 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Efsane oto Mini'nin asıl memleketi İzmir
2 Ocak 2011 01:00
AUSTIN MİNİ'DE Efsane otomobil Mini'yi doğma büyüme İzmirli Alexander Arnold Constantine Issigonis'in tasarladığını biliyor muydunuz? AKDENİZ İZLERİ Bu modelin tutacağı belliydi, zira çizgilerinde insanı çeken çağıran bir şeyler gizliydi. Ege'nin mavisi, meltemin ılıklığı gibi... Issigonisler İzmir'in önde gelen tacirlerindendir. İngilizler Basmane Aydın demiryolunu yaparken bazı malzemeleri onlardan temin eder, alırken satarken dostluğu ilerletirler. Belki o günlerde pek gereği yoktur ama aileye vatandaşlık hakkı tanır, pasaport verirler. Venizelos'un askerleri İzmir'e çıkarken Issigonisler ne hisseder bilemiyoruz ama Yunan ordusu yenilip de çekilince huzursuz olurlar. Mübadele şayiasının yayıldığı günlerde pılıyı pırtıyı toplar, gider İngiltere'de düzen kurarlar . Ailenin oğlu Alexander Arnold Constantine 16 yaşındadır daha... Bir Akdeniz çocuğunun sisli kasvetli Lond-ra'ya alışması kolay olmaz. Sıcak aydınlık bereketli İzmir burnunda tüter adeta... Belki bu yüzden bocalar, bazı derslerde başarısız olur. Hele matematik demezler mi kanı donar. Neyse ikmal mikmal Politeknik okulunu bitirir, mühendis çıkar. Gönlüne göre de bir iş bulur... Morris Motors'da (1936). İkinci Cihan Harbi yaklaşmaktadır, bir süre askeri araçların, zırhlıların dizaynına kafa yorar. Firma 1950 yılında British Motor Corporation (BMC) adını alır. (Bakın şu işe BMC'de İzmirli olacaktır yıllar sonra) Alec önceleri amortisör imalinden mesul tutulursa da gönlünde başka bir aslan yatar. "Mini mini bir araba!" KÜÇÜCÜK FIÇICIK Bu vasıta küçük ama ferah olmalı, az yakmalı, çok kaçmalı, kolay park yeri bulmalıdır. Bilhassa vakti dar metropol insanını hedef almalıdır. Kaldı ki 1956 Süveyş krizinin ardından petrol kıymet kazanmış, küçük arabaların yıldızı parlamıştır. Almanlar VW Beetle, BMW İsetta ve Messerschmitt'le, Fransızlar Renault 4 ve Citroen Döşova ile, İtalyanlar ise Fiat Cinquecento ile Avrupa pazarına ağırlık koyarlar. Rolls Royce, Jaguar gibi devlerin devri değildir, İngiltere de küçük arabaya şiddetle ihtiyaç duyar. Issigonis cesaretini toplar, BMC Başkanı Leonard Lord'a çıkıp eskizleri yayar. "Efendim" der, "haddim olmayarak böyle bir araba tasarlamıştım ama..." Amirleri heyecanlanır, "ne duruyorsun" derler "hemen başla!" O günden sonra gözüne uyku girmez, çizer çizer karalar... Sabahın seherinden gece yarılarına kadar... Bu modelin tutacağı bellidir, zira hatlarında insanı çeken çağıran bir şeyler vardır sanki. İzmir aydınlığı, meltemin ılıklığı gibi... İÇİNDEN GELDİĞİ GİBİ Alec çizimler esnasında kendine sorar. Ben iş güç kovalayan bir Londralı olsam, bir otomobilden ne beklerdim acaba? Öncelikle yağmurdan çamurdan kurtulayım da... Bir de basınca çalışsın, dar aralıklara sığsın, arıza yapmasın tamam. O bir mühendistir nihayetinde, hoşlansa da hoşlanmasa da rakamlardan kopamaz... Lakin tekniğin dar kalıplarına sıkışmaz işin içine duygularını da katar. Evet bu dik camlar tez kirlenir, rüzgar alırlar. Olsun ama, yakışır haspaya. Alçak taban yere sürtebilirmiş. Umurunda bile olmaz, küçük tekerlek bu çizgiye uyar. Farklı olacaktır, ezber bozacaktır. Kararlıdır buna. Nitekim motoru da düz değil yan koyar, hareketi basit bir kutuyla ön tekerleklere aktarır, hayli tasarruf sağlar. Araba Karamürsel sepetini andırsa da ferahtır, dört yolcuyu kaldırır dahatlıkla. Kaputu altında ki 850cc 34hp "bence BMC" motoru kalenderdir sonra... Alec lükse şiddetle karşıdır. Hoş o devirde lüks denilince radyo, pikap, kalorifer, bi de yumuşak koltuklar gelir akla. Bizimki kapı koluna bile tahammül edemez, düğümlü ip nelerine yetmiyordur di mi ama? (Halbuki şimdiki Miniler ohooo... Donanımını yazmaya kalksak gitti koca sayfa) Oxford tesislerinden sökün edip Britanya sokaklarını harmanlamaya başlayan (1959) Morris Minor'ların fiyatı makul tutulur. Sadece "496 sterlin!" Sudan ucuza.... Miniler beklendiği gibi işçi memur takımından talep bulurlar. Ev hanımları, üniversiteliler de bayılırlar ona. Hakikaten şirindir, Mini gören oğlan çocukları "rrrrn rınnn" diye tutturup ittirmeye kalkar. "Ooolum elleme elin arabasını!" Oyuncak olmadığını anlatıncaya kadar göbeğiniz çatlar. RALLY KARTALI Austın idarecileri satışları artırmak için iki yol bulurlar. Biir ünlülerle hemhal olmak, ikiii rallylere katılmak. Nazları geçen ne kadar meşhur varsa (Beatles grubu, Peter Sellers, Graham Hill, Mr Bean, Enzo Ferrari, Charles Aznavour, Steve McQueen, hatta Kraliçe...) Mini ile tur atıp gazetecilere el sallar. Ardından ''The Italian Job'' filmi ile büyük sükse yaparlar. O günlerin F-1 pilotlarından John Cooper (siz sormadan söyliyeyim Lee Cooper'la akrabalığı yok) bir Mini hayranıdır. Bu aracı sınıfına göre atik tetik kıvrak bulmaktadır. Dengesi de fena sayılmaz, eh performansı da biraz artırılırsa... Parkurların tozunu atacaktır. Emindir buna. Patron George Harriman "bak bu hiç aklıma gelmemişti" der ve "Mini Cooper" için düğmeye basar. İlk imtihanlarını 1961 Monte Carlo Rallisi'nde verir, açık ara farkla birinci olurlar. 1962 ila 67 arasında Avrupa'da düzenlenen ne kadar ralli varsa (Baden-Baden, Tulip, Alp, İrlanda, Geneva, Bin Göller, Çekoslovakya, Polonya, Münih-Viyana, RAC) alayına katılır, rakiplere toz yuttururlar. Hesaplar tutar, satışlar katlana katlana artar. Gün gelir ihracata yetişemez olurlar. İngiltere'ye büyük para ve itibar kazandıran İzmirli Alec'i "sir" unvanı ile mükafatlandırırlar. ALMAN ELİ Pickup, arazi aracı, kombi wagoner olarak da üretilen Miniler, Ford Model T'den sonra en sevilen otomobil ilan edilir. Defalarca "best of the car" seçilir. Doğrusunu isterseniz sert, rahatsız, gürültülü bir araçtır (aman fanatikleri duymasın). Sir Alec öldüğünde (1988) Mini satışları beş milyonu aşmıştır, ki böyle bir rakam çok az modele nasip olur otomobil dünyasında. Sonra... Sonra n'ossun? Başarı sıkmaya başlar. Mini'nin koltuğuna "Austın Metro"yu oturtmaya çalışırlar. İngiliz oto sanayinin eski havası yoktur. Riley, MG, Triumph, Austin-Healey gibi markaları "Rover" çatısı altında toplanırlar. Gel gelelim bunların çoğu fiilen üretimden kalkmıştırlar. Honda ile ortaklığa giden Rover kaliteyi yükseltir ama badireyi atlatamaz. BMW fırsatı değerlendirir ve Rover'ı sadece 800 milyon puanda satın alır (1999). Almanlar Rover'ın binek modellerini adeta boğar, Land Rover'ın sahip olduğu 4x4 tecrübesini ise X5'te kullanırlar. İşleri bitince Land Rover'ı Ford'a satarlar. Hem kaça biliyor musunuz? 1 milyar 800 milyon Paunda. Kafadan bir milyar kâr. Diğer markalar ve onca fabrika da caba... BMW mühendisleri MG ve Triumph ile ilgilenmez ama Mini-Austın'ı sil baştan ele alırlar. Sevimli efsaneye yeni bir kostüm biçer, tarihin en başarılı retro modeline imza atarlar. Evet, Hans'ın işçiliği başkadır, çok başka. Yeni Mini eskisi gibi amele takımına takılmaz, o artık sosyetedir, kolay harcayan zengin çocuklarına göz kırpar. Ayna cımbız ve MINI... Mininize ufak tefek aksesuarlarla karakter kazandırabilirsiniz. Onu maçolaştırmak da elinizdedir, hanım hanımcık da yapabilirsiniz... Zaten MINI hem erkeklere hem kadınlara hitap edebildiği için yok satar... Hedef kitlesi her ne kadar sabah sekiz akşam beş çalışan bordro mahkumları ise de tuzu kuruları da peşine katar. Gün gelir, gazla debriyajla hiiiç işi olmayan bayanlar çanta ve mantolarıyla uyumlu bir MINI bakmaya başlar. AMA ÇOK ŞEKEEER Doksanlı yıllar diyelim de yuvarlak olsun, uğraşmayalım şimdi "artı eksi üç" hata payıyla... Miniler Starbucks önlerinde leblebi şekeri gibi allı yeşilli dizilmiyorlardı daha... Allah Selamet versin Halid Abay (o da İzmirlidir) bir Mini almıştı hiç unutmam. Hurda ama bisiklet fiyatına... Koltuklar rahatsız, kapılar kapanmaz, vites topuzu elinizde kalır, pedallar içine kaçar. Tekerlekli tabut işte, fren canı isterse tutar. Tabandaki deliklerden içeri toz duman alır, ağzınıza mendil bağlarsınız, haydut sanırlar. Torpidonun ortasında koca bir saat, hani üç yıldızlı Peter'e nazire yaparcasına. Kilometre, hararet, benzin... O kadar gösterge arasında bir tek saat tıkırdar, onun da yelkovanı olsa... Yedek yok, parça yok, servis mervis arama. Haydi hortum, filtre, keçe ayarlıyorsun da lastikler karaborsa! İşinin ehli bir lastikçi biliyordum Edirnekapı'da. Aldım götürdüm, Şükrü Abi "dert etmeyin" dedi, "buluruuuz." -Nerden nasıl? -Bakacaaz artık, forklift, tayyare, helikopter çıkmalarından! GEÇİM EHLİYDİ Halid anlatıyor: Mini, çocukların büyük ilgisini çekiyordu, mahallenin ne kadar veledi varsa başında. Bazen günde 9 kere bozulur bazen haftalarca nazlanmaz. Sekiz kişi bineriz gıkı çıkmaz. Sadece Boğaz Köprüsünden geçmeye korkardım, düşün bozuldu. Kalakalırsın ayazda... İyi huylu bir otomobildi aslında, iter vurdurursun öksürmeye başlar. Hani tokatlandıkça öten radyolar vardı ya... Sistemi basittir, her tamirci anlar. Azıcık sarsar, kablolarla oynarsın gıv gıv etmeye başlar. İnatçı değildir, "dur şu adamı üzeyim" demez asla. Konserve kutusundan yağ filtresi... Aklınıza gelir mi? Ama yaparsınız tutar. Bir ara fren lambası yanmıyordu, dert sanki ön fardan bi kablo çekersin tamam. Haaa frene basınca farlar da yanıyormuş... Olacak o kadar. Bazen yorulur bıkarım, akşamdan satmaya niyetlenirim, sabah kıyamam. Araba değil kuzu, ööle melül melül bakar. Bir gün babamı bindirme gafletinde bulundum, baktı fren mren yok, "sat oğlum bunu" dedi. Mecburen sattım. Hemen o gün gitti, aldığım paraya. Mahallenin tıfılları pek bozuldular, ciddi ciddi küstüler bana... - Pekiii 75 model bir Mini var desem, temiz, ilk sahibinden, eski kasa... - Yapma yaa, dayanamam valla
.
On parmağında on marifet: Cemil Bilgiç
9 Ocak 2011 01:00
BİLGİÇ DEĞİL Cemil abi bir koltuğa iki karpuz, bir ömre on meslek sığdırdı... Tekstil, iktisat, resim, grafik, baskı, montaj, pikaj, hat, hatta meşrubat. BİLGEYDİ Gazetecilik sıkıntılı iştir, insanı dert sahibi yapar. Cemil abi rahmetli müsekkin gibiydi, ekibi rahatlatır, kimsede gam kasavet koymaz. Cemil insan 3 yıl evvel bugün kaybettiğimiz Hattat Cemil?ağabeyimiz adı gibi cemil (güzel) insandı. Kesif işine, yorucu mesaisine rağmen sanatından kopmadı. Fırsatını buldu mu takımlarını yayar, yazar da yazar... Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, hilyeler, esma-i hüsnalar... Kamışı gıcırdata gıcırdata çeker, gözlerini kısıp şöyle bir bakar. "Abovvv" dediyse içine sinmiştir, "amanin" dediyse "ı ıh" sil baştan. Yakını ölenler gider kapısını çalarlar, gece yarısı da olsa hokkasını çıkarır, geleni asla kırmaz. Deseler ki bin mezar taşında emeği var,?yalan olmaz. Rahmetli Cemil ağabeyi en iyi kim anlatır? Bütün parmaklar aynı adresi gösteriyor "Adnan Uncuoğlu". Sağolsun Adnan ağabey bizi kırmıyor, alıp yıllar öncesine götürüyor: Biz Nevşehirliyiz. Cemil abi çocukluk arkadaşımdır, kiracımızdı hatta. Yaşça benden büyüktü, "Ressam Cemil" derdik ona. Liseden sonra bir süre çalıştı, Ankara İTB Akademisini kazanınca bir baktım Cemil Abi de bizim sınıfta. Dört yıl kardeş gibi olduk, ayrı su geçmedi boğazımızdan. Cemil Abi ufak tefektir ama tuttuğunu koparır, bilek güreşinde pehlivanları bile yıkar. Şakacıdır, ona buna takılır, etrafına neşe saçar... Babası vefat edince muhasebe yapmış olmalı, bir gün geldi "böyle olmıycak anasını satiiim. Ben namaza başlicam!" Başladı da. Biz de katıldık, üç-dört arkadaş oluyoruz cemaatte. Bir şey bildiğimiz yok ama. Hocalara gidiyoruz cevap alamıyoruz sorularımıza. Bu arada Doğuda medreseler var diye duyuyoruz. Ne etsek?danışsak mı acaba? Neyse mektep bitti. Askere aldılar. O topçu oldu Polatlı'ya, beni yolladılar Mamak Muhabere Okuluna. Vakit geldi kura çekeceğiz. İstiyoruz ki aynı yere düşelim. Cumartesi elimi torbaya attım "Erzurum!" Pazar Kurtuluş Tren İstasyonu önünde buluşacağız, benzincinin orada... Uzaktan Cemil ağabeyi gördüm, bağırdım "Nereee?" -Erzuruuum! Ben böyle bir sevinci az yaşamışımdır. Kapıya yürümedim bile duvarın üzerinden?atladım. Cemil ağabey şaşkın "Abovvv uçtu yavvv!" Sarıldık, kucaklaştık, ne mutluluk ama... Beş on gün mehil müddeti bitti, bindik trene. Tıkır tıkır gidiyoruz Doğu Anadolu'ya. ARAYAN BULUR O şehrin içinde başladı, ben Dumlu'da. Hafta sonları buluşuyor, gezip tozuyoruz. Kafamıza göre takılınca hem namaz, hem sinema. Bu işte bir terslik var ama... Askerlik bitti bitiyor bir gün Cemil Abi "Peki gozüm şimdi n'olacah?" dedi, "Gidecez, evlencez, çoluk çocuğa karışacaz. Halbuki dinimizi bilmiyoruz daha." -İzinlerimizi Ramazan-ı şerifte kullanalım mı? -Kullanalım anasını satiim -Cami cami dolaşalım mı? -Dolaşalım anasını satiiim. Kararlaştırdığımız gibi yaptık... Gel?gelelim umduğumuzu bulamadık. Tamam hocalar malumatlı da, senkron tutmayınca... Bir gün geldi "Yaa Adnan" dedi, "bizim bölükte biri var, ilmihal tavsiye etti bana." - İlmihal ney lan? - Ya ne biliim bi kitap herhal. Doktorlar, avukatlar ney elinden bırakamıyormuş, yani o kadar. - Oolum git işine, bu zamanda tahsilliden Müslüman mı çıkar? - Yine de bi baksak? - Bakalım, tamam. Vermek istemese istek vermez, adım gibi inanıyorum Cenab-ı Hakk bize güzel kapılar açacak! Alev alev yanıyoruz zira... İSLAMIN HİZMETKÂRI Hiç unutmam o gün Selahaddin Eyyubi'nin filminden çıkmış, ilmihal alacağımız adrese gelmişiz. Gürcükapı'da bir yedek parçacı, adı da Selahaddin işe bak! Girdik içeri çay içiyorlar, bizim de elimize bardakları tutuşturdular. İlk intibam şu ki, kaliteli insanlar, mesela Doktor Suat Selçuk vardı aralarında, Mehmet Çetin yedek subaydı daha. Rahmetli Mehmet Gündoğan. Sonra Oltulu bir hoca efendi hatırlıyorum adı Mazhar! Hepsi kendini tanıtıyor doktor, müftü, subay... Az evvel seyrettiğimiz filmde bir sahne var. Avrupalı kumandanlar unvanlarını sayıyorlar. "Bennn! Falan oğlu filan feşmekan!" Selahaddin Eyyubi ise elini göğsüne koyup hafifçe mırıldanıyor "İslamın hizmetkârı Selahaddin!" Cemil Ağabey de elini göğsüne koydu "İslamın hizmetkârı Cemil" dedi mırıldanırcasına. Kapının arkasında garip biri oturuyor. Sıra ona geldi. "Bendeniz abd-i aciz Üsteğmen Ziya!" Halbuki subay kısmı havalı olur, adamı çarpar valla. Kısa ama feyzli bir sohbet oldu, anladık ki sorularımızın cevabı burada! Çıktık, Cemil Abi "oolum" dedi, "şu kolumu çimdir hele, bunlar insan mıydı, melaike arasına mı düştük yoksa?" O gün bir ilmihal aldım (968 baskı, birinci hamur deri cildli), sonra bir daha aldım, sonra bir daha...?Kışlaya götürüyor subaylara astsubaylara veriyorum, para önemli değil maaşı alınca. Sanıyorum ki herkes benim gibi yanıyor... Bir gün Yüzbaşımız (Avni Bey) ilmihali gördü masamda. "Haaa" dedi, "bunu biliyorum. Yazarı Kuleli'de hocamızdı. Tam bir İstanbul beyefendisi, nasıl mütebessim, nasıl mütevazı..." İçim ılıcık oldu, kitabı?bastım bağrıma. KESİŞEN YOLLAR Ve tezkere günü yaklaştı, geldik mi kavşağa? Babam altyapıyı hazırlamış, Nevşehir'de toptancılık yapacağız güya. O gün otel odasında oturduk. "Bak Cemil Abi" dedim, "ben davul çalsa oynarım, kürsü dibinde ağlarım. Kimle berabersem uyarım ona. Kararımı verdim memlekete gitmeyeceğim, dalmayacağım dünyaya." İstanbul'a yerleşmeyi koymuşum kafama... Onun öyle bir şansı yoktu, memurdu zira. İlerleyen yıllarda ben gazetemize başladım o bürokraside yükseldi. Sümerbank Erzincan Te-sislerinin Müdürü oldu bir ara. Derken iktidar değişti, aldılar mı kızağa. O çalışkan adam kalakaldı boşta... O sıralar gazetenin pikaj montaj servisine eleman lazım. Tam onun işi, renk, desen, çizgi, fotoğraf... Gel de diyemiyorum, 4-5 yılı kalmış şurada. Süper emekli olacak, yüklü ikramiye alacak. Cemil Abi bir gün "anasını satiim" dedi "dünya beni sevmedi, ben bu dünyayı ne sevecem yaa!" Verdi kararını "İstifa!" Gemi yakmak kolay mı? Kaldı ki onunki gemi de değil donanma! Bir süre piyasada çalıştı, Babıali'nin ünlü ustaları ile tanıştı ve işi kaptı. Hattat Hamid'in derslerine devam edip icazet aldı bu arada. Gerisini biliyorsunuz işte... Onca ansiklopedi, takvim, ilave, kitap ve onlarca çırak... Bazen bakardım da... Sanki her ilin, ilçenin en temiz gençlerini seçip toplamışlar. Sanırsın mıknatıs dolandırmışlar ortada... Adnan Uncuoğlu. PEKİ DE KAZAN Cemil Abi bize sayfa tasarımı, renk dağılımı ve grafik üzerine çok şey kazandırdı. Baktı elim yatkın, bileklerim yumuşak hat dersi vermeye de kalktı. Küçük Ayasofya'dan kamış ve mürekkep aldırdı hatta. O zaman gençlik var, "sonra yaparız" dedik, kaytardık. Beni defalarca kenara çekti "Bak Yusuf" dedi, "Belki farkında değilsin ama bu işe kaabiliyetin var. Hat çalışmak istersen emrindeyim unutma!" Şimdi "keşke" diye dövünmenin manası yok, erteleyen zarar ediyor. Yusuf Hebu YAZIYOOO Gazetemizin renkli baskısı yeni çıkmış, tiraj 20 bin yok daha. Nasıl heyecanlıyız anlatamam. Rahmetli her akşam 100 gazete ile gelir. Çeliktepe, Gültepe'ye gideriz satmaya. O sağdan dalar, ben soldan, derede buluşuruz, Albayrak garajının oralarda... Spor akademisinden yeni mezun olmuşum. 4 yüz metrede derecelerim var, gülle halter vız geliyor. Kumaş topları 100 okka, savurup atıyorum kamyona... Bir berber var, kara kuru bir oğlan, her gün sövüyor... İstisnasız her gün ama... Tutsam tek elle kaldırıp tokatlarım havada. Sinirden köpürüyorum, elimde gazete olmayacak var ya!.. Cemil abi, fark etmiş... "Aman ha gozüm" dedi, "sabr! Zaten işin ecri de orada!" Kotçu Mahmud GEL DE ÖZLEME Bölge ilaveleri yaptığımız yıllar, Çiçek eki?bir yandan. Nasıl koşturuyoruz, gözümüzü kırpmadan... Allah Rahmet eylesin Cemil Abi çok sıkı çalışır, iyi de gaz verir adama. Kendisi mukavimdir, kafasını avucuna dayayıp iki dakika dalsa tamam. Hiç unutmam, bir bayram öncesi dört gün masa başında kalmışız. Fasılasız 90 saat. Bayram sabahı işleri bitirdik, "ohh" dedik sonunda... Cemil ağabey bize işkembe ısmarlayacak, ünlü bir çorbacı var Cağaloğlu'nda. Feyyaz Ağaoğlu ve Hüseyin Cingöz'le yola çıktık. Ben arka koltukta sızmış kalmışım. Top atsalar duymuyorum... Alıp eve getirmişler. Hanım camdan bi bakıyor, kollarımdan bacaklarımdan tutmuş taşıyorlar. "Gitti adam gittiii!" Başlıyor mu feryada. Neyse Cemil Abi teskin ediyor. "Yenge bir şeyciği yoh, merah itme" diyor, "sen yastık, battaniye getir tamam, korkma birazdan ayar." Ne kadar uyudum bilmiyorum. Birazdan aymadığım kesin ama... Cemil Abi gibi amirin olsun iş vız gelir insana. Samimiyet onda, muhabbet onda, fedakarlık onda... Zor zahmetli ama güzel günlermiş, inanın tütüyor burnumda. Mustafa Asım Gök AMAN DİYİM GUZUM! Gazete ofsete henüz geçmiş, beni pikaj-montaj servisine aldılar. Önce çay demleyip, temizlik yapacaksın, gözünü dört açacak, işi kapacaksın... Rahmetli Cemil ağabey elemanını çok hoş tutar "Guzum hele bi çay getir baham. Bir de bisküvi kap gel. Potü bol (pötibör) ossun ha!" Yiyeceğinden değil ikram edecek bana... Oturtur, hatıralarını, tecrübelerini anlatır adam yerine koyar. Halbuki sıradan bir odacıyım daha... Onun sayesinde elime kretuar aldım. Mum makinesini, karanlık odayı, letraseti, tramı hep o öğretti bana. Bir gece kaynar çaydanlıkla merdivenden iniyorum, ayağım kaymaz mı? Haşlak su üstüme döküldü, bağırdığımı hatırlıyorum "Yandım anam!". Cemil ağabey koşup geldi, arabasına attı, o hastane senin bu hastane benim. Samatya'da muhatap bulduk sonunda. Gecenin bir vakti tedavimi yaptırdı, evime bıraktı. Giderken, "Anam diyim guzum, eyileşmeden gelim dime bah" dese de... Ertesi sabah soluğu gazetemde aldım. Ondan öyle görmüştük zira... Hanefi Söztutan SANATKÂRMIŞ HA! Son yılıydı rahmetlinin "Ya Sırrı" diye takıldı, "bende bi unutkanlık başladı, sana mı dönüyom yoksa?" Meğer boyun damarları tıkalıymış, gelip gelip gidiyormuş hafıza.?Son günlerinde zihni iyice bulanıyor. Mazi flu ama renkten çizgiden anlıyor hâlâ... Bir gün kendi resimlerini görüyor duvarda... "Yapan da sanatkârmış ha" diyor "baksanıza şu uyuma!" M. Sırrı Önür NÖĞRÜYON HEMŞERİM? Cemil Abi süzme Nevşehirliydi. Fıstık yeşili bir Murat'ı vardı, 50 plaka... Arabayı o gün Feyyaz ağabeye verdi, çevirmede bir trafik polisi laf attı "Hemşerim nöğrüyon?" -Nöödek? Cemil abi "olur mu hiç" diye ayaklandı, "nöğerek" diyecektin ona! * * * Ansiklopedi çıkarıyoruz. Yazılar hep son anda verilir, matbaa kalıp bekler, yumurta kapıda! Cemil Abi rahat görünür, bizi sakinleştirir, iş yetişir ama hep ucu ucuna.... Bazen gelir "gozüm bişşeycik yok, aha şunnarı fotoğraflıycan tamam. Bah böğün seni erkenden yollıycam ha!" Yaa pek kolay, bi kere forma okunacak... 24 Sayfa! Arşivde yüz binlerce opak var, milyonlarca dia... Zarflar taranacak, tek tek bakılacak, yakışan ayrılacak... Resim altları yazılacak, fihristi çıkacak. Bir bakarsın sabah ezanları okunmakta... Aylar olmuş çocuğumu görmemişim, karşılaşınca annesine sokuluyor, "kim bu" diye soruyor korka korka... * * * Cemil Ağabey hem iyi çalıştırır, hem de elemanını kollar, bizzat arabasıyla bırakır evine kadar... Eğer işler rast gittiyse neşelenir, camı açıp bağırır "Sarayak sarayak sarayak!" (Siz anladınız onu... Aksaray, Aksaray!) Keyflenince daldan dala atlar, "Hasip Hasip kime nasip" diye takılır bana. * * * Kendisi anlatmıştı: Hattat Hamid'e ilk yazdığı ödevi gösteriyor. Üstadın gözleri faltaşı, hayretle mırıldanıyor "Maşaallah! Maşaallah!" İçinden "herhalde oldum" diye düşünüyor, hani methiye yağdırdığına bakılırsa... Ustasının gönlünü almak için "hocam" diyor, "varsa hatalarımı da gösterebilirsiniz. Darılmam, kırılmam!" -Hangisini göstereyim evladım külli hata. Bu kadar yanlışı bir levhaya nasıl sığdırabildin? Şaştım valla!?A. Hasip Barış
.
Emiliano Zapata tarladan saraya
16 Ocak 2011 01:00
DEVRİMDEN ÖNCE Diktatör Porfirio Diaz döneminde köylülerin evleri toprakları ellerinden alınır. Hakkını arayanlar mahkemeye yollanır, oyalanırlar. DEVRİMDEN SONRA Morales ve Zapata devrinde de köylülerin evleri toprakları ellerinden alınır. Halk kendi hukukunu korumaya kalkar, asayişin çivisi çıkar. Meksika... 1910... Yaklaşık 33 yıldır ülkenin başında bulunan Porfirio Diaz "sallandıracaksın ki..." şeklinde bir idare tarzını benimsiyor... Kurdurduğu darağaçları sayesinde ülkede "huzur ve güven ortamını" tesis ediyor. O günlerde yabancı sermaye "düşman askeri" gibi görünüyor, ecnebiye göz yuman hain sayılıyor. Diaz tenkitlere aldırmıyor, inadına Amerikan, İngiliz ve Alman şirketlerini buyur ediyor. Buyur etmeyip de n'aapsın? İstihdam meselesi... Halka nasıl iş güç gösterecek yoksa... Soygun ve yağma beklenen bir şey ama yatırım da yapılıyor bu arada... Petrol ve maden üretimi artıyor, demiryolu memleketin ücra köşelerine vasıl oluyor. Gel gelelim gringonun (batılı beyaz adamın) hırsı fren tutmuyor, şeker kamışı ziraatinde "deli para" kokusu alıyor ve köylünün toprağına sulanıyorlar. Yerli baronlar ve generaller de onlara katılıyor. Fukaraları yerinden yurdundan ediyor, işgal ettikleri arazileri dikenli tellerle çeviriyorlar. Hani kovboy filmlerinde sıkça gördüğünüz beyaz yüksek duvarlı, Marsilya kiremitli, kışla bozması çiftlik evleri vardır ya, işte o yıllarda yapılıyor. Patronlar eli mavzerli silahşörler besliyor, kim ayağına takıldı üstüne salıyor. KUZUCUKLARIM! Normalde bir başkanın bunlara karşı durması lâzım ama Diaz koltuğunun derdinde, güçlünün nasırına basamıyor. Zaman zaman köylü heyetleri gelip huzuruna çıkıyor. Şikayetleri dikkatle dinliyor. Yüzüne en müşfik tonları oturtup "evladlarım" dedi mi zaten garipler eriyip bitiyor. Atlatıyor mu? Evet atlatıyor, gereğini yapmıyor. Önce tapulara bakıyor, sonra adalete gitmelerini tavsiye ediyor. Halbuki mahkemelerin cılkı çıkmış, hakimler haklıya haksıza değil avantasına bakıyor. Hasılı Porfirio Diaz kah parmak sallayarak kah sırt okşayarak koltuğunda oturuyor. Haşmetmaap ölesiye kadar hizmet edecek, varlığını Meksika varlığına armağan edecek ama Francisko Madero adlı bir kendini bilmez (ABD'de tahsil görmüş bir burjuva çocuğu) tutup parti kuruyor. Söyleyin şimdi, ikinci bir parti ne demek? Adam resmen ikilik çıkarıyor. Halkın reyini kime vereceği belli olmaz, tedbirini alıyor. Seçime bir hafta kala Madero'yu içeri tıktırıyor da madara olmaktan kurtuluyor. Madero hapishanede efendi efendi otursa mesele yok ama sen tut kaç. Git Teksas'ta bayrak aç. SENİN ADIN NE? İşte o günlerde yine bir köylü kafilesi saraya geliyor. Katipler alışkın edalarla önlerine düşüyor. Belli ki arazi meselesi. Diaz kabul odasına tebessümlerle giriyor, babacan bir üslupla "buyrun evladlarım" diyor, "çekinmeyin, anlatın." İçlerinden en yaşlısı söz alıyor: "Arazilerimiz işgal edildi, mısırlarımız yakıldı, perişanız!" -Tapularınız var mı? Çıkarıp gösteriyorlar. Diaz "kesinlikle siz haklısınız" diyor, "mahkemeye müracaat edin kazanacaksınız!" Halk dönüp giderken kara yağız bir külhani parazit yapıyor. - Başkanım! - Buyur evladım? - Siz hiç köylülerin lehine neticelenen bir dava duydunuz mu? - Hakimlerimiz ellerinden geleni yapıyorlar ama biliyorsunuz ki bu işler zaman alıyor. Sabır! - Biz pidelerimizi sabırdan değil, mısırdan yapıyoruz! Diaz yutkunup kalıyor. Bu adam tehlikeli olabilir. Yarı tehditvari soruyor: Adın neydi senin! - Zapata! - Tam söyle? - Emiliano Zapata! Önündeki listeye bakıyor, ismin üzerine bir çarpı çekiyor... KÖY ÇOCUĞU Efendim, Emilano Zapata, Anenecuicilo köyünden, Gabriel ve Cleofas çiftinin on çocuğundan biri... Sıradan bir köy... Sıradan insanlar... Emiliano da akranları gibi sokakta büyüyor, mektep kapısından girmiyor. 17 yaşında babası ölüyor, ailenin yükü omuzlarına çöküyor. Atlara olan düşkünlüğü onu meslek sahibi yapıyor. Hırçın, kavgacı, içkici, küfürbaz ama çok seviliyor. Nedeni? Çünkü kimsenin malına göz dikmiyor, kimsenin karısına kızına sataşmıyor. Haksızlığa dayanamıyor, biri zulme uğrasa üstüne vazife gibi ortaya fırlıyor. Peki bize anlatıldığı gibi Marksist mi? O yıllarda Meksika köylerinde Das Kapital'in bulunacağını sanmam. Hoş bulunsa da okuyamaz. Okusa anlayamaz. Kaldı ki Rus ve Çin devrimine çook vardır daha... Haaa ilerleyen yıllarda Maocu kızıllar Zapata'ya sahip çıkar, onun adına Chiapas merkezli silahlı bir örgüt kurarlar (Zapatistalar) o başka.... Zapata duygusal bir gençtir sonra... Arkadaşları zamparalık yaparken o sevdiği kızın hayalini kurar umutsuzca. Umutsuzca dedik, zira kız zengin, bu fukara. Onun babası hakim gücün yanında, Zapata ise defteri dürüleceklerin arasında... Kızı defalarca istese de kapıdan kovuluyor. İşte eşiği aşındırdığı günlerden birinde askerlere yakalanıyor. Boynuna ip bağlayıp götürüyorlar. Kaçmıyor, biliyor ki kaçsa sıkarlar sırtına. Emiliano'nun götürüldüğünü gören kadınlar yerden taş alıp birbirine vuruyor, duyan aynı şeyi yapıyor, şakırtı hızla yayılıyor. Yamaçlardan inen inene, insanlar sel olup akıyor. Jandarma kafilesi bir anda onbinlerin arasında kalıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Bilmiyoruz ama Elia Kazan sahneyi ustalıkla veriyor. Askerler çaresiz, urganlar çözülüyor. Zapata kurtulur kurtulmaz telgraf tellerini gösteriyor. Kesin! Komutan "ama bu bir isyan" diye kekeliyor. -Evet isyan. Haydi koş yetiştir Diaz'a! Emiliano ve kardeşi Eufemio o günden sonra trenleri durduruyor, cephanelere el koyuyor. Kadınlar da mücadeleye katılıyor. Barutları değişik kılıflara sokup münasip yerlere bırakıyor. Kale kapıları tek tek uçuyor, karakollar düşüyor. Derken ünlü haydut Panco Villa ve adamları da askere vurmaya başlıyor. Meksikalı köylüler baskılara direniyor, yerlerini yurtlarını terk etmiyorlar. Tarlalar yakıldıkça mısır ekiyor, evler yıkıldıkça duvar örüyorlar. Bir yandan cenazeler geliyor, bir yandan bebekler doğuyor. SİLAHIN VARSA Diaz zeminin kaydığını hissetmeyecek kadar ahmak değil, tacını tahtını meraklısına bırakıyor, yurt dışına kaçıyor (1911). Artık memlekette iki muzaffer liderin sözü geçiyor... Morales ve Zapata! Zapata'nın ilk işi gidip sevdiği kızı babasından istemek oluyor. Alıyor da. Kürk meselesi. Haydi yine kovsalar ya! Neyse sular durulur gibi oluyor. Morales, şerikini saraya çağırıyor. Önünde tapular. Bağlar, bahçeler, keşaneler teklif ediyor ona. Zapata "buna ne hakkın var" diyor, "başkasının malını nasıl verebilirsin bana?" Hiç de şık değil, bir mim koyuyor ortağına. Halkın elindeki silahların toplanması hususunda da da farklı düşünüyorlar. Zapata hak, hukuk, adalet üzerine laf ezmiyor, kestirmeden gidiyor. Tüfeğini Morales'in göğsüne dayayıp "ver saatini" diyor. Morales şaşkın, eli kösteğine gidiyor. Al şimdi şu tüfeği! Doğrult bana! Ve saatini iste! Sertçe ama... Kararlılıkla! İşte kanun budur? Silahın varsa hakkını geri alırsın, yoksa katlanırsın soyguna. ELDE VAR HÜZÜN Düzen intizam, zaptiye, jandarma... Asayişmiş? Zapata'nın da pek umurunda. Üniformalılara güvenemiyor zira. Soruyor "yaa biz bu askerleri polisleri yenmedik mi?" - Yendik. - Daha ne? Alayını dizelim kurşuna, yetkiyi tekrar niye vereceğiz onlara? Ve kaos... ABD ambargosu... Kaçan işadamları, duran yatırımlar... Yalnızlaşan ülke, itibarsız dış politika... Zapata dört işlem bile bilmiyor, şimdi Morales enflasyonu, devaluasyonu nasıl anlatsın ona... Hasılı işler her geçen gün sarpa sarıyor. Gasp, rüşvet artıyor. Eskiden halkı Diazın generalleri soyardı, şimdi Zapata'nın militanları soyuyor. Arazileri elinden alınan köylüler huzuruna çıktığında Zapata da "sabredin, düzelecek" diyor... "Sabredin düzelecek!" Aynen Diazın üslubuyla... Diklenen bir köylünün adını soruyor hatta. Sonra kendine geliyor, "ben n'apıyorum?" diyor, "bu ne kolpa düzen yoldaş, bize neler oluyor?" Ani bir kararla saraydan çıkıp, köyüne dönüyor. PERŞEMBENİN GELİŞİ Karşılaştığı manzara iç bulandırıcı. Sefalet, açlık, sari hastalıklar... Güçlü güçsüzün iliğini emiyor. Kendi öz kardeşi bile genç bir köylünün evine çöreklenmiş, garibin karısını sıkıştırıyor. Bahanesi hazır: "Savaştık da ne geçti elimize? Sözde Diaz'ı yendik, adam Paris'te gününü gün ediyor. Huertoyu yendik Amerika'da keyf sürüyor. Biz ise boş tekila şişelerini kokluyoruz burada..." Zapata yıkılıyor, "savaş kolaydı" diyor "meğer barış ne zormuş!" Bu arada General Huerto İngiliz takviyesi ile geri dönüyor, Başkan Morales'i tutukluyor ve hapiste bakıyor?icabına. Devrimcilerle karşı devrimciler birbirini yiyedursun Huerto İngilizlere yaslanıp güçleniyor. İhanet... İhanet... İhanet! Etrafındakiler birer birer dağılıyor, Zapata yapayalnız kalıyor. Acılar insanı pişirirmiş onun pişmeye bile vakti olmuyor.?"Sana katılacağım" diyen bir subayın (Alb Jesus Guajardo) davetine gidiyor. Yaşamaktan yılmış olmalı, acemilerin bile yutmayacağı tuzağa düşüyor. Çatı üstünde yüzlerce nişancı. İşaret veriliyor. Mavzerler peş peşe patlıyor... "Dizlerinin üzerinde yaşamaktansa ayakta öl" sözüyle tanınan Zapata yüzüstü düşüyor. Nisan 1919. Zapatamız da oldu sonunda Ucube mi, değil mi münakaşaları dikkatlerimizi dağıtmış olmalı. Hafta içinde bir başka heykel açılışı daha vardı, kayboldu gitti patırtı arasında. Belki okuyanlarınız olmuştur. Şişli Belediyesi Devrimci Emiliano Zapata'nın büstünü armağan?etmişti İstanbullulara... Peki kimdi bu Zapata, nereliydi ve?ne yaptı? Aşağıda... HOLLYWOOD KIYAĞI Sonra Huerto devri, sonra Carranza... Alvaro Obregon, derken Calles... Kışlaya politika giriyor, sabah erken kalkan ihtilal yapıyor. Komutanlar aç gözlü, eskiden bir Diaz vardı şimdi alayı Diaz kesiliyor. Meksikalı için değişen bir şey olmuyor, biçareler dönüp dönüp başa sarıyor... Yıllar geçiyor Morales, Eufemio, Pancho Villa unutulup gidiyor. Belki Zapata da silinecek ama kapitalizmin borazanı Hollywood izin vermiyor. John Steinbeck'in yazdığı, Elia Kazan'ın yönettiği, Anthony Quinn ve Marlon Brando'nun oynadığı "Viva Zapata" onu dünyaya tanıtıyor (1952). Millete mevzu lazım. Uğruna şiirler yazılıyor, marşlar besteleniyor, romanlar, çizgi romanlar.... Diazcı bir kalem bulamadığımız için hadiseyi Zapatistaların gözünden aktarmak zorunda kaldık. Bilmem artık ne kadar objektif olduysa... Ozanı olan kazanıyor. Eğer Bolu Beyi daha güçlü beyitler yazabilseydi, Köroğlu'nun "yol kesici bir şaki" olduğunu konuşacaktık şu anda... CARAMBA CARAMBİTA Meksikalılar uçlar arasında gidip geliyor, sefalet kök salıyor. Eğer 2011 yılında bile cahil bir silahşörden medet umuluyorsa söylenecek tek şey kalıyor: Caramba! (Vay canına) DEVLET BAŞTAN IRAK MI? Zapata'nınki bir nev'i nefsi müdafaa. Tutuklanmamak için dağlara sığınıyor, yaşamak için öldürüyor. Bir gün o saraylarda kendinin oturabileceği aklına mı gelir? Hazırlıklı ve donanımlı değil, elinde plan, program bulunmuyor
Habib Burgiba
23 Ocak 2011 01:00
ÖNCE YEŞİL Burgiba yola çıktığında "Büyük Mücahid" diye tanınıyor. Vaazlar veriyor, hutbelere çıkıyor, din iman kelimesi ağzından düşmüyor. SONRA?KIZIL İpleri eline geçirdikten sonra Fransızları aratıyor, İslamiyeti gönlünce yaşamak isteyen mütedeyyin müminleri bunaltmaya başlıyor. İstiklal mücadelelerine bakarsanız çoğunda şunu görürsünüz... Milletin bir marşı ve bir bayrağı olur ama sömürü son bulmaz asla. Bakın koca Hindistan İngiliz'in elinden yakasını kurtaramadı hâlâ... Uzunluk ölçüleri foot inch yarda, direksiyonlar sağda, tedrisat gavurca, tarih dersi güneş batmayan imparatorluk, coğrafya büyük Britanya... İngiliz'in ne kadar iğrenç, ilkel fabrikası varsa Hindistan'da, Hindistan'ın madeni baharatı, para eden nesi varsa İngiliz borsalarında... Tunus desen ona keza... Fransa'dan kurtuldu güya... Bütün otomobiller Fransız malı, bütün turistik tesisler Fransızların elinde ve ihalelerde Fransa bir numara. Bakıyorsunuz, ülke kurulduğu günden beri (55 yıldır) sadece iki lider kalmış başta. Gelin birlikte eşeliyelim. Haşmetmaapları ne gibi önemli (!) işleri başarmışlar acaba? BEYAZ TUNUSLULAR Efendim Habib Burgiba bir subay çocuğu. Monastir'de doğuyor (1903) ilk mektebe de orada gidiyor. Orta tahsilini bir Fransızın himayesinde yapıyor. Başşehir Tunus'ta... Velisinin tesirinde kalıyor, Arabça okuduğu Mekteb-i Sadıki'yi bırakıp, Fransızların deruhte ettiği Lycee Carnot'a geçiyor. Bütün hayali Sorbonne'da hukuk ve siyaset okumak. Emeline de nail oluyor. Paris'te entelektüel bir çevre... Liberalinden komünistine her çeşit insan bulunuyor, çocuğun siyasete karşı meyli artıyor. Ev sahibesi Mathilde Lorrain genç bir dul, henüz 35 yaşında. 1. Cihan Harbinde ölen Albay kocasını unutmaya çalışıyor. Evine kiracı olarak aldığı 22'lik Habib'e vuruluyor, Nisan 1927'de bir oğulları oluyor, Ağustos 1927'de evleniyorlar. H. Burgiba Bilahare ülkesine dönüyor ve avukatlık yapmaya başlıyor (1930). ASİMET-ÜL İSLÂM Tunus, İslamiyetin Afrika'daki merkezlerinden biri. Ukbe bin Nafi'nin üs kurduğu Keyruvan "Asimetül İslam" adıyla anılıyor. Ifrikiyye eyaleti asırlarca buradan idare ediliyor. Sonra Aglebiler yerleşiyor. Bir dönem Fatimilerin eline geçiyor ama bölge halkı (Ziriler) Şiiliği terk edip Sünniliği benimsiyor. Ardından Muvahhidler ve Hafsiler... Tunus 1574'ten itibaren Osmanlıya katılıyor. Asitane idareyi memleketin kendi çocuklarına (Beylere) bırakıyor. Derken sömürgeci Fransızlar sökün ediyor (1881). Bütün selahiyet işgalci Fransız hükümetinin tayin ettiği zalim, kan dökücü "yüksek komiser"in eline geçiyor. Düşünebiliyor musunuz nüfusunun % 99.5'i Müslüman olan bir diyarda üç beş Frenk hüküm sürüyor. Bunun böyle gitmeyeceği belli. Paris sömürünün devamı için çareler arıyor. Bunun bilinen bir yolu var, kendi adamını "kurtarıcı" gibi sunmak. Oturup münasip bir isim arıyor, Habib Burgiba'da karar kılıyorlar. İhtimal karısı Mathilda'nın da tesiri oluyor. İTİNA İLE KAHRAMAN... Fransa silahlı direniş istemiyor. Kahramanını (!) bir başka yola sevk ediyor. Parti kur, gazete çıkar! Burgiba denileni yapıyor, El Düstur Partisini parçalayıp ayrı bir baş çekiyor (Neo Düstur), ardından "l'Etendard Tunisien" ve "Sawt at Tunusi" gazeteleri ile atışa başlıyor. O günlerde adı "Büyük Mücahid!" Camilerde vaazlar veriyor, hutbelere çıkıyor. Mathilda da ihtida edip Müfide adını alıyor. Şimdi biraz da mapus damlarında çile çekmesi gerekiyor. 2. Cihan Harbi yıllarında Marsilya, Lyon ve Ain'de hapis yatıyor. Bilirsiniz kahramanlar genellikle vapur kullanır, karaya merasimle ayak basarlar. O da öyle yapıyor, o gulguleyle Yeni Düstur'un başına geçiyor. Parti görülmemiş bir hızla teşkilatlanıyor, sadece o yıl 400'den fazla şube açılıyor. Genç ihtiyar herkesin istiklalden bahsettiği günlerde Fransız başkanı Pieerre Mendes "kusura bakmayın sizinle muhatap olamam" diyor, "ama karşıma Burgiba gibi aydın birini çıkarırsanız o başka!" "Tamam o zaman Habib olsun" diyorlar ve taraflar "özerklik" hususunda el sıkışıyor. Tunus'un Beyi yine var ama sureta... Savunma ve İçişleri Bakanlıkları Fransızlarda kalıyor bu arada. Bilahare kabul edilen anayasa ile din, devlet kontrolüne sokuluyor. Fransız hukuku resmen meriyete giriyor. Mekteplerde Fransız tedrisatı. El kadar bebeler "öndöturva" sayıklıyor, bir "varlığım Frenk varlığına armağan olsun" demedikleri kalıyor. MASKEYİ ÇIKARINCA... Burgiba bir yıl boyunca kadro yapıyor, n'oldum delilerini masalara oturtuyor. Yoksa yeni bir Hannibal mı? Evet! Adam, Kartacalı rüyalar görüyor, iktidarını paylaşmaya asla yanaşmıyor. Siyasi rakiplerini kaçtıkları deliğe kadar takip ettiriyor. Yola birlikte çıktıkları Salah Bin Yusuf'u Franfurt'ta öldürtüyor. Zamanında elinden tutan, Şeyh Abdülaziz es-Se'alibi'ye hakaretler yağdırıyor. Ne kadar meslek örgütü, vakıf, dernek, sendika varsa kapatıyor. Gazetecileri susturuyor. Partinin adına "Sosyalist" kelimesini ilave ediyor ve Beyliği kaldırıyor. Doğum gününü (3 Ağustos) milli bayram ilan ediyor. Caddelere, bulvarlara adını bağışlıyor. Kurtarıcımız, babamız, atamız, liderimiz, önderimiz. Yoluna çiçekler atılıyor, uğruna şiirler okunuyor... Şakşakçıların avuçları patlıyor. Aleyhinde konuşan kesin vatan haini! Tahkir ve tazyiften paketlenip içeri alınıyor. Bu arada parlamento (tabii ki oy birliği ile) ömür boyu devlet başkanlığını bahşediyor. Hani çağdaş liderlerin büyük mozoleleri olur ya, o da kendine Monastır'da büyük bir anıt kabir yaptırıyor. Para önemli değil, gelsin ithal mermerler, bezensin altın varaklarla... DEMİR YUMRUKLU DESPOT O güne kadar oruçlarını rahatça tutan, teravihlere gönüllerince koşan Tunuslular laik demokratik, hukuk devletinde zor Ramazanlar yaşıyor. "Şimdi kalkınma zamanı, çalışacağız, muassir medeniyete ulaşacağız. Oruçmuş, namazmış, onlar sonra!" "Hac umre çok masraflı, bizim dövize ihtiyacımız var. Tarihi camilere meraklıysanız Keyruvan'a gidin. Hicaz uzak, halbuki o şuracıkta!" Al sana fetva, Bourgibaistler alleme kesiliyor. Hal böyle olunca medreseler gerek kalmıyor tabii, Zeytuniye gibi ünlü bir ilim yuvası bile kapatılıyor. Mescidler sadece namaz vakti açılıyor, selam veren tesbihini duasını tamamlayamadan dışarı çıkarılıyor. Yıllar evvel Tunus Medina'da bir camiye girmek istemiştik, baktık önümüzde iki yarma: "Beyler ikindi okunmadı daha!" - Biz geciktik, öğleyi kılacağız ama... - Memnu! Yallah! Nasıl öfkeli, nasıl saldırganlar... Turist olmasak var ya, kesin dalacaklar. Habib halkın örf ve adetleriyle de uğraşıyor, milli ne varsa yasaklıyor. Açılacaksın, saçılacaksın, papyon, kravat takacaksın. Ne o fes, cepken? Garplı olacaksın! Paris öyle emretmiş çocuk istenmiyor, senin fikrini soran yok zoraki aile planlaması dayatılıyor. BUYUR BİR "İZM" DAHA Bourgibaism denilen şey bir nevi sosyalizm ama halk yönetime katılamıyor, eşitliğin sadece lafı ediliyor. İş ehline verilmiyor, "ben senden daha Burgibacıyım" diyen koltuğu kapıyor. Rejimin derin dostlarına dokunmak ne mümkün? O yargılanabilir, bu yargılanamaz! Adalet tel tel dökülüyor. Burgi orduyu iç politikada kullanıyor. Enflasyon, hayat pahalılığı derken bıçak kemiğe dayanıyor... Millet sokaklarda... "Ekmek isyanları" yayılınca Burgiba geri adım atıyor. Adamın öyle de bir huyu var, yenileceği maça çıkmıyor. Tunus, Arap birliğine de âzâ, lakin genel kurulda biteviye pürüz çıkarıyor. Komşuları ile didişip duruyor, İsraile toz kondurmuyor. Burgiba 1961 yılında yaşlı eşini boşuyor, yerine Vesile hanımı alıyor. Vesile adı gibi hayra hasenata vesile olamıyor, milletin başına imparatoriçe kesiliyor. Kabine toplantılarını dinliyor, tayinlere parmak atıyor. Bakanlığa heveslenenler hanımefendinin gözüne girmeye bakıyor. First Lady diye bir tabiri tanımayan Tunus halkı onu da öğreniyor sonunda. Oğlu Jr. Habib mektebini bitirdiği gibi Fransa'ya Büyükelçi oluyor. Dışışleri ve Adalet Bakanlıklarında bulunuyor. BIAT Bankasının sahiplerinden, Başkan Danışmanı, The Clup Monaca'nın onursal üyesi... Ricası emir (!) sayılıyor. DEMOKRASİ BUYSA? Tunus sözde çok partili bir sistemle yönetiliyor. Gelgelelim 163 üyeli parlamentoda muhalif partilere sadece 21 sandalye veriliyor. Onların da kimi kavmiyetçi, kimi Baasçı, kimi Marksist dünya görüşünü savunuyor. Müslümanların hakları aranmıyor. İslami Yöneliş (Nahda) mensupları ya tutuklanıyor, ya da yurt dışına sürülüyor. Onlara sempati besleyen tüccarlar bile batırılıyor. Muhaliflerin miting, toplantı yapmaları, bildiri dağıtmaları yasak. 3 milyon 800 bin Tunuslu seçmenden 1 milyonunun kartı postada kayboluyor. Şu işe bakın iktidar partisinin oy oranı hiçbir seçimde % 99.91'in altına düşmüyor. Seçme, seçilme ve gösteri hakkının olmadığı bir demokrasi... Tiranlara yakışıyor. HEKİMLER DARBESİ Burgiba erken bunuyor, radyolarda, televizyonlarda tuhaf şeyler konuşuyor. Ona "şışşt" demek kimin haddine, rezalet büyüyor. Temmuz 1986'da Mzali'yi başbakanlıktan alıp yerine Zeynelabidin Bin Ali'yi tayin ediyor. Zeynel Abidin hırslı bir subay, fırsatını bulup Burgiba'yı kliniğe kapatıyor. Yedi hekimin imzaladığı bir raporla ev hapsinde tutuyor. Diktatörümüz tam 13 yıl oda ile salon arasını voltaladıktan sonra Nisan 2000'de ölüyor. Kendi hazırlattığı anıt mezara gömülüyor. Zeynel Abidin önceleri Müslümanlara hürriyet vaad ediyor. Hatta Zeytuniye medresesini yeniden açıyor. İpleri eline geçirince baskıya devam. Tesettür sadece kamusal alanda değil sokakta da yasaklanıyor.?Gariptir bizden birileri çok mutlu oluyor "Türkiye'de de Tunus modeli tatbik edilsin" teklifleri terennüm ediliyor. Bin Ali'nin yaptığı tek şey sağa sola resimlerini asmak, uyduruk vecizelerini milletin gözüne sokmak. Tunus şehrinin en büyük meydanına "7 Kasım" adı veriliyor. 7 Kasımlar bayram... Rap rap askerler geçiyor.. Diyeceksiniz 7 Kasımda n'olmuş? Efendi koltuğa oturmuş, n'olsun daha... KRAL İKİNCİ HABİB Müslümanlar saltanatını sallayacaklar diye ödü kopuyor. Tehlikeyi bertaraf etmek için Turistik bölgelerde bombalar patlatıyor, sonra dünyaya dönüp "görüyorsunuz işte bunlar terörist" diyor. Bin Ali, polis sayısını yüzde 400 artırıp 85 bine çıkarıyor. Çocukları ve kadınları saymazsanız her 20 yetişkine bir polis düşüyor. Dinini yaşamak isteyenler "rejim muhalifi" diye yaftalanıyor, sorgusuz sualsiz işten atılıyor, hesapları donduruluyor, pasaportları ellerinden alınıyor. Eğer polis evinizde silah ya da eroin bulursa (ki bulur) ocağınız sönüyor. Burgiba 31 yıl başkanlık yapıyor. Zavallı Zeynelabidin ise sadece 24 yıl keyf sürebiliyor. Halk sokağa dökülünce direnmiyor. Nasıl olsa torba doldu. Arzusu Fransa ama Sarkozy devrik devrimciyi def ediyor, dert almıyor başına. Tepe tepe kullanmış, posasını çıkarmış, Fransız kalıyor mevzuya... ETME BULMA DÜNYASI Burgiba siyasi hasımlarına karşı hiç de hoşgörülü olamıyor. Hasımlarına ne ettiyse başına geliyor son 13 yılını ev hapsinde geçiriyor. ANIT MEZAR Burgiba'nın Monastir'de büyük bir anıt mezarı var. Burası bir nevi müze, resmî erkan saygı duruşunda bulunuyor, çelenk bırakıyor.
Halife-i Kızılayak ABİD NAZAR
30 Ocak 2011 01:00
DIŞI SENİ Rusların darmaduman ettiği Kızılayak harabe hâlinde. Eğer işgal ordularına, savaş baronlarına, silah tacirlerine bakarsanız Afganistan durulacak yer değil İÇİ BENİ Lakin bu sıkıntılı coğrafyada Asya'nın en çilekeş, en sabırlı, en munis, en müşfik insanları mukim. Bizim kaybetmeye başladığımız hasletler orada yaşıyor hâlâ Yıl 1978... Kızıl Ordu Afganistan'da... Ülke yangın yeri, Ruslar sivil hedefleri vurmakta.... Kızılayak kasabası da diken üstünde, bugün yarın saldırırlar, eller kulakta... Burası Türkistan mücadelesinin kilometre taşlarından biri, eğer Moskova Afganistan'ı işgal etmek istiyorsa, bu kasabayı yıkmak zorunda... Çok geçmiyor, Rus helikopterleri görünüyor. İyi istihbarat yapmış olmalılar. Direkt?gelip mücahitlerin bulunduğu binayı vuruyorlar, güzelim atlar da telef oluyor bu arada. Uçan kaleler mermiye, fişeğe aldırmıyor; tabanca tüfek, leblebi çekirdek geliyor onlara. Sonra medreseye yöneliyor ve avluya yarım tonluk bir bomba bırakıyorlar. Bu bomba bütün binaları yıkacak, bütün talebeleri öldürecek güçte ama bakın şu işe ki havuza düşüyor, balçığa saplanıyor. Rus pilot bir daha dönüyor. Bu defa namluyu Türkistan cihadının efsane ismi, Kızılayak Halifenin kabr-i şerifine çeviriyor. Yaklaşıyor, yaklaşıyor, yaklaşıyor... Iskalaması kabil olmayan bir mesafede duruyor. Hedefe kilitlenmiş, parmağı düğmenin üzerinde, bastı basacak. Ve ne oluyor biliyor musunuz? Bir ateş topu geliyor, helikopter berhava!.. Zırhlı alamet yerlerde debeleniyor. Diğer helikopter, toplayabildiklerini alıp kaçıyor. Zıhlı leş, oyuncak oluyor çocuklara. O akşam Kızılordu karagâhında ivedi kaydıyla toplantı düzenleniyor, "mücahidler bu roketi nerden buldular acaba?" Pilotlar "hayır" diyorlar, "Kesinlikle roket değil. Tam türbeyi vurmak üzereydik ki, kapıdan uzun boylu, nohudî cübbeli, ak sarıklı biri çıktı. Avucunun içinde ateş topu... Helikoptere doğru savurdu!" Şimdi soracaksınız kimdi o mübarek? Anlatacağız aşağıda... MAVERAÜNNEHRLİ Hicri 1294... Türkistan... Kerki şehri... Kızılayak! O gece Abid Nazar doğmuş, ortalıkta mis gibi bir koku, bebeği gören Maşallah diyor. Sıradan bir çocuk değil, gözü kitaplarda, belli ki âlim olacak. Babası onu küçük yaşında Buhâra'ya, Ebü'l-Fazl-ı Sîret hazretlerine yolluyor, medresede gayreti zekâsı ve ihlası ile dikkat çekiyor. Hatta bir ara Emir onu Kâdı yapmak istiyor. Teklif ısrara dönüşünce topluyor çıkısını, kayboluyor. Gönlü dervişlikte, makam mansıp istemiyor. Gidip amcası Halîfe Hüdaynazar'ın kapısını çalıyor, tarikatı aliyyeyi Nakşibendiye adabını öğreniyor. Büyük veli yeğenini itina ile yetiştiriyor ve gelen taliplere "Artık Âbid'e gidin" diyor, "Bende ne varsa, bendi kaldırılmış ırmak gibi aktı ona!" Ömrünün son yılında Hüdaynazar hazretlerini bir Harameyn sevdasıdır sarıyor. Yol uzun ve meşakkatli. Çöllerin sıcağı, dağların ayazı derken mübarek hasta oluyor... Âbid Nazar hocasının üstüne titriyor. Dua... Dua... Dua... "Âbid'im dolacak, taşacaksın inşâallah!" Mübarek, Medîne'ye vardıklarında gözlerini yumuyor, Cennetü'l-bâkî'de sahabe-i kiram efendilerimize komşu oluyor. Âbid Nazar, cennetmekan amcasını henüz defnedip dönüyor ki, kafiledekiler gelip vazife istiyor. Zikr, fikr, şükr, belki rabıta... Hocasının makamına oturmak ha!.. Yoo hayır! Bunu yapamaz asla... İŞARET ALINCA... Israrlar artınca "müsaade edin" diyor, o gece Mescid-i Nebi'de murâkabeye dalıyor. Nasıl bir işaret alıyor bilinmez, ertesi sabah talipleri kabul ediyor. Müridleri katlana katlana artıyor ve gün geliyor "Halife-i Kızılayak" adıyla ünleniyor. Halife Hazretleri Orta Asya'yı bekleyen tehlikenin farkında, o ve talebeleri Bolşe-viklere karşı koyuyor. Buharâ Emirliği, Rusların eline geçtikten sonra da cihâdı bırakmıyor. Gelgelelim ne barut kalıyor ne silah. Ne üst baş, ne de gıdâ. Yiğitlerini azgın düşmana yem etmiyor, çekiliyor Afganistan'a. Önceleri Andhoy kazâsının Altıbölek köyüne yerleşiyor, bilahare Cüzcân - Şıbırgan civarında bir köy kuruyor. Adını Türkistan'daki gibi "Kızılayak" koyuyor. Müridleri ile el ele veriyor, câmi, medrese ve hânegâh yapıyor. (1923) Elinde harita, pusula yok ama kıbleyi titizlikle araştırıyor. Hoş iftitah tekbirini alırken Kâbe-i muazzamayı gören biri için bunlar zor değil... Molla Gurban Halipa da aynı ciheti gösteriyor. Mollagök Damılla da... Gönül ibresi şaşar mı? Sonradan ölçüp biçiyorlar. Sıfır hata! İLİM AMEL İHLAS Halîfe-i Kızılayak ikindiden sonra akşama kadar Sûfî Allahyar Hazretlerinin kaleme aldığı Meslekü'l-Müttakıyn'den ders okutuyor. Kitap altı ayda filan bitiyor, dönüyorlar başa... Böylece herkesin bilmesi gereken fıkıh ve itikad bilgileri tekrarlanıyor. Dergâh sohbetlerinde ise İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ı okunuyor. Kızılayak köyünün kurulduğu yer kuş uçmaz, kervan geçmez bir sahra... Ama kavmiyetçiler boş durmuyor. Bâzı Peştun kabîleleri onları sürmeye niyetli, gerginlik yükseliyor. O gün yerli liderler Kızılayak'a doğru yola çıkıyor. Dikkat çekecek, tehdit edecek, korkutacaklar akılları sıra... Kızılayak Halife beş on silahlıyı yolun kenarına diziyor. Kabile reisleri yaklaştıkça ürperiyor, toparlanıyor, dergâh kapısından edeple süzülüyorlar. Tatlı bir sohbet, ikramlar... Müsafaha ediyor, dostça ayrılıyorlar. Dönünce adamları soruyor, "Ne bu değişiklik? Hayrola?" Bir görseydiniz... Ordular vardı yolun iki yanında!.. BİRLİKTE RAHMET Halife hazretleri hem çok tedbirli hem gözü kara. Ruslar ondan çok çekiniyor. Dile kolay 70 bin süvari bir işaretine bakıyor. Zulmün arttığı dönemlerde Türkistan'a dönüyor, kök söktürüyor Moskof'a... Bir ara ünlü Korbaşı İbrahim Lakay Kızılayak'a uğruyor. Yanında 7 bin civan. İbrahim Lakay "Biz hayli kalabalığız" deyip müsaade istese de, Kızılayak Halife izin vermiyor. Onları üç gün boyunca doyum tokum ağırlıyor dergâhta. Halbuki ambarın hacmi belli, kazanın kutru belli. Aritmetiğe vursan mümkün mü? Yetiyor da artıyor... Daha da akıl almaz olanı Halife, her mücahide birer takke hediye ediyor. Şimdi olsa kolay, gidersin hac malzemeleri satan bir dükkâna, dersin "sar ordan..." Ama o devirde takkeleri Türkmen hanımları elceğizleri ile kesiyor, biçiyor, sabırla oyalıyorlar. AYRILIKTA AZAP Kızılayak Halife hem âlim hem velî... İyi de bir siyasetçi aynı zamanda... İbrahim Lakay görünüşte cazip bir teklifte bulunuyor; "Afganistan'ın gücü kalmadı. Şah dağları aşıp buraya ulaşamaz. Gel bir devlet kuralım, Bolşeviklerin önünden kaçanları da toplarız, yıkılmayız bir daha..." Mübarek "Zor zamanımda bana kucak açan birine ihanet edemem" diyor, "Kaldı ki bugüne kadar hep birlikten, beraberlikten yana oldum, parçalanmak kette (büyük) hata..." İktidarmış, saltanatmış kimin umurunda... Bir Müslüman'ın burnu kanamasın da... Kızılayak kasabası zamanla bir ilim, kültür, ticaret merkezi oluyor. Hanlar hamamlar açılıyor, çaylar çorbalar kaynıyor. Türkmen halıları burada çıkıyor tezgâha... Dervişler, tacirler, seyyahlar... Bu hareketlilik devletlilerin dikkatini çekiyor. "Neler oluyor orada?" Müfettişler değişik kisvelere bürünüp geliyor. Alayı da Halîfe-i Kızılayak'ın ilmine, irfanına vuruluyor, bir kısmı bağlanıp talebesi oluyor. O SİZDİNİZ Bilirsiniz Ruslar savaşmaktan ziyade maşa kullanırlar. Habîbullah Han zamânında yerli kızıllar Pettekeser mevkîi üzerinden Belh'e saldırıyor. Halîfe-i Kızılayak, kardeşi Âlim Han'ı üstlerine gönderiyor, Mevlânâ hazretlerini yetiştiren topraklar işgâlden kurtarılıyor. Sükûneti sağlayınca şehri Kâbil hükümetine teslîm ediyor, yaraya pansuman oluyorlar. Hem Emânullah Han hem de Nâdir ve Zâhir Şâhlar dergâhın faydasını müşahede ediyor, nurlu müessesenin ayakta kalması için destek oluyorlar. Bir ara Halîfe-i Kızılayak'ın gözleri zayıflıyor, tedâvî için Kâbîl'e gidiyor. Sevenleri onu hasretle karşılıyor, elini öpebilmek için çırpınıyorlar. Zâhir Şâh mübareği görür görmez eteklerine sarılıyor; "Efendim o sizdiniz" diyor, "Şehzadelik yıllarımda Dere-i Acer mevkiinde avlanıyordum. Atımla birlikte yuvarlandım. Biri göğsümden kavradı, alıp bıraktı kenâra. O gün beni kurtaran sizdiniz. Adım gibi eminim buna!" - Allah büyüktür evladım, seni bağışlamış yurduna... YAŞADIĞI GİBİ Ramazan-ı şerîflerde Kızılayak başka canlanıyor. Ülkenin her tarafından hafızlar geliyor. Arifler fazıllar, edipler, şairler buluşuyor. Son dört teravih sahura kadar uzuyor, her iki rekatı ayrı bir hafız kıldırıyor, arada bir çay içip soluklanıyorlar. İlahiler söyleniyor. Yine Mevlid kandillerinde müminler Kızalayak'a akıyor. Sakal-ı şerîf sandığı hürmetle indiriliyor, örtüler salavatlarla açılıyor . Sonra Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin hırkası çıkarılıyor. Öpenler, koklayanlar... Gülenler, ağlayanlar... Kızılayak Halife vefâtına yakın, Allah ism-i şerîfini dilinden düşürmüyor. Görülmedik bir muhabbet ve iştiyak... Sırları faş oluyor, kendini setredemiyor. Dili kımıldayamayacak hâle geldiğinde göğüs kafesi devreye giriyor. Allah lafz-ı şerîfi net bir şekilde duyuluyor. Rahmet-i rahmana kavuştuğu gün (sıcak bir yaz günü) hava kararıyor. İnceden bir yağmur... Rahmet... Toprak misler gibi kokuyor.... HALİFE BABA... Kızılayak dergâhının şeyhleri hem talebe yetiştiriyor, hem de yöre halkının derdini dinliyor, çare arıyorlar. Rahmetli Siraceddin Mahdum ve oğlu Nureddin Mahdum hazretleri dert babası. Aksakallar anlata anlata bitiremiyor hâlâ. Bugün dergâhı Abdülkerim Mahdum, (halkın tabiriyle Halife baba) deruhte ediyor. Halife Baba 1968 yılında halkın ısrarı üzerine milletvekili oluyor. Henüz 26 yaşında meclise girmesine rağmen önemli işlere imza atıyor. Kızılayak; bakanların, mebusların uğrak yeri oluyor. Bu sayede okullarda Türkçe eğitim, Devlet Radyosunda Türkmence ve Özbekçe yayın gibi haklar elde ediliyor. Halife Baba Afganistan'ın Ruslar tarafından işgal edildiğini Türkiye'de öğreniyor. Derhal yurduna dönüyor. Kızıllar tarafından sıkıştırılacağı belli, beklediği gibi de oluyor, 14 ay Şıbırgan Hapishanesinde mahpus kalıyor. Defalarca gözleri bağlanıp duvar dibine götürülüyor. İnfaz mangası tetiklere basıyor. Sağındaki düşüyor, solundaki düşüyor ama öldürmeyen Allah (celle celalüh) öldürmüyor. Hücre hapsi, hususi işkenceler derken Karmal affından yararlanıp çıkıyor. Derhal Türkmenleri silahlandırıp direnişi yayıyor. Bilhassa kardeşi A. Mennan Mahdum Ruslara büyük zayiat verdiriyor, Ahmet Şah Mesud'un Panşir vadisinde yaptığını yapıyor. Halife Baba hâzâ derya... Yatsıyı müteakip muhabbete başlıyor. Türkistan ulemasından, hassaten Nakşibendi meşayıhından menkıbeler anlatıyor. Üslûbu kâh Türkmenceye kaçıyor kâh Anadolu Türkçesine dönüyor. Ortalama bir yol tutturuyor, meclistekilerin hepsine hitap etmeye bakıyor. Mevzuyu şaşırtıcı hadiselerle, mizahi hikayeciklerle süslüyor. Gülmesini güldürmesini bilen bir insan. Tebessüm ona yakışıyor... Beni azarla, onu bağışla Bir gün Halîfe-i Kızılayak kabristandan geçiyor. Bir süre yeni örtülmüş mezara bakıyor. Sonra merhum gencin babasını buluyor, soruyor: "Beni, ölen oğlunun yerine evlat edinir misin?" - Ne demek efendim, büyük şeref! - Kabul ettiğine göre azarlayıp dövebilirsin de. - Haşa ne haddime! - Beni hırpala ve hıncını al! Yeter ki dün ölen oğlunu bağışla. Onun azaptan kurtulması buna bağlıdır zira...
