 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Çanakkale geçilseydi
23 Mart 2008 01:00
ekrem.ekinci@tg.com.tr Fax: 0212 454 31 80 Çanakkale Boğazı, 1918 değil de 1915 yılında geçilseydi tarihin seyri tamamen değişebilirdi. Çanakkale'nin geçilmesi durumunda neler olacağını tahmin etmek enteresan olduğu kadar zor ve riskli. Çanakkale muharebeleri, Irak cephesindeki Kutü'l-amâre muharebesi ile beraber Birinci Cihan Harbinde yüz akımız sayılır. Her ikisinde de güçlü düşmana karşı emsalsiz bir muvaffakiyet elde edilmiştir. Hatta Irak cephesinde, İngiliz ordusunun kumandanı bile esir alınmıştır. Bundan dolayı ne kadar iftihar etsek, azdır. Muzaffer askerlerimizi şükranla anıyoruz... Acaba Çanakkale geçilseydi, ne olurdu? Şunu diyebilirsiniz: Çanakkale zaten üç seneye kalmadan geçildi. Biz burada 1918 yılında değil, 1915 yılında geçilseydi, tarihin seyri nasıl değişirdi, onu merak ediyoruz. Buna cevap vermek de kolay değil. Tarihî konularda, eldeki bilgilere göre konuşmak kolay. Ama geleceğe dair tahminler yapmak enteresan olduğu kadar da zor ve riskli. FATURA HAFİFLERDİ Kendi açımızdan şu tahminleri yapmak belki mümkün: Bir kere harb bu kadar uzamazdı. Zayiatın çok olduğu Çanakkale kara harblerine gerek kalmazdı. Milyona yakın Mehmetçiğin şehid olup, esir düştüğü Irak, Mısır, Galiçya, Suriye gibi yeni cepheler açılmazdı. Hükümet, düşmanla münferid sulh istemek zorunda kalırdı. Daha az zayiatla harbden çekilmek mümkün olurdu. İtilaf devletleri, Sevr'deki kadar acımasız olmazdı. "Bizim derdimiz Almanlarla idi. Siz niye harbe girdiniz? Harbi uzattınız. Cepheleri genişlettiniz. Her şeyin mes'ulü sizsiniz!" diyerek bize savaş suçlusu muamelesi yapmazlardı. Arap ihtilali gerçekleşmez, Filistin, Suriye, Irak, Arabistan elden çıkmazdı. Arabistan'da Vehhabî Suud Krallığı, Filistin'de İsrail Devleti kurulmazdı. Petrol havzaları ve mukaddes beldeler işgal edilmezdi. Arap toprakları istiklalini kazanırdı ama, Osmanlı Milletler Topluluğu adıyla toparlanabilirdi. ÇARLIK DEVRİLİR MİYDİ? Çanakkale'yi geçmek isteyenler Rusya'ya yardım götürdükleri için, Rusya'da Bolşevik ihtilâli olmaz; çarlık devrilmez; yetmiş sene dünya milletlerini inim inim inleten komünist idare kurulmaz; ekserisi Türk asıllı milyonlarca insan katliâma maruz kalmazdı. Bolşevik Ruslar, Güney Kafkasya'ya inemezler; Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan işgal edilmezdi. Anadolu ve Rumeli'de yüz binlerce insan yurtlarından sürülmezdi. Osmanlı Devleti yıkılmaz; Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya ve Anadolu bu ağır enkazın altında kalmazdı. YA CUMHURİYET... Ama işe bir de başka taraftan bakalım: Çanakkale 1915'te geçilseydi, Cumhuriyete giden yol kurulamaz; Mustafa Kemal gibi büyük bir lider ortaya çıkamaz; Türkiye'nin çehresi değişemezdi... Kanuni'nin Kruşçev'e ilginç cevabı İkinci Cihan Harbi'nden sonra Komünist Ruslar, bazı Orta Avrupa ve Balkan ülkeleriyle beraber Macaristan'ı da işgal etmiş; burada kukla bir hükümet kurmuştu. Ancak Macarlar, Ruslara karşı direndiler. 1956 yılında meşhur bir ihtilâl koptu. Ama Ruslar bu ihtilâli kanlı bir şekilde bastırdılar. Otuz sene daha Macaristan'da kaldılar. Vebali anlatanların boynuna: Soğuk Harb zamanında Sovyet Rusya'nın lideri olan Kruşçev, rüyasında Kanuni Sultan Süleyman'ı görmüş. Kendisine, "Siz Macaristan'da neredeyse iki asır kaldınız. Biz 10 sene bile kalmadan, halk ayaklandı. Bunu nasıl becerdiniz?" diye sormuş. Kanuni Sultan Süleyman cevap vermiş: "1. Biz fethettikten sonra Macaristan'ı vatan edindik, oturduk. 2. Halka Türkçe'yi mecbur etmedik. 3. Fethettiğimiz günü sizin gibi millî bayram ilan etmedik."  Cam paralar Altın ve gümüş tarih boyu her yerde para olarak kabul görmüştür. Değeri ufak şeyleri almak için de hükûmetler bakır, tunç, nikel, hatta alüminyum paralar basmıştır. Hepsinden enteresanı, İslâm dünyasında cam paralar basılıp tedâvül etmişti. Evet, yanlış okumadınız, cam paralar... Tarihteki ismiyle "sencât-ı zücâciye". Emevîler, Abbasîler ve Fâtımîler asrında bazı halifelerin, ekseriya da vâlilerin isimleriyle cam paralar basılmıştı. Koleksiyoncuların çok alaka gösterdiği bu cam paralardan haylisi bugün Fransa ve İngiltere müzelerinde saklanmaktadır. 1891 senesinde İngiltere müzesinin neşrettiği bir katalogda bunlardan dört yüz kadarı gösterilmişti
.
Vakıflara padişah bile el koyamaz!
30 Nisan 2008 01:00
OSMANLILARDA VAKIFLARIN ŞARTLARINI KİMSE DEĞİŞTİREMEZDİ Ders kitaplarına bile girmiş bir iddia var: Güya Sultan Fatih, bazı vakıflara el koymuş. Bunları devlet hazinesine zapt etmiş. Hatta bunu padişahların gerektiğinde şer'î hukuka uymadıklarına delil gösteriyorlar. Halbuki devlet, vakıflara el koyamaz. Hususi mülkiyete ilişemez. Osmanlılarda devlet her şeyin üstünde değildir. Devlet, dinin devamı ve ferdlerin mutluluğu için vardır Vakıf, şahıslar tarafından ve mülk mallar üzerinde kurulur. Vakfın şartlarını, kimlerin nasıl istifade edeceğini vakfeden belirler. Bazı hallerde sultan, devlete ait araziyi, mülkiyeti devlette kalmak ve gelirleri bir hayır cihetine sarf olunmak üzere vakfeder. Devlet, böylece sağlık, maarif, bayındırlık gibi amme hizmetlerinin yerine getirilmesini kolaylaştırır. Amme hizmeti görüp de hazineden hakkı doğanlara gelir temin eder. Hazret-i Peygamber'in bu yolda tatbikatı olduğu gibi; Emevîlerden itibaren hemen her Müslüman devlette böyle vakıflara rastlanır. AMME HİZMETLERİ İÇİN... Osmanlılarda şahıslar câmi, medrese, imâret, hastane gibi hayır eserlerini vakıf yoluyla yaptırırdı. Devlet de bunların faaliyetini devam ettirebilmesi için mîrî arâzinin gelirini tahsis ederdi. Böylece birtakım amme hizmetlerinin karşılanmasında şahıslar önayak olur; devlet de bunları desteklerdi. Buna hakiki manada bir vakıf olmadığı için, gayrısahih vakıf adı verilir. İrsâdî vakıf veya tahsis kabilinden vakıf da denir. Çünkü gerçek vakıf, şahıs mülkü üzerinde kurulur. Bundan dolayı gayrısahih vakıf, lüzum görülmesi üzerine hükümet tarafından iptal edilebilir. Bu topraklar tekrar devlete döner. Bu vakıfların şartlarını da hükümet gerekirse değiştirebilir. MEMLÜKLER'DE DE VAR Meselâ 1398 yılında vefat eden Mısır'daki Memlûk sultanlarından Berkuk, bu gibi vakıflardan bazısını ihtiyaç sebebiyle iptal edip, devlet hazinesine döndürmek istedi. Bunun için zamanın meşhur âlimleri Bülkînî, İbni Cemâa ve Bâbertî hazretleri fetva verdiler. Osmanlı Devleti'nde de zaman zaman böyle vakıfların tekrar devlet hazinesine geri alındığı görülmektedir. Fatih Sultan Mehmed zamanında fetihler için daha çok askere ihtiyaç duyulunca, daha önce yapılmış bazı gayrısahih vakıflar hazineye alınıp, tımar arazisine çevrilmişti. Yerine geçen Sultan II. Bayezid, bunlardan ulemaya maaş olarak tahsis edilenleri iade etmişti. İşin aslından habersiz olanlar, bazı garip yorumlarda bulunmuştu. Güya Sultan Fatih dine karşı lakaytmış da, Sultan Bayezid onun gibi değilmiş. Sofu imiş. Güya Sultan Fatih devleti mukaddes görürmüş de, gerektiğinde vakıflara bile el koyabilecek cesarette imiş. NASS-I ŞÂRİ GİBİ Bu yorumlar doğru değildir. Devlet, hususî mülkiyete ve vakıflara el koyamaz. Hatta vakıfların şartlarını değiştiremez. Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir. Yani vakfedenin koyduğu şartlar, âyet ve hadisler gibi muhkemdir. Padişah bile değiştiremez. Osmanlı tarihinde de devletin vakıflara el koyduğu vâki değildir. Ancak bir vakıf mal harab olduğunda, bunu başka vakfa bağlayarak, işe yarar hale getirmeye çalışılmıştır. Osmanlılarda devlet her şeyin üstünde değildir. Devlet, dinin devamı ve ferdlerin mutluluğu için vardır. Mülkün, yani devletin temeli ise, Halife Ömer'in dediği gibi, adalettir. EBUSSUUD EFENDİ'DEN KANUNİ'YE: Sen kendini kurtarmışsın Kanuni Sultan Süleyman vefat ettiği zaman küçük bir çekmecenin de beraberinde gömülmesini vasiyet etmişti. Öldüğünde bu vasiyetin yerine getirilmesi için çekmece kabrin yanına konuldu. Aralarında meşhur âlim Ebussuud Efendi'nin de bulunduğu ulema, "gömülürdü, gömülmezdi" diye çekmeceyi ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Çünkü İslamiyette ölünün eşyasıyla beraber defnedilmesi mümkün değildi. Bu arada nasıl olduysa oldu, çekmece yere düşüp kapağı açıldı. İçinden birtakım kâğıtlar etrafa saçıldı. Baktılar, bunlar Ebussuud Efendi'nin fetvalarıydı. Belliydi ki bu, Kanuni Sultan Süleyman'ın, mahşerde kendisinden hesap sorulduğu zaman "Ya Rabbî! İşte ben her şeyi fetvaya göre, şer'-i şerifin emriyle yaptım" diyeceği manasına geliyordu. Ebussuud Efendi fetvaları görünce ağlamaya başladı ve "Ah Padişahım! Sen kendini kurtarmışsın. İş bize kalmış!" dedi. Filin kadar konuş! Hususi yetiştirilen harb filleri zaferi kazanmakta başlıca amil olurdu. Tarih kitapları, fili ehlîleştirip, üzerine insan bindirerek harb etmeyi, ilk defa Pers hükümdarlarından Feridun Ferruh'un ihdas ettiğini söyler. Gerçekten eski devirlerde Asya'daki harblerde filler birinci derecede rol oynardı. Hususi surette yetiştirilen harb filleri zaferi kazanmakta başlıca amil olurdu. Bir harb fili, müteharrik kale gibi kullanılırdı. Vücudu demirden ve boynuzdan bir zırh ile muhafaza edilirdi. Hortumuna da eğri bir kılıç bağlanırdı. Bununla üzerine gelen atlar ve develer ikiye biçilirdi. İran hükümdarı Hüsrev Perviz'in bin tane beyaz fili vardı. Bunlardan bahsederken "Benim ordumu yenecek hiçbir kuvvet yoktur" derdi. ROMA'YI TİTRETMİŞTİ Kartaca hükümdarı Hannibal, filler sayesinde Roma'yı titretmiş; Alp Dağlarını bunların üzerinde aşmayı başarmıştı. Hint hükümdarları ihtişamlarını fazla mikdarda file malik olmakla gösterirdi. Hazret-i Peygamber'in dünyaya gelişinden bir sene evvel Yemen hükümdarı Ebrehe filleri ile Mekke'ye saldırmış; ama hikmet-i ilahî, mağlup olup geri dönmüştü. Timur Han, Hindistan'ı istila ettikten sonra ordusunu kuvvetlendirmek için bu mühim silahtan çok faydalanmıştı. Hatta Anadolu'ya yürüdüğü zaman ordusunda otuz iki tane fil vardı. 1402 yılında cereyan eden Ankara Meydan Muharebesi'nde bunları alayların önüne koymuş; Osmanlı ordusunda dehşet hasıl etmek istemişti. Beklediği oldu. Rumeli ve Anadolu askeri, o zamana kadar görmedikleri bu muazzam harb vasıtasının önünde çözüldü. Fıkra bu ya... Timur Han, Anadolu'ya getirdiği filleri, Ankara Savaşı'ndan sonra, beslenmek üzere şehir ve kasabalara dağıtmıştı. Akşehir'e de bir tane fil düşmüştü. Filin bakımı o kadar zor ve masrafları o kadar çok idi ki, kasaba halkı bizar oldu. Nasreddin Hoca'dan, gidip Timur han ile konuşmasını ve kasabayı bu mükellefiyetten kurtarmasını istediler. Nasreddin Hoca bir heyetle beraber gidip Timur Han'ın huzuruna çıkmayı teklif etti. Kabul ettiler. Korku belası, yola çıktıklarında her biri bir vesile ile sıvıştılar. Selam ve tazimden sonra Nasreddin Hoca geliş sebebini Timur Han'a arz etti. "Efendim, zat-ı devletlileri beslenmek üzere Akşehir kasabasına bir fil tevdi etmişti" dedi. Timur Han: "Evet, ne olmuş bu file?" diye sordu. Nasreddin Hoca: "Efendim, fil yalnızdır. Eğer bir de eşini gönderirseniz, fil yalnızlıktan kurtulur" dedi. [İşin doğrusu, Nasreddin Hoca ile Timur Han arasında bir asır vardır. Nasreddin Hoca fıkralarında adı sıkça geçen Timur Han, aslında o zamanlar Anadolu'yu işgal eden Moğol ordusu kumandanı Keyhatu idi. Nasreddin Hoca, müstevfi (defterdar) sıfatıyla zaman zaman kendisiyle görüşüp, itimadını elde etmeyi başarmış; zulümlerine engel olarak halkın şükranını kazanmıştır.]
.
Ali Kemal'in acıklı sonu
7 Mayıs 2008 01:00
OSMANLI'NIN SON DÖNEMİNDEKİ DELİDOLU GAZETECİ TEKRAR GÜNDEMDE Londra Belediye Başkanı seçilen Boris Johnson, yakın tarihin meşhur bir simasının torunudur. Zaruretler sebebiyle ülkesiyle irtibatı kesilmiştir. Hıristiyan-İngiliz terbiyesi ile büyütülmüştür. Bu akrabalık bağının hikâyesi oldukça hazindir... Torunu Boris Johnson'un Londra Belediye Başkanı seçilmesiyle gündeme gelen Ali Kemal Bey (1867-1922) yakın tarihimizin meşhur gazeteci, yazar ve politikacılarındandı. Polemikte benzerine az rastlanır bir usta idi. Bu tavrı, kendisini acıklı bir sona sürüklemiştir. Ali Kemal Bey, aslen Çankırılı zengin bir mumcu esnafının çocuğu olarak İstanbul'da doğdu. Babası Hacı Ahmed Efendi, cami derslerini kaçırmayan ve Sultan Aziz'in katlinde üzüntüsünden hüngür hüngür ağlayacak kadar samimi idi. Annesi ise âdeta seccadeden kalkmayan dindar bir hanım idi. Ali Kemal Bey mülkiyeyi bitirdi. Avrupa'da bulundu. Jön Türklere katıldı. Sonra affedilip yurda döndü. Diplomatlıktan çiftçiliğe, yazarlıktan üniversite hocalığına kadar çok çeşitli işlerle uğraştı. Şiirler yazdı. Kitaplar kaleme aldı. Son Osmanlı kabinelerinde Maarif ve ardından Dahiliye (İçişleri) Nâzırlığı yaptı. Bir yandan da mülkiye ve edebiyat fakültesinde siyasî tarih dersleri verdi. Doğru bildiğini hiç çekinmeden söyleyen liberal bir tabiatı vardı. İTTİHAT TERAKKİ DÜŞMANI Ali Kemal Bey, baskıcı ve zalim gördüğü, hatta Masonik tesir altında dinî ve millî değerlere uzak bulduğu İttihat ve Terakki'nin amansız düşmanıydı. Sivri kalemi, onları titretti ama, kendisini partinin hışmından kurtaramadı. Gazetesi kapatıldı. Ders vermesi yasaklandı. Sürgün edildi. İttihatçılar düştükten sonra döndü. Peyam-ı Sabah gazetesindeki yazıları ile, İttihatçıların bir devamı ve âleti olarak gördüğü ve inanmadığı Ankara hükümetine olabildiğince karşı çıktı. İngilizlere direnmenin çare olmadığını düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa'yı çok ağır ifadelerle tenkit etti. ARTİN KEMAL İnönü zaferinden sonra politikasını biraz yumuşattı. Önceleri İttihatçı manevrası olarak gördüğü Anadolu hareketi lehinde anlaşılabilecek yazılar yazdı. Ama Ankara kahramanlarına karşı hissiyatı değişmedi. Muhalifleri ona "Artin Kemal" adını taktılar. Giderek ümidini kaybetti. Ancak eş-dostun kaçış teklifine de karşı çıktı. Zafer kazanıldıktan sonra, Beyoğlu'nda tıraş olduğu berber dükkânından alınarak İzmit'e götürüldü. Burada Birinci Ordu Kumandanı Sakallı Nurettin Paşa tarafından sivil giydirilmiş askerlere linç ettirildi. Ayağına ip takılarak yerlerde sürüklenen cesedi, Lozan'a giden İsmet Paşa'nın göreceği şekilde yol kenarına kurulan bir darağacına asılarak teşhir edildi. İşte Ali Kemal Bey'in hikâyesi böyle acıklı bir sonla bitti. Mamafih Nureddin Paşa'nın bu hareketi tasvip görmedi. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'da bir fedainin vursa kahraman olacağı bir insanı, vuruşma veya mahkeme kararı olmaksızın öldürmeyi cinayet olarak vasıflandırıp kınadı. BİR OĞLU DA BÜYÜKELÇİ Ali Kemal Bey, babadan kalma serveti hovardaca yeyip bitirmişti. Bununla beraber fakir ama dürüst yaşamayı tercih etmiş; nâzırlığın imkânlarından istifade etmeyi düşünmemişti. Askerî mektepler nâzırı Zeki Paşa'nın kızı Sabiha Hanım ile evlenerek, kayınpederinin himayesinde biraz rahat nefes almıştı. Onun, Büyükada'daki köşkünde otururdu. Bu evlilikten cumhuriyet devri diplomatlarından Zeki Kuneralp (1914-1998) dünyaya geldi. Bunun oğlu Selim Kuneralp şimdi Seul büyükelçimizdir. Sabiha Hanım 1990'da vefat etti. Sabiha Hanımın bir kardeşi Sedat Zeki Örs, Demokrat Parti milletvekili ve diplomat; diğer kardeşi Vedat Zeki Örs bilim adamı idi. Kızkardeşi Saibe hanım ise İşkodra müdafii şehit Hasan Rıza Paşa ile evliydi. Ali Kemal Bey'in ilk eşi, İsviçreli bir baba ve İngiliz bir anneden olma Winifred Brun idi. 1903 senesinde Londra'da evlendiği bu hanımdan Selma ve Osman adında iki çocuğu doğdu. Kadıncağız oğlunun doğumunun ardından 1909 senesinde vefat etti. Ali Kemal Bey bundan sonra üç yıl kadar İngiltere'de Wimbledon'da yaşadıktan sonra, çocuklarını anneanneleri Margareth Johnson'un yanına bırakıp ülkesine dönmek zorunda kaldı. Bilahare çocuklarını getirtmek istediyse de, savaş sebebiyle muvaffak olamadı. Ali Kemal'in 44 yaşındaki torunu Boris Johnson geçtiğimiz hafta Londra Belediye Başkanı seçildi.İNGİLİZLEŞEN TORUNLAR Ali Kemal Bey'in öldürülmesinden sonra, anneanne torunlarını birer İngiliz olarak yetiştirdi. Osman Wilfred Kemal, 1936 yılında Mısır'a giderek orada annesinin yeğenleriyle beraber çalıştı ve burada Irene Williams Bromley ile evlendi. Bu evlilikten 1940 yılında Stanley Johnson doğdu ki, The Spectator dergisi direktörü ve Muhafazakâr Parti milletvekili idi. Stanley Johnson, Bohemya asıllı Sir James Fawcett'in kızı Charlotte ile evlendi. Bu evlilikten doğan Alexander Boris Johnson 44 yaşında Muhafazakâr Parti'den Londra belediye başkanı seçildi. Boris Johnson, sık sık Türk kökenini vurgulayan bir şahsiyettir. Bu arada Ali Kemal, geçtiğimiz yıl Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin "meslek şehidi gazeteciler" listesine alınmış, bunun üzerine mevzu uzun süre tartışılmıştı. Sezarın hakkını sezara verin! Hazret-i İsa'nın zamanında Filistin Romalıların işgali altında idi. Yahudiler, Hazret-i İsa'yı Roma otoritesiyle karşı karşıya getirmek için sezara, yani imparatora vergi verilip verilmeyeceğini sordular. Hazret-i İsa, Yahudilerin niyetini sezdi. Eline bir dinar alıp bunun üzerindeki resim ve yazının kime âit olduğunu sordu. Yahudiler "Sezara!" diye cevap verdiler. Bunun üzerine, "O halde sezarın hakkını sezara, Allah'ın hakkını Allah'a verin!" buyurdu. Böylece dinin emir ve yasakları yanında, hükûmetin de dinen yasak olmayan emir ve yasaklarına uyulması gerektiğini bildirdi. Bu husus Matta İncili'nde de anlatılır (22/15-21
.
