 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
1- İSLAM BÜYÜKLERİNİN HALLERİ Her işleri sünnete uygundu 27.12.2000
İslam büyükleri, her işlerinde Resulullah efendimizi ve Eshabını örnek aldılar. Ehli sünnet yolu denilen bu yoldan ayrılmada hiç taviz vermediler. Çünkü bu yoldan ayrılmanın bid’at olduğunu, bid’atın da ne kadar tehlikili bir yol olduğunu biliyorlardı. Bid’atın tehlikesini Resulullah efendimiz şöyle haber vermişti. “Sünnetler bid’at telâkki edilmedikçe kıyamet kopmıyacaktır. Zamanla bid’atlara öyle yayılacak ki, bir bid’at terkedildiği vakit, insanlar: Sünnet terkedildi, diyecekler.” Bid’atler öyle yayılacak ki, nesilden nesile intikal edecek birkaç nesil devam edecek, böylece bid’atlarla amel etmek birkaç nesil uzayınca, insanlar bid’atları, Peygamber efendimiz’in sünnetlerinden zannedecekler. Bunun için İslam büyükleri Resulullahın sünnetine sarılmayı ve bid’atlardan kaçınmayı önemle tavsiye ve teşvik etmişlerdir. Bu konu üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Bunun örnekleri çoktur. Hazreti Ömer, bazen bir şey yapmayı düşündüğü zaman birisinin: “Yâ Emir’el-Mü’minin, Resûlüllah böyle bir şey yapmış veya yapılmasını emretmiş değildir.” demesi üzerine, hemen o şeyi yapmaktan vazgeçerdi. Bir gün, herkesin giymeyi adet edindiği elbiselerin boyanırken necis madde kullanıldığı şüphesi üzerine, bu elbiselerin giyilmesini yasak etmek istedi. Birisi ona dedi ki: “Ya Ömer, Resûlullah bizzat kendileri ve O’nun sağlığında başkaları bu elbiseden giymişlerdir.” Bunun üzerine Hazreti Ömer, kararından vazgeçip Allaha tevbe ve istiğfarda bulundu. Kendi kendine şöyle söyleniyordu: “Eğer, bu elbiseyi giymemek, hakikaten takvadan sayılsaydı, herhalde Resûlüllah Efendimiz onu giymezdi..” Zeynel-Abidîn hazretleri, bir gün oğluna diyor ki: “Oğlum bana bir elbise yaptır. Onu helada giyip, namaz kılacağım vakit çıkaracağım. Görüyorum ki pislik üzerine konan sinekler, sonra gelip elbisem üzerine konuyor.” Oğlu dedi ki: “Babacığım, Hazreti Peygamberin namaz için ayrı, halâya gitmek için ayrı elbisesi yoktu. Sırf halâda giyilmek üzere kendisi bir elbise yaptırmış veya başkalarına emretmiş değildir.”Bunun üzerine İmam, fikrinden vazgeçmiştir
İşlerini Cenab-ı Hakka bırakırlardı 28.12.2000
İslam büyükleri, gerek kendileri, gerek evlâd ve talebeleri hakkında işlerini Allahü teâlâya ısmarlarlardı. Daima hidayet üzereydiler. Yollarını şaşırmamak için dayanakları Allahü teâlâ idi. O’na güvenip dayanmaktan gâfil olmazlar, kendiliklerinden bir şey talebinde bulunmazlardı. İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: Büyük istek ve arzuma rağmen oğlum Abdurrahman’ı, bir türlü okumaya ısındıramamıştım. Ne yapacağımı düşünürken Cenab-ı Hak, kalbime şu ilhamı verdi: “Onu Allah’a ısmarlamalıyım..” Evet içime böyle doğdu ve sebeplere yapışıp böyle yaptım. Aynı gecenin sabahında bir de ne göreyim, Abdurrahman kendiliğinden derse çalışıyor. O günden itibaren ilmin zevk ve tadını tatmıya başladı. Anlayışı da öylesine gelişti ki, kendisinden senelerce evvel ilim tahsiline başlıyanlardan üstünlük göstermiye başladı. İşini Allaha ısmarlamam sebebiyle Allah da beni ızdırabdan kurtardı. Bu hususta Aliyyül-Havvâs hazretleri de şöyyle buyurdu: “İlmiyle âmil âlimlerin çocukları hakkında yapacakları en faydalı şey, işlerini Allaha ısmarlamak ve onlar için dua etmektir. Çünkü âlimlerin çocukları analarından büyük müsamaha gördükleri gibi, babalarına karşı da çok nazlı olarak büyürler. Çocuk, bir din âlimi olarak insanlardan hürmet ve itibar gören babasının sayesinde kendisine de hürmet edildiğini görünce, bununla yetinir. Çalışıp fazilet sahibi olmak için artık bir sebeb görmez. İlme emek vermek, takva ve perhizkârlıkla kazanacağım şöhret ve itibar, babamın sayesinde hâsıl olmaktadır. Bunca sıkıntı çekmeye ne lüzum var? diye düşünür. Fakat, halkın bilhassa sıkıntı içinde olanların çocukları böyle düşünmezler. Çünkü onlar hayata gözlerini açtıkları zaman şiddetli sıkıntılar ile karşılaşırlar. Halk arasında dövülenleri, hapse atılanları, ihanete uğruyanları ve haraca bağlananları gördükçe bu durumlardan kurtulmanın çarelerini düşünürler. Cenab-ı Hak da onlara Kur'an-ı kerim ve ilim tahsili ile meşgul olmayı ilham eder. Böylece kendilerini ilme ve Kur'an-ı kerime verirler. İnsanların kendilerine hürmet ettiklerini gördükçe de ilim ve mücahede hakkındaki şevk ve gayretleri kat kat artar. Sonunda yüksek makamlara yükselirler. Ahmed Zâhid, her yalnızlığa çekilişinde, çocuğunu kırk gün yanında bırakırdı. Yine de ona manevî sırlar açılmazdı. O derdi ki: “Ey yavrum, iş benim elimde olsa, kimseyi senin önüne geçirmezdim.” Gayeleri sadece Allah rızası idi 1.1.2001 İslam büyükleri tam bir ihlâs sahibi idiler. İlim ve amellerine riya karıştırmaktan son derece korkarlar idi. Onların bu güzel ve örnek ahlâkına, herkesin çok ihtiyacı vardır. Resulullah efendimiz riyakarmların halini şöyle bildirdi: “Allahü teâlâ, Adn cennetini yarattığı zaman, orada gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşer gönlünün hatırlamadığı nimetler yarattı. Ona Konuş!, diye emretti. O da üç defa: Şüphesiz mü’minler felâh bulmuştur. Dedi. Sonra şöyle konuştu: “Ben cimrilerin ve mürailerin hepsine haram kılınmışımdır.” Vehb bin Münebbih şöyle buyurdu: “Uhrevî bir amelle dünyalığını temine çalışan bir kimsenin kalbini Cenâb-ı Hak tersine çevirir ve onu, cehennemlikler defterine yazar.” Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “İsâ aleyhisselâm buyurmuş ki: “Kim bildiği ile amel ederse, Allahın gerçek dostu olur.” Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: “Validem bana derdi ki: Ey oğlum, ancak öğrendiğin ile amel etmeye niyetli olduğun zaman ilim edinmeye çalış. Aksi halde ilim, kıyamet günü senin üzerinde bir vebaldir.” Hasan-ı Basrî çok kere kendisini hesaba çekerek: “Demek sen, Allahın âbid, zâhid ve sâlih kulları gibi konuşur, fasık, münafık ve müraîlerin işi gibi iş yaparsın ha. Vallahi ihlâslı kulların sıfatı bu değildir.” derdi. Fudayl bin İyaz diyor ki: “İşlerinde son derece titiz, tel üzerinde oynayan bir cambaz gibi dikkatli olmıyan bir kimse, riya çukuruna düşmekten kendini koruyamaz.” Zünnûn Mısrî’ye, “Kulun ihlâs sahibi kimselerden olduğu nasıl belli olur? diye sormuşlar. O demiş ki: “Kendisini tam manası ile tâate verip, insanların nazarında mertebe ve itibarının silinmesini severek kabul ettiği zaman.” Yahya bin Muaz’a, “Kul ne vakit ihlâs sahibi olabilir?” diye sormuşlar. O şu cevabı vermiştir: “Ahlâkı süt emer çocuğun ahlâkı gibi olduğu zaman. Yani kendisini öven ve yerenlere hiç aldırış etmediği vakit.
” Kimin için yaptın isen git ondan iste! 2.1.2001
Muhammed bin Mürkedir hazretleri buyurdu ki: “Talebe kardeşlerimizin güzel himmet ve çalışmalarını, geceleri yapmaları daha sevimli ve daha şerefli olur. Gündüzleri insanlar onu görebilir. Geceleri ise ancak Allah görür ve O’nun için yapılmış olur.” Bir gün, Yunus bin Ubeyd’e, “Amel bakımından Hasan-ı Basrî hazretlerinin yerini tutmuş bir kimseyi gördün mü?” diye sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: “Vallahi ben, söz bakımından bile onun yerini tutmuş bir kimseyi görmedim. Amel bakımından onun gibisini nerden göreceğim? O’nun va’z ve nasihatları gönülleri ağlatıyordu. Başkalarının va’zları ise gözleri bile ağlatamıyor.” Ebu’s-Sâib, Kur’an-ı kerim veya hadîs dinlerken kendisine ağlamak geldiğinde, riya olur korkusu ile kendisini tutar, onu tebessüm haline çevirirdi. Ebu Abdullah el-Antakî şöyle derdi: “Allah kıyamet gününde ikiyüzlü kimseye: “Kime gösteriş yaptınsa amelinin sevabını ondan al! Dünyada iken ilim ve amelinden dolayı insanlar sana meclislerinde yer vermediler mi? Sen onlara reis olmadın mı? Alış-verişinde kolaylık göstermediler mi? Sana çeşitli ikramlarla bulunmadılar mı?” buyuracak. Böylece dünyada gördüğü mükâfatları bir bir sayacak ve âhirette riyakârlara verilecek bir mükâfat olmadığını bildirecektir.” Fudayl bin İyad hazretleri buyurdu ki: “Kişi insanlar ile ünsiyet ettiği müddetçe, tam manasiyle riyadan salim olamaz.” Antâkî diyor ki: “Kendilerine süs verenler üç kısımdır: 1- İlimle süslenenler. 2- Amelle süslenenler. 3- Süslenmeyi terketmek suretiyle süslenenler. En gizlisi ve şeytanın en sevdiği üçüncüsüdür. “Kişi zahirî amellerinde, gönlünde halkı mülâhaze ettiği halde ihlâslı olmak isterse, bu imkânsızdır. Zirâ ihlâs kalbin hayat suyudur. Riya ise kalbi öldürür.” İyas bin Muaviye, İbrahim Temimî’nin kardeşi idi. Bunlar biribirini arkasından övmezdi. Bu hususta derlerdi ki: “Kişiyi övmek bir nev’i mükâfattır. Ben kardeşimi insanlar arasında övmek suretiyle sevabının noksanlaşmasını istemem.” Yusuf bin Esbat diyor ki: “Nefsimi ne zaman derin ve ciddi bir muhasebeye çektimse, onu halis bir müraî olarak buldum.” Hasan-ı Basrî hazretleri de şöyle buyurdu: “İnsanlar arasında kendisini zemmeden, kötüleyen kimse, hakikatta kendisini övmüş olur. Bu ise riya alâmetlerindendir.
” “Biz öyle insanlara yetiştik ki...” 3.1.2001 İslam büyükleri, riyadan, gösterişten çok korkarlardı. İbrahim bin Edhem hazretleri bununla ilgili buyurdu ki: “Ramazan dışında din kardeşine “Oruçlu musun?” diye sorma. Çünkü “Oruçluyum!” dese, nefsi bununla hoşlanacak, “Hayır!” dese üzülecek. Halbuki bunların ikisi de riya alâmetlerindendir. Ayni zamanda böyle bir soru ile onu mahçup etmek ve eksiğine muttali’ olmak gibi mahzurlar da vardır.” Abdullah bin Mübarek hazretleri buyurdu ki: “Öyle kul vardır ki Kâbe’yi tavaf ederken bile riya yapabilir. Meselâ Horasan halkından birinin kendisini görmesini ve o ülke halkının kendisi hakkında “Falanca zat, tavaf ve sa’y yapmak için Mekke’de mücavir kalmaktadır. Ne mutlu o adama.” demesini arzu eder ve böylece riyaya düşmüş olur.” Hazret-i Fudayl buyurdu ki: “Biz öyle insanlara yetiştik ki onlar, yaptıkları amellerle riyakârlık yaparlardı. Şimdikiler ise, yapmadıkları şeyleri yapmış görünmekle riyakârlık yapıyorlar.” “Andolsun sizi imtihan edeceğiz....” Meâlindeki âyetini okuduğu zaman şöyle derdi: “Allah’ım, sen bizi imtihan edecek olursan, bizi rüsvay etmiş, gerçek hüviyetimizi örten perdeleri kaldırmış olursun. Halbuki sen, ErhamürRâhimîn’sin, Allah’ım!” Eyyub Sahtiyanî hazretleri buyurdu ki: “Ey kardeşim, insanların ilim konusunda söylediği söz ve fikirlerden bir kısmını ezber etmek suretiyle başkalarına büyüklük taslamaya kalkışman dahi, işlemediğin bir işle müraîlik yapmak cümlesindendir. Çünkü o bilgi ve fikirler aslında senin değildir. Onları ortaya koyan sen değilsin.” İbrahim bin Edhem buyurdu ki: “İnsanlar tarafından kendisinin hayırla yad edilmesini istiyen bir kimse, Allahtan ittika etmiş olmadığı gibi, ihlâstan da uzaklaşmış olur.” Hazret-i İkrime buyuruyor ki: “Daimâ iyi niyet sahibi olunuz. Çünkü niyete riya karışmaz.” Mansur bin Mu’temir buyurdu ki: “Biz, bir niyet sahibi olmadığımız halde ilim tahsiline koyulduk. Allah’a şükürler olsun ki bize iyi niyeti de nasib buyurdu. Çünkü bütün ilim, sahibini iyi niyet ve ihlâsa götürür. Böylece o onu elde edinceye kadar çalışır.” İkiyüzlülüğün üç alâmeti 4.1.2001 Hazret-i Ali buyuruyor ki: “Mürâîliğin, ikiyüzlülüğün üç alâmeti vardır: 1- Yalnızken tembeldir, nafileleri kılmaz, 2- İnsanlar yanında tembel değil, çalışkandır. 3- Ayıplandığı zaman ibadetlerini azaltır, övüldüğü zaman ise artırır. Fudayl bin İyaz hazretleri buyurdu ki: “İnsanlar görsün diye bir amelde bulunmak riyâdır. Gerekli olan ameli insanlar için terketmek de şirktir. İhlâs ise, bunların ikisinden de Allahın seni kurtarmasıdır.” Hasan-ı Basrî buyurdu ki: “Cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de cehenneme girmeleri, kendi amelleri sebebiyledir. Fakat onların orada ebedî kalmaları, niyetleri yüzündendir.” Ebu Davud Tayalisî buyurdu ki: “Bir âlim, bir kitab yazdığı zaman ona yakışan, maksadının dine hizmet olmasıdır. Yoksa akrânı arasında “Ne güzel kitab yazmış.” diye övülmesi için değil.” İbrahim Teymî, gençlerin giydiği gibi giyinirdi. Kendisinin âlimlerden olduğunu, arkadaşlarından başka kimse tanımazdı. O şöyle diyordu: “Gerçekten ihlâslı kimse, kötülüklerini gizlediği gibi, iyiliklerini de gizler.” Süfyan Sevrî de şöyle buyurdu: “Dersine gelenlerin çokluğu karşısında kendini beğenme hissine kapılmıyan âlim, az bulunur.” Günün birinde Hasan Basrî, Harem-i Şerif’de çevresindeki büyük bir topluluğa hadîs yazdırmakta olan Tâvus Hazretlerine uğramıştı. Ona yaklaştı ve kulağına eğilerek: “Kendini beğenme hissi geliyorsa, bu meclisi terket.” dedi. Tâvus da hemen kalktı ve oradan ayrıldı. İbrahim bin Edhem de bir gün Bişr-i Hâfî’nin meclisine uğramıştı. Etrafını çevirenlerin çokluğunu görünce: “Yâ Bişr, nedir bu?” diye çıkıştı ve ilâve etti: “Eğer Eshabı kiramdan biri bu durumda olsaydı, nefsi hakkında kendini beğenme hissine düşmekten emin olamazdı." Süfyan Sevrî hadîs yazdırırken yanında üç kişiden fazla bulundurmaz idi. Sonra biraz müsamahalı davranmıştı. Bir gün gördü ki çevresinde yüzlerce adam toplanmış. Birden ayağa kalkıp: “Vallahi daldırdık. Eğer benim gibi bir adamın etrafına bu kadar insan topladığını Emi’ül-Müminîn Hazreti Ömer görmüş olsaydı, “Bu sana yaraşmaz.” der ve beni buradan uzaklaştırırdı.”
Değerli insanlar kimlerdir? 8.1.2001 İ
İslam büyüklerinden Abdullah bin Mübarek hazretlerine: “Size göre değerli insanlar kimlerdir?” diye sordular. O şu cevabı verdi: “Bilgisi ile amel eden ihlâslı âlimlerdir.” Yine kendisine: “Sizce kimler sultandır?” diye sordular. Onun cevabı şu oldu: “Dünyaya düşkün olmayan kimseler.” Ayrıca: “Sefil olan kimlerdir?” diye sorduklarında: “İlmini, amelini ve dinini, dünya geçimi için vasıta yapanlardır.” buyurdu. Ömer bin Hâris hazretleri buyurdu ki: “Eskiden iyilik yaparlar, söylemezlerdi. Sonra yaptıkları iyilikleri söylemeye başladılar. Şimdi ise iyilik yapmadan söylüyorlar. “ Süfyan-ı Sevrî hazretlerine hadîs okutmayı niçin bıraktığı sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Yemin ederim ki ben, bir kimsenin Allah rızası için ilim tahsil ettiğini bilmiş olsam, onun buraya kadar gelmesi için zahmete katlanmasına lüzum bırakmadan kalkıp ayağına giderdim.” Süfyan bin Uyeyne de kendisine: “Ne olur, bize ilm-i hadîs okutunuz.” diye müracaat edenlere şu karşılığı vermiştir: “Ben, ne kendimi, ne de sizi buna ehil bulmuyorum. Sizin ve benim durumuma, birinin söylediği şu söz uygun düşmektedir: “Önce tevazu sahibi olup çeşitli sıkıntılara katlanın ki, ilimde ilerliyebilesiniz.” İlimde büyük bir paye ve ihtisas sahibi olan Abdullah bin Abbas dersi bitirdikten sonra; “Dersimizin sonunu istiğar ile bağlayınız.” buyururdu. Şeddad bin Hakîm de şöyle derdi: “Kimde şu üç haslet varsa ders versin. Yoksa bıraksın: 1- Şükretsinler diye Allah’ın nimetlerini hatırlatmak, 2- Tevbe etmeleri için kusurlarını hatırlatmak, 3- Sakınıp korunmaları için düşmanları olan şeytanı hatırlatmak.” İmam-ı Mâlik hazretlerine, “İlimde râsih olanlar kimlerdir?” diye sorduklarında şu cevabı verdi: “İlmin gereğini yaşıyanlardır! İlimden daha tatlı bir şey yoktur. İlim sahibi, hükümdarlara da hükmedebilir.” Dünyayı âlimler aydınlatır 9.1.2001 Hasan Basrî hazretleri, “Âlimler dünyayı aydınlatır. Her âlim, zamanının insanlarını aydınlatan bir kandildir. Âlimler olmasa, insanlar karanlıkta kalır ve insanlığını kaybederler.” buyurdu. Süfyan Sevrî hazretleri de şöyle buyuruyor: “İlmin yaşaması sorup araştırmakla ve gereğini yaşamakla olur. Bunlar olmayınca ilim ölmüş demektir.” İkrime hazretleri buyurdu ki: “İlmi ancak hakkını veren kimselere öğretiniz.” Kendisine, “İlmin hakkı nedir?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “İlmin hakkı, gereğini yaşamak ve yaşıyacak olanlara öğretmektir.” Sâlim bin Ebî Ca’d buyurdu ki: “Ben, bir köle idim. Kendimi tamamen ilme verdim. Bir sene sonra, Halife ziyaretime geldi. Ben ona kapıyı açmadım.” İmam Şa’bî buyurdu ki: “Âlimlerin ahlâk ve edeplerinden biri de, ilmi elde ettikçe onunla amel etmeleridir. Amallere yöneldikçe başkaları ile meşgul olmaktan kurtulurlar. Böylece derin raştırmalar için imkân sağlamış olurlar ve istekleri artar.” Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Kıyamet gününde insanların azab bakımından en şiddetlisi, Allah’ın, ilmi ile kendisini faydalandırmadığı bir âlimdir.” Bir diğer hadîs-i şerifte de: “Öyle zamanlar gelecek ki, o vakit insanların ibadet edenleri cahil, âlimleri de fâsık olacaktır.” buyurulmuştur. Abdullah bin Mes’ud buyurdu ki: “İnsanların dini meseleler hakkındaki sorularına, hiç beklemeden ve iyice araştırmadan fetva veren kimseler, şüphesiz kendilerini cehenneme arzetmiş olurlar. İnsanların her sorduğuna cevap vermiye kalkışan bir kimse, mecnun, deli sayılır.” Hasan Basrî de şöyle buyurdu: “Ey mümin, sakın sen, âlimlerin ilmini toplıyan fakat, sefihlerin yolundan giden biri olma." İsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “İlimler ne kadar çoktur. Fakat hepsi faydalı değildir. Âlimler de çoktur fakat, hepsi kemâle ermiş değildir.” İbrahim bin Utbe buyurdu ki: “Kıyamet gününde insanların en çok pişman olanı, ilmi ile büyüklük taslıyan âlimler olacaktır.”