Mısır altın dönemini
Kavalalı ile yaşadı
6 Şubat 2011 01:00
ASKERÎ MÜZEDE NAZLI HİLÂL Kahire Askerî Müzesi... Mısırlılar Türklere karşı besledikleri muhabbeti saklamıyor. Nazlı hilâl altında kazandıkları zaferleri çocuklarına anlatıyorlar. Üç hilalli sancaklar, ay yıldızlı tablolar... Gel de bir hoş olma, insan oturup ağlar valla!.. HARAP ALDI Mehmed Ali Paşa'nın gittiği yıllarda Mısır hayli sıkıntılıdır. Hangi taşı kaldırsan altından savaş ağaları ve batılı sömürgeciler çıkar MAMUR BIRAKTI Kavalalı devrinde memleket çağ atlar. Barajlar, kanallar, ordular... Sınırını koruyamayan Mısır, sınır ötesi müdahalelere imza atar Kavala deyince üç şey geliyor akla... Kurabiye, pehlivan ve paşa! Kurabiyesi halis tereyağlı, dil damak arasında eriyor. Isırıyorsunuz kıtır kütür badem taneleri dökülüyor ağzınıza. Ustaları Anadoludan giden mübadiller, ninelerimizin sırrı var mayasında. Pehlivanımız Kavalalı Mümin Hoca. Ufak tefek, çolak bir molla. Lâkin Koca Yusuf'u bile devirecek kadar usta. Üstelik ulema sınıfından... Serez medreselerinde okumuş zamanında... Ve kasabaya mühür vuran bir devlet adamı, "Kavalalı Mehmed Ali Paşa!" *** Gidenler bilir. Mısırlılar 'Muhammed Ali Baaşa'ya toz kondurmazlar. Kahire'de camileri genelde birbirine benziyor. Mehmed Ali Paşa Camisi ise tarzında tek ve tepede tek başına. "Osmanlıyım" diye bağırıyor âdeta. Mimar, Boşnak Yusuf Efendi sanatını konuşturmuş. O ne seçme malzeme, o ne temiz işçilik? Turistler ağzı açık bakıyor tezyinata. Az ötede askerî müze... Üç hilalli sancaklar, ay yıldızlı tablolar... Gel de bir hoş olma, insan oturup ağlar valla! POSTACI PARÇASI Efendim Mehmed Ali, Kavala yakınlarında bir köyde doğuyor (1769 - Kondova). 17 çocuklu bir ailenin oğlu. Babası İbrahim kendi halinde bir fukara. Mehmed Ali onu hatırlamıyor bile, iki yaşında kaybediyor zira. Bir süre amcası Tosun Ağa sahip çıkıyor. O da vefat edince ortada kalıyor, artık başının çaresine bakmak zorunda. Tütün ticaretiyle uğraşan Leon adlı bir Fransız'ın yanında çalışıyor. Ne iş olsa yapıyor, posta dağıtıyor, tezgah açıyor pazara... Sonra asker ocağına intisap ediyor. Pek becerikli, "iş ver unut..." Nitekim komutana "muavin" oluyor. Tam da o günlerde Fransızlar Mısır'ı işgal etmesin mi? Osmanlı tek yürek... Kavala ayakta. Kasabadan hazırlanan 300 kişilik birliğin içinde Mehmed Ali de bulunuyor. Amiri hastalanıp yatınca, emir komuta ona kalıyor. Mehmed Ali cesur ama tedbirli, atılgan ama dengeli... Gözünü dört açıyor, yoğurdu üflüyor. Kahire'deki başıbozukları da toparlayıp 'Serçeşme' oluyor. Bu arada Napolyon'un birliklerini dikkatle inceliyor, kendince dersler çıkarıyor. Daha büyük ateş gücü, daha az zayiat... Şimdi modern bir ordunun lüzumuna daha fazla inanıyor. KURTLAR SOFRASI O günlerde Mısır iğneli fıçı... Bir yanda İngilizler, bir yanda Fransızlar... Kölemen beyleri ayrı dert, yeyip içip yatıyor, halkın sırtından geçiniyorlar. Bunları Eyyubi Sultanı Salih getirmiş, muhtemel bir saldırıda Moğollara karşı vuruşacaklarmış omuz omuza... Cengiz Mısır'a kadar uzanmıyor ama köleler yerli oluyor. Osmanlı valileri bunlara söz geçiremiyor, takıştın mı "görünmez kazalar" geliyor başına. Kafkasyalılar, Arnavutlar, devlet içinde devlet oluyor. Bab-ı âli vaziyetten bihaber. Kimbilir belki de gücü yetmiyor. Mehmed Ali "iş başa düştü" deyip kolları sıvıyor, kilit noktalara adam yerleştiriyor. Tekerleklerine çomak sokulan beyler Bab-ı âliyi ayaklandırıyor, Bizimkinin paşa rütbesi ile Cidde'ye tayini çıkıyor. Mehmed Ali "paşa payesine" hayır demiyor ama Cidde'ye de gitmiyor. VALİ DAYANMIYOR Vali Hüsrev Paşa'nın başı Arnavutlarla derde giriyor, Tahir Paşayı Yeniçeriler öldürüyor. Ali ve Hurşit Paşalar ise Memlüklerden çok çekiyor. Mısır iki yılda 4 valinin başını yiyor. Bab-ı âli'de "acaba Kavalalı'yı mı getirsek" cümlesi terennüm ediliyor. Nitekim Mısır valiliği ona veriliyor (1804). Osmanlı'nın büyüklüğü de burada işte... Kimsesiz bir yetim, bir postacı çırağı, koca Mısır'a hükmediyor! Kavalalı'nın ilk işi İngiliz yandaşlarını tespit etmek oluyor, iş birlikçilerin kafasına saksılar (!) düşüyor. Derken General Lewis komutasındaki İngiliz donanması ve General Fraser emrindeki kara birlikleri İskenderiye'ye giriyor. Mehmed Ali Paşa kölemenlere "kovun bu gavurları, İskenderiye'nin haracı size" diyor. Ama onlardan iş çıkmıyor. İngilizler İskenderiye'ye bayrak asıp Reşid şehrine yöneliyorlar. Zaferlerinden eminler, üç beş baldırı çıplak onlara karşı çıkacak değil ya! Gelgelelim Ali Bey adlı bir vatan evladı muhteşem bir direniş gösteriyor. Topuz-oğlu da imdadına yetişiyor. Kibirli düşmanı perişan ediyorlar. O günden sonra, değil kraliyet askerleri, İngiliz tacirleri ve gemicileri dahi Mısır'a yaklaşamıyor. İngilizler sayıp sövüyorsa denklem tamam, demek ki Kavalalı doğru adam. YAPINCA OLUYOR Medeniyeti "tamiri bilâd terfi-i ibâd" (beldelere imar, insanlara refah) diye tarif etmişler. Mehmed Ali Paşa bu mevzuya çok kafa yoruyor. Evet, tahsilli değil ama lüzumuna inanıyor, Mısırlı gençleri Avrupalara yolluyor. Fakülteler açıyor, hakimler, hekimler, mimarlar yetiştiriyor. Buhar makineleri, rıhtımlar, posta teşkilatı, telgraf hatları, katarlar, vapurlar... Toprağı babasından gördüğü gibi işleyen fellahları (çiftçi) sulu ziraate geçiriyor. Nil'i barajlarla dizginliyor. Kanallar uzuyor, çöller yeşeriyor. Arpa buğday, nohut ve bakladan başka ürün tanımayan insanları haşhaş, susam, pirinç, keten, şekerkamışı gibi endüstri bitkileri ile tanıştırıyor. İstihsal edilen pamuk sayesinde tekstil sanayisi gelişiyor. Sahraya yüz bin zeytin, on milyon erik ağacı diktiriyor, hayvancılığı teşvik ediyor. Düşünebiliyor musunuz, 13 bin kese altın geliri olan Mısır, 400 bin keseyi kasasında görüyor. Asuan'da bir harp okulu, İskenderiye'de bir bahriye mektebi... Ordusunu (Cihadiye) çağın cihazları ile techiz ediyor. Yelken bezini kendi dokuyor, silahını kendi imal ediyor. Mehmed Ali Paşa, Kahire'deki 25 bin Arnavut'u (biraz da merkezden uzak tutmak için) güneye yolluyor. Sudan'daki Func Hanedanı bunlara dayanamıyor (1821). Hartum şehri sıfırdan kuruluyor. Yollar, revirler, kanallar... Düşünün Tahtavi Hazretleri gibi bir alim, yerlilere ders veriyor. MORA GİRİT Osmanlının güçten düştüğü yıllar, öyle ya "her kemâlin bir zevâli" var. Mora isyanı kopunca Bab-ı âli, Mehmed Ali Paşa'dan yardım istiyor. Karşılığında Mora ve Girit valiliği vaad ediliyor. Paşa "baş üstüne" diyor, ikiletmiyor. Oğlu İbrahim Girit'i temizleyip, Mora'ya çıkıyor. Asilere aman vermiyor, tam işi bitirecekler ki, araya Rus'u, İngiliz'i, Fransız'ı giriyor. Avrupa donanması Navarin'de Osmanlı ve Mısır donanmalarını yakıyor. Mehmed Ali Paşa bakıyor Balkanların çivisi çıkmış, askerlerini toplayıp çekiliyor. Takdir edersiniz ki Mora Valiliği de kaynayıp gidiyor. Israr etmiyor ama Hicaz ve Suriye'ye olan ilgisini saklamıyor. Suriye Mısır'ın kapısı, Şam'ı elinde tutmadan, kendini emniyette hissedemiyor. Vermiyorlar. Israr ediyor... Olurdu olmazdı derken ipler kopuyor, köprüler atılıyor. Civar valilerle zaten arası yok. Gidip Suriye'yi işgal ediyor, Çukurova'yı da alıyor, Adana, Konya derken Kütahya'ya dayanıyor. İstanbul çaresiz, üstüne yürüse durduracak gücü yok, Çar'dan yardım isteniyor (Hünkar İskelesi). Rus gemileri Boğaz sularında görününce Avrupalıları telaş basıyor. Araya giriyorlar da anlaşma imzalanıyor. Adı büyük Reşit Paşa, el kesesinden ağalık yapıyor. Kavalalı Mısır'a fit, o üstüne Şam ve Halep'i de veriyor. Yetmedi, al bi de Adana! Gel de kahrolma! NEDAMET Ardından yine savaş... Osmanlı Nizip'te, bir hizipe yeniliyor. Her yan çürümüş, tuttuğun elinde kalıyor. Şu işe bakın koskoca Kaptan-ı deryâ donanmayı alıp Mısır'a götürüyor, Kavalalı'ya teslim ediyor. Gaile üstüne gaile, devlet itibar kaybediyor. Onca gaflet, bunca ihanet, çok bilmiş beceriksizler akıl öğretiyor. 2. Mahmud Han ne yapsın, biçarenin yüreğine iniyor. Batılılara sorarsanız Mehmed Ali Paşa, Padişaha hasım, "Mısır'ı imparatorluk, oğullarını sultan" yapmak istiyor. Halbuki o, bir toplantıda ecnebi diplomatlara hitaben "Siz yalancısınız" diyor, "Müslüman gibi düşünemezsiniz asla! Devlet-i âliyi parçalamakmış? Haşa! O vebali kim taşıyabilir? Oğullarım bile yüzüme bakmaz sonra!" Dostlarına, "Padişahın hizmetkârı olarak kalmak, gidip Mahmud Han'ın ayaklarına kapanmak istiyorum" diye içini dökse de... Olmuyor... Aracılara güvenemiyor zira... Ömrünün son yıllarında herşeyi göze alıp İstanbul'a geliyor (1845) torunu yaşındaki Abdülmecid Hanın elini eteğini öpüyor. Vehhabilere karşı... III. Selim dönemi... Bir Necdli çıkıyor, tuhaf şeyler söylüyor. Server-i âlemden (Sallallahü aleyhi ve sellem) şefaat isteyen müminleri müşrik ilan ediyor, ez kaza ibadetini yapamayan Müslümanları katlediyor, mallarını alıyor. Hacılara saldırıyor, türbeleri yağmalıyor. Hareketin içinde kavmiyetçilik de olunca taraftar buluyor. İngiliz desteği ile Basra'ya, Yemen'e yayılıyorlar, Mükerrem Mekke girilmez oluyor. Asitane'nin arzusu üzerine, Mehmed Ali Paşa hadiseye el koyuyor. Oğulları Tosun Ahmed ve İbrahim Paşalarla Vehhabileri hizaya sokuyor. Ele- başı Abdullah Bin Suud yakalanıyor, yaka paça İstanbul'a yollanıyor. Kızıldeniz limanları tekrar çalışmaya başlıyor. Çöl emin, yol sakin, hacılardan dua alıyor...
Büyük komutan
Süleyman Şah
13 Şubat 2011 01:00
İKİ ARADA Süleyman Şah ve arkadaşları sadece Urfa'da değil Rakka ve Halep'te de çok seviliyor, kabri "Türk mezarı diye" tanınıyor, fatihalarla yad ediliyor. BİR DEREDE Büyük komutanımız Fırat'ta boğularak şehid düşüyor ama nehir peşini bırakmıyor, türbesi Tabka Barajı altında kalıyor. Yeni bir türbe yapılıyor, bu defa da Teşrin Barajı musallat oluyor. BAŞBUĞUN HUZURUNDA Yıllarca yalnız ve mahzun kalan Süleyman Şah türbesi şu günlerde hayli Türk ziyaretçi ağırlıyor. Suriyelilerin öyle bir şansları yok, ne yazık ki içeri alınmıyorlar... Rakkalı Muhammed mırrasını kapıda ikram ediyor. Ne yalan söyliyeyim bütün Anadolu'yu severim ama Urfa'ya karşı bir muhabbetim vardır ayrıca... Eğer bir Urfa haberi yapılacaksa seve seve talip olurum, sağolsun amirlerim de kırmazlar... Geçen hafta Urfa valiliğinin düzenlediği "Süleyman Şah Buluşmalarına" da gittim koşa koşa... Birbirinden değerli akademisyenler, gazeteciler, yazarlar... Çok istifade ettim kendi adıma... Dilerseniz çıkardığım dersleri üç beş cümle ile aktarayım da zayii olmasınlar. Haritaya bakın, eğer cetvelle çizilmiş sınırlar görürseniz, bilin ki iki tarafın insanı da aynı kumaşın topundan. Osmanlı yıkılınca Batılılar Orta Doğuyu dilimlemiş suni hudutlar koymuşlar. Kim benimle iyi geçinir şunlar, şunlar, şunlar.... Al bu tarafı sen yönet, al bu taraf da senin olsun, bozdur bozdur harca... Bakıyorsunuz hududun iki yanında da aynı dine inanan, aynı dili konuşan, aynı şeylere gülen ağlayan insanlar... Şimdi bir Arabistanlının Kuveytliden ne farkı var? Bir Iraklıyı alıp Ürdün'e götürsen üç günde düzenini kurar, bir Filistinli Lübnan'da, bir Cezayirli, Fas'ta, Tunus'ta, bir Türk Balkanlarda, Ortaasya'da beyler gibi yaşar. Geçen yıl yine bir haber için Türkiye Suriye hududuna gitmiştim. Akçakale'ye. Hemen karşıda şirin bir kasaba... Tel Ebyad.(Akça tepe) Ortaya bir halk oyunu ekibi çıktı, keyfiye, maşlah, cübbe, cellabiye kuşanmışlar, Arap ezgileriyle oynadılar... Bir nevi halay... Ben onları Suriyeli sanmıştım meğer bizimkilermiş, döndüler geldiler Urfa'ya. İki tarafın erkekleri de kebap baklava ustası, onların da kadınları kadife giyiyor, hızma, halhal takıyor. İki taraf da at ve "gögercin" besliyor, ceylana beyit yazıyor, şahine bayılıyorlar. Harran'da üç beş tane Harran evi kalmış Tel Ebyad köylerinde istemediğin kadar. Bir zamanlar bütün bu bölge Harran'a bağlıymış (son Emevi merkezi ), Harran Üniversitesisi bir numaraymış dünyada... 1200'lerde göz ameliyatı... Seviyeye bak! Efendim Urfa'da Oxford vardı da... Vardı ya! GEREKSİZ KORKULAR Rakka eyalet iken Urfa merkezmiş, sonra Halep vilayet olmuş, Urfa liva (kaza). Osmanlı yıkılınca sınırlar girmiş araya. Ama dostlar akrabalar sokuluyor konuşuyorlarmış hat boyunca. Şimdi diyelim Suriye tarafında cenazeniz var, Ankara'ya gidip vize alacak, tayyare ile Şam'a uçacaksınız. Üç bin km gidip, varacaksınız evinizin karşısına... Hani elini ensesinden dolandırıp kulağını gösterenler vardır ya... Sonra ne olduysa olmuş, dikenli teller yükselmiş, mayınlar döşenmiş, kardeş kardeşe namlu çevirmiş. Yok su meselesi, yok Bekaa vadisi... ABD bize gaz vermiş, SSCB onlara... Hısımlar hasım olmuş, parmaklar sallanmış, başlamış mı dişler gıcırdamaya... Mekteplerde bebelere masal anlatmışız. Üç tarafımız denizle çevrili, dört tarafımız düşmanla... Tayyib Erdoğan'ın tek faydası bu olsa yeter, sağolsun güven verdi dostlara. Neticede bohça fırlatma, açık bayramlaşma derken vizeler kalktı rafa. Bugün geldiğimiz noktayı anlatmak için Urfa Valisi Nuri Okutan'dan bir kaç cümle aktarayım: "Akçakale Hastanesine 50 yatak yeterdi ama biz 100 yataklı yaptık, zira Suriye tarafındaki kardeşlerimize de bigane kalamazdık. Acil bir vaka olur, buyursunlar. Onlar da alışverişlerini Urfa'da yapıyor, Urfa Havaalanını kullanıyorlar. Ben iki tarafın insanlarına bakınca pist başında fırlamaya hazır bir tayyare görüyorum. Güçler birleşince güzel şeyler oluyor." DOSTLAR ARASINDA Hasılı "kazan kazan formulü", hem Halep'e yaramış, hem Urfa'ya... Halep dediğin Suriye'nin İstanbul'u. Sanayi onda, ticaret onda, turizm onda... Halep'te Gaziantep Bulvarı, Urfa Caddesi var. Urfa'lılar Haleplibahçe'ye çok emek veriyorlar. Halepliler Zekeriya Aleyhisselam'ın bulunduğu camiyi çok güzel restore etmişler, kale de elden geçmiş göz kamaştırıyor. Urfalılar ise Halilurrahman'ın, Ayn-ı Zeliha'nın üstüne titriyor. Seneye kaleye teleferikle çıkılacak, Haleplibahçe'de havuz fıskiye şelale keyfi sunulacak. Briket evler yıkılıyor, mağaralar temizleniyor, konaklar otel oluyor. Her taraf şantiye, şehir şekle şemale giriyor. Bu iki belde öyle iç içe ki Urfa hakkında araştırma yapmak isteyen gidip Halep kütüphanesinde çalışmak zorunda. Bu kardeşlik üzerine sayfalarca yazabiliriz ama mevzu dağılacak. Halbuki ben size Urfa ile Halep arasında yatan bir "ortak" büyüğümüzü anlatmak istemiştim. "Süleyman Şah!" OMUZ OMUZA Efendim Kaya Alp oğlu Süleyman Şah Horasan da doğuyor. Oğuz soyundan... Kayı boyundan... 50 bin civarında tebası var. Evleri tekerlek üstünde, göçebe yaşıyor, yeşil sulak bir yurt arıyorlar. Azerbaycan üzerinden Ahlat'a geliyorlar. Sonra bir süre Erzincan civarına ilişiyorlar... Hatta iyice batıya uzanıyor İznik'i fethediyorlar. İznik dediğin sıradan bir şehir değil, İstanbul'un kapısı. Bizans sallanıyor adeta. Moğol tehdidi büyüyünce güneye iniyor Urfa, Mardin havalisinde eyleşiyorlar. Derken haçlı baskısı artıyor. Eyyubi asıllı Halep emiri zorda kalınca Süleyman Şah'ı imdada çağırıyor. Düşünmüyor bile, derhal çıkıyor yola. Yetişebilecek mi acaba? Koştur atını koştur... Fırat çıkıyor karşısına... Geçit yerini arayıp bulabilir ama vakit daralmasa... Süleyman Şah kim bilir kaç nehir geçti. Lügatında korku diye bir kelime bulunmuyor, atını sürüyor suya İyi de Fırat şakaya gelmiyor. Akıntı beklemediği kadar sert, atın gücü tâkadı kesiliyor. O hengamede ayakları da üzengiye dolanınca... Muhafızları tereddütsüz yardıma koşsa da milyonlarca ton su üstlerine geliyor. Onları saman çöpü gibi döndürüp, dibe çekiyor. Ecel gelmiş cihane... Başağrısı bahane... TÜRK MEZARI Fırat, Caber kalesi önlerinde (Rakka) hız kesiyor, duruluyor. Mübareğin cesedini buluyor, oracığa defnediyorlar. "İnna lillahi ve innâ ileyhi raciûn..." Bizans tekfurları Süleyman Şahın öldüğünü duyunca İznik'i zorlayıp geri alıyor. Başbuğumuzun oğullarından Sungur Tigin ve Gündoğdu Bey Asya'ya dönüyor. Dündar Bey ve Ertuğrul Gazi, 400 çadırla Söğüt'e yürüyor. Kabir halk arasında "Türk mezarı" diye anılıyor, yöre insanı hayli hürmet ediyor buraya. Nitekim Rakka Valisi Kadızade Hüseyin Paşa bir türbe yaptırıyor (1700). Abdülhamid Han-ı Sani viranlayan türbeyi silbaştan onartıyor (1882) Havali 1918 yılında İngilizler tarafından işgal ediliyor, Cemiyet-i Akvam ise Fransız Mandasına bırakıyor. Ankara ve Lozan Antlaşması'nda Türk tarafı ısrarla bastırıyor, kabrin bulunduğu alan (600 metrekare) TC. toprağı kabul ediliyor. Türbe 1939 yılında sıkı bir tamir görüyor. AH FIRAT Aradan uzuuun yıllar geçiyor Süleyman Şahın dirisini boğan Fırat na'şına da musallat oluyor. İnşaasına 1973'te başlanan Tabka Barajı su tutunca ortalık göle kesiyor. Suriye'den mesaj geliyor, "demedi demeyin. Türk mezarı sular altında kalacak, haberiniz ola!" Hani burası Türk toprağıydı, "bize sormadan baraja nasıl başlarsınız" diye çıkışan olmuyor. Uğruna Suriye'yi verdiğimiz türbe Menbic kasabasına bağlı Karakoz köyüne taşınıyor (1975) Burası bir ada, takriben 10 dönüm civarında... İnce bir asfalt ile bağlanıyor karaya. Ardından Teşrin barajı tamamlanıyor, ortalık denize dönüyor adeta. Türbe yine Fırat'ın tehdidi altında... Neyse mühendislerimiz gidiyor, türbe etrafına setler yapıyor, zemini güçlendiriyorlar da problem çözülüyor. AMA... ANCAK... Suriye ile Türkiye arasında sınırlar kalktı ama Suriyelilerin türbeye girmeleri hâlâ yasak. Benim bildiğım türbenin komutanı değil, türbedarı olur, geleni gideni ağırlar. Yani n'apacaklar? Türbeyi çalıp götürecek halleri yok ya. Evet, mekân bakımlı etrafı çam çim. Giriyorsunuz içeri, sağ kolda bir Süleyman Şah kabartması. Eğer mübareğin fikrini alma gibi bir şansımız olsaydı, izin verir miydi acaba? Burası fatiha okumak için değil saygı duruşu için dizayn edilmiş. Mozole gibi diyeceğim dilim varmıyor.. Topukları birleştir, eller yana... Çelenk bırak, şeref defterini karala... Ne cüz kesesi, ne mushaf... Ne seccade, ne rahle... Duvarlarda bir âyet-i kerime, bir hadis-i şerif göremiyoruz, ne de ölümü hatırlatan bir vecize. Büyük bir seki üzerine M. Kemal büstü, altında tunçtan harflerle "Ne mutlu Türküm diyene!" Sandukalar düz bezle kaplanmış, halbuki Hayat Tarih Mecmuasının 1970 yılında yayınladığı fotoğraflarda sırma işlemeli bir örtü görülüyor. Kelime-i tevhid ve "Elâ inne evliyaallahi lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn" ayet-i kerimesi net bir şekilde okunuyor. Birkaç yıl evvel çekilen resimler de ona keza. Ne yazık ki bir mescidi yok, namaz kılmak isteyen montunu seriyor yere. Büyüklerimizin affına sığınarak talep ediyorum: Şu kutlu türbemize bir küçük hasır serilse, birkaç hat levha çakılsa, üçbeş Amme cüzü konuverse... Yöre halkı da rahatça girip ziyaret etse... Mümkünse... KIZILELMAYA HEY Kayı kelimesi dağdan kopan manasına geliyor deyin ki sel, deyin ki çığ... Gümbür gümbür iniyor, akıyorlar Anadolu'ya. Oğuzlar adı üzerinde Oğuz Han neslinden. Müslümanlığı seçince Araplar onlara "Türkmen" diyorlar. Ak tenli, kumral, ela gözlü, vefalı, fedakâr, cefakâr insanlar. Munisler, müsamahakârlar ama esarete ve hıyanete dayanamıyorlar. Toprağa bağlanamayacak kadar hürriyet âşığı, bu yüzden hayvan besliyorlar. Aralarında büyük âlimler var, derviş gaziler... Horasan erenleri... Mutasavvıflar... Zenaat ehli hâzâ sanatkâr. Ahî şeyhleri sizi size bırakmıyor, mal ve insan kalitesi hızla yükseliyor. HALEP ORADAYSA Halep ile Urfa eski dost. Vizeler kalkınca yeniden kucaklaştılar. Kafileler, gidip geliyor. İki tarafın esnafı da bayram yapıyor. Halep'in göz bebeği Zekeriyya Mescidi, Urfanın nabzı ise Halil-ur rahman'da atıyor.
.
Ustasına bak çırağını al
20 Şubat 2011 01:00
NE UMDULAR Mısırlılar devrim ile heyecanlanır "Hür Subayları" bağırlarına basarlar. Hep birlikte çalışacak, ilerleyecek, adilce paylaşacaklardı. NE BULDULAR Abdünnasır halkı sukut-u hayale uğratır. Mısırlılar daha fazla hürriyet beklerken zulümle tanışır. O yasak, bu yasak, nefes alamaz olurlar. USTASINA BAK ÇIRAĞINI AL Abdünnasır öncelikle askerdir. Ama iyi bir komutan olamaz... Üç beş Yahudi karşısında hezimete uğrar... Peki iyi bir ekonomist midir? Aksine devletçidir, hem de yabancı yatırımcıyı kovacak kadar... Mahir bir siyasetçi midir? Maalesef, bağlantısızlardaki gücünü boşa harcar. Birleştirici bir isim midir? Evet, ama kavmiyetçilik izmcilik yapmasa. Peki demokrat mıdır? Ne yazık ki hayır. İhtilalcilerin ortak özelliği halka güvenmemeleridir. Seçim gibi mühim bir işi vatandaşa bırakamazlar. Haa sandıktan % 99.95'le çıkar, o başka... Mısır'da yönetim hâlâ generallerin elinde. Akıbetleri hayrola! Mısır binlerce yıl Pers, Grek, Roma, Bizans, Türk, Çerkez idaresinde kalır. Firavunlar da ya Yemenli, ya da Nubyalıdırlar. 1880'lerde Ahmet Arabi adlı kanaat önderi "Mısır Mısırlılarındır" diye slogan atar. Etrafına hayli adam toplar. İngilizler vaziyetten vazife çıkarıp Mısır'ı işgal ederler, hareket Londra'ya yarar. İngiliz büyükelçisi "müstemleke valisi" gibi davranmaya başlar. O kadar ki Mısır ordusunu kullanarak Sudan'a saldırır, Afrika'ya yayılırlar. Allenby % 90'ı Müslüman olan bir ülkenin baskıyla elde tutulamayacağını bilir, "muhtariyet istiyorlarsa verelim" der, örtülü sömürüden yanadır zira. Bir yanda Hidiv, bir yanda Vefd Partisi, bir yanda Britanyalılar... Bu üçlü yönetim Mısırlıları bizar eder, Hasan El Benna'nın kurduğu İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) güç kazanmaya başlar. İSTİKBAL Efendim Abdünnasır 1918'de Asyût'ta doğar. Babası Cemâl Paşa hayranıdır, adını bu yüzden Cemâl koyar. Cemâl mektebe yeni başlamıştır ki validesi vefat eder. Babası bir daha evlenir, özlük, üveylik girer araya. Geçimsizlik artınca onu İskenderiye'ye yollarlar. Dayılarının yanına... Ninesi teyzesi öksüzdür der hoş tutar. Dersler de iyi gitmez, geçer ama düşe kalka... Ergenlik yıllarında ne ele sığar, ne avuca. Kod adı vukuattır, adeta bela arar. Bir bakarsın kavmiyetçi kesilmiş, bir bakarsın sol sloganlar çığırmakta. İhvân-ı Müslimîn, Hürriyetçiler, Vefd Partisi, kızıllar... Hepsine girer çıkar. Bir ara nümayişte yakalanır, tutuklanır, hapiste İngiltere hesabına çalışan "Genç Mısırlılar"la tanışır. Çıkınca Haki Gömleklilere takılır, bunlar İtalyan faşistleri gibi tek tip giyinir ona buna sataşırlar. O dönemleri bilirsiniz işte. Gençler ne istediklerini bilmez, düzene disipline karşıdırlar... Gerçi Abdünnasır devlet başkanı olduğunda da kararını vermiş değildir. Saçı sakalı ağarır, hâlâ istikamet arar. İÇTİMA Başıboşluk, parasızlık... İşleri de rast gitmez... Polis olmak ister, "hadi ikile" buyururlar. Hukuk fakültesine girer, kıvıramaz. O günlerde subay ihtiyacı artmıştır, harp okulu külliyetli miktarda talebe alacaktır. Sen de gel, sen de gel. Cemal de arada kaynar. Neyse, mezun olur, bir süre Asyût ve İskenderiye'de vazife yapar. Sonra Sudan'a tayini çıkar. İş güç yoktur, Enver es-Sâdât (onun babası da ittihatçıdır, diğer kardeşlerinin adı İsmet ve Talat) ile gölgelere yatıp, vatan kurtarırlar. Bilahare Dubbâtü'l-ahrârı (Hür Subaylar) kurar, kışlaya siyaset sokarlar. O yıllarda petrol paraları görgüsüz zenginlerin dengesini bozar, şeyhler kadınlar gibi inciler takar, keçilerini kadillakla dolaştırırlar. Birinde hiç yok öbüründe çuvalla... Bilirsiniz bu muhabbetler her zaman prim yapar. Abdünnasır Askerî akademiye muallim olunca, genç subaylarla haşır neşir olur, teşkilat palazlanmaya başlar. Birinci Arap-İsrail Savaşı'nda (1948) Filistin'e yollanır, (hakkını yemeyelim) ölümüne çarpışır. Adı "Fâlûce kaplanı"na çıkar. O artık efsanedir, yürü seni kim tutar? İNFİAL İngilizler her şeye burunlarını sokar, Mısır halkına köle muamelesi yaparlar. Başbakan Nehhâs Paşa dayanamaz işgalcilerin sığındığı antlaşmayı iptal eder. İnglizler de İsmâiliye karakolunu basar, gencecik polisleri kurşuna dizip güç gösterisinde bulunurlar. Halk pek kızar, ecnebi binaları saldırıya uğrar. İngiliz Büyükelçisi topçu birlikleri ile gelip sarayı kuşatır ve "Nehhâs Paşa'nın azlini" arzular. Kral Faruk'un yapacağı çok şey yoktur, Ali Mahir Paşa'yı başvekil ilan edip krizi atlatmaya bakar. Yeni Başbakan daha da dişli çıkar, görüşmeleri resmen tıkar. Tam zamanıdır, ortalık toz duman. Hür subaylar fırsat fırsattır deyip darbe yaparlar (23 Temmuz 1952) Hidiv'e 48 saat süre tanır, memleketten kovarlar. Kral Faruk'un da umurundadır sanki, "öptüm canım" deyip bavullarını toplar, ver elini İtalya... Yoksa... Sadece muhafız kıtasıyla ümüklerini sıkar, çarıklarını çoraplarını geçirir başlarına... Bir devir kapanıp, bir devir açılır. Sadece 45 dakikada... Darbecilik böyle bir şeydir işte, ne emek ister, ne çalışma... Dün sıradan bir kıta subayısınızdır, bugün en abuk laflarınız bile tunçtan harflerle çakılır duvara. İHTİYAT Cemal çok kazık yemiştir, yoğurdu üfler, yaşa basmaz. Hırslı bir general olan Necib'i öne sürer, çekilir perde arkasına... Nasıl olsa ihtilâl konseyi emrindedir, sözünden çıkmazlar. 18 Temmuz 1953'de Cumhuriyet ilân edilir. Muhammed Necîb'i hem Cumhurbaşkanı, hem Başbakan yapar. Kendi İçişleri'ne bakar ve tabii ki "muhaberata!" General Necib'e bir yıl kadar dayanır, ihtiyacı kalmayınca silkeleyip atar. Artık tek adamdır, hikmet buyurmaya başlar. Düşüncelerini "sitte umde" adı altında açıklar. Buna göre Süveyş İngilizden arındırılacak, toprak reformu yapılacak, kapitalizmle savaşılacak, sosyal adalet sağlanacak, güçlü ordu ve demokrasi kurulacaktır... Abdünnâsır her ne kadar bilimsel sosyalizmden bahs açsa da kuru bir mataryalist olamaz. Arap ülkelerinde Marksistler bile ölçülüdür, bizdeki gibi Allah'a ve Resulüne düşmanlık yapmazlar. Ve sıra gelir İhvânlara... Abdünnasır bir zamanlar mensubu olduğu örgütün sempatizanlarını kışla ve mekteplerden ayıklar. Bir gecede binlercesini içeri aldırır, ki bunların çoğu zindanlarda ölecek, sessizce ortadan kalkacaktırlar. Sen akıllı uslu insanları tasviye edersen, teşkilat aşırılara kalır. Mezhebsizler reformistler söz sahibi olurlar. İHTİLAF 26 Ekim 1954... O gün Abdünnâsır İskenderiye'de halkın önüne çıkmıştır. Bir silah patlar, fail yakalanır ve tabii ki İhvân-ı Müslimîn üyesi olduğu anlaşılır. (demedim mi ben size hesabı) Geri kalanları da bu bahane ile toplar, ihtilâl mahkemesi teşkilâtın yedi lideri için kalem kırar. Artık önü açıktır, kimse hesap soramaz ona. Bütün siyasi partileri kapar, mallarına el koyar. Gazete ve mecmuaları yasaklar. Yarı resmi El Ahram nelerine yetmiyordur di mi ama... Toprak reformu hem ümitleri filizlendirir, hem de yeni yeni yaralar açar. Muhalifleri dinleme lütfunda bulunmaz, doğruca zindana yollar. Tarım ağalarının sanayiye soyunacaklarını sanmıştır ama öyle bir şey olmaz. Paralar çarçur olur, küçük bir kısmı emlaka yatar. Abdünnasır arayış içindedir hâlâ, Batı'ya yaklaşır, yüz bulamaz. O da gider Ruslarla içli dışlı olur, Kruşçev'e taşaronluk yapar. Bir ara Kahire'deyim Nil'e bakan albenili evler gördüm. Mermer girişli, cephesi işlemeli, belli ki geniş ve ferah. Sordum "burada kimler oturuyor?" -Ruslar. -Ne işleri varmış? -Abdunnasır'ın mirası... Takriben 20 bin kişiler. Müzik öğretiyor, piyano keman dersleri veriyorlar. İSTİBDAT Bilirsiniz darbeciler genellikle anayasayı oylatır, kendi başkanlıklarını da araya sıkıştırırlar. Amerika'yı yeniden keşfetmenin alemi yoktur, Nasır da öyle yapar. Artık ipler elindedir, kartlarını açıktan oynar. Batılılara sorar "siz bize silah satıyor musunuz, satmıyor musunuz?" Bakar cevap yok, ver elini Çekoslovakya! Ardından İngiltere'ye döner "söz vermiştiniz, uçlanın paraları Asvan barajına başlıycaz!" "Bi düşünelim de filan..." -Öyle mi? Süveyş kanalını millileştireyim de görün o zaman. Süveyş dediğin Hindistan yolu İngiltere buna dayanamaz, savaş çıkarır icabında. Nitekim korkulan olur, İsrail birlikleri karadan ilerler, İngiliz ve Fransız tayyareleri bomba yağdırırlar. Gelgelelim SSCB ve ABD ağırlığını koyar, işgalcileri geri bastırırlar. Nâsır da kolay bir zafere imza atar. Sen misin bana sillah çeken, memlekette ne kadar İngiliz ve Fransız müessesesi varsa el koyar. Sigorta şirketleri , bankalar... Her darbeci gibi o da evhamlıdır, koltuğuna yan bakanın gözünü oyar. Basını sansürler, halkın toplantı, seyahat hürriyetini sınırlar. İcraat anlatmaya bayılır. Oku oku ferman... "Bitir de muganiyye dinleyelim" diyen fellahlara çok kızar. Sırf bu yüzden Ümmü Gülsüm'e "radyo yasağı" koyar.. İTTİFAK Mısır ada gibi yalnız kalamaz, Abdünnasır o günlerde yıldızı yükselen Nehru, Çu En Lay ve Tito'nun tavsiyelerine uyar, bağlanır "bağlantısızlara". Bandung Konferansında hayli sempati toplar. Üçüncü Dünya ülkeleri üzerinde nüfuzu artar. TC ile mesafelidir. Gerçi o yıllarda monşerlerimiz reylerini Siyonistlerden yana kullanır, Arapları iter kakar, ciddiye almazlar. Yıl 1958... Abdünnasır, Suriye ile birleşerek "Birleşik Arap Cumhuriyeti"ni kurar, ardından Ürdün ve Arabistan'a da çağrı yapar. Ancak Kahire merkez, Suriye'nin dertlerini umursamayınca... Birlik dağılır... Sen yoluna, ben yoluma... Abdünnasır bilahare Arap Sosyalistlerini organize eder, Ortadoğudaki devrimci hareketlere destek sağlar. Meselâ Yemen'de taraf olur, ihtilalcilere omuz çıkar. Neticede ülke bölünür, SSCB peyk kazanır hiç yoktan. Derken Ürdün ve Irak'la askeri ittifak imzalar. Eğer birlikte yüklenirlerse İsrail iki gün bile dayanamaz. Resmi geçitler, tanklar tayyareler katyuşalar... - Haritadan sileceğiiiz Yaşaaa!... Varol!.. Alkışlar... Savaş için lüzumlu şartları hazırlar, beklemeye başlar. Halbuki kavganın tek kuralı vardır: "İlk vuran kazanır!" İSTİFA Onlar nutuk atarken, İsrail baskın yapar. Mısır hava kuvvetleri topyekun imha! Buna rağmen Ürdün Emirine telefon açar. "Hüseyin'im İsrail uçaklarını düşürdük. Zafere yürüyoruz, sıra sizde, vurun dağılacaklar!" Sunturlu yalan! Ürdün önünü göremez, saplanır mı kaosa. Doğu Kudüs ve Batı Şeria da elden çıkar. Suriye ise Golan tepeleri ve Kuneytra şehrini kaybeder o kargaşada. Gaflet, rehavet, ihanet... Düşünebiliyor musunuz Mısır askerinin belindeki mermi, elindeki silaha uymaz. Pes yani... Bu kadar da olmaz. Yahudiler çok az bir kayıpla (800 filan) gelir, Şarm el Şeyh'e dayanırlar. İsrail toprakları 3 kat büyümüştür, Siyonistler kibre kapılırlar. Hani Abdünnasır'a "üstün hizmet madalyası" verseler yeri var. Arapların neredeyse 20 bin şehidi vardır, yaralılar ise sayılamaz. Abdünnasır ağlamaklıdır, "hata bende" der, istifa ettiğini açıklar. Birileri devreye girer, kalabalıkları çığırtırlar. "Cemal Baba! Bizi bırakma!" Haşmetlileri "Eh mâdem" buyurur, "kalayım o zaman." Ölünceye kadar da (28 Eylül 1970) koltuğundan kalkmaz. Ne hazindir ki onun ardından bir başka darbeci (Enver Sedat) Başkan olacak, İsrail'i tanıyacaktır. Mübarek ise Tel Aviv'e toz kondurmayacak, Gazze'ye kan kusturacaktır. Dönelim başa... Evet Kral Faruk yemesini içmesini, gezmesini tozmasını seven aristokrat biridir ama devlet geleneğine vakıftır. Vebali kendine, halka zevali olmaz. Abdünnasır güya popüler liderdir, kahramandır! Görün başımıza ne işler açar
Doğrucuyu dokuz köyden...
27 Şubat 2011 01:00
BİZ KORKUTULDUK Niye konuşmadınız diye sitem ediyorlar. Nasıl konuşacaktık? Her yere darağacı kurmuşlardı, konuşanı asıyorlardı. SİZ CESUR OLUN Ama artık Türkiye'de ve dünyada çok şey değişti. Cesur olun çocuklar. Tabular yıkılacak. Bilin ki güçlü olan sizsiniz. Ogün söz Rahmetli Olcay Yazıcı'dan açılmıştı, Hüseyin Sarıkoç "biliyor musun" dedi "Olcay Abi, Tahsin Banguoğlu hakkında da bir kitap hazırlamıştı. Zaten evladı gibiydi, kapısını teklifsiz çalardı." Tahsin Banguoğlu... Adını duymuştuk o kadar, pek bir şey bilmezdik hakkında... Eğer Olcay Abi birini kitaplaştırdıysa sebebi olmalıydı. Tanımalıydık... Ve tanıtılmalıydı... Başladım araştırmaya... Efendim Tahsin Hoca bizim gibi muhacir... Selanik, Drama'dan... Sonra Edirne'ye göç ediyorlar. Ünlü Sultanahmet mitingine (1919) katıldığında henüz 15 yaşında. Meydan lebalep insan, bir ağaca tırmandığını ve hüngür hüngür ağladığını hatırlıyor. İstanbul Erkek Lisesinde leyli okuyor. Devrin çalkantılarına yakinen şahit oluyor. "Lisedeydim Cumhuriyet ilan edildi. Tedrisat değiştirildi. Daha evvel fen ilimlerinin yanı sıra Kur'an-ı kerim, fıkh okutulur, milli kültür de verilirdi. Dine diyanete dair ne varsa çıkarıldı, laiklik, laiklik, laiklik... Halbuki ben yıllarca Avrupa'da öğretmenlik yaptım, laik eğitim diye bir şey duymadım. Selanik, Beyrut gibi kozmopolit şehirlerimizde bile mektepler kendi kültürünü anlatırdı. Müslümanlar Arapça Farsça okurdu, Hıristiyanlar Latince Yunanca... Bu laik mektepler Fransız dayatmasıdır. Ticaretten kapitülasyonlar kalktı ama eğitimden kalkmadı. Çocuklarımız klasik kültür dillerinden mahrum kaldılar." MUHABİR MUHARRİR Tahsin Hoca İstanbul Darülfünuna (Edebiyat Fakültesi) girdiği yıl gazeteciliğe başlıyor (1926). O yıllarda halkımız Reşad Nuri ve Hüseyin Rahmi Türkçesi ile konuşur ama divan edebiyatını da anlardı pekâlâ. Babıalide bir muharrir bir kelimeyi yanlış yazacak ha... Kıyamet kopar. Şimdi kafiyeden imladan nasipsizler kürsülere çıkıyor, Yahya Kemali bile anlıyamıyor, Nâbi'yi "nazi " gibi telaffuz ediyorlar. 1930'da mezun oluyor, tayini Ankara'ya çıkıyor... Gazi Terbiye'de derslere giriyor. Bir gün sirenler çalıyor, bir telaş, bir koşturmaca... Hayırdır inşaallah? "Atatürk geldi. mektebi dolanacak!" Paşa alt kattaki sınıflardan birine giriyor, Çocuklar panikte, Osmanlıca kitaplar apar topar saklanıyor. Ders tarih... Konu Ortaasya... M. Kemal dinliyor, pek memnun kalmıyor. Sonra yukarı çıkıyor, Tahsin Beyin sınıfına... Tevfik Fikret'in "Sis" şiiri işleniyor... Paşa dikkatle dinliyor, hoşuna gidiyor. Çıkarken soruyor. "Akşam sofrada mevzu oldu hocam, 'Tek başıma kalsam, şâh-ı devrâna kul olmam. Vîrân olası hânede, evlâd u 'ıyâl var' beyti Namık Kemal'e mi ait?" Hayır efendim. Bu Dertli adlı bir halk şairinindir. M. Kemal yanındakine dönüyor: "Yaa demedim mi ben sana?" İşte bu konuşma önünü açıyor. Doktora yapsın diye Berlin'e yollanıyor (1932-36). Batı tarzında ilk Türkçe grameri de o hazırlıyor. DEVLET KUŞU Yıl 1943.. Telefonu çalıyor. Bakıyor CHP Genel Sekreteri. "Hocam hayırlı olsun, kendinizi Bingöl Milletvekili sayabilirsiniz bundan sonra!" İyi de adam Edirneli. Ankara'dan öte adımını atmamış, memleketin derdini bilen bir Bingöllü bulamadılar mı acaba? Milli Şefimiz öyle münasip görmüş, itiraz edecek hâli yok ya! Tek parti! Tek liste. Açık oy gizli tasnif bile yapılmıyor daha... Oturmuş demokrasilerde millet, lideri değil parti programını oylar. Mesela ben bu seçimde reyimi ANAP'a verdim. Niye? Çünkü Özal'ın programını okudum, beğendim. Eğer bir lider listeyi kendi başına yapıyorsa, bunun adı demokrasi olmaz.. Eskiden bir tane milli şef vardı, şimdi hepsi milli şef. Ben gidersem memleket batar... Bunlar kuruntu, korkmayın bir şey olmaz. İşte İsmet paşanın zaafı da burada... Mendereste de onu gördük, Demirel'de de, Özal'da da... Efendim Osmanlı'da demokrasi? Hayır, yoktur, esamisi bile okunmaz. Ama antidemokratik olduğundan değil, ihtiyaç duymadığından. Söyleyin "adalet" gibi muhteşem bir mefhum mevcutken, bu cılız tabire ne gerek var? "MİLLİ" EĞİTİM Hoca bilgiyi saymaktan değil, kullanmaktan yana... Bu yüzden ihtiyatla yaklaşıyor bilgisayara. Teknoloji istemesen de gelecek, sular mecraına akacak nasıl olsa... . Gençlere tarih şuuru nasıl kazandırılır? Efendim uzmanlar yetiştirilmeli... Arşivlerimiz gün ışığına çıkarılmalı. Bütün bunlar tamam da önce "üslup" diyor Hoca. Milli tarih ile zaferlerimize sevinir mağlubiyetlerimize üzülürüz. Ama bir Napolyon'u roman gibi okuruz mesela. Bakıyorum da Türk tarihi de dünya tarihi gibi anlatılıyor. Türkler Ortaasya'dan bi çıkmışlar... Eeee? Dıgıdık dıgıdık Sümerlerin yurduna... Bu ne yaaa? Hiçbir Batı ülkesi tarihi ile alay edecek kadar alçalmaz. Sümer'in, Hitit'in, Urartu'nun bizimle ne alâkası var? Mazi niye karanlık çukurlarda aranıyor? Bi ara adlarına bankalar kurdular... Yok Sümerbank, yok Etibank... Düşmanla savaşırsınız, yener ya da yenilirsiniz. Ama adamlar içinize sızmışsa... Tahsin Hoca iki dönem TDK başkanlığı yapıyor, Türkçeyi "sal"a bindirip "sel"e verenlerden olmuyor ama... Sömürgeciler "kelimeleri ele geçirirseniz" derler "silah patlatmanıza gerek kalmaz." Dil örselenirse temel çöker. Ecole'den okul yapmak yabancı kelimeye Türk boyası sürmek gibidir. Bu cılk uydurmalardan vazgeçmeliyiz. Bari sınav yerine "sınama" deyin, geleneksel yerine "gelenekten"... Biz tahrir (kompozisyon) derslerinde bilhassa imlaya dikkat ederdik. Bunlar önce ihmal ettiler, sonra imha... DİN ve AHLAK O gün Hoca altını çize çize konuşuyor, dikte ettirir gibi dikkatle. M. Kemal'in etrafındaki bazı aşırılar "nutuk varken bir başka kitaba ne lüzum var? Siz önderimizken, bize peygamber ne gerek?" diyorlardı. Olcay Abi soruyor, "Peki bunlar niye konuşulmadı hocam?" Gık diyeni asıyorlardı. Bilhassa Celal Bayar tarafından çıkarılan "Atatürk'e Hakaret Kanunu" ürkütücüydü... Korkardık yalanı yok ya. Bugün radyolarda Din ve Ahlâk konuşmaları dinliyoruz. Neden sonra kafalarına dank etti ki "dinsiz ahlâk olmaz!" Eğitimin de dili, dini, tarihi olmalı... Milli eğitim "milli" olmalı mutlaka! VESAYET ALTINDA Kasım 1988... Tahsin Hoca 1. Gençlik Şûrasına davet ediliyor. Daha evvel Halkevleri Başkanlığı yaptığı için, mevzuya vakıf, gençlerin taleplerini biliyor. Bizim derdimiz gençleri demokrasiye alıştırmak değil, resmi idelojiye tabi kılmaktı. Yeri gelir, elimizin altında dursunlar. O zamanlar Halkevlerinde politika konuşulmazdı, hoş TBMM'de de konuşulmazdı. Milli Şefe sadakat esastı. Senin görüşün kimin umurunda? Nasıl dinimizde akıl baliğ olanlar fail-i muhtar sayılıyorsa, biz de gençlerimize mesuliyet kazandırmalıydık. Aksine şartladık, kalıpladık. Onların da şahsiyetleri vardı, ciddiye almadık. İnkılap dersleri okutarak Kemalist yetiştireceğimizi sandık. İnadına Maocu oldular. Demokraside "onlar sürü, ben çobanım" diyemezsiniz. Sadece sabilere vasi olabilirsiniz, bir de zihni melekelerini zayi eden hastalara... Gençlerin akıl hocalarına değil, örnek insanlara ihtiyacı var. ECDADA VEFA Türbeler kapalıydı, ben 4 maddelik bir karar çıkarttım. Üstüme geldiler. Yok inkılapları yıkıyormuşum da, laikliğe karşıymışım filan... Yaa bunlar Türk tarihinde iz bırakmış insanlar, bizim mefahirimiz (iftihar vesilemiz), türbeler sanat tarihi açısından da kıymetli, böyle giderse yok olacaklar... -Ama efendim bu millet gider mum yakar, ip bağlar! -Hayır yapmaz, İslam'da da yok zaten, o dedikleriniz bidat. Yine de endişeniz varsa koyalım başlarına birer türbedar... Nitekim ilk elde 20 türbenin (Fatih, Yavuz, Kanuni, Eyyûb Sultan Hazretleri) açılmasını sağladım. Çok üstüme geldiler, çok yıprandım. Türbelere karşı olanlar, türbe açılışlarında nutuk attılar o başka. Şükürler olsun Allahü teâlâ din derslerinin tekrar konulmasını, İmam Hatip ve İlahiyat fakültelerinin açılmasını da bana nasip etti. ULUS MU MİLLET Mİ? Millet Arapça bir kelimedir, ulus ise kavim demektir. Uluslar aşiretler milletin içindedir zaten. Milliyet bir din, dil ve soy birliğidir. Din ayrı milliyet ayrı diyen yanılır. Nitekim Müslüman olmayan Türkler erimiştir. TC ile "kayıtsız şartsız batıcılar" öne geçti. Milletçe laik olma davası güttüler. Halbuki laiklik devletin meselesidir. Vatandaş ya dinlidir, ya da dinsiz. Yeryüzündeki kültürlere bakın altında mutlaka bir din, bir inanç göreceksiniz. Ben bizim Batıcılardan Hıristiyan olanına rastlamadım daha. "Din terakkiye manidir" sözüne kandılar, materyalist ya da farmason oldular. Sürekli duyarsınız "Efendim çağdaş uygarlık düzeyine varınca..." 200 yıldır aynı terane... Bırakınız ecnebiler çalışsın da bize ulaşsınlar. ISKAT-I CENİN VAKFI Yıl 1989... Aydınlar Ocağında Nüfus planlaması tartışılıyor. Tahsin Hoca'ya da söz veriyorlar: Bakın bu fesat memleketimize nasıl girdi, size anlatayım. Yıl 1961 Edirne senatörüyüm, İnönü Başbakan. Genç sosyalistlerin hazırladığı taslak önümüze geldi. Tevfik Fikret "milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin" demiş ya, bunlar da öyle... De ki dünya vatandaşı. Evet Avrupa'da da aile planlaması yapılıyor ama böyle değil. Devlet hamile kadının emrine giriyor. Yeni neslin sağlığı sıhhati planlanıyor. Bizimkilere sorarsan "Refahı iki kat artırmak için, çocukların yarısı yok edilmeli!" Bu katliam Yunan mezaliminden daha utanç verici. Ben mecliste bulunduğum müddetçe bunlara mani oldum, ancak Demirel kanunu geçirdi (1965). Biliyor musunuz Roma'da asiller çocuk istemezlerdi, ancak alt tabaka anne baba olurdu ki onlara "proletarya" denir. Çocuğun varsa amelesin! İşte Roma'yı yıkan sefil fikir! Vakıf dediğin Allah rızası için kurulur, hayır işlerini kovalar, Iskat-ı cenin (bebek katli) için vakıf kurmak...Tuhaf! Geçenlerde mesireye gittik. Aramızda bir uzman vardı "yazık" dedi, "bu orman can çekişiyor" -Ama niye? Ağaçlar sıhhatli duruyor. -Zeminde genç filizleri göremedim. Bu, toprağın vasfını kaybettiği mânâsına geliyor. KIZIL ELMAYA! 1988 kışı... Olcay Abi yine ziyaretine gidiyor. Kuleli Subayevleri'nde Boğaza nazır bir villa... Raflar kitap dolu, taa zeminden tavana... Tahsin Hocanın gözleri zayıflamış ama hafızası zehir gibi hâlâ... Refikası Perizat Hanım taşralı bir hizmetçi gibi (kendileri tekaüd muallimedir) hizmet ediyor, günlük gazeteleri okuyor kocasına. Müşfik bir anne, yavrularından bahsederken gözleri parlıyor. Tahsin Hocanın başarısı biraz da burada... Ona destek olan sadık, samimi bir kadın var ardında... O gün hoca kitaplığı karıştırıyor, bir dosya uzatıyor. Bu bir konferans metni, Lozan hakkında... Al Olcay, bunları sakla. Biliyorsun 1920 'de milli misak ilan edildi. Batı Trakya, Adalar, Hatay, Musul hatta Makedonya misakı milli içindeydi. 923'te Lozan imzalandı ama "Boğazlar meselesi" bilahare halledilebildi (Mont-reux), Hatay'ın katılması kaldı mı bir başka bahara... İsmet Paşa dış Türklerle ilgilenmez, ilgilenenden de hoşlanmazdı. Ben Milli Eğitim bakanıyken "Efendim" dedim, "gençlerimize bir hedef sunsak, mesela kurtarılacak bir toprak parçası..." Bunu çok tehlikeli bulmuş, kesinlikle katılmamıştı. Kıbrıs için de "başımızı belaya sokmayalım" der, karışmazdı. Halbuki diplomaside talepkâr olmak esastır. İstemeyenden ister, almayandan alırlar. Bu, Olcay Abinin son görüşmesi oluyor... 3 Mart 1989 tarihli gazetemizde Hocanın resmini görünce "aaa ne iyi" diyor, "çoktandır aksatmıştık, arkadaşlar röportaj yapmışlar!" Bakıyor, vefat haberi... Yıkılıyor. Rahmetli Tahsin Banguoğlu Edirnekapı Kabristanında yatıyor. Mezar taşında "İstemem başka haber dünyadan / Dinlesem yalnız ezan sesini" yazıyor. Devletin zirvesinden Tahsin Banguoğlu:?1943-50 CHP Bingöl milletvekili, 1948-50 Milli Eğitim Bakanlığına getiriliyor. 1960-63 arası Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanlığı, 1963-66 arası Halk Evleri Başkanlığı yapıyor... 1961-68 Edirne Senatörü. "Ortanın solu" görüşüne karşı çıkınca İnönü ile yolları ayrılıyor, partiden ihraç ediliyor. Yeni Türkiye Partisi'ne (YTP) geçiyor, Genel Başkan seçiliyor. 1971'de siyasetten çekiliyor, ilmî çalışmalara yöneliyor
Hikâyecinin hikâyesi
6 Mart 2011 01:00
YAŞ OTUZBEŞ Ömer Seyfeddin velûd bir kalemdir, alelâde bir hadiseden, basit bir fıkradan, hatta öylesine bir cümleden roman çıkarabilir YOLUN SONU Tek işi yazarlık değildir, vaktinin çoğunu kışla ve mekteplerde geçirir. Gönlünce kalem oynatabildiği yıllar üçü beşi aşmaz Üç saniye vaktiniz var, bir hikâyeci söyleyin bana! Ekseriniz "Ömer Seyfeddin" dediniz. Eğer tahminim doğruysa... Halbuki öleli 90 yıl olmuş, nice kaliteli hikâyeciler gelmiş geçmiş bu arada... Demek ki iz bırakmak böyle bir şey, toprak oluyorsunuz, adınız yaşıyor hâlâ. BAYTAR, SUBAY, YAZAR Efendim, Ömer Seyfettin Mart 1884'de Balıkesir Gönen'de doğar, babası Ömer Şevki Bey Kafkasyalı bir zabittir, Annesi Fatıma Hanım İsfendiyar elinden gelmiştir. Her ikisi de oğullarının vatana millete faydalı biri olmasını arzular. Ömer dört yaşından dört ay, dört gün aldığında mektepli olur, cüz kesesini boynuna asar. Aksaray Yusufpaşa Mekteb-i Osmanî'sini bitirip Eyüp Askerî Baytar Rüştiyesi'ne yazılır. O yıllarda baytarlık cazip bir meslektir, zeki ve becerikli talebeleri alırlar. Sonra Edirne Askerî İdadîsi, daha sonra Mekteb-i Harbiye-i Şahâne... Balkanlar karışınca onun tertibi imtihansız mezun edilir (sınıf-ı müstacele), marş marş kıtaya! Ömer'in tayini Kuşadası Redif Taburu'na çıkar. Bilahare İzmir Zabitan ve Efrat Mektebi'nde ders vermeye başlar. EYLEMSİZ İTTİHATÇI Burada Baha Tevfik ve Necip Türkçü ile tanışır. Baha Tevfik, Nietzsche hayranı bir felosoftur, kendi çapında sosyalisttir, anarşizme inanır. Necip Türkçü ise soyadı gibidir, turancıdır. İttihat ve Terakki içinde hatırı sayılır bir yeri vardır. Ünlü hikayecimiz de o yıllarda örgüt saflarına katılır. İttihatçı dediğiniz Enver, Talat, Cemal paşaların yanında durmalı, Padişahı karşısına almalıdır. Dağa çıkmalı, adam kaldırmalı, amirlerine posta koymalıdır. Ömer Seyfeddin hırslı biri değildir. Ne pis işlere karışır, ne cinayetlere bulaşır. 1911'de ordudan ayrılır, Balkan Harbi kopunca döner gelir, cephede yerini alır. Yanya kuşatmasında esir düşer. Nafliyon'da yaklaşık bir yıl mahpus kalır. Esir kampında da boş durmaz, habire okur, biteviye kalem oynatır. İNSAN FANİ, ÖLÜM ANİ Sonra esaretten kurtulur, İstanbul'a avdet eder (1913) Bir yandan "Türk Sözü" dergisine yazılar yollar, bir yandan Kabataş Sultanisi'nde muallimlik yapar. 1915 yılında İttihat Terakki liderlerinden Doktor Besim'in kızı Calibe Hanım'la evlenir. Bir kızı olursa da evlilik (iç güveylik diyelim) yürümez, ayrılırlar (1917). Yalnızlık kolay değildir, dert adamı yazdırır. Son üç yılına 10 kitap, 125 hikaye sığdırır. Bu arada savaş kaybedilmiş, İstanbul işgal edilmiştir. Vatandaş bitap ve biçaredir. Darbeciler 600 yıllık imparatorluğu bir kaç yılda dağıtmış, üç kıtaya yayılan devlet Orta Anadoluya sıkışmıştır. İttihatçılar sağa sola kaçışır ki bunlar can ciğer arkadaşlarıdır. Ne yana baksan sıkıntı, hangi tarafa dönsen hüzün, ağıt... Çok yıpranır, hastalanır ve böylesi bir 6 Mart günü (1920) gözleri kapanır. Önce Kadıköy'e defnedilir (Kuşdili Mahmut Baba Kabristanı), ancak o alan tramvay garajı yapılınca Zincirlikuyu'ya taşınır (1939) Metrukesi dağınıktır, hikayeleri öldükten sonra arkadaşı Ali Canip tarafından toplanır. Hatta müsveddeleri de elden geçirir yayına hazırlar. Ömer Seyfeddin'in tasvirleri canlıdır, teferruatı kaçırmaz, o anı adeta kayda alır. İçimizden biridir, bizi bize anlatır. İlk namaz... Oh, bu sabah ne kadar soğuktu, yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek, geçen gecenin bütün bürûdetini (serinliğini) massetmiş olan terliklere çıplak ayaklarımı sokunca, içimde bakıyye-i leyl (geceden kalan) bir üşümenin titrediğini hissettim... Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici kışın, müfteris (fırsatçı) soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladı. Kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, temas ediyordu. Daha fecr-i sâdık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk, kırmızı sükûneti gecenin serâdik-i zalâm-ı bâridini (soğuk karanlığını) parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zîr-i pâyimdeki bütün evler uykunun uyanılmaz kabuslarını itmâm ediyor gibi bî-hayat duruyorlardı. Deniz, nâmahdut bir incimâd-ı laciverdi (sınırsız donuk mavi) ile uyuyor ve fecrin zâil gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu. Evlerin arasında fakir ve nâçiz, fakat bir azamet-i maneviye ile semaya yükselen Eski Cami'in küçük ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra... Bütün o intihâ-i leyâl sincâbî zulmetler, mâî bir şeffafiyet-i sürh gibi takattur ederken, minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zâifi (zayıf gölgesi) hareket etti. Ben hırkama bütün bütün büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kainat-ı melul ve esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı ulûhiyetin hâtırası gibi derinden akis ve ruhumu lerze-rîz-i haşyet eden (haşyetten titreten) ezanı dinlerken, onbeş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbû-ı ruhaniyet (ruhaniyet dolu) sabahların birincisini düşünüyordum. Ah, onbeş sene evvel... HAYDİ ÖMERCİĞİM Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum (hatırlıyorum), onbeş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmıştı. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken nazik ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak: - Haydi, Ömerciğim kalk, demişti, haydi yavrucuğum. Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki yazıhanemin üzerinde yanan gece kandili muşamba perdelerin esmerliklerini aydınlatıyordu. - Fakat anneciğim, demiştim, daha gece... Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan öperek: - Yok yavrucuğum, saat on iki (ezani saat), sonra vakit geçer... ÖNCE BESMELE Koltuklarımdan tutarak kaldırdı. İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla oğuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu. - Aa... Pervin de kalkmış... Pervin -hizmetçimizdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Annem "Pervin her sabah kalkar" dedi. Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim: - Öyle yorulursun. Diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum: - Haydi, besmele çek!.. AAA HANİ MESH? Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda. - Yüzünü... Kollarını... Yine, yine üç defa... Diye fısıldıyor, unuttukça hatırlatıyordu: "Aa, hani başına mesh?" Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle dualar okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim. Annem, arakiye seccadeyi serdi... Sonra başına yeşil başörtüsünü örterek seslendi: - Gel... Gittim. Küçücük ben, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lâkırdı ile, bana yapacaklarımı fısıldadı - İki rekât sünnet... Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya? - Hayır. - Haydi! AMA SEN ERKEKSİN! O, iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak kadın gibi yaparken, ben de gayr-i ihtiyarî onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra, bana, gözlerinin nûşin (tatlı) ve nafiz (temiz) tebessümü ile gülerek: "Yavrum" demişti, "sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin!" Ve ellerimi kulaklarıma kaldırdı "İşte böyle..." Erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim. Duâ ederken sordum ki: - Nasıl duâ edeceğim? YA RABBEL ÂLEMİN - Evvela İslam olduğum için ey cenâb-ı vâcibül-vücut hazretleri sana hamd ederim, de... Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim, de... Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temenni ederim, de... Kendin için, iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!.. Ve fâtiha... Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı? Bilmiyordum... Cevap vermedim. - Haydi, öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyelim. - Peki. Artık duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yeşil gözleri sönmüş, iki siyah nokta gibi kalmıştı. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı. Annem geceleri derdi ki: - Yatmazdan evvel dersini üç defa oku, uyurken melâikeler sana onu öğretir. MELEKLER ÖĞRETİR O melâikeler bu gece de, uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı. Ve: - Daha mektebe çok var. Diye beni kendi yatağına yatırdı. Uykum yoktu, anneme bakıyordum. Yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur'an-ı kerimi aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak, rakik (dokunaklı) sesi ile tilâvete başladı. Ruhumda bir aks-i enîn-i şiir âlûd bırakan bu güzel sesi dinleyerek... Büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen hemşireme benzeyen güzel çehresini görerek... Ve yavaş yavaş sallanan başının aheng-i hafif-i münâcâtını seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert atlasa düşmüş elmaslar misali vâpesîn-i mâî (son ışıklarını) neşrederek parlıyorlardı. Sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, annemin bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldamasına bakıyordum... O görülemeyen melâike kanatlarının, annemin ince parmaklarıyla okşadığı sarı saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve... * * * Hepsini de yazmayalım... Yarıda keselim tadı damağınızda kalsın... Kısa ömre koca külliye Ömer Seyfeddin yazmaya öğrencilik yıllarında başlar. İlk şiiri "Hiss-i Müncemid" 1900'de Mecmua-i Edebiye'de, ilk hikâyesi "İhtiyarın Tenezzühü" ise 1902'de Sabah gazetesinde yayınlanır. O yıllarda imzasını "Ömer" diye atmaktadır. Ömer Seyfeddin sadece hikâye değil, ruznameler(günlükler), destanlar, romanlar, piyesler de yazar. Yetmez, psikoloji, mantık ve siyasete dair kitaplar hazırlar. Dilde sadelikten yanadır, İstanbul Türkçesi kullanır, tabiri caizse "edebiyatsız edebiyat" yapar.