Mektepler olmasaydı
21 Mayıs 2008 01:00
OSMANLILAR'DA MEKTEP VE MEDRESELERİ FERDLER KURAR, VAKIFLAR İŞLETİRDİ Maarif Nâzırı Haşim Paşa boşuna dememiş: "Şu mektepler olmasaydı, maarifi ne güzel idare ederdim" diye. Bugün Milli Eğitim Bakanlığı'nın işi daha da zor... Mekteplerin bağlı olduğu Maarif Nezâreti 1846 yılında kuruldu. Cumhuriyetten sonra Maarif Vekâleti oldu. Sonra ne akla hizmet bilinmez, 1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığı adını alıverdi. 1950-60 arası gene Maarif Vekâleti dendi. DEVLET Mİ AİLE Mİ? Terbiye (eğitim) değil de, maarif (öğrenim) tabirinin kullanılması boşuna değil elbette. Çocuğu terbiye etmek (eğitmek), ailesinin hakkıdır. Devletin ferdleri terbiye etmek vazifesi ve hakkı yoktur. Bu, ancak totaliter devletlerde söz konusu olabilir. Antik Yunan şehirlerinden Isparta'da çocuklar küçük yaşta ailelerinden alınıp devlet için yetiştirilirdi. Modern çağda Nazi Almanya'sında, Sovyet Rusya'da vaziyet hemen hemen böyleydi. Ailelerin an'anevî ve manevî kültür aşılamasına fırsat bırakılmadan, çocuklar devletin ideolojisi istikametinde "eğitilirdi!" MEKTEPLER VAKIFTIR Osmanlı Devleti, ailelerin çocuğunu terbiye hakkına ilişmeyi aklının ucundan geçirmemiştir. Herkes tahsil imkânlarını kendisi hâsıl etmekte hür idi. Devlet, bu hususta yardımcı olabilir; ancak ferdî teşebbüsü engelleyemezdi. Bu bakımdan Osmanlılarda klasik devirde devlet eliyle kurulan maarif müessesesine rastlanmaz. Mektep ve medreseleri ferdler kurar; vakıflar yoluyla işletirdi. Binâları kendisi yapar, hocaları kendisi bulur, talebeyi kendisi seçer ve müfredatı kendisi tesbit ederdi. Devlet de bunları destekler ve kontrol ederdi. Padişah, hânedan ve devlet ricâlinin yaptırdığı medreseler de böyleydi. Hepsi şimdiki özel okullar gibiydi. Bugün İngiltere'deki sistem de buna benzemektedir. Tanzimat'tan sonra devlet bazı mektepler kurdu. Ama bu, devletin eleman ihtiyacını karşılamak içindi. Nitekim hususî maarif müesseseleri varlığını devam ettirdi. Devlet mektepleri de terbiye (eğitim) değil, maarif (öğretim) rolü üstlenmişti. HER MİLLET DİNİNİ ÖĞRETEBİLİR Kanun-ı Esasî (Osmanlı anayasası), Osmanlı vatandaşlarının umumî ve hususî tedrisatta serbest olduğu; mekteplerin devlet nezâretinde (kontrolünde) bulunduğu; ancak bunun çeşitli milletlerin dinî öğretimine halel veremeyeceği esasını hükme bağlamıştır. Devletin, bir an evvel aileye ait eğitim rolünden vazgeçip, öğretim işine bakması gerekiyor. Belki de devlet eliyle mektep kurup işletmek yerine, bu iş ferdlere bırakılsa, daha kolay olacak. Üstelik bir millî demekle millî olunmadığı da yakın geçmişte çok görüldü. Bu işe gönül verenler ne kadar iyi niyetli ve kabiliyetli olursa olsun, işin mahiyeti gereği devamlı çıkan pürüzler, onları engellemeye yetiyor. Milli Eğitim Bakanlığı denince nedense akla hep, Fransız şairi Voltaire'in, bugünkü Avusturya ile etrafındaki bir avuç toprağa hükmeden Mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu için söylediği söz aklıma geliyor: "Ne mukaddes, ne Roma, ne de imparatorluk!" SULTAN ABDÜLHAMİD'İN NAZIRI Sultan Abdülhamid'in son Maarif Nazırı olan Haşim Paşa, 1903 ile 1908 yılları arasında görevde bulunmuştu. Paşa'nın bir sözü, bugün bile şakalara mevzu oluyor. Kraliçe'nin ziyaretindeki derin mânâ! İngiltere'nin Türkiye'yi dünya siyasetinde önemli bir pozisyona doğru ittiği açıkça görülüyor. Ancak bunu, kaşımız gözümüz için yapmıyor... İngiltere Kraliçesi ülkesine döndü ama, Türkiye'ye niye geldiği suali zihinlere takıldı kaldı. Kraliçenin ziyaretlerinin rastgele olmadığını bilenler bilir. Hatta hiçbir hareketi boşuna değildir. Hepsinin sembolik de olsa bir manası vardır. Kraliçe, ülkesinde gündelik politikanın içinde değildir ama, hükümetle koordinasyon içinde hizmet eder. Mesela dış gezileri hükümetin isteği veya bilgisi ile gerçekleşir. Bu geziler, devletin yüksek menfaatleri için yapılır. GÖVDE GÖSTERİSİ Türkiye'nin, Avrupa Birliği eşiğinde demokrasi imtihanı verdiği buhranlı bir zamanında, İngiltere Kraliçesinin üçüncü ziyareti büyük önem taşıyor elbette. Kraliçe, hükümeti değil, devleti temsil eder. Başbakan gelse, bu kadar önemi olmazdı. İngiltere, Türkiye'ye destek verdiğini gösteren bir gövde gösterisi yapıyor. Amerika'nın da bu işte sadık müttefiki İngiltere ile beraber hareket ettiğini söylemek zor değil. Kraliçenin Türkiye ziyareti de böyle sembolik vurgularla doluydu bence. Hele Bursa seyahatinde ne derin manalar vardı! Bursa, Osmanlı Devleti'nin kurulup geliştiği tarihî bir şehirdir. Kraliçe buraya giderek, Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı pozisyonunu vurguladı. Yeşil Türbe'de yatan Çelebi Sultan Mehmed, Ankara Bozgunu'nun ardından yaşanan fetret devrinin külleri üzerinde tahta oturmuş, devletin ikinci kurucusu sayılan bir padişahtır. Bu da Avrupa'dan uzak, Osmanlı coğrafyasından kopuk ve Osmanlı kimliğiyle kavgalı bir devreden sonra, yeni bir başlangıç yapılması gerektiğinin işaretini veriyor. Kraliçe'nin Kur'an-ı kerim dinlemesi de, Türkiye'nin İslâm dünyasındaki önemi ve Müslüman kimliğine atıf yapıyor. Netice itibariyle İngiltere, bir asır dış siyasetinin mihverini teşkil eden ve sonunda yıkıp parçaladığı Türkiye hakkında elli-altmış senedir farklı bir politika izliyor. Dış politikada düşmanlık diye bir şey yoktur. Dünün düşmanı bugünün müttefiki olabilir. Milletlerarası münasebetler menfaat üzerine kuruludur. Geçen asrın süper gücü, 1947 yılından sonra yerini Amerika'ya bıraksa bile; güçlü istihbaratı, dengeli ve realist politikası sayesinde hâlâ dünya siyasetinde mühim bir rol oynamaya devam ediyor. OSMANLI MİLLETLERİ İngiltere'nin Türkiye'yi dünya siyasetinde önemli bir pozisyona doğru ittiği açıkça görülüyor. Bu pozisyon, Osmanlı coğrafyasında, Osmanlı mirasına sahip çıkan, dünya devletleriyle barışık, eski Osmanlı milletlerinin hâmisi, İslâm ve Türk dünyasına tarihî geleneği sayesinde liderlik eden; barışı tehdit eden radikal cereyanlara sed oluşturan demokratik, liberal ve güçlü bir devletin pozisyonudur. Bunu, kaşımız gözümüz için değil; elbette ve öncelikle dünyada Anglosakson hâkimiyetinin devamı ve güçlenmesi için istiyor. İster misiniz İngiltere, İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) gibi bir de Osmanlı Milletler Topluluğu kurmaya ön ayak olsun?
.
Fatih Roma'yı da fethetseydi
28 Mayıs 2008 01:00
İSTANBUL'UN FETHİNİN 555. YIL DÖNÜMÜNDE BÜYÜK PADİŞAHI ANIYORUZ Fatih, tarihte emsaline rastlanmayan meziyetlere sahip büyük bir hükümdardı. İtalya bile birliğini kurmak için onun ordularının yolunu gözlemişti. Çağ açıp, çağ kapayan Sultan II. Mehmed Han'ın, İstanbul'a girişini tasvir eden tablo... Tarihte her padişah bir yönüyle ön plana çıkmıştır. Mesela Yavuz Sultan Selim askerlik, Kanuni Sultan Süleyman devlet adamlığı, Sultan II. Abdülhamid diplomasideki maharetleri ile tanınmışlardır. Fatih Sultan Mehmed ise her sahadaki üstünlüğü ile tanınmıştır. Sadece devlet adamlığı, askerlik ve diplomaside değil, ilim, fen, edebiyat gibi hususlarda maharetini ispat etmiştir. Bu bakımdan Fatih, Avrupa'da bile emsaline az rastlanır tam bir Rönesans hükümdarıdır. Öyle ki bazıları böylesine üstün meziyetlere sahip bir hükümdarın Türk ve Müslüman olamayacağı vehmine kapılmışlardır. Fatih'in aslında Hıristiyan olduğunu, çünki Müslümanlar arasından böyle bir insanın çıkamayacağını söylemişlerdir. Kimileri Fatih'in annesinin Avrupalı olduğunu, üstün vasıflarını, annesinin Avrupaî terbiyesine borçlu olduğunu iddia etmişlerdir. Hurufî mezhebine mensup olduğunu bile söyleyenler çıkmıştır. NE GÜZEL KUMANDAN! Bunlar, Fatih gibi müstesna bir insan yetiştirememe psikolojisinin getirdiği batıl saplantılardır. Fatih Sultan Mehmed, Türklerin şanlı bir boyuna mensup hükümdar bir babadan ve yine soylu bir Türk beyinin kızından dünyaya gelmiştir. Müslüman olarak doğmuş, Müslüman olarak yetişmiş ve Müslüman olarak ölmüştür. Müslümanlığı samimi ve dindar bir müslümanlıktır. Asla mutaassıp değildir. İtikadı düzgündür. Saraya kadar sokulan Hurufîleri cezalandırarak, dinin sâfiyetini korumakta büyük hizmeti geçmiştir. Zamanın en üstün âlimlerinden ders almış; adeta bir İslâm bilgini seviyesine yükselmiştir. Yalnızca dinî hususlarda değil, fendeki mahareti de herkesin malumudur. Havan topunu bulan Fatih'tir. İstanbul Üniversitesinin kurucusudur. Hazırlattığı anayasa ve kanunlar ile devlet teşkilatını geliştirmiştir. Anadolu birliğini kurup, yaptığı fetihlerle devleti imparatorluk hâline getirmiştir. 'Avnî' mahlasıyla yazdığı şiirler pek güzeldir. Ülkeyi donattığı hayır eserleri, âlimlere hürmeti ve hatta menkıbeleşen hayatı, tertemiz şahsiyetine kâfi delil teşkil eder. Hazret-i Peygamber'in "Kostantiniyye (İstanbul) elbet bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandandır. Onun askeri ne iyi askerdir" sözüyle methettiği mükemmel bir insandır. Önce olduğu gibi, İslâm tarihinde de İstanbul'un fethine çokları teşebbüs etmiş; ama muvaffak olamamıştır. Bu bakımdan Fatih, daha 21 yaşında iken bütün İslâm dünyasında fevkalade bir itibar kazanmıştır. Bugün bile Müslümanlar arasında kendisini tanımayan ve minnetle anmayan yoktur. Fatih, İslâm ve Türk tarihinin, hatta insanlığın bir iftihar vesilesidir. İTALYA'NIN ÜMİDİ Bizans ve Pontus taçlarını da ele geçirerek bir bakıma Doğu Roma İmparatoru sıfatını kazanan Sultan Fatih, İstanbul'un fethiyle yetinmedi. Hazret-i Peygamber'in "Ümmetim Kayser'in (Sezar'ın) şehrini (Roma'yı) almadıkça, kıyamet kopmaz" sözünü de gerçekleştirmek üzere Roma'nın fethine girişti. Böylece Türkler Avrupa'nın kalbine yerleşecek; Viyana ve sair beldelerin fethi de kolaylaşacaktı. Bu sayede bütün Avrupa Osmanlıların önünde dize gelmiş olacaktı. İtalya'nın fethi, İslâmiyetin de Avrupa'da süratle yayılmasının önünü açacaktı. Belki de tarihin çığırı değişecekti. Osmanlı ordusu, 1480 yılı Ağustos'unda "çizmenin topuğu" Otranto'yu fethederek İtalya yarımadasına ayak bastı. O zamanlar İtalya irili ufaklı devletçiklere bölünmüştü. Bunların içinde en güçlüleri Venedik ve Papalık idi. İtalya'nın en zengin devletlerinden Floransa, Güney İtalya'yı elinde tutan Napoli ile bunun müttefiki olan Aragon krallıklarıyla harb hâlindeydi ve iyice sıkışmıştı. Osmanlı Devleti ise Venedik'i yıkmak için açıktan Floransa'yı destekliyor; hatta burada daimî bir Osmanlı elçisi bulunduruyordu. Fatih'in İstanbul'u fethinden sonra, 1455'te Floransalılara Osmanlı ülkesinde rahatça ticaret yapma imkanı tanınmıştı. Bu arada Pera, yani Beyoğlu'nda Floransa'dan gönderilen bir konsolos faaliyetteydi. Her yıl iki-üç kadırga, ticaret maksadıyla bu ülkeden İstanbul limanına gelirdi. Floransa, zenginlik ve refahını, kendisine büyük ticarî imtiyazlar veren Fatih sayesinde sağlamıştır. Fatih'in İtalya'ya çıkışı da Floransa'nın işine yaramış; hatta Floransa dukası Lorenzo di Medici, Fatih'in resmini taşıyan madalyonlar kestirtmişti. Lorenzo, Fatih'in Güney İtalya'yı fethedeceğini hesaplayarak kendisinin de ileride buna tâbi olacağını; böylece İtalya birliğinin kurulacağını hesaplamıştır. Şurası bir gerçektir ki, İtalyanların çoğu, İtalya'nın Türkler tarafından fethini, en az Türkler kadar arzulamıştır. VENEDİK TELAŞLI İtalyanlar, İtalya'da Osmanlı hâkimiyetini, İspanyol kökenli bir hânedanın hüküm sürdüğü Napoli krallığına tercih etmekteydi. Fatih ise, İtalya ile yakından ilgileniyor; İtalyan devletleri arasındaki ihtilafları ise yakından izliyordu. İstanbul'daki İtalyan diplomatlar, sultanın ileride İtalya'yı fethetmeyi planladığını ülkelerine bildiriyordu. Venedik, Osmanlıların Güney İtalya'daki fetihlerini resmen tanımıştı. Nitekim buralar vaktiyle zaten Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu'na aitti. Bu da Venedik'in Fatih'i aynı zamanda Doğu Roma İmparatoru tanıdığını göstermektedir. Venedik tarafından Fatih'in şerefine basılan üç taçlı madalyonlarda bu husus açıkça görülmektedir. Öte yandan Floransa ile Osmanlı Devleti arasında mükemmel bir münasebet kurulması, Venedik ile bu ülkenin arasını iyice açmıştır. Sultan Fatih, 1481 yılında muhtemelen Mısır üzerine bir sefere çıktı. Ancak zaten öteden beri gut hastalığından muzdarip padişah, daha seferin başında vefat etti. Bu seferin ardından padişahın İtalya üzerine yürüyeceğini düşünen Venedik, çok endişelendi. Venedik, Papalık'ın da tahrikiyle, Türklerin yarımadaya çıkmasını kendi hakimiyetleri açısından tehlikeli gördü ve engellemeye çalıştımıştır. Bu sebeple Fatih'in, saraya kadar sokulan Venedik casusları tarafından zehirlendiğini söyleyenler vardır. Bu ölüm derhal Osmanlı ülkesindeki İtalyan diplomatlar tarafından "La Grande Aquila e Morta! (Büyük Kartal öldü)" cümlesiyle Venedik ve kısa bir zaman sonra da Roma'da bulunan Papa'ya kurye gönderilerek bildirilmiş; İtalya'da günlerce toplar atılıp, şenlikler yapılmıştır. Fatih'in vefatıyla, Floransalıların ümitleri ve İtalya'nın birleşmesini hayal edenlerin hayalleri dört asır için suya düşmüştür. Bu zaman zarfında İspanyollar, Avusturyalılar ve Fransızlar tarafından işgale uğrayan İtalya, birliğini ancak 1860 yılında sağlayabilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman, Roma'nın fethini kuzeyden, Viyana üzerinden gerçekleştirmeye çalışmışsa da, muvaffak olamamıştır. Lorenzo di Medici ÜÇ TAÇ, ÜÇ İMPARATORLUK Desenini ressam Bellini'nin yaptığı Venedik madalyonunun ön yüzünde cihan padişahının portresi, arka yüzünde de Osmanlı, Doğu Roma ve Trabzon Pontus imparatorluklarını temsil eden üç taç bulunmaktadır
.
