 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
ŞEYH ABDUH ve FRENKLEŞEN MISIR
3 Ocak 2022 02:00
Sabri Efendi, Mevkıf’da der ki: “Abduh, dinsizleri bir adım bile dine yaklaştıramadı ama, Ezherlilerin çoğunu dinsizlere yaklaştırdı.”
İslâm dünyasında modernist fikirler ilk olarak eski bir ilim ve kültür merkezi olan Mısır’a girmiştir. Dini bütün bir şahsiyet olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan sonra gelen vâliler bu gidişe lakayt kalmış veya durduramamıştır. 1805’ten beri imtiyazlı bir eyalet olan Mısır, Süveyş Kanalı başta olmak üzere ölçüsüz masrafları yüzünden aldığı ve ödeyemediği dış borç sebebiyle 1882’de İngiliz işgaline uğramıştı.
Siyaset batağı
Mısır’ın batısındaki Şinrâ’da 1849’da doğan Şeyh Abduh, bir köylü çocuğu idi. Tanta’daki Ahmediye Medresesinde okudu. İlk başta intibak edemediği için hevesi kırıldı; tahsili bıraktı. Babasının ısrarıyla tekrar döndü. Şeyh Hasan Tavil kendisini felsefeye yönlendirdi. Şair ve musikişinas Bisyuni’nin çok tesirinde kaldı.
Tahsilini bitirince muallimlik yaptı. Derslerde Mutezile mezhebini müdafaa ederdi. el-Vekâyiü’l-Mısriyye gazetesinde muharrir olarak çalıştı. 1871’de Mısır’a gelen Efgani ile tanışması hayatını değiştirdi. Siyasetle alakadar olmaya başladı. 1877’de orta dereceyle Ezher’den mezun oldu.
Görünüşte İngilizlere karşı ayaklanan, ama Mısır’da İngiliz idaresinin kökleşmesinden başka bir işe yaramayan Arap milliyetçisi Urâbî’ye destek çıktı. Hıdiv Tevfik Paşa’nın azli için fetva verdi. Bu sebeple 1881’de Suriye’ye sürüldü. Suriye’den Paris’e geçti. Burada müsteşriklerle görüştü. Paris ve Londra arasında mekik dokudu. Böylece üç senelik sürgüne üç de kendisi ekledi.
Üstadı Efgani ile beraber el-Urvetü’l-Vüskâ gazetesini çıkardı. Osmanlı hilafeti aleyhine neşriyat yaptıkları mecmuayı, Fransız diplomatik postasından istifade ile İslâm memleketlerine gönderdiler. Mecmua 10 ay sonra tatil edildi. Riyaz Paşa iktidara gelince, İngilizlerin Mısır komiseri Lord Cromer’a müracaat etti; o da Abduh’un yolunu açtı.
Dinler Arası Diyalog
Abduh evvela Beyrut’a geldi. Burada ''dinler arası diyalog'' üzerine ders verip, yazılar yazdı. 1889’da Mısır’a döndü. Artık her şey İngilizlerin elindeydi ama, Abduh, sanki İngilizlerin aleyhine çalışmamış gibi hüsnü kabul gördü. Kadılığa, ardından istinaf mahkemesi müsteşarlığına ve nihayet 1899’da Mısır müftülüğüne tayin edildi.
Muhipleri kendisini Mısır’ın son asırda yetiştirdiği yüksek bir ilim ve irfan sembolü olarak görür; müceddid, hatta müctehid kabul eder. Zekâsı ile Arapçayı kullanmaktaki mahareti bir araya gelince, yazıları göz kamaştırmıştır.
40’ından sonra Fransızca öğrendi. Felsefeye dair nice eserleri tercüme edip, gazetelerde neşretti. Üstadının ölümüyle Kahire Mason Locası reisi oldu. Bu sebeple muhalifi arttı. Muhipleri, bunu ya dine hizmet, ya da o zaman bu cemiyetin hakiki hüviyetinin bilinmediği gerekçesiyle mazur göstermeye çalışırlar.
Hıdiv, Abduh’un reformcu faaliyetlerinden rahatsızdı. Bu sebeple Ezher’den ayrıldı. İskenderiye’de vefat etti. Cenazesi büyük bir tantanayla Kahire’ye getirilip defnedildi.
Kutu
Akıl mı, nakil mi?
Abduh, İbn Teymiyye gibi o da cumhura muhalefette bulunarak, bidat saydığı şeylerle mücadele ederdi. Filozoflar gibi o da teselsülün butlanına muhalif idi. Hâlbuki İslâm inancına göre, illetlerin teselsülü batıl olmazsa, Allah’ın varlığını ispat edecek delil kalmaz. [Allah kadim olmasaydı, onu bir yaratan bulunurdu. Böylece kadim olmayan yaratıcılar teselsülü, zinciri olur. Bu ise olacak şey değildir.]
Kendine has görüşlerini Risâletü’t-Tevhid adıyla toplamış; bu eser vefatından iki sene sonra basılmıştır. Akıl ile nass çatışırsa, nassın ihmal edilerek aklın tercih edileceğine kâildi. Bu sebeple mucizeleri kabul etmezdi. Maksadı İslamiyeti, Avrupalılara şirin göstermekti.
Mesela Fil suresinde geçen ebabil kuşlarını sivrisinek, attığı taşları da mikrop olarak tefsir etmiştir. Belkıs’ın tahtı, Süleyman aleyhisselamın ayağına gelmemiş, bilakis aynısı yapılmıştır. Musa aleyhisselamın asasıyla denizi yarması, med ve cezir hadisesinden başka bir şey değildir. Çünki ona göre peygamber, yalnızca dürüst tanınan bir insandır.
Resim ve heykele, sigortaya, faize, şapkaya cevaz vermesi reaksiyon doğurmuştur. Serbest içtihada taraftar; tek mezhebe bağlılığa karşıydı. İslâm dünyasında yeni bir çığır açmış, çeşitli Müslüman ülkelerde çok sayıda okumuş kimse, Abduh’un izinden yürüyerek, İslâm dünyasında muhafazakâr/modernist ayrılığı barizleşmiştir.
Kutu
İttihad-ı İslâm oyunu
Abduh, ideallerinin tahakkuku için yeni kadrolar yetişmesi lâzım geldiğine inanırdı. Bunun için zamanın halifesi Sultan Abdülhamid’e maarife dair tabasbuskârâne (dalkavukça) ifadelerle dolu reform lâyihaları gönderdi. Efgani’yi iyi tanıyan Padişah, talebesine pek iltifat etmedi.
Fikirlerini, İttihad-ı İslâm, yani dünya Müslümanlarının bir siyasî birlik altında toplanması sloganı altında lanse etmiştir. Ancak bu slogan çoklarını aldatmıştır. Burada fikirleri, İngiltere’nin emperyalist siyaseti ile örtüşüyordu. Misyonunu ifa ederken, önündeki en büyük engellerden biri olduğunu düşündüğü Osmanlı hilafeti ve bilhassa Sultan Hamid’in amansız muhalifi oldu.
Arap milliyetçiliği kisvesi altında, Osmanlı hilafetini yıkma siyasetinin mimarı İngiliz istihbaratçı Blunt, Abduh’un dostuydu. Abduh, Padişah’a yazdığı mektupta “Osmanlı Devleti’nin muhafazası, Allah ve resulüne imandan sonra akaidin üçüncü şartıdır” derken; 1882’de arkadaşı Blunt’a yazdığı mektupta Osmanlıların zalim olduğunu, Mısır’da sadece kötü bir miras bıraktığını ve bütün halkın onlardan nefret ettiğini yazabilmiştir.
Abduh’un, Lord Cromer’in desteği ile Mısır müftülüğüne getirilişi, modernistlerin kazandığı büyük bir stratejik zaferdir. Müftülüğü sırasında, şer’î mahkemelere, vakıflara ve medreselere el atmayı ihmal etmemiştir.
Şiî Fâtımîlerin kurduğu, ancak asırlarca Sünnîliğin kalesi mevkiindeki Ezher, böylece ilmî seviyesi cihetiyle eski parlaklığını ve Müslümanlar nezdindeki itibarını kaybetti. Öyle ki, lise ve orta kısımdaki kitaplar, yüksek sınıflarda okutulmaya başlandı. Modernist Tanci Hoca bile, medrese sisteminden mektep sistemine dönüş sebebiyle Ezher’de kalitenin düştüğünü söylerdi.
Parlak yazıları sayesinde ecnebiler arasında da çok taraftar bulmuştur. İngiliz müsteşrik Edward Browne, Abduh’un ölümü üzerine yazdığı taziyetnamede kendisini göklere çıkarmaktadır. Sabri Efendi, Mevkıf’da der ki, “Abduh, dinsizleri bir adım bile dine yaklaştıramadı ama, Ezherlilerin çoğunu dinsizlere yaklaştırdı.”
Abduh, yaşadığı devirde ve vefatından sonra, başta Beyrut ulemasından Yusuf Nebhânî, Ezher müderrisi Yusuf Decvî, şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi olmak üzere, çok sayıda âlim tarafından tenkit edilmiştir. Sabri Efendi, Abduh’un, Hristiyan gazeteci Ferah Anton ile yaptığı münazarayı okuyunca, “Şeyh şöhreti, hasmı da davayı kazanmış” demekten kendisini alamamıştır.
Kutu
Sacayağı
Efgani, İslâm dünyasını canlandırmayı hedefleyen büyük bir ıslahatçı pozunda gözükürdü. Ancak kimine göre kendisini Mehdi zanneden bir deli, kimine göre de İngiliz ajanı bir Şiî idi. Sultan Hamid, önce kendisine Irak’taki Şiî Arablar arasında, Osmanlı hilâfetini takviye vazifesini vermeyi düşünmüş; ancak İngilizlerle anlaşıp, Irak merkezli bir Arab hilâfeti kurmaya çalıştığına dair bilgilere ulaşınca vazgeçmiş; İstanbul’da göz hapsine almıştı.
Paris’teki üstadına yazdığı mektupta Abduh, “Sen bizim içimizi de, dışımızı da bilirsin. Biz görünüşte ibadetleri yapıyoruz. Ama aslında senin yolundayız. Dinin başını, dinin kılıcıyla keseceğiz” diyerek, misyonlarının görünüşte “saf ideal din” teranesiyle “yozlaşmış” buldukları ananevî dini yok etmek olduğunun işaretini veriyordu. Takıyye, Şiîliğin esaslarındandır.
Bu işte Efgani, plan; Abduh ise program kısmını üstlendi. Biri İslâmiyeti sivil dine, öbürü politik dine çevirmeye çalıştı. Efgani, Luther rolü oynadı. Efgani-Abduh-Reşid Rıza üçlüsü, sacayağı gibi birbirini tamamlamış; İslâm dünyasındaki modernistlerin düşünüş tarzını şekillendirmiştir. Dinî ilimlerde çok zayıf olan Efgani ve Abduh’un açıkları ve falsoları, onlardan daha bilgili olan Reşid Rıza tarafından tamamlanmaya çalışılmıştır.
Beldedeki İngiliz siyasetine bu üçlü kadar faydalı kimse olmamıştır. Şeyh Abduh’un tesiri, Musa Carullah, Mehmed Akif gibi çok geniş bir yelpazede yayıldı. Yazılarını Türkçe’ye çevirerek Türkiye’de tanıtan Akif, “Mısr'ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh” diye vasıflandırır. “İnkılab istiyorum ben de, fakat Abduh gibi” diyerek üstadının misyonuna işaret eder.
[Şeyh Abduh’un mesaisi ve modernizmin İslâm dünyasına giriş serüveni şu kitaplarda güzel anlatılmaktadır: Muhammed el-Huseyn, el-İslâm ve’l-Hadarâtü’l-Garbiyye, Beyrut 1399/1979. (Modernizmin İslâm Dünyasına Girişi, trc. Sezai Özel, 1986.) Nikki R. Keddie, An Islamic response to Imperialism, Londra 1983, Elie Kedourie, Afghani and Abduh: An essay on religious unbelief and political activism in modern Islam, Londra 1997. Bedri Gencer, İslâm’da Modernleşme, 2014. Hasan Bulut, Siyah Papanın Casusu, 2017.]
.
OSMANLI HANEDANI SÜRGÜNDE NASIL GEÇİNDİ?
10 Ocak 2022 02:00
Sürgüne gönderilen Osmanlı hanedanı mensupları kısa zaman içinde büyük bir sefalete düştü. Bunlara yardım eli uzatmak isteyenler, başka bir engele takıldı.
Hudut hârici edildikleri zaman, ellerine tek gidişe mahsus pasaport ve 1000 İngiliz lirası tutarında para verilmişti. Eli açık, hayır hasenata düşkün ve muayyen bir hayat seviyesinde yaşamaya alışmış insanlar için bu paranın ancak çok az bir zaman idare edeceği aşikârdı.
Acı hakikat
Ne ecnebi bankalarında paraları; ne de diğer hanedanlarla kendilerini destekleyecek akrabalıkları vardı. Hanedanın malî vaziyeti, daha memlekette iken bile, bir-iki tanesi dışında hiçbir zaman iyi olmamıştır. Üç gün içinde ellerindeki menkul eşyayı haraç mezat yok pahasına sattılar. Mülkleri de şunun bunun elinde çarçur oldu.
Yanlarındaki nakit para, kendilerini az bir zaman idare etti. Götürebildikleri mücevherler ve yükte hafif pahada ağır eşya satıldıktan sonra, acı hakikat bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı. Sürgünün birkaç ay süreceğini sanmışlardı. Şimdi ne yapacaklardı?
İngiliz çelmesi
Hicaz Meliki Şerif Hüseyin, 11 Mart 1924’te bir beyanname neşretti:
“Osmanlı ailesinin İslâmiyete ve Müslümanlara yaptığı hizmetler inkâr edilemez; kahramanlıkları küçük görülemez. Bu aile hakkında verilen son [sürgün] kararı Müslümanların yüreklerini dağlamış, kalblerini kırmıştır. Bu sebeple, ailenin ihtiyaçlarını karşılamayı ve maişet sıkıntısı çekmelerine mâni olmayı, İslâm kardeşliğinin bir icabı görüyoruz. Ecri büyük olan bu işe iştirak etmek isteyen mertlik erbabının, Mekke-i Mükerreme’de bulunan vekillerimize arzularını bildirmeleri lâzım gelir.”
Fakir hükümdarlardan olan Şerif, San Remo’daki Padişah’a 2400 lira gönderdi... Ancak İngilizler, Ankara’yı küstürmemek adına, hanedanın para sahibi olmasını istememiştir. Yardım için kendilerine müracaat edenleri de “bütçede yeri olmadığı” gerekçesiyle geri çevirmiştir. Haydarabad Nizamı, hanedanın hâlini öğrenince, esaslı bir yardım etmek istemiş; İngilizleri razı edebilmek için de, Halife’nin meteliksiz ve açlıktan ölmek üzere olduğunu vurgulamıştır. Bu devre ait ve mevzuya dair İngiliz raporları, ailenin sefaletine karşı hissiz, hatta küçümseyici mahiyettedir. Yardım için İngiliz ve Fransız hükûmetine, Hindistan racalarına şehzadelerin yazdığı mektuplar, okuyanın içini parçalar...
Böylece sürgünün ilk seneleri inanılmaz sefalet içinde geçti. Sultan Vahîdeddin’in tabutuna alacaklılar haciz koydular. Borçları, Şerif Faysal ve Abdullah ödedi. Hanedan mensubu olup, memlekette kalanların vaziyeti de hiç iç açıcı değildi. Sultan Hamid’in hayattaki zevcesi, hükûmete müracaat ederek, devlet reisi ve ordunun başkumandanın dulu sıfatıyla maaş talebinde bulunduysa da, reddedildi. Miras teşebbüsleri de, Londra-Ankara konsorsiyumu tarafından engellendi...
Adnan Menderes iktidara gelince örtülü ödenekten bazı hanedan efradına maaş bağlattı; hanımların sürgünden dönüşüne izin çıkardı...
Nefes aldıran evlilik
1931’de Halife Abdülmecid Efendi’nin kerimesi Dürrişehvar Sultan, Haydarabad Nizamı’nın oğlu ile evlenince, hanedanın bir kısmı, biraz gün yüzü görebildi. Nizam, İngilizlerin izin verdiği limit içinde, hanedanı maaşa bağladı. Ama herkese ulaşamayan bu miktar ferdlere dağıtılınca çok cüzi kalıyordu. II. Cihan Harbi’nden sonra Hindistan kurulup, Nizam sürgüne çıkınca, bu da kesildi.
Mısırlı prenslerle evlenenler de nisbi bir refaha kavuştu. Sürgün boyunca, hanedana en büyük iyiliği, Mısırlı Prensler Ömer Tosun ve Yusuf Kemal Paşa gösterdi. Prenses Mehveş Fâzıl, evkaftan hanedanın hanımlarına 15 lira maaş bağlattı. 1952’de Mısır’da darbe olup, krallık devrilince, mallarına el konan bu prensler sürgün edildi. Hanedan için ikinci bir felaket doğdu.
Allah, sabredenlerle beraberdir
Ellerine tahsisat ulaşmayanlar veya yetmeyenler, çalışmak mecburiyetinde kaldılar. Ancak bir meslek ve kariyerleri yoktu. Bu insanlar, herhangi bir iş yapmak için yetiştirilmemişti. Şehzâdeler askerdi ki bu da ecnebi bir memlekette hiçbir kıymet ifade etmiyordu.
Sermayeleri bulunmadığı için iş kuramayan hanedan ferdlerinin resmî vazife almalarına da diplomatik münasebetlerin bozulabileceği tehdidi ile Ankara mâni oldu. Çoğu haymatlos (vatansız) olduğu için, birkaç lisan bildikleri hâlde, tahsilleri olsa bile, her mesleği icra etmeleri kanunen mümkün değildi. Memuriyete girmelerini, zenginlerle evlenmelerini Ankara engellemeye çalışıyordu. II. Cihan Harbi de çoğu memlekette hanedan ferdlerini şüpheli şahıs hâline getirmişti.
İsmin ve askerlik diplomasının işe yaramadığı gurbette, para getirecek tek şey, bir enstrüman çalmaktı. Nice şehzâdeler, kafelerde bir çingene gibi çalgıcılık yaparak ekmek parası temin etmeye çalıştılar. Kantarcılık, hamallık, taksi şoförlüğü, mezarlık bekçiliği, müzede biletçilik, seyyar satıcılık, bulaşıkçılık yaparak maişetini çıkarmaya çalışan hanedan efradı çoktur.
Elinde avcundakini satıp tüketen Ayşe Sultan, “Allah, sabredenlerle beraberdir” meâlindeki “İnnallahe maassâbirîn” âyet-i kerimesini eliyle beze işler, oğlu bunları geceleri sokaklarda ve metroda satardı. Yaşlılar bunu da yapamadılar. Gençler, olur olmaz evliliklere razı oldu.
Bir tek Şehzâde Burhaneddin Efendi, petrol şirketinde iş bulmuş; o ve oğulları bu sayede müreffeh yaşamıştır. Halife ve bazı hanedan efradı, ellerindeki serveti idareli kullanarak veya eş-dostun yardımı ile vasat bir hayat yaşama imkânı bulmuşlardır. Onun dışındakiler ümitsizce bir sefalet içinde yaşamışlardır.
Gece pazarlardaki çürük meyve ve sebzeleri toplayan hanedan ferdleri vardı. Bunu herkesten saklarlar; kimsenin kendilerine acımasını istemezlerdi. Nitekim “Kaplan sırtı için en tahammül edilmez yük, merhamettir.” Çocuklar, ayağı büyüdükçe ayakkabılarının ucu kesilerek idare ederdi.
Yardım eli
Müşkül vaziyetteki hanedana, zaman zaman halktan yardım edenler olmuştur. Şehzâde Ahmed Nuri Efendi’ye, vaktiyle iyilikte bulunduğu bir Rum genci bir miktar yardım etmiştir. Zekiye Sultan’ın Pau’da kaldığı küçük otel odasından, otelin sahibi olan Ermeni ücret almamıştır. Kahire’de hastalanan Behiye Sultan’ın ilaç ve bakımını Ermeni bir kadın üstlenmiştir. Sami Bey’e, vaktiyle İstanbul’da yardım ettiği bir Rus prensi el uzatmıştır.
Şehzâde Ahmed Nuri Efendi, bir parkta açlıktan ölmüş olarak bulundu. Şehzâde Abdürrahim Efendi, sefalete dayanamayarak intihar etti. Mediha Sultan’ın belediye yardımı ile geçinen torunu Hadice Sâmi de bu sıkıntılar sebebiyle pencereden atlamak suretiyle hayatına son verdi.
Çok büyük bir sefalete düşen Ârife Kadriye Sultan, acılarına dayanabilmek için morfine alıştı ve kısa bir müddet sonra vefat etti. İki kızı yetimhaneye düştü.
Nice’te, elindeki avucundaki biten Fehime Sultan, vereme yakalandı. Sadık bir zenci cariyesi, geceleri sokaklarda dilenerek topladığı üç-beş frankla efendisine bir çorba kaynatabilmişse de, Sultan hayata veda ederek dünya acılarından kurtulmuştur.
Nice kurbanlar
Nâciye Sultan hatıralarında diyor ki:
“Irkan kendi halklarına yabancı başka hanedanlar, böyle bir ihtimali [sürgünü] düşünerek, memleket dışında ihtiyaçlarını sağlayacak tedbirleri almış olabilirlerdi. Biz ise, hâriçte ihtiyat parası bulundurmayı hiçbir zaman aklımızdan geçirmemiştik. Çıkarken süratle tasfiye ettiğimiz menkul ve gayrimenkullerimizden elimize ne geçti ise, onunla gurbette yaşamaya başlamıştık.
Yabancı bir muhitte, yabancı dil konuşan insanlar arasında hayatın tecrübesizlikleri içinde pek çoğumuz elinde olan biteni ile idare edemedi. Başlangıçta hesapsız, kaygısız bir hayat sürenlerimiz oldu ise de, zamanla maddî sıkıntılar baş gösterdi. İşte o zaman şaşıranlar çok oldu.
Seneler geçtikçe aramızda yer yer sefaletler, felâketler bütün çıplaklığı ile görülmeye başladı. Bunları yabancılara göstermemeye son derece dikkat ettiğimizden, aramızda bile bazen böyle hâdiselerden geç haberdar oluyor ve birbirimize yardım etmekte gecikiyorduk. Son senelerde hastalığına ilaç parası bulamayan yaşlılarımız oldu. Maddî kıymeti olabilecek her şeyi elden çıkardıktan sonra, kış ortasında yiyecek tedârik edebilmek için sırtındaki paltosunu satıp bu yüzden zâtürre olup hayata gözlerini yumanlarımız da çoktu.
Viran bir köşede sefaletini kendi akrabalarına dahi göstermeyi zül sayan sessiz sedâsız, şikâyetsiz ölüp de cenâzeleri mahallî belediyelerin fukaraya ayırdığı tahsisatla kaldırılıp, umumî mezarlara isimsiz ve hüviyetleri belli olmadan gömülenlerimiz oldu. Bunları şikâyet olsun diye söylemiyorum. Memleketin, vatanın selâmeti için verilmiş nice kurbanlar arasında Osmanoğulları’nın da küçük bir hissesi olduğunu belirtmek istiyorum.”
Çare arayışı
Hanedan, sürgünün ilerleyen günlerinde neye uğradıklarını yavaş yavaş anlamaya başladı. Bu zorluklarla mücadele edebilmek için çareler aradı. Kendi aralarında bir cemiyet kurmak istediler. Miras talepleri, çocuk ve gençlerin tahsili, evlilikleri, muhtaç olanlara yardım, vefat edenlerin cenaze muameleleri gibi işleri yürütecekti. Ancak darmadağın aile bir araya gelemediği için mümkün olmadı.
Maddî ve manevî musibetler, hanedanın peşini Türkiye’ye döndükten sonra da bırakmamıştır. 1952 tarihli kanun üzerine memlekete dönen yaşlı başlı sultanlar, eski düzenlerini boşuna aramışlar; birkaç sene memurluk yapanların çoluk çocuğuna ilâ-nihâye bakan devlet, kendilerine hiç sahip çıkmamış; kendilerine el uzatan bazı hamiyetli vatandaşlar olmuştur.
.
VATANA GÖÇ MÜ, GURBETE SÜRGÜN MÜ?
17 Ocak 2022 02:00
100. yılında Türk-Yunan nüfus mübadelesi
Lozan Muahedesi ile kararlaştırılan Türk-Yunan nüfus mübadelesi, çok sayıda insanı alakadar ettiği için, iki ülkenin de son asırda yaşadığı belki en mühim hadisedir.
İnsan topluluklarının bir yerden bir yere göç edip yerleşmesi çok rastlanan tabii bir hadisedir ama, işin bir de başka ciheti vardır. Tarih boyunca etnik veya dinî hüviyeti sebebiyle çok sayıda insan vatanından göçe mecbur edilmiştir.
Bu göçürme, gayriresmî, yarı resmî ve resmî tarzda cereyan edebilir. Yani, öteki etnik/dinî hüviyet tarafından göçe zorlanabilir (pogrom). Bunu el altından hükûmet organize etmiş olabilir veya destek verebilir. Hükûmet tek taraflı olarak bir halkı sürgün edebilir. Nihayet, hükûmetler veya milletlerarası kuruluşlar nüfus transferine karar verir.
Lozan örneği
Resmî nüfus mübadelesi, ne kadar acı olursa olsun, bugüne kadar etnik çatışmalara getirilen en tesirli hâl tarzı olarak görülmüştür. Bugün ise insan haklarının ihlali olarak görülmektedir.
1864’te Prusya’nın Schleswig-Holstein’i işgali üzerine, Almanya ve Danimarka arasında nüfus mübadelesi cereyan etti. 1940’ta Dobruca’nın el değiştirmesi üzerine Romanya ve Bulgaristan arasında nüfus mübadelesi oldu. 100 bin Rumen ile 62 bin Bulgar yer değiştirdi.
II. Cihan Harbi’nden sonra Çekoslovakya, Polonya, Macaristan, Yugoslavya, Romanya ve Ukrayna’da yaşayan 12 milyon Alman nüfus, Almanya’ya göçürüldü. 1944’te Ukrayna ve Polonya arasında 400 bin kişilik nüfus mübadelesi yapıldı.
Hindistan ve Pakistan’ın kurulmasıyla, milyonlarca Müslüman, Hindu ve Sih mübadele edildi. Azerbaycan ve Ermenistan arasında uzun süren bir nüfus mübadelesi yaşandı.
1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a asker çıkarması üzerine, ada bölünmüş; şimaldeki Rumlar (Karpaz hariç) cenuba, cenuptaki Türkler ise şimale göçürülmüştü. Bu asırdakilerin hepsi, 1923’teki Lozan Nüfus Mübadelesi örneğine göre yapılmıştır.
Rumlar out
1924 tarihli Türk-Rum mübadelesi, XX. asrın en geniş insan topluluğunu alakadar eden nadir ve ehemmiyetli hadiselerindendir. Halkın ciddi muhalefeti ve çok sayıda ülkenin kınaması altında cereyan etmiştir.
1821 tarihli Yunan İsyanı ile, Rumlar Osmanlı ülkesindeki imtiyazlı mevkiini kaybetmiş; Yunanistan’ın istiklali karşısında aciz kalan Bâbıâli, Rumlara antipati ve şüphe ile bakmaya başlamıştı. Balkan harbi mağlubiyeti ile Rumeli’deki 5 asırlık Osmanlı topraklarının kaybı, İttihatçı hükûmeti hırçınlaştırmıştı. Çoğunun memleketi olan bu toprakların kaybı ve halkının kısmen sürgünü, ana vatandaki Rumların mevkiini iyice müşkül hâle getirmişti.
Bu cümleden olarak hükûmet, 1913’te İzmir ve Ayvalık arasındaki sahilde yaşayan 150 bin ve Şarki Trakya’daki 115 bin Rum’u Yunanistan’a sürgün etti. Ege’deki 85 bin Rum’u da Anadolu içlerine yolladı. Anadolu’da hâlâ ırk, lehçe ve kültür cihetiyle birbirinden farklı Ortodokslar yaşıyordu. Yunanistan’da da aynı şekilde Müslümanlar kalmıştı. 1914 itibarıyla Anadolu Türkiye’sindeki Rum nüfusu 1,5 milyon (%12) idi.
Rumeli’nin kaybı, İttihatçıları, ulus-devlet fikrine itti. 29 Eylül 1913’te yapılan İstanbul Muahedesi ile Bulgaristan’dan ve Türkiye’den 50’şer bin Bulgar ve Müslüman mübadele edildi. Ardından Venizelos’a, Makedonya’daki Müslümanlar ile Aydın Rumlarının mübadelesi teklif edildi. Yunanistan başta soğuk dursa da, teklifi kabul etti. Ama Cihan Harbi, işin tatbikatını geciktirdi.
Başka çare yok!
Yunanların İzmir’i işgali, Anadolu Rumlarının hayatını iyice zorlaştırdı. İnsanlarda, düşmanla aynı ırk veya dine sahip ise, komşularını da onların iş birlikçisi görme temayülü vardır. Böylece çok sayıda Rum ve Türk, 1914-1922 arası kaçmış, öldürülmüş veya sınır dışı edilmiştir.
İki halkın bir arada sulh içinde yaşayamayacağı düşünüldüğü için, Lozan Konferansı’nda 4 büyükler (İngiltere, Fransa, İtalya ve ABD) iki ülkedeki Müslüman ve Ortodoks halkın birbiriyle mecburi mübadele edilmesini istedi. Nitekim son on sene içinde iki taraf da diğerine karşı hiç de hayırhah olmadığını göstermişti.
Türk tarafı aslında ülkedeki bütün Rumların gitmesini, Yunanistan’dan ise kimsenin gelmemesini istiyordu. Yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalmayı göze alamayan Yunanistan, göçün ihtiyari olmasını ve isteyenlerin sonra geri dönebilmesini teklif etti.
Evvelce zaten 1 milyon Anadolu Rum’u, Yunanistan’a gitmek zorunda kalmış veya gönderilmişti. Aynı devrede Bulgaristan ve Rusya’dan da 1.200.000 Rum Yunanistan’a iltica etmişti. Yunanistan hükûmeti bu ağır yükün altından kalkabileceğini düşünmüyordu.
Dönüş yok
Milletler Cemiyeti bu iş için Norveçli Dr. Nansen’i vazifelendirdi. Neticede iki taraf Türkiye’deki Ortodokslarla, Yunanistan’daki Müslümanların mübadelesinde anlaştı. Lozan Muahedesi’nin 14. maddesi buna dairdir. 30 Kânunusani 1923 tarihli Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine Dair Mukavelename ve Protokol imzalandı.
Nüfusu 130 bin olan İstanbul Rumları ile 130 bin Garbi Trakya Müslümanları mübadeleden hariç tutuldu. Ayrıca Balkan Harbi’nde kaybedilen ve halkı kâmilen Rum olan İmroz ve Tenedos (1970’ten sonraki ismiyle Gökçeada ve Bozcaada) Çanakkale Boğazı’nın emniyeti için Türkiye’ye verilmişti. Bu iki ada halkı da mübadeleden muaf tutuldu.
Mübadele harici mıntıkalarda oturanlar, isterse göç edebilecektir. Bazı Rumlar, mesela Ankara hareketine destek veren Keskin metropoliti Eftim ve ailesi mübadeleden istisna edilirken; İstanbul Patriği seçilen Konstantinos, 1918 öncesi İstanbul’da oturuyor sayılmadığı için mübadil sayılıp sınır dışı edilmiştir.
Mübadiller, menkul mallarını yanlarında götürebilecekler; geride bıraktıkları her çeşit mal için ellerine makbuz verilecektir. Mübadiller, bir daha eski yurduna dönemeyecektir.
Yeni bir hayat
Anadolu’nun her köşesinden 189.916 Rum ile Selanik, Florina, Serez, Drama, Kavala, Taşoz, Serfice, Yanya, Girit, Midilli, Limni ve Sakız’dan 355.635 Müslüman, evlerini, bağlarını, bahçelerini, mabedlerini, atalarının mezarlarını bırakıp, yükte hafif pahada ağır eşyalarını ellerine alarak yollara döküldü.
Çok zor şartlar altında kendilerine tayin edilen mıntıkaya gittiler. Hiç bilmedikleri bir yerde yepyeni bir hayat kurmaya çalıştılar. Evinden tuğla, kapı tokmağı, bahçesinden toprak, hatta dedesinin kemiklerini götürenler az değildir
Rumeli’nin kaybedildiği 1912’den 1924’e kadar buralarda yaşayan Türklerden bilhassa hâli vakti yerinde olanlar, palikaryaların tazyikiyle yerini yurdunu bırakıp Türkiye’ye göçmek zorunda kalmıştı. Bunlar da mübadil statüsünde sayılmıştır.
Balkan Harbi’nden evvel Yunanistan’daki Müslüman nüfusu 650 bin olduğuna göre (420 bin Selanik, 225 Yanya, 24 bin Adalar), 1912-1922 arası bir bu kadar muhacir daha gelmiş olmalıdır. Mübadil sayısının farklı verilmesinin sebebi budur.
Mübadelenin cereyanını ve vicdanlardaki dinmeyen sızısını başka bir yazıda ele alalım...
Kutu
Mal canın yongası
Mübadillerin bıraktıkları malların tespiti için muhtelit (karma) komisyonlar kuruldu. Burada 4 Türk, 4 Yunan ve Milletler Cemiyeti’nin bitaraf devletlerden (İsveç, İspanya, Danimarka) seçtiği 3 aza vardı.
Mübadilin malı tespit edilip, eline bir kâğıt verilecekti. Gittiği yerde emval-i metrukeden (terk edilmiş mallardan) buna denk mal alacaktı.
Komisyonda, İstanbul ve Garbi Trakya’da mübadeleden istisna tutulacakların kim olduğu ihtilaf mevzuu oldu. Türkiye mümkün mertebe fazla Rum göndermek istediği için, 1918’den evvel İstanbul’a gelmiş Rumları etabli (yerleşik) saymıyor; Garbi Trakya sınırlarının da daha geniş olduğunu iddia ediyordu.
La Haye Adalet Divanı, 30 Ekim 1918’den evvel İstanbul belediye sınırları içinde (Yeşilköy-Bostancı-Fenerler arası) oturan 200 bin kadar Rum ile buna mukabil sınırları 1913 Bükreş muahedesi ile tespit edilmiş Garbi Trakya ahalisi 200 bin Müslüman’ın etabli sayılacağını bildirdi.
Kutu
Yükselen tansiyon
Her ne kadar Türk-Rum nüfus mübadelesi dense de, mübadelenin esası ırk değil, din üzerine cereyan etmiştir. Mukavelenin 1. maddesine göre, “Türkiye arazisinde mütemekkin Rum Ortodoks dininde bulunan Türkiye tebaası ile Yunan arazisinde mütemekkin Müslüman dininde bulunan Yunan tebaasının” mecburî mübadelesi kararlaştırılmıştır.
Trabzon’da Rumca konuşan Müslümanlar, tabiatıyla mübadeleye dâhil edilmemiştir. Aslı ne olursa olsun, -Pomak, Patriot (Rum), Arnavut, Torbeş (Makedon), Ulah, Çingene- Yunanistan’daki Müslümanlar Türkiye’ye göçürülürken; etnik orijini belirsiz de olsa, Türkçe konuşan Karamanlılar Yunanistan’a göçürülmüştür.
Karamanlılar, Türk ırkından oldukları iddiasıyla mübadele dışı kalmak için Ankara’ya müracaat etmişse de, mübadelenin ırk değil, din esasına göre yapıldığı gerekçesiyle talepleri göz ardı edilmiştir. Unutulmamalıdır ki, o tarihte Türkiye anayasa gereği hâlâ bir İslam devletidir. Bernard Lewis, “Mübadele, vatana kavuşma değil, gurbete sürgündür” der.
.
MÜBADELENİN DİNMEYEN SIZISI
24 Ocak 2022 02:00
Türk-Yunan nüfus mübadelesinin üzerinden neredeyse 100 sene geçti ama, insanların içinde meydana getirdiği sızı dinmedi…
Yunanistan’daki Müslümanlarla Anadolu’daki Ortodoksların Lozan’da kararlaştırılan mübadelesi 15 Ekim 1923’te Midilli’den başladı. Kara veya demir yoluyla muayyen istasyonlarda toplanan mübadiller, kendilerini götürecek gemileri beklemeye başladılar.
İşler, tarafsız Amerikan heyetlerinin nezaretinde yürütüldü. Asırlardır mülteci ve muhacirlerle uğraşmaya alışmış Osmanlı Devleti’nde bu işi Muhacirin Müdiriyeti tesviye ederdi. Bu sayede hükûmet bu zor işlerin üstesinden gelebildi.
400 bine yakın mübadil, şehirli ve kasabalılar (esnaf, tacir, işçi) ile köylüler (tütüncü, zeytinci, bağcı ve sair çiftçi) olmak üzere iki kısımdı. Nüfusun %20’si sanatkâr, %80’i çiftçi idi. İskânın buna göre yapılması düşünülüyordu.
Yollar yollar…
Mübadilleri, Seyr-i Sefain İdaresi (Denizcilik İşletmeleri) gemileri taşıdı. Herkes kendisinin ve yanında götürdüğü hayvanın ücretini kendisi verirdi. 100 kilo eşya ücretten muaftı. Vapurlarda yüzlerce ölüm ve doğum vakası meydana geldi. Mübadillerden 3 bini yollarda ölmüştür.
Mübadiller, Yunanistan'daki irkab (bindirme) iskelesinden alınıp; ihraç (indirme) iskelesine getiriliyor; karantinadan sonra buradaki misafirhanelerde üç gün ile birkaç ay geçici iskânla kalıyor; sonra asıl iskân yerine doğru yola çıkıyordu.
Vardıkları yerde iki ay iaşeleri hükümetçe karşılanırdı. Bu yardım, ekmekten ibaret kalmıştır. Bu iş için yurt içinde ve dışında yardım kampanyaları açılmış; mübadiller menfaatine konserler tertiplenmiştir. Yunanistan, Milletler Cemiyeti’nden yardım almış; ayrıca diaspora Rumları, para toplayıp Yunanistan'a göndermiştir.
Mübadillerin, 56 bini Samsun’a, 80 bini Trakya’ya, 39 bini Balıkesir’e, 65 bini İzmir’e, 27 bini Bursa’ya, 33 bini İstanbul’a, 26,5 bini İzmit’e, 6 bini Antalya’ya, 30 bini Konya’ya, 20 bini Adana’ya, 4 bini Sivas’a, 3 bini Kastamonu’ya yerleştirildi. Bunu diğer vilayetler takip eder.
Maddi ve manevi sefalet
Vilayet ve kaza merkezlerinde arazi tevzi komisyonları kuruldu. İlk etapta mübadillere, Rumlardan kalma ev ve araziler verilecekti. Ama tatbikatta işler pek de öyle yürümedi. Bazısı malına az çok denk bir mal alırken; bazısına daha az düştü. Bazısının eline bir şey geçmedi.
Mübadiller maddi ve manevi sefalet yaşarken, bunlara dağıtılması lazım gelen emval-i metrûke, kodamanlar tarafından iç edilmiş veya yerli halkın işgali altında idi. Mübadiller, birbirlerinden ayrılmak istemiyor veya alıştıkları iklimi arıyorlardı. Bu, hükûmetin işini zorlaştırdı.
Aileler bölündü. Dağ köylüsü, sahile; zeytinci, buğday mıntıkasına, sanatkâr köye; köylü şehre yerleştirildi. Kışın, zeytinler, bağ kütükleri odun olarak yakıldı. Bu da ekonomiye ve sosyal hayata ciddi zararlar verdi.
Meşhur mübadiller
Anadolu’dan 626.954; Şarki Karadeniz’den 182.169; İstanbul’dan 38.458; Şarki Trakya’dan 256.635 olmak üzere 1.104.216 Rum Yunanistan’a göçürülmüştür. Yunanistan, Türkiye’den gelenleri, Yugoslavya ve Bulgaristan hududundaki mıntıkaya iskân ederek, buradaki Rum nüfusu %42’den %90’a çıkardı ve iki ülkenin toprak taleplerini önlemiş oldu.
Türkiye’de köylü, buna mukabil Yunanistan’da şehirli nüfusu arttı. Yunanistan’dan gelen Türklerin çoğu fakir olmasına mukabil, Türkiye’den giden Rumların haylisi iyi kötü bir servet ve sanat sahibi idi. Celal Bayar der ki, “Gidenlerle gelenlerin hayat seviyesi aynı değildir. Gidenler esnaf, gelenler rençberdir.”
Azınlık psikolojisi, iyi bir motivasyondur. Bu sayede mübadillerin çoğu iyi bir hayat kurabilmiştir. Selanik mübadillerinden hâli vakti yerinde olanlar, sanayi, ticaret ve bürokraside rol oynamış; bilhassa dönme diye bilinen kapalı, ama entelektüel seviyesi yüksek bir kesim, bürokrasi ve medyada mühim mevki tutmuştur.
Necati Cumali, Esin Afşar ve kardeşi Oktay Sinanoğlu, Osman Kavala, Ali Tanrıyar, Beşiktaşlı Baba Hakkı (Yeten), Erman film sahibi Hürrem Erman, Prof. Cahit Arf, Hititolog Sedat Alp, Necdet Sezer, Osman Kibar, Ayhan Işık, Ertuğrul Akbay meşhur mübadillerdendir.
1912-1922 arası gelenler de mübadil sayıldığına göre bu liste daha kabarıktır: Zübeyde Hanım, Afet İnan, mimar Orhan Arda, oyuncu Aziz Basmacı, Halit Refiğ, Haydar Tatlıyay, Hüseyin Mayadağ, Münevver Ayaşlı, Neveser Kökdeş, Muhlis Sabahaddin Ezgi, Raif Dinçkök, yazar Reşat Fuat Baraner, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel, müzisyen Samim Bilgen, maarifçi Şemsi Efendi, Galatasaraylı Ulvi Ziya Yenal, Hasan Tahsin, sinemacı İhsan İpekçi, İsmail Cem, Abdi İpekçi, Munis Tekinalp (Moiz Kohen), Muazzez Tahsin Berkand, edebiyatçı Necmi Dilmen, Dinç Bilgin, Canan Barlas, Halil Bezmen, Hasan Hasgüler, Yesari Asım Arsoy, iş adamı İsmail Keskinoğlu, Tahsin Banguoğlu, klarinet Selim Sesler, yazar Mahmut Özay, Metin Serezli, tiyatrocu Mahir Canova, yazar Raif Karadağ, edebiyatçı Kenan Akyüz, Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu, İlhan Selçuk, Emin Çölaşan.
Yunanistan’da da bazı mübadil meşhurlar şunlardır: Arkeolog Manolis Andronikos, yazarlar Menelaos Loudemis, Giorgos Theotokas, Maria Iordanidou, Fotis Kontoglou, Stratis Doukas, Elias Venezis, Ioannis Sikoutris, Mikis Theodorakis, Dido Sotiriou, Nobelli şair diplomat Giorgos Sepheris, tarihçi ve siyasetçi Paulos Karolidis, gazeteci Dimitris Psathas, yazar ve siyasetçi Dimitris Glynos, müzisyenler Sofia Vembo, Domna Samiou, Manolis Kalomiris, Stavros Kouyioumtzis.
Yıkım olur!
Rumlar, geride gayrimenkullerini bıraktığı gibi, mal ve paralarını da yanlarında götürmeyi imkânsız veya riskli gördüklerinden, güvendikleri komşularına bırakmış veya gömmüştü. Çoğu mübadelenin geçici olduğunu, tekrar geri döneceklerini zannediyordu. Anadolu’da böyle Rum malıyla zengin olanlar vardır.
Mübadele, bilhassa yetişmiş nüfusa ihtiyaç duyan Yunanistan’ın işine yaramış; Anadolu’nun iş bilir Ortodoksları, ‘komşu’nun iktisadî güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Çiftçi Rumlar sayesinde Yunanistan, tütüncülük, bağcılık, ipekçilik, halı dokuma gibi sahalarda büyük hamle yaparken, Türkiye uzun zaman kendisine gelememiştir.
Şehirli Rumların ekserisi ticaretle uğraşırdı. Karadeniz ve Orta Anadolu’dakiler çiftçiydi. Egedekiler ise ihracata müteveccih imalat yapardı. Şehirdeki işçilerin çoğu Rum idi. İş yerlerinin %49'u Rumlara aitti. Serbest meslek erbabının %44’ü Rum idi. Türk tarafı İstanbul Rumlarının da gitmesini isteyince Lord Curzon, “Siz ne diyorsunuz? Türk ekonomisi için bir yıkım olur” demişti.
Hata imiş!
Türkiye’ye gelen mübadiller, yerli halkın bazısınca yadırgandı; hatta dışlandı. Bunun iki sebebi vardır. Mübadillerin takriben %36’sı Türkçe konuşabilmekteydi. Aynı dinden olsalar da, kültür farkı vardı. Ayrıca bunları ellerindeki parsaya ortak çıkan kişiler olarak gördüler. Emval-i metrukeye tek başına çöreklenmek varken, Rumeli’den gelenlerle paylaşmak bunların hiç hoşuna gitmedi.
Rıza Nur ve Hamdullah Suphi, Türkçe bilmeyenlerin (Türk olmayan Müslümanların) getirilmesinin hata olduğunu mecliste söylemiştir. Ancak bunların kolayca ve hızla asimilasyonu; ulus-devlet telakkisinin yerleşmesine ve “öteki”siz bir ülkede totalitarizmin güçlenmesine katkıda bulunmuştur. Onların da ekserisinde devlete, hatta resmî ideolojiye bağlılık hissi, daha güçlü olmuştur.
Türk tohumu
Yunanistan’a giden Rumlar, bilhassa Karamanlılar ciddi intibak problemleri yaşadılar. Türkiye’de muhacirler için “gâvur tohumu” gibi aşağılayıcı tabirler kullanıldığı gibi, bunlar da Elen asıllılar tarafından dışlanarak ‘Tourkiki Sporon’ (Türk Tohumu) diye anıldılar.
Onlar da Anadolu’dan geldikleri yerin ismini verip başına da ‘Nea’ (Yeni) kelimesini ekledikleri farklı köy ve mahallelerde, Elen asıllılara fazla karışmaksızın, kendi dil ve kültürlerini muhafaza ederek yaşadılar. Bir kısmı ise Avrupa ve Amerika’ya göçmek zorunda kaldı. Mana mou ellas (Anamız Yunanistan) filmi ve filme adını veren şarkı, bu hayal kırıklığını çok iyi anlatır.
1924’te Selânik’te neşredilen bir kitapçığın içindeki şöyle başlayan 99 kıta, bu acı günleri dile getirir:
İsmet Paşa, Venizelos geldiler,
Trampa yapmaya karar verdiler.
Acep bunu bir ferde mi sordular?
Dünya kurulalı görülmemiştir.
Türkiye’den aldırdılar bizleri,
Kan ağlıyor hepimizin gözleri.
Dedemin İnsanları
Mübadele ile Rumeli’nin bir kısmında 5 asırlık Müslüman varlığı silindi. Gözyaşlarıyla hicret eden Müslümanlar gibi; Rumlar da, atalarının asırlardır yaşadığı vatanlarını düşünmeden bir an geçirmediler. İki ülke arasındaki münasebetler düzelmeye yüz tuttukça da, mübadelenin her iki tarafındakiler serbestçe gidip anayurtlarını ziyaret etme imkânı buldular. Ayakta kalabilen evlerini, mabedlerini, bağ ve tarlalarını gördüler.
Mübadele, yüz binlerce insanın tarihi hafızasında iz bırakmış bir travma olmakla beraber, son zamanlarda yazılan romanlar ve çekilen filmlerle tekrar konuşulur hâle gelmiştir. İnanca dayalı mecburi mübadele sonrası yaşanan dram ve ayrılık, iki tarafın da sosyal hayatında ve hissiyatında derin bir kırılganlık meydana getirmiş; mübadeleyi mevzu edinen hatıratlar, filmler, kitaplar ve müzikler neşrolunmuştur. Kendisi de bir mübadil çocuğu olan Çağan Irmak'ın “Dedemin İnsanları” filmi bunların en meşhurudur
.
ANADOLU’DA GARİP BİR TOPLULUK: PAVLİKANLAR
31 Ocak 2022 02:00
VII. asırda Anadolu’da filizlenen ve Protestanlığın nüvesi sayılan Pavlikan hareketi, Anadolu ve Rumeli’de Müslümanlığın yayılmasında mühim rol oynamıştır...
Hristiyanlar, İsa aleyhisselâmın hüviyeti hususunda Monofizist ve Düofizist diye birbirini aforoz eden iki gruba ayrılmışken, VIII. asırda Anadolu’da bambaşka bir dinî cereyan ortaya çıktı: Pavlikan...
Adını çok kimse duymamış olsa da, tarihteki tesirleri cihetiyle fevkalade ehemmiyetli bu fırka, kendisini üniversal havari kilisesi olarak görüyordu. Ruhban sınıfını, lüks yaşantıyı, haçı ve İsa’nın ulûhiyetini reddediyordu. Bu sebeple ümitsiz halk kitleleri arasında rağbet gördü.
Onlara bu ismi veren Ermenilerdir. Pavlikan, ''Paulusçu'' demektir. Buradaki kasıt, Aziz Paulus mu, Mani misyoneri Kallinike’nin oğlu Paulus mu, Samsatlı piskopos Paulus mu, belli değildir. Mamafih Pavlikanlar, 260’ta Antakya piskoposu Samsatlı Paulus’un fikirlerine bağlıdır.
Ermenice ''kirli hayat'' manasına payl+keanik kelimeleriyle de irtibatlandırılır. Araplar, bu tabiri Bayalika veya Beylika şeklinde kullanır.
Aman uzak durun!
Pavlikanlar, tarihlerini kendileri yazamadılar. Onlara dair malumat, umumiyetle amansız muhalifleri olan Bizans ve Ermeni kaynaklarından gelir ve çok aşağılayıcıdır. Pavlikanları, Hristiyanlıkla Zerdüşt dini arasında heretik (sapkın) bir grup olarak vasıflandırırlar.
719’da kendilerinden ilk defa bahseden Divin (Kars) Ermeni piskoposu Ohannes, halkı ikaz eder: “Bu murdar kişileri, evinde misafir etmek, onlarla konuşmak, komşuluk ve arkadaşlık etmek uygun değildir. Onlardan tamamen uzaklaşmak, iğrenmek ve nefret etmek gerekir. Çünkü onlar şeytanın çocuğudurlar. Onlarla dostluk kuran, en ağır şekilde cezalandırılmalı ve kiliseden uzak tutulmalıdır.”
Bunları Anadolu’da yaşayan başka Hristiyan gruplarla irtibatlamaya çalışanlar olmuştur. II. asırda Kapadokya’da yaşayan ve sonra yeraltına inen Montanistler; III. asırda yaşayan ve İsa’nın insan olduğunu söyleyen Adoptiyonistler; IV. asırda kurtuluşun sadece duada olduğuna inanan Messalianlar; VII. asırda yaşayan Marsiyoncular, bunlardan bazılarıdır. Samsatlı Paulus, Adoptiyonist idi.
Ama bunlarla benzerlik kadar ayrılık da çoktur. Ancak bu gruplar, zamanla Pavlikanların arasına girip erimiştir. Asıl Pavlikanlar, ilk Ermeni Hıristiyanlardır. Din ile ırkın birleştirilmesi, Gregoryenlikle Ermeniliğin aynileşmesi, Aziz Gregor zamanında oldu. Pavlikanlar aforoz edilip Ermeni cemaatinden uzaklaştırıldı. Yani Ermeniler, Gregoryen ve Pavlikan diye ikiye ayrıldı. Ama sonraki yıllarda Pavlikan mezhebindeki herkes, Ermeni ırkından demek değildir.
5. Kol
Mezhep ilk başka ruhban ile avam arasındaki ihtilaftan doğdu; sonra teorik vasıf kazandı. O zaman sadece Pavlikanların değil, Süryani, Keldani gibi cemaatler de merkezî dinî/siyasi otorite tarafından baskı altındaydı. Ermenilerin yaşadığı Bizans topraklarında birkaç asır yaşayan bu mezhep, baskı sebebiyle marjinalleşti.
Ortodokslarda, ikona denilen mukaddes tasvirlere hürmet edilir. Bunun İncil’e aykırı olduğunu söyleyen ve Bizans’ta 726-843 seneleri arasında hâkim olan ikonaklast (ikona kırıcı) cereyanı, Pavlikanları nefes aldırdı. İmparator III. Leo da ateşli bir ikonaklast idi.
Bu devirde Pavlikanlar, Bizans ordusunda paralı askerlik bile yaptı. Hatta Patrik Nikoforas, ikonacılara karşı kendisine destek olursa, Pavlikanlara serbestlik vadetti.
Ama bu günler uzun sürmedi. VIII. asır başında Müslüman Araplar Anadolu’ya nüfuz edince, Bizans’ın bunlarla aynı inançta kabul ettiği Pavlikanlar, 5. Kol gibi görülmeye başlandı. Bunun üzerine Pavlikanlara Araplar karşılıklı olarak birbirlerini desteklediler.
Bizans ile yapılan harblerde, Müslümanların yanında yer aldılar. Bundan sonraki bütün Müslüman fetihlerinde Pavlikanların ve onların takipçilerinin yardımları mevzubahis olmuştur. Sadece siyasi menfaat değil, dinî inançlardaki yakınlık da bu ittifakın sebebidir.
Divriği Devleti
Bu mezhep, imparatorluğun şarkında, bugünki Şarki Anadolu ve Ermenistan gibi, siyasi kontrolün gevşek olduğu kırlık yerlerde filizlenmişti. Vergi yüzünden feodal beylerin ezdiği fakir köylüler arasında çıktığı söylenirse de, söz götürür. Ermeniler arasındaki inanç ihtilafından doğmuştur.
Bilinen ilk Pavlikan topluluğu VII. asırda Şebinkarahisar’da (Colonia) görülür. Pavlikanların bilinen ilk lideri Samsatlı Constantinus Silvanus, ilk kiliseyi burada kurdu. 4 İncil ve Pavlus’un mektupları yeter; ruhban tefsirlerine ihtiyaç yok, diyordu.
Bizans kilisesi tarafından nasihat için gönderilen Simon da buna talebe ve sonra da halefi oldu. İmparator II. Iustinianus da Simon’u maiyetiyle beraber yaktırdı. Bunun üzerine bağlıları Tokat’a hicret ettiler.
Burada da ağır baskı ve işkenceye uğrayınca, milis kuvvetleri kurup, işkencelerin mimarı Niksar piskoposunu öldürerek, Abbasilerin Malatya Emiri Ömer bin Abdullah’a sığındılar. O da bunları Arguvan’a yerleştirdi. Anadolu’nun her yerinden baskıya uğrayanlar, buraya toplaştı.
Bir yandan Balkanlarda isyanlar, Asya’da ise Arap istilası sebebiyle ne yapacağını bilemeyen Bizans. Anadolu’da askerî garnizonlar kurmak istedi. Pavlikanlar, hep muhkem yerlerde yaşıyor; askerî harekâtı zorlaştırıyordu.
750’de Ermenistan seferine çıkan İmparator, buradaki Pavkilanların bir kısmını Trakya’ya sürgün etti. 811’de Erzincan civarındakiler Ermenistan’a sürüldü. 843’te İmparatoriçe Theodora’nın emriyle 100 bin civarında Pavlikan katledildi.
Bunun üzerine 5 bin kişi, eski bir Bizans subayı olan Karbeas liderliğinde ayaklanıp, müstahkem bir yer olan Divriği’de yerleşip bir devlet kurdular; kaleler kurup imparatorluğa kafa tuttular.
Pavlikanlar Divriği-Darende-Malatya hattını kontrol altında tutuyordu. Burası hem Araplar, hem de Bizans için stratejik ehemmiyeti haizdi. İmparator I. Basileos, ruhbanın da teşvikiyle hem sınırı emniyete almak, hem de Pavlikan meselesini çözmek üzere 860’ta harekete geçti.
Karbeas, üzerine gelen Bizans ordusunu Tokat civarında ağır bir mağlubiyete uğrattı. Kumandan Bardes ve yüzlerce subayı esir alıp fidye mukabili serbest bıraktı. Sinop ve Samsun’a akın yaptı; ancak Müslümanlarla beraber Ankara yakınlarında girdiği Lakaon Harbi’nde esir düşüp öldürüldü (863).
Yerine geçen yeğeni ve damadı Chrysocheirus, İzmit ve Efes’e akınlar yaptı. İmparator I. Basil 869’da kendisine sulh teklif etti; ama o, Bizans’ın, Şarkî Anadolu’dan çekilmesini istediği için, sulh yapılamadı. 871’de Bizanslıları yenip Ankara’yı ele geçirdi. Bunun üzerine İmparator, bütün gücüyle Divriği’ye saldırdı. Chrysocheirus öldürüldü (878). Pavlikan mukavemeti yıkıldı.
Abbasilerin zayıflaması ve Pavlikanların çözülüşü, Bizans’ın hareketini kolaylaştırdı. Bu da Ermenilere yaradı. Ermeni Kralı Aşot, bu gerginlikten istifadeyle iki taraftan da siyasi imtiyazlar elde ederek nüfuzunu genişletti...
Reformun habercileri
873’ten sonra sağ kalan Pavlikanlar, Ermenistan, Kürdistan ve Trakya’ya sürüldüler. İlk ikisindekiler yerli halka karıştı veya tesiri kalmadı. Ama Bulgarlara karşı tampon olarak yerleştikleri Balkanlarda, bilhassa köylüler arasında yayılma imkânı buldu.
Pavlikanlar, Anadolu’daki Bizans-Arap mücadelesinde kilit rol oynadıkları gibi; Balkanlar’da da Bizans’a akın yapan Peçenekleri tuttular. Bizans ordusunda savaşmayı reddedenler, aileleriyle beraber Pavlikanların merkezi olan Filibe’de hapsedildi. Baskılar üzerine 10 bin kadar Pavlikan, Ortodoks oldu.
XI. asra kadar pek sahnede görünmezken, bu sefer Balkanlar ve Avrupa’da yeni isimle ortaya çıktılar. Balkanlarda Bogomiller, Bosna’da Patarenler, Fransa’da Katar ve Albigenler, Pavlikanlar’ın devamıdır.
Ruhban sınıfına muhalif Bogomiller ve bunun Bosna versiyonu Patarenler, sade yaşantı taraftarıydı. Tenkitçi, akılcı, insani ve mücadeleci tavrıyla, Avrupa’nın siyasi, sosyal ve fikrî tarihine mühim katkıda bulundular.
Haçlı seferlerinin bir maksadı da, bu Bogomilleri ezmekti. Nitekim ekserisi Filibe civarında yaşayan Bogomiller, Haçlılar tarafından katliama uğramış; evleri yakılıp yıkılmıştı.
Bunların Fransa versiyonu olan Katarlar ve Albigenler, ahlaki çöküntü içindeki kiliseye tevcih ettikleri tenkitler sebebiyle, ağır baskı görmüş; XIII. asırda mensupları yakılarak öldürülmüştür. Ancak bu fikirleri, büyük bir aksülamel hâsıl ederek, reform hareketine zemin hazırlamıştır.
Boşnaklar ve Pomaklar...
Osmanlıların Rumeli’ye geçişinden sonra, Bosna ve Bulgaristan’daki kitlevi ihtida hareketleri, daha çok bu Bogomiller arasında meydana gelmiştir. Boşnaklar ve Pomaklar, bu devrin hatırasıdır.
Pavlikanların, Türk kültüründeki en mühim izi, Battal Gazi Destanı’dır. Arap tarihçisi Mesudi, Müslüman olup, Bizans’a karşı muharebe eden 10 kahramandan bahseder. İkisinin ismi Abdullah bin Battal ve Ömer bin Battal’dır. Pavlikanlar, bunları kiliselerinde resmetmiştir.
Burada ve Digenes Akritas’ın Bizans-Arap muharebelerine dair epik şiirinde anlatılanlar, Battal Gazi Destanı ile benzer. Kimine göre Karbeas, bugün Ankara dışında bir tepede gömülü bulunan Hüseyin Gazi; Chrysocheirus da Battal Gazi’dir...
Yukarıda da geçtiği üzere, heretik olarak vasıflandırılan bazı azınlık topluluklarının, birbirine benzerliği gayet tabiidir. Bu, aynîlik manasına gelmez. Zira IX. asırdaki ağır baskı, katliam ve sürgünler sebebiyle Anadolu’da çok az sayıda Pavlikan kalmış; bunların da haylisi Müslüman olmuştu
.
Bir cemiyet inşasının hikâyesi: TÜRK OCAKLARI’NDAN HALK EVLERİ’NE
7 Şubat 2022 02:00
Meşrutiyetin yeni resmî ideolojisini halka yaymak adına kurulan Türk Ocağı, cumhuriyete miras kaldı. Ama akıbeti iyi olmadı.
“Hürriyet, eşitlik, kardeşlik” sloganı memleketi elde tutmaya yetmeyince, İttihatçılar ulus-devlet ideolojisine sarılmıştı. İlk etapta Anadolu’da etnosantrik bir devlete dönüşülecek; sonra istila veya ihtilal yollarıyla, hudut haricindeki esir Türklerle birleşip, büyük Turan İmparatorluğu kurulacaktı. Bu fikri aşılayanlar da İsmail Gaspirinski, Yusuf Akçura, Ahmed Agayef gibi Rusya’dan gelen okumuşlardır.
Bu işin ideolojik cihetine hizmet etmek için, 1912’de İstanbul’da Türk Ocağı kuruldu. Ferid Tek reis, Yusuf Akçura reis muavini idi. Bunlar birbirine düşünce, ertesi sene cemiyetin başına efsanevi reis Hamdullah Suphi Tanrıöver geldi.
Türk Ocağı kurucuları
Kurucular, Fuat Sabit (Ağacık), Mehmed Emin (Yurdakul), Yusuf (Akçura), M. Ali Tevfik (Yükselen), Emin Bülend (Serdaroğlu) ve Ahmed Agayef’dir. 1918 sonuna dek 28 şube açıldı. Türk Yurdu adıyla bir de mecmua çıkarıldı. Ocak bünyesinde, Türk Gücü, Köycüler Cemiyeti, İhtiyat Zâbitleri Teâvün Cemiyeti, Dârülfünun Talebe Cemiyeti gibi cemiyetler kuruldu.
Türk Ocağı’nın gayesi, 1912 tarihli Türk Ocağı Nizamname-i Esasi’sine (tüzüğüne) göre, “Akvâm-ı İslâmiyyenin bir rükn-i mühimmi [Müslüman kavimlerin mühim esası] olan Türklerin millî terbiye ve ilmî, içtimaî, iktisadî seviyelerinin terakki ve i’lâsıyla [yükseltilmesiyle], Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmak” idi.
Bunun için kulüpler kuracak, dersler, konferanslar, müsamereler tertipleyecek, kitap ve risaleler neşredip mektepler açacaktı. Ama siyasetle uğraşmayacaktı.
Güya müstakil
Cemiyet, görünüşte İttihat ve Terakki Fırkası’ndan müstakildi. Ancak finansörü, fırka idi. Harb esnasında bütün cemiyetler kapandığı hâlde, Türk Ocağı’na dokunulmadı. Harb kaybedilince de, Büyük Turan hayalinden vazgeçildi. Cemiyet, faaliyetlerini askıya aldı; mensuplarının çoğu Anadolu’daki yeni harekete iştirak etti. Türk Ocağı da Neo-İttihatçılara miras kaldı.
Saltanatın lağvından sonra, yeni hükûmetin desteğiyle tekrar faaliyete geçti. Gazi’nin eşi Latife Hanım, fahri reisliğe getirildi. İlk etapta 43 şube açıldı. 1925’te bu rakam 135’ti. 1927’de tamamen Halk Fırkası’nın bünyesine girdi. Ankara’daki ihtişamlı binası 1928’de 600 bin liraya mal olmuştu. 250 şubesi, 30 binden fazla azası ile zamanın güçlü bir teşkilatıydı.
Ankara Türk Ocağı - Halkevi -Resim Heykel Müzesi
Ancak azalarının bir kısmı, demokrasi yanlısı tavır içine girince, hükûmet işkillendi. Ayrıca Turancılığın, Rusya’yı tedirgin etmesinden korkuluyordu. Resmî ideolojinin halka empozesinde Türk Ocağı’nın faaliyetini kâfi bulmayan hükûmet, Halkevleri adıyla yeni bir teşekkülün sinyalini verdi.
1931’de Gazi’nin direktifiyle Türk Ocağı kapatıldı. Malları, CHP’ye devredildi. 1949’da ihya edildiyse de, 12 Eylül darbesiyle ikinci defa kapatılıp; 1986’da Ankara’da tekrar kuruldu; Türk Yurdu’nu yeniden neşre başladı. Ama eski süksesini hiçbir zaman kazanamadı... Halkevlerini inşallah başka bir yazıda ele alırız
.
YENİ DİNİN MABEDİ: HALKEVLERİ
14 Şubat 2022 02:00
*Devletin resmî ideolojisini halka ulaştırmak için 1932’de CHP’ye bağlı olarak Halkevleri kuruldu.
*Eskiden, mabed ve tekke ne ise, şimdi Halkevi oydu. Bir başka deyişle ''yeni dinin mabedi''ydi.
1912’de kurulan Türk Ocakları’nın yeni rejime hizmet edebileceği hususundaki şüphelerin artması, bu müessesenin sonunu getirdi. 1931’de Gazi’nin direktifiyle Türk Ocağı kapatıldı. Malları, CHP’ye devredildi.
Yeni trend: Faşizm
Avrupa’da yükselen faşizm, Halkevleri’ne ilham kaynağı olmuştur. Halkevi talimatnamesinde Rusya, Almanya, İtalya, Çekoslovakya, Romanya ve Macaristan’daki benzer faşist müesseselere açıkça ve hayranlıkla atıf yapılmıştır. CHP’nin 6 okundan üçü (laiklik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik) Fransız; diğer üçü de (halkçılık, devletçilik, inkılapçılık) Rus ihtilalinden mülhemdir.
Halkçılık, (Rusya’daki ismiyle Narodnik), inkılap tarihi derslerinde okutulduğundan çok farklıdır. Bütün sivil cemiyet teşkilatlarını tek elde, tek partinin elinde toplayarak, halkı partiye entegre edip kullanmak demektir. Böylece, Türk Kadınlar Birliği’nden Türk Masonlar Cemiyetine kadar, memleketteki bütün cemiyetler kapatılmıştır.
Bu cümleden olarak, halkı terbiye, inkılapları yerleştirme ve azınlıkların asimilasyonu maksadına hizmet etmek üzere 1932’de CHP’ye bağlı olarak Halkevleri kuruldu. Eski cemiyette mabed ve tekke ne ise, yeni cemiyette de Halkevi oydu. Bir başka deyişle ''yeni dinin mabedi'' idi.
1920 ve 30’larda Rusya’ya giden, Muhiddin Birgen, Falih Rıfkı Atay gibi Kemalist kadro, karnı yarı aç işçi köylü Rusların, rejimin kurduğu Halkevi’nde konser, opera ve tiyatro seyretmesine hayran olmuşlar; Halkevi fikrinin, hatta isminin bile Ruslardan ilham alındığını ifşa etmişlerdir.
Resmî ideoloji
Kurucular arasında Şevket Süreyya Aydemir, Recep Peker, Münir Hayri Egeli (Gazi’nin vecizelerinin yazarı), Sadi Irmak, Behçet Kemal Çağlar vardır. İdare, CHP kültür ve gençlik kolları idare azası Reşit Galip’e verildi. 1931’de kapatılan Türk Ocağı’nın el konulan malları buna verildi. Pek çok yerde kapatılan camiler, medreseler, Halkevleri’ne tahsis edildi.
19 Şubat Halkevi Bayramı ilan edildi. Şube açılışlarında festivaller yapıldı. Bugün Ankara’da Resim Heykel Müzesi olan eski Türk Ocağı, artık Halkevleri’nin merkezi idi. Hemen her şehir ve kasabada birer ''halkevi''; küçük yerlerde de ''halkodası''; ayrıca 1942’de de Londra’da bir şube açıldı.
Masraflar, CHP’ye aitti; ama devlet bütçesinden de hatırı sayılır yardım alırdı. Zaten o zaman devlet demek, parti demekti. 1932-1951 arasında 478 halkevi, 4322 halkodası açıldı. 1936’da 55 bin azası vardı. Ancak sadece CHP’liler idareci olabiliyordu...
Dil, tarih, edebiyat, güzel sanatlar, temsil, spor, içtimaî yardım, halk dershaneleri ve kurslar, kütüphane ve neşriyat, köycüler, müze ve sergi olmak üzere 9 şubeye ayrılıyordu. Neşriyat yaptı. Kütüphaneler kurdu. Kurslar açtı. Konferanslar verdirdi. Piyesler sahneledi. Folklor ekipleri kurdu.
İdeolojik sınırların elverdiği kadar, atasözleri derlemesi gibi halk kültürü araştırmaları yaptırdı. Edebiyat müsabakaları tertipledi. Spor salonları açtı. Ülkü mecmuası başta olmak üzere 40’tan fazla neşriyatı vardı.
Bunlar o zamana kadar görülmeyen şeyler değildi. Şu kadar ki, din ve ananelerin belli belirsiz kontrolünün yerini, aktif bir resmî ideoloji sansürü almıştı. Kitaplarda Kemalist ideolojinin dışında kalan, din, yabancı fikirler, hurafe, bıkkınlık, cinayet, intihar, aşk, ihtiras, gençliği sağlığa zararlı alışkanlıklara özendiren hususlar olmayacaktı.
Dağ Türkleri
Hemen her halkevinde icabında halkın da dinleyebileceği birer radyo bulunurdu. Kütüphanelere, ancak rejimin ideolojisine uygun kitaplar konurdu. Piyesler, millî hisler ve inkılaplar istikametinde seçilir; ama oynayacak kadın bulunamadığı için, erkek oyuncular oynardı...
En mühim faaliyeti danslı ve içkili Halkevi balolarıydı. Bu balolar, garp yaşantısına uzak her şehirde modernliğin sembolü ve bu işin meraklılarının vahası oldu. İnkılapların yasak etmediği çarşafla Halkevleri mücadele etti. Hatta bazı yerlerde mülki amirlerin de yardımıyla elinde makasla gezen Halkevi mensupları, sokakta rastladıkları çarşafları keserdi.
Halkevleri’nin en sıkı faaliyeti, kendi tabirleriyle “Türklüğe dair ipuçlarının az olduğu” Şarki Anadolu’da, “dağ türkleri”ni ve Mardin, Siirt gibi şehirlerde “Osmanlılar yüzünden Türkçeyi unutup Arapça konuşmaya başlamış Türk vatandaşları”nı, Türkçe öğretmek maksadıyla asimile etmeye çalışmak olmuştur.
Vatandaşları, yabancı dil, dağ Türkçesi veya ev dili dedikleri anadilinde konuşmaktan alıkoyma faaliyeti için en çok kurslar ve radyodan istifade edilmiş; Türkçe öğrenenlere inek, koyun, para gibi mükâfatlar va’dedilmiş; evlere gidilerek halk kontrol edilmiştir.
Hayalin sonu
Halkevleri, çok parlak ideallerle kurulmuş olsa bile, 40’larda parasızlık, kadrosuzluk ve halkın alakasızlığı sebebiyle sönükleşmiş; faaliyetlerinin çoğu akamete uğramıştır.
Demokrasinin gelişiyle, bazı mensupları muhalefet tarafına kayınca, kan kaybetmiş; üstelik siyasi kaygılarla din politikasından taviz vermek mecburiyetinde kalan CHP, Halkevleri’ni gözden çıkarmıştır. Öyle ki, 1949’da Türk Ocağı tekrar kurulmuş; bunlar da Halkevleri’ne verilen mallarını geri istemişlerdir.
Demokrasiye geçilince, Demokrat Parti, siyasi rekabette eşitsizliği temsil ettiği gerekçesiyle Halkevleri’ne karşı çıktı. “Varlığını halktan toplanan paralara borçlu Halkevleri, CHP’nin siyasi gayeleri için çalışıyordu.” İktidara gelince de, 1951’de Halkevleri’ni kapattı; mallarını hazineye geri verdi.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Türk Kültür Derneği adıyla tekrar açıldı. Ama ismi gibi kendi de cılız kaldı. 1964’te Halkevi adını aldı. Bu sefer Tahsin Banguoğlu başa geçti. 8-10 tane şubesi vardı. 12 Eylül 1980 darbesiyle tekrar kapandı. 1988’de mahkeme kararıyla tekrar açıldı ve sosyalistlerin eline geçti.
.
İSTANBUL EFENDİSİ veya OSMANLI CENTİLMENİ
21 Şubat 2022 02:00
İstanbul efendiliği bir Allah vergisidir. Zorlanarak, taklit ederek elde edilecek bir mevki değildir.
İmparatorluğun kültürü, payitahtında (başşehrinde) tecessüm eder. Nezaket ve estetik, saraydan payitahta, oradan da memlekete yayılır. Başşehir, memleketin numune-i imtisalidir. En tatlı lehçe orada konuşulur; en hoş giyim buradadır; en kültürlü insanlar burada görülür.
Bu, asırlar boyu imbiklenerek rafine hâle gelmiş bir şeydir. Payitaht, ülkenin hülasasıdır, özüdür. Roma, Londra, Viyana, Berlin ve İstanbul birer kültür ve medeniyet merkezidir. Hele İstanbul’un hâli, hiçbir yere benzemez.
Seneler evvel Şam’ın meşhur Hamidiye çarşısından geçiyordum. Dükkâncının biri, “Akmışa İstanbulî (İstanbul kumaşları)” diye bağırarak malını satıyordu. Yanına yaklaştım. “Beyabiciğim, Şam’ın üç şeyi meşhurdur: Tatlısı, kızı, kumaşı. Hâl böyleyken siz İstanbul kumaşı mı satıyorsunuz?” diye sordum. Adamcağız şaşırdı. Sonra izah etti. İstanbul kumaşları, İstanbul’a lâyık, yani fevkalâde güzel kumaşlar demekmiş. İstanbul malı kumaşlar değilmiş. Şam’da kaldıkça İstanbulî tabirinin büyük bir övgü kelimesi olduğunu iyice öğrendim.
Kahire’de Ezher yakınındaki meşhur Fişâvî kahvehanesinde oturup kahve içiyorduk. Bir ara arkadaşlar aralarında birisinden bahsederken, “Vallahi eş-şahs İstanbulî” dediler. “Kimmiş bu İstanbullu şahıs?” diye merakla soracak oldum. Anladım ki bahsettikleri şahıs İstanbullu felan değilmiş. Kibar, terbiyeli, kültürlü, şık kimselere böyle söylerlermiş.
Rafine İstanbul kültürü
Büyük şehir, hele payitaht, halkını kendisine layık olmak üzere terbiye eder; onları muayyen kalıplara sokar. Buraya gelen, zamanla kendisini bu kültüre uymaya mecbur hisseder. Aksi takdirde intibak edemez, şehir onu bünyesinden atar.
İşte bu rafine İstanbul kültürünü şahsında toplamış kişiye de ''İstanbul efendisi'' denirdi ki bugün bile yüksek bir övgü tabiridir. İstanbul efendisi, numune bir şahsiyettir. Moda tabirle 'rol model'dir. Kültürlü ve terbiyelidir. Güler yüzlü ve kibardır. Güzel ve doğru konuşur. Zevk-i selim sahibidir.
Hatırnazdır; yük olmaz, ama yük çeker. Müsamahakârdır. Mütevazıdır. Haysiyetine düşkündür. Herkese iyilik etmek ister. Paraya, mala kıymet vermez. İyi huylu, geçimlidir. Kimseyi incitmez, hatta her işinde kimse incinmesin diye çırpınır.
Zekidir, en müşkül meselelerden kolayca çıkmaya muvaffak olur. Dindardır; ama ham sofu ve kaba yobaz değildir. Dinini iyi bilir ve iyi yaşar. Kendisini gören, temsil ettiği her şeye gayriihtiyari hayran olur. Çelebi ve kemâlî tabirleri, ona yakışır.
Bu kadar iyi vasfın, bir kimsede bir araya gelmesi kolay değildir. Geldiyse, o zât pek kıymetlidir. İşte din, ahlâk ve geleneklerle teşekkül eden Osmanlı cemiyetini, şahsında yüksek seviyede tecessüm ettiren, odur. İstanbul efendiliği, “evvela siz, sonra yine siz” esasına dayalı tasavvuf kültüründen yoğrulmuş bir hamurdur. Bunun hanımlar arasında muadili vardır ki, “Osmanlı hanımefendisi” diye anılır.
Öyle bir efendilik var ki…
İstanbul efendisi karşısındakine hürmet telkin eder. İnsan onu sevmekten, ona hayran olmaktan, ona hürmet etmekten kendisini alamaz. Bu, fıtrî bir meziyettir. Zorlanarak, taklit ederek elde edilecek bir mevki değildir. Aksi takdirde yapmacık olur, pek sırıtır.
Sultan II. Mahmud devrinin ilk senelerinde zorbalara dayanarak idareye hâkim olan meşhur bir Halet Efendi vardı. Sevdiğini yükseltir, sevmediğini yere batırırdı. Vakar ve haysiyetine düşkün defterdar Moralı Osman Efendi’yi de sevmezdi. Bunu da herkes bilirdi. Defalarca makamından edildi, sürgünlere yollandı.
Bir defasında Halet Efendi, İzzet Molla ile otururken, Osman Efendi’nin geldiği söylendi. Halet Efendi. Hemen sofaya kadar koşarak kendisini karşıladı. İzzet ve ikramda bulundu. Giderken de merdiven başına kadar inerek teşyi etti. Bu hareketi İzzet Molla’da hayreti mucip oldu. Halet Efendi, “Elinden mevkiini, mansıbını, rütbesini, hatta ekmeğini bile aldım. Lakin üzerinde bir “Osman efendilik” var ki, işte onu alamıyorum. Onun için gördükçe iltifata mecbur hissediyorum” dedi.
Son devrin kendine mahsus şahsiyetlerinden İbnülemin Mahmud Kemal Bey vardı. Bürokratlık yapmış; kıymetli eserler kaleme almıştır. Çok kültürlü, hoşsohbet, terbiyeli, dindar, mütevazı, hatır gönül tanır bir zâttı. Ama bir huyu vardı ki, çok asabi ve biraz da kendini beğenmişti. Kızdı mı, kimseyi gözü görmezdi. Bu sebeple, şair onun için, “Hezar gıpta o devr-i kadim efendisine” demiş; ama İstanbul efendisi tabiri kullanmaktan imtina eylemiştir.
Efendi dâîmiz
Osmanlılarda belli zümre mensupları, efendi unvanı ile anılırdı. Bütün ilmiye sınıfı, şeyhülislamdan en alt kademelere kadar efendi unvanını taşırlardı. İlmiye sınıfı dışında sayılan câmi ve tekke mensuplarına da umumiyetle efendi denilmiştir.
Tanzimat’tan evvel İstanbul kadısına, İstanbul efendisi; reisülküttaba, reis efendi; şeyhülislama, müftü efendi denirdi. Padişah, şeyhülislama “efendi dâîmiz” (duacımız) diye hitap ederdi. Yeniçeri efendisinin, yani kâtibinin ofisine efendi kapısı denirdi.
Tanzimat’tan sonra veliahd dâhil bütün şehzadeler efendi diye anıldı. Askeriyede, binbaşıdan küçük rütbeli subaylara, yani teğmen ve yüzbaşılara efendi denirdi. Binbaşı olunca, kendilerine bey diye hitap edilirdi. Bunlar harbiye mezunu subaylar içindi. Alaydan yetişme subaylara ağa denirdi. Orta ve yüksek tahsil talebelerine de muallimleri tarafından isimleriyle hitap edilmez, efendi denirdi
Bu kelime başka unvanlardan sonra da getirilip, nezaket maksadıyla yapılan bir mübalağa teşkil ederdi. Sultanefendi, paşaefendi, ağaefendi gibi. Bugün yalnız beyefendi ve hanımefendi tabirleri yaşamaktadır. Efendi adam, efendiden adam tabirlerindeki mana da kelimenin nezaket mübalağası olarak kullanılmasını izah eder.
1908 Meşrutiyeti’nden sonra efendi unvanının derecesi biraz daha düştü. Zamanımızda ise bey denilemeyen kimselerin çağrıldığı bir kelime oldu.
Osmanlı idaresindeki Arap ülkelerinde de bu şekilde kullanılıyordu. Merasimlerde Arap büyüklerine halk Âş efendinâ! (Yaşasın efendimiz) diye alkış verirdi.
Efendimiz, Osmanlı cemiyetinde mutlak manada padişah için kullanıldığı gibi, Cenab-ı Peygamber için de kullanılırdı. Efendi unvanı olanlara hitap edilirken, Efendi hazretleri denirdi.
Efendime söyleyim
Eskiden bazı ailelerde çocuklar babalarına, gelinler kayınpederlerine hürmeten efendi baba derdi. Orta sınıfta kadınlar kocasından “bizim efendi” diye bahsederdi. “Efendi gibi yaşamak”, rahat yaşamaktı. “Efendiden adam” kibar adamdı. Kibarlar, efendimsiz konuşmazdı.
Çağrıldığı zaman efendim deyip gitmeyen kimseler için öl manasına “Efendiler götürsün” diye şaka yollu beddua edilirdi. Konuşurken lüzumlu kelimeyi bulamayanlar, vakit kazanmak için “Efendime söyleyim” derdi. “Ben ne diyorum, siz ne anlıyorsunuz?” manasına “Efendim nerde, ben nerde!” denirdi.
İstanbullu gibi nazik, ince davrananlar, İstanbul efendisi; şık, titiz, disiplinli ve prensipli kişiler, âdeta kalemden yetişmiş memur manasına, kalem efendisi diye anılırdı. Çocuklara “Efendi efendi otur!” diye tembih edilirdi. Efendiye yakışır şekilde işe “efendice”; efendiden beklenen hareket tarzına da “efendilik” denirdi. Kibar, nazik kişiler için, “efendi adam” tabiri kullanılırdı. Okumuşların tercih ettiği fese, “efendi biçimi” denirdi. Evlenecek kızlara, “Erkeğin güzeli çirkini olmaz; efendisi olur, kopuğu olur” diye nasihat verilirdi.
Centilmen ve Kibarlık Budalası
Avrupa kültüründe, İstanbul efendisinin mukabili, tam olmasa da, “centilmen”dir. Fransızca soylu manasına “gentilhomme” kelimesinden gelir. Ama İstanbul efendisini gören veya tanıyanlar, “Eyne’serâ ve eyne’s-süreyyâ” demekten kendini alamaz.
Eskiden İngiliz toprak sahiplerinin en düşük rütbelisine ve asillerin oğullarına centilmen denirdi. Zamanla Victoria devrinde tek başına soyun bir kişiyi centilmen yapmayacağı kanaati yayıldı. Din adamları, subaylar, parlamenterler, meslekleri icabı centilmen olarak anıldı. Ama diğer saygın meslek mensupları, mesela mühendisler centilmen sayılmıyordu.
Sonraları iyi bir soydan gelen, mükemmel yetiştirilmiş erkekler için kullanılır. Nezaket, sempati ve iyi bir hayal gücü olması beklenir. Eton, Harrow gibi mutena devlet mekteplerinin mezunları, soyu ne olursa olsun centilmen sayılmaktadır.
Moliere’in 1670’de yazdığı ve bizde Kibarlık Budalası diye bilinen Le Bourgeois Gentilhomme piyesi, centilmenlikle züppelik arasındaki sınırı ayarlayamayanları hicveder. Centilmen tabiri bugün hukukta da yaşar. Taraflar arasında gayriresmî ve bağlayıcı olmayan anlaşmalara, centilmenlik anlaşması denir.
1860’da Cecil B.Hartley’nin yazdığı Gentleman’s Book of Etiquette and Manual of Politiness (Centilmenin Görgü ve Nezaket El Kitabı) isimli eserde, centilmenliğin 10 asli prensibi sayılır:
1-Hanımlara müşfik davranmak. 2-İnce düşüncelilik. 3-Gereksiz tenkitten kaçınmak. 4-Argo konuşmamak. 5-Öfkesini kontrol etmesini bilmek. 6-Nazik kelimeler kullanmak. 7-Alçakgönüllü olmak. 8-Gururdan kaçınmak. 9-Görgü kaidelerine uymak. 10-Hoşgörülü olmak.
.
UKRAYNA VE RUSYA MESELESİNİN PERDE ARKASI KANGREN OLMUŞ BİR DAVA
28 Şubat 2022 02:00
Ukrayna milliyetçiliği her zaman çok güçlü ve organizedir. Ukranlar, her zaman Rusya’dan ayrılma emelini taşımıştır.
Ukranlar, Ruslar ve Beyaz Ruslar, birbirine akrabadır ama, diliyle, kültürüyle, tarihiyle, antropolojisiyle, hatta millî şuuruyla ayrı birer millettir. Bunlar kuzeydoğu Slavlarıdır.
Slav, köle manasına geliyor. Ana vatanı Ukrayna’nın kuzeydoğusundaki Dinyeper bataklıkları olan bu ırklar, vaktiyle Hunlara esir olmuşlardı. Ama bu vesileyle bataklıktan çıkıp, ata binmesini ve silah kullanmasını öğrendiler. Latin, Cermen ve bilhassa Türk ve Moğol ırklarıyla karıştılar.
Rus adlı denizci bir Germen/Got kabilesi, devlet üzerine İsveç’ten gelerek bu kavimleri hâkimiyetine aldı. Çökmüş Hazar Türk İmparatorluğu topraklarında yaşayan Slav kavimlerini devlet idaresine alıştırdı. Kiev, Novgorod ve Moskova adında üç prenslik, kuruldu.
988’de Kiev Knezi Vladimir ve ardından da halkı Hristiyanlığı kabul etti. Bu, bugün bile Ruslarla Kiev arasında tarihî ve dinî bağı ifade eder. Slavlar, sonra Altınordu Devleti’ne tâbi olarak yaşadı. Buna rağmen Avrupa’nın bu en iptidai halkı, Slavlığını kaybetmedi, hatta güçlendirdi.

