arzusu artar. Fasıklarla (açıktan günah işleyenlerle) düşüp kalkanın günah işleme cüreti artar. Zenginlerle düşüp kalkanın dünya sevgisi artar. Fakirlerle beraber olanın şükrü artar." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
.
Geçmiş ümmetlerin helak olma sebebi
6 Temmuz 2008 01:00
Dünya işleri ile uğraşmak, mal mülk edinmek zararlı değildir. Ahireti unutarak, dünya peşinde koşmak, dünyaya düşkün olmak şüpheli şeylere, sonra mekruhlara, sonra haramlara dalmak kötüdür. Geçmiş ümmetlerin, Peygamberlerine inanmamalarına, helak olmalarına sebep, dünyaya düşkün olmaları idi. Dünya malına sahip olmak kötü değildir, dünya malına gönül bağlamak kötüdür. Dünyada, mal ve makam sahibi olmak başka, mal ve makam sevgisi başkadır. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevap kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü halde, Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, "O ne iyi kuldur" diye övmektedir. (Sad 30) Peygamber efendimizden sonra insanların en üstünü olan Hazreti İbrahim'in ovaları dolduran davarları yanında yalnız yarım milyon sığırı vardı. Mal ve makamı kötüye kullanmak zararlıdır. İnsanı iyilik etmekten alıkoyan her şey dünyadır. Kur'an-ı kerimde, Cennetin, makam hırsıyla büyüklük taslamayan kimselere verileceği bildirilmektedir. Hadis-i şeriflerde, "Dünya işi için üzülen Allahü teâlâya karşı öfkelenmiş olur", "Din işlerinde kendinden üstün olanı görüp ona uyan, dünya işlerinde ise kendinden aşağısına bakıp Allahü teâlâya hamd eden şükretmiş olur" buyuruldu. İmam-ı Maverdi hazretleri buyuruyor ki: "Dünya çalışma yeridir. Hadis-i şerifte, "Dünya ne güzel binektir. Ona binin ki, sizi ahirete kavuştursun!" buyuruluyor. Dünya mutlak manada kötü değildir. Ahiret azığını hazırlayanlar için servet yurdudur. İbrahim aleyhisselam, "Ya Rabbi ne zamana kadar daha dünyayı takip edeceğim" dediği zaman Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ya İbrahim, böyle konuşma! Çoluk çocuğunun nafakası için çalışmak dünya talebi değil ki ondan şikâyet edilsin!" Bu dünya, ahiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar talihsiz ve ahmaktır. Dünya bir alet, bir vasıtadır. Bu vasıtayı iyi yolda kullanan kazanır, kötü yolda kullanan kaybeder. > T
.
Kişinin maksadı ne ise...
7 Temmuz 2008 01:00
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: "Kişinin maksadı neyse mabudu o olur." Dünyalık için ne kadar üzülürsen o nispette ahiret sevgisi kalbden çıkar. Ahiret için ne kadar üzülürsen, o nispette dünya sıkıntısı kalbden çıkar. Dünyada herkes misafirdir. Yanındaki şeyler emanettir. Misafirin gitmekten, emanetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur. İnsanın maksadı neyse taptığı odur. Eğer Allahı unutmuş, hep para için koşuyorsa, o, artık paraya tapıyor, demektir. Bütün ömrü ve hayali bir araba almaktan ibaret ise onun tanrısı da araba olur! Eğer gayesi, maksadı cenab-ı Hak ise, para bir vasıta ise onun mabudu Allahtır. Artık onun her şeyi, her işi ahiret olur; evi, arabası, parası ise ahiret için birer vasıta... Günah işleyince, kalb kararır, hastalanır, dünya sevgisi yerleşir ve Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Bir bardaktaki hava çıkmadıkça içine su girmez. İçine su koyunca da, bu suyu çıkarmadan başka şey koyulmaz. Kalb de bardak gibidir. Kalbi Allah sevgisiyle doldurmak için, başka her şeyi, her sevgiyi kalbden temizlemek gerekir. Muhammed Parisa hazretleri buyuruyor ki: İnsanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan yol kalbdir. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin en zararlısı dünya sevgisinin kalbi karartmasıdır. Kalbi kararan dünyayı, faydasız şeyleri sever. Dünya sevgisi, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz ve zararlı şeyler seyretmekten hasıl olur. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak, bu sevgiyi artırır. Kadınlara kötü niyetle bakmak, şarkı, çalgı dinlemek, bu sevgiyi kalbde yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Sonunun ne olacağını bilmeyip dünyaya aldanan insan, ipek böceği gibidir. İpek böceği kendine yuva örer ve sonunu bilmez. Bir müddet sonra oradan çıkmak ister, çıkacak yer bulamaz, ördüğü yuvada ölür ve çalışması başkalarının işine yarar." "Ateşle su bir kapta bulunamayacağı gibi, dünya ve ahiret sevgisi de bir müminin kalbinde birlikte bulunmaz." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.c
.
Yaratılış gayesine uygun yaşamak
8 Temmuz 2008 01:00
Bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, oyun eğlence için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ'at, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, O'na sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Üç ayların ilki olan receb ayının başlarındayız... Mübarek aylar, günler ve geceler insanın kendini hesaba çekmesi; yaratılış gayesine uygun olarak yaşayıp yaşamadığı hususunda kendisini sorgulaması için önemli bir fırsattır. Çünkü günlük meşgaleler zaman zaman insana dünyaya geliş sebebini unutturuyor. Cenab-ı Hakkın yarattığı her şeyde bir hikmet, bir gaye vardır. Buna uygun hareket eden hem dünyada hem de ahirette rahat eder. Cenab-ı Hak canlı cansız bütün varlıkları insan için yaratmıştır. Gökyüzü, dağlar, taşlar, ormanlar, sular, denizler hep insan içindir. Bunların içindeki canlı varlıklar da insan içindir. İnsanların beslenmeleri, gıdaları içindir. Bütün bunlar insan için de peki insan kimin içindir? Allahü teala bu sorunun cevabını, zâriyât sûresinin elli altıncı âyetinde meâlen, şöyle veriyor: "Ben cin ve insanları, ancak bana kulluk etmeleri (beni tanımaları) için yarattım." TANIMAK EMİR VE YASAKLARA UYMAKTIR Bu âyet-i kerimedeki "Kulluk etmeleri, ibadet etmeleri için" ifadesi, âlimler tarafından "beni tanımaları için" diye açıklanmıştır. Yani, Allahü teâlâyı tanımak, için yaratıldık. Allah'ı tanımak ise, emir ve yasaklarına uymak demektir. Hadis-i kudside, "Tanınmak için her şeyi yarattım" buyuruyor. Yani "Onların beni tanımakla şereflenmesi için yarattım" buyuruyor. Şunu iyi bilmelidir ki, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ'at, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, O'na sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emir edilmiştir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya faydası yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalıdır. Tam teslîm olarak, emirleri yapmaya ve yasaklardan kaçınmaya çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, kullarına emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Her şeye muhtaç olan biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emirleri yapmaya, candan sarılmamız lâzımdır. Emirlere uymanın en uygun çağı da, gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin olduğu zamandır. Bunun için gençlik çağında , dinin emirlerini yapmaktan mahrûm kalmamalıdır. Sonsuz saâdete kavuşturacak sebeplere yapışmak, yarar işler yapmak lazımdır. İnsan, ömrünün en iyi zamanı olan gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve fâidelisi olan, Sâhibin, Yaratanın emirlerini yapmaya, O'na ibâdet etmeye çalışmalı, İslâmiyetin yasak ettiği harâmlardan, şüphelilerden sakınmalıdır. KULLARINA ÇOK ACIDIĞI İÇİN Bilhassa, beş vakit namazı kılmayı elden kaçırmamalıdır. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmi dört saat içinde ibâdete, yalnız beş vakit ayırmış, ticâret eşyasından ancak, kırkta birini fakîrlere vermeyi emir buyurmuştur. Birkaç şeyi harâm edip, çok şeyi mubâh etmiş, izin vermiştir. O hâlde, yirmi dört saatte bir saat tutmayan bir zamanı, Allahü teâlânın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkta birini Müslümanların fakîrlerine vermemek ve sayılamayacak kadar çok olan, mubâhları bırakıp da, harâm ve şüpheli olana uzanmak, ne büyük inat, ne derece insafsızlık olur. Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytânlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevâb verilir. İhtiyârlıkta dünya zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzûlara kavuşmak imkânı ve ümitleri kalmadığı zamanda, pişmânlıktan, âh etmekten başka bir şey olmaz. Çok kimselere bu pişmânlık zamanı da, nasîb olmaz. Bu pişmânlık da, tevbe demektir ve yine büyük bir ni'mettir. Çokları bugünlere kavuşamaz
.
Senden sonrakiler kurtulamayacak!"
8 Temmuz 2008 01:00
Zeyd bin Erkam hazretleri anlatır: Bir gün Ebû Bekr Sıddîk ile bir arada bulunuyorduk. Su istedi. Su ile bal getirdiler. Bunu görünce ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, yanındakileri de ağlattı. Kendisine sordular: "Yâ Ebâ Bekr, niçin bu kadar ağlıyorsun?" Şöyle cevap verdi: Bir gün Resûlullahın yanında bulunuyordum. Birkaç defa "Def ol git!" buyurdu. Etrafımda kimse yoktu. Bunun üzerine merak edip sordum: - Yâ Resûlallah, kimi kovuyorsunuz? Cevaben buyurdu ki: - Bu dünya kendisini süsleyip bana yaklaşmak istedi. Ben de kendisine, benden uzaklaşmasını söyledim. Giderken geri döndü, "Sen benden kurtuldun, fakat senden sonra gelecekler benden kurtulamayacak" dedi. Bu hadiseyi naklettikten sonra, hazret-i Ebû Bekir, "Bal ile suyu görünce bu hadiseyi hatırladım. Onun için ağlıyorum" buyurdu. Ma'rifetname'deki hadîs-i şerîflerde dünya şöyle bildirildi: "Bu dünya bir köprüdür ki, bundan hemen geçesiniz. Bunun tamiri ile uğraşmayıp, yolunuza devam edesiniz." "Arzûsu âhiret olup, âhiret niyeti ile çalışana, Allahü teâlâ dünyayı hizmetçi yapar." "Yalnız dünya için çalışana sadece kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık üzüntüsü çok olur." "Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helâk oldu!" Bu dünya âhiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar zavallıdır. Kardeşin kardeşten, ananın evlâddan kaçacağı o gün için, hazırlanmayanlar, dünyada da âhirettede, aldanıyorlar ve sonunda pişman olacaklardır. Şimdi bir kimse senelerce ibâdet etse, ömrünü nefsini temizlemekle geçirse, güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saâdete kavuşamaz. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilip, bu kısa zamanda tohum ekerek, yanî Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen, kat kat fazla meyveleri toplar. Cenâb-ı Hak bu kısa zamanda yapılacak hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz ni'metler ihsân edecektir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
.
İyiliği yaymak kötülüğe mani olmak...
9 Temmuz 2008 01:00
İnsanın dünya ve ahiret rahatı; iyilikleri yaymaya ve kötülüklere mani olmaya bağladır. Buradaki iyilikler ve kötülükler de bizim kendi aklımıza ve mantığımıza göre olan şeyler değil, Cenab-ı Hakkın iyi veya kötü olarak bildirdikleridir. Bildirilen bu iyilikleri iyi, kötülükleri kötü bilen, bunları kabul eden, elinden geldiği kadar yapmaya çalışan Cenab-ı Hakkın dostudur. Bunları inkâr eden düşmanıdır. Allahü teâlânın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek dinimizin emridir. "Buğd-i fillâh" yani Cenab-ı Hakkın düşmanlarına Allah için düşmanlık farzdır. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran şeylerin birincisidir. Îmânın tamamlayıcısıdır. İbadetlerdin en kıymetlisidir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma sordu: - Yâ Mûsâ! Benim için ne işledin? Mûsâ aleyhisselâm cevap verdi: - Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, ismini çok zikrettim. Mûsâ aleyhisselâmın bu cevabı üzerine, Cenâb-ı Hak buyurdu ki: - Yâ Mûsâ, namazların sana burhândır. Oruçların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Ya'nî bunların fâideleri hep sanadır. Benim için ne yaptın? DOSTLARIMI SEVDİN Mİ? Mûsâ aleyhisselâm, - Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir! diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: - Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi? meâlindeki âyet-i kerîme ile cevap verdi. Mûsâ aleyhisselâm da, Allah için amelin, "Hubb-i fillâh" ve "Buğd-i fillâh" yanî Allah için dostluk, Allah için düşmanlık olduğunu anladı. Ayrıca zâlimler, açıkça günâh işleyenler, Cenâb-ı Hakka âsî olanlar da sevilmez. Âl-i İmrân sûresi, elli yedinci ve yüz kırkıncı âyetlerinde meâlen, "Allahü teâlâ, zâlimleri sevmez" buyuruldu. Hadîs-i şerîfte, "Zâlimin çok yaşamasına duâ etmek, Allahü teâlâya isyân olunmasını istemektir" buyuruldu. Süfyân-ı Sevrî hazretlerine, "Çölde bir zâlim susuzluktan helâk oluyor. Ona su verelim mi?" denildikte, "hayır vermeyin" buyurdu. Zâlime yardım eden, halkın malına, canına zarar verilmesine yardım etmiş olur. Onun yaptığı zulümlere ortak olur. Zâlimden her zaman uzak kalmak daha iyidir. Zâlime, kâfire hürmet etmek, saygı ile selâm vermek, üstâdım demek, küfür olur. İnsanın dinden çıkmasına sebep olur. Harâm işlediği bilinen günahkâr sevilmez. Bid'ati yayanları ve zâlimleri sevmek, günâhtır. Hadîs-i şerîfte, "Günâh işleyenin günâhına mâni olmaya kudreti varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyada ve âhirette azâb yapar" buyuruldu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri buyurdu ki, "Allahü teâlâ, bir kimse günâh işlediği için, başkalarına da azâb yapmaz ise de, açıkça günâh işleyenler görülüp de, buna mâni olmadığı zaman, hepsine azâb yapar." İSLAMIN TEMELİ Allahü teâlâ, Yûşa Peygambere buyurdu ki: - Kavminden kırk bin sâlih kimseye ve altmış bin fâsık, günâhkâr kimseye azâb yapacağım! - Yâ Rabbî! Fâsıklar, azâbı hak etmiştir. Sâlihlere azâb yapmanın hikmeti nedir? diye sorunca, - Benim gadab ettiklerime, onlar gadab etmedi. Birlikte yediler, içtiler, buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Sizden her kim kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu, imanın en zayıf derecesidir" Abdulgani Nablüsi hazretleri buyuruyor ki: "Söz ve yazı ile emr-i maruf, âlimlerin vazifesidir. Kalb ile, dua ederek günah işleyene mani olmaya çalışmak da her müminin vazifesidir. El ile müdahale ise devletin vazifesidir." Dini İslamın temeli, imanı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslamiyet yıkılır, yok olur
.
Çocuklar gibi ağlar ve sevinirdik!"
9 Temmuz 2008 01:00
Îsâ aleyhisselâm, havârileri ile bir köye uğradı. Köy halkının kimisini kapı önünde, kimsini sokak ortasında ölü buldu. Îsâ aleyhisselâm, "Bunlar Allahü teâlânın gazâbına uğramış kimselerdir" buyurunca, Havâriler, "Bunların günahlarının ne olduğunu öğrenmek isteriz" dediler. Bunun üzerine, Îsâ aleyhisselâm Allahü teâlâdan ölüm sebebini bildirmesini niyâz etti. Allahü teâlâ şöyle bildirdi: - Gece olunca sen kendilerine sor! Cevabını alırsın. Gece olunca Îsâ aleyhisselâm sordu: - Ey köy halkı başınıza gelen nedir? İçlerinden birisi dedi ki: - Ey Allahın peygamberi, dünya sevgisine dalmamız sebebiyle bu hâle geldik. - Dünyayı nasıl sevdiniz? - Bir annenin çocuğunu kaybettiği vakit, ağladığı, bulduğu vakit sevindiği gibi, biz de dünya malını kaybettiğimiz zaman ağlar, bulduğumuz zaman çok sevinirdik. - Peki niçin hep sen konuşuyorsun, başkaları konuşmuyor? - Ben onların yanında bulunuyordum. Onlardan değilim. Onlar şimdi çok feci bir şekilde azâb gördüklerinden cevap verecek hâlleri yoktur. Ben Cehennemin bir kenarında bekliyorum. Sonum ne olacak bilmiyorum. Bu hadise üzerine havariler Îsâ aleyhisselâma; - Bize Allahın sevgisini kazandıracak bir şey öğret dediklerinde; - Dünyadan nefret edin, o zaman Allah sizi sever, buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyaya sarılması çok şaşılacak şeydir." "Dünya sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız. Âhirette ise, Cennetten ve Cehennemden başka yer yoktur." "Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyanın elinize bol bol geçerek Allahü teâlâya âsi ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum." "Dünyayı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin." "Dünya mü'minin zindanı ve kıtlık yıllarıdır. Dünyadan ayrılınca zindandan ve kıtlıktan kurtulmuş olur." > Tel: 0 212 - 454
.
Sakın onu ayağa kaldırmayın!"
10 Temmuz 2008 01:00
Süleyman aleyhisselâm insan ve cinden meydana gelen ordusu ile, kuşlar da başı üzerinde gölge ederek giderken karşılaştığı bir âbid dedi ki: - Ey Dâvûd aleyhisselâmın oğlu. Allahü teâlâ sana ne muazzam bir mülk vermiştir. Süleyman aleyhisselâm, cevaben: - Mü'minin amel defterindeki bir tesbih bu mülkten daha iyidir. Bu mülk kalmaz. Fakat, o tesbih kalır, buyurdu. Âdem aleyhisselâm Cennette yasak ağaçtan yedikten sonra, def'i hacet ihtiyacı hissetti. İhtiyacını giderecek yer bulamadı. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Yâ Âdem burada def'i hacet yapılmaz. Onun yeri dünyadır." Bu hadise dünyanın ne olduğunu göstermektedir. Cebrâil aleyhisselâm, hazret-i Nûh'a sordu: - Sen peygamberlerin en uzun ömürlüsüsün, dünyayı nasıl buldun? - Birinden girip diğerinden çıktığım iki kapılı bir han gibi. Hazreti Lokman oğluna buyurdu ki: "Oğlum, dünya derin bir deryâdır. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmadan kurtulmak için senin gemin îmân, yatağın takvâ yelkenin Allaha tevekkül olsun ki batmadan kurtulasın." Îsâ aleyhisselâm dünyanın ne olduğunu şöyle bildirdi: "Dünyayı kendinize efendi edinirseniz, o da sizi kendisine köle eder." "Ey havârilerim, sizin için ben dünyayı sırtüstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın. Çünkü o habistir. Onu seven Allaha isyân eder. Âhiret ancak onu terk etmekle elde edilir." Peygamberimiz buyurdu ki: "En büyük emeli dünyalık olduğu hâlde, sabaha çıkan kimse, Allah katında bir kıymet taşımaz. Aynı zamanda, Allahü teâlâ onun kalbini dört şeye mübtelâ eder. Eksilmeyen ardı arkası gelmeyen telâş, bitmek bilmeyen meşgâle, zenginliğine ulaşamadığı fakirlik, asla sonunu getiremediği boş kuruntulardır." "Ma'nevi kötülüklerden kurtulup, basîret sahibi olmak isteyen var mıdır? İyi biliniz ki, dünyaya heves edip uzun emeller peşinde koşanların, emelleri nisbetinde, Allahü teâlâ kalblerini kör eder. Ve basiretlerini bağlar. Uzun emeller peşinde koşmayıp, dünyadan yüz çevirenlere ise, Allahü teâlâ öğrenmeden ilim verir. Ve doğru yola hidâyet eder."
.
Kötülük için bunlar yeter!"
11 Temmuz 2008 01:00
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak gönderildiği zaman şeytanlar İblis'in başında toplanarak, üzüntülerini bildirdiler. Bunun üzerine İblis onlara sordu: "Bunlar dünyayı severler mi?" "Evet, dünyayı severler" cevabı üzerine, "Öyleyse üzülecek bir şey yok. Onlara birçok haksız kazanç, sağlatırım. Lüzumsuz masraf yaptırırım. Ve lüzumlu yere para harcatmam. Zaten her kötülük bu üç şeyden meydana gelir" der. Bir gün Mûsâ aleyhisselâm yolda giderken, ağlayan bir kimse gördü. Dönüşte, aynı kişinin yine ağladığını görünce: - Yâ Rabbî! Bu kimse senin korkundan durmadan ağlıyor, senden af diliyor, dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: - Yâ Mûsâ! Onun gözyaşları ile beyni de aksa yine affetmem. Çünkü onun kalbinde dünya sevgisi var. Hazret-i Ali'ye dünyayı sorduklarında, buyurdu ki: - Dünya helâline hesap, haramına azâb olan bir yerdir. Din ile dünyayı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhireti kazanmak isteyenin dünyadan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda dünyayı tamamen terk etmek kolay değildir. Hiç olmazsa hükmen terk etmek yâni terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da her işte İslâmiyete uymak demektir. Yiyecekte, içecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyete uymak lâzımdır. Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruldu: "Aklı olmayan dünyalık toplar, ilmi olmayan dünyalık için düşmanlık eder." "Dünyayı anmak ve düşünmekle kalblerinizi meşgûl etmeyiniz." "Dünya ile aranızda bir münâsebet yok. Zîrâ ben dünyada yaz günü yola çıkan bir yolcu gibiyim. Yolcu, yolda bulduğu bir ağacın gölgesinde bir miktar istirahat ettikten sonra gölgeyi terk ederek yoluna devam ettiği gibi ben de yoluma devam edeceğim." "Dünya peşinde koşan, suda yürüyen insan gibidir. Bunun ayaklarının ıslanmaması mümkün müdür?" "Ey insanlar! Günler geçiyor. Ömürler tükeniyor. Bedenler eskiyip çürüyor. Gece ile gündüz, hayvanların koşuştukları gibi koşuşuyor, uzakları yaklaştırıyorlar, yenileri eskitiyorlar. Ey Allahın kulları şu sözlerimde yasak arzûlardan uzaklaştıracak ve ebedî olan sâlih amelleri teşvik edecek şeyler çoktur." > T
.
Birini râzı edersen öteki gücenir!
12 Temmuz 2008 01:00
İmâm-ı Rabbânî hazretleri dünyanın ne olduğunu şöyle bildirir: Dünya yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü, çirkin kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Taze güzel körpe sanılır. Fakat, aslında güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leştir. Ve böcekler akrepler dolu bir çöplüktür. Su gibi görünen bir seraptır. Zehirlenmiş şeker gibidir. Aslı haraptır, elde kalmaz. Kendini sevenlere arkasına takılanlara hiç acımayıp en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan ahlâksızdır. Büyülenmiştir. Âşıkları delidir. Aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan sonsuz felâkete düşer. Tadına güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmanlık çeker. Server-i kâinât buyurdu ki: "Dünya ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Birini râzı edersen öteki gücenir." Demek ki bir kimse dünyayı razı ederse, âhiret ondan gücenir. Yânî âhirette eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ bizi ve sizi dünyaya düşkün olmaktan ve dünyayı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekten muhâfaza eylesin. Bu pek kötü olan dünya nedir? Dünya, seni Allahü tealâdan uzaklaştıran şeyler, demektir. Kadın çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar oyunlar, (mâlâyânî) ile yâni faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek (kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmûa ve romanlar) hep bunun için dünya demektir. Âhirete faydası olmayan ilimler, dersler de hep dünyadır. İslâmiyete uymakla ziynetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur. Ve âhireti kazanır. Dünyayı böyle hükmen de terk edemeyen kimse, münâfık demektir. Îmânlı olmasını söylemesi âhirette kendisini kurtarmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Dünya iki gündür. Biri sevinç, biri de üzüntü günüdür. Bunların her ikisi de geçicidir. Öyle ise geçici olan dünyayı bırakıp da geçici olmayan âhiret nimetlerine kavuşmak için çalışın!" "Dünya için dünyada kalacağın kadar çalış, âhiret için orada kalacağına göre çalış!" "Allahü teâlâya muhtaç olduğun kadar, itâat et! Cehennem ateşine dayanabileceğin kadar günah işle!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Dünya, insanın gölgesine benzer
13 Temmuz 2008 01:00
İbrahim Hakkı hazretleri Ma'rifetnâme'de dünyayı şöyle bildirir: Dünya geçici gölgedir. Ona güvenen nadimdir. O seninle kalsa da sen onunla kalmazsın. Dünyadan çıkmadan önce, kalbinden dünya sevgisini çıkar. Dünya lezzetlerine aldanmayan, Cennet ni'metlerine kavuşur. İki âlemde aziz ve muhterem olur. Dünya haraptır. Şerbetleri seraptır. Ni'metleri zehirli, safâları kederdir. Bedenleri yıpratır. Emelleri artırır. Kendini kovalayandan kaçar, kaçanı kovalar. Dünya bala, içine düşenler de sineğe benzer. Ni'metleri geçici hâlleri değişicidir. Dünyaya ve bunlara düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz. Fâni olanı ver ki bâki olanı alasın, kendini bilen kimsenin bu dünyaya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyaya sarılır. Saîdler bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyada ol, kalbinle âhireti bul. Nefsin arzûlarını terk eden pak olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyayı anlayan onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyayı anlayan ondan sakınır. Ondan sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene dünya hizmetçi olur. Dünya insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan seni kovalar. Dünya, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara ni'met yeridir. İbâdet edenlere, kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle Cennet gibidir. Âhirete nisbetle çöplük gibidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Dünya malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey yanınızda kalmayacaktır. Sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle beraber kalacaktır." "Dünya malını (kötü maksatlarla) çoğaltanlar, alçakların ta kendileridir. Onlar âhirette aşağı makamlarda kalacaklardır." "Bir kimse, dünyadan kaçırdığı bir şeye üzülürse, Cehenneme bin yıllık yol yaklaşır. Âhiretten kaçırdığı bir şeye üzülürse, Cennete bin yıllık yol yaklaşır." "Dünyada ihtiyacından fazlasını alan, bilmeyerek helâkını almış olur." "Mü'minin dünyalıktan bir şeyi artarsa, Allahü teâlâ katında derecesi azalır. Eskisi gibi kalmaz." > Tel: 0 212 - 454 38 2
Dünyaya düşkün olanın hâli
14 Temmuz 2008 01:00
Hasta, hastalığı sebebiyle, yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya düşkün olan, dünya sevgisi ile yanan bir kimse de, ibâdetlerin tadını alamaz. Peygamber efendimiz, Dahhak hazretlerine buyurdu ki: - Tuzlu ve baharatlı yemekleri yiyip üzerine süt içen sen misin? O da: - Evet, öyledir, yâ Resûlallah, dedi. - Bu yemekler nereye gidiyor, ne oluyor? - Sonu ma'lum yâ Resûlallah. - İşte Allahü teâlâ dünyanın sonunu âdemoğlunun yediği yemeğin sonuna benzetmiştir. Bişr-i Hafî hazretlerine, "Falan zengin öldü" dediler. "Dünyayı topladı. Fakat kendini dağıtarak âhirete gitti" buyurdu. "Fakat, birçok iyilik yaptı, hayır hasenatta bulundu" dediler. Buyurdu ki: "Hayır onlar fayda vermez. Çünkü o dünyanın peşinde koşuyordu. Kalbinde dünya sevgisi vardı." Îsâ aleyhisselâma dünya, zayıf, yaşlı fakat çok süslü bir kadın şeklinde göründü. Kadına sordu: "Kaç def'a evlendin?" "Sayılamayacak kadar çok." "Ne oldu bunlar?" "Hepsini ben öldürdüm." Bunun üzerine Hazreti İsa şöyle buyurdu: "Geçmiş kocalarını teker teker öldürdüğünü görüp onlardan ibret almadan seninle evlenmek isteyen zavallılara binlerce yazıklar olsun!" Peygamber efendimiz de dünya hakkında şöyle buyurdu: "Âhırete göre dünya, birinizin parmağını denize daldırıp aldığı su gibidir. O parmak ile ne getirilebilir?" "Ey benim ümmetim ve eshâbım! En güzel hayata kavuşan, dünya kendisini terk etmeden, önce kendisi dünyayı terk edendir." "Dünya malı çok olan değil, hakkın verdiğine kanaat eden zengindir." "Dünya ve içindekiler mel'undur. Ancak Allahü teâlâyı zikr, Kur'ân-ı kerîm okumak ve Allahın rızâsı için olan sözler ve işler mel'un değildir." "Dünyaya, altın ve gümüşe ve bunlara gönül verenlere la'net olsun." "Altın ve gümüşün kulu helâk oldu, sürçmedi, tamamen helâk oldu." "Fakir olsun, zengin olsun kıyâmet günü herkes, keşke dünyada ölmeyecek kadar geçimim olsaydı, diye temenni edecektir." "Ümmetimin kötülükleri dünya ni'metleri ile gıdalanıp, göbek büyütenlerdir." T
Hariciler ve Haşşaşiler
15 Temmuz 2008 01:00
Son yıllarda terör olayları iyice arttı. Sadece Irak'ta geçen ay, terör olaylarından, intihar saldırılarından 1082 kişi öldü. Bunları yapanlar da sözde İslami terör örgütleri! İşin en üzücü tarafı da, İslam adını taşıyıp İslamla ilgisi olmayan bu terör örgütlerinin çoğunun Batı tarafından örgütlenmesine rağmen faturanın Müslümanlara kesilmesi! Halbuki tarih boyunca, gerçek İslamın temsilcisi olan sünni Müslümanlar, Müslüman devletler hiçbir terör örgütünü desteklememişler, kendilerine yapılan terör eylemlerine bile terör ile cevap vermemişler. Selçuklu ve altı asırlık Osmanlı Devleti bunun en güzel örneğini vermişlerdir. Geçmişte de, İslam ismini taşıyıp İslamla ilgisi olmayan dış destekli terör örgütleri görülmüştü. Bunların ilki Haricilerdir. Daha ilk zamanlarında, Müslümanları birbirine düşürüp İslamiyeti yok etmek için, Yahudilerin organize ettiği bir örgüttü. Kendilerinden olmayan herkesi öldürmek inançlarının gereği idi. Bu gayelerine uygun olarak sayısız masum Müslümanı katlettiler. Peygamberimizin seçilmiş Eshabını kâfir ilan ettiler. Bütün Müslümanların göz bebeği Sevgili Peygamberimizin damadı hazret-i Ali'yi alçakça katlettiler. TARİHİN EN VAHŞİ ÖRGÜTÜ Vahşi cinayet örgütünün ikincisi Haşşaşilerdir. Yine dış güçlerin desteği ile Hasan Sabbah tarafından kurulan, tarihte çok az benzeri görülen bu teşkilat, tam bir insan öldürme makinesiydi. Tarihin her döneminde, çeşitli maksatlar için cinayet işleyenler çıkmıştır. Fakat bunu, kurduğu bir örgütle, en vahşi şekilde gerçekleştiren ilk kişi Hasan Sabbah'tır. Bu insanlıkla ilgisi kalmamış vahşiler, Ebruz Dağı çemberinin tam ortasında ulaşılması çok zor Alamut Kalesi'ni kendilerine üs edinmişlerdi. İki dağ arasında bir vadide, dünyadaki her türlü meyve ile dolu, normale göre çok büyük ve güzel olan bir bahçeyi duvarla çevirmişler. Orada her tarafı yaldızlı ve güzel resimlerle süslü, eşi görülmemiş en güzel evler ve en güzel saraylar bulunuyordu. Her türlü müzik çalınıyor, dinleyenleri mest eden şarkılar söyleniyordu. Hasan Sabbah onları, bu bahçenin cennet olduğuna inandırıyordu. Bu bahçeye, fedai yapmak istediği kimseler hariç, hiçbir kimse giremezdi. Sabbah, hükümdarlık sarayında, kendisinin silahlı adamı olmak isteyen 12-20 yaş arasındaki yöre gençlerini alıkoyuyordu. Gençleri onlu, altılı veya dörtlü gruplar halinde birbiri ardından bu bahçelere sokuyordu. Ardından onlara, içeni derhal uyuşturacak, kendinden geçirecek olan afyon (haşhaş) karışımı bir içki içiriyor, sonra da onları bahçesine taşıyordu. Uyandıklarında ise kendilerini bahçenin içinde buluyorlardı. Bulundukları yerde, kendilerini o kadar güzel bir durumda görüyorlardı ki, hakikaten bir cennette olduklarını düşünüyorlardı. Kadınlar ve kızlar bütün gün onların dileklerini yerine getiriyorlardı. DİNSİZİN HAKKINDAN İMANSIZ GELDİ! Hasan Sabbah, önemli bir kimseyi öldürtmek istediğinde onlara ilâh edasıyla; "Gidin ve filan kimseyi öldürün; eğer iş başında ölecek olursanız, meleklerime sizi cennete götürmelerini emredeceğim" diyordu. Onları buna inandırıyordu. Onlar da tekrar cennete dönmek arzusuyla, hiçbir tehlikeden korkmaksızın onun buyruğunu yerine getiriyorlardı. Hasan Sabbah, bu şekilde onlara istediği her kişiyi öldürtüyordu. Taraftarlarının kafasını öyle yıkıyordu ki, onun dışında hiçbir şeye inanmıyorlardı. Onları öyle umutlarla ve ebedî bir cennet içindeki öyle eğlence vaadiyle kendine çekiyordu ki, onlar yaşamaktansa derhal ölmeyi tercih ediyorlardı. Hatta onun bir emri veya basit bir işareti ile, yüksek bir surun tepesinden atlayıp param parça olarak korkunç bir şekilde ölmeye hazır vaziyetteydiler. İnsan kanı döken ve buna karşılık kendisi de ölümü tadan kişilerin en mutlu kimseler olduğunu ileri sürüyordu. Bu sayede onlara zevk ve haz, daha doğrusu aldatmacılık dolu bazı tuhaf rüyalar gösteriyor ve bu kabil eylemleri karşılığında onlara bu güzelliklerin sürekli sahipliğini vaat ediyordu. Abbasileri ve Selçukluları 200 yıl uğraştıran Haşşaşiler, 1256 yılında Hülagu tarafından yok edildiler. Böylece, "dinsizin hakkından imansız gelir" sözü bir kere daha tahakkuk etmiş oldu.
Zaruret miktarında yerlerdi
15 Temmuz 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir ahlâkı da, çok yemekten sakınmak, az yemekle yetinmektir. Bunun için, zaruri miktarda yerlerdi. Böylece Peygamber efendimize ittibâ ederlerdi. Çünkü Peygamber efendimizin açlıktan karnına taş sardıkları da olmuştur. Hazret-i Âişe validemiz buyurdu ki: "Peygamber efendimiz, eğer dileseydi yerdi. Fakat O, başkalarını kendine tercih ederdi." Abdullah bin Zübeyr hazretleri, bütün haftayı geçirir, ancak cumartesi günü yemek yerdi. İmam-ı azam Ebû Hanîfe hazretleri de, cidden çok az yer idi. Ebû Süleyman Darâni buyurdu ki: "Açlıktan karnım arkama yapıştığı zaman yaptığım ibadetlerin tadını daha çok duyuyorum. Zira hikmet gelin gibidir. Rahat içinde uyuyacağı ve güveyi ile baş başa kalacağı boş bir ev ister!" Yahya bin Muaz-i Razi hazretleri buyuruyor ki: "Riyazet dört şeyle olur: Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve günahlardan gelecek sıkıntıya katlanmakla." Az yemek ustalık, çok yemek hastalıktır. Evliya az uyur, az yer, az içer, sıratı kuş gibi geçer. Çok yiyen çok uyur, herkesten tembel olur. Çok yemek heder, çok uyumak kederdir. Çok yemek zihni çalıştırmaz, çok uyumak menzile ulaştırmaz. Az yiyenin kalb gözü körleşmez, açlıkla hastalık birleşmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Beş şey ibadettir: Az yemek, camide oturmak, Kâbe'ye, Mushafa ve âlimin yüzüne bakmak." Az yemek, meyveli bir ağaçtır, hasta kalblere ilaçtır. Az yemek, nefsani arzuları öldürür, kalbe ferahlık verir, ahirette güldürür. Az yemek tembellikten uzaklaştırır, bilgi kazanmayı kolaylaştırır. Az yiyenin kalbinde hikmet kapıları açılır, ağzından inci mercan saçılır. Çok yemek akıl için kıtlıktır, zekâ için sakatlıktır. Oburluk insana düşman olur, çok yiyenler pişman olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İnsan kalbi tarladaki ekin, yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür." Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, acın hâlini bilmez. Çok yiyen sert ve katı kalbli olur. Hadis-i şerifte, "Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!" buyuruldu. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Cenab-ı Hakkın sevdiği kimse
16 Temmuz 2008 01:00
Çok yiyen çok uyur, çok uyuyanın da ömrü boşa geçmiş olur. Çok yiyen sarhoş gibi olur, dimağı yorgunlaşır. Zekâsı, zihni dumura uğrar. Açlık, kalbde incelik doğurur. Hadis-i şerifte, "Az yiyenin içi nurla dolar ve Allahü teâlâ, az yiyip içen ve bedeni hafif olan mümini sever" buyuruldu. Hazret-i Ömer, her gün et satın alan birisini gördüğünde, devamlı et yiyenin et tiryakisi olacağını söyler buna mani olurdu. Süfyan-ı Sevrî hazretleri buyurdu ki: Ben, Haccac bin Furafta'nın yanında on bir gün kaldım. Bir şey yiyip içtiğini görmedim. Namazdan başka bir şey için kalktığını da görmedim." Kim ki hep yemek fikrini güder, aklını nefse esir eder. Mideye esir olmak, aklı ve şuuru giderir. Kim az yemekle yarışır, evliyaya karışır. Çok yiyen obur olur, kalb evi kabir olur. Seni taşıyacak kadar yemek ye, sen onu taşıyacak miktar yeme! Şunu iyi bilesin, yemeği sen yiyesin, yemek seni yemesin! Eğer sen onu yersen, hepsi derman olur, yemek seni yerse hepsi dert ve duman olur. Ben insanım demeli, yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli. Oruçtur vücudun zekatı, çok yiyenin bozulur sıhhati, azalır şefkati, tükenir takati. Az yemek bedenin istirahati, az uyumak ruhun rahatı. Evliya-i kiram, her zaman abdestli durabilmek için, az yiyip az içerlerdi. İmam-ı Malik hazretleri, üç günde bir yemek yerdi. Sebebi sorulunca, "Allahü teâlânın huzurunda sık sık helaya gidip gelmekten utanıyorum" buyururdu. Hadis-i şerifte, "Tefekkür, ibadetin yarısı, az yemek ise tamamıdır" buyuruldu. Açlıkta arzular kırılır, nefsimiz uysallaşır, serkeşliği kalkar. Çok yemek, gafleti doğurur. Azgın bir atı zaptetmek zor olduğu gibi, çok yedirmekle azan nefsi zaptetmek de zordur. Açlıkla terbiyesi kolaylaşır. Az yemek, insan için nezafettir, zihni açan firâsettir. Çok yemek, çok uyumak, çok konuşmak, kalbe sıkıntı verir, mide şişer, kalb ölür, acıkınca tekrar dirilir. Çok yiyen çok uyur, çok uyuyan çok konuşur, çok konuşan nimetten mahrum olur. Çok yemek mideyi bozar, midesi bozulanın dertleri azar. Aklı dağınık olan acıkınca aklı başına gelir. Az yemek nefse zindan, kalbe gülistandır. Çok yiyen unutkan olur, yüzü gülmez somurtkan olur... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
"Fitne çıkarana lanet olsun!"