Yusuf Ziya Yalçın
13 Mart 2011 01:00
İSTEYENE VER ONLARI İnşaatın altın devri, bakkal çakkal müteahhit olmuş, topraktan satıyorlar. Ziya Ağabey hatırı sayılır bir mühendis ama dünyalık kovalamıyor. Kucağında kitaplar dere tepe dolanıyor. BANA SENİ GEREK SENİ Elinde avucunda ne varsa Allahü tealanın rızası için harcıyor, köy kahvelerinde o kadar çok dumanaltı oluyor ki tek dal sigara içmeden akciğerlerini kaybediyor. İki mühendisten biriydi 1941 yılında Burdur, Gölhisar'ın İbecik köyünde doğdu. İlk ve orta tahsilini İzmir'de yaptı. İTÜ'yü derece ile bitirip Yüksek İnşaat Mühendisi oldu. O yıllarda İzmir'in önde gelen iki mühendisinden biriydi, bilhassa statik hesaplara olan vukufiyeti ile tanınıyordu. Uzun yıllar Belediyenin Yapı Ruhsat Şube şefliğini deruhte ettikten sonra bir süre kardeşi Yük Müh. Osman Yalçın ile müteahhitlik yaptı. 1980'den bu yana Türkiye Gazetesi İzmir Temsilciliğine bakan Ziya Yalçın evli ve üç çocuk babasıydı... Geçen hafta rahmet-i rahmana uğurladığımız Ziya Ağabeyin ne kadar seveni varmış. Sayfayı kurtarabilir miyiz derken hatıra yağdı, beş yazılık malzeme çıktı bana... (Fevzi Kahraman, Resul İzmirli ve Necati Bahçeci'ye teşekkür ederim bu arada...) Bugün kısa bir hayat hikâyesi verelim, ileride yine döneriz mevzuya... Yetmişli yıllar... Ege öyle bir misyoner istilasına uğruyor ki nasıl anlatıla... İnsanımızın güler yüzünden cesaret alıyor, çanta çanta kitap, broşür dağıtıyorlar... Kültür merkezleri, barış gönüllüleri, lisan kursları... Halkımız donanımlı olsa mesele yok ama İslamiyeti bilmiyorlar daha. Cemaatin de kafası karışık. Bir kısmı Suudların peşine takılmış, bir kısmı Acem sakızı çiğniyor. Düşünün Kaddafi bile prim yapıyor. İmam-ı Birgivi hazretleri gibi bir zirve yanıbaşlarında, onlar reçeteyi uzaklarda arıyor. Ziya Abi huzursuz oluyor, uykuları dağıtıyor... Kapı kapı dolansa, bir şeyler anlatsa? İyi de hangi birine? Hem hangi ilimle? Düşünüyor, taşınıyor, kendince bir yol buluyor. Bunlara İslâm âlimlerinin eserlerini ulaştırabilir mi? Ulaştırabilir. Bedava dağıtacak kadar gücü yok ama aldığı fiyattan verebilir pekâlâ. ARVAS KİTABEVİ Hanımının bilezikleriyle Tilkilik'te bir dükkân (Arvas Kitabevi) açıyor. Burası İzmir'in hareketli semti... Bir yanı Altınordu Lokali, bir yanı Hatuniye Camii... Raflara dedelerimizin ellerinden düşürmedikleri, kızlarının çeyiz sandıklarına koydukları kitapları diziyor. İman ve İslam, Mızraklı ilmihal, Kıyamet ve Ahiret gibi... Mushaf-ı şerifler, elifbalar... Meraklısına Arabi ve Farisi eserler de getiriyor... Ama ne yazık ki dükkâna girenlerin sayısı üçü beşi geçmiyor. Onlar da ya adres soruyor, ya para bozduruyor. Kitaplar vitrinde ööölece duruyor. Acaba ayaklarına mı götürsek? Bak o olur, boş çevirecek değiller ya. Kendileri okumasa oğulları kızları okur, bir şekilde yerini bulur... Öyleyse yürüyün çıkalım yola, pazarlara, panayırlara... Kardeşi Osman ve babası Raşit Amca ile ilk denemeyi yapıyor, beklediklerinin fevkinde âlâka görüyorlar. Bir bagaj kitap iki kahvede kapışılıyor... Tamam bu iş olacak! ASFALT DÜŞKÜNÜ Altında bir "Ford 20 m" var, o yıllarda popüler araba. İyi hoş da, çok alçak... Köy yollarına girince taşlar yuvarlanıyor altında... Ziya Ağabey "vidaları sıkılıyor" diyor, "korkmayın bir şey olmaz!" Ama oluyor... Canım arabanın kaportası haritaya dönüyor, şasi örseleniyor, egzoz paralanıyor. Benzin deposu delindikçe sabun sürüyor, kayış koptukça kadın çorabı bağlıyor... Lastikler peş peşe patlıyor, saat başı kriko vuruyor. Taşları dize dize dere geçiyor, deveye hendek atlatıyorlar. Gel abi, gel abi, gel abi... Geç abi, geç abi... Aman kaymasın, hep bıçak sırtında... Öyle köylere çıkıyorlar ki kağnı girmemiş daha... Şaşkın veledler kahverengi Taunus'a UFO görmüş gibi bakıyor. Eh yollarda kaldıkları da oluyor.?Soğuk, rüzgar, ayaz... Muvakkit ne bilsin? Arabası bozulana sor sen, geceler kaç saat? GUCURLAR Ziya Ağabeyin elinde mufassal bir harita... Bu köye gidildi (üzerine çarpı atıyor), buna gidilmedi daha... Bir hattı tutturuyorsun geride beride ışıklar yanıyor. Meğer Ege'de ne çok köy varmış, ne de çok kasaba... O sıralar Isparta Sücüllü'den gelen bir aile (Gucurlar) ile tanışıyor. Bunlar mahalle arasında, taksitle leğen maşraba, terlik, pabuç, çarşaf basma satan seyyarlar. Yağları ile kavruluyorlar... Olabildiğine cömert, alabildiğine şuurlular. Gök gibi geniş yürekleri var. Ziya Ağabey'in eli ayağı oluyorlar. Derken birkaç kalender esnaf ve beş on üniversiteli de kervana katılıyor. Ziya Abi kör topal yürüyen bir minibüs alıyor... Zamanla Gucurlar da motorize oluyor ve hizmetler yayılıyor... Artık Manisa'ya, Aydın'a, uzanabiliyorlar... Denizli'ymiş, Muğla'ymış gözlerinde büyümüyor. Dostlar edindikçe halka genişliyor, Ege'de yeni yeni kandiller yanıyor. ŞEHR-İ RAMAZAN Ramazan-ı şeriflerde 30 gün (ve gece) yollara düşüyor, bir akşam olsun çoluk çocukla iftar etmiyorlar. Serde fukaralık da var, karınlarını domates ekmekle doyuruyor, cami avlularında, benzin istasyonlarında uyukluyorlar. İzmir'e günler sonra dönebiliyorlar. Sabaha karşı filan... Davulcularla... Her seferinde de öyle oluyor rahmetli Hüseyin Gucur "bize buyrun" diyor, yalvaran bir ses tonuyla... - Ama abicim gecenin bu vaktinde, bu kalabalıkla... - Allahü teâlâ büyüktür, kısmetimizde ne varsa? Gucurlar amca yeğen, gelin damat yan yana oturuyorlar. Bir mahalle onlardan. Biri çorba koşturuyor, biri pilav... Dolmalar, turşular derken sofra donanıveriyor. Cömertin ikramı şifaymış, ilaç gibi geliyor. KOMŞU HAKKI Minibüs ne zaman hizmet için yola çıkacak olsa Karşıyakalı bir Börekçi (Mehmet Ali Abi) özenle hazırladığı poğaçaları, boyozları, kol böreklerini yetiştiriyor. Olur ya aksadı, Ziya Ağabey ak saçlı peynircisinin önünde duruyor. Mithat Ağabey acele ile inip, kelle peyniri kestiriyor. Dönertaş Fırınından da on çıtır somun da aldı mı tamam, daha ne istersin Allah'tan... Ziya Ağabey Rahmetli Berber Tekin'in önünden geçerken camı açıyor "dua et" gibilerinden bir işaret çakıyor. Tekin usta ak saçlı, pak simalı bir piri fani... Nur âlâ nur. Patronunun emanet ettiği dükkânı bırakamıyor ama oğullarından birini hizmete yolluyor mutlaka. Araba hareket etti mi elleri açılıyor, dudakları kıpırdıyor... Meyhanelerin sıralandığı şu sokakta nice eli tesbihliler var... Kalbi zikirliler, ağzı dualılar.. Ziya Ağabey'in işi de bu, elmasları bulmak, tozlarını almak... Ziya Ağabey hizmete çıktı mı sıradan gidiyor, meyhaneymiş, ganyancıymış ayırmıyor. "Kitapları tereğe bırak abi, anlarsın ya." (Belli ki adam alkollü, elini?değdiremiyor.) "Sen o parayı geri ver bakiym, hah şundan al." (Geri aldığı kesin kumar parası, size temizinden veriyor.) Egeliler efedirler, delikanlıdırlar, sözlerinde dururlar. İki damla Zemzem yudumlayan, bir daha rakı sokmaz ağzına. Duygusaldırlar da. Bir menkıbe anlatın, "Bizzejrevpaşşalıyızabem" diye naralanan külhaniler bile boyun büker, gözleri dolar. Harabat ehlini hor görme zakir... Defineye malik viraneler var... ALLAHA EMANET Minibüs at arabasından az hallice. Her lagada sarsılıyor, böbrek taşlarınızı döküyor adeta. Millet yorgunluktan bitap düşmüş, o dimdik ayakta. Liderlik kolay değil, onca insanın yükü var omuzlarında... O günlerde kurtarılmış bölgeler var, kırmızı çizgiler, gözü kara militanlar. Hem alanına gireceksin, hem de basmıyacaksın nasırına... Ellerinde izin belgesi, tavsiye mektupları olmasına rağmen dertlerini anlatamıyorlar.?12 Eylül yönetimi onları bir?Manisa satışında içeri alıyor. 7 arkadaş avuç içi kadar hücrede gün sayıyor. Ki Necati el kadar çocuktur daha... Orada kıldıkları namazların, yaptıkları sohbetlerin tadını unutamıyorlar... Yıkanıp arınıyorlar zindanda. Efendim kitap yetecek mi, benzin bitecek mi? (Akaryakıt karaborsa.) Ziya Ağabey düşüncelere daldı mı ya vites değiştiriyor, ya direksiyonu tokatlıyor. "Tevekkeltü taalallah!" Teselliyi buluyor sonunda. Dönüşte iyice bitiyorsunuz, kafalarınız sağa sola düşüyor. "Aaa Zeytinliğe gelmişiz!" Tuhaf... Bunu dümende oturan söylüyor. Demek ki içi geçmiş. Ziya Ağabeyin dalıp çıkması kimseyi heyecanlandırmıyor, o uyudu mu araba da rahatlıyor, daha dengeli yol tutuyor. HALBUKİ Halbuki Ziya Abi müzmin hasta. Kayık beli nefes aldırmıyor adamcağıza. Çorabını giyinceye kadar canı çıkıyor. Biçare baston yutmuş gibi dolanıyor, biri mi seslendi bütün bütün dönüyor ardına.... Hekimler yatak istirahatı veriyor ama kimin umurunda? Belini Adil Ustaya çektirip rahatlıyor, nüksedinceye kadar koşturup kovalıyor. - Abi n'olursun yapma! - Boşveer ömür çok kısa... Bazı akşamlar ayaklarını sürüyerek çıkıyor, inliye inliye, dişini sıka sıka. Sabah bakıyorsunuz, herkesten önce gelmiş, takımları yapmış, kolileri bağlamakta... Bir gün değil, iki gün değil... Bu ne tempo ya? Adam İzmir'de yaşıyorsun, bir gün de mesireye çık, denize gir, ne bileyim mangal yap... Mümkün mü? Düğüne çağrılsa, davetlilere kitap satıyor? Sünnet çocuğuna kitap, sınıfını geçene kitap, hasta ziyaretinde kitap... Geline, damada... Muhtevalarına da vakıf. Köy kahvelerinde şadırvan başlarında öyle bir yer bulup okuyor ki, dinleyenlerin alayı "işte" diyorlar, "benim şifam burada!" FABRİKA SİNEMA Ziya Ağabey bir ara fabrikalara takılıyor... Öğle molalarında, paydoslarda ortaya çıkıyor "Efendim şu gördüğünüz kitaplar..." Para da istemiyor. Ay başında... Hafta sonunda... Yevmiyeyi alınca. Erkekleri kahvede dükkânda bir şekilde yakalıyorsun da kadınlara nasıl ulaşmalı acaba? Onun da çaresini buluyor... Sinemalarda! Yazlık sinema dediğin bir tahta kapı, dört briket duvar... Genelde "iki filme bir bilet" kesiyorlar. Ziya Abi sinema sahibinden izin alıyor, "5 dakika ara"da, hani "Alaska, Frigo, dondurma" çığlıklarının koptuğu anlarda sahneye fırlıyor. "Bakın" diyor "birinci film bitti. İkinci de bitecek az sonra... Bizim ömrümüz de böyle, çok değil 40-50 yıl sonra bu sandalyelerde başkaları oturacak. Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya da cehennem çukurlarından bir çukur. İçinizde en gühahkâr benim. Yaşım sizlerden daha büyük zira... Elhamdülillah hepimiz Müslümanız. Peki bir Müslüman neleri yapmalı, nelerden kaçmalı? İşte bu kitaplarda..." O güne kadar sadece fotoroman okuyan ablalar kitapları öpüp öpüp koyuyor başlarına. Ama hanım kızımız, ya da yeniyetme tıfılımız elindeki üç kuruşu kül renkli bilete tokalamış. Kalanı ile de bir bardak çiğdem (ay çekirdeğine öyle derler) attırmış külaha. Gözü kitaplarda ama hani para? Ziya Ağabey yavrucakları mahrum bırakır mı? Koltuklarına sıkıştırıyor usulca... Akşam kardeşi Osman'a soruyor, "Ne kadar açığımız var?" "Şu kadar." Atıyor elini cebine, "al!" HAYALLER GERÇEK OLSA Peki ya diğerleri? Ulaşamadıkları milyonlar var daha... Dost meclislerinde "ah" diyor "bizim bir gazetemiz olsa, Türk büyükleri, İslam âlimleri anlatılsa sayfalar arasında..." Oluyor... Ah bir takvim basabilsek, yaprak yaprak kıssalar menkıbeler sunulsa... Sunuluyor... Ah Milli Ansiklopedilerimiz, ah yerli kahramanlarımız, ah çocuk dergilerimiz, kasetlerimiz, filmlerimiz... O günlerde hayal ama hepsi gerçekleşiyor. Ziya Ağabey gazetemizin ancak üç beş bin sattığı yıllarda İzmir Temsilciliğini üstleniyor... Tekrar düşüyor yollara, on binlerce abone buluyor, Ege'nin dört bir yanında bürolar açıyor... Haber zaten onun işi, günboyu sokakta... Fotoğrafı, montajı, pikajı da öğreniyorlar, mükemmel ilaveler çıkarıyor. Gazetemize muazzam bir tesis kazandırıyor sonra... İşte bizim şansımız da burada... Eğer böylesi sevdalılarınız varsa... 1.5 milyon tiraj... Kolay mıydı yoksa? NASİBİ VAR(MIY)MIŞ? Alaşehir'den çıkmışız, Bozdağ eteklerine doğru gidiyoruz... Yolda PTT'cilere rastladık. -Abi kitap? -Yok kardeş. Sağol. Kızdım "vay nasipsizler vayyy!" Ziya Ağabey çıkıştı "sen onların nasipsiz olduğunu nereden biliyorsun?" "Haklısın abi" dedim "tevbe ediyorum." Önümüze bir dere çıktı. Ziya Ağabey sordu "bak bakalım araba geçer mi?" İndim elimi soktum, bileğimi biraz aştı. Kaldırdım kolumu, suyun izini gösterdim. Genişliği de fazla değil, çok çok olsun bir kulaç Geçeriz herhalde dedi sürdü. "Çatırt!" Ön tekerlek çakılmasın mı suya? Araba burnu üzerine dikildi kaldı. Arka?tekerlekler?fır?fır?dönüyor havada. İndik "Bak abi" dedim "sakın beni köye möye yollama. Köpeklerden acayip korkarım haberin ola!" Rahmetli güldü "iyi o zaman, bekle arabanın başında!" Gitti. Bir baktım PTT'cileri almış, geliyor. Onların pikapları 4x4, taktılar zinciri çıkardılar. Hediye olarak kitaplar verdik... Ondan da bundan da.. Çeşit çeşit ama... Rahmetli mânâlı mânâlı baktı bana... "Anladım abi" dedim, "nasibleri olunca!" Resul İzmirli
Zincire vurulan pigme Ota Benga
20 Mart 2011 01:00
YURDUNDAN KOPARDILAR Pigme asıllı Ota Benga Kongo ormanlarında yaşayan iki çocuklu bir aile reisiydi. Evrimciler onu hayvan gibi avlayıp, zincirlere vurdular... KAFESLERE TIKTILAR Ota, hayvanat bahçesinde maymunlarla birlikte seyircilerin karşısına çıkarıldı. Parmaklığa şu levha asıldı: "İşte insanın eski ataları!" İÇİMİZDEN BİRİ Genelde bu alanda bir kutu olur. Bahsi geçen şahıs hakkında şu okulları bitirdi, şu vazifelerde bulundu, şu kitapları yazdı, şu zaferleri kazandı gibi özet bir bilgi sunarız. Ota Benga ne edipti, ne şairdi, ne devlet adamı, ne de komutan... Zulme uğramış bir insandı o!.. Sadece insan! Pigmelerin boyları yaklaşık 125 - 150 cm civarındadır. Adamlara cüce müce diyoruz ama aramızda çok çok olsun 30-40 santim fark var... Bunlar Genelde Zaire'nin kuzey doğusunda Ituri ormanlarında yaşarlar. Orta Afrika, Kongo ve Ruanda'da rastlanır. Ehemmiyetsiz bir miktarda da Gine ve Papua da... Alayını toplasan 200 bin zor çıkar. Munis zararsız insanlardır, hayvan besler, ava çıkar, nadiren ziraatla meşgul olurlar. Öyle ya niye ekip biçsinler ki? Ormanda istemedikleri kadar meyve bulurlar. Genelde civar çiftçilerle ticaret yapar, kürk satar, karşılığında çay şeker alırlar. Aile bağları güçlüdür, tek hanımla evlenir, eşlerine sadık kalırlar. Başlık yoktur ama berdel yaygındır "ver bacını, al bacımı" kuralı çalışır, içli dışlı olurlar. Çocuklarına ve hürriyetlerine düşkündürler, bir yere bağlanamazlar. Onarlık yirmişerlik gruplar halinde ormanın derinliklerine dağılırlar. KONGO NERE? Efendim kahramanımız da onlardan biridir işte. 1883 yılında Kongo'da doğar. "Dost" manasına gelen bir isim taşır. "Ota Benga!" O yıllarda Darwinizm pek popülerdir. Ancak cılız iddialarını ispatta zorlanan Evrimciler panikler, sağa sola saldırırlar. Ellerinde tek delil yoktur, bir an önce insanın maymundan geldiği faraziyesini destekleyecek fosilleri bulmalıdırlar. Amerikalı Samuel Philips Verner arkadaşlarına "neden ille de fosil" der, "belki maymun insan arası türler hâlâ yaşıyorlar." Büyük bir ümitle Belçika Kongo'suna koşar. (1904) Eline baltasını alır, uzun ipini beline bağlar... Biz gideriz ormanaaa! O gün bir Pigme köyünde ağırlanırlar. Gözünü Ota Benga'dan ayıramaz, bu sevimli yerli kedi gibi alıştırdığı maymununu kucağında taşımaktadır zira. Maymun ve insan... Bundan bir senaryo çıkar mı? Çıkar... AMERİKA NİRE? Ota yıllar evvel Kasai ırmağı kenarında yaşamaktadır. Köyü, Belçikalılar tarafından basılmış, karısını ve çocuklarını kurtaramamıştır... İkinci defa evlenmiş, düzenini tekrar kurmuştur. Ama beyaz adamın gazabından korkmaktadır hâlâ. O gün hanımını ve çocuklarını öper, semiz bir ceylan hayaliyle işe (!) çıkar. Ormanda sıra dışı hareketlenmeler hissedince durur, yayını sessizce gerer dinlemeye başlar. O esnada yukardan bir ağ düşer ve şapkalı adamlar üstüne çullanırlar. Kendine geldiğinde elleri arkasından bağlanmıştır. Zincirler... Prangalar... Samuel'i tanır, "çocuklarım bekliyor dönmem lazım" diye yalvarsa da cevap alamaz. Samuel sağırdır sanki onu duymaz. Evrimcimiz aradığını bulmuştur. Zavallı Ota'yı bir gemi ambarına tıkar doğru Amerika'ya. Bir otelde yatırmaz, bir lokantaya oturtmaz. Garibi maymun gibi kafeslerde taşıtır, kamyon kasalarında. Uzatmayalım zavallı Otacık St.Louis Fuarı'na götürülür ve seyirci önüne çıkar. MAYMUNA BAK! Evrimbazlar ellerinde çomaklar izahata başlar: "Şu gördüğünüz memeli, insana en yakın ara geçiş formu olup..." Ota, hanımını ve çocuklarını özlemiştir, kendi dilinde "beni bırakın" diye yalvarır. Kâh şirinlik yapar, kâh kaşlarını çatar. Gardiyanlara güç yetesi değildir, içini çeke çeke ağlar. Çok üşür ve çok acıkır. Kaput battaniye ister ama efendiler tezlerini tehlikeye atmaz ona sadece "muz ve fıstık" uzatırlar. Ah önüne bir tabak sıcak çorba, kızarmış bir et konsa... 2 koca yıl böyle geçer. Dile kolay... Evet civarda insan formunda "hayvanlar" dolanmaktadır. Bunlar papyon fötr takmakta, pipo çekip duman savurmaktadırlar. Parkta yaklaşık 40 bin ziyaretçi vardı. Erkekler kadınlar ve çocuklar Afrikalı yabaniyi görmek için maymun kafesine koşuyorlardı. Uluyarak, bağırıp, çağırarak sataşıyor, pigmeyi huzursuz ediyorlardı... (New York Times) ÇALIŞ AMELE! Derken New York'taki Bronx Hayvanat Bahçesi Ota'yı kazanmak ister, kesenin ağzını açar. Onu Dinah adlı evcil bir goril, Dohung adlı bir orangutan ve birkaç şempanze ile birlikte seyirci karşısına çıkarırlar. Hayvanat Bahçesi Müdürü Dr. William T. Hornaday uslanmaz bir evrimcidir. Böylesine kıymetli bir türe sahip olduğu için kendini şanslı sayar. Kafesin üstünde bir açıklama: "İşte İnsanın Eski Ataları!" Boy: Şu kadar inch Ağırlık: Bu kadar pound... Şu mıntıkada yakalandı da filan... Zaman zaman evrimci tabipler, ırkçı biyologlar gelir Ota'yı mıncıklar, kan ve doku örnekleri alırlar. Zavallı Ota ortalığı silip süpürmekte, hayvanların yemlerini dağıtmaktadır. Ücretsiz işçi... Ne para ister, ne sigorta... ÇEVİR KAZI YANMASIN O yılların Amerika'sında siyahiler bile insandan sayılmamakta, restauranlara "köpek ve zenci giremez" levhaları asılmaktadır. Zencilere müsamahası olmayan yazarlar dahi bu zulme karşı çıkar. Ünlü Doktor McArthur serginin aşağılayıcı olduğunu düşünenlerdendir mesela. (New York Globe gazetesi... 12 Eylül 1906) Ardından New York Journal Gazetesi (17 Eylül 1906) "Bu maskaralığa son verilsin" çağrısı yapar. Hayvanat bahçesinin Darwinist müdürü Dr. Hornaday savunmaya geçer: ''Eğer bu küçük mahluk bir kafesteyse orası en konforlu yer olduğu içindir. Başka ne yapmalıydık? Ota Benga sanıldığı gibi tutuklu değil ama serbest de bırakamam. Hiç kimse onu şehre salmanın akıllıca olduğunu söyleyemez bana." BAK ŞU KONUŞANA Ota zeki bir insandır, kenarından köşesinden İngilizceyi de kapar ve taleplerini dillendirmeye başlar. Haydaaa! Bu beklenmedik gelişme evrim ağalarının canını sıkar, teorinin iler tutar yanı kalmaz. Faraziye fasarya mıdır yoksa? Samuel Verner yalana sığınır, "Ota'yı yakalamadıklarını, kendisini Amerika'ya gelmek hususunda bizzat ikna ettiğini" söylemeye başlar. Tam da o sırada kilise devreye girmesin mi? Rahipler Ota'yı Hristiyanlaştırmaya kalkar. Evrimciler "gidin be işinize" derler, "bir maymun Hristiyan olsa n'olur, olmasa ne yazar?" Lâkin Kilise güçlüdür, dediğini yaptırır. Onu cebren alır, bir öksüz yurduna yatırırlar. İş gösterir, eline iyi kötü bir harçlık sıkıştırırlar (1910). HÜZÜNLÜ FİNAL Ota yine mutsuzdur, mesai arkadaşları tarafından aşağılanmaktadır zira. Defalarca amirine çıkıp "beni yurduma yollayın" dese de dikkate alınmaz. 6 koca yıl böyle geçer, ümidini kaybetmeye başlar 95 yıl evvel bu gün (20 Mart 1916) bekçinin belinden tabancasını çeker ve düşünmeden kalbine sıkar. İntihar! -Alooo! Bir insan öldü! Kimin umurunda? Bir çukura atar, kapatırlar. Efendim Darwinizmin faşizmle irtibatı? Heralde yani... Şüpheniz mi var? Sermayeleri yalan! Evrimcilerin tek sahtekârlığı bu değildir 1912 yılında Charles Dawson isimli amatör bir paleontolog, "bir çene kemiği ve bir kafatası parçası" bulduğu iddiasıyla ortaya çıkar. Çene kemiği maymunlarınkine benzemekte, dişler ve kafatası ise insanı andırmaktadır. Buna "Piltdown Adamı" adı verilir ve yarım milyon yıllık bir ömür biçilir. Üzerinde 40 yıl boyunca makaleler yazılır, 500'den ziyade doktora tezi hazırlanır. Derken Kenneth Oakley adlı bir araştırmacı "flor testi" ile kemik yaşı tespitine başlar. Sıra gelir dayanır, Piltown adamına... Çene kemiği sadece birkaç yıl toprak altında kalmıştır, kafatası ise 5 asırlıktır. İnceleme derinleştirilir, çenenin bir orangutana ait olduğu anlaşılır. Dişler suni olarak aşındırılmış başka bir form kazandırılmıştır. Rezalet!... Bakarlar madara olacaklar, kemikleri âlelacele British Museum'dan çıkarırlar. HINZIRLIK! Yıl 1922... Doğa Tarih Müzesi Müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'da, Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi'ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıklar. Ki insan ve maymunlarla ortak özellikler taşımaktadır. Fosile "Nebraska Adamı" denir ve "Hesperopithecus haroldcooki" adıyla yayınlanır. Evrimci ressamlar bu tek dişe bir çene, çeneye bir yüz, yüze vücud, vücuda aile yakıştırırlar. Çomak sürten çıplaklar, karanlık mağaralar... Rekonstrüksiyon resimleri hakikat gibi sunar, martavala başlarlar. Ancak dişin "prosthennops" isimli bir yaban domuzuna ait olduğu anlaşılır, zikrolunan resimler mekteplerden kaldırılır. Kaldırıldı diyorsam Batılı mekteplerden tabii... Bizimkiler gözümüze sokar. Bile bile inadına!
Mösyö bunu hep yapıyor
27 Mart 2011 01:00
HAKKA HUKUKA Şerif Abdülkâdir hem asayişi adaleti sağlar, hem düzenli bir ordu kurar. Barut, fişek tüfek imalatına başlar. Hekime, hakime, muallime maaş verebilmek için ticaret yapar. FRANSIZ KALDILAR General Bugeaud cenk meydanında başarılı olamayınca çocuklara ve yaşlılara yönelir, hayvanları kurşunlatır, kuyuları zehirletir. Adamlarına yağma ve tecavüz izni verir, resmen haramilik yapar. Abdülkâdİr Cezayirî Şerif Abdülkâdir, Cezayir'in fethinde Barbaros Hayreddîn Paşa'yla omuz omuza çarpışan bir Allah dostunun (Muhammed bin Abdülkâdir Hazretlerinin) torunudur. 18 yy başlarında Maasker vilâyeti Kaytana köyünde doğar (H.1222) Adından anlaşılacağı gibi Ehli beyttendir, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi hıfzeder. Cezayir ve Oran medreselerinden mezun olduktan sonra ilim yolculuklarına çıkar. Kahire ve Bağdat'ta ulema ile tanışır, Şam'da sohbetine kavuşup duasını aldığı Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerini hayatı boyunca unutamaz. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere doyulacak gibi değildir ama... Cezayir'in işgal edildiğini duyar, alelacele vatanına koşar. Batılılar bizim gibi değildir, sömürüyü kazanılmış hakları gibi görür ve sonuna kadar kullanırlar. Biz rahat yaşayalım da... Varsın kara derililer, kızıl derililer, çekik gözlüler, buğday benizliler kırılsınlar... Saldırgandırlar... Silahlanır pusatlanır gemilere doluşurlar. Gözlerine kestirdikleri bir köye obaya baskın yapar, zavallıları teslim alırlar. Güçlü kuvvetli delikanlıları, eli yüzü düzgün kızları zincire vurur, yükte hafif pahada ağır ne varsa kaldırırlar. Hırslıdırlar... Hırsızdırlar. Köleleri tarım alanlarına, inşaatlara sürer, kırbaç zoruyla çalıştırırlar. Hastayla sakatla uğraşmaz, öleni bir çukura savururlar. İş gücü azalınca yine gemilere biner ana baba kuzusu toplarlar. Sömürü zamanla devlet politikası hâline gelir, bilhassa İngilizler, İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar, İtalyanlar, Hollandalılar, Belçikalılar, (bilahare Almanlar ve Ruslar) yükü tutar. 18-19. yüzyılda denizaşırı ülkeleri istila eder, toprağın altında ve üstünde ne varsa (maden, gıda, baharat) hortumlarlar. Efendim Hristiyanlar niye zengin de, Müslümanlar... İşte bundan! BAHANE Yıl 1830... Sömürü yarışında İngiltere ve İspanyanın ardına düşen Fransa atağa kalkma ihtiyacı duyar. Cezayir Dayısı Hüseyin Paşa'nın Fransız Konsolosu ile yaptığı basit bir münakaşayı bahane eder, kapıya dayanırlar. Osmanlının gaileli yıllarıdır, yardım ulaştıramaz. Hüseyin Paşa'nın da gücü bellidir, fazla dayanamaz. Frenkler pişkindir, "korsanlıkla mücadele kapsamında" diye bir parantez açar, Cezayir'e "insanlık ve medeniyet getireceklerini" duyururlar. Maksatları ilhak değil, ıslahtır güya... Nitekim Avrupa'nın en büyük misyoner örgütü (Beyaz Papazlar Cemiyeti) faaliyete başlar. Hesaplarına göre Cezayir'i kırk elli yıl içinde Hristiyanlaştıracaktırlar. Halk buna şiddetli karşı çıkar, direniş yayılmaya başlar. Vehrân ve Müstefânem ahalisi Şeyh Şerif Muhyiddîn'in (evlâd-ı resuldür) etrafında toplanır, "emirimiz olun, bizi kafirden kurtarın" talebinde bulunurlar. İSTİŞARE Şeyh Şerif Muhyiddîn dedeleri gibi âlim ve bilgedir. Hem talebe okutmakta, hem de Kâdiri terbiyesi ile derviş yetiştirmektedir o sıralar. Evet o da direnişten yanadır ancak hayli yaşlanmıştır, genç mücahidlerin hızını kesmekten korkar. Halbuki oğlu Abdülkâdir... İyi bir askerdir, cesurdur, dirayetlidir. Aslında işaret etse yeter ama öyle yapmaz, "oturun konuşun" der "bir emir seçin aranızda." İstişare toplantısından oy birliği ile Şerif Abdülkâdir'e biat kararı çıkar. Genç lider kısa ve veciz bir konuşma yapar: "Tamam" der, "emirliği kabul ediyorum, ama şimdilik kaydıyla. Benden daha ehil bir komutan bulursanız söyleyeceksiniz, birlikte bağlanacağız ona..." MUHAREBE Abdülkâdir Cezayirî'nin, asil duruşu, nurani bir siması vardır, onu gören düğme ilikleme ihtiyacı duyar. Mükemmel bir hatiptir aynı zamanda . Genç olmasına rağmen ihtiyatlıdır, doğru zamanda, doğru yerde olmaya bakar. Ne yaptığını bilir, operasyon öncesi çok çalışır, kılı kırk yarar. İnsan kaybını göze almaz, tek mermiyi boşa sıkmaz. Eğitime çok ehemmiyet verir ve modern harp usullerini uygular. Cephede kazandığı zaferleri, masa başındakilerle perçinleyip taçlandırmaya bakar. Derken Fas Sultanı Abdurrahmân'ı da saflarına katar, "siz sağdan biz soldan" der, Fransız'a.birlikte vururlar. Taaa Merakeş sınırına kadar iner batı Cezâyir'e sâhip olurlar. İki yıl içinde bütün kabileler ona bağlanırlar. MÜTAREKE Paris hükümeti çaresizdir, anlaşma istemek zorunda kalır. Abdülkâdir Cezayirî'nin Batı Cezayir üzerindeki otoritesini tanır. (26 Şubat 1834) Sükunet sadece bir yıl sürer. General Camille Trezel tekrar saldırıya geçerse de Şerif Abdülkâdir karşısında bozguna uğrar (Makta -1835). Görevi devralan General Bugeaud apolet delisidir, kendini göstermeye kalkar. Müslümanları mahv-ı perişan edecek, günlerini gösterecektir onlara! Maasker'i ele geçirince, pek keyiflenir ama Konstantine önlerinde öyle bir yenilir ki nasıl olup da sağ çıktığına şaşar. Bu yalınayaklı Arap, Harp Akademisinde okutulan hasımlara uymaz. Nereden çıkacağı ve nasıl vuracağı belli olmaz. Sinirleri bozulmaya başlar. Paşa paşa gelir antlaşmayı imzalar (1837- Tafna). Birkaç liman, üç beş sahil kabasına "he" der, çekilir kışlaya... MÜESSESE Abdülkâdir Cezayirî sulh devresinin uzun sürmeyeceğini bilir. Hazır nefes almışken derlenmeli toparlanmalı, teşkilatlanmalıdırlar. Derhal "düzenli bir ordu" kurar. Sumala adını verdiği seyyar karargâhına çekilir, generallere saç baş yolduracak planlar hazırlar. Bu arada kadılar yetiştirip köylere kasabalara yollar, adaleti tesis eder, şeriatten kıl kadar ayrılmaz. Aynen Abdülhamid Han gibi denge politikasına oynar, Fransız İngiliz çekişmesini kullanarak, Britanya'dan ağır silah almaya başlar. Silah parasını denkleştirmek için mal üretir, ambarlar kurar, ticaret yapar. Barut ve fişek üretir, tüfek imal eder hatta.... Hekime, hakime, muallime maaş verir, kolay değil silbaştan sistem kurar. General Bugeaud ise sağda solda "beni genel vali yapacaklardı ki" şeklinde konuşmalar yapar. Paris çoktan havlu atmıştır ama ona da bir şans verir, "haydi" derler "elinden geleni ardına koyma!" General'in ilk işi anlaşmaları rafa kaldırmak olur. Konstantine şehrine girip kan dökmeye başlar. Ardından Cezâyir'i Konstantine'ye bağlayan Bîbân geçidine saldırır. Şerif Abdülkâdir de "cihâd-ı mukaddes" ilân eder, savaşı bütün ülkeye yayar. MÜSTEMLEKE Fransa, Cezayir'e 100 bini tam donanımlı asker olmak üzere 400 bin kişi yığar. Cezayirli savaşçıların sayısı (ki bunlar gönüllüdür, meccane çarpışırlar) 20 bini bile bulmaz. Emir en büyük operasyona ancak 2 bin kişi ile çıkar. Bugeaud bakar olmayacak, belden aşağı vurmaya başlar. Çocuklara ve yaşlılara yönelir, hayvanları kurşunlar, kuyuları zehirletir, ekinleri yakar. Adamlarını yağma ve tecavüze özendirir, resmen haramilik yapar. Bir zaman sonra açlık başlar, nesebi gayri sahih çocuklar, psikolojik travmalar... Cezayir, Fenikeliler, Kartacalılar, Roma ve Bizans tarafından da istila edilmiştir ama böyle zulüm yaşamamıştır daha. General ısrarla yalan haberler yayar, tefrika çıkartmaya bakar. Bazı emirler ahdinde sadık, yerinde sabit kalsa da bazıları geri adım atar. Çözülme başlar, Abdülkâdir-i Cezayirî yapayalnız kalır mı ortada. 1842 Kasımında harekât merkezi düşman eline geçer. Fransızlar Emir'in paha biçilmez kütüphânesini yakar yıkarlar. Emir, Büyük Sahra'ya çekilir, ne adamı, ne de cephanesi kalmıştır zira... Çöl kuytudur, sakindir, git git kum, bak bak vaha... Mücadeleyi yeniden alevlendirebilmek için şehirde olmalıdır... Müminler arasında. MAHPUSHANE Cezayir valisi Duc d'Aumele (ki bizzat Kral Louis-Philippe'in oğludur) haber yollar. "Misafirimiz olmaz mısınız. İster İskenderiye'de ikamet edin, dilerseniz Akka'da!" Yeniden güç toplayabilmek için mecburdur buna, ister istemez silah bırakır. Eğilmeden bükülmeden ama... Şerefiyle onuruyla! Batılılar kaypaktır, kralın oğlu da olsa sözlerini tutmazlar. Emiri ve sadık adamlarını adi suçlu gibi Fransa'ya yollar, önce Toulon'da, sonra Anboise kalesinde zindana tıkarlar. Neden sonra Kral Louis-Philippe'den çağrı gelir "başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeç, gel asiller gibi yaşa aramızda!" Cevap yenilir yutulur gibi değildir: "Bütün Fransa'yı da verseniz, cübbemin üzerine cevahir de dökseniz, tebaanız olmam. Siz misafirinizi hapsettiniz. Bunun utancı yapışacaktır yakanıza." Adam hırsız, adam katil... Sözünde durmuşmuş, durmamışmış. Çok da umurunda... MUHACİR Ama Napolyon omurgalı çıkar, İmparator olunca Abdülkâdir-i Cezâyirî gibi bir askeri mahpus damlarında tutmaz, İstanbul'a yollar (1852). Emir, Abdülmecîd Han'la kucaklaşır. Cezayir meselesini anlatır tafsilatıyla. Bir süre Bursa'da kendisine tahsis edilen konakta yaşar. Sonra Şam'a taşınır ve çoktandır yazmayı düşündüğü eserleri kaleme alır. Mevâkıf, Zikr-ül-Âkıl ve Tenbîh-ul-Gâfilin'in yanı sıra De la Fidelite des Musulmans a observer Leurs Traites d'alliance et autres (Müslümanların ittifak ve ahidlerine sadâkatleri) adlı kitabı hazırlar. Ancak emperyalistler boş durmaz, bu defa gelip Suriye'yi de karıştırırlar. İngilizler Dürzîleri silâhlandırır, Fransızlar ise yatırımı Mârunîlere yapar. Dürzîler Mârunileri sıkıştırıp da katle kalktıklarında Emir Abdülkâdir, (muhâcirlerin yardımı ile) bin beş yüz kadar Hıristiyanı kurtarır ki aralarında Fransa konsolosu da vardır. Bu hareketi İstanbul tarafından taltif edilir. Fransa hükümeti de Legion d'honneur nişanı sunar. Hicri 1300'de vefat eden (1883) Abdülkâdir Cezâyirî bir Yavuz Selim yadigârı olan Selimiye'ye defnedilir. Muhyiddîn Arabî hazretlerinin yanı başına... Ne saadet ama... KALİTE FARKI Fransızlar anlaşmaları şaşaalı merasimlerle imzalar ama hiçbirine uymaz. Emir Abdülkâdir'in sözü senettir, asla barışı bozan taraf olmaz.
Dilimizi dilim dilim... Agop Dilaçar
3 Nisan 2011 01:00
UYDUR UYDUR 7 Mart 1933: TDTC Genel Merkez Kurulu toplanır. Arapça ve Farsça'dan gelen kelimelere savaş açılır, yerlerine yeni "tilcikler" konması için karar alınır. İPE DİZ... Valide yerine doğurgaç, baba yerine doğurtgaç, aşevi yerine otlangaç, belediye için uray, mebus için saylav, sanat için dorut gibi ucubeler dayatılır ki milletimiz Agopça der bunlara... KAKINÇ, aldatı, YONTU, söylev, gömüt, imge, NESNEL, avunç, bağıt, kaydırgaç, erek, varsıl, Açgı, basçık, alnaç, alışkı, İÇERİK, ansıma, ÇAVLAN, ardıl, Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim... Ya bunlar Türkçe değil, ya da ben Türk değilim! Necip Fazıl Kısakürek Efendim onurlandırdınız. Ne yani gururlandırdınız mı demek istiyor, şereflendirdiniz mi? Yoksa müftehir mi oldu? İzzetli, haysiyetli, namuslu, vakarlı, erdemli, hatırlı, itibarlı, muazzez, muhterem, saygıdeğer, seciyeli... Onur, bunların hangisi? Yeni kuşaklar "hepsi" diyecekler, eskiler "hiçbiri!" Bakıyorsunuz Osmanlıda Rüşdiye ve İdadi mezunları bile (orta lise) sular seller gibi Fransızca konuşuyorlar. Peki biz niye kıvıramıyoruz? Lisanımız kısırlaşmış da ondan... Bin kelimeyle iktifa edersen olacağı bu, zihni melekelerimiz dumura uğruyor. Herkesin ağzında bir "stres". İyi de stresten maksadın ne güzelim? Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, sıkıntı mı, endişe mi, kasvet mi, nedamet mi, melâl mi, enduh mu, füduret mi, hüzün mü, hüsran mı, hicrân mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, matem mi, gaile mi? Söyle hangisi? Kısrak, beygir, aygır, tay, gölük, kadana, küheylan, safkan, ester, güre, kulun, midilli, rahvan... Bunların hepsi ayrı şeyler ama "at" deyip geçiyoruz alayına... Araplar aslana esed deyip geçemiyorlar ama... Adam n'apsın? Lûgatında 20 ayrı aslan olunca... BU LİSANLA MI? Siyasilerimiz konuşuyor: Biizz Çin Seddinden Adriyatik kıyılarınaaa... Ata yurda ne ile gideceksiniz sahi? Oturgaçlı götürgeçle mi? İnanın insan özeniyor. İranlı ilk mektep talebeleri iki bin yıllık metinleri şakır şakır okuyor, biz (ki yaşımız elli) Rahmetli Menderes'in Yassıada müdafaalarını çözemiyoruz daha. Türkçe artık Babür Şahın, Gazneli Mahmud'un, Hüseyin Baykara'nın ve Ali Şir Nevai'nin yaşadığı coğrafyada bile kullanılmıyor. Haberiniz olsun ağalar, Acemin dili patlamış gidiyor. Asya'da İran yükseliyor. Evet Kabil'de, Gazne'de, Mezar-ı şerif'te, Kunduz'da Herat'ta oğuz boyundan kardeşlerimiz var ama ne yazık ki bizi anlayamıyorlar. VURUN AGOP'A Hep öyle olur. Söz dilimizdeki tahribattan açıldı mı yaylar gerilir, oklar bir Ermeni'ye döner anında. Agop Dilaçar'a! İyi de kimdir bu adam? Ne yapar? Nasıl yapar? Elinden kim tutar? 1. Cihan Harbi... Suriye Cephesi... Asteğmen Agop Martayan Halep'te İngiliz subayları ile görüşüp konuştuğu için gözaltına alınır. Maksat ne olursa olsun, esirlerle temas affedilmez bir suçtur. Sadece bizde değil bütün dünyada... Onu ihanet-i vataniye cürmü ile zincire vurur, alır götürürler Şam'a. Belki de divan-ı harbe verilecektir, sorgudan sonra... Kendi kendine "ben bittim" der, "demek ki buraya kadar..." DARAĞACINDAN Olan olmuştur artık, ifade verirken alttan almaz. Barbarlık der, eziyet der, medeniyetsizlik der ki bunlar da suçtur ayrıca. (Türk ordusuna hakaretten okka altına girebilir pekâlâ) Komutan pek kulak vermez, gözü koltuğu altındaki kağıtlardadır zira. Ellerini çözdürür, tabancasını iade eder, çay ısmarlar. Agop'un Lâtin harfleri ile tuttuğu müsveddeleri inceler, sorular sorar. "Yine gel konuşalım" der ve ast zabiti rahatlatıp uğurlar. Agop şaşkındır. Onun M. Kemal olduğunu bilmiyordur daha... Savaşın ardından bir süre Robert Kolej'de İngilizce muallimliği yapar. Sonra Beyrut'ta bir Ermeni okuluna müdür olur. Ermeni gazetesi Luys'un Genel Yayın Yönetmenliğini de üstlenir bu arada... Kendini Türkiye'de emniyette hissetmemiş olmalıdır ki Sofya'ya kaçar, Svabodan Üniversitesi'nde doğu dilleri okutmaya başlar. Ermeni gazetelere yazılar yollamaktadır hâlâ... Sonra ne olursa olur, TC ile arası açılır, vatandaşlıktan çıkarılır. TDK'NIN BAŞINA 22 Eylül 1932... M. Kemal, Agop Martayan'ı Dolmabahçe Sarayı'na çağırır... Ancak, Agop'un yurda girmesi kâbil değildir. M. Kemal ısrarcıdır. Sofya Konsolosluğunu ayağa kaldırır. Konsolos usulsüz olmasına rağmen vize vermekle kalmaz, eline 'kolaylık gösterilsin. M. Kemal'in hususi davetlisidir" şeklinde bir mektup sıkıştırır. Dolmabahçe Sarayında mevzu Türk dilidir. Davetliler arasında İstepan, Kevork, Mihran, Bedros ve Hrant Efendiler de vardır ki, soydaşlarını görünce içi rahatlar. M. Kemal Birinci Türk Dil Konferansı'nda ona Türk Dil Derneği Başuzmanlığı ve ilk Genel Sekreterlik ünvânlarını bağışlar. Agop Martayan Dilaçar, ölene kadar TDK'nın 'Genel Yazmanı' olarak vazife yapar. İlk kurultayda "Türk, Sümer ve Hint dilleri arasındaki rabıtalar" hakkında bir bildiri sunar. Tarihimizin Eti, Sümer, Urartu gibi karanlık kuyularda aranmasından rahatsız olanlar da vardır. Prof. Tahsin Banguoğlu bunlardan biridir mesela... ADİL AÇAR! 1934'te Soyadı Kanunu kabul edilir. M. Kemal kendisine Dilaçar soyadını verir o da M. Kemal için Atatürk soyadını "önerir." Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi onun çapında bir akademisyenin altına imza atamayacağı nazariyelerdir. Mertçe çıkıp "gülünç olmayalım" demesi gerekir. Ama o görüşünü belirtmez sadece emredileni yapar. Latin harflerinin oturtulması hususunda aşırı gayret gösterir. Dil Tarih Coğrafya'da Türkoloji dersleri verir. O kadar Türk asıllı varken "Türk Ansiklopedisi"ni hazırlanma işi de ona ihale edilir. 1979'da ölür. Nedendir bilinmez Devlet ajansı adını "A nokta Dilaçar" olarak geçer, TRT spikeri de "Adil Açar" diye okuyup ayrı bir garabete imza atar. Agopsa Agop kardeşim, adamın adını niye saklıyorsunuz, kimden korkuyor, niye utanıyorsunuz? Doğru dürüst söyleyin "TDK baş uzmanı Agop Martayan yarın filan kiliseden kaldırılıp Şişli Ermeni Gregoryan Mezarlığına..." Bizim cenahta hep Agop'a sövülür, yok dilimizi mahvetti de kahretti de filan... Eğer Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan Ermeni Dil Komitesinin başına geçirmek için bir Türk arasa, hayır demeyecek bir sürü dil uzmanımız çıkar. Ki Ermeniceyi bozup kısırlaştırmak, Ermeni çocuklarını dedesi ile anlaşamaz hale getirmek için fırsatı kaçırmazlar. Ermenicenin hece yapısını, alfabesini de değiştirirler icabında. TDK'DA YARIM ASIR Agop Martayan İstanbul Büyükdere'de doğar (1895). İlk ve orta öğrenimini Gedikpaşa'da, Amerikalı misyonerlerin açtığı bir okulda tamamlar. 1915'de Robert Koleji bitirir. Lisanlara karşı meyli vardır, Ermenice ve Türkçenin yanı sıra İngilizce, Yunanca, İspanyolca, Latince, Almanca, Rusça ve Bulgarcadan da anlar. 1. Cihan Harbinde Mülazim-i Evvel (yedek zabit) olarak askere alınır. Kafkas cephesine yollanırsa da komutanları o hassas coğrafyada vazife yapmasını mahzurlu bulurlar. Suriye'ye kaydırılır. Burada M. Kemal ile tanışır ve önü açılır. 1932'de Türkiye'ye getirilir, ölünceye kadar TDK'da "baş uzman" olarak vazife yapar. MİLLİYETÇİLİK DERSLERİ "...Kemalizm Türkçülüğü, Ziya Gökalp Türkçülüğünü reddetmez tamamlar. Ziya Gökalp için menşe birliği mevzubahis değildi, yabancı kaynaktan gelen fakat Türk kültürüne temessül eden ve onunla kaynaşan her şey Türk'tü. Kemalizm Türkçülüğüne göre ise "her Türk asıllı olan Türk'tür"; yabancılaşmaya yüz tutmuşsa, onu tekrar kültürüne döndürmeli, zira o Türk'ün malıdır... (Agop Dilaçar, "Alpin ırk, Türk etnisi ve Hatay halkı", CHP Konferanslar Serisi) KURTULUŞ GEOMETRİDE! Atatürk'ü, siyaset olaylarının büyük bir devlet adamı yaptığı gibi, yurdun kültür sorunları da onu büyük bir eğitimci durumuna getirdiğini, bu nitelikleriyle bîr önder değil, içten, özden, yüreği açık bir Ata, kılıcı ile ulusunu kurtaran, kalemi ile de onu yükselten bir şahsiyet olarak tanımlamaktadır. Büyük bir asker, devlet adamı, önder, eğitimci deha olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk Nutuk'ta ifade ettiği "... Millî varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklâlini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu..." anlatmanın en güzel örneği hayatının son yılında yazdığı Geometri kitabıdır. Agop Dilaçar MAZHAR OLMUŞ "Atatürk, (Elâziz) seyahati esnasında Sivas'a uğradı. Burada bir okulda (Sivas Lisesi) talebeyi imtihan ederken Hendese (Geometri) terimlerinin hâlâ eskisi gibi devam ettiğini görmüş, canı sıkılmış. Derhal, Atatürk'ün yanında bulunan Celal Bayar, Millî Eğitim Bakanı Saffet Arıkan'a yazdığı bir telgrafla bu kitapların okullardan kaldırılmasını bildirmiş. Saffet Arıkan'ın cevabı şu oldu: "İlk irşadınıza bendeniz mazhar oldum." Asım Us KUTUNBİTİK ALDIM "Dil Bayramından ötürü Türk Dili Araştırma Kurumu Genel Özeğinden, ulusal kurumlarından, türlü orunlardan birçok kutunbitikler aldım. Gösterilen güzel duygulardan kıvanç duydum. Ben de kamuyu kutlularım" Gazi Mustafa Kemal KARANLIKTA N'APCAZ? ...Teklif, tavsiye, telkıyn için ÖNERİ; alenî, bâriz, âşikâr, ayan, bedîhî, vâzıh, sarih, müstehcen, münhâl, üryan, meftuf, berrak ve defisiter için AÇIK "sözcük"leriye yetinmek zorunda kaldığımız kafama dank etdi! Türkolog Prof. Otto Jastrow şu tesbitte bulunuyor: "Bu yüzden Türk Dili kültürel çokkatlılığını ve nüans zenginliğini geniş ölçüde kaybederek yeniden ilk çıkdığı tek boyutlu bozkır diline yaklaşıyor." Aynı bağlamda babam da derdi ki "Yakında artık karanlıkda konuşamayacağız. Çünki el kol işâreti yapmaksızın merâmımızı anlatabilme imkânını kaybediyoruz." Yağmur Atsız BARİ AHENKLİ OLSA Şair Bâki "Baş eğmeziz" demiş, "edâniye dünyâ-yı dûn için, Allah'adır tevekkülümüz i'timâdımız." Şu inceliğe, şu derinliğe bakın. Edâni, dünya ve dûn... Üçü de "deni" kökünden geliyor, yani "alçak!" Bir mısrada peş peşe "alçak alçak alçak" demek zorunda kaldığınızı düşünün... Tuhaf... Acizlik... Nakarat! Böyle bir dille ne şiir olur, ne sanat! Ne gönül okşar, ne kulak! Hayati İnanç BİR İHTİMAL DAHA Bir olasılık daha var. O da ölmek mi dersin? Söyle tinim ne dersin? ...İş buna gidiyordu. Yani 'Vuslatın başka âlem, sen bir ömre bedelsin'i; 'kavuşgung başka acun, sen bir yaşama karşılıksın' diye çevirirseniz bu Türkçe mi olacak? Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya
Hermann Kvergic, Güneş Dil kimin teorisi?
10 Nisan 2011 01:00
Efendim Subaru ismi aslında "su ve boru"dan gelir, Toyota "toy" ve "otağ" kelimelerinden üretilmiştir. Birincisi tesisatçılığın ehemmiyetinden bahseder, ikincisi "arabacıya her gün bayram" gibi derin bir mesaj verir. Daihatsu "dayı - at - su"dan mürekkeptir. Canon'un doğrusu "Canan"dır, "Yama ha" zaten Türkçedir, LG'nin "El - Ci" gibi okunduğuna bakmayın doğrusu "elçi"dir. Honda "Onda", Samsung "Samsun"dur. Ağzında lokmayla konuşunca böyle çıkmıştır zahir. Opel "bükemediğin eli öpeceksin" vecizesinin modifiye edilmiş şeklidir. Fiat "fiyat"ın kestirmesi, Seat "saat"in sektirmesi, Nissan da "Nisan"ın şeddelisidir. Temel "beni silin" diye bağırmış, gâvurlar "işte aradığımız isim" demişlerdir: "Penisilin!" Teknolojiyle ne uğraşacaksın, sahip çıkalım gitsindir. DUY DA İNANMA Saçmalama dediğinizi duyar gibiyim... O zaman amcaların metinlerinden devam edelim. Agamemnon "ağa memnun"dan, Firavun "ne burundan", Amazon "amma uzun"dan, okey "ok ve yay"dan, Niyagara ise "ne yaygara"dan gelmektedir. İçinde canım Türkçemizden "mis" "is" ve "ip" gibi üç tane kelime olmasına rağmen Mississippi'ye sahip çıkılmaması âlenen tarafgirliktir. Güneş Dil Teorisini savunanlar "yaa niye büyütüyorsunuz? Neticede bu bir nazariye, eşeleyip neşeleniyoruz" deseler mesele yoktur. Gelgelelim çatık kaşlı bir kisveye bürünür, resmileşiverir. Tereddüdün mü var? İyi hâl kâğıdın gözden geçirilir. SIRP MALI HEY! Güneş Dil Teorisi sanıldığı gibi yerli malı yurdun malı değildir. 1933 yılında Viyana'da yaşayan Sırp asıllı dilbilimci Dr. H. Kvergic tarafından "keşf edilir" ve bize "pazarlanmak" istenir. Kvergic "La Psychologie de Quelques elements des Langues Turques" adlı çalışmasını Türk Dil Kurumu'ndan A. Cevad Emre'ye gönderir. A. Cevad Bey bu mesnetsiz makaleye cevap verme lütfunda bile bulunmaz, sümen altına ittiriverir. (İlerleyen yıllarda müdafii kesilecektir) Kvergic, bu defa doğrudan Cumhurbaşkanlığına yazar, aman efendim Ankara'da bir hareket, bir heyecan! Peki bir Sırp bunu neden yapar? O günlerde İtalya'da Duce namıyla maruf Mussolini diğer partileri kapatmış, Almanya'da Naziler seçimleri kazanmıştır. Avrupa'da ırkçılık pek modadır. Macarlar Himalayalarda kök aramakta (Csoma de Körös), Hitlerci uzmanlar Tibet ellerini harmanlamaktadırlar. EVRİMLE KOL KOLA Kvergiç ömrünü Türk, Moğol, Mançu, Tunguz dillerine vermiştir. Şöhret ve para peşinde midir bilmiyoruz ama yıllarca dirsek çürüttüğü mevzunun meyvelerini toplamak isteyebilir. (TDK Kütüphanesi'ndeki pdf dosyalara girerseniz, adı geçen şahsa Viyana Büyükelçiliği kanalı ile defaatle para ödendiğini göreceksiniz.) İnancımıza göre Adem Aleyhisselam ve ümmeti ziraatı, inşaatı, tıbbı, eczacılığı bilir, kumaş dokurlar. Çeşitli lisanlarla konuşurlar, on Suhûf indirildiğine göre şüphesiz okur ve yazardırlar. Halbuki Güneş Dil faraziyesi Darwinizmle kol kola yürür, mağara masallarına vurgu yapar. Onlara göre ilk insan (ki bu Türk'tür) güneşi görmüş ve "aaa" demiştir o anda. Sonra yumuşak bir g dolanır ağzına, olur mu "ağ". İşte bütün harfler ve heceler bu ana kökten doğar... Peki o güne kadar güneşi niye görmemiştir acaba? Muamma! HATLAR KARIŞINCA Osmanlı köklü bir medeniyetti malum. Yeniler ona mesafe koyarlar. Hat yasak, tezhip yasak, tecvid, tilavet, ezan yasak. Ses, renk ve şekil planında bize has ne varsa... Zinhar ve asla! Peki yerini ne ile dolduracaksın? Zor ama belki İslâm öncesi Ortaasya... Bir yandan kalem kitap gibi yerleşmiş kelimelere dahi savaş açar, bir yandan da Prof. Naim Hazım Onat'a "Arapça'nın Türk Diliyle Kuruluşu" adlı bir kitap hazırlatırlar. İyi de. Eğer Arapça menşeini Türkçe'den alıyorsa? Neden bu tasfiye? Neden bu yıkım, kıyım, arınma? Bırakın yerinde kalsın, bizdenmiş nasıl olsa. AFETE UĞRADIK "Türk Tarih Tezi" de Güneş Dil Teorisi ile başa baş gider. Bu teze göre nerede bir medeniyet varsa Türk menşeli olmalıdır mutlaka. Çünkü büyük fikirler ancak "brakisefal" kafalardan çıkar. Ellerinde pergeller kumpaslar... Milli Şefli yıllarda Türkiye'ye bir nezaket ziyaretinde bulunan rahmetli İsa Yusuf Alptekin'in (Çin hariciyesinde çalışmaktadır) bile kafasına mezura dolarlar. 80 geldi eksik 82 geldi fazla (ne ayıp ama). Sonra gider, nemrudların firavunların alınlarını karışlar, Mısır'da, Meksika'da "iz" ararlar. Kent kelimesinden hareketle Türklerin Britanya'ya çıktığını iddia ederler ki, Lord Kinross buna çok şaşar. Düşünebiliyor musunuz Afet İnan sadece 1937 yılında 40 bin kafa mıncıklar. Açılan mezarlar, âlimler, edipler, fazıllar... Mimar Sinan'ı bile kabrinde bi huzur eder, mübareğin başını gövdesinden ayırırlar. Kafaları karışıktır, kafataslarını da karıştırırlar. Emanetler DTCF koridorlarında kaybolur, ara ki buluna... Şu işe bakın Koca mimar kabrinde başsız yatmaktadır hâlâ... Ne demiş Sakallı Celal, cehaletin bu kadarı "tahsille" olur ancak. DİLLERİN ANA KAYNAĞI "Dil tezimize göre de, bu millet kültür eserlerinin adını ve bu eserler bağlı fikir sistemlerini Asya'dan sonra Avrupa'ya, Amerika'ya ve bütün dünyaya birlikte götürmüş ve içlerine girdiği uluslara da yaymıştır. Türk tarih tezinin kardeşi olan Türk dil tezi, işte bu metodla bütün ilim dünyasına dillerin ana kaynağı Türk dili olduğunu göstermektedir, davamızın büyüklüğünü ve ağırlığını biliyoruz, fakat bu bizi ürkütmüyor, ölüm uçurumunun kenarından inanılmaz bir hamle ile kalkınarak, ruhunun içindeki cevherle yeni varlığını dünyaya tanıtmış olan Atatürk Türkiyesi'nin ilim bahislerinde de şaşırtıcı büyük muvaffakiyetlere namzet olduğuna inanıyoruz." (Necmi Dilmen, üçüncü Türk Dil Kurultayı) YENİ BİR TÜRKÇE TÜKEL ÖZGÜ BİR KIVANÇ Yıl 1934... M. Kemal Türkiye'yi ziyaret eden İsveç veliahdı şerefine verdiği yemekte bir konuşma yapar... "Altes Ruayal; bu gece, ulu konuklarımıza, Türkiye'ye uğur getirdiklerini söylerken, duyduğum, tükel özgü bir kıvançtır. Burada kaldığınız uzca, sizi sarmaktan hiç durmayacak ılık sevgi içinde, bu yurtta, yurdunuz için beslenmiş duyguların bir yankusunu bulacaksınız. İsveç - Türk uluslarının kazanmış oldukları utukuların silinmez damgalarını tarih taşımaktadır. Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka alanda da onlar erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda kazandıkları utkular, gerçekten daha az özençe değer değildir. Avrupa'nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: Baysal utkusu..." Bilmiyoruz artık Veliahd tercümesinden ne anlar? ''Türkçeyi ne kadar özleştirebiliriz? Her yabancı kelimenin bir öztürkçe karşılığı bulunacağını iddia eden dilciler ne dereceye kadar haklıdırlar? Atatürk bunu denemeye karar verdi. Şimdi hiçbirimizin mânâsını bilmediğimiz "baysal utku" onun resmi bir nutkunda kullanılmıştır. Bir gün beni yanına çekip; "Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız, tabii yola döneceğiz" demişti. Falih Rıfkı Atay BÜTÜN LİSANLAR TÜRKÇE CULTURE & KİLTURMAK Büyük reis ve rehber, birkaç gün evvel kendilerini Yalova'daki son ziyaretimizde maksadın Türk milletine kendi mazisinde mevcut ve kendi mazisinden mevrus ve bu itibar ile bittabi daha mütekâmil şekiller ile istikbaline de şamil kendi kültürünü ortaya çıkararak göstermek olduğunu izah ettikten sonra Türk Dili Cemiyetinin bu yoldaki mesaisinden ortaya cidden hayret olunacak neticeler, yani hakikatler çıkması muhakkak bulunduğunu bütün bir emniyet ve kuvvetle beyan buyurdular ve "isterseniz", dediler, "evvela mevzuubahsimiz olan kültür kelimesini ele alalım." Büyük reis bize yanlarındaki kitabı uzatarak: Bu kitabın ismini, müellifini ve basma tarihini okuyunuz. - Lûgat-i çağatay. Müellifi Şeyh Süleyman Efendi Buharî. İstanbul 1298 - Şimdi kilturmak kelimesini bulunuz!... Kelimenin karşısındaki mânâ izahlarını okuyunuz. - Getürmek, ihzar, isal. irat ve peyda etmek. sevk ve ikame etmek, takarrür. - Türkçe fiillerinde mek ve mak lahikalarının kaldırılmasıyla geri kalan maddenin asıl kelime olduğunu bilirsiniz. Kilturmak fiilinin asıl maddesi kilturdur demek. Fransızca, İngilizce, Almanca gibi belli başlı garp dillerinde kullanılan kültür kelimesi ile bu kiltur kelimemiz arasında telaffuz itibarıyla olduğu gibi mana itibariyle de mevcut olan kuvvetli tetabuka dikkat etmemek mümkün müdür? (Yunus Nadi 21 Ağustos 1932 Cumhuriyet) ER-CENK-TÜRK Galyalı komutan bizdenmiş M.Kemal Adana'yı ziyaretinde İl Maarif Müdürü İsmail Habip (Sevük)'e sorar: Neydi o, az kalsın Sezar'ı mağlup eden Galya kumandanının adı? Karışık çetrefilli bir ismi vardı, ha: Versingetorix! Fransız tarihlerine göre bu isim 'bahadırların büyük reisi' demekmiş. halbuki hecelere ayırınca ne olduğu kendiliğinden meydana çıkar. Birinci hecenin başından vavı kaldır, 'er', ikinci hece 'sing', yani 'cenk'. üçüncü hece 'torik', yani 'Türk'. (Palazoğlu) * M.Kemal bir başka vesileyle, 'rota' kelimesinin İtalyanca olduğunu zanneden bir denizciye çıkışarak, bu kelimenin aslında 'yürütmek' fiilindeki 'rüt' hecesinden türediğini ve halis Türkçe olduğunu vurgulamıştır. (Necdet Uran) * Güneş Dil Teorisi'nin ışığıyle bir prototürk dili gövdelenecek ve bu dil milletler arası lengüstik tetkiklerde anadil rolünü ifa edecektir. Gayeden eminiz... Reşit Tankut * Atatürk, Atatürk antlıyız sana Güneşinden içtik hep kana kana... TDK Dilbilgisi Encümeni Başkanı A.Cevat Emre (Kvergic'in mektubunu sümen altı eden başkan) * İlim dünyasında dili ırk için esas kabul etmeyen âlimler yok değildir. Bu esas bazı camialar için doğru olabilir ama Türk için asla! (Afet İnan) * A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde yıllarca Güneş Dil dersleri okutan Necmi Dilmen 10 Kasım 1938'den sonra defteri kapar. Sebebini soranlara "Güneş öldükten sonra teorisi mi kalır" der, noktayı koyar. Onca devlet imkanı, onca bina, onca maaş, masraf... Heba olup gider. Boşuna!