AĞLAMA DUVARI
1 Haziran 2008 01:00
 Merkezi Babil şehri olan ve Samî ırkından Keldanîler, Ay'a, Güneş'e ve yıldızlara tapınırdı. Bunları temsil eden çeşitli putlar yapmışlardı. Hazret-i Nuh'un oğlu Sam'ın neslinden gelen ve tek tanrıya inanan yarı göçebe bir kavme mensup Hazret-i İbrahim, kendilerine peygamberliğini tebliğ etmeye başlayınca, O'na inanmadılar ve hayli baskılar neticesi Mısır'a kaçmaya mecbur ettiler. Hazret-i İbrahim bilahare Filistin'e yerleşince, Milâttan Evvel 2300 yıllarından itibaren, kavmi de gelip burada yurt tuttu. Filistinliler bunlara Ürdün nehrinin karşı tarafından geldikleri için İbranî adını verdi. Heb-ru karşı taraf, Hebrunî (İbranî) karşı tarafın adamları manasına gelir. İBRANİLERDEN İSRAİL OĞULLARINA Hazret-i İbrahim'in iki oğlundan Hazret-i İsmail Mekke'ye yerleşti; diğeri Hazret-i İshak babasının yanında kaldı. Daha babalarının sağlığında Hazret-i İsmail Hicaz ve Yemen, Hazret-i İshak da Şam havâlisine peygamber olarak gönderildi. Hazret-i İshak'ın oğlu Hazret-i Yakub da dedesinin sağlığında Şam ile Kudüs arasındaki Ken'anîlere peygamber olarak gönderildi. Hazret-i Yakub'un diğer ismi İsrail idi. İsrail, Allah'ın kulu manasına gelir. Bunun için, Hazret-i Yakub'un on iki oğlundan çoğalan insanlara, Benî İsrail, yani İsrail oğulları denir. Artık bu adı alan İbrânî cemiyeti, aynı soydan gelen ferdlerden teşekkül etmeye başlamış; bu on iki kabile dışındakiler zamanla yok olmuşlardır. VA'DEDİLMİŞ TOPRAKLAR Hazret-i Yakub'un oğullarından Hazret-i Yusuf, başından pek çok macera geçtikten sonra Mısır'da maliye nazırı oldu. Babası ve kardeşlerini Ken'an diyarından, yani Filistin'den Mısır'a getirdi. Böylece o zaman topu topu yetmişiki kişi olan İsrail oğulları, Mısır'a yerleşti. Dört asır burada rahat bir hayat sürdüler. Sonradan büyük bir zulüm ve sıkıntıya uğradılar. Hatta köleliğe düştüler. Onları bu sıkıntılardan kurtaran ve Arz-ı Mev'ud, yani Rab tarafından va'dedilmiş topraklara (Filistin'e) götüren, Hazret-i Musa oldu. Yolda Tur dağında Hazret-i Musa'ya Tevrat ve On Emir indi. Hazret-i Musa, nüfusu iki milyona ulaşan halkıyla Lût Gölünün güneyine kadar geldi. Ken'an ilini uzaktan gördükten sonra vefat etti. Yerine geçen yeğeni Hazret-i Yuşa Kudüs'ü Amâlika kavminden aldı. Amâlika, bugünki Filistinlilerin atalarıdır. O zaman putperest idiler. BEYT-İ MAKDİS YAPILIYOR Hazret-i Davud ile oğlu Süleyman, peygamberlikle hükümdarlığı uhdesinde birleştirdi. Milattan Evvel 1020 senesinde, Hazret-i Davud hükümdar oldu. İsrail oğullarının en parlak zamanı başladı. M. E. 973'te vefat edince yerine geçen oğlu Hazret-i Süleyman, babasının hazırlattığı yere Finikeli mimarlara Mescid-i Aksâ adındaki meşhur ve muhteşem mabedi yaptırdı. Buna Beyt-i Makdis de denir. 7 sene süren inşasında çok kıymetli malzeme kullanıldı. Uzaktan bakılınca, bir altın parçası gibi pırıl pırıl parlar, görenleri hayran bırakırdı. İçinde Tevrat, On Emir ve diğer emanetler bulunan Tâbût-ı Sekîne'yi, yani mukaddes sandığı, bu mabedin bir odasına koydurttu. Hazret-i Süleyman'a kadar İsrail hükümdarları saray nedir bilmezlerdi. Evleri, en adi bir köylü evinden farksızdı. Hazret-i Süleyman Kudüs'ü imar etti. Birçok binalar, saraylar, bahçeler, havuzlar, mabedler yaptırdı. Onun zamanında Kudüs dünyanın en zengin, en güzel şehri idi. Denebilir ki, dünyada şimdiye kadar hiçbir hükümdar, Hazret-i Süleyman gibi muhteşem ve masallara benzeyen bir hayat sürmemiştir. TALMUD'UN MİRASI: YAHUDİLİK Daha önce on iki kabileye ayrılmış olan İsrail oğulları, Hazret-i Süleyman'ın vefatından sonra iki devlete bölündüler. On kabile İsrail devletini, diğer ikisi Yahuda devletini kurdu. İsrail devleti M.E. 721'de Asurlular, sonra da Yahuda devleti M.E. 586'da Babilliler tarafından yıkıldı. 587 senesinde Asurlu hükümdarı Buhtunnasar Kudüs'ü yakıp yıktı. Yahudilerin çoğunu öldürdü. Kalanlarını da, Babil'e sürdü. Bu karışıklıkta Tevrat nüshaları ortadan kayboldu. Hazret-i Uzeyr'den başka kimsenin ezberinde değildi. Zamanla birçok yerleri unutuldu, değişikliğe uğradı. Muhtelif kimseler, hatırlarında kalan âyetlerini yazarak, Tevrat isminde çeşitli risaleler meydana geldi. Yahudi dininin bir de sözlü kaynağı vardır: Talmud. Hazret-i Musa'nın sözleri olduğuna inanılan hususlar, nesilden nesile nakledilerek nihayet Yahuda adlı bir haham tarafından milâdın ikinci asrında kitap haline getirildi. Musevi dinine artık Yahudilik denmesi, bu hahama izafeten olmuştur. İran hükümdarı Şireveyh, Asurluları yenince, M.E. 539 senesinde Yahudilerin tekrar Kudüs'e dönmelerine izin verdi. Yahudiler, M.E. 520 senesinden sonra Mescid-i Aksâ'yı yeniden tamir ettiler. M.E. 63 yılında Kudüs, Romalı kumandan Pompeus tarafından alındı. Pompeus, Kudüs şehrini ve Süleyman Mabedi de denilen Mescid-i Aksâ'yı ateşe verdi. Böylece Yahudiler, Roma hakimiyetine girdiler. M.E. 20 yılında Romalıların Filistin'deki Yahudi valisi Herodes, mabedi tekrar yaptırdı. MABED YANIYOR Yahudiler Roma hakimiyetine baş kaldırdılar. Fakat Milâdın 66. yılında Romalı kumandan Titus, Kudüs'ü tamamen yakıp yıktı. Şehri viraneye çevirdi. Bu arada Beyt-i Makdis de yandı. Sadece Ağlama Duvarı diye bilinen batı duvarı kaldı. Titus'un, katliamından sonra Yahudiler bölük bölük Filistin'i terk ettiler. Romalıların emrinde çalıştırılmak üzere, Mısır'a sevk edildiler. Böylece dünyanın her yerine yayıldılar. Bizanslılar, Emevîler, Memlükler ve Osmanlılar Beyt-i Makdisten arta kalanı muhafaza ettiler. Mescid-i Aksâ, Müslümanlarca da en mukaddes üçüncü mabed sayılır. Emevî halifesi Abdülmelik, Hazret-i Muhammed'in miraca yükseldiği kayanın üzerine Kubbetü's-Sahra'yı yaptırdı. Altın kubbesi pırıl pırıl parlayan bu bina, bugün bile Kudüs'ün sembolü sayılır. Mescid-i Aksâ'nın olduğu yere ve Ağlama Duvarının bitişiğine, Emevî halifesi Velid, cami inşa ettirdi. Kanuni Sultan Süleyman Kudüs'e son hâlini verdi. Yahudilerin ha-Kotel ha-Ma'aravi (batı duvarı) adını verdikleri duvara, Hıristiyanlar Ağlama Duvarı dediler. 18 m yüksekliğinde, 485 m uzunluğundadır. Taşlarının 24 sırası toprak üzerinde, 19 sırası yer altındadır. 6 m de yer altında vardır. Bazı taşları 12x1m ebadında ve 100 tondan fazla ağırlıktadır. En üstteki 11 sıra Müslümanlardan; geri kalanı da Hazret-i Süleyman'dan değil, Herodes'ten kalmadır. Ağlama Duvarı, yüzyıllarca Yahudilerdeki millî ve dinî şuuru ayakta tuttu. Kurtarıcı Mesih inancı da, bu şuurun devamını temin etti. Yahudi inancına göre, "Bu duvar yıkılmayacak ve Rab, mabedin batı duvarını asla terk etmeyecektir!" Bu inanca göre Süleyman Mabedi'ni yeniden inşa edecek olan Kurtarıcı Mesih'tir. 2 BİN YILLIK RÜYA Kudüs, Müslümanların eline geçtikten sonra Yahudilerin buraya gelip ibadet edebilmelerine müsaade edildi. Bölgede Yahudi nüfusunun artmasından sonra Yahudiler, Ağlama Duvarı önüne sıralar, masalar koymak ve o bölgedeki evleri yıkmak istedilerse de Müslümanlar buna mani oldu. 1929 senesinde Ağlama Duvarı sebebiyle Müslümanlarla Yahudiler arasında hadiseler çıktı. Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından kurulan bir heyet, duvarın Müslümanların mülkiyetinde olduğuna ve Yahudilerin orada dua edebileceklerine karar verdi. 1967 yılında İsrail Kudüs'ü işgal etti. Yahudiler, Ağlama Duvarı önünde toplanıp 2000 yıllık rüyanın gerçekleşmesini coşkuyla kutladılar. Bugün dünyanın her tarafından gelme Yahudiler, Ağlama Duvarı önünde sallanarak dua eder; Süleyman Mabedi'nin ayakta olduğu günlerin yasını tutarlar. YAS TUTUYORLAR Her yıl dünyanın dört bir köşesinden Ağlama Duvarı'nı ziyaret için Kudüs'e akın eden Yahudiler; Süleyman Mabedi'nin ayakta olduğu günlerin yasını tutuyor
.
Padişahlar HAC KONUSUNDA mahpus gibiydi
11 Haziran 2008 01:00
Hükümdarlar tek başlarına ata binip, hacca gidemezdi. Bir hükümdarın hac gibi uzun bir yolculuğa çıkması; amme nizamını bozabilirdi. Çünkü; taht en az üç ay boş kalacaktı. Bu sebeple; padişahlar hapisteki bir şahıs gibi görülmüştür. Padişahlar HAC KONUSUNDA mahpus gibiydi GENÇ OSMAN MUKADDES TOPRAKLARA GİTMEK İSTEYİNCE BAŞINA GELMEDİK KALMADI Zaman zaman hacca gitmediklerini dile getirip, padişahları töhmet altında bırakmak âdet oldu. Sosyoloji, hukuk gibi yan dallara vâkıf olmadan tarih yazılamayacağı, bir kere daha anlaşılıyor... Padişahlar hacca gitmediler ise, elbette bunun bir sebebi vardır. Şunu öncelikle söyleyelim ki, Türk-İslâm kültüründe, padişahların da herkes gibi icraatında öncelikle Allah'a karşı mesul olduğuna; vazifelerini dine ve hukuka uygun yapıp yapmadığının hesabını mahkeme-i kübrâda vereceklerine inanılır. O halde dinlerine bağlılıkları kaynaklarda sıkça geçen, ülkeyi hayrat eserleriyle donatan, harb meydanlarında canını ortaya koyan padişahlar, acaba niye hacca gitmemiştir? MAHPUS HÜKMÜNDEDİR İslâm âlimleri, hükümdarın ve onun makamındaki emirlerin (vali ve şehzadelerin), hacca gitmekte mazur olduğuna fetvâ vermiştir. Nitekim meşhur İslâm hukukçusu İbni Âbidîn, Reddü'l-Muhtar hâşiyesinin ikinci cildinin 146. sahifesinde şöyle yazıyor: "Meydânî'nin Kudûrî'ye yaptığı Lübâb şerhinden, o da Şemsü'l-İslâm Serahsî'den naklen, arzederiz ki, sultan ve sultan mânâsındaki emîrler [vâli ve şehzâdeler] mahpus hükmündedir. Binaenaleyh içinde kul hakkı olmayan malından kendi namına birini hacca göndermesi icab eder. Mezkûr şekilde aczi tahakkuk eder de, ölünceye kadar devam ederse böyle yapılır." Bir hükümdarın hac gibi uzun bir yolculuğa çıkması, pek çok bakımdan amme nizamını bozabilir. Bu sebeple hükümdarlar mahpus hükmünde, yani hapisteki bir şahıs gibi görülmüştür. Nitekim haccın bir vücub, bir de edâ şartları vardır. Haccın bir insana vâcib olabilmesi için, o şahsın hacca gitmeye kâdir olması gerekir. Nitekim haccı emreden Kur'an-ı kerim âyetinde bu güç yetirebilme hususu açıkça vurgulanmıştır. GERİDEKİLERE NE OLACAK? Haccın farz olması için, hacca gidip dönmeye ve bu zaman zarfında ailesinin nafakasını karşılamaya yetecek kadar parası olması şarttır. Hükümdarlar Ahmed, Mehmed gibi tek başlarına ata, deveye binip de hacca gidemezdi. Yanında maiyetini götürmek istese, bu da kolay değildi. Padişahın ailesi bütün bir harem ve saray halkıdır. Bunların masrafını bizzat padişah karşılamaktadır. Yol emniyeti de haccın edâsının şartlarındandır. Çöl hiçbir zaman eşkıyadan hâli olmamıştır. Eşkıyaların padişahı yakalayıp esir aldıklarını, öldürdüklerini, düşmana sattıklarını veya fidye istediklerini tasavvur edebiliyor musunuz? O zamanın şartlarında padişahın yalnız başına hacca gitmesi mümkün değildir. Yanlarında bir muhafız ordusu götürmeleri beklenemez. Üstelik pâyitahtın en az üç ay boş kalması da mahzurdan uzak değildir. Yolda ve gittiği yerde hükümdarın karşılaşacağı tehlikeler de cabasıdır. BAŞINA NELER GELDİ Osmanlı tarihinde ilk defa hacca gitmeye niyetlenen hükümdar Sultan II. Osman'dır. Onu da zamanın ulemâsı bu gerekçelerle vazgeçirmeye çalışmıştı. "Padişahlara hacca gitmek farz değildir" demişlerdi. Genç padişahın, dinlemeyip hacca gitmeye teşebbüs ettiği için başına gelen felâketler, çok ibretlidir. Bu yolda, önce tahtını; sonra canını kaybetti. Evet, Emevî ve Abbasî halîfelerinden hacca gidenler vardır. Onların hacca gitmeleri o devir için bir mahzur doğurmamıştı. Ama devir değişmiş, mesafeler uzamıştır. Kaldı ki hükümdarlar için hacca gitmemek bir ruhsattır. Halife Harun Reşid 9 defa hacca gitti diye diğerleri de gitmeliydi denemez. Harun Reşid kendisine tanınan ruhsattan istifade etmeyi tercih etmemiştir. İşini bir fetvâya uyarak yapana, artık niye böyle yaptı denemez. Bu bakımdan hacca gitmemeleri, Osmanlı padişahlarının dindarlıkları için bir ölçü teşkil edemez. Nitekim padişahlar, hacca gitmeye kâdir iken hükümdar olmuşlarsa, hacca gitmeyip, yerlerine bedel (vekil) gönderirler. Hacca gitmeye kâdir olmadan hükümdar olmuşlarsa, bedel göndermeleri de gerekmez. Özürleri ortadan kalkınca, hac kendilerine farz olur. BEDEL GÖNDERDİLER Osmanlı padişahları tamamen kendilerine şer-i şerîfin tanıdığı ruhsattan istifade edip, ülkenin birliğini, milletin dirliğini düşünerek hacca gitmemiştir. Mükellef olanları yerlerine bedel göndermiştir. İki defa tahttan feragat etmesiyle tanınan Sultan II. Murad'ın hacca bedel gönderilmesini vasiyet ettiğini biliyoruz. Vasiyetin metni bugün elimizdedir. Sultan Vahîdeddin ise tahttan indirildikten sonra hac ve ikâmet maksadıyla gittiği Hicaz'da hummaya yakalanmış ve haccı edâ edememiştir. Şehzâde Cem, sürgünde iken haccı edâ etmiş; padişah kızlarından da hacca gidenler olmuştur. Hac farîzası önemsenmiyor olsaydı, bunlar da gitmezdi. AYAKLARI YANMASIN Osmanlı padişahlarının Mekke ve Medine'ye hizmetleri dillere destan olmuştur. Mesela selden yıkılan Kâbe-i Muazzama'nın bugünkü binasını Sultan IV. Murad inşa ettirdi. Medine'de gölgesinde Hazret-i Peygamber'in medfun bulunduğu Kubbe'yi Hadrâ'yı Sultan II. Mahmud; Mescid-i Nebevî'yi de oğlu Sultan Abdülmecid yaptırdı. Her iki mescidin tefrişatı, tamiratı, minareleri, aydınlatılması hususunda da çok hizmetleri olmuştur. Hacıların bedava kalacakları yerler inşa ettirmiş; su yolları yaptırmışlardır. Sahabe kabirlerine zarif türbeler kondurmuşlardır. Bu mukaddes mekânlara kıymetli sanat eseri yadigarlar, Mekke ve Medine ileri gelenlerine hediyeler ve belde fakirlerine sadakalar götürmek üzere her sene Surre Alayları göndermişlerdir. Sultan Mecid, tavaf eden hacıların ayakları sıcaktan yanmasın diye, Kâbe'nin zeminine kâşî tuğlalar döşetmiş; üstelik tevazuundan hacıların ayakları altında kalacak şekilde her birinin altına da ismini yazdırtmıştı. Ölüm döşeğinde iken Medine'den gelen mektubu zorla ayağa kalkarak dinlediği meşhurdur. Bu gibi misaller saymakla bitmez. Mukaddesata sövmenin cezası İslam hukukunda Allah ve peygambere sövenlere din âlimleri tarafından nasihat verilip şüphesi giderilmeye çalışılırdı. Eğer suçunda ısrar ederse mahkeme idamına karar verirdi. Suudi Arabistan'da iki Türk vatandaşının, Allah ve peygambere sövdükleri gerekçesiyle idam cezasına çarptırıldığını gazetelerde okuduk. İslâm hukukunda, Müslüman olduğu halde, zorlama olmaksızın, dinini terk etmeye veya İslâm dininin prensiplerinden birini inkâr, tahkir veya alay etmeye irtidad, bunu yapana da mürted denir. Allah ve peygambere sövmek de bu suçun içindedir. Bu suçu işleyenlere önce din âlimleri tarafından nasihat verilip şüphesi giderilmeye çalışılırdı. Mühlet isterse, üç gün mühlet verilirdi. Bu zaman zarfında pişmanlık bildirirse veya suçunu inkâr ederse kabul edilirdi. Aksi takdirde mahkeme idamına karar verirdi. Bu hususlar Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile, ayrıca Hazret-i Peygamber'in tatbikatıyla sabittir. İslâm dininden çıkmak isteyen kimse, ya İslâm ülkesini terk edecek; yahud da bu kanaatini izhar etmeyecektir. Çünkü ceza, suçunu açıklayana verilirdi. DEVLETE SAVAŞ AÇMIŞ GİBİ İrtidad, dine dayalı bir düzende, devlete ve cemiyete karşı işlenen suçlardan sayılmıştır. Mürted, vazgeçtiği dinin esasları üzerine bina edilmiş olan devlete savaş açmış kabul edilirdi. Ancak İslâm dünyasında irtidad sebebiyle idam edilenlere fazla rastlanmazdı. Çünkü bu suçu işleyen, öldürüleceğini bilirdi. Bu sebeple ya irtidadını ifşâ etmez; yahud öldürüleceğini anlayınca tövbesini bildirip kurtulmayı tercih ederdi. Bugün de dünya ceza kanunlarında insanların mukaddes bildiği şeylere sövmek suçtur ve bu kadar ağır olmasa da cezalandırılır. Dileriz bu sıkıntılı hâdise de tatlıya bağlanır
.