Allah için olmayan ilim 10.1.2001 İlim, çok kıymetli bir şeydir. Bunun için, ilim sahibi kendini üstün ve şerefli sanır. Böyle kimsenin ilmine cehil demek daha doğru olur. Gerçek ilim, insana aczini, kusurunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Yaratanına karşı korkusunu ve mahluklara karşı tevazu'unu arttırır. İlmi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlas ile yapmak lazımdır. Amel ve ihlas ile olmayan ilim zararlıdır. Hadis-i şerifte, “Allah için olmayan ilmin sahibi Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır” buyuruldu. Dünyalık ele geçirmek için ilim öğrenmek, yani dini dünyaya vesile etmek, altın kaşıkla necaset yimeye benzer. Dini dünya kazancına alet edenler, din hırsızlarıdır. Hadis-i şerifte, “Din bilgilerini dünyalık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır” buyuruldu. Hadis-i şerifte, “Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir. Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar dua edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyamette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır” buyuruldu. İslamiyete uyan âlim, etrafına ziya saçan ışık kaynağı gibidir. “Kıyamet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrafına toplanıp, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün derler. Evet, günahtır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezasını çekiyorum der” buyuruldu. Hazret-i Ömer bununla ilgili şöyle buyurmuştur: “Şu ümmet üzerine en çok korktuğum şey, dili ve sözleri ile âlim, kalbi cahil olan kimselerdir.” Süfyan Sevrî hazretleri, “İlim ameli çağırır. Amel ilmin çağrısına uyarsa ne güzel. Değilse ilim çeker gider.” buyurmuştur. Abdullah bin Mübarek hazretleri de, “Kişi, bulunduğu ülkede kendisinden daha âlim birisinin mevcudiyetini kabul ettiği müddetçe, hakîkaten âlimdir. Kendisini bütün âlimlerin üzerinde gördüğü takdirde, cahilliğini ortaya koymuş olur.” İlmi kendisine faydalı olmayan âlim 11.1.2001 Emanetcinin kendisine bırakılan malları muhafaza etmekte emin olması lazım geldiği gibi, din âliminin de, islam bilgilerini bozulmaktan muhafaza etmekte emin olması lazımdır. Resulullah efendimiz, Kabeyi tavaf ediyorken, hangi insan daha kötüdür? diye soruldu. “Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür” buyurdu. İsa aleyhisselam, “Kötü âlimler, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mani olur” buyurudu. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşte, sağlam, sanat eseridir. İçi ise, pislik doludur. Peygamberimiz, “Kıyamet günü azabların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı olmıyan din adamınadır” buyuruldu. İlim sahibi, yani din bilgilerini öğrenen kimse, ya sonsuz saadete kavuşur, yahut nihayetsiz felakete düçar olur. Fudayl bin Iyad hazretleri buyurdu ki: “Bir âlimin dünyanın oyuncağı olduğunu gördüğüm zaman, kendisine acır ve ağlarım. Bir âlim veya sûfî hakkında, “Nafakası falanca tüccara ait olmak üzere hacce gitti.” denilmesi ne kadar acıdır.” Yahya bin Muaz hazretleri de: “Bir âlim, dünyalık peşinde koştuğu zaman kıymet ve şerefini kaybetmiştir.” buyururdu. Hasan Basrî de şöyle buyurdu: “Âlimlerin azabı, kalblerinin ölmesi iledir. Kalblerinin ölümüne sebeb ise, uhrevî amellerle dünyevî menfaatler elde etmiye çalışmaktır. Böylece onlar, dünya adamlarının yakınlığı kazanmış olurlar.” Hazreti Ömer buyuruyor ki: “Siz bir âlimin dünyayı sevdiğine şahit olursanız, dini hakkında onu itham ediniz. Çünkü sevenlerin hepsi, neyi seviyorsa onun yolunu tutmuştur.” Hasan Basrî de şöyle buyuruyor: “Doğrusu çok şaşılacak şey... Diller ne güzel söylüyor, kalbler de biliyor. Fakat ameller aykırı düşüyor.” Hadis-i şerifte, “Âlimler devlet adamlarına karışmadıkca ve dünyalık toplamak peşinde olmadıkca, Peygamberlerin eminleridir. Dünyalık toplamaya başlayınca ve devlet adamlarının arasına karışınca, bu emanete hıyanet etmiş olurlar” buyuruldu. Hasta ilacını kullanmazsa... 15.1.2001 Çölde kalan kimsenin yanında en kıymetli kılınçlar ve çeşidli silahlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesur olsa, kendisine hücum eden arslana karşı kullanmadıkca, bu silahların faydası olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mesele öğrense, bunları kullanmadıkca, faydalarını görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en faydalı ilacı bulunsa, kullanmadıkca, faydasını görmez. Peygemberimiz, “Ahir zamanda ibadet edenlerin çoğu din cahili olacaktır. Din adamlarının çoğu da fasık olacaktır.” buyurdu. Ebudderda hazretleri buyurdu ki, “İlmi ile amil olmıyan din adamına âlim denilmez.” Gerçek alim, bildiğine cevap verir, bilmediğine cevap vermez. Her sorulana cevap veren, her gördüğünden mana çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, cahilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim olduğu anlaşılır. Resulullaha, en kıymetli yer neresidir, denildikte, “Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim” demiştir. Bunu Cebrail aleyhisselama sormuş, ondan da, aynı cevabı almıştır. O da, Allahü tealaya sormuş, “Mescidler” dir cevabını almıştır. A'raf suresinin “Affet ve marufu emret” mealindeki yüzdoksansekizinci ayet-i kerimesi gelince, Cebrail aleyhisselamdan bunu açıklamasını istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmiştir. Tekrar geldiğinde, Allahü teala, “Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsan et! Sana zulmedenleri affet!” emrini verdi dedi. Şa'bi hazretlerine, kendisine sorulanlardan birini bilmiyorum deyince, sen Irak memleketinin müftisisin. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurdu İmam-ı Ebu Yusüf, bir soruya bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-maldan maaş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun, dediler. “Beyt-ül-maldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-malda bulunanların hepsi yetişmezdi” dedi. Süfyan bin Uyeyne hazretleri, “İlim tahsil eden bir kimsenin, ilmi arttıkça dünya nimetlerine karşı hırsının da arttığını görürseniz, ona ilim öğretmeyiniz. Çünkü bu takdirde onun cehenneme girmesine yardım etmiş olursunuz.” buyururdu. “Kendinize yazık ettiniz..” 16.1.2001 Zamanının âlimlerinden biri, Fudayl bin İyâd hazretlerine giderek: “Bana biraz nasihatta bulun!” dedi. Fudayl hazretleri buyurdu ki: “Ben, siz âlimlere ne ile nasihat edeyim. Siz, ülkeleri aydınlatan bir ışık iken kendinize yazık ettiniz. Cehalet gecelerinin karanlığında kalanları hidayete kavuşturan birer yıldız idiniz. Şimdi ise şaşkınlık içinde kaldınız. Zenginlerin himayesine girip kaba minderler üzerinde oturuyor, sofrasında bulunuyor, hediyyelerini kabul ediyor, sonra da kalkıp mescide gidip ders veriyorsunuz. Allah’a yemin ederim ki, gerçek âlim, böyle olmaz.” Fudayl’in bu sözleri karşısında o kimse, kendini tutamayıp ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, nerdeyse boğazı tıkanıp boğulacaktı. Çok mütehassis olarak ve büyük bir ders alarak oradan ayrıldı. İkrime hazretleri buyuruyor ki: “Nefsinin kötülüğünü bildiği halde, insanların kendisini âlimlik ve evliyalık ile vasıflandırmasını arzulayan kimseden daha akılsız birini bilmiyorum. Müminlerin gönülleri, gizli ayıplarına muttali olması gerekir. Öylesi zavallıların durumu, tarlasına diken ekip de mahsul zamanı yaş meyva almak istiyen bir kimseye benzer.” Katâde hazretleri, “Âlim kişi, ilmi ve ameli ile gösteriş yaptığı zaman, Allâhü teâlâ meleklerine der ki: “Şuna bakın. Benimle alay ediyor ve benden korkmuyor. Halbuki ben, Azîm ve Cebbâr’ım.” Hazret-i Ömer namaz kılan birisinin boynunu eğdiğini gördüğü zaman, o kimseye kızar ve “Yazıklar olsun sana! Tevazu ve huşû kalbdedir.” derdi. Ebu Emâme buyurdu ki: “Bir gün bir şahsa rastladım. Adam secdeye kapanmış ağlıyordu. Ona dedim ki, “Bunu evinde yapsaydın ne iyi olurdu. Çünkü kimse seni görmezdi.” Fudayl bin Iyâd buyurdu ki: “İlim tahsili sahih bir niyet ve temiz bir gaye ile olursa, bundan daha yüksek bir amel olamaz. Fakat çokları ilmi, gereğini yapmak için tahsil etmiyor. Bilâkis ilmi, dünyalık avlamak için bir ağ olarak kullanıyorlar.” “Biz öyle kimselere yetiştik ki...” 17.1.2001 Zünnûn Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Biz öyle kimselere yetiştik ki, onların ilimleri arttıkça, dünyaya minnetsizlikleri de artardı. Şimdikiler ise ilimde ilerledikçe dünya arzuları da artıyor; giyime, yeme, mesken, evlenme, binit vasıtası, hizmetçi gibi dünyalıklarını da o nisbette fazlalaştırıyorlar.” Fudayl hazretleri, “Bir âlim veya dervişin dünya adamları nezdinde “İyi adamdır” diye anılmaktan hoşlandığını görürseniz, bilin ki o gerçek bir âlim değildir.” buyurdu. Ka’bül-Ahbar buyurdu ki: “Öyle zamanlar gelecek ki, cahiller ilme heves edecekler. Sonra ilimleri ile dünyalık adamlarının yakınlığını kazanmak için, kadınların erkekler hakkında birbiriyle rekâbet ettikleri gibi, birbiriyle rekabet ve ihtilâf edecekler. İşte onların ilimden nasibi, bundan ibaret olacaktır.” Salih el-Merrî buyurdu ki: “İlimde ihlâs sahibi olduğunu iddia eden bir kimse, insanlar kendisine, “Sen cahil ve mürâîsin.” dediklerinde, gönlünü yoklasın. Eğer bundan dolayı gönlünde bir üzüntü duymuyorsa, hakikaten o ihlâslıdır. Aksi halde riyâkârdır.” “Dünya adamı olan âlimden kendinizi sakınınız. Çünkü onun yaldızlı sözleri sebebiyle amel etmediği halde ilmi ve ilim ehlini övmesi, sizi fitneye düşürebilir.” Fudayl buyurdu ki: “İlmi ile gösteriş yapanların alâmetlerinden biri de, ilimlerinin dağ kadaryüksek, amellerinin ise zerre kadar küçük olmasıdır. Âlim, ilmiyle amel edince muhakkak onun acısını tadacaktır. Çünkü ilim sorumluluk getirir. İlim arttıkça sorumluluk da artar. O halde âlime yakışan, ilmiyle sevinip övünmek değil, ilmin yüklediği mesuliyyeti idrak etmektir.” Süfyan Sevrî buyurdu ki: “Bilgiyi, gereğini yaşamak için tahsil ediniz. İnsanların pekçoğu bu hususta yanılmıştır. Onlar, amelsiz ilimle kurtulacaklarını sandılar!” İnsan kendini yoklamalı. Eğer, ilminde ve amelinde, bu büyük âlimlerin, ilmiyle âmil ve ihlâslı din adamlarının, uzak kalmayı tavsiye ettikleri riya veya görsünler veya işitsinler arzusu nev’inden bir şey görürse, nefsin için ağlamalı. Hemen tevbe ve istiğfar etmeli ki, Allah kendisini seni afetsin. “Sizler gerçekten âlim değilsiniz” 18.1.2001 Mansur bin Mu’temir hazretleri zamanının âlimlerine dedi ki: “Sizler gerçekten âlim değil, sadece ilimle uğraşan kişilersiniz. Eğer ilminizle âmil olsaydınız, nice keder ve acıları yudumlar, ilminizle haram ve şüpheli şeylerden uzaklaşır idiniz.” Ömer bin Abdülazîz buyurdu ki: “Haram yiyenlerin kapleri sağlam olsaydı, haram bir şey yedikleri zaman midelerinde, ateşin acısını muhakkak duyarlardı. Fakat onların kalpleri sağlam olmadığından ateşin acısını duyamıyarlar.” Rabi’ bin Heysem de şöyle buyurdu: “Bir âlim nasıl olur da ilmine riya karıştırabilir? Çünkü o blir ki, Allah rızası esas olmaksızın elde edilen ilim, temelinden bâtıldır, geçersizdir. O halde bâtıl olan birşeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?” İmam Muhyiddin Nevevî, ders verirken bir adamının ansızın gelip de kendisinin, büyük bir kalabalığa ilim kürsüsünden hitab etmekte olduğunu görmesinden hoşlanmazdı. Büyüklerden birinin kendisini ziyarete geleceğini öğrendiği zaman, o gün ders okutmazdı. Buyurdu ki: “Bir kimse, kötü işlerine başkaları muttali olduğu zaman üzüldüğü gibi, güzel işlerine muttali oldukları zaman da üzüntü duyarsa, bu onun ihlâsının alâmetidir. Çünkü nefsin onunla ferahlanması ma’siyettir. Bazen riya, birçok günahlardan daha tehlikelidir.” Hasan Basrî buyurdu ki: “Bu zamanda bir âlimin, helâl nimetlerden doyunca yemesi, çirkin birşeydir. Haramdan karnını doyuranlara nasıl âlim denebilir? Vallahi ben, bir lokma yesem ve bu lokma midemde devamlı kalsa idi, ömrümün sonuna kadar onunla yetinirdim. Âlimlerin takvası, ancak şehevî şeyleri terketmektedir. Zahirî günahlara gelince, görüyorsun ki insanlar arasındaki itibarlarının sarsılmaması için onu terketmekteler.” “Ahir zamanda öyle kimseler gelecek ki, Allah’ın rızasını kasdetmeksizin ilim tahsil edecekler. Bunu, ilmi zayi olmaktan kurtarmak için yapacaklar. Sonra bu ilmin kıyamet gününde hesabını vermek de onların üzerine olacaktır.” Abdullah Müzenî buyurdu ki: “İnsanları ilme teşvik eden ve onlara ilmin faziletlerini anlatan bir âlim, eğer birisi hakkında kendisiyle istişare eden bir kimseyi ciddi bir şekilde ilme teşvik etmezse, samimiyetsizliğinin bir alâmetini ortaya koymuş olur.” “Sakın Rabbine isyan etme!” 22.1.2001 Abdullah bin Mubarek hazretleri buyurdu ki: “Kur’an-ı kerim hâmili olan, yani ezberleyen kimse, sonra kalbiyle dünyaya meylederse, Allahın âyetlerini alaya almış olur. Kur’an-ı hâmili Allaha âsî olduğu zaman, Kur’an-ı kerim ona der ki: “Vallahi sen beni bunun için yüklenmedin. Benim tenbihlerim ve öğütlerim nerede kaldı? Benim her harfim sana, “Sakın Rabbine isyan etme” diye nida etmektedir.” Abdullah bin Mübarek yine buyurdu ki: “Zamanımızın insanları haram ve şüpheli şeylerden yemeğe, midelerine ve şehevî arzularına mağlûp oldular. Bilgilerini, dünyalık avlamak için bir şebeke gibi kullanıyorlar.” Bişr’ül-Hâfî buyurdu ki: “Kişinin, elde ettiği bilgilerin tamamı ile amel etmedikçe bilgisini artırma peşinde koşmaması, akıllı oluşundandır. Çünkü bu takdirde ilmi, mucibiyle amel etmek için tahsil etmiş olur.” Bu zat, hadîs okutmayı bıraktığı zaman kendisine, “Kıyamet günü Allaha ne cevap vereceksin?” demişler. O, şu karşılığı vermiş: “Derim ki: Ey Rabbim, sen bana ihlâslı olmayı emrettin. Ben ise kendimde ihlâs bulamadım.” Yine buyurdu ki: “Biz öyle âlimlere yetiştik ki, onlar bir kimseyi, senelerce deneyip iyi niyet sahibi olduğuna kani olmadıkça okutmazlar idi.” Hasan Basrî de şöyle diyor: “Kul bütün ilimleri elde etse ve şu direk gibi oluncaya kadar ibadette bulunsa, fakat, midesine giren şeyin haram olup olmadığına dikkat etmese, Allah onun hiçbir ibadetini kabul etmez.” Abdurrahman bin Kasım diyor ki: “İmam Malik hazretlerinin tam yirmi sene hizmetinde bulundum. Bu müddetin onsekiz senesini edeb, iki senesini de ilim öğrenmekle geçirdim. Keşke hepsini edeb öğrenmekle geçirseydim.” İmam-ı Mâlik hazretleri buyuruyor ki: “İlim, rivayet ve kuru bilgi çokluğu değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir.” İmam-ı Şafiî Hazretleri anlatıyor: “İmam Mâlik bana dedi ki: “Ey Muhammed, amelini un yap, ilmin de ona katılacak tuz olsun.” İlim öğrenmek fedakârlık ister 23.1.2001 İmam-ı Ahmed bin Hanbel, ilim tahsilinde olanların geceyi tamamen uyku ile geçirdiğini gördü mü, ona ilim öğretmekten vazgeçerdi. Bir gün Ebû Isme, hadîs-i şerif okumak için ona gelmişti. O gece İmamın evinde misafir idi. Abdest suyu getirip bir kenara koydu. Şafak sökmeden önce Ebu Isme’nin odasına gledi ve gördü ki o uyuyor. Suya baktı, olduğu gibi duruyor. Onu uyandırdı ve dedi ki: - Buraya geliş sebebinizi söyler misiniz? Ebu Isme: “Sizden hadîs okumak için geldim, yâ İmam.” dedi. Bunun üzerine İmam: “Gece teheccüd namazı kılmadığın halde nasıl hadîs okuyacaksın? Bu halinle sen, nereden gelmişsen oraya dönersin.” buyurdu. İmam-ı Şafiî hazretleri buyurdu ki: “Âlime yakışan odur ki; kendisiyle Rabbi arasında kalan iyi amellerden çokça yapsın. Çünkü aşikâr olan amelsiz ilimin uhrevî faydalarının azlığıdır.” “İyilerden birinin rü’yada görülüp de “Rabbim beni ilmim sayesinde bağışladı.” dediği pek nadirdir. İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerini, vefatından sonra birisi rü’yada görmüş ve “Ne haldesin, yâ imam?” diye sormuş. İmam-ı azam, “Allahın mağfiretine mazhar oldum.” buyurmuş. “İlmin sebebiyle mi, yâ imam?” demesine de şu karşılığı vermiştir: “Heyhât! İlmin birtakım şartları, âfetleri ve mes’uliyetleri vardır. Onun âfetlerinden kurtulmuş olanların sayısı azdır.” Cüneyd Bağdadî hazretleri vefat ettikten sonra bazıları onu rü’yada görmüşler ve “Ne haldesiniz ya üstad?” diye sormuşlar. O şu karşılığı vermiş: “Bütün işaretler helâk oldu. Bunca ifade ve ibarelerimiz tükendi. Bize ancak vakti seherlerde edâ ettiğimiz riyasız namazlar fayda verdi.” Ebu Sehl Sa’lûkî da vefatından sonra bazı kimseler tarafından rü’yada görülmüş ve kendisine, “İlminden ne gibi faydalar gördün?” diye sorulmuş. O, şu cevabı vermiş: “İlmin bütün incelikleri burada hep boşa gitti. Bâzı kimselerin bize sorup öğrendikleri var ya, işte ancak onların faydasını gördüm.” “Daima göründüğün gibi ol! ” 24.1.2001 İslam büyüklerinin örnek ahlâkından biri de, ikiyüzlülükten uzak özü sözüne, içi dışına uygun olmak idi. Onlar bütün hayırlı işlerde nasıl göründülerse, gerçekte da öyle idiler. Kendilerini dünyada ve âhirette pişman edecek bir amelde bulunmazlardı. Hz. Hızır , Ömer bin Abdülaziz ile Medine-i Münevvere’de buluştuğu ve kendisinden bir nasihat istediği aman, ona şöyle demişti: “Ey Ömer, sakın görünüşte Allah dostu olup da gerçekte Allah düşmanı olma. Daima göründüğün gibi ol. Çünkü içi başka, dışı başka olanlar münafıktır. Münafıkların yeri ise, cehennemin en alt tabakasıdır.” Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz ağlamıya başladı, hatta gözlerinden akan yaşlarla sakalı ıslandı. Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurdu: “Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki, gayeleri olan dünya makam ve nimetlerine ulaşabilmek için, din ve âhiret işlerini âlet edecekler. Sırtlarına samur kürkler giyecekler. Dilleri baldan daha tatlı olacak. Kalbleri ise, canavarlar gibi katı ve acı olacaktır. Allahü teâlâ buyuruyor ki: Onlar bana güvenip de mi mağrur oluyorlar? Bana karşı mı cür’etkârlık yapıyorlar? Zâtıma yemin ederim ki onlar üzerine öyle fitneler gönderirim ki, içlerinde hâlim-selim olanları bile hayrette kalırlar.” Muhelleb bin Ebi Safre buyurdu ki: “Bir kimsenin ameli ne kadar ise, sözü de o kadar olmalıdır. Sözün çok, amelin ise az olması, çirkin birşeydir.” Abdul-Vahid bin Zeyd buyurdu ki: “Hasan Basrî hazretleri, o yüksek derece ve kemâle ancak ihlâsı sayesinde ulaşmıştır. O, insanlara bir şey tavsiye ettiği zaman, o hususta en önde ve en ileri kendisi oludu. Kötü olduğunu bildirdiği şeylerden de en fazla uzak kalan yine kendisi bulunurdu. Onu yakından tanıyanlar diyorlar ki: Hasan Basrî kadar içi dışına, işi sözüne uyan bir kimse görmedik.” Muaviye bin Kurre diyor ki: “Kalbin ağlaması gözün ağlamasından daha hayırlıdır.” “İşte benim gerçek kulum!” 25.1.2001 Utbe bin Amir hazretlerine Cenab-ı Hakkın razı olduğu gerçek kul nasıl olur diye sorduklarında, buyurdu ki: “Kulun içi dışına, sözü özüne uyduğu zaman, Allahü teâlâ meleklere şöyle hitab eder: “İşte benim gerçek kulum.” Yahya bin Muaz hazretleri de şöyle buyurdu: “Gönüller, çömlekler gibidir. Ağlıyan gönüllerin gözyaşları, gönül sahiplerinin dilleridir. Siz yalnız sözlerinizle değil, işlerinizle de gerçekten kul olduğunuzu gösteriniz!.” Mervan bin Muhammed buyurdu ki: “Bana kimden övgüyle bahsettilerse muhakkak onu, bildirilenlerden aşağı buldum. Ancak Vekî’ müstesna. Çünkü onu, söylediklerinden de yüksek buldum.” Antakî buyurdu ki: “Amellerin en faziletlisi gizli günahları terketmektir. Kendisine bunun sebebini sorduklarında o, şu cevabı vermiştir: Çünkü gizli günahlardan uzak kalan kimse, âşikâr günahlardan daha çok uzak kalır. Kulun içi görünüşünden daha çok temiz olursa, bu adâlettir. Fakat görünüşü içinden daha yüksek olursa, bu da zulümdür.” Ebu Abdurrahman ez-Zahid münacatı esnasında: “Yazıklar olsun bana. İnsanlara karşı emniyetle muamele ettim de Rabbimin emânetlerine hıyanette bulundum. Keşke insanların, “O adam hâindir.” Demeleri pahasına da olsa, Rabbimin emânetlerine hıyanet etmeseydim..” der, sonra ağlardı. Zübeyr bin Avvâm buyurdu ki: “Gizli birtakım kötülük ve ayıplarınız bulunduğu gibi, başkalarından sakladığınız birtakım ibadetleriniz de olsun.” Muaviye bin Kurre buyurdu ki: “Bana gündüzleri tebessüm eden, geceleri ağlıyan bir adam gösterebilir misiniz? Böyle ihlâslı kişiler herhalde çok azdır.” Ebu Müslim Havlânî buyurdu ki: “Allahın lûtuf ve ihsanı sayesinde otuz senedenberi âileme yaklaşma hâlim dışında, başkaları tarafından görüldüğünde bana utanç verecek bir işim olmamıştır.” Ebu Emame buyurdu ki: “Kulun Allah korkusu ve âhiret endişesiyle evinde ağlaması, mescidde ağlamasından daha hayırlıdır.” Meymun bin Mihrân buyurdu ki: “Sırf gösteriş olsun ve desinler diye, bir amel işleyen kimse, dışı itina ile süslenip güzelleştirilmiş bir halâya benzer.” Bilâl bin Sa’d de buyurdu ki: “Derviş geçinen bir kimse, yalandan zühd ve takvâ sahibi imiş gibi göründüğü zaman, şeytan sevincinden oynamıya başlar ve onunla alay eder.” 2- HAZRET- İ LOKMAN HAKÎM’İN NASİHATLARI Lokman Hakîm hazretleri Dâvüd aleyhisselâm ile görüşüp, ondan ilim öğrendi. Dâvüd aleyhisselâmın peygamberliğinden önce, hazret-i Lokman müftî idi. Dâvüd aleyhisselâm peygamber olduktan sonra fetvâ vermeyi bıraktı. Sebebi sorulunca:” Bana ihtiyaç kalmadı; ferâgat etmeyeyim mi?” buyurdu ve Dâvüd aleyhisselâma ümmet oldu. Hazret-i Lokman, aynı zamanda hekimlerin pîridir. Onun hekim olduğunda âlimlerin söz birliği oldu. Lokman Hakîm, gün ortasında uyuduğu sırada kendisine bir nidâ geldi:”Yâ Lokman! Seni yeryüzüne halîfe, peygamber kılmamızı, insanlar arasında hak ve adâletle hükmetmeyi ister misin?” Hazret-i Lokman dedi ki:” Eğer Rabbim beni serbest bırakırsa, âfiyet ve sağlık isterim. Belâ ve musîbetten de muhâfaza etmesini dilerim. Eğer sıkıntı ve belâ da verirse, seve seve kabûl ederim. Çünkü, Allahü teâlâ bana belâ ve musîbet verirse, yardım edeceğini ve beni onlardan koruyacağını biliyorum.” Bunun üzerine melekler: “ Niçin yâ Lokman? “dediler. Hazret-i Lokman buyurdu ki: “ Hikmet ehlinden olmak, rütbelerin en sıkıntılısı ve en yükseklerindendir. Her tarafta mazlûm kimseler olsa, âdil olursan bunlar rahat ederler ve kurtulurlar. Eğer yoldan çıkarsan Cennet yolundan ayrılırsın. Bir kimsenin dünyada fakîr ve şükredici olması; zengin olup, şükretmemesinden hayırlıdır. Kim âhıret üzerine dünyayı tercih ederse, dünya ona fitne olur ve âhıret üstünlüklerine kavuşamaz.” Bu sözlerine melekler şaştılar. Hazret-i Lokman tekrar uyuyup uyandığı zaman, kendisine hikmet verildiğini anladı. Hikmetli sözler konuşmaya başladı. Lokman Hakîm tek başına oturur ve uzun uzun düşünürdü. Dostları yanına gelip: “Yalnız niye oturuyorsun, toplum arasına karışıp onlarla kaynaşsan daha iyi olmaz mı? “dediklerinde, Lokman Hakîm: “ Yalnızlık, tefekkür için daha uygundur. Tefekkür, insanı Cennet yoluna ulaştırır” buyurdu. Lokman Hakîm'in hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatleri meşhûrdur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Lokman sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirmektedir: “Muhakkak Biz, Lokman'a hikmet verdik ve sana verilen hikmet ni'metine şükret dedik. Kim, Allahü teâlânın verdiği ni'mete şükrederse, şükrünün faydası kendinedir.” Lokman Hakîm oğluna dedi ki: “Ey oğlum! Namazı dosdoğru kıl! Şartlarına, rükünlerine, edeblerine riâyet ederek kıl! Çünkü namaz, dînin direğidir ve Allahü teâlâya münâcâttır. Namaz insanı günâhtan alıkoyup, kemâle, olgunluğa kavuşturur. Dînin hayır ve iyilik olarak bildirdiği bütün husûsları emret! El, dil ve kalb ile gücün yettiği kadar insanları kötülükten sakındır! Onların da ahlâkının güzelleşmesine çalış ve sevâb kazan! İbâdetlerin ve insanlara nasîhatin esnâsında karşılaşacağın güçlük ve musîbetlere sabret! İnsanlara iyilikleri emredip, nasîhatta bulunurken, kendini unutma. Yoksa mum gibi olursun. Mum, etrafını aydınlatır. Fakat kendini yakıp eritir. Ey oğul! Sakın kıymetini bilmeyenlere gitme! Ana-baba hakkını gözet! Hakîri, tahkîr eyleme, aşağı görme! Kibre kapılma! Allahü teâlâ, Râfî ve Hâfıd (yükselten ve alçaltan)dır. Zîrâ O, hakîri azîz; fakîri zengin yapar. Dilerse, azîzi zelîl; zengini fakîr yapar. Ey oğlum! Yalan söyleyen kimsenin nûru gider; kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi çoğalır. Anlayışsız kimseye bir mes'eleyi anlatmaktan, bir kayayı yerinden oynatmak daha kolaydır.” Lokman Hakîm'e, “ Hikmete nasıl kavuştun?” diye sorulduğunda:” Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazîfem olmayan şeyin üzerinde durmadım” buyurdu. Lokman Hakîm şöyle duâ ederdi: "Allahım! Benim arkadaşlarımı gâfillerden, seni unutmuş kimselerden yapma! Çünkü onlar, seni andığım zaman, bana bu hususta yardımcı olmazlar. Gaflette olduğum zaman, bana Seni hatırlatmazlar. Senin emir ve yasaklarına uymayı, iyi şeyleri emrettiğim zaman, bana itâat etmezler. Sustuğum zaman beni üzerler." Lokman Hakîm hazretleri günlerden bir gün eşkıyâ tarafından yolu kesilip, esîr edildi. Kendisini yabancı bir şehre götürüp, köle olarak bir zengine sattılar. Efendisi ona kerpiç yapma gibi ağır işler verdi. Lokman Hakîm, işin zorluğundan şikâyet etmeyip, herkesten daha iyi çalışıyordu. Zamanla efendisi, hazret-i Lokman'ın; şefkatli, güç işlere dayanır ve iyilik sever birisi olduğunu anladı. Lokman Hakîm'e değer verip, sevdiği kimselerden biri oldu. Sonunda efendisi, hemşehrilerinden bir topluluğun o şehre gelmesi ile, hazret-i Lokman'ın kim olduğunu öğrendi. Daha önce Lokman'ı tanımadan şöhretini duyan zengin efendi, hâdisenin böyle cereyân etmesine üzüldü. Lokman Hakîm'den özür diledi. Kendisine, pek çok mal ve para hediye ederek serbest bıraktı. Ona: “ Neden kendini daha önce tanıtmadın, dedi. Lokman Hakîm;”Bana zulmedenler, kötülük yaptıklarını bilmiyorlardı. Beni tanımıyorlardı. Ama hür birini esîr almak zulümdür. Bu Lokman olmazsa, günâhsız başka biri olur. Zâlim kimse, hikmetin değerini bilmez. Fakat sen gücümden faydalanmak için beni satın aldın. Şehrinizde benim hakkımı iâde edecek bir kânun da mevcûd değildi. Ben sonunda kıymetimin anlaşılacağını ve sabrın hikmetten üstün olduğunu biliyordum. Her şeye rağmen çalışacaktım, burada çalıştım. Yaşıyacaktım, burada yaşadım. Her şeye rağmen iyi olmalıydım. Burada iyiydim. İşimin ağır olması, sağlığın değerini daha iyi anlamama ve kendi şehrimde olan kölelere daha iyi davranmama sebep oldu. Yemeğimin iyi olmaması, düşkün ve fakîrlerin sıkıntılarını daha çok anlamama yaradı. Köleydim ama suçum yoktu. Sıkıntıda idim, fakat ibret ve nasîhat alıyordum. Kimseye, inanmayacağı bir söz söylemedim. Kimsenin benimle düşman olmaması için, kendimi övüp, büyük göstermedim. Şehrinize geldim ve tanınmayan bir yabancıydım. Şu anda ise, aranızdan beni hayırla anacak dostlarım var? Eşkıyâ benim varlığımdan faydalandı. Sen de benim gücümden istifâde ettin. Lokman'ı iddiâ edildiği şekilde değil, gördüğün şekilde tanıdın. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, netîce îtibâriyle, sen de benden memnun oldun. Ben de hoşnut olarak memleketime dönüyorum. Eğer ilk gün kendimi tanıtsaydım, belki de inanmayıp bugün daha utanılacak bir duruma düşecektin; yâhut da inanıp, beni kölelikten âzâd edecektin. Bu iyilikler de meydana gelmeyecekti. Zengin kişi bunun üzerine dedi ki:”Ey güneş gibi parlak insan, sözlerin, seçkinlerin ve peygamberlerin sözlerine benziyor!” Hazret-i Lokman Hakîm'in kıymetli kitaplarda bildirilen hikmetli sözleri, nasîhatleri, menkıbe ve hâlleri, bilhassa kendi oğluna ettiği nasîhatler, altın harflerle yazılsa yerinde olup, pek çoktur. Bunlardan ba'zıları şunlardır: “ Ey oğlum! Kanâatkâr olursan, cihânda senden zengin kimse yoktur. Ey oğlum! Sözü tatlı söyle; katı, kaba, sert söyleme! Çok zaman sus! Tefekkür et! O zaman dilin belâsından emîn olursun. Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme! Sû-i zannı terkeyle! Zîrâ sû-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz. Ey oğul! Az mal; güzel idâre ile çok olur. Çok mal kötü idâre ile israf ve yok olur. Ey oğul! Kötü huylu, her ne kadar güzel ve yakışıklı olsa da, onun sohbetinden kaç! Zîrâ onun cemâli, güzelliği, kötü huyunu örtmez. Oğlum! Tevbeyi yarına bırakma! Çünkü ölüm, ansızın gelip yakalar. Ey oğlum! Dünyanın sevinç ve neş'elerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. Ey oğlum! Sağlık gibi zenginlik, güzel ahlâk gibi ni'met yoktur. Ana-babanın evlâdını terbiye için cezâlandırması, tarlaya, bahçeye su vermek gibidir. Ey oğlum! Takvâyı kendin için âhıret sermâyesi edin! Çünkü takvâ, mal ve mülk ile olmayan bir ticârettir. Ey oğlum! Cenâzede hazır bulun! Çünkü cenâze, sana âhireti hatırlatır. Harâm ve günâhlar ise, senin dünyaya karşı meylini artırır. Ey oğlum! Yalan söyleyen kimsenin nûru gider; kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi çoğalır. Anlayışsız kimseye bir mes'eleyi anlatmaktan, bir kayayı yerinden oynatmak daha kolaydır. Ey oğlum! Câhili bir yere elçi olarak gönderme! Eğer akıllı ve hikmet sâhibi birini bulamazsan kendin git! Ey oğlum! Allahü teâlâyı anan, hatırlayan insanlar görürsen, onlarla ol! Âlim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar. İlmin yok ise sana öğretirler. Allahü teâlâ onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Ey oğlum! Bilmediğin şeyi tam öğren! Bir kişiyle kardeşlik, dostluk kurmak istediğin zaman, önce onu gazaplandır. Eğer kızgınlığı ânında sana adâletle davranırsa, yaklaş; yoksa ondan sakın! Ey oğlum! Dünya derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Takvâ gemin, îmân yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun. Kurtulursan Allahü teâlânın rahmetiyle, boğulursan günâhın sebebiyledir. Ey oğlum! Ben nice ağır yükler taşıdım. Kötü komşudan ağırını görmedim. Nice acılar tattım, fakat fakîrlik gibi acı tatmadım. Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dînini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin. Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma! İnsanların elinde olana temâh etmekten sakın! Kazaya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et! Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma! Uyumak mecbûriyetinde olduğun gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan uykudan uyanma! Uykudan uyandığın gibi, öldükten sonra da dirileceksin. Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer. Hayır söyleyen kâr eder. Kötü konuşan günâhkâr olur. Diline hâkim olmayan pişmân olur. Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslîm ol, kötülerle dost olma! Ey oğlum! Dünya geçici ve kısadır. Senin dünya hayatın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir. Ey oğlum! Sükût etmekten pişman olmazsın. Söz gümüş ise sükût altındır. Ey oğlum! Altın, ateşle tecrübe edildiği gibi; kul da, belâ ve musîbetlerle tecrübe edilir. Kulun derecesi, bunlara olan sabrı nisbetinde anlaşılır. Hazret-i Lokman Hakîm'e dediler ki: “Bize peygamberlerden öğrendiğiniz ilimleri özetliyerek, nefis terbiyesine dâir, en derli toplu bir nasîhat verir misiniz?” Lokman Hakîm buyurdu ki: “Evet, peygamberlerin ilimlerinden kendim için özetleyip dünya ve âhıret işleri üzerine kurduğum kısa bir sözü size de söyliyeyim: Sekiz şeye dikkat eden, öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel etmiş olur. Bunlar; dört yerde dört şeyi korumak, iki şeyi hâtırdan çıkarmamak, iki şeyi de tamâmen unutmaktır. Korunacak şeyler; namazda gönül, halk arasında dil, yiyip-içme ânında boğaz, bir kimsenin evine girilince de öteye beriye bakmamaktır. Hiç hatırdan çıkmaması gereken şeyler; Allahü teâlânın büyüklüğü ile ölüm hâlidir. Unutulması gereken şeyler de; bir kimseye yapılan iyilik ve kendine yapılan kötülüklerdir. Yavrucuğum! Sana iki şey tavsiye ederim. Bunlara dikkat edersen dâimâ hayır üzere bulunursun. Bunlar; geçineceğin para ve ödeyeceğin borcundur. Ey oğlum! Hak teâlâya tâbi ol! Nasîhati önce kendine yap! Başkasına tavsiye edeceğin şeylerle önce kendin amel et! Sözünü, bilgine, hâline göre söyle! Yavrucuğum! Sana dost olanları, sıkıntılı zamanlarda dene! Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın! Sabırsız olma! İşini severek yap, sıkıntılara katlan! Bütün insanlara karşı iyi huylu ol! Ey oğlum! Kötü kadından sakın! Çünkü o, vaktinden önce seni kocaltır. Kötü kadınların şerrinden kork! Çünkü onlar iyiliğe çağırmaz. Ey oğlum! Helâl kazanarak yoksulluktan korun! Yoksul düşen kimse üç musîbetle karşılaşır: 1- Din zayıflığı; çünkü fakîrlik, insanı kötülüğe sürükler. 2- Akıl zayıflığı; çünkü ihtiyâç düşüncesi insanı şaşırtır. 3- Mürüvvet ve insanlığı kaybolur. Bunlardan daha büyüğü de insanların maskarası olur. Ey oğlum! Mide dolunca; tefekkür uyur, Hikmet lâl (dilsiz) olur ve âzâ ibâdetten tembelleşir. Birisi Lokman Hakîm'e:” İnsanların sana gelip, sözünü dinlemelerine şaşıyorum, deyince şöyle cevap verdi: “Ey kardeşim! Sana söyleyeceğime kulak verirsen, sen de böyle olursun. Beni gördüğün duruma getiren şeyler; gözümü harâmdan korumam, dilimi tutmam, yemede ölçülü olmam, nâmusumu korumam, doğruyu söylemem, ahdime vefâ etmem, misâfirime ikrâmda bulunmam, komşumu korumam ve beni ilgilendirmeyen şeyleri terketmemdir.” Hazret-i Lokman Hakîm'e: “Terbiyeyi kimden öğrendin?” dediler. O da: “Terbiyesizlerden. Onların beğenilmeyen her şeyinden sakınmak sûretiyle” buyurdu. “Hikmeti kimden öğrendin? dediler. “Basacakları yeri görür gibi bilmeden ayağını yere koymayan âmâlardan (körlerden)” buyurdu. Resûl-i ekrem efendimiz, Hazret-i Lokman'dan haber vererek: “Lokman, oğluna; Allahü teâlâ kendisine emânet edilen şeyi korur. Ben de seni, malını, dînini ve amelinin sonunu, Allahü teâlâya emânet ediyorum dedi,” buyurdu. Hz. Lokman oğluna nasîhatinde buyurdu ki: “Ey oğlum! Yapılan iyi veya kötü iş, bir hardal tanesi kadar olsa da, bir kaya içinde yâhut göklerde veya yerin dibinde gizlense, Allahü teâlâ o işi huzûruna getirir ve onu senden suâl eder. Zîrâ Allahü teâlâ, gizli, âşikâr her şeyi bilir. Her şeyi yaratan, terbiye eden, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Allahü teâlâdır. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız O'dur. O hatırlatmazsa, kimse, iyilik ve kötülük yapmayı irâde, arzû edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiç bir kimse, hiç bir kimseye zerre kadar iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği her şey, O'nun irâde ve dilemesiyle meydana gelir. Yalnız O'nun dilediği olur. Bir gün Dâvüd aleyhisselâm, Hazret-i Lokman'a: “Bir koyun boğazlayıp, bütün vücûdunun en iyisi olan iki parça et getir!”, dedi. O da gidip, dille yürek getirdi. Bir defasında da: “En kötü kısımlarını getir!” dedi. Yine dille yürek getirdi. Sebebini sorunca: “Dille yürek (kalb) iyi olursa, bütün iyilerin iyisi olur, kötü olunca, bütün kötülerin kötüsü olur” deyip insanın iyilik ve kötülüğünün, dil ve kalbine bağlı olduğuna işâret etti. Hazret-i Lokman Hakîm, oğlunu şirkten sakındırıp, ona, Allahü teâlânın kudretinin sonsuz olduğunu bildirdikten sonra, namazı ve herkese karşı iyiliği, ya'nî emr-i bil-ma'rûf ve nehy-i anil münkeri emretti. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: " Ey oğulcuğum! Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret! Kötülükten nehyet! Sana bu emir ve nehiy sebebiyle isâbet eden şeylere sabret! Çünkü bunlar, kat'î sûrette farzedilen işlerdendir." (Lokman sûresi: 17) Hazret-i Lokman, oğluna nasîhatında buyurdu ki: Ey oğlum! Yeryüzünde kimseye karşı kibirlenerek yürüme! Allahü teâlânın verdiği ni'metin, yalnız senin olduğunu zannederek insanları hor görme! Ey oğlum! Diline sahip olmayan, sonunda pişmân olur. Çok münâkaşa ve münâzara yapan, kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar. Oğlum! Yalandan sakın, zîrâ o serçe eti gibi tatlı gelir. Ondan az kimseler kurtulabilir. Ey oğlum! Üç şey, üç şey ile bilinir: Hilm gadab ânında, şecâat harb meydanında, kardeşlik ise ihtiyâç ânında. Ey oğlum! Dünyayı sat, âhıreti al! Böylece alış-verişinde, her iki yönden kâr edersin. Sakın âhıretini satıp dünyayı alma! Zîrâ bu sûretle, her iki tarafta zararın olur. Ey oğlum! Orta hâlde ikrâm edici ol, saçıcı olma! Hazret-i Lokman Hakîm'e:” Halkın en zelîl ve rezîli kimdir? “diye sorulunca: “Halk arasında rezâlet ve çirkin işlerden utanmayıp, en rezil hâller üzere görünmekten sıkılmayandır” buyurdu. Hazret-i Lokman Hakîm ile oğlu arasında şöyle bir konuşma geçer: “Ey babacığım! Bir insan için en hayırlı haslet nedir?” “ Dindir” “Ya iki haslet olsa? “ “Din ve mal” “Üç haslet olsa?” “ Din, mal ve hayâdır.” “ Dört olsa?” “ Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk” “ Ya beş haslet olsa?” “Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertlik” “ Altı olsa?” “Ey oğlum! Bir insanda bu beş haslet toplanırsa, o insan müttekî, velî ve Allahü teâlânın kendine yakın kıldığı kullarından olup, şeytandan uzaklaşır.” Hazret-i Lokman Hakîm'in oğlu devamla dedi ki: “Ey babacığım! En kötü haslet nedir?” Lokman Hakîm buyurdu ki: “ En kötü haslet, küfürdür.” “ Ya en kötü iki haslet nedir?” “ Küfür ve kibir.” “ Üç olursa” “Küfür, kibir, şükür azlığı ya'nî az şükretmek” “ Dört olursa?” “ Küfür, kibir, şükür azlığı ve cimriliktir.” “ Beş olursa?” “Küfür, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâktır.” “Ey babacığım altı olursa?” “Ey oğulcuğum, bu beş kötü haslet bir kimsede toplanınca, o kimse Allahü teâlâdan uzaktır.” Yine Lokman Hakîm buyurdu ki: “Ey oğlum! Diline sâhip olmayan, sonunda pişmân olur. Sükût hikmettir; ama her kişinin kârı değildir Çok münâkaşa ve münâzara yapan, kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar. Kötü kimse ile arkadaş olan, kötülükten kurtulmaz, emîn olamaz. İyi kimse ile arkadaş olan kimse de, iyi şeylere kavuşur.” Bir defasında Lokman Hakîm, Davûd aleyhisselâma gitmişti. Yanına varınca onun zırh örmekte olduğunu gördü. Bunun ne işe yaradığını merâk etti. Fakat sormadı. Hikmet ehli olması ona engel oldu. Dilini tuttu. Davûd aleyhisselâm zırhını bitirince ayağa kalktı. Onu giydi. Sonra,” Harp için zırh ne iyi şey! Harp için zırh yapan insan ne iyi insan!” dedi. Sormadan sorusunun cevabını alan Lokman Hakîm de şöyle dedi:”Sükût gerçekten bir hikmet imiş. Yazık ki onu yapan azdır!” İlim bir kemâldir, bir zînettir. Sükût da selâmettir. Konuşmalarda sözü uzatmamalıdır. Sükût eden, konuşmayan pişmanlık duymaz. Fakat kişi konuştuklarından defalarca pişmanlık duymuştur. "Yiğidi öldüren, ayak sürçmesi değil, dil sürçmesidir " demişlerdir. 3- HZ. ALİ’NİN NASİHATLARI Hz. Ali halife seçildiği zaman idarecilere yaptığı ilk konuşması: Allahü teâlâ insanoğlunun dünyada ve ahirette rahat edebilmesi için yapması ve yapmaması gereken hususları bildirdi. Onun için hayırlı olanı yapın, şerri bırakın. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ın emirlerini yapınız ki, Allah sizi cennete koysun. Allah haramları açıkça bildirmiş, müslümanları samimiyet, İslam inancı ile birbirlerine bağlamıştır. Müslüman, hakkı yerine getirmenin dışında, elinden ve dilinden kimseye zarar gelmeyendir. Hak ettiği cezanın dışında müslümana eziyet edilemez.Umumun menfaati için çalışınız. Ölüm için iyi hazırlanınız. Görüyorsunuz ki, herkes ölüyor. Ölüm sizin de peşinizde. Yükünüz hafifletin ki, ahiretinizi kazanasınız. Oraya kavuşasınız. Önce gidenler, gelecek olanları bekliyorlar. Ülkeler ve kullar arasındaki muamelelerinizde Allah’a muhalefetten sakınınız. Çünkü sizler, ülkelerinizden ve hayvanlarınızdan bile sorumlusunuz. Allah’a itaat ediniz. Ona asi olmayınız. Bir işin hayırlı olduğuna kanaat getirdiğiniz zaman, onu yapınız. Şer kabul ettiğiniz şeyi de yapmayınız. Yeryüzünde az ve zayıf olduğunuz zamanları hatırlayınız. Allah’a muhalefetten sakınınız. Kulu kurtaracak olan en üstün şeyler; iman, Allah yolunda hizmet, insanın tabiatında mevcut olan samimiyet, dinin direği olan namazı kılmak, Allah’ın farz kıldığı zekatı vermek, Allah’ın azabına karşı bir kalkan olan Ramazan orucunu tutmak, fakirliği gideren ve günahları döken haccı ifa etmek, serveti bollaştıran, ömrü uzatan ve dostların sevgisini kazandıran akrabayı ziyaret, hataları silen, Allah’ın gazabına mani olan gizli verilen sadaka ve fena bir şekilde zuhur edecek ölüme engel olan ve korkudan koruyan iyiliktir. Peygamberinizin yolundan gidiniz. Çünkü o, yolların en efdalidir. O’nun sünnetlerine uyun, çünkü O’nun sünnetleri yolların en şereflisidir. Allah’ın kitabını öğreniniz. Çünkü Allah’ın kitabı sözlerin en değerlisidir. Dini iyi anlayın, çünkü dini iyi anlamak kalpleri parlatır. Kur’an-ı kerimin nurundan şifa isteyin, çünkü o gönüllerdeki hastalıklara şifadır. İlmiyle amel atmeyen âlim, bilgisizliğinden dolayı doğru yolu bulamayan günahkar cahil gibidir. Bana göre, cehaleti içinde bocalayan cahile nisbetle ilmi ile amel etmeyen âlimin vebali daha büyük ve âlim daha perişandır. Her ikisi de mahvolmuş sapıklardır.” Allah sizleri boş yere yaratmadı 14.2.2001 Hazreti Ali’nin nasihatları: Ey Allah’ın kulları! Size güzel nimetler veren, ecelinizi tayin eden Allahü teâlâ isyan etmekten sakınmanızı tavsiye ederim. Allah sizlere, istediğini dinleyebilen kulaklar, gören gözler ve gelecek çeşitli felaketleri sezen kalp vermiştir. Allah sizleri boş yere yaratmadı. Sizi başıboş olarak da bırakacak değil. O size güzel nimetler ikram etti, bol bol yardım etti. Sizin her yaptığınızı tescil ediyor. İyi ve kötü günlerinizde size yardım etti. Ey Allah’ın kulları! Allah’a muhalefetten sakınınız! Yapacağınız işlerde azimli olunuz. İhtiyaç ve isteklerin son bulacağı ölüme iyi ameller yaparak hazırlanınız. Çünkü dünya nimetleri geçicidir. Onun felâketlerinden emin olunamaz. Aldatıcıdır. Zayıf bir gölge ve yıkılmaya yüz tutmuş bir dayanaktır. Arzu ve emelleri yorarak helak eder. Ey Allah’ın kulları! İbret alınması gerekenlerden hisse kapınız. Her şeyden ibret alınız. Korkunç haberlerden ders alınız. Öğütlerden istifade ediniz. Ölümün pençesine geçmek üzeresiniz! Toprak sizi bağrına basmak üzere. Sûr’un üfürülmesiyle korkunç tehlikeler sizin etrafınızı saracak. Kabirdekiler çıkarılacak, mahşer yerine sevk edilecekler. Hesaba çekileceksiniz. Mahşer yerine giderken, herkesin yanında onu oraya götüren biri ve yaptıklarına şahitlik edecek bir de şahit bulunacak. O gün Allah’ın nuru ile yer yarılır, amel defterleri ortaya konur, peygamberler ve şahitler huzura getirilirler. Kimseye zulmedilmeden aralarında adaletle hükmedilir. İnsanlar ve onlarda hakları olan hayvanlar aynı yerde toplanırlar. Sırlar açığa çıkar, kötüler helâk olur, kalpler ürperir. Cehennem hırslı, homurtulu, korkunç seslerle, hiddet ve tehdit savurarak karşılarına çıkarılır. Ateşleri yanar, suları kaynar, sıcaklığı vücutlara işler. Ebedî cehennemlik olanlar hiç çıkamazlar, onların pişmanlıklarının sonu yoktur, zincirleri de kırılmaz. Onların yanında kendilerine ateşin geldiğini, cehennemin yaklaştığını haber veren melekler vardır. Cehennemlikler Cemalullah’ı göremezler, Allah’ın dostlarından ayrılarak cehenneme giderler. Bu hallere düşmemek için şimdiden tetbirinizi alın! “Ben karanlıklar eviyim!” 15.2.2001 Hz. Ali bir konuşmasında ölümü hatırlatarak şu nasihatlarda bulundu: Ey Allah’ın kulları! Vallahi ölümden kurtuluş yoktur. Önüne durursanız yakalar, kaçarsanız yetişir. Kurtuluş yoluna koşunuz! Acele edin! Acele edin! Arkanızda sizi hemen isteyen bir kabir var. Onun sıkmasından, karanlığından ve yalnızlığından korununuz. Kabir ya cehennem çukurlarından bir çukur, ya da cennet bahçelerinden bir bahçedir. O hergün üç defa lisan-ı hal ile: “Ben karanlıklar eviyim! Ben yılan çıyan yuvasıyım! Ben yalnızlık diyarıyım!” der. Dikkat edin! Ondan ötesi daha da kötüdür. Ateşinin ısısı yüksek, dibi derin ve zinetleri de demir kelepçelerdir. Cehennemin ötesinde ise muttekiler için hazırlanmış, genişliği yer ve gökler kadar olan cennet vardır. Allah bizleri ve sizleri müttekilerden kılsın! Bizleri ve sizleri elem verici azaptan korusun. Ey Allah’ın kulları! Dünya hayatı sizi aldatmasın. Çünkü dünya, belalarla çevrili, fâniliği ile maruf ve aldatıcılığı ile meşhur bir yerdir. Oradaki herşey yok olmaya mahkumdur. Dünyadakiler arasında devamlı bir mücadele ve el değiştirme vardır. Dünyadakiler dünyanın şerrinden asla beri olamazlar. Bir bakarlar bolluk ve neş’e içindeler, bir de bakarlar ki başlarına bir bela gelmiş, dünya onları aldatmış! Dünya hayatı yerilmiştir, bolluğu sürekli değildir. Orada herkes hedeftir, dünya onları okları ile vurur, ölümü ile helâk eder. Ey Allah’ın kulları! Siz bu dünyadan göçüp gidenlerden farklı değilsiniz. Onlar sizden daha uzun ömürlü, daha kuvvetli, daha mamur beldelere ve daha ölmez eserlere sahip idiler. Birkaç nesil sonra sesleri sakinleşti ve tamamen duyulmaz oldu. Cesetleri çürüdü, yurtları bomboş kaldı ve eserleri yok oldu. Onlar muhteşem saraylarını, konforlarını ve atlastan dokunmuş yataklarını, üzerleri taşlarla örtülü, toprak yığılı viranelere yapılmış mezarlara değiştiler. Yerleri dar, sakinleri gariptir. Onar orada yalnızların, kendi başının derdine düşenlerin ve birbirleriyle samimi olmayanların arasındadırlar. Evleri yakın ve duvar dvara oldukları halde komşular birbirlerini ziyaret etmiyorlar. Nasıl ziyaret esinler ki, zaman onları öğüttü, taş ve topraklar da yedi. Hayattan sonra ölümü, refahtan sonra sıkıntıyı tattılar. Dostlarından ayrıldılar, toprağı mesken edindiler, dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktılar. Ey Allah’ın kulları! Alçak gönüllü, mütevazi ve Allah korkusundan dünya değiştiren kullar gibi siz de Allah’a isyan etmekten sakınınız. Onlar sakındırıldıklarından çekinirler, korkarlar, iyiliği istemekte acele ederler, tehlikelerden kaçarak kurtulurlar. Onlar ahiret için iyi ameller yaparlar, azıklarını hazırlayarak giderler. Davacı ve delil olarak amel defterleri kifayet eder. İyiliklerin mükafatı olarak cennet, kötülüklere karşı ceza olarak da cehennem kâfidir. Kendim için ve sizler için Allah’tan af dilerim.” “Bilmiyorum, demekten utanmayın!” 19.2.2001 Hazreti Ali bir cenazenin defnedilip oradan ayrıldıktan sonra hazır bulunanlara şöyle bir nasihatta bulundu: Sizin de ölüler diyarına varmanız ve orada, yaptıklarınıza karşılık rehin olarak kalmanız yakındır. Sizi de kabir kucaklayacak. İşler bitince haliniz ne olur? Kabirdekiler diriltilir, gizli olanlar açığa çıkarılır, huzurda hesap için durdurulursunuz. Dünyada işlenen günahların korkusundan dolayı kalpler ürperir, örtü ve perdeleriniz yırtılır; ayıplarınız sırlarınız ortaya çıkar. Orada herkes yaptığının karşılığını alır. Kötülük yapanlar yaptıkları ile cezalandırılır, iyilik yapanlar da iyilikle mükafatlandırılır. Amel defterleri ortaya konur konmaz, günahkârların defterlerinden olanlardan korktuklarını görürsün. Onlar vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da büyük küçük bir şey bırakmadan hepsini muhafaza temiş, derler. Yaptıkları herşeyi defterde görürler. Rabbiniz hiç kimseye zulmetmez. Ey insanlar! Ahiret için çalışmadan ahireti uman, uzun emeller peşinde olup tevbe etmeyi geciktiren, dünyayı sevmeyen kimselerin diliyle dünyadan bahseden ve fakat dünyayı sevenler gibi çalışan, kendisine verilince doymayan ve verilmeyince sızlanan kendisine verilene şükretmediği gibi daha da isteyen, kendi yapmadığı şeyleri başkalarına emreden ve yaptığı şeylerden de başkalarını yasaklayan, salih kimseleri sevdiği halde onlardan olmayan ve kötü kimseleri sevmediği halde onlardan olan, kesin bilgilerine uymadığı halde zan ve tahminlerine uymaktan kendini alamayan, zenginleşince azıp baştan çıkan, hastalanınca sızlanıp yakınan, fakirleşince ümidsizliğe düşüp gevşeyen, Allah’ın bol nimetlerine rağmen günahlar içinde yüzen, sağlığa şükür ve belaya sabretmeyen, öğüt ve ikazlardan hiç etkilenmeyen ve ölümle korkutulduğu zaman, sanki korkutulan kendisi değil de başkası imiş gibi davranan kimselerden olmayın. Gün gelir, İslâm dininin yalnız ismi, Kur’an-ı kerimin de yalnız yazısı kalır. Kişi bilmediği şeyi sorup öğrenmekden ve kendisine sorulan kimse de o şeyi bilmiyorsa “bilmiyorum” demekten utanmasın. O gün camilerimiz cemaatle dolar, fakat içiniz ve dışınız hidayetten yoksundur. Gök kubbe altındaki kimselerin en kötüsü din adamlarınızdır. Hz. Ali’nin Hz. Ömer’e nasihatı 20.2.2001 Ey müminlerin emiri! Kesin bilgine şüphe, ilmine cehalet karıştırma. Zannını da doğru diye kabul etme. Bil ki dünyadan sana ancak infak ettiğin, Allah için verdiğin adaletle bölüştürdüğün ve giyip-eskittiğin vardır. Ey müminlerin emiri! Eğer iki arkadaşına (Resûlullah ve Ebubekir) ulaşmak seni sevindirirse, emelini kısalt, tam doymayacak şekilde ye, elbiseni kısalt, gömleğini yama, ayakkabını tamir et, o ikisine ulaşırsın. Hayır, malının ve evladının çok olmasında değil, ilminin ve hilminin, yumuşaklığının artmasında ve insanları Rabbine ibadet ettirerek yücelmesindedir. Eğer iyilik yaparsan, Allah’a hamdet. Kötülük yaparsan bağışlanma dile. Dünyada ancak şu iki kişi için hayır vardır: Günah işleyen ve bunu tevbe ile gideren kişi. Hayırda yarışan kişi. Takva ile yapılan amel az değildir. Kabul edilen amel nasıl az olur? Hz. Ali, İbni Mülcem tarafından yaralandığında oğlu Hz. Hasan ağlayarak yanına girdi. Hz. Ali: “Seni ağlatan nedir oğulcuğum” dedi. Nasıl ağlamayayım, sen vefat üzeresin” dedi. Hz. Ali: “Yaptığında sana zarar vermeyecek sekiz tavsiyemi ezberle oğulcuğum” dedi. Hz. Hasan: “Onlar nedir? Babacığım” deyince şöyle dedi: “Zenginliğin en iyisi akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık kendini beğenmektir. En büyük şeref güzel ahlâktır.” Hz. Hasan “Babacığım bu dört tanesi. Bana diğer dördünü öğret” dediğinde ise Hz. Ali şöyle buyurdu: “Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Sana faydalı olmak isterken zararı dokunur. Yalancı ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Cimri ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o kendisine en çok ihtiyaç duyduğun anda senden uzaklaşır. Fâsıkla arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o, çok değersiz bir şeye seni satar. Allah’ın muvaffak kılması hayırlı bir rehberdir. Güzel ahlâk, hayırlı bir yoldaştır. Akıl hayırlı bir arkadaştır. Edeb, hayırlı bir mirastır. Kendini beğenmekten daha büyük bir yalnızlık yoktur. Söyleyene değil, söylenen söze bak!” Hazreti Ali’nin oğluna vasiyeti 21.2.2001 Hazreti Ali oğlu Hasan’a vasiyetinde şöyle buyurdu: “Ey oğul! Her şeyden önce Allah’dan hakkıyla kork. Bütün emirlerini yerine getir. Ciddi olarak ölümü an ve ölümü anmakla kalbini yaşat. Her şeyin yok olacağını bil, ve kalbinin de yoklukta karar kılacağını ona bildir. Ona dünya facialarını ve musibetlerini teker teker göster. Zamanın şiddetini ve kükreyişini, gece ve gündüzlerin aleyhine çevrildiğini düşün, hatırla ve hatırlat. Kendi nefsine ve kalbine, daha evvel geçmiş insanoğullarının kıssalarını ve hikâyelerini söyle. Mazide insanların başına gelen felaket ve musibetleri düşün. Aynı şeylerin tekerrür etmemesi için dikkat et. Atalarının topraklarında ve yaşadıkları yerlerde gez. Ve onların eserlerini dikkatle tetkik et. Onlar neler yapmışlar, nereden nereye, ne için göç etmişler? Bunları tedkik ettiğin zaman onların pek yakın arkadaşlarından ve sevgililerinden ayrılıp gurbet ellere gittiklerini göreceksin. Tıpkı onlar gibi sen de pek yakında bilmediğin görmediğin yerlere göç edip gideceksin. Şu halde gelecekteki yerini şimdiden hazırla ve temizle. Ahiretini dünya ile satma. Bilmediğin şey hakkında konuşma. Vazifen olmayan şeye karışma. Ve her işi kendi ehline bırak. Sonunda bir felâketin gelmesinden korktuğun yolu terk et. Zira bir işte felaket sezildiğinde onu terk etmek, korku ile ilerlemekten hayırlıdır. İyiliği emret ki iyilik ehlinden olasın. Kötülükleri, kendisinde Allah’ın rızası olmayan şeyi elin ile ve dilin ile ortadan kaldırmağa çalış. Bütün gücünü sarfederek kötülük işleyenleri uzaklaştır. Allah yolunda hakkıyla çalış. O’nun uğrunda mücâhede ve mücâdele etmekten çekinme. Herhangi bir kimsenin ağır sözleri seni yolundan alıkoymasın. Nerede olursan ol, Hakk’a ulaşmak için bütün güçlüklerini aşmağa çalış. İslâmiyette ne var ise hepsini anla ve öğren. Kendini güçlükler karşısında sabretmeğe alıştır. Zira haksızlık karşısında hak için sabretmek en iyi ahlâktır. Bütün işlerde Allah’ına sığın; zîra o en iyi koruyucu, en iyi barınak ve en yakın kurtarıcıdır. Her işinde Allah’a teslim ol. Zîra insanoğluna her şeyi bahşeden de O mahrûm eden de O’dur. “Önüne görmediğin yolda yürüme!” 