.
Özalsız 18 YIL
17 Nisan 2011 01:00
> Turgut Özal, özel bir gecede ünlü türkücü İbrahim Tatlıses ile birlikte düet yapıyor. (ÖÖ) ÖZAL'DAN ÖNCE Rahmetli Özal vatandaşı yüceltip, devleti küçültmeye çalıştı. Ona göre süt sağmak, pijama dikmek, kundura çakmak, rakı mayalamak, kumar oynatmak devletin işi olamazdı. (ÖS) ÖZAL'DAN SONRA Turgut Bey tepki alacağını bilmesine rağmen "Ben zengini severim" derdi... Zira zengin vergi verir, öncü olur, ufuk açar, yatırım yapardı. Komşuda pişen bize de düşer, milli hasıla artardı. 18 YIL EVVEL BUGÜN ARAMIZDAN AYRILMIŞTI Malatyalı Turgut Turgut Özal, Sadık Bey adlı bir kâtip ile Kürt asıllı Hafize öğretmenin oğluydu. Ebeveyninin tayinleri sebebi ile Anadolu'nun değişik yerlerinde okudu. Hayali pilot olmaktı ama eşekten düşüp çolak kaldığı için Askerî okula alınmadı. Babasının vazife yaptığı Mardin'de lise yoktu. Kabataş Lisesini leyli kazandı ama 25 lira daha ucuz diye Konya Lisesine yollandı. 1945 yılında İstanbul'a geldi, İTÜ'de Süleyman Demirel, Necmeddin Erbakan'la birlikte eğitim aldı. Sıra dışı bir mühendisti, Fatin Rüştü Zorlu'nun dikkatini çekti, 1952 yılında Amerika'ya gönderildi. ABD'de sadece gökdelenlere, otobanlara bakmadı. Bazı şeyleri "sorgulamaya" başladı. Kardeşi Korkut'un desteğiyle MSP'den İzmir adayı olsa da kazanamadı... Şüphesiz bunda da bir hayır vardı... ÖÖ- Özal'dan önce bürokrasi ağır işlerdi, memure hanımlar alenen örgü örer, masaya yaklaşana "arzuhal, istida, 6 adet vesikalık, ikematgah senedi, bir de savcılıktan iyi hal kağıdı" buyururlardı. Evraklar uçuk pembe ya da kül grisi dosyalara dizilir, özenle teslim edilirdi... İçlerine bile bakılmaz, fareli bodrumlara atılırlardı... Ehliyet rüşvetle dağtılır, pasaport ancak bir ayda çıkardı. İstanbul'da kuyruk valilik binasından taşar, Cağaloğlu'na uzardı... ÖS- Özal'dan sonra dairelere bilgisayar girdi, vatandaşın beyanı "doğru" sayıldı. Rüşvet paraları kurslara aktı, şoför adayları iyi kötü bir eğitim aldı. ÖÖ- Bir mektep binası ya da bir üst geçit yıllarca sürer, bir kaç yandaş müteahhidi semirttikten sonra şaşaalı merasimlerle açılırdı. Bandolar getirilir, kurdeleler kesilir, adli, mülki ve askeri erkan hazır bulunurlardı. ÖS- Özal bize, böylesi projelerin üç beş ayda da bitebileceğini gösterdi. Hele Tayyip Bey ve Melih Başkan işin suyunu çıkardı... Artık devasa geçitler merasim yapılmadan açılıyor. Bir geçiyorsunuz yok, bir geçiyorsunuz var. "Aaa" diyorsunuz "bunu da ne zaman yaptılar?" ÖÖ- CHP devrinde şeker, margarin, sigara, tüp gaz ve akaryakıt karaborsaydı. Bakkallar ürünleri tezgah altından uzatır, fukaraya koklatmazlardı. Millet nerede bir kuyruk görse sıraya girer, "yağ mı, çay mı" diye sormazdı. Maliye bakanları ciğeri beş para etmez ülkelerden kredi alabilmek için takla atarlardı. Başbakanlığın bile kaloriferleri yanmaz, bakanlar, müsteşarlar paltoyla otururlardı... ÖS- Özal devrinde ortalık mala boğuldu, piyasa canlandı, rekabet halka yaradı. ÖÖ- Telefonla konuşmak isteyenler postane sandalyelerinde sabahlardı. Memureler yorgunluktan bitap düşer, garipler "Kastamonu üç numaraya! Adana aradan çık!" diye yırtınırlardı. Ses gider gider gelir, hatlar karışırdı. Bir miktar cızırtı bedeli ödeyip ayrılırdınız, anasının sesini tanıyan kendini bahtiyar sanırdı. ÖS- Herkes telefon sahibi oldu, postanelerdeki kirli konuşma odacıkları, yağlı ahizeler kaldırılıp atıldı. Zaten Özal da bir iletişimkolikti. Erkal Zenger'e hazırlattığı seçim otobüsü (Petek) uzay gemisini andırırdı. Galaktikasından gazeteleri okur, telefon eder, faks çeker, memleketin nabzını tutardı. ÖÖ- Sümerbank'tan allı yeşilli pazenler alınır çubuklu pijamalar diktirilirdi. Hapishane kaçkınları gibiydik, zebralara dönerdik adeta. Fakirler karalastikle iktifa eder, orta haliler Beykoz'dan kundura seçerdi. Herkesin ayağında aynı potin vardı, esnaf işi iskarpin giyene "ooo" denirdi, "havan bata!" ÖS- Turgut Bey bu alanları merâklısına bıraktı, özel sektörün önünü açtı. Firmalarımız deri ve tekstilde marka olmaya başladı. ÖÖ- Enflasyon ve yüksek faiz elinizdekini avucunuzdakini eritirdi, paramız para etmezdi... Yerli sanayii koruma duvarlarının ardına sığınır, kalitesiz mallar kat kat pahalı satılırdı. Sıfır araba alabilenler iki yıl tepe tepe kullanır, satıp üstüne para kazınırlardı. Yıllarca gaz tenekesini andıran otomobillere bindik, otobüslerde tekerlek üstüne düşenin canı çıkardı. ÖS- Evet enflasyon yine vardı ama "eşel mobil sistem" (maaşların fiyatlarla orantılı olarak artması) orta direğe nefes aldırdı. Koruma duvarları indirildi, ithalat başladı. Yabancılar girdi diye oto sanayii batmadı. Aksine sektör sınıf atladı, ihracata başladı. ÖÖ- Döviz alıp satmak yasaktı, üzerinde 5 dooçe mark yakalatanı TPKK'dan (Türk Parasını Koruma Kanunundan) yargılar, içeri tıkarlardı. Karaborsacı döviz simsarları deli para kazanırlardı. Dışarıda Türk parası geçmezdi, TL'nin yüzüne bakılmazdı. ÖS- Özal paramıza konvertibilite sağladı (dünyada geçer akçe). Kime döviz lâzımsa gelsin alsın dedi, müteşebbisimiz rahatladı. Döviz rezervlerimiz erimedi, aksine arttı. ÖÖ- Darbeciler hâlâ müessirdi. Holdinglerden hatırı sayılır bağışlar alan MDP'nin ağzı purolu başkanı "Ya biz! Ya anarşi!" sloganından medet umardı... Daha çok silah alımı, daha çok zaptiye, subaşı... Karakol ve hapishane yatırımları... ÖS- Özal "işi gücü olan insan militan olmaz" der istihdam alanı açmaya çabalardı. Silahlı Kuvvetler de en güçlü yıllarını onun devrinde yaşadı, Türkiye zırhlılar, elektronik muhabere cihazları, F-16'lar yapmaya başladı. ÖÖ- Eskiden particilik iliğimize işlemişti, altıokçularla, kıratçılar aynı kahvede oturmazlardı. Karşı partiliden alışveriş edilmez, kızları istenmez, selâmları alınmazdı. ÖS- Özal hem dört eğilimi de ANAP'tabuluşturdu, hem de muhalefete kulak verip tekliflerini ciddiye aldı. Farklı düşünenler birbirinin ufkunu açtı. Hayret! Demek muhaliflerin içinde de değerli insanlar vardı! ÖÖ- Telefon öyle herkese dağıtılmazdı. İşini bilen 5 tane "Tahtakale" yazdırır, ev arsa parası kapardı... ÖS- Her isteyene telefon, dileyene fax... Telefonlar dilekçe kadar ucuzladı, hatırlı hatırsız ayırımı ortadan kalktı. Vurguncuların çanına ot tıkandı. ÖÖ- Özal açık konuşur sonda edilecek lafı başa koyardı. Nitekim Boğaz Köprüsünü de satacağım demekten kaçınmadı. Muhalifler "vatanı sattırmayız" diye ayaklandılar. Şiirler marşlar... "İster savaş ister barış, vermem ondan tek bir karış..." ÖS- Boğaz Köprüsünü sattı ama kimse köprüyü alıp götürmedi, yine yerinde kaldı. O parayla bir tane daha köprü yaptırdı. KİT'ler de özelleştirilmeli, halkın vergileri arpalıklardaki parti militanlarına akmamalıydı. Özal dünya ile rekabet edecek mal istiyordu, destekleme alımına karşıydı. ÖÖ- Radyo ve televizyon yayını ciddi işti. Devlet tarafından yapılmalı, İstiklal marşıyla açılıp kapanmalıydı... Görüntü kopunca necefli maşraba sunulmalıydı. Radyo Tv vergileri zahmetle yatıyor, bandrol ve makbuzlar itina ile saklanıyordu. Kullanmadığınız cihazları şeker çuvalına sokup PTT idaresine götürmek ve mühürletmek zorundaydınız. Diyelim mühür koptu... Vay gelmişti başınıza, bunu mahkeme paklardı. ÖS- Özel radyo ve TV'ler devreye girdi, evet yozlaşma da oldu ama millet hadiselerin perde arkasını görmeye başladı. ÖÖ- Eskiden Kent, Palmall, Marlboro gibi sigaraları tombalacılar satardı. Tekneler Bulgaristan'dan yüklenir, kaçakçılar mâlum mercileri yemliye yemliye "malı" piyasaya dağıtırlardı. ÖS- TEKEL yabancı sigara satışına başladı, kaçakçıya giden paralar fonlara aktı. Toplu Konut bir evvelki dönemin 15 katı mesken (2.5 yılda 300 bin) yaptı.. ÖÖ- Fiş fatura tanımazdık, iş dünyası kayıt dışıydı... ÖS- Özal KDV'yi hayata geçirdi, "vergi iadesi" gibi bir usulle milleti "fiş takipçisi" yaptı. Borsa denilen şeyi öğrendik, İMKB konuşulmaya başladı. Özal, mevzuatı tırpanladı, usulle uğraşmadı, kestirmeden yol aldı. "Yap-işlet-devret" gibi pratik çareler buldu, müteşebbisin gözü açıldı. ÖÖ- AET öcü gibi görünüyordu. Siyasiler Avrupa'yla bütünleşmekten korkar, "onlar ortak olacak, biz pazar" diye propaganda yaparlardı. ÖS- Eski tüfekler "batarız valla" deseler de Özal AB'ye girmek için kolları sıvadı. Paramız oldu, itibarımız arttı, turizm patladı. ÖÖ- İstanbul, Kotil, İsvan ve Sözen'den çok çekti. O günlerde Sebze hali Eminönü'nde, nakliye ambarları Sirkeci'de yer alırdı. Haliç foseptiğe dönmüş, Tarlabaşı tıkanmıştı. Sular nadiren akar, çöpler toplanmazdı. Tifüs hortlamıştı, okullarda bit salgınları vardı. ÖS- Özal'ın başkanları gözü karaydı. Koca semtleri yıkıp geçtiler, İstanbul'da Haliç, İzmir'de körfez nefes aldı. Elbette sayısız dava açıldı ama milletin istifadesi mevzu bahis ise üçüncü tekil şahısları kaale almazdı. Recep Tayyip Erdoğan bile "eğer" demişti, "arkamda Özal gibi bir lider olaydı..." ÖÖ- Köylümüz efendimiz orakla biçmeli sıpayla çekmeliydi, sanaatkarımız çekiçle dövüp eğe ile uğraşmalıydı. Mahalle bakkalı ispirto ocağı, keçiboynuzu, leblebi unu pestil, kuru üzüm ve gaz lambası satmalıydı. Öyle biçer döverler, modern tesisler, ışıklı marketler bizi bozardı. Yerli malı Türkün malıydı her Türk onu kullanmalıydı. ÖS- Halbuki artık halkımızın %70'i köylerde değil şehirlerde yaşıyordu ve genç kuşakların beklentileri vardı. Özal dünyanın gittiği yeri görüyordu. Akıntıya kürek çekmenin zamanı değildi, yelkeni rüzgâra açmalıydı. ÖÖ- Üç tarafımız denizlerle dört tarafımız düşmanlarla çevriliydi. Moskof, Yunan, Bulgar, Ermeni, Gürcü, Acem ve Arab'a güven olmazdı. ÖS- Özal Karadeniz ülkeleri ile masaya oturdu (KEİB), bilhassa Rusya ve Ukrayna ile kârlı ticaretler yaptı. Papandreau'yu İsviçre'de yakaladı, kırk yıllık dost gibi koluna girip, meşrubat ısmarladı. Diyalogtan kaçan Rumları köşeye sıkıştırdı. Baasçılar Halepçe'de insan filitlerken Türkiye Peşmergeleri bağrına bastı. Özal seyirci değil, oyuncu olmaktan yanaydı. "Bir koyup üç almalıydı"Askerimiz Irak'a girmeli Musul ve Kerkük'te kalmalıydı. Ancak devrin Genelkurmay Başkanı istifasını sunup ayrıldı... ÖÖ- Eskiden valiler, müsteşarlar, genel müdürler titrek ihtiyarlardan seçilirdi. Bunlar objektifin kendilerine döndüğünü hissedince ciddileşir, kaşlarını çatarlardı. ÖS- Özal gencecik çocukları (Yazıcıoğlu, Kahveci) vali bakan yapmakla kalmadı, Çankaya'nın somurtkan havasını da dağıttı, Köşk'te arabesk dinledi, Red Kit okudu, çiğköfte yoğurttu, mangal yaptı. Şipidik terlikle asker denetledi, BMW'si ile asfalt ağlattı. Hani nerdeyse Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrasına mastika çaldırtacaktı. Eee bu kadarı da fazlaydı... Kartal Demirağ tutturamadıysa da bir yolu bulunacaktı... KORKULARIMIZ YERSiZMiŞ ÖÖ- Ne yazık ki korkular, tabular vardı... Sistem tenkit edilemezdi, devlet (haşa) kutsaldı. Aykırı düşünenin kafası ezilmeli, derdest edilip prangaya vurulmalıydı... ÖS-Özal, o güne kadar çok can yakan 141, 142 ve 163'üncü maddeleri kaldırdı, düşünceyi suç olmaktan çıkardı. Kürtçe kasetler serbest bırakılınca alanı satanı kalmadı... Endişelerimiz yersizdi, Cem Karaca ayak bastı diye memleket batmadı. Nice insanımız pişmanlık yasasından faydalandı. 'Nişantaşlı' Semra Turgut Bey ABD dönüşü Elektrik idaresinde çalışmaya başlar. Burada Semra adlı bir kızı gözüne kestirir, akşam ayrılırken kızın daktilosunu bozar, ertesi sabah tamir eder, tanışırlar. Daktilo o kadar sık bozulmaya başlar ki artık senli benli olurlar. Turgut Bey Semra hanıma "bir kız arkadaşım var ona ne hediye alsam" diye sorar. Semra ne derse alır "pat diye" önüne koyar. Daktilo Semra bu genç mühendisten hoşlanır ama "evlilik" lafını ağzına bile almaz. Bir gün Turgut Bey daireye bir kutu çikolata ile gelir ve millete dağıtmaya başlar. "Hayrola" diyenlere "Semra'yla sözlendik" der. Kızcağız ne desin, itiraz gibi bir şansı kalmaz. Ve biliyor musunuz, o günden sonra daktilosu bozulmaz. Turgut Bey muzip bir insandır, elinize tutuşturduğu kalem çarpar, sigaralar patlar, çakmağından su çıkar. Hatta helikopter pilotlarıyla anlaşıp ani pikeler yaptırtır, arkadaşlarını panikletmekten zevk duyar.
Oruç'lu gibi yaşa, ölümün iftar olsun
15 Mayıs 2011 01:00
AİLE OLMUŞTUK "Bizim sayfa" o güne kadar denenmiş bir şey değildi. Benzeri yoktu, taklitleri de tutmadı. Okuyucu ile bir aile olmuştuk adeta... OKUYUCULARLA Telefonda ağlayan olur, teselli vereceksin. Bağıran olur, teskin edeceksin. İşimiz bu. İnsanla... Ne halin varsa gör diyemezsin ki onlara... ÜÇÜ BİR ARADA Mehmet Darende... Mehmet Polat Gültekin ve Mehmet Oruç... Üç Mehmet de sağlıkçıydı aslında. Darende ağabey ömrünü kitap dağıtmaya adamıştı, ilk o ayrıldı aramızdan... 33 yaşında... Mehmet Polat ağabey yıllarca fakir fukara çocuklarını sünnet ettikten sonra vaktini talebelere ayırmış, Yurt Müdürlükleri yapmıştı... O da geçenlerde vefat etti. 63 yaşında... Mehmet Oruç'u en az sizler de benim kadar tanırsınız. Sağolsun kırmamış, "bas teybin düğmesine" deyip hatıralarını paylaşmıştı bir ara. İster misiniz, bırakalım kendini anlatsın. Gazetenin ilk yılları... Doğrudan okuyucuya dönük bir sayfa istendi. Önce işi Rahim Abi omuzladı, sonra Ahmet Gülmen ve Sabahaddin Çalış devraldılar. O sıralar devlet dairesinde çalışıyorum, akşamları gelip fahri olarak katılıyorum çalışmaya. İki sayfa var, yan yana. Sağ tarafta Mehmet Ali Demirbaş "Ali Güler" mahlasıyla sohbet köşesi hazırlıyor. Gerisi okuyucudan gelen hikâyeler, şiirler, kıssalar... Yazarlık, muharrirlik okuyucuya ait. Biz sadece dinen ve hukuken mahzurlu yanları var mı diye bakıyoruz, o kadar. Sol taraf ise kadın ve çocuklara ayrılmış. Fıkralar, karikatürler ve Vehip Sinan'ın çizgi romanları. Bakalım Tamer ile Topuz hangi maceralara yelken açacak? Vehip Bey rahmetli sevimli pratik bir insandı. Fıkrayı veririz, iki şık şık, al sana... Eli çabuktur, uyumludur, kibardır, hayatta problem olmaz. AVUÇ İÇİ KADAR Bu iki sayfa Cağaloğlu'nun ara sokaklarında yorgun bir binada, 4-5 metrekarelik bir odada çıkıyor. Ben gece nöbete kaldığım için oturabiliyorum ama gündüzcülere masa yok, sandalye yok, telefon yok... Yok yok yok... Diğer sayfaları yazı işleri hazırlıyor, Bizim Sayfayı muhteva olarak da, teknik olarak da bizden soruyorlar. O zaman böyle bilgisayarlar nerede? Değişiklik oldu mu felaket yoruyor. Neyse... Yapa yapa piştik geldik kıvama. Enver Abi servisimizin elemanı gibi, gelir gider, oturup sayfa çizer hatta... Mizanpaja çok ehemmiyet verir, baktın mı ferah olacak! O zaman mail yok. Mektuplar tek tek açılacak, daktilo edilecek, cevap yazılacak. Baş etmenin imkânı mı var? Gönüllü arkadaşlarımız uğrar, en azından daktiloya çekilecekleri alır bizi yükten kurtarırlar. Hukuk talebesi Erdoğan Dinçbaş onlardan biriydi mesela... İSVİÇRE NERE Okuyucu ile iç içe olmak iyidir hoştur da bazen yorar. Bu gün mektubu postaya verir, yarın "yazım niye çıkmadı" diye sorar. Telefon işleri daha da artırdı. İstişare merkezi gibi olduk bir anda. Bize güveniyor, mahrem meselelerini bile açıyorlar. Hiç unutmam İsviçre'den bir hanım aradı. Anladığım kadarıyla elinde İlmihal var ama detaya dalıyor. Sordum "kelimelerin üzerinde niye duruyorsunuz bu kadar?" -Beyim yeni Müslüman oldu da... Okuduklarımı İngilizce'ye çevirip aktarıyorum ona. -İyi de bizim İngilizce yayınlarımız var, yollayalım enişte bey kendi okusun. Sonra çocuk yayınlarımız var, kasetlerimiz var. -Aaaa ne iyi... Bunları ne zaman temin edebilirsiniz? -Problem değil hemen bulabilirim. -Tamam öyleyse ilk uçakla geliyorum. -Zahmet etmeyin posta ile yollayabilirim. -Yok ben gelip elimle alayım. İçim içime sığmıyor. Pat diye geldi, şaşırdık. Sordu "Ücret?" "Ücrete gerek yok" dedim, "hediyemiz olsun!" O da tuttu hatırı sayılır bir para bıraktı, "hizmetlerde kullanın o zaman!" HİNDİSTAN NERE? 4-5 ay ya geçti ya geçmedi. Baktım aynı kadın telefonda. - Alo Mehmet Bey. Şu an beyimle birlikte Serhend-i şerifteyiz, Hindistan'da. İmam-ı Rabbani Hazretlerini nasıl ziyaret edebiliriz acaba? Soruyoruz soruşturuyoruz tanıyan yok buralarda... - Yarım saat sonra arayabilir misiniz? Aradı... Bizzat İmam-ı Rabbani Hazretlerinin torunu Şeyh Nizameddin Efendi'nin telefonunu verdim. Mübarek "olduğunuz yerde bekleyin" demiş, "ben gelip sizi bulacağım." Almış, tekkeye götürmüş üç gün misafir etmiş, yedirmiş, içirmiş, yatırmış, emanetleri göstermiş, çilehaneyi açmış. Nasıl memnun olmuşlar anlatamam. GAZETENİN DE ÖTESİNDE Adım gibi eminim, bir kardeşimizin İsviçre'de işi çıksa onlar da öyle davranacaklar. İşte böyle böyle aile oluyorsunuz, halka genişliyor.. Hoş bizimki gazete sayılmaz, klasik okur yazar münasebetinin ötesinde bir dostluğumuz var. Kastamonu'dan bir öğretmen geldi. Pırıl pırıl bir genç, yüzünden nur akıyor. "Abi ben Güneydoğuluyum ya.." - Olsun ne var bunda? - Bekar kaldık, kız vermiyorlar. Olacak bu ya bir hafta evvel bir kızcağızdan mektup almışım. "Abi babam beni uygunsuz biriyle evlendirmek istiyor, din gayreti olan bir tanıdığınız yok mu acaba? Adresini verdim. Git gör, Niğde Aksaray'da... Görüşmüşler, konuşmuşlar, birbirinden hoşlanmışlar. Nasipmiş oldu. O genç şimdi bir lise müdürü... Çok da mutlular... Çocuklarını da alır, ziyaretime gelirler hâlâ... İŞİMİZ İNSANLA Yine İzmir'den bir genç kız mektup atmış. Bizim yayınları okuyunca namaza başlamış, kapanmış. Üzerinde korkunç bir aile baskısı... Felaket bunalmış... Biz ısrarla "anneni babanı üzme" diyoruz, "aman onları hoş tut, sakın kalplerini kırma." Bir sabah işe geldim. "Bir hanımefendi sizi bekliyor." Baktım boynu bükük, köşede oturuyor. - Buyurun? - Mehmet Abi ben size mektup yazan filancayım. Annem babam evden attılar. Kapına geldim, artık sen bilirsin, düşmüşüm ocağına. Evde telefon da yok ki haber versem, hani hanım hazırlansa... Aldım akşam götürdüm eve. Sağ olsun yengeniz bir güzel ağırladı. Birkaç gün de bir başka arkadaş misafir etti. Anasının babasının arayacağını sanıyorduk ama aldanmışız. Köprüler atılmış, kapı duvar... Yalnız yaşayan bir teyzemiz vardı, onun yanına yerleştirdik, derken talibi çıktı, evlendirdik. Şükürler olsun yuvasını kurdu, ele güne muhtaç olmadı. Şimdi telefonda ağlayan olur, teselli vereceksin. Bağıran çağıran olur, teskin edeceksin. İşimiz bu. İnsanla... Ne halin varsa gör diyemezsin ki onlara. EKOLDU OKULDU... Bizim Sayfa bir okuldu adeta... Osman Ünlü, Ünal Bolat, Hasan Yavaş, Hanefi Söztutan, Ali Kara... Belki 50 gazeteci yetişti burada. Bir ara Hazreti Ali'nin (Radıyallahu anh) bir duasını yayınlamıştık. Şimdi Arapçasını bassak yerlere düşecek, maazallah ayaklar altına... Onun için "isteyene aslını yollayabiliriz" demişiz. Nereden bileceksin on binlerce mektup gelecek. Diğer servislerden de yardım istedik, gece gündüz çalışıyoruz, nefes almadan... Hepsine de ulaştırdık sonunda. Mektupları ciddiye alırız, cevap yazarız mutlaka. Diyelim bir soru geldi. Hemen muteber kitaplara bakarız. Bulamazsak hoca efendilere sorarız. Aynı sorularla ikinci defa, üçüncü defa hatta yüzüncü defa karşılaşırsınız. Biliyorsunuzdur artık. Pat pat cevabını vermekle, kalmaz sıralarsınız kaynaklarını da. Hal böyle olunca itibarımız arttı. İki kişi münakaşa mı etti? Hemen bize açar, danışırlar, hakem tutarlar hatta. Bir nevi müracaat yeri. Adımız çıktı mı hocaya. MESAİ Mİ? O DA NE? Mesai gibi mefhum tanımazdık, yaz tatili, hafta sonu bilmezdik. Cumartesi Pazar daha bereketli geçerdi hatta. Bazen yazarları da uyarırdık. Mesela Rahmetli Ayhan Songar Regaip kandilini Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) ana rahmine düştüğü gün gibi anlatınca "sayın Hocam" dedim, "7 aylık olmak tıbben kusur mudur?" - Kusurdur. - Normal bir insan için kusur sayılan süre, kusursuzların en kusursuzu için doğru olabilir mi? Sizin tarifinize göre doğum 7 ayda. - Haklısın, bunu düzeltmemiz lazım. Tevazu sahibi bir insandı, hatasını söyleyebilirdiniz, kırılmazdı. Rahmetli Ahmet Kabaklı Hoca da ara sıra sorar: "Mehmet. Okuyucular benim hakkımda ne diyorlar?" Açıkça söylerdim. "Temellerin Duruşması (resmi ideolojiye uymayan bir kitaptı) kafalarına takılıyor. Bunun yarısının yarısını yazanlar bile mahkemelik oldu. Siz 17 baskı yaptınız, neden tahkikat açılmıyor?" "Açılmaz" derdi. "Ben söze devlete cumhuriyete söverek başlamıyorum biiir. Kitabın reklamı olsun istemezler ikiii." NE DEMEK, DERHAL! Bir gece... Saat onbir suları filan. Adamın biri girdi, döner bıçağını çıkarıp koydu masaya. "Kaç defa yazı yolladım niye neşretmiyorsunuz? Bak kızdırmayın beni, elimi bulatmayın kana!" Baktım amca problemli, alttan aldım. Buyrun oturun dedim, çayımız taze size de verelim. Üst katta Ünal Bolat var, zeki bir arkadaş, rolünü iyi oynar. Hemen açtım telefonu."Gel bakiym buraya!" Geldi. "Sen niye beyefendinin yazısını girmiyorsun? Çabuk özür dile, işten atarım yoksa." İçinde bulunduğumuz durumu fark etmiş olmalı. Ellerini ovuşturmaya başladı "Özür dilerim efendim. Kabahat bende, bi daha olmayacak!" Adamcağız değişti, "benim için çocuğu işten atma" dedi, "gençtir, kusuruna bakma." Sayfamızın adı 28 Şubat'tan sonra "İnsan ve Toplum" olarak değişti. Aradan yıllar geçti, telefonu açan "Bizim Sayfa mı" diye sorar hâlâ. SUS DEDİK YA SANA! Ali Güler hayranı biri geldi... Nasıl seviyor, toz kondurmuyor. Büyük bir saygı ile sordu "Hocaefendi neredeler acaba?" Şimdi nasıl diyeceksin ki öyle biri yok, takma ad, mahlas... "Şu anda na mevcud" dedim, "bir notunuz varsa alayım." - Neyse... Hocaefendiye bir sualim olacaktı. Size sorayım o zaman. Sordu. Başladım anlatmaya. O arada Mehmet Ali Demirbaş (Ali Güler müstear ismiyle yazan ağabeyimiz) gelmesin mi? Kenarından köşesinden söze karışacak gibi oldu. Ona bir çıkıştı. - Sus kardeşim, sen ne karışıyorsun? Mehmet Ali Abi bir kere daha sohbete katılmaya niyetlendi. Ziyaretçimiz "sana sus dedik" diye gürledi "şuna bak ya, laftan da anlamıyor ya!" Kimi azarladığını bilse... Çok utanacaktı ihtimal... İSTANBUL EFENDİSİ Olur mu demeyin oldu... El kadar odada Şahap Ayhan'ın dosyasını kaybetmişim. Ara tara yok, içinde bir haftalık yazı ve çizgiler var. Telefon açtım ama kıvranıyorum, giremiyorum ki mevzuya. Şahap Abi şöyleydi de böyleydi... - Ya Mehmet söylesene ne var? - Abi biz önümüzdeki haftanın yazılarını resimlerini kaybettik haberin ola. - Kaybolur be abicim ne var bunda? Ben yine yapar yollarım, sen canını sıkma! Böyle bir İstanbul beyefendisiydi işte... Hâzâ insan. Sanki sinirlerini aldırmış "asabiyet" diye bir kelime yok lügâtında... PRENSİP İTİBARIYLA O zamanlar Bizim Sayfa'da tefrikalar çıkıyor. Seyyidet Nefise hazretleri hakkında ünlü bir kadın yazardan yazı bekliyoruz. Çok güvendik başka hazırlık da yapmadık. Bi geldi, vay vayy vayyy. Sanatlı bir metin ama ölçülerimize uymuyor. Gittim "efendim" dedim, "şu şu şu ifadeleri değiştirebilir misiniz acaba?" - Değiştiremem! Ben yazdığımı bozmam, bozdurtmam! Enver Abiye gösterdim. "Bir de benim selâmımla git" dedi "umarım kırmaz." Gittim "ı ıh" zerre kadar esnemiyor. "Prensib itibarı ile yapamam da filan..." Enver Abi de üzüldü. "Peki şimdi n'olcak?" -Efendim, Şahap Ayhan geliyor aklıma, o zor günlerin adamıdır, bir yol bulur mutlaka. -Tamam öyle yapalım. Bir zarf hazırladı. Al bu parayı da hediye et ona... Üsküdar Altunizade'de otururdu. Evini buldum kapısını çaldım Yaşlı bir teyze çıktı (annesiymiş. -Şahap ağabeyi aramıştım? -Karaburun'a gitti. -Adres telefon... -Yok valla. SÜR KARABURUN'A Karaburun dediğin yer Terkos'tan öte, taaa Karadeniz kıyılarında... Niyetlenmişiz bir kere, dönecek değiliz ya. Trafik mrafik derken vakit hayli ilerledi, yatsı dağılmış, ışıklar tek tek sönüyor. Sordum soruşturdum evini gösterdiler. Garibim şaşkın "siz de nerden çıktınız ya?" - İçeri almayacak mısın abi? - Aaa tabii, buyrun, buyrun... Anlattım... Böyleyken böyle... "Seyyidet Nefise hazretleri hakkında bir şeyler hazırlayabilir miyiz acaba?" - Ne demek? Hele otur çayını yudumla, ben hemen iki günlük hazırlarım sana. Oturdu birkaç saat içinde yazdı, çizdi, kağıtları koyduk mu çantaya. Ayrılırken eline zarfı sıkıştırdım. "Enver Beyin selâmları var." "Bi dakka" dedi, zarfı açtı, tek tek saydı... Sekiz, sekiz buçuk, dokuz, dokuz buçuk, on! 20 tane mor beşyüz hiç unutmam. Biliyor musun dedi, yarın on bin liralık bir ödemem vardı. Sabahtan beri eşi dostu arıyorum kuruş bulamadım daha. Oturmuş düşünüyordum kara kara... Hani derler ya kul sıkışmayınca.
.
Çocuklarının dilinden Ali İhsan Arvas
22 Mayıs 2011 01:00
MAKSAT TEBLİĞ Nasreddin Hoca büyük bir âlimdir aslında... Güldürürken düşündürür, mesajlar gizlidir fıkralarında... USÜL MİZAH Eski Gevaş Müftüsü Merhum Ali İhsan Arvas da aynı usulü izler, halka böyle daha faydalı olur zira... Müftülük itibarlı bir mâkâmdır mâlum ama babam o bildiğimiz amirlerden olmadı asla. Atar cübbesini sırtına karışır halkın arasına. Dert dinler, kız ister, dargın barıştırır, hakemlik yapar sonra. Yatsıdan hemen sonra yatar, sabah imsakla kalkar. Zaten dilindedir "tez uyu tez uyan!" Bakarsın gecenin bir vakti uyanmış, meşgale aramakta. Daha evvel cami evinde kalıyorduk, babam vakıf mülkünde rahat edemedi. Bir ev yaptırmaya niyetlendi. O gece "gideyim bi inşaatı dolanayım" diyor. Ne görse beğenirsiniz, iki kişi kalasları yokluyor. Bu iyi... Yok bu daha iyi... Hiiç ses çıkarmıyor, sonunda karar veriyorlar "tamam bunu götürelim!" Öndeki ağacı omzuna alıyor, arkadaki babamı fark ediyor, sessizce sıvışıyor. Öteki yırtınıyor "hadisene be, hadi hadi!" Babam omuzluyor, hırsız önde, o arkada yürüyorlar, git git mahalle bitiyor. Yolda habire azar işitiyor, "Yürü dedim sana, sallanma!" Neticede yarım bir inşaatın önünde duruyorlar. Adam ağacı indirmek için dönünce peder ile yüz yüze geliyor. "Ya kurban siz burda. Aklım almıyor!" - Eee taşı dedin ya. Seni mi kıracaz? Başlıyor kendine beddualar etmeye, yok ocağım söne, yok gözüm çıka... -Ya tevbe de oğlum, bırak bedduayı, tutar mutar sonra! -Şeyhim ben bir hatadır işledim, haydi direği sizin eve taşıyak. Elini omzuna koyuyor: Ben onu senin için taşıdım, diyor helal-i hoş olsun, takma kafana. ZİNDAN MEYDAN Akşam gelir yorgun. "Hele buyrun!" -Biz yemişiz baba. -Öyleyse İhsan'ı çağırın. İhsan bizim komşumuz, garip bir hamal... Şimdi nerede bulacaksın. Neredeyse gece yarısı olacak. Yalnız yemeye alışmamış kı. Lokmasını paylaşmasa kendini suçlu sayar. Ağzında o meşhur vecize "Dostlarla zindan meydan, düşmanla meydan zindan!" O YAŞTA BU İLİM... Şemseddin amcam kardeşlerin en küçüğü ama ilimde derya. O yaştaki bir insanın böyle bir ilme sahip olması zahiren mümkün değil. Ömrü yetmez zira. O günlerde Din İşleri Yüksek Kuruluna (fetva dairesi) feraizle alakalı bir mesele geliyor, çözemiyorlar. Müftülüklere tamim gönderiyorlar, çevrenizde bu işten anlayan var mı acaba? Kasım Amcam "bunu çözse çözse bizim Şemseddin çözer" diyor. Gösteriyor. "Bi bakayım abi... " Hem hallediyor, hem izahını yazıyor. Ankara'dakiler bu berrak ilme hayran oluyorlar. Bir kısmı da yazısına vuruluyor. Hani icazetli hattat olsa bu kadar yazar. UMURUNDA MI? Kasım Amcam Van Müftüsü, haliyle babamın amiri... Dedem ise Gevaş'ın köyünde vazifeli, yani babamın personeli... Babam sadece Gevaş'ta değil Van, Hakkari ve Bitlis'te de tanınır. Tabiri caizse hakimdir savcıdır, devletin çözemeyeceği işleri oluruna bağlar, Aşiret kavgaları, kan davaları bu yüzden bir türlü oturamaz koltuğunda. Bir ara Kasım amcam ikaz ediyor "bak Ali İhsan Abi sormadan şehir dışına çıkıyorsun. Hakkında işlem yapacağım haberin ola." -Hiç tavsiye etmem. Ben de babanın sicilini bozarım yoksa! BİZİMKİ ÖLMEDİYSE... Ankara'da bir seminer var, Van'dan amcam, Gevaş'tan babam katılıyor. Birlikte Diyanet Reisi Lütfü Doğan'ı ziyaret ediyorlar. Reis Bey hususi bir âlâka gösteriyor, masasından kalkıp yanlarına oturuyor. O günlerde çocuk zammı yeni çıkmış, Babam "iyiymiş" diyor, "artık maaş vermeseniz de olur bana." -Çocuğunuz çok herhalde? Kasım amcam "Abim iki evlidir" diye takılıyor. - Söyleyene bak reisim, kendisi üç evli! - Efendim ben üç defa evlendim ama birinci hanımım vefat etti ikinciyi aldım. İkinci de rahmet-i rahmana kavuşunca... - Tamam benimkiler ölmedi. Suçumuz bu mu acaba? MİSAFİRİN ŞAŞKINI Bazıları aşırı hürmet gösterirler ama yorarcasına. Ye dersin yemez, otur dersin oturmaz. Misafirin şaşkını ev sahibine ikram edermiş, ısrar, ısrar ille de siz buyrun hocam. Gereksiz iltifatlar, sohbetin insicamını bozar. İşte onlardan biri eline kapanırken çayını deviriyor, kalkıyor ayağa yandakinin bardağına basıyor. Onu düzelteyim derken arkadakininkini... Babam "cemaat rahmet" diyor "herkes kendi çayını döksün, muhterem yorulmaya!" Nakşibendi yolunda setrolmak esastır, yani saklanmak. Dedemi tanımayan kendi halinde bir köylü sanırdı. Babam ise mizahın arkasına sığındı. Hem tebliğin bu şekli daha tesirliydi. Cemaatin hafızasında latifeler, menkıbeler kalıyor zira. Herkes babasını farklı görür ama benimki hakikaten efsaneydi. Batıda tanınmıyor olması büyük kayıp. Hatıraları kitaplaştırmak borç oldu bana.. Takyeddin Zahid Arvas GARİBİN GÖNLÜ OLA Bizim bir değirmenimiz vardı... Harman zamanı gider çalıştırırız. O yaz yine gittik. Köylüler çok sevindiler. Çağıran çağırana... Şeyhim kuzu keseyim! Ezgulem bekleriz bak, hindiler tam kıvamında! Hepsi ısrar ediyor, bir aksakallı kenarda duruyor. Belli ki fukara. Akşama kadar sıkı çalıştık. Sadece su içmişim. Etli pilavlı hayaller görüyorum. Kime gideceğiz acaba? Neyse çıktık, babam gitti o garibin kapısını çaldı. Kırık dökük bir eşikten girdik, tahtalar çürümüş dağılmış, yaslansan ev yıkılacak. Adam nasıl hislendi anlatamam. Gözyaşları sicim oldu inan. Babam "bana bir kase yoğurt bul yeter" dedi, "bir parça da peynir olursa, Bahaeddin'im de doyar." Garibim sahana yumurta kırmış, domates biber de katmış yanına. Babam bir sohbet yaptı ki anlatamam. O güne kadar hiç duymadığımız şeyler. Ne ince bilgiler, ne hikmetler. Hem güldürüyor, hem ağlatıyor. Korku ile ümit arasında gidip gidip geliyoruz. Bir havf, bir reca... Adamcağız yatakları serdi sanırsın sakız. Çarşaflar yıkana yıkana erimiş, mis kokuyor ama. İnanın o akşamki kadar huzurlu bir uyku uyumadım hayatımda. Ne hoş rüyalar, uçtum adeta. AYRI TUTAMAM Ömrünün son aylarında Vakıf Guraba'da yattı. Gündüz kız kardeşlerim bekliyor, gece nöbet kalıyor bana. İşler de nasıl kesif... Takvim bir yandan, ansiklopedi bir yandan... Bu müessesede babama çok itibar ederler. Dese ki şunu işe al, biliyorum alırlar. Ne yazık ki bazı hemşehrilerimiz bunu kullandı. Hısmıyım, akrabasıyım deyip iş kopardılar. O gün Merter'den çıkıyorum. Merdivende amirim yakaladı. "Bak Bahaeddin arkadaş da sizdenmiş." "Hoş geldiniz" dedim, "nereden?" / Van'dan / -Neresinden? / -Gevaş'tan /-Kimlerdensiniz? / -Ben Ali İhsan Arvas'ın oğluyum... Pes valla. Bu kadar da olmaz. Yalanını yüzüne vurmadım ama... Geldim babama "haberiniz var mı" dedim, "yeni yeni kardeşlerimiz oluyor. Bu gidişle çocuklarınızın sayısı yüzü aşacak!" Olsun dedi, ben hepsini seviyorum, baba diyeni itemem, evlâdımdan ayrı tutamam. O BÜYÜK, BEN YAŞLI Şemseddin amcam, babamın yaşına hürmet eder, elpençe divan dururdu yanında. Babam onun ilmine hürmet eder, saygıda kusur etmezdi asla.. Şemseddin Amcam vefat edince Hasan Yavaş Hoca sordu: "Efendim siz mi büyüksünüz yoksa Şemseddin Amca mı?" - Hazret-i Abbas'a soruyorlar "siz mi büyüksünüz yoksa Muhammed-ül emin mi?" Mübarek cevap veriyor: "Elbette o büyük, fakat ben daha önce doğmuşum..." Bahaeddin Arvas Rahmetli babam bir hikmet avcısıydı. Bilhassa ibadetleri pek güzel anlatır. Neden rüku? Neden secde? Tehıyatta eller niye dizler üstünde? Gevaş'ın bir kasetçisi vardı, o günlerde işleri kesat. Nuriye hanım çoğaltsın diye bir band gönderiyor. Babamın bir vaazı... Miracı anlatıyor. Şeyh Ahmed-i Cüzeyri Hazretlerinin divanından beyitler okuyor arada. Adam kendini kaptırıyor, sesi yükseltiyor. Bir baksa ki dükkanın önü ana baba günü. Millet huşu ile diz çökmüş oturuyor. Bundan bana da çoğalt... Bana da... Bana da... Adeta seri imalata geçiyor, hayli para kazanıyor. O sayede bir soluk alıyor. KAÇTIKÇA ÜSTÜNE... Babam Şafii idi, köpekten sakınır. Onlar da inadına peşine takılırlar. Köpek kovaladı mı ev, ahır fark etmez, ilk kapıyı açar, içeri dalar. Gevaşlılar alışkındır, hoş karşılarlar. Bazen sorarlar "Ya hocam sen bize bunun duasını öğrettin. Kendin de okuyup üflesen ya!"/-Yahu köpeği görünce aklıma mı geliyor? Rahmetli Babamı çok severler, sözünden çıkmazlar. Hasım aşiretler olur, kız kaçıranlar, kan davalılar... Valiler, mebuslar aciz kalırlar. Babam "gelin bakayım buraya, sarılın kucaklaşın" dedi mi, bitti, gitti, tamam. Ben bilirim yedi sekiz kayıp veren aileler bile dost oldular. Birbirlerinin aleyhine tek kelime konuşturamazsın. Ahidlerine sadık kaldılar. Vecheddin Arvas GEVAŞ'IN UNUTULMAZ MÜFTÜSÜ Ali İhsan Arvas, Seyyid Fehim Hazretlerinin torunlarındandır. Babası Seyyid Hüseyin Efendi, Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin hatm-i hacegân, zikr ve sohbet için izin verdiği nadir zatlardan biridir. Tek parti devrinde yaşamasına rağmen çocuklarını mükemmel yetiştirir. Ali İhsan, Kasım ve Şemseddin Efendiler ilimleri ile tanınırlar. Ali İhsan Arvas, Muş, Nurşin, Gevaş - Şivanik, Reşadiye, Arvas ve Tatvan medreselerinde okur. Zor günlerdir, Jandarma anlamasın diye yevmiyeci kılığına girer, gündüz tırpan çeker, gece gömülür satırlar arasına. Hem Ehl-i beyttendir, hem de ahlâken çok benzer Habibullah'a (Sallallahü aleyhi ve sellem) Lügâtında hayır kelimesi yoktur, elinden bir tıfıl tutsa, takılır gider ardınca. Uzun yıllar Gevaş Müftülüğü yapar, öylesine sevilir ki menkıbeleri anlatılmaktadır hâlâ..
Tevazu denince Bedreddin Arvas...
19 Haziran 2011 01:00
SUNUŞ ...kubbede hoş bir sada idi! On yıl evvel böylesi bir yaz günü kaybettiğimiz Bedreddin Arvas Doğu Anadolu'da tecvid ve tilaveti ile bilinirdi. Okur musunuz dendi mi asla nazlanmaz, Süleyman Çelebi'nin Mevlid-i şerifini ve Şeyh Ahmed-i Cüzeyri Hazretlerinin divanını dillendirirdi. Kendine has, yanık, hüzün yüklü bir sesi vardı, insanın yüreğine işlerdi. Ömrünün son yıllarında talepleri kıramamış (TGRT FM Stüdyolarında) Molla Cüzeyri Hazretlerinin divanını seslendirmişti... Bedr dolunay demek, Bedreddin "dinin nuru ışığı!" Hakikaten bir nur, halâvet, sevimlilik vardı simasında... Derler ya ismi ile müsemma. Biliyor musunuz merhum dedem (Şeyh Masum Efendi) dua etmiş. Ya Rabbi oğullarım için zenginlik istemiyorum, yalnız biri âlim olsun, biri gönül ehli, birinin de sesi billur gibi. Babam rahle başına bir oturuyor üç beş haftada hatmediyor. Hocası da şaşırıyor dedeme geliyor "Efendim Bedreddin hatmetti!" Dinlemek isterdim ama benim yanımda sesi çıkmaz, sen yan odaya al, bir aşır okut ona... Dinliyor namütenahi bir ses, aliyyül âlâ. Bu duam da kabul oldu Elhamdulillah. Tecvid, tertil, tam kıvamında... Sanırsın Kahire'den hafız gelmiş Van'a! Rahmetli babam Kur'an-ı kerimi, Molla Cüzeyri Divanını ve Türkçe Mevlüd-i şerifi pek güzel okurdu. Tarif ederken "hani" derler, "o sesi güzel seyyid var ya..." HASRET VUSLAT Dedem Masum Efendi nüfuzu olan bir insan, düşünebiliyor musunuz sırf bu yüzden sürgüne yollanıyor. Babamı son defa kucağına alıyor, öpüyor kokluyor, Gevaş iskelesinden kalkan tekneye bindiriliyor. Önce Van, oradan Trabzon. Soma, Sındırgı derken 10 yıl Marmaris'te ikamete mecbur ediliyor. Sonra Ankara'ya getiriliyor. O günlerde İbrahim Arvas avukat, medeni cesareti olan bir insan. Fevzi Çakmak'a çıkıyor, "Masum Efendi vatan millet sevgisi ile dolu bir büyüğümüzdür" diyor, "ondan ne istiyorlar?" Fevzi Çakmak tebdili kıyafet ediyor, gidip Taceddin Dergâhında dedemi buluyor. Halini hatırını soruyor. Hayat hikâyesini dinliyor. Masum Efendi "bizden Rus ve Ermeni çetelerine karşı mukavemet etmemiz istendi, kâbul ettim. Hatta sol kolumu bu uğurda kaybettim. Dün bana gazilik unvânı verenler, bugün süründürüyor. Bir vatandaş devletinden üç şey bekler "Hamiyet, mürüvvet ve sadakat!" Bizim bunları istemek hakkımız değil mi acaba? Mareşal müteessir oluyor. O hızla Başvekil İnönü'ye çıkıyor. Paşam biz bu adamı niye tutuyoruz Ankara'da? - Aman aman aman. Çok tehlikelidir onlar! - Nasıl tehlikeli! - Ermenilere karşı üç günde harekat başlatabilen biri bize karşı da başlatabilir. Madem güç sahibi, memleketinden uzak tutulsun o kadar. - Bu söylediğinizin mantığı var mı paşam! - Peki mesuliyeti üstlenir misin? - Getirin ne imzalanacaksa... İmzalıyor ve salıyorlar. Dedemin Van'a geldiğini duyunca babam çok heyecanlanıyor... Koşuyor, nasıl kalabalık... İçlerinden biri babası ama hangisi? Tanımıyor ki... Ayrıldığında üç yaşındaymış daha! Bir anda gözleri gözlerine saplanıyor, yüreği kafesine sığmıyor. Koşup boynuna sarılıyor. Masum Efendi onu bağrına basıyor, doya doya kokluyor. Çocukcağızın boynu bükük kalmış. Elinden tutuyor, "gel sana yeni bir elbise alalım, potin bakalım." Çarşıda yürüyorsun, baban yanında. Saadet bu işte, insan ne ister ki başka! KAVUNUN KOKUSU 7 erkek kardeşler, Mehmet Bakır, Selim, Selahaddin, İbrahim, Taha ve Emin Garbi Amca... Her birinin de kendine has hususiyetleri meziyetleri var. Mâlum seyyid çocukları zeki oluyor. Dedem (Rahmetullahi aleyh) o sene bir kavunu tohumluk bırakıyor. Diğerleri bitiyor, bu son parça göze batıyor... Kokusu esans gibi yayılıyor ortalığa. İbrahim amcam "Ya Bedreddin" diyor "bu kavunu yesek mi n'apsak?" - Babam kızmaz mı? - Nerden anlayacak? - Ya sorarsa? - Sen çık hele sırtıma... Öyle tarlaya giriyorlar. "Kopar şu kavunu!" Koparıyor. "Al kucağına!" Alıyor. "Kes*!" Kesiyor. "Ağzıma koy!" Koyuyor. "Kendin de ye!" Yiyor. Dedem ertesi gün siz gelin bakayım buraya diyor. İki zanlı yan yana! - O kavuna n'oldu çocuklar? İbrahim amcam "eğer kavuna dokunduysam" diyor, babam ise "eğer ayağımı bostana bastıysam!" Mübarek gülüyor, gülüyor, gülüyor: "Hadi afiyet olsun" diyor, "onun kokusu sizden geliyor!" FUKARA GUREBA ARASINDA Babam hep gariplerle olurdu, aranmayanları arar, sorulmayanları sorar. Bir gün Mazhar Geylani amca babamı yad ediyordu. "Hayatımda bu kadar alçak gönüllü bu kadar zarif, sanatkar bir insan görmedim" dedi, " O seyyidliğini de izhardan kaçardı." Mehmed Said Hoca "Biliyor musunuz" dedi, "Hazreti Hasan da (Radıyallahu anh) seyyidliğini saklardı. Hatta bir gün çarşıya çıkıyor, kendisini tanımayan bir esnaf arıyor. Bakıyor yabancı bir sima. Ben bunu tanımıyorsam oda beni tanımaz. Alacağı malı seçiyor, soruyor ne kadar? Şu kadar! Bu ses, bu çehre, bu nezaket, bu asalet... Besbelli! Habibullahın kokusu var. - Pazarlık sünnettir onda bir indirim yapsan? - Efendim size yarıya da olur. Mübarek bakıyor tanındı, "kalsın" diyor, vazgeçiyor. İYİLİK... HERKESE AMA... Babam herkese iyilik yapardı, bilhassa hışmına uğradıklarına. Bazen hakaret ederler, azarlar, ileri geri konuşurlar. Anında unutur, kesinlikle kayda almaz. Hepsinin de resmi dairelerde, belediyede, vilayette işi çıkar, gelir yardım isterler. Babam bir şey olmamış gibi gider işlerini halle çabalar. Çocukluk bu ya... Ürktüğünü, çekindiğini sanırdık hatta.. Hastalığında da hiç zevali olmadı. Ablama "bana bir ay sabret kızım" demiş, "merak etmeyin sizi üzmem, yormam!" Istırabı yoktu, nefes almakta zorluk çektiğinde araba ile çıkarıp gezdiriyorduk, koltukta azıcık dalıyordu, o kadarcık uyku yetiyordu ona. Vefatına bir hafta kala dermanı azaldı, abdeste götürmek için koluna girmeye başladık. Babam bir seferinde yine hareketleniyor, annem ile ablam ayağa kaldırıyor. Sanki Seyyid Fehim hazretleri gelmiş gibi konuşuyor, gözleri kapıda. -Efendim hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Sonra bir daha... Bu sefer Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine hitaben "buyurunuz Efendim şeref verdiniz" diyor, ihtiram dorukta... Ablama hitaben "görmüyor musunuz hanemize teşrif etmişler" diyor. Sahi sanırlar sonra... Babam Gevaş'ta Selimiye Camisinin İmam Hatibiydi... Van Şamranaltı camisinde de vazife yaptı bir ara. Çok mütevazı idi. Hatta bir gün Hüseyin Hilmi Beyler "efendim" demişler "tevazu iyi bir haslettir ama herkese yapılmaz, cahiller kendilerini büyük sanırlar sonra." Vefatından bir ay evvel, doktora götürecektim, evrakları almak için TGRT binasına geldik. Ben girmeyeyim dedi, insanlar meşguldür, rahatsız etmeyelim. O ara Enver Abi geldi. "Oooo Bedreddin amca içeri buyursaydınız ya!" - Ben emekli adamım zamanım çok, sizin kıymetli vaktinizi almayayım. - Bedreddin amca bu nasıl söz, hastasınız, bizim zamanımız sizin sıhhatinizden önemli mi? Ya Rabbi bu ne tevazu ya? Babam kimseden bir şey istemezdi (dua hariç) birine sıkıntı olacağım diye ödü kopar. Kabri de kendi gibi Babamın vefatını dostlara akrabalara bildirdik Onlardan Medine'deki yakınımız "İnnalillah ve inna ileyhi raciun..." dedikten sonra. - Biliyor musunuz ben 17 yaşında iken evinizde bir rüya gördüm. Demişti ki "nolur şefaat et bana!" Tuhafıma gitmişti, ben nasıl şefaat edebilirim ki ona? Az evvel, Medine'de Ravda-i mutahhara önündeydim, nedense babanız düştü aklıma, yana yakıla dua ettim. Ismarladım Habibullah'a! (Sallallahü aleyhi ve sellem) Subhanallah, ayrıldım telefon çaldı ve vefat haberi verildi. Hikmeti şimdi çıktı ortaya... Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri "sabah namazından sonra Cüzeyri divanından bir beyit okumak fidana verilen can suyu gibidir" buyurmuş. Babam da divanın faziletini bilenlerdendi. Oku dediler mi hiç nazlanmaz, hemen başlar. 1994 yılında TGRT FM stüdyolarına davet ettiler, kayda aldılar hatta. Divan Türkçe değildir, bazıları sorar, "Bedreddin amca ne diyor burada?" "Çeviremem" der, "benim kelimelerim yetmez ona. Öylesi cümleleri ancak veliyullah kurar!" Kabir taşı hazırlatıyoruz, büyüklerimize danıştık, "Mâlum babam Şeyh Ahmed-i Cüzeyri Hazretlerinin aşığı idi Divanından bir beyit yazdırsak mı acaba?" "Hayır" buyurdular, "babanız hayatı boyunca hep tevazu içinde yaşadı. Onun en büyük hasleti sadelikti, kabir taşına Bedreddin yazdırın yeter, Seyyid bile yazdırmayın hatta!" DARDA KALIRSANIZ Babam derdi ki çocuklar başınız sıkıştığında dedeniz Seyyid Fehim'i (kuddise sirruh) hatırlayın. Allahın izni keremi ile koşar imdadınıza. Kendisi anlatmıştı: Bir gün yakacak odun aldık, külüstür bir kamyonla dönüyoruz Gevaş'a. Sarp bir yoldan aşağı iniyoruz. Zemin kar, buz. Şoför frene basınca araba kontrolden çıktı, sol yan öyle bir uçurum ki dibi görünmüyor. Gözlerimizi yumduk, gidiyoruz. Ya Rabbi Seyyid Fehim Hazretlerinin hatırına... "Çat" diye bir ses, araba askıda. Şoför kapıyı açtı, bir baktı, kuşlar uçuyor altında. "Aman kıpırdama hocam, yavaşça çıkalım sizin kapıdan!" Nefesimizi tutarak indik. Kamyon tahterevalli vaziyetinde ve durması için bir sebep görünmüyor. Meğer bir kaya diş gibi çıkmış iki lastik arasından yakalamış son anda. Şoför "kurban" dedi "vallah tesadüf değildir. Himmet var bunda!" Yine kendisi anlattı: Gevaş'ta komşu köye gitmiştim. Gündüz gözü döneyim dedim. Israr ettiler kalın burada... Hava nasıl berrak. Gök lacivert, bulutlar akça pakça. Kar deniz gibi pürüzsüz, yer yer ışıklar oynaşmakta. Yok gideyim dedim, yürüyeyim de elim ayağım açıla. Henüz yolu yaralamadım ortalık kararıverdi. Bir rüzgar, kar bora fırtına! Etrafımda gölge gölge hayvanlar. Karlara batıp batıp çıkıyor, sıçraya sıçraya ilerliyorlar. Köpek olabilir mi... Sanmam kesin "kurt" bunlar. KURTLAR KUŞATINCA Nitekim biri ilerledi önünden geçeceğim çalılığın ardına sindi. Belli ki üstüme atlayacak. Diğerleri sağa sola yayıldı, hilal gibi kuşatıyorlar. Son anda telgraf direğini fark ettim. Bunlar genelde çıplak olur, binde birine tahta çakarlar, hani basamak basamak. Baktım basamaklı düşünmeden tırmandım. Kurtlar direğin dibinde toplandılar. Hırlayıp uluyor, yukarı doğru sıçrıyorlar. Belki korkarlar diye kaputumu çıkarıp üstlerine attım, daha da kudurdular. Soğuk şiddetleniyor, donup gideceğiz burada... Benim bir arkadaşım vardı. Bir gün atla giderken kurtlara rastlıyor, yanında tüfeği var ateş edip birini vuruyor. Diğerleri kaçıyor. İniyor tüfeği eğere takıyor, kurt postunu atın sırtına atınca olanlar oluyor. Hayvan kurdun leşinden bile tırsıyor, şaha kalkıyor, bir kaçıyor ki aşk olsun tutana... Tüfek de gitti mi, yapayalnız kalıyor dağ başında... Adamı öyle bir yiyorlar ki gram et kalmıyor, kafatasını bile sıyırıyorlar. Aklıma bu hikaye gelse de içim rahat. Duaya sığınmışım. En güçlü silah! Meğer yakınlarda bir mezra varmış, onlar da askerden gelecek oğullarını bekliyorlarmış. Gözleri yolda. Kurt seslerini duyunca koşmuşlar. Tam gücüm kesiliyordu ki bir tüfek patladı, kurtlar kaçıştı. Baktılar direğin üstündeyim. "Hocam sen ne arıyorsun orada?" Öldürmeyen Allah öldürmüyor. Demek ki rızkımız bitmemiş daha..
Kuzey yıldızı Kazan!
21 Haziran 2014 01:00
Kazan Tatarları İdil-Kama ve Kıpçak Türklerinin torunları. Bunlar Asya Türkçesinde "karışan kaynaşan" manasına gelen "Bulgar" adıyla anılıyor.
665 yılında Asparuh komutasında Bizans'ın tozunu atan Tatarlar İlteber Almuş Han zamanında (922) kendi istekleri ile İslamı kabul ediyor.
Tatarlar savaşçı bir kavim, Cengiz komutasındaki Moğol ordularına bile kafa tutuyor. Bu hengamenin ardından Altınordu yeşeriyor. Altınordu'ya Rusların gücü yetesi değil onu yine bir başka Türk devleti yıkıyor. Yerine kurulan Kırım, Kazan, Astrahan, Nogay hanlıkları Altınordu kadar güçlü olamıyor.
Ruslar deniz gibi bir kalabalık geliyor ama Kazan'dan tek taş koparamıyor. Ne zaman ki fitne fesat kaynıyor, düşman kapıya dayanıyor. Ruslar İngiliz istihkamcılarının(!) marifetiyle duvarları uçuruyor. Müderris Kulşerif ve mollalar canla başla dirense de şehir düşüyor. Korkunç İvan her biri çok sanatlı 536 camiden, 418'ini yıkıyor. Mermerlerini kilise inşaatlarında kullanıyor. Moskova'daki kiliselere niye Kazansky diyorlar? İşte ondan.
KİTMİBEZ!
Ruslar Tatarlara ısrarla Anadolu'yu gösteriyor, ancak onlar "Kitmibez" (gitmiyoruz) diyorlar. Baskılar insaf izan sınırını aşıyor, "obur" adı verilen vergi tahsildarları âdeta deri yüzüyor.
Bilahare çar olan İlminsky hummalı bir Ortodokslaştırma faaliyetine girişiyor, geride kalan beş on camiyi de o yıkıyor.
1926 nüfus sayımına göre SSCB'de 100 bin Tatar Türkü "Hıristiyanlaştırılmış" görünüyor ki bunlara "Kreşin" (ünlü yazar Turganiev gibi) deniyor. Çarlar, Tatarların bereketli topraklarına el koyup, obasından yuvasından sürünce garipler ister istemez sanat ve ticarete yöneliyor. Tahsilli şehirli ve bir burjuva sınıfı doğuyor.
Tatarlar dindarlıklarıyla tanınıyor ve Asya bozkırlarına molla yolluyorlar. Ancak asrın başlarında bir ceditçi-kadimci kavgası yaşanıyor. Ceditçiler (reformistler) medreselilere veryansın ediyor. Bolşevikler de yangına körük sıkıyor. O dönemde kızıllar arasında hayli Tatar var, bilmiyoruz belki de "Çar gitsin de kim gelirse gelsin" mantığı ile ihtilalcilere destek veriyorlar.
Gelen gideni aratırmış derler Komünistler Çar'ı aratmıyor. Zalime yardım eden zulmüne düçar oluyor.
Buraya dikkat edin bir zamanların sefil Rusya'sı istila ve Slavlaştırma politikaları ile tam 60 misli büyüyor, Komünist propaganda ile Çin hududuna varıyor. Tataristan 1992 yılında yapılan Referandum ile bağımsızlığı seçiyor. Ancak Çeçenistan dramı yaşanınca geri adım atıyor ve Rusya Federasyonu ile "Hakimiyet Paylaşma Anlaşması" imzalıyor.
Rusya'da işi tıkırında olanlar dev gibi malikaneler yaptırıp, devasa ciplere binerken devlete abanmaya alışan yaşlılar eskiyi özlüyor. Bir kısım tekaüt zevat orak-çekiçli rozetini yakasında taşıyor.
Ne bileyim sanki komünizm pusuya sinmiş bi yerlerde bekliyor!..
Gençler ise iyi yemek, marka giyinmek, spor arabalara binmek, sıcak ülkelerde tatil yapmak; hasılı Batılı gibi yaşamak istiyor.
Tataristan ovaları kendisi gibi 5 ülkeyi besler ama arazi kolhozların elinde, mahsul son tanesine kadar Moskova'ya gidiyor. Ülkenin yer altı kaynakları da zengin, lâkin onlara da Ruslar hükmediyor. Tataristan OECD'ye üye olabilecek bir petrol ülkesi iken çıkardığı neftin damlasını kendine ayıramıyor. Moskova kaldırdığı paraları kafasına göre harcıyor. Suriye'de Müslümanları kırdırırken, "ya ben senden apardığım akçelerle Şam'da Halep'te cinayet işletiyorum, rızan var mı" diye sormuyor.