Şkipetarlar...
2 Temmuz 2008 01:00
DÜNYADA BİR TEK BİZ, ONLARA ARNAVUD DİYORUZ Kosova'nın istiklali ile ikinci bir Arnavud devleti kurulmuş oldu. Avrupa'nın bu 4. Müslüman ülkesinin anayasası da yürürlüğe girdi ama Sırpların itirazı hâlâ sürüyor Arnavudlar, Balkanlar'ın batısında yaşayan bir halktır. Lisanları Avrupa'daki hiçbir halkın lisanına benzemez İri-yarı, zeki ve sert mizaçlı bir kavim olan Arnavudlardan Sultan Abdülhamid sarayı için bir muhafız alayı kurmuştu  Kosova'da yaşayan Arnavudlar sonunda istiklaline kavuştu. Kendilerini de Rusya'nın kırgınlığını göze almak pahasına en önce Türkiye tanıdı. Bu, aynı zamanda ikinci bir Arnavud devleti manasına geliyor. Kosova ve Arnavudluk, 1913 yılına kadar beş asır birer Osmanlı vilâyetiydi. Beş on sene müstakil yaşadıktan sonra bütün Arnavud ülkesi komünistlerin eline düştü. Şimdi eski Osmanlı vilâyetleri birer ikişer müstakil devlet hâline geliyor. Sırplardan fethedilen Kosova, Türklerin Haçlı ordusunu iki defa durdurup bozguna uğrattığı tarihî bir beldedir. Hatta bu harblerin ilkinde şehid düşen Sultan Murad Hüdâvendigâr'ın makamı da buradaki mühim bir ziyaretgâhtır. Bu bakımdan her Türk'ün gönlünde Kosova'nın apayrı bir yeri vardır. YUNANİSTAN'IN KADİM HALKI Kosova'nın ekseriyetini teşkil eden Arnavudlar, Balkanlar'ın batısında yaşayan bir halktır. Nitekim lisanları da Avrupa'daki hiçbir halkın lisanına benzemez. Milattan bin sene evvel Keltlerle beraber Kafkasya'dan batıya göç eden Pelajların torunları olduğu söylenir. Traklar, Frigyalılar ve eski Makedonlar ile akraba olan Pelaj (Pelasiç) kavmi, önceleri Yunanistan ve Yunan adalarına kadar inmişti. Batı Anadolu'dan gelen İyonyalılar, VI. asırda Yunanistan'ın bu kadim halkını, kuzeye sürdü. Bunlardan sadece İllirya'ya yerleşenler millî hususiyetlerini muhafaza ederek bugünkü Arnavud kavmini teşkil etti. 1314 (1898) tarihli Kosova Vilâyeti Salnamesi (yıllığı) bunları etraflıca anlatıyor. Arnavud ülkesi, İtalyan ve Rum hükümdarların elinde iken, Osmanlılarca fethedildi. Bunun üzerine halkının çoğu toprak sahibi üçte ikisi Müslümanlığı kabul etti. Müslüman olmayanlardan bir kısmı Güney İtalya ve Sicilya'ya göçtü. Bugün bile burada on binlerce kişi Arnavudca konuşur. SER VERİR SIR VERMEZ Gürcü, Çerkez, Boşnak ve Pomaklar gibi Arnavudlar da Osmanlı Türkleri vesilesiyle Müslüman olmuş bir halktır. Bu sebeple Hanefîdirler. Osmanlı ricali arasında Arnavud asıllı olanların sayısı az değildir. Üç büyük sadrazam, Yemen fatihi Sinan Paşa, Ferhat Paşa ve Köprülü Mehmed Paşa Arnavud asıllıydı. Arnavudlar, misafirperverlikleri, namus, gelenek ve şereflerine düşkünlükleri ve besa dedikleri ahde vefalarıyla tanınırlar. "Ser verir, sır vermez!" diye bilinirler. Osmanlıların İşkodra, Yanya, Selanik, Manastır, Kosova vilayetleri ile Yenipazar Sancağında yaşarlardı. Arnavudlar, kuzeyde Geg, güneyde Tosk adıyla birbirinden lehçe ve gelenek itibariyle farklı iki büyük kola ayrılır. Arnavudlar, Latin alfabesini ilk defa (1908) kabul eden Müslüman halktır. İri-yarı, zeki ve sert mizaçlı bir kavim olan Arnavudlardan, Sultan Abdülhamid sarayın muhafazası için bir tüfenkçi alayı kurmuştu. Bunlara sarıksız zuaf alayı denirdi. II. Meşrutiyet'in ilanında da Arnavudların mühim rolü oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları arasında çok Arnavud vardı. Şemseddin Sami, Mehmed Akif, Hoca Tahsin gibi Osmanlı entelektüelleri Arnavud asıllıdır. Arnavud mutfağı da hayli zengindir. Arnavud ciğeri, Arnavud böreği, Elbasan tava gibi yemekleri Osmanlı mutfağına girmiş ve tutulmuştur. Arnavudçada Türkçe pek çok kelime vardır. Rumeli'nin kaybından sonra çok sayıda Arnavud, Anadolu'ya hicret etti. KARTAL YUVASI Arnavudlar kendilerine Arnavud demezler. Şkipetar derler. Ülkelerinin resmî adı da Shqipiria. Şkipetar, mahallî lisanda kartal demektir. Nitekim orijinal Arnavud bayrağında da kırmızı zemin üzerinde iki başlı siyah bir kartal vardır. Ama başkaları onları böyle tanımıyor. Bütün dünya bu ülkeye Albania diyor. Araplar Elbânî diyor. Bir tek biz Türkler Arnavudluk diyoruz. Nitekim Lübnan'da yaşayan Arnavud asıllı bir ahbabım bana bunun sebebini sormuş; Arnavud kelimesinin orijinini merak ettiğini söylemişti. Arnavud kelimesi hakkında efsanevî bir izah var. Rivayete göre vaktiyle Suriye ile Arabistan arasındaki Gassan ülkesinin Hıristiyan hükümdarı Cebele bin Heysem, Hazret-i Ömer'in ülkesini fethi üzerine maiyeti ile beraber Bizans'a ilticâ ediyor. Çok zahmetli bir yolculuk yapıyorlar. Yolda maiyeti dönmeyi teklif ediyor. Cebele onlara kendi dili olan Arapça ile tesirli bir konuşma yapıyor ve sonunda "Ârun en naûd" [Dönmemiz ardır, utançtır!] diye bağırıyor. Hepsi bu sloganı yüksek sesle haykırıyorlar. Bizans imparatorunun Arnavudluk bölgesine yerleştirdiği bu topluluğa bundan dolayı Arnavud deniyor. Bu isim, sonradan orada yaşayan herkesin adı oluyor. Arnavudların ne sebatkâr insanlar olduğu düşünülürse, bu hâdisede gerçek payı bulunduğuna doğrusu insanın inanası geliyor. ARVANİD SANCAĞI Efsane bir tarafa, Arnavud kelimesi Osmanlıca Arvanid kelimesinin metatezli varyantıdır. Yani harf değişmesiyle oluşmuş şeklidir. Eski Yunanlıların Arvanitis veya Arbanites dedikleri Arbena ülkesinin isminden gelir. Arbenalar, antik çağlarda buraya yerleşen Âri ırktan bir topluluktur. Rumlar, b harfini telaffuz edemediği için, Arvaniya demişlerdi. Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedildikten sonra, burada Arvanid sancağı kurulmuş; halkına da böyle denmişti. Arvanid, zamanla Arnavud'a dönüşmüştür. Kısacası Arnavud kelimesi, Arnavudluk ülkesinin tarihî ismi olan Arbanites'den geliyor.  Şkipetar, mahallî lisanda kartal demektir. Nitekim orijinal Arnavud bayrağında da kırmızı zemin üzerinde iki başlı siyah bir kartal vardır. 'Hanımımın ismini nasıl sorarsın' isyanı Arnavudların namus ve geleneklerine düşkünlükleri, tarihî hadiselere sebebiyet vermiştir. 1911 senesinde Arnavud isyanı çıkmıştı. Bu isyanın çıkış sebebi de çok enteresandır. Bir nüfus sayımında, memurlar sayım yaptıkları erkeklere tabiî olarak hanımlarının isimlerini sordu. Hanımının ismini sormak Arnavudlarda çok ayıp karşılanırdı. Söylemekten kaçındılar. Arbede çıktı. Arnavudlar sayım memurlarını dövdü. Bilahare mıntıkaya gelen askerler, memurları döven erkekleri bir bir tutup, kadınlarının gözü önünde falakaya yatırdı. Bu, bardağı taşıran son damla oldu. İttihatçıların dengesiz idaresinden zaten memnun olmayan bölgede Arnavud isyanı çıktı. Mahmud Şevket Paşa büyük bir kuvvetle bu isyanı önleyemedi. Sultan Reşad yaşlı ve bir ameliyattan yeni kalkmış olmasına rağmen, Kosova'ya intikal etti. Bunu işiten Arnavudlar, halifeyi görmek üzere akın akın Kosova sahrasında toplandı. Padişah, 522 sene önce, dedesinin zafer kazandığı yerde, yüz bini aşkın Arnavud ile cuma namazı kıldı. Bu, unutulmaz bir gündü. Sahraya kurulan minberden, padişah, şeyhülislâm ve sadrazam birer hutbe okudu. Huzur temin edilmişti. Mahmud Şevket Paşa'nın 82 taburla yapamadığını, padişah, bir gövde gösterisi ile yapmıştı. Ancak ertesi sene kopan Balkan Harbi ile Arnavudların yaşadığı toprakların tamamı elden çıktı
.
KIRILMA NOKTASI: İKİNCİ MEŞRUTİYET
23 Temmuz 2008 01:00
"HÜRRİYET" VAADİYLE İLAN EDİLEN MEŞRUTİYET OSMANLI'NIN SONUNU HAZIRLADIBundan tam 100 yıl önce bugün, saray meşrutiyet ilanına mecbur edilmişti. Meclis toplanmış, 23 Temmuz hürriyet bayramı günü olmuştu. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti'nde rejim değişti. İktidar, ordu ile bürokrasiye geçti. Meşrutiyet'in ilanını müteakip çıkarılan kartpostallardan biri. Üzerinde Enver Paşa'nın resmi. Hürriyeti temsil eden nazlı bir genç kız. Altta meşrutiyetin ilanı için dağa çıkan Balkan komitacıları. Türk bayrağının altında belli belirsiz Alman Çeşmesi silüeti. Ve ihtilalden kalma Fransızca sloganlar: Hürriyet! Adalet! Müsâvat! Uhuvvet! En altta şöyle yazıyor: "Yaşasın Anayasa!"  23 Temmuz ülkemizde II. Meşrutiyet tecrübesinin yüzüncü yıl dönümüdür. Bu, yakın tarihimizin çehresini değiştiren en mühim hâdise sayılabilir. Böylece Osmanlı Devleti'nde rejim değişmiş; ülke idaresindeki güç odakları tamamen farklılaşmıştır. İktidar, el ele veren ordu ile bürokrasiye geçmiştir. İLK TEŞEBBÜS 32 YIL ÖNCE Bizde ilk meşrutiyet tecrübesi 1876 tarihlidir. Aslında Osmanlı Devleti hiçbir zaman Avrupa'daki emsalleri gibi bir mutlakiyet olmamıştı. Çünkü idareyi kısıtlayan kanunlar vardı. Din ve geleneklerden kaynaklanan bu kanunları hükümdar bile değiştiremezdi. Padişah, her istediğini yapmaktan mahrum idi. Fransız ihtilalinden sonra yayılan hürriyet ve serbestlik düşünceleri Osmanlı ülkesinde de yayıldı. Kendilerini geleneklerin tahdidi altında görmek istemeyen bir entelektüel grup teşekkül etti. Bunlar hürriyetin beşiği olarak bildikleri Fransa'ya hayran idiler. Zamanla bürokraside de kendilerine taraftar buldular. Böylece 1876 yılına gelindi. Sultan Aziz tahttan indirilip yerine yeğeni Sultan V. Murad geçirildi. Yeni padişah meşrutiyete yanaşmadı. O da tahtını kaybetti. Şehzade Abdülhamid Efendi, ihtilalcilerin başı olan Midhat Paşa'ya meşrutiyet ve anayasa sözü vererek tahta çıkmaya muvaffak oldu. Meclis toplandı. Prusya ve Belçika'dakine benzer bir Kanun-ı Esasî (anayasa) hazırlandı. KİMSEYE YARANAMADI Meşrutiyet hükümeti, ülkeyi 93 Harbi felâketine sürükledi. Ruslar galip geldi. Mağlubiyetin faturası çok ağır oldu. Ülke topraklarının mühim kısmı kaybedildi. Tarihte emsali görülmemiş bu felâket üzerine padişah meclisi feshederek meşrutiyeti askıya aldı. Kanun-ı Esasî yürürlükte kaldı ama, bir daha seçim yapılmadığı için meclis toplanamadı. Padişah, harbin zararlarını diplomatik yollardan hafifletmeye çalıştı. 30 sene saraydan yönettiği ülkeyi, maarif, ziraat, ticaret ve sanayi bakımından geliştirmeye çalıştı. Demir yollarına ehemmiyet verildi. Bugün en iyi işleyen müesseselerden çoğu, bu zamandan kalmadır. Sultan Hamid, Avrupa'nın güçlü devletleri arasında bir denge siyaseti gözetti. Balkan devletçiklerini ve ülkedeki gayrımüslim cemaatleri birbiriyle hasım hâlinde tutmaya itina etti. İslâm birliği siyaseti adına dünya Müslümanları üzerinde halifelik nüfuzunu vurguladı. Bu da en çok zamanın önde gelen sömürgeci devletlerini endişelendirdi. İngiltere, bu asırda dış siyasetini halifeliği kaldırmak, hiç değilse Sultan Hamid'i tahttan indirmek üzerine kurdu. HÜRRİYET BAYRAMI Padişah, barışı korumaya da azami itina gösterdi. Zamanında tek bir savaş oldu. Yunanlıların Girit'e tecavüzü üzerine çıkan 1897 harbinde, Osmanlı ordusu, İngilizlerin altı ayda geçemez dedikleri Termofil Geçidini 24 saatte geçip Atina'ya girdi. Bu, Osmanlı Devleti'nin kazandığı son zafer oldu. Ancak maliyeyi mahvetti. Paranın değeri düştü. Maaşlar zamanında ödenemez oldu. Bu da asker ve memurları padişaha düşman etti. Dine ve geleneklere sıkı bağlılığı sebebiyle, zabt-u rapta girmek istemeyen çok kimsenin husumetini çekti. Hatta ailesi efradına bile yaranamadı. 1896 yılında rejim muhalifleri, İttihat ve Terakki Cemiyetini kurdu. Mason kulüpleri tarzında teşkilatlanıp çalışan bu cemiyet, bilhassa askerler ve memurlar arasında hızla taraftar buldu. 1908 yılında Selânik'teki Üçüncü Ordu subayları ayaklanıp, askerî müfettiş Şemsi Paşa'yı vurdu. Bunun üzerine saray, meşrutiyet ilanına mecbur oldu. Tarih, 23 Temmuz (eski takvimle 10 Temmuz) idi. Meclis toplandı. Bu tarih hürriyet bayramı ilan edildi. Halk, Fransız ihtilalindeki gibi, "Hürriyet, Müsâvat (Eşitlik) ve Uhuvvet (Kardeşlik) sloganları ile sokağa döküldü. Her taraf bayraklarla süslenmişti. Yakalara meşrutiyet kokartları takılıyor; meşrutiyet kartpostalları yok satıyordu. Bandolar, Yaşasın Vatan! Yaşasın Millet! Yaşasın Terakki Cemiyeti! çığlıkları arasında marşlar çalıyorlardı. SANSÜR KALKIYOR Meşrutiyet devrinin ilk icraatı sansürün kaldırılması oldu. O zamana kadar gazeteler umumî ahlâk ve âdâba aykırı, asayişi bozucu, halkın zihnini karıştırıcı neşriyat yapamazdı. Kitaplar da, dine, ahlâka ve ilmî prensiplere uygunluğu bakımından tedkik edilip izin verilmedikçe basılamazdı. 24 Temmuz günü gazeteciler toplanıp, müsveddeleri sansüre vermeme kararı aldı ve gazeteler böylece basıldı. 24 Temmuz sonradan gazeteciler bayramı kabul edildi. Mamafih daha sonra darbecilerin sansürü, Sultan Hamid devrini mumla aratmıştır. Sansür kalkınca, gazeteler her gün Sultan Hamid ve devr-i sâbık (eski devir) aleyhinde neşriyat yaptılar. Olmadık söz ve iftiralarla padişahı lekelemeye çalıştılar. Hatta patırtının önde gideni gazeteci Abdullah Cevdet, sonradan, "Sultan Hamid aleyhinde yüz yalan uydurdum. Birine ben de inandım. O da harbiye talebelerinin ayağına taş bağlanıp Sarayburnu'ndan denize atılması idi" demiştir. Bu neşriyat öyle bir hal aldı ki, halk bile padişahı gözden çıkarttı. Benzeri durum, 1961'de Adnan Menderes için de bahis mevzuu olmuştur. PADİŞAH GİTTİ FAKAT... İngiltere, kurulmasına yardım edip, el altından desteklediği İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin, Germanofillerin, yani Alman sempatizanlarının eline geçtiğini görünce, bir karşı darbe yapıp, idareyi Anglofillere, yani İngiliz sempatizanlarına teslim etmek istedi. İttihatçıların Meşrutiyeti korumak üzere İstanbul'a mevzilendirdikleri avcı taburlarında isyan çıkarttı. İstanbul karıştı. Kan gövdeyi götürdü. Çevresine itimadı kalmayan padişah, müdahale edemeyip, seyretmekle yetindi. Selânik'te toplanan başı bozuk gönüllüler Hareket Ordusu adıyla İstanbul'a yürüdü. İsyandan padişah mesul tutulup tahttan indirildi. İngilizler, iktidarı ele alamadılar ama, halifelik gücünden tırstıkları Sultan Hamid'den kurtuldular. Meşrutiyet ile ülkede çok partili ve demokratik bir idare kuruldu. Ancak bu durum, birkaç sene devam etti. İttihatçılar, 1913'te darbe yapıp iktidarı ele aldılar. Sultan Hamid zamanında görülmeyen bir baskı ve sindirme politikası yürüttüler. Tecrübesizlikleri ve ihtirasları ile memleketi harblere sürükleyip, felâketini hazırladılar. İttihatçıların düştüğü 1918 yılında meşrutiyet yeniden kuruldu. Osmanlı Devleti, 1922 yılına kadar, bugün İngiltere, İsveç gibi ülkelerde ancak rastlanan bir demokrasi ile yönetildi. Ancak bu yeni demokratik rejimin ömrü kısa oldu. YALAN MAKİNESİ GAZETECİLER Sansür kalkınca, gazeteler her gün Sultan Hamid ve devr-i sâbık (eski devir) aleyhinde neşriyat yaptılar. Gazeteci Abdullah Cevdet, sonradan, "Sultan Hamid aleyhinde yüz yalan uydurdum. Birine ben de inandım. O da harbiye talebelerinin ayağına taş bağlanıp Sarayburnu'ndan denize atılması idi" demiştir. Sultan Abdülhamid Han'Tek sayfalık' Mushaf-ı şerif Elazığ Müze Müdürlüğündeki kütüphanede bulunan Osmanlı, Beylikler ve Selçuklu dönemlerine ait, bazılarının yazımı bir insan ömrünü bulan 332 adet kitap, bakıma alınıp onarılması için Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesine devredildi. Kütüphanesi Müdürü Bekir Şahin, bu eserler arasında Kur'an-ı kerimin bütün âyetlerinin yazıldığı bir levhanın da yer aldığını söyledi. Şahin, "Tek levha halinde, satırlar yatay ve dikey olarak dizilmiş. Hicri 1301 yılına ait olduğunu tespit ettiğimiz eser, alanında nadir bir eserdir. Gubari hat tarzında yazılmış çok küçük, gözle bile görülemeyecek, mercekle okunabilecek bu eser bir nevi rekor denemesidir " dedi. Ucu kıl gibi kalemlerle yazılan levhanın üzerinde Kur'an-ı kerimin bütün âyetleri bulunuyor
.