Ukrayna'da açlık 1933
Sıcak denizler
Moğol istilası ile Rusların, Kiev ile siyasi irtibatı kesildi. XIII. asırda bugünkü Ukrayna’nın şimali garbında Volhinya’da Ukran adında bir kavim ve Ukranca adında bir lisan teşekkül etti. Burası Moğol istilasından sonra Litvanya-Polonya hâkimiyetine girince, Ukranlar şimali şarka, Kiev’e çekilerek etrafına yayıldı. Buradaki Rus ve Moğol bakiyesine, kültürlerini kabul ettirdi.
Ukrayna, XV. asırdan itibaren peyderpey Osmanlıların eline geçti. Rutenya denilen bir kısmı da Polonya’ya aitti. Galiçya da denilen bu mıntıkada yaşayan Ukranlar, zamanla Avusturya-Macaristan tebası oldu.
Ukrayna’daki hetmanlar, yani mahallî hükümdarlar, otonomisini muhafaza etti. Sonradan Rusya kuzeyden müdahaleye başladı. XVIII. asırda Ukrayna’yı ele geçirdi. Hetmanlığı kaldırdı.
Ukraynalıların dünyanın en güzel kadın ve erkekleri olduğu söylenir. Burada yaşayan ve Kazak denilen topluluklar, yiğitlik, cesaret ve inatlarıyla tanınırdı. Ruslar, bunlardan askerî alaylar kurdu. Tolstoy’un, Gogol’un eserlerinde çok anlatılır.
Kuzey Buz Denizi işe yaramadığı için, Baltık ve Karadeniz’e inmek lazımdı. Bunun için kendisini engelleyen İsveç ve Osmanlı Devleti’ni; bir yandan da Avrupa yolunu tıkayan Polonya’yı ezmek lazımdı. Sıcak denizlere inmek, Rusya’nın aslî politikasını teşkil edecektir. Osmanlıların Hocapaşa dediği yerde Odessa adında bir liman şehri kurarak, hayallerini gerçekleştirdiler; Karadeniz’e indiler.
.jpg)
Kırım halkının Sibirya'ya sürgünü
Millî uyanış
Ukrayna’da XIX. asırda millî bir uyanış yaşandı. Ukran dili, kültürü ve tarihi, okumuşlar tarafından ön plana çıkarıldı. Sovyetler zamanında, merkezî idareye en fazla katılan ırk olduğu hâlde, gerek Ukrayna’da, gerekse Sovyetler dışında Ukrayna milliyetçiliği çok güçlü ve organizedir. Ukrayna her zaman Rusya’dan ayrılma emelini taşımıştır.
1917 Bolşevik İhtilalinden sonra kurulan müstakil Ukrayna Cumhuriyeti’ni müttefikler tanıdı. Son hetman Skoropadskiy reisicumhur oldu. Monarşist idi. Çar taraftarları Beyaz Ordu’yu kurup, burada yıllarca Kızıl Ordu ile mücadele etti. Bolşevikleri Kiev ve Harkov’dan attı.
Milliyetçiler, Sovyetler Birliği’ne katılmayarak, Polonya ve Avusturya hâkimiyetindeki Batı Ukrayna ile birleşip müstakil bir Ukrayna kurmak istediler. Ancak müttefikler desteğini çekince, Beyaz Ordu çözüldü. Ukrayna, 1923’te Sovyetler Birliği’ne katılmaya mecbur oldu. O tarihten bu yana da yüzü hiç gülmedi.
Açlıkla hizaya getirmek
1924’te iktidara gelen Stalin, siyasî muhaliflerini temizledikten sonra, Ukrayna mukavemetinin üzerine gitti. İktisadî ve sosyal hayatı sıkı kontrol altına alıp merkezîleştirdi. Ukranca konuşmak yasaklandı. 1929’da tarlaları devletleştirdi. Köylüler, kendi eski topraklarında, devletin işçisi hâline getirildi.
Binlerce komünist memur, merkezden bu işi takip için köylere gönderildi. Öteden beri güçlü bir mülkiyet telakkisine sahip Ukrayna halkı, bu politikaya karşı çıktı. Bilhassa Don Nehri civarında bu mukavemet üst seviyede idi.
Dünyanın tahıl ambarı Ukrayna, Moskova’yı besleyen birinci kaynak idi. 1932 hasadı iyi gitmeyince, hükûmet, köylüleri suçladı ve eksik kısmı zorla aldı. Halk, hayvanlarını kesip yiyerek ayakta kalmaya çalıştı. Ama hayvanlar olmayınca, yeni hasat yapılamadı. Ukrayna, dehşetli bir kıtlığa sahne oldu. Her gün binlerce insan açlıktan ve buna bağlı hastalıklardan öldü.
Ukrayna’da yiyecek satışı yasaklandı. Yiyecek bulmak ümidiyle kaçmak isteyenler, engellendi veya vuruldu. Seyahatler, resmî izne bağlandı. Bütün bu olup bitenler, dünya amme efkârından ustaca gizlendi.
1932-1933 arasında Ukrayna’da 8 milyon kişinin açlıktan ölmesi hâdisesi, Ukrancada açlıktan öldürmek manasına ‘holodomor’ adıyla bilinir. Stalin, bu kıtlık ve katliâmı da Ukraynalı milliyetçileri ve yabancı devletleri suçlayarak siyasî bir kazanca dönüştürdü. Onun yüzünden Ukrayna’da ölenlerin/öldürülenlerin sayısı 15 ila 20 milyon arasında verilmektedir.
Bu sebeple Naziler, Ukrayna’yı işgal ettiklerinde yerli halkın desteğini gördüler. Fakat Naziler de çiftliklerin kolektifliğini sürdürmek istedi. Böylece Rusya aç kalacak ve yenilecekti. Ukraynalılar bu sefer Nazilere de milisler kurarak direndi.
Savaş ganimetleri
1939’da Polonya, Naziler ve Sovyetler arasında paylaşılırken, Ukrayna’ya 88 bin km2 arazi geldi ki, şimdi 6 eyaleti teşkil eder. Ertesi sene Romanya’dan Hotin ve Basarabya ile Bukovina alındı ki şimdi Çernoviç eyaletidir (8 bin km2). 1945’te de Macaristan’dan 7 bin km2’lik Rutenya alındı ki, Uzgorod diye bilinir. Zaten Sovyet cumhuriyetlerinin hemen hepsinin sınırları, sonradan çizilmiş suni sınırlardır.
II. Cihan Harbi esnasında Stalin, hem Ukrayna’daki Tatarları, hem de sınır mıntıkasındaki Leh, Litvan, Eston, Leton ve Ukranları rejim düşmanı sayarak vagonlara doldurup Sibirya’ya sürdü. Bunların yarıya yakını yollarda öldü. Kalanlar 1956’dan sonra memleketlerine dönebildiler.
1954’te kendisi de Ukraynalı olan Sovyet lider Kruşçev, Kırım'ı Ukrayna’ya bağladı. Bunun altında, harb sırasında kıtlıktan çok zarar görmüş Ukrayna’yı destekleme maksadı yatıyordu. 1991’de Ukrayna müstakil olunca, Sovyet donanması Rusya ve Ukrayna arasında paylaşıldı. Rusya, Kırım’daki Sivastopol Limanını kiraladı.

Ukrayna'da iç savaş 1917-1923
Krizin perde arkası
Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine, istiklalini kazanan 15 cumhuriyetin statüsü meselesi ortaya çıktı. 1945’te Roosevelt, Churchill ve Stalin’in anlaşıp, Avrupa’yı ikiye böldükleri ve Doğu Bloku denilen ülkeleri Sovyetlere peşkeş çektikleri gibi; 1990’dan sonra da sanki Rusya ile Garp bloku arasında zımni bir anlaşma yapılmış gibidir.
Sovyetlerden ayrılan cumhuriyetlerden bazısı Rusya’ya, bazısı Batı blokunun hissesine düştü. Zamanla Rusya, hem politik, ekonomik, sosyal şartlar yardımıyla, hem de Batı’nın son yıllardaki aczinden istifade ile diğerleri üzerinde de nüfuz kurmaya muvaffak oldu. Rusya’nın ezici gücü karşısında, tarihî Ukran kahramanlığı ne ifade eder?
Ukrayna’da kurulan Rus taraftarı hükûmet 2014’te bir halk ayaklanması neticesinde düştü; başbakan Yanukoviç, Rusya’ya kaçtı. Bunun hemen ardından, Ukrayna hükûmetinin Kırım’da Rus filosuna kiraladığı limanı geri almak istemesi, Rusya’nın Kırım’ı ilhakına yol açtı.
Batı bloku ve NATO’nun Ukrayna’ya arka çıkar görünmesi, Rusya’yı endişelendirdi ve kışkırttı. Ukrayna ise, kendisini pohpohlayanların oyununa geldi. Rusya’nın, NATO’yu burnunun dibine sokmayacağı belliydi. Ukrayna’nın ise asırların verdiği acıyla, ama tarihten ibret almayarak Rusya’ya kafa tutmaya kalkışması toy bir iş oldu. Kim bilir, belki de Rusya ve Garp bloku karşılıklı tavizlerle gizli ve kirli bir anlaşma yaptılar; Ukrayna yem edildi...
Filler tepişir, çimenler ezilir
Ukrayna, geniş ve münbit toprakları, madenleri ve batı sınırındaki stratejik pozisyonu ile farklı bir ülkedir. Sınırları, sonradan toprak kazançlarıyla genişlemiştir. Ülkede hatırı sayılır bir Rus nüfus yaşar. Bu sebeple Ukrayna’nın şarkındaki Ruslarla meskûn Donbas’taki Donetsk ve Luhansk tek taraflı istiklalini ilan etti.
Putin’in de nedense dünya medyasının tamamını vermekten kaçındığı uzun konuşmasında dile getirdiği işgal gerekçeleri ve meseleyi iç politika malzemesi olarak kullanması bir yana, Rusya, kalabalık Rus nüfusun yaşadığı mıntıkalarda Ukrayna hükûmetinin halka şovenist baskı kurduğunu iddia ediyor. Yahudi asıllı yakışıklı ve sevimli komedyenin liderliğini sorguluyor; -kendisine bakmadan- Ukrayna’yı yolsuzluklar ülkesi olmakla itham ediyor.
Yaptığı emrivakilerden cesaret alan ve Batı’nın blöfünü gören Rusya, beklediği günün geldiğini anlayıp harekete geçti. Muhtemel müeyyidelere karşı tedbirini de yıllar içinde aldı. Muhtemelen Donbas’ta Ukrayna izini silecek; Kiev’de de kendisine bağlı bir hükûmet kurup çekilecektir...
Filler tepişir, çimenler ezilir, derler. Allah acısın.
.
İNÖNÜ İLE VELİNİMETİ ARASINDA KARA KEDİ!
7 Mart 2022 02:00
1930’larda İnönü giderek güçlenmişti. Otoriter rejimlerde, ikinci bir şahsın sivrilmesi endişe uyandırır.
1920’den sonra Gazi’nin adı hep iki kişiyle beraber anılır. Bunlar İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tır. Bu ikisine çok güvenirdi. Üçü de İttihatçılıktan gelmiştir; ama üçü de farklı mizaçtadır.
İnönü’yü 1923’ten 1937’ye kadar, (1924’te 1 yıllık Fethi Bey hükûmeti sayılmazsa) devamlı başbakan yapmış; Çakmak’ı ise ölene kadar ordunun başında tutmuştur. Böylece rahat etmiş; inkılabı emniyete almıştır. Ölmesine az kala, İnönü ile yaşadığı soğukluk, bugün bile münakaşa mevzuudur.
.jpg)
Sofranın birincisi
Falih Rıfkı, Gazi’nin İnönü üzerinde karar kılmasının başlıca sebepleri olarak şunları anlatır: “Gazi’ye karşı hususi bir rakiplik hissi yoktu. Onun otoritesine kati ihtiyaç olduğuna kaniydi. Son derece çalışkan, ciddi bir hükûmet adamı idi. Devrimlere en az onun kadar inanmıştı. [Ölene kadar eski harflerle yazmadığı, yazanları da haşladığı bilinir.]
Gazi, teferruatla uğraşmayı sevmezdi. Yalnız dış politikaya devamlı alaka göstermiştir. İşlere nadiren müdahale eder; bazen muhaliflerle arasında hakem rolü oynardı. Bu aksiyon adamını, Çankaya köşkünde yapacak iş bulamayıp iç sıkıntısına tutulduğu zaman, kafese konmuş aslana benzetirdim. O, bir istidat gördüğü zaman çabuk yetiştirdiği gibi, başarısızlık gördüğü zaman da çabuk feda ederdi.
İsmet’i yakından tanıması, Ahmet İzzet Paşa’nın yerine şarktaki ordunun kumandanı olduğu vakit, onu kurmay başkanı olarak bulmasından sonradır. İnsan sarrafıydı. Daha evvel İsmet’e hiç ısınamamıştı. Her nedense onu da galiba Envercilerden sayarmış. [İsmet, Enver’i de severdi. Bütün hanedan sürgünde iken, sırf onun çocukları için hususi af getirmiştir.]
Beraber çalışmaya başladıktan az zaman sonra, arkadaşını bütün zaafları ve kuvvetleri, kusurları ve meziyetleri ile tanıdı ve ona bağlandı. Sonuna kadar gerek orduda, gerek siyasi hayatta İsmet’ten faydalandı. Buna mukabil İsmet, Gazi’nin gittikçe kuvvetlenen otoritesini, kendi menfaatleri için sömürenlere karşı mücadele etti. Etrafındaki husumetin baş sebebi budur.
İsmet, Çankaya sofrasının birincisi ve müstesnası idi. Nüfuzu o kadar büyüktü ki, bugün kendisinden laubalice bahsedenler, o zaman İsmet sofraya gelince ağızlarını açamazdı. İnönü, at yarışı ve konser severdi. Bazıları sırf ona yaranmak için konser ve yarışları kaçırmazdı. O hasta olup konsere gidemeyince kurtulduk diye sevinirlerdi. İsmet yokken, Gazi bile onun zaaflarından bahsederdi. Ama onu bütün arkadaşlarından daima üstün tutmuştur. Gazi ile İsmet birbirlerini tamamlardı.” (Çankaya)
Serbest Fırka gözdağı!
Sonra ne oldu da ikisinin arası açıldı? Serbest Cumhuriyet Fırkası kurucularından Süreyya İlmen Paşa, anlatıyor: “1930’a doğru ikisi arasında bir soğukluk belirmişti. İsmet Paşa giderek güçleniyordu. Hâlbuki Gazi, memlekette kimsenin sivrildiğine tahammül edemezdi. Her işi, her inkılabı, her imarı, her teşkilatı yalnız kendisi yapmak ve o fikrin yalnız kendisinden çıktığını etrafa yaymak isterdi. Memlekette yalnız büyük olarak kendisinin tanınmasını isterdi. Halk Fırkası içinde Gazi ve İsmet Paşa taraftarları diye iki hizip belirmişti. Bu ikiliğin ibresi, Gazi aleyhine dönmekte devam ediyordu.
İsmet’in elinde 2 kuvvet vardı: Parti reisliği ve başvekillik. Başvekillikten azledilse, fırka reisliği elinde kalacaktı. Bundan azletmek de kolay değildi. Zira fırka kodamanları onun yanındaydı. Hatta reisicumhur seçiminde İsmet Paşa’ya da rey verilebileceği sözleri dolaşmaya başladı. Gazi için bunu önlemek lazımdı. Bunun için Meclis'te kendi tarafından muhalif bir fırka teşkiline kalkarak memlekete bir demokrasi görüntüsü vermek; aynı zamanda pek çok haksızlıklar sebebiyle bunalmış milleti de İsmet’in elinden kendisinin kurtardığı imajını uyandırmak lazımdı. Böylece iki fırkayı da elinde oynatıp, zamanın icabına göre birini iktidara getirmek istiyordu.
Serbest Fırka kurulduktan sonra bazı yerlerde İsmet Paşa’nın resimlerinin yırtıldığı haberi geldi; hatta bu yüzden İsmet’in ağlayarak Gazi’ye geldiği işitildi. Şu hâlde Gazi’nin maksadı hâsıl olmuştu.” (Zavallı Serbest Fırka, 1951)
Nişan krizi
1932’de bir İngiliz gazetesi, İngiltere’nin Gazi’ye dizbağı nişanı vermesini yazınca, Başbakan İnönü, “İspanya Kralından artan bir nişanı, verilse de almayız” dedi. Gazi, “İngilizler beni sever. Benim için Lloyd George’u bile attılar” dedi. İnönü, “Hayır, Lloyd George muvaffak olamadığı için atıldı” deyince, Gazi yanındakilere, “İtirazının sebebini anlıyorum. Geçen gün iktisat vekiline yaptığım muameleye kızdı” dedi.
Mesele büyüdü. “İsmet seni mahvederim” sözü ortaya bomba gibi düştü. İnönü, el bile sıkmadan sofrayı terk etti. “Gördünüz mü yaptığını? Ben buna tahammül edemem. Yarın gidip kabineyi ben kuracağım” dedi. Ertesi günü, İnönü, “Beni, elimden tutarak ve en karanlık anlarımda önümde bir yıldız gibi parlayarak bugünkü vaziyetime getiren sensin! Her şeyimi sana borçluyum” dedi ve iş tatlıya bağlandı. (Yakup Kadri, Politikada 45 Yıl).
Yakup Kadri der ki: “Saray’da bir akşam, Gazi’nin, maarif vekili Esat Bey’i azledip, yerine Reşit Galib’i getirmek istediğine dair telgrafına, “Gece yarısı uykusundan uyandırılarak kabinesinde değişiklik yapılmak istendiği haberini alan bir başvekilin, bu hususta ileri süreceği mütalaadan nasıl bir fikir selameti beklenebilir?” tarzında cevap verdi. Belli ki, içinin damla damla biriken zehrini ortaya dökmüş oluyordu” (Politikada 45 Yıl, 141). İnönü hatıralarında, “Vekillere sert muamele ediyordu. Sıhhatinde başlayan bozukluklarla, sükûnetini kolaylıkla kaybeder hâle gelmişti” diyor.
İplerin kopuşunu ve İnönü’nün küllerinden doğuşunu başka bir yazıda ele alırız...
Ermeni alfabesinde kaç harf var?
İnönü, parti üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurabilmiş değildi. Her zaman kendisini açıktan açığa sevmeyenler, uzak duranlar vardı. Bu sebeple velinimeti ne kadar güvenir ve severse sevsin, kendisini her zaman tetikte durmaya mecbur hissetmiştir.
Yaygın bilgiye göre, Bitlis’te Kızıl Mescid Mahallesinde Kürüm ailesindendir. Bunların aslı Hakkâri’nin Krum (şimdi Kurudere) köyündendir. Buraya da Yüksekova’nın Erdel köyünden gelmişlerdir. Bir rivayette büyük dedesi kan davası sebebiyle Rumeli’ye kaçmış; dedesi Şumnu’dan Bitlis’e gelmiş; seklavi cedran cinsi atlardan anladığı için Bitlis beylerinin yanında çalışmış ve sonra Malatya’ya göçmüştür.
1950’den sonra sıradan bir siyasi figür hâline geldiği için muhalifleri tarafından hakkında çok çeşitli iddialar dile getirilmiştir. Kürümlerin Ermenilikten dönme olduğu iddia edilmiş; son sözlerinin “Ermeni alfabesinde kaç harf var?” olması da buna tuz biber ekmiştir.
Babası adliye kâtibi Reşit Bey İzmir’e tayin olmuştur. İnönü, 1884’te burada 5 kardeşin 2.si olarak doğmuştur. Annesi Cevriye Temelli, Rumeli’de Razgradlı dindar bir kadındır.
İki kardeşi subaydı. Diğer kardeşi Rıza Temelli (Kanbur Rıza), zengin bir tüccardı. İhalelerde ağabeyinin nüfuzunu kullanmakla itham edilmiştir.
Politikaya harbiye talebesiyken başladı. Sultan Hamid’i tahtından indiren Hareket Ordusu’nda idi. 1910’da Yemen’e gitti. Burada İngilizlerden ele geçen bir gramofon ve plaklarla klasik müzik zevki başladı. Bâbıâli Baskını’ndan sonra Enver Paşa’nın yakın çevresine girdi. 1916’da şark cephesine tayin edildi. Ancak bilfiil savaşmadı; hep karargâhta bulundu. Kendi tabiriyle bir “masa zabiti” idi. İlk fiilî muharebesi, 1917’de Gazze’dedir. Buradaki mağlubiyeti, İngilizlere Kudüs’ün yolunu açtı.
İşine geleni duyar
1919’da evlendiği Mevhibe Hanım, Süleymaniye’de fırıncı Ziştovili Süleyman Efendi’nin kızıdır. İzzet (küçük öldü), Ömer, Erdal ve Özden adında 4 çocukları oldu. Başta yeni evlendiği gerekçesiyle Anadolu Hareketine karşı soğuk durdu. Orduyu bırakıp yakın dostu Karabekir'le ortak çiftçiliğe niyetlendi. Olmadı. Ankara’ya intikali 8 Ocak 1920’dedir. Sonrası malumdur.
İstanbul’da okuyan oğlunun Dolmabahçe Sarayı’nda kalışı ve bir aşk cinayeti skandalına karışması dedikodu mevzuu oldu. Bunu gözlerden uzağa, Amerika’ya yolladı. Bunun için küçük oğlunu İstanbul’a göndermedi. O okusun diye Ankara’da fen fakültesi kurduğu söylenir.
Meyhane şarkıları yerine, klasik müziği; rakı yerine, votkayı; poker yerine briçi; köpek sevmek yerine ata binmeyi; balo yerine, konseri tercih ederdi. Viyolonsel çalar, tenis oynar, yüzerdi. Çivileme atlayışı meşhurdur. Sakal tıraşına pek düşkündü, bazen günde iki defa tıraş olurdu; herkeste de bunu arardı.
Eli sıkı bilinirdi. Ada’da ve Çınarcık’ta sayfiyesi; Ankara’da Pembe Köşk’ü, Maçka’da apartmanı vardı. Gençliğinden beri kulakları az işitirdi. “Paşa işine geleni duyar” sözü meşhurdu. Şevket Süreyya Aydemir der ki: “İnönü bir halk adamı değildi. Sevilmekten ziyade sayılırdı. Kimseye dostluğunu sınırsız vermemiştir. Mesafelidir. Veren değil, alan bir insandı.” (İkinci Adam, 501) Erzincan zelzelesinde, ağlayarak kendisine sarılmış felaketzede yaşlı kadın ile çekilmiş resmindeki yüz ifadesi bunu ortaya koyar.
.
KÜLLERİNDEN DOĞAN İNÖNÜ
14 Mart 2022 02:00
20 sene aralarından su sızmazken, 1937’de ne oldu da İnönü siyasi bir mevta hâline getirildi? Buna rağmen nasıl oldu da 1938’de tekrar küllerinden doğdu?
İkisi de İttihatçı klübünden gelme Mustafa Kemal ve İsmet Paşalar, yıllarca ayrılmaz bir ekipti. 1916’da tanıdığı İsmet Bey’e zamanla büyük bir itimat duymuş; 15 sene başbakanlıkta tutmuştur. Ancak giderek güçlendiğini hissederek, 1930’da yerini bildirmeyi ihmal etmemiştir.
Esas iplerin kopuşu, 1937’de olmuştur. İnönü, her arkadaşın başına gelen gündelik şeyler diye vasıflandırdığı kavgaların 3 sebebi olduğunu hatıralarında anlatıyor:
1. Gazi, Fransız işgalindeki Antakya’ya askerî harekât yapmak istiyordu. İnönü, bunun diplomatik bir krize dönüşeceğinden endişe ediyordu.
2. Akdeniz emniyeti için toplanan Nyon Konferansı’nda, hükûmetin talimatını almış delegelere, reisicumhurun buna aykırı başka talimatlar vermesi.
3. Gazi’nin, Ankara’daki çiftliğini, hükûmete satmak istemesi; İnönü’nün, hükûmet parasıyla kurulmuş bir müesseseyi tekrar hükûmete satmak olmaz, demesi.
Ilımlı siyaset?
Anlaşılıyor ki, İnönü, Gazi’nin hastalığından istifade ile cesaretlenmiş, ama geri adım atmak zorunda kalmıştı.
Pek dile getirilmeyen bir başka sebep daha vardır. Devlet, birkaç zabıta vakasından istifade ile Dersim’i ezmek istiyordu. İnönü, bu işin fazla büyütülmesini istemediği için, ufak tefek tedbirlerle işi bitirmek istedi. “Dersim müşkülesinden kurtulduk” dedi.
Ancak bu “ılımlı çizgisi” uğruna Gazi ile ters düşerek siyasi ölüme mahkûm edildi. Yıllar sonra Süleyman Demirel, bunu Bayar’dan nakletmiş ve Erdal İnönü’nün, ‘Bizde biraz Kürtlük vardır’ dediğini söylemiştir. Dersim’deki İnönü sevgisinin sebebi budur.
Öte yandan Recep Peker'in hazırladığı ve partiyi (dolayısıyla kendisini) idarede hâkim pozisyona getiren karar, Gazi’yi işkillendirdi. “İsmet okumamış herhâlde” dedi ve geri çevirdi. (Aydemir, 490)
İşin aslı, Gazi’nin şu itiraflarındadır: “Ben burada mahpus hayatı yaşıyorum. Gündüz herkes işinde gücünde. Bir saatimi dolduracak işim yok. Sokağa çıkıp gezsem, yine bu hapishaneye döneceğim. Akşam sofrada aynı yüzler…” (Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ün Hususiyetleri, 82-83)
''O benim velinimetimdir''
Falih Rıfkı, Çankaya’da der ki: “İnönü düzen adamıydı. Zaferden sonra onu askerlikten aldı, Lozan’a gönderdi. İlk cumhuriyet başvekili yaptı. Bütün arkadaşlarına ve pek sevdiği Fethi Okyar’a tercih etti.
Bu samimi anlaşma devri, Gazi’nin ölümünden hayli evvel başlayan rahatsızlığı, sinirlerini bozup, ona fazla titizlik, vehme yakın bir alınganlık verinceye kadar devam etti. Gitgide başvekil aleyhindeki telkinler, onda yer tutmaya başladı. Hükûmetle, reisicumhur başkâtibi Hasan Rıza Soyak vasıtasıyla görüşürdü. Zamanla ikisini görüştürmediler.
Nyon dönüşü, sofrada sert bir münakaşa oldu (17 Eylül). Gazi, çiftlikteki ağaçların bakımsızlığından ziraat vekiline dert yandı. İnönü, ‘Sebebini adamlarınıza sorunuz’ dedi. Kastettiği Soyak idi. Gazi, Kâzım Özalp’e dönerek, ‘Ne olmuş buna, içmiş mi yoksa?’ diye sordu.
Bunun üzerine İnönü, ‘Ne oldu paşam size? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirlerinizi hep sofradan mı alacağız? Aramıza Kara Tahsinler (başkâtip) giriyor. Konuşmamıza meydan vermiyorlar’ dedi. Gazi, ‘Efendiler anlaşılıyor ki bugün fazla görüşemeyeceğiz’ dedi ve çekildi.
Ertesi günü Salih Bozok, “Efendim kardeşi ölmüştür. Her sabah mezarına gidip ağlarmış, bağışlayın” demesi üzerine, “Daha iyi ya. Demek hasta. Dinlenmeye ihtiyacı var” cevabını vermişti. Eski arkadaşı Ali Fuad Cebesoy’a, “Efendim hangi işi verdik de biz yardım etmeden başarmıştır? Kütahya muharebelerinde böyle olmamış mıdır? Lozan’da böyle olmamış mıdır?” dedi. Öfkesi dinmemişti.
Sonraki gün İstanbul’dan beraberce Ankara’ya giderken trende, “Vazifeniz bitmiştir, dostluğumuz devam edecektir” dedi. 25 Ekim’de başbakanlıktan azletti. Fakat mesele bitmedi. Pazar günü İnönü çocuklarıyla futbol maçına gitti. Halk, görülmemiş tezahürat yaptı. Hemen orayı terk ettiyse de hâdise reisicumhuru çok tedirgin etti. 1 Kasım’da mecliste, milletvekilleri İnönü’ye işin aslını sordu. O da, “Gazi her işe karışıyordu. Münakaşa ettik. Yorgun düştüm. Affımı istedim” dedi ve “O benim velinimetimdir” diye lafı ustaca bağladı.”
Şüpheli vasiyet
Falih Rıfkı anlatıyor: “Bu zaman zarfında giderek seyrek görüştüler. Gazi, selâm yollar, o da “huzur-ı âli-yi riyâsetpenâhi”ye mektupla cevap verirdi.
Mecliste hâkim kanaat, tek parti rejiminin ancak İnönü ile devam edebileceği idi. İnönü’ye suikastları kendisini sevenler önledi; hatta emniyet umum müdürü böyle bir suikastta İnönü’yü kaçırıp gizlemek tertibatını bile almıştı.
Gazi’nin ardından İnönü’nün reis olmasından korkanlar, kulis yapmaya başladı. İsmet’i meclisten çıkarmalı; Çakmak, meclise alınıp reis olmalıydı. İnönü’nün Amerika’ya büyükelçi olarak gönderilmesi düşünüldü. Başvekil Bayar, bu komploya yeşil ışık yakmadı, seçime gitmedi. “Seçim demek, Atatürk’e sen öleceksin demektir. Bunu nasıl söyleyebilirim?” dedi.
Gazi, vasiyetinde ölümünden sonra İnönü’nün ayrılışının farklı tefsir edilmesinden korkarak, çocuklarına maaş vasiyet etmiş; bazıları ona İnönü’nün ölmüş olduğunu söyledikleri, onun da inandığı dedikodusunu yapmıştır.”
Sıkı bir kontrol altında yaşayan İnönü bu devrede İngilizce çalıştı, viyolonsel çalmayı öğrendi.
İkinci Adam
İnönü’nün muhalifleri dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras ve parti sekreteri Şükrü Kaya, daha Gazi ölmeden, meclis reisi Abdülhalık Renda’ya teklifte bulunmuş; ama o reddetmişti. Çakmak, Fethi Okyar ve Celal Bayar da geri durunca, çaresiz kalmışlardı.
10 Kasım 1938’de Gazi ölünce, 24 saat geçmeden meclis ittifakla İnönü’yü reisicumhur seçti. Bunda Çakmak kilit rol oynamıştır. Meclise kol kola giderek ordunun İnönü’yü istediğini göstermiş; beklenti içindeki Şükrü Kaya’nın önünü kesmiştir. Yakup Kadri, Gazi’den, “Çocuklar ben ölürsem, İsmet'in peşinden gidin” sözünü nakleder. (Aydemir, I/482)
Böylece küllerinden doğan İnönü, pelerinini sırtına aldığı Gazi’nin yolunu devam ettirdi. Aras ve Kaya’yı hemen tasfiye etti. Yıllar sonra Bayar’ı ipten alarak borcunu ödedi.
Entrika havası
Lord Kinross, Gazi’nin yarı resmî biyografisinde der ki: “Bu sırada Atatürk’ün çevresinde gizliden gizliye tatsız bir anlaşmazlığın dedikoduları dolaşmaya başlamıştı. Bu dedikoduların konusu, İnönü idi. Atatürk’ün ahbapları, İsmet Paşa'yı, öteden beri sevmezlerdi. Mazbut bir aile babası olan İnönü'nün Çankaya ve Dolmabahçe’deki bu sefahat düşkünü ve çoğunlukla ahlaksız adamlarla çok az ilgisi vardı.
Bu adamlar sadece iki şey peşinde koşarlardı: Para ve mevki. İnönü de onların bu iki şeyi elde etmelerine engel oluyordu. Öyle bir şeyi zaten Atatürk de istemezdi. O da çevresindekileri iyi tanır ve hiç kimseyi, yüklendiği sorumluluğu başaramayacaksa, önemli bir yere atamazdı. Ağızlarını kapatmak için, kendilerini inşaat işlerinde serbest bırakır, sanayi girişimlerinde biraz çalıp çırpmalarına göz yumar ve ortada bir skandal tehlikesi belirmedikçe, varlıklarını hangi yoldan edindiklerini inceden inceye araştırmazdı. Ama İsmet Paşa’nın çoğu kez, bu yolu bile tıkadığı olurdu.
Böylece Atatürk’ün çevresinde sürekli bir kişisel entrika havası sürüp giderdi. Bunun da başlıca konusu, İnönü’ye oyun oynamaktı. Atatürk, bir çeşit ‘böl ve yönet’ siyaseti uygular, rakipleri kâh birbirine karşı kışkırtır, kâh kendi önünde barışmaya zorlardı. Düşman olanları masasına çağırıp, birbirleri için söylediklerini tekrarlattırmaktan hoşlanırdı. İsmet Paşa’nın dostlarına ve düşmanlarına karşı da bu şekilde davranıyordu.
Bazen, yanındakilerden birini İsmet Paşa’nın önünde hükûmeti eleştirmeye kışkırttığı olurdu. Bir kez de İnönü’nün arkasından, yumruğunu masaya vurarak: ‘Ben istersem bir adamı elime alır, yükseklere çıkarırım. Ama o bunu anlamaz da kendi değeriyle yükseldiğini sanırsa, o zamanda paçavra gibi silker atarım’ demişti.” (Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s.730-731)
Gazi’nin zaafını bilenler, İnönü’nün dönüşünden korkuyor; onun elçilikle uzaklaştırılması için uğraşıyordu. Hatta, “Paşam, Bayar’a emir buyursanız da İnönü ile buluştuğu vakit onun gerisinde durmasa. Tam başvekilliğini takınsa” derlerdi. (Çankaya)
Millî Şef-Führer
Sonradan bir kısım Kemalistler, 1938 evveline toz kondurmamak adına, bütün kötülükleri İnönü’ye atfederler. Hâlbuki Atatürk’ü Atatürk yapan, İnönü’dür! Şevket Süreyya’nın tabiriyle ‘İkinci Adam’dır.
Hitler’in, Mussolini’nin heyecanlı ve korkutucu palavralarla ortalığı doldurduğu bir zamanda, silik, sönük, mesafeli, temkinli görünen İnönü, bazılarını cezbetmiyordu. Buna mukabil bu hâli ve ilaveten mazbut yaşantısı, eski günlerden bezmiş çoklarını cezbetmiştir.
Paralara İnönü’nün resminin konulması, kanun çerçevesinde tabii bir şeydi. Bu devirde, kişiye tapınma kültü yavaş yavaş uykuya bırakıldı. Rauf, Karabekir gibi eski muhalifler milletvekili yapıldı.
Gazi’ye, ''Ebedî Şef'', İnönü’ye ''Milli Şef'' (Führer) unvanı verildi. Bu politika, 1950’den sonra CHP’nin muhalefetini kesebilmek için terk edilmiş; Kemalizm, 1960 ve 1980 darbeleriyle de ''millî din'' hâline getirilmiştir.
.
MAVİ DÜNYAM BENİM ÖMRE BEDELDİR
21 Mart 2022 02:00
Mavi, tarihte zenginlik ve otorite sembolü olmuştur. Bazı şehirler de ''Mavi Şehirler'' diye bilinir.
Rönesans ve klasik devir tablolarında mor, mavi ve kırmızı renkte elbise giyen birini görünce, bunun zengin biri olduğuna hükmedilir. Zira bu üç renk o kadar zor elde edilir ve dolayısıyla o kadar pahalı idi ki ancak zenginlerin harcıydı. Fakirler, beyaz ve sarı elbiselerle tasvir edilmiştir.
Otorite ve istikrar
Renk deyip geçmemeli. Her birinin sembolize ettiği manalar olduğu kabul edilmiştir. Mor ve mavi, zenginliğin sembolü olmuştur. Roma hükümdarları erguvan moru ve mavi renkte elbise giymek imtiyazına sahipti. Öyle ki bunlara porfirogenitus (mor beşikte doğan) denirdi. Başkası bu renkleri kullanamazdı. İstanbul’un fethinde, son Bizans imparatoru maktul düşmüş; mor ayakkabılarından tanınmıştı.
Bu sebeple mavi, bilhassa lacivert, otoriteyi sembolize eder. Eskiden üniformalar mavi olurdu. Şimdi de muhafız alayı ceketleri mavidir. Lacivert, Farsça bu isimdeki kıymetli taşa (lapis) verilen isimdir. Sezar, Keltlerin ve Almanların düşmanlarını korkutmak için yüzlerini mavi renkle boyadığını, yaşlanınca da saçlarını maviye boyadıklarını söyler. Fransa Kralı Saint Louis (1214–1270) devamlı mavi giyerdi. Mavi üzerine sarı zambak, Fransız monarşisinin sembolü olmuştur.
Mavi, sükûnetin rengidir. Eskiden mektep duvarları mavi renge boyanırdı. Şimdi de yaramaz ve huzursuz çocukların odalarını mavi ile dekore ederler. Mavi, kırmızının hilafına, kan basıncını ve kalp atış hızını azaltır. Frank Baum der ki: “Ne zaman mavi hissetsem, yeniden nefes almaya başlarım...” Aynı zamanda iştah kapatır. Bu sebeple hiçbir lokanta maviye boyanmaz, hiçbir gıda maddesi mavi paketlenmez.
Mavi, istikrarı da sembolize ettiği için, pazarlamacılıkta, firma logolarından, pazarlamacıların elbisesine kadar tercih edilir. Mavi sevenlerin, sakin, sulhsever, kendine güvenen, dürüst, sadık, hassas, inançlı ve biraz da mesafeli kişiler olduğu söylenir. İnsanların, bilhassa kadın ve çocukların en çok sevdiği, mavi renk imiş.
Gök mavi mi?
Mavi, Arapça maî, yani su rengi demektir. Sathının %70’ten fazlası su olduğu için dünyaya mavi gezegen derler. Hâlbuki su mavi değildir. Gökyüzünün rengini aksettirdiği için böyle görünür. Aslına gökyüzü de mavi değildir. Güneşin aslında beyaz olan ışığı, dünyaya gelirken, kırılmaya uğrar. En uzun dalga boyuna sahip kırmızı daha az saçılır. En kısa dalga boyuna sahip mavi, daha fazla saçılır. Bu sebeple gökyüzü mavi görünür. Atmosfer olmasaydı, güneş, parlak bembeyaz renkte görünecek; ancak bütün gökyüzü gece gibi karanlık olacak, güneşle beraber diğer yıldızlar da seçilecekti
Mavi, Allah’ın kudretini ve Cenneti sembolize eden göğün rengidir. Eski Türkler, maviye “gök” derdi. Gök gözlü, gök bayrak gibi. Göklü tanrı tabiri, “göklerin hâkimi olan Allah” demekti. Göktürk, “gökten türemiş”, yani iktidarını Allah’tan almış demektir.
Mavi renkte meyve yoktur; çiçek de yok denecek kadar azdır. Bu sebeple tarihte bu rengi tanımak ve isimlendirmek mümkün olmamıştır. Bir tek Antik Mısır’da mavi rengin ismi vardı. Afganistan’dan gelen lapis lazuli (lacivert) taşı, Mısırlıları bu renge meftun etmiştir. Mavinin en ihtişamlı numunesi olan bu taşın içindeki sarı damarların altın olduğu düşünülürdü. Bu sebeple Mısırlılar, mavi rengi sentetik yollardan elde etmeye çalıştılar.
Prusya mavisi
Dokumacılık, insanları bitki ve hayvanlardan renk elde etmeye sevk etti. Eskiden kırmızı gibi, mavi rengi de elde etmek zordu. Bunun menşei olan indigo, Ege denizinde yaşayan ve purpur (murex branderis) denen bir kabuklu hayvandan, bir de çiviotu veya karabuğday yaprağından da elde edilirdi.
Şarkta öteden beri bilinen ve Türklerin çivit dediği indigo, Portekizce Hindli demektir. Avrupa’ya girişi XVI. asırdır. Işığa dayanıklıydı, bu sebeple pahalıydı. Ancak seramik ve banknot basımında kullanılırdı. 1883’te sentetiği yapıldı.
Mavi, çininin rengidir. Çin’de XIII. asırda imal edilen mavi çiniler, garpta o kadar tutuldu ki, XVIII. asırda Fransa’da taklidi bile yapıldı. Osmanlılar XV. asırdan itibaren İznik ve Kütahya’da mavi çinileri çok kullanmıştır. Ecnebiler Sultanahmed Camii’ne emsalsiz çinileri sebebiyle Blue Mosque (Mavi Cami) derler...
Bir Prusya mavisi vardır ki, 1709’da Berlin’de Diesbach adında bir boyacı, kırmızı elde edeyim derken tesadüfen bulmuştur. Prusya ordusunun üniformaları bu renktedir. Sırrı 1750’de çözüldü ve dünyaya yayıldı. Eskiden ressamlar mavi rengi elde etmek için çok uğraşırdı. Prusya mavisi işlerini kolaylaştırdı. Üstelik zehirli de değildi. Gainsboroug’un The Blue Boy tablosu bunun en meşhur numunelerindendir.
Kutu
Aman nazar değmesin
Bir gözü ay, bir gözü güneşi sembolize eden şahin şeklindeki Horus, mavi gözü ile, kem nazardan koruyucu kabul edilirdi ki, nazar boncuğunun esası budur. Efsaneye göre Horus harbde sol gözünü kaybeder; Allah, iade eder. Bu sebeple, kötü nazarı alt edecek güce sahip kabul edilirdi.
Eskiden nazarın, büyünün ve kötü ruhların (cinlerin), bilhassa zayıf insanlara zarar vereceğine, mavinin de buna mâni olduğuna inanıldığı için, ailenin merkezi olan evlerin kapıları maviye boyandığı gibi, ailenin devamını temin edecek olan erkek bebeklere de mavi giydirilirdi. Bu sefer kız bebeklere, kadınlığı sembolize eden gülün yaygın rengi pembe giydirildi.
Bizans’ta araba yarışçıları Maviler ve Yeşiller diye iki takıma ayrılmıştı. Sonradan, siyasi kliklere dönüştü. Maviler Ortodoksluğa bağlı soyluları, yeşiller ise serbest alt tabakayı temsil ederdi.
Fransa Kralı XIV. Louis’nin gözdesi Madam Pompadour, mavi unutmabeni çiçeğini çok severdi. Bu sebeple mavi renk, hele saça mavi çiçekler takma modası yayılmıştı. Bu çiçek, Yunan mitolojisinde ebedî aşkı sembolize eder. Renklere dair çocuk tekerlemesindeki “mavi, aşkım kavi” ifadesi beyhude değildir.
Kutu
Mavi Kan
Eskiden halk, güneş altında çalıştığı için, tenleri esmer olurdu. Asiller ise pek güneş görmediğinden tenleri bembeyazdı, öyle ki altından damarları gözükürdü. Bu yüzden asiller için “mavi kanlı” ifadesi kullanılmıştır. (İspanyolca: sangre azul)
Ümitsiz âşığa mavi sakal denir. Vefasızlık gördüğü altı karısını öldürüp, yedinci karısının kardeşleri tarafından öldürülen katil koca tipini tasvir eden Perrault’nun Barbe Bleue masalında geçer.
Herkesi aynı sevdiğini göstermeye çalışan, mavi boncuk dağıtıyor derler. Mavi kâğıt almak, işten çıkarılmak demektir.
1977’de İstanbul-Ankara arasında Mavi Tren konulmuştu. Kompartıman yerine pulman koltuklu, seri ve konforlu idi. Mavi boyalı olsa da bileti pahalı olduğu için bu ismi hak ediyordu.
Maviyi en seven, yeşil yapraklı çiçeklerdir. Işığın kırmızı, bilhassa mavi kısmını absorbe ederler. Bu sebeple seralarda floresan lambalar kullanılır.
Kutu
Mavi Şehirler
Fas’ın Rif dağları eteğindeki küçük Şefşufan kasabası, masmavi sokakları ve duvarları ile pek caziptir. Rivayete göre, XV. asırda Endülüs’ten kaçan Yahudiler, Tevrat’ta Musa aleyhisselama hitap olarak geçen, “İsrail halkına de ki, elbisenizin dört yanına üzerinde lacivert kordon geçen püskül takın! Onları gördükçe Rabbin emirlerini hatırlayacaksınız” (Sayılar, 15/37-38) hitabından dolayı, şehre maviye boyamışlardır.
Matisse, Foucault, Klee, Beauvoir gibi Fransız sanatkârlarının yıllarca yaşadığı Tunus’taki Sidi Bu Said kasabasında da kapı ve pencereler mavi boyalıdır.
Hindistan’ın Racastan eyaletindeki Jodpur’da da evler ve sokaklar masmavidir. Güya Brahma sınıfı bu şehri kurarken sonsuzluğu sembolize eden bu rengi, tanrı Krişna’nın rengi olduğu için tercih etmişler.
Emir Timur’un imar ettiği Semerkand, ihtişamlı binaları süsleyen mavi çinili kubbeleri ve duvarları ile mavi şehir hususiyeti taşır. Burada kullanılan mavi, turkuvaza çalar.
Nazar korkusu bir yana, bu şehirlerin mavi olmasının esas sebebi, bu rengin akrep başta olmak üzere haşaratı uzaklaştırmasıdır. Ben çocukken şehirlerdeki çöp varilleri fare üremesin diye maviye boyanırdı.
İspanya’nın Endülüs eyaletindeki Juzcar’da 2001’de Şirinler filmi çekilirken, bütün evler maviye boyanmıştı. Sonra referandum yapıldı, halk mavi kalmasını istedi. Öylece kaldı.
Kutu
İlle mavili
“Ne yeşil, ne siyah, ne toz pembedir
Denizle bir örnek, gökle bir renkdir
Mavi dünyam benim ömre bedeldir” kıtasında mavi sevenlerin hayal dünyasını terennüm eder. Şair, “mavili’yi tercih eder:
Rast geldim iki câne biri al giymiş, biri mavili
Al giyen aldı aklımı ammâ ille mavili mavili
Ah kârelide vardır edâ, pembeliye söz yok asla
Beyazlı da çok güzel ammâ ille mavili mavili
Al giyeni alsam yanıma, mor giyeni sarsam sineme
Yeşilli de çok güzel ammâ ille mavili mavili.
Bir başka türküde de şöyle deniyor:
Kimisi pınar başında, kimisi yolun dışında
Al geyen on beş yaşında ille mavili mavili
Kimisi dağlarda gezer, kimisi incisin dizer
Al geyen bağrımı ezer ille mavili mavili
Kimisi odun devşirir, kimi kahvesin pişirir
Al geyen aklım şaşırır ille mavili mavili
Köroğlu der ki n’olacak, takdir yerini bulacak
Mavilim kaldı kalacak ille mavili mavili
.
ÇERKEZ ETHEM KAHRAMAN MI? HAİN Mİ?
28 Mart 2022 02:00
Ethem, kimine göre hain, kimine göre kahraman, kimine göre ajandır. Tarih, daha kararını vermiş gözükmüyor.
Ethem Bey Pişave, varlıklı bir Çerkez (Şapsığ) çiftçisinin oğlu idi. Bandırma’da 1886’da dünyaya geldi. İki ağabeyi subaydı. Onlara özendiği için küçük zabit (astsubay) mektebini bitirdi. Balkan ve Cihan harblerine iştirak etti.
İttihatçılar, itaati ve sadakati ile tanınan Çerkez ırkından bazısını, Teşkilat-ı Mahsusa’da (gizli serviste) istihdam ediyordu. Aile boyu İttihatçı Ethem de bu cemiyet hesabına İran ve Irak’ta çalıştı.
Harb kaybedilip, mütareke imzalanınca, fakir olmadığı hâlde macera olsun diye adamlarıyla dağa çıktı. İngilizlerce tevkif edilen meşhur İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu kaçırdı (Şubat 1919). 53 bin altın lira fidye mukabili serbest bıraktı. Sonra Balıkesir ve Bursa köylerini talana başladı.
Eşkıyadan milise
İzmir’in işgali üzerine ikisi de Çerkez olan Rauf ve Bekir Sami Beyler, İttihatçı iktidarını ihya için Anadolu’ya giderken, Ethem’in ağabeyleri ile görüştü. Ethem’in Salihli’deki Kuşçubaşı Eşref’in gerilla üssü çiftliğinde bir çete kurması kararlaştırıldı.
Hapisten çıkarttığı mahkûmların da iştirakiyle 3 bin kişilik bir çete kurdu. Buna Kuva-yı Seyyare (gezici kuvvetler) adını verdi. Nutuk’ta bu hizmetleri övülür. Bu arada ağabeyi Reşid, Ankara meclisine girdi.
Ankara, Ethem’i Umum Kuvayı Seyyare ve Kütahya Kumandanı unvanıyla Ali Fuad Cebesoy’a bağladı. Ama bu mıntıkada başına buyruk hareket eder; halktan zorla para toplayıp dilediği kişileri cezalandırırdı.
Anadolu hareketini bastırmak üzere ayaklanmış olan ırktaşı Anvazur Ahmed Bey’in üzerine yürüdü. Gönen’de birliklerini sıkıştırıp mağlup etti (Nisan 1920). Düzce ve Hendek’te çıkan ayaklanmaları kanlı bir şekilde bastırdı; 52 kişiyi astı (Mayıs 1920). İstanbul hükûmeti tarafından, Anadolu hareketi üzerine gönderilen Hilafet Ordusu’nu (kumandanı ile anlaşarak) dağıttı.
Münci-i millet
Sonra Yozgat’taki ayaklanmayı bastırdı (Mayıs 1920). 50 kadar kişiyi astı. Burada bir askerî mahkeme kurup 12 kişiyi de idama mahkûm etti. Çapanoğulları’na yumuşak davrandığı gerekçesiyle Ankara Valisi Yahya Galib’i ve Refet Bele’yi muhakeme etmek istedi. Buna karşı çıkan Ankara ile münasebetleri gerginleşti. “Ankara’ya dönüşümde meclis reisini meclis önünde asacağım” dediği rivayet olunur. Doğrusu, o zaman buna engel olabilecek bir şey yoktu.
Ankara’ya döndüğünde parlak bir merasimle karşılandı. Balıkesir ve Bursa’nın işgali, Mustafa Kemal’in pozisyonunu hayli sarsmıştı. Ethem, Demirci’de zaten durmuş olan Yunan taarruzunu geri püskürttü.
Ankara hesabına yazılacak tek bir muvaffakiyetin olmadığı bir zamanda, bu ilk zafer haberi, mecliste alkışlar eşliğinde okunmuş; hatta meclis kendisini münci-i millet (kurtarıcı) ilan etmiş; ama inkılap tarihi kitaplarına girmemiştir. O ise hükûmeti, meseleyi başından beri anlamayıp, tamimlerle, konferanslarla vakit geçirdiği için acizlikle suçladı. Meclisin Ethemci olduğunu gören Ankara, bunu sineye çekti.
Ankara’da bir diktatörlüğün kurulmasından endişe edenler, güç sahibi ve gözü kara olduğu için Ethem’e yanaştı. Böylece üç kardeş acıklı bir siyaset oyununun içine girdi. Artık iyiden iyiye liderliğe soyunan Ethem, Rusların desteğini alabilmek adına komünist görünmek ihtiyacını duydu ve paramiliter bir komünist teşkilat olan Yeşil Ordu’ya girdi. Bu tavrı, Ankara’yı iyice endişelendirdi. 1920 güzünde Yeşil Ordu kapatıldı. Ethem, hatıralarında böyle bir ismi hiç duymadığını söyleyecektir.
Komplo mu?
Ethem, 24 Ekim 1920’de Gediz’de mevzilenmiş Yunan birliklerine baskın yaptı. Ethem’in zafer dediği bu harekâtı, Ankara, kendisinden izinsiz yapıldığı için mağlubiyet hanesine yazdı. Aslında iki taraf da aynı anda çekildiği için, ortada ne zafer, ne mağlubiyet vardı.
Ethem’i tutan (ve belki de Ethem’in, Mustafa Kemal’in yerine düşündüğü) ırktaşı Ali Fuad Cebesoy, Moskova sefirliği ile uzaklaştırılınca, Ethem, hiç sevmediği Garp cephesi kumandanı İsmet İnönü ile karşı karşıya geldi. Bu devrede Kemal Paşa’ya birkaç defa suikast tertiplemeyi bile düşündü.
İsmet, Ethem’in unvanını Birinci Kuva-yı Seyyare Kumandanı olarak değiştirdi. Mülki âmirlerin salahiyetlerine karışmaması kendisine bildirildi. Ama o bunu kabul etmeyerek, Gördes kaymakamını geri gönderdi.
Çetesinin bir kadro ve bütçeye bağlanmak istenmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Kendini zafer kazanmış bir kahraman olarak gören Ethem, o zamana kadar hiçbir muvaffakiyet göstermemiş kişilerin emrine giremezdi.
Devreye Kemal Paşa girdi. Karşılıklı telgraflarla iş çözülemeyince, Ethem’i yanına alıp İsmet ile görüşmek üzere Bilecik’e doğru yola çıktı. Bir komplodan endişelenen Ethem, Eskişehir’de gizlice trenden indi.
En büyük hatam!
Bu sefer Ankara, Ethem’in ağabeyinin de bulunduğu bir nasihat heyeti gönderdi. Ethem, Refet Bele’nin alınmasını ve işine karışılmamasını şart koştu. Kemal Paşa’yı, İsmet’i tutmakla suçladı. Sulh için İstanbul’dan gelen, ama tevkif edilen İzzet Paşa heyetinin derhal serbest bırakılmasını istedi. Ethem, iç harbin bitmesi ve İstanbul ile münasebetlerin yumuşaması üzerine, “Anadolu Macerası”na nokta koymak gerektiğini düşünüyor; Kemal Paşa’yı bunda bir engel olarak görüyordu.
Heyetin ılımlı raporuna rağmen, Kemal Paşa, meselenin kuvvet yoluyla çözülmesini emretti. Bunu işiten Ethem, meclise ağır bir telgraf çekti (29 Aralık). “Meclisin ne şekilde toplandığını hepimiz biliyoruz. İlk icraatı bu fakir milletin sırtından kendilerine senede 300 bin küsur lira tahsisat yapmaları olmuştur ki, senede içlerinde yüz lirayı bir arada gören pek azdır. Şimdi bol bol dalkavuklukla meşguldürler” dedi.
Böylece kendi taraftarlarını da uzaklaştırmış oldu. Sonradan “en büyük hatam budur” diyecektir. Ethem, politikacı değildi. Mecliste 1 Ocak’ta yapılan müzakerede 2 oy farkla hain ilan edildi. Kardeşi Reşid ve Ethem’i müdafaa eden Hacı Şükrü, milletvekilliğinden düşürüldü. Sıra ipin çekilmesine gelmişti. İsmet Bey’in “son selam” diye bitirdiği telgrafta (31 Aralık), teslim olması emrediliyordu.
Buna, “Baki ilk selam” diye biten bir telgrafla cevap verdi (2 Ocak 1921). “Köprüyü geçinceye kadar öyle olsun diyorsunuz ama bilmiyorsunuz ki köprünün binde birine ulaşmamışsınızdır. Ah içleri fesat dolu yurtseverler, zavallı millet meclisi, sizin askerî sahte ünlerinizi anlamış değil. Tarih bana az, size çok lanet edecektir” diyor; muntazam orduyu, “Ey gözünü sevdiğim biçareler, 1877’den beri harb kazanmamışsınız” diyerek tahkir ediyordu.
Emir kulu değil, Allah’ın kulu olun!
Üzerine gönderilen İzzettin Çalışlar’ın 2 piyade ve 7 süvari alayı önünde bozularak Gediz’e çekildi (5 Ocak 1921). Ankara’dan, Ethem’in üzerine gönderilecek olan bir tren dolusu kuvveti engellemek için demir yolu işçileri greve kalkıştı.
10 Ocak’taki gayrı ciddi bir çatışmadan ibaret I. İnönü Muharebesi, Ethem’i bitirmek için vesile ittihaz edildi. Demek Ethem olmadan da zafer kazanılıyordu! 12 Ocak’ta Ethem’in bitirilmesi işi Refet Bele’ye verildi. Ethem, harb etmeyip geri çekildi.
Her ne kadar Müslüman kanı dökülmesini istemediğini söylese de, bunda Ethem’in yorgun, bezgin ve hasta olmasının tesiri büyüktür. Adamlarını serbest bıraktı. Bir kısmı Yunanlarla çete harbine devam etti. Bir kısmı Ankara birliklerine katıldı; bunların bazısı idam edildi. Kendisi Doğu Anadolu’ya geçip, muhtemelen Enver’e katılmak istedi; ama hastalığı yol vermedi.
28 Ocak’ta (etrafta tarafsız İsveçliler olmadığı için!) Yunanlılara teslim oldu. 64 adamıyla Salihli’ye çekildi. “Ey millet, ey asker! Emir kulu değil, Allah’ın kulu olun!” diye yazıp imzaladığı beyannameyi Yunan tayyareleri Anadolu’da dağıttı.
Yunanlar çekilirken onlarla beraber ayrıldı. 1923’te vatandaşlıktan çıkarıldı. Hükûmet, Mayıs-Haziran 1923'te, Manyas ve Gönen'e bağlı 14 Çerkez köyünü Ethemci diye boşaltıp 5825 kişilik nüfusunu Anadolu içlerine sürdü.
Ethem, Atina üzerinden Almanya’ya tedaviye gitti. Sonra hatırı sayılır bir Çerkez nüfusun yaşadığı Ürdün’e ağabeylerinin yanına gitti. 1938 affında ağabeyleri Türkiye’ye döndü, ama o dönmedi. Amman’da öldü.
Kime göre ne?
Böylece Ankara hükûmeti, 21 Şubat 1921’de Londra Konferansı’na giderken, Bolşevik olmadığı hususunda müttefiklere emniyet vermek fırsatını bulmuştur. Müstakil hareket etmeye çalışan bazı İttihatçılara da gözdağı verilmiş; mukavemet edenler Yeşil Ordu davaları ile tasfiye olunmuş; geri kalanı Ankara’nın otoritesine boyun eğmiştir.
Kimine göre işin aslı, İttihatçıların Rumeli ve Çerkez menşelileri arasındaki bir iktidar mücadelesidir. İsmet İnönü’nün tavrı tayin edici olmuştur. Ethem’in bu acıklı sonunda, İsmet ile olan gerginliğin rolü büyüktür.
Ethem olmasaydı, Anadolu hareketinin muvaffakiyeti pek şüpheliydi. Zira gerek İstanbul’un gerekse halkın mukavemetini amansız bir şekilde bastırarak Ankara’nın önünü açmıştır. Ama varlığı, rakip istemeyen Ankara otoritesini tehdit ediyordu.
Ethem, Kemalistlere göre, hain; anti-Kemalistlere göre isyana zorlandığı için çaresiz kalmış, haksızlığa uğramış bir kahraman; komünistlere göre, Kemalist provokatör; İngilizlere göre, Alman ajanı; Almanlara göre, İngiliz ajanı; kimine göre, Turancı, kimine göre başıbozuk çetecidir. Kendisi, “Belki çok hatalarım oldu; fakat asla vatan haini olmadım” der. Hainlik, bazen nereden bakıldığına göre değişir.
Ethem, gaddarlığı, orta sınıfı haraca kestiği, köylüyü soyduğu için sevilmemiştir. Harb pek umurunda olmayan basit halk, kendisini bir katil ve eşkıya olarak görmüştür.
Ethem’in müdafaası
Ethem, Nutuk’a cevabını, Mısır’da neşredilen Türkçe Müsavat gazetesinde 1928’de tefrika etti ki, Latin harfleriyle basılmıştır (2015). Ethem’in Gazi hakkında ağır ithamlarının yer aldığı “Yeşil Ordu. Tarihi Bir Sayha-i İkaz - Hakikate Doğru” serlevhalı hatıralarının ise iki ayrı tab’ı vardır (2004, 2015).
1962’de Çerkez Ethem’in hatıraları adıyla neşredilen kitap, Mevlanzade Rıfat tarafından, Ethem’in ağabeyi Tevfik Bey’den dinlediklerine istinat eder. Ethem’in, Hafız Reşat Efendi’ye anlattığı hatıraları, 1968’de Cemal Kutay tarafından neşredildi.
.
YENİDEN KARİYE CAMİİ
4 Nisan 2022 02:00
Kariye Camii 1945’te müzeye çevrildi ve ibadete kapatıldı. Sanki cami olması turistlerin gezmesine engelmiş gibi, 5 asra yakın cami vazifesi gördüğü hiç düşünülmeksizin, Osmanlı-Türk devrine işaret eden izler silindi...
Yıllar evvel bir Kıbrıslı ahbabım ile Karagümrük’teki Kariye Camii’ne gitmiştik. Ahbabım içeri girmeye davranınca, kapıdaki adam, hoyrat bir şekilde, “Hooop, bilet” diye bağırdı.
Memleketindeki camilerin Rum kesiminde kalanı da Türk kesiminde kalanı da aynı şekilde mahzun bulunan ahbabım şaşırdı. O memleketine has şivesiyle “Aman da Rabbim, camımızı kilise yapmışlar, hemi de bilet isteyorlar” diye bağırınca, biletçi diline aşina olmadığı bu ne idüğü belirsiz zâtın heyecanından korktu, eliyle geçin geçin diye işaret etti.
Mahallenin tek camii
Kariye Camii Edirnekapısı’ndan Haliç’e inen yamaçta; Dervişali Mahallesinin yegâne Müslüman mabedidir. Yerinde İsa aleyhisselâma adanmış VI. asırdan kalma Hora adında bir manastır bulunuyordu. Manastırın biri bazilika formunda üç şapeli, hamamı, bir de körler için sığınmaevi vardı.
Manastır, VIII. asırda yenilendi ve parlak günler geçirdi. Sonra birkaç asır sönük yaşadıktan sonra XI. asırda İmparator Aleksios Komnenos devrinde canlandırıldı. İmparatorun kayınvalidesi harap hâldeki manastırı tamir ettirdi. Komnenoslar buraya hususi bir alaka gösterirdi.
XIII. asırdaki Latin istilasından sonra manastır tekrar tamir edildi. İçindeki mozaiklerin çoğu o zamandan kalmadır. Teodoros Metohies, Mihael Tornikes, Nikeforas Gregoras gibi zamanın bürokrat entelektüellerinin ilmî sohbet yaptığı veya inzivaya çekildiği ve gömüldüğü yer olarak bilinir.
Şehrin koruyucusu olduğuna inanılan ve Sarayburnu’ndaki Hodegetria Kilisesi’nde saklanan Meryem ikonası, Osmanlıların kuşatması esnasında surlara en yakın yer olduğu için bu manastıra getirilmişti. İkona, Ortodokslarda takdis edilmiş resimlere denir.
Hora’dan Karye’ye
Fetih esnasında ve sonrasında kullanılmadığı biliniyor. Manastır ve müştemilatı zamanla yıkılmış; geriye sadece kilisesi kalmıştı. Bu sebeple harabiyeti giderek arttı.
1511’de Çemberlitaş’ta da camii bulunan Sultan II. Bayezid’in veziriazamı Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrildi. Artık Kenise Camii adıyla Atik Ali Paşa’nın Çemberlitaş’taki vakfına aitti.
İslâm-Osmanlı hukukuna göre, bir belde sulh ile fethedilirse, buradaki mabedlerin statüsü, sulh anlaşmasına (ahidnameye) bağlıdır. Ama o yer harb ile fethedilirse, buradaki mabedler ganimet olur. Halife, ister cami yapar; ister ev yapar; isterse kilise olarak yerine bırakır.
Osmanlılar ayakta tuttu
Kahriyye, Ka’riye ve nihayet Karye Camii diye anıldı. Hora, Rumca taşra manasına gelir ki, karye (köy) de bir cihetten bu manayı karşılamaktadır. İhtişamlı Ayasofya yanında, Kariye’nin mütevazı bir asaleti vardır.
Sahabe-i kiramdan kuşatmaya katılan Ebu Said el-Hudri’nin makamı burada idi. Caminin yanına bir medrese ve tekke inşa edildi. Aynı zamanda bir Nakşi şeyhi olan Kızlarağası Beşir Ağa, bir imaret ve sıbyan mektebi yaptırdı. Bunlar bugüne intikal etmemiştir.
1766 tarihli büyük zelzeleden sonra ve bir de Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıktığı sıralarda esaslı tamir edilmiştir. Kariye Camii de, Ayasofya gibi ayakta kalmasını büyük ölçüde Osmanlılara borçludur.
Karye’de Kayzer
Evliya Çelebi’nin “Evvelce bir sanatlı kilise imiş” dediği cami, İstanbul’a gelenlerin ziyaret ettiği mekânlardandı. Nitekim Alman Kayzeri bile İstanbul’a geldiğinde ziyaret etmiştir. Caminin ön giriş narteksindeki fresklerin üstü açıktı. Namaz kılınan ana sahanlıktaki iki freskin üstüne namaz vakitlerinde tahta kepenkler kapatılırdı.
Bizans Tedkikleri Cemiyeti’nin teşebbüsü üzerine, 29 Ağustos 1945 tarihinde alınan hukuka aykırı bir Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya Camii gibi müzeye çevrildi ve ibadete kapatıldı. Hâlbuki Cumhuriyet kanunlarına göre, bir vakıf eserinin maksadı dışına çıkarılması caiz olmadığı gibi; mabedlerin başka maksatla kullanılması da yasaktır.
Sanki cami olması turistlerin gezmesini engelmiş gibi, 5 asra yakın cami vazifesi gördüğü hiç düşünülmeksizin, içindeki bütün teberrükât eşyası kaldırıldı. Ahşap minber Zeyrek Camii'ne taşındı. Böylece camide -minaresinden başka- Osmanlı-Türk devrine işaret eden bir iz kalmadı.
Karye davası
Başında kendisini kapalı camileri açtırma mücadelesine hasretmiş İsmail Kandemir adında emekli bir öğretmenin bulunduğu Sürekli Vakıflar Tarihî Eserlere ve Çevreye Hizmet Cemiyeti, Kariye Camii’nin tekrar ibadete açılması için dava açtı.
Danıştay 10. Dairesi, 12 Mart 2014 tarihinde Kariye’nin -ne alakası varsa- UNESCO kültür mirası listesinde bulunduğu gerekçesiyle talebi reddetti. Temyiz olunan kararı, dava daireleri kurulu 26 Nisan 2017’de tasdik etti. Hâlbuki bir tarihî eserin ne maksatla kullanıldığı, dünya mirası listesi için bir ehemmiyet taşımamaktadır.
Cemiyet’in karar tashihi talebi üzerine, dava daireleri kurulu bu sefer verilen kararı 5’e karşı 6 reyle bozdu. 19 Haziran 2019 tarihinde verilen ve Ayasofya’ya emsal olan bu mühim kararda, Kariye Camii’nin, vakfın gayesi dışında müze olarak kullanılmasının hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle tekrar cami olması gerektiği dile getirildi.
Kararda, “Bu vakıfların devletin koruması altında olması, devletin istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet sadece vakıf mallarının amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen kendisine emanet edildiği varlık konumundadır. Bir düzenlemeyle bile hayrat vakıfların, başka bir amaca özgülenmesi hukuka aykırı olacaktır” denilmektedir.
Mutlu son
Böylece Danıştay’ın, başka maksatlarla kullanılan camiler için farklı tarihlerde verilmiş birbirine zıt iki kararı ortaya çıktı. Bazı kesimler bu karar değişikliğini, hemen dairenin üye yapısındaki değişikliklere bağladı. Mamafih aynı şey, önceki hüküm için de söylenebilir. Hukuki hükümler mevzuata göre verilmelidir; hukukçulara göre değil.
Bu son karar, Ayasofya Camii için de bir sinyaldi. Nitekim 2020 senesinde Ayasofya Camii’nin aslına iadesine dair kararında Danıştay, Kariye kararını da emsal almıştır. Yargı kararlarının 30 gün içinde tatbiki icap ederken, Kariye’nin cami olarak açılması hususunda bir ilerleme olmamıştı. İçinde bitmeyen bir restorasyon vardı.
Ama bu safhada İznik ve Trabzon Ayasofya’ları, ayrıca -nedense kimsenin pek üzerinde durmadığı- Konya Mevlâna Camii müze olmaktan çıkarılarak aslına iade edildi. Nihayet 21 Ağustos 2020 tarihinde Resmî Gazete’de neşredilen kararname ile Kariye’nin aslî hüviyeti iade edildi.
.
Dünyayı tutan ağaç: OSMAN GAZİ
11 Nisan 2022 02:00
“Osman Bey’in göbeğinden çıkan bir ağacın dalları, bütün dünyayı tutuyor; gölgesinde nehirler akıyor; insanlar dolaşıyordu...”
Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve padişahların ilki sayılan Osman Gazi, 1258’de Anadolu’nun garbında Bizans hududuna yakın Söğüt kasabasında dünyaya geldi. Moğolların, Abbasi İmparatorluğu’nu yıktığı sene dünyaya gelmesi, istikbal hakkında ümit veren hayırlı bir tesadüftür.
Selçuklular tarafından Bizans hududundaki bir uç beyliğinin başına getirilen Ertuğrul Gazi’nin üç oğlundan -rivayete göre- küçüğüydü.
Genç yaşından itibaren babasıyla beraber muharebelere katıldı. Babası zamanında 7-8 defa ordu kumandanı olarak sefere gitti. Bu sebeple Gazi unvanıyla anıldı. Böylece asker kendisini görüp tanıdı.
Babası tarafından birkaç defa Konya’ya Selçuklu Sultanı’na mümessil olarak gönderildi. Burada devlet adamları ve Mevlevi tarikatinin büyükleriyle tanıştı.
Müjde! Bu saltanat rüyasıdır
Sevip saydığı, sohbetlerine katıldığı âlim Şeyh Edebali’nin Bilecik’teki tekkesinde misafir olduğu bir gece bir rüya gördü (1277). Şeyhin koynundan bir ay çıkıp, Osman Gazi’nin koynuna giriyordu. Sonra göbeğinden çıkan bir ağacın dalları, bütün dünyayı tutuyor; gölgesinde nehirler akıyor, insanlar dolaşıyordu.
Şeyh, ertesi gün kendisine anlatılan bu rüyayı şöyle tabir etti: “Müjde! Allah sana ve evladına uzun bir saltanat verdi. Kızımla evleneceksin. Çocuklarınız cihangir olacaklar” dedi. Böylece Osman Gazi, Şeyh’in kızı ile evlendi. Hazret-i Muhammed’in soyundan geldiği rivayet edilen Şeyh, Osmanlı Devleti’nin ilk müftüsüdür.
1281’de babasının vefatı üzerine, yaşça küçük olmasına rağmen, güzel ahlakı, kudret, yiğitlik ve bilgisinin üstünlüğü sebebiyle, askerî şefler ve lonca reisleri kendisini Söğüt ve Domaniç arasındaki küçük beyliğin başına geçirdi.
Selçuklu sultanı, kendisine ferman göndererek beyliğini tasdik etti. Babasının misyonunu sürdürdü. Komşuları olan Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye çalıştı.
Selçuklu Vârisi
Bu esnada bir casus, İnegöl tekfurunun kurduğu pusuyu haber verdi. Osman Gazi, 1284’te İnegöl yakınlarındaki Ermenibeli’nde çatışmayı kabul etti; ama yeğeni Beyhoca şehit düşünce geri çekildi. Askerinin tamamı piyade idi. Bu, Osmanlı Devleti’nin ilk askerî harekâtıdır.
Ertesi sene bu pusunun intikamını almak üzere Kulacahisar’ı fethederek kuzeye doğru genişlemeye başladı. Bu, Osmanlı tarihinde ilk fetihtir.
Karacahisar ve İnegöl tekfurlarının kurduğu komployu 1286 veya 1288 yılında kazandığı Ekizce zaferiyle alt etti. Beyliğe, Eskişehir’i kazandıran bu muharebede kardeşi Aydoğdu Bey şehit düştü. Bu zafer üzerine Selçuklu Sultanı kendisine otonomi alameti olarak tuğ, tabl ve ferman gönderdi.
Osman Gazi bundan sonra her gün öğleden sonra bir saat mehter adlı bu askerî bandonun çalmasını emretti ve konser müddetince sultana hürmeten ayakta durdu. Sonraki padişahlar da Fatih Sultan Mehmed’e kadar ayakta dinlediler.
1289 tarihinde fethettiği (ve bugün Eskişehir’in banliyösü Şarhöyük’te bulunan) Karacahisar’a bir kadı tayin etti. Cuma hutbesinde, Abbasi Halifesi ve Selçuklu Sultanı yanında Osman Gazi’nin de ismi anılmaya başlandı. Osman Gazi adına gümüş para basıldı.
Bunlar hâkimiyet alametleri olduğu için, aslında fiilen bir devlet kurulmuş oluyordu. Ancak Osman Gazi, görünüşte de olsa Selçuklu Sultanı’na hürmet ve bağlılığını devam ettirdi. Osmanlı beyliği bir imtiyazlı eyalet statüsünde idi.
Düğün Hediyesi
Bilecik ve Yarhisar tekfurlarının kendisine kurduğu komployu bir hile ile boşa çıkardı. Bilecik tekfuru, Yarhisar tekfurunun kızı ile evleniyordu. Osman Gazi’yi de düğüne davet ettiler. Maksatları, onu gafil avlayıp öldürmekti. Mert bir zat olan Harmankaya tekfuru Mihal, dostu olan Osman Gazi’ye komployu haber verdi.
Osman Gazi, düğün hediyesi olarak Bilecik tekfuruna bir sürü kuzu gönderdi. Düğünden sonra yaylaya geçeceklerini söyleyerek, eşyalarıyla kadınlarının kaleye alınmasını ve düğünün açık bir yerde yapılmasını rica etti. Tekfur, bunları kabul etti. Osman Gazi, eşya yerine, atlara silah yükletip, kırk kadar askeri kadın kılığında Bilecik’e gönderdi.
Kaleye giren askerler, sadece nöbetçilerin kaldığı kaleyi kolayca ele geçirdiler. Tekfurlarla Çakırpınar’daki düğün meydanında cereyan eden çarpışmada, Osman Gazi galip geldi (1300). Esirler arasındaki gelin, Nilüfer adını alarak Müslüman oldu ve Osman Gazi’nin oğlu Orhan Bey ile evlendi.
Böylece Bilecik, Yarhisar, İnegöl ve Yenişehir peyderpey fethedildi. Osman Gazi, Yenişehir’i merkez yaptı. Fethedilen şehirleri imar etti. Arazileri; mülk değil; tımar olarak, yani vergilerini toplayıp, karşılığında asker beslemek üzere aile ferdlerine ve kumandanlara dağıttı. Bu, Osmanlılardaki ilk toprak kanunudur.
Ahde Vefa
Bu esnada Moğollar Anadolu’yu işgal ediyordu. 27 Ocak 1300 tarihinde Selçuklu Sultanı III. Alâeddin Keykubad’ın, İlhanlı/Moğol hükümdarı Gazan Han tarafından hapsedilmesi üzerine eski Türk ananesine muvafık olarak kumandanlar Osman Gazi’ye biat etti. Otonom Selçuklu beylikleri peş peşe istiklallerini ilan ettiler. Esasen Sultan’a olan bağlılık, artık Moğollara dönmüştü.
Sultan II. Abdülhamid zamanında bu hadise Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir. Bundan sonra nice kumandan ve beyler, Osman Şah etrafında toplandılar. Onun beyliği, küçük, ama sınıra yakın stratejik mevkii itibariyle ehemmiyet taşıyordu.
Osman Gazi’nin faaliyetlerini tekfurlar vasıtasıyla engelleyemeyen Bizans İmparatoru Andronikos II, bu sefer üzerine bir ordu gönderdi. Osman Gazi bu orduyu 1301 senesinde Yalova yakınlarındaki Koyunhisar (Bapheus) muharebesinde mağlup etti.
İznik abluka altına alındı. Osman Gazi, öteden beri kendi beyliğini hazmedemeyen ve tekfurlarla iş birliği yaparak aleyhine çalışan amcası Dündar Bey’i 1302’de idam ettirdi.
1306’da Bursa tekfuru ve müttefiki olan tekfurları Bursa ile Yenişehir arasındaki Dinboz’da yendi. Osmanlılar ilk askerî muahedeyi o sene Uluabad tekfuru ile imzaladılar. Osman Bey’in şehrin önündeki köprüden geçmemesi şartıyla tekfur teslim oldu. Ahde vefa prensibi çerçevesinde, bundan sonra hiçbir Osmanlı sultanı bu köprüden geçmemiş; icap ettikçe kayıkla geçmişlerdir.
Kalb Kazanmak
Tekfurların sertliği ve vergilerin yüksekliği sebebiyle, Marmara’nın doğusundaki topraklarda yaşayan köylüler, Osman Gazi’ye hüsnü kabul gösterdiler. Bunlardan haylisi Müslüman olup Türkleşti. Harmankaya tekfuru Köse Mihal, Müslüman olarak pek çok askerî harekâta katıldı. Soyu bu zamana kadar devam etmiştir.
Osman Gazi 1307’de Mudanya’yı alıp denize ulaştı. İmralı adasında bir deniz üssü kuruldu. Hatta bazı Garp menbalarına göre, Rodos’a sefer yaptı. 1317’den itibaren hastalığı sebebiyle çoğu askerî harekâta oğlu Orhan Bey’i ve “alp” adı verilen kumandanları gönderdi.
Osman Gazi’nin bütün hedefi o zaman parlak bir şehir olan Bursa’nın fethiydi. Ancak taarruz etmek, çok adam kaybına sebep olacaktı. Bu ise Osman Gazi’nin mizacına aykırıydı. Bu sebeple kaleyi abluka altına aldırıp, halkın kalblerinin kazanılması yolunu tercih etti.
Hareketli hayatı sebebiyle yorgun düşen Osman Gazi, hastalandı. 1324 veya 1326 senesinde geçirdiği gut krizinden dolayı vefat etti. 66 veya 68 yaşındaydı. 40 yıldan fazla hüküm sürmüştü. Cenazesi vasiyeti üzerine Bursa’da Gümüşlü Künbet’e defnedildi. 1855 zelzelesinde yıkıldı. Şimdiki türbe Sultan Aziz’den kalmadır.
Yerine küçük oğlu Orhan Bey geçti. Diğer oğlu Alaaddin Ali Paşa, Orhan Bey’in veziri oldu. Savcı Bey, bir muharebede şehit düşmüştü. Diğer dört oğlu, Melik, Çoban, Hamid ve Pazarlı Beyler de kumandan olarak Orhan Bey’e hizmet ettiler. Osman Gazi’nin bir oğlu Halil de Ertuğrul Gazi tarafından yetiştirilmek üzere Selçuklu Sarayı’na gönderilmiş; Sultan onu Kahta sancakbeyi yapmıştı. Soyu devam etmiştir.
Osman Gazi’nin karakteri ve hususiyetlerini başka bir yazıda ele alırız inşallah.
.
Büyük devlet kuranların sırrı: OSMAN GAZİ
18 Nisan 2022 02:00
Osman Gazi vefat ederken oğluna şu nasihatte bulunmuştu: Maksadımız Allah yolunda çalışmaktır ve onun dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir.
Stratejik deha
Osman Gazi sıradan bir Orta Çağ kahramanı değil; tarihin en büyük şahsiyetlerindendir. Anadolu beyliklerinin en ehemmiyetsizlerinden biri olan (İsviçre’nin yarısından küçük) devleti; 1,5 asır içinde dünyanın en büyük devleti hâline geldi. Devlet kurucu şahsiyetlerdendir, hazır mirasa konmamıştır.
Şüphesiz bu, haleflerinin gayretleri kadar, Osman Gazi’nin harikulade stratejik dehası sayesinde olmuştur. Bu hassas coğrafyada ayakta ve hayatta kalabilmek için, âdeta satranç oynar gibi dikkatle hareket etmiştir. Onun askerî hayatı, tekfurlarla savaşıp gelişigüzel kaleler almak değildir.
Giderek çözülen Bizans İmparatorluğu topraklarını kama gibi ayırmıştır. Bütün hedefi denize ulaşmaktır. Böylece İznik ve Ulubad göllerinin güney sahillerini tutmuş; Porsuk ve Sakarya nehirlerinin arasına yerleşmiştir. Nihayet Mudanya sahillerinde Marmara Denizi’ne ve Sakarya Nehrinin döküldüğü yerde Karadeniz’e ulaşmıştır. Şüphe yok ki, o devirde talih kuşu, bu dâhi hükümdarın ve seçkin haleflerinin başına konmuştu.
Cazibe merkezi
Osman Gazi, babasından aldığı 4800 km2’lik memleketi, vefatında 16.000 km2 olarak bıraktı. Bugünkü Türkiye’nin, Bilecik, Eskişehir, Geyve, Taraklı, Akyazı, Hendek, Domaniç, Mudanya, Yenişehir ve İnegöl şehir ve kasabalarını içine almaktadır. Her birine ailesinden veya kumandanlarından birini vali tayin etmiştir.
Kendisine saldırmadıkça, düşmanla iyi geçinmeye çalışmış; verdiği sözlerde durmuştur. Osman Gazi’nin bu temkinli ilerleyişi, etrafındakileri ve tebasını mukaddes bir gayeye sevk edişi, ulema ve tasavvuf erbabını hoş tutuşu, haleflerine miras kaldı. Bıraktığı cemiyet, maddi ve manevi bir cazibe merkezi hâlini aldı.
Anadolu’nun, hatta İslâm dünyasının idealist ve müteşebbis adamlarının bu gaye etrafında toplanmasının ve 50 sene içinde dünyanın en kudretli devletlerinden biri olmasının şerefi, Osman Gazi’ye aittir.
.jpg)
Osmanlı anayasası
Oğluna yaptığı ve âdeta Osmanlı Devleti’nin anayasası hüviyetindeki vasiyet, tarih kitaplarında manzum şekilde rivayet olunur. Meali şöyledir:
“Sonunda herkes ölecektir. Sana vasiyet ederim ki, dine hizmetten başka şeyleri unut. Maksadımız Allah yolunda çalışmaktır ve onun dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir.
Memlekette adaleti ayakta tut. Âlimlere saygı göster ki, şeriat işleri düzenli olsun.
Asker ve malının çokluğuyla gururlanma. Dine/hukuka aykırı bir işe heves bile etme.
Herkese ihsanda bulun. Memleket işlerini noksansız gör. Gece gündüz halkını korumaya ve onların refahına çalış.
Allah’ın lütfunu böyle kazanırsın!”
Ne dediler?
Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla alakalı teziyle tanınan Amerikalı yazar Herbert Adams Gibbons (v.1934), Osman Bey’i, Attila, Cengiz, Timur gibi bütün bir topluluğun desteğine dayanan cihangirlerden üstün tutar. “Osman’ın eseri, onlardan daha devamlı, tesiri daha geniştir. Diğerleri boru ve trompet sesleri içinde yakıp yıkarken; bu, sükûnetle iş görüp bir devlet bina etmiştir” der.
Fransız yazar Alphonse de Lamartine (v.1869), kendisini “basit mantıklı, fakat deha sahibi, tarafsız ve doğru” olarak vasıflandırır ve der ki: “Fetihlerinde adım adım ilerleyip, her zaferden sonra durdu. Yavaş yavaş ilerledi; fakat asla geri çekilmedi. İşte bu, bütün büyük devlet kuranların sırrıdır.”
Hakkındaki tarihî malumat az olmakla beraber, isminin Osman değil Otman olduğu, okuma yazma bilmediği, Türk değil Moğol aslından geldiği, Şiî mezhebine mensup bulunduğu, hakkındaki bilgilerin efsanelerden ibaret olduğu gibi iddialar gayrı ciddidir...
Yakınlarda bulunan üç gümüş sikkede açıkça Osman yazdığı gibi; Orhan Gazi, babasının vefatından 3 ay sonra kurduğu Mekece vakfının vakfiyesinde ismini Fahrüddin Osman diye zikreder. 1301 tarihli Çalıca vakfiyesinde Sultan Osman diye geçer. Bu da gösteriyor ki, Osman Gazi adına hutbe okunan, sikke kesilen, kadı tayin eden ve mülkname veren müstakil bir hükümdardır.
Türkçe’nin ikbali
Osman Gazi, esmer, değirmi yüzlü, orta boylu, omuzları geniş, gövdesi ayaklarına nispeten uzundu. Sade elbiseler giyerdi. Başına kırmızı çuha başlık üzerine ensiz ve uzun bir bezin burma şeklinde sarıldığı horasani sarık sarardı. Bayrağı beyazdı.
Düzgün ve sade konuşurdu. Onun zamanında, Türkçe, basit halkın konuştuğu kaba bir dil olmaktan çıktı; edebî ve nazik bir dil hâlini aldı.
Mütevazı miras
Kroniklerde, cömert ve adil bir zat olarak anlatılır. Üç günde bir mutfağında yemek pişirtip fakirlere, dul kadınlara ve yetimlere yedirirdi.
Mala düşkünlüğü yoktu. Kronikler, “Allah’ın rızası ve halkın duasından başka bir şeye talip değildi” diyor. Vefatında geride birkaç Arap atı, kılıcı, zırhı, bir çift öküzü ve birkaç koyunu dışında mal ve para bırakmadı.
Hem yiğit hem fedakârdı. Mütevazı idi. Her işte çevresindekilerin fikrini almadan harekete geçmezdi. Âlimlere ve tasavvuf ehline hürmet ederdi.
Adildi. Her kasabaya bir hâkim tayin ederek, mahalli idarecilerin adalete müdahalesini bertaraf etti. Müslüman halkı içine düştüğü perişanlıktan kurtaracak bir sistem kurdu. Dinine bağlı, yapmacıktan uzak, sade bir Müslümandı.
Alacaklı mısın?
Karacahisar’ın fethinde, Kütahyalı birisi huzuruna çıkarak, pazar vergisini toplama salahiyetinin kendisine verilmesini istedi. Osman Gazi’nin sade ve saf mantığına bakınız ki buna şaşırdı. “Tacirlerden alacağın mı var para istersin?” diye sordu.
Bunun, kasabada emniyetin temini mukabili hükûmete ödenen bir vergi olduğunu, şeriata aykırı bulunmadığını, zira öteden beri Selçuklu sultanlarının teamülünden sayıldığını öğrenince izin verdi.
Bu, Osmanlı Devleti’nde yapılmış ilk kanundur. Bundan sonra padişahlar, şeriatın tanzim etmediği hususlarda, şeriata aykırı olmayan kanunlar yapmayı âdet edinmiştir
.
BASTONUN GÜCÜ
25 Nisan 2022 02:00
İnce marangozluğu ile meşhur Sultan II. Abdülhamid, 1897 Yunan Harbi’ne iştirak eden gazilere Yıldız Sarayı’nda ziyafet verdiğinde, kendi eliyle yaptığı bastonları hediye etmiştir.
Yakın zamana kadar vazgeçilmez gibi görünen çok eşya, hayattan birer ikişer çekildi. Eskiden bastonsuz ihtiyar görmek zordu. Sonra unutuldu. Şimdi ömürlerin uzaması ve hareketsiz hayat yüzünden diz ağrıları artınca, baston tekrar hayata girdi. Ama medikal bastonlar nerde, eski bastonlar nerde!..
Asânı taşa vur!
Asâ, Arapçadır. Kur’ân-ı kerimde geçer. Musa aleyhisselam, “Elindeki nedir?” sualine, “Asâmdır. Ona dayanırım. Onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve başka işlerimi görürüm” şeklinde cevap veriyor (Taha, 17-18). Bu kutlu asâsını, firavunun huzurunda yere atmış; çatallı bir yılana dönüşmüştür. Yine bu asâ ile Kızıldeniz’i ikiye ayırmış; Arz-ı Mevud’a giderken İsrailoğulları susuz kalınca “Asânı taşa vur” emri üzerine taşa vurmuş, 12 gözlü bir pınar fışkırmıştır.
Süleyman aleyhisselam, Beyt-i Makdis’i yaptırırken, asâsına dayanarak işçileri teftiş ederdi. Hatta anlatılır ki, bu hâlde vefat etti de bir tahta kurdu asâsını kemirince, vefatı anlaşıldı...
Asâ kullanmak sünnettir. Ariflerden biri demiş ki “Asâ, dünyanın misafirlik olduğunu insana hatırlatır.” Eskiler, “40 yaşından evvel baston kullanmak; 40 yaşından sonra kullanmamak kibir alametidir!” derdi. “Men câveze erbâîne ve lem yettehiz asâ fehüve asâ” (Kim kırkı geçer de asâ kullanmazsa âsidir) darbımesel olmuştur.
Evladiyelik miras
Muhammed aleyhisselamın 'aneze' diye bilinen bir tarafı eğri bastonu vardı. İbn Mesud muhafaza ederdi. Tavaf ederken Hacer-i Esved’i öpme imkânı yoksa, bununla istilam eder, selamlardı. Kırda namaz kılacağı zaman ucu demirli asâsını mihrap makamında sütre olarak toprağa saplayıp ona doğru kılardı. Hutbe okurken ona dayanırdı. Bu sebeple Cuma namazında hatibin bir asâya veya kılıca dayanarak hutbe okuması sünnettir.
Seyahatini bitirene “asâsını bıraktı” denilir. Asâsını bölmek, birbirinden ayrılmak, demektir. “Asâyı üstünden kaldırmamak”, kontrol altında tutmak manasına gelir. İbn Abbas der ki: “Kuyunun kovasının ipi kısa gelse, asamı ona eklerim. Güneşte olsam, asâmı yere saplar, üstüne gölgelik asarım. Haşeratı onunla öldürürüm. Yürürken yayımı, ok ve azık torbamı asarım. Yırtıcı hayvanlara karşı koyunlarımı onunla korurum.”
Bedevi demiş: “Namaz kılmak için asâmı yere dikerim. Bineğimi onunla sürerim. Adımlarımı geniş atmak için ona dayanırım. Onun yardımı ile akar suları geçerim. Üzerine elbisemi bırakırım, beni sıcağa karşı korur, soğuğa karşı ısıtır. Bana uzak olan şeyi, yakınlaştırır. Azığımı üzerinde taşırım, su kabımı ona asarım. Dövüşürsem kendimi onunla korurum. Kapıları onunla çalarım. Vahşi hayvanlardan onunla korunurum. Koyunlarımı onunla güderim, ağaçtan yaprak silkelerim. Ben babamdan miras aldım, benden sonra da oğluma mirastır.”
Baston veya asâ, muhakkak bir ihtiyaçtan doğdu. Ama aynı zamanda bir aksesuar olarak da kullanıldı. Yunus Emre’nin “Gökyüzünde İsa ile, Tur Dağı’nda Musa ile, Elindeki asâ ile, Çağırayım Mevlâm seni” kıtası meşhurdur. Şabanîlikte şeyhin uzun asâ taşıması tarikat icabıydı.
Üçüncü ayak
Bastonun aslı Latince 'bastum’dur. Türkçe’ye İtalyanca 'bastone’dan girmiştir. Askerin kılıcı gibi, saraylılar da merasimlerde ellerinde süslü asâ tutardı.
Vezirinden şeyhine, beyinden paşasına kadar asâsız gezen yoktu. Koca Ragıp Paşa der ki: “Muharrik-i dil olur dilrübâya muhtacız/Zaman-ı za’f-ı kuvâdır asâya muhtacız.”
Asâ, dümdüz bir dayanak değneğidir; herhangi bir yerinden tutulur. Bastonun ise tutulacak sapı vardır; kullanan, sapından tutmaya mecburdur. Asâ ise herhangi bir yerinden tutulur.
Bastonun alt kısmı incedir. Üste doğru kalınlaşır. Sapı, bazen ucu kıvrılır. Bazen üstüne fildişi, abanoz, gümüş işlemeli sap ayrıca takılır. Bunlar arasında yüksek sanat kıymeti taşıyanlar olurdu. Değnek kısmı çeşitli ağaçlardan yapılırdı. Gül, kiraz, abanoz ve bambudan olanı makbuldür.
Baston yutmuş
Dimdik durana “baston yutmuş” derler. İnce uzun francalanın adı baston ekmektir. “Evvela dört, sonra iki, sonra üç ayaklı hayvan hangisidir?” bilmecesinin cevabı, insandır. Bebeklik, olgunluk ve yaşlılığı ifade eder. 3. ayaktan kasıt bastondur.
Makam mevki sahipleri, bir talimat verirken elleriyle göstermek yerine, bastonlarıyla işaret ederdi. Bazı ihtiyarlar için baston, uzaktaki bir şeyi yanlarına çekme; çekemedikleri zaman işaret etme vasıtasıdır. Bastonla dürtmek ve vurmak, hatta bastonu sallamak hiç de hoş manaya gelmezdi.
Vefik Paşa’nın sadrazamlığı sırasında Tatavla’da çıkan bir sokak ayaklanmasında, kalabalığın arasına girip bastonunu sallayarak asileri dağıttığı meşhurdur. Eskiden, kabahati olanın sırtına bastonla vurulurdu. Bazıları için, “Sırtında nice baston kırıldı, uslanmadı” denirdi.