16 Temmuz 2008 01:00
Yazının başlığı bir hadis-i şeriftir. Günümüzde yaygın olan terör, anarşi de bu fitne kavramının içindedir. Son yıllarda ısrarla terörün kaynağı İsam olarak lanse ediliyor. Geliş gayesi insanları hem dünyada hem ahirette huzura kavuşturmak olan İslamiyetin huzursuzluk, anarşi kaynağı olması mümkün mü? İslâm dini, birlik beraberliği, yardımlaşmayı, kanunlara karşı gelmemeyi, fitne, yani anarşi çıkarmamayı, Müslüman olsun olmasın herkesin haklarını gözetmeyi, kimseyi incitmemeyi emretmektedir. İslam büyükleri, tarih boyunca, isyandan, anarşiden uzak kalmışlar, taraftarlarını da buna bulaştırmamışlardır. Ehl-i sünnetin önderi büyük âlim İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri, ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani hazretleri kendilerine yapılan haksızlığa, zulme rağmen devlete isyan etmemişler, talebelerini de isyandan uzak tutmuşlardır. Zaten, İmam-ı a'zam hazretlerine göre, ehl-i sünnet olmanın şartlarından biri de her şartta devlete isyan etmemektir. FİTNEYE KARIŞMAYAN KURTULUR Niçin bu kadar fitneden, anarşiden uzak kaldılar? Çünkü, Peygamberimiz böyle emrediyor: " Fitne çıkarana lanet olsun!" "Fitne zamanında, devletinize tâbi olunuz. Size zulüm edilse, mallarınızı alsa da, ona itaât ediniz!", "Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmayan kurtulur.", "Fitnecilere karışmayan, saadete kavuşur. Fitneye yakalanıp, sabreden de, saadete kavuşur.", "Allah'a kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl niçin öldürüldüğünü bilmeyecek." Kur'ân-ı Kerîm her şeyden önce insanoğluna diğer mahlukat arasında mümtaz, üstün bir makam vermiştir. Hazreti Peygamber "Mümin, Allah katında bir kısım meleklerden daha mükerrem, daha değerlidir" buyurmuştur. Hazreti Peygamber yine şöyle buyuruyor: "Allah'a kasem ederim ki, bir müminin zulmen katli, Allah indinde, dünyanın zevâlinden daha büyük bir cinâyettir.", "Kişinin, kıyâmet günü, ilk hesâba çekileceği şey namazdır, insanlara karşı işlediği günahlardan da ilk hesaba çekileceği ise insan öldürmedir." Hz. Peygamberin fitneden korunma hususunda Huzeyfe'ye yaptığı şu tavsiye bunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir: "Dinini bildiğin müddetçe fitne sana zarar vermez. Fitne, bâtıl ile hakkı birbirinden tefrik edemeyip karıştırdığın zaman ortaya çıkar." İslam âleminde yetmişli yıllara kadar Müslümanlar, Peygamberimizin bu emirlerine uymuşlar, fitneden, kargaşadan uzak kalmışlardır. Çünkü Osmanlı'dan kalma 'fitneden uzak kalma' örfü, bilgisi vardı. Daha sonraları, ilim azalıp, ticari ve siyasi maksatlarla piyasaya sürülen, anarşi, terör, isyan gibi dinimizde yeri olmayan ihtilalci fikirlerin ateşli savunucuları, Hasan el Benna, Seyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati ve Cemalettin Efgani... gibi reformist kimselerin kitapları tercüme edilip, piyasaya sürülünce durum değişti. FİTNE ZAAFA DÜŞÜRÜR Halbuki fitne ve fesâdın toplumu zayıflatacağı, buna meydan verilmemesi gerektiği bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de ifade edilmektedir: "Ey iman edenler... Allah'a ve O'nun Resûlü'ne itaat edin. Birbirinizi çekiştirmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, kuvvetiniz gider." ."(Enfal 46) Kur'ân-ı Kerîm'de bir kişiyi öldürme cinâyeti, bütün insanları öldürme cinâyetine denk tutulur: "Kim, haksız olarak birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur." (Maide- 32) Peygamberimiz, "Yâ Rabbî! Bana hayırlı işler yapmak, çirkin şeyleri terk etmek ve fakîrleri sevmek nasîb eyle! Kavmim arasında fitne çıkacaksa, fitneye karışmadan canımı al!" diye dua ederdi. İmâm-ı Kurtubî hazretleri, "Bu hadîs-i şerîf, fitneden sakınmak, ona karışmamak lâzım olduğunu, fitneye karışmaktansa, ölmenin hayırlı olacağını açıkça göstermekdedir" buyurmuştur. Dinimizin bu emirlerine rağmen Müslüman kimliği ile akıl almaz vahşetler işlenebiliyorsa, işin içinde art niyet var demektir. Bu da, dış güçlerin insanları Müslümanlıktan uzaklaştırmak için hazırladıkları bir senaryoyu akla getirmektedir.
Kulluğun başı az yemektir
17 Temmuz 2008 01:00
Abdullah-i Ensari buyurdu ki: "İmam-ı Şafii'yi çok severim. İmam-ı Şafii, az yer, az uyurdu. 'On altı senedir, doyasıya yemek yemedim' buyurdu. Sebebi sorulunca, 'Çok yemek bedene ağırlık verir, kalbi zayıflatır, anlayışı, idraki azaltır, çok uyku getirir ve böylece insanı ibadetten alıkoyar. Kulluğun başı az yemektir. Evliyalıkta hangi makama baksam, onu herkesin önünde görüyorum' buyurdu" Selman-ı Farisi hazretleri gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince, Peygamber efendimizin kendisine; "İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyada doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir" buyurduğunu haber verirdi. İnsanın kazançlı olmasının esası; az yemek, az uyumak, az konuşmak ve nefsin arzu ve isteklerini terk etmektir. Çok yiyerek kalbini öldürmemeli, şeytanı kendine güldürmemelidir! Çok yemek, organları çok çalıştırıp yıpratır, tedavi için doktor aratır. Çok yiyen hakikati göremez, haramlardan çekinemez. Haram yiyenin işleri harama yönelir, her bela haramdan gelir. Helalden bile fazla yiyenin yersiz olur sözleri, hem de ibretsiz bakar gözleri. Deme çok yemek çok yakıt olur, çok yiyenin anlayışı kıt olur. Çok yiyenin ibadeti az olur, bunun için kaçırır ebedi saadeti. Çok yiyenin gözü doymaz, ibadetten zevk almaz. Çok yemek her derdin kaynağıdır, az yemek ise ilacıdır. Az ye, az uyu, az söyle, nimete kavuşulur böyle. Çok yiyenin diridir nefsi, gönlü uyur çıkamaz sesi. Gönlü uyandırmak için bu sözü tutmalı, az yiyerek nefsi uyutmalı. Çok yiyen kötü fikirler güder, her an günaha meyleder. Gaflet istersen durma mideyi doyur, çünkü tok yatan çok uyur. Çok yemeyi unutmalı, sık sık oruç tutmalı. Yaşlı bir âlime, çok yaşamasının sırrını sormuşlar. O da, "Biz iki günde üç defa yemek yeriz. Yemeği iyi pişiririz, iyice çiğnemeden de yutmayız, acıkmadan yemeyiz, henüz iştahımız varken sofradan kalkarız. Sabah kahvaltısını erken yaparız, akşam yemeğini geç saatlere bırakmayız, tok karnına uyumayız" demiştir. Midenin üçte biri yemeklere, üçte biri içeceklere ayrılmalıdır. Üçte biri hava payı olarak ayrılmalıdır. Yemekten sonra dişleri misvak ile temizlemek sünnettir. Az yemeli ve az uyumalıdır. Tok olarak yatmamalıdır. Hadis-i şerifte, "Tok olarak yatmayın, kalbiniz katılaşır" buyuruldu. Tel: 0 212 -
Şeytanın yollarını tıkamak için...
18 Temmuz 2008 01:00
Hadis-i şerifte, "Şeytan, damardaki kan gibi, vücutta dolaşır, açlık ile yolunu daraltın" buyuruldu. Çok yiyende acıma hissi azalır. Arzuları artar, harama dalar. Gayri meşru arzuları harekete geçiren yolları tıkamak gerekir. Açlık şeytanın yolunu tıkar. Osman Hârûnî hazretleri, hiçbir zaman doyuncaya kadar yiyip içmezdi. Devamlı nefsi ile mücâdele ederdi. Geceleri çoğunlukla uyumaz, ibâdet ederdi. Çok acıktığı zaman, sâdece bir-iki lokma yemek yerdi... Âhireti düşünerek çok ağlardı. Duâsı makbûldü. Kutbüddîn Kâki buyururdu ki: "Çok yemek yiyen, nefsinin kölesi olur. Bunun için az yemelidir. Bedeni ayakta tutacak kadar ve ibâdette kuvvetli olacak kadar yemek ile yetinmelidir. Normal ve basit giyinmeli, süsten, gösterişten uzak olmalıdır. Az uyumalıdır. Değersiz ve kıymetsiz dünyâ işlerine gönül vermek şöyle dursun, bunları konuşmaktan, böyle şeylerden bahsetmekten bile çok sakınmalıdır. Böyle dünyâlık şeylerin yanında bulunmasını bile, kendisi için kusûr, kabahat ve bu yolda ilerlemeye mâni bilmelidir." Az yemek bedene, az uyumak ruha rahatlık verir. Çok uyumak zararlıdır. Az yiyip içmek ve az uyumak gerekir. Çok yiyen çok su içer. Çok su içen çok uyur. Çok uyuyanın ömrü uyku ile geçtiği için dünya ve ahiret kazancına mani olur. Bir hadis-i şerifte, "İşlerin hayırlısı vasat olanıdır. Din, ifrat ve tefritin ortasındadır" buyuruldu. Ayrıca, doyduktan sonra fazla yemek de israftır, haramdır. Her istediğini yemek de israftır. Resulullah efendimiz, "Her istediğini yemek israftandır" buyurdu. Her istediğini yemenin israf olması, doyduktan sonra veya hazmolmadan, acıkmadan tekrar yemek israf olur demektir. Çünkü, gündüz ikinci olarak yemek, hele kısa günlerde ve çalışmayan kimseler için, çok kere, tam acıkmadan yemek olur. Bir sofrada, her istediğini yemek de, doyduktan sonra yemek olur. Hastalıkların çoğu çok yemekten ileri gelir. Az yiyenin vücudu sıhhatli olur Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır." "İyiliklerin başı az yemek, kötülüklerin başı çok yemektir." "Çok yiyeni, çok içeni Allahü teâlâ sevmez." "Her derdin başı, çok yemek, her hastalığın ilacı çok yemekten korunmak, perhiz etmektir." Te
Mal, mülk ile meşgul olmak istemezlerdi
19 Temmuz 2008 01:00
Bazı tasavvuf büyükleri, "Helalinin hesabı, haramının azaba var" sözü gereği, mal mülk edinmeyi istemezlerdi. Gönüllerinin ve ellerinin dünyalıklardan boşalmış olmasını isterlerdi. Böyle yapmalarının sebebi, elde edilecek olan malın hakkını vermekten korkmaları idi. Hatta onlar, fakir ve yoksullara dağıtıvermeleri için kendilerine gönderilen mal ve paraları da geri çevirirler ve "Bu malı toplayan adam, dağıtımına daha lâyıktır" derlerdi. Hasan Basrî buyurdu ki: "Kendisini ibâdete veren bir kul, ibâdetini terk ederek ailesinin geçimi ile uğraşan bir kimseden daha üstündür!" İbrahim bin Ethem buyurdu ki: "Allahın o âbid ve zâhit kulları ile sizin aranızda çok fark var! Onlar, dünya kendilerine yönelmiş iken ondan kaçtılar! Size gelince... Dünya size arka çevirdiği halde, siz onun peşine düşmüş gidiyorsunuz!" Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Dünyanın acılığını yudumlayıp sineye çekmek, sabrın acısından daha şiddetlidir!" Peygamber efendimiz bir gün Eshâb-ı Suffe'ye sormuş: "Her gün sabah Bathâ'ya kadar gidip büyük hörgüçlü iki deve kazanarak dönmeyi hanginiz arzu eder?" Onlar da, "Hepimiz arzu ederiz yâ Resulallâh!" demişler. Resul-i Ekrem efendimiz; "Sizden biri bunu bırakır ve mescide girerek Allah'ın Kitabından iki âyet öğrenirse, büyük hörgüçlü iki deve kazanmaktan daha hayırlı bir amelde bulunmuş olur. Üç âyet öğrenirse üç deveden, dört âyet öğrenirse dört deveden hayırlı olur" buyurmuşlardır. "Dünyaya en az kim rağbet eder?" diye sual eden bir zata, Peygamber efendimiz, "Kabri ve kabirde çürüyüp toprak olacağını unutmayan, dünya ziynetini terk eden, ecri baki olan ahireti, fani dünyaya tercih eden, bugünün işini yarına bırakmayan, kendini ölmüş sayan, ölmeden önce ölen kimsedir." Buyuruldu ki: Dünyanın kıymeti dünya kadar, ahiretin kıymeti ahiret kadardır. Dünya gıdası bilinen gıdalardır. Ahiretin gıdası dini ilimdir. Ahiretin kıymetinin yanında dünyanın kıymeti sivrisineğin kanadı kadar değildir. Dünya hep altın olsa bile geçicidir, ahiret ise devamlıdır, sonsuzdur. Yollar ikiye ayrılır. İman küfür, günah sevap, iyi kötü, dünya ahiret vs. Siz ahireti ve orada işinize yarayacak olanı tercih edin. Tel: 0 212 - 4
.
İnsanların gizli işlerini araştırmayın!
20 Temmuz 2008 01:00
İslam büyüklerinin güzel bir ahlâkı da, gördüklerini, işittiklerini hep iyiye yormaları, sû-i zanda bulunmamaları idi. Peygamber efendimiz, "Suizan etmeyin! Suizan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, münakaşa, haset ve düşmanlık etmeyin, birbirinizi çekiştirmeyin, kardeş gibi birbirinizi sevin!" buyurmuştur. Suizan, birinin kötü bir iş yaptığını zannetmektir. Kalbe gelen kötü düşünce, o hâliyle suizan olmaz. Kalbin o tarafa kayması suizan olur. Mesela birisinde bir kalem görünce, (acaba bu kalemi çalmış olabilir mi) diye sadece düşünmek suizan olmaz. Ama (çalmış olabilir) diye zannetmek suizan olur. Bir âlim talebelerine, "Şafii mezhebinde alametlere bakarak kesin karar verilmez. Mesela bir köpeğin burnunda yoğurt bulaşığı varken evden çıktığı görülse, eve girince yoğurt çanağında köpeğin burnu kadar iz görülse, kesin olarak bu yoğurdu köpek yedi denemez" der. Talebenin birisi, "Bu kadarı da olmaz" diye içinden hocasına itiraz eder. Hocası, o gence, bir koyun kesip getirmesini söyler. O da koyunu keser. O arada sıkışır, evin kenarındaki ormanlığa kolları sıvalı ve kanlı bıçakla gidip hacetini giderir. Zaptiyeler, yeni öldürülmüş bir adamın katilini ararken bunun eli kanlı bıçakla ormana kaçtığını görürler. Hemen yakalayıp getirirler. O gece karakolda kalır. Sabah mahkemeye çıkınca, hakim, "Bu genç, eli kanlı bıçakla kaçarken görülmüşse de, Şafii'de alametlere bakarak kesin hüküm verilmez" der. Genç, hocasına yaptığı suizannın cezasını nezarette kalarak çektiğini anlar ve tövbe eder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Suizan etmeyin. Suizan, yanlış karar vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayın, kusurlarını görmeyin, münakaşa, haset ve düşmanlık etmeyin, birbirinizi kardeş gibi sevin, çekiştirmeyin. Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, yardım eder. Onu, kendinden aşağı görmez." Zan ile, başkasının kötü olduğunu kabul eden, onu gıybet eder, ona dil uzatır. Onu kötü, kendini iyi bilir. Bu da, helâkine sebep olur. Müslümanın bir işinde veya sözünde birçok küfür alameti ile bir iman alameti bulunsa, hüsnüzan edip buna kâfir dememelidir. Ama küfrü açıksa kâfir olur, tevil fayda vermez. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.me
Allahü teâlâya hüsnüzan ediniz!"
21 Temmuz 2008 01:00
İnsanlara suizanda bulunulduğu gibi Cenabı Hakka da suizanda bulunanlar oluyor. Günahının af olunmayacağını zannetmek, Allahü tealaya suizan olur. Müminleri haram işleyici, yani fasık zannetmek, insanlara suizan olur. Suizan haramdır. Hadisi şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü tealaya hüsnüzan etmek, ibadettir." "Kendisinden başka ilah olmayan Allahü tealaya yemin ederim ki, Allahü teala kendisine hüsnüzan ederek yapılan duayı, elbette kabul eder." Şartlarına uygun tövbe yapılınca, her türlü günahı muhakkak affeder. Dilerse, ahirette küfürden başka günahları tövbesiz de affeder. Hadis-i kudside, "Kulum beni nasıl zannederse, ona zannettiği gibi muamele ederim" buyuruldu. Kabul edeceğini ümit ederek tövbe edeni affeder. Hadis-i şerifte, "Allahü teâlâya hüsnüzan ediniz" buyuruldu. Peygamber efendimiz şu müjdeyi verdi: "Kıyamette, (günahı sevabından çok) biri, Cehenneme götürülürken, "Ya Rabbi, dünyada sana hep hüsnüzan ettim, (rahmetinden ümit kesmemiştim)" der. Allahü teâlâ da, "Onu bırakın! Kulumu beni zannettiği gibi karşılarım" buyurur." Peygamber efendimiz, ölüm halindeki bir gence sorar: - Kendini nasıl buluyorsun? - Günahlarımdan korkuyor; fakat Allah'tan ümit kesmiyorum. - Bu korku ile ümit, şu ölüm anında kimde bulunursa, Allahü teâlâ ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmek iman yönünden de çok tehlikelidir. Ümitsiz olmak küfürdür. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Kötü zanda bulundunuz. Bu yüzden helake mahkum kavim oldunuz." (Feth 12) "Rabbinize olan (ümitsizliğiniz, kötü) zannınız sizi helak etti." (Fussilet 23) Allahü teâlâ, Hazreti Davud'a vahyetti ki: - Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir! Beni sevsinler. - Ya Rabbi bunu nasıl yapayım? - Nimet ve ihsanlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik beklesinler. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Suizanna sebep olmamalıdır
22 Temmuz 2008 01:00
Müslümana suizan etmemek gerektiği gibi, başka Müslümanların da bizim hakkımızda suizan etmelerine sebep olabilecek durumlardan sakınmak gerekir. İnsanları suizandan kurtarmak için, töhmet yerlerinden uzak durmalıdır. Onların dedikodularına kendisi sebep olduğu için işleyecekleri günaha ortak olur. Peygamber efendimiz, hanımı ile konuşurken, oradan geçenlere buyurdu ki: - Bu benim zevcemdir. - Ya Resulallah, sizden de mi şüphe edilir dediler. - Kan, insanın damarlarında dolaştığı gibi, şeytan da insana nüfuz eder, kalbine şüphe sokar. Başkalarının suizannına sebep olacak hareketlerden kaçmalıdır. Şüphe uyandıracak hareketlerden uzak durmalı, başkalarının kendi hakkında dedikodu etmesine sebep olmamalı. Bir kişi, bir kadınla şüphe uyandıracak şekilde konuşuyordu. Hazreti Ömer, onun yanına varıp, öfkeli şekilde bakınca o kişi, "Bu benim hanımım" dedi. Hazreti Ömer o zaman buyurdu ki: "Peki hanımın ise, ne diye üzerinize şüphe çekecek şekilde konuşuyorsunuz?" Bu olaylar da, Müslümanın, suizanna sebep olacak, töhmet altında bıraktıracak söz ve işlerden kaçması gerektiğini göstermektedir. Hadisi şerifte, "İnsan, üç şeyden kurtulamaz: Suizan, tayere, haset. Suizan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allaha tevekkül ederek yapınız. Haset ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz" buyuruldu. Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Suizan, bir kimseyi kötü zannetmektir. Müslümanın hüsnüzannı şöyle olmalıdır: Bir çocuk görünce; bunun günahı yoktur, benim günahım vardır. O halde bu çocuk benden daha faziletlidir. Bir yaşlı Müslüman görünce; bunun ibadeti benden daha fazladır, o halde benden daha faziletlidir. Bir İslam âlimi görünce; ben cahilim, bu benden ziyade âlimdir, öyle ise, benden daha faziletlidir. Bir cahil görünce; bu bilmeden günah işler. Ama ben bilerek işlerim, öyle ise, bu benden eftaldir. Bir kâfir görünce; olur ki, dünyadan iman ile gider. Benim imanla gidip gitmeyeceğim ise, belli değildir. Şu halde, benden daha faziletli olabilir diye düşünmeli! Tel: 0 212 - 454 38 21 www.
Zalimlerin olduğu yerde viraneler çok olur!
22 Temmuz 2008 01:00
Peygamber efendimiz zamanında, Nûşirevân isminde adaletiyle meşhur Sâsânî Devletinin bir hükümdarı vardı. Bisetten önce idi. Bu hükümdar önceleri çok zâlimdi. Şu hâdisenin, hatâsını anlayıp, âdil idâreye geçmesine sebep olduğu anlatılır... Tahta çıktığı zaman astığı astık, kestiği kestik biridir. Çok zâlim olduğu halde aynı zamanda çok da cömert biri idi. Bir gün bahçede oturmuşlar, veziriyle sohbet ediyorlarmış. Bir bakmış ki ağacın üstünde iki tane baykuş birbirleriyle konuşuyorlar. Vezirine demiş ki: SÖYLERSEM BENİ ÖLDÜRÜRSÜN - Ah! Şu baykuşlar acaba ne konuşuyor? Keşke kuş dilini bilseydik de bunları anlasaydık! Veziri zalimliğini söylemenin tam zamanı deyip şöyle cevap vermiş: - Ben anlıyorum pâdişâhım. - Söyle o zaman ne konuşuyorlar? - Söyleyemem efendim. - Niye söyleyemezsin? - Söylersem beni öldürürsün. - Söz, sana bir şey yapmayacağım. Ama ne konuşuyorlarsa doğru söyle! Veziri, kendisine bir zarar gelmeyeceğinden emin olunca, başlamış anlatmaya: -Pâdişâhım şu baykuş diğerine, bizim oğlan ergenlik çağına geldi, onu evlendirmek istiyorum. Ben seni senelerdir tanıyorum. Dostumuzsun. Senin kızı bizim oğlana alıversek, evlendirsek, bunları bir baş-göz etsek, diyor... Fakat pâdişâhım, kızın babası ağıra satıyor kızını. Diyor ki: - Evet, senin oğlun şöyle iyidir, böyle iyidir, ben ona itiraz etmem, ama benim kızım gözümden kıymetlidir, biricik kızımdır. Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim. İffetiyle, nâmusuyla bu zamana getirdim. - Kızının kıymeti ne kadarsa değerini veririz. Sen ne kadar çeyiz istiyorsun, onu söyle! - Ben kızıma on tane virâne isterim. Pâdişâhım bilirsiniz baykuşların meskenleri virânelerdir. Saray versen, altın versen baykuş gene de virâne ister. Bunun teklifine karşılık öbürü kanadıyla sizi gösterdi. Sonra dedi ki: - Allah Allah! Düşündüğün, istediğin şeye bak. Zalimlerin olduğu yerde viraneler çok olur! Bunun gibi bir zâlim hükümdar bizim başımızda olduktan sonra, bu memlekette daha çok virâne olur. 10 değil 100 tane, 1000 tane virâne veririm." Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğruca avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Nûşirevân bu durumu herkese de bildirmiş: - Ben tövbe ettim, yaptığıma pişmân oldum. Demek ki kurtlar, kuşlar benim zulmümü konuşuyorlar. Ben vazgeçtim bu işten. İşte bundan sonra Nûşirevân'ın meşhur âdil idâresi başlamış. Öyle adil, öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mâmur ve müreffeh olmuştu. Nasıl ki, Hâtim-i Tâi cömertliği ile meşhur olmuşsa, bu hükümdar da adâleti ile meşhur olmuştu. Bunun için kendisine, Nûşirevân-i âdil de denilmektedir. Peygamber efendimiz bunun için, "Ben âdil sultan zamanında dünyaya geldim" buyurmuştur. ÜÇ IRK AKRABA OLDU Vefâtından sonra, Hazreti Ömer'in İran seferinde, ülkesi İslâm topraklarına dâhil edildi. Savaş sonunda üç torunu esir alındı. Bunlara da diğer esirler gibi muamele yapılmak istenilince, Hazreti Ali, "Resûlullahın, esir olan sultanlara ve çocuklarına ayrı muamele yapılmasına dâir hadîs-i şerîfi var" deyince, bu kızları Hazreti Ömer, Sevde vâlidemizin emrine verdi. Bir müddet sonra, bunların üçü de kendi istekleriyle Müslüman oldular. Bunların birini Hazreti Hüseyin'e verdiler. Bundan, Zeynel Âbidîn hazretleri dünyaya geldi. Diğer ikisini de, Muhammed bin Ebû Bekir'e ve Abdullah bin Ömer'e verdiler. Hazreti Hüseyin ile bacanak oldular. Hazreti Ali de, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer ile dünür oldu. Nûşirevân'ın hanımı da Göktürk Prensinin kızı idi. Böylece Türkler ve Acemler seyyidlerin akrabaları olmuş oluyorla
Rızık konusunda endişeleri yoktu
23 Temmuz 2008 01:00
Allah adamlarının bir özelliği de, rızık hususunda hiç endişelerinin olmamasıydı. Ertesi günün nafakası olmadığını bildikleri halde sıkıntı duymamalarıydı. Aksine, yanlarında para olduğunda bunlarla gecelemek kalplerinde sıkıntı meydana getirirdi. Bir gün sonrasının veya, bir hafta, bir ay, bir sene sonrasının rızkını biriktirip sakladıkları zaman da, bunu kendileri adına değil, aileleri adına saklarlar idi. Onların kalplerini teskin ve rızık babında Allah'a karşı sû-i zanda bulunmalarını önlemek için böyle yaparlardı. Veysel Karani buyurdu ki: "Allah, rızık hususunda ihtimam gösteren kulun amelini kabul etmez. Zira rızka ihtimam eden, Allah'ı itham etmiş olur. Rabbini itham edenin ise ameli kabul olmaz." Haseni Basri buyurdu ki: "Basra ahalisinin hepsi, benim çocuğum olsa ve bir buğday tanesi bir dinar olsa, hiç endişe etmem!" Veheb bin Verd buyurdu ki: "Gök demir olsa, yer tunç kesilse, rızık için üzülürsem, kendimi Müslüman bilmem!" Ebû Yezid el-Bestâmî hazretlerine "Sen, rızkını nereden temin edersin?" diye sormuşlar. O, şu karşılığı vermiş: "Allahü teâlânın böcekleri ve sivrisineği rızıklandırdığı rızık kapısından! Hak teâlâ onları rızıklandırır da, Ebû Yezîd'i unutur mu sanırsın?" Arkasında bir müddet namaz kıldığı bir imam ona demiş ki: "Ben seni, bir işle meşgul görmüyorum. Bir kazancın olmadığı halde geçimini nereden sağlıyorsun?" O da demiş ki: "Müsâade edin de arkanızda kıldığım namazları iâde edeyim! Sonra size cevap veririm. Zira senin Allahü tealanın rızka kefil olduğunda şüphen var. Böyle bir kimsenin namazı ise sahih olmaz." Veysel Karani hazretleri, nasihat isteyen birine "Şam'a yerleş" buyurdu. O da "Acaba Şam'da geçim nasıldır?" dedi. Hazret, "Rızıklarından şüphe edenlere yazıklar olsun. Bunlara nasihat fayda etmez" buyurdu. İmrenilecek kimsenin vasıflarında da rızka razı olma var. Hadis-i şerifte, "Şu kimseye imrenilir: Malı azdır, çoluk çocuğu namaz kılar, oruç tutar. İbadetini gizlemeye çalışır. Tanıyanı azdır, meşhur değildir, parmakla gösterilmez. Rızkı yetecek kadardır. Buna da sabreder. Hâlini kimse bilmez. Arkasından ağlayanı az, mirası da fazla değildir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Adalet, herkes için olursa bir mana ifade eder...
23 Temmuz 2008 01:00
Adaleti ile meşhur Nûşirevân devrinde, Biset'e yakın, yani Resulullahın peygamberliğini ilanına yakın bir zamanda Arabistan'dan iki at tüccarı İran'a at satmaya giderler. Sâsânî Devleti, o zamanın en gelişmiş devletiydi. Bizans İmparatorluğundan daha ileriydi. Bizans'ın çok toprağı vardı. Ama Sâsânî Devleti medeniyette çok daha ilerideydi. Sanatta, medeniyette daha yüksekti. Şehrin girişinde eşkıyâlar önlerini kesip, bunların atlarını, paralarını, neleri varsa hepsini alırlar. "Etmeyin, eylemeyin, biz yabancıyız" dedilerse de dinlemeyip alıp giderler. Bu olaya şahit olanlar derler ki: - Bunların başı pâdişâhımız Nûşirevân'ın oğludur. Adamları ile yol keser, yabancı tüccarların böyle mallarını çalar götürürler. HÜKÜMDARIN OĞLU DA İŞİN İÇİNDE Çaresiz halde şehre giderler; perişan durumdadırlar. "Kimi kime şikâyet edeceğiz, hiç değilse geceyi geçirip dönelim" derler. Şehirde bir hana yerleşirler. Hancı bunları çok üzüntülü görüp sebebini sorar. Bunlar da başlarına geleni bir bir anlatırlar. Hancı der ki: - Evet bu Nûşirevân'ın oğlu. Şehre gelen yabancı tüccarların malını çalar. Nedendir bilinmez, kimse bir şey diyemiyor. Babasından korkuyorlar. Biz onun elinden illallah ettik. - Peki şimdi biz ne yapalım? Bu kadar eziyet çektik, bu kadar uzun yoldan buraya geldik. - Haftada bir gün Nûşirevân şikâyet dinler. Siz bekleyin, şikâyet gününde kendisine anlatın. Hükümdar çok âdildir. Mutlaka sizin zararınızı karşılar. Çekinmeden anlatın. Zarar verir diye korkmayın! "Peki" derler ve o günü beklerler. O gün Nûşirevân dertlileri dinlemeye başlar. Sıra bunlara gelir. Nûşirevân'ın yanında bir tercüman vardır. Tercümana anlatırlar. Tercüman Nûşirevân'a nakleder. Sonunda, Nûşirevân hükmünü verir: - Çok üzüldüm, çok özür dilerim. Ne kadarsa zararınız derhal tazmin edeyim. Suçluları en kısa zamanda bulup cezâlarını vereceğim. Bunlar sevinirler tabii. Hiç değilse zararımızı ödüyorlar diye. Zararları hakikaten tazmin edilir. Gelirler hana. Hancı, "Ne oldu" diye sorar. Olanları anlatırlar. Hancı der ki: - Olur mu? Hem oğlu eşkıyâlık yapsın, hem de parayı ödemekle kurtarsın. Olacak iş mi? Tercümanın, oğlunun yaptığını söylediğini zannetmiyorum. Hancı sözlerine devam eder: - İki gün sonra tekrar mezâlim divanı var, tekrar çıkın. Oğlunun yaptığını söyleyin. Biz de kurtulalım bu belâdan. Tekrar çıkarlar. "Hayırdır" der Nûşirevân. Bu sefer o hancı da yanlarındadır. Hancı der ki: - Pâdişâhım, bunların yolunu kesip atlarını alan sizin oğlunuzmuş. Onu size tercüman yanlış tercüme etmiş. Bunun üzerine Pâdişâh şöyle cevap vermiş: - Çok üzüldüm, özür dilerim. Peki ben gerekeni yapacağım. Şu da benim oğlumdan dolayı tazminatım. Yalnız bir istirhâmım var. Artık bu şehirde fazla kalmasınlar. Nasılsa paralarını aldılar. Şehri terk etsinler. Fakat sabahleyin terk etsinler şehri. Biri batı kapısından biri doğu kapısından. İkisi aynı kapıdan çıkmasınlar. Yol zaten ileride birleşir. Bunu kendilerinden özellikle istirhâm ediyorum. İKİ KAPIDA İKİ CESET Paralarını alırlar ve ertesi sabah biri batı kapısından çıkar, diğeri doğu kapısından. İleride yolların birleştiği yerde buluşurlar. Biri der ki: - Benim çıktığım kapıda Nûşirevân'ın eşkıyâ oğlunun cesedi asılıydı. Senin çıktığın kapıda ne vardı? Diğeri de şöyle der: - Benim çıktığım kapıda da tercümanın cesedi asılıydı. Her ikisi de bu hâdiseye hayret ederler. Kendi memleketlerinde, her türlü vahşetin işlendiği bir zamanda, suçlu, oğlu da olsa, gözünü kıpmadan cezâsını veren bir hükümdârın olmasına çok sevinirler. Çünkü, adalet, padişah da, padişahın oğlu da olsa çoban da olsa suç işlemiş ise cezasını çekmesidir. Cezalar şahıslara göre farklı farklı uygulanıyorsa orada adaletten söz edilemez.
Sebepleri yaratana güvenirlerdi
24 Temmuz 2008 01:00
İslam büyükleri, Cenab-ı Hak emrettiği için rızık için çalışırlar fakat çalışmasalar da rızıklarının geleceğinden şüpheleri yoktu. Bir Allah adamına, "Hep ibadetle meşgul oluyorsun, ne yiyip ne içiyorsun?" dediler. O da, dişlerini gösterdi. "Değirmeni yapan suyunu gönderir" demek istedi. Çünkü rızıkları Allahü teâlânın gönderdiğine inancı tamdı. Âyet-i kerimede mealen, "Yeryüzündeki her canlının rızkını, Allah elbette gönderir." (Hud 6) Allah adamları rızık endişesi ile fakirlikten korkmanın şeytandan olduğunu bildirirlerdi. Nitekim, sure-i Bekaradaki 268'inci ayet-i kerimede mealen, "Şeytan, muhtaç hale düşeceğinizi, size söz veriyor" buyuruldu. Allahü tealanın merhametine güvenmek, yüksek marifettir. Bu makama ulaşan kimselere Cenab-ı Hak, ummadıkları yerlerden bol bol rızık göndermektedir. Müslüman sebeplere yapışır fakat sebeplere güvenmez, sebepleri yaratana sığınır. Dervişin birisi bir mescidde ibadet ederdi. Mescidin imamı, buna "Fakirsin, bir iş tutsan iyi olur" dedi. Bu da, "Bir Yahudi komşum, her gün bana lazım olan şeyleri gönderiyor" deyince, imam "Öyle ise, sen işini sağlama bağlamışsın, çalışmazsan zararı yok" dedi. Bu da, imama "Öyle ise, sen de, herkese imam olmaktan vazgeç ki, Yahudinin sözünü, Allahü tealanın sözünden üstün tutan, imam olmağa layık değildir" dedi. Başka bir mescid imamı da, cemaatten birine, "Nereden geçiniyorsun?" dedi, o da, "Dur! Önce senin arkanda kıldığım namazı yeniden kılayım" dedi. Yani senin, Allahü tealanın rızık göndereceğine inancın yok. Namazın kabul olmaz, demek istedi. Mâlik bin Dînâr hazretleri buyurdu ki: "Şu beş şey bedbahtlığın alâmetidir: Birincisi, gözün yaşarmaması, ikincisi kalbin katı olması, üçüncüsü hayâsızlık, dördüncüsü dünyaya düşkünlük, beşincisi, rızkından endişe etmek." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Hiç kimse, nasibinden fazla rızka kavuşamaz. Rızkına kavuşup yemedikçe de ölmez. İstemese de rızkı kendisine verilir." Tel: 0 212 -
.