HAS, ZEAMET, TIMAR Osmanlı maliyesinin sacayağı
6 Ağustos 2008 01:00
 TAHSİLDAR VE TAPU MEMURU Tımar sahibine sipahi denirdi. Sipahi, bir nevi tahsildar ve tapu memuru idi. Aynı zamanda cepheden cepheye koşan bir askerdi. Osmanlılarda fetih yoluyla ele geçtiği için, Rumeli ve Anadolu topraklarının çoğu devlete ait mîrî arazi idi. Bu araziler, önceki Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi gelirine göre muayyen parçalara ayrılırdı. Her bir parça, harblerde yararlık gösteren askerlere veya hazineden hakkı olan kimselere dirlik olarak verilirdi. Sözgelişi 500 köylü bir sancağın 200 veya 300 köyü, ikişer üçer köy olarak 80-90 tımara ayrılır; hak kazanan askerlere verilirdi. Geri kalanı zeamet ve has olarak bölünürdü. Zeametler subaylara verilirdi. Haslar da, padişah, hanedan, vezirler, beylerbeyiler, sancakbeyiler ve diğer yüksek memurlara maaş karşılığı tahsis edilirdi. İLK TIMAR KANUNU İlk olarak Osman Gazi, fethettiği araziyi tımar olarak askerlerine dağıttı ve Karacahisar'ı da oğlu Orhan Gazi'ye verdi. "Tımarların sebepsiz yere sahiplerinden geri alınmaması, tımar sahibinin ölümü hâlinde arâzinin bu kimsenin oğluna intikal etmesi ve oğul küçükse, hizmet edecek yaşa gelinceye kadar onun yerine hizmetkârlarının sefere gitmesi" şartını koydu. Bu, Osmanlılardaki ilk tımar kanunu idi. Tımar sahibine sipahi denirdi. Sipahi, arazinin bir çift öküzle sürülüp ekilebilecek her bir çiftlik miktarını uygun gördüğü bir çiftçiye kiralardı. Bu miktar, takriben iyi arazide 60-80, orta arazide 80-100 ve aşağı arazide 100-150 dönüm idi. Çiftçinin kirası yıllık olarak ve mahsulün kendisinden umumiyetle onda bir (âşar) alınırdı. Sipahi, bir nevi tahsildar ve tapu memuru idi. Tımarın bulunduğu sancakta otururdu. Topladığı kiraların ilk 3000 akçesi kılıç hakkı (maaş) idi. Sipahi, kalan her 3000 akçe karşılığında atlı, silahlı ve talimli bir asker beslerdi. Bu asker, sipahinin oğlu, yeğeni, kölesi veya herhangi biri olabilirdi. Sefer çıktığında, sipahiler maiyetlerindeki askerlerle beraber orduya iltihak ederlerdi. Eksik asker getiren, atı veya silahları elverişsiz olan sipahinin dirliği kesilir; gerekirse ayrıca cezalandırılırdı. Sipahi yaşlanınca tekaüde ayrılırdı. Ölürse, tımarı oğluna, kardeşine veya yeğenine intikal ederdi. Tımar ile zeametin çok farkı yoktu. Şu kadar ki, geliri 20.000 akçeye kadar tımar, 100.000 akçeye kadar zeamet, daha yukarısına da has denirdi. Kendilerine has verilenler, toprağına bizzat gidemeyeceği için yerine vekil gönderirdi. Bu vekiller sipahi gibi hareket ederdi. Dirlik gelirleri, aynı zamanda bunların maaşı idi. Çünkü memurlara ayrıca maaş ödenmezdi. Haslar makama verildiği için evlada intikal etmezdi. Anadolu ve Rumeli haricindeki eyaletlerde dirlik sistemi tatbik olunmazdı. Onun için, Mısır, Eflak, Boğdan, Kırım gibi imtiyazlı eyaletler harb esnasında hususî birlikler göndererek orduya katılırdı. Bu sebeple tımarlı eyalet askerlerin hemen tamamı Müslüman, ekserisi de Türk asıllı idi. Kanunî Sultan Süleyman zamanında mükemmel tımar ve toprak kanunları yapıldı. Bu devirde tımarlılardan müteşekkil eyalet ordusunun mevcudu 200.000'e kadar çıktı. TOPRAĞI BOŞ BIRAKMAK YOK Sipahiden arazi kiralayan köylü, toprağı isterse ömür boyu eker biçerdi. Çiftçi öldüğü zaman da toprak çocuklarına intikal ederdi. Çocuğu yoksa, sipahi başkasına kiralardı. Bu usul, hem çiftçinin, hem devletin işine gelirdi. Yoksa çiftçi, uzun zaman kullanamayacağı; ölünce çocuğuna geçmeyecek araziyi neden imar etsin? Çiftçi, izinsiz ağaç, asma dikemez; bina yapamaz; kiremit, tuğla imal edemezdi. İzin alsa bile ölü gömemez; çayır hâline getiremez; satamaz; bağışlayamaz; rehin veremez; vakfedemezdi. Ancak sipahinin izniyle para karşılığı veya bedava ferağ edebilirdi. Ferağ, başkası lehine vazgeçmek demektir. Çiftçi, toprağı üç sene ekmeyip boş bırakırsa, elinden alınırdı. Çiftçi sene ortasında toprağını bırakıp başka yere gidemezdi. Toprak kirasına âşar denirdi. Âşar, mahsulün kendisinden alınırdı. Âşar, onda bir demektir. Âşarı, hükümetin vazifelendirdiği tımarlı sipahiler toplardı. Bu durumdan habersiz olan kimseler, Osmanlılarda hususî mülkiyet olmadığını zannetmiştir. Halbuki köy ve şehirlerdeki evler, bahçeler, ahır ve samanlıklar şahıs mülkü idi. Yalnızca arazinin çoğu fetih sebebiyle devlete aitti. Ayrıca vakıf araziler, kimsenin malı olmayan yol, meydan, orman ve meralar ile sahipsiz topraklar da vardı. Sahipsiz toprakları ihya eden, mâlik olurdu. Görülüyor ki devlet arazisinin bir kısmı askerî harcamalara tahsis ediliyor; geri kalan kısmından da yüksek memurların maaşı karşılanıyordu. Tımar gelirleri toprak mahsullerine göre tesbit olunduğundan, köylü o sene ne kadar gelir elde etmişse, memurlar da o nisbette gelire sahip oluyorlardı. O sene mahsul düşük ise, memurların geliri de düşük seviyede kalıyordu ki bunun sosyal adalet bakımından elverişli bir usul olduğu âşikârdır. TIMAR SİSTEMİ BOZULUYOR Dirlik teşkilatı zamanla zaafa düştü. Bir kere harb teknikleri değişmiş; ateşli silahlar yayılmıştır. Bu da tımarlı askerlerin ehemmiyetini azaltmıştır. Bu arada fetihler durmuş; ama toprak miktarı sabit kalmıştı. Sipahilere normalin üzerinde mükellefiyetler yüklenmiş; tımar yoklamaları muntazam yapılamamıştır. Bu sebeplerle giderek sipahilik rastgele şahısların eline geçmiştir. Celâlî isyanları ve İran savaşları sebebiyle köylü toprağını terk edip şehirlere göçmeye başlamıştır. Bu da tımar gelirini düşürmüş; ordu mevcudu giderek azalarak 20.000 kişiye kadar inmiştir. XVII. asırdan itibaren yeni tımar verilmedi. Valiler, kapılarında ücretli askerler yetiştirmek zorunda kaldı. Sultan Abdülmecid devrinde, tımar kaldırıldı. Sipahiler tekaüde sevk edildi. Yaşı müsait olanlar yeni kurulan orduya alındı veya atlı jandarma yapıldı. Böylece Osmanlı eyalet ordusu, yeniçeriler gibi kanlı ve ıstıraplı bir tasfiyeye uğramadan sessiz sedasız ortadan kalktı. Sipahiler sıradan halka karıştı. YOK MU ARTIRAN? İyi de, şimdi toprak kiralarını kim toplayacaktı? Bunun için merkezden taşraya geniş salahiyetlere sahip tahsildarlar gönderildi. Ama bu usul iki sene sürdü. Kendisinden bekleneni veremeyen tahsildarlar geri çekildi. Aşar, iltizam yoluyla mültezimler tarafından toplanmaya başlandı. Bu usulde, her bir köyün aşarı ihaleye çıkarılırdı. Köyü ve mahsulünü yakından görüp inceleyenler ihaleye katılırdı. Kefil ve ipotek göstererek devlete en yüksek meblağı ödemeyi taahhüt eden kimse, ihaleyi kazanırdı. Buna mültezim denirdi. Eskiden bu işle geçinen çok sayıda insan vardı. Bunlar, bulundukları beldenin eşrafından güvenilir kimselerdi. Devlete ipotek göstermek zorunda olduğundan, ancak mülk sahipleri iltizama girebilirdi. Mültezim, hükümete bir miktar peşin para öderdi. Mahsul olgunlaştığı zaman hemen mültezime haber verilirdi. Mültezim, yanında zaptiyeler (jandarmalar) olduğu halde köye giderdi. Mahsul bunların nezaretinde kaldırılır; aşar, aynî olarak tahsil olunurdu. Mültezimler, sonra bu mahsulü umumiyetle müzayede (açık artırma) ile satıp, devlete borçlarını öderlerdi. Geriye kalan miktar, kârı olurdu. Mahsulün umulduğu gibi yetişmediği seneler, âşar meblağı düşük olduğu için, mültezim zarar ederdi. Tımar devrinde, maden ocağı, tuzla, gümrük, dalyan, darphane gibi senelik muayyen gelir getiren mukataalar da üç yıllığına iltizama verilirdi. Mezata çıkarılan mukataa iltizamını alacak kimsenin çıkmazsa, emanet usulüne gidilirdi. Bu usulde mukataa, devlet tarafından vazifelendirilen emin adındaki maaşlı bir vazifeli tarafından idare olunurdu. Devlet, emanet usulünü her zaman iltizama tercih ederdi. Ama emin sıfatıyla mukataayı idare edecek güvenilir ve ehliyetli kimse bulmak da kolay değildi. TOPRAK KİRASI İHALEYLE Tımarlı sipahilerin kaldırılmasının ardından aşar vergisi iltizam yoluyla mültezimler tarafından toplanmaya başlandı. Bu usulde, her bir köyün aşarı ihaleye çıkarılırdı. Kefil ve ipotek göstererek devlete en yüksek meblağı ödemeyi taahhüt eden kimse, ihaleyi kazanırdı. USTA MÜLTEZİM Aziziye kasabasının önde gelen mültezimlerinden Hacı Vahid Efendi. Girdiği her âşar iltizamını elde etmesiyle meşhurdu. Son aşar iltizamında ağır zarara uğradığı için üzüntüsünden hastalanmış, çok geçmeden de vefat etmişti. Toprak ağalığı nasıl doğdu? 1858 yılında Arazi Kanunnamesi ile Tapu Nizamnamesi çıkarıldı. Köylünün, ekip biçtiği mîrî toprağı kendi adına kaydettirmesi emrolundu. Toprak mülk kılınmıyor; ancak mülkiyete oldukça yaklaştırılıyordu. Herkesin eline tapu senedi veriliyordu. Toprak üzerindeki hukukî tasarruflar, artık tapu memuru huzurunda yapılacaktı. Ne var ki köylülerin çoğu tescil emrine kulak asmadı. Bunun sebebi yalnızca resmî kâidelere karşı gevşeklik değildi. Köylü, tescil masrafı ve arazi vergisi ödemek istemiyordu. Üstelik asker alma sistemi öteden beri arazi mülkiyetine dayalı olduğu için, bu işte bir külfet kokusu almıştı. Tescil ettirirse, başına iş açılacağından korkuyordu. Ancak bu vehmi, köylüye pahalıya patladı. Uyanık taşra ileri gelenleri, geniş arazileri kendi adlarına tescil ettirdi. Böylece toprak ağaları meydana geldi. Köylü, artık devletin değil; ağanın toprağını ekip biçecekti. 1925 yılında âşar kaldırıldı. Mîrî toprak kimin elinde ise, mülkiyeti de bedelsiz olarak ona devredildi. Âşar yerine, para olarak alınan maktu emlâk vergisi getirildi. Politikacılarla yakın teması olan ve bunu önceden haber alan bazı belde eşrafı, cüz'î bedellerle geniş arazileri ellerinde topladı. Buna Ermenilerden ve mübadil Rumlardan kalan arazi de eklendi. Böylece yeni bir toprak ağası sınıfı meydana geldi. Mültezimlikten başka mesleği olmayanlar ve çocukları da beklemedikleri bir sefalete düştü.
.