22.2.2001 Hazret-i Ali’nin oğluna vasiyeti: Ey Oğul! Kendimi, hayatımın son demlerini yaşadığımı ve gittikçe zayıflamakta olduğumu görünce bu tavsiyemi sana bildirmekte acele etmeyi uygun buldum. Zîra düşündüğüm bütün şeyleri sana söylemek için bir zaman bulamadım. Ecelimin gelmesinde, vücudumun zayıflaması gibi hafızamın da zayıflamasında, heva ve heveslerin veya dünya fitnelerinin benim nasihatımdan önce kalbine hâkim olmasından, bunun neticesi olarak da huysuz bir at gibi olmandan endişe ederek sana nasihatımın bir kısmını yazıyorum. Ey Oğul! Benim vasiyetimden edineceğin şeylerin en hayırlısı Allah’dan korkup O’na sığınmak O’nun sana farz kıldığı şeyleri yerine getirmek, atalarının ve geçmiş insanların izini takib etmektir. Şimdi sen kendi nefsine nasıl güven ve itimadla bakıyorsan, senden evvel geçen ataların aynı şekilde kendilerine güveniyorlardı. Şimdi sen nasıl düşünüyorsan onlar da aynı şeyi düşünüyorlardı. Fakat neticede iyi ve doğru buldukları şeyi tuttular. Vazifelerini noksansız yapmağa çalışdılar. İşte onların neticede vardıkları şeyi ve takip ettikleri yolu kabul devam ettirmek istiyorsan, onların başında takib ettikleri yolu aynen takip et. Tedkiklerini yaparken önce Allah’a sığın, O’ndan başarılar dile. Seni şüpheye götürecek veya kötülüğe düşürecek her şeyi terket. Kalbinin her türlü kötülükten durulduğunu, fikirlerinin toplandığını ve tek arzunun hakikatı bulmak olduğunu görünce sana söylediğim hususları düşünmeğe başla. Şayed bunlara sahib olduğuna kani değil isen karışık mevzulara girişme. Zira önünü göremeyen bir kimse gibi olursun ki, her an içinden kurtulmak pek güç olan çukurlara, uçurumlara düşersin. Böylece karanlıklar içinde, zulmetler arasında boğulup mahvolmağa mahkum olursun. Önünü görmeden yürümek ve her an uçurumlara yuvarlanmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmak ise İslâmiyeti öğrenmek isteyenlere yakışmaz. “İnsan herşeyi bilemez!” 26.2.2001 Hazret-i Ali’nin oğluna vasiyeti: Ey Oğul! Bu tavsiyelerimi dinle ve anla! Ve bil ki, her canlının ölümünü elinde tutan, yaşamasını da elinde tutmuştur. Varlıklara can verip yaşatan, neticede onları öldürendir. Zenginleri fakir, fakirleri de zengin yapan O’dur. Her türlü belâyı ve hastalığı veren O, her belâya bir deva bulan yine odur. Dünya taşıyla, toprağıyla, rengiyle, şekliyle, ağaçlarıyla, meyveleriyle O’nundur. O’nun istediği ve arzusu üzerine hareket etmektedir. Âhiret de hesabıyla, cezasıyla, cennetiyle, cehennemiyle ve bizim bilmediğimiz daha bir çok şeyleriyle O’nundur. Sen cahil yaratılıp sonra öğretilen bir yaratıksın. İlimde ne kadar ilerlesen, bir çok şeyde şüphesiz yine bilmediğin bulunacaktır. Çünkü düşünme sahasının dışında, görme kudretinin pek ilerisinde bulunan çok şeyler vardır. Şayed bunlardan birisine muttali olabilir ve Allahü teâlâ bazı şeyleri sana öğretirse onu kendi kuretiyle meydana getirip kazandığını zannetme. Bil’akis bunun için seni yaratan, rızıklandıran ve seni güzel varlık şeklinde meydana getiren ulu varlığına sığın. İbadetin O’nun için olsun. Aşkın O’na olsun. Korkun yalnız O’ndan olsun!.. Bil ki Ey Oğul! Peygamber aleyhisselamın Allah hakkında bildirdiği gibi hiçbir kimse bildirmedi ve bildiremez. O’nu en bir rehber ve kurtuluş ordusunun kumandanı gibi kabul et. Seni yaratan Rabbinin bir ortağı olsaydı sana onun da peygamberleri gelirdi. Böylece onun sıfatlarını ve işini öğrenirdin. Fakat O, kendisinin söylediği gibi tek ilahdır. Kendi mülkünde hiçbir kimse ona düşmanlık besleyemez. O, doğurmamıştır. Doğurulmamıştır. Ölmeyecektir, ebedîdir. Her şeyden evvel vardır. Fakat varlığının bir başlangıcı yoktur. Her şeyden sonra kalacaktır. Fakat kalmasının da bir sonu yoktur. Kudreti, büyüklüğü, kalbin, gözün çerçevesi haricindedir. Eğer bunları bilir ve inanırsan küçüklüğünü düşünerek yakıştığı gibi hareket et. O’nun karşısında kuvvet ve kudretsizliğini düşün. Her hususta O’na ihtiyacın vardır. O’na yönel. Rızasını dile. Cezasından kork. Emirlerini yerine getirmeğe çalış; zira O iyilikten başkasını emretmez. Yasaklarından kaçın; Çünkü O, kötülükten başkasını yasaklamaz. “Sakın dünyaya bel bağlama!” 27.2.2001 Hazret-i Ali’nin oğluna vasiyeti: Gözümün nûru oğlum! Sen benim hayırla halefim, timsâl-i şerefimsin. Şu vasiyyetimi can kulağıyla dinle ve ona göre amel eyle ki, bu sana, çok hayırlı bir baba nasihatıdır. Dünya, bazan seni arıyormuş gibi yalancı bir iltifat gösterir. Sen onun bu gönül avlayıcı hilesine sakın aldanma... Bazanda senden kaçıyormuş gibi yüz çevirir, döner, dolaşır.. Buna da önem verme... Dünya, çok acaib bir tanıkdır; yâr olmaz. Aceleci ve korkak adamların haline benzer: Telaşlıdır. Ayrılığı da sevimsiz kimselerin ayrılığına benzer: Gönül kırıcıdır. Dünyanın, hayrı az, dirliği kısa; güler yüzle gösteriş, yüz çevirmesi fecîa; lezzet ve kavuşması geçici, nimet ve ihsanı fâni, günah ve vebali ise bâkîdir Dünyanın... Şu halde; müddet bitmeden, kudret elden gitmeden, gaflet perdesi açılmadan, zamanın müsaadesini, imkanın fırsatını ganimet bil de ahiretin için erzak tedari kine bak!... Kişi, dünyada ahireti için ne harc etti ise, yarın onu bulacaktır. Dünya, ahiretin tarlasıdır; ne ekilirse o biçilir. Bu vefasız dünyanın hilesi çok; bir hal üzere kaldığı yoktur... Bir tarafı ıslâh ederse, diğer tarafı ifsâd; birini sevindirirse, diğerini mahrum eder. Öteden beri âdeti, meşrebi ve gidişi budur. Dünyaya candan meyl ve bağlılık, sonunda iç acısı ve hüsran olur. Bu geçici dünyada bekâ muhaldir. Öyle ise ona bel bağlamak açık bir sapıklıktır. Oğlum, Değerini ve haysiyetini, şeref ve meziyetini iyi muhafaza et. Ömrünü boş şeylerle geçirme. Malını da günah yoluna sarfetme ki, dünyadan amelsiz çıkıp da Allah’ın huzuruna emelsiz varmış olmayasın. Güzel sözünü güzel işinle mezcet ki, güzel beyanın meziyetini, lutuf ve ihsanın semeresini zatınde toplamış olasın. Bir de yapamıyacağın bir şeyden dem vurma!.. Söz ehli olmakdan daha çok iş ehli olmalısın!.. Şurasını da dikkat nazarından uzak tutma ki, her fenalığın başı para sevgisi, hırs ve tamahtır. Bu iki kötü haslet, senin temiz kalbinde yol bulmasın... Ey Oğul! Dünyayı ve onun terlü hallerini, içinde bulunan bütün şeylerin başka bir yere göç edeceğini, âhıreti ve ehli için orada yapılacak şeyleri, âkıbetlerini bildirdim. Bunlar hakkında senin ibret alman için bazı misaller verdim. Bu misaller ile senin kurtuluşunu ümit ettim. “Zulüm Allah’ın gadabını hızlandırır” 28.2.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: Gittiğin yerden birçok vali geldi geçti. Bir kısmı adalet ile idare etti. Bir kısmı zulmetti. Her biri şimdi yaptıkları ile anılıyor; yaptıklarının karşılığını görüyorlar. Sen, senden evvelki idarecilerin davranışına nasıl bir gözle bakıyor idiysen, halk da senin davranışlarına o gözle bakacak, önce geçenler hakkında verdiği hükmü senin hakkında da verecektir. İdarecilerin durumu, halkın onlar hakkında verdiği beyanat ve ifadelerinden anlaşılır. Nefsine, heveslerine hâkîm ol. Sana helal olmayan hususlada nefsine karşı, cimri ol. Zira bu suretle nefsine cimri olmak nefsin sevdiği ve sevmediği şeyler hakkında nefisten intikam almak demektir. Halkına karşı merhamet, mahabbet, iyi muamele ile kalbini doldur. Sakın onlara karşı ganimet yiyici bir arslan kesilme! Halk iki sınıftır. Ya senin din kardeşin, yahud hılkatte bir eşindir. Onlardan insanlık icabı hatâ sâdır olur, illetlere, huylara düçar olurlar. Ellerinden kasden veya hataen bazı şeyler zuhur eder. Sen Allahü teâlâdan af ve müsamaha dilediğin gibi sen de onları af veyle, iyi muamelede bulun. Sen onların üzerine hakimsin. Senin üzerinde de emirilmümin var. Onun üzerinde de Cenab-ı Allah vardır ki, halkın işlerini idareye seni o memur eyledi. Kendini Allah’ın dinine muhalefete, zulüm ve haksızlığa yöneltme. Sonra Allah’ın gadabına uğrarsan, sen nefsini müdafaaya takat getiremezsin. Sakın hiçbir affından dolayı pişman olma. Cefâ verince de mesrur olma. Kaçınma imkânını buduğun müddetçe hiçbir tehlikeye atılma. Bir de sakın “Ben kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler!” deme. Çünkü bu, kalbe fesat, dine zaaf verir. İnsanı mağrur eder, gurur da helake götürür. Sahip olduğun makam sende gurur ve kibir hasıl ederse, üzerindeki Allah’ın kudretini düşün.. Kendiliğinden kâdir olamayacağın şeylerde O’nun kudretini hatırla ki, bu düşünce senin yükseklerde uçan bakışını yere indirir, şiddetini giderir. Seni bırakıp giden aklını başına getirir. Nefsin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, yönettiklerin içinde kendilerine meyil beslediklerin hakkında, Allah’a ve Allah’ın kulların karşı adaletten kat’iyyen ayrılma. Şayed böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Allah’ın kullarına zulmedenin davacısı Allah’dır. Allah da bir kimsenin hasmı oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün güçler geçersiz kalır. Kul, zulmüne tevbe edinceye kadar husumet-i ilahiyye devam eder. Zulüm üzere bulunmak kadar Allah’ın nimetini gideren, gadabını çabuklaştıran hiçbir şey yoktur. “Sakın büyüklük yarışına kalkışma!” 1.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: Sakın Allah ile azamet, büyüklük yarışına kalkışma. Allah’a benzemeğe özenme. Çünkü Cenab-ı Hak böylelerini zelil, her mütekebbiri hakîr eder. Zira Cenab-ı Allah, zulüm altında inleyenlerin iniltisini işitmekte, zalimleri görmektedir. Bir iş yapacağın zaman öylesine yönel ki, hakkaniyet itibariyle en makulü adalet itibariyle en şumüllüsü, halkın rızasını celbetme bakımından bütün toplumun hesaba katıldığı iş olsun. Zira halkın hoşnudsuzluğu, birkaç ferdin veya zümrenin arzusunu hükümsüz bırakır. Birkaç kimsenin gazabı ise, halkın rızası, isteği içinde kaynar gider. Kamuoyunu hoşnud edecek kimselere görev ver. Zira o kimselerin kararlaştırıp benimseyecekleri meseleler halkın rızasına muvafık olur. Tatbik edilen hükümet işlerine karşı halkın itiraz hakkı kalmaz ve daima memnun bulunurlar. İyi günlerde yükü ağır basan, kara günlerde yardımı az dokunan, adaletten hoşlanmaz, istemekten usanmaz, verilince teşekkür bilmez kimselerde de çıkacaktır. Bunlar için de, İslam adaletinden dışarı sakın çıkma! Halkın ayıplarını araştıran, ortaya döken kimselerden uzak dur. İnsanların ayıplarının örtülmesi herkesten fazla valinin vazifesidir. Binaenaleyh bu ayıbların sana gizili kalanlarını sakın deşme! Senin vazifen muttali olduklarını ıslahdan ibarettir. Sana mechûl kalanlara gelince onlar hakkındaki hükmü Allah verir. Evet, sen halkının ayıbını gücün yettiği kadar ört ki, Allah da senin, halkından gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün. Sakın ne seni zarurete, sıkıntıya, darlığa düşürmek ihtimaliyle korkutarak iyilik etmekten vazgeçirecek cimriyi; ne işlerin büyüklüğü karşısında azmini gevşetecek korkağı; ne de haksızlığa saparak sana ihtirası iyi gösterecek harîsi danışma meclisine sokma! Çünkü cimrilik, korkaklık, ihtiras ayrı ayrı tabîatlerdir ki, bunları Allah hakkında sui zanna sebep olurlar. Sakın insanların kötüsü ile iyisi senin yanında eşit olmasın. Zira eşitliğin böylesi iyileri iyilikten soğutur, kötülerin de fenalığa meylini artırır. “Danışmanlık yapacakların en kötüsü...” 5.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: İşlerinde istişare edeceğin, danışacağın kimselere dikkat et! Sana danışmanlık yapacak kimselerin en kötüsü senden evvel şerlilerle beraber olan, onların suçlarına ortaklık eden kimselerdir. Böyleleri kat’iyyen senin çevrende olmamalı; çünkü bunlar canilerin yardakçıları, zalimlerin dostudur. Zalime zulmünde, günahkâra cürmünde yardım edenlerden uzak dur! Şerlilerden uzak olan böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden ziyade, senden başkasına mahabbeti o nisbette az olur. Bu gibilerini kendine yakın bulundur. Sonra bu adamların içinde en ziyade beğeneceğin kişi de sana acı hakikatleri herkesten ziyade söyleyen olmalıdır. Bu kişi sende, Allahü teâlânın razı olmadığı bir şey görse, bundan seni uzaklaştıramasa, hoşuna gideceğini gitmeyeceğini hiç düşünmeden seni terketmeyi göze alsın. Bilmiş ol ki, idarecinin halkının hüsn-i zannına en çok sebeb olan şey, kendilerine iyilikte bulunması, yüklerini hafifletmesidir. Hüsn-i zann edersen birçok yorgunluklardan kurtulursun. Sonra hüsn-i zannına en çok lâyık olan senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır. Sû-i zannına en layık olanı da hakkındaki tecrübeleri fenâ çıkanıdır. Müslümanların canı mesabesinde olan büyükleri tarafından işlenerek herkesin ülfet ettiği, halkın güzelce tatbik ettiği sünneti, güzel bir âdeti sakın kaldırayım deme. Bu sünnetlerin herhangi birine aykırı gelecek yeni bir yolu ihdâsa da asla yanaşma. Çünkü bu bidat devam ettiği müddetçe bunun vebal senindir. Memleket meselelerine uygun gelen tedbirleri tesbit ve senden evvelki insanlara doğruluk temin eden sebepleri yerine getirme hususunda sık sık ulema ile müzakere et, ileri gelenlerle sohbetlerde bulun. İnsanlar hakkındaki bütün kin düğümlerini çöz. Seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes, sence açıklık kazanmamış şeylerin tümünü anlamamış görün. Şunu bunu çekiştiren gammazların sözüne sakın inanıverme. Çünkü gammaz ne kadar saf görünürse görünsün yine hilekârdır. “Hak edenleri taltif et!” 6.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: İdareciler için memlekette adaletin kaim olmasından, bir de halkın kendisine karşı mahabbet göstermesinden daha büyük teselli sebebi yoktur. Zira yürekler selamette olmadıkça ortaya sevgi çıkmaz. Sonra askerin senin hakkındaki güveni, ancak emirlerinden memnun olmalarıyla, onları bir yük gibi görüp bir an evvel başlarından çekilmelerini istememeleriyle kaimdir. Sen, kendilerine ümid sahası aç. Övgüye müstehak olanları taltif etmekte, büyük olaylar yaşamış olanların başından geçenleri dile getirmekte kusur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak şecaat erbabını galeyana, mücadelede tereddüt edenleri de gayrete getirir. Sonra bunlardan her birinin fedâkârlığını iyice tanı. Hem sakın birinin hizmetini başkasıyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği şecaatle münasib düşmeyecek düşük bir paye verme. Bir de mevkiinin büyüklüğü bir adamın ufak hizmetini büyük görmene, mekviin küçüklüğü bir adamın kıymetli hizmetini küçük görmene asla sebep olmamalı. Sonra altından kalkamadığın yükleri, gözüne kestiremediğin, gücün yetmeyeceği işleri Allah’a ve Resûlüne havale et. Cenâb-ı Hak hidayete ermesini dilediği bir kavme: “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne ve sizden olan ulu’l-emr’e itaat edin. Şayet birşeyde anlaşamaz iseniz onu Allah’a ve Resûlüne havala edin!” buyuruyor. Allah’a havale etmek demek, emirlerine sarılmak demek, Resûlüne havale etmek demek, O’nun her an toplayan, tefrikaya meydan vermeyen sünnetine uymak demektir. İnsanlar arasında hüküm için öyle bir adam seç ki, sence halkın en değerlisi olsun, işden sıkılmasın, mahkemede duruşmaya gelenlere sinirlenerek inada kalkışmasın, hatasında ısrar etmesin, hakkı gördüğü anda hatadan döneceği yerde dili tutulup kalmasın, hiçbir zaman tama’ ettiği menfaatın kaybolacağı endişesine düşmesin, meseleyi künhüne varıncaya kadar anlamadıkça, birdenbire hasıl ettiği kanaatı kafi görmesin. Şübhe konusunda en fazla temkinli davranır, delillere en ziyade sarılır, hasmın müracatından en az usanır, işlerin açığa kavuşmasını sabırla bekler, hükmün açığa kavuşmasında kati kararını verir, medhetmekle şımarmaz, iltifatı ile eğilib bükülmez olsun. Şu da bir gerçektir ki, böyleleri de pek azdır. “Bencil kimselere görev verme!” 7.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: Yönetimde görev verdiğin kimselere dikkat et, geçmişini araştır, kendilerini iş başına ondan sonra getir. Tarafgirlik, bencillik hissiyle kimseye vazife tevdî etme. Çünkü bu iki tavır haksızlık ve hıyanete sevkeder. Bir de işin için iyi bilinen ailelerden yetişmiş tecrübe ehli, haya, sahibi, İslâma hizmeti geçmiş adamları araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu şerefi en sağlam, tamahın cazibesine en az kapılan, işin sonunu en doğru gören kimseler onlardır. Geçim imkânlarını da geniş bir surette temin et. Böylece elleri altındaki şeylere el uzatmakdan o sayede uzak kalırlar. Bundan başka şayed emrine muhalefet ederler, yahud emaneti sakatlarlarsa, senin için aleyhlerinde kullanacak bir huccet olur. Sonra bunların icraatını takib et. Arkalarından vefalı, güvenilir kimslerden gözcüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmek, emaneti muhafazalarına ve halk hakkında yumuşaklık ile muamelelerine sebeb olur. Yardımcılarına karşı da ihtiyatlı bulun. Şayed içlerinden biri, elini hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler adamın bu hıyaneti üzerinde toplanacak olursa, şehadetin bu kadarını kâfi görerek yanından uzaklaştır. Şayed halk, yükün ağırlığından, yahud bir âfetten, yahud yağmurların, suların kesilmesinden, yahud toprakların su altında kalmasından, yahud kuraklık istilasından şikayette bulunurlarsa tesirini umduğun bütün vasıtalara müracaatla dertlerini hafifletmeğe çalış. Bu hususda hiçbir fedakârlık sana kat’iyyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki, memleketlerini imara sarfetmek için sana iade edecekler. Fazlaca memnuniyyetlerini ve övgülerini kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adaletten dolayı iftihar duyacaksın. Hem sen bu sermayeyi fazlasıyle vereceklerine güvenerek veriyorsun. Zira kendilerini refaha kavuşturduğun için biriktireceklerine adalet ve merhametle muamelen sebebiyle senden emin olduklarına itimadın vardı. Evet günün birinde yardımlarına muhtac olacağın bir hadise zuhur eder. Bakarsın ki hatır hoşluğuyla bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar, vazifeyi memnuniyyetle yerine getiriyorlar. Halk tahammül sahibidir; yüklediğin kadarını götürebilir. İşlerinin başına en iyileri getir 8.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: Memurlarına haline dikkat et. İşlerinin başına en iyilerini getir. Öyle kimseler bul ki, soyu temiz, ahlâkı düzgün olsun. Gördüğü itibar ile şımarmayıp başkalarının yanında sana karşı gelmeğe cüret edenlerden, olmasın. Uhdesine tevdi edilmiş işler itibariyle nasıl bir mevkide olduğundan bihaber bulunmasın; zira kendi kıymetini bilmeyen başkasının kıymetini hiç bilmez. Sonra bunları seçerken yalnız simalarını tedkikin, bir de hüsn-i zannın kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima sunî davranışlar ve güzel hizmetler göstererek görünüşe hükmeden idarecilerin gözüne girebilirler. Halbuki işin ötesinde ihlâslı değildirler, iki yüzlülük ederler. Onun için senden evvelki salih idarecilere hizmet etmiş olanları araştırarak halk arasında en iyi i ntiba bırakmış, emin insanlar olarak en ziyade tanınmış olanlarını seç. Böyle bir hareket senin Allahü teâlâya ve kendisinden görev aldığın kimseye karşı ihlasını gösterir. Bir de işleri tasnif ederek her sınıfın başına bu kabilden birini geçir ki, iş büyük olursa altında ezilmeyesin, çok olursa toplamasını bilemeyip beceremeyip dağılmayasın. Şayed memurlarının hatasını görür de aldırmazsan kendin kaybedersin. Sonra ticaret ve san’at erbabı gibi bir kısmı oturduğu yerde çalışan, bir kısmı şuraya buraya mal götüren, bir kısmı elinin emeğiyle geçinen kimselere iyi muamele et ve başkaları tarafından da o suretle muamele edilmesine dair tavsiyelerde bulun. O hayır ve menfaatı senin toprağındaki, denizindeki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak yerlerden ve başkalarının gidemeyeceği, yahud cür’et edemeyeceği mevkilerden getiriyorlar. Bunlar memleket için barış ve selamet adamlarıdır. Ne gâile çıkarmalarından korkulur, ne fesadlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek nezdindeki, gerek memleketinin diğer cihetlerindeki işlerini takib et. Şurasını da bil ki bunların çoğunda aşırı bir tamah, çirkin bir hırsla beraber menfaatlerde, ihtikâr, alım-satımda hile olur. Bu ise halk için zarar, idareci için ayıptır. Binaenaleyh bunlara mani ol. Göz yumma! “Fakirlerin hakkını gözetmeyi ihmal etme!” 12.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: Her türlü çareden mahrum fukara ve biçareler ile felaketzedeler, kötürümler hakkında Allah’dan korkmalı, hem çok korkmalısın! Bu tabaka içinde halini söyleyebilen de var, söyleyemeyen de var. Allaha teâlânın bunlara ait olmak üzere muhafazasını sana tevdi ettiği hakkı koru. Oradakilere beytü’l-malden bir hisse, başka yerlerde bulunanlara da her memleketin fakirler için olan tahsisatından bir hisse ver. Çünkü en uzakdakilerin de, en yakındakiler gibi hakları vardır. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana tevdi edilmiş bir vazifedir. İhtiyaç sahibleri için sırf kendileriyle meşgul olacağın bir zaman ve mekan ayır. Ve hepsiyle beraber otur da, seni yaratan Allah’ın rızasını celbedecek bir tevazu göster. Sakın büyüklenmek seni onlarla meşgul olmaktan alıkoymasın. Zira işlerin önemini layıkıyla yerine getirmeni mazeret sayarak ehemmiyetsizini bırakırsan mazur görülmezsin. Bu sebebden uzakdakileri de düşünmekden geri durma ve o zavallılara karşı yüzünü ekşitme. Yine bunlardan olup nazırların tahkiri, devlet görevlilerinin ağıra almaları yüzünden işleri sana kadar gelemeyenleri araştır. Sırf bunlar için tevazu ve Allah korkusuna sahip emin bir adam tahsis et ki, arada vasıta olsun, işlerini sana bildirsin. Hasılı öyle çalış ki, huzûr-i Bârî’ye çıkdığın zaman, “Bütün gücümü sarf ettim” diyebilesin. Halkın bu tabakası adaletli dağıtıma başkalarnıdan ziyade muhtacdır. Onun için her birinin hakkını vermeğe son derece itina et. Sonra yetimleri ve aşlı bulunduğu halde hiçbir çaresi olmayan kimselerin geçimlerini üzerine al. Vâkıa bu işler valiye ağır gelir. Lakin ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; Allah bunu yalnız o kimselere kolaylaşdırır ki, onlar halden ziyade akıbeti düşünerek nefsini tahammüle alıştırır ve kendisi hakkındaki ilâhî ahdin doğruluğundan emin kimselerdir. Halkın sana ulaşamayacağı kimse olma, derdi olan kimse çekinmeden derdini gelip dökebilsin. Ben efendimizden birkaç yerde işittim: “İçindeki zayıfın hakkı güçlüden serbestçe alınamayan bir millet hiçbir zaman kurtulamaz.” buyurmuştu. Müminlere merhametli ol. Sakın halkından uzun müddet saklı durma! “Halkın münasebetsiz sözleri hoş gör!” 13.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: Halkın münasebetsiz sözlerini, yahud dertlerini anlatmaktaki aczlerini hoş gör. Kendilerine karşı hırçınlık etme, azamet gösterme. Onları incitmezsen Cenab-ı Hak sana rahmetini açar, taatına mukabil sevabını ihsan eder. Verdiğini güler yüzlü, gönül hoşluğu ile ver, vermediğin takdirde kabul olunabilecek özürler dile. Gerçek olan şu ki, niyyet halis olmak ve halkın selametine yaramak şartıyle bu meşgalelerin hepsi Allah için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah ile arandaki haller için nefsine hasret. Sırf Allah rızası için eda edeceğin taatin en başta geleni de Zât-ı ilâhiye has olan farizaları yerine getirmekten ibaret olsun. Gecende gündüzünde, bedeninde Allah’a ait bulunan kulluk duygusunu ayır ve seni Hakk’a yaklaştıran bu taatı, vücuduna her neye mal olursa olsun eksiksiz gediksiz eda et. Şayed namazında halka imam olmuşsan sakın ne bıktıracak ne de bir hayra yaramayacak şekilde kıldırma. Çünkü halkın içinde öyleleri vardır ki, hastalık sahibidir, öyleleri de vardır ki, acele işi vardır. Efendimiz beni Yemen’e gönderirken “Onlara namazı nasıl kıldırayım?” demiştim. “En zayıfının durumuna göre” buyurmuşlardı. Müminlere merhametli ol. Sakın halkından uzun müddet saklı durma. Çünkü valilerin halktan saklanması bir nevi sıkıntı olduktan başka, memleket meselelerine vukuflarını azaltır. Valilerin perde arkasında oturmaları perdenin dışında dönen işlere muttali olmasını engeller. Binaenaleyh nazarlarında hadiselerin büyüğü küçülür, küçüğü de büyür. Güzeli çirkin, çirkini güzel olur. Hak batıl ile barışır. Vali de nihayet beşerdir. Halkın kendi nazarında gizli kalan işlerini nereden bilecek? Hakkın üzerinde nişâneler yok ki ona bakarak doğruluğun her türlüsünü yalanın her türlüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi sen mutlaka iki zümreden birisin: Ya hak yolunda gayret sarfeden gönlü zengin bir adamsın. O halde neye şart olan bir hakkı ödemekten yahud ihsan edici bir harekette bulunmaktan çekinip saklanırsın? Yahud öyle değilsin de cimrilikle mübtela bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk ihsanından ümidlerini kestikleri gibi istemekten o kadar çabuk vazgeçer ki!. Bununla beraber halk tarafından sana arzedilecek dertlerin çoğu ya bir zulümden şikayet, ya bir muamelede adalet isteği gibi şeylerdir. Bunları halletmekten senin asli vazifendir! “Sakın yüzüne karşı övülmeyi isteme!” 