Kimse kimsenin rızkını yiyemez
25 Temmuz 2008 01:00
Allah adamları, rızık konusunda endişe etmezlerdi. Çünkü, Allahü teâlâ, herkesin rızkını ezelde takdir etmiş, ayırmıştır. Rızık değişmez, azalıp çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Allahü teâlânın 99 isminden biri Rezzak'tır, her varlığın rızkını vericidir. Rızık için Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir! Allahü teâlâ, "Yeryüzündeki her canlının rızkı, Allah'a aittir" (Hud 6) buyuruyor. Huzeyfei Meraşi, İbrahim Edhem hazretlerine hizmet ederdi. Sebebini şöyle açıkladı: "Mekke'ye giderken çok acıkmıştık. Kufe'ye gelince, açlıktan yürüyemez oldum. Açlıktan kuvvetsiz mi kaldın? dedi. "Evet!" dedim. Hokka, kalem, kâğıt istedi. Bulup getirdim. Besmele ve "Her şeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Her şeyi veren sensin! Sana her an hamd ve şükrederim. Seni bir an unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazifemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum" yazıp, bana verdi ve "Dışarı git ve Allahü tealadan başka kimseden bir şey umma ve ilk karşılaştığın adama bu kâğıdı ver!" dedi. Dışarı çıktım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaştım. Kâğıdı ona verdim. Okudu, ağlamağa başladı. "Bunu kim yazdı?" dedi. "Camide birisi" dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde altmış dinar vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etraftakilere sordum. Nasranidir, yani Hıristiyandır dediler. İbrahim Edhem hazretlerine bunları anlattım. "Keseye elini sürme! Sahibi şimdi gelir" buyurdu. Nasrani biraz sonra geldi. İbrahim Edhem'in ayaklarına düşüp, öptü. Müslüman oldu." Ebu Yakubi Basri anlatır: "Mekke-i mükerremede on gün aç kaldım. Dayanamaz bir hâle geldim. Sokağa atılmış bir şalgam gördüm. İçimden, sanki bir ses: On gün sabrettin de, şimdi çürümüş bir şalgamı mı yiyeceksin? dedi. Almadım. Mescid-i harâma girip oturdum... Biri gelip, önüme, yağda yeni kızarmış ekmek, şeker ve badem koydu ve 'Denizde idim, fırtına çıktı. Kurtulursam, ilk gördüğüm fakire, bunları vermeği adadım' dedi. Her birinden bir avuç aldım. Artanı, sana hediyem olsun dedim. Demek ki; Allahü teala, bana rızık göndermek için, denizde fırtına çıkardı. Bu kimseyi kurtarıp, adak ile bana gönderdi, diyerek şükrettim. Sokakta rızık aradığıma pişman oldum." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Çocuğun rızkının gönderilmesi
26 Temmuz 2008 01:00
Cenab-ı Hak çok merhametlidir. Her canlının rızkını bir sebeple ona gönderir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, sabah aç kalkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi sizi de rızıklandırırdı." Mesela, çocuk, ana rahminde iken, çalışmaktan aciz olduğu için, göbeğinden ona rızk gönderiyor. Dünyaya gelince, anasının göğsünden gönderiyor. Bir şey yiyebileceği yaşa gelince, dişleri yaratıyor. Anası, babası ölür, yetim kalırsa, anasına babasına verdiği merhamet gibi, başkalarına da verip, herkesin kalbini, yetime karşı merhametle dolduruyor. Önce, ona yalnız anası acırdı. Kimse bakmazdı. Anası ölünce, binlerce kişiyi, ona şefkatle baktırıyor. Daha büyüyünce, çalışmak için kuvvet veriyor. Para kazanmak arzusunu veriyor. Kendine karşı merhameti, şimdi içine yerleştiriyor. Bir kimse, bu arzudan vazgeçip, takva yolunu tutar, kendini yetim haline korsa, ona karşı kalpleri, yine şefkatle doldurur. Herkes, bu kimse Allah yolundadır. Her şeyin iyisini buna vermelidir der. Para kazanırken, kendine, yalnız kendi acırdı. Şimdi herkes acır. Fakat, takva yolundan ayrılır, nefsine uyar ve çalışmazsa, kalplerde ona karşı şefkat hasıl etmez. Böyle kimselerin, tevekkül ediyorum diye çalışmaması, tembel oturması, hiç caiz değildir. Kendini düşünen kimsenin, çalışıp, ihtiyaçlarını elde etmeyi de düşünmesi lazımdır. Demek ki, Allah yolunda olup, yetim gibi olana karşı, herkesin kalbinde şefkat, merhamet yaratır. Bunun için, Allah yolunda çalışan kimsenin, açlıktan öldüğü görülmemiştir. Bir kimse, âlemlerin sahibinin, her şeyi, ne büyük nizam ve kemal üzere yarattığını anlarsa, âlemi çok güzel idare edip, kimseyi aç bırakmadığını bilir. Açlıktan öldürdüğü pek az kimse varsa da, onlara hayırlı olduğu için öldürmüştür. Yoksa, çalışmadıkları için değil. Çünkü, çok mal kazanmış olanları da, bazen, malını alarak açlıktan öldürür. Allah korkusu, rızık için çok faydalıdır. Peygamber efendimiz, "Allah korkusunu kendine sermaye edinenin rızkı, ticaretsiz ve sermayesiz gelir" buyurup, (Talak suresinin), "Allah'tan korkana, Allah bir çıkış yolu ihsan eder, ummadığı yerden rızkını gönderir" mealindeki 2. ve 3. âyetlerini okudu.
Rızkı helal yolda aramalıdır
27 Temmuz 2008 01:00
Rızık haramdan da helalden de olur. Cenab-ı Hak helalden isteye helalden, haramdan isteyene haramdan gönderir. Ancak, haram yoldan rızık edinen Ahirette azaba düçar kalır. Bunun için helal rızka kavuşmaya çalışmalı, haramdan uzak kalmalıyız! Çok para kazanmak, malı artırır. Fakat, rızkı artırmaz. Rızık, mukadderdir. Yani ezelde ayrılmıştır. Rızk, maaşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Fakat Allah emrettiği için çalışmak gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın işleri, sebepler altında tecelli eder. Âdet-i İlahiye böyledir. Fakat, bazen, sebebe yapışıldığı halde, iş hasıl olmayabilir. Yahut, sebepsiz de, hasıl olabilir. Rızkın, bol ve bereketli olması için hangi sebeplere yapışılacağı hadis-i şerifle de şöyle bildirilmiştir: "Rızkının bol olmasını isteyen, sıla-i rahm etsin! (Yakın akrabayı ziyaret etsin!) " "Sadaka vermeye devam edenin rızkı artar!" "Cömerdin evine rızık, devenin göğsüne vurulan bıçaktan daha tez gelir." "İstiğfara devam eden, ummadığı yerden rızıklanır." "Namaz kılmak rızkın bereketine sebep olur." "Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanın, rızkı artar." Bazı şeyler fakirliğe yol açar, rızkın güçlükle gelmesine sebep olur. Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyle: "Günah işlemek, rızıktan mahrumiyete sebep olur.", "Yalan söylemek rızkı azaltır", "Zina fakirliğe yol açar." "Sabah uykusu rızka manidir." "Sabah namazını kıldıktan sonra uyumayın, rızkınızı aramaya çalışın!" (Rızıkların dağılması sabah namazından sonra olur. Manevi rızıkların dağılması ise ikindi namazından sonradır. Bu iki vakitte uyumamaya dikkat etmelidir! ) "Hak teâlâ rızıkları, fecr ile güneşin doğacağı vakitler arasında verir." "Rızka kavuşan çok hamd etsin!" İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Hamd etmek, Allahü teâlâya şükretmek demektir. Her nimetin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak gerekir. Allahü teâlâ, Hazreti Musa'ya buyurdu ki: "Verdiğim nimeti, benden bilip kendinden bilmeyen, nimetlerin şükrünü eda etmiş olur. Rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmeyen ise, nimetin şükrünü eda etmemiş olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.o
Rızkı helal yolda aramalıdır
27 Temmuz 2008 01:00
Rızık haramdan da helalden de olur. Cenab-ı Hak helalden isteye helalden, haramdan isteyene haramdan gönderir. Ancak, haram yoldan rızık edinen Ahirette azaba düçar kalır. Bunun için helal rızka kavuşmaya çalışmalı, haramdan uzak kalmalıyız! Çok para kazanmak, malı artırır. Fakat, rızkı artırmaz. Rızık, mukadderdir. Yani ezelde ayrılmıştır. Rızk, maaşa, mala, çalışmaya bağlı değildir. Fakat Allah emrettiği için çalışmak gerekir. Çünkü, Allahü teâlânın işleri, sebepler altında tecelli eder. Âdet-i İlahiye böyledir. Fakat, bazen, sebebe yapışıldığı halde, iş hasıl olmayabilir. Yahut, sebepsiz de, hasıl olabilir. Rızkın, bol ve bereketli olması için hangi sebeplere yapışılacağı hadis-i şerifle de şöyle bildirilmiştir: "Rızkının bol olmasını isteyen, sıla-i rahm etsin! (Yakın akrabayı ziyaret etsin!) " "Sadaka vermeye devam edenin rızkı artar!" "Cömerdin evine rızık, devenin göğsüne vurulan bıçaktan daha tez gelir." "İstiğfara devam eden, ummadığı yerden rızıklanır." "Namaz kılmak rızkın bereketine sebep olur." "Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanın, rızkı artar." Bazı şeyler fakirliğe yol açar, rızkın güçlükle gelmesine sebep olur. Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyle: "Günah işlemek, rızıktan mahrumiyete sebep olur.", "Yalan söylemek rızkı azaltır", "Zina fakirliğe yol açar." "Sabah uykusu rızka manidir." "Sabah namazını kıldıktan sonra uyumayın, rızkınızı aramaya çalışın!" (Rızıkların dağılması sabah namazından sonra olur. Manevi rızıkların dağılması ise ikindi namazından sonradır. Bu iki vakitte uyumamaya dikkat etmelidir! ) "Hak teâlâ rızıkları, fecr ile güneşin doğacağı vakitler arasında verir." "Rızka kavuşan çok hamd etsin!" İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Hamd etmek, Allahü teâlâya şükretmek demektir. Her nimetin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak gerekir. Allahü teâlâ, Hazreti Musa'ya buyurdu ki: "Verdiğim nimeti, benden bilip kendinden bilmeyen, nimetlerin şükrünü eda etmiş olur. Rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmeyen ise, nimetin şükrünü eda etmemiş olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-ma.
.
Rızkı olan altınlara kavuştu...
28 Temmuz 2008 01:00
Gencin birisi Kâbe'de hep, "Ey doğruların yardımcısı olan Allah'ım, ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah'ım, sana hamdü sena ederim" diye dua edermiş. Birisi, "Neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun?" diye sormuş. O da anlatmış: "7-8 sene önce yine Kâbe'de iken içi altın dolu bir torba buldum. Tam 1000 altın vardı. İçimden bir ses 'Bu altınlarla, şunları şunları yaparsın' diyordu. Hayır dedim kendi kendime, bu benim değil, başkasının malı, kullanmam haram olur dedim. Bu sırada birisi, 'şöyle bir torba bulan var mı?' diye bağırıyordu. Çağırdım onu, nasıl bir torbaydı, içinde ne vardı diye sordum. Torbayı tarif etti ve içinde 1000 altın vardı dedi. Al öyleyse torbanı diyerek verdim. Adam torbayı açıp içinden bana 30 altın verdi. Pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir köleyi överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim, bu köle için ne istiyorsunuz dedim. 30 altın dediler. 30 altını verip genci satın aldım... Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Bir gün onunla giderken karşıdan iki üç kişi geliyordu. Genç bana dedi ki, 'Efendim, aslında ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Senden beni satın almak isterler. Sen iyi bir insansın, onlara 30 bin altından aşağıya satma!' dedi. O kişiler yanıma geldi, bu köleyi bize satar mısın dediler. Satarım dedim. 60 altın verelim dediler. Olmaz dedim. İyi ama sen bunu 30 altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz dediler. Öyleyse gidin pazardan alın dedim. Artıra artıra 20 bin altına kadar çıktılar. 30 binden aşağı olmaz dedim. Çaresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alıp gittiler. Ben o 30 bin altınla, iş yerleri açtım, ticaret yaptım, daha çok zengin oldum... Bir gün bana arkadaşlar, çok zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim dediler. Ben de olur dedim. Nikah kıyıldı. Develerle çeyizini getirdiler. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti, kıza, bu nedir dedim. İçinde 970 altın var, babam Kâbe'de bunu kaybetmiş, bulan gence 30 unu vermiş. Kalanını da bana hediye etti, dedi. Demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş, vermese idim haram yoldan gelecekti, şimdi helal yoldan yine bana geldi!" Te
O ahmak adama söyle!"
29 Temmuz 2008 01:00
Cenab-ı Hak rızka kefil, ancak helal yoldan rızık isteyeni çok sever. Çalışan Allah'ın sevgilisidir. Helal kazanmak için çalışmak ibadettir. Çoluğuna çocuğuna, namusuna ırzına sahip çıkabilmek için rızkını kazanmaya çalışana Allahü teâlâ ihsanda bulunur. Bir gün Peygamber efendimiz aleyhisselam eshab-ı kiramla sohbet ederken bir genç acele ile yanlarından geçti. Eshab-ı kiram dediler ki; keşke gelip dinleyip bir şeyler öğrenseydi, dünya için bu kadar koşuşturmasaydı. Peygamber efendimiz hemen müdahale edip, "Öyle söylemeyin, eğer helalinden rızkının, çoluk çocuğunun nafakası peşinde ise yaptığı ibadettir, Allah yolundadır" buyurdu. Rızık mukadderdir. Yani herkesin rızkı bellidir, artmaz eksilmez, rızkını almadan dünyadan ayrılmaz. İsteyene helalden gelir, isteyene haramdan. Gelen miktar aynıdır. Ecel mukadderdir. Yani herkesin ömrü bellidir, uzamaz kısalmaz, vakti dolunca dünyadan ayrılır. Vaktiyle bir kimse, zahid olmak, dünyadan el çekmek ister. Dağda bir mağaraya girip, tevekkül eder, rızık bekler. Günler geçtiği halde, bir şey gelmez. Açlıktan öleceği sırada, Allahü teala, o zamanın Peygamberine emreder ki: "Git, o ahmak adama söyle! Şehre girip insanlar arasına karışmazsa, onu açlıktan öldürürüm. O, benim âdetimi bozmak mı istiyor?" Peygamber haber verince, şehre gelir. Şehirde, her taraftan bir şey getirilir. Karnı doyar. Ayeti kerimede, "Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eli ile, onlara göndermeyi severim" buyuruldu. Cafer-i Sadık hazretlerinin huzuruna bir şahıs, heyecan ve ızdırapla, gelerek der ki: - Ne olursunuz efendim, Allah'a bana daha fazla rızık vermesi için dua edin, çünkü çok yoksulum. - Hayır, ben sana dua edemem. - Niçin? - Zira Allahü teâlâ bu iş için bir yol tayin etmiştir; sebeplere yapışın, rızık peşinden koşun ve onu elde edin diye de emrediyor. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkının ayağına gelmesini istiyorsun. Yani âdet-i ilahiye muhalif hareket etmemi istiyorsun, hiç böyle şey olur mu? Git, sebeplere yapış, sebeplerin tesir etmesini Allahü teâlâdan iste. O zaman ben de bunun için dua ederim sana... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmet
İyilikler, ihsanlar herkese!
30 Temmuz 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın feyizleri, nimetleri, ihsanları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızık, hidayet, irşat ve selamet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Kullarının küfürlerini, günahlarını yüzlerine vurmuyor. Kendisine karşı gelenlerin, inkâr edenlerin, günah işleyenlerin rızıklarını kesmiyor. Dünya için çalışanlara karşılıklarını, fark gözetmeksizin veriyor. Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da alamamak suretiyle, insanlardadır. Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile, kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar. Hâşâ, zulmetmez kuluna, Hüdası, herkesin çektiği, kendi cezası!.. İnsanların, Allahü teâlâdan gelen nimetlere nail olmamaları, Ondan yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette bir şey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, nimetler içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlarda nimet olarak görülenler, hakikatte azap ve felaket tohumlarıdır. Mekr-i ilahi ile, istidrac olarak, yani Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep haraplıktır, felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Onu bir an evvel helake sürükler. Allahü teâlâ, bizleri, böyle olmaktan korusun!" Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı halde, elmayı kızartınca tatlılaştırır; biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin parlaması ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her ailenin, her cemiyetin ve milletin, her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lazım geleceğini, dünyada ve ahirette rahat etmeleri ve seadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lazım geldiğini, İslamiyet ile bildirdi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
.
Çalışmak nafile ibadetten üstündür
31 Temmuz 2008 01:00
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ emrettiği için çalışmalı, rızık için üzülmemeli" Rızık için Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Müslüman, Allahü teâlâ çalışmayı emrettiği için çalışıp kazanır. Nefsinin kötü arzularına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken, helali haramdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, suç işlemek, dünyaya düşkün olmayı gösterir. Dünyaya düşkün olmak, büyük günahtır. Allahü teâlâ emrettiği için çok çalışıp, çok kazanmak ve Onun emrettiği gibi çalışıp, kazandığını, Onun emrettiği yerlere sarf etmek, ibadet yapmak olur. Çok sevap olur. Hadis-i şerifte, "Herkese dünyalıktan nasibi neyse, o şeyler ona kolaylaştırılır" buyuruldu. Büyüklerden birine sordular: - Özü sözü doğru olan tüccâr mı, yoksa geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan âbid mi yüksektir? - Emîn olan tüccâr dahâ kıymetlidir. Çünkü, şeytanla her saat cihâd etmektedir. Şeytan, alışverişte, tartmada onu aldatmaya uğraşmakta, o ise Allahü teâlânın emrini, rızâsını gözetmektedir. Hazret-i Ömer, helâl kazanmak için alışveriş ederken, helâl kazanırken can vermeyi, başka şekilde ölmekten daha çok severim, buyurdu. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerine sordular: "Her gün sabahtan akşama kadar câmide ibâdet edip, Allahü teâlâ, benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen bir kimse nasıl bir adamdır?" Hazret-i İmâm şöyle cevap verdi: "Bu kimse câhildir. İslâmiyetten haberi yoktur." İmâm-ı Evzâî hazretleri, İbrâhîm Edhem hazretlerini, sırtında bir yığın odun götürürken gördü. "Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbir şeye muhtaç bırakmıyor" dedi. İbrâhîm Edhem hazretleri buna şöyle cevap verdi: "Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur." Müslümanın kendine, evlâdına, ailesine ve borçlarını ödemeye lâzım olanları kazanması farzdır. Bunun için çalışan sevâb kazanır. Özürsüz terk edene azap yapılacaktır. Borç ödemek farzdır. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
.
Rızkınızı güzel yollardan arayın!"
1 Ağustos 2008 01:00
İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel hazretleri, yanına gelip, ondan nasîhat isteyen bir kimseye şöyle nasîhat etmiştir: "Hak teâlâ hazretleri senin ve bütün âlemin rızkına kefîldir. Rızık için elinden geldiği kadar çalıştıktan sonra düşünmeye hiç lüzûm yoktur. Çünkü, Hak teâlâ tarafından bütün rızıklar taksîm edilmiştir. Çalışarak, hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikten sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç şüphe yoktur. Cehennem azâbı hak olduktan sonra, günâh işlemeye cesâret edilir mi? Bütün işler, Hak teâlânın takdîri iledir. Sen fakîr olup, başkalarının zenginliğine canının sıkılmasının ne faydası olur?" Rızıktan endişe etmemeli, bu yüzden doğruluktan ayrılmayıp haramlara düşmemeli. İnsan, rızık için korkup sıkıntıya girmemelidir! Her mümin, rızkı Allah'ın verdiğine inanıp, Ona güvenmelidir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Rabbin, rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Elbette O, kullarının her hâlini bilir. O, her şeyi çok iyi görür. Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin! Onların da, sizin de rızkınızı veren biziz. Onları öldürmek gerçekten büyük günahtır." (İsra 30, 31) Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ey insanlar, rızkınızı güzel yollardan arayın! Herkes takdir edilenden fazla rızka kavuşamaz. Takdir edilen rızka kavuşup onu yemedikçe de dünyadan göçmez. İstemese de rızkı kendine verilir." Peygamber efendimiz, "Eğer Allah korkusunu kendinize sermaye edinirseniz, rızkınız, ticaretsiz ve sermayesiz gelir" buyurup şu mealdeki âyet-i kerimeyi okudu: "Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve rızkını ummadığı yerden gönderir." "Eceliniz sizi nasıl takip ederse, rızkınız da öylece takip eder. Rızık için sıkıntı çekerseniz, Allahü teâlânın emrine uygun hareket edin." Hazreti Hızır'ın tamir ettiği binanın altındaki altın levhada şunlar yazılı idi: "Ölüm hak iken gülüp eğlenen, kadere inandığı halde üzülen, rızka Allahü teâlâ kefil iken zahmetlere giren, Kıyamette sorgu-sual varken gaflete dalan, faniliğini bildiği dünyaya bel bağlayan kimseye nasıl hayret edilmez?" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
"Gökten para yağmaz!"
2 Ağustos 2008 01:00
İslam büyükleri, Allahü teâlâ emrettiği için çalışanın, rızkını helal yoldan arayanın; ezeldeki rızkına kavuşacağını ve bu rızkın da bereketli olacağını bildirmişlerdir. Bu şekilde hareket eden bu çalışmaları için de sevap kazanır. Hz. Ömer, "Çalışın, kazanın! Çalışmadan rızık beklemeyin! Allahü teâlâ gökten para yağdırmaz" buyurdu. Hz. Lokman Hakîm de, "Çalış, kazan! Çalışmayıp muhtaç olanın dini ve aklı noksandır" buyurdu. Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki: Peygamberlerin hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, camide oturarak, Allaha tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Böyle yapan, çalışmağı terk ettiği için, günah işlemektedir. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin tesirini Allahü tealadan beklemek emir olundu. Hadis-i şerifte, "Beş vakit namazı kıldıktan sonra, çalışıp helal kazanmak, her Müslümana farzdır" buyuruldu. Yine hadis-i şerifte, "İnsanların iyisi, insanlara faydası olanlardır" buyuruldu. Öğünmek için, kibirlenmek için, ihtiyaçtan fazla kazanmak haramdır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Allah dilediğinin rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Halbuki ahiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir." (Rad 26). "Ahiret nimetlerini isteyene de, dünya nimetlerini isteyene de onu veririz." (Şura 20) Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: "Hak teâlâ, Âdem aleyhisselama bin çeşit sanat öğretip buyurdu ki: Çocukların ve neslin, bu sanatlardan biri ile rızkını talep etsin, sakın ola ki dini geçim vasıtası yapmasın, din ile dünya menfaatini talep edenlere yazıklar olsun!" Rızık endişesiyle, harama el uzatmamalı ve şu hadis-i şeriflerin muhatabı olmamalıdır: "Bir zaman gelir ki, insanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünür, helalini ve haramını düşünmezler." "Bir zaman gelir, insanın bütün kaygısı midesi olur, şerefi mal, kıblesi kadın, dini para olur. Böyle kimseler, halkın kötüleridir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Cenâb-ı Hakkın sevdiği kimse!
3 Ağustos 2008 01:00
İslam büyükleri her işlerinde cenab-ı Hakkın rızasını gözetirlerdi. Kendi arzularına, isteklerine hiç önem vermezlerdi. Başlarına gelen her şeye itirazsız razı olurlardı. İmam-ı Gazali hazretleri anlatır: Musa aleyhisselam, bir münâcâtında, Allahü teâlaya, "Ey Rabbim, kulların içinde hangisi sana daha sevimlidir?" diye sordu. Allahü teâlâ, "Sevdiği şeyleri elinden aldığımda bana teslim olan ve isyan etmeyen kimsedir" diye vahyetti. Musa aleyhisselam, "Yâ Rabbi, kulların içinde en çok kime gazab edersin?" diye sordu. Allahü teâlâ şu cevabı verdi: "Bir işte önce hayırlısını benden isteyip bir hüküm verdiğimde takdirime razı olmayan, kızan kimsedir." Allahü teâlâ kudsî bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur: "Kim benim hükmüme rıza göstermez, verdiğim musibete sabretmezse benden başka bir Rab arasın!" Eshab-ı kiramdan İmrân bin Husayn hazretleri bir hastalığından dolayı otuz yıl boyunca sırtüstü yatmak zorunda kalmıştı. Ayağa kalkamıyor ve oturamıyordu. Kendisi için hurma dallarından sedirden bir yatak yapılmış, yatağının altına bir delik açılmış ihtiyacını alttaki kaba yapıyordu. Bu sıkıntılı hâle rağmen namazını ve diğer ibadetlerini aksatmıyor, halinden de hiç rahatsızlık duymuyordu. Bir defasında hazretli Mutarrif onun ziyaretine gelmişti. Hz. İmrân'ın bu halini görünce ağlamaya başladı. Hz. İmrân, "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. O da, "Seni bu sıkıntılı durumda gördüğüm için" dedi. Hz. İmrân, "Ağlama, Allahü teâlâya sevimli gelen, bana da sevimli gelir" dedi ve ardından şunları söyledi: "Sana bir şey söyleyeyim; belki Allahü teâlâ onunla seni faydalandırır. Ancak onu ben ölünceye kadar gizle, kimseye söyleme. Melekler, beni ziyaret ediyorlar, onlarla sohbet ve muhabbet ediyorum, bana selâm veriyorlar, selâmlarını işitiyorum." Böylece, başındaki bu musibetin bir ceza olmadığını bildirmek istedi. Buyuruldu ki: Başa gelen sıkıntılara sabredilirse ecri görülür. Sabredilmezse, günaha girilir ve sıkıntıya düşülür. Sabır, tökezlemeyen binektir; acı ise de meyvesi tatlıdır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
.
Herkese ihtiyacı miktarınca...
4 Ağustos 2008 01:00
Sa'd bin Ebû Vakkas hazretleri Mekke'ye geldiği zaman gözleri görmez olmuştu. Sevenleri, büyük bir arzu ile onun yanına geliyor ve her biri kendisi için dua etmesini istiyordu. O da, her biri için ayrı ayrı dua ediyordu. O, duası makbul bir kimseydi; çünkü Resul aleyhisselam onun duasının kabul edilmesi için Rabbine dua etmişti. Abdullah bin Sâib anlatır: Ben henüz genç iken Sa'd'a geldim, ona kendimi tanıttığımda beni tanıdı ve, "Sen Mekke'nin hafızlarından ve âlimlerinden değil misin?" diye sordu. Ben de, "Evet" dedim. Bir olay anlattım ve sonunda kendisine, "Ey amca, sen makbul birisin ve dua isteyenler için dua ediyorsun; kendin için dua etsen de Allahü teâlâ gözlerini tekrar açsa" dedim. Hz. Sa'd tebessüm etti ve şöyle dedi: "Ey oğul, Allahü teâlânın isteğiyle olan bu durum, benim için, nefsimin isteğiyle gözümün açılmasından daha güzeldir." Cenab-ı Hak, her işindeki güzelliği Kur'an-ı kerimde şöyle bildirir: "Eğer Allah kullarına rızkı (malı, makamı, nimetleri) bol bol verseydi muhakkak yeryüzünde azarlardı. Fakat O her şeyi dilediği bir ölçüye göre indirir, verir. O kullarının bütün hallerini bilmekte ve görmektedir." (Şura, 27) Bu âyeti kerimeyi Peygamber efendimiz bir hadis-i kutside şöyle açıklar: "Allahü teâlâ buyurdu ki: 'Kimisi ancak zengin olmakla imanını kurtarabilir. Eğer o fakir olsa idi, (fakirliğe sabredemez) küfre girerdi. Kimi de ancak fakir olmakla imanını kurtarabilir. Eğer o zengin olsaydı, (mal onu azdırır) küfre giderdi. Kimi de ancak sıhhatli olmakla imanını kurtarabilir. O hasta olsaydı, (hastalığa sabredemez) küfre düşerdi. Bazı mümin kullarımın imanını hastalık korur; onu sıhhatli etsem hali bozulur. (Bunun için genelde Müslüman kulumun hakkında ne hayırlı ise onu veririm). Ben kullarımın işlerini ilmimle tedbir ederim; ben onların kalplerini ve gizli hallerini çok iyi bilirim." Allah dostu İbrahim Hakkı Erzurumî hazretleri meşhur şiirinde der ki: "Hak şerleri hayreyler/Zannetme ki gayreyler/Arif anı seyreyler/Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler/Deme niçin bu böyle/Yerindedir o öyle/Bak sonuna seyreyle/Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@t
.
Dizilerle yapılmak istenen reform!..
5 Ağustos 2008 01:00
Geçenlerde, gazetelerin magazin sayfalarında, yerli Türk TV dizilerinin Orta Doğu ülkelerinde büyük rağbet gördüğüne dair haberler vardı. Haberde, Türk dizilerine Orta Doğu ülkelerinde gösterilen yoğun ilgiye dikkat çekiliyor. Dublajı yapılan Türk dizileri, o kadar benimsenmiş ki izleyicilerin Türk dizilerini izlediğinin farkına bile varmadığı kaydediliyordu. Aynı gün bu konu ile ilgili başka bir haber daha vardı gazetelerde: Mısır Müftüsü; Türk dizilerinin ülkedeki aile düzenini sarstığını, ailede büyük yıkımlara sebep olduğunu bunun neticesinde bu dizileri seyredenler arasında boşanmaların hızla arttığını söyleyerek, Müslümanların bu dizilerden uzak kalmasını tavsiye ediyordu. Bu, basit önemsiz bir haber olarak gazetelerde yer aldıysa da, aslında çok tehlikeli gidişin işaretidir. Sebebi şu: Batı Hıristiyan âlemi, ekonomik ve siyasî gücüne güvenerek Müslümanlığı 20. yüzyılın ikinci yarısında tamamen yok etmeyi veya en azından varlığı ile yokluğu bir hale getirmeyi planlamıştı. Fakat plan tutmadı; İslam âlemi dinine daha çok sarıldı, sahiplendi. "MADEMKİ YOK EDEMİYORUZ!.." Bu durum yeni projelerin gündeme alınmasına sebep oldu. "Mademki yok edemiyoruz, kaleyi içeriden fethedelim" projesini yürürlüğe koydular: Müslümanlar, sinsice İslamdan uzaklaştırılacak, hissettirmeden İslamdan soğutulacaktı! Bunu, okulda, iş yerinde kısaca sokakta başarı ile yürüttüler. Fakat ulaşamadıkları bir saha vardı; o da aile idi. Bütün tahribata rağmen aile; yaşayışı, kültürü, inancı nesilden nesile ulaştırıyordu. Bunu fark edince, aileyi dejenere etmedikçe istedikleri neticeyi alamayacaklarına karar verdiler. Bunun için de ailenin ulaşamadıkları fertlerine ulaşmaları gerekiyordu. Ulaşamadıkları fertlerin başında da, çalışmayan evde çoluk çocuğunun eğitimi ve yetişmesi ile uğraşan anne ve kız çocukları vardı. Bir şekilde bunların yuvalarından çıkartılması gerekiyordu. Bütün bu işlerin denemesini öncelikle Türk halkı üzerinden yaptılar. Son yıllardaki kadının sesi, kadın hakları gibi programlarla sözde kadının özgürlüğü konusu her gün işlendi. Kadının mutlaka ekonomik yönden bağımsız olması, kendi ayakları üzerinde durması programların ana konusu idi. Programa çıkarttıkları ruh hastası zorbacı, dayakçı koca tipleri ile korkutulan kadınlar ekonomik bağımsızlığa, çalışmaya şartlandırıldı. Bir mesleği, kariyeri olmayan, sadece koca parasına bağlı olan kadının mutlaka bir gün sokakta kalacağı korkusu salındı. Öyle ki, kadınlarımız rızkından endişe eder hale getirildi. Böylece huzur yuvası olan aileler huzursuzluk yuvası haline getirildi. Kadın erkek eşitliği istismar edilerek örfümüzde, kültürümüzde olan evin reisi baba anlayışı yıkıldı. Evde herkes kendi başına buyruk hale geldi. Aileyi bozmak için bunlar yetmedi. "Brezilya dizileri" tarzı yeri TV dizileri ortalığı sardı. Kim kimin karısı veya kocası belli olmayan diziler!.. Her dizide boy gösteren gayri meşru çocuk olgusu. Kahvaltına bile içki içen aile fertleri. Yetişkin kızının erkek arkadaşı olmadığı için üzüntü duyan anne baba tipleri. Gayri meşru beraberlikleri, birliktelikleri evliliğe tercih eden gençlik anlayışı. Yıllarca birliktelikleri huzurlu gösterip evlilikleri kavgalı gürültülü gösteren; sakın evlenmeyin evlenirseniz başınıza bunlar gelir, siz gayri meşru yaşamaya devam edin, düşüncesini telkin eden dizi senaryoları... Bütün bunlarda nihai hedef, aileyi dejenere edip, İslami özelliğini yok etmek; İslamın yeni nesillere intikaline mani olmak! TUZAĞIN FARKINA VARILAMIYOR! Batı Hıristiyan âlemi, son yıllarda bu ve buna benzer projelerle, Türk aile yapısında; kültüründe, yaşayışında hissettirmeden istedikleri doğrultuda önemli reformlar gerçekleştirdiler, gerçekleştirmeye de devam ediyorlar. Şimdi, Türkiye üzerinden gerçekleştirdikleri bu projeleri diğer İslam ülkelerine ihraç etmektedirler. İslam ülkeleri, Batı'nın dizilerine karşı ön yargılı olduğu için bunlara karşı mesafeli duruyor; kendinden kabul ettiği Türk dizilerine ön yargısız yaklaştığı için bunlara daha sıcak bakıyor. Kendisine kurulan tuzağın farkına varamıyor. Mısır Müftüsü'nün feryadı da bundan
.
Yaşayışındaki küçük fark!..
5 Ağustos 2008 01:00
İslam büyükleri hallerinden her zaman memnun olurlar, başlarına gelen sıkıntılardan dolayı kimseye şikayette bulunmazlardı. Bunu cenab-ı Hakka karşı edepsizlik olarak görürlerdi. Bir âbide, gece rüyasında, "Senin Cennetteki komşun şu çobandır" denilir. Âbid merak eder, çobanı bulur. Evinde üç gün misafir kalır. Âbid gece ibadet ederken çoban uyur. Âbid çobana, "Senin ibadetin bu kadar mı?" diye sorar. O da, "Evet bu kadar" der. "İyi düşün, başka hasletin yok mu?" diye ısrar edince, "Benim ibadetlerim bu kadardır. Fakat benim küçük bir özelliğim var. Darlıkta, sıkıntıda olsam halime razı olur kimseye şikayette bulunmam, hatta bu halimden kurtulmayı da istemem. Hasta olsam, yine halimden memnun olurum" der. Âbid, elini başına koyarak der ki: "Buna mı küçük özellik diyorsun? Her babayiğit bu haslete sahip olamaz." Rabia-i Adviyye hazretleri, bir âbidin, "Ya Rabbi, benden razı ol" diye dua ettiğini duyunca "Kendisi Allah'tan razı olmadığı halde, Allah'ın kendisinden razı olmasını nasıl ister" buyurdu. "Kul, Allah'tan nasıl razı olur?" diye sordular. "Allahü teâlâdan gelen nimet ve belayı aynı gördüğü vakit" buyurdu. Mahrum kalınca da, nimetteki gibi hali değişmemişse, Rabbinden razı sayılır. Allahü teâlâ, "Benden razı olandan razı olurum" buyuruyor. Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı isek, Onun da bizden razı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâdan gelenlerden razı değilsek, hep şikayetçi isek, Ona asi isek, O da bizden razı değildir. Başımıza gelen bir şeyin hoşumuza gitmeyişi onun kötü ve hayırsız olduğunu göstermez. Bazan hoşlanmadığımız, şer gördüğümüz şeylerin içinde, daha sonra pek çok hayrın bulunduğunu görürüz. Bazı sıkıntılar mümine manevî dereceler kazandırır; sevabını çoğaltır, onu yüce Allah'a yaklaştırır. Bazı sıkıntılar müminin kusurlarına kefaret olur, onun günahlarını temizler. Bazı sıkıntılar, mümini kötü işlere bulaşmaktan alıkoyar; acı onu meşgul eder, günaha ve zulme giden yolunu tıkar. Bazı sıkıntılar mümine dünyada verilmiş bir cezadır, onu burada çeker, âhirete cezası kalmaz. Burada üzülür, orada sevinir. Bazı sıkıntılar müminin kalbini niyaza, dilini duaya alıştırır. Cenab-ı Hak, müminin edep içinde inlemesinden, yalvarmasından, kendisine sığınmasından hoşlanır... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehme
.
Ailenin bozulmasında kimin menfaati var?