Bu bir felaket!
Osmanlılarda Tanzimat’a kadar asâyı kadın veya erkek yaşlılar kullanırdı. Sultan II. Mahmud ilk defa baston kullandı.
Bu devir ulemasından Kethüdazade Mehmed Arif Efendi de baston kullanırdı. Beşiktaş Mevlevihanesi’nde bir ham sofu, “Bu frenk değneği kimin?” dediğinde, Kethüdazade, “Benimdir. Sünnet ettim, Müslüman oldu” demiştir.
İnce marangozluğu ile meşhur Sultan II. Abdülhamid, 1897 Yunan Harbi’ne iştirak eden gazilere Yıldız Sarayı’nda ziyafet verdiğinde, kendi eliyle yaptığı bastonları hediye etmiştir.
Sultan Vahîdeddin’in baston kullandığı bilinir. Hatta romatizmadan muztarip son padişah, biat merasimi için Çengelköyü’ndeki köşkünden ayrılırken bastonunun unutulduğunu işitince, gayriihtiyari “Bu bir felâket!” demişti. Talihin cilvesine bakınız ki bundan sonraki ömrü hep felaketlerle geçmiştir.
Elde baston gözde gözlük
Sokakların layıkı vechiyle aydınlatılmadığı ve sokak köpeklerinin kol gezdiği zamanlarda baston zaruri bir ihtiyaçtı. Karda buzda bastonların ucuna sivri demir çakılırdı. Karaköy Köprüsü’nden geçerken, baston ele alınırdı, aksi takdirde eğri büğrü tahtaların arasına sıkışıp ucu kırılmak ihtimali vardı. İçi şişli, sustalı kamalı bastonlar vardı. Zabıta yasak etmiştir. Bununla cinayet işleyenler olmuştur.
Sultan Hamid devrinde baston sadece bir dayanak olmaktan çıktı. Kibar takımını ayak akımından ayıran alamet oldu. Elde tutmak, şıklığın, kibarlığın sembolü oldu. Romanlarda, glase iskarpin, güderi eldiven ve mavi camlı gözlükle beraber, kibar gençlerin lazım-ı gayrı müfarıkı, cüz-i la yünfekki, yani ayrılmaz parçası olarak görülür. Onsuz fotoğraf aldırılmaz.
Şevki Bey, bastonu şöyle terennüm etmiştir: “Nevzuhur gözlükler, nadide baston bende de var/ Sen beğenmezsin, benim şıklıkta emsalim mi var!” Şamram’ın kantosunda geçen, “Elde baston gözde gözlük moda/ Gezerim daima böyle baloda” sözleri, Meşrutiyet gencini lanse eder.
Devrek’in şöhreti
Baston çok moda oldu ama, esaslı baston imalatı yayılmadı. Zarif bastonlar dışarıdan gelirdi. Mütareke devrinde (1918) gençler arasında bambu bastonlar moda oldu.
Cumhuriyet devrinde, 30’lardan itibaren baston sadece yaşlı ve alillere inhisar etti. Bazıları baston yerine yaz kış şemsiye kullanmaya başladı.
Nurullah Ataç ve Fahreddin Kerim Gökay gibi bazı eski devir adamları kullanmaya devam etti. Ama Ataç Ankara’ya yerleşince, Gökay da belediye reisi olunca bastona veda ettiler.
Bugün Devrek bastonları pek meşhurdur. Devrekli Ali Ziya adında bir genç, Cihan Harbi’nde Mısır’da esir düştüğünde, İngilizlerin elindeki bastonları görüp, memlekete döndüğünde bunun bir sanayi hâline dönüşmesine vesile olmuştur.
Güç sembolü
Antik çağda yüksek rütbeliler mutlaka asâ taşır; asâ, rütbenin ve hâkimiyetin sembolü olarak görülürdü. Mitolojik kahramanlar, mabudlar hep elinde asâ ile resmedilmiştir. Kölelerin ise taşımasına müsaade edilmezdi.
Eski bastonlar ekseri abanozdan yapılır; kıymetli taşlarla süslenirdi. En kıymetli hediyelerden sayılırdı. Orta Çağ krallarının elinde gücü ve adaleti sembolize eden iki asâ olurdu. Kilise büyükleri ise ucu çengelli asâ taşırdı.
XVIII. asırda baston, asalet ve zenginlik alameti olarak görülürdü. Fransa Kraliçesi Marie Antoinette’in elinde taşıdığı ince baston, dünyaya moda olarak yayılmıştı. Yüksek ökçeli ayakkabı giyen kadınlar düşmesin diye buna mahsus bastonlar yapılırdı.
Gül ağacı, abanoz ağacı, tik ağacı gibi sık dokulu dayanıklı ve hoş kokulu ağaç türlerinden yapılırdı. Başına kıymetli taşlar, hatta enfiye kutuları yerleştirilirdi. İdareciler ve hâkimler, Volterkari adı verilen uzun bastonlar kullanırdı.
Baston, âmâların da en vefalı arkadaşıdır. 1921 senesinde İngiliz fotoğrafçı James Biggs, gözlerini kaybedince, trafikte taciz edilmemek için bastonunu beyaza boyamıştı. Birkaç sene evvel İngiltere’de polis, ellerindeki beyaz bastonu samuray kılıcı sanıp iki âmâyı vurmuş; sonra da özür dilemişti.
.
KENDİ GÖK KUBBEMİZ ALTINDA BİR BAYRAM SAATİ
2 Mayıs 2022 02:00
Müslüman devletlerde bayramlar çok ihtişamlı merasimlerle kutlanırdı. Bilhassa Tarsus gibi hududa yakın şehirlerde, İslâmiyetin şerefini göstermek için, bu kutlamalar daha parlak yapılırdı.
Ramazan ayı gibi, bayram da hilalin rüyeti ve usulüne göre ilanıyla başlar. Rüyet, Bayezid Kulesi’nden yapılır; ayrıca Çamlıca Tepesi, Bursa’da Keşiş Dağı ve Kayseri’de Erciyes Dağı’nda râsıtlar hilali gözler. Hilal görülürse, bayram ilan edilir; görülmezse ay otuza tamamlanıp ertesi gün bayram yapılır.
Osmanlılarda bayram arefesinde top atışı yapılır; bayramın son gününde de yine top atışıyla bayramın bittiği ilan olunur. Ramazan geceleri gibi bayramda da davulcular gezer. Hem bahşiş toplar, hem ortalığı şenlendirir. Mehteran, muayyen saat ve mekânlarda nevbet vurur. Yeniçeri Ocağının ve ezcümle Mehteran’ın lağvından sonra Mızıka-ı Hümayun konserler verir...
Sevinç günleri
Arapça bayram için ıyd (eid) kelimesi kullanılır ki dönüş manasına avdet kökünden gelir. Her sene dönüp geldiği için bu ismi almıştır.
Türkçe bayram kelimesi, Farsça bezram (bezm+ram) kelimesinden gelir ki, manası “neşe meclisi” demektir.
Bayramlar sevinç günleridir. Dinin, neşelenmeyi, eğlenmeyi, güzel giyinmeyi, güzel şeyler yiyip içmeyi tavsiye ettiği günlerdir. Şark insanı, sevinç ve üzüntüyü beraber yaşamayı tercih eder. Bayramlar, bir araya gelme vesilesidir. Hayatın yeknesaklıktan çıktığı renkli günlerdir.
“Bayram gelmiş neyime/Kan dolar yüreğime” misali, bugünlerde acısı, sıkıntısı olanları, eş dost ziyaret ederek, hediyeleşerek sevindirmeye çalışır. Bugün doğan çocuklara uğur sayarak Bayram adını vermek de Türklerin âdetidir.
Hissiyatın coştuğu günler olmak itibarıyla bayramlar nice şaire heyecan vermiş; bayramlar, mısralarda terennüm edilmiştir. Yahya Kemal’in, Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı emsalsiz bir manzumesi vardır.
Şeker mi? Şükür mü?
İslâmiyette iki bayramı vardır. Biri kurban ibadetinin ifa edildiği bayramdır. Iydü’l-Adhâ denir. İkincisi bundan 70 gün evvel, oruç ayı olan ramazanın hemen ardından başlar ve üç gün sürer. Bu bayrama Iydü’l-Fıtr denir. Bütün İslâm coğrafyasında bu isimle bilinir.
Fıtr, Arapça oruç açmak demektir. İftar ve futur (kahvaltı) ile fakirlere verilen fitre bu köktendir. Bu bayramda tatlı yemek Hazret-i Peygamber’in tavsiyesi olduğu için, Türkler bu bayrama Şeker Bayramı da demiştir.
Bunun aslının Şükür Bayramı olduğuna dair iddianın aslı esası yoktur. Şemseddin Sami’nin Kamus-i Türkî’sinden, Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî’sine kadar Osmanlı münevverlerinin kitaplarında, 1890 tarihli Redhouse’da ve 1913 tarihli Brill’in İslâm Ansiklopedisi’nde hep Şeker Bayramı geçer.
Yani bu tabir, sadece modern kesimin uydurduğu veya tercih ettiği bir şey değildir. İslâmî kesimin karşı çıkması da tatlı yeme sünnetini hatırlattığı için yersizdir. Halk arasında Şeker Bayramı’na Küçük Bayram; Kurban Bayramı’na da Büyük Bayram dendiği vakidir.
Daha hayırlısı geldi
Resulullah aleyhisselâmın 622’de Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında, Medinelilerin oynayıp eğlendiği iki bayramı vardı. Nevruz ve Mihrican adındaki bu iki bayramı İranlılardan öğrenmişlerdi. Cenab-ı Peygamber: “Allah, bu iki bayramınızı, onlardan daha hayırlı diğer iki günle değiştirdi: Bunlar Kurban ve Fıtr bayramıdır” buyurdu.
Ensar eğlenceyi sever; Medine’de bayramlar, neşe içinde kutlanırdı. Buharî ve Müslim, Hazret-i Âişe’nin küçükken yaşadığı bir hâdiseyi nakleder: “Bir bayram günü, Habeşliler mescidin avlusuna gelip mızrak oyunu oynadılar. Resulullah beni çağırdı. Doyasıya seyrettim.”
Yine aynı yerde geçer: Bir bayram günü Hazret-i Ebu Bekr kızı Âişe’nin yanına girdiğinde, iki küçük cariyeyi def çalıp şarkı söylerken gördü. Onlara serzenişte bulununca, Resulullah “Bırak ey Ebu Bekr, bayram günleridir!” buyurdu.
Bayram günleri oruç tutmak bile yasaklanmıştır. Eğlenceler esnasında asayişi bozabileceği endişesiyle bayram günlerinde silah taşınması da Cenab-ı Peygamber tarafından menedilmiştir.
Hemen bütün eski cemiyetlerde de bayramlar sevinç, eğlence ve deşarj günleri olmuştur. Ayrıca bayramlar güzel yenilip içilen; güzel elbiseler giyilen; eğlenilen; mahkûmların affedildiği, kabahatlerin bağışlandığı merhamet günlerdir.
Bayram namazı
Her iki bayramda da güneş doğduktan sonra erkeklerin yapması gereken hususi bir ibadet vardır: Bayram namazı. Bu namaz câmide topluca kılınır. Köylük yerlerde Cuma gibi bayram namazı da kılınmaz; şehir ve kasabalarda ise musalla denilen açık mekânlarda topluca kılınırdı.
Başka zamanlarda namaz kılmayanlar bile, bu namaza gelirler; çocuklarını da götürürler. Pek çok kimsenin çocukluğundaki bayram namazı hatırası yıllarca zihninde yaşar; onun belki de dinle tek irtibatını teşkil eder.
Bayramlarda, ilk gün yaşlılar ziyaret edilir. Ailenin bir büyüğünde akşam yemeği veya sabah kahvaltısında buluşulur. Kabristan ziyaretleri unutulmaz. Bayramlarda türbeler ziyaret edilir. Mesela İstanbul’da mutlaka Eyüp Sultan’a da gidilir. Bugün bile bu âdet devam etmektedir.
Mendile bağlı para
Türk kültüründe, her hususi güne ait bir tatlı vardır. Bayramın tatlısı cevizli baklavadır. Bayramda akide şekeri, lokum, badem ezmesi gibi şekerlemeler önceden satın alınır. Misafire süslü bir tepside küçük kaşıklarla reçel çeşitleri ikram edilirdi. Sonra, piyasada şekerlemeler çoğaldığı için olsa gerek, bu âdet terk edildi.
Bayramda hediyeleşmek de âdettir. Eskiden fakirlere bayramdan önce yiyecek kumanyası ya da bir tepsi baklava gönderilirdi.
Bayramda ziyarete gelenlerden bilhassa çocuklara mutlaka hediye verilir. Eskiden mendil ve çorap vermek âdetti. Elden para vermek hoş görülmediği için, nezaketen mendilin kenarına veya çorabın içine para bağlanırdı. Bayram günlerinde, çocuklar daha bir hoş görülür; bayram yeri denilen lunaparka götürülür.
Sarayda bayram
Müslüman devletlerde bayramlar çok ihtişamlı merasimlerle kutlanırdı. Bilhassa Tarsus gibi hududa yakın şehirlerde bu kutlamalar daha parlak yapılırdı. Esnaf, süslü elbiselerle geçit resmi yapardı.
Bayram geceleri fener alayları tertiplenirdi. Halkın tekbir ve tehlil sesleri göklere yükselirdi. Nehirlerdeki kayıklar süslenir; sahillerde kandiller yakılırdı. Halifenin veya valinin sarayı ışıklarla donatılırdı. Halk, bayram günleri yeni ve süslü elbiseler giyer; hatta memurlara ve fakirlere bayramlık elbise ve ayakkabı dağıtılırdı.
Osmanlı sarayında bayram, dinî muhtevası yanında, devletin ve hanedanın ihtişamını göstermek için de bir vesiledir. Zira monarşilerde otorite ve ihtişam, sadece askerî güce değil, merasimlerle de ortaya konur. Bayramlaşma, Sultan Fatih Kanunnamesi ile tanzim edilmiştir.
Bayram Alayı
Bayram günü sarayın içi meşalelerle süslenir. Bütün pencerelere fenerler asılır. Padişah, sabah namazını Topkapı Sarayı içindeki Ağalar Câmii’nde kıldıktan sonra, maiyetiyle sabah namazından sonra mukaddes emanetlerin saklandığı Hırka-ı Saadet dairesinde bayramlaşır.
Sonra padişahın resmi kabul mekânı olan Arz Odası’nda (son asırda Dolmabahçe Sarayı’nın Zülvecheyn Salonu’nda) devlet erkânı ile umumi olarak bayramlaşılır. Buna muayede merasimi denir ki, bayramlaşma demektir. Merasim devam ettiği müddetçe mehteran (mızıka) çalar.
Boğaz girişindeki gemilerden selam topları atılır. Sonra padişah süslü bir atın üzerinde şatafatlı bir bayram alayı ile saraya yakın bir câmiye giderek bayram namazı kılar. Bayram namazından sonra, hareme geçerek ailesi ve harem halkı ile bayramlaşırdı.
Bayram günlerinde sokaklarda bayram alayı tertiplenir. Maytaplar atılır. Enderun’daki gençler, kılıç, tüfek, ok ve gürzlerle gösteriler yaparlar. Güreş müsabakaları tertiplenir. Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerinde bayramlarda o kadar parlak şenlikler yapılırdı ki, yabancı seyyahlar, seyahatnamelerinde bu bayram şenliklerine mutlaka bir fasıl ayırmıştır.
***
"Bayramın bütün insanlığa hayırlar getirmesini temenni ederiz.
.
Ayakları Asya’da, Gözleri Avrupa’da: ORHAN GAZİ
9 Mayıs 2022 02:00
Yaptıkları, Orhan Gazi’nin büyük askerî ve idari kabiliyetini gösterir. Bu sebeple bazı tarihçiler, kendisini Osmanlı Devleti’nin hakiki kurucusu olarak vasıflandırır.
Osman Gazi’nin, Şeyh Edebali’nin kızı Malhun Hatun’dan doğan oğludur. Ömer Bey’in kızı Bâlâ Hatun’dan doğduğunu veya her iki hanımın da aynı kişi olduğunu; Şeyh Edebali’nin isminin Ömer olduğunu söyleyenler de vardır.
Dedesi Ertuğrul Gazi’nin öldüğü 1281 senesinde dünyaya geldi. Orhan, “şehir hâkimi” manasına gelen Türkçe bir kelimedir. Osmanlı padişahlarında ismi Arapça veya Farsça menşeli olmayan tek isim budur.
Vezir kardeş
Babası tarafından âdeta istikbalin hükümdarı olarak yetiştirildi. Bir devletin kuruluşuna bizzat şahit oldu. Babasının sağlığında kumandan sıfatıyla muharebelere iştirak etti. Sultanönü (Eskişehir) valisi oldu. Bursa’yı fethetti. Babasının hastalığı sebebiyle 1319’dan itibaren birkaç sene ona naiplik yaptı.
Babası 1324’te vefat edince, 33 yaşında tahta çıktı. Ağabeyi Alaaddin Paşa, tahtı kendisine teklif etti. O da onu kendisine vezir yaptı. Bu Alaaddin Paşa’nın, Orhan Gazi’nin kardeşi Alaaddin’den başka biri olduğunu söyleyenler de vardır.
Dedesi gibi bir âlim olan Alaaddin Paşa, Osmanlı Devleti’nin ilk teşkilat kanunlarını hazırladı. Yaya ve müsellemlerden meydana gelen daimî bir ordu kuruldu. O zamana kadar ordu, gönüllü askerlerden müteşekkildi.
Askerlere maaş bağlandı; vergi muafiyeti getirildi. Askerî serpuşu kırmızıdan beyaza çevirdi. Bu devirde Avrupa’da muvazzaf asker usulü yoktu. Ta ki 1448’de Fransa Kralı VII. Charles okçu (Francs-Arches) teşkilatını kurana kadar.
Maltepe’den İznik’e...
Orhan Gazi, hükûmet merkezini, yeni fethedilen Bursa’ya nakletti. Babasının kumandanı olan silah arkadaşlarına yeni fethedilen yerlerin valiliklerini verdi.
Bursa’nın kolayca düşmesi ve Osmanlıların Boğaz sahillerine kadar ilerlemesi, Bizans imparatoru III. Andronikos Paleologos’u telaşlandırdı. Onları durdurmak ve uzun zamandır devam eden İznik kuşatmasını kaldırmak için 1331’de Orhan Gazi üzerine yürüdü.
İki ordu bugün İstanbul-Maltepe yakınlarındaki Pelekanon (Eskihisar) mevkiinde karşılaştı. Yaralanan ve iki prensini kaybeden İmparator, ordusunu geri çekmek zorunda kaldı.
Gece muharebesini iyi bilen Orhan Gazi, onları takip edip mağlubiyete uğrattı. İmparator canını zor kurtardı. 8 bin kişilik Osmanlı ordusundan 275’i şehit düştü.
Bu zafer üzerine uzun zamandır kuşatma altındaki İznik teslim oldu. Orhan Gazi, halktan isteyenlerin eşyalarıyla beraber gitmesine müsaade etti. Buna rağmen halkın çoğu Osmanlı vatandaşı olarak kalmayı tercih etti. Üstelik şehirdeki dul kadınlar, Orhan Gazi’ye müracaat edip, kendilerini askerleriyle evlendirmesini istediler. Bu kadınlarla evlenenler, İznik’te vazifelendirildi.
Yeni parlayan yıldız
Orhan Gazi İznik’i hükûmet merkezi yaptı. 325 senesinde meşhur İznik Konsili’nin yapıldığı Ayasofya Kilisesi’ni harb hukukunun neticesi olarak camiye; manastırı da medreseye çevirdi. İlk Osmanlı medresesi burada kuruldu. Meşhur âlim Davud Kayseri ve Taceddin Kürdi müderris tayin edildi. İznik, âdeta Müslüman bir Türk şehri hâline geldi.
Hristiyanlık tarihinde ehemmiyetli bir yeri olan İznik’in düşüşü, İstanbul’da olduğu kadar, Avrupa’da da infialle karşılandı. Gemlik ve İzmit alınıp, az bir zaman içinde Osmanlılar Boğaz sahillerine dayandı.
Bu kalelerin her birinin fethi, efsanelere mevzu olmuştur. Mesela Aydos tekfurunun kızı rüyasında görüp âşık olduğu yakışıklı gencin, sonradan kuşatmanın başındaki Abdurrahman Gazi olduğunu görünce, bunu ilahi bir işaret sayıp kale kapılarını açıvermiştir.
Böylece Bizans, Şarktaki topraklarını neredeyse tamamen kaybetmiş oldu. 1341’de Bizans ile ilk sulh anlaşması imzalandı ve bundan sonra Osmanlılarla Bizanslılar yıllarca dostane münasebetler içinde yaşadı.
Garp komşusu Karesi Beyliği’nde çıkan taht kavgasından istifade ile 1345’te burası da kansız bir şekilde fethedildi. Karesi prensleri, Osmanlı hizmetine girdi.
Kutu
Osmanlı-Bizans balayı
Bu arada Bizans’ta da taht kavgası baş gösterdi. Yeni imparator VI. Ioannis Kantakuzenos, vaktiyle III. Andronikos’un veziri ve ölünce de küçük oğlu V. Ioannis’in vasisi olan haris bir adamdı. İmparatorun küçüklüğünden yararlanarak tahtı gaspetti. Bir kızı Eleni’yi küçük imparatorla; diğer kızı Theodora’yı desteğini almak istediği Orhan Gazi ile evlendirdi. Sonra da kendisinden yardım istedi. O da 5 bin askerini Rumeli’ye geçirerek yardıma gönderdi.
Kantakuzenos, damadını İstanbul’a davet etti. Orhan Gazi, oğulları ile beraber Üsküdar’da üç gün kaldı; İstanbul’u seyretti. Böylece tahtını sağlamlaştıran Kantakuzenos, daha sonra Orhan Gazi’ye sırtını dönerek Papa ile irtibata geçti. Kayınpederinin hıyanetini duyan Orhan Gazi, 1352’de Bizans’ın Anadolu kıyılarındaki son topraklarını, Üsküdar ve Prens Adaları’nı işgal etti.
O esnada Rumeli’deki Bizans valileri müstakil hareket etmeye başlamıştı. Ücretli Bizans askeri olan Katalanlar, başkaldırıp yağma, işgal ve cinayetlere girişmişti. Asayişsizlik sebebiyle halk canından bezmişti.
Şarkı Osmanlılar ve garbı da Latinler, Sırplar ve Bulgarlarla sarılan Bizans, ticaret ve gelir getiren topraklardan mahrum kalmıştı. Bunlar, bizzat İmparator Kantakuzenos’un yazdığı tarih kitabında anlatılır.
Kutu
Rumeli’ye geçiş
Sırplar ve Bulgarlar, Bizans üzerine yürüyünce, İmparator, çaresiz, Orhan Gazi’den yardım istedi. Gelibolu’da Osmanlılara bir askerî üs verdi. Rumeli’ye geçmek isteyen Osmanlılar için bu bir fırsattı.
Şehzade Süleyman Paşa, 1354’te, 10 bin kişilik ordusuyla muvakkaten Rumeli’ye geçti. İmparatorun düşmanlarını mağlup etti; ama bir daha da Rumeli’den geri çekilmedi. Böylece Osmanlıların Avrupa’daki fütuhatı başlamış oldu.
Bu, Osmanlıların Rumeli’ye ilk geçişi olmadığı gibi; geçiş, bazı şairlerin tasvir ettiği gibi sallarla değil, gemilerle olmuştur. Bu gemilerin bir kısmı Osmanlılara aittir. Bir kısmı da Cenevizlerden kiralanmıştır.
Sonradan buna çok pişman olan Kantakuzenos, Osmanlılardan 10 bin altın karşılığı Rumeli’den çekilmelerini istedi. Orhan Gazi buna yanaşmadı; İmparatorla görüşmeyi de reddetti. Bunun üzerine İmparator Balkan hükûmetleri ile ittifak kurmaya çalıştı ise de muvaffak olamadı. 1355’te tahtını kaybetti.
Kutu
Savaş misyonu
İmparator V. Ioannis, Orhan Gazi ile iyi geçinmeye çalıştı. Hatta iyi niyet gösterisi olarak Orhan Gazi’nin Cenevizlilerce İzmir körfezinden kaçırılıp Foça’ya götürülen oğlu Şehzade Halil’i kurtarıp, kendi kızıyla evlendirmek istedi. El altından da Papa’yla irtibat kurdu. Katolik mezhebine geçerse, Papa ve Latinlerden yardım alabileceğini umuyordu.
Bu faaliyetler üzerine Orhan Gazi, oğulları Süleyman ve Murad Bey vasıtasıyla Rumeli’deki yayılmayı sürdürdü. Yerli halk, din, can ve mal hürriyeti tanıyan yeni fatihlere boyun eğdi. Boş yerlere de Anadolu’dan Müslümanlar getirilerek iskân edildi. Müslüman köylerindeki imaretlerden, Hristiyan köylülere yardım edilmesi; yerlilerin gönlünü cezbetti. Aralarında, kitle hâlinde ihtida edenler oldu.
Alaaddin Paşa’nın 1331’deki vefatı üzerine veliahd Süleyman Paşa vezirlik makamına getirilmişti. Paşa, Anadolu’nun merkezindeki Ertana Beyliği’ndeki taht kavgasından istifade ile 1354’te Ankara’yı fethetti. Bunun dışında Anadolu beylikleriyle mücadeleye girişmek, Orhan Gazi’nin politikasına aykırı idi. Onun gayesi, Bizans toprakları ve Rumeli’de genişleyerek, buralarda misyonunu yaymaktı.
Orhan Gazi’nin sonraki hayatını ve şahsiyetini başka bir yazıda ele alırız
.
Osmanlı Devleti’nin Hakiki Kurucusu: ORHAN GAZİ
16 Mayıs 2022 02:00
*Yaptıkları, büyük askerî ve idari kabiliyetini gösterir. Bu sebeple bazı tarihçiler, kendisini Osmanlı Devleti’nin hakiki kurucusu olarak vasıflandırır.
*İmaretlerden Hristiyan köylülere de yardım edilmesi, fethedilen topraklardaki yerli halkın kalbini cezbetti. Kitle hâlinde ihtidalar oldu.
Orhan Gazi, babasının kurduğu beyliği Anadolu’da sağlama aldıktan sonra, Rumeli’ye geçerek büyük bir misyona öncülük etti. Artık dünya tarihinde mühim bir rol oynayacak imparatorluğun nüvesi atılmış oldu. Bizans ile de iyi münasebetler kurup arkasını sağlama almaya çalıştı.
Evlat acısı
Yeni kurulan Rumeli eyaletinin valisi olan Şehzade Süleyman Paşa, 1359’da Bolayır’daki bir av kazasında vefat etti. 43 yaşındaydı. Bolayır’da yaptırdığı cami ve imaretin yanına defnedildi. Şehzade, Bursa’da da mescid yaptırmıştır.
Orhan Gazi, buna çok üzüldü ve birkaç sene içinde âdeta çöktü. Oğlu Şehzade Murad’ı çağırıp nasihat ettikten sonra, 1360’ta 79 yaşında Bursa’da bir veba salgınında vefat etti. Burada, babasının yanındaki türbeye defnedildi. Osmanlı padişahları arasında en yaşlı vefat eden budur.
17 yaşında iken, Yarhisar Tekfuru’nun kızı Holofira (Nilüfer) ile evlenmişti. Kabri kocasının yanında bulunan Nilüfer Hatun, çok hayırseverdi. Bursa’da üç cami, tekke ve adını taşıyan dere üzerindeki köprüyü yaptırdı. Oğlunun padişahlığını gördüğü için, ilk Valide Sultan sayılır.
Nilüfer Hatun’dan Süleyman, Murad ve Kasım; İmparator II. Andronikos’un kızı Asporça’dan İbrahim ve Fatma; Theodora’dan Halil dünyaya geldi. Bîlûn ve Eftandise adında iki hanımı ve küçükken ölen birkaç çocuğu daha vardır...
Hayır hasenat
Orhan Gazi, Bursa’da 1335’te Osmanlı mimarisinin ilk numunesi sayılan ve hâlâ ayakta bulunan bir cami ile han, hamam ve imaret inşa ettirdi. Ayrıca Yenişehir, Bilecik, Gebze, Akçakoca ile Bursa’nın Yarhisar ve Gürle köylerinde cami; ayrıca Geyikli Baba için tekke ve cami yaptırmıştır.
Ereğli’nin fethinde Ayasofya Kilisesi’ni camiye çevirmiştir ki adıyla anılır. İznik’in fethinde çok kiliseleri camiye çevirip, birini medrese yaptırdı ve Davud-i Kayserî’yi müderris tayin etti. Osmanlıların ilk medresesi budur...
İznik imaretinde ilk gün yemeği kendisi dağıttığı gibi, İznik Camii'nin kandillerini de teberrüken eliyle yaktı. Oğlu Süleyman Paşa’nın İzmit’te ve kumandanlarından Konuralp’in Adapazarı’nda yaptırdığı camiler de onun adıyla anılır.
6 misli toprak
Vefatında ülke nüfusunun üçte biri Hristiyandı. Anadolu’dan Müslüman göçlerini teşvik ederek, nüfus dengesini temin etmiştir. Babasından aldığı araziyi 6 misli büyüterek iki kıta üzerinde 95 bin km2’ye çıkardı. Nüfusun 3 milyon olduğu tahmin edilir ki, o devirde muazzam bir rakamdır.
Vefatında şu şehirlere hâkimdi: Bilecik, Bursa, Balıkesir, Bolu, Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Çanakkale, İstanbul’un birkaç kalesi hâriç Anadolu yakası, Ankara, Ayaş, Beypazarı, Nallıhan, Kızılcahamam, Haymana, Polatlı, Soma, Kırkağaç, Domaniç, Bergama, Dikili, Kınık, Marmara adaları, Tekirdağ, Lüleburgaz, İpsala, Keşan...
Cesaret ve sabır...
Orhan Gazi, uzuna yakın boylu, mavi gözlü, kumral sakallı, beyaz tenli, yüksek alınlı, geniş göğüslü idi. Kavisli burnu, Osmanlı hanedanının karakteristik vasfıdır. Kroniklerde, halim selim, kolay kızmayan, kimsenin kalbini kırmayan, hakşinas biri olduğu; bu sebeple Hristiyanların bile kendisini sevdiği anlatılır.
Gazilerin yetişmesinde, harb esnasında şevke getirilmesinde ve yeni fethedilen yerlerin Müslümanlaşmasında tasavvuf erbabı dervişlerin rolü büyüktü. Bunlar, Osmanlı fetihlerinin gayesinin toprak ve ganimet kazanmak, şan ve şeref almak olmadığı misyonunu gazilerin kalbine yerleştirmek fonksiyonunu icra ederdi. Bu sebeple Orhan Gazi kendilerine ehemmiyet verir; barınmaları ve hizmetlerini kolayca yerine getirebilmeleri için, tekkeler yaptırırdı. Bu dervişlerden Geyikli Baba, Doğlu Baba ve Derviş Murad meşhurdur...
Her işi hesaplı; her hareketi muntazam ve temkinliydi. Çıkan fırsatlardan anında istifade eder; bazen bu fırsatların doğması için çalışırdı. Muharebelerde çok cesurdu. Çok sabırlıydı. İnsan zayiatından çekindiği için, düşmanın gerileyip çözülmesini beklerdi. Yaptıkları, büyük askerî ve idari kabiliyetini gösterir. Bu sebeple İdris Bitlisî gibi bazı tarihçiler, kendisini Osmanlı Devleti’nin hakiki kurucusu olarak vasıflandırır...
Arapça "kral" kelimesinin karşılığı olan "sultan" kelimesini ilk defa kullanan padişah odur. İlk zamanlarda kendisini ziyaret eden Kuzey Afrikalı Arap seyyah İbn Battuta, “Türkmen meliklerinin en büyüğüdür” diyor. Âlimleri ve askerleri hoş tuttuğu, cömert olduğu, zamanında iktisadi refah sağlandığı, âdeta fakir kalmadığı anlatılır...
Gümüş paradaki sır
Selçuklu örneğine göre bir hükûmet mekanizması kurdu. Bunun esasını padişahın veya gerektiğinde vezirin riyaset ettiği ve memleketin bütün işlerinin görüşülüp karara bağlandığı divan teşkil ediyordu. Şehirlerde kadılar, hem adliye hem belediye işlerine bakıyor; subaşılar ise emniyet işlerini görüyordu.
50 bin piyade, 40 bin süvari ve Karesi Beyliğinden intikal eden 25 bin askere sahipti. Bunlara muharebe dışında işleyebilecekleri araziler verildi. Askerî hizmete tayin edilenlerin miktarı, tertip edilen kadroyu çok geçtiğinden, bunların nöbetle sefere gitmeleri ve sefere gidenlere, gitmeyenlerin yardımcı olmaları esası getirildi. Sefere gitmeyenlere yamak denir; bunlara yardımları karşılığı ücret verilirdi. İşte Orhan Gazi’nin hükmettiği beyliği, hâlâ aşiret şeklinde yaşayan Anadolu beyliklerinden ayıran bu teşkilatıdır. Bu sebeple bazı Osmanlı tarihçileri, kendisini Selçuklu tahtına oturmuş kabul eder.
Bursa’da kendi adına kestirdiği gümüş sikkenin bir tarafında kelime-i şehadet ile dört halifenin isimleri; diğer tarafında ise Orhan bin Osman, basıldığı yer olan Bursa, basıldığı tarih olan hicri 727 ve Osmanlıların mensup olduğu Kayı boyunun damgası vardı. Dört halifenin isimleri, Osmanlıların kuruluşundaki ehl-i sünnet hassasiyetini göstermesi cihetiyle mühimdir.
Lamartine, “Musa aleyhisselam gibi, bir ayakları Asya’da, gözü Avrupa’da öldü. Zeki, zarif ve dinî bir ululuğa sahipti. Ömrünün yarısını kahraman bir muharip, yarısını da bir kanun adamı olarak geçirdi. Yüzlerce âlim, veli, tarihçi ve şair arasında geçen bu sulh senelerinde, toplanan servet, imar, ilim, edebiyat ve İslâmiyetin yayılması için harcandı. Anadolu’da yeni bir Bağdad meydana geldi” diyor.
.
“İL GİDER, TÖRE KALIR!”
23 Mayıs 2022 02:00
Devletin hâkimiyet sıfatı değişirse, devlet de değişmiş olur mu? Yani devlet öncekinin devamı sayılır mı?
Geçenlerde Suudi Arabistan hükûmeti, devletin kuruluş tarihini (belki İngiltere’nin rolünü unutturmak adına) 1932’den daha gerilere, 1727’ye çeken bir kararname neşretti. Bu tarih, kralın büyük dedesi Muhammed bin Suud’un, Arabistan’ın şarkında küçük bir kasaba olan Der’iyye’nin emîri olduğu tarihtir. Buna göre, Suudi Arabistan Krallığı, bu emîrliğin devamı olmuş oluyor.
Evvelce bu histeriyi yaşayan başkaları da olmuştu. 1970’lerde İran, Pers; Tunus, Kartaca ve Irak da Babil İmparatorluğu’nun devamı olduğu iddiasındaydı. XIX. asırdan itibaren Fransız cumhuriyeti, Şarki Akdeniz’de Haçlı seferlerinden kalma hakkı olduğunu iddia etmiş; İtalya, kendisini Roma’nın vârisi sayarak Afrika’yı istilaya kalkışmıştı.
Devletin halefiyeti
Devletin, ülke, halk ve hâkimiyet olmak üzere üç unsuru vardır. Ülkenin bir tabii afetle yok olması veya halkın tamamının ölmesi gibi bunlardan birini kaybetmesi ile devlet ortadan kalkar.
Hâkimiyet unsuru ise, fesih, bölünme, birleşme, ilhak ve iltihak gibi yollarla ortadan kalkabilir. Bu takdirde, yani devletin milletlerarası hukuki şahsiyeti ortadan kalkınca, devletin intikali veya devletin halefiyeti (vârisliği) meselesi ortaya çıkar. Anayasa ve milletler hukukunda çeşitli cihetlerden ele alınmıştır.
Çekoslovakya, kendini feshedip; yerinde Çekya ve Slovakya diye iki devlet kuruldu (1992). Yugoslavya, 6 devlete ayrıldı (1990). Tanganika ile Zengibar, Tanzanya adıyla birleşti (1964). 1965’te Singapur, Malezya’dan; 1971'de Bangladeş, Pakistan’dan ayrıldı. 1910’da Japonya, Kore’yi; 1938’de Almanya, Avusturya’yı ilhak etti. 1990'da Doğu Almanya, Batı Almanya’ya iltihak etti.
Devlet benim!
Peki ilk ikisi mevcut iken, 3. unsur olan hâkimiyetin şekli ve ruhu değişirse ne olur? Hâkimiyetin şekli değişse bile, devlet devam eder.
Anayasa hukukunda, devletin devamlılığı prensibi, (continuity of statehood) devletin şahıslardan ayrı bir hükmi şahsiyeti bulunmasının neticesidir. İdareciler değişse de devlet değişmez. Yani devlet adına yapılan tasarruflar, antlaşmalar, kanunlar, tayinler, rütbe ve madalyalar yerinde kalır.
“L’Etat, c’est moi” (Devlet, benim!) diyen Fransa Kralı XIV. Louis, ölüm döşeğinde “Je m’en vais, mais l’État demeurera toujours” (Ben gidiyorum, ama devlet bâki kalacak!) demişti. Eski Türkler “il gider, töre kalır” derdi. Yani hükûmet değişir, hukuk aynı kalır.
Bazılarına göre devlet, zihnin eseri olan hayali bir şeydir. Esas olan onun ete kemiğe bürünmüş hâlini teşkil eden otorite (hâkimiyet), yani hükûmettir. Şu hâlde hükûmet ile devlet farklı şeyler değildir.
Bazıları devlet ile hükûmeti ayırır. Mesela cumhuriyet, devlet; demokrasi ise hükûmet şeklidir. Monarşik demokrasi olabileceği gibi; otoriter cumhuriyet de olabilir. Böyle bile olsa, rejim değişikliği, sıradan hükûmet değişikliği gibi görülebilir mi?
Dünyayı altüst eden 1919 Paris Konferansı
Ah Wilson Ah!
Bir devlete ait toprakların tamamı veya bir kısmı, başka bir devletin eline geçince, burada bir devamlılık değil; bir halefiyet mevzubahistir. Aynı şekilde bir devlet (Yugoslavya, Sovyet Rusya, Çekoslovakya) gibi parçalanırsa, her bir parça, önceki devletin devamı değil; ama halefi (vârisi) sayılır.
I. Cihan Harbi’nden sonra Wilson’un self-determinasyon prensibinin de katkısıyla eski imparatorlukların üzerinde pek çok yeni ulus-devlet kurulmuştur. II. Cihan Harbi sonrasında da klasik sömürgeciliğin sona ermesiyle benzeri bir vaziyet ortaya çıktı. Roma, Cengiz, Timur imparatorlukları gibi, Avusturya, Rusya ve Osmanlı imparatorlukları da dağıldı. Üzerinde irili ufaklı devletler kuruldu.
Avusturya-Macaristan yıkıldığı zaman, Avusturya Cumhuriyeti anayasası, imparatorluğun devamı olduğunu deklare etmişti. Yugoslavya dağıldığında, Sırbistan ve Karadağ’ın eski Yugoslavya’nın devamı olduğu iddiası, BM tarafından reddedildi; ama Sovyetler dağıldığında, Rusya’nın bu devletin devamı olduğu kabul gördü.
Yeni kurulan devletlerin, evvelce imzalanan anlaşmaların devamını kabul etmesinde hep problem çıkmıştır. 1978 tarihli milletlerarası Viyana Mukavelesi, yeni devletin halefiyeti prensibini kabul eder.
Milletlerarası hukuktaki tanıma başka şeydir. Yeni ortaya çıkmış bir devletin, diğer bir devlet veya devletlerce hukuki ve siyasi muhatap alınması demektir. Bu bir kabul meselesidir; aksi, realiteye, yani o devletin varlığına ve faaliyetine pek tesir etmez. Mesela Lozan Muahedesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı bloku tarafından tanınmasına dair bir senettir.
Boris Yeltsin, 1918'de öldürülen Çar Nikola'nın cenazesinde (1998)
Tek başına görmek?
Değişen hükümdar değil de rejim ise? Bu hâlde hâkimiyetin ruhu değişmiş demektir. İlim adamlarının bir kısmı bunu mühimsemez, bu üç unsuru mevcut olduğuna göre, devletin devam ettiğini söyler. Öyleyse Robespierre Fransa’sı, Krallık Fransa’sının; Sovyet Rusya, Çarlık Rusya’nın; Avusturya, Habsburg İmparatorluğu’nun; Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır.
Abbasi İmparatorluğu evvela dağıldı; sonra merkezi Moğolların eline geçti. İlhanlılar, Abbasilerin devamı sayılır mı? Endülüs, İspanyollar tarafından işgal edildi. Üstelik mahalli müesseseler, Arapça ve kadılar dâhil, yerinde bırakıldı. İspanya Krallığı, Endülüs Sultanlığı’nın devamı mıdır?
Fransız ihtilalcileri, kendilerini Bourbonların devamı olarak mı görüyordu? Ya Bolşevikler? Kendilerini Çarlığın devamı olarak görmedikleri çok açıktır. Hitler, yanı başında sürgünde yaşayan Kayzer’i iplememiştir. Öte yandan Franco, 40 sene diktatörü olduğu İspanya’da krallık rejimini kaldırmamış; giderken de hanedana teslim etmişti.
Burada en mühim kriter, dışarıdakilerin ve içeridekilerin nasıl gördüğünden çok, otoriteyi kullananların kendisini nasıl gördüğüdür? Tabii ki tek başına “görmek” bir şey ifade etmez. Esas olan, idareciler ve halktaki siyasi şuurdur, devletin misyonudur, ruhudur.
Hayırsız vâris
1920 Ankara Meclisi, Osmanlı Meclisi olarak faaliyet göstermek; Ankara hükûmeti de padişah/halife düşman esaretinden kurtuluncaya kadar onun namına hâkimiyeti kullanmak iddiasında idi. Bunu her fırsatta deklare ederdi. Hatta ilk görüştüğü mesele, Osmanlı Meclis-i mebusanında görüşülmeye başlanan ağnam vergisi kanunu idi.
Hakikat farklıydı. Bunun bir geçiş devresi için dışarıya verilmesi gereken pragmatik bir imaj olduğu az zaman sonra ortaya çıkmıştır. Gerçekte Sivas Kongresi’nden (Eylül 1919) saltanatın ilgasına (Kasım 1922) kadar İstanbul ve Ankara merkezli iki ayrı devlet vardı. Fakat bunu açıkça söylemek o zamanın şartlarında mümkün değildi.
Cumhuriyeti kuran kadrolar, Osmanlı bürokratlarıydı; ama zihniyetleri Osmanlı değildi. Buna aykırı görülmeyen müesseseler, zarureten yeni devletin müesseselerine dönüştü. Ordudan temyiz mahkemesine, tapu dairesinden üniversitesine kadar, hepsi imparatorluktan mirastır. Tuğralı pullar yıllarca mektuplara yapıştırılmış; Osmanlı paraları piyasada dolaşmıştır.
Bunun dışında kalan her şey, kişiler, prensipler, müesseseler tarihten silinmiş; karakteristik unsurlarının hemen tamamı kaldırılmıştır. İkisi arasındaki kopuş çok açıktır. Devamlılık değil, zaruri bir mirasçılıktan öteye geçemez.
Ulus-devlet ile imparatorluğun çok ayrı dünyalara ait iki mefhum olduğunu unutmamalıdır. Ulus-devlet uzun zaman imparatorluğa karşı, mirasını yiyip de ruhuna okumak yerine söven hayırsız vâris gibi davranmıştır.
Görmek mi, görünmek mi?
Lozan’da Türkiye’nin, Mısır ve Kıbrıs’taki hak iddiasından vazgeçmesi, sanki bir devamlılığa işaret eder. Nitekim Osmanlı borçları meselesinin havale edildiği hakem Prof. Borel, Türkiye Cumhuriyeti’nin, milletlerarası hukuka göre Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olduğunu; borçları üstlenmek cihetinden Suriye, Irak gibi sayılamayacağını söylemişti.
Bunun gerekçesinin borçları teminat altına almak olduğunu anlamak zor değildir. Borel’e, toprak kayıpları ve radikal siyasi dönüşüm gerekçesiyle itiraz edilmiştir. Bu dönüşüm farkı, Fransa Cumhuriyeti, III. Reich ve Sovyetler Birliği’ndekinden daha esaslıdır. Üstelik o zaman Ankara da Osmanlı’nın devamı olduğunu şiddetle reddediyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olup olmadığını başka bir yazıda ele alırız…
.
TÜRKİYE, OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN DEVAMI MIDIR?
30 Mayıs 2022 02:00
Türkiye, imparatorluğun külleri üzerinde, artakalan malzemeyle kurulmuş irili ufaklı ulus-devletlerden birisidir. Ulus-devlet ile imparatorluk, çok ayrı dünyalara aittir.
Hükûmet ve rejim değişikliği başkadır; halefiyet ve devamlılık başkadır. Hükûmet, rejim, hatta devlet değişse bile, karşılıklı feshedilmedikçe milletlerarası antlaşmalar ve borçlar; usulüne göre kaldırılmadıkça kanunlar ve mülkiyet gibi hukuki statüler devam eder. Devlet malları, yeni devlete ait olur. Halk, yeni devletin vatandaşı sayılır. Bu devamlılık değildir; halefiyettir, vârisliktir.
İngiltere’de Cromwell devrinin icraatları, krallık tekrar kurulduğunda reddedilmediği gibi; ihtilalciler de Krallık Fransa’sının antlaşmalarına sadık kaldılar. Cumhuriyet hükûmeti, imparatorluk zamanından kalan dış borçları kabul etti.
Öte yandan Sovyetler, Çarlık Rusya’sının bırakın devamı olmayı, halefiyeti bile kabul etmemiştir. Mamafih komünizm çökünce, ilk iş Çarlık borçlarını kabul etmek oldu.
En büyük fenalık
Cumhuriyeti kuran kadro, başta Gazi olmak üzere her fırsatta Osmanlı Devleti’nin münkariz olduğunu (yıkıldığını), Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir devlet olduğunu deklare etmiş; cumhuriyetin, imparatorluğun devamı olmadığını her fırsatta dile getirmişlerdir. Devletin bu vasfını değiştirmeyi istemek, bugün bile anayasal bir suçtur.
Falih Rıfkı, saltanatın ilgasıyla, Osmanlı İmparatorluğu’nun inkıraz bulduğunu ve bunun kalıntısı üzerinde yeni bir Türk devletinin doğduğunu söyler (Çankaya). Asım Us, “Türkiye Cumhuriyeti’ne eski Osmanlı İmparatorluğu’nun bir temadisi (devamı) nazarı ile bakmamalıdır” der (Gördüklerim Duyduklarım Duygularım).
Nutuk’ta, “Osmanlı hanedan ve saltanatının idamesine çalışmak, elbette, Türk milletine karşı en büyük fenalığı işlemekti. Osmanlı Hükûmetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu” der (I/14). İnkılap tarihi jargonunda buna İstiklal Harbi denir ki, istiklal, Anadolu sömürge olmadığına göre, yeni bir devlet manasına gelir. Bu sebeple Nutuk’ta, Ankara meclisi bir parlamento değil; kurucu meclis olarak görülür (I/421).
“Osmanlı tarihe gömülmüştür!”
Bu husus Gazi tarafından müteaddit defalar beyan edilmiştir:
“Yeni Türkiye'nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur.” (Nutuk, II/43)
“Yeni Türkiye, eski Osmanlı imparatorluğu değildir.” (Le Journal muhabiri Paul Herriot’ya 25/XII/1922’de verilen beyanat. Hâkimiyet-i Milliye, 2/I/1923)
“Bütün cihan görmüş ve anlaşılmıştır ki, Osmanlı imparatorluğu tarihe karışmıştır. Devletimiz yeniden bir devlet vücuda getirmiştir ki adına Türk devleti derler. Osmanlı devleti maatteessüf ölmüştür.” (İzmir, 31/I/1923)
“Osmanlı devleti artık tarihe karışmıştır. Türk milleti, millî azmi ile yeni bir devlet kurmuştur.” (Akhisar, 5/II/1923)
“Dünya yüzünde Osmanlı devletinin inkırazından sonra bir Türkiye devleti teşekkül etmiştir.” (Balıkesir, 7/II/1923)
“Osmanlı devleti tamamen münkariz olmuştur (yıkılmıştır). Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (anayasa) da Osmanlı İmparatorluğu’nun, Osmanlı devletinin öldüğünü idrak ve ifade ve onun yerine yeni Türkiye devletinin kaim olduğunu ilân eyleyen bir kanundur.” (İzmir İktisat Kongresi, 17/II/1923)
“Bugün Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan, Yugoslavya ve Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun yavaş yavaş parçalanmasının ve nihayet tarihe gömülmesinin tarihî neticesidir.” (Balkan Konferansı, 25/X/1931)
Cumhuriyetin kurucusu böyle dedikten sonra; kim ne diyebilir?
Osmanlı romantizmi
“Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” argümanı, Amerikan yanlısı 12 Eylül darbesinden sonra resmî ideoloji olarak lanse edilen Türk-İslam sentezinin tabii bir neticesidir. Soğuk Harb’in son zamanlarında Sovyetler’e karşı kurulmak istenen Yeşil Kuşak projesinin bir unsurudur. Tıpkı 1850’lerden itibaren aynı maksatla İngilizlerin harladığı Turancılık ideolojisi gibi.
Zamanla içeride cumhuriyet prensiplerine reaksiyonu sindirmek ve Osmanlı’nın tarihî karizmasından istifade ile siyasi icraatları ve bazı askerî operasyonları meşrulaştırmak için kullanılan bir argümana dönüşmüş; geçen asırdaki Alman romantizmi gibi, bir Osmanlı romantizmi meydana gelmiştir.
Buna göre Türkler tarihin hiçbir asrında devletsiz kalmamışlardır. Bunlardan bir tanesi ise Büyük Türk Hakanlığı adıyla, millî hüviyetin sembolü olmuştur. Hun, Göktürk, Kutluk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı ve nihayet Türkiye, devlet-i ebed-müddet adı verilen bu idealin tezahürüdür. Osmanlı neyse, Türkiye odur.
Bu mantığa göre, İtalya, Roma Cumhuriyeti’nin; Moğolistan, Moğol İmparatorluğu’nun; Mısır, Antik Mısır’ın; Meksika, Aztek İmparatorluğu’nun devamıdır. Hatta Suriye, Irak, Lübnan, Ürdün, hatta İsrail de Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Osmanlı bürokratları memleketi idare etmiş; Osmanlı müessese ve kanunları burada yakın zamana kadar cari olmuştur. Ama takriben 127. Türk hükümdarı sayılan Sultan Vahîdeddin ile halefi arasındaki şahsiyet ve zihniyet tezadı nazara alınırsa, bu fikir daha bir mana kazanır.
Her devlet, uzun bir ömür yaşama temennisiyle kurulur. Osmanlılar bu tabiri, Osman Gazi zamanında mevcut olan misyon ve vizyonuyla devletin devam etmesi ümidiyle kullanmıştır. Aksini söylemek, imparatorluğu, etnosantrik bir telakkiye indirmek olur. Bu söz bir ebediyen yaşama kehaneti değildir. Bunu kimse bilemez. Aklen de mümkün değildir. Devletlerin de bir ömrü olduğunu söyleyen İbn Haldun’u muhtemelen okumuşlardı. Arapça’da devlet kelimesi “elden ele dolaşan (güç)” demektir.
Tehlikeli hamaset
Bazıları, “Cumhuriyet, Türklerin cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu da Türklerin İmparatorluğu olduğuna göre ikisinin arasındaki kültürel, siyasi, idari ve hukuki devamlılık açıktır” diyor. Kimi daha da ileri giderek bir aynılıktan söz eder; 1000 yıllık bir devletin vatandaşı olmanın psikolojik cihetten insanları daha emin, daha mutlu, daha hür hissettireceğini söyler. Kucaklayıcı bir poz takınarak, “Necip Fazıl da bizim, Nazım Hikmet de bizim” dediği gibi, “Atatürk de bizim, Abdülhamid de bizim” diyerek bu aynılığı terennüm etmek ister.
Öyleyse Ankara hareketi kime karşı yapıldı? Binlerce yıllık saltanat ve beş asırdır Osmanlıların elinde bulunan hilafet niye lağvedildi? Türk olduğu en kati aile olan Osmanlılar niye yurt dışına sürgün edildi? Türklerin bin yıllık hukuku, alfabesi niye kaldırıldı? Binalardan tuğra ve kitabeler niye kazındı? Eskiyi hatırlatan her şeye niye alerji duyuldu? Niye -sanki yeni kurulmuş gibi- Mahkeme-i Temyiz, Yargıtay; Şûra-i Devlet, Danıştay; Divan-ı Muhasebat da Sayıştay oldu?
Cumhuriyet, imparatorluğun siyasi, hukuki ve kültürel devamı sayılabilir mi? Devlet, cismani müesseselerden ibaret bir inşaat kompleksi midir? Ona hâkim ruh, çok daha ehemmiyetli değil midir? “Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır” demek, Gazi’yi ve Anadolu hareketini, iktidar için mücadele eden sıradan bir darbeci gibi göstermek olmaz mı?
Misyon ve müesseseleri aynı bulunduğu hâlde, Osmanlı bile teknik olarak Selçuklu’nun devamı değildir. Üstelik Moğollara esir düşen son Selçuklu sultanına hain diye sövmek şurada dursun, her mehter konserinde onun hatırasına hürmeten padişah ayağa kalkardı. Tehlikeli maksatlara hizmet için kullanılan bu hayal; Osmanlı tasavvurunu da basit bir hamasetin üzerine oturtarak tahrif eder.
Artakalan malzeme
Halil İnalcık’a göre muayyen sahalarda bir kerteye kadar devamlılıktan söz edilebilir. Nitekim bir cemiyetin, esas bünyesi, inanç ve değerler sistemi, örf ve âdetleri, davranış şekilleri bir devir devamlılık gösterir. İnsanın yaşlı iken bile, çocukluk ve gençliğindeki terbiye, tecrübe ve alışkanlıklarından kurtulamaması gibidir.
Bu, tarihî mirası inkâr etmek manasına gelmez. Eski ile yeninin yersiz çatışmasına yol vermek hiç değildir. Dedesi Osmanlı vatandaşı olan bir kimsenin, Osmanlı’ya aidiyet hissetmesi çok tabiidir; ama bu başka bir şeydir. Ama aktifler kadar, pasifler de ister istemez vârislere miras kalır. Dededen bir küp altın yanında, diyabet veya miyopi, şirret bir akraba da miras kalabilir.
Türkiye, Osmanlı Devleti’nin devamı değil, aynısı hiç değil; ancak Orta Doğu ve Balkan memleketleri gibi, tabii bir vârisidir. İmparatorluğun külleri üzerinde, Murat Belge’nin tabiriyle, Osmanlı İmparatorluğu’ndan artakalan malzemeyle kurulmuş irili ufaklı ulus-devletlerden biridir. Diğerlerinden farkı, hâkim unsurun, imparatorlukta da hâkim unsur olan Türkler olması ve eski payitahtın, sınırları içinde bulunmasından ibarettir.
Bunlar arasında Osmanlı’ya hukuki, siyasi ve kültürel devamlılık cihetiyle en çok benzeyen de Türkiye değil, belki Ürdün’dür; belki 1952’den evvelki Mısır’dır; 1970’ten evvelki Suriye ve Irak’tır. Nitekim yıkılan Osmanlı’nın kokusunu, Anadolu’dan çok, Şam, Kahire, Yafa, Bosna, Üsküp, Köstence ve Gümülcine’de bulmak mümkündü.
Faydasız bir şeyi sırf eski diye tutmak münasip olmadığı gibi, faydalı bir şeyi de sırf eski diye atmak ahmaklıktır. Hayal âleminde gezmek yerine, ayağı yere basan realist bir telakkiyi kabullenmek; imparatorluğun mirasına rasyonel bir şekilde sahip çıkmak münasip olacaktır.
.
BİR İMPARATORLUK KURUCUSU: SULTAN MURAD -I-
6 Haziran 2022 02:00
Gibbons der ki: “Osman Gazi etrafına bir millet toplamış; Orhan Gazi bir devlet meydana getirmiş; fakat imparatorluğu Murad Hüdâvendigâr kurmuştur.”
Osmanlı padişahlarından birkaçı askerî sefer esnasında hastalık sebebiyle vefat etmiştir. Ama bir tanesi vardır ki bizzat harbde şehit düşmüştür. O da Sultan I. Murad’dır.
Farsça emir sahibi, efendi manasına gelen Hüdavendigâr ve Gazi Hünkâr lakabıyla anılmıştır. Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar, merkezi Bursa olan vilayete onun hatırasına saygı için Hüdavendigâr denirdi.
Orhan Gazi’nin Nilüfer Hatun’dan olan oğludur. 1326’da Bursa’da doğdu. Her şehzadeyi tecrübeli bir devlet adamı lala sıfatıyla terbiye ederdi. Sultan Murad da Lala Şahin Paşa tarafından yetiştirildi. Genç yaşta Bursa sancakbeyi oldu. Bu, ona büyük bir tecrübe kazandırdı.
Bursa'da Sultan I. Murad Camii
Fırsat bu fırsat
Ağabeyi Şehzade Süleyman Paşa 1359’da bir av kazasında vefat edince veliahdliğe yükseldi. Rumeli’deki ordunun kumandanı oldu. Ertesi sene de vefat eden babasının yerine tahta çıktı.
Eski Türk an’anesinde siyasi iktidar hanedanın ortak malı olarak görüldüğü için, iki kardeşi Şehzade İbrahim ve Halil, ağabeylerine ayaklandı. Osmanlı tarihindeki bu ilk şehzade isyanlarını bastırdı.
Karadeniz Ereğlisi’ni ve Ankara’yı fethettikten sonra Rumeli’ye yöneldi. Zira Padişah’ın Anadolu’daki meşguliyetini fırsat bilen Bizans hükûmeti, Venedik ile ittifak yapıp, Rumeli’deki Osmanlı topraklarını işgale teşebbüs etmişti.
Edirne, Bizans’ın elindeydi; ama halk idareden memnun değildi. 1345’teki halk ayaklanmasında şehrin ileri gelenleri kılıçtan geçirilmişti. Padişah, bu vaziyeti değerlendirdi.
1363’te (bugün Keşan’daki) Sazlıdere’deki muharebe neticesinde Edirne fethedildi. Hükûmet merkezi buraya taşındı. Boş arazilere, Anadolu’dan getirilen binlerce Türk ailesi yerleştirildi.
Bükemediğin eli öp!
Padişah, Balkanların tamamını fethetmek azmindeydi. Burada 4 cephe kurdu. Kırklareli’yi fethederek Karadeniz’e dayandı.
Evrenos Bey’e Batı Trakya’nın; Lala Şahin Paşa’ya da Güney Bulgaristan’ın fethini emretti. Eski Zağra, Filibe, Gümülcine fethedildi. Böylece Bizans ile Bulgaristan; Sırbistan ile Bulgaristan ve Arnavutluk ile Sırbistan birbirinden ayrıldı.
Bizans İmparatorluğu, halktan destek görmeyeceğini anlayınca, artık Osmanlıları Rumeli’den atma ümidini kaybederek anlaşmaya razı oldu ve bu fetihleri resmen tanıdı.
Kosova Muharebesi
Ha gayret Macar
Bu ilerleme, Hristiyan dünyasını endişelendirdi. Bizans buna mâni olamıyordu. Sırp ve Bulgarların da karşı koyması mümkün gözükmüyordu. Venedik, harbe girip doğudaki ticari menfaatlerini tehlikeye atmak istemiyordu. Bunu yapabilecek tek kuvvet, Ortodoks Balkan halkını Katolikleştirmek isteyen Macarlar olabilirdi.
Papa V. Urbanus’un teşvikiyle, Macar ve Sırp Kralı ile Bosna ve Eflak Prensi’nin meydana getirdiği ordu, 1364’te Edirne yakınlarında Hacı İlbeyi kumandasındaki bir keşif birliği tarafından bir gece baskınıyla imha edildi. Sırpsındığı diye bilinen bu zaferden sonra Serez ve Biga fethedildi.
Adriyatik sahilindeki İtalyan ticaret şehri Dubrovnik, kendi rızasıyla ve imtiyazlı bir eyalet olarak Osmanlı hâkimiyetine girdi. Burası Osmanlıların top döküm ve istihbarat merkezi idi.
Katolik mi, Ortodoks mu?
Osmanlılar, Rumeli halkı tarafından nispeten hoş karşılanmıştır. Rum Patriği, 1385’te Papa VI. Urbanus’a yazdığı mektupta, Sultan Murad’ı Ortodokslara gösterdiği tolerans sebebiyle övmektedir. Katolik tehlikesine karşı, Ortodoks halkın Osmanlıları tercih etmesi tabii idi.
Bununla başlayan sulh devresi, Sultan Murad’a memleketi imar etme fırsatını verdi. Yenişehir’de imaret ve tekke, Bursa’da 2 cami, imaret, medrese, kaplıca ve han; Edirne’de cami, medrese, imaret ve saray; Bilecik’te, Filibe’de, Ayvacık’ta, Karaferye’de cami yaptırdı.
Bursa, onun zamanında İslâm dünyasının en parlak ilim ve kültür merkezlerinden birisi oldu.
Yeni bir şans
Bizans İmparatoru V. Ioannis, Avrupa’dan destek arayışına girdiyse de muvaffak olamadı. Sırp ve Bulgar müttefik ordusu 1370’te Bulgaristan’ın cenubi garbındaki Samokov’da Osmanlılara yenildi. Kuzey Bulgaristan kapıları Osmanlılara açıldı. Köstendil düştü. Böylece Sırbistan’a ayak basılmış oldu.
Şansını tekrar denemek isteyen Sırp ve Ulah müttefik ordusu 1371’de Edirne’nin şimali garbında Meriç kenarındaki Çirmen’de mağlup oldu. Kral ve Prens maktul düştü. Ulah Prensi kaçtı. Makedonya kapıları ardına kadar açıldı. Drama, Kavala ve Manastır düştü. Kuzey Makedonya ve Kosova fethedildi.
Osmanlı akıncı birlikleri Dalmaçya sahillerine kadar uzandılar. 1372’de Sırbistan Kralı; 1376’da da Bulgar Kralı, Sultan Murad’ı metbu tanıdı. Büyük Konstantinos’un doğduğu Sırbistan’ın en mühim şehirlerinden Niş Osmanlıların eline geçti.
İmparatorluk yolu: Tâbi devletler
1380’den itibaren Osmanlılar, Rumeli’deki pozisyonlarını sağlamlaştırmak için Pirlepe, Sofya, Manastır, Ohri, İşkodra gibi şehirleri fethetti.
Bunun üzerine 1373’te Bizans İmparatoru, Sultan Murad’ı metbu tanıdı. Yani Bizans, Osmanlılara tâbi bir devlet oldu. Ardından Padişah’ın kayınbiraderinin idare ettiği Kastamonu’daki Candaroğlu Beyliği de sultan Murad’a tâbiliğini bildirdi.
İstikbalin padişahı Şehzade Bayezid, Germiyan Beyliği’nin Prensesi Devlet Hatun ile evlendi. Gelin, çeyiz olarak Kütahya, Tavşanlı, Emet, Simav şehirlerini Osmanlılara getirdi. Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir, Karaağaç gibi şehirler de Hamid Beyliği’nden satın alındı.
14 yaşındaki Şehzade Savcı Bey, 1385’te Bizans Prensi Andronikos’un tahrikiyle Bursa’da babasına ayaklandı. İstanbul yakınlarında Kete ovasında yapılan muharebede mağlup olup yakalandı ve idam edildi.
Sultan I. Murad zamanında Osmanlı Devleti
Dar görüşlülük
Osmanlılarla hudut komşusu hâline gelen Karaman Beyliğinin başındaki Alaaddin Bey, Sultan Murad’ın kızı ile evliydi. Buna rağmen, Sultan Murad, Balkanlarda askerî harekâtla meşgul iken sınırı geçti; Osmanlı topraklarını işgal ve yağmaya kalkıştı.
İşte bu dar görüşlülük, Anadolu beyliklerinin hiçbirinin Osmanlılar gibi bir serî dâhi yetiştirememesinin ve zamanla ortadan kalkmasının en mühim sebeplerindendir.
Sultan Murad, damadının harekâtını işitince, “Şu ahmak zalimin yaptığına bakın! Ben ömrümü gece gündüz Allah yolunda gazaya tahsis etmişken ve zahmet içinde düşmana kılıç sallarken; bu, gelip Müslümanlara saldırıyor!” demiş ve 1386’da üzerine yürüdüğü toplama Karaman birliklerini kolayca dağıtmıştır.
Şehzade Bayezid bu harekâtta yararlık göstermiş ve “yıldırım” unvanını almıştır…
Alaaddin Bey kaçtı. Zevcesi babasına gelip sulh talep etti. Alaaddin Bey gelip Sultan’ın ayağını öperek af diledi. Bu ihtimamlı siyaset sayesinde Osmanlı nüfuzu Anadolu’da yayıldı.
Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın Osmanlı tarihinde benzersiz bir hadise olan vefatını ve karakterini sonraki bir yazıda ele alırız inşallah
.
TOPAL OSMAN AĞA EFSANESİ
13 Haziran 2022 02:00
Topal Osman, yakın tarihin en esrarengiz şahsiyetlerinden birisidir. Onu tanımadan, cumhuriyetin nasıl kurulduğunu hakkıyla anlamak mümkün değildir.
Topal Osman Ağa (1884-1923) Giresunludur. Kayıkçılık yapan bir aileden gelir. Sonra keresteci olmuştur. Hayatının çeşitli safhalarından anlaşıldığına göre, aynı zamanda bir asker, bir maceracı ve adeta bir mafya lideridir. Ahmed Emin Yalman’a verdiği 19/II/1922 tarihinde Vakit gazetesinde neşredilen röportajdaki ifadesine göre, Balkan Harbi’ne gönüllü iştirak edip diz kapağından yaralandı. Topal lakabı oradandır.
İttihatçı idi. Teşkilat-ı Mahsusa’ya katıldı. 1914 sonunda teşkilatın emriyle 100 gönüllü topladı. Trabzon hapishanesini basarak ipten kazıktan kurtulmuş 150 kişiyi salıp bir çete kurdu. Zamanla yüzlerce kişiyi bulan bu çete, Ermeni ve Rum tehcirinde mühim rol oynadı. (Cemal Şener, Topal Osman Olayı)
1916’da Ruslara karşı muharebe eden orduya katıldı. Ancak firar edince Divan-ı Harb tarafından 50 sopa ile cezalandırıldı. Çürük raporu alıp memleketine döndü. (Arif Cemil, Teşkilat-ı Mahsusa)
Öyle bir tütsü ki
Giresun’a dönünce belediye reisliğine ilaveten (CHP’nin nüvesini teşkil eden) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti reisliğine el koydu. Şehrin yegâne hâkimi oldu. Ankara, Pontus belasından kurtulmayı, Ağa’nın tecrübeli ellerine bıraktı. Hasan İzzettin Dinamo, Ankara hareketini romansı şekilde anlattığı Kutsal İsyan kitabında, Ağa’nın “Siz hiç merak etmeyin. Rumlara öyle bir tütsü vereceğim ki, hepsi mağaralarda eşek arısı gibi boğulacak” dediğini yazar (II/364)
Böylece mıntıka Rumlardan temizlendi. Aslında bu, İttihatçıların ulus-devlet hülyasıyla 1913’te başlattığı temizliğin tamamlanmasından ibaretti. Çete müsademelerinde 1817 Türk’e mukabil, 11.118 Rum öldürüldü. Salnamelere göre 1914’te Ağa’nın faaliyet gösterdiği Trabzon, Kastamonu ve Sivas vilayetinde 450 bin Rum yaşıyordu. Bunlardan 86 bini Rusya’ya hicret etti. 322 bini 1924’te mübadele ile Yunanistan’a gitti. Geri kalan 40-50 bin Rum bu hengamede öldürüldü (Stefanos Yerasimos, Pontus Meselesi)
Rumları toplayıp vapur kazanlarına attırdığı veya sandallara doldurarak, denizde batırdığı; bunu yaparken de hatırı sayılır bir servet edindiği, kurbanlarının eline kazmayı verip ‘Burada bir çukur kaz!’ diye emrettiği, derinlik kıvamını bulunca, ‘Gir içine!’ diyerek kendi eliyle kazdığı mezara gömdüğü meşhurdur. (Falih Rıfkı, Çankaya).
.jpg)
Kara Zıpkalılar
1919’da Divan-ı Harb’de tehcir suçlusu olarak muhakeme edilmek üzere İstanbul’a getirilmesi istenince, Karahisar’da dağa çıktı. Sivas, Tokat ve Karahisar metropolitlerini tehdit ederek, kendisinden şikayetleri olmadığına dair İstanbul’a mektuplar yazdırdı. Topal Osman’ın çıkarttığı hadiseyi bastırmak vazifesiyle Samsun’a çıkan Mustafa Kemal Paşa Havza’da kendisiyle görüştü. Şaşılacak şey, Ağa, Paşa’nın emrine girdi. (Cemal Şener, Topal Osman Olayı, I)
Paşa, affı için İstanbul’a yazdı; İstanbul da Ağa’yı affetti. Gücü daha da arttı. Erzurum Kongresi’nde Paşa’ya muhalefet eden Giresun delegelerini şehirden çıkarttı. Ankara hükümeti kurulunca Paşa’ya telgraf çekip sadakatini bildirdi. Bu hareketi destekleyen bir gazete çıkarttı, başyazarı da kendisiydi.
Çok sayıda gönüllü topladı. “Aba, zıpka, başlık. Beş para harçlık. Ağa dayı beni de yaz!” darbımesel olmuştu. 1920 sonunda Kara Zıpkalılar diye bilinen adamlarıyla Ankara’ya geldi. Gönüllü Giresun Taburu’nu kurdu. Milis binbaşılığına tayin edildi.
Mart 1921’de padişah taraftarı Koçgiri ayaklanmasını bastırmak üzere 550 adamı ve 4 dağ topu ile Refahiye’ye gönderildi. Bu vesileyle Suşehri, Koyulhisar, Reşadiye, Niksar ve Erbaa Rumlarını da temize havale etti. (Ahmet Emin Yalman, Topal Osman’la Mülakat)
1921 ilkbaharında Samsun’a geçti. Burada padişah gibi mızıka eşliğinde Cuma selamlığına çıkardı. Adamları, eşkıya kovalayacak yerde, şehirde zevk ve safaya dalıp eşraftan kişileri fidye için dağa kaldırmaya başladı. Şikayetler üzerine Ankara’ya gelmesi emredildi. Ama “Mustafa Kemal değil, Allah emretse işim bitmeden gitmem” dedi. (Emrullah Nutku, Giresunlu Osman Ağa, Yakın Tarihimiz, III/85)
Emirler sıklaşınca, yaz başında Ankara’ya hareket etti. Yol boyunca köyleri yakarak Ankara’ya vardı. Buradan Sakarya cephesine intikal etti. (Giresunlu bir mahalli yazarın ortaya attığı cepheye 6 bin kişiyle gidip, 500 kişiyle döndüğü efsanesi doğru değildir. Sakarya’daki bütün şehitlerin sayısı 3282’dir. Bu bile Osman Ağa’nın nasıl bir efsaneye dönüştürüldüğünün delilidir.) Yarbaylığa terfi ettirildi. Tekrar Giresun’a döndü.
.jpg)
Bizi kurtarın
Bu kahramandan bizar olan kadirbilmez halk, bir yandan Trabzon valisine bir yandan Ankara’ya “Giresun'da adam öldüren, yol kesen, harç alan bir eşkıya türedi, bundan bizi kurtarın!” diye şikâyet teli çekiyordu. Trabzon 3. Fırka kumandanı Rüştü Bey ve Lazistan Milletvekili Osman Bey, Ankara’ya şikâyet telgrafları gönderdi: “Bu cahil adamın şimdiye kadar Giresun’da yapmadığı rezalet kalmadı. Ahaliden aldığı yüz binlerce liranın hesabını kimse soramıyor. Şimdi eşkıyalığını Trabzon limanı içinde yapmaya başlıyor. Bu hâlin devamı pek çok çirkin hadiseye sebebiyet verecektir.” (Cemal Şener, Topal Osman Olayı, II)