"KAZAN" KAZAN, BİZ KEPÇE
Soydaşlarımız küçük şeylerle mutlu oluyor, kendilerini avutuyorlar. Yok şu bakanlıkta bir Tatar bürokrat varmış da filan... Bir nevi Pollyanacılık... N'apsın garipler? Ellerinden ne gelir ki başka?
Kazan'da bir ev kirası 250-300 dolar, eh sıradan maaş da o kadar. Evde herkes çalışsa ancak yetiyor.
Rehberimiz yeni site inşaatlarını göstererek "artık çok geniş daireler yapılıyor" diyor "hatta bazıları 100 metrekareyi buluyor." Garibim hela banyo ortak yurtlarda büyüdüğü için 100 metrekareyi lüks sanıyor.
Her ne kadar Maksim Gorki Tataristan'a "ezanlar ülkesi" dese de ezan kesinlikle yasak. Ama camiye gitmişsin namazını kılmışsın kimse karışmıyor. Cemaat ekseri genç, vakit namazlarında mescidler doluyor. Devlet laik görünse de Hıristiyanlara yakın, şehrin en gözde yerlerinde kiliseler yükseliyor.
Kazan'ın Bauman caddesi bizim İstiklal Caddesi'ne benziyor. Ünlü markalar, sosyete butikleri, büjiteri, itriyat...
Giyim kuşam Türkiye'dekinin beş misli ama dükkânlar dolup dolup boşalıyor.
Düşük ücrete he derseniz iş var. Eğer maaşım azıcık dişe dokunsun diyorsanız amcanız dayınız olacak bi taraflarda.
Yolsuzluk, ayırma, kayırma ve ihaleye fesat maalesef var, bundan halk da rahatsız ve yüksek sesle konuşuyorlar icabında.
Etin kilosu on lira. Oh oh dediğinizi duyar gibiyim iyi ama domates de aynı fiyata... Bir zamanlar benzin sudan ucuzmuş, şimdi litresi iki lira.
Kadınlar arasında adı konmamış bir rekabet var... Neden? Çünkü erkeklere nispetle nüfusları fazla.
Köylerde alkol yaygın, bilhassa Ruslar deli içiyor! Şimdi kız n'apsın ömür boyu bir sarhoşa karı olmaktansa pılısını pırtısını toplayıp kaçıyor Kazan'a.
Tatar erkekleri ise mutluluğu yuvalarında arıyor hanımlarına ve çocuklarına sahip çıkıyorlar. Hâl böyle olunca Rus kızlarının da gözü onlarda.
Gelgelelim bir eve Rus girdi mi Tatarca unutuluyor. Yeni nesil kültürden gelenekten kopuyor...
TUNA, NİL, İDİL
İdil Nehri İstanbul Boğazı'ndan daha geniş, gemiler Bulgar şehrine kadar gidip geliyor. Ama tavsiye etmem, bu baş döndürücü güzelliği görünce kaybettiğiniz yerlerin hüznü yüreğinize çöküyor.
Tatar böreği ve mantıyı biliyoruz tamam da "çakçak"tan niye haberimiz yok acaba? Eskişehirli Tatarlar bu tatlıyı bize neden tanıtmadılar? Yapsınlar inanın çok satar. Ben alırım en azından...
Tatar kültürünün zenginliği malum ama "lisan" eriyince örf anane durmuyor. Ne yazık ki çarşıda pazarda Rusça konuşuluyor. Televizyonlar Rusça, tedrisat Rusça. Son iki yıldır üniversitelerde bilim imtihanları da Rusça yapılır olmuş. Velev ki mevzu Tatar edebiyatı bile olsa.
"Çar Putin" ırkçılık yapıyor açıkça.
Moskova'da bile Lenin heykelleri yıkıldı ama Kazan'da yerinde duruyor hâlâ. Devlet televizyonunda ya Ekim İhtilali ya Stalingrad Direnişi... Kızıl bayraklar, Kızılordu, Kızıl Meydan...
Çevir çevir sar başa.
İktidarı dün de paylaşmadılar yine paylaşmıyorlar. Adı üzerinde "Rus"ya!
 |
GEL DE ŞAŞMA
Tataristan'ın nüfusu 4 milyon, diyelim Güngören Bağcılar kadar. Bu küçük ülkede 300'ü aşkın müze, 1700 kütüphane bulunuyor, 170 gazete, 35 dergi yayınlanıyor ve her yıl 2,5 milyon kitap basılıyor. Sadece Kazan Üniversitesi'nin 100 bin öğrencisi var, dünyanın dört bir yanından talebe geliyor.
TAVAN ARASI
Hazırlayan: İrfan Özfatura
.
Ve 'Amin Alayı' başlıyor
28 Haziran 2014 01:00
Sabah 10.30 bir mehter sesi, makam ritim yerinde insanın kanını kaynatıyor âdeta.
Hanım "yaşlanmadın mı sen" dese de duramam, atıyorum kendimi dışarıya.
Sesi takip ede ede Bahçelievler Hazreti Ebubekir Camii şerifinin önüne geliyorum. Aaaa bu da ne? En güzel elbiselerini giymiş yüzlerce çocuk, şunu da çalar mısınız bunu da çalar mısınız diye istek veriyorlar Mehterbaşı'na.
"İstanbul Mehter"i yurt dışı organizasyonlardan bilirim işini lâyıkı ile yapar. Nitekim Mehterbaşı Osman Sak ufaklıklarla tek tek ilgileniyor, aletleri tanıtıyor, mısraları ezberletiyor, eliyle hep beraber işareti yaptıkça iştirak artıyor, "Osmanlıyız, pek şanlıyız" sözleri çın çın çınlıyor sokakta.
Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Bir konvoy diziliyor. Önde nazlı hilal, sonra sancaktar, davullar, ziller, zurnalar, nekkâre dımbırdatanlar ve pala bıyıklı bahadırlar.
Arkasında küçük beyler minik hanımlar. Alınlar açık, göğüsler kabarık, iki adım atıp sağa, iki adım atıp sola dönüyorlar.
İyi de bayram değil seyran değil, nerden icabetti acaba?
Efendiden üç beş genç bir pankart taşıyor. Beze iri bir hurufatla "başlıyoooor" yazmışlar.
2014 Yaz Kur'an-ı Kerim Kursu... Hazret-i Ebu Bekir Camisi... Yenibosna...
Yoksa bu bir amin alayı mı?
Cemaatten birine soruyorum. Kestirmeden cevaplıyor: "Ya ne ya!.."
OSMANLI'DAN MİRAS
Bahçelievler Hazreti Ebubekir Camii şerifi, yaz Kur'an-ı Kerim kursuna hazırlanıyor. Mehter çalıyor, en güzel elbiselerini giymiş yüzlerce çocuk bir konvoy gibi ardı sıra diziliyor. Bu manzara Osmanlı'daki "amin alayı"nı hatırlatıyor.
BAYRAM YERİ GİBİ
Konvoy büyük bir ciddiyetle mahalleyi dolanıyor. Bu kadar güzel çocuk, en yeni elbiseleri ile geçer de esnaf Ayet-el kürsi okumaz mı onlara. Tu tu tu Allah nazardan saklaya.
Apartmanların tek tek camları açılıyor, gençler balkonlarda, ak tülbentli teyzeler "Ş"lerine basa basa maşallah çekiyor.
Ve tur başladığı yerde hitama eriyor. Cami avlusu Eyyüpsultan Meydanı gibi. Pamuk helvacılar, macuncular, mısırcılar. Kim ne istedi "buyur" ama tek kuruş alınmıyor.
Caminin yanındaki salonda Hacivat Karagöz gösterileri, cambazlar, eli çabuklar, kuklalar. Bu arada eğlenceli bir bilgi yarışması yapılıyor. Espriler zekice çocuklar gülmekten kırılıyor.
Semtin eskilerinden sayılırım, o zamanlar Yenibosna arsaydı boydan boya. Sağ olsun Hazreti Ebu Bekir Camii şerifi Abdülhalık Selman Hoca'nın gayretleri ile şekillendi. Bütün mesele baş tutabilmek, cemaat size inandı mı tamam, sırtında taş taşır icabında...
Nitekim öyle de oldu, tertemiz şadırvanı, gül kokan halıları, kütüphaneli çay ocağı ile pırıl pırıl bir mescid çıktı ortaya.
İmam odasında kutu kutu gofretler, bisküviler. Abdülhalık Hoca bilsin bilmesin bütün çocukların ağzını tatlandırıyor. Ona göre dersini vermek değil nefsini yenmek önemli. Şu sıcakta televizyon bilgisayar başında da olabilirlerdi pekâlâ. Bunca imkân varken camiye geliyorsa öpülüp konulmalı başa. Bazı yaşlılar "ne yani ayaklarına kırmızı halı mı serecez" diye yakınınca, "ah keşke serebilsek" diyor, "melekler kanatlarını yayıyor onların ayakları altına..."
O çocuklar büyüyor, gönüllü vazife alıp mahallenin miniklerini okutuyor.
3 HAFTA SÜRÜYOR
İş çok vakit az!..
Yaz tatilleri sanıldığı gibi uzun değil, çünkü böylesi semtler gurbetçi ağırlıklı, memlekete gidiliyor temmuz ağustosta. Hani ilk üç hafta ne verebildiysen o, belki bir daha ömrü boyunca katılamayacak böyle bir kursa. İşte bu zaman zarfında talebeler 32 Farzı anlayarak öğreniyor, en az yüz hadis-i şerif ezberliyor ve en az elli sünneti seniyyeyi tatbik ediyorlar hayatlarında. Fatiha-i şerif ve zammı sureleri ezberliyor namazlarını hatasız kılabiliyorlar. Efendimiz gibi (Sallallahü aleyhi ve sellem) yatıyor, kalkıyor, yürüyor, yemek yiyor ve nurlanıyorlar açıkça.
Caminin hocaları birbirinden zarif. Çocuklar onları örnek alıyor, gönül yapmanın, hatır sormanın önemini anlıyorlar. Ve paylaşmanın da... Zaten mahalledeki muhtaçları tespit onların işi, yardım kolileri miniklerin önderliğinde bırakılıyor fukaranın kapısına. Hasta ziyaretine gidiyor, cenazelere katılıyorlar. Bilhassa yetimler yurdu gezisi pek tesirli oluyor, döndüklerinde ilk işleri anne ve babalarına sarılmak oluyor. Ebeveynleri de şaşırıyor, böylesi hızlı bir değişimi beklemiyorlar. Sonraki durak huzurevi. Bir gün yaşlanıp yalnız kalabileceklerini anlıyorlar. Darülaceze sadece bina değil, kat kat nasihat!..
Müze ve cami gezileri, padişah türbeleri, Merkez Efendi, Eyyüb Sultan...
Bu arada eğlenceden de geri kalmıyor, mesireye çıkıyor, yüzüyor, halı saha turnuvaları yapıyorlar.
VEREN EL ALAN ELDEN...
Cumaları bilirsiniz, biri kapıya dikilir belki bin kere aynı cümleyi tekrarlar: "Boş geçmeyelim cemaat-i müslimin, ne verirsen elinle o gider seninle..."
Abdülhalık Hoca işte bunu yıkmaya kararlı, istiyor ki gençler camiyi "alan değil veren el" olarak hatırlasınlar. Nitekim pazar sabahları çorbalı börekli kahvaltılara oturuyor, kandil günleri harçlık alıyorlar. Eh bir çocuk Server-i âlemin doğduğu gün seviniyorsa, bahşiş helal-i hoş olsun ona.
Abdülhalık Hoca son birkaç yıldır "Altın Nesil Projesi" üzerinde çalışıyor. Şöyle ki: Şu şu sureleri ve şu kadar hadis-i şerifi ezberleyene çeyrek altın. Amme cüzünü de ezberle, bir çeyrek daha. Yani şu kısa yaz diliminde 4 çeyrek kazanabiliyorsun pekâlâ. Geçen yıl 175 altın dağıtmışlar, hamiyetli Müslümanlar seve seve karşılamışlar. Hiç önemli değil demişler; keşke daha fazla olsa.
Hatta umre vadetmişler açıkça.
Aldıkları çeyrekler bir yana altın gibi bir nesil yetişiyor bu arada. Cemaate dönüp ezber okuyabiliyor, asr-ı saadet yıllarından kıssalar anlatabiliyorlar. Kışın da camiden kopmuyor önlükleri ile geliyorlar sabah namazına. Birkaç yıl sonra gönüllü vazife alacak mahallenin miniklerini onlar okutacaklar bu defa. Eh siz her dört çocuğun başına bir mollacık verebilirseniz (ki Abdülhalık Hoca verebiliyor) üç beş günde elifbayı çözer, sular seller gibi okur, bülbül gibi şakırlar...
Abdülhalık Hoca, çocukları ve gençleri camiye çekmek için pazar sabahları çorbalı börekli kahvaltılar düzenliyor. Kandil günleri harçlık dağıtıyor, gönüllerini alıyor.
GÜNAHSIZ NEFESLER CAMİSİ...
Abdülhalık Hoca: "Geceleri parklara takılan gençler olur, bağırır çağırır, komşuların canını sıkarlar. Zaman zaman yanlarına gider, dertleşirim, uygun bir dille 'camiye de gelseniz ya' derim onlara. Hepsinde de aynı hikâye. Namazda güldüğü için azarlanmış, kolundan tutulup atılmıştır dışarıya.
Halbuki Hazret Ebu Bekir Camisinde çocuklar hür. Yedi yaşın altındakiler salonda okutuluyor, ilk günlerini körebe, mendil kapmaca oynayarak geçiriyorlar. İtişiyor, boğuşuyorlar kimse parmak sallamıyor 'Şışşt' demiyor asla.
Düşünebiliyor musunuz bir günahsız ile yan yana el açmak... Kim bilir belki de onların hatırına veriyor Allahü teala.
Camideki sabilerin kıkırdamaları mı, parktaki gençlerin naraları mı?!. Tercih sizin, birine katlanacaksınız sonunda.
Cami sanki her yola girip çıkanların, ayağını çukurda hissedince dönüp gelenlerin yeri. Paylar gibi 'Senin ne işin var' diyorlar çocuğa. İyi de bu kapıdan girmek için illa günahlara gark olmak gerekmiyor. Masumlar da saf tutabilir aramızda.
Annem vefat etmişti, Yasin-i şerifi ezberleyen 60 talebem kar beyaz takkeleri ile geldiler. Naaşı nasıl sardılar, nasıl mırıl mırıl okudular anlatamam. İşte o gün bütün hakkımı helal ettim onlara.
Yıllar evvel kursumuza katılan gençlerden biri yine dönüp aramıza geldi. Hocam, dedi: Ben fena dağıtmıştım bir ara. Yanlış yerlere gidiyordum ama huzursuzdum. Ne zaman günaha kalkışsam sizin elceğizinizle yedirdiğiniz çikolataların kokusu geliyordu burnuma!"
Hüsn-i hat Hem İlim hem sanat
5 Temmuz 2014 01:00
attat Selim Ağabey bir muallim, bir muhasebeci. Bir vesile ile tanıştığı Ali Rüştü Oran hocadan (Hattat Halim'in talebesidir) hat öğreniyor ve meşkini bitirip Ali Selçuk Erkut hocadan icazet alıyor. İlk işi muhasebe ofisini kapatıp hat atölyesi açmak oluyor. "Çünkü" diyor "bu iş kuma kabul etmez. Sen ona küllünü (tamamını) sunmazsan, o sana cüzünü (parçasını) bağışlamaz. Hüsni hat hobi değildir başka sanatlarla bir arada götürmeye çalışanlar da boşa yorulurlar.
Bu girişin ardından Selim Beyin hat sanatı üzerine anlattıklarını aktarmaya çalışacağım. Ancak tutulduğum bilgi sağanağı beni şaşkına çevirdi. Biliyorum bu telaş yazıyı kopuk kopuk yapacak...
Efendimizin ümmi olmasında şüphesiz hikmetler var. Lakin server-i âlem okuma yazmayı teşvik ediyorlar. Bedir'de esir edilen müşriklere "Müslümanlara okuma yazma öğret, serbest kal" teklifinde bulunuyorlar.
Hazreti Ali: "Güzel yazı üstadın elinde gizlidir. Hocanın eline baka baka öğrenilir. Elle kalem ne kadar sık buluşursa yazı o derece kemale erişir."
Müslümanlar kaleme hürmetkârdırlar. Hatta hattatlar açtıkları kalem yongalarını saklar ömrü ahirlerinde defin suyunun bununla ısıtılması vasiyetinde bulunurlar.
İnnallahe cemîlün yuhibbül-cemâl=Allah güzeldir güzelliği sever. Bu hadis-i şerif ile yazıda bir yarış başlar.
Mustasım Billah'ın kölesi Yakut-i Mustasimi kalemin ucunu düz değil çapraz keserek bir çığır açar. Estetik gelişir, katip küttap yerine hattat tabiri kullanılmaya başlar.
2. Bayezid Amasyalı Şeyh Hamdullah'ı, şehzadelik yıllarından tanır. Padişah olunca onu İstanbul'a davet eder, sarayda yer açar. Bizzat ders alır, hocasının hokkasını eliyle tutar.
Arkasında devlet gücü olunca sanat tekamül eder, ilgi alaka artar.
Şeyh Hamdullah aklâm-ı sitteyi (6 yazı tarzını) yerine oturur. 3. Ahmed'in yazı hocası Hafız Osman bir adım öne taşıyacaktır ileriki yıllarda.
2. Mahmud dönemi hattatlarından Mustafa Rakım büyük bir ustadır. Tuğra son şeklini onun elinde bulur mesela.
Bilahare Sami efendi... Yeni cami sebilinin üzerindeki kitabe hâlâ ilham verir hattatlara.
Ve bir dönem gelir Kur'an harfleri kaldırılır rafa. Hattatlar mâdur olurlar. Mustafa Halim Efendi gibi bir zirve Cevizlibağ'da bağ budar. Hattat Hamid grafik işleri ile uğraşır, logo, tabela, ne olursa...
Türkolog Prof. Rossseu İstanbul kütüphanelerinde çalışmaktadır o sıra. Harfler değişince saçını başını yolar. Bir gün "suçsa suç cezama razıyım" der, "siz eski defterleri versenize bana!"
El altından uzatırlar, aradığını dakikada bulur. Tamam ben bir Latin'im ama" der, "Latince Osmanlıca ile kıyaslanamaz. Sizi anlamıyorum böyle bir tebdile niye ihtiyaç duydunuz acaba?"
Macaristan ile aramızda bir toprak ihtilafı vardır. İmparator basın toplantısında Türk gazetecilere döner, bu mevzu sizi direkt ilgilendiriyor, birebir not alın lütfen. Ama bakar Hüseyin Cahit'in önünde el kadar bir kağıt. İmparator ikaz eder: "Size tamamını yazın demiştim!"
- Yazdım efendim dilerseniz hepsini okuyabilirim baştan sona.
- Hepsi şuncağızda mı?
- Evet
- Hayret. Bu ne mükemmel bir yazı yaaa!
Ankara yazıyı değiştirmekle kalmaz hat sanatını da yasaklar. Kitabeler kazınır, mezar taşları kırılır. Bilmem artık ne gibi bir tehlike gördülerse o zarif levhalarda.
Elif tevhidi temsil eder ve diğer harfler elifin kıvrımlarından husule gelir.
Peki "A" üç bacağı ile neyi temsil edebilir? Elbette teslisi, ne olabilir ki başka?
Kur'an-ı kerim harfleri ile bir ibareyi yüz değişik kompozisyonda yazabilirsiniz, müsaittir zira. Latin harfleri monotondur ölçüye sığmaz.
Kur'an-ı kerim harfleri bir kavmin değil bütün ümmetindir. Arap alfabesi demek uygun olmaz.
Hat sanatında her harfin eni boyu ölçülüdür. Eh biz artık Elif yedi nokta oldu mu, "Sin"in çanağına beş nokta sığdı mı diye bakmıyoruz. Sivrisinek kanadı kadar hata gözümüze batar. Neden bir hattat on yılda yetişir işte bundan.
Efendim, talebe tedrisini bitirince bir Kaside-i bürde yazar. Hocasına takdim eder, üstadı beğenirse icazet verir. Ki artık imza atabilir çalışmalarına.
İcazet "Maşallahü kane..." "Eceztü" ibareleri ile başlar, muallim Allah ömrünü bereketlendirsin kalemini kuvvetlendirsin gibi dualar yazar. Ve imza. Enel fakir, filan hattatın talebesi filan.
İcezetle her şey tamam olmaz kendini pişirmen gerek. Bir ömür yazacaksın gece gündüz kamış yapışacak parmaklarına.
Hep anlatılır mürekkeb nasıl yapılır, kalem nasıl açılır, kâğıt nasıl ağarlanır.
Bunlar sanatın fiziki yönü halbuki hüsnü hattın mana yönü atlanıyor. Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kim Allahın kitabından bir harf okursa, onun için bir hasene vardır. Her hasene için ise, on misli sevap vardır. Ben "Elif, Lam, Mim" bir harftir demiyorum. "Elif" bir harf, "Lam" bir harf, "Mim" bir harftir." buyurmuşlar
Hattat hem lisan ile söylüyor, hem yazıyor. Elini, nefesini, gözünü ayet-i kerimeye teksif ediyor. Elbette ecri daha fazla.
Büyüleniyorlar!
Viyana'da açtığım bir sergide bir bayan geldi bir şey sorabilir miyim?
-Buyrun.
- Bunlarda büyü var mı?
- Yoo hayır.
- Ama ben büyülendiğimi hissediyorum. Buraya geldiğimde farklı bir âlemdeydim şimdi farklı bir boyutta.
Bu bayan Müslüman değil levhalardaki sözlerin manasından da bi haber ayrıca. Evet, Osmanlı Viyana'yı fethedemedi ama biz Viyanalıların gönlünü fethettik, hayran kaldılar.
O bir gelenekçi
25 yıl evvel bir elin parmakları kadar hattat yoktu şimdi bir toplantıda onlarca yetişmiş arkadaş bir araya gelebiliyoruz. Haa Osmanlı ile kıyaslarsan çok gerilerdeyiz daha.
Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir, demişler şimdi talep var, iş de oluyor Elhamdülilliah.
Bakın hüsn-i hat iki parmak bir kamışla yazılır. Eğer siz işe cetvel pergel katarsanız bu grafik olur. Hele Serigrafi baskılar, ışıklı masalar, bilgisayar çalışmaları, kimyasal mürekkepler, doldurma yazılar...
Bunlar yanlış şeyler. Muhatabınız anlamaz ama hakiki müşteri olarak Cenab-ı Hakkı bilmek lazım.
Aritmetiğin bittiği yer
Her hattatın bir hayali vardır bir Mushaf-ı şerif yazıp bırakmak. Yakut-i Mustasimi 1001 Kur'an-ı kerim yazmış. Peki bu mümkün mü? Rakama vurursan asla.
Ecdattan bir ayda Mushaf yazanlar var, Ramazan başında başlıyor bayramda takdim ediyor sultana. Ruhi Hendese kitabını hazırlarken On tane hanım hattatı tespit edebildim, elbette başkaları da var. En az 15 padişahımız mükemmel hattat.
İslam devam ettiği sürece Hüsni hat sürecek. Öğrendiğimizin hocası olacağız, bilmediğimizin talebesi.
Seri-ül kalem
Hattat Halim seri-ül kalem denilenlerden. Keskin bir sanat zekâsı var. Bütün hattatlar kurşun kalemle eskiz yapar, Halim Hoca şöyle bir bakar ve yazar. Ali Rüştü hoca anlatmıştı. Fatih Camii'nden geçiyorduk hocam şu yazının bu taşa yazılması lazım dediler. Bir tahtanın kenarına iki kurşun kalem bağladı anında yazıp mermerciye döndü "tamam başla."
Vefat edeli elli yıl geçti terekesi satılıyor hâlâ. Takvime yazmış, kibrite yazmış, sigara kağıdına bile yazmış. Eski gazetelerini alanlar yazılar buldular sayfa aralarında. Vefatından sonra Hamid Efendi rüyasında görüyor bakıyor hızlı hızlı yazıyor ama bilmediği bir tarzla. "Bu ne Halim, bilemedim."
-Bunu da burada öğrettiler hocam, yazıya devam.
İs mürekkebine bandırılan kamış çekildikçe çıtırdar. Hattatlar bu sese aşıktır, "kalemin zikri" derler ona.
NİYE HEP DANSLA CAZLA?
Kültür Bakanlığı yurt dışı tanıtımlara hep dans grubu yolluyor. Halbuki hat, tezhip, çini, ebru çok daha ilgi alaka topluyor. Adamlar içine düşüyor, hayran oluyorlar. Dans zaten Batılının işi, çok görmüş, bıkmışlar. Mesela ABD İndiana Üniversitesi Anadolu sanatları ile yakinen ilgileniyor. Ustaları çağırıyor, ağırlıyor, fevkalade kitaplar çıkarıyor. İşte Türkiye'nin buna ihtiyacı var.
Vefasızız vesselam
Hamid ve Halim hoca kalemlerinin hakkını vermiş insanlar. Sağlığında kıymetlerini bilemedik, şimdi de hatıralarına sahip çıkmıyoruz. Hattat Hamid Beyin Cağaloğlu'ndaki küçücük yazıhanesi korunabilseydi keşke... Hattat Halim'in Cevizlibağ'daki bağı, Kocamustafapaşa'daki evi. Necmeddin Okyay'ın Üsküdar Toygartepe'deki köşkü. Salzburgda Mozart'ın doğduğu ev milyonla turist çekiyor, dünyanın öbür ucundan geliyorlar. Bizim ustalarımız eşsiz dehalar, inanın her biri birer Mimar Sinan... Düşünebiliyor musunuz "Medreset-ül hattatin" MEB kitap satış bürosu olarak kullanılıyor. Ben ne diyeyim daha?
Hat sanatında her harfin eni boyu ölçülüdür.
Anadolu'nun kilidi Kars
12 Temmuz 2014 01:00
İstanbul'dan iki saatlik bir uçuştan sonra iniyoruz Kars'a. Hava serin ve temiz. Havaalanından şehre giriş on dakikamızı almıyor. Trafik yok, şehir sakin ve düzenli. Kırk yıl kadar Rus işgalinde kalan Kars'ta caddeler geniş ve her köşebaşında bir taş bina selamlıyor sizi. Kars Valimiz Günay Özdemir eşliğinde şehri geziyor, tarihî, turistik yerleri görüyoruz.
Şehrin ortasından geçen Kars Çayı, etrafını yeşillendirip şenlendirmekle kalmıyor, müthiş bir doğa manzarası sunuyor. Kars Çayı'nın ıslah edilmesi ve çevre düzenlemesinin yapılması için belediye ile ortak proje geliştiriliyor.
Serhat boylarında
Kars Kalesi şehre hakim, muhkem bir tepede kurulmuş. Şehrin manevi sultanı Ebül Hasan Harkani Hazretleri Camisi'ne bakıyor. Manzara muhteşem. Dolup taşıyor mübareğin türbesi. Vali Günay Özdemir, Ebül Hasan Harkani hazretlerinin daha çok tanıtılması gerektiğini söylüyor. Büyük bir keyifle dolanıyoruz şehirde... Oruçluyuz ama, hava serin ve yormuyor. Akşama iyice iştahımız açılıyor. Yumuluyoruz Kars kebabına. Kebap da kebap hani. Ocakbaşı diye bir mekan var. Yer bulmak ne mümkün. İnsanlar güler yüzlü ve neşeli. Şehirde bir sükûnet hissediliyor, bilmem belki de bize öyle geliyor. Şehir belli ki iyi planlanmış, simetri dikkat çekiyor.
Ani Harabeleri'nde
İpek Yolu üzerindeki önemli merkezlerden biri olan Ani, Alpaslan tarafından fethediliyor. O yıllarda Ani'nin nüfusu en az 80 bin hatta 160 bin olduğu rivayet ediliyor. Sultan buranın idaresini Emir Manuçehr'e bırakıyor. Müslümanlar Ani'de imar faaliyetlerine girişiyor ve en az Ermenilerinki kadar gösterişli eserlere imza atıyorlar. İşte Ani Ulu Camii, ya da Manuçehr Camii, bunlardan biri.
Manuçehr Camii bu topraklardaki ilk camimiz. Mimarî hususiyetleri ile de bir zirve.
Ne yazık ki Cumhuriyetin ilk yıllarında sağlam olduğu bilinen ve depo olarak kullanılan cami şu an virane. Dileriz Türkiye 2071 hedefine giderken bu nurlu mescidi Alpaslan'a yaraşır bir şekilde restore eder.
Ani'nin tek camisi o değil, muhteşem minaresiyle görenleri hayran bırakan Ebü'l Muammeran Camii de ne yazık ki perişan. Zikrolunan minareyi 1894 yılında bir Ermeni papazın dinamitle uçurduğu biliniyor. Ani'deki sivil mimarlık örneklerinden biri de Selçuklu Sarayı. Tacirin Sarayı, Kale, Sultan Sarayı, Sargis Sarayı, Baran Sarayı diye anılan bina 1999 yılında Kültür Bakanlığı tarafından restore edilmiş. Rehberimizin verdiği bilgiye göre birkaç yıl önce burada yapılan kazılarda kemikler bulunmuş. Avrupalı arkeologlar Ermenilere ait olduğunu zannederek sevinmişler, lakin Türklere ait çıkınca hevesleri kursaklarında kalmış.
Ardahan, Bülbülan
Kars'tan Ardahan'a geçiyoruz, Valimiz Ahmet Deniz ile kısa bir hasbihalin ardından meşhur Bülbülan yaylasına çıkıyoruz. Meğer o gün Ardahan'da hortum çıkmış ve birkaç çatıyı uçurmuş. Verilmiş sadakamız var diyorum, biz varınca, hortum pılını pırtısını toplayıp gitmiş. Ne zaman Ardahan'a uğrasak bir olay oluyor. Yaylada rakım 2700 civarında. Bülbülan Yaylası şenliklerinden biliyorum burayı. Temmuz ortasında donuyor insan. Ardahanlılarla selamlaşıyor, tokalaşıyoruz. Tuttuğumuz el değil, sanki kabuk, sertleşmiş soğuktan. Neyse güler yüzleri ile içimizi ısıtıyorlar. Bülbülan'da kekik gibi rayihalı otlarla beslenmiş yayla hayvanlarını kesip kuzu çevirme ve cağ kebabı yapıyorlar. Şehirden iftar için gelenler oluyor. Esnaf cömert ve misafirperver. Bize "hey İstanbul beyfendileri" diye takılıyorlar "iftara kalın, misafirimiz olun". İsterdik ama çenelerimiz birbirine vuruyor. Buradakiler soğuğa alışkın, keyifleri yerinde görünüyor.
Ve Iğdır
Iğdır kayısısı meşhur derler, bi test edelim bakalım doğru mu? Iğdır'da alıyoruz soluğu, Vali Davut Haner Bey'e kısa bir ziyarette bulunuyoruz. Iğdırlı dostum Eyüp Karaçelik'i buluyorum. "Abi kayısı krizimiz tuttu" diyorum. Gülüyor, bu sene biraz dolu vurdu ama, ayarlarız diyor. Iğdır kayısıları iri ve kokulu. Ağzınıza bal damlıyor âdeta. Aman Malatyalılar alınmasınlar.
İnşallah bir başka sefere bahsederiz oradan da...
 |
KÜMBET CAMİİ
Daha önce şapel (mini kilise) olan Kümbet Camii, şimdi Müslümanlara hizmet veriyor. Mimari olarak gerçekten çok güzel ve etkileyici.
İLK CUMA BURADA KILINDI
İlk fetih namazının kılındığı Ani ören yerindeki Fethiye Camii, Kars-Ermenistan sınırında yer alıyor. Tarihi cami yıllara meydan okuyor.
FETHİYE CAMİİ
Daha önce kilise olan sonradan camiye çevrilen Fethiye Camii, mimarisi ve ferahlığı ile insanı etkiliyor. Ramazanda mukabeleler burada yapılıyor.
İSMİNE YAKIŞAN FAKÜLTE
Kars'ta bol miktarda tarihî taş bina var. İşte bunlardan biri Kafkas Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak hizmet veriyor.
İŞTE O MASA
Doğu sınırlarını belirleyen Kars Antlaşması (13 Ekim 1921) işte bu masada imzalandı. Kars Valisi Günay Özdemir, odanın halka açılacağını söyledi.
Kafkas Üniversitesi, Kars Çayı'nın bitişiğinde...
HUZURUN KARS'TAKİ ADRESİ
Ebül Hasan Harkani Hazretleri Türbesi, caminin hemen bitişiğinde, güzel mimarisi, manevi havası ve ihtişamı ile huzur veriyor insana.
Anadolu'ya vurulan ilk Türk mührü. olan Ebul Menucehr Camii, restore edilmeyi bekliyor.
TAVAN ARASI
Hazırlayan: Ahmet Sırrı Arvas
.
İstanbul için israf vakti!
19 Temmuz 2014 01:00
Bir dönemin TRT'si mübarek Ramazan-ı şerif ayını direkler arası eğlencelerinden ibaretmiş gibi gösterir içini boşaltmaya çalışırdı ısrarla. Meddahlar, ibişler, pişekarlar, "Yetişin a dostlar ben yanıyorum" sululukları, karta kaçmış kantocular, işveli şarkılar...
Ne oruç teravih, ne itikaf inziva. Sanırsın âleme akmışlar çoluğuyla çocuğuyla.
Cambaza bak cambaza! Ömrümüzü çaldılar kaşla göz arasında.
Muhabirlik hayatımız da buruk geçti ramazanlarda. İnsan akşam oldu mu evine köyüne gitmek, çoluk çocuğu ile çorba kaşıklamak istiyor. İstihbarat şefi seni kaçırır mı? Abicim filan holdingin, feşmekan partinin iftarı var. Genel yayın müdürümüz de katılacaklar, hem dik hem yatık çalış, göriyim seni tokalaşmaları kaçırma. Cevabını bile beklemeden 400 asa makara sıkıştırır avucuna.
O iftar, bu iftar, bilmem İstanbul'da girmediğim otel restoran kaldı mı acaba?
ŞİRAZEDEN ÇIKINCA
İftara doğru genellikle bir semazen grubu sahne alır, ney üfleyip, tambur, rübap tıngırdatırlar. İki yiğit çıkar meydana, dön baba dön, etekler havada... Bilmem aç karnına nasıl beceriyorlarsa?
Ezan duyulacak değildir, bu yüzden davulcu dolandırılır, vaktin girdiği ilan edilir hazirûna. Bir uğultudur kopar, tabak kaşık sesleri hakim olur mekâna.
Ve resmi çekilesi şahıs kürsüye çıkar, muvaffakiyetlerini sıralar: Yok ben şöyle, yok ben böyle... Hiç de çekilmez yani, karnı doyanın gözü çarıklarında.
Güzelim yemeklerin ancak beşte biri yenir, el ayak çekilince garsonlar çöp poşetleriyle gelir tatlıları, zeytinyağlıları ve el değmemiş kahvaltılıkları çöpe atarlar. O canım pastırmalar, sele zeytinleri, hurmalar, İzmir tulumlar...
Her toplu iftarda israf olur, "istisnasız" diyeceğim abarttığımı sanacaklar.
"Şununla kaç Afrikalı doyardı" muhabbetleri baydı gayri, yok hayır, kullanmayacağım bu defa.
ÇARŞAMBA PAZARI GİBİ
Artık bir ramazan geleneği oldu... En az bir günü İstanbul'a ayırmalı. Gündüzü Merkez Efendi'de, Sümbül Efendi'de, Hırka-i şerifte geçirmeli, akşam oldu mu sultana... Eyyüb Sultan'a!
Ortalık ışık denizi, serapa insan. Esnaf kalabalığı nakde tebdilin telâşında.
Tamam çocuklarımız macun, koz helva, Kanlıca yoğurdu yesin dedelerinin tatları ile tanışsınlar. Müzehhibler, ebrucular marifetlerini sergilesin, izahlarda bulunsunlar. Arzu eden bir Mushaf-ı şerif, bir amme cüzü, bir ilmihal edinebilsin ayrıca...
İyi de cami civarı Çarşamba Pazarına dönmesin, "Kur'an-ı kerimde damping, yaklaş vatandaş" ağzı hiç yakışmıyor ama!
Hani bedelini utana sıkıla istiyor, "hediyesi" diyorduk biz ona!
Latin harfleri ile yazılmış Yasin-i şerifler, üç renkli beş renkli mealler, sürümden kazanmak için hazırlanmış tuzaklar. Ehil olsun olmasın mehaz göstersin göstermesin din adına yazan yazana.
Kokulu tesbihler, resimli seccadeler, Hind malı buhurlar... Yapma çiçekler, muşamba masa örtüleri, altını ıslatan çocuklar için filanca otu, basura, nasıra, romatizmaya, siyatiğe, böbrek taşına... Polar atkı, naylon şemsiye, zikromatik bi lira... Zayıflamak isteyenler, saçı dökülenler buraya... Sırt kaşıyacağı alana, limon sıkacağı bedava...
Haydi efendi efendi satsalar ne âlâ. İlla teyp, kolon, çevir düğmeyi zemin zıngıldaya. Hani giyim mağazaları sert müzikle insanı ses manyağı yapar, almayacağınızı da sokuştururlar ya. Wattı güçlü olan el koyuyor piyasaya.
Arabesk gözden düştü, şimdi eski besteleri kırpıp kırpıp ilahi yapıyorlar. Ortalıkta mebzul miktarda Küçük Emrah müsveddesi. Kanal kanal geziyor icra-i faaliyette bulunuyor. Eğer delikanlı "ağlangaçlı" bir sesle "n"lere ve "m"lere basıyor, sazlar ağırdan alıyorsa bekleyin. Birazdan orkestra patlayacak, muganni feryad figan çığırmaya başlayacak...
"Ağladı seccaaademmm!"
İşte burada ses titreyecek, nağme dalgalanacak.
BİZE NE OLDU BÖYLE?
Bilmem, biz öyle gördük, Anadolu'da hatırlı birinden selâm getirildiğinde muhatabı ayağa kalkar, "ve aleyküm selaaam" derken ceketini ilikler, gözünü yumar. Sanırsın muhatabı karşısında...
Salevat da böyle bir şey aslında. Salat ve selâmlar yolluyorsun Habibullah'a.
Ve biz inanıyoruz ki Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) salevatlarımızdan haberdardır, tek tek mukabelede bulunur onlara.
Gelelim ilahi kasetlerine. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Server anılırken defler dümbelekler çıldırıyor, zil, davul, gırnata... Bilhassa "Sallallahü ala Muhammed, sallalallahü aleyhi ve sellem" derken ritm hızlanıyor, volüm yükseliyor. Bakıyorum dinleyenlerde bir kıpırdama arzusu, gençlerin omuzları oynuyor, yaşlıların ayakları inip inip kalkıyor. Münasebetsizin biri "haydi eller havaya" dese piste fırlayacaklar âdeta.
HALBUKİ, OYSA...
Dinî musiki olur mu olmaz mı? Mukaddes lafızlar terennüm edilirken çalgı çengi kullanılır mı kullanılmaz mı? Meraklısı açsın sorsun Bizim Sayfa'ya. Ben sadece namazımı huşu içinde kılmak, sureleri şaşırmadan okumak istiyorum. Sanırım hakkım var buna.
Halid bin Zeyd (radıyallahu anh), Efendimizi 7 ay ağırlamış. Emir gereği evin üst katında kalmış, hanımı ile her saniyelerini tetikte geçirmiş çıt çıkarmamışlar.
Ah aynı heyecanı Eyyüb Sultan'da yaşasak da feyzinden kırıntılara nail olsak.
Efendimizden 8 asır önce...
Yemen hükümdarı Melik Tubba, ahir zaman nebisinin alametlerini okuyor. Âşık oluyor Server-i Kâinata. Hele şehrinden çıkarılacağını, Medine'ye yerleşeceğini öğrenince duramıyor, apar topar münevver beldeye koşuyor. İlk işi bir ev yaptırmak oluyor, ki gönüller sultanı teşrif ettiğinde kendi kapısını aça. Üç gün değil beş gün değil, hasret, hasret, hasret, gözleri yollarda.
Sonra anlıyor ki devir o devir değil, âlemlerin efendisini dünya gözüyle göremeyecek hayatta. Evi kendisi gibi bir âşıka emanet ediyor, Fahr-i âleme verilmek üzere bir mektup yazıp dönüyor yurduna...
İşte Eyyüb Sultan hazretleri o evde oturmaktadır hicret esnasında. Kusva sıradan bir deve değil, çökeceği eşiği biliyor.
Keşke diyesim geliyor, keşke bir ak sakallı etrafına ak takkeli, ak tülbentli minikleri toplasa da bunları anlatsa...
SÜKÛT GİBİ MÜNZEVİ
Camiye ses değil sükûnet yakışıyor. Düşünebiliyor musunuz Eyyüb Sultan mescidine girmişsiniz müminler parmaklarının ucuna basıyor. Kolonlar mikrofonlar devreden çıkarılmış, nurlu mescidin kuytularından (metalik olmayan) Kur'an-ı kerim sedaları geliyor. Hani yaz gecelerinde rüzgar buğday başaklarını nasıl okşar, hafızlar öyle okuyor.
Sağınızda solunuzda velilerin, âlimlerin yattığını biliyorsunuz, Kabristan ölüm sessizliğinde, Beşir Efendi, Ebussuud hazretleri ve Hoca Saadeddin'in ruhuna Fatiha. Ya Rabbi ismi unutulmuşlara da...
Kandillerde titrek ışıklar, gölgeniz belki on kat büyüyor. Tesbihiniz çıt çıt zikrinize iştirak ediyor, yünü şefkatli seccadeniz alnınızdan öpüyor.
Bir cami nasıl olabilir ki başka?
Ola ki kadirdir, deyip gelmiş, gecenizi değerlendirmeye niyetlenmişsiniz. Teravihi takiben tefekküre dalacak, belki "tevbe ya Rabbi tevbe" diyeceksiniz "hata râhına gittiklerime, bilip de ettiklerime bilmeyip de ettiklerime..."
Tam elinizi açmış boynunuzu bükmüşsünüz kanun ara taksimine giriyor, ardından bir fasıl başlıyor ki nasıl anlatıla.
Edep Yahu!
Bari burada yapmayın. Eyyüb Sultan Hazretlerinin yanı başında... Ne revaklarda şakırdayan kanatlar, ne küçük şadırvanda şıkırdıyan su, ne de sakin günü dört yana eleyen ihtiyar çınar.
Nerede güvercin bakışlı sessizlik, nerede çinilere sinmiş Kur'an sesi ve nerede fetih günlerinin saf neşesi. Burası panayır olmuş baba, varsa zil yoksa darbuka.
Eğer Tanpınar şu curcunaya düşse o satırları yazabilir miydi acaba?
Sadece "Bir rüyadan arta kalmanın hüznü" diyorum. Başka mısra oturmuyor mevzuya.
İki yiğit çıkıyor meydana, dön baba dön, etekler havada...
İftardan kalma ekmekler... Son kullanma tarihleri dolmamış daha..
.
Soykırım Deir Yasin'le başladı
26 Temmuz 2014 01:00
Deir Yasin, Kudüs'e sadece 4 km mesafede bir Müslüman köyüdür. Sakinleri kendi hâlinde insanlardır, roket atmamış, adam kaçırmamıştırlar. Kimseyi tehdit etmemiş tacizde bulunmamıştırlar. "Cezalandırılmaları için" bir sebep yoktur zahire bakılırsa.
Ve önemli bir not: Silahsızdırlar...
10 Nisan 1948... Stern ve Irgun örgütüne bağlı 120 siyonist gece 02.00 sularında gelir köyü basar.
Önce bir megafon sesi: "Dışarı çıkın! Derhal!.."
Ahali ne olduğunu anlayamadan alevler yükselir odalarında.
Ve kulakları sağır eden tarrakalar. Yahudi militanlar sadece insanlara değil kanı ve yüreği olan her mahlûka namlu doğrulturlar. Filistinlilerin kulaklarını yırtar, gözlerini oyar, sopalarla vura vura kafataslarını patlatırlar. Elleri kolları kesilenler, uzuvları kopartılanlar... Kuyular ceset doludur, ortalık kan revan.
Müslüman hanımlarını bir köşede toplar tamamen soyup kamyonlara doldururlar. Zavallıları Yahudi yerleşimlerine götürüp teşhir eder, ırzlarıyla namuslarıyla oynarlar. Bilahare bunları da öldürecek sağ bırakmayacaktırlar. Hasılı 52'si çocuk 60'ı kadın olmak üzere 254 mümin kardeşimiz katledilir hunharca.
BM gözlemcilerinin yaptıkları incelemelere göre önce evler kundaklanmış, yangından kaçanlar kurşunlanmıştırlar.
Çocuklarda daha ziyade bıçak yarası görülür, dilimlenmiş doğranmıştırlar âdeta.
Kızılhaç Filistin delegesi Jacques de Reynier dehşete kapılır, raporunu sunarken hissini ifade edecek kelime bulamaz.
Henüz katliamın şoku geçmemiştir ki bu sefer Dueima köyündeki baskın haberi yayılır kulaktan kulağa. Havaliye korku ve endişe hakim olur. Filistinli garipler n'apsın? Saldırıya maruz kalmamak için tası tarağı toplar güvenli bölgelere sığınırlar. Yahudiler de boşlukları doldurur, mevzi kazanırlar.
İsrail, işte böyle böyle genişler, 1948-53 arasındaki kasvet yıllarında tam 385 Müslüman köy boşaltılır. O yılların tafsilatını siyonist gazeteler de bulabilirsiniz pekâlâ. (Bkz. Israel Shahak)
Haganah, Lehi, Irgun gibi tedhiş örgütlerinde kan döken militanlar bilahare vali, bakan, genelkurmay başkanı olurlar.
Nitekim Deir Yasin katliamında bulunan canilerden ikisi başbakanlık koltuğuna oturacaktır.
Bunları tanıyorsunuz. Biri Menahem Begin, diğeri İzak Şamir.
Irgun militanlarının tek eylemi köy basmak değildir, çarşıları, otelleri dinamitler, otobüslere, trenlere saldırırlar. Arap dükkânlarına el bombaları atarlar.
Hiçbir hukuki mesnedi olmamasına rağmen Avrupa'dan sürekli göçmen taşır, çoğalmaya çalışırlar.
İngiltere'nin gözü petroldedir. Neft yataklarına çökebilmek için Arapların dikkatini başka yöne çekmeye bakar. Filistin'e apar topar taşınan Yahudi göçmenleri işine yarar bir bakıma.
Deir Yasin katliamından sadece bir ay sonra BM, İsrail meselesini görüşmek üzere toplanır. Siyonistlerin bölgeyi huzura hasret bırakacakları aşikârdır ama eller kaosa kalkar.
ELLER KAOSA KALKTI
Menahem Begin bu kanlı saldırıdan asla utanmayacak, çıktığı kürsülerde göğsünü gere gere konuşacaktır: "Eğer Deir Yasin zaferi olmasaydı, İsrail Devleti de kurulamazdı! Bu operasyonu gerçekleştirme onuru sadece Irgun'a ait değildir, Shtiron ve Balamah örgütündeki arkadaşlara da teşekkür ediyorum huzurlarınızda."
Begin'e göre bunlar temizlik operasyonlarıdır, büyütecek bir şey yoktur ortada.
Menahem Begin 1983'te siyasetten çekilir. Peki koltuğu kime bırakır?
Deir Yasin köyünde birlikte kan döktükleri İzak Şamir adlı Irgun militanına.
Ve şimdi sakın gülmeyin.
Menahem Begin 1978 Nobel Barış Ödülüne layık bulunur.
Ve şimdi ağlamayın
Bugün Deir Yasin köyünün bulunduğu yerde bir Yahudi yerleşim birimi var. Ana caddenin adı ne biliyormusunuz: "Irgun Savaşçıları" Pes valla... Utanmıyorlar da...
Gece silahlı gündüz külahlı
Menahem Begin, 1913 doğumlu bir Polonya Yahudisidir. Siyonizmle Mizrachi İbrani Okulunda tanışır, maskeli izci kamplarında gerilla eğitimi alır. Varşova'da hukuk eğitimi aldığı yıllarda Betar Gençlik Hareketine katılır ve ses getiren organizasyonlara imza atar.
Militanca hareketleri yüzünden Polonya'da hapis yatar, çıkar. İkinci Cihan Harbinin başladığı yıllarda Rus makamlarınca tutuklanır, Sibirya'ya yollanır. Bilahare Stalin tarafından serbest bırakılır. Menahem Begin, Siyonist Revizyonist hareketin önderi (Haganah'ın mimarlarından) ünlü terörist Vladimir Jabotinsky'nin izinde gider. 1943 yılında baş harfleri "Etzel" olarak bilinen Irgun Zvati Leumi örgütünü kurar. Şiddette Vladimir Jabotinsky'nin önüne geçer, sivillerin de öldürülmesinden yanadır zira. İsrail'in kurulabilmesi için yerli halk korkutulmalı, yıldırılmalı çoluğuna çocuğuna acımamalıdır asla.
Terörle siyaseti birlikte götürür, bir yandan yabancı misafirlerin ekseriyette olduğu King David otelini bombalar, diğer yandan ırkçı Herut Partisini kurar. İşte Likud iktidarı o zeminde yükselecektir zamanla.
Menahem Begin Yahudi seçmeni şiddete ikna etmek için çok uğraşır ve başarır. 1977'de 30 yıllık İşçi Partisi iktidarını yıkar ki, o günden sonra sertlik yanlıları köşe başlarını tutacak, dünyayı umursamayacaktırlar.
Bu kadro bilhassa ABD tarafından desteklenir ve şımartılır. Yahudiler Sabra, Şatilla, Kudüs, Nablus, Cenin ve Gazze'de göz göre göre katliam yapar, herhangi bir takibata uğramazlar. Uluslararası sularda Mavi Marmara gemisine saldırırlar. Tuhaftır ama Washington nedense mazlumun değil zalimin yanında durur, Amerikan aleyhtarlarını artırmak için de elinden geleni yapar. Beni sevmesinler, hoşlanmasınlar, nefret etsinler, kin tutsunlar.
Bu nasıl bir politika?
GÜNAHLARI NEYDİ?
Siyonistler, Deir Yasin'de 52'si çocuk 60'ı kadın olmak üzere 254 mümin kardeşimizi katleder hunharca. Çocuklarda daha ziyade bıçak yarası görülür, dilimlenmiş doğranmıştırlar âdeta.
.
Her gün 50 milyon Avrupalı döner yiyor
2 Ağustos 2014 01:00
Dönerin hikayesini ve dönercilerin Avrupa'daki başarısını; TÜRKDÖNER dergisi, donerhaber.com, donertv.com portalları ve düzenlediği "Döner Zirveleri" ile sektöre ivme kazandıran İrfan Söyler'den dinledik. İşte dönerin bir dünya markası haline gelişinin hikayesi....
Dönerin mazisi ne kadar gerilere gidiyor bilmiyoruz ama geçtiğimiz asırda aranılan sorulan bir lezzet hâline geldiği vakıa. Menşei olarak Bursa bilinse de bizim yaptığımız araştırmalara göre daha da öncesi var. Mesela 2 asır evvel Kastamonu'da Haydar Usta adlı bir kebapçı "dikey tezgâhta" döner kesiyor. Tabii Bursa büyük şehir, hareketli şehir. Kaldı ki İskender Usta ticareti biliyor, sunumunu güzel yapıyor, öne çıkıyor.
Döner 1980'li yıllarda Avrupa'da görünmeye başladığında münferit hareketler diyebilirdik bunlara, Türk lokantaları köşede az bir et çeviriyorlardı o kadar. Önceleri gurbetçilerin ve helâl endişesi taşıyan Müslümanların tercih ettiği döner Almanlar tarafından da sevildi, talep arttı ve imalathaneler girdi hayata.
Alman hükümeti de "buna bir standart getirelim" deyip müdahil oldu mevzuya. Türkler teklifi makul buldular, zaten içinde mis gibi dana eti ve malum baharatlar var. Tezgâhlar tertemiz, bal dök yala... Bahane ile girmiş olduk kayda kuyda.
Şu anda Avrupa'daki döner Türkiye'nin de önünde. Bir kere et daha ucuz, porsiyon daha doyurucu. Burada tavuk ve yaprak dönerin haricinde hindi döner, kıyma döner, dana ve hindi karışımı dönerler de yapılıyor. Çeşidimiz zengin, çeşnimiz fazla...
Bugün sadece Almanya'da 25 bin döner satış noktası var, bütün Avrupa'daki rakam 60 bini de aşar. Almanya'da 400, Avrupa'da 800 döner fabrikası faaliyette, bunlar profesyonel firmalar. Döneri diziyor, donduruyor ve son derece hijyenik şartlarda servis ediyorlar. Depolarıyla dağıtım ağlarıyla kusursuz çalışıyorlar. Ki en küçüğü günde iki ton et işler, 60 ton işleyen de var. Takriben 150 bin işçi bu sahada emek sarf ediyor.
Hesaplarımıza göre her gün en az 20 milyon Alman döner yiyor.
İyi ama diyeceksiniz her gün de döner yenmez ki... Almanlar yiyor, hatta üç kere yiyor, öğün sektirmiyorlar.
PATLADI GİDİYOR
Bizim ramazan pidesini düşünün dörde bölünüyor, içine önce sos sürülüyor, et konuyor, üstüne salata, üstüne yine sos dökülüyor.Romanya'da sarımsaklı sos yaygın, Almanya'nın bazı bölgelerinde acılı soslar seviliyor, bazıları ise fesleğenden vazgeçmiyor. Belçika'da belki kırk çeşit sos var, öğlen bundan koydurabilirsiniz, akşam ondan. Hasılı dönerciniz aynı olsa da dönerleriniz başka başka.
Ekmeği de kendileri üretiyor, dürüm lavaş kullanıyorlar icabında. Bazıları da klasikten vazgeçmiyor, kızarmış patates ve pilav eşliğinde, yanında domates, biber, tabii ki tabakta.
Döner Kenya'dan Sibirya'ya hızla yayılıyor. Düşünün Şili, Arjantin gibi uzak coğrafyalarda hatta Çin gibi rekabetin zor olduğu pazarlarda zemin buluyor.
Aklınıza gelebilecek her ülkede fast food'un rakibiyiz ve zaman bizden yana...
Özellikle Batı Avrupa'da tek kale maç yapıyoruz, Türk dönercileri Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, Danimarka, Polonya gibi ülkelerde Amerikan fast-food zincirlerinin üzerinde ciro yapıyor. Piyasadan McDonalds ve Burger King'in işlediği etin iki mislini çekiyorlar, hesaplar ortada. McDonalds'ın Avrupa'da 5 bin noktası var. Bizim 60 bin. Bire karşı 12 oynuyoruz, markajımız bunaltıyor. Kaldı ki bu iş için bir strateji belirlenmedi, arkamızda büyük sermayeler, reklam kampanyaları olmadı. Başarı tamamen insanımız müteşebbis ruhu, ikram severliği, sıcak samimi tavrı ile alakalı...
SOĞUK SAVAŞ
Zaman zaman Amerikan grupları döneri kötülemek için belden aşağı vuruyor, basını kullanıyorlar. Misal bir sefile üç beş kuruş verip "döner yedim çocuğumu düşürdüm" dedirtiyorlar. Artık şarlatanlıktan medet umuyorlar. Diyelim bir esnafımıza işten el çektirdiler, bu defa amcası, dayısı, yeğenleri kolları sıvıyor. Onlar bir tanesini batırırken binlercesi neşv-ü nema ediyor.
Dönercilerin hepsi global bir marka altında toplansaydı savaş daha çetin olabilirdi. Belki o zaman Amerikalıların karalama kampanyaları bir yere varabilirdi. Şimdi birbiriyle alakasız binlerce esnaf ile uğraşmak zorundalar ki bu kavga onların boyunu aşar. Zaten Avrupalılar döneri seve seve yiyor, söylentilere kulak asmıyorlar. Her şey ortada, her şey temiz, her şey şeffaf...
Türkler işçilikten geldiler ama artık işçi değil patron olmak istiyorlar. Dönercilik onlar için iyi bir fırsat. Amerikan zincirlerinde saat hesabı çalışan gençler (ki çoğu üniversitelidir) müessesesini sahiplenmiyor. "Fişinizi alayım, dankişöyn" ürünü uzatıyor, arkasını dönüyor. Halbuki dönercide sizi bizzat patron karşılıyor. Küsüratı atıyor, hesabı yuvarlıyor, tatlı ikram ediyor, çay kahve ısmarlıyor, işinizi, memleketinizi soruyor, bir şekilde gönlünüzü kazanıyor.
MERKEL ÇOK SEVİYOR
Dönersever Avrupalılardan biri Almanya Şanşölyesi Angela Merkel... Alman lider zaman zaman festivallere katılıp döner yiyor.
HER ÖĞÜN YİYORLAR
En büyük döner pazarlarından biri Almanya... Almanlar dönere bayılıyor. Günde üç kere yiyor, öğün sektirmiyorlar.
İstemem yan cebime!
Hem tüketiyor hem sahipleniyor hem de istemiyorlar
Avrupa'da sanılmasın ki her şey güllük gülistanlık. Irkçılar ve muhalifler hem üç öğün dönerimizi yiyor, hem de "Avrupa'da Türk görmek istemiyoruz" diye heyheyleniyorlar. Bir kısım uyanıklar ise dönerimizi sahiplenmeye çalışıyor, adını değiştiriyor, ısrarla "drehspiess" (dönen şiş) diyorlar.
Biz yıllardır sektörün nabzını tutuyoruz. TÜRKDÖNER gibi güçlü bir yayınımız var. Yıllardır "Dünya Döner Kongreleri" tertipliyor, 30'u aşkın ülkeden gelen iş adamlarını birbirleri ile tanıştırıyoruz. Siyasileri, gıda uzmanlarını çağırıyor, yeni teknolojileri anlatıyoruz. Problemleri deşiyor, çıkış yolu arıyoruz. Sanırım artık franchise sistemini de konuşmak zorundayız. Gelişime değişime hazır olmalıyız.
DÖNER YEMEK İÇİN SİESTAYI UNUTTULAR
İtalyanların hayat tarzını değiştirdik
Her ne kadar döner lokomotif ürün ise de esnafımız orda kalmıyor, ayran, cacık, ezogelin, Adana, Urfa, şiş, dürüm, baklava, kadayıf, künefe, sütlaç derken Anadolu lezzetlerini önlerine seriyor.
Lahmacun da çok seviliyor ama ne yazık ki adı Türk Pizzasına çıktı. Son yıllarda köfteciler de hamle yaptı, İnegöl'müş, Tekirdağ'mış, Akçaabat'mış hepsi de çok beğeniliyor. Her dükkan bir Türk ismi taşıyor, yok İzmir Büfe, Bursa Kafe, Erzurum Köşe...
Mekân elbette ana vatandan resimlerle donatılıyor. Kapadokya... Pamukkale... Antalya... En azından içeride bir Türk televizyonu açık oluyor, kulakları Türkçe tabirlere alışıyor. Zaten bizimkilerde memleket hasreti dorukta, gelene gidene Türkiye'yi anlatıyor. Gönüllü turizm elçisi gibi çalışıyorlar. 60 bin nokta bu dile kolay, 60 bin ofis demektir aynı zamanda. Verin katalog broşür, seve seve dağıtsınlar.
İtalya'da öğlen ikindi arası açık dükkan bulunmazdı. Ne zaman ki dönerciler girdi, adamlar hayat tarzlarından taviz vermek zorunda kaldılar. Çünkü dönerci 7/24 açık, siesta miesta tanımıyor. Sadece pizzacılar paniklemedi, İspanyollar da siestadan caydılar, artık kuralları biz koyuyoruz, onlar da Türk gibi çalışmak zorundalar...
Dönerin iki rakibi vardı biri Yunan giyrosu ki domuz etinden yapılır, bekler, ağırlaşır, vıcık vıcık yağ, kokusu adamın içini kaldırır.
Öbürü de Arap şavurmasıdır koyun etinden mâmuldür, bize uyar, ancak fazla baharatlıdır, Avrupalı hoşlanmaz.
Neticede giyronun ismi silindi gitti, şavurma can çekişiyor.
.
Huzura Irak kaldılar
9 Ağustos 2014 01:00
Devir Saddam devri. ABD vurdu vuracak, gerginlik son safhada.
Osman Sağırlı'nın aklına uymuş niyetlenmişiz Bağdat'a. Irak meydanları ambargolu, ya Habur'dan girecek Musul'dan ineceksin aşağıya. Ya da Amman'a uçacak, döneceksin doğuya. İkincisini tercih ediyoruz, aşinalığımız var zira.
Amman'da inersin yüz dolara bir dolfin (büyük Amerikan cipleri) tutarsın, sür aslanım Bağdat'a.
Lakin Amerika Irak'ı vurunca. Saraylar alev alev yanınca... Şoförlerde bir naz, bir eda, kimsenin eli gitmiyor kontağa. Neyse arayıp sorup bir Bağdatlı buluyoruz, o da yakınlarını merak ediyor. Bilmem belki de 500 dolarlık teklif cazip geliyor adama.
Çıkıyoruz bomboş otoban. Karşıdan tek tük gelen var ama giden asla.
Irak kapısında sadece üç tane gümrükçü kalmış. Biri yazıyor, biri imzalıyor, biri hadi hadi diyor. Bizden başka bir Allah'ın kulu yok, bu kadar sükûnet de fazla ama.
Neyse muameleleri yaptırıp düşüyoruz yola. Arabanın kaputuna bantla press yazıyoruz, laf işte Amerikan pilotları nasıl okuyacaksa? Tedirgin olduğumuz kadar var, yanık vasıtalara rastlıyoruz yol boyunca. Ve viyadük üzerinde vurulan bir otobüs, belli ki hadise yeni camlar asfalta saçılmış kan lekeleri duruyor hâlâ. Yakınlardaki kasabaya Ar Rutbah'a giriyoruz. Hastane morgu ceset dolu, doktorun elinde tek bir ampul atropin kalmış onu da sinirle çarpıyor duvara. Allah'tan kırılmıyor. Yanımda belki lazım olur diye aldığım bir torba ilaç var, antibiyotikler ağrı kesiciler filan. Uzatıyorum, garibim servet bulmuş gibi seviniyor.
Ve yanlış bir haber. Rutbah'a saldıran jetler Türkiye'den kalkmış. Haydaaa. "La, la, kellâ" diyoruz ama ortalık geriliyor bir anda. Doktor araya giriyor, "arkadaşlar bizden" diyor "bak kendi ilaçlarını verdiler halkımıza."
Yolun vurulduğuna dair haberler geliyor bu arada. Şoför birden karar değiştiriyor, ben dönüyorum diyor Amman'a. Kendince haklı bir savunması var. "Önümüz kapalı, arkadaki köprüleri de vururlarsa kalırız ortada!"
KARAR VER DÖNME ASLA
Benim döneklik katsayım yüksektir, "he ya" diyorum "adam haklı."
Ama Osman kararlı. Ateş saçan gözlerle şoföre bakıyor, "kum ruh" diye emrediyor, sür Bağdat'a. Yollar vurulduysa vuruldu. Altındaki 4x4 değil mi, araziden gidersin zoru yok ya.
Şükür otobanda pürüz yok, eleman otomatik pilotu 180'e, teybi yalelliye bağlıyor, bağdaş kurup kapanıyor direksiyona.
Ramadi yakınlarındayız gün dönüyor gölgeler uzuyor. "Üstaz vakt-i sala, gir şehre, namaz kılalım şurada."
-I ıh olmaz.
-Öyleyse çek sağa.
Adam nasıl panik, ağlar gibi konuşuyor. Israr edince frene basıyor. İnip iki rekat namaz kılıyoruz, çevremiz Kalaşnikoflu milislerle sarılıyor.
-Min eyn (nerden)?
Kırık dökük Arapçamızla Türkiye, İstanbul, sahafi (gazeteciyiz) filan diyoruz.
-Ala ra'si, ala ayni (başım gözüm üstüne). Eğer namaz kıldığınızı görmesek sizi alacaktık, ortalık casus kaynıyor zira.
Bağdat'a hava kararırken giriyoruz, çukurlara ham petrol doldurmuş yakmışlar, güya siyah duman gölgeleme yapacak da Amerikan uçakları hedeflerinden sapacak.
Ve kesik kesik mermi izleri, hani haritalarda kırmızı kalemle hudutları çizersiniz ya. Bunlar uçaksavarlar bataryaları, perdeleme yapıyorlar akılları sıra.
İÇİ SENİ DIŞI BENİ
Dışarıdan korkunç görünen şehre bir giriyorsunuz ışıl ışıl, hayat devam ediyor. İHA'dan arkadaşlarla buluşuyoruz, gün boyu kamera elde koşturmuş yorulmuşlar. Gündüz iş güçle geçiyormuş ama geceler bitmek bilmiyormuş. Çocuklar bütün camları bantlamışlar, kafalarında madenci fenerleri, ayaklarında botla giriyorlar yatağa. Neden? Efendim bomba civarda bir yere düşse bile camlar kırılıyormuş da ondan, uyku sersemi fırladın yerler serapa sırça. Diyelim bastın ayağın kesildi, ne var yani bunda? Türkiye'de olsa mafi problem ama Irak'ta sargı bezi bile bulunmuyor o sıra.
Daha ilk geceden bombardımana yakalanıyoruz. At at bitmiyor, patla patla dinmiyor. Müezzinler minarelere çıkıyor, hüzünlü bir sesle tekbir getiriyorlar.
Bakıyorsunuz bir kızıllık orada, bir kızıllık burada. Kimin odu ocağı söndü acaba?
Amerikalılar bir tek Ummulkasr denilen köyde direnişle karşılaştılar. Taa Basra'dan Bağdat'a (550 km) otobanı kullanarak ulaştılar. O güçlü Irak ordusu terhis olmuş sanki, 70 bin seçme muharipten oluşan fedayün-i Saddam görünmüyor ortalıkta. Demek senaryoyu yazan yazmış, figüranlık düşüyor sana bana.
Halbuki mahalle aralarında eğitimsiz milislerin vurduğu tankları görüyoruz. Evet Abrams M1'ler yürüyen kale gibi ama roketi yiyince ezilmiş kola kutusuna dönüyor.
Diyelim vatanseversiniz, üç beş tüfek, elli yüz kum torbası edindiniz mahallenizde mevzilendiniz. İyi de Amerikalı sizinle çatışmaya girmiyor ki, yerinizi tespit ediyor, koordinatlarınızı bildiriyor. Akdeniz'deki gemiler güdümlü füzeyi indiriveriyor başınıza. İyi ama beş on milisi yok edeyim derken bir mahalle silindi haritadan, şunca bina, bunca insan. Amerikalının lügatinde kul hakkı diye bir mefhum yok, sivil ölümlerini kaale almıyor.
Nitekim doğumevinin vurulduğunu duyuyoruz, koşuyoruz hamile hanımlar, bebecikler kan revan. Tamam asıl hedef hastanenin yanı başındaki gıda deposu ama füze adam seçmiyor, sen öl sen yaşa demiyor.