6 Ağustos 2008 01:00
Dün, TV dizileri ile geleneksel aile yapımızın hızla değişime uğratıldığından bahsetmiştik. Kültürün, örf ve âdetlerin yeni nesillere intikalinde ailenin çok büyük önemi vardır. Ailenin orijinal yapısı bozulduğunda, o milletin medeniyeti, kültürü de sona ermiş olur. Ailenin sarsıntı geçirmesi, boşanmalarının artması geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımız için de büyük tehlikedir. Californialı psikiyatrist Judith Wallerstein, ana-babası boşanmış 131 çocuk üzerinde on beş yıl müddetle yaptığı inceleme sonucunda, "Üzerinde boşanma hadisesinin tesiri kalmayan, uyumlu, normal bir yetişkin hâline gelen bir tek çocuk görmedik" diyor. Boşanmaların ana sebebinin de "eşitlik" mücadelesinden kaynaklandığını söylüyor. Psikiyatrist Wallerstein devam ediyor: " Boşanma ve kadının erkekle eşit olma arzusunu elde etmesi ile her şeyin hallolacağı sanıldı. Gelinen nokta bunun ne kadar yanlış olduğunu ortaya koydu." "YENİ ROLDE KADIN ZARARDA!" Batı'da bugün evliliklerin yarısından çoğu boşanma ile neticeleniyor. 30-40 sene önce böyle değildi. Peki bu geçimsizliğe sebep ne? Wallerstein bunu şöyle izah ediyor: "O zamanlar ailede roller net bir şekilde paylaşılmış, benimsenmişti. Erkek ekmeği getiren, kadın onu pişirendi. Halbuki bugün böyle değildir. Bugün roller karışmıştır. Sahnedeki rol karışıklığı oyunun düzensizliğine ve bozulmasına yol açmaktadır. Bugün aile hayatındaki sarsıntı sahnedeki iki esas oyuncu arasındaki çekişmeden, rol kavgasından kaynaklanmaktadır. Rol değişikliği isteyen kadın olduğuna göre bu işte en çok kadının kârlı çıkması beklenirken tam tersi oldu. Ekmek getirme sorumluluğunu paylaşacak birini buldukları için erkekler, bu rol değişikliğinden kârlı çıktı! Yani kadınlar zararda. En büyük zarar gören ise, aile sıcaklığından eğitiminden uzak kalarak ruhi dengeleri bozulan çocuklar." Yapılan araştırmalara göre, Türk aile yapısı Batı'ya göre daha kuvvetli olduğundan, boşanma oranı en düşük düzeyde. Dünyada en yüksek boşanma oranı İngiltere'de. İngiltere'de, yakın bir gelecekte aile mefhumunun kalmayacağı görüşünden hareketle, yeni kanunlar hazırlanıyor. Boşanma oranının vahametini gören İngiliz hükümeti, giderek çöken aile kurumunu koruma altına alma gayretinde... Ne hazindir ki, Batı'nın hâli bu durumdayken, onlar aileyi kurtarmak için yeni arayışlar içindeyken, bizler olup bitenden ders almıyor, sonu belli olan bu yanlış yolda hızla ilerlemeye çalışıyoruz. Batı, geri dönemeyecek mesafede yol aldığı; geri dönüşü olmayan yola girdiği için, bir şey yapamıyor. Biz, onlara göre daha avantajlıyız. Ne yazık ki, basiretimiz bağlanmış, bunu değerlendirecek durumda da değiliz. Manevi değerlerimizi birer birer peşkeş çekmeye devam ediyoruz. Geleneksel aile yapısını dejenere etmede birçok kurumun ortak menfaati var. Bunun için, aile yapımızın geleceği hayli karanlık. Aile yapısı bozulduğunda, İslama zarar vermek kolay olacağı için misyonerlerin işine gelir. Kadın ucuz işçi olduğu için ve onların bedenlerini istismar ederek mal pazarladıkları için patronların menfaatine geliyor. Onlara satış yapacakları için alışveriş merkezlerinin işine gelir. Tuzaklarına daha kolay düşürecekleri için feministlerin işine gelir... "ONU SOKAĞA ÇEKMEMİZ LAZIM!" Araştırmacı-yazar Sayın Aytunç Altındal kadını sokağa kimlerin, niçin çektiğini bakınız nasıl anlatıyor: "Feminist hareketler Masonluğun etkisi altındadır. Son 50 yıldaki feminist hareketlere baktığımızda bunların arasında ilaç ve kozmetik üreticileri olduğunu görüyoruz. 'Kadına bir şey satabilmemiz için onu sokağa ve inançsız bir alana çekmemiz lazım' diyorlar. Onun için birçok paneller düzenliyorlar. Önde kadın var, arkada ise görünmeyen bir sponsor. Ya da çok agresif bir kadını köşe yazarı yaptırıyorlar. Bu yeni değerleri savunması için." (Sabah,10.8.2005) Kadının istismarından memnun olan çok. Bu kadar "memnuniyet" menfaat birliğinden kadının dolayısıyla ailenin kurtulması çok zor. (Ailemizi, bu tehlikelerden korumak için neler yapmamız konusunda, "Huzurun Kaynağı Aile" kitabını -Arı Sanat, 0212 520 41 51- özellikle gençlere önemle tavsiye ederim.)
.
Siz benden razı olursanız..."
6 Ağustos 2008 01:00
Kavmi, Musa aleyhisselama, "Allahü teâlâdan öğren, neden razı ise, onu yapalım" dedi. Hz. Musa niyazda bulundu. Vahiy geldi. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Kaza ve kaderime rıza gösterirseniz, sizden razı olurum. Benim rızam, sizin rızanıza bağlıdır. Benden razı olursanız, sizden razı olurum." Musa aleyhisselam, Hak teâlâya sual etti: "Ya Rabbi, Âdem aleyhisselamı yaratıp sayısız nimetler verdin. O bunlara karşı nasıl şükretti? Allahü teâlâ buyurdu ki: "Bütün nimetleri benden bilmekle..." Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam buyurdu ki: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: benim kaza ve kaderime razı olandan razı olurum. Razı olmayandan razı olmam ve ona gazap ederim." Yine Peygamberimiz bir hadis-i kudside buyuruyor ki: "Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın! Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!" Allahü teâlâ, kaza ve kaderine rıza gösteren ve mümin olarak öleceğini bildiği kulundan razı olur; nimetine şükretmeyen, belasına sabretmeyen ve münkir olarak öleceğini bildiği kulundan razı olmaz. Şu halde hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğunu bilip nimetlerine şükreden, belalarına sabreden kimse, cenab-ı Hakkın rızasına kavuşur. Kur'an-ı kerimde, Eshab-ı kiram için mealen buyuruluyor ki: "Allah, onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdır. İşte bu, en büyük kurtuluş ve saadettir." (Maide 119) Bu âyet-i kerimeyi tefsir âlimleri şöyle açıklıyor: Allahü teâlâ, onlardan taat ve ibadetleri ile razıdır. Onlar da, verilen sevap bakımından Allahü teâlâdan razıdır. Hadis-i şerifte, "Kadere, hayra ve şerre iman etmedikçe, başa gelenin asla şaşmayacağına, başa gelmemesi mukadder olanın da asla gelmeyeceğine inanmadıkça, hiç kimse iman etmiş sayılmaz." Kadere inanan kederden emin olur. Gerçek mümin, başına hayır ve şer geldiğinde ben bunu bekliyordum diyendir. Allah'ın kaza ve kaderine iman eden, kederden kurtulur. Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah'tan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg
.
Onun takdiri olmadıkça...
7 Ağustos 2008 01:00
Muhammed Masum hazretleri buyurdu ki: "İnsana gelen elemler, sıkıntılar takdir-i ilahi ile gelmektedir. Razı olmak gerekir. İbadetlere devam, elemlere, hastalıklara sabredebilmelidir. Allahü teâlânın kereminden afiyet beklemelidir! Mahluklardan bir şey beklememeli, her şeyin Hak teâlâdan geldiğini bilmelidir! Dertlerden, elemlerden kurtulmak için dua ve istiğfar etmelidir! Onun takdiri, iradesi olmadıkça, kimse kimseye zarar veremez. Bununla beraber, sebeplere yapışmak, Peygamberlerin yoludur. Sebeplerin tesirini de Allahü teâlâdan talep etmelidir!" Allahü teâlâ, Davud aleyhisselama şöyle vahyetti: "Bir kul, kullara değil de bana ihlasla tevekkül ederse, herkes ona tuzak kursa, ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Bir kul da bana değil mahluka güvenirse, bütün yükseliş sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım." Allah'a teslim olmak da Allah'ın kulu olmak ve Onun her emrini yapmaya hazır beklemek demektir. Zaten Müslüman, Allah'a teslim olan insan demektir. Tevhidin, ihlasın esası olan tevekkül de zaten, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi Ondan bilip katlanabilmektir. Sabır gösterebilmektir. Sabır üç çeşittir: Belaya sabır, din bilgilerini öğrenirken ve ibadet yaparken sabır, günah işlememek için sabır. Her musibetin geçici olduğunu bilen, belaya maruz kalınca kendisini teselli eden başarılı olur. Musibete sabırsızlık göstermek, ondan da büyük musibettir. Belaya sabredilmezse, musibet iki olur. Musibete maruz kalıp zarar gören; gözü çıkan, kulağı sağır olan veya başka azası yok olan müminin günahları affolacağı için, ahirette büyük mükafata kavuşur. Hadis-i şerifte, "Kim Allahü teâlânın verdiği az rızka razı olursa, Allahü teâlâ da onun az ameline razı olur" buyuruldu. Aza kanaat etmek, çoğu istememek değildir. Bulunduğu duruma razı olmak demektir. Dâvüd aleyhisselâm, oğluna buyurdu ki: "Oğlum sana üç öğüt vereyim! 1- Elde edemediğin şeye üzülme, (Kısmet böyle imiş) diyerek Allaha tevekkül et! 2- Eline geçene râzı ol! (Kısmetim bu imiş) diyerek Allahü teâlânın taksimine razı ol! 3- Elinden çıkana ve kaybettiğine sabret! (Mukadderat böyle imiş) de!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
.
Hazreti Ali'nin takdire razı olması!
8 Ağustos 2008 01:00
Cenab-ı Haktan gelen acı tatlı her şeyi olduğu gibi kabul etmek, razı olmak, hatta bundan zevk almak kolay değildir. Bu çok az kimseye nasip olmuştur. Bunlardan biri de Hazreti Ali'dir. Bir gün Peygamber efendimiz, Hz. Ali'nin hizmetkârının kulağına, "Ey akılsız, efendini sen öldüreceksin" buyurdu. Hz. Ali bundan sonrasını şöyle anlatır: Şüphesiz, Peygamber efendimiz vahiy ile, Allahü teâlânın bildirmesiyle söylerdi. Bunun için, beni, o kimsenin öldüreceğini biliyordum. Hizmetçim beni her gördüğünde derdi ki: "Ne olur beni öldür, benden kötü bir şey meydana gelmesin! Ölümüne ben vasıta olmayayım!" Ben de ona şöyle cevap verirdim: "Mademki, Peygamber efendimiz böyle buyurdu. Onun sözleri boş sözler değildir. Ölümüme sen sebep olacaksın. Kul için kadere razı olmaktan başka çare yoktur." O ise yalvarıp yakarır, aynı sözleri değişik şekilde tekrarlardı: "Kılıcını bedenimde parçala! Ta ki, sonum fena olmasın! Bedenim ebediyen yanmasın!" Ben de, "Allahü teâlâ ne takdir ettiyse o olur. Onun dışında bir şey söyleyemem. Sana bunun için düşmanlık da besleyemem!" derdim. Ben katilimi gördükçe, asla ona kızmazdım. Çünkü ölüm bana kendi canım gibi azizdir. Bu görünüşteki ölüm, gerçekte dirilik, görünüşteki yokluk, hakikatte ebediliktir. Benim hayatım, ölmemdedir. Hayat ölümle başlar." O kimse tekrar gelip Hz. Ali'ye dedi ki: "Ya Ali, ne olur beni öldür de, bu kötü iş benden meydana gelmesin! Ben sana kanımı helal ediyorum. Yeter ki, bu kötü iş benden olmasın!" Hz. Ali ona şöyle cevap verdi: "Her zerre bir katil olup, elinde hançer ile seni öldürmek istese, sen beni öldürmedikçe, sana bir kıl ucu kadar zarar veremez. Kimse kaderde yazılanı değiştiremez. Fakat tasalanma, ben sana şefaatçiyim. Bu vücudumun benim yanımda bir değeri yoktur. Bu zahiri ölüm, benim için bağ-bahçedir." Nihayet, hicretin kırkıncı yılında, ramazan ayının on dokuzuncu günü, sabah namazından çıkarken Hz. Ali'yi, kandırılan o kimse, zehirli kılıçla yaraladı. Ramazanın yirmisi cuma gecesi, sevdiklerine kavuştu. Yaralandıktan sonra şöyle vasiyet etti: "Beni yaralayana eziyet etmeyin! Aç ve susuz bırakmayın! Kendisini hoş tutun! Yatağı yumuşak olsun! Kendisini affettim." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
"Gönderdiklerinde hayır, iyilik vardır!"
9 Ağustos 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri iftiralar sebebiyle zamanın hükümdarı tarafından Gwaliyar'da hapse konulunca, başa gelene razı olmakla ilgili talebelerine şu ibretli nasihati yaptı: İnsan olduğumuz için, başımıza gelenlerden, bir aralık üzülmüştük. Şimdi, onların yerine sevinç, genişlik geldi. Bizimle uğraşanlar, Allahü tealanın istediğini istemekte ve yapmaktadırlar. Böyle olunca, sıkılmanın, üzülmenin yersiz olduğu, Allahü tealayı seviyorum diyenin böyle olmaması gerektiği anlaşıldı. Çünkü, sevene, sevgilinin gönderdiği acıların da, Ondan gelen iyilikler gibi sevgili ve tatlı olması lazımdır. Sevgilinin iyilikleri tatlı geldiği gibi, Onun acıtması da tatlı gelmelidir. Hatta, Ondan gelen acılarda, tatlılardan daha çok lezzet bulmalıdır. Çünkü, acılar, sıkıntılar nefse tatlı gelmez. Nefis, böyle şeyleri istemez. Bizimle uğraşanların diledikleri, istedikleri, Allahü tealanın dilediğine uygun olduğu için ve bunların dilekleri, O sevgilinin dilediğini gösterdiği için, bunların diledikleri ve yaptıkları da, elbette güzeldir ve tatlı gelmektedir. Sevgilinin işini gösteren bir kimsenin işi de, sevene sevgilinin işi gibi, sevimli ve tatlı gelir. Bunun için bu kimse de, sevene sevgili olur. Acılar, sıkıntılar, ne kadar çok olursa, sevenin gözüne o kadar çok tatlı görünür. Demek ki, sıkıntı veren kimseye karşılık yapmak, onu kötü bilmek, sevgiliyi sevmeğe uymaz. Çünkü, o kimse, sevgilinin işlerini gösteren bir ayna gibidir. Bizimle uğraşanlar, incitenler, başkalarından daha sevimli görünüyorlar. Kardeşlerimize, dostlarımıza söyleyiniz! Bizim için üzülmesinler, sıkılmasınlar. Bizi incitenleri kötü bilmesinler. Onlara kötülük yapmasınlar! Bunların yaptıklarına sevinseler, yeridir. Evet, dua etmekle emir olunduk. Allahü teala, dua edenleri, Ona boyun bükenleri ve yalvaranları, sızlayanları sever. Muhyiddin-i Arabi, 'Arifin niyeti, maksadı olmaz' buyuruyor. Yani, Allahü tealayı tanıyan kimse, beladan kurtulmak için bir şeye başvurmaz, demektir. Çünkü, dert ve belaların, sevgiliden geldiğini, Onun dileği olduğunu bilmektedir. Evet dua ederek, gitmesini söyler. Fakat, dua etmeye emir olunduğu için, bu emre uymaktadır. Yoksa, gitmesini hiç istemez. Ondan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Nimetlere şükür belalara sabır!
10 Ağustos 2008 01:00
Cenab-ı Hakkın takdirine hakkıyla razı olanlardan biri de Eyyûp aleyhisselamdı. Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâmın bedenine bir hastalık vermişti. Hastalığı gittikçe şiddetlendi. Yakınları, akrabâları O'nu yalnız bırakmışlar, kimse yardım etmiyordu. Sadece sadâkatli, şefkatli hanımı Rahime Hâtun O'nu terk etmemişti. Eyyûb aleyhisselâm da hastalığından hiç şikâyet etmiyor, Rabbine hamdediyordu. Şeytan, Eyyûb aleyhisselâma tesîr edemeyeceğini anlayınca, bu defa o beldenin halkına gidip: "O'nun hastalığı çok bulaşıcıdır. Yanına giderseniz, hemen size geçer. O'ndan uzak durun, O'nu şehirden çıkartın!" dedi. Rahime Hâtun, Eyyûb aleyhisselâmı sırtına alıp, şehir dışına çıktı. Kumluk bir yerde durdu. Kumları yere yaydı. Taşın birini de yastık yapıp Eyyûb aleyhisselâmı oraya yatırdı. Sonra, saplardan ufak bir kulübe yaptı. Eyyûb aleyhisselâm, kulübesinde sıkıntı, ızdırap içinde olmasına rağmen, hâline sabrediyor, yoldan gelip geçenlere nasîhat ediyordu. Rahime Hâtun, iplik eğirerek geçimlerini sağlıyordu. Bir gün Rahime Hâtun dedi ki: "Senin için Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet isterim!" Eyyûb aleyhisselâm, "Ey Rahime, Allahü teâlâ bizlere ni'metler verirken, biz O'ndan gelen belâlara niçin sabretmeyelim!" buyurdu. Hazret-i Eyyûb'un bu sıkıntılı hâli yedi yıl sürdü. Bir gün hanımı Rahime Hâtun dayanamayıp dedi ki: "Cenâb-ı Hakka duâ etsen de bu dertleri senden alsa! Sen Allahın sevgili kulusun. Duânı reddetmez." "Yâ Rahime, bizim sıhhat ve âfiyetle geçen günlerimiz ne kadardı?" Seksen yıl idi, diyen Rahime Hâtuna, Eyyûb aleyhisselâm "Ey Rahime! Sıkıntılı günlerim, sıhhat içinde geçen günler kadar olmadıkça, Allahü teâlâya duâ etmekten hayâ ederim" dedi. Eyyûb aleyhisselâmın hastalığı yıllarca sürdü. Bir gün ikindi vakti, Allahü teâlâdan lütûf müjdesi ulaştı. Cebrâil aleyhisselâm çıkageldi ve Allahü teâlâdan; "Ey Eyyûb! Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sıhhat ve ni'met vereceğim" haberini getirdi. Allahü teâlânın, "Ey Eyyûb! Ayağını yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç!" emri üzerine Eyyûb aleyhisselâm, ayağını yere vurdu. İki su pınarı fışkırdı. Biri sıcak olup, yıkanmak için; diğeri soğuk olup, içmek için idi. Sıcağından guslettiğinde bedenindeki rahatsızlıklardan; soğuğundan içince de diğer hastalıklardan şifâ buldu. Tel: 0
.
Hâlinden razı olmanın mükafatı
11 Ağustos 2008 01:00
Süleyman aleyhisselâm, "Yâ Rabbî, halinden razı olan fakîrlerin sâlih olanlarını çok seviyorsun. Âhirette bunlara ne mükâfat vereceksin, merak ediyorum" diye Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Allahü teâlâ, "Yâ Süleyman! Onların bazılarını Cennette Peygamberlerle arkadaş edeceğim. Her fakîr bir peygamberle aynı tahtta oturacaktır. Onunla beraber yiyip içecektir" buyurdu. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm "Yâ Rabbî, Cennette benim arkadaşım olacak fakîri bana bildir!" diye tekrar niyâzda bulundu. Allahü teâlâ, "Yâ Süleyman! Eğer Cennet arkadaşını öğrenmek istersen, ikindi vakti şehrin kuzey tarafına çık, orada rastlayacağın kimse senin Cennetteki arkadaşın olacak kimsedir" buyurdu. Süleyman aleyhisselâm, ikindi vakti o tarafa gitti. Orada ihtiyar bir fakîr gördü. Sırtında odun yükü, üzerinde de eski bir elbise vardı. Dinlenmek maksadıyla biraz oturdu. Süleyman aleyhisselâm ihtiyarın yanına varıp selâm verdi. İhtiyar, "Ve aleykümselâm yâ Nebiyyallah" diye selâmını aldı. Sonra Hazreti Süleyman sordu: "Ey ihtiyar, sırtındaki bu odun nedir?" "Ben fakîr bir kimseyim. Her gün dağa gider, sırtımla odun getirip satar, onunla çocuklarımın nafakasını temin ederim." "Ey ihtiyar, bu şekilde çalışmakla çok yoruluyorsun. Gel bundan sonra odun satmaktan vazgeç. Benim yanıma gel, sarayımda benimle beraber yiyip içersin. Seninle aynı tahtta oturalım, sen de benimle beraber sultan ol! Bu ihtiyar yaşında zahmet ve sıkıntıdan kurtul!" "Yâ Süleyman! Bu geçici dünyada, ben, saltanata tâlip olmak istemem. Ben hâlimden memnunum. Allahü teâlâ sana saltanat vermiş, bana da fakîrlik ihsân buyurmuş. Sultanlığın sana mübârek olsun, bana fakîrlik yeter. Saltanat herkesin yapabileceği bir iş değildir." "Mademki, saltanatımı paylaşmak istemiyorsun, sana maaş bağlayayım. Bu yaştan sonra, sen ve çoluk-çocuğun rahat etsin!" "Yâ Süleyman, benim fakîrlikten dolayı bir şikâyetim yoktur. Ben hâlimden memnunum, bunun şükrünü yapmaya çalışıyorum. Sen sultanlığına devam et, ben de fakîrliğime devam edeyim. Ben bu hâlimle daha rahatım, huzûrluyum. Beni dünya işlerine karıştırıp da huzûrumdan etme!"
.
Kötülüğün yayılmasının zararı herkese
12 Ağustos 2008 01:00
İyiliği yayıp kötülüğe mani olmak dinimizin esasıdır. Bu, dinin devamı için şarttır. İyilik ve kötülük herkes içindir. Dolayısıyla faydası da zararı da herkese şamildir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, kötünün yaptığı zarar ile ilgili olarak şöyle bir kıssa anlatır: Allahü tealanın menettiği şeyleri işleyen ile, onu bundan vazgeçirmeye çalışan ve buna seyirci kalan insanların hâli, aynı bir gemide bulunan üç kişinin hâline benzer. Bu üç kişinin gemideki vazîfe mahalleri ve bulundukları yerler bellidir. Biri geminin üst kısmında, biri orta kısmında, diğeri de alt kısmındadır. Bir ara bunlardan biri eline bir keser alır. Diğerleri ona sorarlar: SAKIN KENDİ HALİNE BIRAKMA - Ne yapacaksın o keseri? - Suyun bana yakın olması ve bazı ihtiyaçlarımın def'ine yaraması için bulunduğum yerde bir delik açacağım. Biri der ki: - Bırakın onu kendi hâline. Allah uzak etsin. Kendisi için istediği deliği açsın. Diğeri de şöyle der: - Sakın onu kendi hâline bırakmayın. Delik açmasına mânî olun. Eğer delik açarsa bizi de kendisini de mahveder... Eğer onun elinden keseri alarak gemide delik açmasına mânî olurlarsa, o da kurtulur, diğerleri de. Yok, buna seyirci kalırlarsa gemi batar, o da mahvolur, diğerleri de... Ebûdderdâ hazretleri buyurdu ki: İyiliği emrediniz, kötülüğü menediniz, kötülükleri önleyiniz. Yoksa, Allah size, büyüklerinize hürmet göstermeyen, küçüklerinize merhamet etmeyen zâlim devlet adamlarını musallat eder. Hayırlılarınız duâ eder, fakat kabûl olunmaz. Allahtan yardım isterler, fakat yardım gelmez. İstigfâr ederler, fakat magfirete mazhar olmazlar. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Allaha yemînle söylerim ki, siz, iyiliği emretmeli, kötülükleri de önlemelisiniz. Yoksa, Allahın, tarafından size bir cezâ vermesi yakındır. İyiliği emredip kötülüğü önleme vazîfesini yapmadıkça Allahın azâbına çarpılmanızdan korkulur. Sonra Allaha duâ edersiniz, fakat kabûl etmez." Hazret-i Ali'nin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz aleyhisselâm buyurdu ki: "Benim ümmetim haksıza, "Sen haksızsın!" demekten korktuğu ve çekindiği zaman onlardan ayrıl." Ebû Sâid Hudrî hazretlerinin bildirdiği bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Sizden biri, bir kötülüğü gördüğü zaman onu eliyle önlesin. Eğer eliyle önlemeye gücü yetmiyorsa diliyle önlesin. Eğer diliyle de önleyemiyorsa, işlenen o kötülüğü tasvîp etmediğini kalbi ile tasdik etsin. Bu sonuncusu, kötülük karşısında îmân ehlinin yapabileceği şeylerin en zayıfıdır. " Ebû Ümeyye hazretleri anlatır: Ebû Sâlebe'ye şu âyeti sordum: "Ey îmân edenler! Siz kendinizi ıslah etmeye bakın. Siz doğru yolu bulunca dalâlettekiler size zarar vermez. Hepinizin dönüp varacağı nihâyet Allahtır. Artık O, neler yapmakta idiyseniz size haber verecektir" Dedi ki: Ben onu Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme sormuştum da bana şu cevâbı vermişti: "Ey Ebû Sâlebe, siz birbirinize iyiliği emir ve tavsiye ediyor, kötülükten de sakındırıyorsunuz. Bir gün gelecek, insanlar dünyaya ve dünya hayâtına tapacaklar. Herkes kendini ıslah etmeye baksın. Sizden sonra sabır, tahammül günleri gelecek. Zor günler gelecek. O günlerde, sizin bugün yaptığınızı yapanlara, Allahın kitâbı ile amel eden elli kişi sevâbı verilecek." "Yâ Resûlallah, onlardan elli kişi sevâbı mı, yoksa bizden elli kişi sevâbı mı?" sorusuna da, Resûl aleyhisselâm, "Hayır, sizden elli kişi sevâbı" buyurdu. ALLAH ONU REZİL RÜSVA EDER İyiliği emredip kötülüğü önlemeye çalışan kimse, bunu sırf Allah rızâsı ve dînin muzafferiyeti için yapmalı, nefsânî gâyeler için yapmamalıdır. Eğer kişi, iyiliği emredip kötülüğü önleme vazîfesini sırf Allah rızâsı ve dînin muzafferiyeti için yaparsa, şânı yüce olan Allah da ona yardım eder, güç kuvvet verir, kendisini teşebbüs ettiği işte muvaffakiyete götürür. Yok, eğer bunu sırf nefsânî maksat ve gâyeler için yaparsa bu takdirde, şânı yüce olan Allah onu rezîl rüsvâ eder.
.
Üç şey vardır ki!.."
12 Ağustos 2008 01:00
Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Üç şey vardır ki, kim onlara kavuşursa dünyada ve âhirette en hayırlı şeye ermiş olur. Bunlar: Allahü teâlânın hükmüne râzı olmak, belâlara sabretmek ve bolluk, rahatlık anlarında Allahı unutmamaktır." Resûlullah efendimiz, yine buyurdu ki: "Kim ki sabaha çıktığında, dünyevî meselelerden ötürü hüzünlenirse, Rabbine gücenmiş olarak sabaha dâhil olmuş olur. Kim ki marûz kaldığı bir musîbetten ötürü ötekine berikine şikâyetçi olup durursa, o, ancak şânı yüce olan Allahtan şikâyetçi olmuş demektir. Kim ki, sırf malından faydalanmak için bir zengine tevâzû gösterirse, Allah onun amellerinin üçte birini yok eder. Kim ki, Allah ona Kur'ân-ı kerîm esaslarını bilmiş olma nimetini verir de, o, bu esaslarla amel etmez ve Cehenneme girmeye müstahak olacak duruma gelirse, Allah onu rahmetinden uzaklaştırır." Hazret-i Osman, bir çocuğu doğduğu zaman, onu yedinci günü kucağına aldı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi. "Kalbime onun sevgisinin düşmesini istiyorum. Eğer ölürse göstereceğim sabır ve metânetten dolayı alacağım sevap daha büyük olur." Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebûdderdâ hazretleri buyurdu ki: "İnsanlar fakirlikten hoşlanmazlar, fakat ben onu severim. Onlar ölümden hoşlanmazlar, fakat ben onu severim. Onlar hastalanmaktan hoşlanmazlar, fakat ben hoşlanırım. Çünkü, Rabbime karşı alçak gönüllü olmak için fakirliği severim. Rabbime kavuşmaya olan arzûmdan dolayı ölümü severim. Günâhlarıma keffâret olduğu için de hastalığı severim. Bir kimsenin, itâatli iyi huylu kul olabilmesi için dört şart vardır: 1- Uzun emelli olmamak. 2- Cenâb-ı Hakkın vadinden emîn olmak. 3- Cenâb-ı Hakkın taksimine yâni verdiği rızıklara râzı olmak. 4- Mideyi haramlardan korumak. Kim ki, bu dört şeyi yerine getirirse, nefsini itâat altına almış olur. İnsan bedeni eyerlenmiş bir at gibidir. Eğer, atın eyeri ve gemi gereği gibi yapılmışsa, harp yerinde çok işe yarar. Eğer at terbiye edilmemişse, eyeri düzgün değilse işe yarayacağı yerde huysuzluk eder. Hem kendi kanının dökülmesine, hem de sahibinin ölmesine, mahvolmasına sebep olur." > Tel: 0 212
Kul isek, böyle olmalıyız!"
13 Ağustos 2008 01:00
İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi O'nun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız her şeyi aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak kulluğu kabûl etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudside buyuruyor ki: "Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın! Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!" Eyyüb aleyhisselâmın sabrı, dillere destan olmuş ve Allahü teâlâ onu sabrından dolayı övmüştür. Allahü teâlâ sabredenleri sevdiğini ve ecirlerinin hesapsız ödeneceğini bildirmiştir. Sabır, erişmek istenen şeylerin anahtarıdır. Her hayra sabırla ulaşılır. Ne mutlu sabredenlere!.. Mukadder olan şey başa gelir. Eğer sabredilirse ecri görülür. Sabredilmez, bağırılırsa, günaha girilir ve huzursuz olunur. Allahü teâlâ, sevdiklerini sıkıntılara mâruz bırakır. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Dünyada en çok musîbete mâruz kalanlar Peygamberler, âlimler, velîler, şehitlerdir." Mâruz kalınan felâketler, insanın ibâdet etmesini engelleyebilir. Bir hastalık, bir belâ gelince, bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine zararlı olur. Bunun tek çâresi, Allahın takdîrine râzı olmaktır. Mâruz kalınan musîbetlerin ve çekilen zahmetlerin getireceği perişanlıktan kurtulmanın tek çâresi sabretmektir. Sabırlı olmayan muvaffak olamaz. "Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezâlanır ve o, kendisine Allahtan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamaz" meâlindeki kelâmı nâzil olduğu zaman, Hazreti Ebû Bekir, Peygamber efendimize sordu: "Yâ Resûlallah, bu âyetten sonra nasıl ferahlanılır?" Resûl aleyhisselâm ona cevaben buyurdular ki: "Yâ Ebâ Bekir! Sen hiç hasta olmuyor musun? Senin başına hiç musîbet gelmiyor mu? Sen hiç ezâlara, cefâlara mâruz kalmıyor musun? Hiç kederlenmiyor musun? İşte bütün bunlar senin kusûrların, senin hatâların için birer kefâret olur, kusûrlarının bağışlanmasını sağlar." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoru
.
Kötülüğe mânî olmanın şartları...
13 Ağustos 2008 01:00
İyiliği emredip kötülüğe mânî olmak kolay değil. Bunu yapmak isteyen kimsenin beş şeye dikkat etmesi lazımdır. Bunlardan birincisi ilimdir. Çünkü ilmi olmayan yani câhil kişi, iyiliği emredip kötülüğe mânî olma işini iyi yapamaz. Faydalı olmak isterken, zararlı olur. Kaş yapayım derken göz çıkarır. İkincisi, iyiliği emredip kötülüğü önleme işini yaparken, sırf Allah rızâsını düşünmektir. Dünyalık menfaat söz konusu olmamalıdır. Üçüncüsü, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirilmeye çalışılan kişiye, sevgi ve şefkatle muâmele etmek; sert, kaba ve kırıcı davranmamaktır. Çünkü, Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâm ile kardeşi Hârûn aleyhisselâmı Fir'avn'a gönderirken kendilerine şöyle emretmiştir: "Fir'avn'a gidin. O, hakîkaten azdı. Gidin de, yumuşaklıkla, tatlılıkla söz söyleyin. Olur ki söz dinler." SABIRLI VE DAYANIKLI OLMALI Dördüncüsü, sabırlı ve dayanıklı olmaktır. Çünkü Allahü teâlâ, Lokmân aleyhisselâm kıssasında şöyle buyurur: "Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış. Bu yüzden mâruz kalacağın şeylere katlan!" Beşincisi, nasîhat eden, "yap" dediklerini kendisinin de yapması, "yapma" dediklerini kendisinin de yapmamasıdır. Talkını başkasına verip, salkımı kendisi yutar duruma düşmemelidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Yahûdîlere hitâben şöyle buyurmaktadır: "Ey Yahûdî bilginleri, siz, insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki kitap da (Tevrat) okursunuz. Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?" Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Mi'râc gecesi semâya çıkarıldığım zaman birtakım adamlar gördüm. Makaslarla dudakları kesiliyordu. Sordum: - Kimdir bunlar yâ Cebrâil? - Bunlar senin ümmetinin, insanlara iyiliği emredip kötülüğü menettikleri hâlde, kendilerini unutan ve kendi söyledikleriyle kendileri amel etmeyen hatipleridir." Gerçekten birtakım âlimler, hatipler ve vâizler vardır ki, halka iyilikten, güzel ahlâktan bahsederler. Kötülükleri önlemeye çalışırlar. Bu husûsta gayret gösterirler. Fakat başkalarına söylediklerine kendileri uymazlar. Allahın kitabını okurlar, fakat okudukları ile amel etmezler. Katâde'nin belirttiğine göre Tevrat'ta şöyle yazılıydı: "Ey âdemoğlu! Sıkılınca beni çağırırsın, fakat ferahlayınca beni unutursun! Gittiğin bu yol bâtıldır." Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey ümmetim, ey eshâbım! Bugün siz, Rabbinizden bir beyân üzeresiniz. Hayâtınızı Allahın size gösterdiği yolda geçiriyorsunuz. Sizde, geçim ve cehâlet sarhoşluğundan ibâret iki sarhoşluk zuhûr etmez. Bugün sizler iyiliği emrediyor, kötülüğü önlüyor ve Allah yolunda cihâd yapıyorsunuz. Fakat ileride sizi dünya sevgisi sardığı zaman, bugünkü vasıflarınızdan ayrılacaksınız. Artık iyiliği emretmeyecek, kötülükten vazgeçirmeyecek ve Allah yolunda cihâd yapmayacaksınız. Allah yolunun haricinde cihâd yapacaksınız. O günlerde yaşayıp da gerek gizli olarak ve gerekse âşikâre Allahın kitâbı ile amel edenler, tıpkı ilk muhâcirlerle ensâr gibidirler." Abdullah bin Mes'ûd hazretleri buyurdu ki: Sizden biri Allahın dînine aykırı bir işi görür de, ona mânî olmak elinden gelmezse, kalbi ile, işlemekte olan o kötü işi beğenmemelidir. En azından bu işten üzüntü duymalıdır. KÖTÜLÜĞE MANİ OLAMIYORSA Eshâb-ı kirâmdan bir zât buyurdu ki: Sizden biri bir kötülüğü görür de, onu önlemek elinden gelmezse üç defa şöyle desin: "Allahım, işlenmekte olan şu iş senin dînine aykırıdır. Fakat onu önlemeye gücüm yetmiyor. Bunun için beni cezâlandırma!.." Hâlis bir niyetle bunu söylerse, ona, iyiliği emredip kötülüğü men etmiş gibi sevâb verilir. Müslümanın bulunduğu yerde kötülükler çok yayılmış ise, kötülüklere engel olması mümkün değil ise; kendisi de bunlardan zarar görüyorsa, dînin emirlerini tam olarak yerine getiremiyorsa, buradan uzaklaşması, dînin emir ve yasaklarını yerine getirebileceği bir yere gitmesi lâzımdır. Peygamberimiz buyurdu ki: "Kim ki dînini muhâfaza etmek maksadıyla bir yerden başka bir yere göç ederse, velev bir karış dahî olsa, Cennete girmeğe hak kazanır.
.