Bunun üzerine Gazi, Giresun reji müdürü Nakiyüddin Efendi’den gizlice bir rapor istedi. 15/I/1922 tarihli bu rapor şöyledir: “Osman Ağa cahil bir adam olup, mazide bir hiç idi. İlk Balkan harbinde bir ayağının sakat kalması neticesi gördüğü iltifat ve yardımlardan başlayarak kahvecilik, balıkçılık yaparken, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda gasp vesilesiyle milyonerliğe çıktı. Memleketi terk eden Rumların müslüman halktan alacaklarını kendisi tahsil etti. Ödeyemeyenlerin bağ ve bahçelerini zaptetti. Garp cephesinde güya vatan hizmetiyle uğraşırken bile memleketi hâlâ pençesinde tutmak için her vasıtaya müracaat etti. Merhametsiz işlerden vazgeçmedi.
Ordudan aldığı keresteyi bir Rum’un üzerinde gösterip 100 bin liraya sahte senetle Giresun kumandanlığına sattı. Rumlardan gasp ettiği arazileri kendisi, ailesi ve adamları arasına pay etti. Koçgiri’de 60 bin lira değerinde koyun ve sığır gasp edip Giresun’a getirdi. Üstelik başkasının şehre kasaplık havyan sokmasını yasaklayarak büyük bir servet kazandı. Kardeşiyle tefecilik işine girdi; şehirde banka kurulmasını önledi. 30 bine mal olan kereste fabrikasını 3-5 kuruşa gasp etti...”
Gazi buna, “Osman Ağa hakkındaki şikayetlerden bittabi pek müteessir oldum. Bu hareketleri tasvip etmediğimi hatırlatmak isterim. Ancak şikayetnamenizde ‘kendi kendimizi müdafaa ederiz’ tarzındaki ifadeyi yersiz görmekteyim” diye cevap verdi. Bu yolda diğer resmi telgraflar üzerine Gazi, Ağa’ya, “Müfrezenizden bazılarının uygunsuz hallere müracaat ettiğinden şikâyet olunuyor. Buna katiyen ihtimal vermiyorum” şeklinde bir tel çekti. (Cemal Şener, Topal Osman Olayı)
Bu on parmağında on marifet bulunan kahramanın kırdığı ceviz bini aşınca, göz önünde tutulmak üzere adamlarıyla davet edildi. Böylece 1923 başında 3. defa Ankara’ya geldi ve fahri muhafız alayı kumandanı yapıldı. Ayrancı’daki Papazın Bağı ona tahsis edildi. Mecliste kendine mahsus yeri vardı. İstiklal Madalyası hamiliydi. Gazi’nin en güvendiği insanlardandı. İzmir’de Falih Rıfkı’ya, “Ah Mustafa Kemal Paşa o kadını [Halide Edip] bana verse de karşı koymak nedir, ona göstersem” demişti.