Gazeteciler ekseri Filistin Oteline yerleşiyor, burası nispeten emniyetli. Eh bu kadar batılı muhabir varken hedef olmaz. İyi de oda fiyatları bin dolara fırlamış, deri yüzüyorlar.
Biz sıradan bir apartmanda kalıyoruz, üstelik aynı bahçeye bakan binada milisler var. "Sıkıysa vur" dercesine bayrak açıyor, ağır makineli ile görüntü veriyorlar.
Halkın kâsif dediği cruise füzeleri çok güçlü, sesi bile bizar ediyor. Bazen gecenin bir vakti bina sallanıyor, kolonlar kirişler çatırdıyor, fayanslar kırılıyor. Halbuki patlama duymuş değiliz, peki bunlar nehre düşen mermiler olabilir mi, herhalde izah bulamıyoruz başka...
Zamanla bombardımana da alışıyorsunuz gidiyor, benzin bulabilmek, ekmek alabilmek, peynir, domates tedariki gibi daha mühim işler çıkıyor karşınıza.
Bağdat 3 milyon, başımıza bomba düşme ihtimali? Diğer üç milyon için ne kadarsa.
Ama efendim sığınak. Ah keşke çare olsa...
ACILI ANA ÜMMÜ GEYDA
Saddam, Kuveyt'e girince, Baba Bush hıncını masum sivillerden alıyor. O yıllarda Bağdat'ta ciddi sığınaklar var, daha ziyade çocuklar ve kadınlar kalıyor.
91 yılında vurulmuş bir sığınağı inceliyoruz. Kapısında meçhule bakan bir kadın, Adı Ümmü Geyda! Kadıncağız "Üstümüz başımız toz olmuştu" diyor, "evimiz yakındı gömlekleri bir sudan geçirsem de arınsa. Oğlum Geyda da gelmek istedi kıyamadım, hayır dedim dön sığınağa! Ağlamaklı oldu parmağımla geriyi gösterdim "dön dedim sana!" Çift cidarlı bir sığınaktı her katman üç metre kalınlığında. Bizim evlerimiz öyle miydi ya. Henüz leğene su çekmiş yakaları çitilemeye başlamıştım ki yer sarsıldı. Sığınağa koştum ortalık toz duman. Meğer Amerikalılar hususi füze yapmışlar, patlıyor deliyor bir daha patlıyor. İçeridekiler kül olmuş, erimiş buharlaşmışlar."
İşte kadıncağız o gün bu gündür (tam 12 yıl) bir ümit bekliyor sığınağın kapısında. Ona sorarsanız Geyda içeride değildi o anda. Mutlaka çıkmış bir yerlere gitmişti. Ve dönecekti mutlaka... Bir gün karayağız bir delikanlı karşısında duracak. "Tanıdın mı anne" diyecek "Ben! Ben Geyda!"
Çocukken hangimiz kavga etmedik ki? O hırsla pata küte dövüşürsün canın yanmaz. Dudağının patladığını ne zaman anlarsın biliyor musun, birileri ayırınca.
Savaşırken insanlar bakamıyorlar etrafa, acılar bilahare dem tutuyor, çöküyor okka okka.
Iraklılar ellerini yumruk yapıp haykırıyorlardı. Berruh (ruhumuz) biddam (kanımız) neftike ya Saddam (feda olsun canımız)
Amerikalılar girdi aynı adamlar işgalcilere serenat attılar. Güya ülkede alkol yasak, içki şişeleri düşüverdi seyyara.
GELEN GİDENİ ARATIRMIŞ
Saddam da Esad gibi BAAS'çının biriydi. Ama millet onu bile arar oldu, otorite sarsılınca bir yağma başladı ki nasıl anlatıla.
Şii mahallelerindeki haramiler devlet dairelerine, iş hanlarına, mağazalara daldılar, akılları sıra Tıkritlilerden intikam alıyorlar. Düşünün yaşlı kadınlar bile iş makinelerine yumuldular, boyu büyüklüğünde tekerleği sürüklüyor, ne işine yarayacaksa. El arabalarının üzerinde sterilizatörler, ameliyat lambaları. Demek hastaneleri bile soymuşlar. Otobüsün stop lambasını çalmaya niyetlenen biri, yıldız tornavida götürür yanında. Ama amcam baltayla dilim kesiyor kaportadan, yuh diyorsunuz pes valla.
Belki asrın fotoğrafıydı, haramiler bir bankadan kasa çıkarmaya çalışıyorlar, kapı dar balyozlarla pervası kırıyorlar. O sıra araba ile geçiyoruz "dur" diyorum şöfere "Dur Allah aşkına!"
Bizi vururlar abim diyor, basıyor gaza. Yaa ne vuracaklar, adamların neşesi yerinde görmüyor musun el sallıyorlar.
Fotoğraf makinelerimiz, kameralar, upplink cihazları. Ve canlı yayınlardan tahsil ettiğimiz on binlerce dolar. Çoraplarımız mintanlarımız para dolu, ya yağmacılar gelip tebelleş olurlarsa? İlk kez o gün korkuyorum, yalanı yok ya.
Ve ilk kez o gün ağlıyorum. Amerikalılar Azamiye'yi basmış, tankçılar minare üzerindeki Lafza-i celale nişan almışlar. İmam-ı Azam hazretlerinin türbesi per perişan, sandukayı da vurmayı denemiş tutturamamışlar. Ebu Bekr-i Şibli hazretlerinin kabristanı tarumar, bilhassa tarihî Arap evlerini tahrip etmiş, mahalli mimariye saldırmışlar.
Klasik Yanki bunlardan anlamaz, namlu başında Yahudiler mi vardı acaba?
Ve derken ABD'li güvenlik firmaları icraata başlıyor. Bunlar bildiğin kiralık katil, kara ciplere biniyor, kara gözlükler takıyorlar. Şapkalarının siperi ile yüzlerini saklıyorlar.
Sonrasını biliyorsunuz işte Felluce işkenceleri, Guantamalalar... IŞİD için zemin hazırlıyorlar.
Eğer aradan geçen şunca yıla rağmen yaşadıklarımı sahne sahne hatırlıyorsam... Gazzeli yavrular da bu katliamı kolay unutamayacaklar.
İsrail için bir şey yazmayacağım onlar zaten düşman kazanmak, lanetle anılmak için ellerinden geleni yapıyor.
ZEMİN KAYGAN
Iraklıları çözmek zor, daha dün Saddam için "ruhumuz kanımız feda olsun canımız" diyenler Amerikalıları ayakta alkışlıyor.
Bir Amerikalı İmam-ı Azam hazretlerinin türbesini niye tahrip eder? Meğer bildikleri varmış yeni yeni netleşiyor manzara.
.
Unutulmaz bir hekim Dr. Mesut Ülbe
23 Ağustos 2014 01:00
2000'li yılların başlarıydı. Telaşla çıkmışım binadan, nasıl işim var anlatamam, görüşmeler, sunumlar filan... Kadim dost Halid Abay'a rastladım "gel bi hasta ziyareti yapalım" demesin mi o anda.
Uydum. Bir mümin yürü gidelim dedi mi "nereye" bile sorulmaz.
İhlas Yuva Sitesi'nde bir kapı çaldı. Bizi genç bir hekim karşıladı, MS hastasıymış, dolaşıyor ama tekerlekli sandalye ile anca. Nasıl güler yüzlü, nasıl kibar, enerji nakil hattı gibi neşe dağıtıyor etrafa.
Daha ilk tanışmamızda kanım kaynadı. O günden sonra her Cuma Mesut Ağabeyi ziyaret ettim, rutine bağladım adeta.
Bizi karşısında görünce çok mutlu olurdu, sevincini saklayamaz. Önceleri "avunsun garip" diyordum ama sonra anladım ki benim ona olan ihtiyacım daha fazla.
Biz gaflet denizinde kulaç atıyorduk, o mana deryalarında. Biz nimetlerin şükründen acizdik, o derdini seviyor, sabrediyordu hastalığına.
Eyüp aleyhisselamın imtihanı 7 yıl, yedi ay, 7 gün, 7 saat sürmüş.
Mesut ağabey de "hele bir yedi yıl olsun bakalım" derdi, Allah kerim sonrasına.
Cenab-ı Haktan gelene büyük bir teslimiyetle boyun eğer, tesbihlerini, zikirlerini aksatmaz.
Ah bir de yakınlarına da yük olmasa...
DERDİ VEREN DERMANINI DA
Sağdan soldan eş dost gelir, ona değişik tavsiyelerde bulunurlar. Mesut ağabey iyi bir hekimdir, hastalığın seyrini bilir. Ama hısım akrabayı kırmaz, kıramaz. Hiç unutmam, birileri arı ile gelmiş, cımbızla hayvancağızı tutup Mesut ağabeyi sokturttular. Bu deneme kısa sürdü Mesut Ağabey arıcıklara kıyamadı zira.
Bu tür hastalıklarda aileye de hayli yük düşüyor ki fedakar kardeşi Emre'nin hizmetleri unutulmaz. Emrecik ağabeyine gözü gibi baktı, mutlaka yoruldu ama bunu hissettirmedi ona. Musalla başında "sana bakmaya seve seve devam ederdim ağabeyciğim" dedi ki annesi, ablası da ona keza.
Babası rahmetli İbrahim amca, mütevekkil bir insandı, hoş geldin dedikten sonra çekilir, biz Mesut ağabeyle sohbet ederdik, rahatça.
Bizim Cuma ziyaretleri mutad oldu zamanla. Saati saatine, dakikası dakikasına...
Kısaca haftayı özetlerdim ona, sanat, hitap, kitap, politika, atlarım daldan dala.
Mesut Ağabey kendisini zor yarınların beklediğini bilir ama şikayet etmezdi, "niye ben" demedi asla.
Dr. Mesut, rahmetli Enver Ören Ağabeye aşk derecesinde bağlı idi. Bazen Enver Ağabeyin sohbetlerini aktarırdım ona. Bizzat kendisinden dinliyormuş gibi boynunu büker, gözleri dolar, bilirim tek kalınca ağlayacaktı doya doya...
Dervişler, 40 gün inzivaya çekilirmiş, Mesut ağabeyimizin inzivası 10 yıl sürdü dile kolay. Ruhu temizlenmiş berraklaşmıştı, bizim gülüp geçtiğimiz hadiseler onu ağlatabiliyordu pekala...
Eve kapanmış bir genç düşünün, fikir, şükür, istiğfar, dua... Hastalıkta da bir nimet, eğer o zaviyeden bakılırsa.
MESUT OLURSUN İNŞAALLAH
Eniştesi İsmail İncialan'ın düğünündeler, henüz hastalık filan yok ortada. Enver Ağabey Mesut ağabeye dua ediyor: "Mesut olursun inşallah!"
Ve o amansız hastalık... Dert yağıyor adeta.
Saadet bu mu?
Enver Ağabey "O öyle bir makama talib, oldu ki" buyuruyor, "bedelini ödüyor dünyada".
Kardeşi bir gün soruyor, "abi sen hangi makama talip olmuştun sahi?"
- Ah ben, zavallı ben. Velilerin kapısında Kıtmir olsam, ne isterim daha."
Bilen söylemez, söyleyen bilmezmiş, sırrı eminine verirmiş Allahü teala.
Tekerlekli sandalye, kanepe, yatak, karyola... Derken düştü mü ayarlı hasta yatağına. Eli kolu derken dili de ağırlaştı, zikri kalbine indirmişti son zamanlarında. Kesik bir ritmle soluk alıp veriyordu. Al lah! Al lah! Al lah!
Bilgisayara çok hakimdi, sadece göz hareketleri ile komuta edilen bir
program edinmişti. Sanal alemde dolanıyor gençlere nasihat veriyordu icabında. Allahü teâlânın lütfu ihsanı ile iki Uzakdoğulunun hidayetine vesile olmuş ve çok sevinmişti buna.
SÜPER SÜPER!
Yaklaşık 30 yıldır tanıdığım Mesut Ağabeyin en bariz özelliği kul hakkından çok korkması ve bu hususta aşırı titiz davranmasıydı. Hatta sırf bu yüzden hekimliği bırakmayı düşünüyordu. Hastaya konacak yanlış bir teşhis, verilecek hatalı bir ilaç onun için kâbustu adeta. Hiç kimseye kızdığını, üzdüğünü, arkasından konuştuğunu duymadım. 15 yıldır çektiği hastalığın son 10 yılı hayli sıkıntılı geçmesine rağmen "öf" demedi bir defa. Düşünün gırtlak delik, ağız çalışmıyor, buruna takılan bir hortum ile günde 3-4 tüp sıvı mama veriliyor, vücutta et kalmamış, kemikler fırlamış dışarıya, yaralar derinleşmiş, hususi bantlarla kapatılabiliyor anca... Sorarsın "Mesut Ağabey nasılsın?"
Gülümser "Süper!"
Hastalıkla ilgili tek kelime yok, sadece süper. Biz ona değil o bize acır üzülmememiz için değişik mevzular bulur, hedef saptırırdı ustalıkla. Gaslinden sonra baktım yüzü bembeyaz. Nasıl nurlu anlatamam. Bizlere de şefaat eder İnşallah.
İsmail İncialan (eniştesi)
UNUTULMAZ BİR HEKİM...
Dr. Mesut Ülbe 1961 yılında Bursa, Karacabey'de doğar. İlk ve orta tahsilini Bandırma'da yapar, Balıkesir'de liseyi bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesini kazanır ve kayıpsız mezun olur. İhlas Holding'de müessese hekimliğini yürüttüğü günlerde MS'e yakalanır. Elden ayaktan düşünceye kadar hasta kabul eden Mesut Ağabey, unutulmaz intibalar bırakır.
ÇARESİZ HASTALAR İÇİN SİSTEM GELİŞTİRDİ
90'lı seneler. Gözlerim hakkında istişare edecek hekim arıyorum o sıra. Mesut Ağabey ile karşılaştım.
Koluma girdi, odasına gittik, sabırla dinledi. "Bu mevzuda ihtisas yapsaydım suallerine cevap veremezdim" dedi, "ama neyse ki hürüm. Pratisyenliğin güzelliği de bu işte!"
Ben tavsiyelerine uydum ve rahatladım. Çok okurdu, bir gün enzimlerden bahis açtı, bizim için yabancı bir alandı ama ilgimizi çekmeyi başardı. "Sadece şu mevzu bile insanın iman etmesi için yeter" demişti hiç unutmam.
Hastalarını dost edinirdi ki ben de onlardan biriydim sonunda. MS hastalığının seyrini biliyor, muhtemel safhaları bekliyordu sabırla. 1999 yılı yıpratıcı geçmişti, tabip arkadaşları "üç ay ya yaşar, ya yaşamaz" diyorlardı, her an, her şey olabilirdi bu saatten sonra.
Mesut Ağabey "Dünya mümine zindan! Üç günlük hayat öyle de geçecek, böyle de" derdi umursamadan.
3 ay geçti. 5 ay geçti. 5 yıl...
Vee 15 koca yıl kaldı arkada...
Önceleri her gün uğruyordum, Mimaroba'ya taşınınca haftada bire düştük. Evet İstanbul zordu ama vefa konusunda verdiğimiz imtihandan da iyi not alamamıştım kendi adıma.
Bayram öncesi uğradım, burnundan gıda akıtıyorlardı. Hayli sohbet ettik. Sahur vakti ikramlar ile ayrıldım. Ah son olduğunu bilsem bırakır mıydım?
Şimdi soracaksınız gırtlak delik, ağızda burunda hortumlar, bu nasıl sohbet acaba?
Kendime pay çıkarmayayım ama müthiş bir buluşa imza atmıştık onunla.
Ekte fotoğrafını gördüğünüz alfabeyi hazırlamıştık ki Türklerin sık kullandığı harfleri aldık yukarıya. Satırları numaralandırdık ve dörde böldük sağdan sola.
Alfabenin zemini saydam. Siz bir taraftan bakıyorsunuz o bir taraftan. Mesut ağabey ile göz göze geldiğimiz harf beliriyor ayan beyan, sorup teyid alıyorum "şu mu abi?"
Göz kırptı mı, tamam.
Böylece her seferinde 29 harf söylemekten kurtuluyorsunuz. Büyük vakit kazandırıyor taraflara.
Bir de son satıra "EVET", "HAYIR", "BİTTİ", "BOŞLUK", "O HARFİ SİL" diye bir bölüm koyduk. Biz hızlı konuşuyor fark etmiyoruz ama meğer boşluk ve nokta ne kadar lazımmış insana...
Bu sistem test edilmiş yüz güldürmüştür, belki birilerinin de işine yarar.
Bakarsın bir yiğit çıkar, hadiseye teknoloji katar.
Sahi bu tür hastalarla "görebildiği ve duyabildiği halde" neden irtibat kurulmaz. Bir çalışma yapılamaz mı bu konuda?
Mesut Ağabey Eyüp Sultan'ı çok severdi, Allahü teâlâ tam da yokuşun ortasında bir kabir lütfetti ona.
Sanırım söylenecek tek söz kaldı.
El-Fatiha! Halid Abay
Hazırlayan: Ahmet Sırrı Arvas
.
Urfa'nın etrafı 'güzel insanlar'
30 Ağustos 2014 01:00
Yeryüzünde önemli, özel ve kadim şehirler vardır. Bu şehirler geçmişten günümüze tarih, bilim, hukuk, inanç, kültür, sanat, edebiyat, medeniyet gibi insanlık kültürünün oluşumuna ve gelişimine mekân olmuş önemli merkezlerdir. Bu şehirlerden bazıları; Mekke, Medine, Kudüs, İskenderiye ve Urfa'dır...
İşte Harran Üniversitesi'nin kalıntıları. Dünyanın ilk üniversitesi başka ülkede olsa, taş taş yeniden düzenler, dünyanın gözdesi bir antik kent haline getirirlerdi.
Şanlıurfa, kadim bir medeniyetin izlerini taşıyan ancak tarihi mirasa yeterince sahip çıkılamamış, muhteşem bir şehir... Son yıllarda artan turist sayısına bakılırsa, insanlar yeni yeni farkına varıyor. Ahali memnun. Şehrin manevi sultanı Hayat bin Kays El Harrani hazretlerini ve Urfalı dostlarımızı ziyarete gidiyoruz. Büyüklerimizin sohbetlerinden birinde, vefatından sonra tasarrufları kuvvetle devam bazı veliler vardır, bu evliyalar Maruf-i Kerhi, Abdülkadir Geylani ve Hayat bin Kays El Harrani hazretleridir, diye kalmış aklımda. Önce şehrin büyüğüne gidiyor, boyun büküyoruz. Biz mücrimlerin duası kabul olur mu bilinmez ama, Allahü Teala dostlarının hatırını kırmaz. Hele tasarrufları böyle devam ederken... Nitekim Fatih Sultan Mehmed Han'ın hocası Akşemseddin Hazretleri buyurdular ki.
Tasarruf ehlidir ruh-u veli, dü cihanda,
Deme bu ölüdür, nasıl derde derman ola!
Ruh şimşir-i Huda'dır ten kılıf olmuş ona,
Dahi alâ kâr eder, bir tığ ki, üryan ola.
(Mecmuat-ül cevahir)
Yani deniyor ki:
Evliyanın ruhu, iş yapar iki cihanda,
Deme, bu ölüdür, nasıl olur derde deva!
Ruhu, Hakk'ın kılıcı, vücut kılıftır ona,
Kınından çıkan kılıç tesirli olur daha.
Biz de kınından çıkmış, keskin kılıca teslim oluyor, mübarek kabrinde boyun büküyoruz. Türbe ziyaretçilerle dolup taşıyor, bir teyze, ağlayan minicik bir bebeği türbeye bırakıp çıkıyor. Susuyor çocuk... Yarım saat sonra gelip alıyor oradan. Bir beldede Evliya ve Allah dostu varsa, inanın o belde her bakımdan güzelleşiyor. Mesela Bağlum, 25 yıl kadar önce gittiğimizde, çamur içinde küçük bir köydü. O zaman belediye başkanına uğramış, buranın nesi meşhur? Demiştik. "Efendi hazretleri var daha ne olsun" demişti başkan. Şimdi ise, Seyyid Abdülhakim Efendi hazretlerinin ziyaretçileriyle dolup taşıyor. Belde güzelleşmiş, çiçekler, ağaçlar içinde, doyum olmuyor.
Şanlıurfa'nın insanı bir başka. Sıcak ve samimi. Birçok kişi samimiyetle davet ediyor evine. Acıyı, isotu seviyorlar. Halilürrahman başta olmak üzere, bütün tarihi ve turistik yerlerde minik çocuklar kesiyor önünüzü. "Siye İngilizce, Almanca, Arapça, Farsça, Fransızca buranın tarihini anlatim mi abey" diyorlar. Nazik bir teşekkürle, gitmeleri ne mümkün. Siz hayır dedikçe üsteliyorlar, iyice umutları kırılınca da "bi türkü söylem mi abey" deyip gülümsetiyorlar insanı.
Haliliye Kaymakamı Yusuf Ziya Çelikkaya bey, sanat edebiyat ve kültür aşığı... Bilge insan... Onun rehberliğinde geziyoruz şehri. Aslında vali beyin de olmasını arzu ediyoruz lakin, programı yoğun olduğu için katılamıyor.
MEŞHUR BALIKLIGÖL
Şanlıurfa'da hayat Halilürrahmanda. Şehrin en sosyal yeri burası, meşhur Balıklıgöl yani. Halk gece geç saatlere kadar burada manevi havayı teneffüs ediyor. Hele ramazanı şeriflerde sahura kadar herkes orada, piknik yapanlar, çay içenler, tepelerdeki mağaralarda cafeler gençlerle dolu.
Şanlıurfa'nın en çok sıkıntı çektiği hususlardan biri Suriyeli mülteciler... Ceylanpınar'da sık sık düşen toplar, mermiler, yaralananlar... İnsanlar bu konuda huzursuz ve tedirgin. Şehir içinde Suriyeli mülteciler dolanıyor, bazen tartışma ve kavgalar çıkıyor, genelde cami önlerinde kadınlar ve çocuklar dileniyor, "yaaa ibadullah" diye inliyor yaşlılar.
İnsanın içi gidiyor, sadaka sadaka nereye kadar? Bu savaş bitip hepsi evine barkına, memleketine dönmeli. Veya madem ki sayıları bir milyonu geçti. İkinci Halep şehri kurmalı onlara. Herkes mesleğini yapsın tutunsun hayata. Geçici olarak çadırlar, misafirhaneler veriliyor. Ancak çözüm değil. Üçüncü yılı buldu zulüm. Suriye dramı, Rusya, İran, Çin gibi ülkelerin ayak diretmesiyle uzadıkça uzuyor.
GAP İLE DEĞİŞEN ÇEHRE
Şanlıurfa'yı gezmeye doyamıyoruz. Balıklı gölün hemen yanı başında yıkıma yüz tutmuş mağara evler var. Rehberimiz "İşte İbrahim Tatlıses bu evlerden birinde doğmuş." Gerçekten çok ilginç. Uçsuz bucaksız Harran ovası, GAP'ın yaptığı dev hizmetler, her yer kanallarla, sulu tarıma elverişli hale getirilmiş. Gerçekten büyük proje. Rahmetli Turgut Özal'ın başlattığı GAP tamamlanmak üzere. Hem şehrin sanat ve kültür hayatına da katkıda bulunuyor.
Rahmetli Özal mahalle kahvelerine gider, her bahane ile halkın arasına karışmaya bakar. Aslını inkâr etmez, "Kürt çocuğu" olduğunu söylemekten korkmaz. Kürt gençlerine "Sizden aldığımız verginin 30 katını GAP'a harcıyoruz, kafası çalışan bölücülük yapar mı" diye sorar.
GAP Başkanı dostumuz Sadrettin Karahocagil'i ziyaret ediyor, bilgi alıyoruz. Bölgedeki Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Gaziantep, Kilis, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak ciddi anlamda projelerle ayağa kalktı, diyor.
İSOT DAİMA POPÜLER
Şanlıurfa dendi mi akla tabi ki "isot" gelir. Çeşit çeşit, kırmızının birçok tonunda isot var. Yabancılar acıya alışmakta zorlansa da, Urfalılar için isot; bal kaymaktan farksız. Çok acı yemekten mi, fazla türkü çığırmaktan mıdır, sesleri de pek yanık.
HALİLULLAH İBRAHİM ALEYHİSSELAM
Nemrûd, İbrahim aleyhisselamın getirdiği dini kabul etmez ve mücadeleye girişir. Onu yanına getirmelerini emreder. İbrahim Aleyhisselam, Nemrûd'u Allah-ü Teâlâ'ya îmân etmeye davet eder. Nemrûd, bunu reddettiği gibi, İbrahim Aleyhisselam'ın kendisine secde etmesini ister. Secde etmeyince, hapse atar ve ateşte yakılmasını emreder. Günlerce yığılan odunlar ateşlenir. Şiddetinden yanına yaklaşamadıkları ateşe Hazret-i İbrahim'i mancınıkla atarlar. Ateşe atılırken; "Hasbiyallah ve ni'mel vekil", yâni "Bana Allah'ım yetişir. O ne iyi vekildir, yardımcıdır" der. Ateşe düşerken Cebrâil Aleyhisselam gelip; "Bir dileğin var mı?" diye sorunca; "Var, fakat sana değil, Rabbim beni görüyor, biliyor" der. Onun bu hâli Kur'ân-ı Kerîm'de övülür ve; "Sözünün eri olan İbrahim." buyrulur.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen ateşe; "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmette ol!" (Enbiyâ sûresi: 69) diye emreder. Ateşin içi yemyeşil bir bahçe kesilir. Cebrâil Aleyhisselam da kendisine arkadaş olur. Cennet'ten gömlek ve yaygı getirir ve onu Cennet nîmetleri ile doyurur. Ateşte yedi gün kaldığı rivâyet edilir. Ateş sönünce mucizeyi gözleriyle görenlerden kardeşi Haran, amcasının kızı ve sonra hanımı olan Hazret-i Sâre ve bazı kimseler iman ederler. İbrahim Aleyhisselam ateşten kurtulduktan sonra Keldânî kavmini bir müddet daha imana davet eder. Fakat zalim Nemrûd ve putperest ahâli küfürlerinden vazgeçmez. Allahü Teâlâ, Nemrûd ve kavmine sivrisinekleri musallat etti. Sinekler onların kanlarını emerler ve kuru kemik hâline getirirler. Sineklerden biri de Nemrûd'un burnundan girip beynine yerleşir. Uzun zaman azap ve ızdırap verir. Hatta başını tokmakla dövdüre dövdüre ölür. Allahü Teâlâ, tanrılık iddia eden Nemrûd'u en aciz mahlûklarından biri olan sivrisinekle cezalandırır...
Hazreti İbrahime, Allahü Teala'nın bu dostuna ve peygamberine dualar ediyoruz.
Meşhur balıklıgöl. Buradaki balıkların odun olduğu ve balığa dönüştüğü söylenir halk arasında. Balıklar kutsal sayılır, kimse dokunmaz, bol bol yem atılır.
GAP BAŞKANI ANLATIYOR
GAP Başkanı Sadrettin Karahocagil, Şanlıurfa ve diğer GAP illerinde yaşanan gelişmeleri anlatıyor. Kadınlara yaptıkları projelerle ürettikleri ürünleri dünya pazarına sunduklarını ifade ediyor.
Hazreti Eyüb Aleyhisselam için yapılmış Eyyubiye Camii.
Hazırlayan: Ahmet Sırrı Arvas
.
Ordu'nun teepeeleeri
6 Eylül 2014 01:00
Hangimiz hayalini kurmuyoruz ki... Şu plaza köşelerinden bir kurtulsak, alıp başımızı dağlara vursak... Gidip basit bir kulübe edineceksin uzaklarda, nasıl olsa bu saatten sonra çorbamız tekaüd aylığı ile de kaynar. Üç beş evlek de toprak edinirsin... Hani domat biber ekecek kadar.
Ayağın toprağa basar, elin çapa çekiç tutar, spor mu istiyorsun al baltayı git odun yar...
Klima, kalorifer meraklısına kalsın, bir çingene sobası yeter artar. Bel kalınlığındaki ağaçları dilim dilim dilimleyen maharetli insanlara imrenmişimdir hep. Bunlar kütüğü asla elle taşımaz vurur baltayı saplar, atarlar omuzlarına. İnceden zemin etüdü yapar itina ile oturturlar. Sonra "hıh" diye bir ses ve o malum vınlama... Çatırt!
Kütük ayrılıverir iki yana. Diyelim budağa denk geldi kopmadı. Ustası kaldırır bu sefer tersine vurur, olmadı bir daha. Sonra kenardan kenardan başlar üçgenler çıkarmaya. Çıraları daha da bir inceltecek, kaldıracaktır kuytuya...
Mâlum odun ateşi yemeğe ayrı bir nefaset katar. Hele bir çayı olur on numara. Sabahın seherinde kalkmış semaverini kurmuşsun, kıymık kozalak derken suyu kaynatmışsın. Geceden kalma bir serinlik, gölgeler ısınmamış daha, otlarda su habbeleri parlıyor nokta nokta. Uzaktan uzağa horoz, çıngırak sesleri, havada odun dumanı ile karışık ekmek kokusu. Buruk bir çay buharı, haydi diyor adama. Bahçeden körpe hıyarları toplamışsın, nane, maydanoz, roka... Tulumdan peynir çıkartmış, sapsarı tereyağını eritmiş, beş on yumurta kırmışsın tavaya...
Kenarda birkaç kovanınız olsun artık, eh civarda kekik, ıhlamur da varsa... Balınız esans kesilir adeta...
Süt kendi hayvanınızdan olsun, kaşık batmasın yoğurdunuza. Üşenmeyip de süzdürmüşseniz yeme de yanında...
Mısır ekmeği tabii ki kuzinede pişmiş olacak, icabında sac üzerine yufka atarsın odunun bol nasıl olsa... Yaylada bir kuzine edineceksin hem ocak, hem soba... Üstüne güğüm oturtacaksın ki mızlasın, küle patates, kestane gömeceksin, pancar, kabak artık ne olursa...
Diyelim misafirin gelmiş buyursun ağaçlarla oyalana dursunlar, incir, üzüm yesinler, fındık ceviz kırsınlar. Alıverirsin oklavayı eline börekler açarsın onlara...
Sapır-saçma konuşuyorsam aşırı oksijendendir, belgesel çekmek için Ordu Çambaşı yaylalarına çıkmıştık da...
YAYLALAR YAYLALAR
Siz hiç Karadeniz'de orman yangını duydunuz mu? Oluyordur zahir ama nadir. Niye? Yerler sırılsıklam anam, pabucun burnu hiç kurumuyor. Ağaçlar yosuna durmuş, koyunlar otlarken sulanıyor. Karadeniz dağları dik mi dik, sarp mı sarp... Doruklar da kar buz, oluklar da serin sular.
Efendim çobancağızın canı çekmiş bir kuzu kesip kavurmuş, sıcak sıcak yumulmuş, duman duman buhar buhar. İyi de sen tut çeşmeye aban, git su iç kana kana.
Pınarın soğukluğuna bakın ki midesindeki kebapları dondurmuş, sanırsın beton dökmüşler bağrına. "Yandım anam yandım" diye haykırmış. İşte o gün bu gündür "Çoban bağırtan" diyorlar o suya.
Ordulular soruyorlar suyun iyisini nereden anlarsın?
-Bilmem.
-Çayından.
Hakikaten bir çay getiriyorlar pırlanta. Lebrenk (dudak rengi) lebriz (bardağın dudağına kadar) ve lebsuz (dudak yakacak ısıda) Önce kokluyorsun, sonra yudumluyorsun, gözün açılıyor, enerji yayılıyor damarlarına. Çayda yayla suyu ve odun ateşi çok önemli. Ama aynı malzeme ile sahilde yap olmaz. Niye? Çünkü su deniz seviyesinde 100 derecede kaynar, otu haşlar, yakar, burar. Yaylada çaydanlık 90 derecede tıkırdar, belki daha da aşağıda...
TURŞUNUN BAŞŞEHRİ
Çambaşı ahalisi kendini turşuya vermiş, millet üşenmiyor taaa Ordu'dan Giresun'dan Sivas'tan gelip turşu tedarik ediyor. Burada iki hususiyet öne çıkıyor, biiir zerzavat organik, ilaç gübre görmemişler, akşamdan sabaha mayışmıyor. İkincisi de su. Gli gli çeşmesinin suyu turşu için biçilmiş kaftan, yukarıdakiler de güzel ama aşağıdakilere bakma.
Onlardan da oluyor da o kadar oluyor... Kıtır kıtır ses çıkarmıyor, eriyip gidiyor zamanla. Ahali turşu hususunda kendini aşmış, sirke nohut faslını da arkada bırakmış erik koruk ekşisi kullanıyorlar. Sabah aç karnına yesen dokunmazmış, denemedim ama bunu yazıyorum bir kenara.
Fırınlar mis gibi kokuyor, kuru odun, has buğday, ekşi maya... Eh ustalık da var tabii, nasıl kabarıyor kucaklar almıyor.
Türkün aklı dağlardadır malum, bir zamanlar yaylalar insan kaynarmış. Düşünün 40 bin vatan evladı Turnalık'ta 40 bin yiğit de Çambaşı'nda yaşarmış. Kervanlar burada durur, mallar yayılırmış tezgahlara. Taaa o devirlerde iki tane eczanesi ve otuza yakın hanı varmış. Orduda Giresun'da bulunmayan ürünler görücüye çıkarmış burada.
Çambaşı halen Türkiye'nin önde gelen yaylalarından biri. 77 tane obası var ki Ordulular "bağlak" diyorlar onlara. Ormanlar, kanyonlar, yüze yakın şelale, yeşil otlaklar... Henüz elektriğin ulaşmadığı, cep telefonunun çekmediği yaylalar var, hele şu güzelliğe bak.
Son yıllarda turizme merak salmışlar. 23 ayrı güzergâh belirlemişler. Macera isteyenlere macera sunuyorlar, manzara arayanlara manzara. Yaylada parasız pulsuz yaşamak kabil. Kırmızı benekli alabalıklar, çeşit çeşit mantarlar. Nisanda kuzugöbeği, mayısta çaman... Ağustosta böğürtlen, çalı çileği, yaban mersin, taflan... Biliyor musunuz karacalar da bayılırmış bunlara. Bir zamanlar keçi sürüsü gibi karaca varmış, yolda çıkıverirmiş karşına. Eh o kadar karacanın dolandığı yerde kurt tilki de olacak tabii. Ve beyaz kartal.
Tüyü bitmedik kurdun tilkinin arkasından konuşmasak iyi olacak... Ama o avcılar var ya avcılar...
Karadeniz yaylalarını bilirsiniz sis çöktü mü suya düşmüş gibi ıslanırsınız adeta. Havada asılı milyarlarca damlacık, insanı nasıl serinletiyor, klima yaklaşamıyor yanına.
Bazlama yapıyorlar çok lezzetli, mısır kaynatıyorlar haza süt, sanki muhallebi akıyor ağzına. Et ucuz ve leziz, mangalcılar köz yelliyorlar telaşla.
GÖLKÖY ULUGÖL
Uzanıyoruz Gölköy'e doğru. Burada hakikaten bir göl var Ulugöl diyorlar adına. Süleymaniye ve Haruniye Köyü hududunda bir krater gölü. Etrafı tabiat parkı ilan edilmiş, tuvaletler çeşmeler hazır, banklar kamelyalar, ne arıyorsanız fazlasıyla... Bu serinlik alabalık için bulunmaz nimet, nitekim hayli yumurta bırakmışlar suya.
Bu sene fındık olanda iyi var olmayanda hiç yok. Mart 30, yine yeşillendi fındık dalları derken bir don vuruyor, yüksekler kuruyor adeta.
Ama iki yüz rakımın altında mahsul çok, hem ambarlar dolusu fındık, hem misli misli fiyat. Yaşadılar.
Karadeniz köylüsü eskisi gibi değil, artık tek ürüne bel bağlamıyor. Fındık olmadı, kivi. Kivi olmadı, çilek. Sadece mavi ladin denilen mübarek yetiyor da artıyor. Düşünün bir köy "yüz bin fidan" sipariş almış, muhatap devlet, çek senet yok, tiko para.
Ordu gezilesi bir şehir, sahil klasik Karadeniz, hırçın dalgalar, balıkçı takaları, ahşap konaklar. Dağlar da resimdeki gibi "Şekil 1 A", giden pişman olmuyor asla.
Şehrimiz göz kamaştıracak
Ordu Valisi İrfan Balkanlıoğlu: "Allah Ordu'ya güzellikler bahşetmiş, masmavi deniz, yemyeşil dağlar, derin vadiler, ürkütücü kanyonlar, serin yaylalar.
Yayla hususunda Türkiye'nin 24 adet tescilli kültür ve turizm merkezi var sekizi Ordu'da. Bizde Karadeniz otoyolu sahilden geçmedi bu yüzden kıyılarımız eskisi gibi. Pırıl pırıl deniz, dantel gibi koylar, balık zengini sofralar....
Bu arada bölünmüş yollar hizmete girmek üzere. Akdeniz ve GAP daha da yakınlaşacak.
Türkiye'nin tek deniz dolgu sistemi ile yapılan havaalanı Ordu'ya büyük hareket getirecek, şehrimiz kabuğunu kıracak.
Artık Ordu'da sadece fındığa bağlı bir ekonomi yok, geleceği çok parlak.
Nedendir bilmem insanlarımız dünyanın öbür ucunda güzellik arıyor. Halbuki burada Alp dağlarını artamayacak manzaralar var. Sanırım tatilciler de sahile doydu, değişiklik arıyorlar. Düşünün aşağıda hava 40 derece iken yaylalarda yorgansız yatılmıyor. Kekik kokulu dağlar, kara gözlü kuzular. Çoğumuzun adını bile bilemediği otlar burada nefis yemeklere dönüşüyor, damak zevki için yurt dışına gidenler Ordu'ya buyursunlar.
Bir turist ne arar?
Tarih, medeniyet doğa...
Hepsi bir yana yöre insanının misafirperverliğini görmenizi isterim, burası bir huzur şehri. Karadeniz turuna çıkanlar Ordu'ya atlamasınlar gezileri eksik kalacak yoksa.
.
'Ben adamı daktilosundan...'
13 Eylül 2014 01:00
Cep telefonuna da tavırlıydım başlangıçta. "Masamda telefon yok mu" diyordum "beni arayan bulur, nasıl olsa!"
-Mobil hattınızı aliym beyefendi?
-Yok kullanmıyorum.
-Aaa niye ama?
Bu soruya muhatap olmaktan usandım, yelkeni indirdim sonunda.
Digital fotoğraf makinesine de beyhude direnmiştim. Bir gün film yıkandı baktım ne gök, ne deniz belli "Abi n'oldu buna, güller kül rengi?"
-Senden başka makaralı kullanan kalmadı aslanım, aylar var ki solüsyon değişmedi, artık uyansana!
Daktilomu bırakmak da ağırıma gitmişti, ne güzel tıkırdayıp gidiyorduk şurada. Muhasebe servisinden çıkma yeşil bir "İdeal"im vardı. Şaryosu en az dört karış, belki daha fazla. Tuşlara bastın mı zemberek gibi boşanır, şrak şrak şrak... Sanki kaleşnikof köftehor, darbeli matkap hafif kalır yanında.
Takırtısına öyle bir alışıyorsunuz ki onsuz cümle kuramaz oluyorsunuz zamanla. Bilgisayar çıktı mertlik bozuldu, ne etti ettiler, girdiler aramıza.
MERDANE DEĞİL SABIKA KAYDI!
Hayrettin Usta'ya göre bu merdane öfkeli bir şahsa ait olmalı, yer yer çöküntüler var ki sahibinin tuşlara ne kadar sert bastığını gösteriyor. Değiştirilmezse şerit eskitmeye ve kağıt delmeye devam edecek, adamı hepten çileden çıkaracak.
DAKTİLO ANA BİLİM DALI
Daktilolarımızı tamir eden bir Hayrettin Ustamız vardı, geçen geldi aklıma, hâlâ devam ediyor mu acaba?
Sirkeci de, Postane-i kebirin karşısında icra-i sanat eylerdi, mermer girişli bir bina. Yüksek tavan, taş duvar, helezon basamak, ahşap trabzan, cepheler safi oyma.
Yine o civardaymış buldum kolayca. Yıllar Hayrettin Usta'yı değiştirmemiş, girdiğimde muhabbet demlenmişti tavında. Siz devam edin işareti yaptım, sandalyeye ilişiverdim yavaşça. Atmışlı yılları anlatıyorlar, zerzavat taşıyan mavnalar, balıkçı sandalları, küfeyle satılan palamutlar... "O kofanalar neydi öyle, çifti ikibuçuk lira! İtina ile dilimlersin, üstüne domates, biber, maydanoz artık ne lazımsa. Götürüp mahalle fırınına bırakırsın, odun ateşi ile ivil ivil pişer, pamuk gibi yumuşar. Bak dün evde tekim, damat pazı yollamış, ince ince doğradım, silmece yaydım tavaya. Azıcık eriyince üstüne beyaz peyniri boca etmeyeyim mi? Kendini çekince de üç beş yumurta.... Ah ah ah... Ne ekmek yediriyor ama...
Hayrettin Usta'nın da güzelliği budur işte, anlatmayı sever, bildiğini paylaşmaktan keyif duyar.
-Çocukluğumda da böyleydim, hatta bir ramazan gece kalkmış ciğer sote hazırlamıştım sahura. Fırından çıtır çıtır somunları almışım, mis, düşünün her biri birer okka. Millet kokulara fırladı, yedi kardeşiz baktım yedisi de ayakta... Şimdi çocuklar zorluk görmüyor, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. Anaları peşi sıra koşuyor. Bak ana dedim de şuracığım sızladı. Allah gani gani rahmet eylesin, bazen geç kalırım, bakarım cumbada. Tesbihi elinde, gözü yollarda.
SON?SAMURAY
Misafir müsaade istiyor kalkıyor, artık girebiliriz mevzuya.
- Ya Hayrettin Abi senden başka daktilo tamircisi kaldı mı İstanbul'da?
- Yok bildiğim kadarıyla.
- Mesleğin son temsilcisi sen olduğuna göre haberini yapabiliriz pekala.
- Nasıl istersen, mahsur yok benden yana.
- Hayrettin Abi bir daktilo niye ihtiyaç duyar bakıma.
- Biliyorsun bakımsız makinenin, şeritleri dönmez, kolları havada donar, büyük harfler kalkmaz, tuşlar sertleşir, adamın keyfi kaçar. Biz makineyi sökeriz, içinden öyle toz toprak çıkar ki şaşarsın inan. Parçaları yıkar, kirini akıtırız, sonra benzine yatırırız, ovalar fırçalar paslarını çıkarırız. Kurutup takarız, yağlarız, alıştırırız ve kendine gelmeye başlar. (Mercedes marka bir daktiloya kağıt takıyor, her tuşa tek tek basıyor.) Bak harflerin hepsi aynı sırada, kağıdı delen ya da hafif kalan yok, demek ki tam ayarında... Böyle bir makinenin tuşları tıkır tıkır akar, sesi bile hoş gelir insana. Mekaniğin güzelliği de bu işte, düşün şu alet 60 yaşında... Daktiloların çantalarını da elden geçiririz, götürür Rıza Paşa yokuşunda pandizot kaplatırız onlara.
Gözüm yerinden kalkmaz bir hesap makinesine ilişiyor.
-Eskiden elektrikler sık kesilirdi malum, bankalar bu iki işlemli hesap makineleri kullanırlardı o sıra. (Hemen bir toplama yapıyor, kolu çekince yekûnu şeride yazıyor.) Bunların aksamı çeliktir, kolay kolay bozulmaz, sadece yayların elastikiyeti azalır o kadar. Kir kurum tutarsa, yıkar yağlarsın çalışmaya başlar. Hepsi de Marshall yardımı, NATO hattından, anlarsın ya...
ABAKÜSÜN?TORUNU?BUNLAR
Dört işlem yapanları da vardı, Viktor'lar. Boyuna takılırlardı ama. Facit geldi de kurtulduk. Facit'te ne yazdığını görürsün, ne ile çarptığını neye böldüğünü görürsün. Esnafın eli ayağı idi adeta.
-Peki yedek parçaları var mı?
Azaldı tabii, fabrikaları kapandı. Bir tek Brother elektroniğe geçmek için çabaladı. Lakin bilgisayar yayılınca dayanamadı o da.
-Bu işi kimden öğrendin Hayrettin usta?
Covanni adlı bir İtalyan'dan. Yüksek kaldırımda... 67'de askere gittim, geldim, dükkan açtım. O gün bugündür Eminönü'nden ayrılmadım bir daha. Eminönü çanağın dibi, insanı eksik olmaz. Düşün karşı sokakta nakliye ambarları sıralanırdı, Sirkeci garının yanından otobüsler kalkar. Anadolu'dan mal almaya gelen tacirler önce Vakıf Han'a, Gürün Han'a bakarlar. En ünlü kasaplar buradadır, çalışanlar akşam etlerini alır seyirtirler vapura.
Meserret pastanesi yazarlar kulübü gibiydi, muhabirler, muharrirler bu yokuşta dolanırlar. Gazetelerle de anlaşırdık, cumartesi öğleden sonra yazı işlerine bir dalarız, makinelerin bakımını yapar hazırlarız hafta başına.
-Mekanikte marka bağımlılığı olur sizin beğendiğiniz hangisiydi mesela?
-Tamirci ayırım yapmaz ama Remington, Olivetti, Underwood, Hermes, Royal, Adler yaygındılar. Zaten Alman ve İngiliz makineleri yarışırdı piyasada. Erika, Olimpia da işimize gelirdi, basittiler zira.
KLAVYE İNKILABI
Avrupa'dan "Q" klavye makineler gelir, biz onları önceleri "A" klavyeye çevirirdik. Sonra "A-Z" klavyeye dönüldü. Sonra "A-I" klavyeye... Ve "F-G" klavyeye geçildi sonunda.
Klavye değiştirmek için bütün harfler sökülür, lehimlerinden koparılır. Temizlenir, dizilir, sarı plakalarla sıkıştırılırlar. Göz kararı bir ayar yapılır, lehimlendikten sonra bir ayar daha. Bu bir nevi yeniden imalat. Meşakkatli bir iş ama iyi para kazandırdı sanatkâra. Ecevit A-I klavyeden vazgeçmemişti, daktilo yeniledikçe klavye eskitirdik biz ona.
-Halen daktilo kullanan yazar kaldı mı?
-Olmaz mı, Kemal Belgin, Afet Ilgaz o tıkırtıyı duymaktan hoşlanıyor mesela.
-Peki kendi makinesini tamir etmeye kalkan gazeteciler yok mu, bizde meraklılar çoktur, açar kurcalarlar.
-Ben onları çok gördüm, bir getirirler torba torba parça. "Yok bi şey ya, sadece monte edilecek usta". "Tabi tabi" deriz, bozmayız asla.
Asabi insanlar ve yaşlılar tuşlara sert basar, bazıları öfkelerini daktilodan çıkarırlar. Onların merdaneleri girintili çıkıntılıdır, harita gibidir adeta. Durmadan şerit eskitir, kağıtları deler nokta nokta. Ben merdaneye baktım mı notunu veririm adama, bu asabi, bu mülayim diyebilirim pekala. Daktilosundan kıl, tüy, tütün çıkanlar... Yemiş kabukları, hatta mermi bulduk anarşi yıllarında.
-O zaman kime kız verilir, kime verilmez daktilocuya sorsunlar.
ŞERİDİN ELE?VERİR
Evet. Getir daktilonu kim olduğunu söyleyeyim sana... Eskiden mahkemelerde de kararlar daktilo ile yazılırdı, filmlerden hatırlarsın hakim "yaz kızım" dedi mi bir şakırtıdır kopar. Teknoloji işleri kolaylaştırdı, inat etmenin manası yok bu saatten sonra.
Yeni bir makine çıktı mı hemen gider satın alır, söker, takar tanımaya çalışırdık. Bilgisayar yayıldı bu sefer onları başladık parçalamaya. İki işlemli hesap makineleri, üç işlemliler, dört işlemliler (Citizen'ler vardı mesela)... Çok hızlı değişiyor mümkün değil yetişemeyeceğiz derken, şu geldiğimiz yere bak. Bunlar iyi şeyler aslında, ülkemiz kalkınıyor büyük bir hızla.
AH O NOTERLER!
Cumartesi öğlen işten çıkar, giyinip kuşanırız, öyle ya gezmeye çıkacağız daha. Tam akranlarınla sözleşmişsin Trakyalı noterler damlar. 6-7 makine birden getirirler ki canları çıkmıştır adeta. Pazara yetiştir der, sıkıştırırlar. Gece yarılarına kadar çalışırız iş çok, vakit dar, yorgunluk bıkkınlık bir yandan. Yaparız ama içimize sinmez, tabii keyifle elden geçen cihazın tadı başka!
Babıali esnafı haddinden fazla iyiydi. Biri siftah etmiş, arkadaşı etmemiş. "Yan tarafa bakın" der komşuya yollar. Aralarında seviyeli bir çekişme olur, latifeler yapılır ama kibarca. Düşünün rakip taraftarlar maça gider yan yana otururlar. Çırak aldın diyelim evladın gibi yetiştirirsin, hatta tezgahını bırakırsın ona.
Sanırım sahife doldu ama muhabbet yeni başlıyordu daha...
Neyse bir gün yine yazarız. Hayrettin Usta'dan Eminönü, Haliç ve Vefa'nın kırk yıl evvelki halini dinlemenizi isterdim. Nerden nereye dedirtiyor insana.
Hayrettin Usta'nın işi yavaşladı, o güzelim daktilolar aksesuar malzemesi gibi dolaplara kalkacak deseler inanır mıydı acaba?
Yarım asır dile kolay, Hayrettin Usta bırakmaya niyetli değil, işini seviyor, çalışırken dinleniyor
.
KURBANA DAİR BİLİNEN BİLİNMEYEN HER ŞEY...
27 Eylül 2014 01:00
Bayramlarda eskiden bıçak, nacak reklamları olurdu, üst baş, şeker, giyim kuşam filan. Şimdi? Şimdi turizm firmaları ipotek koydu sayfalara... 3 gün beş gece... Tam pansiyon, her şey dahil, açık büfe...
Yunan adaları, Bodrum, Antalya... Hısım akraba da beklemeyiversin canım, zaten bir tatilimiz var şurada...
Kurban bayramında eskiden de garlar garajlar hareketlenirdi, otobüslerin yarısı hacca giderdi zira. Büyükşehirdeki insanlar ne yapar yapar koşarlardı baba yurduna. Eh bahçesi olan evlerin hali başkaydı tabii. Bir çukur kan için kazılır bir çukur da işkembe ve kazuratına. Toprağı örttün mü biter, ne koku, ne leke, üstüne çiçek dik, al tabii gübre sana.
Kendi memleketinizde gözetilecek insanları bilirsiniz sonra. Kim dul, kim yetim, kim hasta?
Et yiyen var, yiyemeyen var, tek tek kapıları çalınır, takdim edilir kibarca.
HABER KITLIĞI MI VAR
Efendim bir dana kaçmış, sahibi yakalamaya çalışıyor. Diyeceksiniz "ne var yani bunda?" Bir bakıyorsunuz haber saati ekranlarda. Kamerayı gören koşmuş, bağıranlar çağıranlar, önünü kesenler, korna çalanlar. Hayvanı ürkütüyorlar daha fazla.
Bu beyler bayram günü kanalizasyon ağızlarını fotoğraflayacak, bulanık suyu magenta ile boyayıp, "deniz kan kesti" yazacaklardır ayrıca. Neyse biz yine dönelim Anadolu'muza. Eğer oğlunuz nişanlı ya da sözlü ise gelin kızın evine bir koç yollamalısınız mutlaka. Koç iri olacak, diri olacak. Anadolu'da Karaman ve Dağlıç cinsi sevilir, kuyruklu hayvan ayrı bir ritmle yürür, çalımı göz okşar. Boynuzlarına kırmızı kurdelalar bağlanacak ve bir altın takılacak alnına. Bir kurdela da karnından sırtına... Yetmez aşı boyalarla da kıpkızıl boyayacaksınız ki gören maşallah desin hayvana.
Aşı boyayı açsanız biraz?
Aşı bildiğiniz demir oksit. Hatırlarsanız mektepler ve kışla binaları önce kireçle boyanır, zeminden itibaren beş karışlık kısmına aşı boya vurulurdu ayrıca. Kirlenmesi muhtemel yerler makyajlanır bir bakıma. Ayasofya'nın üzerindeki rengi biliyorsun. İşte o boya, aşı boya!
ZENGİNE VACİP
Kurban bir ibadet, vacip ama malı mülkü olana. "Hanım geçen yıl bana kestik, hadi bu yıl da sana." Yok öyle şey, kim nisaba malikse ona. İlla ki hanımına kesmek istiyorsan kolayı var, zengin olacak kadar mal verirsin ona.
Şimdi kızımız için çamaşır makinesi, buzdolabı almış atmışız kenara, gelin olacak ya halıları yuvarlamış yuvarlamış dayamışız duvara. Peki kullanılıyor mu? Yoo öölece duruyor. İyi de bunların bedeli nisap miktarını dolduruyorsa kurban düşer o kızcağıza. Bakın size bütün samimiyetimle söylüyorum, çeyizi nisabı geçtiği için kurban kesen kızların hemen o yıl yuvalarını kurduklarına şahit oldum. Hem de defalarca.
Kurban kesen insan zengindir malum, mutfaklarına et girer yıl boyunca. Şimdi düşünün bir evde beş kişiye kurban düşüyor, haydi birini kessin yesin. Diğerlerini verebilirler güvendikleri bir vakfa.
Ancak burada vekalet çok önemli. Maille de olur, mektup ve telefonla da. Ama kişi belli olacak. Ben bunu filan vakfa verdim, iyi de o vakıftan muhatabın kim? Mezbahalarda çok gördük, yardım kuruluşundan biri geliyor dosyayı havada sallayıp "şunların kurbanlarını kesmeniz için sizi vekil ettim" deyip gidiyor. Dosyada beş yüz isim var, tesiste bir sürü eleman. Olmadı ki ama...
Kurban sahibi kimi vekil ettiğini bilecek, vekil bizzat ismini zikredecek, kasap vekaleti kabul edecek, "he" si duyulacak şekilde besmele çekecek, tekbirler getirilecek bu arada.
Peki kurban alırken dikkat edilecek hususlar?
Bir kere hayvan evsafa haiz olacak. Ama abi bu anasından bile iri... Görüntü değil yaş önemli. Küçükbaş hayvanlar için bir yıl, büyük baş hayvanlar için 2 yıl şartı var. Küçükbaşta nispeten oluyor ama büyükte kaçış yolu yok. İlla kapak atmış, kazması çıkmış olacak
Yani?
Devletin hayvanların kulaklarına astıkları küpelerde doğum tarihleri var onlara güvenebiliriz. Eğer böyle bir şey yoksa dişlerine bakarak iki yaşını aşıp aşmadığını anlayabiliriz. Şöyle ki alt öndeki iki süt dişi düşmüş, yerine daha geniş ve yüksek iki diş gelmiş olacak. Bazen sırf malı bir an önce satabilmek için hayvanların dişlerini koparıyor, taşla,
kiloyla kırıyor, eziyet ediyorlar hayvana. Çok gördüm ağızlar yara, biçarenin dili yok ki
derdini anlata...
Besiciler ahırda beslenen hayvan diş düşürmez diyor, çayırda otlasa düşermiş aslı var mı acaba?
- Evet yerli ırkta zaman zaman iki yaşını geçtiği halde düşmediği olsa da, kültür ırklarında iki yılda düşer mutlaka, vakti geldi mi bağlasan durmaz. Zaten en makbul et iki yaşını doldurmuş tosun etidir, sadece bizde değil bütün dünyada.
Bir de mümkün mertebe dişi hayvanı kesmemek lazım, hani neslin devamı açısından.
KÖR TOPAL OLMAYACAK
Kurbanlık hayvanın bir uzvu, mesela bir ayağı eksik olmayacak. Allah için kestiğin tam tekmil dört dörtlük olacak, zayıf mecalsiz, kulaksız kuyruksuz hayvana bakma. Büyük baş hayvanlar birbirine süser, boynuzlar gözüne değer soğultur. Tamam gözü var da, kördür aslında. Bunu anlamanın basit bir yolu var elinizi yaklaştırın sakınıyorsa tamam.
Peki kasaplara tavsiyeleriniz?
Onlar işlerini bilirler. Ancak o gün talep çok, aceleye gelmesin. Hayvan tamamen ölmeden omurilik kesilmemeli, titremelerinin kasılmaların bitmesini beklemek gerek. Birkaç dakika daha sabredin, düşmeyin mekruha.
Peki hayvan hilelerini nasıl anlarız?
Toplu satımların hilesi başkadır, münferit olanların hilesi başka. En klasik yolu hayvana tuz yalatır, kepek dayanırlar. Verirler suyu ki sığır dediğin iki teneke içebilir rahatlıkla. Alan da kurttur, kantar başında oyalanır, hayvanlar idrarlarını salarlar. Zaten piyasada % 8 fire kuralı çalışır, kimse kendini uyanık zannetmesin bunlar para kazandırmaz.
YAYLALAR YAYLALAR
Satıcıya sorarsanız hayvanları ya kekikli dağlarda otlamıştır, ya da çiçekli bayırlarda. Halbuki ekseri içeride beslenir, kekiği rüyalarında görürler anca. Hayvan buzağı iken alınır, 155 gün beslersin et bağlar, o günden sonra kilo almaz. Elde tutmak manasızdır bu saatten sonra. Çünkü adam çalıştıracaksın, suyu elektriği, fabrika yemi, hepsi para. Yanında saman da verirsin ki bağırsakları çalışa. Bazıları samanın üzerine mongalite denilen kalitesiz bir un serper, bu hayvanda yapış yapış bir yağ yapar, etin tadı tuzu olmaz.
Küspe hayvanını da makbul tutmazlar değil mi hocam?
Şeker pancarı ekenlerin fabrikadan küspe alma hakları doğar, bunu ya kurutur ya da o haliyle saklarlar. Avrupalılar, 200 litrelik fıçılara taze yemleri doldurur bir nevi konserve ya da turşu yaparlar. Ki silaj denir buna. O gün açtığını bitireceksin ama. Yoksa kokar. Bizim köylümüz ise küspenin altına naylon serer üstünü toprakla örter, o da bir nevi silaj ama hava ile temasını kesemezsen çürümeye başlar. Bir ufunet ki nasıl anlatıla. Biliyor musun, şu silaj işinin besiciye öğretilmesi lazım. Devletimiz de destek verse ne iyi olurdu ama... Yem bitkileri hem toprağı dinlendirir hem besiciyi tutar ayakta. Ukrayna'nın yaptığı gibi et ihracat edebiliriz pekala. Doğuda hayvan beslemek perişanlık, Erzurum'da Muş'ta Bingöl'de yazın ot biçilir, kışın kızaklarla taşınır ahıra. Babadan atadan öyle görmüşler, en zahmetli yolu da bu aslında.
Hayvan seçmenin de ne incelikleri varmış meğer.
Evet. En iyisi bilen biriyle gitmek pazara
.
Sahibinden az kullanılmış çöl kumu...
4 Ekim 2014 01:00
Fransızlar Mağrip ülkelerinde şeytanın aklına gelmeyecek hilelerle hükümranlık kurar, yerli halkı hayvan yerine koymazlar. Tunus Beyi taaa 19 Mart 1956'ya kadar ay yıldızlı bayrağı dalgalandırır. Gelgelelim elinde yetki filan yoktur. Durur ama sureta.
Douz, Tozır gibi iç bölgeler Osmanlıya sadık kalırlar, daha geçtiğimiz yıllara kadar hutbeyi Abdülhamid Han-ı saninin adına okurlar.
Fransa'nın ilgisi alakası daha ziyade Cezayir'de olduğu için Tunus'la uğraşmaz. Laik, antidemokratik bir zulüm devleti kurdurur, bu günler için yetiştirdiği kadroyu sahaya salar. Fransa'da tahsil yapan ve bir Fransız albayın dul hanımı ile evlenen Burgiba da bunlardan biridir mesela. Nitekim kralları imrendiren salahiyetlerle donatılıp oturtulur koltuğa.
O yıllarda muhalefetin Burgiba'yı yerinden indirecek gücü yoktur. Bunu Burgiba da bilir, koltuğun tadını çıkarmaya bakar. Eğer İleri yaşlarında zihni melekelerini kaybedip, sapır saçma konuşmasa başta duruyor olabilirdi hala.
Arap baharına kıvılcım olan Tunus devrimi ne kadar oturdu bilmiyoruz ancak mevcut hükümet adımlarını ihtiyatla atıyor. Tek başına iktidar olmak yerine koltuğu paylaşmayı tercih ediyor. Nitekim Mısır'da Mursi'nin başına gelenler ne kadar haklı oldukların gösterdi halka. Eee bu kadar siyaset yeter. Tunus gibi renkli bir ülkede anlatacak çok şey var daha...
Tunus'un güneyine doğru ilerlerken büyük sahranın içine düşüyoruz adeta. Allah'ın hikmeti işte çöl kapısında vaha şehirler sıralanıyor Douz, Kebili ve Tozır, Fizan'dan bile uzakta....
ÇOK BÜYÜK SAHRA
Sahara tam 12 Türkiye büyüklüğünde bir çöl. Taaa Kızıldeniz'den başlıyor, Atlas Okyanusuna uzanıyor. Üzerinde sadece Tunus değil, Fas, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan, Mali, Nijer, Moritanya ve Batı Sahra da yer alıyor. Çöle girince insan ne kadar aciz olduğunu anlıyor, ot yok, kök yok, ne altına sığınacağınız bir gölge ne de ağzınızı ıslatacağınız damla. Diyelim bir başınıza kaldınız, yürü yürü nereye kadar? Burada bin kilometrenin lafı bile olmaz. Tabii sahranın her yeri kum değil, yüksek dağlar da var, göçebelere mekan oluyorlar.
Tozır'ın hemen yanı başında 5 bin kilometre kare büyüklüğünde bir tuz gölü. Şat el Cerid! Bir başka ifadeyle bahr-i milh diyorlar... Yani "tuz derya"...
Tunus'ta hemen hemen her tezgahta çöl gülleri ile karşılaşıyorsunuz. Jeologların selenit dedikleri taşlar tuzlu suyun buharlaşması ile meydana geliyor. Aslı saydam ve renksiz ama araya toz toprak girince bulanıyor.
Tuz ve toz... Normalde bunların hakim olduğu alanda hayat olmaması lazım ama...
Cenab-ı Hakk baldan tatlı sular ihsan etmiş, kanallar hurmalıkların eteklerine uzanıyor.
Zaten ne demişler hurma başında güneş istermiş, ayaklarını salmalıymış suya.
Tunuslular turizm işini biliyorlar. Belki abarttığımı sanacaksınız ama neredeyse hane sayısı kadar otel pansiyon var. At arabası gezileriyle, merkep, ATW, deve turlarıyla misafirleri oyalıyor fulus basıyorlar adeta.
Hurmaları çok meşhur. Aman yanlış anlaşılmasın dilerseniz biz yerliler gibi temmır diyelim onlara. Tunus temmırı akranları gibi ağdalı değil, hem liflice hem de şekerden yana fukara. Yaşlılar için biçilmiş kaftan, kan değerleriniz zıplamıyor bir anda.
Sahi yazın kavuran, kışın donduran sahrada bir turistin dikkatini çekecek ne olabilir ki? Fotoğraf makinalarınız, kameralarınız kum doluyor ayrıca. Su altı kamerası kullanıyorum onun bile haznesinden kum çıkıyor.
Otelleri umumiyetle iki katlı. Asrın teknolojisi ile bina edilseler de mahalli figürlere yer veriliyor. Ne bileyim bir bakır kapı tokmağı bir kafesli pencere, duvara asılan kilimler, halılar evvel zamanlara götürüyor. "He ya Tunus'taydık di mi" dedirtiyor insana.
Diyelim bir ailesiniz küçük oğlanın eline çöl tilkisi sıkıştırıyorsunuz, büyüğüne de bir şahin. Fotoğraf meraklılarından alacağınız bahşişler yetiyor de artıyor.
Büyük sahra gibi bir çöle turist çekmek kolay mı? Zor ama başarıyorlar.
Tuareg deyince biliyorum aklınıza Volkswagenin jipi geliyor. Ama bu bir kabile. Osmanlı devrinde Tevarık deniyor onlara. Fransızlar Tevarık'ı nasıl telaffuz ediyorlarsa ediyor lakin Tuareg olarak geçiyorlar yazıya. Bizim özentiler de oradan alıyor.
TUAREGLER ARASINDA
Tevarık terkedilmiş insanlar manasına geliyor, çölün derinliklerine başlarına buyruk yaşıyor, aranılıp sorulmaktan hoşlanmıyorlar.
Tevarıklar sadece Tunus'ta değil Çad, Mali, Nijer ve Cezayir'de bulunuyorlar, hatta Libya'da. Erkekleri sarıklarını (havli derler) hem kafalarına hem yüzlerine doluyor, güneşten, rüzgârdan korunmaya çalışıyor.
Ata bindiklerinde sarıklar uçuşuyor çok da karizmatik görünüyorlar?
Alayı çay tiryakisi, üç beş dal bulan hemen ocak yakıyor.
Berberiler renkli insanlar, konukseverlikleri ile gönlünüzü kazanmayı biliyorlar.
Saatlerce tezgahlarını çekiyorum, sabrediyorlar bana.
HARB-İ?NÜCUM STAR?WARS
Çölün derinlikleri Amerikan film endüstrisinin de dikkatini çekmiş, bir plato kurmuşlar zamanında. Star Wars, Arapların tabiri ile Harb-i nücum burada çekilmiş mesela. Film platosu görülmemiş bir şey değil, Tunuslu turizm operatörleri heyecanla anlatıyor, satmasını biliyorlar.
Soylu atlar diyarında
Berberi kavimler at beslemekten hoşlanıyorlar. Hızla koşan bir atın üzerinde ayakta durabiliyor, amuda kalkabiliyorlar.
Malum güçlü hayvanlar kabadır, fil gibi gergedan gibi ve bütün zarif hayvanlar güçsüzdür ceylan gibi... Güçle zerafetin birleştiği tek hayvan var at. Hele o Arap atları, bakmaya kıyamıyor insan.
Gelgelelim çölün kahramanları kesinlikle develer. Yayvan patileri ile yağ gibi kayıyorlar kumda. Mübarek hayvan ayağa kalktı mı hayli yükseliyorsunuz, hani iki katlı otobüsler olur ya...
Çok salladığını söyleyemem, keyifli bir yolculuk aslında.
Peki çöl insanların yaşadığı çadırlar?
Evet öyle bir kampa gidiyoruz, kuskus kebap ikram ediyorlar. İsterseniz konaklayabiliyorsunuz burada. Tamam kulübeciklerin yıldızı yok ama yıldızlı gecelerlerle kalabiliyorsunuz başbaşa...
Derin bir sessizlik, uçsuz bucaksız sahra... Zavallı bir hiçsiniz yerle gök arasında.