"Şu üç şey iman alâmetidir"
14 Ağustos 2008 01:00
Habbâb bin Eret hazretleri anlatır: Bir defasında biz, Resûlullah efendimize gitmiştik. O, Kâbe'nin gölgesinde oturmaktaydı. Kendisine sorduk: "Yâ Resûlallah, müşriklerin, dinimizden dönmemiz için bize verdikleri eziyet ve sıkıntılara katlanmamız için, Allaha duâ edip, yardım talebinde bulunur musunuz?" Bizim bu sözümüz üzerine şöyle buyurdu: "Sizden önceki kavimlerde, bâzan bir adam getirilir, bir çukur kazılarak oraya konur, sonra da testere ile başı ikiye ayrılırdı. Fakat bu azâb bile onu dîninden döndüremezdi." Resûlullah efendimiz yine buyurdu ki: "Kişinin Allah indinde öyle derecesi bulunur ki, ona ameliyle ulaşamaz. Fakat vücudu bir musîbete mâruz kalır. Bununla o dereceye ulaşır." Dünya ve âhiret hayatında rahat etmek isteyenin, karşılaştığı sıkıntılara, insanların kötülemesine ve çeşitli musîbetlere sabretmesi lâzımdır. Kim Allahtan korkarak sabrederse, sıkıntılardan kurtulur, huzur bulur. Sabreden murâdına erer. Allahü teâlânın gönderdiği belâ ve sıkıntılara sabrederek göğüs germek büyük nîmettir. Sabredemeyen felâkete düçâr olur. Allah'tan gelen her şeye razı olmak büyük nimettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Şu üç şeyi yapan dünya ve ahiret hayrına kavuşur: Kazaya rıza, belaya sabır, rahatlıkta dua." "Kadere rıza, saadet alametidir." "Şu üç şeyi yapan 40 evliyadan biri olur: Kazaya rıza, haram işlememeye sabır, buğd-i fillah." "Şu üç şey iman alametidir: Belaya sabır, nimete şükür, kazaya rıza." "Ya Rabbi, beni kaza ve kaderine rıza gösteren, belana sabreden ve nimetlerine şükredenlerden eyle!" diye dua etmenin en güzel dualardan olduğu bildirilmiştir. Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: Kalbi bozuk insanlarla beraber olma! Kalbin bozulması altı şeydendir: 1- Allahü teâlânın taksimine râzı olmamak. 2- İlmi ile amel etmemek. 3- Amelinde ihlâs sâhibi olmamak. 4- Allahü teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükretmemek. 5- Allahü teâlânın rahmetine güvenerek tevbeyi terk etmek. 6- Vefât edenleri kabrine defnedip, onlardan ibret almamak. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Allahü teâlâyı iyi tanımanın alâmeti
15 Ağustos 2008 01:00
İslam büyüklerinin, takdiri ilahiye, Allah'tan gelene rızaları tamdı. Bunun için, başlarına gelen sıkıntılardan, belalardan üzüntü değil zevk duyarlardı. Bunların acılarını hissetmezlerdi. Sırri-yi Sekati hazretleri, "Allahü teâlâyı seven, Ondan gelen belaların acısını hiç duymaz. Bir değil, yetmiş kılıç darbesi alsa yine duymaz" buyurdu. Şakik-i Belhi hazretleri buyuruyor ki: "Musibete sabretmeyip feryat eden, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Ağlamak, sızlamak, bela ve musibeti geri çevirmez. Sıkıntıya sabrın mükafatını bilen, sıkıntılardan kurtulmaya heves bile etmez." Sıkıntılara karşılık verilecek nimetleri hatırlayarak, sıkıntı hafifletilebilir. Nitekim Allahü teâlâyı sevenler, birçok acılara katlanmışlar, hatta o acıları duymamışlar bile Nitekim, Mısır halkı günlerce yemeden içmeden Hz. Yusuf'un güzelliğine bakakaldılar. Onun güzel yüzüne bakmakla açlıklarını unuturlardı. Bundan daha önemlisi de Mısır'ın ileri gelen kadınları, Hz. Yusuf'un güzel cemaline bakarak, ellerini kestiler, fakat acısını duymadılar. İbni Mübarek hazretleri buyurdu ki: "Musibet birdir. Musibetin geldiği kişi, feryat eder, ağlar, sızlarsa, iki olur. Birisi musibetin kendisidir, diğeri sevabın gitmesi. İkincisi öncekinden daha büyüktür. Sabredenlere verilen sevabın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilmez." Hadis-i şerifte, "Acıya sabredip uğradığı felaketi gizlemesi ve kimseye şikayet etmemesi, kişinin Allahü teâlâyı iyi tanımış olmasındandır." Başa gelen sıkıntılar, belalar insana kul olduğunu hatırlatır. İnsanı azgınlıktan korur. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: "Firavun 400 yıl yaşamıştı. Bir kere başı ağrımamış, ateşi olmamıştı. Bir kere başı ağrısaydı, herkesin kendine tapınmasını istemesi hatırına gelmezdi." Âhirette, dert ve belâlara sabredenlerin mükâfatları karşılıksız verilecektir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmet gününde her amelin mükâfatı ölçü ile verilir. Ancak belâ ehline mükâfat ölçü ile verilmez, hesâbsız bir şekilde verilir. Dünyada sağlıklı ömür sürenler, bu hâli görünce imrenerek derler ki: Ah ne olaydı biz de dünyada belâlarla parça parça olsaydık da bu sevâbdan mahrûm kalmasaydık." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg
Sıkıntıları rahata tercih ederlerdi!
16 Ağustos 2008 01:00
Allah adamları, musibet ve sıkıntıları, nimet ve rahata tercih ederlerdi. Allah'a olan yönelişlerinin devamlı oluşu da bundandı. Çünkü, Allah'ı seven, kulu Allah'a yaklaştıran şeyleri de sever. Vehb bin Münebbih buyurdu ki: "Belâyı nimet, rahatı musibet saymayan bir kimse, fakîh değildir!" Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Allah bir kuluna dünyalık hakkında genişlik verir de o kul bunun, kendisi hakkında bir mekr olmasından korkmazsa, Hak teâlânın mekrinden korkmamış olur." Rabi bin Enes buyurdu ki: "Sivrisinek, aç olduğu müddetçe yaşar. Doyduğu zaman şişer ve semirir, semirince de ölür! İşte âdemoğlu da bunun gibi, şişip semirdiği zaman kalbi ölür!" Her hastalık zıddı ile tedavi edilir. Günah sebebi ile kararan kalb, iyilik nuru ile temizlenir. Dünyalıktan gelen her sıkıntı, Müslümanın kalbini dünyadan soğutur ve nefret ettirir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Öyle günahlar vardır ki, onları ancak geçim hususunda çekilen sıkıntılar yok eder." Bunun için gerek geçim sıkıntısı, gerekse başka sıkıntılar için güzelce sabretmelidir. Sabretmemek bir şeyi halletmediği gibi, kızıp sağı solu kırıp geçirmek daha büyük zararlara sebep olur. Bir müminin ayağına bir diken batsa veya bir çay bardağı kırılsa, günahlarına kefaret olur. Onun için bütün sıkıntılara, üzüntülere katlanmak büyük nimet olur. Hadis-i şerifte, "Kulun günahı çoğalır da, onu yok edecek güzel ameli bulunmazsa, ona sıkıntılar gelir ve günahlarına kefaret olur" buyuruldu. Hazreti Ebu Bekir bir gün Eshab-ı kirama hitaben buyurdu ki: "Allahü teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız! Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah'ın himayesindedir. Allah'ın hakkını küçümseme, zira yüzüstü seni Cehenneme atar. Allahü teâlâya olan halis sevginin zevkine varan, dünyalıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüz çevirir. Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
Sebeplere yapışmak lazımdır
17 Ağustos 2008 01:00
Muhammed Masum hazretleri buyurdu ki: İnsana gelen hastalıklar, elemler, takdir-i ilahi ile gelmektedir. Sabredip Allahü tealanın kereminden afiyet beklemelidir. Her şeyin Hak tealadan geldiğini bilmelidir. Dertlerden, elemlerden kurtulmak için dua ve istigfar etmelidir. Tesiri, faydası kati olan sebeplere yapışmalı, sebeplerin tesirini Allahü tealadan beklemelidir. Sebeplere yapışmak lazımdır. Bu ise, tevekküle muhalif değildir. Sebeplerin tesir etmesinin Allahü tealadan olduğunu bilen ve tesiri Allahü tealadan bekleyen ve tesiri tecrübe edilmiş faydalı sebepleri kullanan kimse, Allahü tealaya tevekkül etmiş, yalnız Ona güvenmiş olur. Tesir etmeyen, hayali sebepleri kullanmak, tevekkül olmaz. Tesiri çok görülmüş olan faydalı sebepleri kullanmak lazımdır. Ateş yakar, fakat, ateşe yakmak kuvvetini veren, Allahü tealadır. Aç olan, bir şey yer. Bu şeye doyurma kuvvetini veren Odur. Lazım olduğu zaman, böyle faydalı sebepleri kullanmadığı için zarar gören kimse, Allaha asi olur. Sebepler üçe ayrılır: Hayali sebepleri terk etmek, tecrübe edilmiş faydalı sebepleri kullanmak vaciptir. Şüpheli olanlar, bazen kullanılır. Allahü teala, meşveret etmeyi, bilenlere danışmayı emretti. Meşveret de, sebebe yapışmaktır. Meşveretten sonra tevekkülü emreyledi. Ahiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emrolundu. Burada, azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lazımdır. Allahü tealanın keremine, ihsanına güvenmeli ve emrolunan ibadetleri yapmalıdır. İslamiyet'e uymamız, yani emredilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazifemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur. Allahü teala, insanları başıboş bırakmadı. Her istediklerini yapmaya izin vermedi. Nefislerinin arzularına ve tabii, hayvani zevklerine, taşkın ve şaşkın olarak tabi olmalarını, böylece felaketlere sürüklenmelerini dilemedi. Rahat ve huzur içinde yaşamaları ve sonsuz saadete kavuşmaları için arzularını ve zevklerini kullanma yollarını gösterdi ve dünya ve ahiret saadetine sebep olan faydalı şeyleri yapmalarını emretti. Zararlı şeyleri yapmalarını yasak etti. Bu emirlere ve yasaklara (İslamiyet) denildi...
Kifayet miktarı ile yetinmek
18 Ağustos 2008 01:00
İslam büyükleri, mevki makam, mal mülk gibi dünyalıklar ellerinden çıktığı zaman, kalblerinde derin bir rahatlık ve genişlik hasıl olurdu. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü çok severlerdi. Allah'ı ve Resulünü çok seven ise, kendisini ibâdetin kemâlinden alıkoyan dünya meşguliyetini kerih görür. İşte bunun içindir ki onların en güzel ahlâkından biri de, dünya kendilerine gülüp teveccüh ettiği zaman kalblerinde bir sıkıntı ve kasvet hasıl olması idi. Eshab-ı kiram, Resûlullâha muhabbet bakımından insanların en ilerileri oldukları için, çoğu yanında, altın veya gümüş ile gecelemezdi. Peygamber efendimiz de, kendileri Ehl-i beytini, Ehl-i beyti de kendilerini çok sevdikleri için, "Allah'ım! Muhammedin âlinin rızkını kifayet miktarı eyle!" diye duâda bulunmuşlardır. Rızkın hâcet ve kifayet miktarı olması, kulun herhangi bir maişet düşüncesine takılmaması içindir. Bilhassa bu, böyle şeylere karşı sabrı olmayanlar için önemlidir. Zira böyle bir kimse gecesinde ve gündüzünde, hiç usanmadan rızık istemek için Allah'a yönelecek, ibadetlerinde aksama olacaktır. Abdullah bin Mes'ûd buyurdu ki: "İleride öyle zamanlar gelecek ki, mü'min, bir köleden daha zelîl olacak. Mü'minin hayatı, adetâ sirke içinde yaşayan sirke kurdunun yaşayışı gibi olacak!" Abdullah bin Bekr El-Müzenî de şöyle buyururdu: "Allahü teâlâ sevdiği kuluna, bir kadının çocuğuna şifa bulması için acı ilâcı yudumlatması gibi, dünyanın acılığını tattırır." Adamın biri, Peygamber efendimize, "Ey Allah'ın Resulü, ben seni seviyorum!" der. Resulullah Efendimiz de buyurur ki: "Eğer beni seviyorsan, sana hücum edecek fakirlik için bir zırh hazırla! Çünkü fakirliğin beni sevene hücumu, bir sel suyunun döküldüğü yere doğru akışından daha sür'atlidir." Hazreti Âişe validemiz buyurdu ki: "Dünya bize, Resulullâh'ın irtihaline kadar hep sıkıntılı ve bulanık göründü. Vaktâki Resulullâh irtihal buyurdu, dünya üzerimize döküldü de döküldü." Aliyyül-Havvâs buyurdu ki: "Kul, irfan makamlarında yükseldikçe dünyanın ona olan nefreti artar. Artık o, dünyayı talep de etse, dünya ona teveccüh etmez. Çünkü onun kalbinde kendisine bir yer bulamaz." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oru
Sahibim senin gibi öfkelenmez"
19 Ağustos 2008 01:00
Vaktiyle bütün gününü Cenâb-ı Hakka ibâdet ile geçiren birisi, zamanın hükümdarına methedilmişti. Onunla sohbet arkadaşı olması tavsiye edilmişti. Hükümdar, methini işittiği o Allah dostunu sarayına çağırtarak kendisiyle sohbet arkadaşı olmasını ricâ etti. Bu zât hükümdara şöyle cevap verdi: - Ey hükümdar, bu isteğin güzel! Ancak olur ya, yanlış bir iş yapsam beni affeder misin? Yoksa hemen cezâlandırır mısın? - Ne gibi bir yanlışın olabilir? - Meselâ bir gün sarayına geldiğinde beni istemediğin bir işi yaparken görsen ne yaparsın? Onun bu sözüne şiddetle öfkelenen hükümdar: - Bana böyle şeyler söylemeğe nasıl cüret edersin? diye bağırdı. SUÇ İŞLEMEDEN KIZIYORSUN Bunun üzerine Allah dostu zât da şöyle dedi: - Benim kerîm bir Rabbim var. O derece kerîm, o derece cömert ki, bir günde bende yetmiş günâh birden görse benim sahibim yine de öfkelenmez, beni kapısından kovmaz, ni'metinden mahrûm etmez. Böyle bir durumda ben O'nun kapısından nasıl ayrılayım da, henüz bir suç bile işlememişken bana öfkelenen birisinin kapısına geleyim? Ben henüz bir suç işlemeden bana böyle kızan birisi acaba suç işlemiş olduğum zaman ne yapar? Cenab-ı Hak, kullarını kendisine isyan ettiği zaman hemen günah yazmaz, onun tevbe etmesini pişman olmasını bekler. İnsan bir günâh işlediği vakit, sol omuzdaki meleğin âmiri durumundaki sevâbları yazan melek diğerine, "Bekle belki tevbe eder" diyerek günâhı hemen yazdırmaz. Cenâb-ı Hak çok merhametli olduğu için çeşitli vesîlelerle kişinin günâhını affeder. Yeter ki insan geç de olsa hatâsını anlayıp pişman olsun. Allahü teâlâ Bekara sûresinde, "Şüphesiz ki Allah, hem çok tevbe edenleri, hem de kötü alışkanlıklardan ve kötü ahlâktan temizlenenleri sever" buyurmaktadır. Tevbe edip hidâyet yoluna yönelenlere hareket tarzımız şöyle olmalıdır: 1) Onu sevmelidir. Çünkü tevbesini kabûl etmekle Allah onu sevmiştir. 2) Allahın onu tevbesinde dâim eylemesi için kendisine duâ etmelidir. 3) Onu kendine örnek edinmelidir. 4) Onunla oturup sohbetlerde bulunmalı, ona yardım etmelidir. Allahü teâlâ, onun tevbesini kabûl etmekte kendisini dört şeyle şereflendirir: 1) Sanki hiç günâh işlememişçesine onu günâhlardan temizler. 2) Onu sever. 3) Üzerine şeytanı musallat etmez, kendisini ondan korur. 4) Dünya hayâtını terk etmezden önce onu korkudan emîn kılar. Allahü teâlâ Fussilet sûresinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz Allahtır! deyip de sonra istikamete gelenler, işte onların üzerine, 'Korkmayın, tasalanmayın, va'd olunduğunuz Cennetle sevinin!' diye diye melekler inecektir." Kişinin tevbesi dört şeyde belli olur: 1) Dilini lüzûmsuz sözlerden, gıybetten, yalandan koruyorsa. 2) Kalbinde hiçbir kimseye ne hased, ne de düşmanlık beslemiyorsa. 3) Kötü kişilerden uzak duruyorsa. 4) Ölüme hazırlanarak geçmiş günâhlarına nedâmet duyuyor, onlara tevbe, istigfâr ediyor ve Rabbinin tâatına yöneliyorsa. SİZ FARKINA VARMADINIZ! Her Müslümanın, her gün en az bir kere, Ya Rabbi, bilerek veya bilmeyerek isyana, günaha, küfre sebep olan bir söz söyledim veya bir iş yaptım ise, pişman oldum. Beni affet! diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde yanmamak için, her gün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden daha önemli bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlar için tevbe ederken, bunları kaza etmek lazımdır. Samîmî bir şekilde tevbekâr olanlar, Cehennemden geçtiklerini bile anlayamayacaklardır. Cennete girdikleri zaman diyecekler ki: Rabbimiz bize, Cennete girmeden önce Cehenneme sokulacağımızı söylemişti. Onlara cevâben denir ki: "Siz oraya sokuldunuz. Fakat o sırada Cehennem sakin idi. Onun için farkına varamadınız...
.
Fazlalığı yerinde kullanamamak
19 Ağustos 2008 01:00
Allah adamları, ihtiyaç miktarı mal edinirler, fazlasından sakınırlardı. Fazlasının hesabından korkarlardı. Zaten fıkıh âlimleri de, helal malı, ihtiyaçtan fazla toplamak mekruhtur, demişlerdir. Zekatını vermezse, bu mal ayrıca günaha, azaba sebep olur. Hadis-i şerifte, "Paranın kuluna, paraya tapana lanet olsun!" buyuruldu. Malı ahiret için kullanmak çok iyi ise de, bu çok zor bir iştir, manileri engelleri çoktur. Dünya malı peşinde koşmak, nefsinin şehevi arzuları peşinden koşmaktan daha fenadır. Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, buna "dünya muhabbeti" denir. Bu muhabbet de Allahı unutturur. Allah zikri, düşüncesi bulunmayan kalbe şeytan yerleşir. Şeytanın en büyük hilesi, insana hayırlı işler yaptırarak kendisini salih, iyi zan ettirmesidir. Böyle kimse, kendisinin kulu olur. Hadis-i şerifte, "Geçen ümmetlerin her birine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır" buyuruldu. Genelde dünyalık peşine düşenler ahireti unuturlar. Halbuki, insanın rızkı bellidir. Hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdir etmiştir" buyuruldu. İnsanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz ve zamanından geri kalmaz. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da, sahibini arar. Çok fakirler vardır ki, zenginlerden daha iyi, daha mesut yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dinine sarılanlara, ummadıkları yerden rızık gönderir. Hadis-i kudside, "Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!" buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, "Ya Rabbi! Beni sevenlere, hayırlı mal ver. Bana düşmanlık edenlere, çok mal ve çok evlat ver!" buyuruldu. Bir zengin öldü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan bir ses geldi. "Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir padişah idim. Çok yaşadım. Mezarda yüz otuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra, benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşasında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız" dedi. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
.
Kan ağlasa dahi onu affetmem!"
20 Ağustos 2008 01:00
İslam büyüklerinin, ihyaç fazlası mal istememelerinin sebebi, mubah olan bu malın insanı azdırıp harama sebep olması korkusuydu. Nitekim, dünya peşinde koşan çok kimse, şüpheli şeylere, sonra mekruhlara, sonra haramlara, hatta küfre dalmaktadır. Geçmiş ümmetlerin, Peygamberlerine inanmamalarına sebep, dünyaya düşkün olmaları idi. Musa aleyhisselam, Tur Dağına giderken, birinin çok ağladığını gördü. Ya Rabbi! Kulun, senin korkundan ağlıyor dedi. "Kan ağlasa dahi, onu affetmem. Çünkü o, dünyaya düşkündür" buyurdu. Hadis-i şerifte, "Dünyayı helalden kazanana, ahirette hesap vardır. Haramdan kazanana, azap vardır" buyuruldu. Devlet adamlarından biri, Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri için bir dergah yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyacını da karşılayacağını bildirerek kabul etmeleri için arz etti. Fakat Mazhar-ı Can-ı Canan hazretleri mevcut dergahı kafi görüp kabul etmedi ve; "Bizim için her yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdir edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazinesi sabır ve kanaat olup, bu kâfidir" buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "İnsan, elindeki ihtiyacına yeterken, kendini azdıracak olan daha fazla mal ister. Aza kanaat etmez, çok ile de doymaz. Ey insanoğlu, vücudun afiyette ve günlük ihtiyacın mevcut olarak sabahlarsan, artık bu sana kâfi gelir.", "Emeli hep dünya olanın, Hak indinde değeri yoktur. Bunun meşgalesi tükenmez, fakirlikten kurtulamaz, zenginliğe kavuşamaz, sonu gelmeyen boş kuruntularla oyalanır." Dünya muhabbeti, yani dünyaya düşkün olmak demek, nefsin arzularını, tatlı gelen şeyleri ve bunlara kavuşmanın sebebi olan parayı, haram yollardan aramak demektir. Dünyaya düşkün olmak, hayal peşinde koşmaktır. Çünkü, dünya lezzetlerinin zararları, faydalarından daha çoktur. Elde kalmaz, çabuk giderler. Bunlara kavuşmak ise, çok güçtür. Dünyalık olan şeylerin, Allahü teâlâ indinde hiç kıymeti yoktur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki. "Dünyalığa düşkün olmak, hataların başıdır." Yani her türlü hataya, günaha sebep olur. İslamiyete uyarak kazanılan ve kullanılan kazanç, dünyalık olmaz... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
Kâr-zarar hesabını iyi yapmayan kaybeder!
20 Ağustos 2008 01:00
Akıllı insan hesabını hep kâr üzerine yapar. Zarar üzerine hesap yapanın aklından şüphe edilir. Zamanımızda, dünyaya yönelme eğiliminde hızlı bir artış görülmektedir. İnsanların büyük bir çoğunluğu manayı bir tarafa bırakıp, madde için yani dünyalık şeyler için yaşamakta ve bu uğurda ölmektedir. Manayı, maneviyatı bir tarafa bırakamayanların da, bunlarla ilgileri şekli, sathi boyutta kalmaktadır. Çok kimse, dünya menfaatlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor, çalışıyor ve didiniyorlar da, sonsuz bir saadet ve felâket karşısında bulunduklarına önem vermiyorlar; yarına çıkacakları garantisi olmamasına rağmen 15-20 sene sonrasının planlarını yapıyolar. Bu, akıllıca bir iş değildir çünkü kârlı bir yatırım değildir. Akıllı insan ahiret yatırımına öncelik verir. Dünya işlerinde tevekkül emir edildi. Ahiret işlerinde emredilmedi. Ahiret işlerinde tevekkül olmaz. Bunlarda çalışmak emir olundu. Burada, Allahü tealanın azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak lazımdır. İslamiyete uymamız, yani emir edilenleri yapmamız ve yasak edilenlerden sakınmamız vazifemizdir. (Tevekkül) budur ve kulluk böyle olur. BU AHMAKLIK DEĞİL Mİ? Hâl böyle iken, tersine ahiret işlerinde tevekkül ediliyor, dünya işlerinde tevekkül edilmiyor. Örneğin, günümüz insanı, dinimizin emir ve yasakları karşısında, Allah affeder diyor, fakat dünya işlerinde kılı kırk yarıyor. Bu akıllılık mıdır, ahmaklık mıdır? Allahü teâlâ insanlara akıl verdi. Canlı cansız her şeyi onun emrine bıraktı. Buna karşılık, onlara dünya ve âhirette yine kendileri için faydalı olacak vazîfeler yükledi. Bunları bildirmek için, Peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler gönderdi. İnsan, dünyaya gönderilmesinin sebebini, dünyadaki hayat mücâdelesini ve yaşama kurallarını bilmezse, yâhut bilip de onlara göre hareket etmez ise, elbette zararı kendine olacaktır. Bunları yerine getirip getirmemenin Cenâb-ı Hakka bir faydası, bir zararı olmaz. Dinin kurallarını yani, emir ve yasaklarını yerine getirmede, eksiği kusuru varsa hiç olmazsa, kabahatini bilip saygıda kusur etmemelidir. Bunlarda, eksiklik, yanlışlık aramamalıdır. Peygamber efendimize, İslamiyet nedir? diye sorulunca, Ettazim-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah, diye cevap buyurmuştur. Yani, Allahü tealanın emirlerine tazim ve hürmet ve mahluklarına şefkattir. Yapamasa bile dinin emirlerine inanıp saygı gösteren imanını muhafaza etmiş olur. İslam ahlakını ve Muhammed aleyhisselâmın hayatını, doğru yazılmış kitaplardan öğrenen akıllı bir kimse, İslama ve Peygamberimizin güzel huylarına, başarılarına âşık olur. ZARAR ETME İHTİMALİ YOK Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" güzel hayatını ve İslâm dîninin emirlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve faydaları öğrenen her akıl ve insaf sahibinin, her düşünebilen insanın O'na hemen inanması, O'na âşık olması, iman edip seve seve Müslüman olması, insanlık îcâbıdır. Akıl da, mantık da bunu emreder. İnanmamak akılsızlık olur. Çünkü inanan ve inandığı gibi yaşayan her zaman kârdadır. Zararda olma ihtimali yoktur. Hazreti Ali buyurdu ki: "Müslümanlar, ahirete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azap çekeceklerdir." İslam âlimleri, ahiretin varlığını isbat etmekte, inanmayanların hücumlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini ispat etmeseydi dahi, kıyamet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Halbuki, ahiret azapları, bir ihtimal değil, meydanda olan hakikattir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor. Kârını zararını bilmemek olur. Kârını zararını bilmeyen de, bedbaht olur. Her işinde, kârını zararını düşünen, maddeye değil manaya öncelik veren ise, hem dünyada hem de ahirette mesut ve bahtiyar olur
Korkarım kimse bundan kurtulamaz!"
21 Ağustos 2008 01:00
Allah adamlarının güzel ahlâkından biri de, dünyevî arzularına kavuşamadıkları zaman üzülmeyip aksine sevinç duymaları idi. Onlar dünyevi arzularına kavuşamadıkları zaman derlerdi ki: "Bu istediğim şey her ne kadar benim lehime bir şey gibi görünse de demek ki benim aleyhime imiş. Allahü teâlâ, beni sevdiği için bu arzuma kavuşturmadı; benimle dünyevî arzularım arasına perde çekti." Mâlik bin Dinar buyurdu ki: "Muallimim Abdullah er-Râzî, bana derdi ki: Ey Mâlik, Allah'a yakınlık makamına ermek istersen, nefsî arzuların ile kendi aranda demirden bir duvar bulundur! Allahü teâlâ Dâvud aleyhisselâma şöyle vahyetmiştir: Ben, nefsî arzulara meyleden bir kalbin, müttekîlere imam olmasını haram kılmışımdır!" Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ, Cehennemi yaratınca, Cebrail aleyhisselama 'Git Cehenneme bak!' buyurdu. O da gidip Cehennemi görünce, 'Ya Rabbi, izzet ve celaline yemin ederim ki, buranın kötülüğünü duyan hiç kimse buraya girmez' dedi. Allahü teâlâ, Cehenneme gidecek yolları çeşitli nefsani şehvetlerle süsledi. 'Şimdi git, bir daha Cehenneme bak!' buyurdu. Cebrail aleyhisselam, bu haliyle Cehennemi görünce, 'Ya Rabbi izzet ve celalin hakkı için söylüyorum. Korkarım bundan kimse kurtulamaz, herkes buraya girer' dedi. Allahü teâlâ, Cenneti yaratınca da, Cebrail aleyhisselama, 'Git Cenneti gör!' buyurdu. Gidip Cenneti gördükten sonra, 'Yeminle söylüyorum ki herkes buraya girer' dedi. Allahü teâlâ, Cennete giden yolları çeşitli zorluklarla kuşattı. 'Şimdi git, bir daha bak!' buyurdu. Cebrail aleyhisselam yemin ederek, 'Ya Rabbi, korkarım buraya kimse giremez' dedi." Ömer bin Abdülazîz buyurdu ki: "Nefislerinizdeki şehvetleri yok ediniz, fakat; şehvetler hakkında nefislerinizi öldürmeyiniz. Zira şeytan, şehvetini ayağının altına alıp mahkûm eden bir kimsenin gölgesinden bile kaçar! Fakat şehevî arzusunu kalbinde saklayanın sırtına biner. Artık şeytan onu, Allah'ın musallat kılması ile dilediği yere sevk eder. O halde iş, nefse hâkim olmaktadır!" Abdullah bin Abbas buyurdu ki: "İleride öyle zamanlar gelecek ki, kişinin bütün himmeti midesi, dini kendi hevâsı, kılıcı da dili olacaktır!" T
.
Nefsine ve şehvetine hakim olamayan...
22 Ağustos 2008 01:00
Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: "Ben, her şeyden fazla bir itina ile nefsime bakmışımdır. O, bazen benimle beraberdir, bazen de aleyhime geçmiştir... Ey insanlar, birbirinizle husumete düşmezden evvel, nefslerinizi şehevî arzulardan alıkoyunuz!" Onların bu husustaki delillerinden biri, Peygamber efendimizin: "Cennet nefse hoş gelmeyen şeylerle, cehennem de şehvetlerle süslenmiştir" meâlindeki sözleri ile nefsine ve şehvetine hakim olamayanın Cehenneme gideceği bildirilmiştir. Hasan-ı Basrî buyurdu ki: "Üstündeki sahibini dinlemeyen çılgın bir atın gemlenmeye olan ihtiyacı, senin nefsini gemlemeye olan ihtiyacından daha fazla olamaz!" İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: "Aklı dinlemeyen, en çok ona isyan eden şehvettir. İnsanların, başkalarının ayıplamaları gibi sebeplerle bu şehvetten kaçınmaları faydalı ise de, büyük sevap alamazlar. Fakat günah işlemek için bütün imkanlara sahipken, ortada hiçbir korku yok iken, sırf Allah rızası için, Allah'tan korktuğu için şehvetine esir olmazsa, ona mani olursa, en büyük fazilete kavuşur. Bu derece sıddıklar, şehidler makamıdır." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Hayâ, iffet, dile hakimiyet ve akıl, imandandır. Böyle kimselerin ahiret arzusu çoğalır, dünya hırsı azalır. Cimrilik, müstehcenlik, çirkin sözlülük, hayâsızlıktan, nifaktan ileri gelir. Böylelerinde dünya hırsı çoğalır, ahiret arzusu azalır." Nefsî arzuların insanı çok zorladığı çağ da geçlik çağıdır. Bunun için bu çağda yapılan ibadetler çok kıymetlidir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Gençlikte, şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda, İslamiyet'in bir emrini yerine getirmek, ihtiyarlıkta yapılan aynı ibadetten çok üstün ve kıymetli olur. Çünkü, engeller karşısında, ibadeti yapmak güçlüğü, sıkıntısı, o ibadetlerin, şanını, şerefini göklere çıkarır. Engel olmayarak, kolay yapılan ibadetler, aşağıda kalır. Bunun içindir ki, insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden daha üstün olmuştur. Çünkü insan, engeller arasında ibadet ediyor. Melekler ise, engel olmadan emre itaat ediyor. Savaşta, askerin kıymeti artar ve savaşırken ufak bir hizmetleri, barış zamanındaki büyük gayretlerinden daha kıymetli olur... >
Nefsi terbiye etmek gerekir
23 Ağustos 2008 01:00
Şerefüddin Ahmed bin Yahya Müniri hazretleri buyuruyor ki: "İslamiyet, nefsin arzusu olan şehvet ve gadabın yok edilmesini değil, her ikisine hakim olup, dine uygun kullanılmasını emreder. Süvarinin atını ve avcının köpeğini yok etmesi değil, bunları terbiye ederek, kendilerinden faydalanması gerektiği gibidir. Yani, şehvet ve gadap, avcının köpeği ve süvarinin atı gibidir. Bu ikisi olmadıkça, ahiret nimetleri avlanamaz. Fakat, bunlardan faydalanmak için, terbiye ederek, dine uygun kullanılmaları gerekir." İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, (Şehvetlerinizi, nefsî arzularınızı haramlardan almamaya uğraşın ve bu cihadda sebat edin, dayanın) buyuruyor. Bunun içindir ki, aklı olanlar, din büyükleri, bu dünyanın bir pazar yeri gibi olduğunu ve burada, nefs ile alışverişte olduklarını anlamışlardır. Bu ticarette kâr Cennet, zarar da Cehennemdir. Yani kârı, ebedi saadet, ziyanı da, sonsuz felakettir." Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Şunlar kimde bulunursa Allahü teâlâ, onun vücudunu Cehenneme haram eder, onu şeytandan ve nefsinden korur: Nefsi günah olan bir şeye heves ettiği halde nefsine hakim olup, onu yapmayan ve nefsi, hayırlı bir şeyi, bir ibadeti yapmak istemediği halde onu yapan, nefsinin şehvet ve gazabına hakim olur. Şunlar da kimde bulunursa, Allahü teâlâ onu rahmetine gark ederek Cennetine koyar: Bir yoksulu barındırmak. Zavallı birine acımak. Hizmetçiye iyi muamele etmek. Ana ve babasına infak etmek..." Şehvet on kısımdır; dokuzu kadında, biri erkektedir, buyurulmuştur. Şehvetin kadında daha çok olduğu anlaşılıyor. Ama hayâsı da çok olduğu için birbirini dengeliyor. Kadın hayâsızlaşınca denge bozulur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kadına, şehvetle bakanın, gözlerine erimiş kurşun dökülüp, Cehenneme atılır.", "Komşu kadına, arkadaş hanımına şehvet ile bakmak, yabancı kadına bakmaktan on kat daha günahtır. Evli kadınlara bakmak, kızlara bakmaktan bin kat daha günahtır. Zina günahları da böyledir.", "Cana kıymayan, haram yemeyen, zina etmeyen ve içki içmeyen Cennete girer.", "Kötü kadınlar, çoğalıp, zina bir toplum içinde yayılırsa, halk, daha önce görülmemiş bulaşıcı hastalıklara maruz kalır. Ölçüde, tartıda hile yapılırsa, geçim darlığı baş gösterir." > Tel: 0 212 - 454 38 21
Arş'ın gölgesindeki yedi sınıf mümin
24 Ağustos 2008 01:00
Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ, Kıyamette, şu yedi sınıf mümini, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde, Arş'ın altında gölgelendirir. Yani onu kendi himayesine alır: 1- Adaletli hükümdar. 2- Rabbine ibadet ederek yetişen genç. 3- Gönlü mescitlere bağlı olan. 4- Allah için birbirini seven, o sevgi ile bir araya gelip, o sevgiyle birbirinden ayrılan iki kişi. 5- Tenhada Allah'ı zikredip de gözleri yaşla dolan. 6- Sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar sadakayı gizli veren. 7- Güzel ve mevki sahibi bir kadın, davet edince, ben Allah'tan korkarım diye red eden... Bekara sûresinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alışverişlerinde bir şey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti." Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Şüphesiz hayır, bütün kısımları ve tarafları ile Cennettedir. Şüphesiz şer de bütün kısımları ve tarafları ile Cehennemdedir. Biliniz ki, Cennet sevilmeyen şeylerle çevrilmiş, Cehennem de şehvetlerle çevrilmiştir. Bir kimseye nefsine hoş gelen kötülük perdelerinden birisi açılır da ona yaklaşırsa ateşe yaklaşır ve Cehennem ehlinden olur. Ancak, hak ile hükmedilecek bir gün için hak ile amel ediniz! Böyle yaparsanız, hak menziline koşmuş ve konmuş olursunuz.", "Kıyamete yakın, ilim yok olur, din cahilleri çoğalır, içki içen ve zina edenler artar.", "İnsanın bütün kaygısı midesi olacak, şerefi mal, kıblesi kadın, dini para olacak." Fahreddîn-i Râzî hazretleri buyurdu ki: "Hased on kısımdır. Bunların dokuzu din adamlarında bulunur. Dünya sıkıntıları on çeşittir. Bunların dokuzu sâlihlerde bulunur. Şehvet on kısımdır. Dokuzu kadınlarda, biri erkeklerdedir." Şehvete, sebep olmak da günahtır. İmam-ı Zehebi buyuruyor ki: Erkeklere ziynetini gösteren kadınlara Allahü teâlâ dünyada ve ahirette azap edecektir.
.
Giyinişleri orta halli idi...
25 Ağustos 2008 01:00
Allah adamları, orta halli giyinirler giyim hususunda haddi aşmazlar, helâlinden ne bulurlarsa onunla iktifa ederlerdi. İsterse keten ipliğinden dokunmuş bir bez olsun! Sadece zaman zaman İslamın vakarını göstermek için güzel ve pahalı şeyler giyerlerdi. Onların bu husustaki delillerinden biri: "Bezâzet imandandır" meâlindeki hadistir. Bezâzet ise süsü bırakmaktır. Hâtem'ül-Esam ve arkadaşları, hep eski libas giyerler ye üzerlerinde birçok yama bulunurdu. Hazreti Ali, Hazreti Ömer'e derdi ki: "Yâ Ömer, sevdiğin iki arkadaşına kavuşmak istersen, gömleğin ve ayakkabın yamalı olsun! Sofrada doymadan çekil, emelini de kısa tut!" Ebû Zer hazretlerinin evinde, abdest almakta kullandığı küçük bir su kabından başka bir şey yoktu. Bir gün kendisine, "Evine birkaç eşya edinsen iyi olmaz mı?" dediler. O şu karşılığı verdi: "Evin sahibi, içinde ikâmet etmemiz için bizi bırakmıyor ki! Bizim bir başka evimiz daha var. Amellerimizin iyilerini oraya göndeririz, inşallah!" Ebû İdris el-Havlânî hazretleri arkadaşlarına dermiş ki: "Elbiselerinizi yıkamak için fazla zaman harcamayın. Bilin ki, kötülüklerden temizlenmiş bir kalbin kirli libas içinde bulunması, kirli bir kalbin temiz libaslar içinde bulunmasından bence daha sevimlidir!" Abdullah bin Mesud buyurdu ki: "Resulullâhın Eshabının giydikleri elbiseler, sizinkilerden daha kalın, fakat kalpleri, sizin kalblerinizden çok ince idi! İleride öyle zamanlar gelecek ki, insanların elbiseleri gayet ince, kalpleri ise kalın olacaktır!" Hazreti Ebû Ubeyde de şöyle buyururmuş: "Nice kimseler vardır ki, elbisesini tertemiz tutar da, dinini kirlendirmekten çekinmez!" Bazı kimseler, İbrahim bin Ethem hazretlerine, "Sakalınızı boyasanız iyi olur" demişler. O da: "Sakalı boyamak bir zinettir. Biz ise şu anda zinetle meşgul olacak kimselerden değiliz!" karşılığını vermiştir. Urve bin Zübeyr buyurdu ki: "Ben, Peygamber aleyhisselamın kendisine gelen heyetlere çıktığı zaman giydiği ridasını gördüm; uzunu dört zira', eni de iki zira' ve bir karış idi. Resulullâh'ın irtihalinden sonra bu rida eskiyinceye kadar halîfelerin yanında kaldı. Halîfeler onu, bayram günlerinde giyiyorlardı." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmeto
İki ibretli anekdot...