Bir taşla iki kuş
Mart 1923’te bir gün meclisteki amansız muhaliflerden Ali Şükrü Bey’in cesedi bulundu. Yapılan tahkikat neticesinde kendisini Topal Osman’ın boğarak öldürdüğü anlaşıldı. Meclisteki muhalifler, bu işi Gazi’den biliyor; “Katil Çankayada” başlıklı yazılar yazıyordu. Hükümet işin üzerine gidince, müşkül vaziyette kalan Gazi, Ağa’nın muavini yüzbaşı İsmail Hakkı Tekçe’den meselenin silahla hallini emretti. 1 Nisan gecesi Giresun muhafız alayı meclis kararıyla lağvedildi, Tekçe, muhafız alayı kumandanı yapıldı.
Karadeniz kıyılarının bu destan kahramanı, sonuna kadar Mustafa Kemal'e bağlı kalan, 150 kişilik çetesine Çankaya’da ve köşkle şehir arasındaki yolda nöbet bekleten Topal Osman Ağa, köşeye sıkıştığını anlayınca, akıl almaz bir şeye kalkıştı: Çankaya Köşkü’nü basmak. Gazi, Latife Hanımla beraber köşkten tahliye edilmişti.
2 Nisan’daki kanlı müsademe yarım saat sürdü. 12 adamı öldü. Muhafız kıtasından Binbaşı Fuat Bey veya bir başkası, Ağa’yı kafasından birkaç kurşunla vurdu; öyle ki kafası koptu. Yüzü tanınmayacak hale geldi. Oracıkta gömülen cesedi, daha sonra meclis kararıyla çıkarılarak Ulus meydanında 3 gün ayağından asılı kaldı. Çetesi silahları alınarak cesedin önünden geçirilip memleketlerine gönderildi.
Cesedin asılmasıyla alakalı karar, bir grup milletvekilinin, “Müsademe neticesinede mecruhen derdest edilmiş ve ahiren gebermiş olan katil hunhar kaymakam Topal Osman’ın meclis önünde salben teşhir edilmesini teklif eyleriz” şeklindeki teklifi üzerine alınmıştır. (TBMM Zabıt Ceridesi, 1.Devre, Cilt. 28, s. 307-308.)
Falih Rıfkı der ki, “Topal Osman, Mustafa Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur.” İsmet İnönü de, Rauf Orbay da, Tekçe de hatıralarında böyle anlatır. Ancak her şeyin en ince detayına kadar anlatıldığı Nutuk’ta ne Osman Ağa, ne de Ali Şükrü Bey’den bahis vardır. Bunun, Baba filmindeki çatışmalardan pek farkı yoktur. Eller kirlendiği zaman, kanlı eldivenleri atmak tabiidir. Meclis kâtibi Mahir İz, “Bir taşla iki kuş vurulmuştur” diyor. Bu vesileyle meclis dağıtılıp, Gazi’nin tabiriyle “kız gibi meclis” kurulmuştur. (İsmail Habip Sevük, Atatürk İçin, s.53)
Suphi Nuri 4 Nisan 1923 tarihli İleri gazetesinde “Ölümünün Ardından Osman Ağa” serlevhalı yazısında diyor ki: “Trabzon Mebusu Osman Ağa katil idi. Bu Osman Ağa’yı bilmeyen yoktur. Tarih Osman Ağa’dan bahsederken tereddüt edecektir. Haddi-i zatında adi bir katil olan Osman Ağa istiklal ve istihlas harbimizde düşmanlarımızı şiddetle takib ve tenkil etti. Bu hareketiyle eski kabahatlerini af fettirmek, unutturmak tarafını iltizam etmek lazım gelir iken milli vazifelerinin ifasından sonra Osman Ağa yine adi katl ve cinayet yoluna sülûk etti. Hem de bu defa maateessüf gitti de bir mebus öldürdü. Ali Şükrü Bey cesaret-i medeniyenin bir timsali idi. Trabzon Mebusuna kıymakla Osman Ağa şahsi intikamlarına mağlup oldu.”
Ahmet Şükrü de 5 Nisan 1923 tarihli Vatan gazetesinde “Osman Ağa’nın Akibeti ve Ankara’daki Tesirat” serlevhalı yazısında şöyle diyor: “Osman’ın akıbeti Ankara muhitinde hüsn-i telakki edilmiş [iyi görülmüş] ve hükümet hak ve adalet namına gösterdiği faaliyetten dolayı tebrik edilmiştir. Şükrü Bey’in katlindeki avamil [sebepler] malum değildir. Osman Ağa tutulup isticvab edilemediği [sorguya çekilemediği] cihetle ağleb-i ihtimal [kuvvetle muhtemel] bu avamilin ne olduğu anlaşılamayacak. Meselenin tenvirine [aydınlanmasına] hizmet edecek birçok şeyler bugün ölmüş bulunan iki vücud ile beraber ölmüş, gömülmüş bulunuyor.” Can alıcı nokta son cümlededir. Osman Ağa, mahkemeye çıkarılıp muhakeme edilmiş değildir. Çıkarılması zaten çok zordu. Çıkarılsaydı, konuşması hâlinde belki nice istenmeyen sırlar faş edilecekti.
Katil kim?
Ali Şükrü Bey’i kimin niçin öldürdüğüne dair çeşitli fikirler vardır: 1-Topal Osman şahsi garezle öldürmüştür. Çünki Ali Şükrü, dostu ve Enver Paşa’nın yakın adamı Trabzonlu Yahya Kahya’nın katli işini soruşturuyordu. Kahya’yı Tekçe öldürmüş; iş Topal Osman’ın üzerinde kalmıştı. Resmi görüş budur. Halbuki eskiden beri ikisinin arası çok iyiydi. Ağa, Ankara’ya geldiğinde Ali Şükrü karşılamış, mecliste onu öve öve bitirememişti. 2-Topal Osman Gazi’ye sadakati sebebiyle öldürmüştür. (Mahmut Goloğlu, Süleyman Beyoğlu) 3-Muhalefeti susturmak için Topal Osman’a öldürtülmüştür. Bu sebeple Osman Ağa infaz edilirken, gözü hep Gazi’yi aramıştır. Rıza Nur, Mahir İz ve Trabzonluların fikri budur. 4-Bir başkası (mesela İsmail Hakkı Tekçe) öldürüp, suç Topal Osman’a atılmıştır. Giresunluların görüşü budur. Böylece hem muhalefetten, hem de kendisine artık lüzum kalmayan Ağa’dan kurtulmak mümkün olmuştur. Mahir İz’in tabiriyle “Bir taşla iki kuş!” Nitekim hadisenin faillerinden Mustafa Kaptan ile Muharrem Çavuş ile cezadan sıyırmış; iş Ağa’ya kalmıştır. Halbuki ortada cinayeti Ağa’nın işlediğine dair bir mahkeme kararı yoktur. Bu sebeple Gazi, Ağa’yı hep zanlı diye anmış; ama öldürülmesi için emir vermekte de tereddüt etmemiştir.
Cihan Harbi ve Anadolu harekâtı esnasındaki askeri muvaffakiyetleri, muhaliflerini veya zararlı/hain saydığı kimseleri sindirmekteki kabiliyetleri, Topal Osman Ağa’nın başında bir zafer halesi meydana getirmiştir. Bunları inkâr eden yoktur. Herkes kendisini bu cihetiyle tanıyıp anmaktadır. Bunun ötesindeki Ağa’yı kimse görememekte veya görmek istememektedir.
Bu hususta nispeten en ortalama müstakil bir çalışması bulunan Cemal Şener hülasaten der ki: “Sağ kesim, Mustafa Kemal uğruna Ali Şükrü’yü öldürdüğü için Topal Osman’ı sevmez. Merkez sol, [Gazi'nin zararlı bulup bizzat öldürttüğü biri olduğu için] Topal Osman’a açıkça sahip çıkamaz. Aşırı sol ise, Topal Osman’ı Mustafa Kemal’e yakınlığı ve Koçgiri’de Alevi Kürtlere yaptıkları gibi bazı faaliyetlerden dolayı sevmez. Topal Osman’a sahip çıkan tek kesim olarak Giresunlular kalmaktadır.” Son zamanlarda Ağa'ya dair yazılan kitapların hemen tamamı kendisini temize çıkarmak gayesiyle kaleme alınmış ideolojik çalışmalardır. Ağa, hatasıyla sevabıyla tarihe mal olmuş bir şahsiyettir. Tarihi şahsiyetler hamasetin malzemesi olmamalıdır.
Heykel ve kahramanlık
Gazi, 2 Eylül 1924’te Giresun’a geldiğinde Ağa’nın oğluna “Baban cumhuriyet şehidi oldu” demiş; kendisini “Cumhuriyetin bânisi Osman Ağa hazretleri” diye anmıştır. Burada bir anıtmezara müsaade etmiştir.
1981’de Giresunluların müracaatına, Türk Tarih Kurumu, “Heykelinin dikilmesini gerektirecek bir kahramanlığı yoktur” şeklinde Afet İnan imzalı bir cevap verdi. 1983’te Kenan Evren şehri ziyaretinde kendisinden övgüyle bahsetti. 1987’den itibaren milli bir kahramana dönüştürüldü. Sokaklara caddelere ismi verildi; her sene hakkında anma merasimleri tertiplendi. Giresun jandarma kumandanı Veli Küçük tarafından heykeli yaptırıldı.
Bugün Topal Osman, Giresun’da; Ali Şükrü de 1,5 saat mesafedeki Trabzon’da milli kahraman olarak tanınmaktadır.
Sembol isim
Bundan sonra muhafız alayı yıllarca (Deli Halid Paşa’nın katli gibi) gayrı resmi gizli operasyonların merkezi; Osman Ağa da katili Tekçe ile beraber bunun sembol ismi olmuştur. Öyle ki sadakati Ağa’yı da geçen Tekçe, “Gazi’nin karakutusu” diye anılmıştır.
İnkılap tarihi kitapları bu hadiseleri sükût geçer. Bazılarına göre, “Milli Mücadele kahramanı” Osman Ağa, Ali Şükrü’nün katili değildir. “Gazi’nin etrafını saran hainlerin” komplosuna uğramıştır. Kimine göre Ağa, Gazi’ye olan sadakatinin neticesinde bu cinayeti işlemişti.
Topal Osman Ağa, Cumhuriyet tarihinin en sembolik şahsiyetlerinden biridir. Ankara hareketinin muvaffakiyete ulaşmasında başından beri en mühim rollerden birini oynamıştır. Onu tanımak, yakın tarihi anlamak, cumhuriyetin ne gibi şartlar altında kurulduğunu anlama fırsatını verir.
.
“EY ALLAHIM, BENİ KURBAN ET!”
20 Haziran 2022 02:00
SULTAN MURAD HÜDAVENDİGÂR’IN BENZERSİZ VEFATI
“Ey Allah’ım! Beni bu Müslümanlara kurban et; yeter ki onlar düşman elinde yenilip helak olmasın!’’
Muvaffakiyetin yalnız kılıçla kazanılmayacağını, Anadolu beylikleriyle yürüttüğü münasebetlerde gören Sultan I. Murad Hüdâvendigâr, güçlü bir donanmaya sahip bulunan Venediklilerle mesele çıkarmamaya çok dikkat ederdi. Eğer şehirler teslim olursa, bunlara ahidname ile tam emniyet ve hürriyet tanınırdı.
İkisi de Haçlı tehdidi karşısında olan Sultan Murad ile Mısır Sultanı Berkuk ittifak yapmışlardı.
Osmanlılar karşısında mağlup olup affa uğrayan Karamanoğlu Alaaddin Bey, aynı zamanda kayınpederi olan Sultan Murad döner dönmez Haçlılarla müzakereye girişti. Ama korkusundan birkaç sene sonraki Kosova Muharebesi’ne bir birlik göndermeyi de ihmal etmedi.
İlk top atışı
1388’de 30 bin kişilik Sırp-Bosna müttefik ordusu daha evvel yapılmış bulunan sulh anlaşmasını ihlal etti. Sırbistan’ın cenubi garbındaki Ploşnik’teki 20 bin kişilik bir Osmanlı ordusunu bozdu.
Bu galibiyet, Avrupalıları heyecanlandırdı. Osmanlıları Balkanlardan tamamen kovmak üzere bir Haçlı ordusu hazırlandı. Bunun üzerine Padişah, Sadrazam Ali Paşa’ya derhal Bulgaristan’ın tamamen istilası emrini verdi.
Buna rağmen Sırp ordusu ilerlemeye devam etti. 1389’da Kosova Ovasında perişan oldu. Sırp Kralı, maktul düştü.
8 saat süren Kosova Muharebesi, Osmanlı tarihinin en mühim hadiselerindendir. Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetini perçinlemiş; buradaki kavimlerin istikbalini tayin etmiştir. Osmanlıların ilk defa top kullandığı muharebe budur. (Başka bir rivayette ise, ilk top, birkaç sene evvelki Karaman seferinde kullanılmıştır.)
Harbden evvelki gece, Sultan Murad’ın çadırında şehitlik arzusuyla, “Ey Allahım! Beni bu Müslümanlara kurban et; yeter ki onlar düşman elinde yenilip helak olmasın!” diye dua ettiği, Osmanlı kroniklerinde anlatılır.
Kabul olunan dua
Harbin sonunda yaralı Sırp Prensi Miloş Kobiliç kendisiyle görüşmek istedi. Bu esnada koynunda sakladığı hançerle Padişah’ı şehit etti. Bundan sonra Osmanlı padişahlarının huzuruna çıkan yabancıların iki koluna birer askerin girmesi âdet oldu.
Padişah vefatında 63 yaşında idi. Harb meydanında ölen başka padişahlar da vardır. Ama düşmandan aldığı yara ile ölen ilk ve tek padişah Murad Hüdâvendigâr’dır.
Padişah’ın şehit edildiği yer olan muvakkat mezarı, bugün Müslümanların ziyaret ettiği mukaddes bir makam ve Rumeli’deki Osmanlı hâkimiyetinin sembolü sayılır. Sultan’ın naaşı Bursa’ya getirilerek, yaptırdığı caminin yanındaki türbesine defnedildi.
Bir hükümdarın böyle muzafferen harb meydanında şehit düşmesi, İslam âleminde öyle teessür uyandırmıştır ki, Mısır Sultanı Berkuk, Sultan Murad’ın Bursa’daki türbesine bir şamdan, bir tas ve bir Mushaf vakfetmiştir.
Padişah harb meydanında şehit düştüğü hâlde, düşman bunu fırsat bilip ilerleyememiştir.
Sırplar, asırlar sonra bu millî kahramanlarını anmak üzere burada büyük bir abide yaptırmışlardır. Bu abide ekseri Arnavut asıllı yerli halk tarafından defalarca yıkıldığı için, çok ileride, harbin cereyan ettiği sahrada bugün asker muhafazası altında yeniden yaptırılmıştır.
Yıkılan kale duvarı
Sultan Murad, orta boylu, yuvarlak yüzlü, kavisli burunlu, iri gözlü; enli çatık kaşlı, seyrek sakallı, geniş göğüslü, uzun parmaklı idi.
Candaroğlu Süleyman Bey’in kızı Gülçiçek Hatun’dan başka, siyasi sebeplerle Bulgar Kralı’nın ve Bizans İmparatoru Manuel Paleologos’un kızları ile evlendi. Marya’nın kardeşi Aleksander, Müslüman oldu ve Manisa Sancakbeyi iken şehit düştü.
Sultan Murad’ın, Bayezid, Yakub, Savcı, İbrahim ve Yahşi adında 5 oğlu; biri Saruhan ve ikisi Karaman Beylik Hanedanına gelin giden 4 kızı vardı.
Sadece askerliği değil; teşkilatçılığı, adaleti ve insan kullanma sanatını iyi bilmesi ile tanındı. Ani karar vermekte ustaydı. İcabında çok da temkinliydi. Etrafındakilerle istişare etmeden hiçbir iş yapmaz; haklı sözü ve doğru fikri kabul ederdi. En sıkıntılı zamanlarda itidalini muhafaza etmesini bilirdi.
Çok disiplinli, ciddi ve sertti. Ama icabında merhametli, şefkatli ve müsamahalı oluşuyla, samimi tavırlarıyla kendisini herkese sevdirmiştir.
Teşkilatçı padişah
Sultan Murad, evvelki İslâm devletlerindeki kadıları tayin ve kontrol etmekle vazifeli Kadiyü’l-kudat makamının dengi olarak 1361’de Kazaskerlik makamını kurdu. Kazasker, ulemanın; yani Osmanlı adliye ve maarif bürokrasisinin reisidir.
O zamana kadar Osmanlı ordusu, yaya ve müsellem adıyla piyade ve süvari birliklerinden müteşekkildi. Bunlar ücretle sefere gider; barış zamanı hususi işlerle, mesela ziraatla meşgul olurdu. Askerî harekâtların artması sebebiyle Sultan Murad zamanında daimî ve maaşlı bir orduya ihtiyaç duyuldu.
İslâm hukukuna göre harbde esir alınanların beşte biri devlete aittir. İlk zamanlar bu meblağ, Selçuklu sultanına gönderildi.
1362’de ulemadan Karamanlı Kara Rüstem ve Kazasker Çandarlı Kara Halil Paşa’nın gayretleriyle pençik kanunu hazırlandı. Esirlerden elverişli olanların devlet adamı ve asker olarak yetiştirilmesi hükme bağlandı.
Böylece yeniçeri (ağır piyade) ve sipahilerden (ağır süvari) meydana gelen Osmanlı Kapıkulu (hassa) Ordusunun esası kurulmuş oldu.
Meğer ki Allah yıka!
Sultan Murad, son derece dindardı. Âlimlere ve evliyalara hürmetkârdı. Her Cuma namazı çıkışı, fakirlere sadaka dağıtırdı.
Halk arasında evliya olarak görülür; kerametleri anlatılırdı. Mesela Plevne kuşatması 15 gün sürüp, kale fethedilemeyince, “Bu kaleyi almak zordur. Meğer ki Allah yıka!” demiş; tam o anda kalenin bir duvarı gürültüyle yıkılmıştır.
Bir av esnasında elinden kaçıp, bir çatıya konarak geri dönmeyen inatçı şahine, “Taş ol inşallah” demiş; kuş anında taş kesilmiştir.
Hayırhah hükümdar, kibar şövalye
Sultan Murad, 29 sene süren hükümdarlığı zamanında zaferden zafere koştu. Babasından miras aldığı toprakları 5 misli büyüterek oğlu Yıldırım Sultan Bayezid’e 500 bin km2’lik bir ülke bıraktı. Bu topraklar, 1878 ve 1912’ye kadar tam 5 asır Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır.
Meşhur tarihçiler, hakkında der ki:
Rum tarihçi Halkondil: “Bizzat 37 muharebeye iştirak etti. Cesurdu; hiçbir zaman gevşeklik göstermezdi. Tedbirliydi. İşlerini tanzim etmekte, her şeyi zamanı gelince yapmakta mahirdi.
İhtiyarlığında da gençliğindeki gibi enerjikti. Maiyetini hoş tutardı. Az konuşur; konuştuğu zaman güzel söz söylerdi. Hayırhah bir hükümdar; yorulmak bilmeyen bir avcı ve kibar bir şövalye idi.”
Romen tarihçi Iorga: “Müslümanlara karşı cömert ve alicenap; Hristiyanlara karşı ise galip gelmeyi değil, gönülleri kazanmayı bilen yumuşak bir hükümdardı.”
Slav tarihçi Dabinoviç: “Murad sadece güçlü bir politikacı değil; birinci sınıf bir kumandandı. Verdiği söze bağlı kalırdı. Çok müsamahakârdı. Devletin siyasetini ihlal edici hareketlere ise müsamaha göstermezdi.”
Fransız tarihçi Grenard: “Şahsiyeti itibarıyla zamanın Avrupa’sında benzerine rastlanmayan, âdeta doğuştan bir hükümdardı.”
Amerikalı tarihçi Gibbons: “Osman Gazi etrafına bir millet toplamış; Orhan Gazi bir devlet meydana getirmiş; fakat imparatorluğu Murad Hüdâvendigâr kurmuştur.”
Hatıralar isimli kitabım İhlas Vakfı tarafından neşredildi
.
.
.
PADİŞAH VE KULLARI!
27 Haziran 2022 02:00
Hükümdar ile tebaa arasındaki münasebet, bir yanda sadakat ve itaati; öte yandan şefkat ve himayeyi ifade eder.
Kimilerine göre, padişahlar, halka ‘kullarım’ diye hitap edermiş; öyleyse Osmanlılarda halk, vatandaş sayılmazmış. Padişahın kölesi imiş. Kimilerine göre ise, ancak Allah’a kul olunurmuş, padişahın kulu olmazmış.
Köle ve kul, Türkçe tabirlerdir. Arapça’da abd ve memluk denir. Ubudiyet ve ibadet, abd kelimesinden gelir. Farsça’da kul yerine “bende” kullanılır. “Bendeniz” tabiri, “köleniz” demektir.
Emir kulu
Kul denince, kullanıldığı yere göre, farklı manalar hatıra gelir. Bunlardan biri, Allah’a ibadet/abdiyet ile mükellef insan demektir. Dünyadaki bütün insanlar Allah’ın kuludur.
Fatiha suresinde “Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” mealinde âyet-i kerime vardır. Birinden yardım istemek dinde menedilmediğine göre, başkasının kulu olmak da menedilmiş değildir. Bu âyet-i kerimedeki kulluk, ibadet manasınadır. Âyet-i kerimelere kafasına göre mana vermek, ahmaklık alametidir.
Şu hâlde birinin birine kul olması, Allah’a kul olmasına mâni değildir. Nitekim harplerde esir düşen düşman, öldürülmez, esir mübadelesi veya fidye ile serbest kalmaz yahut zimmi vatandaş olmaz ise, köle yapılır.
Kulun bir başka manası hizmetkârdır. Kölenin esas vazifesi efendiye hizmet etmek olduğuna göre, kul kelimesi hizmet eden demektir. “Emir kulu” tabiri bu manaya gelir.
Topkapı Saray'nda kapkullarna ulufe tevzi merasim
Kapında kul olmak…
Kul, köle, bende gibi tabirler, zamanla bir iltifat, tevazu ve iltica manası kazanmıştır. Hazret-i Ali’nin “Men allemenî harfen fekad sayyerenî abden” sözü meşhurdur. (Bana bir harf öğretenin kulu olurum), demektir.
Şiirlere, türkülere, şarkılara kadar girmiş olan “Kulun kölen olayım” tabiri işte bunu ifade eder. Şair Nevi, aşkını anlatırken, “Cihanın izzü câhın şöyle iz’an eyledim ben kim/Eşiğinde kul olmak, dehre sultan olmaktan yeğdir” diyor.
Bir kimsenin bir kimseye takdim edeceği en büyük hediye, hizmetidir, hürriyetidir. “Kulluk benim olsun, sultanlık senin” mısraında bu mana vardır.
Hele seven, sevdiğine kul olmayı, sevgisinin işareti ve aşkının cilvesi bilir. Şair der ki: “Ben senin nen olayım? Kulun kölen olayım!”
Meşhur Hüma Kuşu gazelindeki “Sen efendi ben kapında kul olim/Koy desinler bu da bunun kuludur” mısraları bu kabildendir.
Fakirhane mi, devlethane mi?
Kul, haddini bilmelidir. Kul, köle, bende gibi tabirler, eski terbiyede sık kullanılan ve bilhassa istidalara, hatta mektuplara yazılan birer tevazu nişanıdır.
Osmanlılarda hiç kimse kendisinden ‘ben’ diye bahsetmez. “Kulunuz, köleniz, çakeriniz veya (tevazuyu daha da ileri götürerek üçüncü şahıs sigasıyla) kulları, bendeleri, çakerleri, abd-i acizleri” diye anar.
Kızından veya zevcesinden, “kerimem (veya refikam) cariyeniz”; oğlundan bahsederken “mahdum köleniz” diye bahseder. Nitekim kendi evinden “fakirhane”, muhatabının evinden ise “devlethane” diye bahseder. Bu, Osmanlı terbiyesinin en mühim umdelerindendir.
Kul mu, tebaa mı?
Gelelim padişahlar ve kullarına… Bir kere Padişahlar, halka “Ey kullarım” diye hitap etmez. Ancak dolaylı olarak felanca kulum veya kullarım diye bahseder. Burada kul, hem tebaa için, hem de padişahın yakın çevresindeki vazifeliler için kullanılır.
Osmanlılarda klasik devirde devlet adamları ve kapıkulu askerlerinin hemen tamamı kul menşelidir. Bunlar da ya devlete ya da padişaha aittir. Devlet hazinesinin mutasarrıfı da padişah olduğuna göre hepsinin “padişahın kulları” diye anılması tabiidir.
Sonradan artık hür memurlar istihdam edildiğinde bile ananeye göre, sadakat ve itaatin icabı olarak kul tabiri kullanılmaya devam etmiştir. Bütün monarşilerde de böyledir.
Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şerifler, hükümdarın tebaasını kollayıp gözetmesini; tebaanın da hükümdara itaat etmesini emreder. Yani tebaanın, hükümdara itaati ve sadakati bir İslam-Osmanlı anayasa hukuku kaidesidir.
İşte hükümdar ile tebaa arasındaki bu münasebetin vasfı icabı, siyaset ananesinde tebaa da padişahın kulları olarak anılır. Yoksa hür kişilerin, padişahın kölesi olmadığı meydandadır. Burada kul tabiri, bir yanda sadakat ve itaati, öte yandan şefkat ve himayeyi ifade eder.
Aile ve mülk
Askerlerin, memurların, hatta tebaanın padişahın evlatları diye anıldığı da vakidir. Bu da baba ve evlat arasındaki münasebeti sembolize eder.
Monarşilerin en mühim ve mütefaik (üstün) hususiyeti budur ki, hükümdar, halkı ailesi, ülkeyi de mülkü olarak görür. Beş senelik seçim devresi için kullanacağı bir fırsat olarak değil.
Bu sebeple canı pahasına kollayıp gözetir. Zira tebaanın ve ülkenin yok olması, kendi yok olmasıyla müsavidir. Bunun için hükümdarın vatana hıyaneti diye bir şey aklen tasavvur edilemez.
Kul da mülk gibidir. Nasıl “padişahın mülkü” tabirindeki mülk, hukuki mülkiyeti ifade etmez, yani hükümdar ülke topraklarında malik gibi tasarruf edemezse, çünkü kendi ayrı hususi mülkü varsa, kul da her zaman kölelik manasını taşımaz.
Böyle kul olmaz!
Buna rağmen bu “kullar”, bazen haklı, çoğu zaman sudan sebeplerle defalarca ayaklanmış; birkaç padişahın da kanlarına ellerini bulaştırmışlardır!
3 yıllık bir mücadele ile Celâli zorbalarını sindiren Kuyucu Murad Paşa’nın, ele geçirdiği 400 Celali bayrağıyla İstanbul’a girişi büyük bir sevince yol açmıştı. Genç Padişah Sultan I. Ahmed Han huzuruna çıkan ihtiyar sadrazama “Lala! Buyur otur” dediğinde; Paşa yer öpüp, “De’b (usul, kanun) değildir. Kul haddini ve vazifesini bilir” diyerek ayakta beklemişti.
Padişah kendisini güçlükle oturttuktan sonra; "Lala! Senden bir ricam var" deyince Kuyucu Murad Paşa, “Estağfirullah! Padişahların kullarından ricaları olmaz, emriniz olur Sultanım” diyerek boyun bükmüştü.
Sultan III. Mehmed’in Kanije müdafaası vesilesiyle Tiryaki Hasan Paşa’ya yazdığı fermanda, “Berhudar olasın. Sana vezaret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, manen oğullarımdır, cümlenizi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım” demiş; koca vezir Tiryaki Hasan Paşa bu ferman okunurken gözyaşlarını tutamamıştı.
Sultan IV. Mehmed’in, Abaza Hasan Paşa ve sipahi isyanında, veziriazam Köprülü Mehmed Paşa’nın azlini ve idamını isteyen isyancı mümessillerine, “Sizi kim gönderdi?” diye sormuş; “Kullarınız” diye cevap verince, “Hâşâ! Onlar benim kullarım değildir. Veziriazam kâfir üzerine cihad ederken, bunlar müminiz ve muvahhidiz ve padişahın kuluyuz diyerek isyan ederler. Yemin ederim ki, itaat etmezlerse hiçbirini sağ koymayacağım” demişti
.
RUM BELDELERİNİN PADİŞAHI: YILDIRIM BAYEZİD
4 Temmuz 2022 02:00
“Yemininizi size iade ediyorum. Gidiniz, tekrar ordular toplayıp üzerime geliniz. Zafer şerefini tekrar kazanmak için bana fırsat bahşediniz!”
Sultan Bayezid, Orta Çağ’ın en büyük kumandanlarındandır. İdeali hem Anadolu birliğini kurmak, hem de İstanbul’u fethederek Rumeli’deki kalıcılığı tescillemekti. Babasından aldığı 500 bin km2’lik ülkeyi, 13 yıl içinde 942 bin km2’ye çıkarmıştır.
Sultan I. Murad’ın oğludur. Babasının tahta çıktığı 1360 senesinde dünyaya geldi. Bayezid (Ebu Yezîd), “Yezid’in babası” demektir ki, Hazreti Muaviye’nin lakabıdır. 1387’de babasıyla beraber katıldığı Karaman harekâtında gösterdiği sürat sebebiyle muharebe kazanılmış; kendisine ‘Yıldırım’ unvanı verilmiştir.
Babasının 1389’da Kosova Muharebesi’nde şehit düşmesi üzerine, ileri gelen devlet adamları tarafından harb meydanında tahta çıkarıldı. Zafer sarhoşluğuna kapılmadan, zaferin meyvelerini toplamak üzere bir sene kadar Rumeli’de kaldı.
Sırbistan’ı yok etmek yerine, büyük bir siyasi maharetle, harb meydanında ölen kralın oğulları ile anlaşmak yoluna gitti. Böylece Sırpların kalbini de fethetmiş oldu. Bundan sonra Sırbistan sadakatle Osmanlılara bağlandı. Öyle ki Ankara Muharebesi’nde Türk askerler saf değiştirdiği veya sıvıştığı hâlde, Sırp müttefikler son ana kadar cepheyi terk etmedi.
Bre Doğan! Dayan!
Osmanlıların Avrupa’daki ilerlemesi, tedirginlik uyandırdı. Macar Kralı Sigismund, Papa’dan yardım talep etti. Macar, Fransız, İngiliz, Leh, Alman, İspanyol, Venedik, Rodos ve Eflak askerlerinden müteşekkil 130 bin kişilik bir Haçlı ordusu kuruldu. 60 bini Macar askeri idi.
Töton şövalyeleri, Norveç, İskoçya, küçük İtalyan devletleri sembolik birliklerle katıldığı ordu, Osmanlıları Rumeli’den attıktan başka, Kudüs’ü de Memlükler’den almak emelindeydi.
Haçlılar, Ortodoksların yaşadığı topraklarda yağma ve katliam yapa yapa, Hristiyan halkın nefretini kazanarak, bugün Bulgaristan’ın Tuna kenarındaki şehri Niğbolu’yu kuşattı. Padişah’ın, Mısır’a kaçtığını zannediyorlardı.
Macar Kralı ile Bizans İmparatoru arasındaki haberleşmeyi ele geçiren Padişah, düşmanın vaziyetini tamamen öğrenmişti. Arazinin şartlarına göre 70 bin kişilik disiplinli ordusunu hazırladı. Süratle Niğbolu’ya geldi. Akıl almaz bir cesaretle Macar kıyafetinde atını kale dibine sürüp, kale kumandanı Doğan Bey ile konuşarak moral verdi.
Tekrar geliniz!
25 Eylül 1396’da hilal şeklindeki Osmanlı birlikleri düşmanı kıskaç içine alıp imha etti. Tuna’daki Haçlı donanması batırıldı. 20 bin kişi kurtuldu. 10 bin esir alındı. Macar Kralı Sigismund ve müstakbel İngiltere Kralı IV. Henry kaçarak canını kurtardı. Tuna’ya atlayanlar, bu geniş nehirde ağır zırhlarının tesiriyle boğuldu.
Venediklilerin 70 büyük gemiyle gönderdiği mühimmat ele geçirildi. Niğbolu’da düşmandan alınan ganimet o kadar çoktu ki, bunun Padişah’a düşen 1/5 hissesi ile Anadolu ve Rumeli’de çok sayıda hayır eserleri yaptırıldı.
Mağlubiyet haberi Avrupa’ya bomba gibi düştü. Esirler için yüksek fidye-i necat alındı. Padişah, bir daha kendisine kılıç çekmeme yemini eden bu esirlere, son gün ziyafet verdi. Esirler arasındaki 27 Fransız asilzadesinden en meşhuru, Fransa Kralının amcasının oğlu Jean Sans Peur (Korkusuz Jean) idi.
Kendisine itimadı son derecede olan Padişah, “Bu yemini size iade ediyorum. Gidiniz, tekrar ordular toplayıp üzerime geliniz. Zafer şerefini tekrar kazanmak için bana fırsat bahşediniz!” dedi.
Zafer, İslâm âleminde heyecanla karşılandı. Kahire’deki Abbasi Halifesi, Yıldırım Sultan Bayezid’e yazdığı tebrik mektubunda, “Sultan-ı İklim-i Rum” (Anadolu ve Rumeli beldelerinin sultanı) diye hitap etmiştir.
Padişah’ın, müdafaasız kalan Macaristan’ın fethine girişmemesi, muntazam bir siyaset takip ettiğine, Tuna etrafını güçlendirmeden yayılmak istemediğine delildir.
Anadolu birliği
Padişah’ın Rumeli’de olmasından istifade eden Anadolu Beylikleri, Karamanoğulları liderliğinde Osmanlılara karşı ittifak kurdu. Bunun üzerine Sultan Bayezid, Saruhan, Aydın, Menteşe, Germiyan, Hamid ve İsfendiyar beyliklerinin topraklarını mukavemet görmeden fethetti. Lütuf göstererek eski beylere başka yerlerde valilikler verildi.
Niğbolu’da savaşırken, kendisini arkadan vuran eniştesi Karamanoğlu Ali Bey’i mağlup etti. Karaman, ardından da Kadı Burhaneddin Beyliği toprakları fethedildi. Malatya, Memluklerden alındı. Zülkadir Beyliği de Osmanlıları metbu tanıdı.
Osmanlı sınırları Akdeniz ve Karadeniz arasındaki mıntıka ile beraber Fırat’a kadar dayandı. Böylece Selçuklular’dan sonra Anadolu birliği ilk defa temin edilmiş oldu. Ancak Osmanlı-Memluk ittifakı yara aldı.
Dostane geçinmek istediği, ancak her defasında Haçlılarla ittifak yapan Bizans’ı 4 defa kuşattı. Her bir kuşatma, başka bir tehlikeyi def etmek üzere kaldırıldı. Şehirde camisi ve mahkemesiyle 700 evlik bir Müslüman mahallesi kuruldu. Bu kuşatmalar boyunca Osmanlılar şehri abluka altında tuttu.
1400 senesindeki 4. kuşatmada şehrin düşmesi an meselesiydi. Niğbolu’dan sonra hiçbir Hristiyan hükümdar Bizans’ın yardımına gelemezdi. İşte tam bu sırada imdada hiç umulmayan bir kuvvet yetişti. Bu kuvvet, Çağatay Hanlığı tahtını eline geçiren ve Cengiz’in mirası peşinde koşan Moğol asıllı Emîr Timur idi.
Yıldırım Sultan Bayezid’in bu büyük cihangir ile macerasını ve acı sonunu sonraki bir yazıda ele alırız inşallah.
Halk için harcanan servet
Yıldırım Sultan Bayezid, bütün servetini halkın iyiliği ve imar için harcadı. Birçok hayır eseri yaptırdı. Bunlardan en muhteşemi ve en güzeli Bursa’daki Ulucami’dir (Câmi-i Kebir).
Ayrıca Bursa’da kendi adıyla anılan bir cami, darüşşifa (hastane), medrese, imaret, tabhane (nekahet evi) ve hamam yaptırdı. Buradaki darüşşifaya Kahire’den tabip getirtti. Kemerler yaptırarak Uludağ’dan şehre su akıttı; her tarafa çeşmeler yaptırdı.
Alaşehir’i fethedince, cami, medrese, hamam; Edirne’de cami ve imaret; Balıkesir’de cami ve medrese; Bolu’da cami, medrese, hamam ve kütüphane; Mudurnu’da cami, medrese, hamam; Karaferye, Dimetoka ve Niğbolu’da birer cami; fethettiği hemen her şehirde imaretler ve zaviyeler yaptırdı. Kadıların mahkeme harçlarıyla geçinmesi kaidesini getirdi.
Hak söze kulak vermek gerek
Bursa Kadısı Molla Fenari, vakıflara dair bir davada, namazı cemaatle kılmadığı gerekçesiyle Padişah’ın şahitliğini kabul etmemiş, o da sarayın önünde bir cami inşa ettirerek beş vakit namazını cemaatle kılmaya ihtimam göstermiştir.
Bir hâkim, bunu herkesin huzurunda Padişah’ın yüzüne karşı söyleyebilmiş; o da bu hükme razı olmuştur. Bir Orta Çağ hükümdarı için böyle birini cezalandırmaktan kolay bir şey olmadığı hâlde, ses çıkarmaması, kanun önünde halk ile kendisi arasına fark görmediğine; doğru sözü kabul ettiğine ve adaletine delildir.
Konya kuşatmasında, ahalinin kaldıramayıp kaçtığı ekinlere dokunulmamıştı. Atların yem ihtiyacı olunca, kaleye haber gönderilip ekin sahipleri çağrıldı. Peşin para ile buğdayları satın alındı. Bunu görüp hayrete düşen Konya halkı, kale kapısını ardına kadar açtı
.
ACIKLI BİR HESAPLAŞMA: SULTAN BAYEZİD VE EMÎR TİMUR
11 Temmuz 2022 02:00
Sultan I. Bayezid’in parlak başlayan, parlak devam eden hayatı, acı bir şekilde sona ermiştir...
Türkistan, İran, Irak ve Suriye’yi istila eden Emîr Timur, önünden kaçıp Sultan Bayezid’e sığınan iki hükümdarın, Karakoyunlu Yusuf ve Celayirli Ahmed’in kendisine gönderilmesini, Padişah’ın oğullarından birinin rehine verilmesini ve Doğu Anadolu’nun eski sahiplerine iadesini istedi.
Padişah, Oğuz töresine ve İslam misafirperverliğine aykırı gördüğü teklifi sertçe reddetti. Bu hadise, Timur’a harb bahanesi oldu. Bunu fırsat bilen eski Anadolu beyleri, gizlice kendisine sığınıp onu Padişah’a karşı kışkırttılar.
Askerlik mi, siyaset mi?
Yıldırım Sultan Bayezid, evvelce sınır ihtilafı sebebiyle ters düştüğü Memlüklerle bir ittifak kuramadı. Sultan Berkuk da galip gelirse kendi topraklarını fethedeceğinden korkarak Sultan Bayezid’e mesafeli durdu. Padişah, Timur’un Hind ve Çin’in fethi derdine düşüp, buraya bir daha dönmeyeceğini düşünüyordu.
Ancak Timur, 1400’de geri dönüp Anadolu’ya girdi. Sivas’ı alıp feci şekilde yağmalayarak Sultan Bayezid’e ders verdiğini zannetti. Ama hesaplı hareket ederek üzerine yürümedi. Timur’un etrafındakiler, Sultan Bayezid’in Allah yolundaki mücadelesine hayrandı. Timur bile, onun için “Büyük bir İslam mücahididir” demişti.
Sultan Bayezid’in gurura kapılarak, Timur’a lazım gelen ehemmiyeti vermemesi, askerliği derecesinde bir siyaset adamı olmadığını gösterir. Timur ile anlaşsaydı, belayı başından def edebilirdi. Ama onun gibi Avrupa müttefik kuvvetlerini bozguna uğratmış bir hükümdarın, bir başkasına tabi olması psikolojik olarak çok zordur.
Harb meclisinde bazıları, Sultan Bayezid’e düşmanın çok güçlü olduğundan bahsedip, meydan muharebesinden kaçınarak çete harbiyle düşmanın yıpratılmasını tavsiye etti. Düşman, er geç memleketi terke mecbur olacaktı.
Bazıları da ülkedeki tahribatını engellemek için düşmanın derhal imha edilmesi lazım geldiğini söyledi. Padişah, bu ikinci fikri kabul etti. İstanbul kuşatmasını kaldırarak düşmanın üzerine yürüdü.
Yolun sonu
Timur, hasmını dolaştırarak yordu. İki ordu 28 Temmuz 1402 tarihinde Ankara yakınlarındaki Çubuk ovasında karşılaştı. Yorgun ve susuz Osmanlı askerleri, aynı dili konuştukları, aynı din ve mezhepteki düşmanla isteksiz savaştılar.
İlk hamlede Osmanlı sipahileri ani bir hücumla düşmanı bozdular. Timur, ihtiyat birliklerini ve üzerinden bomba atılan 32 tane zırhlı fili öne sürdü. Ömründe fil görmemiş Osmanlı atları ürktü.
Tam o esnada Osmanlı ordusundaki Karatatarlar karşı tarafa geçti. Osmanlı ordusunun sol cenahı çöktü. Eski Anadolu beyliklerine mensup askerler de karşı taraftaki beylerini görünce, saf değiştirdiler.
Bu hıyanetler, Yıldırım Bayezid için felaket oldu. İlk defa kendi dehasında bir kumandan ile karşı karşıyaydı. Yakınları Padişah’a geri çekilmeyi teklif ettiler. Eğer düşman takip etmezse, bu, bir muvaffakiyet sayılırdı. Padişah, kabul etmedi.
Kötü neticeyi gören Şehzade Süleyman ve Şehzade Mehmed, askerlerini kurtarabilmek için babalarının tavsiyesiyle geri çekildi. Padişah’ın kayınbiraderi Sırp Kralı’nın birlikleri de büyük zayiat verip çekildi. Padişah’a, kaçmak için son fırsat olduğu söylendi. O ise dövüşüp şerefiyle ölmeyi tercih ettiği cevabını verdi.
Ne kazandı?
Muharebenin sonunda, elinde balta ile dövüşürken atının ayağının sürçmesiyle yere düşen Padişah, esir edildi. İki oğlu Mustafa ve Musa da esirler arasındaydı. Timur, Avrupa hükümdarlarına mektup gönderip, kendilerini yenen adamı esir almasıyla övündü. Sultan Bayezid'in 6 bin kilometre öteden gelen Timur’a karşı zafer kazanma imkânı çok düşüktü.
120 bin Osmanlı askerinin, Timur’un 300 bin askeriyle 15 saat boyunca savaştığı Ankara Muharebesi, Orta Çağ’ın en büyük meydan muharebesidir. Osmanlıların kayıpları hakkında kaynaklarda 15 bin ila 45 bin arasında çeşitli rakamlar verilir.
Hiçbir muharebede 6 binden fazla kayıp vermeyen Timur bile burada 40 bin kayıp verdi. Muharebe, İstanbul’un fethini 50 sene ve Anadolu birliğinin tekrar kurulmasını 100 sene geciktirdi. Timur’un ne kazandığı meçhuldür.
Asıl felaket
Timur, esir hükümdara saygı gösterdi. Anadolu’da nereye gitse yanında götürdü. Kızlarından biri ile torununu evlendirerek akrabalık kurmak istedi. Bir yandan da Anadolu’yu eski beylerine geri verdi. Osmanlı hazinesi ve ordunun geçtiği şehirler yağmalandı. Bursa ve İznik ateşe verildi.
Asıl felaket, harbin kaybı değil; Padişah’ın esareti oldu. Geri çekilseydi, Timur’un Sakarya’yı geçebilmesi zordu. Timur çekilir çekilmez, Sultan Bayezid kayıpları telafi edip, birkaç senede eski hâle döndürebilirdi.
Amasya Valisi Şehzade Mehmed babasını kurtarmak için teşebbüste bulundu. Ancak Padişah’ın bulunduğu yerin altına tünel kazan adamları yakalandı. Timur, tedbirleri arttırdı. Padişah’ı kafese koyduğu, Sırp Prensesi zevcesine sakilik yaptırdığı gibi şeyler uydurmadır…
Sultan Bayezid, bu acıklı hâle 7 ay dayanabildi. Üzüntüden hastalandı. 3 Mart 1403’te Akşehir’de astım krizinden öldü. 42 yaşındaydı. Cenazesi Bursa’ya getirilerek kendi yaptırdığı caminin yanındaki türbesine defnedildi.
Bir rivayete göre Timur “Sizi serbest bıraksam, kargaşayı önleyip iktidarı ele alabilir misiniz?” diye sormuş; buna müsbet cevap verince telaşlanarak kendisini zehirlemiştir. Teessüründen yüzüğünün kaşındaki zehri içerek intihar ettiği rivayeti uydurmadır.
Timur, Osmanlı ordusunu imha edemedi. Rumeli’ye geçme fikrinden caydı. Şehzadeler arasındaki birkaç senelik mücadeleden sonra, işler tekrar yoluna girdi. Osmanlı Devleti öyle güçlü esaslar üzerine kurulmuştu ki, üzerinden bu silindir geçtikten sonra 50 senede İstanbul’u fethedip bir imparatorluk hâlini aldı.
Çal çoban çal!
Sultan Bayezid’in ilk zevcesi Germiyanoğlu Süleyman Bey’in kızı Devlet Hatun’dur. Bu hanım, anne cihetiyle Mevlâna Celaleddin Rumî’nin torunudur. Padişah’ın siyasi mahiyette başka evlilikleri de vardır. Süleyman, İsa, Mehmed, Ertuğrul, Musa, Mustafa, İbrahim ve Kasım Çelebi adında 8 oğlu olmuştur.
İbrahim ve Ertuğrul babasının sağlığında ölmüştür. Muhtemelen Sivas müdafaasında öldürülen Ertuğrul’un ölümüne o kadar üzülmüştür ki, Bursa kırlığında gezerken, bir çobanın hazin kaval sesini işince, “Çal çoban çal! Sivas gibi bir kalen mi düştü? Ertuğrul gibi bir oğlun mu öldü?” dediği meşhurdur. Bu büyük teessür, Padişah’ın sonraki hareketlerinde âmil olmuştur.
Altı kızından Hundi Hatun, Buharalı âlim ve veli Mehmed Şemseddin ile evlenmiştir. “Emir Sultan” diye bilinen bu şeyh, kayınpederinin de yakın müşaviri idi. Tahta çıktığında ona kılıç kuşatmıştır. Türbesi Bursa’da meşhur ziyaretgâhtır.
Sultan Bayezid, kırmızı ve sarıya çalan beyaz yuvarlak yüzlüydü. Burnu kavisli idi. Baba ve dedesi gibi Horasani sarık sarar; Bursa kumaşından kadife çiçekli kaftan giyerdi.
Onun zamanında zenginlik arttığından, dinin vakarını ve devletin izzetini göstermek için debdebeli yaşardı. Bu, dedikoduyu mucip olmuştur. Hâlbuki devletin parasını harcamakta çok hassastı. Ankara Harbi evvelinde hazinedeki parayı teşvik için askere dağıtması söylendiğinde, kabul etmemişti.
Emniyet ve adalet
Muasırı olan Mısırlı Arap tarihçisi âlim İbni Hacer der ki: “Yeryüzündeki hükümdarların en iyisidir. İlmi ve âlimleri sever. Derdi olan birisi, rahatça bunu kendisine arz edebilir. Ülkesinde emniyet öyledir ki, bir kimse tek başına yanında mallarıyla hiç kimsenin taarruzuna uğramadan seyahat edebilir.”
Osmanlı tarihçisi Ahmedî der ki: “Baba ve dedesi gibi adil ve olgundu. İlim ehlini severdi. Dindarları hoş tutardı. Sayesinde Anadolu ve Rumeli’de mamur olmayan yer kalmadı. İbadetine devam ederdi. İçki içmez, çalgı bile dinlemezdi.” Nişancı Mehmed Paşa, Şükrullah Efendi gibi tarihçiler de benzer şeyler söyler.
Ankara mağlubiyeti millî vicdanlarda öyle teessür meydana getirmiştir ki, bunun mesulü olarak zevcesi Sırp Prensesi veya vezir Çandarlı Ali Paşa görülmüş; bunların Padişah’ı eğlenceye alıştırdığı ithamı yapılmıştır. Padişah’ın evvelce eğlenceye düşkün olduğu, ama sonradan vazgeçtiği de bazı kroniklerde yazılıdır.
.
BİR SİYASİ MUHALİFİN TASFİYESİ: ALİ ŞÜKRÜ BEY CİNAYETİ
18 Temmuz 2022 02:00
Birinci Ankara meclisinde yaşanan bir siyasi cinayet, Türk politikasına damgasını vurmuş bir dönüm noktasını teşkil eder...
Birinci meclis, her ne kadar Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin tayin ettiği azalardan, yani çoğu eski İttihatçılardan olsa bile, muhalefet de eksik olmamıştır. Bu muhalefet, Mustafa Kemal Paşa’ya sadık Birinci Grup ile şahıs otoritesine karşı İkinci Grup arasında cereyan etmiştir.
Resmî tarihin aksine, bunlar muhafazakâr ve cumhuriyet düşmanı değildir. Sonradan Halk Partisi adını alacak olan Birinci Grup zaman zaman o kadar sıkıştırılmıştır ki, saltanatın kaldırılması, Lozan’ın kabulü ve cumhuriyetin ilânı çok zor olmuştur. Muhalifler bazen tehditle, bazen yok edilerek sindirilebilmiştir. Bunlardan biri de II. Grup lideri Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’dir.
Amansız muhalif
Deniz zabiti Ali Şükrü Bey, İttihatçı ve Sultan Hamid muhalifiydi. Ankara Hareketi'nin başına geçmesini umduğu Enver Paşa’ya ölene kadar bağlı kaldı. Âdeta bir itimad-ı nefs timsaliydi. İstiklal Mahkemeleri’ni gönülden destekledi.
Dinine bağlı idi. Milletvekillerinin bile takmadığı Men-i Müskirat Kanunu’nun kabulüne önayak oldu. Ama padişahçı zannedilmemelidir. Nitekim saltanatın ilgasına karşı çıkmadı. Ankara Hareketi'ni milletin yegâne mümessili olarak görürdü. Ekonomide devletçilik taraftarı idi.
Bursa’nın işgali üzerine Mustafa Kemal Paşa’ya tarizde bulunduğu ateşli konuşmalar yaptı. Bu, hükûmeti müşkül vaziyete soktu. Paşa’ya geniş salahiyetler veren Başkumandanlık Kanununa şiddetle muhalefet etti; ama müspet rey verdi.
Mart 1923’te Lozan müzakerelerinde yaptığı uzun konuşmalarla hükûmeti sıkıştırdı. Öyle ki 6 Mart’taki celsede Kemal Paşa ayağa kalkıp Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü. Böylece Mahir İz’in tabiriyle idam fermanını kendi eliyle imzaladı...
***
27 Mart’ta Ali Şükrü Bey’in kaybolduğu haberi Ankara’ya bomba gibi düştü. Rıza Nur’un anlattığına göre, bir müfreze askerle gezen bir jandarma zabiti, Mühye köyü yakınlarında sürülmüş bir tarlanın kenarındaki sinek yığınından şüphelenmiş; biraz kazınca, Ali Şükrü Bey’in cesedini bulmuştu.
“Demokrasi Şehidi”
39 yaşındaki Ali Şükrü Bey için hem Ankara’da, hem de Trabzon’da merasim yapıldı. Bayrağa sarılı tabutu hastaneden alınıp Hacı Bayram Camii’ne, oradan da Meclis'e getirildi. Tan gazetesi, katılanların sayısını 40 bin olarak verir. Binlerce kişi tabutunu taşımak için birbirine girmişti.
Cenaze buradan otomobille Trabzon’a götürüldü. İkinci Grup’un önde gelen isimlerinden Hüseyin Avni Bey, cenazeyi uğurlarken, “Ey Trabzon, sana al bayraklı bir gelin gönderiyoruz” demiş; “Ali Şükrü’yü öldüren bilekleri kıracağız, isterse sırmalı paşa bileği olsun!” diyecek kadar ileri gitmiştir.
Gazi, cenazenin İstanbul üzerinden nakline müsaade etmedi. Buna rağmen Trabzon’daki merasim, hükûmete muhalefet gösterisi hâlini aldı. Sonradan İsmet İnönü’nün veliahdi olacak Trabzon Milletvekili Faik Ahmed (Barutçu), “Çankaya katilleri” diye bağırıyordu...
Amerikalı subaylar ve Rus diplomatlar da iştirak etti. Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Ankara’ya cephe aldı ve merkezle irtibatını kesti. Muhalifler, Ali Şükrü Bey’i bir “Demokrasi şehidi”ne dönüştürdü.
Mahir İz, “Ey ruh-i mübarek, seni bir sâil-i menhus/Şehrah-ı hakikatte şehid eyledi, efsus” diye başlayan bir mersiye yazmıştır. (Ey mübarek ruh, seni bir uğursuz saldırgan, hakikat yolunda şehit etti, yazık!)
Katil kim?
Tahkikata göre, Ali Şükrü Bey, kaybolduğu 27 Mart günü Karaoğlan Caddesi'nden hükûmete giden yol üzerindeki Merkez Kıraathanesi önünde oturmuş, âdet-i veçhiyle nargile içiyordu. Topal Osman’ın adamlarından Mustafa Kaptan gelerek, seni ağa istiyor, diye çağırmıştı. Daha evvel birbirlerini tanıdıkları için, kalkıp gitmişlerdi. Bir daha kendisini gören olmamıştı...
Sonraki hadiseler şöyle cereyan etmişti: Topal Osman’ın Çankaya’daki evine vardıklarında, Ali Şükrü Bey’i sandalyeye oturtmuş; arkadan gelen 8 kişiye yağlı kementle boğdurtmuştu. Ali Şükrü Bey'in mukavemeti üzerine hayli zorlukla işlerini bitirebilmişlerdi.
Ali Şükrü Bey’in avucundaki bir sandalye hasırı parçası, işi çözdü. Siyasi konjonktürden rahatsız olan Başvekil Rauf Bey muhtemelen bunu fırsat bilip işin üzerine gitti.
Katil nerede?
İsmet İnönü hatıralarında, “Ali Şükrü Bey’in, Meclis'in en sert bir üyesi ve özellikle Atatürk'e karşı son derece insafsız ve kırıcı ifadeler ve hareketlerle muhalefet eden bir unsuru” olduğunu; Gazi’nin muhafızı Topal Osman tarafından öldürüldüğünü söyler. (Hatıralar, II/103-104)
Falih Rıfkı der ki: “Meclis'te Mustafa Kemal’den kuşkulanan en tehlikeli ve azgın grup muhafazakâr takımı idi. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü bu grupta idi… Meclis'te sert çatışmalar oluyordu. Bir defasında Ali Şükrü kürsüde konuşan Mustafa Kemal’e ağır sözler söyledi. Birbirlerinin üstlerine yürüdüler. Bu olaya çok sinirlenen Topal Osman bir adamını yollayarak Ali Şükrü’yü konuşmak üzere Çankaya tarafındaki evine çağırır ve karşısındaki iskemleye oturur oturmaz boğdurur...
Vak’a çok önemli idi. Boğduran Mustafa Kemal’in Muhafız Komutanı. Mustafa Kemal’in evini bekleyen erler onun adamları. Düşmanları cinayeti Mustafa Kemal’den biliyorlardı. Mustafa Kemal, Muhafız Taburu Komutanı İsmail Hakkı’ya (Tekçe) yakalama emri vererek kendisi eşi Lâtife Hanım'la birlikte Çankaya’dan uzaklaştı.
Şiddetli bir çarpışma sonunda Topal Osman ölü olarak ele geçti. Adamları Mustafa Kemal’in Çankaya'daki köşküne ateş etmişlerdi. Fakat olay bununla kalmadı. Trabzon’da Faik Barutçu denen avukat ki Atatürk'ün ölümünden sonra İnönü’nün ilk milletvekillerinden biri olmuştur. 'Katil Çankaya'da' başlıklı yazılar yazıyordu...” (Çankaya)
Rıza Nur der ki: “Ali Şükrü, biz Lozan’da iken, Kılıç Ali ve Topal Osman’ın adamlarından bazısının kendisini öldürmek istediğini, fakat bunlardan biri uzak akrabası olduğu için, 'tetikte bulunun' diye ikaz ettiğini anlattı. Bundan korkmamış, kabadayı adamdı. Ben ondan bunun intikamını alacağım, dedi. Bir müddet sonra Topal Osman’a rast geldim. Kemal-i safiyetle, Meclis'te hainler varmış; basıp hepsini keseceğim, dedi. Bunları sana kim haber verdi diye sordum. Gazi söyledi, dedi. Vazgeçmesi için nasihat ettim; kabul, hatta yemin etti.” (Hayat ve Hatıratım, III/1171-1174)
''Kız gibi meclis''
Osman Ağa sıkıştırılınca Çankaya Köşkü'nü bastı. Ancak Hakkı (Tekçe) ve ekibi tarafından birkaç adamıyla beraber vuruldu. Cesedi Ulus Meydanı'nda günlerce ayağından asılı kaldı. Böylece hadise failin konuşmasına fırsat verilmeden kapanmış oldu...
Ali Şükrü Bey’in zevce ve çocuklarına para ödenmesine dair teklif, Meclis'te kanunlaşmadı. Aile sefalete düştü.
İnkılap tarihi kitapları hadiseyi sükût geçer. En detay hadiselerin bile anlatıldığı Nutuk’ta, Ali Şükrü Bey’den bahis yoktur...
***
Adı bile unutulan Ali Şükrü Bey, yıllarca Trabzon’da mütevazı bir mezarda yatarken, Topal Osman için Giresun’da abidevi mezarlar yapılmış, sokaklara caddelere ismi verilmiş; her sene hakkında anma merasimleri tertiplenmiştir.
Topal Osman’a dair pek azı ciddi, çoğu gayriciddi onlarca kitap yazılmışken, Ali Şükrü Bey hakkında sadece iki kitap vardır (Kadir Mısıroğlu ve Necmeddin Alkan).
Birinci Grup bazen muhaliflerce öyle sıkıştırılmıştır ki, bundan yılan Mustafa Kemal Paşa, 28 Haziran 1923’te Meclis'i dağıtıp kendi tabiriyle “Kız gibi bir meclis” kurarak, tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir Meclis meydana getirdi (İsmail Habip Sevük, Atatürk İçin, s.53).
Kim, niçin?
Ali Şükrü Bey’i Topal Osman’ın öldürdüğüne dair umumi bir kabul varsa da cinayet adli cihetle hâlâ tam olarak aydınlatılmış değildir. Buna dair çeşitli fikirler vardır:
1-Topal Osman şahsi garezle öldürmüştür. Resmî kabul budur. Çünkü Ali Şükrü, dostu ve Enver Paşa’nın yakın adamı Trabzonlu Yahya Kahya’nın katli işini soruşturuyordu. Kahya’yı Tekçe öldürmüş; iş Topal Osman’ın üzerinde kalmıştı. Resmî görüş budur. Hâlbuki eskiden beri ikisinin arası çok iyiydi. Ağa, Ankara’ya geldiğinde Ali Şükrü karşılamış, Meclis'te onu öve öve bitirememişti.
2-Topal Osman, Gazi’ye sadakati sebebiyle öldürmüştür. Mahmut Goloğlu, Süleyman Beyoğlu gibi müelliflerin fikri budur.
3-Muhalefeti susturmak için Topal Osman’a öldürtülmüştür. Bu sebeple Osman Ağa infaz edilirken, gözü hep Gazi’yi aramıştır. Rıza Nur, Mahir İz ve Trabzonluların fikri budur.
4-Bir başkası (mesela İsmail Hakkı Tekçe) öldürmüş, suç Topal Osman’a atılmıştır. Giresunluların görüşü budur. Böylece hem muhalefetten, hem de kendisine artık lüzum kalmayan Ağa’dan kurtulmak mümkün olmuştur.
Mahir İz’in tabiriyle “Bir taşla iki kuş!” Nitekim hadisenin faillerinden Mustafa Kaptan ile Muharrem Çavuş cezadan sıyırmış; iş, Ağa’ya kalmıştır. Hâlbuki ortada cinayeti Ağa’nın işlediğine dair bir mahkeme kararı yoktur.
.
PEYGAMBER TORUNU OSMANLI PADİŞAHI: ÇELEBİ SULTAN MEHMED
25 Temmuz 2022 02:00
*Osmanlı Devleti’ni büyük bir buhrandan kurtardığı için, Sultan I. Mehmed, tarihçiler tarafından gemisiyle inananları kurtaran Nuh Peygamber’e benzetilir.
*Osmanlı hanedanının soyu Hazret-i Ebu Bekr ve Ömer’e, ayrıca Hazret-i Hüseyin vasıtasıyla Cenab-ı Peygamber’e ve Kureyş’e ulaşır…
Yıldırım Sultan Bayezid’in oğlu Çelebi Sultan Mehmed, Timur istilasından sonra büyük bir felaketin içinde düşmüş ülkeyi sükûnete kavuşturmuş; babasının mirasını toparlayarak devletin ikinci kurucusu olmuştur.
Usta bir okçu olduğundan dolayı “Kirişçi” lakabıyla anılır. (Kiriş, yay demektir.) Hatta Ankara Harbi’nden sonra kendisini almaya gelen Moğol beyini attığı ok ile vurmuştu. Bunun “Küçük Bey” manasına Rumca “Krytsez” kelimesinden geldiği de söylenir.
Osmanlı Devleti’ni büyük bir buhrandan kurtardığı için, Sultan I. Mehmed, tarihçiler tarafından gemisiyle inananları kurtaran Nuh Peygamber’e benzetilir...
1382, 1386 veya 1389’da dünyaya geldi. Annesi Germiyan Prensesi Devlet Hatun, aynı zamanda büyük mutasavvıf Mevlâna Celaleddin Rumî’nin torunu olduğu için “Çelebi” diye anılır. Bu unvan, Mevlâna soyundan gelenlere verilir. Böylece Osmanlı hanedanının soyu Hazret-i Ebu Bekr ve Ömer’e, ayrıca Hazret-i Hüseyin vasıtasıyla Cenab-ı Peygamber’e ve Kureyş’e ulaşır…
Şehzadeliğinde zamanın meşhur âlimlerinden tahsil gördü. Amasya Valiliği’ne gönderildi. Genç yaşında Ankara Muharebesi’ne iştirak etti ve yaralandı. Harbin kaybedilmesi üzerine ordusunu imhadan kurtarıp babasının da izniyle vilayetine çekildi. Amasya halkı kapılarını ona açtı. Babasını esaretten kurtarmaya teşebbüs etti; ama muvaffak olamadı.
Gayriresmî iki padişah
Babasının ölümü üzerine büyük kardeşi Süleyman Çelebi, Edirne’de; İsa Çelebi, Bursa’da ve Musa Çelebi de Kütahya’da padişahlığını ilan etti. Böylece elde kalan Osmanlı ülkesi dörde bölündü. Emîr Timur’un arzusu da buydu.
Dört kardeş de diplomatça davranıp Timur’a bağlılıklarını deklare ettiler. Böylece Timur’a tâbi olan mahallî beylere de otoritelerini kabul ettirebildiler. Balkan devletlerinin hiçbiri, bu kargaşadan istifade etmeyi düşünemedi.
Böylece Osmanlı tarihinde “Fetret Tevri” denilen ve 10 sene kadar şehzadelerin mücadele ettiği bir devir başladı. Sonraki padişahlar, Çelebi Sultan Mehmed soyundan geldiği için, Osmanlı tarihçileri diğer üçünün hükümdarlığını kabul etmez. Zira bunlar hiçbir zaman Osmanlı ülkesinin tamamına hâkim olamamıştır.
Ama Avrupalı tarihçiler ve bazı modern Türk tarihçileri, payitaht Edirne’de hüküm sürdükleri için Süleyman ve Musa’yı padişahlar listesinde sayar; bu devirde Mehmed ve İsa’yı, Süleyman’a tâbi gösterir.
Osmanlılarda bir veraset kaidesi olmadığı için yaşça büyük olanın diğer kardeşlerine bir üstünlüğü yoktu. Eski Türk an’anesinde, iktidar, hanedanın ortak malı sayılırdı. Bu sebeple tahtı kardeşlerine bırakmadığı için muhterislikle suçlanamaz. Hele diğer üçünün karakteri nazar-ı dikkate alınırsa, kaderin en isabetli seçimi yaptığı söylenebilir.
İstanbul’da ilk padişah
Mehmed Çelebi’nin Anadolu’daki toprakları paylaşma teklifine rıza göstermeyen ve Süleyman Çelebi tarafından kışkırtılan İsa Çelebi iki defa üst üste mağlup oldu ve öldürüldü (1410). Böylece Anadolu’daki Osmanlı topraklarının büyük bir kısmı Mehmed Çelebi’nin hâkimiyetine geçti.
Ardından üzerine yürüyen Süleyman Çelebi’yi, kardeşi Musa Çelebi ile anlaşıp alt etti (1411). Musa Çelebi’nin elini kolunu sallayarak Edirne’ye girmesi üzerine, gafil avlanıp İstanbul’a doğru giderken köylüler tarafından öldürülen Süleyman Çelebi, iyi kalpli, ama rahatına düşkün bir kimseydi.
Sonra Musa Çelebi, Mehmed Çelebi’ye verdiği itaat sözünü tutmadı. Edirne’de padişahlığını ilan etti ve İstanbul’u kuşattı. Bu arada Mehmed Çelebi, İstanbul’a gelerek imparator ile anlaşıp kendisini emniyete aldı. Fatih Sultan Mehmed’den evvel İstanbul’a gelen tek padişah budur.
Bir ormanda iki arslan olmaz
Mehmed Çelebi’nin Musa Çelebi’yi tasfiyesi oldukça zahmetli oldu (1413). Kumandanlar ve halk, çok sert olan Musa Çelebi yerine, itidalli Mehmed Çelebi’yi tercih etti. İstanbul yakınlarındaki İnceğiz’de mağlup olan Musa Çelebi idam edildi. Böylece Çelebi Sultan Mehmed, memleketin tek hâkimi oldu ve bütün komşuları ile barış içinde yaşamak istediğini ilan etti.
Osmanlıların kâğıt üzerinde bağlı olduğu Emîr Timur’un oğlu Şahruh, Anadolu birliğinin tekrar kurmasından memnun olmadı. Kardeşlerini bertaraf etmesinin Cengiz Töresi’ne aykırı olduğu gerekçesiyle Çelebi Sultan Mehmed’e bir sitem mektubu yazdı. Şahruh ile mesele çıkarmamaya çok dikkat eden Padişah alttan alarak, “Atalarım bazı müşkülleri tecrübeyle halletmiştir. İki padişah bir ülkede barınamaz” diye cevap verdi.
Osmanlı hanedanının ilk 3 asrında en büyük şehzade olmadığı hâlde tahta çıkan iki padişahtan birisidir. Diğeri Sultan I. Selim’dir. Çelebi Sultan Mehmed’in imparatorluğu nasıl ikinci defa kurduğunu başka bir yazıda ele alırız
Ya dirisi gelse ne yapardın?
Çelebi Sultan Mehmed tahta çıktıktan sonra müthiş bir enerjiyle memleketin birliğini tekrar temin etmek üzere çalışmaya koyuldu. Babasının dehasına sahipti. Ama çok daha itidalliydi. Babası zamanında Memlükler ile bozulan münasebetleri
düzeltmeye muvaffak oldu.
Mehmed Çelebi, kardeşi Musa Çelebi ile mücadele ederken, bunu fırsat bilen Karamanoğlu II. Mehmed Bey Osmanlı topraklarına girip Bursa’yı kuşatmıştı. O esnada Musa Çelebi’nin cenaze alayı göründü. Mehmed Bey, Osmanlı ordusunun geldiğini zannederek şehrin dışında dayısı Yıldırım Sultan Bayezid’in kabrini ateşe vererek kaçmaya başladı. Harman Danası adındaki bir subayı, kendisine, “Osmanoğlunun ölüsünden böyle kaçarsın; ya dirisi gelse ne yapardın?” demiştir.
Bunun üzerine Çelebi Sultan Mehmed Anadolu üzerine yürüdü. Babasının fethedip Emîr Timur’un eski sahiplerine verdiği Aydın, Menteşe ve Saruhan Beyliklerini tekrar Osmanlı topraklarına kattı. Candaroğlu Beyliği kendisine bağlılığını bildirdi.
Bütün bu beylikler, Osmanlılara karşı Karamanoğlu ile ittifak yapmıştı. Sultan Mehmed’in affedip Rumeli’de valilik verdiği Aydınoğlu Cüneyd Bey, sonradan verdiği sözü bozup, Padişah’a komplo kurdu. Bu arada Ege adalarına hâkim olan Cenevizliler, vergi mukabili Osmanlılara bağlılıklarını bildirdi.
Bilahare halasının oğlu olan Karamanoğlu II. Mehmed Bey’i mağlup etti. Mehmed Bey kaçtı. Topraklarının yarısı Osmanlıların eline geçti. Bey’in esir alınan oğlu, “Bu can, bu bedende oldukça, bir daha Osmanlıya kılıç çekmeyeceğiz” diye babası namına yemin etti. Ancak Padişah uzaklaştığı zaman, göğsüne sakladığı güvercini serbest bırakarak yemininin hükümsüz olduğunu ilan etti; yanındakilere de “Bizim Osmanoğlu ile düşmanlığımız beşikten mezara kadar sürecektir” dedi
.
OSMANLI DEVLETİ’NİN 2. KURUCUSU: ÇELEBİ SULTAN MEHMED
1 Ağustos 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Vakanüvis Abdurrahman Şeref Bey der ki: ''Sultan I. Mehmed, Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim ayarında bir hükümdardı; ancak kıymeti gizli kalmıştır…''
Babası Yıldırım Sultan Bayezid’in mağlubiyeti ve müessif vefatı ardından padişahlığını ilan edip, 10 sene kadar kardeşleriyle mücadeleden sonra Çelebi Sultan Mehmed, Anadolu’da birliği tekrar kurmaya az çok muvaffak oldu.
Anadolu’dan Rumeli’ye
Daha sonra Rumeli’ye geçti. 1414’te yapılan anlaşmayı ihlal eden Venedikliler üzerine yürüdü. Onlar kadar deniz harbinin tekniklerine vâkıf olmayan 30 gemilik Osmanlı donanması yenildi. Ama Ege adalarına vur-kaç yaparak düşmanı taciz etmeyi sürdürdü.
Bunun üzerine Bizans imparatorunun tavassutuyla sulh yapıldı. Venedik, verdiği zararı tazmin etti. Osmanlılar da Venedik ticaret gemilerine Çanakkale Boğazı’ndan geçiş hakkı tanıdı. Âdeta mağlubiyetten galibiyet çıkaran anlaşmanın tasdikli suretini Venedik’e götüren Osmanlı elçisi parlak bir merasimle karşılandı. Bu, Avrupa’ya giden ilk Osmanlı elçisidir.
Çelebi Sultan Mehmed daha sonra, evvelden beri ödediği sembolik vergiyi kesen ve şimdi bir taht kavgası yaşayan Eflak üzerine yürüdü. Macar-Eflak müttefik kuvvetleri mağlup oldu. Eflak üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti teyit edilmiş oldu.
Bosna’nın güney kısmı ve Arnavutluk Osmanlıların eline geçti. Hristiyanlığın İslâmiyete yakın Bogomil mezhebine mensup olan ve Macarların Katoliklik propagandasından bezen Bosnalılar, Bulgarlar ve Arnavutlar kitle hâlinde Müslüman olmaya başladılar.
Düzmece şehzade
Emîr Timur, memleketine dönerken, yanında Yıldırım Sultan Bayezid’in oğullarından çocuk yaştaki Şehzade Mustafa’yı rehine olarak götürmüştü. 1420 senesinde birisi, Şahruh’un serbest bıraktığı Şehzade Mustafa olduğu iddiasıyla Rumeli’de ayaklandı. Eflak Beyi ve Aydınoğlu Cüneyt Bey kendisine yardımcı oldu. Padişahlığını ilan edip para bile bastırdı. Hayli kişiyi, hatta beyleri de kendisine inandırdı.
Çelebi Sultan Mehmed, bu taht müddeisinin üzerine yürüdü. Mağlup olan Mustafa, Selanik kalesine sığındı. Padişah, bunun iadesini istedi. İmparator araya girerek, kendisini rehin tutup salıvermemeyi taahhüt etti. Osmanlı tarihçileri, bunun şehzade değil, bir düzenbaz olduğu kanaatindedir ve Düzmece Mustafa diye anarlar.
Yeşil Cami - Bursa
Kimse çekmedi çektiğimi
Çelebi Sultan Mehmed, 1421’de Edirne’de kalp krizi veya dizanteriden 35 yaşlarında vefat etti. Hastalığı esnasında, “Derhal oğlum Murad’ı getirin. Ben artık bu yataktan kalkamam. Memleket kargaşaya düşmesin” sözleri, ölürken bile memleketini ve milletini düşündüğünü gösterir.
Padişah’ın vefatı, 17 yaşındaki oğlu Amasya Valisi Şehzade Murad gelip tahta oturuncaya kadar 41 gün halktan ve askerlerden gizlendi. Cenazesi Bursa’da yaptırdığı türbeye gömüldü. Yeşil Türbe diye bilinen ve Bursa’nın sembolü olan bu bina, Osmanlı sanatının en güzel numunelerindendir.
Babasının bıraktığı toprakların çoğunu tekrar elde ederek vefatında 870 bin km2 büyüklüğünde bir memleket bırakmıştır ki, eski sınırlardan sadece 72 bin km2 noksandır.
Çelebi Sultan Mehmed'in Bursa'da Orta Asya mimarisi izleri taşıyan ve Emîr Timur'un türbesini gölgede bırakan Yeşil Türbesi
Ömrü boyunca üzerinde hep büyük bir yük taşımıştır. Çok sıkıntı ile karşılaşmış; ama hepsini yenmiştir. Bizzat 24 muharebede bulunup 40’a yakın yara almıştır. Ekseri zamanı hastalıkla geçirip gençliğine doyamadan ölmüştür. “Çocukluğumdan bu yana çektiğim belaları kimse çekmemiştir” sözü bunu ifade eder.
Çelebi Sultan Mehmed ölüm döşeğinde
Fetih değil sulh
Çelebi Sultan Mehmed’in gayesi fetih değil, sulh olmuştur. Onun zamanında Osmanlılar, Anadolu ve Rumeli’de dinlenmek; 10 yıllık iç savaşın yaralarını sarmak fırsatı bulmuştur. Kendisinden sonra imparatorlukta huzur hâkim olmuş; rakiplerinin hâsıl ettiği dehşet havasını silerek herkese kendisini sevdirmiştir.
Merhametli, son derece nazik bir zât (Avrupalıların tabiriyle “şövalye”) idi. Vezirleriyle ve âlimlerle arkadaşça samimi münasebetler kurmuştur. Şehzadeliğinde hocası olan Bayezid Paşa’yı tahta çıkınca vezir yapmış ve ölene kadar yanından ayırmamıştır.
Çelebi Sultan Mehmed'in sandukası (Thomas Allom 1804-1872)
Şeyh Bedreddin Hadisesi
Bu devrin en mühim hadisesi, Musa Çelebi’nin kazaskeri Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddin’in isyanıdır. Musa Çelebi mağlup olunca, 1000 akçe maaşla İznik’te ikamete tâbi tutuldu. Mağrur ve hırslı Şeyh bu sürgünü hazmedemedi. Padişah’a karşı muhalif bir tavır içine girdi. Adamlarından Börklüce Mustafa İzmir’de 5000 kişiyle isyan etti. Onu Manisa’da 3000 adamla Torlak Kemal izledi. Her iki isyan da bastırıldı.
İsyandan mesul tutulacağını düşünen Şeyh, kaçarak Eflak Prensi’ne sığındı. Etrafına toplanan memnuniyetsiz bir kitle ile Edirne’ye yürüdü. Üzerine gönderilen 200 kişi, Şeyh’in kuvvetlerini dağıttı. Tuzağa düşen Şeyh, adamları tarafından teslim edildi. Serez’deki Çelebi Sultan Mehmed’in huzuruna çıkarıldı.
Basit bir ihtilâlci değil, aynı zamanda din âlimi olduğundan âlimler huzurunda muhakemesi emredildi. Muhakeme neticesinde suçlu olduğu ortaya çıktı. Padişah, hükmü bizzat Şeyh’in vermesini istedi. Şeyh de bu suçun cezasının idam olduğunu söyledi. Talebesi olduğu iddia edilen Börklüce’nin hususi mülkiyeti reddeden aykırı fikirleri sebebiyle, yanlış olarak komünist diye tanınmış bulunan Şeyh, 1420 senesinde idam edildi.
Lahana mı, bamya mı?
Çelebi Sultan Mehmed, Ankara hezimetinden ibret alarak, süvarilerin harbdeki ehemmiyetini kavramış; daha valiliğinden itibaren bu fennin yayılmasına hizmet etmiştir. Biri Merzifon, diğeri Amasya’da olmak üzere iki bölük cündî (atlı asker) meydana getirdi.
Merzifon’un lahanası ve Amasya’nın bamyası meşhur olduğundan, Merzifon bölüğüne Lahanacı ve Amasya bölüğüne Bamyacı dendi. İki şehir arasındaki Suluova’da karşılıklı talim yapmalarını kararlaştırdı. Bu süvariler, sert ve huysuz atlara binerek, mızrak ve kılıç kullanırdı. Sonradan bu talimler, Topkapı Sarayı içinde de yapılmaya başlandı.
Sultaniye’ye hoca mı olacaksın?
Osmanlı Devleti’nin iki payitahtında, Bursa ve Edirne’de abidevi eserler yaptırarak ismini tarihe altın harflerle yazdırmıştır... Edirne’de ağabeyinin inşa ettirmeye başladığı Eski Cami’yi tamamladı. Buraya vakıf olmak üzere karşısındaki bedesteni yaptırdı. Dimetoka’da babasının başlattığı camiyi tamamlattı. Söğüt’te, Hayrabolu’da camiler yaptırdı.
Merzifon’da medrese ve hamam; ayrıca Bursa’da cami, medrese ve imaret yaptırmıştır. Sultaniye isimli bu medrese o kadar popülerdi ki, çok çalışan bir talebeye, “Sultaniye Medresesi’ne hoca mı olmak istiyorsun?” demek darbımesel olmuştu. Şimdi etnografya müzesidir.
İlk zevcesi Amasya Beyi Şadgeldi Ahmed’in torunu Şehzade Kumru Hanım; ikinci zevcesi Dulkadiroğlu Nasreddin Bey’in kızı Emine Hanım’dır. 9 oğlu ve 8 kızı olmuştur. Oğullarının Şehzade Murad dışında hepsi çocuk veya genç yaşta ölmüş; kızları Candaroğlu ve Karamanoğlu prensleriyle veya birer vezir veya vezir oğlu ile evlenmiştir.
Nuh Peygamber gibi
Pembeye lakın beyaz tenli, siyah gözlü, siyah kıvrık kaşlı, kavisli burunlu, sakalı gür, kartal bakışlı, açık alınlı, geniş omuzlu, çıkık göğüslü ve uzun kollu idi. Yakışıklıydı; güzel giyinirdi. Tarihçiler, dindar, adil, cesur, yiğit ve nazik bir insan olduğunda hemfikirdir. Herkese alicenap davranırdı. Bu sebeple halk, ağabeylerine kendisini tercih etmiştir.
Âlimlere, dul ve yetimlere devamlı ihsanda bulunur; her Cuma fakirlere yemek verirdi. Her sene Hicaz’daki mukaddes yerlere ve buranın ileri gelenleriyle fakirlere hediyeler göndermek âdetini başlattı. Surre Alayı denilen bu âdet, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir. Paralara tuğra koymak da onun zamanında âdet olmuştur. Saray teşkilatının nüvesi onun zamanında atılmıştır.
İlme ve âlimlere çok değer verirdi. Meşhur âlim, mutasavvıf, şair ve tabip Şeyhî ile yakınlığı vardı. Kısa süren saltanatı zamanında bazı ilmî eserler kendisine ithaf edilmiştir. Mesela Kazvinî’nin astronomi, coğrafya, tıp ve botanik üzerine ansiklopedik tarzda yazdığı Acâibü’l-Mahlûkât adlı kitabı Türkçeye çevrildi. Merdanî’nin tıbba dair el-Müntehab fi’t-Tıb adlı eseri Çelebi Sultan Mehmed’e ithaf edilmiştir. Sultan Mehmed, bu eserlerin müelliflerine çok ihsanda bulunarak ilmi teşvik etmiştir.
Şiir söylediği bilinen ilk Osmanlı sultanıdır. Tezkirelere geçmiş bir şiirinin ilk beyti şöyledir:
Cihân hasm olsa Hakk’dan nusret iste!
Erenlerden duâ vü himmet iste!
Son Osmanlı vakanüvisi (resmî tarihçisi) Abdurrahman Şeref Bey, Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim ayarında bir hükümdar olduğunu; ancak buhranlı bir zamanda yaşadığı için gerçek kıymetinin gizli kaldığını söyler. Hammer, onu, gemisiyle inananları kurtaran Nuh Peygamber’e benzetir.
.
BİR DERVİŞMEŞREP PADİŞAH: SULTAN II. MURAD
15 Ağustos 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Sulhsever Sultan II. Murad, harb edip kan dökülmesini istemiyordu. Rumeli’deki meseleler hallolunca, Anadolu’nun olgun meyve gibi kucağına düşeceğine inanıyordu.
Çelebi Sultan Mehmed ile bir Dulkadiroğlu prensesi olan Emine Hatun’un oğludur. 1404’te doğdu. Babası tarafından tahsiline çok ihtimam edildi. Öyle ki bir âlim seviyesinde klasik ilimleri tahsil etti.
12 yaşına gelince âdet uyarınca Amasya Sancakbeyliğine gönderildi. Burada iken Cenevizlilerden Samsun’u aldı. Börklüce Mustafa isyanını bastırdı.
Babasının 1421’de vefatı üzerine Edirne’ye gelerek 17 yaşında tahta oturduğunda, önünde tamamlanmamış siyasi problemleri buldu.
Ne dedesi gibi ne oğlu gibi...
Yıldırım Sultan Bayezid’in oğlu olduğu iddiasıyla ve Bizans’ın desteği ile Rumeli’de kendisini padişah ilan eden Düzmece Mustafa’yı bozguna uğratarak idam ettirdi (1422). Ona aldanan Rumeli beylerini ise affetti. Ama bu hâdisede ikiyüzlü siyaset takip eden Bizans’ı affetmeyerek İstanbul’u kuşattı.
Osmanlıların 6. ve en şiddetli kuşatmasından telaşa düşen Bizans, Padişah’ın Hamid sancakbeyi olan kardeşi 12 yaşındaki Mustafa’yı ayaklandırdı. Padişah, şehir düşmek üzereyken, Bizans’ın vergi ödemesi mukabilinde kuşatmayı kaldırdı ve kardeşinin üzerine yürüdü.
Adamları hile ile elde edilen Şehzade yakalanarak idam edildi. Hâdise fazla büyümeden söndürüldü. (1423).
Bundan sonra Sultan’ın Bizans siyaseti dostça ve yumuşak oldu. Çünki Osmanlılara karşı ciddi bir hareketten kaçınan Avrupa’nın, Bizans tazyik edilince birleştiğini anlamıştı.
Padişah’ın vezirleri de öyle düşündüğü için, sonradan Bizans’ı tazyik ve nihayet fethedecek olan Sultan II. Mehmed ile ters düşmüşlerdir. Zaten Sultan II. Murad, karakter olarak babasına benzerdi. Dedesi Yıldırım Sultan Bayezid’den de, oğlu Fatih Sultan Mehmed’den farklıydı.
Dostluk politikası
Bu karışıklıkları fırsat bilip Osmanlı topraklarını işgal eden Anadolu beyliklerinin üzerine yürüdü. Candar, Menteşe, Aydın ve Teke beylikleri eyalet olarak Osmanlı Devleti’ne bağlandı. Oğlu olmayan Germiyan beyi, ölümünden sonra topraklarını yeğeni Sultan II. Murad’a vasiyet etti (1428).
Padişah, Anadolu’da sükûneti sağladıktan sonra Rumeli’ye geçti. 1426’da Osmanlı sınırını geçen Macar-Alman ordusu mağlup oldu. Bu esnada Padişah’ın reyi alınmadan tahta geçirilen yeni Sırp despotunun Macarlarla ittifak yapması, 25 yıl sürecek Osmanlı-Macar ihtilafının sebebi oldu.
Dünyanın en güçlü hükümdarlarından biri olan Macar kralı, Sırbistan’ı işgal etti; ama Güvercinlik (Golubac) Muharebesi’nde sıradan bir Osmanlı sancakbeyi önünde bozguna uğradı; Kral Sigismund maktul düştü (1428). Eflak ve ardından Sırbistan ve Bosna tekrar Osmanlıları metbu tanıdı.
1429 ve 1435’te Emîr Timur’un oğlu Şahruh iki defa Garb’a sefer yaptı. Bu, Osmanlı düşmanlarını ümitlendirdi. Ama Sultan II. Murad, hiçbir zaman Şahruh’a kafa tutmayı düşünmedi. Hep iyi geçinmeye dikkat etti. Şahruh da Anadolu’da kalmayıp geri döndü.
Statüko değişmemeli
Osmanlılarla Venedik’in arası 10 senedir iyi değildi. Venedik, Macarlarla ittifak yapmıştı. Selanik, Venedik tarafından işgal edilmiş; şehre Latin nüfus yerleştirilmeye başlamıştı.
Padişah, Balkanlarda statükonun değişmesini, kendi hukukuna bir tecavüz saydı. Evvelce bir ara Osmanlıların eline geçen Selanik 1430’da tekrar fethedildi.
Bunu hazmedemeyen Venedik donanması, Osmanlı ülkesine yelken açtı. Ancak Gelibolu önünde bozguna uğradı. Sulh yapıldı. Bu arada Venedik elindeki Yanya şehri halkı, savaşsız kapılarını Osmanlılara açtı.
Türk partisi reisi kadın
Padişah’ın eniştesi olan Karamanoğlu İbrahim Bey, 1432’de Sırp ve Macarlarla ittifak yapıp, eski topraklarını almaya kalkıştı. Osmanlılar iki ateş arasında kaldı. Padişah, Anadolu’ya geçip Karamanoğlu üzerine yürüdü.
Her defasında olduğu gibi Karaman Beyi kaçtı ve padişahın kız kardeşi olan hanımını göndererek kendisini affettirdi. Karamanlıları himaye eden Memluklerle bozuşmak istemeyen ve esasen harbi sevmeyen padişah, sulhü kabul edip Edirne’ye döndü (1437).
Sultan II. Murad, Sırbistan üzerine yürüyüp, Sırp hükümdarına hâkimiyetini kabul ettirdi ve kralın kızı Mara ile evlendi. Sırbistan’daki Türk taraftarlarının lideri olan bu kadın, Ortodoks Sırp milletinin yaşamasının, Osmanlı idaresinde yaşamak olduğunu iyi biliyordu. Sonradan üvey oğlu Fatih tarafından itibar görmesinin sebebi budur.
Ancak Sırp hükümdarının verdiği sözde durmayıp Macar kralına sığınması üzerine Sırbistan’ı işgal etti. Yardıma gelen Macar ordusu Semendire’de mağlup edildi (1438).
Siz oradan biz buradan
Sultan Murad, ertesi sene, o zaman Macarların yaşadığı Belgrad’ı kuşattıysa da alamadı.
Bu muvaffakiyetsizlik düşmanı cesaretlendirdi. Karaman hükümdarı İbrahim Bey, sınırı geçerek Osmanlı topraklarını işgal etti.
Bir yandan da Papa’ya ve Macaristan-Lehistan kralına haber gönderip, “Siz oradan, biz buradan yürüyelim. Osmanlı’nın işini bitirelim. Rumeli sizin, Anadolu benim olsun” dedi. Karaman Beyi’nin bir asır boyunca büyük bedeller ödenerek elde edilmiş Müslüman vatan topraklarını düşmana peşkeş çekmesi çok acıdır.
Sırp despotu Brankoviç, Macar Kralı Ladislas ve Eflak Voyvodası Vlad Drakul ile beraber Tuna’yı geçip Bulgaristan’ı istila etti. Bu arada, evvelce Müslüman olarak Osmanlı hizmetine giren eski Arnavutluk prensinin oğlu İskender Kastriyoti Bey, Hristiyanlığa dönerek ayaklandı.
Tam o esnada Padişah’ın Amasya sancakbeyi olan oğlu Şehzade Alaaddin’in vebadan öldüğü haberi geldi. Osmanlı ordusu, Bulgaristan’ın ortasındaki Zlatitsa kasabasında cereyan eden İzladi Derbendi Muharebesi’nde mağlup oldu (1443). Segedin Muahedesi imzalandı.
Sırp despotuna eski topraklarını; Bulgaristan’da Osmanlı, Eflak’ta Macar hâkimiyetini tanıyan; iki tarafa da Tuna’yı aşmama mükellefiyeti yükleyen bu anlaşma 10 sene müddetliydi. İki taraf da anlaşmaya uyacaklarına yemin ettiler (1444).
Fetva ne buyurur?
Arkasını sağlama alan Sultan Murad, Anadolu’ya geçti. 4 Sünni mezhebin her birinden bir âlime müracaat etti. Gayrimüslim düşmanla savaşırken, kendisini arkadan vuran Karaman Beyi ile harb etmenin şer’î hükmünü sordu. Hepsi bunun meşru olacağına dair fetva verdi.
Padişah’ın üçü Kahire’de yaşayan bu âlimlere fetva sorması, ince bir diplomasinin eseridir. Çünki Karaman beyliğini Memlukler destekliyordu. Ancak Karamanlıların, Türk-İslâm âleminde itibarı kalmamış; Osmanlılarla daimî mücadele kendisini zayıflatmıştır.
Paniğe kapılan Karaman Beyi, anlaşmaya razı oldu. Sulhsever Padişah, Anadolu’da harb edip kan dökülmesini istemiyordu. Onun için bu toprakların Osmanlı veya Karamanlıların elinde olmasının ehemmiyeti yoktu. Rumeli’deki meseleler hallolunca, Anadolu’nun olgun meyve gibi kucağına düşeceğine inanıyordu.
Hayatta iken göreyim
Rumeli ve Anadolu’da sulhü temin eden Padişah, büyük oğlunun ölümüne çok üzülüyor; İzladi mağlubiyetinden dolayı da kendisini suçlu hissediyordu.
“Hayatta iken oğlumun nasıl hükümdarlık edeceğini görmek isterim” diyerek tahtı 12 yaşındaki oğlu Şehzade Mehmed’e bıraktı ve Manisa’ya çekilerek kendisini ibadete verdi. Tarihte nadir rastlanan bu tahttan feragat, dünyayı hayrete düşürdü.
Ancak Sultan Murad’ın bundan sonraki hayatı hiç de beklediği gibi sakin geçmedi. Bunu ve Padişah’ın karakterini inşallah başka bir yazıda ele alırız.
.
Yeniden Sultan II. Murad
22 Ağustos 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
“PADİŞAH İSEM, EMREDİYORUM!”
“Padişah iseniz, ordunun başına geçiniz! Padişah ben isem, emrediyorum, ordunun başına geçiniz!” diyordu genç padişah babasına.
Büyük oğlunun vefatı ve Rumeli’deki bazı muvaffakiyetsizlikler sebebiyle teessüre düşen Sultan II. Murad, 1444’te tahtı diğer oğlu Şehzade Mehmed’e bırakarak Manisa’ya çekildi.
Dünyayı hayrete düşüren bu hadise üzerine Karaman Beyi, Macar Kralına, “Osmanlı aklını kaçırdı. Tahtı bir çocuğa bıraktı. Şimdi Osmanlı’yı bitirme fırsatıdır” diye haber gönderdi.
Dilemma
Papa ve Bizans İmparatorunun teşvikiyle, Macar Kralı, Segedin’de ettiği yemini, “Bir kâfire verilen sözü tutmak lazım gelmez!” diyerek bozdu. Macar, Leh, Ulah, İtalyan, Çek, Litvan, Hırvat, Fransız ve Almanlardan müteşekkil ve Hunyadi Yanoş kumandasındaki 100 bin kişilik bir ordu Tuna’yı geçti. Venedik donanması da Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldı.
Ancak Haçlılar, evvelce Niğbolu’da yaptıkları hatayı tekrarladılar. Geçtikleri yerdeki Ortodoks halka eziyet ettiler. Kalelerin önünde fazlaca oyalandılar. Bu, Osmanlılara fırsat ve zaman verdi.
Harb divanı, sabık padişahın çağrılmasını kararlaştırdı. Genç padişah bu teklifi kabul etti. Babası buna yanaşmayınca, “Eğer padişah iseniz, ordunuzun başına geçiniz. Ben padişah isem, emrediyorum, ordunun başına geçiniz!” mealinde tarihî bir mektup gönderdi. Bu söz, mantık kitaplarında kıyas-ı münkasim (dilemma) için gösterilen meşhur bir misal olmuştur.
Sözünde durmayanın hâli
Sultan II. Murad derhal 40 bin kişilik ordunun başına geçerek Haçlıları Varna yakınlarında bozguna uğrattı (10 Kasım 1444). Gün boyu devam eden muharebede düşman 65 binden fazla ölü verdi. Yanoş kaçtı.
Padişah, maktul düşen Macar Kralı Ladislas ile onu harbe tahrik eden kardinal Cesarini’nin kesik başını bir mızrağa geçirip, yanına da Kral’ın yeminle imzaladığı Segedin Anlaşması’nın bir nüshasını iliştirip teşhir edince, düşmanın maneviyatı bozuldu...
Varna Muharebesi, İzladi Mağlubiyeti’nin lekesini sildi. Macaristan ve Lehistan kati şekilde birbirinden ayrıldı. Bütün İslâm âleminde bu zafer parlak bir şekilde kutlandı. Kahire’de Cuma hutbesinde Sultan Murad’ın ismi de anıldı.
Üç defa taht
Zaferden sonra Sultan II. Murad tekrar Manisa’ya döndü. Ancak harblerden doğan bütçe açığını kapatmak için paradaki gümüş miktarının azaltılması sebebiyle yeniçeriler ayaklandı.
Tarihteki bu ilk yeniçeri isyanı üzerine, veziriazam Çandarlı Halil Paşa, tecrübeli eski padişahın tahta davet edilmesini teklif etti. Sultan II. Mehmed, istemeyerek de olsa, babasını tahta davet etti. Sultan II. Murad 1446’da tekrar tahta oturdu.
Bazı Osmanlı tarihçileri, Sultan II. Murad’ın Varna Muharebesi’ne kumandan, bazısı ise padişah sıfatıyla iştirak ettiğini söyler. Bu ikinci iddiaya göre, Sultan Murad (ve de Sultan Mehmed) üç defa tahta çıkmış demektir.
''Benim yüzümden zarar görmesinler!''
Sultan II. Murad, Rumeli’de zaferin meyvelerini toplamaya başladı. Varna’nın intikamını almak isteyen 90 bin kişilik Macar, Sırp, Çek ve Alman askerlerinden müteşekkil ikinci bir Haçlı ordusu, 1448’de Kosova sahrasında mağlup oldu.
Muharebe evvelinde Padişah’ın, “Ya Rabbi benim günahlarım yüzünden, Müslümanları perişan etme!” diye dua ettiği anlatılır.
3 gün süren bir harbde düşman, aralarında Macar asilzadelerinin de bulunduğu 17 bin kayıp verdi. Yanoş yine kaçtı. Bu harb, artık Avrupa’da Osmanlı varlığına katiyet kazandıran son muharebe oldu.
Yağmur damlasındaki rahmet
Rahatını hiç düşünmeden yaşayan; ömrü harb meydanlarında ve sıkıntılarla uğraşarak geçen bu dervişmeşrep hükümdar, 1451’de Edirne’de 47 yaşında soğuk algınlığı veya kalb krizinden vefat etti.
Vefatı 13 gün gizlendi. Şehzâde Mehmed, Manisa’dan gelip Edirne’de tahta geçti. Vasiyetine uyularak Bursa’da oğlu Alaaddin’in yanına gömüldü. Türbesinin üstü, yağmur sularının kabrin üstüne düşebilmesi için açık bırakıldı. Yazılı vasiyeti günümüze intikal etmiştir.
6 oğlundan, ortancası Şehzade Mehmed babasına vâris olmuştur. 5 kızından Fatma Sultan, Zağnos Paşa; Selçuk Sultan, Karaca Paşa ile evlenmiştir. Yusuf adında bir oğlunun Sultan Mehmed tahta çıkınca Tebriz’e, oradan da Hindistan’a gizlice götürüldüğü; burada 2 asır hüküm süren Adilşahlar hanedanını kurduğu rivayet edilir.
Benim askerim harami değildir
Sultan Murad, ince ruhlu, hassas, âdil, merhametli, dürüst, güler yüzlü, cesur ve dindar bir hükümdar olarak tasvir edilir. Alicenaplığı sebebiyle Koca Murad unvanıyla anılmıştır.
Halkı zengin bir beldeye vergi koyması teklif edildiğinde şöyle cevap verdi: “Devletin üç helal gelir kaynağı vardır. Madenler, ganimetler ve haraç (arazi vergisi). Ben, askerime haram yedirmem. Aksi takdirde onlar harami olur. Haraminin sonu kötüdür.”
Sulhseverdi. Sulha yanaşanların taleplerini hemen kabul ederdi. Zaferden sonra düşmanını takip etmez; bir milleti mahvetmek istemezdi. İstikrarlıydı. 30 senelik saltanatını, 4 veziriazam ile geçirmiştir.
Onun hep vatan müdafaası çerçevesinde kazanılan büyük zaferleri sayesinde devlet ayakta durmuş; sonraki cihangir padişahlar, bu sayede bir cihan imparatorluğu kurabilmiştir.
.jpg)
Dâhi Delikanlı
Tıknaz, orta boylu, ablak yüzlü, esmer benizli, küçük gözlü idi. Elmacık kemikleri çıkık, sakalı değirmi idi. Bütün tarihçiler deha sahibi olduğunda müttefiktir. Hammer der ki: “Diocletianus ve V. Karl gibi delikanlı iken tahta çıktı. Ama onlar gibi saltanatı ilerledikçe dehasını kaybetmedi.”
Âlim ve şair idi. İlim ve sanatın, âlim ve sanatkârların koruyucusu idi. Âlimlerle sohbeti severdi. Mevlevî şeyhi Emir Âdil Çelebi’nin müridiydi. Hayatında sıkı bir derviş gibi yaşamıştır
Arapça ve Farsça eserlerin kolay anlaşılır bir Türkçe ile tercüme edilmesi faaliyetine hız vermiştir. Böylece Oryantalistlerin “Türk romantizmi” dedikleri edebî cereyana öncülük yapmıştır.
Zamanında Bursa ve Edirne, dünya çapında bir ilim ve kültür merkezi olmuştur. Eski Türk kültürüne alaka duymuş; kendisini küçük gören Anadolu beyliklerine nispet olsun diye, paralara Osmanlı ailesinin mensup olduğu Oğuzların Kayı boyunun damgasını koydurmuştur.
Mamur bir ülke
Oğluna geride mamur bir ülke bırakmıştır. Edirne’de 2 cami, 3 medrese, imaret, kervansaray; Bursa, Selanik, İpsala ve Ergene’de cami, medrese, imaret, hamamlar yaptırdı.
Eşkıya yatağı olan Ergene ormanını açarak, burada Ergene (Uzunköprü) adında bir şehir kurdu. Burada yaptırdığı 392 metre uzunluğundaki köprü hâlâ ayaktadır. Köprü olmayan yerlerde, halkın karşıya geçebilmesi için kayıklar vakfetmiştir.
Ergene Köprüsünün açılışında halka ziyafet vermiş; yemekleri bizzat dağıtacak kadar halk adamı olduğunu göstermiştir. Fakirlere sadaka dağıtır; Mekke, Medine ve Kudüs fakirlerine de hediyeler gönderirdi. Ankara’da bir köyün gelirini, Mekke fakirlerine vakfetmişti
.
SİZE PASAPORT YOK!
28 Ağustos 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Sürgüne gönderilen Osmanlı hanedanının eline bir yıllık pasaport verilmişti. Bir sene sonra bulundukları ülkelerde esir pozisyonuna düştüler!..
3 Mart 1924’te sayısı 300’ü bulan Osmanlı hanedanı efradı, vatandaşlıktan çıkarılarak sürgüne gönderildi. Ellerine tek yönlü 1 yıllık pasaport verildi. Yolda geçecekleri ülkelerin diplomatik vize verme teklifini Ankara reddetti.
Pasaportlarda hanedandan olduklarına dair hiçbir işaret yoktu. Mesela Osmanlı hânedanının son temsilcisi ve Müslümanların halifesi Abdülmecid Efendi, “Abdülaziz oğlu Abdülmecid” ismi ve turist vizesi ile yola çıkmıştır.
1925’te hanedan efradına verilen pasaportların müddeti bitti. Herkes bulunduğu yerde bir esir hâline geldi. Kısa bir zaman içinde vatana dönecekleri ümidini hiç kaybetmedikleri için, hemen hiçbiri başka bir tâbiyete geçmedi. Zaten bu kolay da değildi. Vatansız (haymatlos) olarak yaşadılar.
Vatansızlık, elinde herhangi bir ülkenin pasaportu olsa bile, beraberinde birçok müşkilatı getirir ki seyahat, mülk edinme ve işe girme imkânı fevkalade mahduttur. Vatansızlara hep şüpheyle bakılır.
Nitekim II. Cihan Harbi esnasında hanedan çok büyük sıkıntı çekti. Vatandaş olmadıkları için bazı ülkelerde oturmalarına müsaade edilmiyordu. Mesela İsviçre hükûmeti, harb sebebiyle Naciye Sultan ve ailesinin ülkeyi terk etmesini istemiş; insaflı Bern Sefiri Vasfi Bey’in kefâletiyle kalabilmişlerdi.
Tâbiyeti: Osmanlı
1925 senesinde Şehzâde Ali Vâsıb Efendi, mütâreke zamanında İstanbul’da işgal kuvvetlerinde zâbit iken tanıdığı Yüzbaşı Toulouse ile Nice’te bir çayhanede karşılaştı. Konuşma esnasında, o ve yanındaki dostu Kont Raimond Castellan, niçin Fransız hükûmetinden pasaport istemediklerini sordu. Ne sıfatla isteyeceklerini arz edince, bu işi Kont Castellan üzerine aldı.
Fransız hariciye müsteşarı olan arkadaşı Kont de Chamron vasıtasıyla, pasaport almak isteyen şehzâde ve sultanların isimleri ile bunlara gereken evrakın teslimini istedi.
Şehzâde, ulaşabildiği yakınlarına haber vererek, pasaport almak isteyenlerin isimlerini Halife’nin imzaladığı bir liste hâlinde takdim etti.
Bir hafta içinde, tâbiyeti “Osmanlı” diye gösteren ve üstelik “S.A.I.” (Son Altesse Imperialle=İmparatorluk majesteleri) şeklinde hânedan unvanlarının da yazılı olduğu pasaportlar kendilerine verildi.
Hânedanın o zaman Vâsıb Efendi’nin ulaşabildiği bir kısmı bundan istifade edebildi; diğerleri pasaportsuz yaşadılar. 1922’de sürgüne çıkan Sultan Vahîdeddin ve ailesi ile maiyetine, İtalyan hükûmeti pasaport vermişti.
Fransa, erkeklere dönüş müsaadesinin verildiği 1974’ten sonra artık hânedana yeni pasaport vermedi; eldekileri de son kez temdid etti.
Arnavut Prens
1925’te Fransız hükûmeti tarafından hânedana pasaport verilmesi mevzubahis olduğunda, Ömer Hilmi Efendi’nin evrak işlerini takip eden Arnavut Ekrem adında biri, pasaport alacaklar listesinin altına kendi ismini de yazmış; vaziyetten habersiz Fransız hükûmeti de kendisine S.A.I. unvanlı bir pasaport vermişti. Sonradan İsviçre’ye yerleşen Ekrem Ottoman, bu pasaporta istinaden kendisini Osmanlı Prensi olarak tanıtır; oğlunu şehzâde diye yetiştirirdi.
Nansen Pasaportu
Norveçli diplomat ve ilim adamı Fridjof Nansen (1861-1930), I. Cihan Harbi’nden sonra mülteciler meselesini çözmekle vazifeli teşkilatın başındaydı. Onun teşebbüsleriyle, 1922’de vatandaşlıktan çıkarılmış kişilere Nansen Pasaportu da denilen Milletler Cemiyeti Pasaportu verilmesine dair milletlerarası Cenevre Anlaşması imzalandı. Nansen Pasaportu, başta Rus, sonraları Yakındoğu ve Almanyalı mültecilere, kendilerine bu vesikayı veren memleketlerde seyahat etmek ya da orada yerleşmek üzere hüviyetlerini ispat imkânı tanıyan bir seyahat vesikasıydı.
Sakın para alma!
Arnavutluk Kralı Ahmed Zog, Sultan Hamid’e bağlıydı. Sonradan isteyen hânedan efradına pasaport verdi. Sultan Hamid’in torunu Şehzâde Osman Ertuğrul Efendi anlattı:
“Cihan Harbi’nden evvel, iş için Amerika’ya gidip geldiğim zamanlardı. Fransız pasaportumun müddetinin bittiğini gördüm. Fakat ‘Paris’ten temdidi mümkün değil; Nice’e gitmesi lâzım; çünki orada tanzim edilmiş’ dediler. Halbuki benim vaktim yoktu; ertesi günü gitmeliydim. Bir kafede otururken, önceden tanıdığım Arnavut sefiriyle karşılaştım. Benim düşünceli hâlimin sebebini sordu. Anlattım. ‘Aman hiç merak etmeyin, sefârete gelin’ dedi. Gittik...
Telefonla Kral’ı aradı. Kral benimle görüşmek istedi. Konuştuk, ‘Size pasaport vermekten çok memnun oluruz’ dedi. Pasaport hazırlanırken sefirle kahve içiyorduk. Bir sekreter gelip, kralın aradığını söyledi. Sefir, oradan telefonu açıp Arnavutça konuşmaya başladı. Heyecanlandım, ‘Eyvah bizim iş yattı’ dedim. Konuşma bitince, ne dediğini sordum. Kral, ‘Sakın para alma, gratis [meccânen] yap’ demiş...
Sonra Arnavutluk, İtalyanlar tarafından işgal edilince, bu pasaportun hükmü kalmadı. Tekrar papierlos (pasaportsuz) oldum... 1951 senesiydi. Amerika’dan Peru’ya gidecektim. Ne yapacağımı şirketin avukatına sordum. ‘Seyahat için pasaportu illâ hükûmetin vermesi lâzım geldiğini sana kim söyledi? Pasaport, vize basmak için bir kâğıttır’ dedi. Daktilo ile bir kâğıt hazırladım, Affidavit in Lieu (=Yeminli Beyan). Ama hiç de inanmadım. Sefârete götürdüm; memur baktı, vizeyi koydu. Üç nüsha hazırladım, zira büyüdükçe yer kalmadı. Son pasaportum odur...”
Ertuğrul Osman Efendi, 26 Ocak 2004’te New York’ta bulunan zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan tarafından bizzat Türk pasaportu verilene kadar vatansız yaşadı.
Fransa, Osmanlı’ya borçludur
Sultan Aziz'in torunu Şehzade Şevket Efendi Kahire’de yaşıyordu. Nice şehrindeki kızı Nermin Sultan’ı ise görmek imkânından pasaportu olmadığı için mahrumdu. Nermin Sultan, II. Cihan Harbi’nde Arnavutluk’taki bir temerküz kampına gönderildi.
Nâsır iktidara gelince, hanedan mallarında hak iddia etmek üzere Şehzâde’den yazılı muvafakatnâme istedi. Şehzâde, bunu kabul etmeyince, 24 saat içinde memleketi terk etmesini istedi. Haymatlos olan Şevket Efendi’nin gideceği bir yer yoktu. Pasaport için müracaat ettiği Türkiye konsolosluğundan Topal Ragıp adlı kâtibin, “Sizi gidi hâinler! Buraya ne yüzle geliyorsunuz!” hakaretiyle kovulmuştu.
Vaziyeti öğrenen Fransız sefiri, şehzâdeye üzerinde “son altesse imperialle” şeklinde asalet unvanlarının da yazdığı bir pasaport verdi. Fransa’da ikameti tercih ederse, kendilerine bir iş de ayarlayabileceklerini söyledi. Vaziyete şaşıran şehzâdeye, “Fransa istiklâlini, XVI. asırda Almanlara karşı Kral François’ya yardım eden Kanunî Sultan Süleyman’a borçludur!” cevabını verdi.
Diplomatik pasaportlu Prenses
Halife Abdülmecid Efendi’nin Haydarabad Nizamı’nın oğluyla evlenen kızı Dürrişehvar Sultan, Berar Prensesi sıfatı ve İngiliz diplomatik pasaportu ile 1945’te Türkiye’ye geldi. Babasının cenazesinin vatan topraklarına defni için uğraştı, ama muvaffak olamadı. Bu emsalsiz güzellikteki Sultan’ın ziyareti, o zaman gazetelerde büyük alâka ile karşılandı ve hâlâ saltanat devrini özleyenler hayatta olduğu için sükse yaptı.
Bir hanedan mensubunun Türkiye’ye gelişi, devrim yobazlarını deliye döndürdü. Gazeteler Sultan’ın İstanbul ve Ankara’yı ziyaret edeceğini yazarken; görünüşte 431 sayılı kanuna aykırı bu ziyaretin, hânedan âzâsı sıfatıyla yapılmadığını; Haydarâbâd Nizâmı’nın oğlu ile evliliği, Sultan’ın bu sıfatını kaldırarak, diplomatik pasaportla yapıldığını söylemeyi de ihmal etmemişlerdir.
.
BÜYÜK KARTAL: FATİH SULTAN MEHMED
5 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
İstanbul’un fethi ile hem dünyada yeni bir çağ açılmış, hem de Müslüman âleminde Osmanlılar büyük bir prestij kazanmıştır.
Osmanlı tarihinde her padişah bir yönüyle ön plana çıkmıştır. Mesela Yavuz Sultan Selim ve Sultan IV. Murad askerlik, Kanuni Sultan Süleyman ve Sultan II. Mahmud devlet adamlığı, Sultan II. Abdülhamid diplomasideki mahareti ile ön plana çıkmışlardır.
7. Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed ise, sadece devlet adamlığı, askerlik ve diplomaside değil, ilim, fen, edebiyat gibi her sahada maharetini ispat etmiştir. Bu cihetten Avrupa’da bile emsaline az rastlanır tam bir Rönesans hükümdarıdır.
Fetih ideali
Fatih Sultan Mehmed, Sultan II. Murad’ın oğludur. 1432’de doğdu. Annesi Hümâ Hatun, İsfendiyar prensesi veya bir cariyedir. Zamanın mühim âlimlerinden ders aldı.
Hayatta iken oğlunun saltanatını görmek isteyen babası, tahtı ona bıraktı. Ancak büyük bir Haçlı ordusunun saldırması üzerine, genç padişah babasını tekrar tahta çağırdı. Sultan II. Murad’ın 1451’de ölümüyle ikinci defa tahta çıktı.
Hemen İstanbul’un fethine girişti. Gece gündüz aklındaki bu ideali gerçekleştirmek için evvela Boğaz’ın ikmal yolunu kesen Rumelihisarı’nı yaptırdı. Çabuk soğuyan toplar imal ettirdi.
Haliç’i kapatan zinciri aşmak için, gemileri karadan denize indirdi. Nihayet 53 gün süren zorlu bir kuşatmadan sonra, 29 Mayıs 1453’te dünyanın incisi İstanbul, Müslümanların eline geçti.
Yeni bir çağ
Böylece Hazret-i Peygamber’in “Kostantiniyye elbet bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandandır. Onun askeri ne iyi askerdir” müjdesini tahakkuk ettirerek İslâm âleminde büyük prestij kazandı. Ebulfeth ve Fatih unvanı ile anılmaya başlandı.
Padişah, boş bulunan Ortodoks Patrikliğine tayin yaptı. Ülkesindeki Ortodoksların da hâmisi sıfatıyla, Katoliklere karşı bir güç elde etmiş oldu. Osmanlılar, harab şehri imar ettiler. Şehre, kendi mühürlerini bastılar.
Bu fetih ile artık Avrupa’da Osmanlıların durdurulamayacağı fikri yerleşti. İnsanları yeni arayışlara sevk etti. Batıda yeni keşiflere yol açtı. Bir yandan da Rönesans doğdu. Bazı tarihçilere göre İstanbul’un fethi, Yeni Çağ’ın başlangıcıdır.
"Benim ne işim vardı?"
Bundan sonra Belgrad müstesna olmak üzere bütün Sırbistan, ayrıca Mora, Bosna, Hersek ve Arnavutluk Osmanlı ülkesine katıldı. Eflak ve Boğdan, otonom bir Prenslik şeklinde Osmanlı Devleti’ne bağlandı.
Karaman Beyliği ve Trabzon’da Pontus İmparatorluğu adıyla hüküm süren Bizans kalıntısı devlet tamamen ortadan kaldırıldı.
Doğu Anadolu ve İran’da hüküm süren ve eski Anadolu beyleri ile Venedik tarafından tahrik edilen Akkoyunlu Devleti hükümdarı Uzun Hasan Bey, 1473 tarihinde Otlukbeli Muharebesi’nde Sultan Fatih’e yenildi.
Geri çekilirken, “Ah Karamanoğlu! Hanedanın yıkılsın! Bednam (kötü şöhretli) olmama sebep oldun. Benim Osmanoğlu (Sultan Fatih) ile ne işim vardı?” dediği ve oğullarına Osmanlılarla savaşmamayı vasiyet ettiği meşhurdur.
Sultan Fatih de, “Müslüman memleketini tahrip etmek, İslâm hükûmetini yıkmak ve Müslümanlarla uğraşmak doğru değildir” diyerek onu takip etmedi.
Üç taçlı madalyon
İstanbul’un fethinden sonra kendisine bağlanan ülkelerle Osmanlı Devleti bir imparatorluk hâlini aldı. İmparatorluk, çeşitli taçların kendisine bağlı olduğu büyük devlet demektir.
Çözülen Altınordu Devleti bakiyesi devletlerden Kırım Hanlığı, 1475’te gönüllü olarak Osmanlı himayesine girdi. Diğer hanlıklar ise birer birer Rus Çarı Korkunç İvan tarafından yutuldu...
Sultan Fatih, 20 devlet ile tek başına savaşmış; 17 devlet ve 200 küsur şehir ve kale fethetmiştir. Belgrad kuşatmasında alnından ve dizinden yaralanmıştır.
Sultan Mehmed namağlup bir hükümdar değildi. Ama Belgrad ve Rodos’taki muvaffakiyetsizliklerinden dersler çıkarmayı bildi.
Onun zamanında Osmanlı donanması Venedik’i geçerek dünyanın birinci donanması hâlini almıştır. Karadeniz ve Ege, birer iç deniz olmuştur.
Böylece Kırım, Bosna, Eflak, Boğdan, Erdel, Arnavutluk gibi nice taçları elinde tutan Sultan Fatih’i, Avrupalılar, "Doğu Roma İmparatoru" kabul etti.
İtalyanlar, kendisini parçalanmış ülkelerini birleştirecek kahraman olarak gördüler. Öyle ki Floransa Dükü, Fatih’in resmini, Osmanlı, Doğu ve Roma taçlarını sembolize eden üç taçlı madalyonlara bastırdı.
Osmanlı ordusu iki koldan hareket ederek, 60 gemilik bir filo Hristiyanlığın Akdeniz’deki en mühim üssü olan Rodos’u; 100 gemilik bir filo da İtalya’nın topuğundaki Otranto’yu kuşattı. Rodos alınamadı; ama Otranto düştü.
Büyük Kartal öldü
1481 yılında hedefini gizli tuttuğu; ama Mısır veya Rodos yoluyla İtalya üzerine olduğu tahmin edilen bir sefere çıktı. Çünki vezirler, hasta olan Padişah’ın, havası daha mutedil olan Mısır’da iyileşeceğini söylemişlerdi.
Ancak öteden beri gut (nikris) hastalığından muzdarip olan padişah, bu sefer başlangıcında vefat etti.
Bu seferin ardından Padişah’ın İtalya üzerine yürüyeceğini düşünen Venedik, çok endişelenmişti. Türklerin yarımadaya çıkmasını kendi hâkimiyeti cihetinden tehlikeli görmüş ve hep engellemeye çalışmıştır. Bu sebeple Sultan’ın, doktor sıfatıyla saraya sokulan Venedik ajanları tarafından zehirlendiğini iddia edenler vardır.
Bu ölüm derhal Osmanlı ülkesindeki İtalyan diplomatlar tarafından “La Grande Aquila è Morta! (Büyük Kartal öldü)” cümlesiyle Venedik ve kısa bir zaman sonra da Roma'da bulunan Papa'ya kurye gönderilerek bildirilmiş; İtalya'da günlerce toplar atılıp, şenlikler yapılmıştır.
Sultan Fatih’in vefatıyla, Floransalıların ümitleri ve İtalya'nın birleşmesini hayal edenlerin hayalleri dört asır için suya düşmüştür. Hatırası için Floransalı şair Amyris Gian Mario Filelfo bir mersiye yazmıştır.
Değer mi?
Sultan Fatih, 1461 senesinde Erzincan üzerine yürüdüğünde, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey, yaşlı annesini hediyelerle beraber padişahı karşılamaya gönderdi. Padişah kendisini büyük bir hürmetle karşıladı. Onun hatırına Uzun Hasan Bey ile sulh yapıp, Bulgar Dağı yoluyla Trabzon’a yöneldi. Dağ yüksek ve yolları çetindi. Padişah yaya yürüyordu. Uzun Hasan Bey’in annesi, “Oğlum, bir Trabzon için kendini bu kadar yormak değer mi?” deyince, Sultan Fatih, “Valide! İslâmiyetin kılıcı benim elimdedir. Eğer bu meşakkatlere katlanmayacak olursam, gazi unvanına da hak kazanamam. Yarın Allah’ın huzuruna çıktığım zaman mahcup olurum” cevabını verdi. Dağı böylece geçti. Trabzon’a indi ve şehri fethetti...
O, ideal bir Rönesans hükümdarıdır. Asırlar boyu nadir yetişen şahsiyetlerdendir. İyi bir asker, iyi bir devlet adamı, iyi bir âlim, iyi bir şairdi. Daha çok büyük dedesi Yıldırım Sultan Bayezid’e benzetilir. Ama onun düştüğü hatalara düşmemiştir. Hiçbir sıkıntı, meşakkat, uykusuzluk, yorgunluk, hastalık onu yıldırmamış, hedefinden şaşırtmamıştır.
.
“LONDRA KÖPRÜSÜ YIKILDI”
12 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in ölümü bu şifre ile duyuruldu. Asırlara direnen İngiliz monarşisinin asırlık sembolü tarih oldu...
Mısır Meliki Faruk’un, “Bir zaman gelir, dünyada beş kral kalır. Dördü iskambil kâğıtlarında; diğeri İngiltere’de!” dediği rivayet edilir. Dünyadaki monarşilerin, ezcümle Osmanlı saltanatının yıkılmasına sessiz kalan, hatta perde arkasından destekleyen İngiltere, kendi monarşisini gözü gibi muhafaza etmektedir.
Bu hâliyle, monarşi müessesesinin hiç de bazılarının propaganda ettiği gibi olmadığının, demokrasi ile monarşinin pekâlâ bir arada uyum içinde yürüyebileceğinin misalidir. En eski demokrasiye sahip İngiltere’de hükümdar bugün sembolik bir mevkidedir. Mahkemelerden senfoni orkestrasına, hükûmetten donanma gemilerine kadar herkes hükümdar adına çalışır. İngiltere, İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda; Man ve Kanal Adaları, Birleşik Krallığı meydana getirir. Her birinin ayrı dili, ırkı, parlamentosu ve bayrağı vardır.
Tek millet tek bayrak prensibinin cari olmadığı ülkede hükümdar hem ülkenin birliğini temin eder, hem de siyasi krizlerde anahtar rolü oynar. İrlanda, Galler ve İskoçya’nın hâlâ Birleşik Krallık’ta olmasının en mühim sebebi monarşinin birleştirici gücü olmuştur. Millî marşlarının son cümlesi şöyledir: “Tanrı, Kraliçe'yi korusun!”
Birleşik Krallık’tan ve Cebelitarık gibi denizaşırı müstemlekelerinden başka, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda’nın da içlerinde bulunduğu 15 ülke, devlet reisi olarak Kraliçe’yi kabul ederdi. İkinci Cihan Harbi’nden sonra bağımsızlığını kazanan İngiliz sömürgeleri, Commonwealth adıyla bir birlik kurmuşlardır. Başında da Kraliçe bulunurdu.
Yeni devir
Kraliçe Elizabeth, Kral V. George’un ikinci oğlu York Dükü Albert’in kızı olarak 1926’da Londra’da sıradan bir evde dünyaya geldi. Amcası Kral VIII. Edward’ın aşkı yüzünden 1936’da tahttan feragati üzerine babası kral olunca, tahtın vârisi mevkiine geldi. Evde tahsil gördü. Fransızca’dan başka anayasa ve tarih öğrendi.
Eski İngiliz müstemlekelerine yaptığı uzun bir seyahat esnasında babası öldü ve 26 yaşında iken tahta geçti (1952). Ertesi sene yapılan taç giyme merasimi dünyada ilk defa televizyonda naklen neşredildi.
II. Cihan Harbi’nden sonra dünyada yeni bir devir açılmıştı. Büyük Britanya dağılıyor; müstemlekelerini birer ikişer kaybediyordu. Dünyanın süper gücü unvanını Amerika’ya kaptırmıştı.
Genç Kraliçe, popülaritesiyle harbden bezmiş halkın siyah-beyaz hayatına renk ve canlılık getirdi. Saygı ve protokolün önde geldiği bir devrin mensubuydu. Ama bir iki istisna haricinde yeniliklere ayak uydurdu. Kültür değişirken, Kraliyet ailesi aynı kalamazdı.
Halktan biri
Ancak herkes kendisine sempati ile bakmıyordu. 1957’de aristokrat bir aileden gelen bir politikacı, o zamana kadar benzerine rastlanmamış bir şekilde, Kraliçe’ye alenen hakaret etti.
Bunun üzerine Kraliçe, fevkalade bir manevra ile, hem daha az resmî ve daha sıradan bir aile manzarası vererek, hem de dağılan eski İngiltere müstemlekelerini bir arada tutmaya çalışarak monarşinin itibarını arttırmaya, sık sık seyahatlere çıkarak İngiliz dış politikasına hizmet etmeye çalıştı.
1969’da televizyonda neşredilen Kraliyet Ailesi isimli dokümanter film, Kraliçe’yi hem işbaşında davetlilerle, ecnebi sefirlerle görüşürken, hem de evinin bahçesinde sıradan bir İngiliz ailesi gibi çocuk gezdirirken, mangal yaparken gösteriyordu. Bazıları bunun ailenin esrarlı imajını bozduğu için tenkit etse de, monarşiye menfi bakışları sildi.
Monarşi gemisi
Kraliçe’nin tahta geçişinin 25. Gümüş, 50. Altın ve 60. Elmas Jübilesinde halk Kraliçe’ye büyük bir alaka ve tezahürat gösterdi. Avustralya ziyaretinde Kraliçe’yi görebilmek için halkın dörtte üçünün sokaklara döküldüğü biliniyor.
Monarşi ile halk arasındaki münasebetler ne kadar girift olursa olsun, halkın Kraliçe’ye desteğinin güçlü olduğu açıktı. Çokları için Kraliçe, tahta çıkmasından bu yana tanınmayacak şekilde değişen İngiltere’de hep sabit kalan ve güven veren bir figürdü.
70 yıllık saltanatı müddetince çok dünya lideri gördü. Çok politikacı ile çalıştı. Çok hâdiseyle karşılaştı. Çok krizler atlattı. Bu uzun saltanatında eşi Prens Philip’in de desteği ile monarşinin parlak gemisini XXI. asrın sularında emniyetle yüzdürmeye muvaffak oldu. Eski hükümdar tipinin yeni devirdeki son mümessillerindendi.