14.3.2001 Hz. Ali’nin Mısır Valisine nasihatı: Sakın kendini beğenme! Sakın nefsinin sana hoş gelen yönlerine güvenme! Sakın yüzüne karşı medholunmayı isteme! Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa hepsini mahvetmek için şeytanın elindeki fırsatalrın en sağlamı budur. Sonra sakın halkına ettiğin ihsanı başlarına kakma! Yahut yaptığın işleri mübalağalı gösterme! Yahud kendilerine olan vâdinden cayma. Çünkü başlarına kakmak, ihsanı bitirir, mübalağa hakikati söndürür. Vadinden dönmek ise Hâlıkın da halkın da nefretini celbeder. Cenab-ı Hak, “Böyle sizin yapmadığınız bir şeyi söylemeniz Allah indinde ne menfûr bir harekettir” buyuruyor. Sakın işlere vaktinden evvel atılma. Sakın vakti gelince de aşırı, acelecilik yapma! Sakın açıklık kazanmamış işlerde inad etme, açığa kavuştuğu zaman da gevşeme. Sonra işlerin herbirini yerine koy, işin herbirini yerinde yap. Herkesin ittifak ettiğin noktalarda kendini kayırmaktan çekin! İstihdam ettiğin adamların açık fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen ceza görürsün. Biraz sonra işlerin üzerindeki perdeler gözlerinin önünde açılır ve mazlumun hakkı senden alınır. Hiddetine, gazabına, eline, diline hakim ol! Ve bunların hepsinden uzak kalabilmek için bâdirelerden geri durup şiddetini tehir et ki öfken geçsin ve irâdene malik olasın. Bundan başka Cenab-ı Hakka rücu edeceğini hatırlayarak endişeye düşmedikçe nefsine hâkim olmak imkânını kat’ıyyen bulamazsın. Akrabalarına menfaat sağalama! Çünkü bunun kârı senin değil onun, ârı ise dünyada da ahırette de senindir. Sonra sana yakın veya uzak herkesi hakkı kabule mecbur et. Ve özel yardımcıların ve yakınların için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet. Çünkü sonu hayırdır. Şayet halkta senin zulmettiğin kanaati hasıl olmuşsa kendilerine özürünü bildirerek kanaatlerini değiştir. Çünkü bununla hem nefsini kırmış, hem halka yumuşaklıkla ile muamele etmiş, hem de kendini mazur göstermiş olursun. Böylece onları hak üzerinde dâim kılmaktan ibaret bulunan maksadını da elde edebilirsin. Hazret-i Ali’nin veciz sözleri 15.3.2001 “Cahil; bilmediğini sormaktan utanmasın. Âlim, içinden tam çıkamadığı bir meselede; en iyisini Allah bilir demekten sıkılmasın...” “Sizin için korktuğum şeylerin en başında, faydasız işlere dalmak ve uzun emelli olmak gelir. Bu insanı, hak yoldan alır. Uzun emelli olmak ise; âhireti unutturur...” “Fakihlerin fakihi odur ki; insanlara Allah’tan ümit kestirmeye... Ve Allah’ın azabından emin kılmaya... Allah’a isyan yolunda taviz vermeye... “ “Bilgisiz yapılan ibadette hayır yoktur. Anlayış vermeyen ilimde hayır yoktur. Tefekküre götürmeyen kıraatte Kur’an okumakta hayır yoktur..” “İlim kaynakları olunuz. Gecelerin aydın lambaları haline geliniz. Elbiseniz eski de olsa kalbleriniz yeni ve temiz olsun. Böyle olunca, semalarda yaşayan melekler âlemini görür, yeryüzündekilere anlatırsınız.” “Kalbler; içi boş kablara benzer; hayırlı olan hayırla dolu olanıdır.” “Takva; hataya devamı bırakmak ve amellere güvenip aldanmamaktır.” “Elinde bol dünyalık varsa; onunla çok ferahlanma... Ve ondan kaybettiğin olursa, hüzne boğulma... Bütün gayretini, ölümden sonrası için harca...” “Dünya, bir cîfedir. Ondan bir şey isteyen, köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı.” “ Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz; kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız.” “Dünya, kâbuslu bir rüya gibidir ki, sahibini sıkıntılı ve huzursuz kılar. Zahirde bal gibi tatlı görünür, fakat içinde öldürücü zehir gizlidir. Zevk-u safâsı varsa da, üzüntü ve keder ile karışıkdır.” “İyi düşünün, ihtiyatlı bulunun ki, nefis ve geçim sıkıntısı sizi aldatmasın. Herşey fânidir; biter tükenir. İnsan oğlunda ise, yalnız kazanmış olduğu güzel ahlak kalır.” “Zenginliğin en iyisi akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık kendini beğenmektir. En büyük şeref güzel ahlâktır.” “Dünya; sonu nimetleri giderip sıkıntıları çeken ve gıdası insan ömrü olan bir dâr-i fenâdır. Verir; fakat verdiğini geri alır. İtaat eder; fakat itatinde bile bin hile gizler. Görünüşteki güzelliğine aldanan hüsranda kalır.” “Akıllı kimse, günahlarını tevbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.” “Danışmadan iş yapan helak olur!” 20.3.2001 Hazret-i Ali’nin veciz sözleri “Kimseye danışmadan iş yapan helak olur; insanlara danışan onların akıllarına ortak olur.” “Fitneye karşı iki yaşındaki deve gibi ol;Onun ne binilecek sırtı ne de sağılacak sütü vardır.” “İnsanların en acizi, arkadaş kazanmada acizlik edendir.Ondan daha acizi ise, kazandıktan sonra kaybedendir.” “Dünyaya sarılan, kendini alçaltır. Düştüğü sıkıntıyı açıklayan zillete razı olur.Dilini kendisi üzerinde emir sahibi yapan , kendine ihanet etmiş olur.” “Acze düşenlere rahat bir nefes aldırmak, mazluma yardım etmek büyük günahların kefaretlerindendir.” “Sızlanmak, zamanın belalarına yardım eder; sabır, düşmanı oklara hedef eder. “ “Zaman uzasa ve sonuç gecikse bile, sabreden zaferi kaybetmez.” “Bir topluluğun yaptığına razı olan, onlardan sayılır. Batıl konusunda onlara dahil olanın iki suçu vardır: Onu yapmak ve yapılmasına razı olmak. “Her kap içine bir şey konuldukça daralır.Ancak bilgi kabı müstesnadır.O, bilgi konuldukça genişler.” “Cevap çok uzun olduğu zaman sorunun cevabı gizli kalır.” “Şiddet, zulüm son haddine geldiğinde ferahlık hasıl olur, bela halkaları iyice sıkıştığında rahatlık ortaya çıkar.” “Mümin, kardeşine karşı kibirlenmeye, öfkelenmeye başladığı zaman ondan ayrıldı demektir.” “Ayıbın en büyüğü, aynısı kendisinde de varken başkasını ayıplamaktır.” Kendisine, "Bize akıllıyı anlat" denilince; "Akıllı, her şeyi layık olduğu yere koyandır" dedi."Cahili anlat" denilince; "anlattım ya" dedi. “Bir haber duyduğunuz zaman onu nakletmek için değil ona uymak için belleyip düşünün.Çünkü ilmi rivayet edenler çoktur, fakat riayet edenler pek azdır...” “Âlim, cahili hemen tanır, çünkü daha önce o da cahildi. Cahil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.” “Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler” 21.3.2001 Hz. Ali’den veciz sözler “Affetmek fazilettir. Kararlı olmak metâdır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. İnsaf rahatlık, şer küstahlıktır. Emanete hıyanet etmemek, imandandır; güleryüzlülük ihsandandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir.” “Akıllı kimse, ibadetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Cahil kimse, günah işleyerek nefsin arzusuna uyandır.” “İlim; güzel bir miras, genel bir nimettir. İnsaf, ihtilafı giderir, ülfeti getirir.” “Adalet; imanın başıdır, ihsanın birleştiği noktadır ve imanın en yüksek mertebesidir.” “Âlim; sözü işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.” “Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesiresidir, gezinti yeridir.” “Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günahları siler, kalblere sevgi eker.” “Cahil; dayakla uslanmaz, nasihatlerden payını almaz.” “İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; ruhu ihya eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehaleti öldürür.” “Zulüm; ayakların kaymasına, nimetin yok olmasına, milletlerin helakine sebep olur.” “Gerçek müminin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.” “Kâmil mümin gizli şükreder, belaya karşı sabreder, ümit hâlinde iken bile korkar.” “Akıllı kimse, ibadetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Cahil kimse, günah işleyerek nefsin arzusuna uyandır.” “Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur.” “İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya malik olsa bile, yine fakirdir.” “Doğruluk, İslâmın direği, imanın desteğidir.” “Allahın azabından korkmak, müttekîlerin, takva sahiplerinin işaretidir.” “Dinin esası, emaneti yerine vermek, sözünde durmaktır.” “Haset eden daima hastadır, cimri insan, daima fakirdir.” “Başa kakan, nefret ateşini körükler.” 22.3.2001 Hazret-i Ali’nin veciz sözleri “Başa kakan, nefret ateşini körükler.” “Kanaatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.” “Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musibetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve isteyene vermektir.” “Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.” “Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.” “İman ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür.” “İman ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.” “Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki, öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.” “Ahmaklık, dermanı bulunmayan bir dert, şifası olmayan bir hastalıktır.” “Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi daim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.” “Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikreder, baktığı vakit de ibret alır.” “Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.” “Dünya müminin hapishânesi, ölüm hediyesi, cennet de varacağı yerdir. Dünya kâfirin cenneti, ölüm korkulu rüyası, cehennem de varacağı son duraktır.” “Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.” “İhtiras, gafillerin kalbinde şeytanların sultanıdır.” “Hikmet, her müminin kaybettiğidir, onu münafıkların ağzında olsa dahî alınız.” “Hasetçilerin en ehveni, haset ettiği kişinin elindeki nimetlerin yok olmasını ister.” “İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.” “Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.” “Mal, harcandığı kadar sahibine ikramda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihanet eder.” “Mal ve çocuklar, dünya hayatının zinetidirler. Salih amel de, dünyadan ahirete götürülen mahsuldür.” “Kârlı olan, dünyayı ahiretle değiştirendir.” 26.3.2001 Hazret-i Ali’nin veciz sözleri “Kârlı olan, dünyayı ahiretle değiştirendir.” “Allah için seven bir arkadaş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.” “Amel eden cahil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyacından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz.” “İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zinet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap!” “Yalancı, sözünde suçludur, isterse delili kuvvetli ve ağzı laf yapan biri olsun.” “İstişare, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.” “Dünya müminin hapishânesi, ölüm hediyesi, cennet de varacağı yerdir.” “Dünya kâfirin cenneti, ölüm korkulu rüyası, cehennem de varacağı son duraktır.” “Allaha taatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.” “Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sahibi ve büyük zatlar için daha çirkindir.” “Takva, dini ıslah, nefsi muhafaza eder ve mürüvveti süsler.” “Akıllı; alçak dünyadan el çeken, cennet-i a’lâya göz dikendir.” “Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır.” “Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.” “Sıkıntıya düşmeden önce tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.” “Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.” “Kârlı olan, dünyayı ahiretle değiştirendir.” “Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mirasçılara vermeye razı olur.” “İhtiras, rızkı artırmaz.” “Mal, sahibini dünyada yükseltir, ahirette alçaltır.” “Haset, bir dert ve hastalık olup, haset eden veya olunan helak olmadıkça, çaresi bulunmaz.” “Günahlar birer dert olup, devası istigfardır.” “İlim, maldan daha hayırlıdır!” 27.3.2001 Hazret-i Ali’nin veciz sözleri “İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.” "Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.” “Sabır, en güzel iman kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.” “Şek, şüphe, yakîni bozar, imanı yok eder.” “Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.” “Cömertlik ve cesaret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsan eder.” “Sıkıntıya karşı sabretmek, bolluk anındaki afiyetten daha efdaldir.” “Mümin, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükreder. Musibet ve belaya uğrayacak olursa, sabreder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.” “Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.” “Tûl-i emel [Fazla yaşama arzusu], serap gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.” “İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.” “Kendi nefsinden razı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrur ve yolunu şaşırmıştır.” “Gerçek dost, ayıbını görüp nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.” “Ahmaklık; herşeyi fuzuliymiş gibi hiçe saymak ve cahil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.” “Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibadetlerinde yardımcı olandır.” “Fazilet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur.” “İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrardır. İkrar, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.” “Fazilet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zinettir. İlim, en şerefli meziyettir.” “Adalet, halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin süsü ve güzelliğidir.” “Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan; mümin, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.” “Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür” 28.3.2001 Hazret-i Ali’nin veciz sözleri “Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.” “İyilikle emretmek, insanların en faziletli amelleridir.” “İffet; nefsin koruyucusu ve kirlerden paklayıcıdır.” “Sabır iki kısımdır; belaya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, haramlara karşı sabırdır.” “Haramlardan çekinmek, akıllıların şanı, şereflilerin tabiatındandır.” “Allah korkusundan dolayı gözyaşı dökmek, kalbi nurlandırır. Tekrar günah işlemekten insanı korur.” “Yaptığı günah bir işle övünmek, o günahı yapmaktan daha kötüdür.” “Ârifin, yüzü nur ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.” “Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serap, çabuk yıkılan bir dayanaktır.” “Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve ruhların ünsiyetidir.” “Mümin, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükreder. Musibet ve belaya uğrayacak olursa, sabreder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.” “Akıl, müminin dostu; ilim, veziri; sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silahıdır.” “İman ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.” “Haset edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.” “Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.” “Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı cehennem azabından korur.” “Gaflet, insana gurur getirir, helake yaklaştırır.” “Mümin, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyacı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkit kulağı ile dinler.” “Fazilet, gücü yettiğinde affetmektir.” “Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.” “Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.” “Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.” “Söz ilaç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.” “Ahmak ve cahil ile arkadaşlık etme!” 29.3.2001 Hazret-i Ali’nin veciz sözleri “Ahmak ve cahil ile arkadaşlık etme! Ondan kendini koru! Nice ahmaklar var ki, arkadaş oldukları akıllı kimseleri helak ederler. Kişi arkadaşı ile ölçülür. Kalbler buluştuğu zaman birinin diğerine tesiri vardır.” “Dostların kötüsü, senin için külfete giren, seni özür dilemeye mecbur bırakandır.” “Cehennemlik görmek istiyen, kendi oturduğu hâlde, başkasını ayakta tutan kimseye baksın!” “Bedende baş ne ise, imanda da sabır aynıdır. Başsız beden, sabırsız iman da olmaz.” “Dost edinin! Onlar sizin için dünya ve ahıret sermayesidir.” “Müslümanlar ahırete inanıyor. Kitapsız kâfirler inkar ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar, bir şey kazanmaz, müslümanlar da zarar etmezdi. Fakat herkes dirilince, kâfirler sonsuz azab çekeceklerdir.” “Kendilerinden hayâ edilen kimselerle arkadaşlık etmek suretiyle amellerinizi güzelleştiriniz!” “Mürüvvet iffetli olmak, nefse hakim olmak, darlıkta ve genişlikte bol bol ihsanda bulunmaktır.” “Halkın bir kısmı, beni çok sevip Eshab-ı kirama buğzeder. Ben bunları sevmem. Ben peygamber değilim. Bir kısmı da bana buğzedip, Sahabenin bir kısmını sever. Bunlar da Cehennemliktir.” Hükümdarlara nasihati: “Ey hükümdar, sakın kibirlenme! Büyüklük taslıyanlara özenme. Çünkü Allahü teâlâ, her zorbayı zelil, her büyükleneni hakir ve zelil eder. Affettiğinden dolayı asla pişman olma; cezalandırdığın için de sakın sevinme! Halkının ayıbını gücün yettiği kadar ört ki Allah da senin halkından gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün. Kimseye kin gütme! intikam iplerini kes. Şunu bunu gammazlayanın sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü gammaz ne kadar saf görünürse görünsün yine hilekardır. Sadık ve kanaatkar adamları kendine sırdaş edin. Eğer bunlar seni alkışlamazlar ve yapmadığın bir takım işleri sana isnad ile keyfini getirmezler ise bunu da anlayışla karşıla. Zira alkışa ve yersiz övgüye müsamaha etmek insanı büyüklenmeğe sevkeder. Sakın insanların iyisi ile kötüsü, senin yanında bir olmasın. Zira onları böylece eşit görmek bir tarafta iyileri iyilikten soğuturken kötülerin de fenalığa olan meylinde onlara cesaret verir.” 4- HORASAN VALİSİNİN TAVSİYELERİ İdarecilere her devirde geçerli tavsiyeler 2.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in tavsiyeleri: Abdullah bin Tâhir, Abbâsî halifesi Me’mûn zamanında vâli idi..Horasan’da vâli olan Abdullah’ın babası Tâhir, oğlunun Rakka vâliliğine getirildiğini öğrenince, tecrübelerinden istifade ederek, bir idarecinin nelere dikkat etmesi, siyâsî ve diğer hususlarda hangi kâidelere riâyet etmesi îcâb ettiğini ihtivâ eden uzun bir mektup yazarak, oğluna gönderdi. İnsanların çok hoşlanıp, elden ele dolaştırdıkları, nihâyet halîfeye kadar ulaştırdıkları ve halîfenin beğenip, çoğaltarak bütün valîlere gönderdiği bu mektup özetle şöyledir: Ey oğlum, şunu iyi bil ki, Allahü teâlâ emrettiği şeylerden seni hesâba çekecek ve yaptığın işlerin; mükâfât veya cezâ olarak, karşılığını verecektir. O hâlde aklınla, zihninle, basîretinle, her şeyinle, Hak teâlâya vereceğin hesâba hazırlanmaya yönel. Hiçbir meşgûliyet bu mühim farzı terketmene ve gevşeklik göstermene sebeb olmasın. Çünkü bu, her şeyin başıdır. Bir işle karşılaştığın zaman, önce Allahü teâladan korkarak istihârede bulun ve Resûlullah efendimiz vâsıtasıyla bildirdiği emir ve yasaklarına bağlı kalarak yapmaya çalış. Bu işin, Allahü teâlanın senin hakkında, râzı olduğu, beğendiği şekilde meydana gelmesini nasîb etmesi için O’ndan yardım iste! Sana yakın olsun, uzak olsun, hoşlandığın ve hoşlanmadığın bir hususta herhangi bir kimseye muâmele ederken, sakın adâletten ayrılma. Bütün işlerinde orta yolu tut. Îtidâlli olmak, orta yolda bulunmak çok takdir edilmiş, beğenilmiştir. Orta yolu tutmak, apaçık bir emniyet, fazîlet ve güzellik olup, insanı, istikâmet sahibi olmaya ve hidâyete sevkeder. Hak teâlânın yardımı, muvaffakiyeti ve iki cihan seâdeti ise, istikâmet, hidâyet üzere bulunanlaradır. Bütün dünyâ işlerinde orta yol üzere bulun. Bil ki, dünyâ işlerinde orta yol üzere bulunmak, kişinin izzet ve şerefini arttırır. Günahlardan korur. Ayrıca sen, kendini ve berâberinde bulunanları, ancak orta yolu tutmakla koruyabilir ve işlerini düzeltebilirsin. Orta yolu tut ve buna riâyet eyle. Böylece işlerin tamam olur, gücün, kuvvetin artar. Sana tâbi olan insanlardan, yakınında bulunanlar ve uzağında olanlar, düzelip ıslâh olurlar. Delilsiz kimseyi suçlama! 3.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: Kendisine vazife verdiğin hiçbir kimseyi herhangi bir şeyden dolayı, durumu iyice araştırmadan evvel, kat’ıyyen bir suç ile ithâm etme. Çünkü, tertemiz kimselere ithâmlarda ve kötü zanda bulunmak, büyük günahdır. Arkadaşların ve yakınların ile ile alâkalı işlerinde iyi zanda bulun. Onlara sû-i zanda, yani kötü düşüncede bulunmaktan kaçın. Bu davranışın, onların iyi yetişmelerinde sana yardımcı olur. Allahü teâlanın düşmanı olan şeytan, yaptığın işlerde, hoşlanacak bir şey bulamasın. Çünkü sende azıcık bir zayıflık bulması, sû-i zannı ve hayatının tadını kaçıracak olan gam ve kederi gönlüne sokmak için kâfidir. Bununla berâber, yakınlarına hüsn-i zannın ve emrin altında bulunanlara olan yumuşaklığın hiçbir zaman işlerini tâkibe, sorup araştırmana, dostların işlerini hâlletmene, ma’iyetindekileri gözetmene, onları dikkatle tâkib etmene mâni olmasın. Allahü teâlânın hakkına mutlaka riâyet et. Suçlulara müstehak oldukları cezayı da vermekten geri durma. Bunu ihmal etme ve kat’iyyen gevşeklik gösterme! Suçlulara, cezâlarını vermekte gecikme. Aksi hâlde bu gecikmen, içinde bulunduğun hüsn-i zannı bozup, yok eder. Bu hususlara bildirilen şekilde riayet eylersen, dînin korunmuş ve mürüvvetin tamamlanmış olur. Verdiğin her hangi bir sözü mutlaka yerine getir. Hayırlı bir şey vâdettiğinde, gecikmeden yap. Dâimâ iyilik yapmaya, iyilik sâhibi olmaya yönel! Sana iyilik yapanlara karşılık, iyilik mukâbelede bulun. İdaren altında bulunanların ayıp ve kusurlarını görmezlikten gel. Lisânını yalan sözden ve yalancı şâhitlikten uzak tut ve böyle yalancılara, yalancı şâhitlere buğzet. Ayrıca nemmâmlardan yani söz taşıyanlardan uzak dur, onlardan alâkanı kes. İşlerinin, başında veya sonunda fesada uğrayıp bozulması, yalancıların sana yaklaşmaları ve sana yalan söylemeye cüret etmeleri ile başlar. Çünkü yalan, günahların başıdır. Nemîme, sahibini selamete erdirmez. Nemmâm, yani koğucu ile arkadaşlık edenin de başı selâmete ermez. Ayrıca, koğucunun sözlerine uyarak hareket eden kimsenin hiç bir işi rast gelmez. Ben istediğimi yaparım deme! 4.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: Kötü arzulardan ve zulümden çok kaçın. Hattâ bunları hâtırından bile uzak tut. İdâren altında olanlara da, bu düşüncelerden uzak olduğunu göster. Onları adaletle, güzel idâre eyle. Aralarında hak ve doğrulukla kal ve seni hidâyet yoluna ulaştıracak mârifet bilgisi ile muâmele et. Kızdığın zaman kendine hâkim ol. Vakûr, ağırbaşlı ve yumuşak huylu ol. Bulunduğun mevkî sebebiyle kendini çok kıymetli zannetmekten, hiddet ve gururdan çok sakın. Hem; “Ben başta bulunuyorum, dilediğimi yaparım” gibi bir düşünceye kapılmaktan çok sakın. Çünkü bu hâl, sende görüşün noksan olduğuna ve bir olan, ortağı bulunmayan Allahü teâlâ hakkındaki yakîninin azlığına alâmettir. Allahü teâlâ için niyetinde samîmî, ihlâslı ve O’nun hakkında yakîn sâhibi ol. Şunu iyi bil ki; mallar çoğaltılmakla ve hazineler de biriktirilmekle, üzeri kilitlenmekle meyve vermez, artış göstermez. Ancak bu mallar, seninle bulunanların ıslâhı, haklarının kendilerine verilmesi, geçim sıkıntılarının giderilmesi gibi hususlar için kullanıldığı takdirde kıymetli olur ve o zaman meyve vererek artış göstermiş olur. O hâlde hazînelerinde, hakîkaten artan mal biriktirmek istiyorsan, mallarını bu şekilde, İslâm’ın ve müslümanların faydaları için onlara hizmette harcamalısın. Bu gibi hususlara riâyet eder, hak sâhiplerine haklarını ödersen, kavuştuğun nîmetler elinde kalır ve Allahü teâlâ sana daha fazlasını ihsân eder. Herkese karşı adâletle ve ihsân ile muamele edersen, onlar da sana itâatta bulunup, her söylediğini, her istediğini kolaylıkla yaparlar. Kavuştuğun nîmetlerden, nîmete kavuşmana vesîle olanların hakkını ver. Onlara teşekkür et. İyilik ve âfiyet elbisesi giy. Hiçbir günahı hafif görme. Çünkü günahların hepsi Allahü teâlânın emirlerini yapmamak olduğundan büyüktür. Bâzı günahlar bâzılarına göre daha büyüktür. Hasedciye hiç meyletme. Fâsık ve fâcire, açıktan günah işleyenlere merhamet gösterme. Nîmete nankörlük edene iyilikte bulunma. Düşmana yaltaklık etme. Söz taşıyan koğucunun söylediklerini tasdik etme. Hâini emin kabul etme. Fâsıklarla dostluk kurma. Azgın ve sapık kimselere tâbi olma ve onlara uyma. İkiyüzlü olanları medhetme. Hiçbir insanı hâkir, aşağı görme. Hakîkaten çok muhtaç olup, senden bir şey istemeye geleni boş çevirme. Bâtıla hiç kulak verme. Mûziplik ederek insanları güldürenlerle alakadar olma. Aksi hâlde, sen de onlar gibi ciddiyetsiz, hafif meşrepli olursun. İşlerin sana ahıreti unutturmasın! 5.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: Âhırete hazırlanmak husûsunda gevşeklik, tembellik gösterme. İşlerin sana ahıreti unutturmasın. Günlerini, başkasına kızarak, onları azarlayıp lânet ederek ve gizli gizli sır, söz taşıyarak, herkesin gizli hâllerini araştırarak geçirme. Kendisine müsâmaha ederek veya ondan korkarak zâlimin zulmüne göz yumma. Âhirette göreceğin mükafâtı, alacağın sevabı, dünyada dünyâlık olarak bekleme. Devamlı olarak, fıkıh âlimleri ile istişâre et. Kendini yumuşak huylu eyle. Tecrübe sâhiplerinin, akıl ve hikmet ehlinin ve görüşü keskin olanların fikirlerinden istifade et. İstişâre ettiğin kimselerin arasına müslüman olmayanları ve cimrileri katma. Zararları faydalarından çok olan bu kimselerin sözlerini dinleme. Divânlarındaki kayıtlardan ve yazılı oldukları diğer yerlerden askerlerinin durumlarını incele. İâşelerini bol eyle.