Alberto Vazquez Figueroa'nın yazdığı Tuareg beklenmedik finali ile şok eden bir roman...
Şöyle ki bir tevarık kapısını çalan misafiri ağırlıyor, iyi de askerler gelip konuğunu tutuklamasınlar mı. Mani olamıyor onlara. Ama yanlarına bırakacak değil, alıp silahını vuruyor sahraya... Buraya bir mim koyalım da tadı kaçmaya...
Adam sinemaya gitmiş yer gösterici ışık tutup buyur etmiş koltuğa. Şimdi bahşiş vermesi lazım ama oralı olmuyor, pişkin pişkin kusura bakma bilader diyor bozuğum yok da. "Hiç önemli değil abi. Katil avukat. Sonra demedi deme bana!"
Ölmeden toprağa...
Ve geliyoruz Matmata'ya bu havalinin Berberileri tercihlerini yerleşik hayattan yana kullanmışlar. Küçük küçük tepecikleri oymuş muhteşem konaklar yapmışlar. Ortada bir avlu kenarlarda mutfak, banyo, kiler ve irili ufaklı odacıklar.
Berberiler sanatkar insanlar ev eşyalarını kendileri yapıyor ve renkli kilimler dokuyorlar.
En büyük ikramları taze pişmiş ekmek, bir tabak bal ve bir çanak zeytinyağı sunuyorlar yanında. Ekmeğinizi bandırıp bandırıp yiyorsunuz.
Bunlar bilmediğimiz lezzetler değil ama hem balları hem yağları kokulu, yediriyor insana.
Kundurama kum doldu
Bilmem şovun bir parçası herhalde jip şoförleri kum yığınlarına toslayıp mahsusçuktan batıyor. Öbür araba gelip halat bağlıyor itiyorsunuz kakıyorsunuz macera oluyor güya.
Bizim şoför dağıtır geçerim dediği yığının bu kadar uğraştıracağını hesaplayamamış olmalı ki iki tonluk alamet kuma oturuyor. Tek tek tekerleklerin önünü boşaltıyoruz rüzgar anında dolduruyor bıraksan arabayı gömecek dakkada. Bakın şu işe ki çelik halatın kopası tutuyor, mahalli bir urgan bağlıyorlar yemiyor. Bu arada kumları kamçı gibi çarpıyor suratımıza.
Çöl kumu ince ötesi, adım atmak ne mümkün, doluveriyor kunduranıza...
Tozır adı üzerine tozuyor, burnumuz tıkanıyor, dişlerimizin arasında tıkır tıkır taneler yuvarlanıyor, saçlarımız tarak yürümez hale geliyor.
Orada kalmıyoruz tabii, kurtarıyorlar sonunda.
Tunus bir Türk'ün en rahat edeceği ülkelerden biri... Kendinizi evinizde gibi hissediyorsunuz, hoş onlar da yerli gibi davranıyorlar sana bana.
YIRTICI?AMA TAVŞAN POSTUNDA
Çöl tilkileri iki karışlık hayvanlar, zaten yarısı kulak. Bu iri kepçeler radar gibi, av bulmalarına yarıyor. Üstelik yelpaze gibi de kullanabiliyor serinliyorlar. Ağırlığı çok olsun iki okka, tüyleri krem rengi, karınları akça pakça. Eğer kürkkolikler şuncağızı da öldürüp giymeyi düşünüyorlarsa, yuh artık ama. Arapların fennek dedikleri hayvancıklar birer avcı ama insanı ısırmıyorlar. Fennek tavşan manasına da geliyor, o kadar zararsız yani, hiç korkma.
.
Arabi enbiya lisanı Farisi evliya lisanı
11 Ekim 2014 01:00
2001 yılında gazeteler ciddi bir kriz yaşamış ve küçülmeye gitmişlerdi. Bu, en açık ifadesiyle içimizden
bazıları dışarıda kalacak demekti. Mehmed Can Ağabey Arabi yayınlara bakar Arap kanallarını
dinlerdi. Ayrılmak zorunda kalınca Arabi eserler satan bir kitabevi açtı, ki bu zaten hayaliydi. Vaki
olanda hayır vardır, o kadar da aşikâr.
Yolum düşüyor, Lalelideki dükkanına uğruyorum. Otur diyor oturuyorum, çaylar geliyor, dalıyoruz
hatıralara...
Mehmed Can ağabey "li külli şey'in mâniun ve li'l-ilmi mevâniu" (Her işin bir mânisi var, ilmin
engelleri ise, çoktur) diyor. Kitabevi açmak kolay değildi... Ama Allah yardım etti bana.
Bakın bizim müşterimiz ya âlimdir ya da müteallim (öğrenci.) Bunun için bazı müşteriler pazarlık
yaparken; "abi! biz talebeyiz," diyorlar, ben de onlara, burada talebe olmayan yok ki diye cevap
veriyorum...
İslam alimlerinin eserlerini okumak şöyle dursun, şu havayı teneffüs etmek bile büyük nimet. Bazı
dostlar gelir biraz oturur, "oh ferahladım" der kalkarlar.
Arabi eserlerin bu kadar alıcısı olduğunu bilmiyordum doğrusu.
Olmaz mı? El Ezher'de, Ürdün'de, Suriye'de tahsil yapan hayli insanımız var. Medreseliler ve diyanet
camiasında binlerce hoca... Kimse ilim ateşinin söndüğünü zannetmesin, bir yerde baskılansa da
kıvılcım başka yere sıçrıyor. Müslümanlar Endülüs'ten uzaklaştırıldı da ne oldu? Yeni Endülüsler
çıkmadı mı ortaya?
Müslümanların şu hal-i pür melaline rağmen her gün onlarca kişi kendiliğinden İslam'ı seçiyor.
Halbuki misyonerlik faaliyetimiz filan da yok, aksine karalama kampanyaları yürütülüyor, İslamofobia
aşılanıyor insafsızca.
Peki bu kitaplar nerede basılıyor?
% 90'ı Beyrut'ta. Lübnan küçük bir ülke ama yayıncılığı biliyor, matbaacılık hayli gelişmiş, dünyanın
dört bir yanına kitap yolluyorlar...
Halbuki bir zamanlar bu eserlerin çoğu İstanbul'da basılırdı, bir kısmı da Kahire Bulak'ta.
İslam harfleri yasaklanınca nice eserler gömüldü toprağa. Geçen Bursa'da inşaat için bahçeyi
kazmışlar muhkem sandıklar içinde, muşambalara sarılı taş baskı kitaplar, yazmalar çıkmış. Define
bulsa bu kadar sevinir insan.
Bakın İslamiyet'e ait olan her şey çok değerlidir. Bir "vav" harfi servet edebilir pekâlâ... Bir satır
yazısı binlerce dolara giden başka bir kültür bilmiyorum. Bazen eski tıp kitapları düşüyor, tabiplere
gösteriyorum dudak büküyorlar "yok abi yaramaz" diyorlar. Beşeri şeylerin modası geçiyor, İslamî
olanın ise, kıymeti her geçen gün artıyor. İşte bunun için Avrupalılar habire kitap topluyorlar. Bizim
hangi kütüphanemizde Hristiyan dünyasına ait bir şeyler var? Yok. Lakin Batı, İslam eserlerinin
üstüne titriyor. Hala kitap peşindeler, bir kısmını savaş zamanlarında çalmışlar, şimdi de adamlarına
aldırtıyorlar. Cumhuriyet kuşağı, dedelerinin kitaplarını okuyamadıkları için, çok ucuz bir bedelle
elden çıkarmaya razı oluyorlar. Sonra bu eser bir araştırmacımıza lazım olunca mecburen Londra'ya
uçuyor, otellerinde kalıyor, lokantalarında yiyip içiyor, bu eserlerin kopyalarına avuçla para veriyorlar.
Peki Araplardan talep gelmiyor mu?
Evet bazı zengin Araplar yazma ve müteferrika baskısı topluyor. Bir kısmı meraktan alıyor, bir kısmı
da yatırım olarak görüyor. Bu gün bin dolar verdiğiniz kitap yarın yüz bin dolar edebiliyor zira. Nâdir
eserler çok azaldı, bir zamanlar sahaflara çuval çuval kitap gelirdi, şimdi tek tük, ayda yılda bir iki tane
görüyoruz anca.
Dükkan bizi şaşırttı, burada baskısı yapılan dini eserlerin hepsi mevcut mu acaba?
Ne mümkün, onda biri bile yok, demek ki İslam âlimleri hiç boş durmamışlar. Ki o zamanlar kalem
kâğıt bile müşkül, düşünün mum ışığında... Demek ki ihlasla oturunca oluyor...
Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) "Utlubu'l-ilme mine'l-mehdi ile'l-lahdi." Beşikten mezara
kadar ilim öğreniniz, buyurmuşlar. Utlubul ilme velev bi Sini (ilme talip olunuz velev ki Çin'de bile
olsa...)
Mesela biz İmam-ı Suyuti Hazretlerini Celaleyn tefsiri gibi dinî eserleri ile tanırız, halbuki mübarek
neler yazmış neler, değerli taşlardan tutun, tıp kitaplarına kadar, eser vermediği alan kalmamış
adeta...
Türkiye Gazetesinin dağıttığı İslam Alimleri Ansiklopedisini biliyorsun. Sadece en meşhurları seçildiği
halde 18 cilt âlimlerin hayatı anlatılmış. Demek ki bir derya...
Mehmed abi bunların hepsi muteber kitaplar değil mi? Mezhepsizler, modernistler, reformistler,
felsefeciler sızmasın da araya.
İslam âlimlerinin yüzde 99'u ehli sünnettir. Tefsir'de İbni Abbas'tan günümüze kadar usul değişmedi.
Zaten Ehli sünnet âlimleri dışında tefsir yazan da yok gibi, bir iki tane ancak çıkar...
Bakın bir kitabın doğru olması, içindeki bilgilerin sahih olması yetmiyor. Kaleme alanın da ihlasla
yazmış olması gerekiyor. Bir talebe eline geçen bir kitabı hocasına getiriyor. "İçinde mahsurlu bir şey
yok ama" buyuruyor, "zehirdir, okuma!"
Su da temiz olacak boru da...
İslam âlimleri niye bu kadar çok kitap yazmışlar, bakıyorum da çoğu aynı konuda.
Evet çekişmeleri yok, aksine birbirlerini tasdik, tekid ve teyid ediyorlar. Haremeyn'de, Fars ellerinde,
Mısır'da, Irak'ta, Suriye'de neşredilen kitaplar hep aynı şeyleri söylüyor. Doğru tektir zira. Peki
onları bırakıp da birkaç bidat ehline itibar eden var mı? Maalesef var. Bu zavallılar; "hum rical ve
nahnu rical" (onlar adamsa biz de adamız) diyorlar. Halbuki bunlar, âlimlerin yazdığı eserleri bırakın
anlamayı, okumaktan âcizdirler...
Efendim dört mezhepten birine bağlanmak kitapta var mıymış? Falanca âlim diyorsun itibar
etmiyolar, sevad-ı a'zamı tanımıyorlar. Hemen ayet okuyorlar, sanki Kuran-ı kerimi önceki âlimler
anlamadı da onlar anladı, haşa sümme haşa. Serahsî'ler, İbn-i Abidin'ler, Kâşânî'ler böyle bir şeye
lüzum duymamışlar. İmam-ı Gazaliler, Abdülkadir Geylaniler, ictihad derecesindeki âlimler bile bir
mezhebe tabi olmuşlar. Bunlar başlarına buyruklar. Yok biz Kur'an'dan alacağız. Al Kur'an-ı kerime bir
bak bakalım; ruku, secde, kavme hakkında ne bulacaksın. Hangi sure veya dua nerede okunacak?
Efendimiz aleyhisselam; "Sallû kemâ reaytumunî usallî," Namazı, kenim kıldığım gibi kılınız,
buyurmuşlar. Mezhep imamları, sahabe-i kiramı gördüler, Efendimizin nasıl abdest aldığını, nasıl
namaz kıldığını sordular ve kitaplara yazdılar. İşte binlerce eser böylece çıktı ortaya. Efendim! âlimler
peygamberlerin varisleridir. "El ulemau, verasetü'l-enbiyai"
Bunca âlimi ve kitabı ortadan kaldırıp da yerine ne koyacaklar?
Hiçbir şey. Yazık, İslam düşmanlarına alet oluyorlar... "Allahü a'lemu bi muradihi." Şu güzelliğe bakın,
büyükler eserlerini hep bu cümle ile tamamlamışlar. Biz insanız beşeriz Allahü teala, muradını bizden
daha iyi bilir. İmam-ı A'zam gibi bir alim "Sübhâneke mâ arafnâke hakka ma'rifetike yâ Ma'rûf" Ya
Rabbi seni hakkıyla tanıyamadım, sana lâyık ibadet edemedim" diyor. Bunlar, bilmedikleri için çok
rahatlar? Âyet-i kerimede ne buyruluyor "Allah'tan, ancak âlimler hakkıyla korkar."
Yeni baskıları anladık, peki eski kitaplar elinize nasıl geçiyor?
Eğer bir âlimin çocukları okumamışsa babasının kütüphanesini satar. Hem de çok kolay satar, hemen
bir çırpıda. Zaten kitap sahipleri hep bundan korkarlar. Ya ölünce kütüphanem dağılırsa? Mezata
düşerse, heba olursa. Düşünebiliyor musunuz evinin, bağının elden çıkmasına tahammül edebiliyor,
hanımının bir başkası ile evlenmesini de sineye çekiyor ama kitaplarına dayanamıyor. Âlimden ödünç
kitap istemişler "Kitap benim sevgilimdir" demiş "insan sevgilisini verir mi başkasına?"
EŞ DURUMUNDAN
Bir arkadaş üç beş koli kitap getirdi, baktım fiyatları düşük. "Para lazımsa verelim" dedim, "bunları
dağıtma!"
- Yok Mehmed bey satıyorum. Hanım evde kitap görmek istemiyor. Toplayıp bir arkadaşın
bodrumuna koymuştum. Baktım rutubetten çürüyecekler, bari kıymetini bilene yarasın dedim
getirdim sana.
Bosnevi hazretlerinin Osmanlıca bir Füsus'ul-Hikem şerhi var. Adam taa Japonya'dan gelmiş bu
kitabı arıyor. Bunlar, kıymetsiz bir şeyin peşine düşmezler. Dinimize, medeniyetimize ait olan her şey
değerlidir zira.
Bunca kitabı tanıtmak haftalar alır ama hiç değilse bir kaçını anlatsanız mümkün mü acaba?
Arap edebiyatı cahiliye devrinde de çok ileriydi ama bir kitap yok ortada. Sadece Kabe duvarına asılan
üç beş şiir, Muallakat-ı seba. Peki Arabın bütün yazılı kültürü bu kadar mı? Evet bu kadar!
Halbuki Efendimizden sonra milyonlarca kitap yazıldı, ilim yayıldı dalga dalga... Bak bu duvarı sadece
tefsirlere ayırdım yetmiyor.
Dilersen Kadı Beydavi'den başlayalım, iki cild aslında. Bu güzide esere 250 civarında şerh ve haşiye
yapılmış, Konevi Hazretleri 20 cilt haşiye yazmış mesela.
Osmanlı uleması Kadı Beydavi'ye haşiye yazmayanı alimden saymazmış. Abdülhakim Arvasi hazretleri
Şehzade haşiyesini çok sever, tavsiye edermiş yakınlarına. Hakikat Kitabevi bu kitabın tıpkıbasımını
yapmış, on binlerce nüshasını bedava dağıtmıştı bir ara. Allahü teala, sahibü'l-hayratın ecrü
mesubatını azim eylesin...
Dedelerimiz ilme ne kadar ehemmiyet vermişler. Bursalı İsmail Hakkı hazretlerinin Ruhu'l-Beyan
tefsiri manevi işaretlerle dolu tasavvufi ve işarî bir tefsirdir...
Et tefsir vel müfessirun. Tefsirler ve müfessirler hakkında bir çalışma.
Vahidi hazretleri ise esbabı nüzul üzerine eğilmiş, yani ayet-i kerimelerin nüzul sebeplerini araştırıp
yazmış kitabına.
Celaladdin Suyuti hazretlerinin tefsir usulü hakkında bir kitabı var El-İtkan Fi Ulumi'l-Kur'an. Nasih
mensuh, muhkem, müteşabih, mekki ayet, medeni ayet ne demek onları anlatıyor.
Tenbihü'l-Gâfilin kitabından tanıdığımız Ebu Leys Semerkandi hazretlerinin "Bahru'l-ulum"u, Ebul
Berekat Abdullah bin Ahmed En-Nesefi'nin "Medariku't-Tenzil ve Hakaiku' t-Te'vil"i...
Diyeceksin ki niye ayrı ayrı tefsirler yazmışlar. Şöyle diyeyim : Her âlim, kendi asrındaki ve
bölgesindeki insanlara hitap ediyor. Maksat daha rahat anlasınlar.
Kur'ân-ı kerim Allahü teâlânın kelamıdır. Allahü tealanın Zatı gibi sıfatları da sonsuzdur. Âlimler ne
kadar anlatırlarsa anlatsınlar yüce Kitabımızın manaları bitmez.
Her âlim Kur'ân-ı kerimin bir yönüne daha çok eğilmiş. Mesela "Nazmü'd-Dürer Fi Tenasübi'il-Ayati
ve's-Süver" Ayeti kerime ve surelerin birbirleriyle olan münasebetlerin anlatıyor.
Aynı şekilde Kur'ân-ı kerimin hukuki yönünü anlatan tefsirler var, büyük Hanefi âlimlerin El-Cessas
hazretlerinin kitabı bunlardan biridir.
Akaid ve Kelam âlimlerinin tefsirleri var. İmam-ı Maturidi'nin "Tehvilatu Ehli's-Sünne"si gibi .
Mutasavvıfların tefsirleri var. Mazher-i Cân-ı Cânan Hazretlerinin "Et-Tefsiru'l-Mazhari"si gibi. Bir
zamanlar taa Hindistan'dan getiriyorlardı, bilhassa Nakşiler sahip olmak istiyor.
İ'rab tefsirleri var. Bunlar sadece Kur'an-ı kerim, gramatik tahlilini yaparlar. Şu kelime fiildir, şu faildir
şu mefuldur...
İmâm-ı Mâverdî'nin En-nüket ve'l-Üyûn tefsiri ise Eshâb-ı kiram ve Tabiînden rivayetlerle
vücuda getirilmiş kıymetli bir eserdir.
Tefsir kitapları çoktur, Kurtubi, Fahreddin Razi, Taberi, Sa'lebî, Mukâtil, Hazin, Begavî gibi daha
onlarca âlimin tefsirleri var...
SATIRDAN SADRA
Hadis deyince akla hemen Buhari geliyor. Sayısız baskısı yapılmış, bunların için binlerce dolar edenleri
var. Mehmed Zihni Efendinin yayına hazırladığı nüsha da bunlardan.
"İnde zikri's-Sâlihîn tenzilü'r-Rahme" Salihleri zikretmek, rahmetin nüzulüne sebep olur, buyurulmuş.
Ecdat Arapça bilmese bile bir Buhar-i Şerif almış, teberrüken evine koymuş.
Buhari-i şerife çok şerhler yazılmış en önemlisi İbn-i Hacer-i Askalani hazretlerinin Fethü'l-Bari'si...
Büyük âlimlerden birine soruyorlar "niye Buhari'ye şerh yazmadın?"
"La hicrete badel feth" ( Mekke fethedildikten sonra hicret olmaz) hadis-i şerifiyle cevap veriyor.
Yani Fethü'l-Bari'den sonra Buhari'ye şerh yapılmaz... Şu zekaya, şu tevazua bakın!..
Ünlü 6 Hadis kitabı var. Kütüb-i Sitte deniyor onlara. Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace ve Ebû
Davud. Bunlara da şerhler yazılmış. Mesela Tirmizi'ye "Tuhfetül ahfazi" ve "Aridatül Ahvazi" gibi...
Muhtelif hadis-i şerif kitapları var. Mesela İbn-i Hacer-i Askalânî hazretlerinin "Bülüğu'l-Meram"ı
sadece ahkam hadislerini almış.
Vaaz için derlenmiş hadis kitapları var. Kıyamet, ahiret, ihlas, güzel ahlak gibi konulardan bahsederler.
"Et-Tergîb ve't-Terhib" (Cennete için teşvik, cehennem için ikaz.)
Alfabetik sıraya göre yazılmış hadis kitapları var, mesela İmam-ı Süyutî Camiü's-Sagir'i bunlardan
biridir. Misal "İnneme'l-e'malü binnniyat" hadis-i şerifini, Elif harfinden kolayca bulursunuz.
İmam-ı Nevevî hazretlerinin hazırladığı Riyadü's-Sâlihîn isimli eseri el kitabı olmuş adeta... İmam-
ı Nevevî, Şam'a yakın Neva köyünden ama ünü dünyaya yayılmış. Mübarek, bütün Müslümanların
eserlerinden çokça istifade ettiği zâhid ve muhlis bir İslam âlimidir. Riyadü's-Sâlihîn kitabının da birçok
şerhleri vardır.
Bir çok dua kitabı yazılmış, ancak İmam-ı Nevevi hazretlerinin, El-Ezkâr isimli eseri, sadece Efendimiz
aleyhisselamdan rivayet edilen dua ve zikirleri ihtiva eden bir hadis kitabıdır. Alimler "bii'd-dar
ve'şteri'l-Ezkâr" (evini sat, parasıyla bir ezkâr al) demişler. Eskiden hattatlar yazıyordu malum,
kamışla sayfa sayfa. Şimdi kolay, sadece onbeş lira... Efendimizin sabah ne okurdu, akşam ne okurdu,
yatarken, kalkarken, yerken, içerken, yola çıkarken ne okurdu hepsi var.
Efendimiz aleyhisselam, bir kimsenin "Ya zel-celali ve'l-ikram" diyerek dua ettiğini duyunca,
(Allah'tan ne istersen iste, duan kabul olur) buyurdular. (Tirmizi)
Hadis, çok geniş bir ilim. Mesela hadis rivayet zincirinde bulunan herkes başlı başına bir konudur.
Falan ravi ne iş yapardı, nasıl bir mizaca sahipti, hadisi rivayet ederken kaç yaşında idi, psikolojik
durumu nasıldı vesaire vesaire bütün bunlar hadis rivayet edenleri kritik eden Rical kitaplarında
mevcut. İbni Hacer El-Askalani hazretlerinin "El isabe fi Temyizi's-Sahabe" isimli kitabı, bu konuda
yazılmış nadide bir eserdir.
Tasavvuf, Ahlak ve Mevize kitapları içinde İmam-ı Gazali hazretlerinin "İhyâu Ulûmi'd-Din isimli
eserinin yeri büyüktür. İtikat, fıkıh, ahlak, tasavvuf, hikmet ne ararsanız var.
Hanefi âlimlerinden Zebidî Hazretleri İhya'ya "İthafu's-Sade'l-Mutakîn" (Takva sahiplerine hediye)
isimli 14 ciltlik bir şerh yapmışlar.
Bu arada Iraki hazretleri, İhya'daki hadis-i şerifleri tahric etmiş, yani kaynaklarını bulmuş.
Binlerce akademisyen Gazali hazretlerinin eserlerini inceleyerek doktor, doçent, profesör oldu.
Mübarek, tek başına bir enstitü, bir camia!
Şah Veliyullah-i Dehlevi hazretlerinin "Hüccetullahi'l-Baliğa'sı emir ve yasakların hikmetlerini anlatan
önemli bir kitap.
Ahlak ilminin önemli kitaplarından biri de; İmam-ı Birgivi'nin "Et-Tarîkat'ül-Muhammediyye" isimli
eseridir. Ebu Said el Hadimi hazretleri de, bu kıymetli ahlak kitabına beş ciltlik bir şerh yazmışlar.
Tasavvuf kitapları içinde; İmam-ı Kuşeyrinin Er-Risaletu'l Kuşeyriyye'si, Ebu Talib-i Mekki'nin Kutu'l-
kulub'u, Sühreverdi hazretlerinin Et-Taarrufu ilk akla gelenlerden. İmam-ı Rabbani Müceddid-i
Elfisani hazretlerinin Mektubatı da çok çok değerlidir. Aslı farsça olan bu kıymetli eser, Arapçaya ve
Osmanlıcaya terceme edilmiştir. Mektubat, tasavvuf kitabı olmasına rağmen, öncelikli olarak Ehl-i
sünnet ve'l-cemaat itikadını anlatıyor, bidatlere savaş açıyor adeta...
Kelam kitaplarının konusu belli itikad ilimi, Siraceddin Ali bin Osman El-Uşi hazretleri ezberlenmesi
kolay olsun diye bu konuda manzum bir eser yazmış. El-Emali isimli bu küçük, fakat muhteşem eserin
birçok şerhleri varrdır.
Allame Saadettin-i Teftazani hazretlerinin Şerhül akaid isimli eseri Osmanlı medresesinin temel itikat
kitabı idi günümüzde de okutuluyor. Onun da şerhleri, haşiyeleri, haşiyelerinin haşiyeleri var.
TEMİZLİK İMANDAN
Fıkıh yani İslam hukukunda sayısız kitap var. Fakat enteresandır fıkıh kitaplarının hepsinde ilk bölüm
taharete ayrılır mutlaka.
Hanefi'de fıkıh el kitabı dendi mi Kuduri Hazretlerinin kitabı anlaşılır. El ihtiyar, El-Lübab, El-Hidaye,
Mülteka, Dürrü'l-Muhtar genellikle ders olarak okunan kitaplardır. İbn-i Abidin hazretleri, Dür-ül
Muhtara, "Redd-ül Muhtar" isminde 14 ciltlik bir şerh yazmış, derya!
İbni Abidin önceleri önceden Şafii mezhebinde idi, şeyhi Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin emri
ile Hanefi mezhebine geçti ve büyük hizmetlerde bulundu.
İbnü'l-Hümam hazretleri, Merginani hazretlerinin El-Hidaye isimli eserine; "Fethü'l-Kadir" isminde
10 ciltlik değerli bir şerh yazmıştır. Bu anlattıklarımız sadece birkaçı. Fakihleri ve eserlerini merak
edenler; Siyeru e'lami'n-Nübela, El-A'lam, Mucemu'l-Müellifin ve Keşfu'z-Zünun gibi kitaplara
müracaat edebilirler.
Bir de usul-i fıkh kitapları var. Bir fâkih nasıl fetva verir? Edille-i şeriyyeden (dört delilden) nasıl hüküm
çıkarır, fakih ve müctehidin hangi şartlara haiz olması gerekir?
Şâfiî fıkhında çok önemli eserler mevcuttur. 9 ciltlik El-Umm (ana kaynak) İmam-ı Şafii'nin bizzat
talebelerine yazdırdığı ehemmiyeti büyük bir eserdir. Bu güzide eser hiç bozulmadan günümüze kadar
gelmiştir. Dünyanın çeşitli kütüphanelerinde birçok yazma ve baskıları mevcuttur. Günümüzde de
müteaddid baskıları yapılmaktadır. El-Ümm, İmam-ı Gazali'nin hocası İmam-ı Cüveyni tarafından şerh
edilmiştir. Bu şerhin ismi, "Nihayet'ül-Matlab Fi Dirayeti'l-Mezheb"dir.
"Kifayetü'n-Nebih Fi Şerhi't-Tenbih," Ebû İshak Eş-Şirazi hazretlerinin bir ciltlik temel fıkıh kitabına
yazılmış 21 cildlik nadide bir şerhtir.
El-Mecmu, İmam-ı Nevevî hazretlerinin, Ebû İshak Eş-Şirazi hazretlerine ait olan 3 ciltlik El-Mühezzeb
kitabına yazdığı 27 ciltlik derya gibi bir şerhtir.
Hatib-i Şirbinî hazretleri, Şafiî hocaların el kitabı olan 6 ciltlik Muğni'l-Muhtac'ını İmam-ı Nevevî'nin El-
Minhac'ına şerh olarak kaleme almıştır.
İmam-ı Nevevî'nin El-Minhac'ının onlarca şerh ve haşiyesi vardır. Seyyid Abdülhakim-i Arvasî
haretleri, İbn-i Hacer El-Heytemi Hazretlerinin "Tuhfet-ül Muhtac" isimli şerhini methedermiş. Araplar
derler ki; "innemâ ya'rifu'l-fadla zevûhu" (faziletli olanı, faziletli olanlar anlar...)
Ahmed Er-Remli Hazretleri de Minhac'a, "Nihayetü'l-Muhtac" isimli 8 ciltlik bir şerh yazmış. Rivayet
olunur ki; bu şerhi yazarken babası takılmış: "Ne o, yoksa İbn-i Hacer'e yetişmek mi istiyorsun?
Unutma, Sen Kahire'de Nil suyuyla büyümüşken; O, Mekke-i mükerremede Zemzem suyu ile
büyüdü."
Siyer yani Efendimiz aleyhisselamın mübarek hayatı ile de ilgili yüzlerce eser yazılmış. Bu ilim, İbni
İshak ve İbni Hişam hazretlerinin kitapları ile başlar.
Kâdı Iyâd hazretlerinin, "Eş-Şifa bi Ta'rifi Hukuki'l-Mustafa" isimli eseri çok değerlidir. Arapça
bilmeyen insanlar dahi bu güzel eseri, bereketlenmek için alıp evlerine koyarlar.
İmam-ı Kastalani hazretlerinin "El-Mevâhibü'l-ledünniyye"si de çok değerlidir. Şair Baki, bu eseri;
ehemmiyetine binaen Osmanlıcaya çevirdi.
Aynı şekilde İslam âlimleri tarih sahasında da çok değerli eserler vermişler. İbnü'l-Esir El-Cezeri'nin El-
Kamil'i, İbni Haldun'un Kitabu'l-İber'i, İbni Hallikan'ın Vefeyatü'l-Ayan'ı, İbni Kesir'in El-Bidaye ve'n-
Nihaye'si, Mesudi'nin Murucu'uz-Zeheb'i bunlardan sadece birkaçıdır.
Arapça, İslam dini sayesinde dünyanın en önemli dili haline geldi, İslam öncesi dönemde tek bir
gramer kitabına sahip olmayan Arap dili, şu anda yüzlerce gramer kitabına sahiptir ve bu eserlerin
büyük bir kısmı Arap olmayan Müslüman âlimler tarafından yazılmıştır.
Arapça grameri Sarf, Nahiv, Belagat, Aruz ve Fikhu'l-Lüga gibi alt dallara ayrılır.
Sarf ilminin ana konusu "kelime"dir. Kelimenin; masdar, fiil, mazi, muzari, isim, ism-i fail, ism- i meful,
sıfatu'l-müşebbehe, ismü't-tafdil gibi hallerini inceler. Sarf ilminin kitapları çoktur; Emsile, Bina,
Maksud, İzzi, Meraf, Şafiye, Kifaye bunlardan sadece birkaçıdır.
Nahiv ise, cümleyi inceler ve cümle içindeki kelimelerin müpteda, haber, fail, meful gibi durumlarını
inceler. Nahiv ilminin kitaplar daha çoktur: Avami, İzhar, kafiye, Ecrumiyye, Şerhu'l-Katır, Şuzuruz-
zeheb, Netaicul Efkar, Behcet'ül Mardıyye gibi. Nahivde El-Kitap denince Sibeveyhi'nin El-Kitab isimli
eseri anlaşılır.
Bir Türk âlimi olan Molla Cami, bir Kürt âlimi olan İbn-i Hacib'in El-Kafiye isimli kitabına El-Fevaidu'd-
Dıyaiyye isimli bir şerh yazmış. Birçok âlim de Molla Cami'nin bu kıymetli şerhine haşiyeler yazmış,
hatta haşiyelerine de haşiyeler yazılmış.
Belagat; kısa, öz, hoş, güzel konuşma ve yazma sanatıdır, yani paragrafla ilgilenir. Meâni, Beyan,
Bedi gibi ana kolları var. Miftahü'l-Ulum, Telhisü'l-Miftah, Muhtasarü'l-Meani, Haşitü'd-Dusukî gibi
kitaplarını hatırlıyorum şu anda.
Aruz, şiir ilmidir, Fikhul-Lüga dil üzerine düşüncelerdir.
Arapçanın çok muazzam sözlükleri vardır sonra, Zebîdî'nin 24 ciltlik Tacu`l-Arus'u, İbni Manzur'un
10 ciltlik Lisanü'l-Arabı, Cevheri'nin Es-Sıhah'ı, Mütercim Asım Efendi'nin 4 Ciltlik Kamus tercümesini
sayabiliriz burada.
Band dökümü bundan ibaret değil ama hepsini nasıl vereceksin? O da bir kitap olacak yoksa.
Hasılı Mehmet Can Ağabeyi mutlu görüyorum, sevdiği işi yapıyor zira
.
ŞİİR GİBİ ŞEHİR NISF-I CİHAN Isfahan
18 Ekim 2014 01:00
Isfahan, İran'ın üçüncü büyük şehri, nüfusu 2 milyon civarında. Adım başı tarihi eser, mazisi taaa Medler'e uzanıyor.
Araplar ve Türkler (ki Tuğrul Bey döneminde Selçukluların başkentidir) şehre çok şey katıyor. Ecdadımız Zağros Dağları'ndan kopup gelen Zayende-Rud'un kenarına ilişen beldeyi çok seviyor. Zikrolunan nehir maşallah Nil gibi, geçtiği yerde sahrayı yeşile boyuyor.
Isfahan'ın nüfusu artsa da düzeni bozulmuyor. Yollar cetvel gibi, köprüler gerdanlığı andırıyor. Kütüphaneler, medreseler, kervansaraylar... Kubbeler yerinde duruyor,
Şehrin en alımlı eseri, Melik Şah tarafından yaptırılan Mescid-i Cuma. Akustiği öylesine mükemmel ki tespih çekseniz kubbede çınlıyor.
Ancak Moğol çapulcuları Isfahan'a acımıyor. Bir süre metruk kalıyor. Pervazlar örümcekleniyor, bacalarına baykuşlar yerleşiyor...
15. yy.da Timur Hanın çocukları, İran'a hükmediyor. Ülke ilim ve sanatta zirve oluyor.
Zaten İran'da çok emeğimiz var, şehirleri dedelerimiz imar ediyor. Hoş asırlarca Türk hanedanlar tarafından yönetiliyor.
Çaldıranda Yavuz'a yenilen Safeviler artık Tebriz'i emin bulmuyor, başşehirlerini Anadolu'dan uzağa kurmak istiyorlar. O günlerde henüz Tahran yok. Belki 20 fersah (fersah bir günlük yol) aşağıya inip Isfahan'ı merkez ediniyorlar. Şehir bilhassa Şah Abbas (Şah İsmail'in torunu olur) döneminde büyüyor, gelişiyor.
1722'de Peştunların eline geçiyor, savaş yıllarında ihmal ediliyor. Yıllar sonra Şah Rıza Pehlevi tarafından derlenip toparlanıyor.
Eğer bir Isfahanlıya "sahi Isfahan, denildiği gibi nısf-ı cihan mıdır" (yeryüzünün yarısı mıdır?) diye sorarsanız alacağınız cevap şu olacaktır "hayır, külli cihan!"
Aynı soruyu bir Azeri'ye sorarsanız "Evet ama diyecektir, Tebriz'den sonra!"
Şah Abbas'ın emriyle yaptırılan Nakş-ı Cihan dünyanın en büyük meydanı. Çin'deki Tiananmen Meydanı ile at başı gidiyor.
Ortada deniz gibi bir havuz, parklar, tarhlar... Çoluk çocuk piknik yapıyorlar. Bir zamanlar çevgan oynanan alanda şimdi faytonlar geziniyor.
Meydanı dört yandan kuşatan Bozorg Pazar'da (Kapalı Çarşı) şekerciler, semaverciler, kuyumcular, bezzazlar sıralanıyor.
İranlılar el sanatlarına (honar) pek meraklılar, halı dokumadaki maharetleri cümlenin malumu, hatemkari denilen bir usulle renkli çubukları üst üste diziyor şirin mücevher kutuları yapıyorlar. Kalem-zenî ustaları maden üzerine resim çiziyor. Sedef kakanlar, maket yapanlar, mine, mine, mine... Çinileri bizimkilerden daha özenli, hem zarif, hem de zar gibi ince.
İmam Camisinin turkuaz kubbesi şehrin her yanından görülüyor. Kapısı diyeyim otuz metre, kubbe herhalde elliyi de geçiyor. Söylenenlere göre inşasında 18 milyon tuğla ve yarım milyon çini levha kullanılmış.
Şeyh Lütfullah Camisi (Kadınlar Mescidi) onun kadar azametli değil ama sanki daha müzeyyen. Sanat tarihçiler etrafında dönüyor.
Âli Gapu (Bab-ı âli) ustasının maharetini gösterdiği bir saray. Büyük kapıyı geçince girdiğiniz kubbe altı mühendisleri şaşırtıyor. Bir köşeye çekilip fısıldayın, çaprazınızdaki sizi net bir şekilde duyuyor. İşin enteresan yanı diğer çaprazı da bir başka çift kullanabiliyor, sesler birbirine karışmıyor.
"Mübarek Nakş-ı Cihan Devlethanesi" adıyla anılan bu bina çok katlı ve iskeleti ahşap. 18 zarif sütun üzerinde yükselen terası meydana hakim. Hatta bütün şehir ayağınızın altına yayılıyor.
Bir az ötede bir saray daha... Yine Şah Abbas tarafından yaptırılmış. Adı Çehel Sütun (Kırk sütun). Aslında 20 ağaç sütun üstünde duruyor. Önündeki havuza da 20 sütun aksediyor. Sayıyorsunuz 40 çıkıyor.
İranlıların aslan muhabbeti malum, her döndüğünüz köşede karşınıza heykeli çıkıyor.
Meğer Şah Abbas Venedik'ten bir gemi dolusu ayna sipariş vermiş. Yolda bir dalga, bir fırtına...
Aynalar kırılmış sırça olmuş. Ustalar atmaya kıyamamış, kubbeyi bezemişler onlarla. Ve aynakâri adlı sanat çıkmış ortaya...
Ya Resulallah
Çi bâşed çün...
Isfahan eskiden beri şehir, Isfahanlı nicedir şehirli. Ben hacca gelen İranlılardan tırsmıştım, burada hafifçe dokunan özür diliyor. Gençler parklarda oturup kitap okuyor, şiir yazıyorlar. Farisi gibi bir lisanı olan şair olmasın da n'apsın? Ne söyleseler kulak okşuyor.
Romantik kelimeler bir yana; düşünün mutfak lavabosuna bile, "destşuyi aşpezhane" trafik lambasına "çerağ-i râhmenâyi" itfaiyeciye "ateş nişan" deniyorsa...
Saray yakınlarında bir çayhanede soluklanıyoruz. Bildiğiniz şark kahvesi, şunu da itiraf etmeliyim çay demlemeyi biliyorlar.
Ocakçıya "kaçak mı?" diye soruyorum. Yüzüme boş boş bakıyor "niye kaçak olsun ki?"
Ah nasıl da akıl edemedim, o çay Türkiye'ye sokulunca "kaçak" oluyordu di mi ya...
Hırs gözlerini kör etmemiş, şehri betonla kuşatmamışlar. Birçok seyyahın da hatıratını karıştırdım şehri görenler adeta büyüleniyor.
Sultanlar, melikler ve hayırsever banular paralarını hayra harcamışlar. Şehrin gerdanlığı tartışmasız Allahverdi Han köprüsü. Acemler ona "Sie se pol" (33 gözlü) diyorlar.
Hacı köprüsü, bir Timur devri eseri, deve kervanları bunu kullanırlarmış zamanında. Köprünün seyir terasları ise ozanları ağırlarmış. Günümüzde de ihtiyarlar sekilere çöküp karşılıklı beyit atıyorlar, Mevlana hazretlerini bizden iyi tanıyor Mesnevi'den beyitler okuyabiliyorlar...
Bir başka gelenek zorhaneler. Bunlar bir nevi idman evi, pehlivanlar lobutlarla gösteri yapıyor, kubbeyi salavatlarla çınlatıyorlar. Sadi Şirazi'den, Firdevsi'den dörtlükler okuyorlar.
.
Organize işler bunlar
25 Ekim 2014 01:00
Bugün size tarih kitaplarından ufak ufak parçalar sunacağım. Hatırlatma diyelim, çoğunuzun bildiği şeyler zira. Osmanlının zor yılları... İngilizler, Türkleri Ortadoğu'dan çıkarmakta kararlıdırlar. Önce Arapların kavmiyetçilik damarlarına dokunur ama pek netice alamazlar. Görünen o ki aynı safta namaza duran insanlar birbirine silah çekmeyecektir asla. Öyleyse? Öyleyse bu halk farklı bir şeye inandırılmalıdır. Araştırır soruşturur ve "Selefiliği" parlatmakta karar kılarlar.
Lügate bakarsanız "selef" önce gelen demektir, Asr-ı saadet, tabiin, tebe-i tabiin devrini işaret eder aslında. Zaten Selefiler de öze dönüş, hurafelerden arınma, tecdit, ıslah gibi albenili tabirlerle çıkarlar karşımıza...
Dilerseniz şimdi Eyyûb Sabri Paşa'ya kulak verelim (Tarih-i Vehhabiyan). Bakalım hadiselere bizzat şahit olan bir Türk subayı olarak neler yazıyor: Abbasilerin çöküş yıllarında Karamita adı verilen bir taife peydahlanır, Katif beldesini ele geçirir, halifeye meydan okurlar. Doğrusu onlarla uğraşmak zordur, çöllerde yaşar, az şeyle yetinir ve kendilerine eziyetten hoşlanırlar. Yağmacıdırlar, Kufe, Bahreyn, Şam, Basra, Rakka ahalisini bizar eder canlarından usandırırlar. Necid ve Yemen'e de yayılır hacıları vururlar. Düşünün sadece bir hac kafilesinde 20 bin Müslümanı kırarlar.
Evet, zamanla ortadan kalkarlar ama sanki külleri durmaktadır o coğrafyada.
KARDEŞİNE BİLE ANLATAMAZ
Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab başlangıçta pek muhatap bulamaz, İslam âlimleri hakkında iğneleyici konuşunca kendi köyünde dahi (Ayniyye) barınamaz. En büyük muhalifi öz kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab'dır, ilim ehlidir, onu konuşturmaz. Bakar dinleyen yok, gider Necid Çöllerinde, Der'iyye havalisinde taraftar toplamaya bakar.
Özetle anlatırsak Abdülvehhab oğlu herkesin kendi aklıyla hüküm çıkarmasını ister, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler dışında kaynak tanımaz, ümmetin icmasını (birliğini), fukahanın kıyasını yok sayar. Adamlarına "muvahhidûn" der, görünüşte tevhidi savunurlarsa da Allahü tealaya mekân isnat eder, müteşabih ayetleri farklı yorumlarlar.
Bilhassa sufilerle uğraşır, tasavvuf ehlini alaya alırlar. İslamiyet'i bizlere aktaran âlimleri, velileri küçümser, kitaplarını yakmaya, kabirlerini yıkmaya kalkarlar. Mekke Emiri bu aykırı sesi dikkatle takip eder ve Babıaliye yazar. İstanbul'dan "Öncelikle ikaz edilmesi, ayak direrse cezalandırılması" şeklinde bir karar çıkar.
Yağmayla kurulan ordu
Selefilerin en belirgin özelliği tahammülsüzlükleridir. Kendileri gibi düşünmeyenleri "kâfir" diye damgalar, "amel imandan cüzdür" der, günahkâr müminleri "iman-sızlıkla" suçlarlar.
O yıllarda Arabistan'da petrol yoktur, tarım, sanayii ona keza... Suud oğullarının başını çektiği Necidliler kervanları, hac kafilelerini soyar, bu parayla asker beslemeye başlarlar.
Abdülvehhab oğlu görüşlerinin yayılmasını arzular, Suud oğulları ise kavmiyetçilik iddiasındadır, devlet olmaya çabalar. Bu iki güç birleşir, silahlanırlar. Ne zaman ki Abdülvehhab oğlu kendilerinden olmayanların öldürülmesine mallarının ve kadınlarının alınmasına "fetva" verir, çapulculara gün doğar. Nerede bir şaki varsa ihvan hareketine katılır. Necid çölleri piyade, süvari kaynar.
Suudlar mukaddes beldelere hücumdan çekinmez, kanlı katliamlara imza atarlar.
Düşünün Kerbela ve Necef'e dahi saldırır, Hazret-i Hüseyin'in (radıyallahü anh) türbesini yağmalarlar. Ardından (1802) Taif'i kuşatırlar. Görüşme yapması için temsilcilerini kaleye yollar ve o gaflet anını değerlendirip kapıları kırarlar. Bir anda şehre doluşur, beşikteki bebeklere bile acımazlar. Kur'an-ı kerim okuyanları, namaz kılanları dahi öldürür, evleri çarşıları yağmalarlar. Şehir eşrafını urganlarla bağlar, çırılçıplak soyup bir tepeye çıkarırlar.
Evet Selefiler Taif'e girmişlerdir ama şehirde kale gibi binalar vardır ve aylarca dayanabilecek yapıdadırlar. Meskûnlarını "size eman verdik, dilediğiniz yere gidebilirsiniz" diyerek kandırır, teslim olmalarını sağlarlar. Onları da mezkûr tepeye çıkarır, elbiselerini soyar, hakaret ve eziyetle canlarına kıyarlar. Şehidler üst üste atılır, ceset tepecikleri yükselir meydanlar da.
MUSHAF CİLDİNDEN ÇARIKLAR
Ardından kütüphaneleri dağıtır, dinî kitapları yırtarlar. Evet Mushaf-ı şeriflere hürmet edilmesi hususunda emir vardır ama çapulcular okur yazar değildir, Kur'an-ı kerimleri ayıramazlar. O müzeyyen ciltleri eğer büker ayaklarına çarık yaparlar. Bütün şehrin zemini kâğıt içindedir, yürüyen mutlaka bir âyet-i kerimeye ya da hadis-i şerife basar. Allahın hikmeti işte, rüzgâr olmamasına rağmen kâğıtlar havalanır, helezon olup bir meçhule uçar, yerlerde tek bir yaprak kalmaz.
Vehhabiler bunu görmelerine rağmen hız kesmez döner, dolaşır, türbelere saldırırlar. Müfessirlerin piri Abdullah ibn-i Abbas'ın (radıyallahü anh) kabrini de dağıtmak isterler, ancak sandukadan neşr olan güzel koku karşısında tereddüt yaşarlar. Barutla berhava etmeye kalkarlar, fitil tutuşmaz. Buna rağmen dediklerini yapar zikrolunan kubbeyi yıkarlar. Camileri de hedef alırlarsa da Yasin Efendi adlı bir kahraman karşı çıkar, bu zatın ilmi karşısında tutulup kalırlar.
Şühedanın naaşı tam 16 gün ortada kalır. Köpekler ve kuşlar insan parçalarını alıp araziye yayar, ortalık felaket kokar.
KORKU DAĞLARI BEKLER
Taif katliamının ardından Sûud bin Abdülaziz, Mekke âlimlerine bir mektup yazar, güya tevhide davet etmektedir, üslubu tehdit kokar. Tam da o sıra Taif katliamından kurtulan birkaç zavallı Mescid-i Harama girmesin mi? Başlarına gelenleri anlatırlar, dinleyenler dehşete kapılırlar. Gerek Mekkeli âlimler, gerekse de diğer İslâm beldelerinden gelen ulema Vehhabilerle mücadelede mutabakata varsalar da Mekkeliler savaşmaya yanaşmaz.
Abdulaziz'in oğlu Suud, "hacı adayları için üç gün mühlet, ya şehri terk edersiniz, ya da..." diye haber yollayınca aman istemeye koşarlar. Selefi militanlar zahmetsizce gelir, Mukaddes beldeye kurulurlar. İslam tarihine dair ne varsa yakar, yıkar, kütüphaneleri dağıtır, ulemayı aşağılarlar.
Başta Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) evi olmak üzere, Hazret-i Ebubekir'in, Hazret-i Ömer'in, Hazret-i Ali'nin ve Hazret-i Hatice'nin (aleyhimürrıdvan) doğduğu evleri yerle bir ederler. Ki bunlar vahye şahit olan mekânlardır. Kâbe çevresinde ve Zemzem Kuyusu üzerinde bulunan tarihî eserleri kırar, bu esnada davul çalar oynarlar.
El-Mekteb-ul Arabiye kütüphanesinde 40 bini el yazması olmak üzere 60 bin nadide kitap vardır. Dahası Yahudilere ve Kureyş'e ait antikalar, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) silahları ve ünlü sahabelerden miras Kur'an-ı kerimler de bulunmaktadır. Alayını yakar ortadan kaldırırlar.
Peki Osmanlılar?
O günlerde, Osmanlılar Ruslarla savaş halindedir. Azak, Kabartay ve Gürcistan elden çıkmış, Mora, Arnavutluk baş kaldırmıştır. Akka, Berrüş-Şam, Kırım ve Tataristan felaket karışıktır. Sadece Özi kalesinde 25 bin Müslüman katledilmiş, bunu duyan 1. Abdülhamid Hana nüzül inmiş, kederden ruhunu teslim etmiştir oracıkta.
KAVALALILAR DA OLMASA
Yine de ihmal etmez, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya emir buyururlar. Kavalalı'nın oğulları, Tosun Paşa ve bilahare İbrahim Paşa büyük bir hizmetler yapar. Önce Taif'i, ardından Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvereyi kurtarırlar. Hatta Der'iyye yi zapt eder, Suud oğullarını derdest edip İstanbul'a yollarlar.
Buraya kadar anlatılanlar IŞİD'i hatırlattı mutlaka. Peki ya bundan sonra?
Batıya güven olmaz, bugün vuruyor görünür, yarın el üstünde tutar.
Neyse hikayemize dönelim. Aradan uzuuun yıllar geçer. Osmanlı bölgeden çekilmek zorunda kalır. Suud oğulları tekrar toplanır, Şeriflere (Hazret-i Hasan evladına) ve Arabistan'ın güçlü kabilelerinden Raşidilere saldırırlar. Yine kanlı kasvetli manzaralar...
Ve İngiltere öyle buyurur, devlet oluverirler bir anda. Dünkü tedhişçiler devlet başkanı protokolüne girer, İngiliz prensleri ile samimi pozlar verirler fotoğrafçılara. Petrol bulununca Amerikalılarla el sıkışacak, neft karşılığı "saltanat sigortası" yaptıracaktırlar Washington'a. Suudi Arabistan bir aile devletidir, seçimin adını bile anmaz. Tuhaftır ama Batılı demokrasi simsarları öper başlarına koyarlar.
Onları ilk tanıyan ve kutlayan ülkelerden biri de Türkiye Cumhuriyetidir. Suudi Kralı Faysal 1932 yılında Ankara'da mükemmel ağırlanır mesela.
M. Kemal, Faysal'ı cübbesi maşlağı ve keyfiyesiyle yanına oturtur, şerefine verdiği ziyafette, Hicaz-Necd Devletine muvaffakiyetler diler "Haşmetlû Melik Hazretleri ile yüksek Hânedânının saadeti ve Devletinizin ikbal ve tealisi hakkındaki kalbî temennilerimi bu vesile ile de ifade etmek isterim" şeklinde nutuk irad eder haziruna.
Hayret! Şeriatle yönetildiğini iddia edilen bir devlete başarılar! Halbuki İstiklal Mahkemeleri şapka giymeyen mazlumları ipe yollamaktadır o sıra.
İyi de, şimdi ben bu yazıyı nasıl toparlayacağım?
Konu dağıldı mı bırakacaksın.
Haydi kalın sağlıcakla!
İrfan Özfatura
.
Dağlarından yağ bağlarından bal
1 Kasım 2014 01:00
Hatırlar mısınız bilmem, güz aylarında "Ege Ekici Tütün Piyasası" diye bir tabir geçerdi matbuatta... Akhisar tütünün başkentiydi, başfiyat burada açıklanırdı mutlaka...
Tütün üçüncü dünya ülkelerine ektirilen bir sefalet bitkisiydi oysa. Yıl 12 ay ama tütünün işi 15'inci aya sarkar. Sera kur, ocak hazırla, yeşillendir, fide dik, hele çapa... Eğil kalk, eğil kalk beliniz kopar valla. Kırması ömür törpüsü, bu nebat gündüz sakızlanır lastik gibi uzar, gece gevrer çıtır çıtır kopar. Bu yüzden imsak vakti gidersin tarlaya. Elin yapış yapış olur, ezkaza ağzına bir lokma attın dilin damağın yanar. Yok ipe diz, yok kurut, yok balya... Bir de küf girdi mi yandı gülüm keten helva...
Akhisar toprakları boz bulanıktı o zamanlar, İstanbul - İzmir yolcuları içinden geçer ama oyalanmazlardı fazla... Yol boyunda bir benzin istasyonu vardı, yanında bir sabahçı kahvesi ve mazot bidonlarının arkasına atılmış üç beş yağlı tahta... Namazlık diyelim biz onlara.
Sonra birden yeşillendiğini gördük, binaları güzelleşti, albenili tesisler açıldı sağda solda. Yüksek model arabalar dolanır oldu yollarında. Köfte, piliç, yumurta derken markalarını çıkardı, olacak şey değildi bir ilçe takımı başladı mı ligi sallamaya...
Hülasa edilirse Akhisar için zeytin milat oldu. Zeytinden önce, zeytinden sonra...
Akhisar şu an 13 milyon ağacıyla yeşil zeytin ihtiyacımızın yüzde 70'ini, siyah zeytin ihtiyacımızın yüzde 30'unu karşılıyor. Yetmiyor 36 ülkeye mal yolluyor. Denilecek tek şey var Allah nazardan saklaya...
GÖR BAK NELER OLACAK?
Eğer bir işi haberleştirdiyseniz ikinci defa aynı yere gitmek istemezsiniz, bayar. Ama Akhisar başka. Daha evvel üç kere zeytin hasat şenliğine katılmış haberlerini yazmıştım, çağırılınca yine gidiyorum farklı şeylerle karşılaşacağımı biliyorum zira.
Öyle ya bir kasabada araba müzesi olur mu? Çocukluğunuzdaki fayton ustalarını nerede bulabilirsiniz sonra?
Hem ne yalan söyleyeyim iyi de ağırlıyorlar. Yediğiniz?önünüzde yemediğiniz arkanızda.
Efendim Avrupalı devletler yağ üreticilerine kg başına 4 lira veriyorlarmış, prim deyin teşvik deyin, tıkır tıkır sayıyorlar avuçlarına... Bu da onların rekabet gücünü artırıyor.
Akhisarlı tacirler "ayıp olmuyor mu" gibisinden mevzuya girmişler "bu haksız rekabet değil mi ama!"
Hayır diyorlar bizim kalp damar hastalıklarına harcadığımız rakamlar bundan kat be kat fazla. Zeytinyağını teşvik ettik edeli vakalar azaldı, buyurun istatistiklere bakın, rakamlar ortada.
Yani bu mübarek yağ değil, ilaç adeta!
Zeytinyağı üreten ilk üç ülke İspanya, İtalya ve Yunanistan. Bunlar iyi de birer tüketici aynı zamanda. Mesela bir Yunan 20-21 kg yağ yiyor yılda. 5 nüfuslu bir aileye 6 koca teneke yağ giriyor. Türkler birkaç yıl evveline kadar bir kilo bile tüketmiyorlardı. Tanıtım, reklâm derken 1.5 kiloyu buldu sonunda...
Ama bu rakam hâlâ çok az. Zaten zeytinyağını üretenler yiyor. Ege, Akdeniz, Marmara...
İç Anadolu, Doğu, Güneydoğu, Karadeniz ağzına bile sürmüyor.
Haydi Çinlisi Japon'u Rus'u ulaşamıyor da ondan diyelim, biz buluyoruz da bunuyoruz açıkça.
Zeytin Akdeniz'e bahşedilmiş bir nimet. Zaten bu bölge dünya üretiminin %98'ine imza atıyor.
Akhisar eskiden de zeytinciliği biliyordu. Kulakları çınlasın Bölge Müdürümüz Saffet Ağabey yıllar evvel Bakır'da bir ağaca götürmüş bak İrfan demişti bu ağaç en az bin yaşında! Şimdi zikrolunan ağacı çevirmiş, koruma altına almışlar. Uzmanlar gelip incelemiş ve 1652 yaşında olduğunda karar kılmışlar. Yani dikildiğinde Resulullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) doğmamış, İslamiyet inmemiş daha... Yirmi senede bir nesil değiştiğini farz edersek 80 küsur defa "babamın babasının babası" derseniz fidanın dikildiği devre ulaşabiliyorsunuz anca...
Evet, Akhisar zeytincilikte bir yere gelmiş ama henüz genç fideler meyve vermeye başlamadılar. Hedefleri 25 milyon ağaç. Eh o zaman gör bak neler olacak?
Şu anda bile 250 zeytin işleme tesisi, 36 yağhane var, ferdi teşebbüsler de caba.
ACI + ACI = TATLI
Eskiden zeytin sırıkla sıyrılır bu arada taze sürgünler de kırılırdı. Yani bir yıl zeytin alır bir yıl beklerdiniz boşuna. Artık daha şuurlu ziraat yapılıyor titreşim üreten makineler ağaçları zedelemiyor. Hasılı var yılı ile yok yılı arasındaki fark azalıyor.
Elin İspanyolu bir ağaçtan 25 kg zeytin alıyor, biz de ortalama 10 kilo civarında.
Peki siz hiç zeytini dalından koparıp attınız mı ağzınıza? Sakın ha! Öyle bi acıdır ki Urfa isotu vızıltı kalır yanında.
Allahü teâlâ'nın hikmeti işte o acı, tuz acı, ikisi bir araya gelince nefis bir lezzet çıkıyor ortaya... Hani yanıcı hidrojen ile yakıcı oksijen birleşince su gibi bir söndürücü oluyor ya...
Siyah zeytinin iki şekli var malum, sele ve salamura. Birinde sepete koyup tuz ekiyorsun, birinde yıkayıp paklayıp yatırıyorsun tuzlu suya.
Bu kadar basit işte. Bekliyorsun ve oluyor.
Yeşil zeytini terbiye ederken çiziyor (yarma) kırıyor (kırma) yer yer limon atıyorlar suyuna... Şimdi makineler gelişti çekirdeğini çıkarıp biber badem koyabiliyor yuvasına... Yani "ben zeytin sevmiyorum" deyip çekilmeyin, hoşunuza gidecek bir şekli vardır mutlaka.
Millet kanserden korunmak için sağda solda köpek balığı kıkırdağı arıyor, halbuki aynı madde zeytinde de var, hem fazlasıyla.
Mübarek nimet Kur'an-ı kerimde zikrolunmuş, anne sütü kadar kıymetli bir gıda.
Yağdan öte bir şey...
Gelelim zeytinyağı faslına...
Gidip bir sepet zeytin topladınız getirip havanda ezdiniz, çekirdeklerini kıra kıra ama... Sonra tülbentte sıkıp suyunu çıkardınız. Baktınız üzerinde sarı sarı haleler. En has zeytinyağı odur işte, natürel sızma diyoruz biz ona. Mis gibi kokar, ekmeğinizi bandırmak için çağırır adeta.
Gelelim asit bahsine: Eğer siz taneleri elle toplamış, güzelce yıkamış, yaprağından toprağından itina ile ayırmışsanız asidi düşük olacaktır. Ki natürel sızmada oleik asit miktarı %1 çıkar anca...
Ama dip zeytinlerini, çürükleri çarıkları sıkarsanız asidi yükselir, yağın da tadı kaçar bu arada.
Tabii usul de önemli. Bir tesiste sadece yıkama, sıkma, santrifüj ve filtre yapılıyorsa mesele yok ama eğer "ısı" da uygulanıyorsa... Soğuk sızma diyemezsiniz artık ona. Bazı tesisler ise asitli yağı rafine eder, hem ağırlığını giderir, hem rengini ağartırlar. Tamam tatsız tuzsuz bir yağdır ama zeytinyağıdır sonunda. Bunu kızartmalarda kullanabilirsiniz pekala...
Rivyera ise rafine yağına %10-20 natürel yağ ilavesi ile elde edilir, hani koku verecek kadar.
Karartsak da mı saklasak?
Hasılı zeytinyağ işi bir meslekten ziyade hastalıktır, bu işle uğraşanlar zeytinle yatar zeytinle kalkar, bir zeytin muhabbeti açın kırk gün, kırk gece konuşurlar. Öyle tadımcılar vardır ki bir yudum alıp gözlerini yumdular mı zeytinin hangi dağın yamacından toplandığını söyleyebilirler sana.
Ve geliyoruz çok önemli bir noktaya...
Diyelim paraya kıydınız çok kaliteli bir zeytinyağı aldınız ama saklayamadıktan sonra...
Zeytinyağı üç şeyi sevmez. Isı, ışık ve hava... Bu yüzden renkli camlar ya da toprak kaplar içinde konmalı, serince yerlerde (kilerde mahzende) saklanmalıdır mutlaka. Zeytinyağını o yıl içinde tüketseniz iyi edersiniz, ağırlaşırsa sabuna gider yoksa... Zeytin radyoaktiviteye kalkandır, kolesterole düşman. Ülsere kansere, şekere tansiyona karşı koyar. Mide ve karaciğer dostudur, damarları açar. Hücre yenilenmesinde rol oynar, cildi güzelleştirir, saçları parlatır, beyni genç tutar. Ne istersiniz ki başka?
Zeytin yapraklarından çay demlenir, çiçeğinden esans çıkar.
Ağacından tabak, kaşık oyulur icabında. Sabunu saç ve cilt için birebirdir, çekirdeğinden tespih, bilezik yapılır, küspesi hem gübre gibi tarlaya atılır, hem de sobalarda fırınlarda yakılır.
Hasılı hiçbir şeyi zayi olmaz.
ZEYTİN DALI
Nuh aleyhisselamın gemisi 6 ay boyunca çılgın suların üzerinde yüzüyor derken hava sakinleşiyor. O gün Aşure Günü... Büyük Nebi'nin gözcü olarak çıkardığı güvercin geri dönüyor. Ağzında bir zeytin dalı. İşte o gün bu gündür zeytin dalı ümidin kardeşliğin barışın remzi oluyor
.
Şevrole alıyım eskiciii!
8 Kasım 2014 01:00
Birinci ligde dik duran bir takım, dünya çapında isim yapan markalar ve 200 parçalık bir otomobil müzesi... Akhisar kafamızdaki "kaza" kalıplarını yıkmaya devam ediyor. İzninizle futbolu spor muhabirlerine, markaları ekonomi editörlerine bırakalım biz bakalım antika arabalara...
Efendim Keskinoğlu Yönetim Kurulu Başkanı Fevzi Keskinoğlu 12 yaşında direksiyona geçen bir otomobil sevdalısı... Babası İsmail Keskinoğlu eski bir arabacı ki namı yürüyor hala...
Yeni kuşaktan Keskin Keskinoğlu iflah olmaz bir antika meraklısı sonra...
Ama bu kolleksiyonun adsız bir kahramanı var. Sait Cangül usta... İşte biz onunla konuşuyoruz bu hususta.
Sait Usta, "Serüven 2000 yılında başlamıştı" diyor, "Keskin Bey İstanbul'da bir galeri önünden geçerken iki Amerikan'a vuruluyor. Biri 56 Chevrolet Belair, öbürü mopar motorlu 55 Desoto. İkisi de ok gibi duruyor. Babasına açıyor "sevdiysen al" izni çıkınca oturuyor pazarlığa. Birini on, diğerini on beş bin dolara alıyor. Eskihisar-Topçular hattında arabalıya biniyorlar, pat biri beliriyor yanlarında. "Delikanlı bu arabayı bana sat! Helalinden 25 bin dolar vereyim sana."
-Yüz bin verseniz düşünürdüm.
-Senin satmaya niyetin yok galiba.
Neyse bu iki arabayı çok seviyorlar, koleksiyona maya oluyor bir bakıma. Derken sarı zarflı bir evrak! "Arabanıza vergi borcundan dolayı el konuldu, şu güne kadar Manisa maliyesine gelmediğiniz takdirde..."
Ne arabası? Ne maliyesi? Kimseye borç takmamışlar hayatlarında.
Gidiyorlar bakıyorlar İsmail Keskinoğlu'nun yıllar evvel sattığı bir Reno. Adamlar üzerine geçirmemiş, maliye onları tanıyor. Bununla yıllarca İzmir'e yumurta taşımışlar. Sevimli bir steyşın. Renault 1 diye geçiyor, 50 yaşında eşine az rastlanan bir parça... Neyse borcunu ödüyor ve başlıyorlar toplamaya...
Ardından 60 model Cadillac Eldorado geliyor 6 metre uzunluğunda bir dev. V8 motoru güp güp vuruyor, benzini su gibi içiyor ama 350 beygir güç üretiyor. Derken 51 Mercedes katılıyor halkaya.
Bir gün Keskin bey Trabzon'da eş dost arasında. "Ya şurada 52 Doçumuz var ilgilenir misiniz" diyorlar, bakıyor araba diri, alıveriyor. Kısacası Anadolu'nun her yerinden araba almaya başlıyor.
-Bunları toplama işi de size düşüyor?
Evet, Akhisar ve Bursa'daki ustalar kifayet etmeyince 13 kişilik bir ekip kurduk ayrıca. Öncelikle ailenin kullandığı arabaların izini takip ettik, bunlar Commer, Skoda, Uaz gibi sıradan arabalar ama hatıraları var. Zaten Keskinoğulları geleneklerine bağlılığı ile tanınırlar, öyle ki ecdadının yaşadığı Drama'daki Ravika (Refik Ağa) köyünü birebir kurdular.
-Peki koleksiyonun gözdesi?
Keskin bey 60 Cadillac'a hasta, Fevzi bey ise toz kondurmuyor 64 Impala'sına. Onun için çok önemli, evlenirken gelin arabası olmuş zira.
-Tanınmış isimlerin arabaları da varmış, Türkan Şoray'ınki gibi mesela...
Doğrudur, İsmet İnönü'nün kullandığı araç da burada. Bir ara Amerika'dan sadece valiler için çok özel 7 Chevrolet geliyor. Manisa valisine düşeni aldık kattık koleksiyona.
-Sanki bir Şevrole merakı var gibi? Yanılıyor muyum acaba?
Evet, 1948'den tutun 1970'e kadar istisnasız bütün modeller sırada.
-Peki içlerindeki en eski araba?
1929 model bir Ford. Ki piyasaya arz edildiğinde Henry Ford hayattaydı daha. Bakın burada sadece otomobiller değil bisiklet, motosiket, kamyon kamyonet, minibüs, midibüs ve otobüsler de sergileniyor. Hatta eski traktörler, iş makineleri ve patozlar da... Cant kapakları, torpidolar radyo teypler de hayli ilgi çekiyor.
-Doğrusu hiç kolay iş değil
Araba bir şekilde toplanır da sahiplerini ikna etmek uğraştırıyor. Zira aile ile acı tatlı günler yaşamışlar. Çocukları o arabada büyümüş, sünnet konvoyu yapmışlar. Artık evladı gibi görüyor kıyamıyorlar. Mesela birine gittik, beğendik, pazarlık ettik, anlaştık. Tam kamyona yükleyeceğiz adamcağız "bırakın kalsın" dedi "dayanamayacağım galiba!"