26 Ağustos 2008 01:00
Birisi bildiğiniz bir hikâye. İkincisi pek bilinmeyen bir hikâye. Buna tarihî bir anekdot da diyebiliriz. Bilinenden başlayayım: İki kişi beraber yolculuk yaparken yolda yağmura tutulurlar. Biri yağmura hazırlıksız yakalanır. Diğerinin hem şemsiyesi hem de yağmurluğu var yanında. Yağmurluğunu giyip şemsiyeyi arkadaşına verir. O da teşekkür edip alır. Yola devam ederler... Şemsiyeyi verenle aralarında şöyle bir konuşma geçer yolculuk esnasında: - İyi ki yanımda şemsiye de vardı. Yoksa sırılsıklam olacaktın! - Doğru, çok teşekkür ederim gerçekten her tarafım ıslanacaktı. - Bu iyiliğimi unutma! - Allah razı olsun, nasıl unuturum? - Her zaman tedbirli olmak lazım. Ne demiş atalarımız, "Kırk gün taban eti, bir gün av eti!" - Doğru, atalarımız boş konuşmaz! - Ben böyle herkese iyilik yaparım. Gerçi herkes bilmiyor yapılan iyiliğin kıymetini... Olsun yine de iyilikten geri kalmamak lazım. - Doğru, ne demiş atalarımız, "Sen iyilik yap denize at; balık bilmezse Hâlık bilir!" - Mübarek ne de yağıyor. Şu şemsiye olmasaydı ne olacaktı halin? DAHA KÖTÜ DURUMA DÜŞER MİYDİM? Bu sırada bir havuzun yanından geçerler. İyilik yaptığı kimse, arkadaşına, - Bir dakika şu şemsiyeni az tutar mısın? diyerek ona geri verir. Sonra da, kendine atar havuza. Arkadaşının şaşkın bakışları altında, - Nasıl, bundan daha kötü duruma düşmezdim değil mi, senin şemsiye olmasaydı? der. İşte bu anekdot zamanımızda çok kimselerin başa kakarak yaptığına uygun bir örnek... Şimdi de günümüzde artık unutulmuş tatbikatına pek rastlanmayan geçmişten yaşanmış bir örnek vereyim: 1880'li yıllarda Mustafa Naili Paşa, Anadolu'dan özel metotlarla seçtiği 100-150 talebenin bütün eğitim masraflarını yıllardır karşılamayı âdet edinmiş kendisine. Bu güzel hizmeti esnasında da bir prensip koyar. Bundan da hiç mi hiç taviz vermez yıllardır. Prensibi şu: Bu ilim yolcuları Mustafa Naili Paşa'yı, ortalama üç yıl süren okuma sürelerinde iki defa ancak görebilirler. Birincisi, yeni geldiklerinde başarı temennisi esnasında. İkincisi öğrenimleri bittiğinde bundan sonraki hayatlarının iyi geçmesi dileklerini bildirmesi esnasında. Yani vedalaşırken... Paşanın yakinen tanıdığı Fransız Büyükelçi Kont Bertrande bunun sebebini sorar. Paşa sükunet içinde şöyle cevap verir: "Bizim inançlarımız içinde beşerî hizmetler, her sahaya şâmildir ve bunların kıymetlilerinden birisi, ilim-irfan ile uğraşanlara imkân temin etmektir. Çünkü ilim üzerine kurulmuş dinimiz... Her hizmet gibi bu da, sadece Allah rızası için yapılır. Bu, hizmetin cenab-ı Hak indinde makbul olması, huzur ve mükafatın zirvesidir hayır sahibi için. Başka bir arzusu olmaz, olması da mümkün değil... Çünkü, cenab-ı Hakkın bilmesi kâfidir O'nun için. Kişinin yaptığını teşhir etmektense, hele yaptığından menfaat beklemektense o işi yapmaması daha iyidir, bizim dinimize göre. Bu bir... İkincisi de, düşününüz ki, burada okuyanlar içinde yarın, benim gibi, bu devletin en yüksek makamına çıkanlar olabilir. Benim ailem içinde onların makamlarından bazı menfaatler temin etmek isteyenler çıkabilir. O zaman benim rızay-ı İlahi niyazım nerede kalır? O manevi his gider, yerine geleceğe yönelik hasis zihniyet hakim olur. SİZİNLE ARAMIZDAKİ FARK BU Üçüncüsü, her vesile ile karşılarına çıkar, onlarda minnettarlık hislerinin tazelenmesine sebep olursam, sevabın da, günahın da mahremiyetini ihlal, sevap için rızay-ı Bari, günah için de rahmet-i Hüda menbaını karartmış ve bu suretle onlara mütevazı hizmetim yanında, telafisi güç bir menfi alışkanlık telkin etmiş olurum... Her şeyi maddi menfaatler içerisinde değerlendiren, elçinin kafası karışır. - Bu kadar iyiliğin, yardımların dünyada size hiç mi faydası olmayacak? Olacak şey değil! der. - Ekselans işte sizinle bizim aramızdaki en önemli fark bu... Yapılanlarda dünyalık menfaat beklenmez! Bizi biz yapan, bu değerlerdir. - Peki bu anlayış böyle ilelebet devam edecek mi? - Orasını bilemem! Devam ederse, bu devlet de devam eder. Aslını, özünü inkâr eden, terk eden hayatiyetini idame ettiremez! Bu, değişmez kaidedir..
Bazen iyi ve güzel giyinirlerdi
26 Ağustos 2008 01:00
İslam büyükleri, riyadan, şöhretten kaçınmak için orta halli giyinmekle beraber, nimeti göstermek için iyi ve kıymetli giydikleri de olurdu. Mesela, bayramlarda, topluluklarda, yabancıların yanında güzel, süslü giyinirlerdi. İbni Abidin hazretleri buyurdu ki: En güzel elbise giymek müstehabdır. Helal şeylerle ziynetlenmek mubahtır. İmam-ı azam Ebu Hanife dört yüz altın kıymetinde cübbe giyerdi. Talebelerine güzel giyinmelerini emir ederdi. İmam-ı Muhammed nefis elbise giyerdi. İmam-ı azam buyurdu ki: İmamı Ömer'in yamalı hırka giymesi, Emir-ül-müminin olduğu içindi. Güzel giyinseydi, memurları da güzel giyinirler, fakirleri, milletten zulüm ile mal alırlardı. Resulullah efendimiz, bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giyerdi. Çeşitli elbise giymek âdet-i şerifesi idi. Yabancı devlet elçileri gelince süslenirdi. Yani kıymetli ve nefis elbise giyerek, güzel yüzünü gösterirdi. Yatağı deriden olup, içi hurma ağacı iplikleri ile dolu idi. Bazen bu yatak üzerine, bazen yere serili deri üzerine, bazen de, hasır veya kuru toprak üzerine yatardı. Muhammed Masum hazretleri buyurdu ki: Helalden olan çok kıymetli elbiseler giymek, tasavvuf yolcularına zarar verir mi diyorsunuz. Din büyükleri, Ehl-i beyt imamları, İmam-ı azam Ebu Hanife ve Abdülkadir-i Geylani, çok kıymetli elbise giymişlerdir. Resulullahın bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giydiğini bildiriyorlar. Dört bin dirhem gümüş değerinde cübbe ile namaz kıldığı görülmüştür. Ebu Saidi Hudri'ye soruldu ki: Yemekte, içmekte ve giyinmekte olan bu değişikliklere ve yeniliklere ne dersiniz? "Helal para ile olur ve gösteriş ve riya için olmazsa, hepsi Allahü tealanın ihsan ettiği nimetleri göstermektir" buyurdu. Büyük İslam âlimi Seyyid Abdülhakim Efendi buyururdu ki: Temiz ve yeni elbise giyiniz! Mevki ve hürmet sahibi olan kimseler gibi giyininiz! Helal olan elbiseleri ve yemekleri ve şerbetleri lüzumu kadar kullanınız! Gittiğiniz yerlerde ahlakınızla, sözlerinizle İslamın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyinmenizle de saygı ve ilgi toplayınız! > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-ma
.
Haramlar ibadete mani olur!
27 Ağustos 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir güzel ahlakı da, helal kazanç bulmaya çalışmak ve buldukları bu helal kazancı da israf etmemekti. Selef-i sâlihîn, helâl para kazanmaya, diğer mühim işleri arasında öncelik tanırlardı. Çünkü onlar şüphesiz âhiret adamları idi. Haramla gıdalanandan ancak haram işlerin sadır olacağını bilirlerdi. Şüpheli şeylerle gıdalanan bir kimseden de şüpheli işler! Hatta haramdan gıdalanmış bir kimse, Allaha tâat ve ibâdette bulunmak istese, buna gücü yetmez. Süfyân-ı Sevrî buyurdu ki: "Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir. Şu zamanda sofralarında helâl ekmek bulunduran aileler, cidden çok azalmıştır." Abdullah bin Abbas buyurdu ki: "Bir mü'min için helâlinden kazanmak, bir dağı diğer dağın yanına götürmekten daha güçtür!" Hasan bin Ali hazretleri, adamın birinin "Ey Allah'ım! Beni, tamamen sâf olan helâl bir rızıkla rızıklandır!" diye duâ ettiğini duymuş. Ona yaklaşarak demiş ki: "Ey kişi, Rabbinden, üzerine azab ve mes'uliyet tereddüp etmeyen bir rızıkla rızıklandırmasını iste. Çünkü sâfî helâl rızık, peygamberlerin rızkıdır!" İbrahim bin Ethem hazretleri ekseriya akşama kadar çalışır, akşam ücretini verdikleri zaman, bir düşünür ve arkadaşlarına: "Patronun benden istediği işi bihakkın yerine getirmemiş olmaktan korkuyorum" derdi. Süfyan-ı Sevrî hazretleri, çağırıldığı düğünlere gittiği zaman, beraberinde ekmek de götürür ve ondan yerdi. Düğün sahibi ona "Efendimiz, bizim ekmekten yemeyecek misiniz?" dediğinde, şu karşılığı verirdi: "Siz, ekmeğinizi nereden kazandığınızı bilirsiniz. Ben de ekmeğimi nereden kazandığımı bilirim. Herkes, nereden kazanıldığı kendince malûm olan şeyden yer!" Şeyh Muhammed bin Annân da böyle idi. Bir düğün ziyafetine çağrıldığı zaman, beraberinde ekmek de götürür ve sofra kurulup çeşit çeşit yemekler ortaya konulduğu zaman o, kendi ekmeğini yerdi. Adamın biri, Süfyan-ı Sevrî hazretlerine "Efendim, namazda birinci safta bulunmanın faziletini bize anlatır mısınız?" demiş. O da şu karşılığı vermiştir: "Kardeşim sen, ekmeğini nereden kazanıyorsun, ona bak! Sen helâlinden gıdalan da, namazını hangi safta dilersen orada kıl. Bu hususta sana bir güçlük yoktur!" >
.
Mal, vereni rahatlatır vermeyeni azdırır!
27 Ağustos 2008 01:00
Dün öyleydi, bugün de öyle... Ekonomik olarak güçlü olan, her şeye hakim. Bu kural, devletler için olduğu gibi, cemiyetler, aileler, şirketler için de geçerli. Ekonomik güç, iyi yöne yönlendirildiği, dengeler sağlandığı takdirde çok faydalıdır. Bunlar sağlanamazsa insanlık için bir felaket olur. Belli kesimlerde yığılan, paylaşılmayan mal, hem sahibine hem de topluma sıkıntı getirir. Mal, vereni rahatlatır vermeyeni azdırır. Barajda biriken fazla su misali; tahliye edilmezse, felakete sebep olur. Yüce kitabımız Kur'ân-ı kerimde, "İhtiyaçsızlık insanı azdırır" buyurulmuştur. İstatistikler, intiharların ekonomik durumu zirvede olan ülkelerde en yüksek seviyede olduğunu gösteriyor. BİRİ YER DİĞERİ BAKARSA... Sevgili Peygamberimiz toplumda kavganın, üzüntünün olmaması dengelerin iyi sağlanabilmesi için "Açları doyurmamızı, hastaları ziyaret etmemizi ve esirlere hürriyet vermemizi" emretmiştir. Yüce kitabımız Kur'ân-ı kerimde de, adalete dayalı, fakir fukaranın gözetildiği ekonomik bir sistem kurulması ile ilgili pek çok âyet-i kerime var. "Zenginlerin malında fakirlerin hakkı bulunduğu, zenginliğin belli bir sınıfın tekeline terk edilmemesi gerektiği, karaborsa ile ihtikarın yasak olduğu" vs... Kur'ân-ı kerimde, namazdan sonra en çok geçen emir, zekat, sadaka verilmesi emridir. Geçmişe baktığımızda, devletlerin, cemiyetlerin çökmesinde ekonomik güçten ziyade, bu gücün toplumun yararına dengeli dağıtılmamasının yattığını görürüz. Birçok devlet gibi, Osmanlı Devleti de son zamanlarında ekonomik gücü muhafaza edemediği ve dengeyi sağlayamadığı için çöktü. Bir tarafta isyanlar, bir tarafta yoksulluk perişan etmişti Osmanlıyı... Devletin yıllık gelirinin tamamına yakını iç ve dış borçlara gidiyordu. Halkın az bir kesimi süper zengin; devlet ve halkın büyük bir ekseriyeti alabildiğine fakir... Devlet, o kadar fakir ki, Rum ve Ermeni sarraflardan, bankerlerden alınan borç para ile memur maaşları ödeniyordu. Halk ve devlet bu durumda iken son sadrazamların, vezirlerin bazıları çok zengindi. Boğaz kıyılarında mantar biter gibi yalı yapılıyordu. Her yalıda, konakta Fransız mürebbiyeler, çocukların terbiyeleriyle, Fransızca öğrenmeleriyle uğraşıyor, bunlara binlerce altın veriliyordu. Öğrettikleri de, hep Batı kültürü. Nasıl dans edileceği, nasıl piyano çalınacağı, yemeklerde kaşığın hangi elde, çatal-bıçağın hangi elde olacağı vs... Beyoğlu'nda açılan bonmarşelerde sergilenen en lüks Avrupa mobilyalar yalıları dolduruyordu. Elbiseler en pahalı İngiliz kumaşıydı. O zaman ilmiyye sınıfı da zaafa uğradığından yanlışları düzeltecek, ikaz edecek kimse de pek kalmamıştı. Eskiden öyle miydi?.. Yanlışlık Padişahda da olsa hemen ikaz edilirdi. İşte ibretli bir örnek sizlere... Fetihten sonra, Fatih Sultan Mehmed, başta hocaları Molla Gürani ve Akşemseddin olmak üzere devlet ricaline bir ziyafet tertipler. Sofra, en süslü, en şatafatlı tabaklarla, kaşıklarla donatılmış... Yemekler gelir. Fakat Molla Gürani bir türlü başlamaz yemeğe. Gözleri şatafatlı sofrada... Sonunda söyleyeceğini söyler: FAZLA SULARI TAHLİYEYE FIRSAT "Yabancı elçiler, hükümdarlar için düşünmüş olabilirsin. Fakat şu anda biz bizeyiz... Senin milletin de böyle taslardan mı çorba içiyor? Bu ne israftır, bu ne debdebedir? Peygamberimiz hangi taslardan çorba içerdi? Sen kimi taklit etmeye çalışıyorsun?.. Peygamberimizi mi, yoksa Bizans imparatorlarını mı? Bizans'ı bu gösteriş merakının, bu israf hastalığının çürütüp yıktığını bilmiyor musun?.." Fatih Sultan Mehmed Han, şatafatlı, tası, kaşığı derhal kaldırtır sofradan. Hocalarından özür diler. Yemek ondan sonra başlar.. Tarih tekerrürden ibarettir... İster devlet olsun, ister cemiyet... İster şirket olsun ister aile.. Olaylardan ders alınmalı...Tarih; ondan ders alınmadığı sürece tekerrür eder ve felâket kaçınılmaz olur! Malum önümüz ramazan. Barajlardaki fazla suları tahliye etmeye güzel bir fırsat. Fakir fukarayı sevindirme ayı.
.
Duanın kabul olması için
28 Ağustos 2008 01:00
İslam büyükleri helal gıda üzerinde çok dururlardı. Her şeyin buna bağlı olduğunu söylerlerdi. Abdullah bin Abbas buyurdu ki: "Midesinde haram bir şey bulunan kulun ibadetini Allah kabul buyurmaz." Sırrıyi Sekatî buyurdu ki: "Hidâyetin yolu; takvanın kemâli, gıdanın helâli iledir." Vehb bin Verd de şöyle buyurdu: "Karşındaki şu direk gibi oluncaya kadar oruç tutup namaz kılsan, fakat midene giren rızkın helâl olup olmadığına dikkat etmesen, ibadetinin faydasını göremezsin!" Cenâb-ı Hak Kur'an-ı keriminde "Temiz ve helâl olan şeylerden yiyiniz, güzel amellerde bulununuz" buyurdu. (El-Mü'minûn, 51). Resulullah efendimiz de, "Helal kazanmak her Müslümana farzdır" buyurdu. Helal kazanabilmek için, önce helali öğrenmek lazımdır. Helal ve haram meydandadır. İkisi arasında Şüpheli olanları tanımak güçtür. Şüphelilerden sakınmayan, harama düşer. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helal yerse, Allahü teala, onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini, kalbinden giderir." Sad bin Ebi Vakkas hazretleri dedi ki: "Ya Resulallah! Dua buyur da, Allahü teala, benim her duamı kabul etsin!" Cevabında buyurdular ki: "Duanızın kabul olması için, helal lokma yiyiniz! Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp dua ederler. Böyle dua, nasıl kabul olunur?" Peygamber efendimiz değişik zamanlarda buyurdular ki: "Haram ile beslenen vücudun ateşte yanması daha iyidir." "Malın helalden mi, haramdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teala, onlara acımayacaktır." "İbadet on kısımdır, dokuz kısmı, helal kazanmaktır." "Helal kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günahsız olarak yatar. Allahü tealanın sevdiği kimse olarak kalkar." "Bir dirhem faiz, otuz zinadan daha günahtır." "Haram maldan verilen sadaka kabul edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
.
Cennetin vacib olduğu kimseler
29 Ağustos 2008 01:00
İsa aleyhisselam birine, "Ne iş yapıyorsun?" dedi. İbadetle vakit geçiriyorum deyince, "Nereden yiyip geçiniyorsun?" buyurdu. "Her şeyimi kardeşim veriyor" deyince, "O halde, kardeşin senden daha kıymetli ibadet yapmaktadır" buyurdu. Büyüklerden birine sordular ki: "Özü sözü doğru olan tüccar mı, yoksa geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan abid mi yüksektir?" "Emin olan tüccar daha kıymetlidir. Çünkü, şeytanla her saat cihad etmektedir. Şeytan, alışverişte, tartmada onu aldatmaya uğraşmakta, o ise Allahü tealanın emrini, rızasını gözetmektedir" dedi. İmam-ı Ahmed ibni Hanbel'den sordular ki: "Her gün sabahtan akşama kadar camide ibadet edip Allahü teala, benim rızkımı nereden olsa gönderir diyen bir kimse nasıl bir adamdır? Cevabında buyurdu ki: "Bu kimse cahildir. İslamiyet'ten haberi yoktur." İmam-ı Evzai, İbrahim Edhem hazretlerini gördü ki, sırtında bir yığın odun götürüyor. "Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbir şeye muhtaç bırakmıyor" dedi. İbrahim Edhem buyurdu ki: "Öyle söyleme, hadis-i şerifte (Helal kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vacib olur) buyuruldu" Abdullah Dehlevi hazretleri buyurdu ki: "Çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını temin için ve fukaraya yardım ve İslamiyet'e hizmet için, çalışıp helal mal kazanmak, çok iyidir. Ebu Süleyman-ı Darani buyurdu ki: "Helalden bir lokma az yemeyi, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mide dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Halalin fazlası böyle yaparsa, mideyi haram ile dolduranların hali acaba nasıl olur?" İbrahim Edhem buyurdu ki: "Temiz ve helal ye de, ister sabaha kadar ibadet et, ister uyu ve ister, her gün oruç tut, ister tutma!" Helal rızık konusunda öyleleri vardı ki, haram ve şüpheli olmayıp, helal olup, fakat şüpheli veya harama sebep olmak korkusu olan şeylerden de sakınırlardı. Resulullah buyurdu ki: "Bir Müslüman, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlikesiz şeyden sakınmadıkça, mütteki olamaz!" Hazreti Ömer buyurdu ki: "Bizler harama düşmek korkusu ile, helallerin onda dokuzundan kaçındık." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoru
İbadetlerin onda dokuzu helal kazanç
30 Ağustos 2008 01:00
Ahmed bin Abdullah İsfehani hazretleri buyurdu ki: "İbadetler on kısımdır, dokuz kısmı helal kazanmaktır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibadetlerdir." Hazreti Ebu Bekir, hizmetçisinin getirdiği sütü içmişti. Sonra helalden olmadığını anlayınca, parmağını boğazına sokarak kay etti. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra, "Ya Rabbi! Elimden geleni yaptım. Midemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!" diye yalvardı. Hazret-i Ömer de, Beyt-ül mala ait zekat develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı. Abdullah bin Ömer buyurdu ki: "Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça, kabul edilmez, faydası olmaz." Süfyan-ı Sevri buyurdu ki: "Haram para ile sadaka veren, cami yaptıran, hayrat yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrar ile yıkayan kimseye benzer ki, daha çok pislenir." Yahya bin Muaz buyurdu ki: "Allahü tealaya itaat etmek, bir hazineye benzer. Bu hazinenin anahtarı dua, anahtarın dişleri de helal lokmadır." Sehl bin Abdullah-i Tüsteri buyurdu ki: "Hakiki imana kavuşmak için, dört şey lazımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helal yemek, görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar devam etmeye sabretmek. Haram yiyenlerin yedi azası, istese de, istemese de günah işler. Helal yiyenlerin azası, ibadet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir." Abdullah ibni Mübarek buyurdu ki: "Şüpheli olan bir kuruşu sahibine geri vermeyi, bin lira sadaka vermekten daha çok severim." Helal kazanmanın ehemmiyetini gösteren nice hadis-i şerifler ve büyüklerin sözleri vardır. Bunun içindir ki, vera sahipleri haramdan çok sakınmışlardır. Bunlardan biri Vehb ibni Verd idi ki, nereden geldiğini anlamadan bir şey yemezdi. Bir gün annesi, buna bir bardak süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, "bu koyun nerede otlamış?" dedi. Müslümanların hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi. Annesi, "Oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç!" dedi. "O'na, günah işlemekle rahmetine kavuşmak istemem" dedi ve içmedi.
.
Keramet gibi görülen istidraç!
31 Ağustos 2008 01:00
İslam büyükleri, haram yediği halde hal sahibi olanlara şüphe ile bakarlardı. Böylelerinin şeytanın oyuncağı olduğunu söylerlerdi. İbrahim Edhem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibadet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün müsafir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, halsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli haline şaşıp kaldı. Genci, şeytan aldatmış mıdır, yoksa halis ve doğru mudur, anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helalden değildi. "Allahü ekber, bu halleri hep şeytandandır" deyip, genci evine davet etti. Kendi lokmalarından bir tane yedirince, gencin hali değişip, o aşkı, o arzusu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrahim Edhem hazretlerine "Bana ne yaptın?" diye sorunca "Lokmaların helalden değildi. Yemek yerken, şeytan da midene giriyordu. O haller, şeytandan oluyordu. Helal yiyince şeytan giremedi. Asıl, doğru halin meydana çıktı" dedi. Haram yemek, kalbi karartır, hasta eder. Hasta bir kalbden de keramet hasıl olmaz. İstidraç hasıl olur. Zünnun-i Mısri buyurdu ki: Kalbin kararmasının dört alameti vardır: 1- İbadetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu, hatırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrayamaz. Bişr-i Hafi hazretlerine, "Ne yiyip, nereden geçiniyorsun?" dediklerinde, "Herkesin yediği yerden. Amma, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlayan arasında çok fark vardır" buyurdu. Bunun içindir ki, eskiden bir Müslümanın birinden yüz dirhem gümüş alacağı olsa, doksandokuz dirhem alırdı. Hak geçme korkusundan, tamamını almazdı. Hazreti Hasen bin Ali çocuk iken zekat malından ağzına bir hurma koymuştu. Resulullah , "Pis pis, onu at!" buyurmuştu. Halife Ömer bin Abdülaziz'in yanına ganimet eşyasından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun faydası kokusudur. Bu ise, Müslümanların hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce kandili söndürdü. "Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu" dedi. Haramı, helali, şüphelileri ve faizi bilmeyen, bunları birbirinden ayıramayan, haramdan kurtulamayıp, ibadetleri boşuna gider... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
.
Avamın ve seçilmişlerin orucu
1 Eylül 2008 01:00
Zahirde aynı gibi görünse de, Eshabı kiramın ve onların yolunda olan İslam büyüklerinin ibadetleri, sadakaları diğerlerinkinden farklı idi; dereceleri çok yüksek idi. Nitekim, peygamber efendimiz, "Uhud Dağı kadar altın sadaka verseniz, Eshabımın bir avuç arpa sadakalarının sevabı kadar olamaz!" buyurmuştur. Tutulan oruçlar da böyledir. Avamın tuttuğu ile havasın yani seçilmişlerin tuttukları faklıdır. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Üç türlü oruç vardır: Birincisi avamın, yani ictihad makamına yükselmeyenlerin orucudur. Zamanımızdaki bütün hocaların, imamların, hafızların, müftilerin, vaizlerin ve bütün Müslümanların oruçları bu birinci derecededir. Bunların oruçları, vücuda bir şey girmekle, yani gıda veya deva sokmakla ve cinsi mübaşeretle bozulur. İkinci derece, havasın yani müçtehidlerin orucudur. Bunların orucu, herhangi bir azanın günah işlemesiyle bozulur. Mesela, gıybet, yalan, söz taşımak, namahreme bakmak ile bozulur. Bazı âlimler, bunların avam orucunu da bozacağını bildirmiş ise de, Hanefi mezhebinde, bunlar avam için yalnız mekruhtur. Hadis-i şerifi, "Orucun sevabını yok eder" manasına almıştır. Yani bunlar, orucun sıhhatini değil, kemalini giderir. Üçüncü derece de, Ehassülhavas orucudur ki, bunların orucu, Allahü tealadan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur. İslam büyükleri ramazan ayını, diğer aylardan farklı görürlerdi. Bu aya ayrı bir hürmet gösterirlerdi. A'meş yani, Süleymân bin Mihrân hazretleri buyurdu ki: "Ramazan ayında yapılan ibâdetler, gelecek ramazana kadar, hac zamânında yapılan ibâdetler, gelecek hac zamânına kadar, cemâatle kılınan cumâ namazı gelecek cumâya kadar, cemâatle kılınan vakit namazı da ondan sonraki vakit namazına kadar işlenen günahlara keffârettir. Ama büyük günah işlememek şartıyla." Hazret-i A'meş, hadîs ilminde hâfız (yüz bin hadîs-i şerîfi râvileri ile birlikte ezberlemişti). İlmi ve fazîleti çok yüksekti. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine "Allâmet-ül-İslâm"; Sıdkı, doğruluğu dolayısıyla da "Mushaf" denilmiştir... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
.
Günahlardan arınma ayı...
2 Eylül 2008 01:00
Ramazan-ı şerif ayına tekrar kavuşma sevinci içindeyiz. Ramazan ayının diğer aylar nezdinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Âdem aleyhisselamdan beri hak dinlerin hepsinde oruç vardı. Oruç tutmak bize, yâni ümmet-i Muhammede hicretten, Peygamber efendimizin Mekke'den Medine'ye hicretinden on sekiz ay sonra, Şa'bân ayının onuncu günü, Bedir gazâsından bir ay önce farz oldu. Ramazan, yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günâhları yanar, yok olur. İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübârek Ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Resûl aleyhisselâm "Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır" buyurdu. "KARŞILIĞINI BEN VERİRİM" Allahü teâlâ, yapılan amellerin karşılığını, o amelin durumuna göre, değişik olarak vermektedir. İbâdetlerde, iyiliklerde bire karşı ondan, yedi yüze kadar ihsan etmektedir. Orucun sevabını ise, "Karşılığını ben veririm" buyurmuştur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Ameller, Allahü teâlâ katında yedidir. İkisi vâcibi gerektirir. İkisi misli iledir. Birisi on kattır. Birisi yedi yüz mislidir. Birisinin sevabını ise Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Vâcibi gerekli kılan amellerden birincisi şudur ki, Allahü teâlâya ortak koşmadan ihlâsla kulluk yapana Cennet vâcib olur. Ortak koşarak ölene ise Cehennem vâcib olur. Misli ile olan amelden birincisi, günah işleyene misli ile karşılık verilir. Diğeri ise, iyi amel için niyet ettiği şeyi yapamayana yapmış gibi sevap verilir. Bire on verilen amel, iyiliklerin sevâbıdır. Kötülüklerin günahının aksine iyiliklere bire on sevap verilir. Bire yedi yüz sevap verilen amel, helâl malından Allah yolunda vermektir. Sevabını yalnız Allahü teâlânın bildiği amel, Allah için tutulan oruçtur. Onun karşılığını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez." Allahü teâlânın, "Âdemoğlunun her ameli kendisi için, yalnız orucu benim içindir" buyurması ile şu ihsana kavuşulur. Kıyâmet günü olunca, Allahü teâlâ kuluna hesap sorar. Öyle ki hiç sevabı kalmaz. Yalnız orucu kalır. Bunun üzerine Allahü teâlâ, kulun ihtiyâcı olan sevap kadar kendi fazlından ihsân edip, kulunu orucu sebebiyle Cennete sokar. Herkesin sevâba ihtiyacı aynı değildir. Cenâb-ı Hak da orucu sebebiyle kuluna bol bol ihsanda bulunur. Cenâb-ı Hakkın, "Orucun karşılığını ben veririm" buyurmasının hikmetlerinden biri de şudur: Allahü teâlâ, kula mahsûs olan yemek ve içmek gibi şeylerden münezzehtir. Oruç tutmakla Cenâb-ı Hakkın ahlâkından birine yapışılmış olur. Bununla çok sevâba kavuşulur. Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret ve sonu Cehennemden âzâd olmaktır. Bu ayda, emri altında olanların yâni işçinin, memurun, askerin ve talebenin vazîfesini hafîfletenleri Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır. RAMAZAN ORUCUNUN KIYMETİ Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelîme-i şehâdet söylemek ve istigfâr etmektir. İkisini de, zaten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden O'na sığınmaktır. Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, Kıyâmet günü susuz kalmayacaktır." Her ibadette olduğu gibi, oruç tutmada da niyet çok önemlidir. Oruç Allah rızası için tutulmalıdır. Rejim için, âdet olarak tutulan orucun faydası olmaz. Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: "Bir kimse, ramazan ayında oruç tutmayı farz bilir, vazîfe bilir ve orucun sevabını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur." Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, "Özürsüz, ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz" buyuruldu. Hastalık gibi bir mazeretinden dolayı oruç tutamayan da yemeğini gizli yemelidir. Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Dinin önem verdiği şeylere hürmet etmemek, ona saygı göstermemek insanın imanını tehlikeye sokar.
.
Ramazanda ihsan olunan beş şey
2 Eylül 2008 01:00
Hüseyin Buhari Ravda-tül-ülema kitabında buyuruyor ki: "Allahü teala, ümmet-i Muhammede ramazanda beş şey verir ki, onlardan başka kimseye vermemiştir. 1- Ramazanın ilk gecesi olduğu zaman, bu ümmete rahmet nazarı ile nazar eder. Her kime ki, Allahü Sübhanehü ve teala rahmet nazarı ile bakar, ona azab etmez. 2- Allahü teala meleklere buyurur. Bu ayda ibadetleri bırakın. Ümmet-i Muhammede istigfar edin. 3- Allahü teala, Cennet meleklerinin reisi Rıdvan'a buyurur. Cenneti süsle ve kapılarını aç. Ümmet-i Muhammedden bir kimse bu ayda ölürse, cesedi gelinceye kadar, ruhu Cennete dahil olsun. 4- Allahü teala hazretleri, Cehennem meleklerinin reisi Malik'e, Cehennemin kapılarını bağlaması için emreder. Eğer, bu ümmetten isyan edenlerden birisi ölür ise, ramazan ayı geçene kadar, Cehennemde azab olunmasın. 5- Allahü teala, bu ümmete Kadir Gecesini verir. Eğer bir kimse, o gecede Allahü teala hazretlerine ibadet etse, günahlarını af eder. O gecede Cehennemden azad olur. O gecede bütün ramazan ayı müddetince azad olanlar kadar mümin azad olur." İmam-ı Rabbani hazretleri "Mektubat"ta buyuruyor ki: Ramazan-ı şerif ayında yapılan nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftar verenin günahları af olur. Cehennemden azad olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren amirler de af olur. Cehennemden azad olur. Resulullah, bu ayda, esirleri azad eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasib olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü tealanın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur'an-ı kerim ramazanda indi. Kadir Gecesi, bu aydadır. Ramazan-ı şerifte, hurma ile iftar etmek teravih kılmak ve hatim okumak sünnettir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Oruç sevabının eksik olmaması için...
3 Eylül 2008 01:00
Ramazan-ı şerif ayı, Müslümanlar için bir fırsat ayıdır. Derlenip toparlanma, tövbe istigfar ederek, günahlardan kurtulma ayıdır. Allahü teâlânın ihsanlarından istifade edip sermayeyi kurtarma, hatta kâra geçme ayıdır. Çünkü bu ayda yapılan ibadetlere, iyiliklere, sadakalara verilen karşılık diğer aylardakine göre kat kat fazladır. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayın fırsat ayı olduğu unutulmamalıdır. Elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Bu ay nasıl geçerse, senenin diğer on bir ayı da öyle geçer. BİR SENELİK GÜNAHLARI YOK EDER Allahü teala, kullarına iyilik etmek, günahlarını affetmek için, onlara bahaneler, fırsatlar ihsan buyurmaktadır. Mesela, beş vakit namaz kılan kimsenin, bu vakitler arasında işlediği günahları kıldığı namaz hürmetine affeder. İşlediği günahlar kıldığı namazlardan aldığı sevaplar ile kapatılamadıysa o zaman kıldığı cuma namazı ile bir haftalık günahlarını affeder. Bu da yetmediyse, sene içindeki mübarek günlerde ve gecelerde yaptığı ibadetler hürmetine affeder. Bunlar da yetmediyse, Ramazan-ı şerif ayında, tuttuğu oruç ve yaptığı diğer ibadetler, iyilikler, hayır hasenat hürmetine birikmiş bir senelik bütün günahlarını affeder. Cenab-ı Hak, yapılan her ibadetin, her iyiliğin, hasenatın karşılığında ne kadar sevap vereceğini bildirmiş, fakat ikisini bildirmemiş, sevap hanesini açık bırakmış, hesapsız olarak vereceğini bildirmiştir. Bu iki şeyden birisi, yemek yedirmek diğeri oruç tutmaktır. Yemek yedirmek her zaman kıymetlidir. Ramazan ayında yapılınca, yani iftar verilince daha kıymetli olmaktadır. Yetmiş kat daha fazla sevap verilmektedir. Ayrıca bu yemek, hesapsız sevap verileceği bildirilen oruçlu kimseye verilince kıymeti kat kat artmakta, büyük bir nimete dönüşmektedir. Bunun için bu nimetten mahrum kalmamak gerekir. Hadis-i şerifte, "Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutun! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevaptır" buyuruldu. İftar yemekleri başka sevaplara da vesile olmaktadır. İftar yemeği sebebiyle, komşular, eş-dost bir araya gelmekte, yemek esnasında ve yemekten sonra yapılan sohbetlerle, hasret giderilmekte, karşılıklı muhabbet, sevgi hasıl olmaktadır. Müslümanların bir araya gelmesi, birbirlerinin yüzüne muhabbetle bakması bile sevaptır. İftarlar vesilesi ile bir-iki gün öncesinden evde hanımlar arasında tatlı, hoş bir telaş başlamakta, hazırlıklar yapılmakta, zevkli yorgunluklar yaşanmakta dolayısıyla hanımlar da bu hesapsız sevaptan paylarına düşeni almaktadırlar. SEVABI TAM OLAN ORUÇ! Ramazan-ı şerifte, yapılan ibadetlere, yapılan iyiliklere, ihsanlara kat kat, hesapsız sevap verildiği gibi, bu ayda işlenen günahlara ve yapılan kötülüklere de kat kat fazla günah yazılmaktadır. Bunun için bu ayda, ibadetlerimizi aksatmadan daha dikkatli yapmalıyız. Çok sabırlı olup, kimseyi üzmemeliyiz. Herkese iyilik yapıp, hayır dualarını almalıyız. Hadis-i şerifte, "Bu ay, sabır ayıdır. Sabır edenin gideceği yer Cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda müminlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftar verirse, günahları af olur. Hak teala, onu Cehennem ateşinden azad eder. O oruçlunun sevabı kadar, ona sevap verilir" buyuruldu. Dilimizi de korumalıyız. Hadis-i şerifte "Oruç, ateşe kalkandır. Gıybetle parçalanmadıkça korur. Oruçlu cahillik edip de kötü söz söylemesin! Biri kendine sataşırsa, 'ben oruçluyum' desin!" buyuruldu. Vadedilen sevaplardan eksiksiz olarak istifade edebilmemiz için tuttuğumuz orucun, kamil, gerçek oruç olması lazımdır. Hadis-i şerifte, "Gerçek oruç, sadece yiyip içmeyi değil, boş ve hayasızca sözleri de terk ederek tutulan oruçtur" buyuruldu.