Tahran'ın güç sevdası
20 Ağustos 2008 01:00
Osmanlı, Türkistan ve Hindistan imparatorlukları ile asırlarca mücadele eden İran, bugün de teknolojik ve siyasî manevralarla Orta Doğu'da bir güç olma hayali içerisinde. Ancak bu biraz zor görünüyor.  İran, tarihte en büyük medeniyetlerden birisine sahne olmuş ülkedir. Hazret-i Ömer zamanında Müslümanlarca fethedilmeye başlandığında, burada Zerdüşt dininden Sasanî İmparatorluğu son demlerini yaşıyordu. İslâmiyetle tanıştıktan sonra da bu yeni medeniyete mühim katkılarda bulundu. Çok sayıda âlim yetişti. Ancak İran, İslâm tarihinde, asıl ideolojik bir mezhebin güçlü savunucusu olarak şöhret kazandı. Şurası gariptir ki, Ehl-i sünnet inancının esaslarını ilk kaleme alan ve bugün dünya Müslümanlarının beşte üçünün (Türklerin de) mensup olduğu İmam Ebu Hanife İranlı olduğu gibi, bu inancın en güçlü aleyhtarlarının merkezi de İran olmuştur. Çok çeşitli İran kavimlerinden Farslar (Persler), iki bin senedir İran'ın hâkim halkıdır. BOŞ TAHT Şiî, taraftar demektir. İlk zamanlar Hazret-i Ali'nin halifeliğini savunanlara deniyordu. İnanç bakımından diğerleriyle aynı idi. Hazret-i Ali'nin vefatından çok sonra, bu siyasî tercihi destekleyen dinî umdeler ortaya atıldı. Böylece Şiîlik, farklı bir inanç ve amel sistemi olarak Güney Irak'ta doğdu. Sasanî Devleti'nin yıkılmasından müteessir olan bazı kavmiyetçi Farslar, bu yeni ideolojiye sarıldılar. Son İran şahının kızı Hazret-i Hüseyin ile evlenmişti. Bu evlilikten doğan İmam Zeynelâbidîn ve soyundan gelen imamları İran tahtının vârisi kabul ettiler. Ancak bunu, dinî geleneklerle kamufle etmeyi başardılar. Her biri büyük birer İslâm âlimi olan "Oniki İmam"ın, günahsız olduğunu, Allah ve Resulü tarafından halife tayin edildiğini söylediler. Bu yeni mezhebe İsnâaşeriye (İmamiye, Caferiye) denildi. İsnâaşer, Arapça 12 demektir. Onikinci İmam Muhammed Mehdî mağaraya saklanmıştır ve kıyamet günü tekrar ortaya çıkacaktır. O zamana kadar halifeliği, (Papa gibi) Şiî âlimleri arasından seçilen masum âyetullahlar yürütür. Dinî hükümleri yorumlar, yenilerini koyabilir. Yetim ve vakıf mallarını idare eder. Hazinenin beşte birinden imamın hissesini alır. Mukaddes günlerin başlangıcını tesbit eder. Harb, sulh, milletlerarası anlaşmalar gibi siyasî ve sosyal işler, bunların izniyle yapılır. İmamiye, Ehl-i beytin veya Hazret-i Ali'nin halifeliğine taraftar olanların rivayet etmediği hadis-i şerifleri ve icmaları kabul etmez. Bu sebeple inanç ve amel bakımından diğer İslâm mezheplerinden ayrılır. İnanç sahasındaki farklar, ibadetlerdekinden daha fazladır. Caferiye mezhebinin İmam Cafer Sadık ile bir alâkası yoktur. İmam Cafer, din kitabı kaleme almış değildir. Bugün İmamiye'nin itibar ettiği tefsir, hadîs ve fıkıh kitaplarını Şiî âlimlerinden Ebu Cafer Kummî ve Ebu Cafer Tûsî yazmıştır. Bu mezhebi İmam Cafer'e nispet eden, bu mezhebin sonra gelen mensuplarıdır. Zaten Abbasî hükümeti, Ehl-i beyt imamlarını zindanlarda tutardı. Yanlarına girip görüşmek yasaktı. İmam Cafer de bu sebeple serbestçe ders halkası kuramamıştır. Az sayıda talebeleri de mutlak müçtehit olup, kendi mezheplerini kurmuştur.. İmam Cafer, Ehl-i sünnet inancında olup, İmam Ebu Hanife'nin hocalarındandır. ŞAH İSMAİL Abbasî hâkimiyetinden sonra Şiîlik, millî bir ideoloji olarak İran'da da revaç buldu. Ama hiçbir zaman ekseriyet olmadı. Abbasî halifesi Memun zamanında İran'da otonom hükümetler kuruldu. Zamanla iktidar Türklerin eline geçti. İran'ı, -kısa bir Afgan ve Kürt sülâleler devresi sayılmazsa- yaklaşık bin sene Türkler yönetti. Gazneliler, Selçuklular, İlhanlılar, Timuroğulları, Akkoyunlular, Safevîler, Afşarlar ve Kaçarlar İran tahtını elinde tuttu. Selçukluların taht şehri Rey, bugünkü Tahran yakınlarındadır. İran, bir ara Cengiz işgaliyle ağır felaketler yaşadı. Bunu takiben Hasan Sabbah adındaki bir çılgının kurduğu Bâtıniye Devleti, İran'da Şiîliğin yayılmasına sebebiyet verdi. Sonraları Hazret-i Ali'nin peygamberliğine, hatta ilahlığına inanan aşırı fırkalar doğdu. Bunlardan birine mensup Şah İsmail, 1502 yılında İran tahtına geçti. Dedesi meşhur bir Sünnî tasavvuf âlimi olan Şah İsmail, iyi bir asker ve güçlü bir şairdi. Türk veya Kürt asıllı olmasına rağmen, Hazret-i Ali'ye ulaşan bir şecere düzmeyi ihmal etmedi. İran, Irak, Kafkasya ve Anadolu'ya gönderdiği propagandacılarla inancını yaymaya çalıştı. Göçebeler ve bazı tekkelerde kabul gördü. İtaat etmeyenleri ağır işkencelerle katletti. Ancak Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim tarafından durduruldu. Şah İsmail, Hazret-i Hüseyin'in şehâdet kanını sembolize eden kırmızı sarık sarar; adamları da böyle giyinirdi. Anadolu halkı bu sebeple bunlara Kızılbaş (Farsçası Sürh-ser) demiştir. İRAN'DA KATLİAM: ŞAH ABBAS Şah İsmail zamanında bile, İran'da Şiîlik ekseriyette değildi. 1587'te tahta çıkan Şah Abbas Safevî, Şiî olmayan halka karşı düşmanlığı ile tanındı. Zalimce tedbirlerle ülkede Şiîliği yaydı. Bunu kabul etmeyenleri kılıçtan geçirdi. Bu muazzam katliâm neticesinde, İran'da sınır ve dağ köyleri hariç, Şiî mezhebinden olmayan kimse kalmadı. Bağdat'ı işgal etti. Otuz bin kişilik ahalisini kadın-çocuk ayırmaksızın kılıçtan geçirdi. Vâliyi petrole batırarak yaktırdı. Sutan IV. Murad, Bağdad'ı tekrar alarak Şah Abbas'ın zulümlerine son verdi. Bazı İran şahlarının, Şiîliği kabul etmediği için öldürttüğü halkın sayısı, İran harpleri sebebiyle ölenlerden çok fazladır. Bugün İran'ın resmî mezhebi Caferîliktir. İran'ın Batı sınırında Şâfiîler, Doğu ve Güneydoğu sınırında da Hanefîler çoktur. Farslar arasında da Ehl-i sünnet taraftarları vardır. Şiî olmayanlar, nüfusun yüzde otuzunu bulur. Ancak İran'da yıllardır nüfus sayımı yapılmamaktadır. Bugün Türkiye halkının çoğu, Moğol istilâsı sebebiyle yerleştiği İran'da asırlarca yaşadıktan sonra Anadolu'ya göçen Türklerdir. Bu sebeple Türk kültüründe Farsça kelime çoktur. İran kültürünün tesiri fazladır. Abdest, namaz, oruç, peygamber gibi dinî kelimelerimiz bile Farsçadır. Farslar bile, bugün kelimelerin Arapçasını kullanmaktadır. İran'da da nüfusun yarıdan fazlası Azerî Oğuz Türküdür. ILIMLI BİR ŞAH Osmanlı ülkesinde Irak ve Doğu Anadolu'da Caferîler yaşardı. Bunlara mahkemelerde Hanefî fıkhı tatbik olunurdu. İran hükümdarı Nâdir Şah, Caferîliği beşinci mezhep olarak kabul etmesi hususunda Osmanlı padişahı Sultan I. Mahmud'a bir teklifte bulundu. Ama şiddetle geri çevrildi. Bunun üzerine Osmanlı hükümetine sefirler gönderip, Ehl-i sünnet ile Caferî âlimlerinden müteşekkil bir meclis kurarak, her iki fırkanın hangisinin doğru yolda olduğunun ilmî yolla anlaşılmasını istedi. Osmanlıların Bağdat vâlisi de zamanın meşhur âlimlerinden Abdullah Süveydî'yi gönderdi (vefatı: 1760). Süveydî, uzun münâzaralar neticesinde verdiği naklî ve aklî cevaplarıyla Caferî âlimlerini susturmaya muvaffak oldu. Nâdir Şah da bunun üzerine, Ehl-i sünnete uymayan inanış ve davranışları yasaklayan bir ferman neşretti. Ancak sonraki şahlar zamanında eski vaziyete dönüldü. 1639 tarihli meşhur Kasrışirin Muahedesinde de, İranlılar sahâbeye söğmeyecekleri hususunda taahhüdü hâvi bir madde bulunmaktaydı. Şah İsmail Safevî'den sonra gelen İran şahlarından birkaçı Sünnî inanışında idi. Hatta Şah Muhammed Kaçar'ın, Nakşî şeyhi Hakkârîli Taha Efendi'ye bağlı olduğu rivayet edilir. Bu sebeple Taha Efendi'ye, Osmanlı hududuna yakın yerlerde 145 köyün gelirini tahsis etmişti. Meşhur Seyyid Ubeydullah ayaklanmasının sebebi, sonra gelen şahın bu köyleri geri almasıydı. Seyyid Ubeydullah, milisleriyle İran hududunu geçerek bu köyleri tekrar zaptetmiş; hâdise milletlerarası bir mesele hâline gelince, Seyyid Ubeydullah sürgüne gönderilmişti. Şaha muhalif olarak yetişen Humeyni, 80'e varmış yaşında İran'a getirildi ve ömür boyu dînî lider ilan edildi. Beş bin yıl boyunca monarşi hakim oldu 1925 yılında Rıza Pehlevî Kaçarları devirerek İran tahtına çıktı. Böylece asırlardır ilk defa bir İranlı başa geçmiş oluyordu. Şah Rıza, ülkedeki vakıfları ve hazinenin beşte birini ellerinde tutan güçlü ruhban sınıfı âyetullahların nüfuzunu sınırladı. 1941 yılında tahtı oğlu Muhammed Rıza'ya bıraktı. Ülkesini siyasî ve ekonomik bakımdan Orta Doğu'nun en güçlü devleti hâline getirdi. Dinî bir hayata çok yakın olmayan Şah Rıza'nın din ve dünya görüşü, bir hac seyahati esnasında değişti. Ülkesine döndüğünde Şiî olmayanlara dinlerini öğrenme, yaşama ve öğretme hürriyetini tanıdı. Ülkede resmî mezhep hâlâ Caferîlik olmasına rağmen, düşmanlıkları giderek artan âyetullahların 1979 yılında tertiplediği bir ihtilalle devrildi. Şah Amerika'ya kaçtı ve 1980'de Mısır'da vefat etti. İran'da cumhuriyet idaresi kuruldu. Eski rejime mensup on binlerce insan ülkesini terk etti veya idam olundu. Şiî olmayanlara tanınmış bütün hürriyetler kaldırıldı. Şah'tan sonra İran'ın yeni lideri yaşı seksene varmış Humeynî idi. Bir toprak ağası tarafından öldürülen babasının katlinden şahı mesul tutmuş ve bu sebeple şaha düşman olmuştu. 1950'de âyetullahların başı yapılmış; 1963'te şah aleyhtarı gösterilerin tertipleyicisi olduğu gerekçesiyle sürgüne gitmişti. Humeynî, Irak'ta, Bursa'da ve Paris'te yaşadı. Fas'a yerleşecekken, İran'da yaygınlaşan kitle gösterileri sebebiyle şahın ülkeyi terk etmesi üzerine, Fransa tarafından İran'a getirildi ve ömür boyu dînî lider ilan edildi. Kum'a yerleşen Humeynî, 1989 yılında öldü. Son beş asırlık İran tarihi, dindaşı ve sınırdaşı olan Osmanlı, Türkistan ve Hindistan imparatorlukları ile mücadelelerle doludur. Adı İslâm Cumhuriyeti olsa bile İran öteden beri, ulus-devlet modelini benimseyerek, Fars milliyetçiliği ve Zerdüşt geleneklerini ön plana çıkarmaktadır. Amerika, ölümcül hastalığını keşfettiği sadık müttefiki Şah'a karşı, ılımlı İslâm projesi çerçevesinde Humeynî ihtilaline destek verdi. Ama netice hiç beklemediği gibi oldu. İran'da Fransız, Alman ve Rus tesiri çok fazladır. İran, tarihî gururuna dayanarak Orta Doğu'da bir güç olmak sevdasındadır. Osmanlı Devleti vaktiyle buna izin vermemişti. Amerika'nın da pek vereceği yoktur.
.
Milletimizin başarı sırrı hürmette gizli
27 Ağustos 2008 01:00
BOZKURT DESTANI Bozkurt, eski Türk efsânelerinde çokça geçer. Oğuz destanında, Oğuz Han'ın çadırına giren bir ışığın içinden gök renkli gök yeleli bir bozkurt çıktığı ve seferlerinde ona kılavuzluk ettiği anlatılır. Göktürklerin "Bozkurt Destanı"na göre, düşmanlar tarafından ailesi öldürülerek ormana terk edilen Göktürk prenslerinden birini, dişi bir kurt emzirerek büyütmüştür. Türklerin en bâriz hususiyetlerinden biri kuvvetli bir teşkilâtçılık kâbiliyetine sahip olmalarıdır. Yaşadıkları hayat da onları hürriyete, istiklâle alıştırdığı için, hiçbir zaman devletsiz kalmamışlardır. Türklerin bilinen 3000 yıllık tarihlerinde istiklâllerini kaybettikleri bir devreye hemen hemen rastlanmaz. Dünyada daima bir veya birkaç Türk devleti bulunmuştur. ALLAH'TAN KUT ALMIŞ KİŞİ Eski Türklerde, devleti hükümdar idare eder. Bunlara "Tanhu, Kağan, Hakan, Han, Yabgu, İlteber" gibi çeşitli isimler verilir. Hunlar ve Tabgaçların yabgu dedikleri hükümdara, Avarlar Moğolca kağan derdi. Bu isim hakan ve han, hâlini almıştır. Hakanın, asıl adından başka, tahta çıktıktan sonra aldığı bir isim daha vardır. Sözgelişi Göktürk hükümdarı Kutluk Kağan'ın, tahta çıktıktan sonra aldığı isim İlteriş'tir. Osmanlılarda Yıldırım, Fatih, Yavuz, Kanunî, Adlî gibi lakap ve mahlaslar, bu geleneğin devamı gibidir. Halk, hakanın, siyasî hâkimiyetini Allah'tan aldığına inanır. Ancak Allah'ın irade ettiği, seçtiği, yardım ettiği kimse hükümdar olabilir. Allah'tan gelen siyasî hâkimiyete, kut denir. Hakan olan kimse, Allah'tan kut almış demektir. Hanın, Aşinaoğulları denilen bir hanedandan inmesi gerekir. Oğuz Han ve Selçuklular, Osmanlılar hep bu hanedandan iner. Asırlar boyunca nice ihtilâller olmuş, ama ihtilâlcilerin aklına, bu hanedan dışında bir kimseyi hükümdar yapmak gelmemiştir. Çünkü halkta, ancak bu hanedandan gelen hanın meşru olduğuna dair bir inanç vardır. Tarihte bu soydan gelen bir hanedana sahip olmayan Kuman, Peçenek gibi Türk kavimlerinin ömrü uzun olamamıştır. İşte bundan dolayıdır ki, halk hakana kayıtsız şartsız itaati bir vecibe bilmiştir. Türk topluluklarında hemen hemen hiçbir zaman hükümdara karşı bir halk isyanına rastlanmaz. HÜKÜMDAR OLMAK İÇİN... Hakan, beylerin seçimiyle veya önceki hakanın tayiniyle gelebildiği gibi, zor kullanarak da başa geçebilir. Ancak her hâlde yeni hakanın, hakan sülâlesinden olması şarttır. Eski Türklerde muayyen bir verâset prensibi yoktu. Umumiyetle hakanın oğlu, yoksa veya reşid değilse en büyük kardeşi, kardeşi oğlu, amcası, amcasıoğlu vs. hakan olurdu. Ancak hakan hanedanından herhangi bir tigin (prens), tahtta hak iddia edebilirdi. Çünki hâkimiyet, hanedanın ortak malı kabul edilirdi. Buna ülüş denir. Bu sebeple taht için nice harbler cereyan etmiştir. Galip gelen, Allah tarafından seçilmiş demektir. Çünkü hükümdar olmak için güçlü ve talihli olmak çok mühimdir. Hakan tahta geçtikten sonra, devletin ileri gelenleri kendisine bağlılık biatinde bulunur. Bu biat, çok tantanalı bir merasimle olurdu. Yeni hakan, bir keçe tahta oturtulur; dokuz defa kaldırılıp dolaştırıldıktan sonra, kırmızı elbiseler giydirilip başına kotuz (sorguç) takılırdı. Bu merâsimler esnasında halka ziyafet verilirdi. Taht, otağ, tuğ, davul ve sorguç, hükümdarlık alâmetleridir. Hükümdar tuğunun tepesinde altından bir bozkurt başı bulunur. Kırmızı, Osmanlılarda da hanedanın rengi idi. Nitekim kırmızı bayrak padişahı sembolize ederdi. Sorguç da, padişaha mahsus bir aksesuar olarak Osmanlılarda kullanılmıştır. Tuğ, davul, alem, otağ da Selçuklu ve Osmanlılarda padişahlık alâmetleriydi. HAKAN HER İSTEDİĞİNİ YAPAMAZ Hakan, elinde mühim salâhiyetler bulunan bir kişidir. Ordunun kumandanıdır. Kanun koyabilir. Başhâkimdir. Bütün bunları yaparken kendisini tahdid eden töre kaideleri ve kengeş (şûrâ meclisi, kurultay) kararları vardır. Senede üç defa toplanan bu meclisler, beyler, devlet ricâli ve halktan ileri gelenler tarafından teşkil edilir. Bu bakımdan siyasî rejimin meşrutî monarşi olduğunu söylemek yerinde olur. Vezirler ve çeşitli memurlar, devlet idaresinde hakana yardımcı olur. Memleketin çeşitli kısımlarında hüküm süren han sülâlesinden şad ve yabgular, devlet protokolünde önde gelirler. Bunlar eski Türklerde soylular sınıfını teşkil eder. Bir de halk içinden hizmetleri sayesinde yükselmiş tarhanlar vardır. Osmanlılardaki sipâhiler bu sınıfın bir nevi devamı gibidir. Hakan, gerektikçe tarhanlara danışır. Eski Türk hakanlarının birisi yaya, diğeri atlı olmak üzere iki ordusu; birisi umumî, diğeri hususî hazine olmak üzere iki hazinesi vardır. Osmanlılarda da böyledir. Hakan, dâvâ dinleyip adaleti tatbik etmek üzere hâkimler tayin eder. Bunlara yargucı veya yargan denir. Hakanın vekilleri olan bu hâkimler, hukuk bilgisiyle mücehhez kimselerdir. Hâkimlik, eski Türklerde çok itibarlı bir meslektir. Umumiyetle han sülâlesinin yan kollarından gelen soylular fahrî olarak bu vazifeyi yapar. Hâkimlerin verdiği kararlar hakana temyiz edilebilir. Ayrıca memurlardan şikâyetçi olanlar, bunu muayyen zamanlarda hakana arz edebilir. Bu gelenek İslâmiyetten sonraki Türk devletlerinde de, Osmanlılarda da câridir. HALKIN HAKKINI ÖDE! Hükümdarın vazifelerinin başında, halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir. Devlet adamlarına iyi devlet idaresinin sırlarını anlatan Kutadgu Bilig, halkın hükümdardan isteklerini, iktisadî istikrar, âdil kanun ve âsâyiş olarak sıralar ve "Ey hükümdar, sen halkın bu haklarını öde; sonra kendi hakkını iste!" der. Hükümdar, yaratanın inâyet ve yardımına mazhar olduğu sürece halkına iyi bakar; onu zenginlik ve adâlet içinde yaşatır. Bunu başaramayan hakandan, Yaratan'ın, kut'u, yani siyasî iktidarı geri aldığı düşünülür ve hatta ona karşı gelmek meşru sayılır. 725-735 tarihlerinde dikilmiş olan Orhun Âbideleri'nde hükümdarın bir ara Çin esâretine düşen Türk Devletini yeniden kalkındırmak için yaptıkları gayretler anlatılır ve gelecek Türk nesillerinin bu tecrübelerden istifadeleri istenir. Burada hakan, kendisini halktan birisi gibi görüp teb'asına hesap vermektedir. Ayrıca halkını hatalarından dolayı bir baba gibi ikaz etmektedir. Bu kitâbelerdeki ifadeler parlak bir millet şuurunun göstergesidir. Türk hükümdarları, siyasî sebeplerle ekseriyetle Çinli veya diğer yabancı prenseslerle evlenirlerdi. Ancak umumiyetle hükümdar olacak prensin annesinin Türk olması şartı aranırdı. Hakanın oğulları, devlet işlerine alışmak üzere tecrübeli devlet adamlarının yanında yetişirdi. Sonra devletin sağ veya sol kanadına vâli olurdu. Bunlar han, şad, tigin gibi unvanlar taşırdı. Selçuklu ve Osmanlılarda da, şehzâdeler, atabey veya lala denilen tecrübeli devlet adamları tarafından yetiştirilip, sancakbeyi olarak bir mıntıkayı idare ederlerdi. Çifte monarşi sistemi mi? Eski Türk devletleri, güçlü merkezî devletler idi. Ama, devlet boylardan teşekkül ettiği için, merkeziyetçilik biraz gevşetilmiştir. Nitekim koca ülkeler ancak böyle kolaylıkla idare olunup savunulabilirdi. Hun ülkesi on iki kısma ayrılırdı. Her birinin başında bir bey (vâli) bulunurdu. Hakanlar, hem verâset harplerinin önüne geçmek; hem de ülke idaresini kolaylaştırmak için zaman zaman memleketi prensler arasında taksim ederdi. Meselâ Hun İmparatorluğu'nun kuzeyinde bir han, güneyinde bir han vardı. Göktürklerde de doğuda bir han, batıda bir han hüküm sürerdi. Bu sebeple eski Türk devletlerini çifte monarşi olarak görenler vardır. Nitekim Roma İmparatorluğu'nda çoğu zaman iki imparator bulunurdu. Ancak Eski Türklerde, hanlardan birisi büyük handı. Diğerleri umumî vâli olarak büyük hana tâbi idi. Bu usul zaman zaman devletin bölünüp parçalanmasına ve güçsüz düşerek yıkılmasına sebebiyet vermiştir. Devletin böyle iki bölgeye (sağ-sol) ayrılarak idaresinin, siyasî gelenekle de alâkası olsa gerektir. Aynı gelenek Rumeli ve Anadolu ayrımı gibi şeklen Osmanlılarda da mevcuttu. İki kardeşin tahtta bulunduğu durumlarda, küçük kardeş başkumandanlık yapardı. Nitekim Göktürklerde, Bilge Kağan ile kardeşi Kültigin'in durumu böyle idi. Osmanlıların ilk zamanlarında da, hükümdarın kardeşinin vezirlik ve başkumandanlık yaptığı görülür. Orhan Gâzi ile Alaeddin Paşa gibi. PULLARDA KULLANILDI XX. asır başlarında doğan Türkçülük cereyanıyla, "Bozkurt" yeniden sembol olarak kullanıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarında para ve pullarda yer aldı. HÜKÜMDAR NE DERSE O Türk orduları, aynı zamanda iyi bir savaşçı olan hakanların emrine her zaman sadık kalmış ve zaferden zafere koşmuştur. Bu sebepledir ki Türk topluluklarında hemen hemen hiçbir zaman hükümdara karşı bir halk isyanına rastlanmaz.