15 başbakan eskitti
İngiltere’de hükümdar saltanat sürer, ama hükûmet etmez. Kâğıt üzerinde geniş salahiyetleri olmasına rağmen, gerek tarihî sebeplerle, gerekse tacın demokrasiye hürmeti dolayısıyla hükümdar bunları kullanmaz. Mesela kanunları veto salahiyeti 1708’den beri sadece bir defa vuku bulmuştur.
Ülkesinde gündelik politikanın içinde değildir ama, hükûmetle koordinasyon içinde hizmet eder. Hükûmet işlerine karışmaz, siyasi mevzularda beyanat vermez. Yurt dışı seyahatlerini bile hükûmet tespit eder. Her çarşamba başbakanı kabul eder, onunla gayet serbestçe konuşur, fikirlerini açıkça söyler, o kadar. Mesela Irak harekatına karşı olduğunu ve İngiliz askerinin Afganistan’da kalışının uzamasından rahatsızlığını Tony Blair’e açıkça dile getirmiştir.
Kraliçe, saltanatı boyunca 15 başbakanla çalıştı. Hepsiyle iyi münasebetler kurdu. Kapitalist ve sınıf ayrımına dayanan bir ülkede, aristokrasinin başı olduğu hâlde, işçi sınıfı ve burjuvalarla hep iyi geçindi. İçeride halkın, dışarıda ise insan hakları ve demokrasinin müdafii rolünü üstlendi.
Zekâsı, metaneti ve mazbut yaşantısı ile ideal hükümdar rolünü gayet iyi oynadı. Bilgi çağında, çok uluslu ve kültürlü bir ülkede istikrar sembolü oldu. Kendisiyle çalışmış başbakanlar, ülkeye adanmış sadakatine, dünya meseleleri hakkındaki bilgi ve bilgeliğine dikkat çekmektedir.
.jpg)
Evlat işte...
Kraliçe, 1947’de akrabası Yunan ve Danimarka Prensi Philip ile bir aşk evliliği yaptı. İkisi, 70 yılı geçen evlilik hayatı boyunca mutlu ve uyumlu bir hayat yaşadılar. 1948’de Charles, 1950’de Anne, 1960’ta Andrew ve 1964’te Edward dünyaya geldi.
Ne çare ki en küçüğü hariç çocukları mutsuz evlilikler yaptı. Bazısının ismi skandallara karıştı, magazinin diline düştü. Çoğu mübalağalı bu haberlerin hasıl ettiği menfi havayı silmekle Kraliçe çok uğraştı.
Geçen senelerde vefat eden kız kardeşi Margareth’in umutsuz aşkı, mutsuz evliliği ve buna bağlı dengesiz hareketleri yıllarca magazin sayfalarını işgal etti. Ardından Galler Prensesi Diana’nın çalkantılı, mutsuz ve umutsuz hayatı, ailenin imajını oldukça zedeledi. Kraliçe, bunları da aşmaya çalıştı. Buna rağmen basının alakası bir yana, bilhassa politika, kilise ve ordu müesseselerindeki itibarı çoktur.

Değişen hanedan
5 tane kadın İngiliz hükümdarı vardır. II. Elizabeth bunların sonuncusu idi. Kadın hükümdar olunca, hanedan da değişebilir. İngiltere’de Büyük Alfred’den (871-899) beri, Wessex (Sakson), Danimarka, Normandiya (Fransız), Anjou (Fransız), Tudor (Galli), Stuart (İskoç) ve Braunsweig (Alman) hanedanları başa geçti. Kraliçe Victoria, Belçika Prensi ile evlenmişti. Oğlu VII. Edward 1901’de tahta çıkınca, Sachsen-Cobourg-Gotha (Alman) hanedanı başa geçmiş oldu. Şimdi III. Charles ile nöbet, Oldenburg (Danimarka) hanedanına geçti.
.jpg)
Her şey çok ani
Elizabeth, 6 yaşında iken dadısına “Köylük bir yerde bir sürü atı ve köpeği olan bir hanım” olarak yaşamak istediğini söylemişti. Hâlbuki kader ona küçük yaşta büyük mesuliyet yüklemişti.
Genç bir Prenses iken, II. Cihan Harbi’nin sonlarına doğru, Yedek Gönüllü Güç’e katılarak, otomobil kullanmayı ve kamyon tamirini öğrendi.
Tahta çıktıktan sonra da ağır bir yük altına girdi. Hem hükümdarlık, hem de zevcelik ve annelik vazifesini yerine getirmeye çalıştı. Sonraki yıllarda, “Çıraklık devri yaşamamıştım. Babam çok genç ölmüştü. Her şey çok ani oldu. Elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım” demiştir.
.jpg)
Rekorlar
Çok sayıda rekoru elinde tutardı. En yaşlı Kraliçe, en uzun yaşayan Kraliçe, en uzun tahtta kalan Kraliçe, aynı anda 15 ülkenin hükümdarı, aynı anda 35 ülkede paralarda resmi bulunan hükümdar ve en zengin devlet reisi olarak bilinirdi.
Sigara tiryakiliğinin yol açtığı akciğer kanserinden ölen babası 56 yaşını ancak bulmuşken, annesi Ana Kraliçe Elizabeth 102 ve zevci Prens Philip 99 yaşında öldü.

Metanet ve temkin
İngiltere’de pasaportlar onun adına tanzim edildiği için Kraliçe’nin pasaportu yoktu. Buna rağmen saltanatı boyunca 110’dan fazla ülke gezerek dünyanın en çok seyahat eden devlet reisi oldu.1961'de İran dönüşü birkaç saatliğine Ankara'ya uğradı ve darbe reisi Cemal Gürsel'den başvekil Adnan Menderes'in idam edilmemesini rica etti. Ayrıca 1971 ve 2008’de iki defa daha Türkiye’ye geldi.
1971 ve 2008’de iki defa Türkiye’ye geldi. 1971’de Anıtkabir defterine şöyle yazmıştı: “Savaşta yiğit, barışta sadık dost olan, Türk ulusunun Ata’sına sonsuz saygıyla…” 2008’de de, “Birleşik Krallığın çok değer verdiği bir dostu ve modern tarihin büyük figürlerinden biri olan Mustafa Kemal Atatürk’e saygılarımı sunmak benim için bir onurdur” yazdı.
Sade bir günlük hayat yaşadı. Ata binmeyi ve Leica marka makinesiyle fotoğraf çekmeyi çok severdi. Bilhassa içinde atların geçtiği romanlar okumaya ve bulmaca çözmeye düşkündü. Askerî bando müziğini çok sever, arabayla bir yere giderken bunu dinlerdi.
Hislerini belli etmemek öğretilmişti. Tasarrufa azami riayet ederdi. Hususi masasında yazı yazdığı kağıdın altına hususi bir siyah kâğıt koyarak, kopya alınmasını ve böylece devlet sırlarının sızmasını önlemeye çalışırdı.
Soğuk görünse de, kendisine mahsus bir mizah telakkisi vardı. Kız kardeşi Prenses Margaret’in intihar edeceği dedikodusuna mukabil, “Hiç merak etmeyin, yatak odası birinci katta” dediği rivayet olunur.
Marka değeri
Kraliçe 456 milyon + (gayrı menkul olarak) 28 milyar poundluk servetiyle dünyanın en zenginlerindendir. Ama bu servet, bakımı çok masraflı mülklerden ve ekserisi tablolardan müteşekkil antikalardan meydana gelir. Kraliyetin ülke ekonomisine katkısı yılda 1,8 milyar pound civarındadır.
Uluslararası marka değerlendirme kuruluşu Brand Finance’a göre Kraliyet ailesinin marka değeri 2012’de 42 milyar dolardı. Kraliçe’nin taç giyişinin 60. yıl dönümüne denk gelen merasimler ve kutlamalar İngiltere ekonomisine 4 milyar dolar ek gelir temin etmiştir.
Kraliçe’nin geliri üç kanaldandır: 1-Parlamentonun devlet reisliği makamına tahsis ettiği meblağ ki, son yıllarda umumiyetle 30 milyon pound civarındadır. Kraliyet ailesi ile çalışanların maaşları buradan karşılanır. 2-Kraliyetin uhdesindeki Lancaster Düklüğünün geliri. 3-Kraliyet ailesinin hususi mülklerinin geliri. Hepsi ortalama 34 milyon pound tutar.
Kraliçe, servetinde şeffaflığa gitmeyi ve yatırımlarından vergi vermeyi kabul etmişti ki, monarşi tarihinde bir ilktir. Ayrıca sarayları turistlere açarak, geliriyle tamir masraflarını çıkartmaya çalışmıştı.
“Her resmî müessese tenkit edilmelidir. Ama bu nazikçe ve anlayışla yapılmalıdır” demiş, bu sözü monarşinin itibarını daha da yükseltmişti. Hakkında daha hayatında iken sayısız kitap yazılmış, film yapılmıştır.

Gökkuşağı
Kendine has karakteriyle son asrın en mühim siyasi figürlerinden Kraliçe’nin dillere destan mücevher koleksiyonu yanında, giyimindeki kendine has renkli stili de çok konuşulmuştur. Hükümdarlığı müddetince takip ettiği tutarlı ve ölçülü duruşun izleri, giyim tarzında da kolayca görülür. Bu stil çocukluğundan itibaren muayyen kaideler çerçevesinde inşa edilmiştir.
Evlenirken giydiği gelinlik çok popüler olmuştu. Harb sonrasının sıkıntıları arasında gelinliğin kumaşını alabilmek için kupon biriktirmişti. İçinde bulunduğu her devrin stil kodlarını kendi tarzına adapte etmeye bir şekilde muvaffak olmuş ve kendi tarzından asla vazgeçmemiştir.
Cesur aksesuar seçimi ve elbiseleri hep konuşulmuştur. Neredeyse gökkuşağının her renginin her tonuna sahip geniş gardırobuyla âdeta bir stil timsali olmuştur. Tek rengin hâkim olduğu bu monokrom giyinmenin ardında yatan sebep, Kraliçe’nin kalabalıklar içerisinde görülmesini kolaylaştırmaktır.
Merasimlerde her an el sallamaya, el sıkışmaya ve halkı selamlamaya hazır olmak için çantasını sol elinde taşırdı. El çantasını sağ koluna takması veya masaya koyması, maiyetine “buradan uzaklaşalım” işaretiydi.
Kalabalıkta herkes kendisine baktığı için hükümdar devamlı gülümsemek mecburiyetindedir. Bir defasında, “Çok zor bir iş. Yüz kasları ağrır. Dinlendirmek için bir an tebessümü bıraksanız, o anda biriyle yüz yüze gelseniz, kendisine gülmediğinizi düşünerek üzülebilir diye endişelenirim” demişti.
.
FATİH SULTAN MEHMED ve GÖZ KAMAŞTIRAN KARAKTERİ
19 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Sadece devlet adamlığı ve askerliği değil, ilme düşkünlüğü ve müsamahası ile Yeni Çağ'ın en parlak hükümdarlarından biri olarak tarihe geçmiştir.
Aşağılık kompleksi?
Fatih Sultan Mehmed’in şahsiyeti bazılarını öyle şaşırtmıştır ki, böylesine üstün meziyetlere sahip bir hükümdarın Türk ve Müslüman olamayacağı vehmine kapılmışlardır. Hatta bu hususiyetlerini, Fransız olduğunu iddia ettikleri annesine borçlu olduğunu iddia etmişlerdir.
Şiî-Hurufî, hatta Hristiyan olduğunu bile söyleyenler çıkmıştır. Bunlar Sultan Fatih gibi müstesna bir insan yetiştirememe psikolojisinin getirdiği batıl saplantılardır.
Fatih Sultan Mehmed, samimi bir Müslümandır. Babası gibi Mevlevi tarikatına mensuptur. Saraya kadar sokulan Hurufîleri cezalandırarak, dinin sâfiyetini muhafazada büyük hizmeti geçmiştir.
Padişah olmasaydı...
Zamanın en üstün âlimlerinden ders almıştır. Rum ve İtalyan hocaları da vardır. Padişah olmasaydı, büyük bir ilim adamı olacağına şüphe yoktur.
Âlimlere ve sanatkârlara fevkalade değer verir; onlarla sohbetten ve ilmî mevzuları münazara etmekten hoşlanırdı. Gençliğinden beri hocası olan Molla Hüsrev, Molla Gürani, Akşemseddin bunlardan en meşhurlarıdır.
Şarktan, Arabistan ve İran’dan çok sayıda din ve fen bilgini, İstanbul’a gelerek Padişah’ın hizmetine girmiş ve onun iltifatlarına nail olmuştur. Ali Kuşçu’nun İstanbul’a gelirken attığı her adım için bir altın tahsis etmesi, ilme verdiği ehemmiyeti göstermiştir.
İstanbul’da kurduğu üniversite, Osmanlı maarif sisteminin son seviyesini teşkil eder. Artık Anadolu’dan tahsil için Mısır, İran veya Türkistan’a gitmeye hacet kalmamıştır.
Hazırlattığı anayasa hüviyetindeki kanunlarla devlet teşkilatını tekemmül ettirmiştir. Enderun adlı saray akademisini yeniden dizayn etmiştir. Türk asıllı devlet adamlarından ziyade, devşirme devlet adamları istihdam etmeyi millî menfaatler için daha avantajlı görmüştür.
Katolik külahı, Türk sarığı!..
Dış siyasetteki taktikleri dikkate şayandır. Kurduğu istihbarat teşkilatı vasıtasıyla Avrupa siyasetini avucunun içi gibi bilir; tedbirini zamanında alırdı. Propagandanın ehemmiyetine inanırdı. Tarihi iyi bilir, ibret alırdı. İtalyan yazar/bürokrat Machiavelli, Hükümdar isimli kitabında kendisini idealize etmiştir.
Halkın inanç ve âdetlerine müsamaha gösterirdi. Rumeli’deki fetihleri Sırp hududuna dayanınca, Ortodoks mezhebindeki Sırpların kralı Brankoviç, Macarlar ile Osmanlılar arasında kaldı. Bir elçi Sultan Fatih’e, bir elçi de Macar kralı Hunyadi Yanoş’a gönderdi. Sırbistan, idarelerine terk edilirse, Sırp halkının dinlerine ne gibi muamele edeceklerini sordurdu. Katolik Macar kralı, bütün Ortodoks kiliselerini yıktırıp, yerine Katolik kiliseleri yaptıracağını söyledi.
Sultan Fatih’in cevabı ise, her zamanki gibi emsalsizdi: “Her caminin yanı başında bir kilise inşa olunup, herkesin kendi dinine göre ibadette bulunmasına müsaade ederim.” Böylece Sırbistan, kolayca Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.
İstanbul’un fethinden önceki günlerde, Bizans başbakanı Notaras, “İstanbul’da kardinal külâhı (yani Katolik hâkimiyeti) görmektense, Türk sarığını (Müslüman hâkimiyetini) tercih ederim” demiştir.
Fetihten sonra Ortodokslara ve Cenevizlilere verilen imtiyazlar, Osmanlıların Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesine yardımcı oldu. Ortodoksların Katoliklerle birleşmesini önledi.
Entelektüel padişah
Sultan Fatih Türk ve dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ve en renkli şahsiyetlerinden biri kabul edilir. Ülkeyi donattığı hayır eserleri, âlimlere hürmeti ve hatta menkıbeleşen hayatı, yüksek şahsiyetine kâfi delil teşkil eder.
Arapça, Farsça, İbranice, Sırpça, İtalyanca, Latince ve Rumca tahsil etmiştir. Geniş bir kültüre sahipti. Matematik ve balistikte buluş yapacak kadar bilgisi vardı.
Divan sahibi usta bir şairdi. 'Avnî' mahlasıyla lirik şiirler yazmıştır. Derin bir tasavvufi vukufla “nefs”i anlattığı Galatalı zimmîye dair şiirine, edebiyat ve tasavvuftan bîhaber olanlar pek absürt manalar yüklemiştir.
Şark edebiyatına ve Yunan felsefesine vâkıftı. Rum tarihçi Critovulos onun için, “En keskin zekâlı hakîmlerden biridir” diyor. Dukas ise, zihnine gelen binlerce meselenin halli için büyük bir gayretle çalıştığını; seferlerini haritalar üzerinde kararlaştırıp tatbik ettiğini söylüyor.
Kimseyle mukayese edilemez
Gibb, tahta çıkar çıkmaz Cenab-ı Peygamber’in müjdesini gerçekleştirmek üzere harekete geçtiğini; Schlumberger ise bu fethin, tarihin en büyük hâdiselerinden biri olduğunu ve Türklere asırlarca devam eden bir üstünlük sağladığını söylüyor.
Sultan Fatih hakkında kitap yazmış olan Babinger der ki: “Bugüne kadar gelmiş geçmiş imparatorların en büyüğüdür. Başka herhangi bir kimsenin onunla mukayesesi imkânsızdır. Az güler, çok çalışır, cömert, cesur, fikirlerinde sebatkâr, her meşakkate tahammülü güçlü idi. Zevk ve sefahatle başı hoş değildi. Kitap okumak âdetiydi. Avrupa tarihlerini okuduğu; bu kıtanın tarihi ve coğrafi vaziyetini iyi bildiği, malumdur.”
Sultan Fatih’in iç dünyasını tanımak için Samiha Ayverdi ile Ali Himmet Berki’nin bu mevzudaki kitaplarını okumak tavsiye edilir.
Edeb ve Vakar
Orta boylu, tıknaz, yuvarlak yüzlü, açık alınlı ve kartal burunlu idi. Güzel giyinirdi. Ulema gibi mücevveze tarzı sarık sarardı. Zevk-i selim sahibiydi, estetik hissi çok inkişaf etmişti. Fazla kimseyle görüşmekten hoşlanmaz; sırlarını kimseye açmaz; yemeğini bile yalnız yerdi. Bu, hükümdarlara has edep ve vakarın bir ifadesidir.
Dulkadirli prensesi Sitti Mükrime Hatun, Karamanlı prensesi Gülşah Hatun ve Zağnos Paşa’nın kızı Hadice Hatun’dan başka, Paleolog ve Komnenos hanedanlarından prenseslerle evlenmiştir. Zevcesi Çiçek Hatun’un Fransa Kralı’nın fetih sırasında İstanbul’da bulunan kız kardeşi olduğu söylenir.
Bununla beraber harem hayatına çok iltifat etmezdi. Bayezid, Mustafa ve Cem adında üç oğlu vardır. Mustafa, babasının sağlığında 23 yaşında öldü. Gevherhan adındaki yegane kızı, Akkoyunlu Uzun Hasan Bey’in oğlu ile evlenmiş; soyu devam etmiştir.
30 senede 308 cami
İstanbul’un fethi üzerine hukuken ganimet statüsüne giren ve kendi hissesine düşen Ayasofya Kilisesi’ni camiye çevirdi. Bunun için vakıflar kurdu. Bundan başka şehir içinde büyük ve küçük camiler yaptırdı.
Sahabe-i kiramdan olup, İstanbul kuşatmasında vefat eden Ebu Eyyüp Ensârî’nin kabrini buldurarak, üzerine türbe, yanına da bir cami yaptırdı. Burası, İstanbul’un en ruhani köşelerinden birisi olduğu gibi, kılıç kuşanma gibi merasimlerin yapıldığı resmî bir mekân hâline geldi.
Şeyh Vefa hazretleri için bir cami, medrese ve imaret yaptırmıştır. Şehrin ortasında, yedi tepenin birinde yıkılmış Havariyyun Kilisesi’nin yerine büyük bir cami yaptırdı. 1457-1470 arasında yapılan Fatih Camii, medresesi, imareti, darüşşifası ile büyük bir külliyedir. Vefatında kendisi de buradaki türbesine defnedilmiştir...
Rumelihisarı’nda ve Osmanlı ülkesinin pek çok köşesinde yaptırdığı cami ve hayır eserleri vardır. 30 senelik saltanatı esnasında 308 cami inşa edildiğini söylemek, onun imar faaliyetleri hakkında fikir verebilir..
.
MAZİDE KALAN BİR HÜRMET MERASİMİ: TEMENNÂ
26 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Osmanlılara mahsus bir temennâ âdeti vardı ki, nezaket ve terbiyenin en rafine hâlini ifade ederdi.
Abdülhak Şinasi Hisar, 1930’ların sonunda Balkan Antantı kâtibi olarak Atina’ya gidiyor. Vaktiyle Galatarasaray Lisesi’nde beraber okuduğu ve şimdi Yunanistan tebaasında bulunan bir Rum arkadaşı kendisini ziyarete geldiğinde temennâ ediyor:
“Bu meğer ne eski, ne mana dolu, ne kadar eski bir zamanı karıştıran bir jestmiş. Vaktiyle kim bilir ne kadar çok temennâ etmiş ve almıştık. Bilseniz bu sade vaziyet ne kadar yabancı, eski ve egzotik geliyor. Acaba giderken yapacak mıydı? Bu merakla sözlerini dinleyemedim. Giderken yine beklediğim gibi o acayip temennâyı ederek çekildi gitti. Onda bir Osmanlı nezaketi vardı. O nezaket, onunla beraber gidiyor gibiydi. Bana geçmiş zamanların bir mümessili gibi geldi ve gitti.”
Rahat ol!
Selam, merhaba ve temennâ... Bu üç kardeşten üçüncüsü bugün tamamen unutulmuştur.
İki kişi karşılaşınca, bir meclise girilince, biri selamün aleyküm der; diğeri aleyküm selam diye cevaplar ki, “Selamet üzerine olsun”, yani “sana benden zarar gelmez” makamında bir duadır.
Demek ki iki Müslüman karşılaşınca, eğilmeden, secde etmeden, eliyle işaret etmeden, birbirine dua etmeleri dinî vecibedir. Selamdan sonra, sıra merhabaya gelir ki, Arapça “rahat ol” manasınadır.
Yolda birbirlerine rast gelenler ahbap ve akran iseler, kimin evvel selam vermesi lazım geldiğine bakılmaz. Ama ahbap veya akran olmayıp da aralarında yaşça veya rütbece büyüklük küçüklük gibi bir nispet varsa, selamı evvela büyük verir; küçük ise selamı hürmetle alır. Bazen büyük geçinceye kadar durur.
Çocuklar da kendilerinden büyük olanlar hakkında böyle yaparlarsa da amca, dayı, ağabey gibi en yakın akrabasından erkeklerle hocalarının ellerini öperler. Hizmetkâr takımı ise hürmette mecburiyet gördükleri kişilerin eteklerini öperlerdi.
Sultan Vahîdeddin cülus merasiminde temennâ alırken.
Muhabbet, yâd ve yer
Osmanlılara mahsus bir temennâ âdeti vardı ki, nezaket ve terbiyenin en rafine hâlini ifade ederdi...
Eski devrin hürmet merasimi olan temennâ, Arapça “dilemek” mukabili “temenni” kelimesinin Farsça üslup tarzıdır. “Temennâ-i meram etmek ne lâzım dûn-ı himmetten/Ne istersen iste, Cenab-ı Rabbi’l-izzetten” beyitinde bu manadadır. (İsteksiz, gayretsiz birinden bir şey umma; her şeyi Allah’tan iste!) Kur’an-ı kerimde temennâ kelimesi, arzulamak manasında geçer. (Necm: 24)
Bu usule temennâ denmesi, muhatabı için muhabbet ve iyilik dilemekten dolayıdır. Temennâ edilirken iki taraf ya hiç ses çıkarmaz, ya da “Allah ömürler versin” der. Temennâ edenlerden biri büyük, biri küçük ise bu duayı yalnız küçükler söyler. Temennâya “aşinalık” da derler.
Her usul, her âdet, zaman ile mekân ile az çok değişir. Osmanlılarda baş sallamak, eğilmek, şapka çıkarmak, bonjour bonsoir (günaydın tünaydın) demek yoktur. Temennâ etmek, sabahlar yahut akşamlar hayır olsun, Allah’a ısmarladık, Allah’a emanet ol, uğurlar olsun demek vardır.
Temennâ, sağ eli, evvela göğüs hizasına, sonra dudaklara, ondan sonra da alına veya başa götürmekten ibaret üç harekettir. Her biri bir manaya gelir. İlk hareket muhabbetin yüreğimde, ikincisi yâdın dilimde, üçüncüsü yerin başımda, demektir.
Temennâ almamak, yani mukabele etmemek de hem nezakete mugayir görülür; hem de dostluktan yüz çevirmek manasına gelirdi. Samimi dostlar arasında temennâ aranmazdı.
Kanuni Sultan Süleyman’ın cülusu. (Süleymanname
Kimi görse etekler!..
Bir de eski Türklerden beri gelen etek öpmek veya etekleme vardır. Muayyen zamanlarda amirler ve memurlar arasında ve hacet sahiplerinden olup da makam mevki sahiplerinin huzuruna girenlerde görülür. Eğilip elini eteğe götürür gibi uzattıktan sonra çekmekten ibarettir.
Haysiyetine düşkün olanlar bunu miskince veya dalkavukça bir hareket olarak görür. Nitekim şair Deli Hikmet, “Biz ne alçak köpekleriz/Kimi görsek etekleriz” demiştir. Böyle olsa bile “eteğinizi öperim” veya “eşiğinize yüz sürerim” tabirleri birer tazim ifadesi olarak kullanılmaya devam etmiştir.
Eskiden köle ve cariyelerle içtimai mevkileri aşağı olanlar efendileri ile büyüklerin elbisesinin eteğini öperdi. Zamanla “eteklemek” tabiri, tabasbus (yaltaklanma) manasına kullanılmaya başlamıştır.
Merasimlerde, bayramlaşmada devlet protokolüne girmiş ve kimlerin etek öpeceği tespit edilmişti. Bu usul öylesine suiistimal edildi ki, 1846 senesinde lağvedildi; bir büyüğün huzuruna çıkanların yalnız bir temennâyla iktifa etmeleri tembihlendi.
Son zamanlarda padişahı eteklemenin ve elini öpmenin yerini, “saçak öpme” almıştı. Bayramlaşma ve cülus merasimlerinde sırayla herkes gelir, tahtın üzerine serilmiş bulunan kadife örtünün saray nazırının tuttuğu sırmalı saçaklarını tutup öperdi.
Sultan Reşad zamanında İttihatçılar güya gururlarına yediremeyip saçak öpmeyi reddettiler; Padişah’ın önüne gelince başlarını eğip selam vermekle iktifa ettiler. Padişah da üzerinde durmadı. Sonra komitacılar millete öyle bir yer öptürdü ki, Rıza Tevfik’in, “Saçak öpmeyenler secde etti/Asi bir zabitin pis külahına” beytinde buna işaret vardır.
İşte temennânın ilk hareketi, eteklemeyi sembolize eder. “Ben sizin huzurunuza girsem, elbisenizin eteklerini öperim. Ama sizin eteğiniz o kadar muhteremdir ki, elimi sürmek haddim değildir” gibisinden güya eteği tutup öperek başına koyar gibi yapar.
Temennâyı iki elle yapanlar da vardır. Bunlar da demek isterler ki: “Eteğiniz o kadar ağırdır ki, tutup kaldırıp başa koymak için tek el kâfi değildir.”
Çeşit çeşit
Ahmet Mithat Efendi, Tarih-i Buse ve Temennâ unvanı ile vaktiyle Tercüman-ı Hakikat gazetesinde uzun bir makale yazmıştı. Veled Çelebi’nin de 1327 tarihli Nevsal-i Osmani’de bu bahiste bir yazısı vardır. Buna göre dört türlü temennâ vardır:
1-Esnafın gelişigüzel temennasına bamyacı temennâ denir.
2-Sağ elin çeneden alına götürülmesi şeklindekine, âdeta temennâ veya küçük temennâ denir.
3-Yerden çeneye çeneden de alnına götürmek suretiyle yapılanına, yerden temennâ denir. Öne doğru eğilip, elini yerden bir şey alırmışcasına kaldırıp göğsüne, sonra ağzına, sonra başına götürür. Nazır, umum müdür gibi yüksek mevki sahiplerine karşı küçük memurlar yapar. Büyük temennâ da denir.
4-Eli, çene ile alın arasında birkaç defa hareket ettirmek suretiyle yapılanına, kandilli temennâ denir. Büyük adamlar tarafından sarf olunan iltifatkâr sözlere karşı küçükler tarafından yapılır.
Sadece yolda karşılaşınca değil, küçükler büyüklerin, hizmetkâr efendinin huzuruna iş veya başka sebeple girdiği zaman da kısaca temennâ yapmak usuldendir. Ahbaplarına sol elle temennâ etmek edebe aykırı görülür.
Hacı Mehmed Paşa, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa’ya temennâ ediyor. (Surname-i Vehbi)
Yer öpmek
Bayram ve Cuma Selamlığı gibi merasimlerde, padişah gibi bir büyük zat geçerken, hazirun devamlı temennâ eder. O da temennâlara mukabele eder.
İki asır evveline kadar çok muhterem kişilerin huzuruna çıkıldığı zaman yer öpmek de âdetti. Son asırda ancak eski terbiyeye alışık olanlarda kalmıştı. Sultan Hamid’in kızı Ayşe Sultan, büyük halaları Âdile Sultan’ı annesiyle beraber ziyarette yer öptüklerini hatıralarında anlatır.
Yılmaz Öztuna anlatır: “Padişah ve hanedan azaları karşısında yer öpülmesi âdeti mecburi değildi, isteyen yapardı. Böyle yapan veziriazamlar bile vardır. Mamafih çok eski bir Şark âdetidir. Sultanlar karşısında hanedandan olmayan hanımların yer öpmesi daha yaygındı. Tanzimat’tan sonra tavsamıştır. Bu takdirde karşısındaki zat, ‘Estağfirullah, etme!’ diyerek mâni olmaya çalışırdı. Hanımlar, padişah kızlarının eteğinin ucunu öperdi. 1952’de Osmanlı hanedanına mensup hanımların sürgünü kaldırılıp İstanbul’a dönmeye başlayınca, onları etekleyen çok erkek ve hanım gördüm. Aralarında ateşli inkılapçılar da vardı...”
Naile Sultan gibi yaşlı sultanlar, sürgünde bile eski teşrifatı sürdürdüler. Kalfaların misafiri karşılamasını, büyük temennâları, el bağlamaları, huzurdan geri geri çıkmaları vesaireyi aynen devam ettirdiler. Suriye ve Mısır’da, eskiden kalma adamlardan hâlâ temennâ edenleri gördüm.
Arnavut gelininin temennâsı
Sadece erkekler değil, hanımlar arasında da temennâ âdeti caridir. Düğünlerde koltuk merasiminde, damat gelini almaya geldiği zaman, önünde hürmetkâr bir temennâ ile selam verir, sonra sağ koluna girer.
Arnavutlarda da temennâ almak âdeti vardır. Gelin, düğünde yere eğilerek ellerini birleştirir. Evvela ayak bileklerine, sonra dizine, karnına, kalbine, ağzına ve başına değdirerek kaynanasının elini öper. Ona hizmet edeceği, ona torun vereceği, onu seveceği, tatlı dilli olacağı, başının üstünde tutacağını ifade eder. Ne kadar yavaş yapılırsa o kadar makbuldür.
Kayınvalide iki elini uzatırsa gelini beğenmiş, tek elini uzatırsa beğenmemiş sayılır. Arnavut gelini, odadan çıkarken kayınvalidesine arkasını dönmez. Hatta kayınvalidesinin yanında oturmaz, hatta her zaman onun yanında bulunmaz. Çerkez gelinlerinde de temennâ âdeti vardır. Ecnebilerde iki dizi kırarak yapılan reveransın muadilidir.
.
HARBİN ARDINDAN SULH: SULTAN II. BAYEZİD
3 Ekim 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Kardeşinin memleketi paylaşma teklifine, millî birliğin ehemmiyetini iyi bilen Sultan II. Bayezid, “Bir geline iki damat olmaz!” cevabını vermişti.
Fatih Sultan Mehmed, 1481’de vefat ettiğinde, geride iki oğlu kalmıştı: Amasya valisi 33 yaşındaki Şehzade Bayezid ve Konya Valisi 22 yaşındaki Şehzade Cem.
Vezirler, büyük oğul Şehzade Bayezid’e haber gönderdiler. Şehzade Cem’i tutan Veziriazam Karamani Mehmed Paşa da gizlice Şehzade Cem’e…
Bu arada Şehzade Bayezid’in İstanbul’daki oğlu Şehzade Korkut taht naibi yapıldı. Askerin tahta çıkmasına taraftar olduğu Şehzâde Bayezid İstanbul’a erken vararak tahta çıktı.
Rivayete göre, Bayezid’in eniştesi Sinan Paşa, Şehzade Cem’e giden haberciyi engellemişti. Şehzade Cem, Bursa üzerine yürüdü. İstanbul’dan üzerine gönderilen birlikleri mağlup etti. Bursa’da hükümdarlığını ilan edip, adına hutbe okutarak para bastırttı.
Şehzade Cem, kültürlü ve popüler bir şehzadeydi. Sultan Fatih’in meşhur Teşkilat Kanunnamesinde Şehzade Cem’in “vâris-i mülk-i süleymanî” diye anıldığına bakarak, bazıları babasının, onun tahta geçmesini arzuladığına inanır.
Bu hâdiseleri, Türk ve devşirme devlet adamları arasındaki mücadeleyle irtibatlandıranlar vardır. Bunlar, Şehzade Bayezid’in tahta geçmesi ile devşirme partisinin kazandığını söyler. Ama bu doğru değildir. Nitekim Şehzade Bayezid, padişah olunca Çandarlı İbrahim Paşa’yı vezir yapmıştır.
Sultan II. Bayezid’in cülusu
Bir geline iki damat!
Şehzade Cem, halası Selçuk Sultan’ı ağabeyine gönderip memleketi paylaşmayı teklif etti. Ancak millî birliğin ehemmiyetini nazara alan Sultan Bayezid, “Bir geline iki damat olmaz!” diyerek bunu reddetti.
Bu defa ordusu mağlup olan Cem Sultan, aile ve maiyetiyle beraber kaçıp Memlûklere sığındı. Tekrar Anadolu üzerine yürüdü. Sultan Bayezid, kardeşine ömür boyu maaş alıp, Kudüs’te oturmasını teklif etti ise de dinlemedi. Bu sırada ağabeyi ile manzum mektuplaşmaları vardır.
Şehzade Cem der ki: “Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan,/Ben kül döşenem külhan-ı mihnette sebeb ne?” Sultan Bayezid şöyle cevap verir: “Çün rûz-i ezel kısmet olunmuş bize devlet,/Takdire rıza vermeyesin böyle sebeb ne?/Haccü’l-Haremeynüm deyüben dava kılarsun,/Ya saltanat-i dünyevîye bunca taleb ne?”
Şehzade yenilip Mısır’a kaçarken, Rodos Şövalyelerine misafir oldu. Şövalyeler sözlerinde durmayıp kendisini Fransa’ya gönderdiler; masraflarını da ağabeyinden muntazaman aldılar. Kardeşinin Hristiyanlar elinde rehine olarak Avrupa’ya götürülmesi, Sultan Bayezid’i çok müşkül vaziyette bıraktı.
Şehzade daha sonra Papa’ya teslim edildi. 12 sene esaret hayatından sonra 1495’te Napoli’de vefat etti. Padişah, yüksek bir meblağ ödeyerek kardeşinin cenazesini getirtti ve Bursa’daki zarif türbesine defnettirdi...
Bayezid Camii
Fetihleri hazmetmek…
Bu dâhili harb, Osmanlıları İtalya’dan çekilmeye mecbur etti. Ancak Otranto’daki birkaç senelik Osmanlı hâkimiyeti, İtalyanlara kalecilik ve tahkimat tekniğini öğretmiş oldu. Büyük fetihlere girişilmeyen bu devir, yeni hamlelere hazırlanma ve Sultan Fatih devri fetihlerini hazmetme devri olarak görülür.
Yine de Macaristan, Boğdan, Arnavutluk, Venedik, Lehistan ve Mora üzerine seferler yapıldı; bazı stratejik yerler fethedildi. Bu seferlerden bazısına Padişah kumanda etti. Askerlik ciheti zayıf değildi; nitekim babası zamanındaki seferlere de iştirak etmiştir. Ama artık sulh zamanı geldiğine inanıyordu.
Anadolu’daki bu küçük devletin gitgide büyümesi ve kendisiyle sınır olması, öteden beri Memlûkleri kıskandırırdı. Sultan Fatih zamanında Kahire’ye gönderilen bir elçiye, diplomatik usule aykırı muamele yapılması, İstanbul’u gücendirdi.
Üstelik Memlûklerin, Osmanlı düşmanı beylere yardım etmesi, gerginliği arttırdı. Sultan Fatih’in, Hindistan’a gönderdiği sefir, dönerken Cidde’de Memlûklerce tevkif edildi; üstelik getirdiği hediyeler de gasbolundu.
Tam bu sırada Sultan Fatih ölmüş; yerine geçen Sultan II. Bayezid, şimdilik ses çıkarmamayı tercih etmişti. Şehzade Cem’i Memlûk Sultanının himaye etmesi, bardağı taşıran damla oldu. 1485’te çıkan ve 6 yıl süren Osmanlı-Memluk harbi neticesinde iki taraf da, askerin gevşekliği sebebiyle yenişemedi. Mesele diplomatik yoldan halloldu; sulh yapıldı.
İspanya’dan imdat çığlığı
İspanyollar, İspanya’daki yegâne Müslüman devletini tazyike başladı. Benî Ahmer Devleti elçileri İstanbul’a gelerek Sultan’dan yardım istedi. Ancak askerî bir yardım yapabilmek için Kuzey Afrika’da üslere sahip olmak lazımdı. Bu sebeple Padişah ancak elinden geleni yapabildi. Tarihte ilk defa uzun menzilli topları gemilere tatbik eden büyük denizci Kemal Reis kumandasındaki bir donanmayı göndererek İspanya sahillerini bombardıman ettirdi.
Ancak bu gözdağı, İspanyolları vazgeçiremedi. 1492’de Gırnata (Granada) düştü ve İberya’da 711 sene süren Müslüman hâkimiyeti yıkıldı. 300 bin kişi, Fas ve Cezayir’e hicret etti. Bu göçü, Osmanlı donanması kudretli topları ile himaye etti.
Kılıç ile vaftiz arasında muhayyer bırakılan 100 bin İberya Yahudisini hiçbir yer kabul etmiyordu. Büyük feraset gösteren Sultan II. Bayezid, ekonomiye canlılık getirecek bu halkı, Osmanlı ülkesine kabul etti. Bunlar başta Selânik, İzmir, İstanbul olmak üzere çeşitli şehirlere yerleştiler.
Osmanlı donanması 1499’da Sapienza’da 200 parçalık Venedik donanmasını mağlup etti. Bu, Osmanlıların tarihte kazandığı ilk açık deniz muharebesidir. Bundan sonra XVI. asır, denizlerde Osmanlı asrı olmuştur.
Şarkta beliren tehlike
Bu arada Şark’ta yeni bir tehlike belirdi. Köklü sufi ailesi Safevilere mensup olan, ancak babası gibi Şii mezhebine girmiş olan propagandist İsmail, Akkoyunlu Devleti’ni yıkarak İran tahtını ele geçirdi. Bunun adamları, Anadolu’da Şii propagandasına başladı.
Şah İsmail, Osmanlı himayesindeki Dulkadir Beyliğini işgal etti. İran tahtına böyle birisinin geçmesi, sadece Osmanlı Devleti için değil, Mısır ve Türkistan, hatta bütün Türk ve Sünni dünyası için bir tehdit demekti.
Sultan’ın giderek artan hastalığı, meseleyi kökten çözmeye mâni idi. Şah İsmail’in propagandistlerinden Şahkulu’nun Anadolu’da çıkarttığı ve Kütahya’ya kadar yayılan isyan bastırıldı; veziriazam harb meydanında maktul düştü (1511).
Sultan II. Bayezid’in cenazesi
Tahtı kim alacak?
Bu gaile, şehzadeler arasında bir ihtilaf meydana getirdi. O esnada Padişah’ın 8 oğlundan dördü hayattaydı. Şehzade Ahmed, Amasya’da; Şehzade Korkut, Antalya’da; Şehzade Selim, Trabzon’da; Şehzade Şehinşah ise Konya’da vali idi.
Herkes, babasının tuttuğu büyük evlat Şehzade Ahmed’e veliahd gözüyle bakıyordu. Asker ise Şehzade Selim’i tutuyordu. Bu arada Şehzade Şehinşah’ın ölümü, çocuklarına karşı şefkati pek fazla olan Padişah’ı çok üzdü.
Denizciler üzerindeki nüfuzuna güvenen Şehzade Korkut, İstanbul’a daha yakın olan Manisa Valiliğini istedi. Reddedilince Mısır’a bir seyahat yaparak babasına gözdağı vermekle yetindi. Affedildi; ama teklifi kabul edilmedi. 42 yaşındaki Şehzade Korkut, çok âlim olmakla beraber, oğlu olmadığı için taht için şanslı görülmüyordu.
Tahttan feragat
Hasta ve yorgun Padişah, dedesi Sultan II. Murad gibi tahttan feragat etmeye kararlıydı. Tercihini vezirlerin istediği Şehzade Ahmed yerine, Safevi tehlikesine karşı hassasiyeti dolayısıyla Şehzade Selim’den yana kullandı.
Babasının kendisinden yüz çevirdiğini düşünen Şehzade Ahmed de ayaklanıp Konya’da kendisini sultan ilan etti. Manevra kabilinden bazı mücadelelerden sonra, Sultan II. Bayezid, Şehzade Selim lehine tahttan feragat etti (1512). Şehzade Selim ile mücadelesinin taht için olduğu, yenildiği için tahtını kaybettiği rivayetleri mübalağalıdır.
Entrika ve yalan
Ömrünün son günlerini geçirmek üzere, doğduğu şehir olan Dimetoka’ya doğru yola çıktı. Yaya olarak yanında yürüyen oğluna devlet işlerine dair mühim nasihatler verdi.
Ancak yolda bugün Edirne’nin Hafsa kasabası yakınlarında vefat ettiğinde 60-65 yaşlarındaydı. Saltanatı 31 senedir. Oğlu tarafından zehirletildiği rivayeti çok zayıftır. Zaten çok hastaydı. Cenazesi İstanbul’a getirildi. Bugünkü Bayezid semtinde inşa ettirdiği caminin avlusuna gömüldü.
Gençliğinden beri bacaklarından ve ciğerlerinden rahatsızdı. Hatta gençliğinde gut ağrılarını kesmek için afyon aldığından dolayı, bazıları babasına oğlunun müptela olduğunu ispiyonlamıştı. Yüksek yerlerde ahlaksızlığı tıynet edinmiş entrikacı tipler bulunur.
İstikbalin büyük âlimlerinden olacak Müeyyedzade ile Şehzade’nin yakın arkadaşlığını kıskanan bazı kötü niyetliler, babası Sultan Fatih’e gizlice mektuplar yazıp, Şehzade’yi afyona bunun alıştırdığını bile söylemişlerdir. Soğukkanlı Şehzade Bayezid, arkadaşını Mısır’a gönderip, babasına da özür dileyici mektuplar yazarak ortalığı yatıştırmıştır.
.
BİR BİLGİN PADİŞAH
10 Ekim 2022 03:59 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Sultan II. Bayezid devri, bazı tarihçilerce askerlik cihetinden sönük kabul edilse bile, ilim, kültür ve fende çok parlaktır. Zamanında çok sayıda hayır eseri inşa edilmiş; güzel sanatlar büyük ilerleme kaydetmiştir.
Onun saltanatında neşredilen 1501 tarihli İhtisab Nizamnâmesi, dünyanın bugüne gelmiş bilinen en eski belediye ve standartlar kanunudur. İhtisab, Arapça’dır ve 'belediye' demektir.
Askerî muvaffakiyetlerin devamı, ilmî, iktisadi ve idari tekamülün neticesidir. Bu sebeple onun zamanı, oğlu ve torunu zamanındaki büyük fetihlerin bir hazırlık devresi olmuştur. Vefatında memleket toprakları 2.373.000 km2 idi.
Orduyu yeni silahlarla teçhiz etmiş; süvari, topçu ve top nakliye sınıfını ıslah etmiştir. Asker sayısını arttırmış; donanmaya çok ehemmiyet vermiştir.
Siyasi ve diplomatik ciheti, askerliğinden daha ehemmiyetlidir. Şark ve garp devletleriyle ciddi siyasi münasebetlerde bulunmuş; ince bir siyasi zekâya ve uzak görüşe sahip olduğunu ispatlamıştır. Rusya ile ilk diplomatik irtibat kurulmuştur. İtalya’nın iç işlerinde söz sahibi idi. Mantova dukasının serbest bırakılması için Venedik’e ihtarda bulunmuş; Venedik hemen bu sözü dinlemiştir.
Velilerden bir veli
Babasından sonra Osmanlı padişahlarının en bilgini kabul edilir. Mükemmel bir tahsil görmüştü. Arapça ve Farsça’yı edebiyatı ile beraber bilirdi. Dinî ilimlere, hikmete ve matematiğe vâkıftı.
Kendisine takdim edilen bütün eserleri okur; kıymetli gördüklerini teşvik ederdi. Dalkavuklara yüz vermezdi. Kitap okumaya ve ilmî araştırmalara düşkündü. Şair, usta bir hattat ve müzehhib idi. 'Adnî' mahlasıyla şiirler yazardı. Divan’ı vardır.
Aynı zamanda tasavvufa en düşkün padişahlardandır. Bu sebeple Velî diye meşhurdur. Keramet sahibi olarak görülür. Şehzadeliğinde Halvetî şeyhi Çelebi Halife’ye mürid olmuştu. Yine o zaman Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin babası ve Halvetî şeyhi Muhammed İskilibî ( Şeyh Yavsî) dergâhında kırk gün çileye girmişti. Bayramî şeyhi Baba Yusuf Seferhisârî’nin de sohbetinde bulunmuştur. Zigetvar seferine çıkarken Halveti şeyhi Nureddinzade’yi yanında götürmüştür.
Dünya çapında bir itibar
Osmanlı tarihçiliği onun zamanında yeni bir safhaya girmiştir. İbni Kemal ve İdris Bitlisi’ye birer Osmanlı tarihi yazdırmıştır. Zamanında çok âlim ve sanatkâr yetişmiştir. Bunları himaye ederdi. Bunlar için tahsis ettiği ayrı bir bütçesi vardı. Babasının hocası Molla Gürani’nin cenaze merasimine iştirak edip; borçlarını ödemiştir.
Sadece Osmanlı ülkesindekilere değil, Herat, Buhara gibi İslam âleminin diğer beldelerindeki âlimlere de yıllık tahsisat gönderirdi. Ölümü bütün İslâm âleminde teessürle karşılanmıştır. Hatta Kahire’de başta Sultan Kayıtbay olmak üzere halk gıyabi cenaze namazını kılmıştır.
Uygurca okuyabilen, Çağatay lehçesi konuşabilen ve az da olsa Rumca, Sırpça ve İtalyanca anlayan Padişah, Avrupa’daki sanatçılarla da temasta bulunmuştu. Leonardo Da Vinci, Padişah’a mektup yazarak Haliç ve Boğaz’a birer köprü yapmayı teklif etmiş; ama tahakkuk etmemiştir. Hatta Michelangelo, bir ara İstanbul’a gelmeyi düşünmüştür. Mutaassıp olduğu, babası zamanından kalma sanat eserlerini yok ettiği iddiası yakıştırma veya yanlış anlaşılmadır.
Okçuluk ustası
1447’de veya 1452’de dünyaya geldi. Annesi muhtemelen Dulkadirli prensesi Sitti Mükrime Hatun’dur. Bayezid, 'Ebu Yezid' demektir ki, Hazret-i Muaviye’nin lakabıdır.
Ortadan uzun boylu ve geniş omuzluydu. Beyaz tenli, siyah saçlı, ela gözlü, çatık kaşlıydı. Sakalı ne uzun ne kısaydı. Babası gibi ulemaya mahsus sarık sarardı. Az yerdi.
Ata binmekten ve avlanmaktan hoşlanırdı. Okçulukta ustaydı. Buna dair kitap yazdırmıştır. Kimse onun kadar güzel ok ve yay yapamazdı. Elinden çıkma bir yay, bugün Topkapı Sarayı’nda teşhir edilmektedir.
Çok merhametli, cömert, vefakâr ve kadirşinastı. Fakirlere verdiği sadaka, onları zengin edecek miktarda olurdu.
Kızlarından biri Akkoyunlu şehzadelerinden biriyle, diğerleri zamanın yüksek bürokratları ile evlenmiştir. Meşhur Bosna Valisi Gazi Hüsrev Bey, Sultan II. Bayezid’in kızının oğludur.
Eski günleri unutalım
Babasıyla çıktığı bir seferde, orduyu teftiş eden Veziriazam Gedik Ahmed Paşa, Şehzade’nin birliğini disiplinsiz bulmuş ve Padişah’a söylemişti. Buna incinen Şehzade, “Bir gün padişah olursam, sana bu küstahlığını ödeteceğim” demiş; Ahmed Paşa da “Bir gün padişah olursanız, kılıcımı sizin için kullanmayacağım” diye yemin etmişti.
Yıllar sonra Şehzade Bayezid padişah oldu. İç savaş sırasında Şehzade Cem’i tutmuş olan Gedik Ahmed Paşa, kılıcı atının eğerine bağlı olarak Padişah’ın huzuruna çıktığında, “Yaptığın yemini affediyorum. Eski günleri unutalım. Babama hizmet ettiğin gibi, bana da hizmet et!” diyerek gönlünü almıştır.
Akıl hastalarına insan muamelesi
İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerinde yaptırdığı Bayezid Câmii, medresesi, imareti, kütüphanesi, sıbyan mektebi ile büyük bir külliyedir. 1497’de başlayan külliyenin inşası 9 sene sürmüştür. Burada şeyhülislâmın her hafta halka açık tefsir dersi vermesini şart koşmuş; bunun için ayrı bir ücret tahsis etmiştir. Bu âdet zamanımıza kadar sürdürülmüştür. Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretleri, 1919-1943 arası bu kürsüde tefsir okutmuştur.
İstanbul’da kurduğu Altmışlı adındaki medrese, babasının kurduğu Fatih Medresesi’nin bir üst (mastır) derecesi olarak Osmanlı maarif sisteminde yerini almıştır.
Edirne’de câmi, medrese, imaret, darüşşifa, tabhane ve tekke yaptırmıştır. Temelini 1484’te bizzat Padişah atmış; inşaat 4 sene sürmüştür. Bugün sağlık müzesi olan darüşşifa, bilhassa akıl hastalarının gerek cerrahi operasyonlarla, gerekse meşguliyet, su ve kuş sesi gibi vasıtalarla tedavi edildiği muhteşem bir tıp merkezidir. Avrupa’da akıl hastalarının içine şeytan girmiş deyip yakıldığı bir devirde, Osmanlılar bunlara hasta muamelesi yapmış ve tedavisi için uğraşmıştır.
Küçük Kıyamet
1509’da Küçük Kıyamet adı verilen ve 45 gün süren zelzelede İstanbul’daki taş binaların çoğu yıkılmış; binlerce kişi ölmüştü. Sultan II. Bayezid, sarayın bahçesindeki çadırda yaşamış; sonra Edirne’ye gitmişti. Burada da Tunca Nehri taşarak şehri su basmıştı.
Bunun üzerine Anadolu’dan getirttiği ustalarla şehri âdeta yeniden inşa ettirdi. Bu zelzele, Osmanlı şehir mimarîsinde bir dönüm noktası teşkil eder. Taş yerine, zelzeleye dayanıklı ahşap mimariye geçilmiştir. Bundan sonra nice zelzeleler olmuş; ama fazla can ve mal kaybı yaşanmamıştı.
Şehzadeliğinde valilik yaptığı Amasya’da cami, medrese, mektep, imaret, han, misafirhane ve tekke; Bursa’da da üç han yaptırmıştır. Edirne’de, Tunca; Osmancık’ta Kızılırmak; Geyve’de Sakarya ve Manisa’da Gediz nehirleri üzerine muhteşem köprüler inşa ettirmiştir. Bundan başka nice şehirlerde mescid, tekke, kale, köprü, han yaptırmış; çoğu eseri tamir veya yeniden ihya ettirmiştir. Servetini hep hayır yolunda sarf etmiştir.
.
Yıldız Sarayı nasıl yağma edildi?
17 Ekim 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
31 Mart 1325 (1909) darbesinin neticesi olarak 27 Nisan’da Sultan II. Abdülhamid tahttan indirilip, ertesi günü Selânik’e sürgüne gönderilmiş; ailesi de saraydan çıkarılmıştı.
Daha 25 Nisan’da Yıldız Sarayı, Rumeli’den toplanmış asker, gönüllü ve çapulcular tarafından sarıldı. Padişah’ın tahliyesi üzerine saray işgal edildi (27 Nisan akşamı). Bunlar arasında İttihatçıların dostu, Bulgar komitacı Sandaneski ve çetesi de vardı.
Sadece yıllarca sarayda toplanmış olan sanat eserleri ve kıymetli eşya değil, saray emektarlarının (maaş ve hediyelerden meydana gelen) şahsi servetleri de yağmalandı. Bu emektarlar iç çamaşırlarına kadar tek tek aranarak ve şahsi mal varlıklarına el konulmak suretiyle saraydan atıldı.
Yağmanın kaydı
Ertesi günü, saraydaki kalan eşya ve evrakın tespiti için o zaman şehremini (belediye reisi) olan Ebubekir Hazım Bey riyasetinde 6 kişilik bir heyet kuruldu. Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın isteğiyle buna nezaret etmek üzere mebuslardan bir de heyet teşkil edildi.
Heyet çalışmalarını tamamladı. Sarayda ele geçirilen para ve kıymetli eşyanın dökümü yapılıp Harbiye Nezareti’ne götürüldü. Bu servet, 450 bin altın lira, gayet kıymettar büyük incilerden müteşekkil 74 bin lira kıymetinde bir tespih, yekûnu henüz malum olmayan 90 bin kadar banknot lira, iki kasa içerisinde tespit edilip henüz sayılmayan ve büyük bir yekûn teşkil eden paralar, beş gözlü çekmece içerisinde elmas, yakut, zeberced ve saire...
Hepsinin kıymeti o zamanki parayla 2 milyon lira tahmin edilmiştir. Ayrıca gayet kıymetli ve murassa bir baston, pırlantalı, yakutlu ağızlıklar, 12 çanta içerisinde tahminî 120 bin lira, bunlardan başka binek ve araba atı olarak 250 at ve henüz açılmamış kasa ve sandıklar vardı.
Buna ilaveten saray müzesinde muhafaza edilen kitaplar, çini takımları, zümrüt, yakut ve elmaslarla süslenmiş kılıç ve silahlar, hükümdarlar tarafından takdim edilen hediyeler milyonlarca lira kıymetindedir.
Saraya verilen jurnaller toplanıp ayrı bir heyet tarafından tasnif edilmiş; içlerinden İttihatçıların verdiği jurnaller de çıkınca, hepsi imha edilmiştir.
Milletten kasıt?
Gazeteler günlerce mahlu padişahı kötülemeye vesile kılarak bu serveti diline dolamıştır. Hâlbuki 33 sene tahtta kalan Sultan Abdülhamid, şehzadeliğinden beri ticaret yaparak çok büyük servet yapmıştı. Bir cihan devletinin hükümdarlık sarayında böyle bir servetin birikmesi gayet tabii idi.
Padişah’ın menkul malları böylece iç edildikten başka, ileriki günlerde yurt içindeki gayrimenkullerine ve banka hesaplarına da el konulmuştur. Yurt dışındaki banka hesaplarının da, kendisinin ve ailesinin hayatı ile tehdit edilerek, hükûmete devretmesi temin olunmuştur.
Mecliste bir mebusun bu servetin akıbetini sorması üzerine, Mahmut Şevket Paşa, hepsinin millete ait olacağını söylemiştir ki, burada milletten kasıt, İttihatçılardır. Bunlar Paris ve Londra’ya götürülerek satıldı. Saraylılar, sonradan Yıldız’daki bazı eşyaya, İttihatçıların ileri gelenlerinin evlerinde tesadüf ettiklerini anlatmışlardır.