.
Ramazanda sadece geceleri emerdi
4 Eylül 2008 01:00
Cenab-ı Hak, sevdiği seçtiği kimseleri küçüklüğünde de ibadetlerden mahrum bırakmaz. Bunlardan birisi de Ebü'l-Vefâ hazretleridir. Bebek iken ramazan ayında, sadece geceleri emerdi. Ne zaman Allahü teâlânın ismi zikredilse, başını oynatır, dilini hareket ettirirdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri, bir gün annesiyle birlikte bir yere gitmek için yola çıktı. Yolda, doğmadan önce annesinin kavun yiyip, o kavunu çıkarmak mecburiyetinde kaldığı ve eşkıyâların baskınına uğradığı yere geldiler. Ebü'l-Vefâ annesine; "Ey ana! Burasının neresi olduğunu hatırladın mı?" diye sordu. Annesi hatırlamadım, diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ, o günkü hâdiseleri anlatmaya başladı: "Ey anne! Burası, babamın vefâtından sonra göç ederken konakladığınız ve kâfileden birkaç kişinin bostandan kavun çaldıkları yerdir. Kavun yerlerken, canın çekmiştir diye sana da vermişlerdi. Sen de bilmeden verilen kavunu yemiştin. O zaman bana hâmileydin. Ben karnında sana ızdırab vermiştim. Sonra size eşkıyâlar saldırdı. Her şeyinizi almışlardı. Siz, çok üzülmüştünüz. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine, aslan ve yırtıcı hayvan sûretine girerek eşkıyâların üzerine saldırmalarını emretti. Melekler de bu emri yerine getirerek, eşkıyâların üzerine saldırdılar. Eşkıyâlar bütün aldıklarını bırakarak kaçtılar. Siz de bütün malınıza ve eşyâlarınıza kavuştunuz. İşte o yer burasıdır." Annesi bunun üzerine; "Ey oğul! Sen o zaman daha doğmamıştın. Bunları nereden biliyorsun?" diye sorunca, Ebü'l-Vefâ; "Bana Allahü teâlâ bildirdi anneciğim" dedi. Sonra; "Bana ramazân-ı şerîfte meme verirdin. Ben ise memeyi ağzıma alıp emmezdim. Çünkü Hak teâlâ bana hidâyet nûruyla muâmele ederdi. Bunun için meme emmeye ihtiyâcım kalmazdı. O vakit, sen beni hasta sanıp üzülürdün. İftar vakti meme emdiğimi görüp, hasta değilmiş diye sevinirdin" deyince, annesi; "Ey oğul! Baban senin için "Çok kerâmetleri görülür" derdi. Bunlar, o kerâmetlerden bâzılarıdır" dedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri buyurdu ki: "Az yiyip, az uyuyun. Çok tefekkür edin. Geceyi ibâdetle geçirin! Çok yemek, insanı uyuşuk yapar. Uyuşuk kimse gâfil olur, gâfil olan mahzûn olur. Bu da insanı felâkete götürür." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehm
.
Tuttuğu oruç onu kurtardı...
5 Eylül 2008 01:00
Fudayl bin İyâd hazretleri önceleri, eşkıyâ reisi olup, yol kesicilik yapar, kervanları soyardı. Böyle olmasına rağmen oruçlarını tutardı. Bir gün yine bir kervanı soydular. İşlerini bitirince yemek yemek için oturdular. Kervanın sâhiplerinden birisi gelip; "Reisiniz kimdir?" diye sordu."O, burada değil! Şu ağacın altında namaz kılıyor" dediler. "Niçin sizinle berâber yemek yemiyor?" deyince; "O, oruçludur" dediler. Bir gün büyük bir kervanı çevirdiler. Kervan içinde bulunan zengin birisi, eşkıyâları fark etti ve; "Altınlarımı öyle bir yere saklayayım ki, eşkıyâlar eşyâlarımızı alırsa geriye bunlar kalsın" düşüncesiyle kervandan ayrılıp uygun bir yer aramaya başladı. Bir çadır gördü, hemen oraya koştu. Orada, sırtında abası, başında külâhı olan biri namaz kılıyordu. Ona, bir miktar parası olduğunu ve emânet etmek istediğini bildirdi. Fudayl bin İyâd, çadırın içine girip bir köşeye bırakmasını işâret etti. Gelen kimse altınları bırakıp kervanın yanına dönünce, eşkıyâların kervandaki eşyâları alıp götürdüklerini gördü. Kervan hareket edecekken verdiği altınları almak üzere çadırın yanına döndü. Baktı ki, eşkıyâlar kervandan aldıkları malları paylaşıyorlar. Adam şaşırdı. Fudayl; "Bıraktığın yerden al!" dedi. Adamlarına da, "O, bana hüsn-i zan etti. Ben de Allahü teâlâya hüsn-i zan ediyorum. Ben o kimsenin, benim hakkımdaki iyi niyetini doğru çıkardım. Ola ki, Allahü teâlâ da benim kendisi hakkındaki hüsn-i zannımı doğru çıkarır" dedi. Bir gün yoldan bir kervan geçiyordu. Kervandan biri, Kur'ân-ı kerîmin; "Îmân edenlere vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen Kur'ân-ı kerîme saygı ile yumuşasın!.." (Hadîd sûresi: 16) meâlindeki âyet-i kerîmesini okudu. Bu âyet-i kerîme kendisine öyle tesir etti ki, gönlünden yaralandı. İçinden; "Geldi, geldi. Hattâ geçti bile!" diyerek kendinden geçmiş bir halde şaşkın ve mahcup olarak bir harâbeye sığındı. Yolda karşılaştıklarına, "Yaptıklarıma pişman olup tövbe ettim. Bundan önce, nasıl siz benden kaçmışsanız, şimdi de ben sizden kaçmaktayım, aynı işleri yapmaktan uzaklaşmakta ve sakınmaktayım" diyerek tövbe ettiğini bildirdi. Kıldığı namazlar, tuttuğu oruçlar ona tevbe kapısını açtı. Bundan sonra, her tarafı gezerek, üzerinde hakkı olanları buldu ve fazlasıyla ödeyerek hepsi ile helallaştı. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Ramazan-ı şerif bereketiyle
6 Eylül 2008 01:00
İmam-ı Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî'nin, Mûtezile denilen inanıştan dönmesi Ramazan-ı şerif ayında olmuştu... Bir Ramazân-ı şerîf ayının ilk günlerinde rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ona; "Yâ Ali! Benden nakledilen yola yardım eyle" buyurdular. Ramazân-ı şerîf ayının ortasında, ikinci defâ Peygamber efendimizi rüyâda görmekle şereflendi; "Sana emrettiğim şey ne oldu, ne yaptın?" buyurdu. "Benden bildirilen yola, sünnetime yardım et, bu yola uy!" buyurdular. Bu rüyâdan sonra itikat ile uğraşmayı terk etti. Üçüncü defâ Ramazân-ı şerîfin yirmi yedinci gecesi, Peygamber efendimizi tekrâr gördü. "Sana emrettiğim şey ne oldu?" buyurdu. "Artık Kur'ân-ı kerîm ve hadîs ilmine sarıldım" dedi. "Benden rivâyet edilen, bildirilen yola, sünnetime yardımcı olmanı emrettim" buyurdu. Bunun üzerine İmâm-ı Eş'arî özür dileyip; "Meselelerini ve delillerini öğrenmek için otuz yıl harcadığım yolu (Mû'tezileyi) nasıl terk edeyim?" dedi. "Allahü teâlâ sana, ilâhî yardımı ile yardım eyledi. Bunu yakînen bilmeseydim sana bunu emretmezdim" buyurdu. İmâm-ı Eş'arî bu rüyâyı da gördükten sonra uyanıp; "Haktan öte, bozukluktan başka bir şey yok" diyerek, Mûtezile yolundan dönüp, Ehl-i sünnet itikâdına girdi. Bu rüyâsından sonra on beş gün evinden çıkmadı. Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Câmiine gidip, kürsüye çıktı. O sırada Mûtezile yolunun meşhûr ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen İmâm-ı Eş'arî, kürsüden cemâate şöyle hitâbetti: "Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delilleri gözden geçirdim. Tercih husûsunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidâyete, doğru yola kavuşturmasını istedim, duâ ettim. Allahü teâlâ beni hidâyete, doğru yola kavuşturdu. Mûtezile yoluna âit îtikâdlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum" diyerek, Ehl-i sünnet îtikâdına girdiğini herkese ilân etti. İmam-ı Eşari hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin iman etmeye davet ettiği şeylere iman eden kimseleri, küfürden başka hiçbir günah imandan çıkarmaz, imanlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günahları sebebiyle imandan çıkmayıp, dinin bütün emirleriyle mükelleftirler. > Tel: 0 212 - 454 38 21 w
.
"Ya Rabbî! Ona cezâ verme!"
7 Eylül 2008 01:00
Ramazan-ı şerif ayı, duaların ve bedduaların kabul edildiği bir aydır. Bir Ramazân-ı şerîf günü, Endülüs hanım evliyalarından Fâtıma binti Müsennâ hazretleri, bulunduğu beldedeki câminin önünden geçiyordu. Câminin müezzini, elindeki sopayla Fâtıma binti Müsennâ'ya hiçbir sebep yokken vurdu. Canı yanan Fâtıma binti Müsennâ, dönüp müezzine baktı ve bir şey söylemeden ayrılıp gitti. Gönlü incinmişti. Kırık gönülle evinde ibâdet ve tâatine devâm etti. Kendisine sopa ile vuran müezzin sabah ezanını okumaya başlayınca, Fâtıma binti Müsennâ, o müezzin için Allahü teâlâya duâ etmeye başladı. Allahü teâlânın bir velî kulunu inciten kimseyi, mutlakâ cezâlandıracağını biliyordu. Müezzinin başına bir belâ gelmesinin yakın olduğunu bildiği ve belâya düçâr olmaması için şöyle duâ etti: "Ya Rabbî! Şu ramazan gecesinde, herkes uyurken kalkıp senin ismini, Kelime-i şehâdeti, Kelime-i tevhîdi söyleyen, senin ve habîbinin ismini zikreden, senin dâvetini, emrini, senin kullarına bildiren şu kimseyi, bana yaptığı sebebiyle cezâlandırma! Onu affet. Beni kırmış olduğu için ona cezâ verme! Âmin!" Ertesi gün, fıkıh âlimleri toplanarak vâliyi ziyarete gitmişlerdi. O müezzin de, dünyalık bazı menfaatler temin etmek niyetiyle âlimlerle berâber vâlinin yanına gitti. Vâli onun kim olduğunu sordu. "Câminin müezzinidir" dediler. "Sizinle berâber buraya gelmesi için ona kim izin verdi?" dedi. Bunun maksadını anlamıştı, hemen kendisini azarlayarak dışarı attırdı. Bu hâl, Fâtıma binti Müsennâ'ya anlatıldığında, o da akşamki hâdiseyi, sabah ezânı okunurken yaptığı duâyı anlattı ve; "Ben onda olan hakkımdan vazgeçtim. Yâni hakkımı ona helâl ettim. Allahü teâlâya duâ ettiğim için o, bu kadarlık bir kovulma ile işi atlatmış oldu. Ben hakkımdan vazgeçmemiş olsaydım, o müezzinin başına mutlakâ büyük işler gelirdi, dünyası kararırdı" buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri anlatır: Ben, Fâtıma binti Müsennâ'ya yetiştim. 90 yaşın üzerinde idi. Dünyâ ile alâkası yoktu. Kimseden bir şey istemezdi. Bir ihtiyâcı olsa, görülmesi icâb eden bir işi meydana çıksa Fâtiha-i şerîfeyi okur, Allahü teâlânın izni ile o şey hemen hallolurdu... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmet
.
Şüphe varsa Feridüddin'e bakılsın!"
8 Eylül 2008 01:00
Eskiden, hilal görülemeyip Ramazan-ı şerifin girişinde tereddüt hasıl olduğunda, daha bebek iken hal sahibi olan çocukların yiyip içmelerine bakılırdı. Bu haller şerri delil olmasa da, bir işaret sayılırdı. Bunlardan biri de Ferîdüddîn Mes'ûd hazretleridir. Şâban ayının 29'u ile ramazan ayının birinci günü arasındaki gece doğmuştu. Şâbanın yirmi dokuzuncu gecesinin bulutlu olması sebebiyle ramazan hilâlini görememişlerdi. Ferîdüddîn'in babası Cemâleddîn Süleymân'dan fetvâ sormaya geldiler. O da; "Hilâlin görünmesinde bir şüphe varsa, oruca başlamak uygun değildir" dedi. O esnâda bir zât ortaya çıktı. Bu mevzuda onun fikrini sorduklarında; "Niye merâk edip şüphede kalıyorsunuz? Bu gece Cemâleddîn Süleymân'ın evinde bir çocuk doğdu. O, zamânın kutbu olacaktır. Eğer çocuk bu gece yarısından sonra annesini emmemişse, hilâl görünmüştür ve ramazan ayı bugün başlayacaktır" dedi. Nitekim seher vakti Cemâleddîn Süleymân'ın evine gidip, bu zâtın sözlerinin doğru olup olmadığı hakkında annesine sorduklarında, yeni doğan bebeğin gece yarısından sonra annesini emmediğini öğrendiler. Bunun üzerine oruca başlandı. Daha sonra o gün, Mültan'dan ve diğer yerlerden hilâlin göründüğü ve o günün ramazan olduğu haberi geldi. Ramazan ayı boyunca bu bebek, gündüzleri annesini hiç emmedi. Sadece iftar zamanı birinden, sahur zamânı da diğer memesinden emiyordu. Hal sahibi çocuklardan birisi de Seyyid İbrâhim Desûkî idi. Doğduktan bir gün sonraydı. Halk, o gün Ramazân-ı şerîf olup olmadığı husûsunda tereddüde düştü. Hilâlin görünüp görünmediği husûsunda, Muhammed bin Hârûn hazretlerine gidildi. O da keşf yoluyla Seyyid Burhâneddîn'in doğduğunu anlayıp, gelenlere; "Dün gece mübârek bir çocuk dünyâya geldi. Gidin, onun süt emip emmediğine bakın" buyurdu. Annesi, evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Feth Vâsıtî'nin kızı Seyyide Fâtıma Hanıma sorulduğunda, çocuğu için; "Bugün fecr vaktinden beri hiç emmedi" dedi. Durum Muhammed bin Hârûn'a bildirildiğinde; "Seyyide Fâtıma Hanım üzülmesin. Akşam olunca çocuğu emer. Ramazân-ı şerîfin birinci günü olduğu için emmemiştir" buyurdu. Böylece ramazana girildiği anlaşıldı... > Tel: 0 212 - 454 38 21 ww
.
Sevgili kul olmanın on şartı
9 Eylül 2008 01:00
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Ali Râmitenî hazretleri, Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirmiştir: Birincisi; temiz olmaktır. Temizlik de iki kısma ayrılır. 1- Kalb temizliği: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarını da sevmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan yiyeceklerle beslenmemelidir. Haram yiyenin duâsı kabûl olmaz. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz. 2- Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır. İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin kötü sözlerden uzak kalması. Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden Cehennem'e atılırlar" buyurdu. KALB, GÖZE TÂBİDİR Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar kötü insanlardan uzak durmaya çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır. Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; "Oruç bana âittir. Orucun ecrini ben veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri hesapsızdır" buyurulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; "Oruç, Cehennem'e kalkandır" buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu kapatıp, siper hâsıl etmelidir. Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün resulullah"tır. Lâ ilâhe illallah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. İhlâs; bütün işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan hevesini kesip âhireti istemektir. İhlâslı kimse; "İlâhî! Benim maksudum sensin, seni istiyorum!" der. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir. Her işinde onu hatırlamalıdır. Altıncı şart; iyi düşüncelere sahip olmaktır. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Rahmânî olmak; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Şeytânî; günahı süslemektir, iyi göstermektir. Nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir. Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, yani korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir. İYİLERLE OLAN İYİ İNSAN OLUR! Sekizinci şart; iyi insanlarla, sâlihlerle sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür. Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız" buyurdu. Onuncu şart, helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz" buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâli taleb etmektir." Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.
.
Oruç hikmet hazînelerinin anahtarı
9 Eylül 2008 01:00
İslam büyükleri sadece ramazan ayında değil, senenin çoğunu oruçlu olarak geçirirlerdi. İmâm-ı Buhârî hazretleri bunlardan biri idi. Bayram günleri hâriç bütün yılını oruçla geçirirdi. Şüphelilerden dâimâ kaçardı. Gıybetten çok korkardı. Sebebi sorulduğunda; "İsterim ki Rabbime kavuştuğumda hiç gıybet etmemiş olayım ve böyle bir şey için kimse beni aramasın" buyurdu. Gecenin ilk saatlerinde biraz uyur, sonra kalkar ilim ve ibâdetle meşgûl olurdu. Üç günde bir hatim ederdi. Sonra duâsını yapıp; "Her hatim sonunda yapılan duâ makbûldür" buyururdu... Dâimâ riyâzet ve mücâhede eder, nefsin arzularını yapmaz, nefsin istemediği, ona zor gelen şeyleri yapardı. On beş gün ağzına lokma koymadığı zamanlar olurdu. "Karnınız aç olsun! Bunun için de çok oruç tutunuz! Çünkü oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak, kalp gözünün açılmasına, kalbin rikkate gelmesine sebeb olur. Ayrıca oruçlunun duâsı, Allahü teâlâ indinde makbûldür" buyururdu. Nefsinin isteklerini yapmamak için, kapıda köpekler için hazırlanan yemek artıklarının yanına gider, nefsine karşı; "Ey nefs, bana istediklerini yaptırıp, emrin altına almak mı istiyorsun? Arzunun yerine gelmesini istiyorsan, önce yemek artıklarını yemen lâzım. Ya ye veya beni bu hâlimle kabûl et!" diyerek nefsiyle mücâdele ederdi. Böylece nefsinin isteklerini hiç yapmaz, onu rûhuna köle ederdi. Buyuruldu ki: "Allahü tealaya tâatte bulunamazsanız, hiç olmazsa oruç tutun. Karnınızı aç tutmaya ve acı çekmeye önem verin. Çünkü oruç tutmaktan daha iyi bir tâat yoktur. Peygamber ve velîlerin kalplerinden hikmet pınarları, açlık ve oruç bereketi ile fışkırmıştır. Allahü teâlâya ulaştıracak oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Oruç ehlinin duâlarına karşılık verilir ve kabûl edilir. Orucun Allahü teâlâ katında büyük değer ve önemi vardır. Oruç, hikmet hazînelerinin anahtarıdır. Bir kimse bütün kulluk vazîfelerini yerine getirse, fakat mîdesini doldursa hiçbir yere ulaşamaz. Orucu gereğince tutsa, başka kulluk vazîfelerinde kusur olsa bile, yine bir yere erişir..." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.me
.
Hazreti Hatim'in otuz üç yılda öğrendikleri!
10 Eylül 2008 01:00
Hatimi Esam hazretleri, İslam büyüklerinden Şakiki Belhi'nin talebesi idi. Bir gün kendisine sordu: Otuz üç senedir buraya geliyor, beni dinliyorsun, bu sürede benden ne öğrendin? Hatimi Esam, sekiz şey öğrendim, dedi ve bunları şöyle sıraladı: Birincisi, baktım insanların sevdiği değer verdiği şeylerin bir kısmı, ölüm yatağına kadar, bazıları öldüğü vakte kadar, bazıları da, mezara girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları yalnız ve zavallı olarak bırakıp ayrılıyorlar. Onunla beraber hiçbiri mezara girmiyor, dert ortağı olmuyor. Bu hali görünce, aradım, taradım, Allahü teâlâya yapılan ibadetlerden başka mezarda da onunla beraber olacak sadık bir sevgili bulunmadığını gördüm. Dost olarak onları seçtim ve onlara sarıldım. İkincisi, insanlara baktım, herkes, arzuları, keyifleri peşinde koşuyor, nefsin şehvetleri arkasında yürüyor. Şu mealdeki ayet-i kerimeyi düşündüm: "Allahü teâlâdan korkarak nefislerine uymayanlar, elbette Cennete gideceklerdir". Nefsimi düşman bilerek, ona aldanmamaya karar verdim ve arzularını, şehvetlerini yapmadım. Nihayet teslim olarak, ibadetlerden kaçan o nefsin, şimdi Allahü teâlâya itaate koştuğunu gördüm. SADECE İBADETLER KALACAK! Üçüncüsü, herkesin dünyada binbir sıkıntıya girerek, dünyalık toplamaya uğraştıklarını gördüm. Şu mealdeki ayeti kerimeyi düşündüm: "Dünya malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmayacak, sizden ayrılacaktır! Ancak Allah rızası için yaptığınız iyilikler ve ibadetler sizinle beraber kalacaktır!" Dünya için topladıklarımı, Allah yolunda harcadım, fukaraya dağıttım! Yani zayi olmamaları için, Allahü teâlâya ödünç verdim. Dördüncüsü, insanlara baktım, başkalarını beğenmediklerini gördüm. Buna sebep, birbirlerine hased etmeleri, birbirlerinin mevkilerine, mallarına ve ilimlerine göz dikmeleri olduğunu anladım. Şu mealdeki ayeti kerimeyi düşündüm: "Dünyadaki maddi, manevi bütün rızklarını aralarında taksim ettik." Allahü teâlânın ezelde yaptığı taksime ve çalışınca Rabbimin gönderdiğine razı oldum ve bütün Müslümanlarla sulh üzere olup, herkesi sevdim ve sevildim. Beşincisi, insanlara baktım, birçokları insanlık şerefini, kıymetini, amirlikte, müdürlükte, evlad ve mal çokluğunda aramaktalar ve bunlarla iftihar etmekteler. Şu mealdeki ayeti kerimeyi düşündüm: "En şerefliniz ve en kıymetliniz, Allahü teâlâdan çok korkanınızdır." İnsanların yanıldıklarını, aldandıklarını anladım ve takvaya sarıldım. Rabbimin affına ve ihsanlarına kavuşmak için, Ondan korkarak İslamiyetin dışına çıkmadım, haramlardan kaçtım. Altıncısı, isanlara baktım. Birbirlerinin mallarına, mevkilerine ve ilimlerine göz dikerek, ayrılıklara düştüklerini, birbirlerine düşmanlık ettiklerini gördüm ve bir ayet-i kerimenin şu meali âlisini düşündüm: "Sizin düşmanınız şeytandır. Yani, sizi, Allah yolundan, Müslümanlıktan ayırmak için uğraşanlardır. Bunları düşman biliniz." Şeytanı ve onun gibi Müslümanlarla uğraşanları düşman bilip, sözlerine aldanmadım, onlara uymadım. Yedincisi, baktım herkes yiyip içmek, para kazanmak için uğraşıyor. Bu yüzden haram ve şüpheli şeylere de dalıyorlar ve zillete düşüyorlar. Bir ayet-i kerimenin şu meali âlisini düşündüm: "Allahü teâlâ tarafından rızkı gönderilmeyen yer yüzünde bir canlı yoktur." Kur'an-ı kerimin elbette doğru olduğunu ve o canlılardan biri olduğumu bildim. Rızkımı göndereceğine söz verdiğine, elbette göndereceğine güvenerek Onun emrettiği gibi çalıştım. YALNIZ O'NA GÜVENDİM Sekizincisi, baktım herkes, bir kimseye veya bir şeye güveniyor. Bazıları altınlarına, mal ve mülküne, bazıları sanatına ve kazancına, bazıları mevki ve rütbelerine, bazıları da kendi gibi bir insana güveniyor. Şu âyeti kerimeyi düşündüm: "Allahü teâlâ, yalnız kendisine güvenenlerin her zaman imdadına yetişir." Her işimde yalnız Allahü teâlâya güvendim. O emir ettiği için çalıştım; fakat yalnız Ondan istedim. Hazreti Şakik, bu sözleri işitince, "Ya Hatim! Allahü teâlâ, her işinde imdadına yetişsin! Dört kitabın bu sekiz temel üzerinde bulunduğunu gördüm. Bunlara uyanlar, bu dört kitaba uymuş, emirlerini yapmış olurlar" buyurdu.
.
Oruç ahirette şefaatçi olacak!
10 Eylül 2008 01:00
İslam büyüklerinin bir âdeti de, tutulması haram günlerin dışında senenin bütün günlerini oruçlu olarak geçirmeleri idi. Çünkü oruç tutanlara büyük müjdeler vardı. Resulullah efendimiz buyurdular ki, "Her kim her ayın perşembe ve pazartesi günleri oruç tutsa, Hak teala hazretleri, o kula, yedi yüz sene oruç tutmuş gibi sevap ita buyurur." Eshabı kiram her ayda oruç tutarlardı. Hazreti Ali anlatır: Bir gün Resulullahın yanına gittim, buyurdular ki: "Ya Ali! Cebrail aleyhisselam gelip bana dedi ki: Ya Resulallah! Her ayda oruç tut! Ben dedim ki: Ya Cebrail kardeşim, hangi günlerde tutayım? Cebrail aleyhisselam cevaben buyurdular ki: Her kim beyd günü oruç tutarsa, Hak teala hazretleri, o tuttuğu orucun birinci gününe on yıl, ikinci gününe otuz yıl, üçüncü gününe yüz yıl oruç tutmuş gibi sevap lutfeder." Hazreti Ali sordu: Ya Resulallah! Bu günlere niçin Eyyam-ı beyd dediler? Cevaben buyurdular ki: "Hazreti Âdem Cennetten çıktıkları zaman, vücudu birdenbire karardı. Hazreti Cebrail gelerek, Âdem aleyhisselama dedi ki: Ya Âdem! Vücudunun eskisi gibi beyaz olmasını istersen, her ayın 13, 14 ve 15'inci günlerinde oruç tut. o da, bu tavsiyeyi yerine getirmekle vücudu tam olarak, eskisi gibi beyaz olmuştur." Bu üç güne (Eyyam-ı beyd) denildi. Süleyman bin Ceza hazretleri buyurdu ki: Gücün, kuvvetin yerinde iken oruç tut! Zira kıyamet gününde oruç, bir güzel suret alarak, Hak tealanın hitabına mazhar olacak ve Hak teala hazretleri, oruca diyecek ki: Ya oruç, sen memnun olduğun şahısları alarak Cennete gir! Daha sonra, Hak teala soracak: Ya oruç, benden başka ne arzun varsa iste. Oruç ise, razı olduğu kimseler için muhtelif şeref ve meziyetleri Hak tealadan isteyip almaya da muvaffak olacak ve böylece oruç tutanlar, kıyamet gününde yüksek bir şerefe nail olacaklardır. Bu meyanda, oruç tutanlar, birçok Cehennem ehli Müslümana şefaat edebilme imkanına da kavuşacaklardır... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoru
.
Maksat iyi insan, iyi toplum
13 Eylül 2008 01:00
Başta oruç olmak üzere, dinin emir ve yasakları, insanı terbiye eder, aşırılıklara mani olur; insanın "insanî" sınırlar içinde kalmasını sağlar. Zaten, dinlerin, peygamberlerin gönderilmesinden maksat; iyi insan, iyi aile ve huzurlu toplum meydana getirmektir. İnsanların dünyada huzur ve sükun içerisinde yaşadıkları gibi, ahirette de ebedi saadete kavuşmalarıdır. İşte dinlerin, peygamberlerin gönderilmesindeki gaye, maksat, hedef budur. Kur'an-ı kerimde "Ben, cinnileri ve insanları, ancak (beni tanısınlar, arz-ı ubudiyette bulunsunlar) bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurulmaktadır... Peygamber efendimize insanların en iyisinin kim olduğu sorulduğunda "Ömrü uzun olup, ameli güzel olandır" cevabını vermiştir. İnsanların en kötüsünün kim olduğu sorulunca da "Ömrü uzun olup, ameli kötü olandır" buyurmuştur. Demek ki, yaşamaktan maksat iyi işler yapmaktır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu yaptığı işlerden anlaşılır. Bir kimse kötülüklerden kaçıyor, iyi işler yapıyorsa, o kişinin cennete gitme ihtimali çoktur. Onun için iyi kimselerle beraber olmaya çalışmalıdır. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: "Allahü teâlâ, bir kula hayır murad ettiği zaman, dinini kayıran kimseler yanında çalışmayı nasib eder. Şerri murad edilen kul da, dinini kayırmayan kötülerin yanında çalışır." Başka bir hadis-i şerifte de "Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Herhangi biriniz, kiminle arkadaşlık ettiğine baksın" buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise "İyi arkadaşın misali, misk satıcısına benzer; eğer sana ondan bir şey isabet etmezse, hiç olmazsa güzel koku siner. Kötü arkadaşın misali de, körükçüye benzer; eğer sana ondan kıvılcım sıçramazsa, kötü koku siner" buyurulmuştur. İman edip salih amel işleyen kişilerle beraber olanlar, onlar gibi olurlar. Günah işleyen kişilerle yatıp kalkanlar da onlar gibi olurlar. Şurası muhakkaktır ki, bir iyi ile bir kötü arkadaş olduğu zaman, ya kötü kimse iyileşir veya iyi kimse bozulup kötüleşir. Şayet iyi iyiliğinde, kötü de kötülüğünde ısrar ederse, bunların arkadaşlıkları uzun müddet devam etmez... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmet
.
Gururunu ayaklar altına aldı!..
16 Eylül 2008 01:00
Eskiden Bağdat'ta Allah dostu evliya bir zat vardı. Herkes kendisini sever, duâsını almak için gayret ederdi. Her haliyle örnek bir zat idi... Bir ramazan günü, bir talebesi bu zatı kendi memleketine iftara davet etti. Bu zat da talebesini kırmayıp, bir at üzerinde o şehre gitmek üzere yola çıktı. O şehre yaklaştığında bütün şehir halkının yollara döküldüğünü, dört gözle kendisini beklediklerini gördü. Bu hali görünce, oruçlu olduğunu bilerek hemen heybesindeki ekmeği çıkardı. Açıktan hayvanın üzerinde yiyerek halkın arasına girdi. Allah dostu zatın bu halini gören halk, neye uğradıklarını anlayamadılar. Aralarında homurdanmalar başladı. BU NASIL ALLAH ADAMI? - Âlim dediğiniz, evliyâ dediğiniz zat bu mu? - İstemiyoruz böyle kimseyi şehrimize. Defolsun, gitsin! - Ramazan gününde herkesin gözü önünde yemeğe utanmıyor mu? - Allahtan korkmuyorsa, kuldan bari utansın... gibi sesler yükselmeye başladı. Birçok hakaretten sonra şehre de sokmadılar. O zat geri dönüp gitti... Talebesi şaşkına dönmüştü. Olanlara bir mânâ veremiyordu. Az zaman sonra, kendine geldi. Kendi kendine, "Bu işin işinde mutlaka bir iş var. Gidip bu işin hikmetini öğreneyim" dedi. Hocasının bulunduğu şehre gelip, huzura çıktı. - Efendim, bu işinizin mutlaka bir sebebi, hikmeti olmalı fakat, ben anlayamadım. Bu hikmeti bize lütfeder misiniz? Hocası talebesine buyurdu ki: - Evladım, şehrin girişinde o kalabalığı görünce bir an için gururlandım, kalbime kibir geldi. Kibir çok büyük günâhtır. Kalbe yerleştiğinde tedavisi çok zor. Çoğu zaman bunun tedavisi mümkün değil. Fakat, ramazanda oruç yenildiğinde bunun telafisi mümkün. Ramazandan sonra keffaret orucunu tutarak, telafi edilebilir. Bunun için, nefsimi ayaklar altına almak, kalbimdeki kibri yerleşmeden hemen çıkartmak için, büyük bir hakarete maruz kalmam lâzımdı. Yâni çok zarardan kurtulmak için az zararı tercih ettim. Böylece kalbimi kibir pisliğinden temizlemiş oldum... İşte böyle, bütün Allah dostu kimseler, kibirden çok korkmuşlardır. Bunun şerrinden kurtulmak için nefislerini ayaklar altına almışlardır. Nasıl korkmasınlar, Allahü teâlâ, "Kibriya ve azamet bana mahsustur. Bu ikisinde bana ortak olanı hiç acımadan Cehenneme atarım" buyurmuştur. Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan insan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecburiyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâzu üzere bulunması lâzımdır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, tevâzu üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbir kimse diğerine karşı büyüklenmesin!" Her Müslümanın mutlaka kibirden kaçınması, tevâzu sahibi olması şarttır. Peki tevâzu sahibi nasıl olunacak, bunun bir yolu kolaylığı yok mu? Tevâzu sâhibi olabilmek için, insanın, kendini şöyle bir hesaba çekmesi, nefsiyle konuşması lâzım. Dünyaya nereden geldiğini, nereye gideceğini sorması lâzımdır. Şöyle düşünmeli: ZAVALLI İNSANA KİBİR YAKIŞIR MI? Hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Hayvanlara, böceklere gıdâ olacaktır... İdâm odasına sokulmuş olup, idâm olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi dünya zindanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye tekebbür mü yakışır, tevâzu mu? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâzu üzere bulunması lâzımdır. Hadis-i şerifte, "Kişi kibirlenince, iki melek, 'Ya Rabbi bunu alçalt!' derler. Tevazu ederse, 'Ya Rabbi bunu yükselt!' derler" buyuruldu.
.
Nasihat edilmekten hoşlanırlardı
17 Eylül 2008 01:00
Allah adamları, birbirlerine çokça nasihat ederler ve kendilerine yapılan nasîhatları da hüsn-i kabul ile karşılarlardı. Nasihat edene memnuniyet ve şükranlarını bildirirlerdi. Kendisine nasihat edene ömrü boyunca iyilik de etse, onun hakkını ödemiş saymazdı. O bilirdi ki, uhrevî hizmetlerin karşılığı, dünyevî şeylerle ödenemez. Bunun için İslam büyükleri nasihata, dini öğretmeye çok önem verirlerdi. Çünkü, dinimizin temeli, imanı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, peygamberleri bunun için göndermiştir. Nasihat edilmez, din öğretilmezse, İslamiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, Emr-i maruf yapmayı emrediyor. Yani, benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz buyuruyor. Nehy-i münker yapmayı da emrederek, yasak ettiğini bildirdiği haramların yapılmasına razı olmamamızı istiyor. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki: "Kendinizi ve aile efradınızı Cehennem ateşinden koruyun!" (Tahrim 6) "İçinizde, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir cemaat bulunsun. İşte bunlar, kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i İmran 104) "Nasihat et, çünkü nasihat, müminlere elbette fayda verir." (Zariyat 55) Adamın biri, Hasan Basrî hazretlerine, "Bana nasihat ediniz!" demiş. O da demiş ki: "Kardeşim, her nerede olursan ol, Allah'ın emrini aziz ve şerefli bil ki, Allah da seni aziz ve şerefli kılsın." Birisi, Ömer bin Abdülaziz'e: "Bana nasihat ediniz!" demiş. O, buyurmuş ki: "İyi kimselerle oturup kalktığı halde hiçbir fayda sağlamayanlardan veya, günahkârları kınadığı halde kendisi günahlardan sakınmayanlardan olma! Açıkta şeytana lânet edib de gizlide ona itâat edenlerden de olma sakın!" Yine adamın biri, Fudayl bin İyâd hazretlerine gelmiş: "Bana nasihat ediniz!" demiş. Fudayl de "Baban sağ mı?" diye sormuş. Adamın "Öldü!" cevabını vermesi üzerine Fudayl: "Haydi beni terkedin. İyi bilin ki, babasını elleri ile kabre koyduktan sonra başkalarının nasihatına muhtaç olan bir kimseye, hiçbir nasihat fayda vermez!" Adamın biri, İsâ aleyhisselâm'a: "Bana öğüt veriniz." demiş. O da şu mukabelede bulunmuş: "Siz, size verilen öğütlerden daha ne zaman faydalanacaksınız? Doğrusu, öğüt verenleri haylice yordunuz." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.
.