.
Dünya Osmanlı'nın altı asır gerisinde
24 Eylül 2008 01:00
 Yüksek Adalet Reisi Lord Phillips Of Worth Matravers (sağda) ülkede şer'i hukukun tatbikini savundu. İngiltere, ülkedeki Müslümanlar için 6 büyük kentte şeriat mahkemeleri oluşturdu. Bu, yeni bir uygulamaymış gibi görülse de aslında benzerleri Avrupa'da hayat bulmuştu. Ancak modern demokrasilerin bu asırda geldiği çizgiyi, Osmanlılar altı asır öncesinden yakalamıştı. Bir müddet evvel İngiltere'de Anglikan Kilisesi'nin ruhanî lideri Canterbury başpiskoposu Rowan Williams'ın "Müslümanlar kendi şeriat mahkemelerine sahip olup, evlilik ve malî hususlarda buraya başvurabilirse, bunun ülkede sosyal uyuma faydası olur" sözleri hayli dikkat çekmişti. Bu sözlerden 7 ay kadar sonra İngiltere hükümeti, bu istikamette bir karar alarak, ülkesindeki Müslümanların muayyen hukukî mevzularda kendi dinî mahkemelerine gidebilmesine imkân hasıl etti. İlk olarak Londra, Birmingham, Bradford, Manchester, Nuneaton, Warwickshire'da açıldı ve Glasgow ile Edinburg'da da açılması planlanıyor. Bu müesseseler ülkeye yabancı değildi. Mesela Londra yakınlarındaki Leyton'da 1982'den beri faaliyet gösteren Islamic Sharia Council, şimdiye kadar şer'î hukuka göre 7 bin boşanma davasına bakmıştı. Ancak burası müftülük gibi istişarî bir makamdı. Şimdiden itibaren şer'î mahkemelerin verdiği kararlar, İngiliz hukuk sisteminde bağlayıcı vasıf taşıyacak. Buraya müracaat edebilmek için iki tarafın da rızası gerekiyor. Yani bir hakem mahkemesi hüviyetinde. Yahudiler için de, Beth-Din adlı dinî mahkemeler bir asırdan fazla bir zamandır İngiltere'de faaliyet gösteriyor. FRANSA İSTEMEDİ Bu proje yıllar önce Avrupa Konseyi'nde İngiltere'nin ön ayak olmasıyla gündeme getirilmiş; ancak Fransa'nın laiklik konusundaki aşırı hassasiyeti sebebiyle rafa kaldırılmıştı. 2004'de Kanada'nın Ontario eyâletinde İslâm hukukunu bilen hâkimlerin başkanlığındaki İslâm Sivil Adalet Mahkemesi, eyâlette yaşayan Müslümanların aile, miras ve ticaret hukukuna dair ihtilaflarına bakmakla vazifelendirildi. Yahûdî ve Hıristiyanlara bu hak daha 1991 yılında tanınmıştı. İsrail, Lübnan, Hindistan, Tayland, Filipinler, Sri Lanka, Yunanistan gibi halkının ekseriyeti ve idare kadrosu gayrımüslimlerden müteşekkil devletlerde yaşayan Müslümanların da böyle kendi mahkemelerinde şer'î hukuku uygulayabilme hakkı bulunmaktadır. Sovyet işgalinden önce Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya gibi ülkelerde de benzeri bir tatbikat vardı. Yahudilik gibi İslâmiyet de sadece inanç ve ibadet esasları öngören bir din değildir. İnsanların, evlenme, boşanma, miras, ehliyet, mülkiyet, alış-veriş gibi dünyevî hayatlarını da düzenlemek iddiasındadır. Bunların tatbikine imkân tanımak, dinî vecibelerin ifasına imkân tanımak olacağı için, modern ülkeler bunu demokrasi ve insan haklarının gereği olarak görmektedir. 2004'de İsveç şehirlerinden Halmestad'daki Hovrätten mahkemesi, Müslüman bir çiftin boşanmasını müteakip, kadının mehr alacağı talebini haklı bularak, bu istikamette karar vermiştir. Bu imtiyaz, o devletin siyasî hâkimiyetini ve adlî birliğini sarsıcı mahiyette görülmemektedir. Nitekim ecnebilere bile çoğu zaman kendi ülkesinin kanunu uygulanabilmektedir. Ceza hukuku, bir devletin hâkimiyetinin göstergesidir. Bu sebeple İslâm hukuku, İslâm ceza hukuku hükümlerinin, İslâm devleti dışında tatbikini emretmez. Sözkonusu olan Müslümanların ahvâl-i şahsiye (personal law) denilen şahıs, aile ve miras hukukudur. Buna rağmen Avrupa ve Kanada'da Müslümanlara bu hakkın tanınmasından rahatsızlık duyanlar da yok değildir. YENİ DEĞİL Bu tatbikat İngilizler için de yeni değildir. XVIII. asırdan itibaren daha çok Müslümanların yaşadığı bölgelerde müstemleke idaresi kuran İngilizler, buradaki mahallî hukuk sistemini yerinde bırakmışlardı. Maksatları kültür ihracı değil, sömürmek olduğu için, Hindistan, Malezya, Mısır, Irak, Filistin, Kıbrıs, Yemen, Körfez Emirlikleri gibi ülkelerde kadılara ve şer'î hukuka ilişmediler. Kadıları, Müslümanlar kendi aralarından seçer; İngiliz idaresi de bu seçimi tasdik ederdi. İngilizler, bu ülkelerde mevcut fıkıh kitaplarını İngilizce'ye tercüme ettirip; şer'î hukukun düzenlemediği sahaları kendi mevzuatlarıyla doldurarak İslâm hukukunu kanun hâline getirdiler. Böylece ortaya Anglo-Mohammedan Law denilen bir karma hukuk sistemi çıktı. Fransızlar ve Hollandalılar da müstemlekelerinde benzer şekilde davrandılar. Bunu yaparken de o ülkenin mahallî mezhebini gözettiler. Mesela Hindistan'da Hanefî, Malezya'da Şâfiî mezhebini esas aldılar. Ama bu ülkeler anavatanlarından millerce uzakta idi. Şimdi kendi ülkeleri içinde bu otonomiyi tanımaktadırlar. İNGİLTERE'NİN MAKSADI NE? Dünyanın dörtte birine hâkim bulunan ve ehemmiyetli Müslüman nüfusa sahip İngiltere, Osmanlı halifeliğinin nüfuzundan çekiniyordu. XIX. asırda politikasını bu nüfuzun azaltılması ve kaldırılması üzerine teksif etti. I. Cihan Harbi neticesinde de bu emeline nâil oldu. Bu tarihten itibaren dünyanın en güçlü ülkesi sıfatını ancak çeyrek asır muhafaza edebildi. II. Cihan Harbi'nden galip çıktığı halde, maddî bir yıkıma uğradı. Üstelik sömürgelerinin neredeyse tamamını kaybetti. 1947'den sonra süper güç mevkiini Amerika'ya bırakmak zorunda kaldı. Bu tarihten sonra klasik politikasını değiştirerek, İslâm dünyasına ve Müslümanlara karşı daha sıcak bir siyaset izlemeye başladı. Bunu yadırgamamak lâzımdır. Çünki dış politika menfaat üzerine kuruludur ve ezelî sanılan düşmanlıklar bir anda dostluğa dönüşebilir. Şu anda da köklü gelenekleri ve emsalsiz istihbarat gücü sayesinde dünya politikasında söz sahibi devletlerden biri olmaya devam ediyor. Dünyada demokrasinin beşiği oluşundan ve insan hakları hassasiyetinden de gurur duyuyor. Nitekim sömürgelerindeki halka davranışı, bu ülkelerin istiklâlini kazanışından sonra başa geçen kendi hükümetlerinden daha ağır değildi. O halde İngiltere'nin bu yeni ve demokratça kararı arkasında art niyet aramak yerine, bunun diğer Avrupa ülkelerine model oluşturmasını temenni etmek yerinde olacaktır. Bekleyip görelim... HER HUSUSTA SERBESTLER Gayrımüslimler, sadece evlenme ve boşanma gibi hususları değil; miras taksimi, vasıyet, vesayet, velayet ve başka hukukî meselelerini de hakem sıfatıyla ruhânî mercilerine götürebilirlerdi. Gayrimüslimler Osmanlı mahkemesini tercih ederlerdi Gayrımüslim vatandaşların büyük çoğunluğu, dâvâlarını, adaletine güvendikleri, masrafı daha az ve temyiz kontrolüne tâbi olan Osmanlı mahkemelerine götürmeyi tercih ederdi. Modern demokrasilerin daha bu asırda geldiği çizgiyi, Osmanlılar altı asır öncesinden yakalamıştı. Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrımüslim vatandaşlar, evlenme ve boşanma işlerinde kendi mahkemelerine giderlerdi. Bu mahkemeler, her bir mezhebin kendi ruhanî reisliği, yani patriklik veya hahamhane idi. Burada kendi dinlerine ait hükümler tatbik olunurdu. Böylece gayrımüslimlerin hem adlî ve hem de hukukî otonomisi vardı. Bu esas, Osmanlı Devleti'nde tayin edilen patrik ve diğer ruhânîlerin tayin beratlarında açıkça yazar. Ruhanî reislerin, kendi millet mensuplarını dinlerine uymayan fiillerinden dolayı cezâlandırma salâhiyeti de vardı. Üstelik bu cezaları Osmanlı makamları infaz ederdi. Bu imtiyazları tanımak İslâm dininin emridir. Sadece gayrımüslimlere değil; ülkede resmî mezheb Hanefî olduğu halde, başka mezhebden Müslümanlara, belli hallerde kendi mezhebinden hâkimlere gidebilme imkânı tanınmıştı. Gayrımüslimler, sadece evlenme ve boşanma gibi hususları değil; miras taksimi, vasıyet, vesayet, velayet ve başka hukukî meselelerini de hakem sıfatıyla ruhânî mercilerine götürebilirlerdi. Burada kendi dinlerinin ahkâmı tatbik olunurdu. Çünki burada karşılıklı rızâ vardır. Ancak taraflardan biri, dâvânın şer'î mahkemede görülmesini isterse veya taraflardan biri Müslüman ise, yetkili merci İslâm mahkemesidir ve burada şer'î hukukun tatbik edileceğine şüphe yoktur. RUHANİ LİDERLER İTİRAZ EDİYOR Gayrımüslimler, dâvâlarını İslâm mahkemesine de götürebilirdi. Bu durumda mahkeme, gerektiğinde gayrımüslim vatandaşın dinini de nazara almakla mükellefti. Sözgelişi, şarap içen bir gayrımüslime, kendi dinleri bunu yasak etmediği için ceza tatbik edilmezdi. Bunların kendi aralarında domuz ve şarap satışları da hukuken muteber sayılırdı. Halbuki bir Müslüman için domuz ve şarap mal olmadığı için, bunlar üzerinde mülkiyet kurulamaz, alınıp satılamaz; bir Müslümanın şarabını döken kimse de tazmin etmezdi. Gayrımüslimlerin, kendi dinlerine göre evlilik ve boşanmaları, İslâm mahkemelerinde de hukuken muteberdi. İşin garibi, gayrımüslim vatandaşların büyük çoğunluğu, evlenme ve boşanma dışındaki dâvâlarını, adaletine güvendikleri, masrafı daha az ve temyiz kontrolüne tâbi olan Osmanlı mahkemelerine götürmeyi tercih ederdi. Hatta bu sebeple gelirleri azaldığı ve prestijleri düştüğü için, ruhânî reislerin Osmanlı hükûmetine şikâyette bulundukları olurdu. Bunun üzerine hükûmet, Osmanlı mahkemelerini, zimmîlerin münhasıran evlenme ve boşanma dâvâlarına bakmaktan men ederdi. Nitekim kâdılık, vekâlet akdi olduğu ve müvekkil vekiline belli şartlar koşabildiği için, padişah da kâdıları belli dâvâlara bakmaktan yasaklayabilir. İttihatçı hükûmet, 1917 yılında Hukuk-ı Âile Kararnâmesi ile gayrımüslimlerin kendi mahkemelerine gitme imkânını kaldırmaya teşebbüs ettiyse de, 1919 yılında eski duruma dönüldü. Gayrımüslim vatandaşların adlî ve hukukî imtiyazları, Lozan Muahedesi ile de teyid edildi. Bu imtiyazlara dair kâidelerin tesbitinde bu cemaat temsilcilerinin söz sahibi olacağı, Avrupa'nın isteği istikametinde hukuk reformları yapılacağı, bunu yaparken de beş yıllık bir müddet için Avrupalı hukukçuların yardımlarından istifade olunacağı kabul edilmişti. 1926 yılında Cumhuriyet hükûmeti, Avrupa kanunlarını iktibas edince; gayrımüslim vatandaşlar, biraz da dış baskıyla, toplu olarak hükûmete bir istidâ vererek bu haklarından vazgeçtiklerini açıklamıştır. [Bu mevzuda tafsilatlı bilgi için benim Osmanlı Mahkemeleri adlı kitabıma bakılabilir. Arısanat Yayınevi, Tel: 520 41 51]
Savaşla gelen KUTLU NETİCE
1 Ekim 2008 01:00
 Abbasîlerin Türkler için Irak'ta kurdukları Samarra şehrindeki Ulu Camiinin meşhur minaresi. İslam'ı Talas Savaşında kılıç savururken tanıdılar. Kılıç zoruyla değil; gönül rızâsı ile Müslümanlığı seçtiler ve asırlarca İslamiyetin yeryüzündeki bayraktarı oldular. İslâmiyetin zuhurundan az bir müddet sonra, 641 yılında Müslümanlar Suriye ve Mısır'ı fethederek Doğu Roma İmparatorluğu'nun kanatlarını kırmaya muvaffak oldular. Ertesi sene de Sâsânî İmparatorluğunu yıkıp Ceyhun kenarına ulaşarak Türklerle ilk teması kurdular. Ancak bu devrede İslâm İmparatorluğu'nun merkezinde, Hazret-i Ömer ve yerine geçen Hazret-i Osman'ın suikast neticesinde öldürülmesi ve sonraki yıllarda başlayan iç mücadeleler, 8. yüzyıl başlarına kadar Türklerle Müslümanların münasebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi. Halife Muaviye devrinde Ubeydullah bin Ziyad, ilk Müslüman olan Türklerden bazılarını Kûfe'ye yerleştirdiği bildirilmektedir. Demek ki daha bu devirde Türkler arasında İslâmiyet yayılmaya başlamıştı. DOĞRU TARAFI TERCİH Emevîler devrinde İslâm İmparatorluğunun bütün şark mıntıkalarını içine alan Irak umumî vâliliğine Haccac'ın getirilmesi ve bunun da Horasan'a o devrin mümtaz kumandanlarından Kuteybe bin Müslim'i tayin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi. Müslümanlar kısa zamanda Mâverâünnehr'e hâkim olduktan sonra, Talas Irmağına kadar akınlarda bulundular. Türgeş hakanı Şulu Han idaresindeki Türkler, 720 yılından itibaren cephelerdeki hâkimiyeti ele alarak Arap ordularını bozguna uğrattı. Ancak bu mücadeleler Türklerin İslâmiyeti yakından tanımalarına ve tedkik etmelerine zemin hazırladı. 751 yılında Müslümanlarla Çinliler arasında yapılan Talas Meydan Muharebesinde, Türkler Müslümanların safında çarpıştı. Bu tarih, Türklerin tarihinde mühim bir dönüm noktasıdır. Bundan itibaren, Türkistan'ın yeni hâkimlerinin dini olan Müslümanlık, öncelikle Mâverâünnehr bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında yayılmaya başladı. Zamanla bütün Türk ülkesi İslâmiyet ile tanıştı. Sayıca az birkaç grup hariç, Türkler tamamen Müslümanlığı seçtiler. Türklerin, İslâmiyeti kabul etmeleri tarihlerinde bir dönüm noktasıdır. Acaba hangi sebepler, kendilerini bu yeni dine girmeye sevketti? Bu sebepler birkaç tanedir. 1. Dinî sebep: Türklerin inanç ve yaşayışları, İslâmiyete çok yakındı. Türklerdeki, tek bir yaratıcıya, âhirete, ruhun ölmezliğine iman ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar İslâmiyette de vardı. Buna ilâveten zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar Türklerde olduğu gibi İslâm dininde de şiddetle yasak ediliyordu. Türklerde de çok evlilik vardı. Türkler, domuz eti yemez, domuz beslemezlerdi. Nihayet, İslâmiyetteki cihad emri, Türklerin fütuhat görüşüne uygun düşüyordu. 2. İktisadî sebep: Türkistan'ın Müslümanlarca fethi üzerine, buranın yerli halkı ile Müslümanlar arasında kesif ticarî münasebetler kurulmaya başladı. Ticarî münasebetler, Müslümanlarla Türklerin birbirleriyle sıkı fıkı olmasına ve Türklerin yanı başlarındaki bu yeni dini tanımalarına sebep oldu. Böylece ilk olarak şehirlerde yaşayan ve ticaretle meşgul olan Türkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı. Zamanla, kuzeyde ve doğuda yaşayan Türkler, ticarî münasebette bulundukları ve aynı dili konuştukları ırkdaşlarının dinini benimsemeye başladılar. GÜZEL AHLAKIN TESİRİ 3. İctimaî sebep: O zamanki Müslümanların ahlâk prensiplerine riayetkârlığı, ticarî dürüstlükleri ve adalete verdikleri kıymet, ticaret veya komşuluk vesilesiyle bir araya gelme imkânı buldukları yerli halka müsbet tesir etti. Nitekim sonradan Müslüman olan milletlerin çoğu, meselâ Malaya halkı da, kendileriyle ticaret yapmaya gelen Müslüman tâcirlerin güzel ahlâkını görerek kitle halinde Müslüman olmuştur. Kumaş satarken gevşek, alırken gergin ölçen bu tüccarlar, Asya halkını büyülemiş; "Acaba bunlar insan mı, melek mi" diye düşünceye sevketmişti. 