İtiraflar
Harb kaybedilip de İttihatçılar iktidardan düşünce, yaptıkları açıkça konuşulmaya başlandı. Gazeteler günlerce bunları yazdı. Kaçamayıp da memlekette kalan İttihatçılar iddiaları reddetti. Ancak yağmayı itiraf edenler de yok değildi. İkdam gazetesi, 17 Nisan 1919 nüshasında bu yağmayla itham olunanların isimlerini ve aldıkları iddia edilen şeylerin listesini verir. Listede çok enteresan şahıslar vardır.
Mesela 31 Mart Vak'ası şahitlerinden General Mustafa Turan, İttihatçıların Yıldız Sarayı’nı yağma edebilmek için 31 Mart Vak’asını tertiplediklerini; Enver ve arkadaşı Bulgar Komite Reisi Sandaneski’nin maiyetleriyle evvelden kararlaştırdıkları gibi Yıldız’ın yağmasına koştuklarını söyler (Taşkışlada 31 Mart). Cevher Ağa, hazinelerin yerlerini söylemediği için öldürülmüş, ikinci musahip Nadir Ağa, korkudan itirafa mecbur kalmıştı.
İttihatçıların ileri gelenlerinden, Teşkilat-ı Mahsusa’nın son reisi Hüsamettin Ertürk der ki: “Abdülhamid, bu 33 senelik saltanatında her taraftan kendisine hediye olarak gönderilen binlerce mücevherleri, altın, gümüş takımlarını, pırlanta, yakut, zümrüd, necef ve daha binbir renk ve çeşitte gözleri kamaştıran büyük bir serveti, Yıldız Sarayı'nda, büyük bir dikkat ve itina ile saklamıştı. İttihatçılar, bu muazzam servetin üzerine bir perdei nisyan örttüler!” (İki Devrin Perde Arkası)
İttihatçı gazeteci/mebus Hüseyin Cahid bile, “Olsa olsa belki tek tük, sıradan hırsızlık girişimleri görülmüş olabilir. Herhâlde bunun da pek kısa bir zamana sıkışmış olacağı kesindir” diyor (Siyasi Anılar)

Eski defterler
Mütareke devrinde Yıldız Yağması da mahkemeye intikal etti. Damat Ferid Paşa hükûmeti zamanında, bu işin failleri olarak görülenler tevkif edildi. Maznunlardan bazısı ölmüş, bazısı kaçmıştı.
Divan-ı Harbî-i Örfî (Sıkıyönetim Mahkemesi) Yıldız Sarayı’ndaki yağmanın hukuken sabit olduğu istikametindeki nihaî kararını 7 Eylül 1920 tarihinde verdi. İşin müsebbibi olarak görülenlerden Hüseyin Hüsnü, Şevket Turgut, Galip, Hasan Rıza, Hasan İzzet Paşa ile Selahattin Adil Bey idama bedel 10’ar sene küreğe; diğer failler, 5 ve 3 sene küreğe mahkûm oldu. Askerlikten de tard edildi.
Evvelce idama mahkûm olduğu için firari Enver ve 15 sene küreğe mahkûm olduğu için Cavid Bey için ceza tayin edilmedi. Bir kısmına da beraat kararı verildi. Vefat edenlerin davası ise düştü.
Mahkûmlar, suçun mürurızamana uğradığını, üstelik adi suç olarak değerlendirildiği için Divan-ı Harbî’nin vazifeli olmadığını iddia ettiler. Hükûmet cezaları indirdi.
Ferid Paşa düşünce yerine gelen Tevfik Paşa hükümlerin icrasını savsakladı. Bu vesileyle mahkûmlar temyize müracaat etti. Meclis-i Temyiz-i Askerî, siyasi suçların 1912 tarihinde affedildiği ve adi suçların da mürurızamana uğradığı gerekçesiyle düşmesi lazım geldiğine hükmetti.
Divan-ı Harbî-i Örfî bu karara uyarak 6 Kanunisani 1921’de maznunların beraatine karar verdi. Yağma dosyası kapanmış oldu. Her şey yapanın yanına kâr kaldı!..

İnce muayene
Sultan Hamid’in baldızı Nevpesend Hanım anlatıyor: “Efendimizin saraydan çıkmasından kısa bir müddet sonra kapılar açıldı (28 Nisan 1909). O vakit asker hareme giriyor denildi. Korku içinde Hünkâr Dairesine geçtik. Bereket versin hemşirenin dairesini kilitletmiş idim. Asker bütün sarayı yağma etti. Ne var ne yok sırtlayarak götürdüklerini pencereden gördük. Askerlerden maada ahali de saraya girmiş idi. Perdelere kadar her şeyi yağma ettiler. Bütün harem halkı saraydan çıkarıldı. Asker hanımları saraya getirtilmişti. Hepimiz üçer dörder bir salona alınıp orada bu kadınlar tarafından en mahrem yerlerimize kadar muayene edildik. Parmağımda Efendimizin hediye ettiği zümrüt yüzüğümü, yakut küpelerimi ve pederimin hediyesi olan ince nakışlı gümüş kolyemi aldılar. Saraydan hususi eşyalarımızı bile almaya müsaade edilmeden atıldık.” (Benzerini, Sultan Hamid’in kızları Şadiye ve Ayşe Sultanlar, gelini Mislimelek Hanım, zevcesi Behice Hanım, hazinedar Leyla Açba da hatıralarında anlatıyor.)

Kimsiniz bre!
Sultan Hamid kitaba pek meraklıydı. Saray kütüphanesindeki emsalsiz kitaplar toplanmıştı. Eşkıya kütüphaneyi yağmaya geldiğinde, karşılarına hafız-ı kütüb Kalkandelenli Sabri Bey çıktı. Çapulcuların önüne çıkıp hemşehriliği ileri sürerek ve Arnavutça konuşarak kitapların yağmasına mâni oldu. Yağmadan kurtardığı kitaplar, şimdi İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’ndedir. (Sedat Kumbaracılar, Yıldız Yağması)
Padişah, aşk romanlarını “abdesthane edebiyatı” olarak vasıflandırırdı. Polisiye romanlara meraklıydı. Sarayda bulunan Fransızca’dan tercüme olunmuş Ölüm Tuzağı ve Bir Caninin Son Günü isimlerinde iki romanın, Padişah’ın hunharlığına delil olarak gösterilmesi trajikomiktir!..

Padişahım çok yaşa!
Sultan Hamid hayvanlara meraklıydı. Yıldız Sarayı’nda çok sayıda hayvan vardı. Bunlar açık arttırma ile 3-5 kuruşa satıldı. Gazeteler, “tahttan indirilmiş bir hükümdarın, hayatında, eşyasının satıldığını görmesi kadar eziyet verici bir ceza olamaz” diyerek bunu alkışladı. Kanaryalar ve Ankara kedileri 2-3 lira gibi ehemmiyetsiz bir meblağ mukabilinde satıldı. Bir vatandaş, 40 liraya bir çift papağan satın aldı. Bunlardan biri Hamidiye Marşı’nı terennüm ederken, diğeri mütemadiyen “Padişahım Çok Yaşa!” diye bağırıyordu. Beheri 50 lira kıymetinde olan kuş kafesleri de 5-10 liraya gitti.
Türklere has incelik
Yağmanın ardından Yıldız Sarayı ibret-i âlem olmak üzere halkın ziyaretine açılmıştır. 1909'da İstanbul'daki Alman kolonisinden Anna Grosser Rilke anlatıyor: “Sultan Abdülhamid'in devrilmesinden sonra padişahın ikamet ettiği meşhur Yıldız Sarayı halka açılmıştı. Nice esrarlı güzelliği barındıran bu masal saray, artık halkın gözlerini şenlendirecekti. Ancak sarayı gezerken büyük bir hayal kırıklığına uğradık. Her yer bakımsızdı. Hatta Sultan'ın ikamet ettiği yerde bile gördüğümüz kadarıyla kayda değer bir şey yoktu. Fakat hayret edilecek şey ziyaretçilerdi. Ecnebilerden başka, bir yığın Yunanlı, Ermeni ve Yahudi varken, Türklerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Bunun sebebi, doğuştan Türklere has o ince hassasiyet miydi? Doğrusu ben de üzülmüştüm. Muhteşem şeyler görememenin hayal kırıklığına rağmen, devrik Sultan'ın aşağılandığı, küçük düşürüldüğü hissine kapılmıştım.” (İstanbul'da Bir Hoş Sada)
Avrupa'ya kaçan Rum sarraf!
Sultan Aziz 1876’da hal’ edildikten sonra, aile efradıyla beraber alelacele Dolmabahçe Sarayı'ndan çıkarıldı. Bu sırada saraya dolan askerler mücevherlerin bir kısmını yağma etti. Darbeci Rüştü, Avni ve Mithat Paşalar saraya gelince, bugünkü rayiç ile 20 milyon dolar değerinde mücevher buldular ve bunu satılmak üzere Hristaki adındaki Rum sarrafa teslim ettiler. Adam bunlarla beraber Avrupa'ya kaçtı, bir daha da izine rastlanmadı. Ayrıca bugünkü rayiç ile 2 milyon dolar tutan nakit parası da yağma edildi.
.
"BİZİ KİMİNLE BİLİRDİN?" SULTAN I. SELİM
24 Ekim 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
9. padişah Sultan I. Selim, hilafeti Osmanlılara getirdi ve 74. İslâm halifesi oldu...
Sultan II. Bayezid’in Dülkadirli Prensesi Ayşe Hatun’dan 1470’de Amasya’da dünyaya gelen en küçük oğlu Şehzade Selim, dedesi Fatih Sultan Mehmed’e benzetilirdi. Hatta çocukluğunda bir ara İstanbul’a gönderilmişti. Dedesinin, kendisini kucağına alıp sevdiğini hatırladığını anlatırdı.
Koç olacak kuzu...
Genç yaşta âdet olduğu üzere annesiyle beraber Trabzon’a vali olarak gönderildi. Burada 25 yıl âdeta bir hükümdar gibi hareket etti. Sınır ihlalinde bulunan Gürcistan üzerine üç sefer tertipledi (1508). Kars, Erzurum ve Artvin şehirlerini fethetti. Bu tarihten itibaren Osmanlılarla sıcak temas kuran Gürcüler arasında Müslümanlık yayılmaya başladı.
Bu esnada İran Şahı İsmail, Anadolu’ya hâkim olmaya çalışıyor; bir yandan da halk arasında Şii propagandası yürütüyordu. Şehzade Selim, Şah’ın Osmanlı topraklarından geçerek, Dülkadirli Beyliği’ne saldırmasını vesile ederek, emrindeki az sayıda askerî kuvvetle Şarki Anadolu’daki eski Akkoyunlu topraklarını fethetti.
Akkoyunlu vârisi olduğu iddiasıyla bu toprakları isteyen Şah, kardeşini Şehzade Selim üzerine gönderdi. Şehzade, Safevi kuvvetlerini Erzincan yakınlarında mağlup etti. Bu, ona büyük prestij kazandırdı. Bunun üzerine Şah, Sultan Bayezid’e elçi gönderip özür diledi. Problem çıkarmak istemeyen Sultan, özrü kabul etti.
Veraset mücadelesi
Şehzade Selim, bir yandan da vilayetini imar etti. Giresun’da bugün mevcut olmayan bir cami yaptırdı. Safevilerden kaçan eski Akkoyunlu tebaasından Sünni halkı, Trabzon’a yerleştirdi. Babasının, istikrar endişesiyle, büyük oğlu Şehzade Ahmed’i taht vârisi olarak görmesine karşı çıktı. Askerler, açıkça kendisini desteklediklerini ilan ettiler.
Bu arada Şah İsmail’in gönderdiği ajanlardan Şah Kulu (veya Şeytan Kulu), 1511’de Anadolu’da ihtilâl çıkarmaya çalıştı ise de yenildi. Hasta ve yorgun Padişah, Safevi tehlikesine karşı hassasiyeti dolayısıyla Şehzade Selim lehine tahttan feragat etti ve çok geçmeden öldü (1512).
Şehzade Korkut ve evvelce ölen kardeşlerinin çocukları Sultan Selim’e biat etti. Ama vezirlerin tuttuğu diğer kardeşi Şehzade Ahmed karşı çıktı. Bunun üzerine Sultan Selim, Şehzade Ahmed’i yendi ve idam ettirdi.
Çok sevdiği ve Manisa Valisi yaptığı kardeşi Şehzâde Korkut’a merkezden eski padişaha mensup bazı vezirler ve askerler mektup yazdılar. Kendisini padişah görmek istediklerini, bunun için şartların hazır olduğunu bildirdiler. Bu mektupları kardeşini denemek için Sultan Selim’in yazdırdığı da söylenir.
Şehzade, vaziyeti biraderine haber vermek yerde, teklifi kabul etti. Bunun üzerine o ve diğer bütün şehzadeler idam edildi. Ulvi bir gaye uğruna bu kararı verirken Sultan Selim’in çok üzüldüğü anlatılır.
İnanç birliği
Tahtı emniyet altına aldıktan sonra Safeviler üzerine yürüdü. İran’a ticari ambargo koydurdu. Ulemadan da seferin meşruluğuna dair fetvalar aldı. Zor şartlar altındaki uzun bir yürüyüşten sonra, 1514’te bugün İran sınırları içindeki Çaldıran ovasındaki muharebede Şah İsmail yenildi. Hazinelerini, hatta hanımını harb meydanında bırakıp canını zor kurtardı. Payitahtı Tebriz, Osmanlıların eline geçti.
Bu zafer, Türk dünyasının inanç birliğine yönelen tehlikeyi önlemiş oldu. Tebriz’de kılınan Cuma namazı, Sünniliğin Şiiliğe karşı zaferini sembolize ediyordu. Artık ''Selim Şah'' diye de anılmaya başlanmış; bastırdığı paralara da ''şâhî'' denilmiştir.
Zaferden sonra Sultan Selim, Osmanlı himayesinde bulunduğu hâlde, Safevilerin yanında yer alan ve Osmanlı ikmal merkezlerini tahrip eden Dülkadirli Beyliği üzerine yürüdü. Aynı zamanda annesinin babası olan Alaüddevle Bey’i Elbistan taraflarında Turnadağ Muharebesi’nde mağlup ederek topraklarını Osmanlı ülkesine kattı.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun Sünni halkı, büyük zulümler gördükleri Şah İsmail’e karşıydı. Bu sebeple savaşsız olarak Osmanlı hâkimiyetine girdiler... Böylece Anadolu’nun coğrafi bütünlüğü temin edilmiş oldu.
İran seferinde uzun yürüyüşten bezginlik gösteren yeniçeriler isyan etmişti. Sultan Selim dönüşte, yeniçeri ocağını reorganize ederek, ağanın ocak subaylarından değil, saraydan tayin edilmesi usulünü koydu ve ocağı doğrudan padişaha bağlamış oldu.
Mısır’a doğru
Osmanlı yayılmasından endişe eden Çerkez asıllı Memlûk Sultanı Kansu Guri, Safevileri desteklemişti. Sultan Selim, bunun intikamını almakta gecikmedi. Müslüman bir devlet üzerine yapacağı bu seferin meşruluğuna dair şeyhülislamdan fetva aldıktan sonra güneye yürüdü. İki ordu da 60 bin kişi idi.
1516’da Şimali Suriye’de Mercidâbık denilen mevkide Memlûk ordusu mağlup oldu ve Sultan Guri harb meyanında maktul düştü. Memlûk Devleti, kurulduğundan beri hiçbir muharebeyi kaybetmemiş; Timur bile onlara ilişmemişti.
Suriye ve Filistin böylece Osmanlı hâkimiyetine girdi. Sultan Selim, Mısır tahtına çıkan Tomanbay’a elçiler gönderip, kendisine tâbi olursa, Gazze’den itibaren Mısır’a hükmedebileceğini söyledi. Padişah’ın Sina Çölü’nü geçebileceğine hiç ihtimal vermeyen Tomanbay çok kızdı; Osmanlı elçilerini öldürttü.
Bunun üzerine Mısır üzerine yürüyen Sultan Selim, tarihte ancak Kambiz ve İskender’in geçebildiği Sina Çölü’nü 13 günde geçti (1517). Seferlerinde evvelden istihkâm tedbirlerinin alınmasına çok dikkat ederdi. Ridâniye Muharebesi’nde Memlûk ordusu mağlup oldu; Kahire düştü.
Sultan Tomanbay, çete muharebeleri yapmak üzere kaçtı. Teslim olursa, kendisine aman verileceğine dair Divan’ın emrini getiren elçileri öldürttü. Sonunda yakalandı. Kahramanlığına hayran olan Sultan Selim, kendisini hürmetle karşıladı. Ancak ilk fırsatta intikam almaya kalkacağından endişe edildiği için 15 gün sonra halkın gözü önünde idam olundu.
Tevazunun böylesi...
Sultan Selim, Kahire’yi dolaştı. Memlûkler zamanında ecnebi tacirlere verilmiş imtiyazları tasdik etti. Süveyş’te büyük bir donanmayı tezgâha koydurmasını, Portekizliler, Hindistan’a sefer yapılacağı şeklinde tefsir ettiler. İlk Osmanlı-Portekiz mücadelesi Kızıldeniz ve Umman Denizi’nde başladı. Fethedilmeseydi belki Mısır da Portekiz tehdidinden kurtulamayacaktı. Venedik, o zamana kadar Memlûklere Kıbrıs için ödediği haracı, Osmanlılara ödemeye başladı.
Sultan Selim, son Abbasi Halifesi Mütevekkil’i hürmetle karşıladı. Halife ve sultanın ailesini, meşhur âlim, sanatkâr ve tacirleri donanmayla İstanbul’a gönderdi. 1517 Eylül’ünde geldiği yoldan dönmek üzere yola çıktı. Bu esnada başta Musul olmak üzere Şimali Irak, Osmanlı hâkimiyetine girdi. Padişah, Temmuz 1518’de İstanbul’a vardı.
Padişahın bizzat bulunduğu hiçbir sefer bu kadar uzun sürmemiştir ve sonra da böyle bir sefer olmamıştır. İstanbul’da büyük merasimler tertiplendi. Halk büyük cihangiri karşılamak üzere bekliyordu. Ama gösterişi sevmeyen Padişah, gece birkaç kişi ile beraber bir kayıkla saraya geçmiş; herkes ertesi gün padişahın döndüğünü haber almıştır.
Düşmanın silahı
O zamana kadar Osmanlılarla umumiyetle iyi geçinen Memlûkler, çağının en güçlü devleti iken yerinde saymış; XV. asırdan itibaren stratejik malzeme cihetiyle Osmanlılara muhtaç hâle gelmişti. Mısır’ın fethinde Osmanlıların seyyar toplarına karşılık; Mısırlıların çakılı topları vardı. Bu sebeple Osmanlı taarruzuna karşı hiçbir varlık gösterememişti.
Harbden sonra Tomanbay, kahramanlığı ile değil; ateşli silahların yardımıyla harbi kazandığını söyleyince; Sultan Selim, “Düşmana karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın” âyetini hatırlattı.
Mısır’ı fethi üzerine, Hicaz emiri Şerif Ebu’l-Berekât en-Nümeyy, Memlûk hâkimiyetindeki Hicaz’ı Padişah’a teslim etti. Sultan Selim, büyük bir hürmet ve basiretle, Hicaz’ın mevcut siyasi imtiyazlarını tanıdı. Resulullah’ın soyundan gelen Şerif’i Hicaz’ın başında bıraktı. Şimdiki Ürdün melikinin büyük dedesidir. Hicaz, asırlarca böyle idare olundu.
Kiminle idik?
1520 senesinde birkaç ay kalıp sonra bilinmeyen bir cihete doğru sefer niyetiyle Edirne’ye doğru yola çıktı. Diyabet hastası olan Padişah’ın iki omuzu arasında şirpençe (şarbon, antraks) çıbanının, kan zehirlenmesine (septisemi) yol açması sebebiyle Çorlu’da, tesadüf eseri 8 sene evvel babasının vefat ettiği yerde vefat etti.
50 yaşındaydı. Cenazesi İstanbul’a getirildi. Sokağa dökülen yüz binlerce kişi gözyaşları içinde kendisini uğurladı. Fatih semtinde temellerini attığı caminin bahçesine defnolundu.
Tebriz’den beri sırdaşı ve nedimi olan Hasan Can’a, hasta yatağında “Bu ne hâldir?” diye dertlenip, “Sultanım, Allah ile olacak zamandır” dediğinde, “Bunca zamandır bizi kiminle bilirdin?” diye cevap verdiği meşhurdur. Hasan Can, hastanın başında Yasin suresi okumaya başlamış; “selâm” (esenlik) âyetine gelince Sultan Selim ruhunu teslim etmiştir.
İstanbul tersanesinde 150 geminin tezgâha konmasından, son seferinin Rodos üzerine olduğu tahmin edilmiştir. Fakat muhakkak ki onun en büyük gayesi, İran’a girip, Türk-İslâm inanç ve siyasi birliğini bozan Safevileri tamamen ortadan kaldırmaktı.
Osmanlı sultanlarının en cihangiri sayılır. Askerlik dehası dedesi Sultan Fatih’i takip eder. Kısa süren saltanatının 4 yılında cereyan eden fetihler 4 asır muhafaza edilmiştir. Babasından kalan 2.373.000 km2 imparatorluğun sınırlarını, üç kıtada 6.557.000 km2’ye çıkarmıştır.
.
Kararlılık Sultan I. Selim'in en mühim hasletiydi...
31 Ekim 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Sultan I. Selim, hilafeti Osmanlılara getiren padişah olarak tanınır. Kendisini Müslümanların birliği idealine vakfetmişti. Asıl tehlikenin şarktan geleceğini tahmin ettiğinden saltanatı müddetince bütün himmetini o tarafa sarf etti. Böylece haleflerinin Avrupa’da ve Akdeniz’de daha emin bir şekilde faaliyette bulunmasını temin etti.
Altın dolu hazine
Donanmaya çok ehemmiyet vermiş; usta denizciler onun zamanında yetişmeye başlamıştır. Haliç’te muazzam bir tersane kurmuş; diğer sahil şehirlerinde de tersaneler inşa edilmiştir.
Hazineyi ağzına kadar doldurmuş ve “Benden sonra kim hazineyi altın ile doldurursa, onun mührüyle mühürlensin. Aksi takdirde benim mührümle mühürlensin!” dediği için, imparatorluğun sonuna kadar hazine teberrüken onun mührüyle mühürlenmiştir.
Muntazam bir istihbarat teşkilâtı vardı. Mahrem memurları, her yere girip çıkar; olup bitenden Padişah’ı haberdar ederdi. Sık sık kıyafet değiştirerek halkın arasına girerdi.
Adaletin tecellisinde asla ihmal göstermezdi. İran seferi dönüşü, yolda bazı askerin etrafı yağmalaması üzerine suçluları cezalandırdığı gibi, Veziriazam Hersekzade Ahmed ve Vezir Dukakinzade Ahmed Paşa’yı da azletmiş ve -eski Türk ananesine göre- çadırlarını başlarına yıkarak cezalandırmıştı.
İdealizm
Şehzadeliği ve sultanlığı zamanlarında at üstünden inmeyen Sultan Selim, ömrünün çok az bir kısmını sarayında geçirmiştir. İşte onu kardeşlerinden ayıran da bu idealistliği olmuştur. Tarihçiler, sertliğini de bu millî dava idealiyle izah ederler. Bu sebeple kendisinden çekinenler, daha sağlığında onu Yavuz lakabıyla anmıştır.
Yavuz, eski Türkçe’de yav (kötü) veya yağ (düşman) kelimesinden gelir. Orhun Kitabeleri ve Divan-ı Lügati’t-Türk’te böyledir. Zamanla yumuşamış, Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmani’sinde geçtiği gibi, yaramaz, haşin ve nihayet emsalinden üstün manası kazanmıştır.
Eski İstanbul terbiyesine sahip kişiler, onu bu tabirle pek anmayıp, hele Yavuz Selim demeyi hiç tercih etmeyerek, hiç değilse araya sultan kelimesini koyar ve “yavuz”u bunun sıfatı yapardı.
Bu ahiret işidir
Onun en büyük hususiyeti kararlılık idi. Bu sebeple sert bir hükümdar zannedilir. “İşlerinde etrafındakilerle meşveret et. Bir karara varınca, artık dönme; Allah’a tevekkül et!” mealindeki Kur’ân-ı kerim âyetine uyardı.
Divan toplantılarında herkes fikrini serbestçe söyleyebilirdi. Ama karar verildikten sonra en ufak tereddüdü affetmezdi. Nitekim İran seferinde, geri dönmeyi teklif eden Hemdem Paşa’yı, çok sevdiği hâlde, âyetin emrine karşı geldiği için, cezalandırmakta tereddüt etmemiştir.
Çok sert görünür; ama doğru sözü kabul ederdi. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, Sultan Selim’i Edirne’ye uğurlarken, yolda bir elleri bağlı bir grup görüp; bunların İran’a ipek ticareti yasağına uymadığı için cezalandırılacak tacirler olduğunu öğrendi. Derhal padişahın huzuruna çıkıp, itiraz etti. “Bunlar emrinize karşı gelmiş sayılmaz. Zira sizin ipek emîni tayin etmeniz, ipeğin alınıp satılmasına cevaz bulunduğunu gösterir” dedi. Padişah, “Saltanat işlerinde söz söylemek, sizin vazifeniz değildir!” deyince, “Bu, âhiret işidir. Buna karışmak benim vazifemdir” diyerek huzurdan ayrıldı; ama Padişah’ı teskine muvaffak oldu. Padişah, meseleyi düşünüp, tacirlerin serbest bırakılmasını emretti.
Kırk hafızın biri
Mısır’ın fethiyle, sembolik Abbasî halifeliği son buldu. Sultanlık ile halifelik sıfatı Osmanlı padişahında birleşti. Böylece yaklaşık beş asırdır yalnız ruhanî otoriteyi haiz bulunan halifelik, tekrar dünyevi otorite kazandı.
Mısır’dan dönerken Haleb Camii’nde hatibin padişahı Hâkimü’l-Haremeyn (iki mukaddes belde Mekke ve Medine’nin hâkimi) diye anması üzerine, cemaatte bulunan Sultan Selim itiraz ederek Hâdimü’l-Haremeyn (iki mukaddes beldenin hizmetkârı) diye tashih etmişti.
Sarayda hırka-ı saadet dairesini kurarak mukaddes emanetlerin muhafazasını Enderun subaylarına tevdi etmişti. Kırk hafızın bu dairede devamlı Kur’ân-ı kerim okuması ananesini başlatmış; bereketlenmek için ilk birkaç nöbete kendisi de iştirak edip Kur’ân-ı kerim okumuştur. Bu anane cumhuriyete kadar sürmüş; son yıllarda tekrar canlandırılmıştır.
Sin ve Şın
Sultan Selim, tasavvufa meyilli idi. Fevkalâde mütevazı ve sade yaşantısı ile tam bir derviş idi. Halk arasında en çok menkıbesi ve kerameti anlatılan hükümdardır. Bu da diğerlerinden farklı karakterine işaret eder. Trabzon’da vali iken Zeyniye şeyhi Halîmî Çelebi’ye intisap etmişti. Padişah olunca yanından ayırmadı, Mısır seferine de iştirak etti. Dönerken Şam’da vefat etti. Padişah, “Mevlana Abdülhalim ile sefere çıktık, şimdi hatırasıyla dönüyoruz” diye teessür gösterdi.
Mısır’da da nasihatleriyle Sultan Kansu’yu muharebeden engellemeye çalışan İbrahim Gülşenî’yi ziyaret etti. Hem giderken, hem dönerken Şam’da Nakşî şeyhi Ubeydullah Ahrar’ın halifelerinden Muhammed Bedahşî’yi ziyaret etti. İlkinde bir saat oturup hiç konuşmadılar. Dönüşte uzun sohbet ettiler. İkincisinde Şeyh kendisine, “İkimiz de Allahın kuluyuz. Ama senin yükün benden ağırdır. İyi çalış, emaneti zayi etme!” buyurdu.
XIII. asır başlarında yaşamış büyük âlim Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye adlı eserinde, Osmanlı Devleti’ne dair çok enteresan keşiflerde bulunur. “Sin, Şın’a girince, Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” der. Nitekim ismi sin harfiyle başlayan Sultan Selim, şin harfi ile başlayan Şam’a girdiğinde, onun kabrini buldurup, üzerine türbe ve yanına da câmi ve imaret yaptırmıştır (1518).
Sakalını elimize alırız!
Uzun boylu, iri kemikli, omuzlarının arası geniş, yüzü yuvarlaktı. İri siyah gözleri vardı. Gövdesi bacaklarına nispetle uzun olduğundan, at üzerinde çok heybetli görünürdü. Selimî diye anılan kendisine mahsus sarık sarardı.
Sakal bırakmayan üç padişahtan biridir. Rivayete göre tahta çıktığında vezirler bu zorlu padişahla ne yapacaklarını düşünmüş; Sonra “Babası gibi onun da sakalını elimize alırız” demişlerdi. Sultan Selim bu sözü işitince sakal bırakmamıştı. Muhtemelen sakalı tatar misali seyrek olduğundan, maslahat icabı uzatmamıştır.
Her türlü silahı kolayca kullanırdı. Sportmendi. Avlanmayı ve yüzmeyi severdi. Boğaz’da yüzdüğü; hatta sefer sırasında büyük nehirlere girdiği bilinir.
Çok az uyurdu. Harem hayatına düşkün değildi. Bilinen tek hanımı, Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı, dirayeti ve hayırseverliğiyle meşhur Hafsa Hatun’dur. Şehzade Süleyman adında bir oğlu ve altı kızı vardır.
Çamurlu kaftan
Kadirşinas bir insandı. Ridaniye’de şehid düşen Sinan Paşa için, “Mısır’ı aldık ama, Sinan gibi bir zâtı kaybettik” demişti. Mısır seferinden dönüşte, devrin büyük âlimlerinden İbn Kemal ile yan yana yürüyordu. İbn Kemal’in atı, Padişah’ın üzerine çamur sıçrattı. Padişah, “Âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir” demiş; bu kaftanın öldüğü zaman mezarının üzerine örtülmesini vasiyet etmişti. Bu kaftan, hâlâ Sultan Selim’in sandukasının üzerindedir.
Garp lisanlarını bilmese bile, şiir yazacak kadar Arapça ve Farsça’ya hâkimdi. Baba ve dedesi gibi âlimdi. Bilhassa tarihe merakı vardı. Boş zamanlarında hep okur ve gözlük kullanırdı. Binlerce cilt kitap okumuştur. Okumaya o kadar meraklı idi ki, sefer sırasında bile yanında kitap bulundurur, müsait zamanlarda okurdu. Moğollara dair Vassaf tarihini bizzat okuması, Padişah’ın entelektüel seviyesini göstermeye yeter.
O asırda yaşamış İtalyan tarihçi Paolo Giovio, Padişah’ın, Sezar ve İskender’i okuduğunu söyler. Usta bir şairdi. Şiirlerinin tamamına yakını Farsçadır. Türkçe şiiri, hatta beyti yok denecek kadar azdır. Şimdilerde kendisine mal edilen beyitler, tıpkı bazı menkıbeler gibi, ona ait değildir.
Sultan I. Selim ve Kemalpaşazade
Tevazu ve sadelik
Hemen hemen bütün kaynaklar Sultan Selim’i fevkalade sade yaşayan bir insan olarak tasvir eder. Bütün sertliği ve heybeti devlet işlerindedir. Hususi hayatında sakin, mahcup ve mütevazıdır. Geceleri odasında gözlüğünü takıp kitap okurken, alelade bir ilim adamından farklı değildir.
Mısır seferi dönüşü, kendisini Edirne’de karşılayan oğlu Şehzade Süleyman’ın ihtişamlı kıyafetine bakıp, “Oğlum! Sen böyle giyinirsen, anan ne giysin?” dediği meşhurdur. Nitekim Topkapı Sarayı’nda mevcut padişah elbiselerinden en sadeleri O’na ait olanlardır. Meşhur küpeli resim onun değildir.
Venedik sefiri Antonio Iustiniani’ye, Padişah’ı nasıl gördüğü sorulduğunda, “Belindeki kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendisini iyi göremedim” cevabını vermişti. Vezir Ahmed Paşa, bunu ilettiğinde Padişah gülümseyerek şu tarihî sözü söyledi: “Kılıcımızın ağzı kestikçe, düşmanın gözü kıyafetimizi görmez!”
Sultan I. Selim'in sandukası ve üzerindeki meşhur kaftan
Memur edilmedikçe
Bir gece rüyasında Padişah’a, Hasan isminde biri vâsıtasıyla bir hizmetin tebliğ olunacağı haber verilmişti. O da nedimi (yakın dostu) Hasan Can’a bir rüya görüp görmediğini sordu. “Hâb-ı gafletteydim” cevabını aldı. Sonradan Hasan Can, fazilet ve dindarlığıyla bilinen kapı ağası Hasan Ağa’ya rastladı. Heyecan içindeydi. Rüyasında 4 halifeyi gördüğünü, “Bizi Resulullah gönderdi. Selim Han’a selam söyle. Haremeyn’in hizmeti ona ısmarlanmıştır” dediklerini anlattı. Bu rüyayı hemen Padişah’a arz etti. Gözyaşlarıyla dinleyen Padişah, “Ne temiz adammış. Meğer boş yere birini medhetmezmişsin. Ey Hasan! Bizim ecdadımız gibi velilikten nasibimiz yoktur. Ama memur olmadıkça bir tarafa hareket etmeyiz!” buyurdu. (Solakzâde)
İkindi güneşi
Vefatında hocası İbn Kemal’in söylediği mersiyenin, Sultan Selim’i gölgesi uzun ama, ömrü kısa ikindi güneşine benzettiği şu kıtası pek mânidardır:
Az zaman üzre çok iş etmiş idi
Sâyesi olmuş idi âlemgir
Şems-i asr idi asrda şemsin
Zılli memdud olur, zamanı kasir
( Sâye, zıl: Gölge. Âlemgir: Cihan fatihi. Şems: Güneş. Asr: İkindi. Memdud: Uzun. Kasir: Kısa.
.
Efsane ile hakikat arasında - Nasreddin Hoca
7 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Kimilerince kerametler sahibi bir evliya, bazılarınca büyük bir halk filozofu ve mizah üstadıdır. Şöhreti bütün dünyaya yayılmış, nükteleri nice lisanlara tercüme edilmiştir. Yalnız bu büyük insanın hayatı pek iyi bilinmiyor. Halk arasında hayatı hakkında birbirine uymayan muhtelif rivayetler vardır.
Bu da Osmanlılar devrinde münevver sınıf edebiyatçılarının, tarih ve biyografi yazarlarının bu halk üstadına layık olduğu alakayı göstermemelerinden ileri gelmiştir. Fıkralarından çıkarılan malumat ise hep yanıltıcı olmuştur. Çünki çok sevilen Nasreddin Hoca fıkralarının belki yarısı bile ona ait değildir.
Asırlar boyunca halkın beğendiği her nükte, her fıkra doğrudan doğruya Nasreddin Hoca’ya mal edilmiştir. Seneler evvel Rusya’da Azerbaycanlı arkadaşım Muhtar İsmailov’un anlattığı onlarca “Molla Nesreddin” fıkrasını hayretle dinlemiştim. Bunlar arasında Papa, Stalin ve Brigitte Bardot ile alakalı olanlar bile vardı!..
Son durak Akşehir
Bursalı Tahir Bey, Hoca’nın hayatını yerinde tetkik ederek elde ettiği malumatı Köprülüzade Fuad Bey’e vermiş, o da Hoca’nın fıkralarını ihtiva eden manzumelerin başında bunu neşretmiştir. Eski vakıf sicillerinden çıkarılmış olan malumat, mevcut rivayetler arasında hakikate ve akla en yakın görünenidir.
Buna göre Nasreddin Hoca Sivrihisar’ın Horto köyünde 1208’de doğmuştur. Köyün imamı Abdullah Efendi’nin oğludur. Okuma yazmayı, Arapça’yı, din bilgilerini önce babasından öğrendi.
Sivrihisar Müftüsü Hasan Efendi’nin eski sicillere dayanarak yazdığı Mecmua-i Maarif adlı yarım kalmış eserde verdiği bilgiye göre, Nasreddin Hoca o ara o civarlarda büyük nam kazanan Seyyid Mahmud Hayrani ile Seyyid Hacı İbrahim Sultan’dan ilim ve feyz almak istemiş, babasından kendisine kalan köy imamlığını Mehmed adında birine devrederek oradan ayrılmıştır.
Medresede okuduğu, Arabistan’a gidip geldiği, kadılık ettiği de rivayetlerden anlaşılmaktadır. Kuduri isimli fıkıh kitabını okutmuş, Konya, Ankara ve Bursa’ya seyahat etmiştir. Nihayet Akşehir’e gelen Hoca, burasını çok sevmiş, orada evlenmiş, orta halli bir ömür sürerek gene Akşehir’de 1284’te ölmüştür. Türbesi de oradadır.
Her Nasreddin aynı mı?
Nasreddin ismi, bazılarını yanılgıya düşürmüştür. İsmail Hami Bey, Kastamonu’da uçbeyliği yapan, hatta bir ara Osmanlıların da tâbi bulunduğu Çobanoğullarından Yavlak Aslan’ın oğlu Nasreddin Mahmud ile Nasreddin Hoca’nın aynı kişi olduğunu söyler ki, İbrahim Hakkı Konyalı bu iddiayı vesikalarla çürütmüştür.
Son zamanlarda hiçbir vesika ve tedkikatı nazara almadan, Hoca’nın Nasrüddin Mahmud Hûyî, namı diğer Ahi Evran ile aynı kişi olduğunu, hatta güya Moğollarla iş birliği yapan Mevlânâ tarafından öldürtüldüğünü söyleyenler çıkmıştır. Zaten efsanevi bir şahsiyet olan Ahi Evran’ın, Moğolların Kırşehir hâkimi Türk Cacabey tarafından öldürüldüğü de zayıf bir rivayettir.
Hoca’nın ve fıkralarının benzerlerine dünyanın her yerinde rastlanır. Bu tabii bir tesadüf müdür? Muhtemelen çoğu aynı kaynaktan gelmektedir. Araplarda Cuha, Almanlarda Till Eulengspiegel, Amerikalılarda Paul Bunyan, Bulgarlarda Hıtar Petar, İngilizlerde Joe Miller, İtalyanlarda Bertoldo, Ruslarda Balakirew, Sırplarda Kerempuh ve Era, Japonlarda Ikkyu ve fıkraları böyledir.
Aklı olan anlar
Bazı bentleri yanlış olsa da Nasreddin Hoca’yı eski taş basması halk kitapları tanıtmıştır. Eski kitap basmacılarının maddi menfaatleri icabı sokuşturduğu bazı yabancı fıkraların aksine Hoca, nezih, dürüst, zarif ve nüktedandır. Hırsızlık, dalkavukluk, ahlakta laubalilikten katiyen münezzehtir. Bu mevzulardaki veyahut müstehcen addolunan nükteler onun değil, ona isnattır. Dikkatli anlayışlı bir dimağ, ona ait olanları bulmakta katiyen müşkülat çekmez.
Onunkiler hakiki bir halk adamı ruhu taşıyan ince ve hikmetli olanlardır. Kendi tarlasında ve rahlesinde kolları ve dimağı ile ekmeğini kazanan bu kanaatkâr, zeki ve dindar insandan, başkası beklenemez.
Hoca’nın bazı hikâyelerinde fazla saflık kokusu varsa, bu onun bilgisizliğinden veya budalalığından değil, aksine olarak onun halka bir şey öğretmek, nükte yapmak arzusundan veyahut muzipliğindendir.
Bazı nüktelerinde öyle ince istihzalar vardır ki, bunların halk esprisi şeklinde ifade edilmesi, onun kıymetini en yüksek haddine çıkarmaktadır.
Evet, aykırı konuşmayı sever. Ama onda hiciv ve hakaret yoktur. Dışa dönük, neşeli, babacan ve aklıselim sahibi bir tip göze çarpar. Hazırcevaptır. Türk halkı misalli ve meselli konuşmayı sever. Onun bu nükteleri de halka tercüman olmuştur.
Adı bile söylenir söylenmez dudaklarda bir tebessüm hâsıl olur. Ardından hikmetli, manalı, hoş ve güldürücü bir fıkra beklenir. O, karısı, kızı, oğlu ve eşeğinden ibaret şahsî muhiti, sevdiği ve sevdirdiği talebesi, mahallelisi, köylüsü ve kasabalısından mürekkep, Akşehir, Sivrihisar ve köyünün teşkil ettiği üçgen içindeki hususi dünyasıyla haşır neşirdir.
Dillere düşen tabirler
Hoca’nın tarihî şahsiyetini bulandıran hâdiselerden biri, XIV. asır şairlerinden Ahmedî ile Emîr Timur arasında geçen meşhur “hamamda değer biçme” hikâyesinin, sonraki kaynaklarda Hoca’ya mal edilmiş olmasıdır.
İkisi arasında 1,5 asır vardır. Nasreddin Hoca fıkralarında adı sıkça geçen Timur, aslında o zamanlar Anadolu’yu işgal eden Moğol ordusu kumandanı Keyhatu idi. Rivayet odur ki, Nasreddin Hoca, müstevfi (defterdar) sıfatıyla zaman zaman kendisiyle görüşüp, itimadını elde etmeyi başarmış; zulümlerine engel olarak halkın şükranını kazanmıştır.
Nasreddin Hoca’nın kuvvetli hayat görüşü, çağdaşlarını da, kendisinden sonra yaşayanlara da çok tesir etmiştir. Adı, şahsiyeti çevresinde birtakım halk inançları meydana gelmiştir. Akşehir’de ölümünden sonra bile mezarına gidip düğünlere hocayı da davet etmek yakın zamanlara kadar âdetti. El elin eşeğini türkü çağırarak arar, ipe un sermek, bindiği dalı kesmek, sen de haklısın, anası ağlamak gibi halk kültüründeki nice tabir, ona dayanır.
Güvâhî, Lâmiî, Yahya Bey, Atâî gibi sonraki ediplerden bazısı, onun fıkra ve nüktelerini kıssadan hisse sadedinde kitaplarına almıştır. Bunlardan en eskisi 1480 yılına ait Saltukname’dir. Burada 2 fıkra vardır. Hikâyât-ı Kitab-ı Nasreddin’de (1571) 43; resimli Letaif-i Nasreddin’de (1883) 71 fıkra bulunur. Bugün Hoca’ya mal edilen, ama çoğu uydurma kitaplara geçmiş 500 kadar fıkra vardır.
Türbesi de ayrı bir nükte
Evliya Çelebi Akşehir’e gidip de hocayı ziyaret etmeyenlerin başına bir ceza geleceğini, ziyaret edenlerin ise mutlaka gülünecek şeylerle karşılaşacaklarını yazar. Bu arada kendi başından geçen bir hâdiseyi anlatır:
“Söylenenler acaba gerçek midir diye geniş yolun sol tarafından mezarlığa yönelip doğru mübarek kabirlerine at ile vardım. Bir kere selam verdim. Türbe içinden ve aleykümüsselam diye bir ses gelince atım ürküp iki ayağı üstüne kalktı. Bir ayağı bir mezara girdi. Ben zavallı, az kaldı kabir azabı çekeyazdım. Türbeden bir ses, Ağa beri gelip sadakanızı veriniz de güle güle gidiniz, diye haykırdı. Meğer konuşan türbedar imiş.”
Türbe mezarlık ortasında sütunlara dayanan çadır biçimi bir kubbeden ibaretti. Duvarsızdı, ama koca bir kilit ile kapatılmış bir kapısı vardı. Bu kapı da hocanın tuhaflığına delil olarak gösterilmiş, çevresi açık yıkık yerlere Nasreddin Hoca’nın Türbesi gibi tabiri oradan çıkmıştır. 1878’de etrafına parmaklık yaptırıldı. 1905’te Sultan Hamid devrindeki tamirde, konik bir kubbe yaptırıldı.
Bosphorus isimli mecmuada Hoca hakkında yazdığı uzun yazıda Gottfried Albert, 1915’te Anadolu’ya seyahat yapıp, Akşehir’e uğradığında İstanbul’da yaptırdığı koca kilidi, oradaki manzarayı karikatürize etmek için taktığını söyler. Mezar taşında vefat tarihi de aynı tuhaflıkla ters yazılmıştır.
Halk arasındaki rivayetlere göre hocanın zevcesi Akşehir’in Kozağaç köyünde gömülüdür. Vaktiyle Hortu’da Hoca’ya ait olduğu rivayet edilen bir ev harabesi ve onun soyundan geldiklerini söyleyen kimseler vardı. Oğullarının mezar taşı Sivrihisar’ın Sultana köyünde; kızının mezar taşı ise Sivrihisar’dadır. İstanbul’un ilk kadısı ve Sultan Fatih’in hocası Hızır Bey, Hoca’nın kızının torunudur.
Koşun koşun!
Hoca’nın vefatından bir müddet sonra bir cuma günü halk Akşehir Ulucami’nde namaz için toplanmıştı. Tam namaza başlanacağı esnada yaşlı türbedar koşarak camiye geldi. Yüksek sesle “Ey cemaat, az evvel türbeden ayrılacağım sırada Hoca göründü. Çabuk Ulucami’ye koş, bütün cemaati buraya çağır, gelmeyen olursa hakkımı helal etmem dedi, diye bağırdı. Halk inanmak istemediyse de, ısrar edince dayanamayarak türbeye koştular. Cami boşalır boşalmaz büyük bir gürültü ile kubbe çöktü. Herkes bu kerameti karşısında Hoca’ya bir kere daha gönülden bağlandı.
.
Köpekleri salmışlar taşları bağlamışlar!
14 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Müslüman Türk köpeğe, kedi kadar itibar etmemiştir. Kedinin idrarı elbisede necis bile değilken, köpeğin yaladığı yer bile pis olur. Hatta bazı âlimlere göre biri topraklı suyla olmak üzere yedi defa yıkanması icab eder. Bu sebeple köpek, cemiyette ürkülen ve uzak durulan bir hayvan olmuştur.
Hadîs-i şeriflerde, “Hiçbir ev halkı yok ki, evde köpek bağlasın da her gün sevabından bir kırat eksilmesin. Ancak av, bekçi veya koyun köpekleri hariç” buyuruldu (Tirmizî).
Hatta insanlara zarar veren fare, akrep gibi hayvanlarla beraber saldırgan köpeğin de eziyet etmeden öldürülmesine cevaz verilmiştir (Berika).
Herkes sevecek mi?
Bir ara vahiy kesilmişti. Bunun sebebi sorulduğunda Cebrail aleyhisselâm, “Biz, suret ve köpek bulunan eve girmeyiz” dedi. Sonra küçük yaştaki Hazret-i Hasan’ın oynadığı köpek yavrusunu eve getirdiği anlaşıldı (Ebu Davud, Nesaî).
Köpeklerden ürküntü duymak, onlara merhametli davranmaya aykırı değil elbette. Resul aleyhisselam, eski ümmetlerden kötü namlı bir kadının, susuzluktan ölmek üzere kuyunun başında bekleyen bir köpeğe ayakkabısıyla su çıkarıp verdiği için affedildiğini söyler (Kütüb-i Sitte).
Bir hadîs-i şerif, kıyâmet yaklaştığında, bir adama köpek yetiştirmenin, çocuk yetiştirmekten daha cazib geleceğini haber verir (Hâkim). O zamanın geldiği aşikârdır.
Herkes köpek sevecek diye bir kaide yok. Ama köpek sevenlerle sevmeyenlerin bir arada yaşaması da kolay değil. Zamanımızda köpeklerin değil ama, sahiplerinin, herkesten köpeklere katlanmasını, hatta onları sevmesini egoistçe beklediği de bir hakikat.
Sadakat, dalkavukluk!..
Köpek, nasıl biri olursa olsun sahibine sadakati ile tanınır. “Köpeğin olayım” sözü meşhurdur. Ârifler, bu sadakati tabasbus (yaltaklanmak) olarak görür ve beğenmez. Namık Kemal;
Muîni zâlimin dünyada erbâb-ı denâettir
Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insafa hizmetten diyerek, zâlim avcıya hizmetten zevk alan köpekteki aşağı tabiata dikkat çeker.
Şair Deli Hikmet’in "Biz ne âdi köpekleriz/Her geleni etekleriz" mısralarında da buna işaret vardır.
Kinofobi
“Korkma, bir şey yapmaz” sözüyle mesele bitmiyor. Köpek korkusunun bir de adı var: Kinofobi. Eskiden köpek bir insanın kendisinden korktuğunu anlarsa, saldırır derlerdi. Hatta güya köpekler bunu, o kişinin kulaklarının arkasından çıkan ve herkesin göremediği dumandan anlarlarmış. Seyyid Abdülhakîm Efendi bu vadide şu mısrayı söylerdi:
"Es’adü’l-yevmi yevmün lâ ere’l-kelbe ve le’l-kelbü yerânî" (En saadetli günüm şüphesiz şu gündür ki/Köpeği görmedim, köpek de görmedi beni.)
Köpeği görünce çömelmenin ve elde değnekle gezmenin faydasına inanılırdı. Saldıran köpeğe, taş da işe yarayan bir silah olarak bilinirdi. Şehre gelen köylünün, parke taşlı sokakta önüne çıkan köpekleri görünce, “Köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar” dediği meşhurdur. Köpeği görünce okunacak dualar bile öğretilirdi. Köpek deyince akla hemen kuduz gelirdi.
Vaktiyle şark kasabalarından birinde müftülük yapan Ali İhsan Efendi’yi bir gün köpek kovalamış. Efendi rastgele bir evin kapısını açıp içine saklanmış. Sonra yardıma gelenler, “Siz müftüsünüz. Okuyup üfleseniz köpek size dokunmaz” dediklerinde, “Ben köpeği gördüğüm zaman Kelime-i şahadeti bile unutuyorum” diye latife yapmış...
İşkenceci masum
Sokak köpekleri pek de zannedildiği kadar masum değildir. Muallim Naci, çocukken kendisine saldıran köpeklerin elinden zor kurtulmuştu. Hattat Şefik Efendi, saldıran köpeklerden kaçarken Haliç’e düşüp boğulmuştu (1880).
1849’da İstanbul’a gelen İngiliz yazar ve seyyah Albert Richard Smith, hamam dönüşü sokak köpeklerinin elinden zor kurtulduğunu anlatır; bunu işkence diye tavsif eder.
Fransız yazar Claude Farrere, 1904’te sokak köpeklerinin saldırdığını, evvelden beslediği bir anne köpeğin kendisini kurtardığını anlatır (Türklerin Manevi Gücü).
1890’larda İstanbul’a gelen Alman piyanist Anna Rilke, Eminönü Meydanı'nda etrafını köpeklerin ve dilencilerin sardığını; dilencilere para, köpeklere de ekmek atarak kurtulduğunu hikâye eder.
İstanbul’a hiç gelmemiş Jules Verne bile Keraban le Tetu (İnatçı Kahraman Ağa) romanında İstanbul’un sokak köpeklerinden yakınmıştır.
İngiliz yazar Hervé, “Şehrin Beş Laneti” arasında sokak köpeklerini de sayar. 1867 senesinde İstanbul’a gelen Amerikalı yazar Mark Twain, sokak köpeklerinin yolları kapattığını, ama zararlarının mübalağa edildiğini söyler.
Köpeklerin sürgünü
Eskiden beri şehir sokakları köpeklerin elindedir. XIX. asırda İstanbul’da 40-50 bin kadar sokak köpeği olduğu zannedilmektedir. Modern şehirleşme ile beraber sokak köpeği meselesi ortaya çıktı. Avrupa şehirlerinde böyle bir mesele kalmamış; köpek besleyenlere vergi getirilmişti.
Sultan II. Mahmud, Yeniçerilerden sonra şehri köpeklerden de temizlemeye teşebbüs etti. Sivriada’ya sürülmek üzere köpeklerle doldurulan tekne, fırtınaya yakalanmış, dalgalar tekneyi geldiği yere fırlatmıştı. Bunun ilahî bir ihtar olduğu düşünülerek vazgeçildi.Sultan Aziz zamanındaki teşebbüs muvaffak oldu. Ancak bu sefer İstanbul’da çıkan peş peşe yangınlar, bir intikam olarak görüldü; köpekler apar topar geri getirildi. 1889’da Alman İmparatoru İstanbul’a geleceği zaman, sokak köpeklerinin temizlenmesi konuşuldu. Ancak halkın protestosu üzerine vazgeçildi.
Köpeklerin âhı!
Meşrutiyet devrinde İstanbul şehremâneti (belediyesi), sâri hastalık endişesiyle sokak köpeklerini bir bir toplattı. 1910’da Çingeneler tarafından tahta kıskaçlarla toplanıp, kafeslere yerleştirildi. Mavnalarla Sivriada’ya götürülüp bırakıldı.
Köpeklerin uğultusu günlerce İstanbul halkını rahatsız etti, vicdanlarını parçaladı. Gelip geçen teknelerden adaya yiyecek atanlar oldu.
Bir müddet sonra köpekler açlıktan öldü; sağ kalanlar ölü arkadaşlarını yediler. Köpek leşlerinin kokusu, semaları sardı. Uyanık bir Fransız, bu köpeklerden kalan deri, kemik tozu, yağ ve gübre malzemesini toplayıp Marsilya’ya sattı.1911’de sayıları yine on binleri bulan sokak köpekleri, Şehremini Dr. Cemil Topuzlu’nun emriyle yavaş yavaş imha edildi. Gerçi “İtin duası kabul olsa, gökten kemik yağardı” derler ama, kısa bir zaman sonra başa gelen harb felaketlerini, halk, bu köpeklerin âhına bağlamıştır..
.
ADALET VE İHTİŞAM - KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
21 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Sultan I. Selim’in vefatı ne kadar üzüntüye sebep olduysa; yerine Şehzade Süleyman’ın geçişi o kadar sevinç doğurdu.
Bu padişahın devri, Osmanlıların, hatta Türk tarihinin altın çağı sayılır. Bu sebeple Avrupalılar kendisini Muhteşem (Magnificent, Magnifique) ve Büyük Türk (Grand Turc) diye anmıştır.
XVIII. asır Roman tarihçisi Dimitri Kantemir tarafından Kanuni diye anılmış; Türkler tarafından bu unvan, isminden daha çok tutulmuştur.
Yeni sayfa
Babasının valiliği sırasında 1494’te Trabzon’da dünyaya geldi. Annesi, Kırım Hanı’nın kızıdır.İyi bir tahsil gördü. Trabzon’da iken bir Rum’dan kuyumculuk sanatını öğrenmişti. Hemen her Osmanlı padişahının bir el sanatı vardır. Sydney Nettleton Fisher der ki: “Zamanın hiçbir prensi, onun kadar iyi yetişmemiştir.”
Kırım’a yakın Kefe’de ve Manisa’da valilik yaptı. 1520’de babasının vefatı üzerine tek vâris olarak 26 yaşında tahta çıktı. Onuncu Osmanlı padişahı ve yetmiş beşinci halifedir.
Babasının koyduğu ticaret yasağını kaldırarak İran’a bir jest yaptı. Malları müsadere edilen tacirlerin mallarını tazmin etti. O tarihe kadar hazineye giren bir meblağın halka iadesi, dünyada görülmüş şey değildi.
Sultan Selim’in Şam’a vali yaptığı bir Memluk asilzadesinin Rodos şövalyelerinin desteğiyle çıkardığı isyanı bastırdı. Muvaffak olamasaydı, Memluk Devleti dirilir; Sultan Selim’in emekleri heba olurdu.
Fetihten fetihe…
Sonra, tahta çıkışını bildirmek için gönderilen elçileri öldüren Macar Kralının üzerine yürüdü. Belgrad’ı aldı (1521). Ardından Rodos’u sulh yoluyla fethetti (1522).
Alman esaretindeki Fransa Kralı I. François, Sultan Süleyman’dan yardım istedi. Macar kralının, Osmanlıların can düşmanı İran’la ittifak kurması; bir yandan da Eflak-Boğdan’ı Osmanlılara karşı kışkırtması üzerine, Macaristan üzerine yürüdü. Macarları Mohaç’ta 2 saat içinde mağlup etti (1526). Macaristan, Osmanlı toprağı oldu.
Ardından Macaristan ve İran’ı kışkırtan Almanya’yı dize getirmek için Viyana’yı kuşattı. Ancak kış sebebiyle alamadı (1529).
Avrupa’nın en kudretli hükümdarı olan V. Karl, hiçbir zaman Sultan Süleyman’ın önüne çıkmadı. Padişah, Avusturya, Venedik, Boğdan ve Macaristan üzerine seferler yaptı. Almanya’ya kaymasını önlemek için evvela 1540’ta Venedik ile sulh yaptı; ardından da 1547’de Almanya ile anlaştı.
Ocağı yanacak kale
122 gemi ve 20 bin askere sahip Barbaros Hayreddin Paşa, 600 gemi ve 60 bin askere sahip haçlı donanmasını Preveze’de de mağlup etti (1538). Bu, o zamana kadar tarihin en büyük deniz muharebesidir.
Donanma, Portekizlilere karşı Müslümanları himaye etmek maksadıyla Hindistan’a seferler yaptı. Yemen fethedildi. Cebelitarık’tan Basra Körfezi’ne kadar denizler Osmanlı hâkimiyetine girdi.
Sonra Padişah İran üzerine yürüdü, Bağdad’ı fethetti (1555). Tarihçiler der ki: “İran olmasa Almanya’nın, Almanya olmasa İran’ın, Sultan Süleyman’ın önünde yaşama şansı yoktu.”
Sultan Süleyman’ın son seferi 1566’da yine Macaristan üzerine idi. Bu sefer sırasında 72 yaşında vefat etti. İhtiyarlık çöküntüsüne, yorgunluk, gut, dizanteri, anjin ve inme eklenmişti.
Gözlerini Zigetvar Kalesi’ne dikerek söylediği, “Bu ocağı yanacak [kale] daha alınmadı mı?” son sözleri olmuştur. Vefatı gizlenerek, cenazesi İstanbul’a getirilip yaptırdığı caminin yanına defnedildi.
Zigetvar’da Kanuni Sultan Süleyman’ın muvakkat kabri
İnce bir siyaset
Babasından miras kalan 6,5 milyon km2 toprağı; vefatında 14,9 milyon km2’ye çıkarmıştır. Osmanlı padişahları arasındaki en uzun olan 46 senelik saltanatının 10,5 senesi at üzerinde geçmiş; bizzat 13 büyük sefere katılmıştır. Bu ihtişamlı devleti kurmak için bizzat çok meşakkat çekmiştir.
Osmanlı hükümdarları arasında, diplomasi ve siyasetteki dehası ile dedesi Sultan Fatih’ten, askerlik dehası ise babasından hemen sonra gelir. Teşkilatçılığı ve siyasi kabiliyeti çok yüksekti. Devrin en büyük 4 devletini (Almanya, Lehistan, Rusya, Venedik) vergiye bağlaması ve Fransa’yı himayesine alması, Sultan Süleyman devrinin haşmetini göstermeye kâfidir. Böylece Avrupa siyasetinde tayin edici bir rol oynayarak modern Avrupa’nın teşekkülünde tesiri olmuştur.
Dedesinin Katolikliğe karşı Ortodoksluğu himaye ettiği gibi, o da Protestanlığı ve Protestan prensleri himaye etmiş; Almanya’ya karşı Fransa’yı tutmuştur.
Böylece Osmanlı cihan hâkimiyetini sadece maddi değil, siyasi kuvvetle kurmuştur. Hammer der ki: “Bütün Protestan hükümdarlar, selametlerini Sultan Süleyman’a borçludur.”
İstolni-Belgrad (Skezesfehervar) fethedildiği zaman, Macarların millî hislerine hürmet gösterip şehrin en büyük kilisesini camiye çevirmemişti. Çünkü Macar kralları bu kilisede taç giyer ve ölünce buraya gömülürlerdi. Osmanlılar, kralların naaşları üzerindeki kıymetli hazineye de dokunmamıştır.