-Bıraktınız tabii.
Mecburen. Yalnız bir ara aldık getirdik müzemizi gezdirdik. Arabaların özenle toplandığını görünce nasıl sevindi anlatamam, kendi eliyle getirdi bu defa... Gönlünün rızasıyla... Tabii hiç yormayanlar bila-bedel verenler de var. Üzerine adını yazıyoruz, istediği zaman geliyor, görüyor. Kim bilir? Belki yıllar sonra torunu karşılaşacak "aaa dedemin arabası" diyecek şaşkınlıkla...
-Ben çok otomobil müzesi gezdim ama burası başka... Evet diğerlerinde Porsche, Ferrari, RollsRoyce gibi rağbet gören modeller var ama beni çocukluğuma götüremedikten sonra... Müzenizde beni en çok oyalayan şu FeKa minibüs oldu, bir zamanlar Üsküdar Ümraniye hattı onlardan sorulurdu mesela.
Elbette Jaguar'lar, Masarati'ler, Aston Martin'ler albenili ama bunlar daha halktan, daha fazla hatıra taşıyorlar.
-Peki çalışıyorlar mı?
Bütün arabalar faal ve hepsinin plakası var, vergisi ödeniyor. İçinden birine benzin koyup çıkabilirsiniz yola. Hepsine sıfır motor yaptık, hiç biri üflemiyor, yağ yakmıyor. Şanzımanları diferansiyelleri on numara.
-Sanırım en zor iş kaporta. Bu arabaların kaput, çamurluk ve tavanları bulunmaz ki piyasada...
Evet bu yüzden kendimiz yapıyoruz, artık sayıları çok azalan çekiç ustaları düz sacı döve döve şekle sokuyor. Ah bunların eski halini görseydiniz. Ne lastik döşeme, ne cam çerçeve... İçlerinde kümes olarak kullanılanlar vardı hatta.
-Adam hurda olarak satsaydı?
Kilosu 60 kuruş, bir ton gelse 600 lira...
-Dikkatimi çekti rastgele renkler kullanılmamış boyada.
Evet kataloglarını buluyor, orijinal tonları tespite çalışıyoruz. Döşemede de aynı titizlik gösteriliyor.
-Peki bir arabanın ayağa kalkması ne kadar zaman alıyor.
Takriben 1 yıl, belki daha fazla.
-Sorması ayıp ama ya maliyet?
Masraflar ağır tabii, bazı arabalar 100 bin lirayı geçiyor. Bunu göze alabilmek cesaret işi, nereden baksanız büyük para.
İRFAN ÖZFATURA
.
Afrika'yı gördüm dünyam değişti
22 Kasım 2014 01:00
Gönüllü olarak Afrika'ya giden KBB Uzmanı Dr. Bilgehan Güntekin, Çadlı kardeşlerimizin sadeliğinden, tebessümünden, tevekkülünden çok etkilenmiş. Mikrofonu uzatıyoruz sular seller gibi anlatıyor:
Değerli arkadaşım Üroloji uzmanı Dr. Serhat Bey bir gün beni aradı. Haberin var mı bilmem, Gönüllüler grubu TİKA ve Sağlık Bakanlığımızın desteği ile Çad'a gitmeye hazırlanıyor. Aramızda KBB uzmanı yok, gelebilir misin acaba?
İşlerimin de kesif olduğu bir dönem ama hayra çağırdılar, hayır diyemem onlara.
Doğrusu sıkıntılı bir gidiş oluyor, giriş izni son gün çıkıyor anca. Yardıma gidiyorsunuz ama kimse sizi kapılarda karşılamıyor.
Gördüğüm kadarıyla huzurlu bir ülke. Komşularının aksine iç savaş yok, hatta hiç savaş yok.
Başkent N'DJamena'dan (Encemine) gelen hastalar bakımlı, buşon bile göremedim kulaklarında. Ama Orta Afrika'dan kaçanlar? Perişan!
Sıkı çalışıyoruz, sünnetler, ağız, kulak muayeneleri, diş çekimleri dakikamız boş geçmiyor.
Çad'ın en büyük hastanesi General State Hospital'i ziyaretle işe başlıyoruz. Burada ciddi ameliyatlar yapıp diğer meslektaşlara eğitim verebilir miyiz? Neden olmasın? Ameliyathaneler temiz ve steril ama ekipman namevcut. Eğer bir iki küçük takviye yapılsa şu hastane fevkalade hizmetler sunabilir halka. Guatr vakası çok, kronik otit çok, akan kulaklar, duymayan kulaklar... Lakin koca ülkede bir tane, evet sadece bir tane KBB mütehassısı var. Kime yetişsin nereye koşsun tek başına?
İstanbul'da 10 KBB'ci bir koridorda. Beş yıldızlı hizmet sunuyoruz, memnun olmayan olmuyor o başka.
O gün yaşlı bir adamcağızın kulağından bir şey çıkarmıştık, nasıl memnun oldu anlatamam. 18 yıllık hekimim bu güne kadar kimse ellerini açıp ağlaya ağlaya dua etmemişti bana.
Devletimiz güzel işler yapıyor, bilhassa TİKA hayli hâkim sahaya. İstanbul Büyükşehir, kardeşlerimize belediyecilik öğretiyor, malzeme veriyor. İnanın insanın göğsü kabarıyor. Türkiye'den her gün bir ekip geliyor, bir ara ünlü mimarlarımızı gördük, meğer başkente siluet çizmek için kafa yoruyorlarmış o sıra.
Çadlılar munis, insanlar, gülmeyi biliyorlar. Ülkede Hristiyanlar da var ama gerginlik yaşanmıyor asla.
Çad'ın iki yüzü var, bazıları ekmek bulamazken bazıları da tek elmaya bir dolar verebiliyor.
Evet, burası bir petrol ülkesi, günde 400 bin varil petrol çıkıyor. İhaleyi Çinli bir şirket almış ama çevreyi berbat etmiş bu arada. Hükümet de onlara bir milyar dolar ceza kesmiş. Çinliler cezayı ödememek için ipe un seriyor, mazotu nazlı veriyor halka. Güya petrol denizinin üzerindeler, kuyruklar uzayıp gidiyor caddeler boyunca.
Şehrin her tarafı şantiye, Afrika hızla kalkınıyor. Uranyum var, altın var, tekerlek dönmeye başlarsa tutamazsınız bir daha...
Devletimizin ufku geniş, bilgili büyükelçiler tayin edilmiş. Ahmet Kavas hoca, hem Afrika uzmanı hem tarih profesörü. Fedakarca çalışıyor, inanın imreniyorum ona.
TİKA güzel işler yapıyor. Sivil toplum örgütleri de cılız kalmamalı bu arada.
ELLER TAŞIN ALTINA
Ben kendi adıma çok düşündüm ne yapabilirim acaba? İlk elde Türk Afrika Dostluk Derneği'ni kuracağız inşallah. Yer tutuldu, şu an tüzük şekilleniyor. Birçok ülkeye gideceğiz, ama Çad'ın yeri başka. Ne bileyim çok tesir ettiler bana. Birlikte yedik, içtik, birlikte ibadet ettik. Biri kenardan izlemiş, "Bilgehan bey" dedi "öyle muamele ediyorsun ki gören de akrabasınız sanacak."
Doğrudur, şimdi biri Paris'e gidelim dese düşünürüm ama Çad'a gidelim desin hemen çıkarım yola.
Boğulmakta olan birine kim yardım etmez ki? Çadlı kardeşlerimiz açıkta değil kıyıda boğuluyorlar, sadece el uzatmanız yetecek onlara.
Ülkede tıp eğitimi yok, genelde Senegal'de okuyorlar.
Biz sağlık, eğitim ve ekonomi alanında işbirliği yapacağız. Türkiye eski Türkiye değil, bırakın onlara balık tutmayı, balıkçı gemisi yapmayı öğretiriz evvel Allah.
Afrika'dan gelen talebelerin çoğu İstanbul'da kalıyor, sadece % 17'si dönüyor yurduna. Yani attığınız ok hedefi bulmuyor. Biz uzmanlık eğitimi vereceğimiz gençlere sözleşme imzalatacağız. En az 10 yıl Afrika'da çalışacak. Diyelim Türk kızıyla evlendi, alsın hanımını da götürsün. Burada kalamayacak.
Bir insan on gün kaldığı yerde kitap yazacak kadar dolar mı? Dolmanın da ötesinde taştım. Sürekli kendimle hesaplaştım. Ya Rabbi dedim yaşadığımız lüksün hesabını sorarsan nasıl cevap veririm sana.
BEREKETLİ PAZAR
Çad da para da var. Ne getirsen müşteri buluyor. Mesela diyeceksiniz, çimento ve makarna kapanın elinde kalıyor. Yanımızda iş adamı da götüreceğiz ama seçici olacağız. Satıp, savıp, kaçayım. Yok öyle. Biz kalıcı olanları ve hayır hasenattan hoşlananları alacağız yanımıza.
On yıl içinde bir tıp fakültesi kurmayı düşünüyoruz, endemik guatr ve sıtmayla mücadele edilmeli mutlaka.
Önce gidenlerle birlikte çalışacağız, tecrübe kolay kazanılmıyor zira.
İlk üç gün valizim gelmemişti, üstümdekiler yetti pekâlâ. Sonra valiz geldi açtım baktım, benim bu kadar şeye ihtiyacım var mıydı ya? Dönerken hepsini dağıttım, kırık bir sabun parçası bile çok değerli orada.
Onlar beş altı parça eşyayla yaşıyorlar biz birkaç bin parçayla.
Eve geldim mutfak lebalep dolu, dolabı açtım yüzlerce bardak, gereksiz teferruat... Bu malzeme 100 aileye yeter Afrika'da...
Hâsılı iktisadi bir hayat yaşıyor, gün boyu rakamlara bakıyoruz. Orada internetim yoktu kafam dinlendi, ne lüzumsuz haberlerle canımı sıktım, ne tartışma, ne politika!
Geldik, yine düştük curcunaya.
Tek dakika boşa geçmedi
Oda arkadaşım Abdürrahim bir günde 178 sünnet yaptı. Öyle ihlaslı öyle çalışkan ki artık toplanıyoruz tayyare kalktı kalkacak, o "abi vaktimizi niye boşa geçiriyoruz"
diye soruyor, "birkaç sünnet daha atabilirdik şurada."
Hiç yoktan iyidir
Tamam, KBB operasyonları bilgi ister, tecrübe ister ama sadece damla ile rahatlayan vakalar da var. Yardımcım Hasan'a bazı basit usulleri öğrettim, umarım faydası olur insancıklara.

CAN SİPARANE
Arkadaşlarımız büyük bir gayretle çalıştılar. Biz akşam işi bırakıyoruz Diş Hekimi arkadaş (Hayrünnisa Hanım) saatlerce kalıyor daha. Hani istiklal harbine destek veren kadınları anlatırlar. Evet, böyle bir kadın harbi kazandırabilir orduya. Bir ara baktım üzerindeki önlük terden sırılsıklam, yüzünde renk kalmamış yorgunluktan. O bir hasta daha alıyor, bir hasta daha, bir hasta daha...
FAKİRLİK ASALETİ BOZMUYOR
Tokgözlü fukara
Bizim de fakirlerimiz var ama devletimiz güçlü, vakıflarımız ilgileniyor. Burası ayrı dünya, orası ayrı bir dünya.
Masalara kâğıtlı şekerler koyuyorduk. Al diyorsun çocuk bir tane seçiyor. Bir tane daha al diyorsun kâfi diyor teşekkür ediyor. Bisküvi veriyoruz açıp bekleme odasındakilere dağıtıyor.
Dışarıda küçük ticaretleri var, çay kahve satıyorlar, halhali (Mekke gülü şerbeti), kızarmış çekirge filan. Bir çocuğun elinde kaynamış yumurta görüyorum. Şüphesiz onun için çok kıymetli. İhtimal ağladı babası sussun diye aldı. Yumurtayı istiyorum pat diye koyuyor avucuma. Bu nasıl vakar? Demek ki yokluk asaleti bozmuyor. İslam bu zaten, terbiyemiz vermek üzerine kuruluyor.
Muhtaç bir kadıncağıza 100 dolar vermiştik. Ertesi gün gelmiş bütün borçlarımı ödedim demiş ticarete başladım hatta. Ticaret dediği kırık dökük bir tezgâh açacak, ıvır zıvır satacak.
Fakir ama mutsuz değiller bizdeki suratsız insan sayısı onlardan bin kat fazla. Demek mal mülk güler yüz getirmiyor.
Bir ara hanıma açtım senin adına ne yapayım onlara?
Üç hayvan kestir, dağıt fukaraya.
Üç hayvanı İstanbul'da dostlarla yediğimiz bir yemek parasına aldık. Bununla kaç kişi doydu bilmiyorum, ben diyeyim yüz kişi, sen de daha fazla. Bin dolara bin dua alabileceğin bir zemin var orada.
Adana Dost Eller Derneğinden Bülent abimiz sahayı tanıyan bir insan. Bir garibi ziyarete gidiyormuş. Dur dedim ben de geleyim yanınızda.
Yürüyoruz. Kadıncağız "yakın yakın" diyor "hemen şurada." Abi bunların yakını uzaktır yürü yürü bitmez. Zaten hava 45 derece, eriyip akmayalım sonra. Neyse bizim araçlardan biri aniden yanımızda bitiyor, atlıyoruz ona.
Gidiyoruz, ev perişan, sefaleti anlatacak kelime bulamıyorum. Kadıncağızın psikiyatrik bozukluğu olan bir oğlu var, adı Muhammed 16-17 yaşlarında. Liseye devam ederken hastalanmış, etrafa zarar vermesin diye zincirle bağlamışlar. Nasıl güzel yüzlü bir çocuk, bükmüş boynunu oturuyor, annesi ağzını filan siliyor. Nasıl bırakırsın? Evlat. İnanın içim eriyor. Hadi tedavi ettirelim desen psikiyatrist bulamazsın ki burada.
Çaresizlik ne zor... Bu kadıncağız n'apsın şimdi. Kimin kapısını çala?
İstanbul'da hastanedeyim. Hatıraları anlatıyorum. Psikiyatri Uzmanı arkadaşım Dr. Sema, "bu vaka psikoz" dedi, benim uzmanlık alanım. Onunla ilgilenebilirim pekâlâ.
Ama kolay değil orası Afrika.
Ben hazırım ne zaman derseniz çıkabiliriz yola. Diğer hastaları da tedavi ederiz bu arada.
Bu nasıl yüreklilik. Bakın bir ziyaret ne güzelliklere kapı aralıyor. Ben cerrah, KBB'cı, ürolog, gözcü ararken psikiyatri uzmanı da buluyorum yanımda.
Benim ülkemde ne insanlar var diyorum, gurur duyuyorum onlarla. Hâsılı on gün boyunca dua ile yıkandığımı hissettim. Böyle bir gönül huzuru yaşamamıştım hayatımda.
AFRİKA'DAN KARELER
Baskın değil katliam
29 Kasım 2014 01:00
Kasım 1853... Rusya gücüne güç katmış, Avrupa'yı zorluyor. Çar'ın aklı fikri Akdeniz'e açılmakta... Balkanlar'daki Ortodoksların hamiliğine soyunuyor, Sırpları, Bulgarları, Rumları kışkırtıyor.
O kadar küstahlar ki Prens Mençikof İstanbul'a gelip tehditler yağdırıyor.
Osmanlı devletinin zaten gailesi çok, bir de Rusya ile boğuşmak istemiyor. Ama bu Moskof'a boyun eğeceği manasına da gelmiyor.
Ne zaman ki Ruslar, Eflak Boğdan'ı (Romanya Moldovya) işgal ediyor, köprüler atılıyor. Fransa, Avusturya ve İtalya, Çarın istilacı tavrından rahatsız, hele İngiltere, Hindistan yolunda Rus görmek istemiyor.
Bu uğurda savaşı göze alabilecek kadar kararlı, bilhassa Osmanlı-Rus çatışmasından medet umuyor. Neyse şartlar sağlanıyor, düğmeye basılıyor.
İlk işimiz Boğazları tahkim oluyor, Silistre, Vidin ve Rusçuk'a takviye yolluyoruz. Erzurum ve Kars bataryalarına yeni toplar döşeniyor, baruthaney-i hümayun 7/24 çalışıp mühimmat hazırlıyor.
Bu arada Mısır'dan savaş gemileri ve bahriyeliler getiriliyor.
Rusların da Kafkas Müslümanları üzerindeki baskıları artıyor. Şeyh Şamil ve arkadaşlarının silah ve mühimmata ekmek, su kadar ihtiyaçları var. Patrona Mustafa Paşa komutasındaki 6 gemi, gerekli malzemeleri yükleniyor kardeşlerimize ulaştırmak için yola çıkıyor.
Henüz denizlerde bir çatışma yaşanmış değil, her iki taraf da ihtiyatlı davranıyor. Evet, gidip liman basabilirsiniz ama bu karşı taraf da mukabele hakkı veriyor. Üç beş geminin imhası bile büyük maliyet, göze almak cesaret istiyor.
Neyse gemilerimiz Trabzon ve Batum'da soluklanıp sağ salim Sohumkale'ye varıyor. Emanetler yerine teslim ediliyor.
Osmanlılar Patrona Osman Paşa komutasındaki 10 gemiyi devriye çıkarıyorlar. Gelgelelim bunlar küçük tekneler, Rus donanması karşısında şansları bulunmuyor.
KAR BORA FIRTINA
Kasım ayının ortalarında Karadeniz patlıyor. Gemiler birbirlerini kaybediyor. Karadeniz malum limandan yana fukaradır, fırtınaya yakalanan Sinop'a ulaşmaya çalışıyor. Birer ikişer limanda buluşuyorlar.
Tayfaların çoğu Anadolu'dan toplanmış çiftçi çocukları, deryayı tanımıyor, yüzme bile bilmiyorlar. Garipleri deniz tutmuş, benizleri solmuş, ayakta zor duruyorlar. Gemiler limana giriyor ama yelkenleri saracak mecalleri kalmıyor.
Sinop ticaret gemileri için mükemmel bir sığınak ama donanmaya kucak açacak donanımdan mahrum o yıllarda. Bataryalar tamire muhtaç, toplar fi zamanından kalma. Bırakın bunları, kömür yok ambarlarda. İstanbul'a dönen Mustafa Paşa vaziyeti alakalı mercilere bildiriyor hatta "düşmanın zuhur ve hücumunda muhafazasının mümkün olamayacağı..." şeklinde bir tahrirat yazıyor.
İstanbul, bu sulara ağır cenk vapurları yollamayı ve limanları redif askerleri ile desteklemeyi kararlaştırıyor.
Çar Petro ve Katerina'lı yıllardan beri güçlendirilen Rus donanmasının hayli sabıkası var, Navarin baskınının üzerinden sadece 26 yıl geçmiş daha.
27 Kasım günü Patrona Osman ve Hüseyin Paşalara tehdit kokan bir emir yollanıyor: "İstanbul'a doğru hareketlenin ma'azallahi te'âlâ kusur ve rehavet yüzünden bir zayiat hâsıl olursa, hakkınızda..."
Meğer o günlerde Osmanlılar Tuna'yı geçmiş Kalafat'ı almışlar, Kafkas mücahidleri de Şekvetil Kalesini ele geçirmeyi başarmışlar. Rusların canı sıkkın askere moral verecek bir zafer için yanıp tutuşuyorlar.
Rus Karadeniz Filosu Komutanı Amiral Pavel Nahimov Türk filosunun Sinop'a sığındığını öğrenince fırsat bu fırsat diyor, devasa gemilerle şehre yöneliyor.
Ki bu kalyonlarda Fransız teknolojisi ile imal edilmiş obüs topları bulunuyor. Ahşap gemileri çıra gibi yakabilir icabında.
SİSLER AÇILINCA
30 Kasım 1853
Günlerden Cuma.
Deniz henüz durulmuş değil, kesif bir sis çökmüş ufka.
Şehirde tatlı bir heyecan... Sinoplular yıkanmış paklanmış, giyinmiş kuşanmış, hoşça esanslarla ıtırlanıp camilere koşturuyorlar. Hoca efendiler kürsülere çıkmış vaaz-ü nasihatte bulunuyor.
Bir ara sis açılıyor. Aaa o da ne?
Rus donanması üstlerine geliyor.
Yapılacak iki şey var, ya kaçmak (ki kolay değil) ya da vuruşmak. Komutanlarımız karadaki bataryaların da desteği ile savaşı seçiyorlar. Evet, ağır bir fatura ödeyecekler ama Ruslar da bedeline katlanacak.
Neticede ortalık karışıyor, leventler ilk elde başarılı atışlar yapıyor düşman gemilerini hırpalıyorlar. Mesela Vlademir fırkateyni Mısırlı Pervaz-ı Bahri tarafından kalbura çevriliyor. (Bu gemi diğerlerinin yedeğinde Sivastopol'a götürülse de batmaktan kurtulamayacaktır.)
Lakin Patrona Osman Paşa tabyalardan beklediği desteği göremiyor. Niye? Çünkü menzilleri yetmiyor. Ruslar ise gülle değil humbara atıyor mermiler düştüğü yerde patlıyor, ortalığı yakıp yıkıyor. Bu görülmüş bir şey değil leventler şaşırıyorlar.
Buhar marifetiyle yürüyen metal gemilerin gülüp geçtiği yağlı paçavralar ahşaplar için büyük tehdit. Yelkenler tutuştu mu yapacak şey kalmıyor. Zaten bu muharebeden sonra ahşap tekneler tekaüde ayrılıyor.
ORANTISIZ GÜÇ
Ağır hasar alan firkateynlerimizden biri de Navek-i Bahri. Ne dümeni, ne direği kalıyor, kontrolden çıkıyor. İki Rus kalyonu gemiyi ele geçirmek için hareketleniyor. Binbaşı Ali Bey "oğulcuklarım karaya" dedikten sonra ambara iniyor, elindeki meşaleyi barut fıçılarına değdiriyor.
Uzatmayalım Avnullah, Fazlullah, Nizamiye, Nesîm-i Zafer, Dimyad, Kaaid-i Zafer adlı 7 yelkenli fırkateyn, Necm-i Efşan, Feyz-i Mabud, Gül-i Sefîd isimli 3 yelkenli korvet ile Ereğli ve Pervaz-ı Bahri adlı (şu isimlerin güzelliğine bakar mısın) 2 buharlı vapur muharebe dışı kalıyor.
Taif Vapurunun kaptanı Yahya Bey felaketi sezmiş olmalı aradan sıyrılıp Gerze istikametine ilerliyor. Devrin hızlı gemilerinden biri, nitekim Liman açığında pusu da yatan Kagul ve Kulevçi firkateynlerine saldırıyor. Amiral Kornilov'un filosuna da aldırmıyor, bir gemiyi batırıp yoluna devam ediyor.
Taif, kömürü bitmesine rağmen hız kesmiyor, kamara kapılarını yaka yaka İstanbul'a vasıl oluyor. Asitaneyi baskından haberdar ediyor.
BU UTANÇ YETER ONLARA
Tamam, Ruslar bu maçı net bir şekilde alıyor. Ancaaak!
Ancak ardından yaptıkları ne askerliğe ne de insanlığa sığıyor.
Amiral Nahimov, kana doymuyor bırakın denize dökülen bahriyelilerimizi kurtarmayı, çaresiz askerlerimize kancalarla balyozlarla saldırıyorlar. 2 bin civarında şehit veriyoruz, liman kandan kızıla kesiyor.
Yetmiyor namluları şehre çeviriyor ve Müslüman mahallesini çatır çatır yakıyor. Aralarında Selçuklu'dan miras Alaaddin Camisinin de olduğu yedi mescidi, iki mektebi, üç yüz ev ve 220 dükkanı perişan ediyor. Gayrimüslimlere ait mülkler de hasar görüyor. Kaymakam Bey halkı toplayıp Boyabat cihetine çekiliyor. Evet, insan kaybı az oluyor ama şehirde yangın söndürecek, yara bağlayacak kimse kalmıyor.
İstanbul derhal Sinop'a yardım yolluyor, aralarında "Müşavir Paşa" diye tanınan İngiliz Amirali Slade de bulunuyor. Slade eli kalem tutan bir subay, zaten hadisenin tafsilatı onun notlarından derleniyor.
Sinop'un hali içler acısı, kuşlar cesetlere üşüşmüş ortalık kan kokuyor. Bacalar tütmüyor, fırınlar çalışmıyor. Yaralı askerler kahvehanelere çekilmiş inim inim inliyor. Bir ahşap peyke bulan şanslı, bırakın örtü döşeği çoğu taş zeminde yatıyor. Hava soğuk, kapılar pencereler kapalı, içerisi felaket kokuyor. Yanan gemilerden kurtulan iki cerrah sağa sola koştursa da ne aletleri ne de ilaçları bulunuyor. Parçalanan uzuvları kesseler de artık çok geç, evlatlarımızın çoğu tetanostan vefat ediyor.
Askerler şehitliğe, Hüseyin Paşa ise Seyyid Bilal Türbesi bahçesine defnediliyor.
İstanbul'dan Sinop'a 400 kese akçe yardım yapılıyor, vergi borçları affediliyor. Şehitlerin yakınlarına maaş bağlanıyor. Şehre memleketin dört bir yanından iane, iaşe yağıyor ki Sultan dahi 50 bin kuruş ile katılıyor.

ÖZÜR DE BİR ERDEMDİR AMA...
Sinop baskını yelkenlilerin kullanıldığı son, humbaranın kullanıldığı ilk savaştır. Nahimov sivillerin üstüne de çivi dolu humbaralar atar, halk şehri terk etmek zorunda kalır. Ruslar bu katliam için özür dilemeyi düşünmezler, aksine Nahimov'un heykelleri yapılır.
ALMA MAZLUMUN AHINI
Sinop baskınını müteakip yurduna dönen Nahimov kahramanlar gibi karşılansa da Ruslar büyük bir bedel ödüyor. Kırım savaşında adeta cendereye sıkışıyor, kendi donanmalarını elleriyle batırmak zorunda kalıyorlar. Denize çıkamayan Nahimov Sivastopol savunmasında kurşunlara geliyor kafasından vuruluyor.

TEMMUZ, AĞUSTOS VE SİNOP
Karadeniz kıyılarında dağlar denize paralel uzanır, haliyle limandan yana fukaradır. Bunun tek istisnası vardır Sinop. Deniz patladı mı gemiciler ve balıkçılar şirin şehrimize sığınırlar.
Çeşmesi kaldı yadigar...
Felaketin ardından Sinop kahramanlarının hatırasına bir şehitlik, tersane mevkiine de bir çeşme yaptırılıyor. Her ne kadar Sinoplular çeşmenin şühedanın üstünden çıkan paralarla yaptırıldığını sansalar da Maliye Nezareti'nin kaynak aktardığı biliniyor.
Bilahare İstanbul'dan yollanan bir dolap sandalı ile batıklardaki toplar kurtarılıyor. Bunlar yeni gemilere döşeniyor, tahtalar ise kışlalarda yakılıyor.
Bu zafer mafer değil düpedüz cinayet, devlet erkanı hadiseyi "kafeste aslan mızraklamak" şeklinde yorumluyor.
İngiliz büyükelçisinin keyfi yerinde görünüyor "oh oh nihayet harp başlıyor" demekten kendini alamıyor. İngiltere'nin Hindistan'ı kaybederim diye ödü kopuyor zira. Tam sömürü çarkını kurmuşken elden kaçırmak istemiyor.
İngiltere ve Fransa (zaten bahane arıyorlar) Rusya'ya savaş açıyor.
Ruslar Kırım'da sıkışıyor ve müttefiklerin eline geçmesin diye kendi gemilerini batırıyorlar.
Peki Nahimov?
Nahimov Çar'ın has adamı olmasına rağmen SSCB'li yıllarda da kahraman muamelesi görüyor adı okullara, caddelere Kruvazörlere veriliyor.
Bizim ne Patrona Osman ve Hüseyin Paşalardan haberimiz var, ne de şehitlikte yatan 2 bin evladımızdan. Değerli ilim adamı Prof. Dr. Besim Özcan (ona teşekkürü borç biliyorum) üstüne düşeni yapıp, hadiseyi kitaplaştırmış. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından basılan eserin mevcudu kalmamış. İsteyen de ulaşamıyor.
Çin malı Berlin duvarı!
6 Aralık 2014 01:00
Vakti zaman-ı evvelinde Berlin. Spree Nehri kıyısına kurulan küçük bir balıkçı köyüymüş. İyiymiş hoşmuş da, ah etrafı bataklık olmasa... Yanlış bir adımızda çamur dizinize çıkıyor, yabancıları yutuyormuş hatta. Geceleri sivrisinek orduları geziyormuş dört bir yanda. Zaten Berlin kelimesi bataklık demekmiş lûgatta. Burayı niye seçmişler bilmiyoruz ama küçük bir şehir kurulmuş ve büyük bir hızla yayılmış etrafa. Doğrusu biz bataklık filan göremiyoruz, suları tertemiz ayrıca. Bardağını musluğa daya, kana kana iç, doya doya... Berlin'de ökçenizi yere sertçe vursanız su çıkıyor, üç metre derinliğe inen göle düşüyor adeta. Peki, koca şehir nasıl kuruldu acaba? İnşaat firmaları değişik teknikler kullanıyor, tabiri caizse kazık çakıyorlar dünyaya. Çıkan suyu tahliye ediyor, tekrar nehre akıtıyorlar. Kafanızı kaldırınca üzerinizden yürüyen kalın kalın borular görüyorsunuz. Yarısı mavi, yarısı kırmızı. Maviler bir şirketin, kırmızılar rakip şirketin, gökyüzünü parsellemişler adeta.
BÜYÜK HAYALLERDEN, KÖR DUVARA
Almanlar birinci Cihan Harbine girerken "7 B" (Berlin- Budapeşte- Belgrad- Bosfor (İstanbul)- Bağdat- Basra- Bombay) planları yapıyorlar, olmasa iyiymiş ama bizim ittihatçıları da peşlerine takıyorlar.
Ağır bir bedel ödüyor, bize de ödetiyorlar. Türkiye'nin iki yakası bir araya gelmiyor ama Almanya çabuk toparlanıyor, 20 yıl içinde komşularını ürküten bir güç oluyor. Nazi orduları Polonya'yı, Norveç, Danimarka, Lüxemburg ve Hollanda'yı işgal etmekle kalmıyor, Afrika ve Rusya'ya da yayılıyor. Ancaaak! Kıtalara uzanan imparatorluk hayali pahalıya patlıyor. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan oluyorlar. Berlin bile ellerinden çıkıyor. Almanya dört müttefik tarafından işgal ediliyor, Berlin adeta kağıt gibi ortadan yırtılıyor. Yarısı Batıda (ABD, İngiltere ve Fransa'da) kalıyor, yarısı da Doğu Blokuna bırakılıyor.
Batı Berlin parayı buldukça parlıyor, Doğu Berlin ise Trabant boyası gibi mat soluk kalıyor. Batıya temayül artınca Ruslar araya 46 kilometrelik bir duvar örüyor, kaçışlara mani oluyorlar. (Ağustos 1961)
KATİL DUVAR YOLUNU BİÇTİ!
Bazı gözü kara maceraperestler, sınır muhafızlarını, kuleleri, projektörleri, kurt köpeklerini atlatıyor mâlum duvara rağmen şanslarını deniyor. Beş bin. Evet, tam beş bin firar vakası yaşanıyor ve ne yazık ki çoğu acıklı bitiyor. Zaten sınıra yakın noktalar da sadece partiye yakın isimler oturabiliyor, semtin meskûnları gözlerini dört açıyor, muhbirlik yapıyor. Nehrin içine jiletli teller döşeniyor, sazanları bile dilimliyor. Telaşla kulaç attığınız düşünün, eliniz kolunuz lime lime doğranıyor. Kaçarken yaralananlara ilk yardım zinhar yasak! Ölmek kolay mı? Zavallılar yalvara yalvara can çekişiyor. Batı Berlinliler Doğu tarafına bakan binaların üstüne günlük havadisleri yazıyor, biraz olsun dünyadan haberleri olsun istiyorlar. Alman Komünistleri ise ellerinden geldiğince perdeleme yapıyor.

UNUTULMAZ DEME BANA!..
Berlinliler duvarlı günleri unuttular gitti, ancak turistler ısrarla o hattı görmek istiyor, küçük bir duvar parçasına sahip olabilmek için ellerini ceplerine atıyorlar. Ceviz kadar bir beton parçası 5, yumruk kadarı 20 euro. Ancak şu var, duvarlar bitti. Tezgahtaki parçalar Şanghay'dan geliyor.

Bi' gecekonduları eksikti
"Burası çöplükken neredeydiniz, bahçe olunca mı geldi aklınıza?"
Doğu ve Batı bloku didişedursun Osman adlı Yozgatlı bir yurttaşımız Berlin duvarının tam dibinde bir ev tutuyor. Yıl 1963, en sıkıntılı zamanlar... Amcam pası akmış hurdaların atıldığı münhal köşeyi gözüne kestiriyor, temizliyor paklıyor üç beş dal maydanoz ekiyor. Bakıyor ne gelen var, ne giden. İşte bu ilgisizlik cesaret veriyor, kabaklar, karalahanalar derken ufak tefek bir ev konduruyor. Meğer bahsi geçen alan Doğu Blokuna aitmiş, Batı istese de karışamazmış oraya.
Günün birinde 3 Doğu Alman Polisi geliyor, kaşları çatık, "bu da ne? Yıkarız, yakarız filan." Amcam "bak delikanlı" diyor, "ööle naynlı maynlı konuşma, efendi ol, hareket yapma! Öp bakiym elimi, baban yaşında biri var karşında!" Onları oturtuyor önlerine çaylarını çöreklerini koyuyor. "Burası çöplükken neredeydiniz" diyor, "bahçe olunca mı geldi aklınıza? Hoş bu bostanı kendim için ekmedim, gelen gidene zerzevat dağıtıyorum hayrına. Bugün elimi çeksem, yarına kalmaz çöplük olacak."
Başlarındaki eleman mâkul buluyor, "dur sana bir evrak verelim soran olursa gösterirsin" diyor. Bir nevi tapu senedi yani, gecekondu resmiyet kazanıyor bir mânâda. Eh amcam durur mu bahçeyi daha da genişletiyor, elektrik, su bağlatıyor, kat üstüne kat çıkıyor.
TÜRK ŞEHRİ GİBİ...
Bir Türk işçisi de babasını zor zahmet ikna edip Berlin'e getiriyor. Adamcağızı alıp Kreuzberk sokaklarında dolandırıyor. Erzurum işi yaprak dönerciler, İnegöl köfteciler, Antep kebapçılar...
Bakıyor babasının yüzü aydınlandı, soruyor "nasıl buldun baba?"
"İyi de oğul" diyor ihtiyar, "ne kadar da çok Alman varmış burada."
Evet, şehirdeki Türkler çeyrek milyona yaklaşan nüfusları ile varlıklarını hissettiriyorlar. Berlin'de doğup büyüyenler "ortaya karışık" bir lisan üretmişler. Bazı Alman gençleri de onlara ayak uyduruyor. Tabii 40 sene yaşayıp da tek kelime Almanca konuşmayanlar var o başka. Şimdi gecenin bir yarısı canınınız işkembe çekti, ya da şööle ızgaraya balık pirzola attıralım dediniz. Kreuzberk'de açık bir mekân buluyorsunuz mutlaka. Türkçe ile bütün işlerinizi halledebiliyor, Türk berberinde traş olup helal marketlerden alışveriş edebiliyorsunuz. Sade gazoz, ay çekirdeği alıp Türk sinemasına gidebiliyorsunuz hatta. Gurbetçiler ne kadar para kazansalar da, marka giyinip kuşansalar da gözleri yine Anadolu'da, yine Anadolu'da...
BAKARSAN BAĞ OLUR
Osman Amca paslı ucubelerin atıldığı hurdalığı temizliyor, ekiyor dikiyor bostan yapıyor ama...
ÇEVRECİLERİN KâBUSUYDU
Batı Almanya Mercedes, BMW, VW, Porsche, Audi, Opel, Ford gibi markalarla sektöre ayar verirken, Doğu Almanya ancak 20 beygirlik Trabant'ları imal edebiliyor. Trabant'ın iki zamanlı motoru lokomotif gibi duman çıkarıyor.
ALİ ÇELİK-TÜRKİYE GAZETESİ
Bir Osmanlı kokusu var ama...
13 Aralık 2014 01:00
Daha evvel karayolu ile gitmişliğim var, bu sefer bilmem kaç yüz odalı bir gemi ile uzanıyoruz Kavala'ya...
Serince bir sonbahar sabahı limana giriyoruz, hafiften sis çökmüş, martılar dalıp dalıp çıkıyorlar suya.
Eski fotoğraflara bakın küçük bir balıkçı kasabası göreceksiniz, kale, imaret, kemer ve etraflarında yosunlu çatılar. Kubbeler, minareler, sıra sıra ahşaplar.
Kavala 70 bin nüfuslu bir şehir, iyi ki de büyümemiş, tarihi doku ezilmemiş betona.
Muhacirler Kavala'yı hep tütünü ile anarlar, havalideki tütünler de burada işlenirmiş o yıllarda.
Kavalalılar tütün işini bıraktılar ama depoları hala ayakta.
Eski Üsküdarlılar iyi bilir, Şemsi Paşa iskelesinin arkasında benzer binalar vardı, aynı taş duvarlar, aynı demir kapılar, aynı mıhlı pancurlar ve o buruk tütün kokusu havada...
Tütün işi bizde de bitti, orada da, Yunanlılar ehli keyftir malum, şimdi kim tohum çimlendirecek de fide dikecek? Kim çapalayacak, kim gece kalkıp yaprak kıracak. Yok ipe diz, yok gölgede kurut, sapıyla, çöpüyle, küfüyle uğraş, sar, sarmala, balyala... Halbuki kurabiye işe kolay, hamuru makine yoğuruyor nasıl olsa. İçine iki badem koy, salla fırına. Türkler ellerinde avro bekliyorlar kapıda...
Bakın şimdi söylemesem içimde kalacak, inanın Kavala kurabiyesini bizimkiler daha güzel yapıyor. Gidin Edirne'ye bulun Arif Usta'yı, hak vereceksiniz bana. Miss gibi tereyağ kokuyor, dilinizle damağınız arasında eriyor, bir sıcaklık yayılıyor ağzınıza.
PEHLİVANLA PAŞA
Bazı yerler vardır hayal kırıklığı yaşarsınız, niye geldim ki dersiniz buraya... Kavala gittiğinize değen bir belde, kendinizden bir şeyler buluyorsunuz zira. Bir kere sokaklar aynı Safranbolu, kafesse kafes, cumbaysa cumba... Görünür köşelerinde istif hat ile yazılmış maşallahlar, sokak çeşmeleri rahmet okutuyor ecdada.
Kavalalı denince iki isim geliyor aklıma. Biri Mehmet Ali Paşa, biri Mümin Hoca.
Mümin Hoca ufak tefek bir pehlivan, üstelik çolak. İlim irfan sahibi, Serez Medresesinde hayli mürekkep yalamış gençlik yıllarında. Elbette pehlivan milleti yenilmek istemez ama mollanın derdi başka. Medreselileri temsil ediyor zira. O gayretle güreşiyor ve kendinden iki kat iri pehlivanları atı atıveriyor. Düşünün Koca Yusuf'un göbeğini bile gösteriyor yıldızlara.
Kavala'da Mümin Hoca'ya dair bir ize rastlamıyoruz ama Mehmed Ali Paşa öyle mi ya?
Bir kere imaret adıyla anılan külliye şehre silüet çiziyor tek başına. İçinde sübyan mektebinden dar-ül hadise ne ararsan var. Uhdesinde mühendishane bile kurmuşlar, demek ki din ve fen ilimleri birlikte veriliyor. Takriben 200 yıllık bir bina, uzaktan bakılınca Topkapı Sarayına benziyor.
İmaret adı üzerinde imaret, dedelerimiz aş pişiriyor, dağıtıyorlar fukaraya gurabaya. Müslim, gayri müslim ayrılmıyor, kabını uzatan boş çevrilmiyor asla..
İmaret hem çarşıya yakın, hem de tam hakim limana.
Peki şimdi? Şimdi beş yıldızlı otel olarak işletiliyor. Hali hazırda Yunanistan'ın en değerli oteli, yüksek fiyatına rağmen boş kalmıyor.
Devam ediyoruz, Kale yolu üzerinde Mehmet Ali Paşanın konağı. Paşa burada doğmadı tabii, gençliğinde getir götür işleri yapan bir postacıydı zira...
Osmanlı'da kimseye sınır yok, layık olan yürüyebiliyor doruklara. İşte Mehmed Ali Paşa ortada.
Zikrolunan konak, sahanlığı, selamlığı, baş odası ile tam bir Türk evi. İlk kat taş ile örülmüş ikinci kat ahşap. Çıkarken merdivenler gıcırdıyor. Camı bir açıyorsunuz "aaa o da ne? Bir taraf çam çim öbür taraf uçsuz bucaksız derya. Konak tam buruna kurulmuş kuş cıvıltıları ile dalga şakırtılar birbirine karışıyor.
Konağın yakınlarında küçük bir mezarlık görüyoruz hazire desek daha doğru olacak ona. Ama mescidi kayıp, artık nasıl (!) olduysa? Bu bölgede Türk eserleri kesif ya, hemen bir kilise kondurmuş, denge kurmuşlar akılları sıra. Kapıda Bizans bayrakları, bilmem artık neden gerek duydularsa?
Konak ve imareti Türkleri çok sevdiklerinden korumadılar. Aksine Mehmed Ali Paşayı Osmanlıya başkaldıran bir isim olarak görüyorlar da ondan. Peki Yunanistan ile Mısır arasında sıkı diplomasinin tesiri? Vardır mutlaka...
Kale'ye çıkınca Kavala'yı daha iyi anlıyorsunuz burası adeta bir ada, dar bir boğazla bağlanıyor karaya. Su işini rahmetli Mimar Sinan halletmiş on katlı apartman yüksekliğindeki kemer derin vadiyi aşıp ulaşıyor kasabaya.
Rumlar evlere çeşmelere su yollarına dokunmamış ama camilere acımamışlar. Bir zamanlar onlarca cami bulunan Kavala'da bir tane bile kalmamış.
Sadece iki tanesinin izine rastlıyoruz. Kanuni'nin sadrazamı Makbul İbrahim Paşanın (Pargalı) Camisi kiliseye çevrilmiş. Ne zaman? Lozan Anlaşmasından hemen sonra. 1626'da.
Yıkılan minaresi ve Bizans armalarına rağmen ben camiyim diye bağırıyor adeta.
Ve kale yolunda bir camiye daha rastgeliyoruz. Bu mübarek 5 asırlık Halil Bey Camisi. Bir zamanlar metruktu tamir edilince sevinmiştik, "oh be bir cami açacaklar sonunda."
Boşa ümitlenmişiz, mübareği sanat müzesi yapmışlar, içinde abuk subuk resimler, soyut yapıtlar. Medrese odalarını ise kamu hizmetinde kullanıyorlar.
OLMUYO BE KOMŞU
Yunanlı turizmciler Türklere n'olur gelin diyorlar ama artık iş sadece uzo ve sirtakiyle yürümüyor, mütedeyyin insanlarımız da geziyor, para harcıyor. Onlara namaz kılacakları bir mekan gösteremezsen ben eksi koyarım oraya... Tamam erkekler parklara bahçelere seccade serebiliyor ama kadınlar ciddi ciddi sıkıntı çekiyor.
Bir de incitici sloganlardan vazgeçmeleri lazım. Bir zamanlar Kavala'nın her yerinde Kıbrıs haritaları vardı. Üzerinde kan damlaları filan, Türklere saydırıyorlardı gözümüze soka soka.
Artık kibarca dokunduruyorlar, misal şehir çıkışına bir tabela koymuşlar "Constantinapolis 460 km". Demek istiyorlar ki "şimdilik sizde dursun, biz gelip alcaz bir ara!"
Ulen diyeceksin bütün nüfusun 10 milyon, 20 milyonluk şehre sulanıyorsun, bakmadan boyuna posuna.
Sen pişir balığını, sat kurabiyeni, ne işin var sonu hüsranla bitecek maceralarda.
TEK MİNARE KALMAMIŞ
Rumlar Mimar Sinan'dan yadigar su kemerini iyi korumuşlar, gelgelelim varlığını bildiğimiz onlarca camiden eser yok. Eğer onlar da dursaydı daha fazla gidecektik, para basacaklardı adeta.
Türkçe geçer akçe
Yunanistan'da Türkçe ile işinizi iyi kötü halledebiliyorsunuz, aç kalmıyorsunuz en azından...
Ortak kelimeler çok, sonuna bir is ekliyor o kadar: Karpuzis, cacikis, acıbademis...
Ancak buz yerine buzikis derseniz bir mana veremiyorlar. Zira Buzikis adlı bir müzik aletleri var, öyle ya bunu neden ister ki insan?
Yunan edebiyatı okuyan bir ağabeyimiz çöp kovası aranıyor, "sikupidyu tenekes?" diye soruyor oralarda dolanan Rum'a.
Adam ne dese beğenirsiniz?
"Yok anasını satiym, ben de arıyorum ama..."
Cumhuriyetin ilk yılında mübadele gibi bir ilkelliğe imza atmış Anadolu'da yaşayan Türk asıllı Ortodoksları Yunanistan'a satmışız. Bunlar akıcı bir Türkçe konuşuyorlar. Nitekim yaşlı bir kadıncağız yaklaşıp muhabbetimize katılıyor.
-Kütahyalıyım adım Kula. Ama ne manaya geldiğini bilmiyorum, sormadım da babama.
Kula'nın şirin bir kasaba olduğunu söylüyoruz, şaşırıyor, bak bir yer adı olabileceği hiç gelmezdi aklıma...
Yol boylarında minyatür kiliseler görüyorsunuz. Kimi galvenizli saçtan, kimi alçıdan, tahtadan. Trafik kazasında yakını ölenler vaka mahalline minyatür şapel bırakıyor içine ikonalar koyuyor, mum yakıyorlar.
Az gidiyoruz bakıyorum yüzlerce şapel yan yana... "Burada katliam gibi bir kaza olmuş" diyorum "kesin iki otobüs girmiş kafa kafaya!"
"Hayır dostum" diyor rehberimiz, "o şapel imalatçısı, parakende satış da yapıyor ayrıca!"

HESAPLARI BAŞKA
Yunanlılar Kavalalı'yı bir Türk paşası olarak değil, isyankâr olarak görüyorlar. Eğer Osmanlı'nın başına gaileler açtıysa alkışlanmalı. Yetmez, heykeli yapılmalı hatta
.
HABEŞİSTAN'DA PAZAROLA!
20 Aralık 2014 01:00
Addis Ababa'yı mı gezelim, yoksa köy pazarını mı görmek istersiniz?
Tabii ki Addis... Alışveriş edeceğiz daha, eli boş dönmeyelim çoluk çocuğa. Ama diğerleri "köy" deyince yapacak şey kalmıyor, mecburen uyuyorum çoğunluğa. Ufaktan da söylenmiyor değilim, tafralı tafralı mırıldanıyorum "yaaa ne işimiz var orada?"
"Sen gel pişman olmayacaksın" diyorlar, boynumu büküyorum, başka çarem yok nasıl olsa. Adama'dan, İksiz'e doğru gidiyoruz, şirin dereler çağlayanlar akıyor yolun iki yanında...
Kadınlar çamaşırlarını akarsuda yıkıyor, ipe asmak yerine atıveriyorlar çalıya.
Halbuki Habeşistan denince hep kum çölleri, çatlak çatlak topraklar geliyor insanın aklına.
Addis dünyanın en yüksek ikinci başkenti. Rakımı iki bin civarında. Ne yazı sıcak, ne kışı soğuk, gecesiyle gündüzü arasında da büyük farklar olmuyor. Klima da istemiyor soba da...
Hal böyle olunca zümrüt zümrüt çayırlar, koyu koyu ormanlar uzanıyor yamaçlara. Evler ekseri sazdan, zemin elbette toprak.
ŞAMPİYON ADAYLARI
Az kaldı, ha şimdi, yok birazdan denilen pazar yeri saatlerimizi alıyor. İksiz'e 10 kilometre kala yollar kalabalıklaşmaya başlıyor. İri adımlarla ve seri seri yürüyen yaşlılar görüyorum, koşan ama iyi koşan kızlar, delikanlılar. Başlarında tepsiler, kollarında sepetler, sırtlarında bohçalar.
Bidonları kapmış suya giden minikler ayrı vaka. Kaplarını kim bilir kaç kilometre öteden dolduracak, dökecek, dönecekler, hadi bakalım bi daha.
Eee dünya maraton şampiyonları neden bu coğrafyadan çıkıyor sanıyorsunuz? Habeşli çocukları sabah evlerinden servis almıyor, mektebi isterse Fizan'da olsun koşarak gidiyor, koşarak geliyor. Dağda bayırda yaşayanlar sırtlandan hızlı koşmak zorunda. Hani ayaklarında da ayakkabı olsa bari? Uyduruk terlikler, plastik sandaletler, yandan mandallılar.
Afrika ağaçları neden hep böyle şemsiye gibi diye soruyorum, gülüyorlar. Develer alttan altta kemiriyorlar da ondan.
Tarım yaygın, ancak makine uğramamış daha. Tarlalar hayvanla sürülüyor hala, karasaban dediğin eğri bir ağaç. Öküzlerin gücüyle toprağı deviriyor iki yana.
Döven de bilmiyorlar, mahsul yere yayılıyor, hayvanlar dolap beygiri gibi döndürülüyor, tahıl taneleri ezilen başaklardan kurtuluyor.
Sonra rüzgar bekliyorlar ki savrula, sap taneden ayrıla. Yorucu bir usul, mahsul de telef oluyor ayrıca.
İksiz öyle büyük bir yer değil ama bütün yolların kavşağında. Pazar kuruldu mu ahali dökülüyor buraya...
At beslemekten hoşlandıkları belli, bazı hayvanlar oynar gibi yan yan gidiyor, yürüyüşleri göz okşayıcı, rahvan dedikleri bu mu acaba?
Bu civarda semer eyer işi geçerli sanat. Koşum takımlarına allı morlu püsküller takıyorlar. Pazara iyice yaklaşıyoruz ne görsek iyi? Genişçe bir meydanda yüzlerce at, katır, merkep. Bir nevi otopark yani, hayvanı bırakıyorsun adam suyunu yemini veriyor, istersen nallarını da değiştiriyor. On bin bakım, garanti kapsamında...
Yollar iyice kalabalıklaşıyor araba yürümez oluyor. Hani bayram sonrası İstanbul dönüşü nasıl olur, insanlar aynen öyle akıyor.
(AT)APARK
Ve giriyoruz İksiz'e, önce hayvan pazarını geziyoruz. Habeş sığırları küçük hörgüçleri ve iri boynuzları ile tanınıyor. Diri ve semizler, dört mevsim yaylada otluyorlar zira.
Pazarlıklar sakin geçiyor, hırslı değiller, eller kopasıya sallanmıyor, sesler yükselmiyor asla. Hayvan pazarının hemen yanında urgancılar, öyle ya sığırı aldın nasıl bağlayacaksın di mi ama?
Genç olsun yaşlı olsun herkesin elinde bir asa var, bu sadece yürümenizi kolaylaştırmıyor, kırda bayırda, silah oluyor icabında. Bu coğrafyada yabani hayvana rast gelebiliyorsunuz pekala....
KAÇ NUMARA DEĞİL KAÇ KİLO?
Ayakkabıcılarda çuvallar dolusu kara lastik. Sizin eski lastiklerinizi terazi ile tartıp geri alıyor, bakiyeden düşüyorlar. Evlerde mobilya olduğunu sanmıyorum, ancak yatak imalatı devam ediyor. Çuvalın içine sazları dolduruyor, sağına soluna üç beş dikiş atıyorlar tamam.
Yurdunun insanları
Bunca yıldır fotoğraf çekerim, böylesine zengin malzeme görmedim daha. Deklanşöre basmaktan parmaklarım kopuyor, bu kalitede fotoğraflar önünüze kaç kere çıkar ki hayatta.
Tezgâhlar ortaya karışık, herkes ürettiğini satıyor. Demirci balta nacak yapmış getirmiş, semerci semerini, sabancı sabanını seriyor.
Sebze satışları öbek usulü, el terazi göz mizan, kantar baskül kullanmıyorlar.
Hepsinin de yüzünde bir ümit bir heyecan. İşi rast gelirse zerzavatını satacak da, üstüne başına bir şeyler alacak.
Ama bağıran çağıran yok, malını koyuyor, büküyor boynunu bekliyor. Çarşamba pazarına alışmış biri olarak beni şaşırtıyorlar.
Bazı bölgelerin insanları sert tabiatlıdır malum, fotoğraf çekemezsiniz, tepki koyarlar. Burada herkesin yüzü gülüyor. Çekiyorsun bakıyorsun olmadı, tekrar poz veriyorlar sabırla.
Yakışıklı bir delikanlı ile hanım hanımcık bir kız el ele. Biz dün evlendik diyorlar. Aaa ama çocuk bunlar. Yaşları 15- 16 anca. Fotoğraf makineme bakıyorlar, "resminizi çekeyim mi?" Damat omuzu değecek kadar hanımına yanaşıyor, kız mahcup oluyor kızarıyor. Bilmem yoksa elbisesinin pembesinden mi, yüzü al al yanıyor.
Ekrandan resimlerini gösteriyorum, çok beğeniyorlar. Mail adresiniz varsa, atabilirim?
Başlarını menfi menfi sallıyorlar. Ne bilgisayar ne internet. Belki köylerinde elektrik bile bulunmuyor.
Ah benim sonradan gelen aklım. Ulen versene şunlara beş on dolar, düğün hediyesi diye sıkıştır avuçlarına.
Pazarda hep gülen insanlarla karşılaşıyorum, el sallayanlar, selam yollayanlar. Demek ki mutluluk gayri safi milli hasılayla ilgili bir mevzu değil, parayla saadet olmuyor.
Ayakkabı temizleyen çocuklarda ne boya var ne cila. Bezlerini konserve kutusundaki suya sokuyor bir güzel siliyorlar. Parlıyor mu? Parlıyor be, ağzı yüzü değişiveriyor bir anda. Ücret üç kuruş bedavadan ucuza. Amaaan yola çıkınca toza bulanacak değil mi nasıl olsa...
Lokantaların cephelerinde "Ayyıldızlar" görüyoruz, bu "biz Müslümanız yemeklerimiz helal" manasına geliyor.
Çocuklar çikolata bisküvi bilmiyor ellerine bilek kalınlığında bir şeker kamışı geçirdiler mi değmeyin keyiflerine. Büyük bir zevkle kemiriyorlar. Bilmem belki de dişleri o yüzden sıhhatli, yoksa akşam sabah fırçaladıklarını sanmam.
Habeş kahvesinin dünya çapında bir ünü var ama bizim gibi iki taşım pişirmiyor aksine çay gibi demliyorlar. Pazar yerinde sayısız mangal görüyorum minik güğümler takır takır kaynıyor. Tadı zevkinize uyar mı bilmem ama çok güzel kokuyor.
Eskiden biz de tavukları pazardan alırdık, aynen onlar gibi göğsünü yoklar besili olup olmadığına bakardık. Sepet sepet yumurta, saman içinde arardık.
Terzilerin itibarı yerinde, elbiseler şişirme de olsa büyük bir ciddiyetle basıyorlar pedala.
Derken bir ezan sesi. Pazara sükut düşüyor, ezanı saygıyla dinleyip mescide yöneliyorlar.
Şirin cami kalabalığı alası değil, seccadeler yayılıveriyor çayıra.
Bunca yıldır fotoğraf çekerim, böylesine zengin malzeme görmedim daha. Deklanşöre basmaktan parmaklarım kopuyor, bu kalitede fotoğraflar önünüze kaç kere çıkar ki hayatta.
Demek ki ne yapmak lazımmış?
İtiraz etmeyecekmişsin.
Bazen bırakacaksın akışa...

HER BAŞA AYNI TIRAŞ
Bilirsiniz "kafaya göre tıraş" diye bir tabir vardır. Burada berberler sultan, kafaya değil kafalarına göre yapıyorlar. Makine ile enseden dalıyor alından çıkıyorlar, herkes birbirine benziyor, adeta seri imalat.
BUYURUN ZÜCCACİYE REYONUNA
Siz tencere kulpu, çaydanlık sapı, gaz ocağı tamir ederek geçinen birini tanıyor musunuz? Habeşistan'da var, iyi de kazanıyorlar ayrıca.
.
Selanik'te Türk izi ararsan..
27 Aralık 2014 01:00
Selanik İzmir'e benziyor. Selanik İzmir'e benziyor. Selanik İzmir'e benziyor...
Selanik'te en çok duyduğum cümle bu oluyor. İzmir'i az çok bilirim, bakalım benziyor mu acaba?
Evet Kordonboyu'nu andıran bir sahilleri (Nikis) ve Kadifekale'ye benzer bir kaleleri (Yedikule) var. Onlar da fayton sefası sunuyor, albenili arabaları, bakımlı atlara çektiriyorlar.
Selanik'te imbat meltem esiyor mu bilmem ama Ege aynı sevimliliği ile çalkalanıyor.
İzmir'in sembolü Sultan Abdülhamid-i sâniden yadigar saat kulesidir malum, Selanik armasında ise Kanuni Sultan Süleyman'dan kalma beyaz kule kullanılıyor.
Rumlar Selanik'i ele geçirince günahından kararan (!) kuleyi vaftiz ediyor, beyaza boyayıp ağartıyorlar akılları sıra.
Kulenin etrafı açık alan, yürüyenler, güneşlenenler, sımışka çitleyenler, pedal basanlar. Yunanlılar rahat bi millet gece yarılarına kadar yiyip içmekten yorulduklarından olsa gerek öğlene kadar mesai yapabiliyorlar. Dükkanlar gün ortasında (siesta) kepenk indiriyor.
Sahile bağlanan antika tekneler bir nevi birahane, zaman zaman açılıyor kısa liman turları yapıyorlar. Binip de şehri denizden çeksem... Ancak volüm özürlü müzik yüzünden cayıyorum, başıma ağrılar girecek yoksa.
Seyyarlarda közde mısır, kâğıt helva, kestane kebap! Ne bileyim sanki tarzları İstanbul kokuyor.
Rumlarla ortak lezzetlerimizden biri de simit, onlar da çıtır gevrekle açlık yatıştırıyor. Gelgelelim martılara atmayı keşfedememişler henüz, zavallılar da n'apsın, balıkla yetiniyor.
Caddeler İzmir'le kıyas edilemeyecek kadar sakin. Halbuki trafiği rahatlatmak için para harcamamışlar, alt-üst geçit görmüyoruz, lambalar uzun uzun yanıyor.
Peki ortalık neden boş? Bunun iki sebebi var, biri motosiklet kullanmaları, diğeri de durgunlaşan ekonomi. Bakıyorum da benim diyen semtlerde bile metruk dükkanlar, kırılmış camlar. Arabaların üzerinde ayların tozu duruyor, kaldırımlarda çöp dağları uzanıyor...
Bir bitkinlik bıkkınlık hali, bakmışlar düzelesi değil, koyvermişler yoluna.
TEK MERMİ ATMADAN
Selanik tam 4 asırlık bir Türk şehri. 1912 yılında durup dururken Rumlara teslim ediliyor.
Niye? Çünkü padişaha kin besleyen Tahsin Paşamızın paşa keyfi öyle istiyor.
Maksat Osmanlı çöksün. Akla ziyan işler oluyor.
Bakın bir Bulgar tehdidinden söz edilebilir ama o günlerde civarda Rumların esamisi okunmuyor. Şehirde bini subay 40 bin askerimiz var, tabyalar kışlalar eksiksiz, top tüfek tabanca herşey mevcut fazlasıyla.
Ve okutup beslediğin, rütbe makam verdiğin adam kendisine emanet edilen şehri lütfediyor düşmana.
Ama arada anlaşmalar varmış!
Atina hükümeti hiçbirine uymuyor, askerlerimize esir muamelesi yapıyor. Firarlar yüzünden ordumuzun disiplini zedeleniyor. Rumlar şehirdeki 83 caminin neredeyse tamamını yıkıyor, tek minare bırakmıyor.
Rotonda Camisinin yanında bir minare var ama şerefesi külahı kırılmış minareden ziyade fabrika bacasını andırıyor.
Cami civarındaki çınarlar bile kesiliyor, mezar taşları un ufak ediliyor.
Şimdi daha teknik çalışıyorlar. Misal Hamza Bey camisini alttan alta oyup çökertmişler, yok metro yapıyorlarmış da...
OLMADI KOMŞU
1912 evveli Selanik'te 83 cami, mektepler, medreseler, çeşmeler, sebiller bulunuyor. Bilhassa iskele binası ve şehir kapısı çok sanatlı ama sistemli bir şekilde yok ediliyor. Koca şehirde ibadet edilecek tek mekan yok, Türkler seccadelerini parklara seriyor.
Bu ev o ev mi?
Okul kitaplarından tanıdığımız pembe ev Ali Rıza Bey'e mi ait yoksa Zübeyde Hanım'ın ikinci kocası Ragıp Bey'e mi?
Selanik'e giden her Türk ...Evet bildiniz Atatürk'ün evine götürülüyor... Bazı Yunan araştırmacılar "Atatürk burada değil, Langaza köyünde doğdu", bazıları da "tamam Selanik'te doğmuş olabilir ama kesinlikle o ev bu ev değil" diyorlar. Haklı olabilirler, çünkü 1917 Ağustos'unda çıkan ya da "çıkarılan" yangın Türk mahallelerini silip süpürüyor. Rum idareciler su kalmadı, hava rüzgarlıydı gibi bahanelere sığınsalar da yangın ancak yanacak bir şey kalmayınca sönüyor. Dile kolay tam 32 saat sürüyor. Neticede 9500 ev, 4096 dükkan, 11 cami, 16 sinagog ve iki kilise kül oluyor, 70 bin kişi bi mekan kalıyor. Yunan hükümeti Türklere ve Musevilere ne tamir ne de inşa izni veriyor, biçareler n'apsın? Çekiyorlar çarıklarını yürüyorlar Anadolu'ya. Efendim Ali Rıza Bey 1888 yılında vefat ediyor. Zubeyde Hanım ertesi yıl, Gümrük Başmüdürü Ragıp Bey ile evleniyor... Ragıp Bey'in üç çocuğu var o sıra. Ruhiye, Hakkı ve Süreyya!
İşte bu evin onlara ait olduğu söyleniyor.
Bahsi geçen evlilik yürümüyor, boşanıyorlar. Zübeyde Hanım önce İstanbul'a yerleşiyor, bilahare İzmir Karşıyaka'ya.
Buna rağmen kesin ifadeli levhalarla karşılaşıyoruz, "Atatürk bu odada doğdu!", "Bu ağacı Ali Rıza bey dikti!"
Demek ki mevzu derin, pembe evin tartışılması istenmiyor.
Hiç değilse eski bir Türk evine girmiş görmüş oluruz derseniz umduğunuzu bulamayacaksınız. Burası zemini parke döşeli modern bir bina. Ahşap namına bir şey kalmamış, merdivenleri bile gıcırdamıyor.
Bak şimdi söylemesem içimde kalacak, pembe de değil ayrıca. Gri mi desem, kül rengi mi yoksa? Belki eskiden de bu renkti de de bizim Ünite dergilerinin baskı kalitesi ona yetiyordu anca.
Öyle ya da böyle civar esnaf fırsatı değerlendiriyor, para basıyor adeta.
Eğer Zeus ve Sezar'ın alçı kabartmalarını alırsanız yarım Euro ama Atatürkler 2 eurodan başlıyor. Doğrusu benzemiyorlar da, son derece uyduruk bir çalışma.
Pembe ev maketleri de avuç dolusu para. Şunnacık parçalar 20 euro! "İsine gelirse pasam, alırsan al almazsan alma!"

VENİZELOS'UN İKRAMI
Elefterios Venizelos kanlı Anadolu macerasından sonra Türklerle dost kalmak zorunda olduğunu anladı. 1933 yılında Rum ailenin oturduğu eve levha astırarak beklenmedik bir jest yaptı. Ev 1937 yılında Selanik Belediyesi tarafından satın alınacak ve Cumhurbaşkanımıza bağışlanacaktı.
Neleri not almışım
Selanik Yunanistan'ın ikinci büyük şehri. Büyük dediysek 1 milyon filan. Bizim Sefaköy, Yenibosna kadar anca.MÖ 300'lerde Makedon kralı Kasandros tarafından kuruluyor. Kasandros şehre eşi Thessalonika'nın adını veriyor. "Aman ne romantik, ne romantik" demeyin, eli mahkum verecek, Thessalonika İskender'in kız kardeşi oluyor zira...
Selanik bilahare Romalıların eline geçiyor. O günlerden kalan eserler apartmanların altında kalmış, bir tek Galleryus kemeri duruyor.
Selanik'e tepeden bakan Yedikule Hisarı, Yıldırım Bayezit tarafından yaptırılmış. Şehir bir ara elden çıkıyor Bizans Valisi Manuel Paleologos hisarı yıktırıyor.
Şehir 2. Murat Han döneminde 2 defa fethediliyor ve kale ikinci defa yaptırılıyor.
YAHUDİLER UNUTSA DA...
Beyazıd-ı veli 1492'de İspanyollar tarafından kıtır kıtır kesilen Yahudileri alıp getiriyor. Selanik ve İzmir'e yerleştiriyor. Yahudiler diğer Avrupa şehirlerinde korkudan kimliklerini saklarken burada İbranice konuşabiliyorlar çarşı pazarda.
Kale civarı Türk mahallesi imiş güya. Evler betonlaşmış, ne kafes kalmış, ne cumba.
Aristotales Meydanı için Selanik'in Taksim'i desek yeri var, şehrin nabzı burada atıyor zira. "Elefteria" (Hürriyet) Meydanı ise ihtilalcilerin (Jöntürklerin) yer altından çıktıkları mekan. Abdülhamid Han muhalifleri burada slogan atıyor. Şu an boş, otopark olarak kullanılıyor.
Selanik için bir gün iyi bir süre. Şehri tamamen gezebilirsiniz baştan başa. Eh bir de becerikli rehberiniz varsa, nokta atış yapar, zaman kaybetmezsiniz boşuna.
Ege bildiğimiz Ege. Mevsim kışa uzanmasına rağmen, bir ılıklık var havada. Ufukta tatlı bir kızıllık, gün hüznüyle batıyor.
Hasılı hem anne hem anne baba tarafından Selanikli bir mübadil çocuğu olarak hayal kırıklığı yaşıyorum. Düşünebiliyor musunuz "Selanik'i gezmek için 10 neden" diye başlık açmıştım içini dolduramıyorum ne kadar uğraşsam da.
NERESİ BU MAKEDONYA?
Makedonyalı İskender mevzuu Üsküp ile Atina arasındaki en büyük problem. Zaman zaman gerginlik artıyor, enim konum köprüler atılıyo
.
|
Bugün 229 ziyaretçi (325 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|