4. Siyasî ve askerî sebep: Bilhassa Abbasîler zamanında Türklere büyük bir teveccüh söz konusu olmuştu. Halifeler, bu yeni komşularından ordu teşkil ettiler. Bu ordular için de Samarra gibi garnizon-şehirler kurdular. Savaş kabiliyeti yüksek olan Türkler, orduda yüksek mevkilere geldiler. Devlet idaresinde de Türklerin vazifelendirildiği oldu. Böylece ordu ve devlet hizmetleri mühim ölçüde Türklerin eline geçti. Bu da, Türk topluluklarının İslâmiyete ısınmasına sebep oldu. GÖNÜL RIZASI... Türklerin kılıç zoruyla değil, gönül rızası ile Müslüman olduğu âşikârdır. İslâm hukukunda, insanları kılıç zoruyla İslâmiyete sokmak câiz değildir. Nitekim Türk ülkesinin Müslümanlar tarafından fethinin başlangıcı 8. asır başlarındadır. Türklerin kitle halinde İslâm dinine girişleri ise bundan neredeyse iki asır sonra, 10. asır başlarında olmuştur. Bu zaman zarfında Türkler arasında Müslüman olanlar vardır. Ama çok büyük kitleler teşkil etmez. Bu da, Türklerin kılıç zoruyla değil; gönül rızâsı ile İslâmiyeti benimsediklerini gösterir. Gayrı müslimlerin ödediği vergiler, Müslümanlardan daha fazladır. Dolayısıyla bunların kendi dinlerinde kalması, aslında devlet için daha menfaatlidir. Dolayısıyla gayrı müslimleri kılıç zoruyla Müslüman yapmaya kalkışmaları zaten beklenmez. Nitekim Emevîler zamanında gayrı müslimler arasında İslâmiyete girenlerin çok artması, vâlileri cizye ve harac gelirinin düşeceği endişesine sevk etmişti. Zamanın Mısır vâlisi, Şam'daki halîfe Ömer bin Abdülaziz'e mektup yazarak, gayrı müslimlerin cizye ve harac vergisinden kaçmak için Müslüman olduklarını düşündüğünü bildirmiş; duruma engel olup olmamak hususunu sormuştu. Halife, "Allah, bizi vergi tahsildarı olarak göndermedi. Binaenaleyh yapacak bir şey yoktur!" şeklinde tarihî bir cevap vermişti. İLK MÜSLÜMAN HÜKÜMDARLAR Toharistan hükümdarı Nizak Tahran, 704 yılında kardeşi ile beraber Müslüman oldu ve Abdullah adını aldı. Müslümanların kumandanı Kuteybe ile seferle katıldı. Oğlu Salih Emevîlerin Şaş (Taşkent) vâlisi idi. Zamanın Karluk hükümdarı Yabgu Bey de ilk Müslüman hükümdarlardandır. Soyu Abbasîler devrine kadar Toharistanda beylik sürdü. Buhârâ hükümdarı Tuğşad bir Göktürk prensi idi. 739 senesinde Müslüman oldu. Nesli Buhârâ'da vâlilik sürdürdü. Yine bir Göktürk prensi olan Cürcan hükümdarı Sul Tekin ziyarete gittiği Medine'de Müslüman oldu. Sulî adını taşıyan neslinden hükümdar ve şairler gelmiştir. Semerkand hükümdarı Ihşid Gürek, Halife Ömer bin Abdülaziz'in davet mektubu üzerine Müslüman oldu. Soyu Semerkand beyliğini muhafaza etti. Üsrüşene hükümdarı Kâvus, 730 senesinde ihtidâ etti. Soyundan gelenler Üsrüşene'de Abbasîlere tâbi olarak hüküm sürdü. Merv hükümdarı Bazam da ilk Müslüman Türk hükümdarlarındandır. Bunların hepsi Göktürklere tâbi beyler idi. SATUK BUĞRA HAN GERÇEĞİ Bir Türk boyu olan Bulgarların Volga nehri civarında yurt tutup devlet kuranları, Müslümanlığı da erken çağda benimsediler. Bunların hükümdarı İlteper Almış Han 920 yılında tahta çıktı ve Müslüman olarak Cafer adını aldı. Cafer, o zamanki Abbasî halifesinin de adı idi. Ancak ilk Müslüman Türk hükümdarı olarak asıl şöhret bulan Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han'dır. Buğra Han gerçi ilk Müslüman Türk hükümdarı değildir ama, han (imparator) sıfatı nazara alınacak olursa bu payede Müslüman olan ilk Türk hükümdarıdır. Müslümanlıkla, 25 yaşlarından önce Artuç valisi iken, Müslüman tüccarlar vasıtasıyla tanıştı. Onların güzel ahlâkı kendisine tesir etmişti. Rivayete göre, bu sıralarda rüyasında Hazret-i Peygamber'i görerek "Müslüman olma zamanın gelmedi mi?" hitabına ermiş; bunun üzerine hemen Müslüman olarak Abdülkerim ismini almıştı. 924 yılında hanlık tahtına çıkan Buğra Han'ın İslâmiyete girişi ile, Türklerden binlerce çadır halkı Müslüman oldu. Almış Han Atamıza Destan Bir rivayete göre ilk Müslüman olan Türk hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han'dan yüz yıl kadar önce Müslüman olup Abdullah oğlu Cafer adını alan Volga Bulgarlarının hükümdarı İlteper Almış Han için Arab seyyahı İbni Fadlan'ın seyahatnamesinin verdigi habere göre Kervancıoğlu Kıbrıslı Mustafa'nın yazdığı destandır. İslâmın haberin Harzem elinden Varıp gelenlerden almış, Almış Han Hidâyet bağının akçe gülünden Derip erenlerden olmuş, Almış Han Dua etsin diye Türk'ün boyuna Elçiler göndermiş ABBAS soyuna Evvel yola giren HAK kervanına Coşup girenlerden olmuş Almış Han İdil Volga nere, Bağdad'ım nere Arada nice dağ aşılmaz dere Âşıklara nasib olan habere Hakk'ın lutfu ile ermiş, Almış Han Bağdad'da devletli halife varmış Nice kâmil âlim, bir nice ermiş Her tarafa iman nuru yayarmış Bu nurun kadrini bilmiş, Almış Han Görülmemiş çadır bin kişi alır Bağdad'dan devletli konuklar gelir Türk İslâm'a, İslâm Türk'e yar olur Vuslâtın toyunu kurmuş, Almış Han Hak yoluna nice sohbetler olmuş İman nuru ile kalpler nurlanmış Türk elleri bu nur ile şenlenmiş Bunu görüp şükr eylemiş Almış Han İbn Fadlan gezip gördüğün yazmış Kervancım da size nazmını düzmüş Türk hanlarından ilk Müslüman olmuş Bolkar ellerinde beymiş, Almış Han Kervancıoğlu Kıbrıslı Mustafa
.
Hicaz Demiryolu 100 yaşında
26 Kasım 2008 01:00
EMSALSİZTEVAZU Ürdün'de Osmanlılardan kalma tren rayları. Üzerinde şöyle yazıyor: Hâzâ min hayrâti emîri'l-mü'minîn Sultan Abdülhamîd Hân Gâzî azzehu ve nasarahu (Bu, müminlerin emiri Gâzi Sultan Abdülhamîd Hanın hayratındandır. Allah onu aziz ve ona yardım eylesin). Halife, kendi isminin hacıların bindiği trenin ayakları altında kalmasını arzu ederek, emsalsiz bir tevazu numunesi göstermiştir. Osmanlı Devleti, demir yolunun ehemmiyetini daha ilk başlarda anladı. Telgraf, tramvay gibi bütün keşiflerin hemen benimsendiği gibi, ülke bir yandan da tren ağlarıyla örülmeye başlandı. Sultan II. Abdülhamid, İstanbul'u Hicaz'a bağlayan bir demir yolu hattının yapılmasını istiyordu. Bu hususta devlet ricâlinden çeşitli görüşler istedi. HACCA GİTMEK KOLAYLAŞACAK Bu hattın yapılması ile Yemen'e kadar Osmanlı topraklarının emniyeti sağlanacaktı. Asker sevkiyatı kolaylaşacaktı. Nitekim Rumeli'deki demir yolları çeşitli muharebelerde çok işe yaramıştı. Böylece Mısır'ı işgal eden İngilizlerin siyasetine karşı da tedbir alınmasına imkân hâsıl olacaktı. Demir yolunun geçtiği mahaller iktisadî bakımdan kalkınacaktı. En mühimi hacca gidenlerin işi kolaylaşacaktı. O zamana hacılar kervanlarla ve binbir zahmetle İstanbul'dan Medine'ye 2 ayda ulaşabiliyordu. Üstelik yolda bedevî eşkıyasının tecavüzüne uğramak işten bile değildi. İslâm birliğini ve halifelik nüfuzunu vurgulamayı gerekli gören padişah, zor ve masraflı da olsa, böyle bir hattın yapılmasına karar verdi. "Cenâb-ı Hakkın avn ü inâyeti ve Resûl-i Ekrem aleyhisselâm efendimiz hazretlerinin imdâd-ı ruhâniyetine müsteniden hatt-ı mezkûrun inşâsı içün" emir verdi. Bu karar İslâm âleminde coşkuyla karşılandı. Avrupalılar ise gerçekleşmesi imkânsız bir proje olarak gördüler. PARA NEREDEN BULUNACAK? İyi de, devletin bu en zor zamanında, gerekli para nereden bulunacaktı? Demir yolunun maliyet yekûnu 4 milyon lira olarak tahmin ediliyordu. Bu ise Osmanlı bütçesinin neredeyse % 20'si idi. 93 Harbi mağlubiyetinin yaraları daha sarılmamıştı. Rusya'ya harb tazminatı ödeniyordu. Bütçe açık veriyor, memur maaşları zamanında verilemiyordu. Bir yandan da Almanlara ihale edilen Bağdad Demiryolu inşası devam ediyordu. Bu sebeplerle ülke çapında bir bağış kampanyası açıldı. Başta padişah olmak üzere hanedan, devlet ricali, zenginler, hatta halk kampanyaya yüklü bağış yapmaya başladı. Ancak bunların hattın inşasına yetmeyeceği aşikârdı. İşte tam bu sırada İslâm dünyası imdada yetişti. Osmanlı ülkesi dışındaki Müslümanlar, konsolosluklar vasıtasıyla bağış yağdırıyorlardı. Avrupalıların işgal edip sömürge hâline getirdiği Fas'tan, Mısır'dan, Hindistan ve Cava'ya, Güney Afrika'dan, Kazan'a kadar bütün İslâm âlemi bu hayırlı işe katkıda bulunmakta yarıştılar. Mısır Hıdivi, İran Şahı, Haydarabad Nizamı külliyetli bağışta bulundu. Böylece İslâm birliği ve halifeye bağlılık hususunda emsalsiz bir manzara hâsıl oldu. Osmanlı ülkesinde yaşayan gayrimüslimler de bu bağışlarda Müslümanlardan geri kalmadılar. Avrupa'dan bile bağışlar geldi. Bağış yapanlara verilmek üzere Hicaz Demiryolu Madalyası çıkarıldı. TAHMİN EDİLENDEN UCUZA ÇIKTI Hattın inşası için padişah başkanlığında bir komisyon kuruldu. Avrupa ve Amerika'dan malzeme ithal edildi. Binlerce asker ve yerli işçi inşaatta çalıştı. Umumiyetle Osmanlı mühendis ve teknisyenlerinden istifade edildi. İstanbul'u Şam yoluyla Medine, Mekke ve Yemen'e bağlayacak Hicaz Demiryolu hattının inşasına 1900 yılında Şam'dan başlandı. 4 sene sonra hat 460 kilometreyi bularak Ürdün'ün Maan şehrine ulaştı. Hat Hayfa'ya uğrayarak Akdeniz'e bağlandı. Binlerce köprü, menfez, gölet, tünel, fabrika ve imalathane, iskele, ambar, dökümhane, boruhane, işçi yatakhanesi, hastahane, su deposu, ayrıca her şehirde istasyon binaları yapıldı. Nihayet hat 1908 yılında Medine-i Münevvereye vardı ve merasimle açıldı. 1464 kilometreyi bulan hat, 3 milyon liraya mal oldu. Bu miktar, Avrupa şirketlerinin Osmanlı ülkesinde yaptığı diğer tren hatlarından daha düşüktü. Tahmin edilen meblağdan da aşağı idi. Çünkü sadece malzemeye para ödenmiş; işçi ve teknisyen ücretlerinden önemli tasarruf edilmişti...  Hicaz Demiryolu pulu
Abdülhamid Han'ın yadigârı
3 Aralık 2008 01:00
BÜYÜK İNCELİK Medine istasyonu yapılırken, Hazret-i Peygamber'in ruhaniyetinin rahatsız olmaması için, işçilerin taş kırarken kullandıkları çekiçlere keçe sarması emrolunmuştu. Aynı zamanda trenler Medine istasyonuna yaklaştıkları zaman gürültü çıkmaması için tekerleklerine keçe sarılırdı. Hicaz Demiryolu hattı 1908 yılında açıldıktan sonra, Hayfa ile Şam arasında her gün, Şam ile Medine arasında haftada üç gün karşılıklı yolcu ve ticarî eşya katarları çalışmaya başladı. Hac mevsimi boyunca, Safer ayı sonuna kadar Şam-Medine arasında yine karşılıklı üç sefer yapılırdı. Yalnız hac zamanına mahsus olmak üzere gidiş geliş için tek bilet kâfiydi. Böylece önceden deve sırtında 40 günde alınan Şam-Medine arası, 72 saate indi. Hareket saatleri namaz vaktine göre ayarlanıyordu. Ayrıca her seferde bir vagon mescid olarak hizmet veriyor; bir de müezzin vazife yapıyordu. Dinî günlerde ve Mevlid kandilinde Medine'ye ucuz seferler tanzim ediliyordu. Ailelerin rahat seyahat yapabilmesi için vagonlarda hususî tanzimler yapıldı. TRAVERS BAŞINA BİR ALTIN Hat bitince, bedevîler, hattı korumakla vazifelendirilip maaşa bağlandı. Demir yolu vesilesiyle çok sayıda teknik eleman yetiştirildi. Osmanlı Devleti ve halife çok büyük bir prestij kazandı. Müslümanların kendine güveni tazelendi. Hind Müslümanları, hattın Bağdat üzerinden Hindistan'a kadar uzatılmasını isteyip; bunun için üzerlerine düşeni yapmaya hazır olduklarını beyan ettiler. II. Meşrutiyet ilan edilince ilk iş olarak Hamidiye Hicaz Demiryolu adı, Hicaz Demiryolu'na çevrildi. Demiryolu İdaresi, Harbiye Nezâreti'ne bağlandı. Sürre Alayı demir yolu ile gönderilmeye başladı. Eşya sevkiyatı sebebiyle hattın geçtiği yerler iktisadî olarak canlandı. Bu arada bazı tâli hatlar yapılarak hattın uzunluğu 1900 kilometreye çıktı. Ancak Mekke ve Yemen'e kadar uzatılması, bir yandan da Bağdat'a bağlanması işi akim kaldı. Harb rüzgarlarının estiği bu sıralarda, İngiliz ve Fransızlar hattın inşasından fevkalade rahatsızdı. Cihan Harbi'nde Hicaz Demiryolu asker sevkiyatı için kullanıldı. Suriye cephesinin çöküşü üzerine, İngilizler, hattı bombalayarak sabote etti. Hatta meşhur casus Lawrence (Arapların tabiriyle El-Aurans) bedevî eşkıyasına ray ve travers başına bir altın vererek, hattın Maan'dan Medine'ye kadar olan kısmını kullanılamaz hâle getirdi. Demir yolu sayesinde Medine, İstanbul'la irtibatını devam ettirdi ve 1919 yılına kadar dayandı. Hicaz hattının İstanbul'a son seferi, Medine'nin düşmesi üzerine Mukaddes Emânetler'in taşınması için cereyan etti. 1918 mütarekesi ile hattın çoğu kontrolümüzden çıktı. GEÇMİŞİN HAZİN HATIRASI Hicaz Demiryolu hattı bugün Suriye ve Ürdün'de hâlâ kullanılmaktadır. Suudi Arabistan hükümeti de hattı yeniden canlandırmaya çalışmaktadır. Hattın 452 kilometresi Ürdün sınırları içerisinde yer almaktadır. Ürdün'ün Mefrak, Zerkâ, Amman, Cize, Katraniye ve Maan istasyonlarından geçen trenler yük ve yolcu taşıyor. Osmanlı devrinden kalma istasyonlardan başka, birkaç şimendifer ve vagon Amman-Zerkâ arasında banliyö treni olarak elan kullanılmaktadır. Vagonların iç duvarlarında Kudüs, Şam ve Hicaz'daki dinî, tarihî ve turistik mekânların resimleri asılıdır. Vagonun dışındaki sahanlıkta Osmanlıca şu yazı görülüyor: Hâricde vukuf memnu'dur (Dışarıda durmak yasaktır). İLK SEFER Hicaz Demiryolunun ilk seferi 27 Ağustos Perşembe günü, İstanbul'dan gelen misafirlerle beraber, Şam şehrinden Medine-i Münevvere istikametine hareket etti. Trende, devlet adamlarından müteşekkil kalabalık bir heyetten başka, yerli ve yabancı pek çok gazeteci bulunuyordu. Özel trenin bir büyük salon-vagonu, bir lokantası, bir mescid vagonu ve üç de yolcu vagonu vardı. Trenin sürati 40-60 km arasındaydı. Bu sürat o zaman için mükemmel sayılabilirdi. Tren yalnızca iki şey için duruyordu: İkmal ve namaz... Çöl kumları üzerinde cemaatle namaz kılınırken, ikmal için develerle su getiriliyordu. Tren, 30 Ağustos Pazar günü öğleden sonra saat iki sularında Medine-i Münevvere'ye vardı.
.XXXXXXX
2009
.
|
Bugün 249 ziyaretçi (349 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|