Azlık çokluk değil niyet önemli
17 Eylül 2008 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri, "Ramazanda nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir." buyurmuştur. Bunun için yapılan hayır hasenata bire yetmiş sevap verildiği bu mübarek Ramazan ayında az çok demeden muhtaçlara ihsanda bulunmaya çalışarak bu büyük mükafakattan mahrum kalmamalıyız. Atalarımız, "Çok veren maldan, az veren candan" demişlerdir. Önemli olan verilenin azlığı çokluğu değil, ne niyetle verildiğidir. Niyetin ne kadar önemli olduğunu bildirmek için eshab-ı kiramdan Sehl bin Hanif hazretlerinin başına gelen ibretli olayı nakletmek istiyorum: KÜÇÜK DESTEK BÜYÜK MÜKAFAT! Sehl bin Hanîf hazretleri, Peygamber aleyhisselâmın yanından hiç ayrılmazdı. Devamlı O'nun hizmetlerinde bulunmayı bir şeref sayar, bütün savaşlara katılırdı. Hendek gazâsı hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren gayretle çalışmıştı. Bu gazâda müşriklere çok ok atmış. Peygamber aleyhisselâmın sevgisini daha çok kazanmıştı. Hendek gazâsına katılarak onların üzerlerine yürümüş, burada da büyük kahramanlıklar göstermişti. Hicretin sekizinci yılında Mekke fethine katılmış, hemen bunun ardından Hüneyn gazâsına iştirak etmişti. Burada bütün kuvvetiyle düşmanlarla savaşmıştır. Sehl bin Hanîf hazretlerinin bu üstün gayreti ile ilgili olarak hakkında Allahü teâlâ tarafından bir âyet-i kerîme bile gönderilmiştir. Şöyle ki: Hicretin dokuzuncu yılında, Peygamber aleyhisselam Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün Eshabı yardıma çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanları çok miktarda yardım ettiler. Bu hâli gören Sehl bin Hanîf hazretleri çok duygulandı. Fakir olduğu ve Peygamberimizin bu yardım davetine katılamadığı için çok üzüldü. Hemen eve gidip çocuklarının ihtiyaçları için ayırmış olduğu iki ölçek hurmayı getirerek Peygamber aleyhisselâma teslim etti ve, "Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bundan başka evde hiçbir yiyecek şeyimiz yoktur. Bu benim ve kızımın yardımlarıdır. Kabûl buyurunuz ve bize bereketle duâ edin" diye yalvardı. Peygamber aleyhisselâm, hazret-i Sehl bin Hanîf'in getirdiği hurmaları bizzat kendi mübârek elleriyle diğer hurmaların üzerine koyup bereketle duâ etti. Bu hali gören, münâfıklar, "Allahü tealânın Sehl bin Hanîf'in iki ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur! Bu kadarcık hurma getirilir mi, ayıp değil mi" diyerek onun bu istek ve arzusunu ayıplayarak kınadılar. Hatta Sehl bin Hanîf hazretlerinin Allahü teâlâya ve Peygamber aleyhisselâma karşı olan samimi duygu içerisindeki davranışını, hafife alarak Medine şehrinin sokaklarında alay konusu ettiler. Sokakta onu gördükleri zaman güldüler. Münâfıkların bu davranışları üzerine, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin Tevbe sûresinin yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesini indirdi: "Sadaka hususunda bağışlarda bulunan mü'minlerle bir türlü, gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakirlerle başka türlü eğlenenler yok mu? Allahü teâlâ onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır." Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile Sehl bin Hanîf'in samimi hareketini övdü. Münâfıkları ise susturdu. HALİS NİYETLE VERİLİRSE Halis niyetle, Allah rızası için yapılan hayır hasenatın, sadakanın dünyada ve ahırette pek çok faydası vardır: 1- Malı temizler: Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Malınızdaki günah kirlerini sadaka ile temizleyin!" 2- Günahları temizler. 3- Hastalıktan ve belâdan korur. 4- Muhtaçları sevindirir. 5- Rızkı artırır, malı bereketlendirir. Şeytan, malı ya israf ettirir veya cimrilik ettirir, hayra harcamaktan alıkor "Yoksul olursun, elin daralır" diye korkutur. Sadakanın malı azaltmayacağı ayet-i kerimelerde de şöyle bildirilmiştir: "Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir." (Bekara 261)
.
"Önce kendine nasihat et!"
18 Eylül 2008 01:00
İslam büyükleri bildikleri iyi ve doğru şeyleri, bilmeyenlere, en güzel tarzda öğretirlerdi. Çünkü ilmin zekatı, bilmeyenlere ilmi öğretmekle ödenir. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapan, tavsiye ettiği iyi şeyleri kendi yapmalı, kötü olarak bildirdiği şeyleri kendisi işlememelidir! İşlerse sözü tesirli olmaz. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "İnsanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz!" (Bekara 44) Allahü teâlâ, İsa aleyhisselama, "Önce kendine nasihat et, eğer kendin bu nasihati tutarsan, kendin bunu yaparsan, başkalarına da söyle! Kendin yapmazsan benden utan" buyurdu. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Rabbinin yoluna hikmet ile, güzel öğütlerle çağır! Onlarla en güzel şekilde tartış!" (Nahl 125) Adamın biri, Hasan Basrî hazretlerine gelip: "Bana nasihatta bulununuz!" demiş. O da şunları söylemiş: "Sakın günah işleme. Aksi halde kendini ateşe atmış olursun. Halbuki sen, bir kimsenin pireyi ateşe attığını görsen, iyi karşılamazsın O halde, her gün kendini defalarca ateşe atmayı nasıl iyi karşılarsın?" "Bana öğüt veriniz!" diye müracaatta bulunan bir adama, Abdullah bin Mübârek hazretlerenin nasihati de şöyle olmuştur: "Kardeşim, fuzûlî olarak sağa-sola bakmayı bırak ki, huşû' ehli olasın. Fuzûlî lâkırdıları bırak ki, hikmet ehli olasın. Fuzûlî yiyip-içmeyi bırak ki, ibadet ehli olasın. İnsanların ayıplarını araştırmayı da bırak ki, kendi kusurlarına muttali olasın. Allah'ın zâtı hakkında ilerigeri konuşmaları da bırak ki, şüphe ve nifak hastalıklarından kurtulasın!" Muhammed bin Sirîn hazretleri de kendisine "Bana nasihat ediniz!" diye müracaatta bulunan bir adama şunları söylemiştir: "Sakın hiçbir kimseye haset etme. Zira o adam, cehennemliklerden biri ise, sonu cehenneme varacak olan fânî dünya nimetleri hakkında ona nasıl haset edeceksin? Eğer cennetliklerden biri ise, bu takdirde ona uymalı ve imrenmelisin. Haset etmene yine mahal yoktur! Senin için hayırlı olan da budur!" Ebü'd-Derdâ hazretleri de, kendisinden nasihat isteyen birine verdiği karşılıkta: "Gizli amellerinin açığa çıkacağı günü asla unutma!" buyurmuştur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
İyi kimseler gibi amel etmedikçe...
19 Eylül 2008 01:00
İslam büyükleri, nasihat edecek, emri marufta bulunacak kimsenin öncelikle kendisinin ettiği nasihata uygun yaşamasının şart olduğunu bildirmişlerdir. Hasan Basrî hazretleri adamın birisinin: "Kişi sevdiği ile beraberdir." dediğini işitmiş ve ona demiş ki: "Ey kimse, bu söz seni aldatmasın. Sen, iyilerin ameli gibi amelde bulunmadıkça, onlara erişemezsin. Zira yahudî ve nasranîler peygamberlerini sevdikleri halde, cennette onlarla beraber değillerdir. Çünkü peygamberlerine muhalefet etmiş ve onların amellerinden ayrılmışlardır. Ben, kendilerine, "Herkes azığını hazırlasın, göç var!" diye nidâ olunduğu halde, oturup gülüşmekte olanların aklına şaşarım! Elbette bineği gece ile gündüz olanın göçü, kendisinin haberi olmaksızın devam etmektedir!" Süfyan bin Uyeyne hazretleri, kibirli olannın nasihatının faydasız olacağını söylerdi. Bir gün kendisinden nasihat isteyen bir adama şunları söylemiştir: "Kibirlenmekten ve haksız yere insanların mallarını yemekten sakın. Bil ki, insanlara karşı büyüklük taslayan alçalır. Halkın malını yağma eden de, fakir düşer." Nasihat edenin, emr-i maruf yapanın, ilmi ile âmil olması gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İsrâ gecesinde, (Miraca çıktığım gece) ateşten makaslarla, dudakları kesilen insanlar gördüm. Kim olduklarını sordum. Onlar da, "İyiliği emreder, kendimiz yapmazdık. Kötülükten nehyeder; fakat kendimiz sakınmazdık" diye cevap verdiler." Allah adamları, bir kimsenin kusurunu, emr-i maruf için de olsa, herkesin önünde söylemezlerdi. Ortaya konuşurlardı. Çünkü, kusurlarını gizlemek gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kim arkadaşının aybını örterse, Allahü teâlâ da kıyamet günü, onun aybını örter. Kim de, müslüman arkadaşının aybını açığa vurursa, Allah da onun aybını açığa vurur. Hatta evinde bile onu rezil eder." Birisine nasihat ederken, yaptığının yanlış olduğu bildirilirse onun, cahil, bu hususları bilmeyen biri olduğunu söylemiş oluruz. Bu da karşımızdakini üzer. Kalbi kırılır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Hiçbir insanın kalbini incitmemelidir! Kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü teâlâyı en ziyade inciten, küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 w
.
Herkese nasihat etmezlerdi
20 Eylül 2008 01:00
Allah adamları, herkese nasihat etmezlerdi. Yapacakları nasihat ve tavsiyelerini ancak kabûlünü umdukları, iyi karşılanacağını zannettikleri kimselere yaparlardı. Aksi halde nasihat vermekten sarf-ı nazar ederler; elverişli ve uygun tarafından bir yolunu buluncaya kadar tehir ederlerdi. Hamid el-Leffâf hazretleri buyurdu ki: "Ey kardeş, sakın kabulünü ummadığın takdirde bir kimseye nasihatta bulunma. Aksi halde, bu nasihatin, gücünün fevkinde sana zarar getireceğini bil. Ve sakın şu zamanda riyâset, reislik peşinde koşma. Zira herkes kendisini allâme-i cihan ve ebû fülân zannetmektedir. Sakın her kişiye de uyma. Zira zamanımızda hevaî temâyüller alabildiğine yayılmıştır. Hiçbir kimseye sır açma. Bil ki, emânetlere hiyanet edildiği bir zamanda yaşıyorsun." İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: "Bir gün, zamanımızın şeyhlerinden birine, zâlimlerin sofrasına oturmaması hakkında biraz öğüt vermiştim. Bu, onunla benim aramda idi. Yanımızda başkası yoktu. Böyleyken uzun süre benimle konuşmadı. Eğer ona, başkalarının yanında öğüt vermiş olsaydım, kimbilir ne kadar kızacak idi." Faydası olmayacağı ve zarar geleceği bilindiği halde, her günah işleyene, nasihat etmeye, emr-i maruf yapmaya kalkmak doğru değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, kıyamet günü, bir kuluna, günah işleyeni gördüğü zaman niçin engel olmadığını soracak, o kimse de, "Onun zararından, düşmanlığından korktum, senin af ve mağfiretine güvendim" diyecek (ve mazur görülecek) tir." Söz ile nasihat etmek zordur. Herkesin işi değildir. Bunun için (Emr-i maruf) ve (Nehy-i münker) yapmayı dini kitap vererek yapmak daha kolaydır. En azından insanı vebalden kurtarır. Bu şekilde, Ehl-i sünnet itikadını yayanlar cihad sevabına ortak olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allah yolundaki bir mücahidi giydirip kuşatan veya onun çoluk çocuğunun ihtiyaçlarını gören harbe gitmiş gibi sevaba kavuşur." Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki: "Söz ve yazı ile emr-i maruf âlimlerin vazifesidir. Kalb ile, dua ederek günah işleyene mani olmaya çalışmak da her müminin vazifesidir. El ile müdahale ise devletin vazifesidir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
.
Nasihat etmede üç şart
21 Eylül 2008 01:00
Herkes nasihatta, emri marufta bulunamaz. İslam büyükleri, başkalarına nasihatta bulunabilmek için üç şartın bulunmasının lazım olduğunu bildirmişlerdir: İlim, Akıl ve İhlas. İlim sahibi olmalıdır. Anlatacağı iyiliğin iyi, kötülüğün kötü olduğuna dair muteber kitaplardan delili bulunmalıdır! Sabretmesini bilmelidir! İlmi noksan olan, tebliğ edeceğini kendisi bilmeyen ve kendi tatbik etmeyen, başkalarına doğruyu nasıl öğretebilir? Tecrübesi de yoksa, birçok yanlışlıklar yapar. Fayda yerine zarar verir. Akıl sahibi olmalıdır. Bir kimsenin aklı az ise, nakli anlamakta aciz ise, ilmi de noksan olur. Ahmak, hizmet ediyorum diye uygunsuz işler yapar. İlm-i siyaseti bilmeyen, yumuşak söylemeyen, insanları idare etme sanatından uzak olan kimse de, fitneye sebep olur. Rıfk ile konuşmalıdır. Akıllı kimse, rıfk ile konuşur. Rıfk yumuşaklık demektir. Katılığın tersidir. Sert ve kaba konuşan, fitneye sebep olur. Hilm ile tatlılıkla söylemeli, şefkatle muamele etmelidir. Bir vaiz, zalim sultan karşısında doğruyu söylemek en büyük cihad diye, Halife Memun'a, sert sözlerle nasihat vermeye başladı. Halife, "Ey vaiz, Allahü teâlâ, senden iyisini, benden kötüsüne gönderdiği halde, o, yumuşak konuştu" dedi. Vaiz, "Benden iyi ve senden kötü olan kimdir?" dedi. Halife, "Benden kötü olan Firavun'dur, senden iyi olan da Musa aleyhisselamdır" dedi. Allahü teâlâ da, Hz. Musa'ya, Firavun'la konuşurken yumuşak konuşmasını emretmiştir. (Tâhâ 44). Ahirette Firavun, "Bana sert hareket edildiği için, kabul edemedim" diyemeyecektir. İhlaslı olmalıdır. İhlas yoksa, yaptığı işleri sırf Allah rızası için yapmıyorsa, dünya menfaatleri için yapıyorsa, o işin hayrı olmaz. İnsanın gördüğü günah işleyen herkese nasihat etmesi gerekmez. Bundan dolayı günaha girmez. İlim sahibi birine, biri, lüzumlu dini bir sual sorsa, o da bunu bildiği halde, hiç bir mazeret yokken gizlerse, işte o zaman günah işlemiş olur. Âlimlerin, güçleri yettiği kadar, fitneye sebep olmadan idarecilere, emr-i maruf yapması gerekir. Bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki: "Cihadın en kıymetlisi, zalim sultan yanında, hak yolu gösteren bir söz söylemektir." Emr-i maruf yaparken, fitne çıkarmamaya çok dikkat etmelidir. Zarar geleceği bilinirken, günah işleyene nasihat edilmez. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc
.
Gıda gibi olan insan
22 Eylül 2008 01:00
İnsanlara nasihat edecek, emri marufta bulunacak kimsenin insanları iyi tanıması lazımdır. İnsanları tanımayan, onların hallerine göre davranmayan sıkıntıya düşer, fayda yerine zarar meydana gelir. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: "İnsanlar üç kısımdır: Birinci kısmı gıda gibidir. Herkese, her zaman gerekir. İkincisi ilaç gibidir. İhtiyaç zamanında gerekir. Üçüncüsü, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, dinimizin emrettiği şekilde müdara etmek gerekir." Nasihatta insanların bu halleri gözetilmelidir. Emr-i maruf yapmak, güvenlik kuvvetlerine karşı gelmek ve isyan etmek, dövmek, yıkmak, kırmak, sövmek demek değildir. Böyle şeyler yapmak, fitne çıkarmak, yani bölücülük olur. Müslümanların ezilmesine, hapse girmesine ve din, iman bilgilerinin yasak edilmesine yol açar. Böyle fitne çıkarana Peygamber efendimiz lanet etmiştir. Kendisine veya başkalarına zarar gelme korkusundan dolayı iyiliği emretmek ve haramı men etmek mümkün olmazsa, böyle durumlarda fitneye mani olmak için susmak gerekir. Buna müdara denir. Fitne zamanında, ineğe tapanların yanında, ineğin ağzına ot vermeli, onları kızdırmamalıdır. Müdara, İslamiyet'in dışına çıkmadan, dini veya dünyayı zarardan kurtarmak için, dünya menfaatinden vermek, gönül almaktır. Müdahene, gönül alırken, İslamiyet'in dışına çıkmak, günaha girmektir. Günah işleyene tatlı sözle öğüt verilir. Dinlemezse, fitne çıkacak ise susulur. Kötü söylenmez. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: "Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır! Onlarla en güzel şekilde tartış!" (Nahl 125) Kâdı zâde Ahmed efendi buyuruyor ki: El ile, güç kullanarak emr-i maruf ve nehy-i münker yapmak, yani günah işleyene mani olmak; hükümetin vazifesidir. Söz ile, yazı ile cihad etmek, âlimlerin vazifesidir. Kalb ile dua etmek ise, her müminin vazifesidir. Faydası olacaksa, bu vazifeleri yapmak vacip olur. Fitneye sebep olacağı umulursa, terk etmek vacip olur. Fitne bulunan yere zaruretsiz gitmek caiz değildir. Eğer dinini korumak için hicret ederse, güzel olur. Cennete girmeye layık ve şefaate mazhar olur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehme
.
Nasihat etmeyen bizden değildir!
23 Eylül 2008 01:00
Nasihatlerin, çeşitleri, öncelikleri vardır. İslam büyükleri nasihatların dört çeşit olduğunu bildirmişlerdir. Allahü teâlâ için nasihat: Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu, bütün kemal ve cemal sıfatlarının Onda bulunduğunu, Ona layık olmayan sıfatların, ayıpların, kusurların Onda bulunmadığını, halis niyet ile Ona ibadet etmek gerektiğini, gücü yettiği kadar Onun rızasını almaya çalışmasını, Ona isyan edilmemesini, Onun dostlarına muhabbet, düşmanlarına muhalefet edilmesini, Ona itaat edenleri sevmeyi ve isyan edenleri sevmemeyi, nimetlerini saymayı ve bunlara şükretmeyi, bütün mahluklarına acımayı, Onda bulunmayan sıfatları Ona söylememeyi bildirmek, Allahü teâlâ için nasihat etmek olur. Kur'an-ı kerim için nasihat: Kur'an-ı kerimde bildirilenlere inanmayı, emredilenleri yapmayı, kendi aklı ile, görüşü ile uydurma tercümeler yapmamayı, onu çok ve doğru olarak okumayı, ona abdestsiz el sürmek caiz olmadığını, insanlara bildirmek, Kur'an-ı kerim için nasihat etmek olur. Resulullah için nasihat: Muhammed aleyhisselamın bildirdiklerinin hepsine inanmak, hepsini beğenmek gerektiğini, Onun sünnetlerini yapmayı ve yaymayı, Onun güzel ahlakı ile huylanmayı, Al, Eshabını ve ümmetini sevmeyi bildirmek, Resulullah için nasihat olur. İnsanlar için nasihat: İnsanlara dünyada ve ahirette faydalı olan şeyleri yapmak ve zararlı olan şeyleri yapmamak gerektiğini ve kimseye eziyet etmemeyi, kalb kırmamayı, bilmediklerini öğretmeyi, kusurlarını örtmeyi, farzları emretmeyi, haramlardan nehyetmeyi, bunların hepsini tatlılıkla bildirmeyi, küçüklere merhamet, büyüklere hürmet edilmesini, kendilerine yapılmasını istemediklerini başkalarına da yapmamalarını, onlara bedenleri ile, malları ile yardım edilmesini bildirmek de, bütün insanlar için nasihat etmek olur. İnsanların dünya ve ahıret saadeti için çalışmayanı tehlikededir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslümanlara yardım etmeyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmayan, onlardan değildir. Gece ve gündüz, Allah için ve Kur'an için ve Resulullah için ve devlet reisi için ve bütün müslümanlar için nasihat etmeyen kimse de, bunlardan değildir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.me
.
Muhammed aleyhisselama inanmak imanın şartı
23 Eylül 2008 01:00
Misyonerlerin önde gelen isimlerinden S. Zwemer, 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmada, "Sizin göreviniz, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz onları dinlerinden soğutmak, dinlerini sorgular, tartışılır hale getirmektir. Bu sağlanırsa gerisi kendiliğinden gelir. Bizim yapmak istediğimizi kendi kendilerine yaparlar" demişti. Bugün Müslüman ülkelerde bu, büyük ölçüde sağlanmış görünüyor. Çünkü dini tartışmadığımız gün geçmiyor. Geçtiğimiz günlerde, bir ilahiyat profesörümüz, Reşid Rıza ve Abduh'tan naklen, "Son peygamber hazreti Muhammedin peygamberliğini kabul etmese de," Allah'a, ahiret gününe iman eden ve amel-i salih işleyen kimseler için korkacakları bir şey yoktur, yani bunlar Cenenete girerler; bütün insanların Müslüman olmaları dinin, Kur'ân'ın hedefi değildir. Peygamberimiz 'Yahudiler, Müslümanlar mutlaka Müslüman olsun!' demiyor," sözlerinden sonra, bugünkü Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin hak din olup olmadığı, mensuplarının Cennete gidip gitmeyeceği konusu tekrar tartışılır oldu. "İSLAMİYET ÖNCEKİLERİN HÜKMÜNÜ KALDIRDI" Bu önemli konuda şüpheye düşülmemesi için daha önce konu ile ilgili bir yazıma Diyanet İşleri Başkanlığı'nın verdiği cevabı önemine binaen tekrar yayınlıyorum: "İslamiyet, kendinden önceki dinlerin hükmünü kaldırmıştır. Bu itibarla, hangi dine mensup bulunursa bulunsun, tüm insanlar İslam'a girmekle yükümlüdürler. Müslümanlar dışındaki kutsal kitap sahibi din mensupları için ehl-i kitap terimi kullanılır. Kur'an-ı Kerim'deki ehl-i kitap tabiriyle Yahudilerle Hıristiyanlar kastedilmektedir. Kur'an-ı Kerîm'de Hıristiyanların Hz. Muhammed (s.a.v.) ve O'na indirilen Kur'an-ı Kerim'e inanmadıkları ve Hz. İsa (a.s.)'ya, Allah'ın oğlu ve üçün üçüncüsü dediklerinden dolayı kâfir oldukları bildirilmektedir. Kuran-ı Kerim'de, Yahudi ve Hıristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında şöyle buyurulur: "Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir", diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir" (el-Mâide, 5/17). Peygamberlik müessesesini kökten kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin nübüvvetini inkâr da küfürdür. Bu yüzden diğer peygamberleri kabul etmekle birlikte Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'i Allah'ın (c.c.) elçisi olarak kabul etmeyen yahudiler, yine Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini tanımayan Hıristiyanlar küfre düşmüşlerdir. Bir peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim Hıristiyanlar Hz. İsa (a.s.)'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (bk. el-Mâide 5/17, 72). "Yahudiler; "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar" (et- Tevbe, 9/ 30). CENNETE GİREBİLMENİN ŞARTI! Bir kısmına İşaret ettiğimiz bu âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Allahu Teâlâ'nın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed (S.A.V.)'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'deki bütün esaslara, olduğu gibi iman etmeyen hiçbir kimse İslam inancına göre müslüman değildir. Hz. Muhammed (s.a.v.) Efendimizin peygamber olarak gönderilmesinden sonra bütün insanların ve bilhassa Yahudi ve Hıristiyanların kendi dinî kitapları gereğince Hz. Muhammed (S.A.V.)'in peygamberliğini tasdik edip İslam'ı kabul etmeleri gerekir. Aksi takdirde kendi kitaplarını ve dinlerini inkar etmiş olurlar. Bu itibarla, Allah'ın varlığına ve birliğine, Hazreti Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'deki bütün esaslara, olduğu gibi iman etmeyen bir kimse İslam inancına göre cennete giremez
.
Kötülüklere göz yumanın hali
24 Eylül 2008 01:00
Nasihat etmek, dinimizin çok mühim bir emridir. Gücü yeten müslümanlar, hakkı, doğruyu söylemezse, yani emr-i maruf ve nehy-i münker yapılmazsa, o ülkenin başına büyük belaların geleceğini dinimiz haber vermektedir. İbni Abbas hazretleri, "Ya Resulallah, içinde iyilerin de bulunduğu bir ülke helak olur mu?" diye sorunca, "Evet helak olur." buyurdular. Sebebi sorulunca, "Allahü teâlâya isyan edildiğinde iyiler sükut edince, hepsi helak olur." buyurdular. Peygamber efendimiz yine kötülüğe mani olmakla ilgili buyurdu ki: "Allahü teâlâ, bir meleğe, bir kasabanın altını üstüne getirmesini emreder. O melek, bu kasabada hiç günah işlemeyen bir zatın da olduğunu, o zatı kurtarıp kurtarmayacağını sual edince, Cenab-ı Hak, "Bütün şehir halkı ile onu da alt üst et! Çünkü o zat, bana isyan edenlere karşı yüzünü ekşitmemiştir" buyurdu." Hazreti Âişe validemiz tarafından bildirilen bir hadis-i şerifte de, "İçinde Peygamberler gibi ibadet eden seksen bin kişi bulunan bir ülke azaba maruz kalmıştır. Çünkü onlar, Allah için buğzetmedi, emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunmadı." Daha başka hadis-i şeriflerde de, iyiler, kötülükleri önlemeye muktedir iken önlemezlerse, o ülkede azabın umumi olarak geleceği bildirilmiştir. Emri maruf, iyiliği emretmek, yaymak demektir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "İmkanı var iken, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmayan bizden değildir" Nehy-i münker de, kötülükten sakındırmak demektir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Şehidden üstün mücahid, emr-i maruf ve nehy-i münker yapandır." Kul hakkının en mühimi ve azâbı en şiddetli olanı, akrabasına, aile efradına, maiyetinde olanlara emr-i mârûf yapmamaktır. Komşuya da emr-i mârûf yapmamak en mühim bir kul hakkıdır. Bunlara güler yüz ve tatlı dil ile nasihat edilmelidir! Komşularının günah işlediklerini görüp de, "Bana ne?" diyerek evine çekilen, uygun bir şekilde onlara nasîhat etmeyen ve kendileri ile görüşmeyen, onların Cehennemden kurtulması için yardım etmeyen mesûl olacaktır. Komşuları böyle bir kimseyi, Kıyâmet günü Allahü teâlâya şikâyet edeceklerdir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
Dünya ve ahıret saadeti O'nu sevmeye bağlı
24 Eylül 2008 01:00
Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak, ancak dünya ve ahiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselama tabi olmaya bağlıdır. O'na tabi olmak için iman etmek ve İslamiyeti öğrenmek ve hakkıyla yapmak lazımdır. O'na tabi olmak, yani O'na uymak; O'nun gittiği yolda yürümektir. O'nun yolu, Kur'an-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola İslam dini denir. O'na hakkıyla uyabilmek için, önce iman etmek sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra da farzları eda edip, haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lazımdır. Bunlardan sonra, mübahlarda da O'na uymaya çalışmaktır. İman etmek, O'na tabi olmaya başlamak ve saadet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ O'nu, dünyadaki bütün insanları saadete davet için gönderdi ve Sebe' suresinin 28. Ayet-i kerimesinde mealen; "Ey sevgili Peygamberim! Seni, dünyadaki bütün insanlara, ebedi saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, gönderiyorum" buyurdu. İKİ SEVGİ BİR ARADA OLAMAZ! Muhammed aleyhisselama tabi olmak, dinin emirlerini beğenip, seve seve yapmak ve O'nun emirlerini ve İslamiyet'in kıymet verdiği üstün tuttuğu şeyleri ve alimlerini, salihlerini büyük bilip, hürmet etmek ve O'nun dinini yaymağa uğraşmak demektir. Dinine uymak istemeyenleri, beğenmeyenleri, aldırış etmeyenleri ise zelil, hakir ve aşağı tutmaktır. Ahirette Cehennem'den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tabi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün haller ve bütün ilimler, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yolunda bulunmak şartı ile, ahirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tabi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ahiretinin harab olmasına sebeb olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidracdan başka bir şey olamaz. O'na uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya nimetlerinden ve ahiret saadetlerinden kat kat üstündür. İnsanlık meziyeti ve şerefi, O'na tabi olmaktır. Peygamber efendimize iman edip getirdiklerini tasdik etmek, O'nu sevip itaat etmek, nasihatlerini kabul etmek, kendisine hürmet ve tazim etmek farzdır. Bu hususta Allahü teâlâ mealen; "O halde Allahü teâlâya ve O'nun ümmi nebisi olan Resulüne iman edin, O'na tabi olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız" (A'raf suresi: 158). "Kim, Allahü teâlâya ve Peygamberine iman etmezse, muhakkak (bilsin) ki, biz o kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır" (Feth suresi: 13). O'na tabi olmanın alâmeti kafirleri, İslam düşmanlarını sevmeyip, onlara mahsus olan ve kafirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü İslam ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakaret ve kötülemek olur. Peygamber efendimiz; "Bana kim itaat ederse, Allahü teâlâya itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Benim emrime itaat eden, bana itaat etmiş, emirlerime isyan eden de bana isyan etmiş olur" buyurdu. HERKESTEN ÇOK SEVMEDİKÇE Bir kimse, her işinde, Resulullah sallallahü aleyhi ve selleme tabi olmazsa, mü'min olamaz. O'nu, kendi canından çok sevmezse, imanı tamam olmaz. O, bütün insanların ve cinnilerin peygamberidir. Her asırda yaşayan her milletin O'na uyması vacibdir. Her mü'minin, O'nun dinine yardım etmesi O'nun ahlakı ile huylanması, O'nun mübarek ismini çok söylemesi, ismini söyledikte ve işittikde, saygı ve sevgi ile salatü selam getirmesi, mübarek cemalini görmeye aşık olması, getirdiği Kur'an-ı kerimi ve İslam dinini sevmesi ve hürmet etmesi lazımdır. Hadis-i şerif, "Bir kimse, beni çocuklarından, ana babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, imanı tamam olmaz" buyuruldu. Bu sevginin hasıl olması için, Resulullah efendimizin hayatı; mucizelerini, güzel ahlakını doğru olarak anlatan kitapları okuyup yakınlarımıza da okutmalıyız. ( Bu konuda, "KAİNATIN EFENDİSİ" kitabını - Arı sanat, 0212 5204151- önemle tavsiye edirim)
.
İnsanlar dört kısımdır
25 Eylül 2008 01:00
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyurdu ki: "İnsanlar dört kısımdır: Dili ve kalbi olmıyan: Kötü dilli ve kötü kalbli insanlardır. Bunlar, günahkâr, dünyâya aldanmış ve ahmak kimsedir. Böyle kimselerden olmaktan ve onlar arasında bulunmaktan sakınmalıdır. Çünkü onlar, azâba uğrayacak kimselerdir. Dili olup, kalbi olmayan kimse: Bu; güzel, hikmetli konuşur, fakat onunla amel etmez. Sâdece insanları Allahü teâlânın emirlerine da'vet eder. Kendisi ise bunları yapmaktan kaçar. Tatlı ve hoş konuşmalarıyla seni aldatmamaları için onlardan uzak dur. Yoksa onların günahlarının ateşi seni de yakar, kalblerinin pis kokusu seni öldürür. Kalbi olup dili olmayan kimse: Bu öyle bir mü'mindir ki, Allahü teâlâ onu mahlûkundan gizlemiştir. Ona nefsinin ayıplarını göstermiş, kalbini nûrlandırmış, insanlarla lüzumundan fazla görüşmenin sıkıntılarını, lüzumsuz konuşmanın kötülüğünü ona göstermiştir. Bu, Allahü teâlânın velî kulu olup, Allahü teâlâ onu muhafaza buyurur. Böyle bir kimse ile beraber ol. Onun hizmetinde bulun. Böyle yaparsan, Allahü teâlâ seni sever. Âlim kimse: İlmi ile amel eder. Bu kimse, Allahü teâlâyı ve âyetlerini, azamet ve kibriyâsına delâlet eden delîlleri bilir. Allahü teâlâ onun kalbine, herkesin bilmediği ince ve derin ilimleri koymuştur. Onun kalbini böyle ilimlere açık kılmıştır. Böyle bir zâta muhalefet etmekten ve ona sırt çevirip ondan uzaklaşmakdan çok sakın. Onun nasihatlerini terk etmekten çok kork. Nasihat iki şekilde yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın organı ile yapılanıdır. İkincisi, hâl ile, İslâmın güzel ahlâkına uyarak, nümûne, örnek olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, borçlarını ödemek, en tesirli, en faydalı nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki, "lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır" demişlerdir. Yâni hâl ile, yaşayış ile örnek olup, dîni yaymak; söz ile yapılan nasîhatten daha kıymetlidir. İslâmın güzel ahlâkına uygun örnek bir yaşayış, iyilikleri yayıp, kötülüklerden sakındırmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı yapmaktır. Tel: 0 212
.
Amellerini hep az görürlerdi
26 Eylül 2008 01:00
Allah adamları işledikleri amelleri gözlerinde büyütmezlerdi. Ne kadar çok ibadet etseler de yine bunu az görürlerdi. Onlar, cenab-ı Hakkın emirlerini hakkıyla ifa ettiklerine, sahip olunan nimetlerin şükrünün yapıldığına kani olmazlardı. Bu konuda kendilerine şu hadis-i şerifi esas alırlardı. Resulullah efendimiz mübarek ayakları şişinciye kadar namaz kılardı, kendisine, "Ey Allahın Resûlü, Allahü teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahınızı bağışlamışken, böyle mi yapıyorsunuz." denildi de; O şöyle buyurdu: "Şükredici bir kul olmıyayım mı?" Hazreti Mesrûk'un zevcesi şöyle dermiş: "Merhum, ayakları şişinceye kadar namazda kâim olurdu. Ben onun arkasında oturur, ona acıdığımdan ağlardım." Üveys el-Karânî hazretleri, uzun bir gecede bütün geceyi ihya ederdi. Rabbinin huzurunda gözyaşı döküp ağlamaktan kemiklerinin sızlamaya başladığını hissedinceye kadar başını secdeden kaldırmazdı. İmam-ı Mücahid zamanının âbidlerine dermiş ki: "Sizler, gerçek âbid değilsiniz. Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlar, kırkından sonra yatağı dürüp yüklüğe kaldırır, hayatlarının sonuna kadar yanlarını yere koymazlardı." Kehmes bin Hasan, zaiflikten zor yürüyebilir bir hale gelinceye kadar namaza devam ederdi. Kendi kendine derdi ki: "Ey her şerrin durağı olan adam, kalk bakalım, bir başka ibadetin edâsına!.." Ömrünün sonlarına doğru iyice zayıflamıştı. Diyordu ki: "Ey Rabbim! Benim halim ne olacak?" Üveys el-Karânî hazretleri, kendisine uyku galebe çalınca birden sıçrar ve: "Allah'ım! kem gözden, nefis kötülüklerinden, doymayan mideden sana sığınırım!" derdi. İbni Cüveyriye anlatır: "Ben, gecelerini ibadetle geçiren birçok zatlara arkadaşlık ettim. Fakat Ebû Hanîfe kadar gecelerini en güzel bir şekilde İhyâ edeni görmedim. Tam altı ay onun yanında kaldım. Hiçbir gece yanını yere koyduğunu görmedim." İbni Mukâtil de şöyle derdi: "Ebû Hanîfe, kırk sene, yatsı abdesti ile sabah namazını kılmıştır." Esved bin Yezîd hazretleri, yazın sıcak günlerinde rengi sararıncaya kadar oruç tutardı. Kendisine: "Daha ne zamana kadar bedenine azâb edeceksin?" diyenlere, şu karşılığı vermiştir "Ben, ona azab etmiyorum. Ancak onun sonsuz ahıret rahatı ve iyiliği için bunu yapıyorum!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
"Onlar sizleri deli zannederlerdi!"
27 Eylül 2008 01:00
İslam büyüklerinin kendilerini ibadete vermeleri o kadar ileriydi ki, onlar, sırf Allahü tealanın huzurunda kalabilmek için akşam olunca geceye can atarlardı. Sabah olunca da, gündüz insanlar kendilerini Allah'a ibadetten alıkoyacak endişesiyle üzülürlerdi. Evet, kendilerini ibâdete vermeleri o kadar ileri ve kuvvetliydi ki, onlardan birine, "Haberin olsun, kıyamet yarın kopacak!" denilmiş olsa, halinde bir ziyadelik olmazdı. Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Ben, Resûlüllâh'ın eshabından Bedir savaşına katılmış yetmiş sahabînin sağlığına yetiştim. Kendilerini görüp tanıdım. Eğer şimdi onlar sağ olup da sizi görselerdi, "Bu adamlar mecnundur, delidir!" derlerdi. İnsanların bugün yapmakta oldukları şeyleri görmüş olsalardı, şüphesiz: "Bu adamlar hesab gününe inanmıyorlar." veya, "Bu adamların âhiretten bir nasibi yoktur." derlerdi!.." Muğîre anlatır: "Mâlik bin Dinar'ın yanında bulunuyordum. Bir gece baktım ki Mâlik, yatsı namazından sonra abdest tazeleyip namaza durmak istedi. Bir eliyle sakalından tutup üzüntüden ağlamaya ve Cenâb-ı Hakk'a tazarru' ve niyâza başladı. Sabaha kadar da o halde devam etti." İbrahim bin Edhem, bazan, yatsı namazını kıldıktan sonra sabaha kadar tefekküre dalar. Derdi ki: "Cehennem korkusu, bu geceyi uyuyarak veya namaz kılarak veya konuşarak geçirmeme mâni oldu!" Sabah olunca da yatsı abdestiyle sabah namazını edâ ederdi. Bu büyüklerin cehennemden korkması, Allah'tan mahcûb kalacakları içindir. Yoksa bizzat cehennemden korkmak değildir. Yahyâ bin Muâz buyurdu ki: "Eğer ibâdet bir kuş olsaydı, şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu!" Fâtıma binti Abdilazîz derdi ki: "Ben, Ömer bin Abdilazîz'in halifelik makamına oturup halkın idaresi mesuliyetini omuzlarına aldıktan sonra, cünüplükten dolayı boy abdesti aldığını bilmiyorum!" Yani hanımına hiç yakın olmadı. İmam-ı Ahmed bin Hanbel buyurdu ki: "Zühd üç türlüdür; cahilin zühdü, haramları terk etmektir. Âlimlerin zühdü, helal olanların fazlasından sakınmaktır. Ariflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan şeyleri terk etmektir." > T
.
Onların hallerini anlamak kolay değildi!
28 Eylül 2008 01:00
| | |