Kanuni Sultan Süleyman’ın cenazesi
Amerikan Kongresi’ndeki rölyef
Sultan Süleyman’ın bir hususiyeti vardır ki, hepsinden ehemmiyetlidir. Adalete, kanuna ve ananelere hürmeti, en bariz hususiyetidir. Bunu anlamadan, XVI. asır Osmanlı İmparatorluğu’nun haşmeti anlaşılamaz. Kanuni unvanı, kanun yapıcılığından değil, kanuna olan hürmetinden dolayı verilmiştir.
Fairfax Downey der ki: “İngiltere Kralı VIII. Henry, Muhteşem Süleyman’ın ülkesine bir heyet göndererek, ıslahatına esas almak üzere adli müesseseler hakkında bir rapor hazırlatmıştır.” Amerikan Kongresi’nde tarihin en büyük 23 hukukçusu arasında onun da rölyefi vardır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Amerikan Kongresi’ndeki rölyefi
Mısır Valisi Hüsrev Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği Mısır vergisi her zamankinden fazla tutunca, Divan-ı Hümayun memnun olması gerektiği halde şüphelendi. Hüsrev Paşa yeni yapılan kanallar sebebiyle mahsulün fazla geldiğini söylediyse de Padişah tatmin olmadı. Mısır’a müfettişler gönderdi. Müfettişler valinin beyanını doğruladığı hâlde, Padişah, fazla gelen meblağı Mısır’a iade ederek kanal, yol ve liman inşasında kullanılmasını emretti.
Belgrad seferinden dönüşte, ekinlerinin çiğnendiğinden yakınan bir köylü, Padişah’ın huzuruna çıkabilmiş ve “Seni kanuna şikâyet ederim!” diyebilmiştir. 10 Mayıs 1526 ve 20 Temmuz 1529’da bu sebeple askerler cezalandırılmıştır.
Boğdan Seferinde 29 Ağustos 1538’de Kızılgöl’de (Lacu Rosu) bir Hristiyan köylünün evini yakan iki Osmanlı askeri idam edilmiştir. Bu hadise, klasik anekdot olarak Avrupa’da tarih kitaplarına bile girmiştir. Bugün bile düşman toprağında bulunan askerlerin neler yaptığı düşünülürse, “Kanuni” sıfatının manası daha iyi anlaşılır.
Sultan Süleyman Kanunnamesi’ndeki bir madde çok dikkat çekicidir: “Memur veya halk, zengin veya fakir, şehirli veya köylü, suç işlediği zaman kanun karşısında eşittir.” Bu, sınıf ve mevki farkı gözetilmeksizin fertlerin eşitliği prensibinin Fransız inkılabından çok evvel Osmanlı Devleti’nde mevcut olduğunu göstermektedir.
.
ORDUDAN MİLLETE-KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN
28 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Kanuni Sultan Süleyman zamanı, sadece askerî ve siyasi muvaffakiyetlere münhasır değildir. Osmanlı medeniyeti de en yüksek seviyeye çıkmıştır. Edebiyat, mimari gibi sanatın her dalında en parlak eserler verilmiştir.
Arapça, Farsça, Çağatayca ve Sırpça bilirdi. Kudretli bir şairdir. Mahlası "Muhibbi" idi. Farisi şiirlerinden başka, Türkçe şiirleri, vefatından sonra Türk edebiyatının en hacimli divanında toplanmştır.
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet (güç) gibi
Olmaya devlet, cihanda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi” beyitleri âdeta onun hayat telakkisini hülasa eder.
Her padişah gibi bir sanatı vardı. Trabzon’da şehzade iken bir gayrimüslim ustadan kuyumculuk öğrenmişti. El emeğiyle kazandığını sadaka verirdi.
Zamanında ilim, sanat, kültür, siyaset ve askerlikte en kabiliyetli insanlar yetişmiştir. Ona bu ihtişamı veren, biraz da yanındaki bu şahsiyetler olmuştur. Hiçbir devirde bu kadar dâhi bir arada gelmemiştir. Âlimlere ve sanatkârlara çok kıymet vermiş; bunlarla aynı devirde yaşadığı için övünmüştür.
"Sen kendini kurtardın!.."
Çok dindardı. Nakşibendi tarikatine muhib idi. Gençliğinde Emîr Buharî halifelerinden Abdüllatif Mahdumi’ye talebe olmuştur. Baba Haydar Semerkandi’yi ziyaret edip sohbetinde bulunmuştur. Şeyh Yahya Efendi Padişah’ın sütkardeşi ve yakın dostuydu.
Muhyiddin Arabi ve Mevlâna Celaleddin Rumi hakkında hürmetsizce konuştuğu için tarihte ilk defa bir şeyhülislamı azletmiştir.
Ebussuud Efendi ile çok yakındı. Kendisine “Hâlde haldeşim, tarik-i hakta yoldaşım, ahiret kardeşim” diye hitap ederdi.
Rivayet olunur ki, öldüğünde kendisiyle beraber bir sandığın da defnedilmesini vasiyet etmişti. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, müdahale ederek dinin buna müsaade etmediğini söyledi. Sandık açıldığında, içinde şeyhülislamdan alınmış fetvalar görüldü. Padişah, her işini dinî referansını alarak yaptığını göstermek istemişti. Şeyhülislam, “Sen kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya başladı.
Zarafet ve tevazu…
Kanuni Sultan Süleyman’ın boyu ve boynu uzun, omuzu genişti. Alnı açık, burnu kemerli, ağzı düzgün, yanakları yuvarlaktı. Buğday benizli, kızıla çalan sakalı seyrek, gözleri siyah, kirpikleri uzundu. Hatları düzgündü.
Yüz ifadesi ağırbaşlıydı. Erken yaşta tahta geçmenin verdiği heybet ile gençliğin verdiği zarafet ve tevazu, yüz hatlarında okunurdu. Bu, ona insanları tanımak ve onları seçmek kabiliyeti kazandırmıştı. Bakışları dikti; ama âdeta mahçup bir genç gibi sık sık aşağı indirirdi.
İyi ok atar ve kılıç kullanırdı. Ava meraklıydı. Hayatı boyunca attan inmemiştir. Sadece son seferi, hastalık yüzünden arabayla olmuştur. Usta bir hattattı. Kur’ân-ı kerimi sekiz kere yazdı.
Kanuni Sultan Süleyman Eyüp Sultan’ı ziyaret ediyor
Mesnetsiz iddialar
Kaynaklarda cömert, zarif, mütevazı, derviş-meşrepli olduğu, dinine bağlılığı, fevri hareket etmediği, meşveretsiz iş yapmadığı anlatılır. Milletin menfaatini her şeyden, hatta ailesinden üstün tutardı. Hakkındaki tenkitler, bilhassa ailesinin tesiri altında kalması, mesnetsiz iddialardır.
Babası gibi o da harem hayatına fazla iltifat etmemiştir. İlk hanımı Mahidevran’dan olan oğlu Mustafa, etrafındakilerin iğfaliyle babasına karşı isyan hazırlığına başlamış; 1553’te idam edilmiştir.
Çokları bunu Rüstem Paşa’dan ve Hurrem Sultan’dan bilmiştir.
İkinci zevcesi Hurrem Haseki’den Mihrümah Sultan adında kızı ile Mehmed, Selim, Bayezid ve Cihangir adında oğulları yetişkin yaşa ulaşmıştır.
Babasının çok sevdiği Şehzade Mehmed 1543’te 22 yaşında çiçek hastalığından öldü. Küçükken düştüğü için kanbur kalan Şehzade Cihangir ise 1553’te öldü. Babasına ayaklanıp mağlup olarak İran’a sığınan Şehzade Bayezid 1562’de idam edildi.
Gençlik arkadaşı Hasodabaşı İbrahim Ağa’yı birkaç rütbe atlatarak veziriazam yapmış; hatta rivayete göre kız kardeşiyle evlendirmiştir. Tarihte hiçbir devlet adamı, bunun kadar padişahla senli benli olmamıştı. Bunun verdiği laubalilik sebebiyle, makamını ve hayatını kaybetmiş; Makbul İbrahim Paşa Maktul olmuştur (1536). Hâlbuki “Kurb-ı sultan ateş-i suzan est” (Sultana yakınlık, yakıcı ateştir.)
Padişah’ın esas derdi
Tarihçiler, iki hanımının ve bunların çevresindekilerin birer siyasi hizip olduğunu söyler; Padişah’ı ikinci kliğin tesirinde kalmakla itham eder. Hâlbuki Padişah’ın esas derdi, devlet mekanizması içinde hanedanı nâzım bir güç hâline getirmektir.
Devlet adamlarını evlilik yoluyla saraya bağlayarak, kendi aralarında güçlü bir hizip kurmalarını engellemeye çalışmıştır.
Nitekim hanedana mensup hanımlarla evlendirdiği devlet adamları, hep veziriazam olmuştur.
Tarihçiler kendisini Fransa Kralı XIV. Louis ile mukayese eder. Hâlbuki o, Louis gibi rahat bir saltanat tahtına oturmamıştır. Lamartine, “Bir ordu olan Osmanlıları, millet yapmıştır” diyor.
Maliyeti yüksek askerî seferler sebebiyle tarihte ilk defa bütçe açık vermiş; çeşitli siyasi ve sosyal problemler bir sarsıntıyı da beraberinde getirmiştir. Bu asır, Osmanlı Devleti’nin zirvesi ise, bu aynı zamanda da inişin de başlangıcı demektir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın Şeyh Abdüllatif’i kabulü (Hünername)
Şefkat ve İhtişam
İstanbul’da Süleymaniye adı verilen muhteşem bir cami ve külliye yaptırdı (1557). Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biri olan ve inşası 7 sene süren caminin yanında yaptırdığı medrese yüksek lisans tahsili verirdi. Külliyede hastane, imaret, tabhane, mektep ve hamam da vardır.
Ayrıca babası namına başlanan Sultan Selim Camii’ni tamamladı. İki oğlunun ruhu için Şehzade ve Cihangir camilerini; Eyüp’te Baba Haydar Camii'ni; Edirnekapı’da Emîr Buharî Tekkesi Mescidi'ni; Hurrem Sultan adına Haseki Sultan Camii ve Külliyesi'ni; Bağdat’ta İmam-ı Azam Türbesi ve yanına cami ve imaret; Abdülkadir Geylani Türbesi ve Camii; Konya Mevlânâ Türbesi yanında iki minareli cami ve imaret; Seyitgazi’de cami ve tekke; Şam’da cami, imaret, tabhane ve han yaptırdı.
Mekke’de medreseler; suyolları ve Kâbe etrafındaki revakları yaptırdı. Kudüs’ü bugün hâlâ ayakta bulunan ve kendi ismini taşıyan surlarla çevirdi. Mescid-i Aksa’yı tamir ettirdi. Anadolu ve Rumeli’de cami, medrese, hastane, köprüler inşa ettirdi.Tarih boyu su sıkıntısı çekilen İstanbul’a bir günlük mesafeden su getirtip, çeşmelerle mahallelere dağıttı. Bunun için bir tepeden başka bir tepeye demirle kenetlenmiş taşlardan yüksek kemerler yaptırdı. Büyükçekmece Köprüsü bir şaheserdir.
Öksürük sesleri hafiftir
Tayin ettiği memurlara müdahale etmez; ama kontrolden de geri durmazdı. Bu sebeple “saltanat süren, ama hükûmet etmeyen” modern hükümdarlar gibidir. Keşifler sebebiyle Osmanlı topraklarından geçen ticaret yolları sönmeye yüz tutmuştu.
Dâhice bir kararla, ecnebilere imtiyazlar vererek ticareti canlandırmaya çalışmıştır.
Avrupa umumi efkârı kendisiyle hep çok alakadar olmuş; sadece XVI. asırda hakkında Avrupa’da yüzlerce kitap basılmış; asırlar boyu sayısız roman ve piyes yazılmıştır. Gerek karakterini, gerekse zamanını en iyi anlatan yazarların başında, o devirde Türkiye’deki Alman elçisi Busbecq gelir.
Romen tarihçi Yorga’nın anlattığına nazaran, yabancı seyyahların en çok dikkatini çeken şey, Süleyman devrindeki cemiyetin intizam ve inzibatıdır. Koskoca orduların, nal sesinden başka gürültü çıkarmadan hareket edişine hayret etmişler; “Öksürük sesleri bile hafiftir” demişlerdir.
Genç Kanuni Sultan Süleyman
Kulak asma!
Zamanındaki sosyal hürriyet ve müsamaha dikkat çekici seviyededir. Bir vaiz, cuma vaazında, Malta Şövalyelerinin hacıları taşıyan gemileri taciz ettiğini, hükûmetin korsanları takipte ihmal gösterdiğini söyleyerek Padişah’ı tenkit etmişti. Ama hakkında hiçbir muamele yapılmamıştı.
Şehzade Mustafa’nın ölümüne üzülen şair Taşlıcalı Yahya, Padişah’ı ve vezirleri hicveden bir şiir yazmış; veziriazam Rüstem Paşa bunu Padişah’a arz edince “Bu gibilere kulak asma ve intikam almayı düşünme” demişti.
Buna dair bir de fıkra anlatılır: Soğuk Harb zamanında Sovyet Rusya lideri Kruşçev, rüyasında Sultan Süleyman’ı görmüş. Kendisine, “Biz Macaristan’da 10 sene kalmadan halk ayaklandı. Siz ise neredeyse iki asır kaldınız. Bunu nasıl becerdiniz?” diye sormuş.
Padişah tarihî bir cevap vermiş: “Bunun üç sebebi vardır. Biz fethettikten sonra Macaristan’ı vatan edinip oturduk. Halka Türkçeyi mecbur kılmadık. Fethettiğimiz günü, sizin yaptığınız gibi Macar Millî Bayramı ilan etmedik!”
.
POSTA PULUNUN BİR AŞK MACERASINDAN DOĞAN HİKÂYESİ
5 Aralık 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Kim derdi ki XIX. asrın en mühim buluşlarından posta pulu hayatımızdan çekilecek?
Zamane gençleri ne telgrafı bilir, ne mektubu, ne de zarfa yapıştırılan rengârenk albenili posta pullarını. Hâlbuki vaktiyle muhtelif hadiseler vesilesiyle çıkarılan bu posta pullarını biriktirmek, bazıları için en heyecanlı bir meşgale teşkil ederdi.
Bu hobi, hem umumi kültürün inkişafına yardımcı olur, hem de çok genci çalkantılı büluğ çağında meşgul ederek, kötü alışkanlıklardan alıkoyardı.
İşaret dili
Eskiden posta ücretini, gönderen değil, alıcı öderdi. Posta, alıcıya postanede teslim olunur; ücreti tahsil edilirdi. Uzak köylere postayı müvezziler götürüp alıcıdan ayrıca ücret alırdı.
Posta Müfettişi ve Faydalı İlimleri Yayma Cemiyeti Reisi Rowland Hill’in, İskoçya’daki bir kasabada kaldığı handa şahit olduğu rivayet edilen hadise, dünya çapında bir buluşa ilham kaynağı oldu.
Postacı, handa çalışan hizmetkâra bir mektup getirdi. Kız, mektubu aldı, evirip çevirdi, ücreti ödeyemeyeceğini söyleyerek geri verdi. Hill, kıza acıyarak ücreti ödemeyi teklif ettiyse de kız şiddetle karşı çıktı.
Postacı gittikten sonra, iş anlaşıldı. Mektup kızın Londra’daki nişanlısından geliyordu. Ama zarfın içi boştu. Posta ücretini ödeyecek güçleri olmadığı için, evvelden anlaştıkları şekilde zarfın üzerine her şeyin yolunda olduğuna dair işaret koyarak haberleşiyorlardı. Bu, öteden beri halkın âdet edindiği bir şeydi.
Posta ücretinin yüksekliği hem insanların haberleşmesini zorlaştırıyor, hem de hükûmeti zarara uğratıyordu. Sir Rowland, ücretin alıcı tarafından ödenmesinin mahzurunu fark edince, bunu çözmeyi kendisine iş edindi.
Black Penny
1837 yılında posta ıslahatı üzerine bir rapor yazarak Kraliçe Victoria’ya takdim etti. Posta ücretinin, muayyen bir tarifeye bağlanarak gönderici tarafından ödenmesini ve 15 gram altındaki bütün mektupların İngiltere içinde nereye giderse gitsin, 1 peni olarak sabitlenmesini tavsiye etti.
Bunun için hükûmetin bastığı bir etiket, mektubun üzerine yapıştırılarak, ücretin ödenmiş olduğunu gösterecekti. Hükûmet, amansız muhalefete rağmen, Penny Postage isimli bu “çılgın proje”yi kabul etti. 1 Mayıs 1849’da 1 penilik ilk pul basıldı. Üzerinde Kraliçe’nin resmi bulunan bu pul, 6 Mayıs’ta tedavüle girdi ve ölümüne kadar tedavülde kalarak 68 milyon küsur adet basıldı.
Yıl sonunda İngiliz posta dairesinin geliri 70 binden, 850 bin pounda çıktı. Kraliçe, bu büyük hizmetinden dolayı Rowland Hill’e lordluk verdi. Sir Rowland, 1854-1864 seneleri arasında Kraliyet Posta Dairesi Müdürlüğüne getirildi.
Zarftan yelpazeye
Pullar o kadar sükse yaptı ki, İngiliz leydileri bunları zarftan sökerek yelpazelerine iliştirmeye, albümlerde toplamaya başladılar. Şu hâlde bunlar ilk pul koleksiyoncuları sayılabilir.
1843’te Brezilya ve İsviçre, 1847’de ABD, 1849’da Fransa, Belçika ve Bavyera, 1850’de İspanya ve Prusya, 1851’de Kanada ilk posta pulunu çıkardı.
Posta pulunun kullanılması sahtekârlıkların da başlamasına yol açtı. Pulun üzerindeki iptal kaşesini silerek tekrar kullanmak cihetine gidenler vardı. İngiltere fiyatı arttırmadığı için, zamanla bu sahtekârlık azaldı.
1 günlük yola 1 para
Osmanlıların pul ile tanışması fazla gecikmedi. İlk posta pulu Sultan Abdülaziz zamanında 13 Ocak 1863 tarihinde tedavüle girdi. İlk pul, ilk hususi gazetenin da neşriyle tanınan meşhur edebiyatçı Agah Efendi’nin Posta Nazırlığında basıldı.
Bu pul Darphane-i Âmire’de, yani devlet matbaasında sikkezenbaşı olan Abdülfettah Efendi ile Agop Enserciyan tarafından dizayn edildi. Üzerinde Sultan Aziz’in tuğrası ve desenler vardı. Taş baskı (litografi) tekniğiyle ince beyaz kâğıt üzerine arkası yapışkanlı olarak basıldı. Sonra tülbend ve sünger kullanılarak anilin boyayla renklendirildi.
Üzerinde para yazmaz, mektubun ağırlığı ve mesafesine göre para alınırdı. 3 gramlık mektup için pul ücreti, bir günlük mesafeye 1 para idi (40 para=1 kuruş, 100 kuruş=1 lira). Halkın postaneye gitmeden zarfın üzerine pul yapıştırıp mektup gönderebilmesi için muhtelif yerlere posta kutuları konuldu.
Par Avion
Mektup göndermek isteyen, mesafeye ve postanın ağırlığına, ayrıca tayyare ile gidip gitmemesine göre farklılaşan bir pulu zarfın üzerine yapıştırıyordu. Tebrik kartlarına veya tebrik kartı bulunan açık zarflara daha ucuz pul yapıştırılırdı.
Eğer tayyare ile gitmesi isteniyorsa, buna umumiyetle normal ücretin onda biri kadar fazla kıymette bir pul, ayrıca zarfın üzerine Par Avion ya da By Air Mail yazan bir etiket yapıştırılırdı. Tayyare postasının zarfı kenarında kırmızı mavi çizgiler olurdu.
Mektup taahhütlü veya iadeli taahhütlü ise buna yapıştırılacak pul daha pahalıydı. Taahhütlü mektubun akıbetini postaneye sorabilirdiniz. İadeli taahhütlüde küçük bir form doldurulur, mektubu alan bunu imzalar ve bu form gönderene teslim edilirdi. Paketler de posta marifetiyle gönderilir, bunların da üzerine ağırlığına göre değişen pul yapıştırılırdı.
Postanede pul üzerine gelecek şekilde damga basılır, burada hem postanın kabul tarihi, hem de postanenin adı yazardı. Böylece mektubun postaya ne zaman ve nerede verildiğini alıcı görebilirdi. Çoğu zaman bu damgalar kullanılmaktan eskir ve yazısı okunamazdı.
Zamanla postanelerin işlerini hafifletmek için pul makineleri yapıldı. Bunlar yığınla zarfa seri bir şekilde, posta ücretinin ödendiğine dair bir damga basıyordu. Pul koleksiyoncuları, pulun yerini alan bu çirkin klişelerden hoşlanmazdı.
Bir de damga pulları vardı. Vekaletnameden evlenme cüzdanına, hükûmete yazılan istidalardan senetlere kadar her çeşit resmî vesikaya yerine göre damga pulu yapıştırılırdı. Damga pulu yapıştırılmadıkça kabul edilmezdi. Bunlar postanede değil, büfelerde satılırdı.
Pul Aşkı
Pul koleksiyonculuğuna filateli, koleksiyoncuya ise filatelist denir. Yunanca seven manasına philos ile posta ücreti manasına atelia kelimelerinden türemiştir.
1860’ta Fransız mekteplerindeki talebeler, Paris’in iki meşhur parkı Tuileries ve Luxembourg’da pazar günleri bir araya gelip ellerindeki pulları trampa ederdi. Sonra büyükler de katıldı. Pul koleksiyonu, maddi bir kıymet de taşırdı. Krallar, iş adamları zengin koleksiyonlarıyla tanındılar.
Koleksiyoncular, bir mektup zarfı gördüğü zaman, üzerindeki pulu almak için can atardı. Çocuklara verilen en cazip hediyelerden biriydi. Evvela o kısım makasla kesip alınır, sonra da suyun içine konurdu. Bir müddet sonra pul zarfından ayrılırdı. Sonra kurutulur ve bunun için yapılmış albümlere dizilirdi. Pulların zamkını bozmamak için her koleksiyonerin bir cımbızı, ayrıca bir de büyüteci olurdu.
Hemen herkes koleksiyona meraklıydı. Bazıları daha meraklıydı. Bunlar, muayyen ülke veya temalara göre damgalı yahut damgasız koleksiyonlar yapardı. Mesela felan tarihten itibaren Lüksemburg pulları ya da kuşlar, kuleler temalı pullar biriktirirdi. Pul cemiyetlerine gider gelir, sergilere katılır; neşriyatı takip ederdi.
Pulların bir kısmı, üzerinde sadece ücret yazan normal posta pullarıdır. Ayrıca muayyen hadiseler vesilesiyle basılan renkli ve albenili hatıra pulları vardır. Bunlar da postada kullanılabilir.
Pul koleksiyonerleri bu hatıra pullarının ne zaman tedavüle çıkacağını öğrenir, o gün merkez postanesine gidip istediği kadar seri, blok ve ilk gün zarfı alırdı. Blok, bu pulun bitişik dörtlü hâliydi. Ayrıca bu iş için hususi basılmış bir zarfın üzerine o pul serisini yapıştırıp o güne mahsus hususi damga ile damgalatırdı. Bu, koleksiyoncular için ayrı bir kıymet ifade ederdi.
Pul eğer yanlış basılmışsa ve postane farkına varıp toplamadan koleksiyonerin eline geçmişse, bu erörlü pul, koleksiyonerler için kıymetliydi. Bazen puldaki fiyat yenilenir, bu sefer eski pulların üzerine sürşarj yapılarak (üzerine ikinci bir baskıyla) yeni fiyat girilirdi. Bazen yeni kurulan devletler eski pulları böyle sürşarj ederek kullanırdı.
***
İlk pul siyah üzerine dantelsiz olarak basılmıştı. Tabaka hâlindeydi. Makasla kesilerek ayrılıyordu. Alt köşesindeki harfler, tabakadaki yerini ifade ediyordu. Ortada tek tip pul vardı. Ama meraklıları harflere göre toplayarak, tabakayı tamamlamaya çalıştılar. Böylece pul koleksiyonculuğu doğdu. Penny Black olarak bilinen ilk pul, koleksiyonerlerin gözdesidir.
En kıymetli pul, bir İngiliz müstemlekesi Mauritus’ta 1848’de basılan 2 penilik bir pul, 1968’de New York’ta 380 bin dolara satılmıştır. 1 penilik olanı ise Kral V. George 1904’te 7.250.000 franka satın almıştı.
1856’da İngiliz Guyanası’nda basılan 1 sentlik bir pul, 1873’te bir orta mektep talebesinden 6 şiline alınmış; 1940’ta 12.774 sterline meşhur koleksiyoner Arthur Hind’in eline geçmiş; 1970’te 280 bin dolara satılmıştır. Hind, bu pulun kıymetini arttırmak için, dünyadaki tek eşini bulup 1928’de herkesin huzurunda yakmıştır.
1925’te İngiliz müstemlekesi Kenya’da basılan 100 sterlinlik pul, en yüksek nominal değerdeki puldur. Kullanmak için değil, koleksiyonerler için basılmıştır
.
YARININ SAHİBİ VAR! SULTAN II. SELİM
12 Aralık 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Büyük insanların çocukları çoğu zaman ne kadar meziyetleri olursa olsun, babalarının gölgesinde kalmaya mahkûmdur. Sultan II. Selim de, babası Kanunî Sultan Süleyman’ın gölgesinde kalmıştır.
11. Osmanlı padişahı ve 76. İslâm halifesi Sultan II. Selim, Kanuni Sultan Süleyman’ın sevgili zevcesi Hürrem Sultan’dan dünyaya gelen ortanca oğludur. İstanbul’da doğan ve ölen ilk padişahtır.
Uzunca boylu, açık alınlı, elâ gözlü ve yakışıklı idi. Muhtemelen annesinden aldığı sarışınlığı sebebiyle Sarı Selim diye tanınır.
Sabır ve temkin
Şehzadeliğinde ihtirasa kapılmadı. Âdeta sessizce ve akıllıca tahtın kendisine gelmesini bekledi. Musahibi Celal Bey’e sorduğu “Halk arasında bizim için ne derler?” sualine, “Mustafa’yı askerler; Bayezid’i de anne ve babası ile vezirler tutar” cevabını alınca, “Sultan Mustafa’yı en kuvvetlisi istesin. Bayezid Han’ı anne ve babası taleb etsin. Selim fakire de mevlâsı rağbet etsin! Biz safamızı sürelim. Yarının sahibi var” demişti.
Biraderlerinden Şehzade Mehmed ile Cihangir, hastalanıp vefat etti. Babalarına kafa tutan Şehzade Mustafa ile Bayezid’in hırsları, hayatlarına mal oldu. Şehzade Selim, sabrın nimetine kavuştu. Böylece tahta en lâyık namzet olduğunu gösterdi. Sabır bir devlet adamının en kıymetli meziyetidir.
Gerçi babası da kendisine meyilliydi. Çünki itaatkâr bir evlat idi. Babasıyla seferlere katıldı. Manisa, Karaman ve Kütahya valiliğinde maharetini ispatladı. Babası İran seferine giderken, kendisini yerine taht muhafızı olarak bıraktı.

Sultan II. Selim babasının naaşını Belgrad’da karşılıyor
Adam seçme kabiliyeti
Padişah olduktan sonra hükûmet işlerini tedbirli veziri ve damadı Sokullu Mehmed Paşa’nın ellerine bıraktı. Bugünki demokratik Avrupa monarşilerindeki hükümdarlara benzerdi. Ancak etrafındakilerin ihtiraslarına karşı uyanıktı.
Lala Mustafa Paşa, Özdemiroğlu Osman Paşa, Kılıç Ali Paşa, Piyâle Paşa gibi liyakatli devlet adamlarını destekledi; onları güçlü ve hırslı bir şahsiyet olan veziriazam Sokullu Mehmed Paşa’ya karşı himaye etti; hatta bir defasında “Elini ondan çek!” diyerek ikaz etti ve hiçbir zaman bürokratların elinde esir olmadığını gösterdi.
Sokullu, Osmanlı tarihinde bir padişahın saltanatı boyunca makamında kalan ikinci ve son veziriazamdır. İlki Yıldırım Sultan Bayezid’in veziriazamı Çandarlı Ali Paşa’dır. Bu devrin şan ve ikbalini, Padişah ile Sokullu arasında taksim etmek, adilane olacaktır. Ancak ona bu fırsatı tanıyan Padişah olduğuna göre, hakkaniyet icabı, hissesi de esasen daha büyüktür.

Sultan II. Selim Türbesi - Osman Hamdi Bey
Sömürgeciliği önledi
Sultan II. Selim’in zamanı Osmanlı Devleti’nin en parlak devirlerindendir. Tunus, İspanyollardan fethedildi. Yemen’deki Zeydi direnişi kırılarak Osmanlı hâkimiyeti pekiştirildi. Portekizlilere karşı Açe (Endonezya) Müslümanlarına yardım için asker, top ve donanma gönderdi. Bu sayede Açe Sultanlığı 1914’e kadar istiklalini muhafaza edebildi.
Harzem sultanının yardım talebi üzerine Astırhan Seferi’ne çıkıldı. Hazar Denizi’ne dökülen Volga Nehri ile Azak Denizi’ne dökülen Don Nehri’nin birbirlerine çok yaklaştıkları bir noktada kanal açılarak Karadeniz ile Hazar’ın birbirine bağlanması; böylece Rus yayılmacılığına karşı Türkistan’ın himâyesi planlandı. Projeye başlandı. Ancak kış ve sair sebeplerle gerçekleşmedi.
Türkistan Türklerine alaka duyan Padişah’ın, iki sene sonra yardım gönderdiği Kırım Hanı Devlet Giray, Moskova’yı işgal edip Rusları sulha mecbur etti. Böylece Asya’nın sömürgecilerin eline düşmesini önledi.
Hind Okyanusu’nda siyasi ve ticari hâkimiyetini güçlendirmek isteyen Padişah’ın, Süveyş Kanalı projesi de tahakkuk edemedi.

Sultan II. Selim’in cülusu (Şahname) (Sağ)
Kimin kıymeti bilindi ki…
Sultan II. Selim, sulhsever bir hükümdardı. İran, Avusturya ve Venediklilerle sulh yapıp memleketi imara koyuldu. Tahta çıktıktan sonra sefere çıkmayan ilk padişahtır.
Zira kendi zamanındaki seferlerin hemen hepsi deniz seferleri idi ve padişahların donanmayla sefere çıktığı vâki değildi. Bu sebeple halk ve tarihçiler tarafından sönük bir şahsiyet olarak tanınmış; tarihte layık olduğu yere bir türlü konulamamıştır.
Lamartine der ki:
“Kıbrıs fatihi, Avrupa ile tecrübeli bir müzakereci, Osmanlı deniz kuvvetlerinin canlandırıcısı, Avusturya’ya karşı Avrupa’da kendi lehine bir denge kuran, Fransa ile devamlı ittifakın taraftarı, Kırım ve Süveyş kanallarının açılması ile 4 denizin birleştirilmesi projesinin tertipçisi olan, Osmanlı tabiat politikasının şümulüne aldığı Venedik’i, evvela mağlup ederek, sonra himayesine alarak Almanya’nın baskısından kurtaran ve tabii düşmanı Papa’nın menfaatlerine ters düşüren; bir gün Don Juan’a mağlup olan, fakat ertesi gün becerikli siyaseti ve silah gücüyle parçaladığı Katolik ittifakı içinde bu kahramanı yenen, Kırım’a, Lehistan’a, Erdel’e ve Arabistan'a barış götüren, savaş yıllarında boşalan devlet hazinesini, barış yıllarında doldurmasını bilen, Osmanlılar arasında ilk defa olarak imparatorluğu Avrupa ile Hindistan arasında bir mal mübadele deposu yapan, deniz trafiğinin serbestliğini, ticaret emniyetini kuran, sadece fetihlere dayanan ekonomiyi, ziraat, sanayi ve barış içinde ayakta tutmayı beceren Sultan II. Selim olmuştur.”
Büyük insanların çocukları çoğu zaman ne kadar meziyetleri olursa olsun, babalarının gölgesinde kalmaya mahkûmdur. Sultan II. Selim de, babası Kanunî Sultan Süleyman gibi muhteşem bir hükümdar olan babasının gölgesinde kalmıştır. Sultan II. Selim’in pek bilinmeyen şahsiyetini başka bir yazıda ele alırız inşallah...
Padişahın rüyası
Sultan II. Selim’in, hükûmet işlerine müdahalesi nadirdir. Birisi Kıbrıs’ın fethindedir (1570). Kıbrıs, VII. asırda Halife Hazret-i Muaviye zamanında Müslümanların eline geçmiş; hatta Peygamber aleyhisselamın süt teyzesi Hala Sultan burada şehit düşmüştü.
Ancak sonra kaybedilmiş; Memlûk Sultanı Eşref Tatar tarafından tekrar fethedilip, yine elden çıkmıştı. Bu, Osmanlıların adayı fethetmeleri için bir meşruiyet dayanağı idi.
Ayrıca Kıbrıs, Osmanlı toprakları içine bir bıçak gibi saplanıyor; adanın sahipleri Venedikliler, Akdeniz’de Osmanlı emniyetini sarsıyordu. Ada fethi çok zor olduğu için, Divan-ı Hümayun buraya bir sefer yapılmasına karşı idi.
Rivayete göre o günlerde Padişah bir rüya gördü. Resulullah, Kıbrıs’ın fethini haber verdi; şükran nişanesi olarak da bir câmi yaptırmasını istedi. Birkaç defa tekrarlanan bu hâdise üzerine Padişah adaya sefer yapılmasında ısrarcı oldu.
Hummalı bir faaliyet neticesinde yeni bir donanma yapıldı. Ada, korkulanın aksine kısa zamanda fethedildi. Padişah Lefkoşa’da Selimiye Câmii’ni yaptırdı. Kıbrıs’ın 3. fatihidir.
Sen bu devleti tanımamışsın!
Osmanlı donanması, 7 Ekim 1571’de Papalık, Malta, Venedik ve İspanya müttefik donanmasına karşı İnebahtı’da ilk defa bozgun acısını tattı. 152 parça gemi kaybedildi. Kaptan-ı derya bile şehit düştü. Çok üzülen Padişah, 5 ay içinde donanmanın yenilenmesini emretti.
Buna şaşıran Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa’ya Sokullu Mehmed Paşa’nın şu tarihî cevabı meşhurdur: “Paşa! Paşa! Sen bu devleti tanımamışsın. Bu devletin kudreti o mertebededir ki, donanmanın bütün direkleri gümüşten, ipleri ibrişimden, yelkenleri atlastan yapılması emredilse, müyesserdir. Hangi geminin mühimmatı yetişmezse, bu şekilde benden al!”
Böylece bütün kış çalışılarak yeniden 200 parçalık bir donanma meydana getirildi. Hammer bunu Osmanlıların iktisadi ve teknik üstünlüklerine bağlar; “İnebahtı’yı kazanan sanki Türklerdi” der.
Hollanda’da İspanya’ya karşı isyanın başladığı 1567’de isyanın lideri Willem Orange, Sultan II. Selim’den yardım istemişti. Padişah, ‘düşmanının düşmanına’ yardım vaadinde bulundu; ama İnebahtı Bozgunu buna imkân vermedi.
O sıralar Hollanda’da ‘Liever Turks dan Paaps’ (Katolik olmaktansa, Türk olmayı tercih ederim) sloganı popüler olmuştu. Hatta bazı Hollandalılar, şapkalarına bu sloganın yazılı olduğu hilal şeklinde madalyonlar iliştirirdi
.
BİR BEYİTİ VAR, BİR DE CAMİSİ… SULTAN II. SELİM
19 Aralık 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Yahya Kemal, usta bir şair olan Selimiye Camii’nin banisi Sultan II. Selim’i, “Bir beyiti, bir de camisi var” diye över.
Sultan II. Selim, Kanuni Sultan Süleyman’ın bütün oğulları gibi pek mükemmel bir tahsil ve terbiye görmüş; devrinin en münevver insanlarından biriydi.
Âlimlere pek kıymet verirdi. Halvetî tarikatına mensup dindar bir padişah idi. Şeyh Süleyman Âmedî’den feyz almıştı.
Avcılık ve yay çekmede fevkalâde maharetli idi. Zamanında ondan daha kuvvetli yay çeken yoktu. Boğaz’da yüzerdi. Nazik ve mütevazı idi.
Edirne Selimiyesi
Bir beyiti var ki…
Divan sahibi kudretli bir şairdi. Selimî mahlâsıyla şiir yazardı. Yahya Kemal kendisini, “Bir beyiti, bir de cami-i mamuru var” diye överek şairane bir mübalağa ile bir beytini Selimiye Camii ile denk tutmuştur. Bu beyit şöyledir:
Biz bülbül-i muhrik-dem-i şekvâyı firâkız,
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden.
(Biz, bülbülüz, yakıcı nağmeyle ayrılıktan şikâyet eden;
Öyle ki ateşe döner sabah rüzgârı, geçse bahçemizden.)
Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Müslümanların ekseriyette bulundukları mahallelerde meyhane açılması yasaklanmış; Sultan II. Selim zamanında vergi kaybını telâfi için buna tekrar izin verilmişti.
Gayrı müslimler, bir İslâm devletinde kendi dinleri izin verdiği için şarap içebilir; alıp satabilir. Osmanlı Devleti’nde bunlara ait meyhaneler vardı. Hükûmet bundan vergi alırdı. Buraya Müslümanlar giremezdi. Bu kaideden habersiz olan bazıları, Padişah’ı içkiye düşkün zannetmiştir.

Sultan II. Selim hatırasına bastırılan Kuzey Kıbrıs parası
Dostun acısı
Çok sevdiği ve saydığı Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin Ağustos 1574’de ölümü Padişah’ı çok sarstı. Ona, 2 sene evvel kaybettiği oğlunun ölümünden daha çok üzüldü. Öyle ki onun bir ikazıyla, çocukluk arkadaşı Celal Bey’i bile yanından uzaklaştırmıştı. Bundan sonra içine kapandı. Kendini iyice ibadete verdi.
Lamartine der ki, “İçine çöken hüznü atabilmek için deniz kenarında Kur’ân-ı kerim okuyordu. Saltanatın saadet ve şanını, İslamiyetin devamında görüyor; devleti için bir sultandan ziyade bir derviş gibi hareket ediyordu. Hayatlarının sonuna doğru Osmanoğullarında görülen bu dinî melankoli, Şarlken ile XIV. Louis’nin uğradıkları hüzne benzer.
Osmanoğullarının hiçbiri günahlarını takdir-i ilahiyi inkâr edecek dereceye getirmez. İçlerinde zaaf gösterenler görülmüş; ama asla dinsiz olmamışlardır. Bir felâket, bir hastalık veya bir dervişin ağzından çıkan dinî bir ihtar, vicdanlarını pişmanlık derecesinde uyandırmış ve geçmiş günahlarını düzeltecek hareketlere itmiştir.”
Yangının ardından sarayda yeniden yapılan mutfak ve hamamı gezer, işçilerin çalışmasına nezaret ederdi. Hamamı gezerken ayağı kayıp mermerler üzerine düşerek beyin kanamasından vefat etti. Zaten bir zamandır hasta idi.
8 senelik saltanattan sonra 1574’deki vefatında 50 yaşında idi. Aynı ismi taşıdığı dedesi Sultan I. Selim ile aynı müddet saltanat sürmüş; aynı yaşta vefat etmiştir. Ayasofya’nın avlusunda Sinan eseri türbesine defnedilmiştir.
Açık cevap
Memleketin her tarafında cami, medrese, imaret gibi hayır eserleri vardır. Edirne’de Mimar Sinan’ın inşa ettiği ve “ustalık eserim” dediği Selimiye Camii’nin kubbesi, Ayasofya’dan da büyüktür. Yanına medrese, darülhadis, darülkurra, şifahane ve darületibba (tıp fakültesi) yaptırmıştır.
Bu eser, Padişah hakkında ileri geri konuşanlara açık cevap vermektedir. Kötüler, iyileri kötülemekte; kötüleri övmektedir. Hâlbuki tarih güzelleme ve kötüleme yeri değil, hakikat meşheridir.
Sultan II. Selim, istinad duvarları ile tahkim ettirerek Ayasofya Camii’nin bugüne kadar gelmesini sağladı. Yanına medrese ile iki de zarif minare yaptırdı.
Mekke-i Mükerreme su yollarını ıslah, Mescid-i Harem revaklarını tamir ve mermer kubbelerle tezyin ettirdi. Lefkoşe’de Selimiye Camii ile Aziz Efendi Tekkesi, Konya’da Selimiye Camii, Navarin Liman Kulesi, Antakya Ulu Cami, Yahya Efendi Türbesi hayratı arasındadır. Babasının başlattığı Büyükçekmece Köprüsü’nü tamamlattı.
Konya’nın Karapınar kasabasını kurdu. Burada cami ve külliye yaptırdı. Yangın felâketi geçiren Topkapı Sarayı’nı tamir ettirdi. Ramazan ayında ve mübarek gecelerde cami minareleri arasına mahya denilen kandiller germek onun zamanında âdet olmuştur.
Harem hayatına düşkün değildi. Yegâne sevgili zevcesi Nurbânû Sultan, tarihin en hayırsever hanımlarındandır. Mimar Sinan’a Üsküdar’daki Âtik Vâlide Câmii ve külliyesi ile Toptaşı Bîmârhânesi’ni (akıl hastanesini) yaptırmıştır ki bugün Bakırköy’de hizmet vermektedir. Başkaca hayratı da vardır. İstanbul’a sular getirtmiştir.
Padişah’ın, Murad, Mehmed, Süleyman, Mustafa, Cihangir, Abdullah ve Osman adında 7 oğlu; Esmâhan, Gevherhan, Fatma ve Şah Sultan adında 4 kızı olmuştur. Esmâhan Sultan’ın Sokullu Mehmed Paşa’dan, Fatma Sultan’ın Siyavuş Paşa’dan ve Gevherhan Sultan’ın da Piyâle Paşa’dan doğan çocuklarının soyu günümüze intikal etmiştir.
.
İBRET TAŞINDAN ALINAN İBRET: Osmanlılarda suç ve cezanın hikâyesi
26 Aralık 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Ömründe Osmanlı memleketine gelmemiş ecnebi seyyahlar, sırf Türk korkusunu körüklemek için, hayalî cezalar ve işkence tasvirlerini kitaplarına doldurmuştur.
Dostoyevski’nin meşhur romanında olduğu gibi, “suç”un ardından çoğu zaman “ceza” gelir. Ceza, suçun müeyyidesidir. Arapça, karşılık demektir ve “Allah cezanı versin” dendiğinde umumiyetle müsbet bir mana kastedilir. Türkçe’de menfi bir mana kazanmıştır.
En hafifinden en ağırına, en insanisinden, en vahşisine kadar, tarih boyunca suçla nispetli veya nispetsiz nice ceza çeşitlerine rastlanır. Cemiyet ve iktidar nazarında kötü imajı sebebiyle, suçlunun pek insafı da hak etmediği düşünülür.
İslam hukukunda cezanın, suçu önleyici olması, mağdurda ve cemiyette hasıl ettiği zararı telafi edici olması ve nihayet suçluyu ıslah edici olması aranır.
Bu meyanda Osmanlı tarihinde suçun vasfına göre birkaç tip cezayla karşılaşılır. En başta bedenî cezalar gelir. Zaten İslam hukukunda asli ceza budur. Çünkü ırkı, cinsiyeti, mali vaziyeti, ictimai pozisyonu ne olursa olsun, herkeste aynı elemi hasıl ettiği için adaletin tecellisine elverişli görülür.
İdam, istisnai
İdam, ademe gönderme, yok etme manasına gelir. Suçlunun mahkeme kararıyla ve hükûmet tarafından öldürülmesidir. Şer’i hukukta idam cezası sadece taammüden (bilerek, isteyerek, planlayarak) adam öldürme ile eşkıyalık (yol kesme), evlinin zinası ve irtidad suçlarının cezasıdır.
Bunlarda idam cezasının tatbik edilmeme ihtimali çok fazladır. Maktulün velisinin affı veya diyete razı olması; eşkıyalık ve irtidadda pişmanlık (tövbe) idamı engeller.
Ta’zir olarak da idam cezası verilebilir. Buna siyaseten katl denir. Mesela, hırsızlık, gasbı ve adam öldürmeyi âdet hâline getirenler, halktan haraç toplayanlar, büyücüler, sapkın görüşlerin propagandasını yapanlar ve asiler öldürülebilir.
XVIII. asra kadar Avrupa’da cezanın gayesi, yıldırmak, intikam ve teşhirden ibaretti. Suç ve ceza arasında nispet yoktu. Bazı küçük suçlar için bile idam cezası verilirdi. O asrın sonuna kadar İngiltere’de 200, Fransa’da 215 kadar suça idam cezası verildiği bilinmektedir. Mesela 1 şilinden fazla kıymette mal çalan idam edilirdi. Biraz da mütefekkirlerin mücadelesi sayesinde cezalar normalleşmiştir.
Acısız ve süratli
İdam, süratli ve acısız şekilde icra edilir. Asarak idam hoş görülmemiştir. İdam edilen şahıs, kendi dinine göre defnedilir. Cesedin denize atılması, yakılması caiz değildir. Ancak anne-babasını öldüren, kısasen ve eşkıya, çatışma esnasında öldürülürse, cenaze namazı kılınmaz.
Taammüden birisini öldüren, yaralayan veya uzvunu kesen kimseye, mağdurun talebi hâlinde kısas yapılır. Hırsızlık suçunda el kesme vardır ama şartlarının ağırlığı sebebiyle tatbiki neredeyse imkânsızdır. Korkutucu olması için getirilmiş bir cezadır.
Bunun dışında harpte bile bir insanın uzvunu kesmek, yüzüne müsle (iz) yapmak caiz değildir, işkence sayılır. Hâlbuki Avrupa’da çok basit suçlara bile uzuv kesme cezası tatbik edilirdi.
Dayak nereden çıkma?
Bekârın zinası, zina iftirası, şarap içme ve sarhoşluk gibi suçlara, ayrıca pek çok suça, celde (dayak) cezası verilir.
Ekseriyetle umumi bir yerde bir metre uzunluğunda serçe parmak kalınlığında budaksız (ekseri fındıktan) bir ağaç çubuk ile icra olunur. Çubuk ancak omuza kadar kaldırılabilir. Suçlunun yüzü ve edep yerlerine ve vücudun hep aynı yerlerine vurulamaz.
Cezadan maksat, suçlunun helaki olmadığı için, dayanamayacak olanların cezası tehir edilir; yine tatbik olunamazsa, kaldırılır. Kırbaç, işkence sayılır ve meşru değildir. Cumhuriyetin ilk senelerinde serseri takımına tatbik edilmiştir.
Dünyanın her yerinde mektepten orduya kadar her yerde asli ceza budur. Esnafa da suçüstü hâlinde tatbik edilir. Suçlu yere yatırılır, ayakları falaka denen bir yassı sırığa bağlanır, iki kişi bu sırığın iki tarafından tutar.
Kabahatin cinsine ve suçlunun tahammülüne göre üçüncü bir kişi tabanlarına vurur. Elem verir, ama çabuk toparlanır. Askeriyede bu ceza esnasında borazan çalınır.
Kaç paraysa verelim
Bazı suçlarda failden para cezası tahsil olunur. Taammüd haricindeki cinayetlerde, yaralamada, çocuk düşürtmede, maktulün varislerine veya yaralının kendisine taksitle diyet ödenir. Parası yoksa zorla çalıştırılır. Bazen mahkeme ilave ceza da verebilir.
Basit suçlarda para cezası verilir. Kalpazanlık, ihtikâr (karaborsacılık), ihtilas (yolsuzluk) gibi suçlarda, suçlunun malları müsâdere edilir (el konur). Memurların, vakıf mütevellisi ve vasilerin servetlerinde görülen bariz fazlalık, tahkik olunur; yolsuzluk anlaşılırsa müsadere edilir.
Hapis mi? Otel mi?
Şer’î hukuk tarihinde hapis, asli bir ceza değildir. Cezanın şahsiliği prensibine aykırı görülmüştür. İnsanın kendine, dinine, ailesine ve cemiyete karşı vazifelerini yapmaya engeldir. Hapis, daha ziyade suçlunun masum yakınlarını, eşini, çocuklarını zarara uğratır. Suçlu, mahbeste, ruh sağlığını kaybeder veya yeni birtakım suçlar öğrenir.
Hapis, suçluyu bir işi yapmaya, bir malı teslime, borcunu ödemeye, suç ortağını söylemeye, suç aletini göstermeye sevk etmek için tatbik olunan geçici bir tedbirdir. Halkın arasına karışması mahzurlu olan kimseler, büyücü, sahte tabip, sahte müftü hapsedilir. Eminönü’ndeki Zindan Hanı, Osmanlılarda bu iş için kullanılan tek bina idi.
Mahpusa, yatması için basit bir yaygı; ölmeyecek kadar da su ve katık verilir. Bütün masrafı kendisi karşılar. Günlük ibadetlerine mâni olunmaz. Kimseyle görüştürülmez. Ancak hanımının muayyen müddet zarfında kocasının yanında kalması caizdir. Çünkü hapis, kadının hakkını düşürmez.
Biraz uzaklaşmak iyidir
Bazı hâllerde suçlunun muayyen bir müddet için bulunduğu şehirden başka bir şehre uzaklaştırılması lazım gelir. Bunun yerini, şeklini ve müddetini mahkeme tayin eder. Darülharbe sürgün caiz değildir.
Osmanlılarda, bir kuleye kapatmak (kulebendlik) veya bir kalede ikamete tabi tutmak (kalebendlik) şeklinde tatbik olunurdu.
Kalebend olan şahıs, gün içinde serbestçe gezip dolaşır; bir işle meşgul olabilir; kale dışına çıkamaz; günün başında ve sonunda kale kumandanlığına gidip isbat-ı vücud eder. Kulebend ise, konduğu odadan çıkamaz.
Kaç kürekçi lazım?
Donanmanın kürekçi ihtiyacını karşılamak üzere, bazı suçlulara muayyen bir müddet küreğe konma cezası verilirdi. Son devirlerde kürek mahkûmları tersanede çalıştırılırdı. Tersane hapishanesine banyol denirdi. Avrupalılar, Kuzey Afrika zindanlara İtalyan argosunda hamam manasına gelen banyo derdi.
Buraya hem harplerde esir alınanlardan devlet hesabına ayrılanlar; hem de ağır suçtan mahkûm olanlar getirilirdi. Bunlar donanma seferde iken kürek çeker; sefer dışında da tersanede çalışırdı. Donanma seferde iken emniyet mülahazasıyla kürekçilerin ancak yarısı kürek mahkûmu veya forsa olur; geri kalanı ücretli Müslüman kürekçilerden seçilirdi.
Tersane zindanları Avrupa’da da vardı ve bunların şartları İstanbul’dakinden fevkalade ağırdı. İstanbul banyoluna 1785’den sonra harp esiri gelmez oldu. Burası Avrupa’dakilerle aynı zamanlarda, 1863’te kapatılarak, Sultanahmed’de bir devlet hapishanesi tesis edildi.
Tamamlayıcı cezalar
Taammüd ve tesebbüb (kasten veya sebebiyet verme) haricinde kalan adam öldürme suçlarında failin diyetten başka kefaret de vermesi lazımdır.
Kefaret, mümin bir kölenin azat edilmesi; bu mümkün olmazsa altmış gün oruç tutulmasıdır. Tutmazsa, mahkeme buna zorlar.
Tesebbüben katl hariç, bütün adam öldürmelerde, katil, maktulün mirasından mahrum olur.
Namuslu kadına zina iftirası (kazf) suçundan ceza alanların ölünceye kadar şahitliği kabul olunmaz. Yüz kızartıcı suç işleyenler de şahitlik yapamaz.
Bazı suçlarda, failin mahkemeye çağırılması, hâkim tarafından “Sen böyle bir kabahat işlemişsin!” gibi sözlerle azarlanması, hâkimin suçluya nasihatte bulunması ceza yerine geçer.
Bunlar umumiyetle bazı hafif suçlarda ve cemiyette iyi hâliyle tanınan kişilerde bahis mevzuu olur. Öyle insanlar vardır ki, evlerine gelen bir mahkeme celbi, onlar için yıllarca hapis yatmaya bedel eziyet verir.
Hayali cezalar
Yalancı şahit, dolandırıcı, kumarbaz gibi şahısların, ibret maksadıyla teşhir edilmesi de cezadır. Teşhir; yüzüne kara çalmak, bir merkebe ters bindirip şehirde dolaştırmak, tellal vasıtasıyla suçunu ilan ettirmek şeklinde olabilir.
Osmanlılarda, yüz kızartıcı suç işleyenler, umumi meydanlarda ibret için “kazığa oturtularak” yani bir tomruğa bağlanarak teşhir edilirdi.
Yol kesme suçundan dolayı idam cezası aleni infaz olunur ve üç gün kadar teşhir edilirdi. Tanzimat devrine kadar, idam edilen suçlulardan bazılarının başının, bir müddet Topkapı Sarayı önündeki seng-i ibrette (ibret taşında) teşhir edildiği rivayet olunur.
İslam-Osmanlı hukukunda, kazığa oturtma, çengele asma, topun içine koyup ateşleme, vahşi hayvanlara atma, çuvala koyup denize salma, denizde boğma gibi cezalar yoktur.
Buna dair bazı rivayetler, yabancı seyyahların hayallerinin mahsulüdür. Çoğu Osmanlı memleketine bile gelmeden, sırf Türk korkusunu ve düşmanlığını körükleyerek savaşları halka haklı göstermek maksadıyla birer propaganda vasıtası olarak yazılmıştır.
İsviçreli seyyah Jean Baptiste Tallot’nun Nouveau Voyage fait au Levantes Anné es 1731 et 1732 adlı seyahatnamesinde ve Romen tarihci Jorga meşhur tarihinde bu meseleye temas edilir. Hakiki seyahatnameler esas alınıp, hayaller ve masallarla süslenerek hazırlanmış bu yalan dolan mecmuası mahiyetindeki kitaplara bazı ciddi tarihçiler bile aldanmıştır
.
|
Bugün 235 ziyaretçi (331 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|