İyi bil ki, Allahü teâlâ indinde hiçbir şey, adâletle hükmetmek gibi değildir. Çünkü adâletle hükmetmek, Allahü teâlânın öyle bir terâzisidir ki, yeryüzündeki bütün hâller onunla tartılır. Hükümde ve amelde adâletin kâim olması, bu terâzi iledir. Böylece insanların durumları düzelir. Yolların emniyeti sağlanır, mazlum hakkını alır, diğer insanlar da haklarını kolayca alırlar. Böylece hayat güzelleşir. İtâat hakkı îfâ olunur. Yâni herkes itâatkâr olur. Allahü teâlâ âfiyet ve selâmet ihsân eder. Böylece din kâim olur, her tarafta dînimizin emir ve kâidelerine uyulur. Allahü teâlânın emri husûsunda çok dikkatli, pek hassas davran. Ayıp ve fesâd olan işlerden, iftirâdan çok sakın. Suç sahiplerine, Allahü teâlânın emrettiği cezâları ver. Aceleci olma. Başkalarını rahatsız etmekten, sıkıntı ve üzüntü vermekten uzak ol. Rızkına kanâat eyle ki, gönlün rahat olsun. Gayretin, çalışman kararlı, istikrarlı olsun. Tecrübelerinden istifâde eyle. Sustuğunda çok dikkatli, uyanık ol! Konuştuğun zaman, doğruyu söyle. Vâdinden dönme. Şuursuzca davranma. Gadap ve kızgınlıkla amel etme. Övünüp kibirlenme. Kendini beğenme. Şımararak, gururlanarak yürüme. Hafif, basit olanlarla, Hakk’ı tanımayanlarla, malını ölçüsüz savuran câhillerle düşüp kalkma. Hasma karşı da insaflı ol! 9.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: Hasma karşı da insaflı ol. Şüpheli, tereddütlü hâllerde dikkatli, ihtiyatlı, yavaş hareket eyle. Bir şeyin delîline iyice ulaş, delîli iyi tespit et ki, hükmün kat’î ve sağlam olsun. Maiyetinden birisini cezâlandırman îcâb ederse, herhangi bir himâye, müsâmaha ve ayıplayıcının ayıplama ihtimâli, cezâ vermene mâni olmasın. İyi tespit et, acele etme. Temkinli davran. Dikkatli bak, kontrol eyle. Tedbirli ol ve iyi düşün. Gördüklerinden ibret al. Rabbine karşı tevâzû üzere bulun. İdâren altında bulunanların hepsine yumuşak muâmele eyle. Nefsine, Hakk’ı hâkim kıl. Haksız yere, haram olarak kan akıtmaya kalkma. Çünkü bu, Allah katındaki suçların büyüklerindendir. Onlara bir memur tayin edeceğin zaman, görüş, tedbir ve tecrübe sahibi, işinin ehli, idareciliği bilen, namuslu, dürüst kimseleri tayin et. Erzak husûsunda halkına bolluk sağla. Zîrâ bu, sana dayanan, üzerine aldığın vazifenin îcâbı olarak yerine getirilecek haklardandır. Hiçbir meşgûliyet seni, bu vazifenden alıkoymasın ve hiçbir mâni seni bu işleri yapmaktan uzak tutmasın. İdâren altında bulunun yerlere vazifelendirdiğin kimselerin çalışmaları, hâl ve gidişâtları hakkında sana bilgi yazıp bildirecek emin kimseler gönder. Böylece vazifelendirdiğin memurların çalışmalarını tâkib et. Me’murlarına bir iş buyurmak gerekince, istediğin işin sonunu iyi düşün. Şayet bu işin âkıbetinde, selâmet, emniyet ve âfiyet görürsen ve bu işten güzel netîce, nasîhat, iyi karşılık umarsan, yap. Aksi hâlde vazgeç. O iş hakkında, ilim ve bâsiret sâhiplerine danış. Kişi sonunu düşünmeden bir iş yapmaya kalkarsa, kendini tehlikeye attığı gibi işleri de bozulabilir. Bu sebeple her işinde ihtiyatlı ol. Bu günkü işini, yarına bırakma! Kendi işini kendin yapmaya çalış. Yarınki günde karşılaşacağın işler ve hâdiseler, yarına bıraktığın işleri yapmana mâni olur. Bil ki, gün, geçtiği zaman, içindekileri de birlikte götürür. Bugünkü işini yarına bırakırsan, yarına iki günlük işi biriktirmiş olursun. Bu ise seni çok meşgûl eder, sonra hiç birini yapamazsın. Ama her günün işini o günde yaparsan, kendini ve bedenini rahatlatmış, sultânının işlerini de muhkem etmiş olursun. Beraber olduğun, yanına girip çıkan kimselerin senin nazarında en hayırlı ve kıymetlisi, sende gördüğü bir kusuru, korkmadan ve çekinmeden, tenhâ bir yerde sana söyleyebilen kimse olsun. Böylelerinin sana olan samîmiyeti, muhabbeti elbette yapmacık ve gösteriş değildir. “Allahü teâlânın gadabından sakın! 10.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: Bir olan, eşi ve ortağı bulunmayan Allahü teâlâdan kork. Dâimâ O'nu murâkebe eyle! Hep O'nu düşün. O'nun gadabından sakın. Gece-gündüz, idâren altında bulunan insanları korumaya gayret eyle. Allahü teâlânın sana ihsân ettiği âfiyet nîmetini, âhıret için hazırlanmakta, mes'ûl olacağın şeyi düşünmekte kullan. Allahü teâlâ ihsân ederek vâlilik mevkîinde bulunmanı nasîb etmiş ve idâren altında bulunanlara da şefkat ve merhametle muâmele etmeni emretmiştir. Ayrıca, insanlara karşı âdil davranmanı, Allahü teâlânın hakkına riâyet etmeni, insanlara O'nun emir ve yasaklarını tatbik etmeni, onları zararlı şeylerden korumanı, onların ırz ve nâmuslarını iyi muhâfaza etmeni, kanlarının dökülmesine mâni olmanı, yolculuklarında kendilerine yol emniyetini te'min etmeni, hâsılı, onları râhat ettirmeni emretmiştir. Üzerinde en fazla dikat ve hassâsiyet göstereceğin, ehemmiyetle duracağın en mühim şey; Allah teâlânın sana farz kıldığı beş vakit namaza devâm etmektir. Ayrıca, namazlarını, Hak teâlâyı hatırlayarak, güzel abdest alarak, müstehab olan vakitlerinde, bütün âdâb ve erkânına riâyet ederek cemâatle kılmaktır. Bundan başka, namazda okuduğun âyet-i kerîmeleri, acele etmeden, edeble oku. Namazın rükû, secde ve diğer erkânını, tam bir samîmiyet, ihlâs ve teslîmiyet ile îfâ et. Yapılan bütün iyi işlerin, hattâ diğer bütün ibâdetlerin, namazı güzel ve düzgün kılabilmek için olduğunu untma. Bu hssta en ufak bir gevşeklik, tembellik gösterme ve kat'iyyen ihmâlkâr davranma. Bil ki, bütün işlerin düzenli olması namaza bağlıdır. Namaza bu şekilde devâm eden, her kötülükten uzaklaşır. Çünkü Allahü teâlâ meâlen; "Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden her hâlde uzaklaştırır" buyurdu (Ankebût sûresi: 45). Hem, berâber olduğun kimseleri de namaza teşvik et! Beş vakit namazdan sonra yapman îcâbeden en mühim husus, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmak ve O'nun ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bütün işlerinde orta yolu tut. İtidâlli olmak, orta yolda bulunmak çok takdir edilmiş, beğenilmiştir. Orta yolu tutmak, apaçık bir emniyet, fazîlet ve güzellik olup, insanı, istikâmet sâhibi olmaya ve hidâyete sevkeder. “Nankörlerin cezası çabuk gelir!” 11.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: Her zaman ilme önem ver. Fıkıh âlimlerini, sâlihleri, Allahü teâlânın emirlerine uygun yaşayanları tercih eyle. Kişinin kendini süslediği şeylerden birisi, fıkıh ilmine sâhib olmak, fıkıh bilgisini elde etmek gayretinde olmak, başkalarını da buna teşvik etmek ve insanı Allahü teâlâya yaklaştıracak şeyleri bilmektir. Bütün bunlara riâyet edersen, Allahü teâlânın yardımı ve muvaffakiyeti seninle berâber olur. Bunun sâyesinde, insanlar senin emrine tâzimde bulunur. Yönetimin onlara karşı heybetli olur. Böylece, herkes sana samîmiyet duymaya ve adâletine îtimâd etmeye başlar. Allahü teâlâya zannını güzel eyle ki, ma'iyetinde bulunanlar da sana dosdoğru davransınlar. Şunu iyi bil ki, hüsn-i zan, iyi niyet sâhibi olduğun müddekçe kuvvet ve râhat bulursun. İşlerinde, arzu ettiğin, sevdiğin netîcelere hüsn-i zan ile iyi niyet ile kavuşursun. Hüsn-i zan sâyesinde insanları, seni sevmeye, bütün işlerinde dosdoğru ve dürüst olmaya dâvet edebilirsin. Hüsn-i zan sâhibi olursan, insanlar seni sever ve bütün işlerini severek, dürüstlükle yaparlar. Evliyânın, Allah dostlarının işleri ile bizzat alâkadar olman, idâren altında bulunanları iyi gözetip, ihtiyaçlarını gidermen ve himâyelerini üstlenmen önde gelen tercihin olsun. Dînin ayakta durması ve sünnetin ihyâsı, ancak bu şekildedir. Bütün bu işlerin hepsinde niyetini sağlam eyle. İhlâslı ol. Yaptıklarından mes'ûl olduğunu, işlemiş olduğu iyiliklerden mükâfât alacağını, kötülüklerden ise cezâ göreceğini çok iyi bilen kimsenin yaptığı gibi, devamlı kendini hesâba çek! Muhakak ki, Allahü teâlâ dînini sağlam bir sığınak, izzet ve şeref kılmıştır. Dînine uyanları yüksek, şerefli eylemiştir. O hâlde idâre ettiğin, yetişmelerini üzerine alıp, kendilerini gözettiğin kimselere din yolun, hidâyet yolunu göster. Doğruluk ve iyilik sâhibi kimseleri çok sev. Doğrulk üzere çalıştıkları müddetçe şeref sâhiplerinin yardımcısı ol. Zayıflara yardım eyle. Akrabânı ziyâret edip gözet. Şunu iyi bil ki, mülk Allahü teâlânındır ve onu dilediğine verir. Dilediğinden ise çekip, geri alır. Sana yakın olup, nîmetlere bol bol kavuşanlar, Allahü teâlânın bu nîmet ve ihsânlarına nankörlük ederler, küfrân-ı nîmette bulunurlarsa ve bu nîmetlerle övünüp büyüklenirlerse, o nîmetlerin elden çıkması ve cezânın gelmesi çabuklaşır ve hiçbir şey o kadar sür’atli değildir. “Bâki kalan sadece Allah için verilendir!” 12.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: Nefsine düşkün olmaktan çok sakın. Biriktirmen ve saklaman gereken hazînelerini; iyilik, takvâ, adâlet, idâresine memur olduklarını ıslâh, beldelerini îmâr işleri ile alâkadar olmak, canlarını korumak ve mahzunlara, muhtaçlara yardım etmek için kullan. Hasenâtını, iyiliklerini çok eyle. Maldan bâkî kalacak, âhırete yarayacak olan, Hak yoluna sarfedilendir. Şükredenlerin şükürlerini iyi tanı ve kendilerini mükâfâtlandır. Sakın dünyâ ve dünyâ gururu, sana âhıret korkusunu unutturmasın. Aksi hâlde üzerindeki hakları hafife almaya, küçümsemeye başlarsın. Bir işi mühimsemeyip ağır davranmak, insanı tefrite, ihmâlkârlığa götürür. Tefrit ise helâke sebeb olur. Yaptığın her amel, Allahü teâlâ için olsun Sevâbını O’ndan bekle. Muhakkak ki, Allahü teâlâ, dünyâdaki nîmetini bol ve geniş olarak ihsân etmiştir ve bu fadlını da senin elinde meydana çıkarıp, göstermiştir. O halde bütün bunlara karşı şükret. Şükre sımsıkı sarıl. Yalnız Allahü teâlâya güven! Böyle yaparsan Allahü teâlâ, sana olan hayır ve ikrâmını arttırır. Allahü teâlâ, şükreden kimselere şükürleri kadar, ihsân sâhiplerini de ihsânları nisbetinde mükâfâtlandırır, sevâb ihsân eder. Şunu iyi bil ki, seni, emrin altında olanların işleriyle meşgûl olmaktan men eden şeylerin en sür’atlisi, en tesirlisi cimrilik ve hırsdır. Mala karşı çok hâris olursan, çok toplayan ve az dağıtan, Allah için az veren veya hiç veremeyen biri olursun. Böyle olunca, işlerinin pek azı doğru, düzgün olabilir. Emrin altında olanlar, ancak mallarından elini çektiğin, üzerlerinden zulmü kaldırdığın zaman sana muhabbet beslerler. Dostlarının, dostluktaki samîmiyetleri de senin kendilerine olan iltifât ve ihsânların ile devamlı olur. Bunun için cimrilikten çok sakın. İnsanoğlunun ilk defâ cimrilik sebebiyle Rabbine isyânda bulunduğunu hâtırından çıkarma. İsyân eden âsî ise mahv, rezîl ve perîşân olmuş demektir. İyi bil ki, sen vâli tâyin edilmekle, idâren altında bulunan, kendilerinden mes’ûl olduğun insanların hazînedârı, koruyucusu ve gözetleyicisi oldun. Bu vazifelerinden dolayı, idâren altında bulunanlara, koruyup gözetilenler mânâsına ra’ıyye denilmiştir. Çünkü idareci onları gözetmek için başlarında bulunur. Gözetmezse vazifesini yapmamış olur! “İnsanlar sana rahat ulaşabilsinler!” 16.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: “Hak yolunda cömertlik yapmak, yolunu kolaylaştırır. Cömertliğin, kulların en fazîletli ibâdetlerinden olduğun unutma. Bunun için cömertliği, kendine huy hâline getir. İş ve gidişât olarak cömertlikten râzı ol! Maaşlarını da arttır. Böylece Hak teâlâ onların ihtiyaçlarını gidermiş olur. Onların işleri de seninle kâim olur, kuvvet bulur. Ayrıca bu davranışınla kalplerinin bağlılığı ve emrine itâatleri fazlalaşır. Unutma ki, bir hükümdar; askerine ve emri altında olanlara merhametli ve adâletli davranır, onları koruyUp gözetir, insaf, yardım, şefkat ve iyilikle muâmele eder ve kendilerine bolluk temin ederse, bu hâli, saâdet olarak ona kâfidir. İhtiyaç içerisinde bulunan insanların haklarını araştır. Geçim yüklerini üzerine al, durumlarını düzelterek sıkıntıya düşmelerini önle. Bundan başka fakirlerin, miskinlerin, durumunu sana kadar getirmeye muktedir olmayanların hakkını aramada bizzat alâkadar ol. Gizli meselelerini, sıkıntılarını öğren. Allahü teâlânın izni ile hâllerini düzelt. Hastaların barınıp tedâvi görecekleri hastâneler yap. Onlara iyi bakıp, hizmet edecek, şefkatli davranacak hizmetçiler ve hastaları güzel muâyene ve tedâvi edecek tabibler tâyin eyle. İşlerin çokluğu sende bıkkınlık meydana getirmesin ve insanlarla meşgûl olmana mâni olmasın. İnsanların yanına gelmelerine, sık sık müsâde eyle. Ulaşılamayan insan olma! Onlarla görüş, kendilerine sâkinlik göster. Merhamet kanatlarını onlara aç. Sevindiğini onlara göster. Bir şey istemekte ve konuşmakta kendilirene yardımcı ol. Onlara karşı şefkatli, merhametli ve cömerd ol. Verdiğini; üzmeden, başa kakmadan, cömertlikle, gönül açıklığı ile ver ve karşılığını yalnız Allahü teâlâdan bekle. Bu şekilde verilenlerin, Allahü teâlânın izniyle çok kârlı, kazançlı bir ticâret olduğunu bil. Gördüğün dünya işlerinden ve senden önce, geçmiş asırlarda yaşayan helâk olmuş milletlerdeki başkan ve hükümdârların hâllerinden ve âkıbetlerinden ibret al. Sonra dîninin hükümlerine uyarak, dîninin ve kitâbının kâim olması için gayret edip, her hâlinde Allahü teâlânın emrine sımsıkı sarıl. Bunlara mugâyir ve Allahü teâlânın gadabına sebeb olan şeylerden uzak dur. Bütün bu nasîhatlere riâyet edersen, beğenilen, düşmanların gözünde bile adâletinden râzı olunan; bütün işlerinde, adâlet, kuvvet, tedârik sâhibi kıymetli bir idâreci olursun. O halde, bu hussları yerine getirmeye gayret eyle ve hiçbir şeyi buna tercih eyleme ki, Allahü teâlânın izni ile işinin sonunda medholunmaya lâyık olasın. Kusurlarını söyleyecek kimse bulundur! 17.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in idarecilere tavsiyeleri: “Haramdan mal toplama ve malını isrâf ile harcama. Sık sık âlimlerin meclislerinde bulun, onlarla istişâre et ve kendileri ile berâber ol. Tek arzun; Hak teâlânın emirlerine tâbi olmak ve bunları yaymaya çalışmak, işlerin iyilerini, yüksek olanlarını tercih etmek olsun. Beraber olduğun, yanına girip çıkan kimselerin senin nazarında en hayırlı ve kıymetlisi, sende gördüğü bir kusuru, korkmadan ve çekinmeden, tenhâ bir yerde sana söyleyebilen kimse olsun. Böylelerinin sana olan samîmiyeti, muhabbeti elbette yapmacık ve gösteriş değildir. Emrin altında bulunanlara ve başkalarına karşı, yaptığın herhangi bir iyiliği başa kakma. Sana yazdığım bu nasihatları iyi anlamaya çalış. Bu nasihatlar hakkında ve bunlarla amel etmek husûsunda sık sık düşün. Bütün işlerinde Allahü teâlâdan yardım iste ve hayırlı kılmasını dile. Muhakak ki, Allahü teâlâ doğru ile ve doğru olanlarla berâberdir. Hâl ve gidişâtın; Allahü teâlânın rızâsını kazanacak, O’nun dînine nizâm olacak, dînine tâbi olanlara izzet ve şeref bahşedecek, millete adâlet ve sulh te’min edecek şekilde olsun. Allahü teâlâdan dilerim ki; yardımını, muvaffakiyetini, doğru yolda bulunmanı ve muhâfazanı güzel kılsın. Sana çok iyilikler ihsân etsin. Fazîlet ve rahmetini bol bol göndersin; düşmanlarını, hasımlarını ve sana baş kaldıran, haddi aşan azgınları helâk etsin. Sana ve emrin altındakilere âfiyet ihsân etsin. Şeytanı ve şeytanın vesveselerini senden uzak eylesin. İzzet, kuvvet ve yardım ile işini yüksek eylesin. Muhakkak Allahü teâlâ kullarına yakındır ve onların duâlarını kabûl edicidir.” Abdullah bin Tâhir, hâricîlere karşı askerlerini savaşa teşvîk için şöyle hitâb etti: “Sizler, Allahü teâlânın dînine hizmet eden, dîninin emirlerini yapıp haramlarından sakınan, insanları, Allahü teâlânın yapışılmasını emrettiği ipine, yâni Kur’ân-ı kerîme ve emirlerine dâvet eden, dîninin bekçisi bahtiyâr kimselersiniz. O hâlde, düşmanlarınızla, yeryüzünde fesâd çıkaran, azgın, taşkın ve Ehl-i sünnet ve cemâat yolundan ayrılan, dîninden çıkan kimselerle mücadelede Allahü teâlâdan zafer ve yardım isteyiniz. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Ey îmân edenler! Eğer siz, Allahü teâlânın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ayaklarınızı sâbit kılar.” Öyleyse sabır, sığınağınız olsun! Sabırla istediğiniz yardıma kavuşursunuz. Çünkü sabır, Allahü teâlânın size haber verdiği muhkem bir kale, giyilmesini emrettiği sağlam bir zırhtır.” Adaleti ve cömertliği ile meşhur oldu 18.4.2001 Abdulah bin Tâhir; geliri çok, eli açık, çok cömert bir zât idi. Malı olduğu hâlde, Allah rızâsı için harcamayanları tenkid eder, böyle yapmayı hiç hoş görmezdi. “Hem kesesi dolu olmak, hem de iyilikle anılmak gibi iki haslet çok az kimsede bir araya gelebilir” derdi. Cömertliği gibi adâleti de dillere destan idi. Bunun için, bir çok şâir onun hakkında mersiyeler yazmışlardır. Gâyet edîp, zarîf bir zât olan Abdullah bin Tâhir, aynı zamanda kuvvetli bir şâir idi. Çok güzel şiirleri vardır. Önceleri mûsikî ile meşgûl olmuş ise de, sonraları tövbe ettiği ve mûsikî âletlerini kırıp parçaladığı kaynak eserlerde bildirilmektedir. Çok şecâatli, cesur, heybetli bir zât idi. Aklı da cömertliği gibi çok idi. Çok sadaka verir, Allah rızâsı için çok harcardı. Adâleti meşhûr idi. Dünyaya ve dünyalıklara önem vermezdi. Çünkü, dünyaya dalan kimselerin gafletleri bir gemi yolculuğuna benzer. Gemi bir sahile uğrar. Kaptan ihtiyaçlarını görmeleri için, karaya çıkmalarına müsaade eder. Geç kalmamalarını da tembih eder. Karaya çıkan yolcuların bir kısmı işlerini görüp hemen dönerler. Gemi boş olduğu için geminin en güzel yerine otururlar. Bir kısmı da sahilin güzelliğine, yeşilliğine, kuşların ötmesine dalıp, gemi kalkmak üzere iken hatırlarlar. Koşarak gemiye gelirler. Fakat geç kaldıkları için, gemide ancak ayak altında bir yer bulabilirler. Bir kısmı da sahildeki güzel eşyaları görünce, bunları alıp memleketlerine götürmek isterler. Bunları toplayıp gemiye yetişene kadar gemi iyice dolar. Ancak kendileri binebilirler. Emek çekerek aldıkları çok kıymetli eşyalar dışarıda kalır. Aldıklarına pişman olurlar. Fakat dişmanlıkları fayda vermez. Bir kısmı da sahilin güzelliklerini tesiri ile zamanın nasıl geçtiğini anlayamazlar. Geminin hareket düdüğünü bile duymazlar. Topladıkları güzel çiçekler kıymetli madenler ellerinde kalır. Bir müddet sonra da vahşi hayvanlara yem olurlar. İşte dünya hâli buna benzer. Güzelliklerine kapılıp nereden gelip nereye gideceklerinden gafil olanların hâli perişanlıktır. Çünkü ölüm ânında topladıklarının hiçbirini götüremeyeceklerdir. Hepsini dünyada bırakacaklardır. Hatta bıraktıkları onlara vebal getirecektir. Sağlığında da o malların muhâfazası derdiyle meşgûl olup, sıkıntıdaydı. Kısacası ölmeden önce de öldükten sonra da dünya malı sıkıntıdır. Tahtı ters çevirten dua 19.4.2001 Abdullah bin Tâhir’in ne kadar âdil olduğu, mazlumları nasıl koruduğu husûsunda kaynak eserlerde şu menkıbe bildirilmektedir: “Bir zaman, zaptiyeler birkaç hırsız yakalamış, vâli Abdullah bin Tâhir’e bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. Diğer taraftan Hiratlı bir demirci, Nişâpur’a gitmişti. İşini bitirince, memleketine dönerken, gece vakti zaptiyeler kaçan hırsız zannedip, onu yakaladılar. Hırsızlarla berâber vâliye çıkardılar. Vâli; “Hepsini habsedin!” diye emir verdi. Demirci, hapishânede abdest alıp namaz kıldı. Ellerini uzatıp; “Yâ Rabbî! Günahım olmadığını, yalnız sen bilirsin ve beni buradan ancak sen kurtarırsın. Yâ Rabbî! Beni kurtar!” diye duâ etti. Vâli, o gece rüyâda, dört kuvvetli kimsenin gelerek, tahtını tersine çevirdiklerini gördü ve uyandı. Hemen abdest alıp, iki rek’at namaz kıldı. Tekrar uyudu, aynı rüyâyı tekrar gördü. Uyanınca, bir mazlûmun âhını aldığını anladı. “Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,/Gözyaşının seher vakti yaptığını,/Düşman kaçıran süngüleri, çok defâ,/Toz gibi yapar, bir mü’minin duâsı.”diye düşünüp; “Ya Rabbî! Büyük, yalnız sensin! Sen öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçükler, sıkışınca, ancak sana yalvarır. Sana yalvaran ancak murâdına kavuşur” dedi. Hemen, o gece, hapishâne müdürünü çağırtıp, hapishânede bir mazlûmun olup olmadığını sordu. Müdür; “Bunu bilemem. Yalnız, biri namaz kılıp, çok duâ ediyor. Gözyaşları döküyor” deyince, onu getirtti. Hâlini sorup anladı. Özür dileyip; “Hakkını helâl ve bin gümüş hediyemi de kabûl et ve herhangi bir arzun olunca bana gel!” diye ricâ etti. Demirci; “Hakkımı helâl ettim ve hediyeni kabûl ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem” dedi. “Niçin?” deyince, demirci dedi ki: “Çünkü, benim gibi bir fakir için, senin gibi bir vâlinin tahtını birkaç defâ tersine çeviren sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmem kulluğa yakışmaz. Namazlardan sonra ettiğim duâlarla, beni nice sıkıntıdan kurtardı ve murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da, başkasına sığınırım? Rabbim, nihâyeti olmayan rahmet hazînesinin kapısını açmış, sonsuz ihsân sofrasını, herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de, vermedi? İstemesini bilmezsen alamazsın. Huzûruna edeble çıkmazsan, rahmetine kavuşamazsın.” Şiir:İbâdet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu,/Dostun lütfu, açar ona, elbette binbir kapu. 5- İBADETLERİN FAYDASI KİME? İnsanların ibadet ve isyanları, Cenab-ı Hakk’ın celali, azameti, büyüklüğü karşısında aynıdır. Bütün insanlar, cinniler ve diğer mahlukat Allahü tealaya, en mütteki bir kul gibi ibadet etseler, O’na herhangi bir faydası olmaz. Bunun tersine bütün mahlukat O’nu inkâr etseler bunun da herhangi bir zararı olmaz. Bazı kimseler, ibadet yapanların, boşuna zahmet çektiklerini zannetmektedirler. Yine bazıları, ibadetlerin Allahü teâlâya faydası olduğunu ve bunun için insanların ve cinnilerin ibadetle emrolunduklarını zannediyorlar. Halbuki Şerefüddin Ahmet bin Yahya Müniri hazretleri buyuruyor ki: Böyle zannetmek çok yanlıştır. Bu şekilde yanlış düşünen kimse, perhiz yapmayan hastaya benzer. Bu hastaya, doktor perhiz tavsiye ediyor. Bu hasta ise, perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz diyerek perhiz yapmıyor. Hastanın perhiz yapmamasının doktora zararı olmaz. Fakat bu kişi, perhiz yapmayarak kendisine zarar vermektedir. Tabip, perhizi kendine faydası olduğu için değil, hastanın hastalıktan kurtulması için, yapmasını tavsiye etmiştir. Bu hasta, doktorun tavsiyesine uyarsa şifa bulur; uymazsa ölür gider. Tabibin bunda da hiçbir zararı olmaz. Cenab-ı Hakkın emir ve yasaklarının faydaları insanadır. 6 Ülu’l-azm Peygamber, 313 Resul ve 124 binden ziyade Nebinin gayelerine heflerine baktığımızda, iyi insan, iyi aile ve iyi cemiyet meydana getirmek maksadını görüyoruz. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, insanların dünyada huzur ve sükun içerisinde yaşamaları, ahirette de ebedi saadete kavuşmaları hedeflenmiştir. İşte Allahü tealanın ve Resul-i Ekreminin emir ve yasaklarında gaye, maksat, hedef budur. Kur’an-ı kerimde Zâriyât suresinin 56. ayet-i kerimesinde: “Ben, cinnileri ve insanları, ancak beni tanısınlar, bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurulmaktadır. Sevgili Peygamberimiz: “Akıllı kimse, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel işleyen (hazırlık yapan)dır” buyurmuşlardır. Yine kendilerine insanların en iyisinin kim olduğu sorulduğunda: “Ömrü uzun olup, ameli güzel olandır” cevabını vermiştir. İnsanların en kötüsünün kim olduğu sorulunca da: “Ömrü uzun olup, ameli kötü olandır” buyurmuştur. Demek ki, yaşamaktan maksat iyi işler yapmaktır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu yaptığı işlerden anlaşılır. “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz,” sözü de bunu ifade etmektedir. Bir kimse kötülüklerden kaçıyor, iyi işler yapıyorsa, o kişinin cennete gitme ihtimali çoktur. Onun için iyi kimselerle beraber olmaya çalışmalıdır. İyilerle beraber olmak ve kötülerden kaçmak ço önemlidir. Farsça bir beyitte: “Her kuş kendi cinsiyle uçar; güvercin güvercinle, karga da kargayla” denilmiştir. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: “Allahü teâa, bir kula hayır murad ettiği zaman, dinini kayıran kimseler yanında çalışmayı nasib eder. Şerri murad edilen kul da, dinini kayırmayan kötülerin yanında çalışır.” Bu mevzuda bizim çok güzel atasözlerimiz vardır. Bazılarını aşağıda arzetmeyi faydalı görüyoruz: -Misçinin yanında duran mis kokar, isçinin yanında duran is kokar. -Kıratın yanında duran, ya huyundan ya suyundan alır. -Üzüm üzüme baka baka kararır. -Körle yatan, şaşı kalkar. -Arkadaşını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: “Ey iman edenler! Allahtan korkup (kötülüklerden) sakının ve sadıklarla (doğrularla) beraber olunuz.” (Tevbe suresi: 119) Hadis-i şerifte de “Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Herhangi biriniz, kiminle arkadaşlık ettiğine baksın” buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise: “İyi arkadaşın misali, misk satıcısına benzer; eğer sana ondan bir şey isabet etmezse, hiç olmazsa güzel koku siner. Kötü arkadaşın misali de, körükçüye benzer; eğer sana ondan kıvılcım sıçramazsa, kötü koku siner” buyurulmuştur. “Üç kimseden kaçınız, yanlarına yaklaşmayınız” 23.11.2001 Ahir zamanda olduğumuz için hakiki âlim kalmadı. Dini konularda her kafadan bir ses çıkıyor. Sanki dini bozmak için sözbirliği yapılmış. Din düşmanlarının, müslümanları aldatarak, islâmiyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, daha Eshâb-ı kirâm zamanında başladı. Bunlar, her asırda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, islâmiyete zarar yapamadılar. Çünkü, her asırda çok sayıda fıkh âlimleri ve tasavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile müslümanları uyarıyor, aldanmalarını önliyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydanı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp islâmiyete saldırıyorlar. Müslümanların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, islâm âliminin nasıl olacağını bilmeleri lâzımdır. Bu konuda büyük âlim Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri buyuruyor ki: İslamiyete uymıyan ve sapık yola kaymış olan, bid'at sahibi ile ve fâsık, kötü kimselerle arkadaşlık etmeyiniz! Bid'at sahibi olan din adamlarının yanlarına yaklaşmayınız! Yahyâ bin Muâz-ı Râzî , “Üç kimseden kaçınız. Yanlarına yaklaşmayınız” buyurdu. Bu üç kimse, gâfil, sapık din adamı ve zenginlere yaltakcılık eden hâfız ve dinden haberi olmıyan tarîkatçılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullahın sünnetine uymazsa, yâni islâmiyete yapışmazsa ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitaplarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu köyde bile bulunmamalıdır. Ona ufak yakınlık, insanın dînini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dînini, îmanını bozar. Şeytandan daha çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek tesîrli olsa da ve dünyayı sevmiyor görünse de, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır. İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki, “İnsanı Se'âdet-i Ebediyyeye kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmaktır”. Yine O buyurdu ki, “Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı kitapları okumıyan ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olmıyan din adamına uymayınız! Çünkü, islâm âlimi, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olur”. Yine o buyurdu ki, “Selef-i sâlihîn, doğru yolda idiler. Sâdık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızasına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol idi. Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı”. Resulullahın yolunda bulunmak için 24.11.2001 Resûlullahın yolu, Selef-i sâlihînin yoludur. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yâni, selef-i sâlihîn deyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi ile Tâbiînin ve Tebe'i tâbiînin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezhep imamı, bu büyüklerdendir. O hâlde, Resûlullahın yolu, dört mezhebin fıkıh, akâid ve tasavvuf kitaplarında bildirilmiş olan yoldur. Dört mezhebin kitaplarından ayrılan kimse, Resûlullahın yolundan ayrılmış olur. Böyle olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmiştir. Her asırda bulunan tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, Selef-i sâlihînin yolunda idi. Hepsi islâmiyete bağlı idi. Resûlullaha vâris olmakla şereflenmişlerdi. Sözlerinde, işlerinde ve ahlâklarında, islâmiyetten kıl kadar ayrılmamışlardı. Resûlullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmamalıdır. Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmamalıdır. Yahudiler, hıristiyanlar ve budist, berehmen denilen Hind kâfirleri de, tatlı ve yanık sözlerle, hîleli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar. Ebû Amr bin Necîd buyurdu ki, “Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur”. Bütün saadetlerin yolu islâmiyettir. Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmaktır. Hak ile bâtılı ayıran alâmet, Resûlullaha uymaktır. Onun dînine uymıyan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Hârika, açlıkla ve riyâzet çekmekle hâsıl olur. Yalnız müslümanlara mahsûs değildir. Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa'îd Ebülhayr hazretlerine sordular. Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer dedi. Filan adam havada uçuyor dediler. Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var dedi. Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor dediler. Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz, günah işlemez buyurdu. Hadis-i şerifte, “Günah işlemek, insanı küfre sürükler” buyuruldu. Kalbin temiz olmasının alâmeti 25.11.2001 Abdüllah ibni Mübârek hazretleri buyurdu ki, “Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, marifete, Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz”. Allahü teâlânın emir yasaklarını yerine getiren ancak O’nun rızasına kavuşur. Kalbi temiz olur. Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî hazretlerine sordular: Bir kimse, her türlü günahı işliyor sonra da Kalbim temizdir. Sen kalbe bak diyor. Buna ne dersin dediklerinde, onun gideceği yer Cehennemdir, haram işleyenin kalbi temiz olmaz, buyurdu. Bid’at işleyenin yani Resulullahın yolundan, sünnetinden ayrılanın da kalbi temiz olmaz. Çünkü, hadis-i şerifte, “Bid'at sahipleri Cehenneme gideceklerdir” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, “Bid'at ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytan çok ibâdet yaptırır. Onu çok ağlatır” buyuruldu. Bid’at, Resûlullah efendimizin ve Eshâbının zamanında olmayıp da daha sonra ortaya çıkan ve ibâdet olarak yapılan şeyler demektir. Yine hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, bid'at işliyenin oruclarını, namazlarını, haclarını, ömrelerini, cihâdlarını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çıkar gibi islâmdan çıkarlar” buyuruldu. Bu hadis-i şerif, dinde reform, değişiklik yapan, meselâ namazı, ezanı radyo ile, hoparlörle okuyan, namaz vaktini minârede ışık yakarak bildiren kimselerin zuhûr edeceklerini haber vermektedir. Şeyh ibni Ebî Bekr Muhammed bin Muhammed Endülüsî, buyurdu ki: “Doğruyu tanı, doğru ol! Kâmil insanın her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullaha tam uygun olur. Çünkü, bütün saadetlere, Ona uymakla kavuşulur. Ona uymak, islâmiyete yapışmak demektir” Bunun için din işlerinde Resulullahın yolundan ayrılmış, reformcu, bid’at ehli, câhil ve fâsık olan din adamlarına danışmamalıdır. Dünyaya düşkün olanlarla birlikte bulunmamalıdır. Her işte, sünnete uymalı, bid'atten sakınmalıdır. Neşeli zamanlarda, islâmiyetin dışına taşmamalı. Sıkıntılı anlarda, Allahü teâlâdan Ümidi kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neşede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkta ve yoklukta aynı hâlde olmalıdır. Hattâ, yokluktan rahatlık duymalı, varlıkta sıkılmalıdır. Olayların değişmesi, insanda değişiklik yapmamalıdır. . Resûlullaha uymak nasıl olur? 26.11.2001 Resûlullaha uymak nasıl olur? İslam büyüklerinden Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri bu soruya şöyle cevap veriyor: Günah işleyince, hemen tevbe etmelidir. Gizli işlenen günahın tevbesi gizli olur. Açık işlenmiş günahın tevbesi açık olur. Tevbeyi geciktirmemelidir. Kiramen kâtibîn melekleri, günahı hemen yazmaz. Tevbe edilirse, hiç yazılmaz. Tevbe edilmezse yazarlar. Câfer bin Sinân buyurdu ki, “Günaha tevbe etmemek, bu günahı yapmaktan daha fenadır”. Hemen tevbe etmiyen de, ölmeden önce tevbe etmelidir. Verâ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. (Takvâ) açıkça yasak edilmiş olan şeyleri, (Verâ) şüpheli şeyleri yapmamaktır. Yasak edilenlerden sakınmak, emrolunanları yapmaktan daha faydalıdır. Büyüklerimiz buyurdu ki, “İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat, yalnız sıddîklar, iyiler, günahtan sakınır”. Hadis-i şerifte, “Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzuruna kavuşanlar, verâ ve zühd sahipleridir” buyuruldu. Yine hadis-i şerifte, “Verâ sahibinin namazı makbûl olur”. “Verâ sahibi ile birlikte bulunmak ibâdettir. Onunla konuşmak sadaka vermek kadar sevaptır” buyuruldu. Kalbinin ürperdiği işi yapmamalıdır. Nefsine uyma! Şüphe ettiğin işlerde kalbine danış! Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır”. Yine hadis-i şerifte, “Helâl olan şeyler bellidir. Haramlar da bildirilmiştir. Şüpheli olanlardan kaçınız. Şüphesiz bildiklerinizi yapınız!” buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalı. Şüphe edilmiyeni yapmak câiz olur. Bir hadis-i şerifte, “Allahü teâlânın, Kur'an-ı kerimde helâl ettiği şeyler helâldir. Kur'an-ı kerimde bildirmediği şeyleri affeder” buyuruldu. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalb çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer, fazla çarparsa yapmamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Haram şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma!”. Îmanı olan, büyük günaha düşmemek için, küçük günahtan kaçar. Bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusurlu bilmelidir. Allahü teâlânın emirlerini tam yapamadığını düşünmelidir. İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli 27.11.2001 Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî Resulullaha uymanın nasıl olacağını şöyle anlatır: Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını helâldan kazanmak için çalışmalıdır. Bunun için, ticâret, sanat yapmak lâzımdır. Selef-i sâlihîn, hep böyle çalışıp kazanırlardı. Helâl kazanmanın sevaplarını bildiren pekçok hadis-i şerif vardır. Muhammed bin Sâlim hazretlerine: Çalışıp kazanalım mı, yoksa yalnız ibâdet yapıp tevekkül mü edelim dediklerinde, “Tevekkül etmek, Resûlullahın hâlidir. Çalışıp kazanmak da, Onun sünnetidir. Çalışıp da tevekkül ediniz” buyurdu. Ebû Muhammed bin Menâzil, “Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmaktan hayrlıdır” buyurdu. Yimekte, içmekte adaleti, yâni orta hâlde olmayı gözetmelidir. Gevşeklik verecek kadar çok yimemeli. İbâdet yapamıyacak kadar da, perhîz etmemelidir. Evliyânın büyüklerinden Şâh-i Nakşibend hazretleri buyurdu ki, “İyi yi, iyi çalış!”. Sözün kısası, ibâdet ve iyilik yapmaya yardımcı olan herşey, iyi ve mübârektir. Bunları azaltanlar da, yasaktır. Her iyi işte, niyete dikkat etmelidir. İyi niyet olmadıkça, o işi yapmamalıdır. İslâmiyete uymıyanlardan, bid'at ve günah işleyenlerden uzlet etmeli, yâni bunlarla görüşmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Hikmet, on kısmdır. Dokuzu uzlettedir. Biri de, az konuşmaktadır. “ Böyle insanlarla zarûret kadar görüşmelidir. Vakitleri, çalışmakla, zikir, fikir ve ibâdetle geçirmelidir. Eğlenecek zaman, öldükten sonradır. Sâlih, temiz müslümanlarla görüşmeli, onlara faydalı olmalı ve onlardan faydalanmalıdır. Lüzûmsuz, faydasız sözlerle, zamanları zâyi' etmemelidir. İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli. Fitne çıkarmamalı. Düşman kazanmamalıdır. Hâfız-ı Şîrâzînin, dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir sözüne uymalıdır. Af dileyenleri affetmelidir. Herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Kimsenin sözüne karşı gelmemeli. Münâkaşa etmemelidir. Herkese yumuşak söylemeli, sert söylememelidir. Şeyh Abdüllah Bayal buyurdu ki, “Tasavvuf, namaz ve oruç ve geceleri ibâdet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazîfesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu hâsıl eden, vâsıl olmuştur”. Evliyânın başka insanlardan nasıl ayırd edilebileceğini, Muhammed bin Sâlim hazretlerinden sordular. “Sözlerinin yumuşak olması ve huylarının güzel olması ve yüzünün güler olması ve ihsânının bol olması ve konuşurken itiraz etmemesi ve özür dileyenleri affetmesi ve herkese merhametli olması ile anlaşılır” buyurdu. Kâmil imanın üç alâmeti 28.11.2001 Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî Resulullaha uymanın nasıl olacağını şöyle anlatır: Az konuşmalı, az uyumalı ve az gülmelidir. Kahkaha ile gülmek, kalbi karartır. Çalışmalı, fakat karşılığını Allahü teâlâdan beklemelidir. Onun emirlerini yapmaktan zevk duymalıdır. Yalnız Ona güvenince, O, her dileği ihsân eder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Allahü teâlâ yalnız Ona güvenenin her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar.“ Yahyâ bin Mu'âz-ı Râzî buyurdu ki, “Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktârda, herkes sana yardımcı olur”. Kendi çıkarlarının arkasında koşma! Ebû Muhammed Abdüllah Râşî buyurdu ki, “Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmağı düşünmelidir”. Âileye ve çocuklarına karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. Onların haklarını yerine getirecek kadar aralarında bulunmalıdır. Onlara bağlanmak, Allahü teâlâdan yüzçevirecek kadar olmamalıdır. Kimsenin aybına bakmamalı, kendi ayblarını görmelidir. Kendini hiçbir müslümandan üstün bilmemelidir. Her müslümanı kendinden üstün tutmalıdır. Her müslümanı görünce, kendi saadetinin, onun duâsını almakta olabileceğine inanmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Üç şeyi yapan müslümanın îmanı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yimek”. Bu üç şeyin, müminlerin alâmeti olduğu Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir. Selef-i sâlihînin, Allah dostlarının hâllerini öğrenmeli, onlar gibi olmaya çalışmalıdır. Kimseyi gıybet etmemelidir. Gıybet yapana mani olmalıdır. İşitince incineceği şeyi, arkasından söylediği zaman, sözü doğru ise, gıybet olur. Yalan ise iftirâ olur. Her ikisi de, büyük günahtır. Emr-i mâruf ve nehy-i anil-münker yapmağı, dinimizin emir ve yasaklarını yaymayı âdet edinmelidir. Muhammed bin Alyân'a, Allahü teâlânın râzı olduğu nasıl anlaşılır dediklerinde, “Tâat etmek tatlı ve günah işlemek acı gelmesinden anlaşılır” buyurdu. Fakir olmaktan korkarak, cimrilik yapmamalıdır. Şeytan, insanları fakir olursun diyerek ve fuhşa sürükliyerek aldatır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Âilesi çok, rızkı az olup, namazlarını iyi kılan ve müslümanları gıybet etmiyen, Kıyâmet günü benim yanımda olur” 6- DÜNYA NEDİR? NE DEĞİLDİR? 25.4.2001 Dünyanın ne olduğu, ne olmadığı üzerine çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır. Bütün kavgaların, savaşların, ölümlerin, cinayetlerin, vefasızlıkların, hainliklerin... velhasıl bütün olumsuzların, kötüklerin gerçek sebebi dünya ve dünyalıklardır. Bunun için dünyanın ne olduğunun doğru tespiti çok önemlidir. Doğru tespit yapanlar hem dünyada hem de sonsuz ahıret hayatında rahata, kurtuluşa ereceklerdir. Yanlış tespit yapanlarda hem dünyada hem de ahırette perişan olacaklar, sonsuz ahıret azabına düçar olacaklardır. Öyleyse dünya nedir? Ölümden önce olan herşeye dünya denir. Bunlardan ölümden sonra faydası olanlar, dünyadan sayılmaz. Âhıretten sayılırlar. Çünkü dünya âhıret için tarladır. Âhırete yaramıyan dünyalıklar zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mubahların fazlası böyledir. Dünyada olanlar dine uygun kullanılırsa, âhırette faydalı olurlar, hem dünya lezzetine hem de âhıret ni'metlerine kavuşurlar. İyilik, kötülük dünya malında değildir. Bu malı kullanandadır. O hâlde mel'un olan kötü olan, dünya, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayvanın süsü ile palanı ile otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünya zînetlerine aldanıp, âhıret hazırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyaya düşkün olmak, âhırete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden onu elde etmeğe uğraşarak ibâdet yapmaz olur. Dünya ile âhıret doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan ötekinden uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz, geçiminde kazançında, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetmezse dünyaya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bu kimseden soğutur. Bunu kimse sevmez. İnsanların âhırette Cehennemden kurtulması yalnız kendi zamanlarındaki peygamberlere tâbi olmalarına bağlıdır. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşefler, bütün hâller ve bütün ilimler, peygamberlerin yolunda bulunmak şartıyla, âhırette işe yarar, yoksa Allahü teâlânın peygamberine tâbi' olmıyanların yaptığı her iyilik dünyada kalır ve âhıretin harap olmasına sebep olur. Bu dünya âhıretin tarlasıdır 26.4.2001 Bu dünya âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar zavallıdır. Kardeşin kardeşten, ananın evlâddan kaçacağı o gün için, hazırlanmıyanlar, dünyada da âhırettede, aldanıyorlar ve sonunda pişman olacaklardır. Şimdi bir kimse senelerce ibâdet etse, ömrünü nefsini temizlemekle geçirse, güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmadıkça ebedî saâdete kavuşamaz. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilip, bu kısa zamanda tohum ekerek, yanî Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen, kat kat fazla meyveleri toplar. Cenâb-ı Hak bu kısa zamanda yapılacak hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz ni'metler insân edecektir. Zeyd bin Erkam hazretleri anlatır: Birgün Ebû Bekr Sıddîk ile bir arada bulunuyorduk. Su istedi. Su ile bal getirdiler. Bunu görünce ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, yanındakileri de ağlattı. Kendisine sordular: - Yâ Ebâ Bekr, niçin bu kadar ağlıyorsun? Şöyle cevap verdi: - Birgün Resûlullahın yanında bulunuyordum. Bir kaç defa "Def ol git!" buyurdu. Etrafımda kimse yoktu. Bunun üzerine merak edip sordum: - Yâ Resûlallah, kimi kovuyorsunuz? Cevaben buyurdu ki: - Bu dünya kendisini süsleyip bana yaklaşmak istedi. Ben de kendisine, benden uzaklaşmasını söyledim. Giderken geri döndü, "Sen benden kurtuldun, fakat senden sonra gelcekler benden kurtulaamayacak." dedi. Bu hadiseyi naklettikten sonra, hazret-i Ebû Bekir, “Bal ile suyu görünce bu hadiseyi hatırladım. Onun için ağlıyorum” buyurdu. Ma'rifetname’deki hadîs-i şerîflerde dünya şöyle bildirildi: “Bu dünya bir köprüdür ki, bundan hemen geçesiniz. Bunun tamiri ile uğraşmayıp, yolunuza devam edesiniz.” “Arzûsu âhıret olup, âhıret neyyeti ile çalışana, Allahü teâlâ dünyayı hizmetçi yapar.” “Yalnız dünya için çalışana sadece kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık üzüntüsü çok olur.” “Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helâk oldu!” Çocuklar gibi ağlar ve sevinirdik 1.5.2001 Îsâ aleyhisselâm, havârileri ile bir köye uğradı. Köy halkının kimisini kapı önünde, kimsini sokak ortasında ölü buldular. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: - Bunlar Allahü teâlânın gazâbına uğramış kimselerdir. Havâriler: - Bunların günahlarının ne olduğunu öğrenmek isteriz, dediler. Bunun üzerine, Îsâ aleyhisselâm Allahü teâlâdan ölüm sebebini bildirmesini niyâz etti. Allahü teâlâ şöyle bildirdi: - Gece olunca sen kendilerine sor! Cevabını alırsın. Gece olunca Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: - Ey köy halkı başınıza gelen nedir? İçlerinden birisi dedi ki: - Ey Allahın peygamberi, dünya sevgisine dalmamız sebebiyle bu hâle geldik. - Dünyayı nasıl sevdiniz? - Bir annenin çocuğunu kaybettiği vakit, ağladığı, bulduğu vakit sevindiği gibi, biz de dünya malını kaybettiğimiz zaman ağlar, bulduğumuz zaman çok sevinirdik. - Peki niçin hep sen konuşuyorsun, başkaları konuşmuyor? - Ben onların yanında bulunuyordum. Onlardan değilim. Onlar şimdi çok feci bir şekilde azâb gördüklerinden cevap verecek hâlleri yoktur. Ben Cehennemin bir kenarında bekliyorum. Sonum ne olacak bilmiyorum. Îsâ aleyhisselâma, - Bize Allahın sevgisini kazandıracak bir şey öğret dediklerinde; - Dünyadan nefret edin, o zaman Allah sizi sever, buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Âhıretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyaya sarılması çok şaşılacak şeydir.” “Dünya sizin için yaratıldı. Siz de âhıret için yaratıldınız. Âhırette ise, Cennetten ve Cehennemden başka yer yoktur.” “Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyanın elinize bol bol geçerek Allahü teâlâya âsi ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum.” “Dünyayı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin.” “Dünya mü'minin zindanı ve kıtlık yıllarıdır. Dünyadan ayrılınca zindandan ve kıtlıktan kurtulmuş olur.” Sakın onu ayağa kaldırmayın! 2.5.2001 Îsâ aleyhisselâm dünyanın ne olduğunu şöyle bildirdi: "Dünyayı kendinize efendi edinirseniz, o da sizi kendisine köle eder." "Ey havârilerim, sizin için ben dünyayı sırt üstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın. Çünkü o habistir. Onu seven Allaha isyân eder. Âhıret ancak onu terk etmekle elde edilir." Süleyman aleyhisselâm insan ve cinden meydana gelen ordusu ile, kuşlar da başı üzerinde gölge ederek giderken karşılaştığı bir âbid dedi ki: - Ey Dâvûd aleyhisselâmın oğlu. Allahü teâlâ sana ne muazzam bir mülk vermiştir. Süleyman aleyhisselâm, cevaben: - Mü'minin amel defterindeki bir tesbih bu mülkten daha iyidir. Bu mülk kalmaz. Fakat, o tesbih kalır, buyurdu. Âdem aleyhisselâm Cennette yasak ağaçtan yedikten sonra, def'i hacet ihtiyacı hissetti. İhtiyacını giderecek yer bulamadı. Allahü teâlâ buyurdu ki:“Yâ Âdem burada def'i hacet yapılmaz. Onun yeri dünyadır.” Bu hadise dünyanın ne olduğunu göstermektedir. Cebrâil aleyhisselâm, hazret-i Nûh'a sordu: - Sen peygamberlerin en uzun ömürlüsüsün, dünyayı nasıl buldun? - Birinden girip diğerinden çıktığım iki kapılı bir han gibi. Lokman aleyhisselâm oğluna buyurdu ki: "Oğlum, dünya derin bir deryâdır. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmadan kurtulmak için senin gemin îmân, yatağın takvâ yelkenin Allaha tevekkül olsun ki batmadan kurtulasın." Peygamberimiz buyurdu ki: “En büyük emeli dünyalık olduğu hâlde, sabaha çıkan kimse, Allah katında bir kıymet taşımaz. Aynı zamanda, Allahü teâlâ onun kalbini dört şeye mübtelâ eder. Eksilmiyen ardı arkası gelmiyen telâş, bitmek bilmiyen meşgâle, zenginliğine ulaşamadığı fakirlik, asla sonunu getiremediği boş kuruntulardır.” “Ma'nevi kötülüklerden kurtulup, basîret sahibi olmak istiyen var mıdır? İyi biliniz ki, dünyaya heves edip uzun emeller peşinde koşanların, emelleri nisbetinde, Allahü teâlâ kalblerini kör eder. Ve basjretlerini bağlar. Uzun emller peşinde koşmayıp, dünyadan yüz çevirenlere ise, Allahü teâlâ öğrenmeden ilim verir. Ve doğru yola hidâyet eder.” Kötülük için şu üç şey onlara yeter! 3.5.2001 Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak gönderildiği zaman şeytanlar iblisin başında toplanarak, üzüntülerini bildirdiler. Bunun üzerine İblis onlara sordu: - Bunlar dünyayı severler mi? - Evet, dünyayı severler. - Öyleyse üzülecek birşey yok. Onlara birçok haksız kazanç, sağlatırım. Lüzümsuz masraf yaptırırım. Ve lüzumlu yere para harcatmam. Zaten her kötülük bu üç şeyden meydana gelir. Birgün Mûsâ aleyhisselam yolda giderken, ağlıyan bir kimse gördü. Dönüşte, aynı kişinin yine ağladığını görünce: - Yâ Rabb! Bu kimse senin korkundan durmadan ağlıyor, senden af diliyor, dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: - Yâ Mûsâ! Onun göz yaşları ile beyni de aksa yine affetmem. Çünkü onun kalbinde dünya sevgisi var. Hazret-i Ali'ye dünyayı sorduklarında, buyurdu ki: - Dünya helâline hesap, haramına azâb olan bir yerdir. Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruldu: “Allahü teâlâ dünyadan daha kıymetsiz bir şey yaratmamış ve onu yarattığından beri, bir kerre olsun ona nazar etmemiştir.” “Aklı olmıyan dünyalık toplar, ilmi olmıyan dünyalık için düşmanlık eder.” “Dünyayı anmak ve düşünmekle kalblerinizi meşgûl etmeyiniz.” “Dünya ile aranızda bir munâsebet yok. Zîrâ ben dünyada yüz günü yola çıkan bir yolcu gibiyim. Yolcu, yolda bulduğu bir ağacın gölgesinde bir miktar istirahat ettikten sonra gölgeyi terk ederek yoluna devam ettiği gibi ben de yoluma devam edeceğim.” “Dünya peşinde koşan, suda yürüyen insan gibidir. Bunun ayaklarının ıslanmaması mümkün müdür?” “Ey insanlar! Günler geçiyor. Ömürler tükeniyor. Bedenler eskiyip çürüyor. Gece ile gündüz, hayvanların koşuştukları gibi koşuşuyor, uzakları yaklaştırıyorlar, yenileri eskitiyorlar. Ey Allahın kulları şu sözlerimde yasak arzûlardan uzaklaştıracak ve ebedî olan sâlih amelleri teşvik edecek şeyler çoktur.” Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır 7.5.2001 İmâm-ı Rabbânî hazretleri dünyanın ne olduğunu şöyle bildirir: Dünya yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü, çirkin kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Taze güzel körpe sanılır. Fakat, aslında güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leştir. Ve böcekler akrepler dolu bir çöplüktür. Su gibi görünen bir seraptır. Zehirlenmiş şeker gibidir. Aslı haraptır, elde kalmaz. Kendini sevenlere arkasına takılanlara hiç acımayıp en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan ahlâksızdır. Büyülenmiştir. Âşıkları delidir. Aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan sonsuz felâkete düşer. Tadına güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmanlık çeker. Server-i kâinât buyurdu ki: “Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Birini râzı edersen öteki gücenir.” Demek ki bir kimse dünyayı razı ederse, âhıret ondan gücenir. Yânî âhırette eline birşey geçmez. Allahü teâlâ bizi ve sizi dünyaya düşkün olmaktan ve dünyayı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekten muhâfaza eylesin. Bu pek kötü olan dünya nedir? Dünya, seni Allahü tealâdan uzaklaştıran şeyler, demektir. Kadın çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar oyunlar, (Mâlâyânî) ile yânj faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek (kumarlar, kötü arkadaş, kötü filimler, mecmûa ve romanlar) hep bunun için dünya demektir. Âhırete faydası olmayan ilimler, dersler de hep dünyadır. Din ile dünyayı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhıreti kazanmak istiyenen dünyadan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda dünyayı tamamen terketmek kolay değildir. Hiç olmazsa hükmen terk etmek yâni terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da her işte islâmiyete uymak demektir. Yiyecekte, içecekte, giyecekte ve ev kurmakta islâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyete uymakla zînetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur. Ve âhıreti kazanır. Dünyayı böyle hükmen de terk edemiyen kimse, münâfık demektir. Îmânlı olmasını söylemesi âhırette kendisini kurtarmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Dünya iki gündür. Biri sevinç, biri de üzüntü günüdür. Bunların her ikisi de geçicidir. Öyle ise geçici olan dünyayı bırakıp da geçici olmıyan âhıret ni'metlerine kavuşmak için çalışın!” “Dünya için dünyada kalacağın kadar çalış, âhıret için orada kalacağına göre çalış!” “Allahü teâlâya muhtaç olduğun kadar, itâat et! Cehennem ateşine dayanabileceğin kadar günah işle!” Dünya insanın gölgesine benzer 8.5.2001 İbrahim Hakkı hazretleri Ma'rifetnâme'de dünyayı şöyle bildirir: Dünya geçici gölgedir. Ona güvenen nadimdir. O seninle kalsa da sen onunla kalmazsın. Dünyadan çıkmadan önce, kalbinden dünya sevgisini çıkar. Dünya lezzetlerine aldanmayan, Cennet ni'metlerine kavuşur. İki âlemde aziz ve muhterem olur. Dünya haraptır. Şerbetleri seraptır. Ni'metleri zehirli, safâları kederdir. Bedenleri yıpratır. Emelleri artırır. Kendini kovalayandan kaçar, kaçanı kovalar. Dünya bala, içine düşenler de sineğe benzer. Ni'metleri geçici hâlleri değişicidir. Dünyaya ve bunlara düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz. Fâni olanı ver ki bâki olanı alasın, kendini bilen kimsenin bu dünyaya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyaya sarılır. Saîdler bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyada ol, kalbinle âhıreti bul. Nefsin arzûlarını terk eden pak olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyayı anlıyan onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyayı anlıyan ondan sakınır. Ondan sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene dünya hizmetçi olur. Dünya insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan seni kovalar. Dünya, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmıyanlara ni'met yeridir. İbâdet edenlere, kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle Cennet gibidir. Âhırete nisbetle çöplük gibidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Dünya malından, sarıldığınız, sakladığınız herşey yanınızda kalmıyacaktır. Sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikelr ve ibâdetler sizinle beraber kalacaktır.” “Ey Âdem oğlu dünyada yaşayacak kadar zarûri miktara râzı ol! Zîrâ ölecek olana bu azık kâfidir.” “Dünya malını (kötü maksatlarla) çoğaltanlar, alçakların ta kendileridir. Onlar âhırette aşağı makamlarda kalacaklardır.” “Bir kimse, dünyadan kaçırdığı birşeye üzülürse, Cehenneme bin yıllık yol yaklaşır. Âhıretten kaçırdığı bir şeye üzülürse, Cennete bin yıllık yol yaklaşır.” “Dünyada ihtiyacından fazlasını alan, bilmiyerek helâkını almış olur.” “Mü'minin dünyalıktan birşeyi artarsa, Allahü teâlâ katında derecesi azalır. Eskisi gibi kalmaz.” Dünyaya düşkün olanın hali 9.2001 Hasta, hastalığı sebebiyle, yemeğin tadını olamadığı gibi, dünyaya düşkün olan, dünya sevgisi ile yanan bir kimse de, ibâdetlerin tadını olamaz. Peygamber efendimiz, Dahhak hazretlerine buyurdu ki: - Tuzlu ve baharatlı yemekleri yiyip üzerine süt içen sen misin? O da: - Evet, öyledir, yâ Resûlallah, dedi. - Bu yemekler nereye gidiyor, ne oluyor? - Sonu ma'lum yâ Resûlallah. - İşte Allahü teâlâ dünyanın sonunu âdem oğlunun yediği yemeğin sonuna benzetmiştir. Bişr-i Hafî hazretlerine, “ Falan zengin öldü” dediler. “Dünyayı topladı. Fakat kendini dağıtarak âhırete gitti.” buyurdu. “Fakat, birçok iyilik yaptı, hayır hasenatta bulundu” dediler. Buyurdu ki: “Hayır onlar fayda vermek. Çünkü o dünyanın peşinde koşuyordu. Kalbinde dünya sevgisi vardı.” Îsâ aleyhisselâma dünya, zayıf, yaşlı fakat çok süslü bir kadın şeklinde göründü. Kadına sordu:” Kaç def'a evlendin?” “ Sayılmayacak kadar çok” “ Ne oldu bunlar? “ “ Hepsini ben öldürdüm.” Bunun üzerine Hz. şöyle buyurdu: “Geçmiş kocalarını teker teker öldürdüğünü görüp onlardan ibret almadan seninle evlenmek istiyen zavallılara binlerce yazık olsun!”. Peygamber efendimiz de dünya hakkında şöyle buyurdu: “Âhırete göre dünya, birinizin parmağını denize daldırıp aldığı su gibidir. O parmak ile ne getirilebilir?” “Ey benim ümmetim ve eshâbım! En güzel hayata kavuşan, dünya kendisini terketmeden, önce kendisi dünyayı terk edendir.” “Dünya malı çok olan değil, hakkın verdiğine kanaat eden zengindir.” “Dünya ve içindekiler mel'undur. Ancak Allahü teâlâyı zikr, Kur'ân-ı kerîm okumak ve Allahın rızâsı için olan sözler ve işler mel'un değildir.” “Dünyaya, altın ve gümüşe ve bunlara gönül verenlere la'net olsun.” “Altın ve gümüşün kulu helâk oldu, sürçmedi, tamamen helâk oldu.” “Fakir olsun, zengin olsun kıyâmet günü herkes, keşke dünyada ölmiyecek kadar geçimim olsaydı, diye temenni edecektir.” “Ümmetimin kötülükleri dünya ni'metleri ile gıdalanıp, göbek büyütenlerdir.” Varlıkta sabır daha kıymetlidir 10.5.2001 Süleyman aleyhisselâm başkalarına çeşitli yemekler yedirir, fakat kendisi kuru ekmekle kifâyet ederdi. Var olana sabır, yok olana sabırdan daha kıymetlidir. Bunun için Allahü teâlâ Resûl aleyhisselama dünyayı bazan genişletti. Bazan da daralttı. Zaman gelir bolluk içinde olur, zaman gelir açlıktan karnı üzerine taş basarlardı. Sıkıntı ve meşakketleri enbiyâsına, evliyâsına, sonra da derecelerine göre, herkese verdi. Bunların hepsi âhıretteki derecelerini yükseltmek içindi. Bir çocuğunu korumak için, şefkatlı bir annenin çocuğundan bazı yemekleri men etmesi hattâ ona ilâç ve tedâvinin acılığını tattırmasına benzer. Büyükler hep zarûri miktar ile ve buna yakın ihtiyaç ile yetinmişlerdir. Orta hâlde bile bulunmamışlardır. İnsanın dünyaya bağlılığı iki yönden olur. Birincisi dünyayı sevmesi âdeta ona köle olmasıdır. Bu, kalb ile olur. Kalb ile dünyayı seven kimsede kibir, ucub, hıyanet, hased, riyâ sû'i zan, yaltaklanma övgüyü sevme gibi vasıflarla kendini gösterir. Buna bâtınî bağlılık denir. Zîhirî bağlılık ise, dünyanın zevk sefâsına dalmaktır. Dünyaya bağlılığın diğer yönü ise, bedenîdir. Bedenî ihtiyaçlarını temin etmek için, âhıreti unutup tamamen dünya ile meşgûliyetidir. İnsanların, nereden geldiğini, nereye gideceğini yaratanını, unutması hep bu iki alâka yüzünden olur. Yâni kalbin dünyayı sevmesi bedenin dünyalık ile meşgûl olmasıdır. İnsan kendini yaratanı, dünyanın yaratılış hikmetlerini tam anlayabilseydi, sadece Allaha ulaştıracak yolda lâzım olacak şeyleri tedârik etmekle uğraşırdı. Bunun dışında başka şeylerle vakit geçirmezdi. İnsanların bir kısmı, saâdeti servette, parada zannetti. Toplayıp yığdılar. Fakat cimrilikten dolayı doyasıya yiyip içemediler. Ölünceye kadar günleri böyle geçti. Bir kısmı da, mevki, makam sahibi olmakla, saâdete kavuşacağını sandı. İnsanları emri altında çalıştırmağa, onlara emirler, tâlimatlar vermeği büyük zevk edindiler. Böylece bu dünyalık zevkler, hepsini Allah’tan alıkoydu. Gerçek saâdetten mahrum kaldılar. Ebedî felâkete düçâr oldular. Ümmetimin fitnesi mal toplamak 14.5.2001 Dünya hâlleri rü'yâ ve gölgeye benzer. Dünya geçicidir. Gidicidir. Dünya sıkıntı ve zorluk yeridir. Haramları terk, büyük devlet ve büyük saâdettir. Günahlara rağbet, Allahü teâlânın azâbını gerektirir. Dünyanın sonu fenâ, dinin gayesi rızâdır. Bu dünya, haramları terk eden için ni'met, ibâdet eden için ganîmet, ibretle bakan için hikmet, ma'nasını anlıyan için selâmet yeridir. Maksadı bilen kimseler, boş şeylerle vakit geçirmedi. İhtiyacını temin ederken, Allahü teâlâyı unutmadılar. İnsan ihtiyacından fazla dünyalığa dalarsa meşgalesi artar. Ve bunlar birbirini takip ederek çeşitli sıkıntılara sebep olur. Böyle dünya meşgale ve sıkıntıları kaplıyan insan, Allahü teâlâyı düşünemez. Dünyalıktan yalnız âhıret azığı olacak miktarını almalı fazlasını atmalıdır. Yâni dünyalıktan, insan kendisini tehlikeden koruyacak, ibâdetine yardım edecek kadar almalıdır. Böylece kalb bedenin meşgalesinden kurtulunca, bütün mevcûdiyetiyle Allahü teâlâya yönelir, ömrü huzur içinde geçer. Hadîs-i şerîfte, “Altın ve gümüşe tapınanlara la'net olsun” buyuruldu. Dünya peşinde koşmak, şehvetlerin peşinde koşmaktan daha fenâdır. Mal, para peşinde koşmak, Allahü tealânın emirlerini unutturursa bundan büyük felâket olmaz. Böyle kimse, kendisinin kulu olur. Kendine tapınır. Paeygamberimiz, “Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır.” buyuruldu. Dünyalık peşine düşerek âhıreti unutacaklardır. Diğer hadis-i şeriflerde de dünyanın ne olduğu şöyle bildirildi: “Kim dünyalık peşinde olarak sabahlarsa, Allahü teâlâ onun işini zorlaştırır. Malzemelerini dağıtır. Kendisini aç gözlü kılar. Yoksulluğu gözünün önünde canlanır. Dünyadan da nasibinden fazla bir şey kendisine verilmez. Fakat âhıret düşüncesi ile sabahlıyan kimsenin işini Allahü teâlâ kolaylaştırır. Varlığını korur. Kalbini zenginleştirir. Kendisi yüz çevirdiği hâlde dünyalık da kendisine teveccüh eder, yönelir.” “Dünyayı âhırete tercih edeni, Allahü teâlâ üç şeye mâruz bırakır. Kalbinden hiç çıkmıyan sıkıntı, hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmiyen hırs.” “Allahü teâlâ dünyayı sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhıreti ise yalnız sevdiğine verir.” Hep dünyayı istemekle geçirdin! 15.5.2001 Hadîs-i kudsîde buyurdu ki: “Ey insan oğlu! Ömrünü hep dünyayı istemekle geçirdin. Cenneti ne zaman istiyecek, onun için ne zaman amel edeceksin? Sabahleyin dünya işi için üzüntülü kalkan, bana kızarak sabahlamış olur. Şaşarım o kimseye ki, dünyadan gitmesi yaklaştığı hâlde, o hâlâ dünyaya dalmış gidiyor. Dünyaya taptınız, beni görmeği unuttunuz! Dünyayı sevenin yakîni yoktur. Ona harîs olanın tevekkülü yoktur. Onu istemekte ileri gidenin, ma'rifeti yoktur. Geçici ni'met, bitici hayat ve fâni şehvet elde eden, kendine zulmetmiş rabbini unutmuş ve dünya hayatı onu aldatmıştır. Ey insan oğlu! Dünya sevgisi ile kalblerinizi öldürmeyiniz! Dünyaya rağbetiniz gibi, bana rağbet etseydiniz, iki cihanda iyilerden olurdunuz. Ey insan oğlu! Dünyayı sevdiğin hâlde, benim muhabbetimi nasıl istersin. Benim muhabbet ve rızâmı dünyanın terkinde ara! Dolu kalbini bana ibâdet için boşalt, bedenini rahattan çek! Ey insan oğlu! Dünyayı tanıyıp atan, hâlis olur. Âhıreti bilip onun için çalışan, vâsıl olur. Rızâmı arayan, aza kanâat etmesi için dünyayı terk etsin! Ey insan oğlu! Helâl sana, damla damla, haram ise sel gibi gelir. Eğer, seli terk edip, yüzünü damla damla gelene çevirirsen, hâlin ve kalbin benimle saf olur. Ey insan oğlu! Dünyadan kaçırdıklarına üzülme, ondan eline geçenlere de sevinme! Çünkü ben dünyaya gönül vermiyen, sâlih kullarım için, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği gönüllerin düşünmediği ni'metler hazırladım.” (Ma'rifetnâme) Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: “Biliniz ki, dünya hayatı ancak, oyun ve mal kazanmak için boş yere sıkıntı, çekmek, elbise konak gibi süsler ve aranızda neseb ve makam övünmeleri, mal ve evlâdla iftihar etmektir. Bunlar şuna benzer ki, yağmur tohumları bitirdiği zaman, çiftçiler onu görüp hayret ve sevinç içinde olurlar. Sonra sen onu bir âfetten sararmış, küçülmüş parçalanmış görürsün. "İşte dünya hayatı böyle çabuk geçer." dünya hayatını ve süsünü beğenenlere âhırette şiddetli azâb vardır. Dünya zînetini bırakıp âhıreti beğenenlere Allahü teâlâdan magfiret ve rıdvân vardır. Dünya hayatı ancak, aldatıcı ve çabuk geçicidir.” (Hadid-20) “Mal ve evlâd dünya hayatının süsüdür. Bâkî olan, sâlih ameller, rabbinin katında, mal ve evlâdlardan ve dünyalıklardan iyidir.” (Kehf-40) Sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? 16.5.2001 Dünyanın ömrü, âhıretin sorsuzluğu yanında, denize nisbetle bir damla kadar bile değildir. Daha doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için Allahü tealâ dostlarına merhamet ederek sonsuz ni'mete kavuşmaları için, dünyada birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmanlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor. Dünyanın tatlı şeyleri ve geçici ni'metleri, ancak dinimize uymağa yardımcı oldukları zaman, faydalı ve helâl olurlar. Dünya kazancı âhıret kazancı ile birlikte olduğu zaman işe yarar. Âhıreti kazanmağa yardımcı olmıyan dünya zevkleri şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Dünya zevkleri, bedene, nefse tatlı gelen şeylerdir. Hâlbuki insan yalnız bunun için yaratılmadı. Âhıret ise, rûha mahsus olan, hakîkî zevk ve lezzetlerin de yeridir. Dünya ile âhıret birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yâni birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeğe sebep olur. O hâlde, dünya ni'metleri lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhırette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyada, tehlikelerden sakındığı, çalıştığı halde çok acı çeken mü'min, âhırette çok lezzete kavuşacaktır. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: “Dünyalık olarak size verilen şey, dünya hayatının meta ve süsüdür. Onunla geçinir ve övünürsünüz. Âhırette Allah katında, verilen ni'met ebedî olup, ondan hayırlı ve bâkidir. Bunu anlamıyor musunuz?” (Kassas-60) “Kim dünya hayatını ve onun zînetini arzû ederse, onların yaptıklarının karşılığını burada tamamen öderiz.” (Hud-15) “Dünya hayatı, ancak oyun, boş şeyle meşgûl olmaktır. Âhıret ve ni'metleri dâimi olduğundan, daha hayırlıdır. Bunların farkını anlamaz mısınız?” (En'am32) “Mekkeliler dünya hayatı ve geniş rızık ile ferahlanırlar. Hâlbuki dünya hayatı, âhırete göre çok çabuk geçicidir.” (Rad-26) “Dünyalıklardan sizin yanınızda olanlar, fâni lakin Allahü teâlâ katında olan, hazîne ve rahmetler dâimidir.” (Nahl-96) “Belki siz, dünyayı âhırete tercih edersiniz. Hâlbuki, âhıret hayırlı olup, ni'metleri dâimidir.” (A'lâ-16-17) İnsan rızkından fazlasını yiyemez! 17.5.2001 İnsan ne kadar dünyalık biriktirirse biriktirsin, sadece rızkını yer. Fazlasını yiyemez. Çünkü, insanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz. Ve zamanından geri kalmaz. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Siz dünya için çok çalışıyorsunuz. Hâlbuki bu kadar çalışmasanızda, Cenâb-ı Hak rızkınızı verir. Âhıret husûsunda tembel davranıyorsunuz. Hâlbuki âhırette îmânsız, amelsiz rızık yoktur." Dünya işlerinde tevekkül etmek gerekir. Ahıret için işe tevekkül olmaz. Ne amel işlenirse ahırette sadece bunun karşılığına kavuşulacaktır. Ne gariptir ki, insanoğlu, tevekkül etmesi gereken dünya işlerinde tevekkül etmiyor; gece gündüz çalışıyor; Ahıret işlerine gelince, ibadet etmiyor Allah kerimdir, affeder diyor. Mesut olmak için varlıklı olmak şart değildir. Çok fakirler vardır ki, zenginlerden daha iyi daha mes'ud yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dinine sarılanlara ummadıkları yerden ırzk gönderir. Hadîs-i Kudsîde, “Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!” ve “Yâ Rabbî! Beni sevenlere hayırlı mal ver. Bana düşmanlık edenlere mallarını ve çocuklarını düşman eyle!” buyuruldu. Bazı kimseler zamanlarındaki âlimlere, kendilerinin çok ibâdet yaptıklarını, fakat taddını duymadıklarını söylediklerinde, “Şeytanın kızı yanınızdadır; bana elbette, kızının evine giderek, ziyâret eder. Şeytan gittiği yeri karıştırır, bozar. Şeytanın kızı, dünya malıdır. Kızın evi de sizin kalbinizdir.” demişlerdir. Dünya hiç kimseye kalmamış. Sultan da olsa kral da olsa günü gelince çekip gitmiş. Beni İsrailden biri ölmüştü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan bir ses geldi. "Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir pâdişâh idim. Çok yaşadım. Mezarda yüzotuz sene kaldım. Sonra toprağımla çanak, çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşaasında kullandılar. Birbirinizle döğüşmeyiniz. Siz de benim gibi olacaksınız" dedi. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyuruldu: “Dünyaya düşkün olmak, insanın âhıretine zarar verir. Âhıretini seven dünyadan sakınır. Bu böyle olunca, siz bâkîyi fâni üzerine tercih ediniz!” “Dünyalığı azalt ki, hür yaşayasın!” “Dünya ne güzel binektir. Ona bininiz ki, sizi âhırete yetiştirsin.” İnsan yaratılış gayesini unutursa! 22.5.2001 İnsan dünyaya gönderiliş gayesini hiçbir zaman unutmamalıdır. Gönderiliş gayesini, Rabbini unutup, nefis yemeklere, lâtif elbiselere, arabalara, yazlıklara, kışlıklara meyleden kimse, Kâ'be yolculuğunda, ba'zı yerlerde eğlenip, ba'zan bindiği hayvana yem verip, çok hizmetler ve bakım ile onu süsleyip, renkli çeşitli palanlarla bezeyen çeşit çeşit otlarla besliyen ve temiz su arayıp, sulayan hacı adayına benzer. Nihayet hac kâfilesi onu bırakıp gider. O ise haccı ve kâfilenin uzaklaşıp gittiğini bile düşünmez. Sahrada yalnız başına kaldığından, hayvanı ile beraber, yırtıcı hayvanlara av olacağından gafildir. İşte, âhıret yolcusu da, yalnız yemek ve içmesini iyi yapmakla zaman harcar, elbise ve ev süslemekle meşgûl olursa, ne için yaratıldığını unutup, ibâdet ve ma'rifetten uzaklaşırsa, o zaman huzûr Kâ'besinden uzak ve korkulu dünyada kafileyi kaçırmış olup, tabat karanlığında aldanmış, nefs ve şeytan elinde yenik ve ezik olur. Akıllı ve uyanık olan kimse, kendi işinde ve dünyasında hiç üzülmeyen, emellerini kısa tutup, sabaha çıkamıyacağını düşünen, ibâdetine kuvvet verecek ve irfan yolunda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmıyandır. Hasan-ı Basrî hazretleri dünyayı şöyle ifade eder: “Dünya altından olsa, elbet geçicidir. Âhıret topraktan bir çömlek olsa, akıllı, olanlara devamlı olan çömleği geçici olan altından çok sevmek lâzım olurdu. Nerede kaldı ki, çabuk kırılan çömlek dünya ve devamlı olan altın âhırettir.” İbni Mes'ud hazretleri de dünyaya düşkün olmanın zararını şöyle bildirir: “Dünya yalnız dostlarına değil. Allah düşmanlarına da düşmandır. Yâni iyileri kötü yola düşürmek, kötüleri de daha kötüye sürüklemek ister.” Hadîs-i şerîflerde de şöyle buyuruldu: “Bir kimsenin dert ve meşgalesi, dünya olursa, Hak teâlâ fakirliği o kimsenin iki gözü arasına kor ve o kimsenin dünyadaki bütün çabalarına boşa çıkarır, işlerini çıkmaza sokar.” “Bir kimsenin dert ve meşgalesi dünya olursa, Hak teâlâ, onu bana komşu olmasını haram eder. Ben, dünyanın tamiri için değil, harab edilmesi, yıkılması için gönderildim.” “Dünya için üzülün, Allahına karşı öfkelenmiş olur.” “Dünyanın tatlı şeyleri âhıretin acılarıdır, acıları ise tatlılarıdır.” “Helâlından olarak dünyalığı üstünlük ve övülmek için toplıyanlar, kıyamet günü Allahı gadaplı olarak bulurlar.” Dünya hakkında âlimlerin sözleri 23.5.2001 Dünya bir leştir. Bundan faydalanmak istiyen, köpeklerle düşüp kalkmaya dayanıklı olmalı.(Hz.Ali) Dünya büyücüdür. Kendisini sevenleri büyüler. (Mâlik bin Dinar) Âhıret sevgisi bulunan kalbe, dünya baskı yapar, fakat dünya sevgisi olan kalbe âhıret uğramaz. Çünkü âhıret keremlidir. (Ebû Süleymân Dârânî) Dünyalık için ne kadar üzülürsen o nisbette âhıret sevgisi kalbden çıkar. Âhıret için ne kadar üzülürsen, o nisbette dünya sıkıntısı kalbden çıkar. (Mâlik bin Dinar) Dünya ile âhıret birer kuma gibidir. Birisini memnun eden, diğerini gücendirir.(Hazret-i Ali) Eğer bütün varlığı ile helâlından dünya bana yönelse, üzerime bulaşacak bir pislikten kaçar gibi ondan kaçarım. (Fudayl bin İyâd) Dünyadan, dünyalık ile uzaklaşmak istiyen, ateşi barut ile söndürmeğe çalışan gibidir.(Bekir bin Abdullah) Dünya yılan gibidir. Cildi yumuşak, fakat zehiri öldürücüdür.(Hazret-i Ali) Dünyalık peşinde koşan, durmadan tuzlu su içen gibidir. İçtikçe harareti artar.(Hazret-i Îsâ) Dünyayı sevene her ne verilse doymaz, daha fazlasını ister.(Süleyman Dârânî) Dünyanın Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Allahın rızâsını kazanmak ancak dünyayı terk etmekle mümkündür.(Ebud Derda) Dünyada herkes misâfirdir. Yanındaki şeyler emânettir. Misâfirin gitmekten, emânetin ise geri alınmaktan başka çâresi yoktur.(Fudayl bin Îyâd) Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlara göre dünya, sahibine iade edilmek üzere imanet edilmiş bir şey idi. Kolayca ve hafifce âhirete göçmeleri de bundandı. (Hasan-ı Basrî ) Kul, irfan makamlarında yükseldikçe dünyanın ona olan nefreti artar. Artık, o dünyayı taleb de etse, dünya ona teveccüh etmez. Çünkü onun kalbinde dünya kendisine bir yer bulamaz. (Aliyyü’l-Havvas ) Allah’ın o âbid ve zâhid kullar ile sizin aranızda çok fark var. Onlar, dünya kendilerine teveccüh etmişken ondan kaçtılar. Size gelince, dünya size arka çevirdiği halde, siz onun peşine düşmüş gidiyorsunuz. Dünya öyle bir yer ki, peygamberler aç, hayvanlar tok dolaşmış. (İbrahim bin Edhem) Dünyadan bir iyilik beklemeyin. Bir iyilik gelerse bunu, fazlalık bilin, kâr bilin. (Hasan-ı basri) “Dünya malına, makamına gönül bağlamayın! 24.5.2001 Dünya ile ilgili ayet-i kerimeler: Altmıştan fazla âyet-i kerimede, dünya malına, makamına gönül bağlanmaması tenbîh buyuruluyor: “Dünya hayatını âhıretten daha çok mu beğeniyorsunuz? Dünya hayatında ele geçenler, âhırettekilerden çok azdır” (Tevbe-38) “Mâl ve çocuklar, dünya hayatının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevapları, Rabbinin yanında daha iyidir” (Kehf-46) “Ey insanlar! Bu dünya hayatı, çabuk biten bir hayat ve faydalanmadan ibârettir. Âhiret ise, devamlı olarak kalınacak, durulacak yerdir. Bir günah işleyen kimse, ancak onun misli ile cezâlandırılır. Erkek ve kadınlardan her kim de, mümin olarak sâlih amel, yâni iyi bir amel işlese, o kimseler Cennete girerler ve orada hesapsız rızklar ile mükâfâtlandırılırlar” ( Mümin 39-40) “Mal ve dünyadan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetce, onunla geçinmektir. Îman edip, Rablerine tevekkül edenler için, âhirette Allahü teâlânın indinde, dünya nîmetlerinden hayrlı ve dâimî çok sevap vardır” (Şûrâ 36) “Onlara, dünya hayatı misalinin tıpkı şöyle olduğunu anlat:Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgârın savuracağı çerçöpe döner.”(Kehf-45) “Yeryüzünde olan şeyleri; insanların hangisinin daha iyi amel işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzü için süs yaptık. Şüphesiz biz, yeryüzünde olanları kupkuru bir toprak haline getirebiliriz. (Kehf- 7-8) “Kadınlara, oğullara, yığın yağın biriktirilmiş altun ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan ihtiraskârâne sevgi, insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayatınıng eçici birer faydasıdır. (Âl-i İmrân- 14) “Tam yer zinet ve ihtişamını takınıp süslendiği, sahibleri de ona her halde kâdir olduklarını sandıkları bir sırada geceleyin veya gündüzün ona emrimiz gelivermiştir ki sanki dün de yerinde yokmuş gibi tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hale getirmişizdir. (Yûnus- 24) “Ey iman edenler, ne oldunuz ki, size “Allah yolunda elbirlik gazaya çıkın” denildiği zaman yere (mıhlanıp) ağırlaştınız? Ahirete mukabil dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faydası, âhiretin yanında pek azdır.” (Tevbe- 38) O seni terk etmeden sen onu terk et! 28.5.2001 Kur'an-ı kerimde dünyayı zem eden, kötüleyen nice âyet-i kerimelerin yanında, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın da pek çok hadis-i şerifleri vardır. Bu hadis-i şeriflerden birkaçını bildirelim: Abdüllah ibni Ömerin rivayet etmiş olduğu hadis-i şerifte Resûlullah , “Allahü teâlânın indinde kıymetli bir kimse bile olsa, bir kula (ihtiyacından fazla) dünyalık az bir şey verilse, Allahü teâlânın katındaki derecesinden bir miktâr eksiltilir” buyurdu. Ebû Hüreyre hazretlerinin rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz : “Yâ Rabbî! Muhammedin âilesinin rızkını kendilerine kâfî gelecek miktâr kadar gönder” diye duâ buyurdu. Bir hadis-i kudsîde, “Ey Âdem oğlu! Ömrünü dünyayı toplamakta harcettin. Cenneti hiç istemedin” buyurulmuştur. “Dünyada garîb veya yolcu gibi ol ve kendini ölmüş say!” “Mes'ûd o kimsedir ki, dünya onu terk etmezden önce, o dünyayı terk etmiştir.Yâni gönlünden çıkarmıştır.” “Arzusu âhiret olup, âhiret için çalışana Allahü teâlâ, dünyayı hizmetçi yapar.” “Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyaya gönül bağlaması, çok şaşılacak şeydir.” “Dünya sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.” “Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyanın elinize bolbol geçerek, Allahü teâlâya âsî ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum.” “Dünyaya düşkün olma ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, insanlar seni sevsin!” “Dünya hayatı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!” “Dünyaya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!” “Dünya ile aramızda bir münasebet yok. Zira ben dünyada, yaz gününde binitiyle yola çıkan bir yolcu gibiyim. Yolcu, yolda bulduğu bir ağacın gölgesinde bir miktar istirahat ettikten sonra gölgeyi terkederek yoluna devam ettiği gibi, ben de yoluma devam edeceğim.” “Kaza – kadere razı olmayan...” 29.5.2001 İmam-ı Rabbani hazretleri dünya nimetleri ile ilgili bir nasihatında şöyle buyuruyor: Dünyanın hoşa giden şeyleri ve geçici nimetleri ancak, bu parlak dine uymakta yardımcı oldukları zaman, faydalı ve helâl olurlar. Dünya kazancı, âhıret kazancı ile birlikte olduğu zaman işe yarar. Âhıreti kazanmaya yardımcı olmıyan dünya nimetleri, şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Bunlarla, ahmak olanlar aldatılmaktadır. Allahü teâlânın bildirdiği tiryâk ile bu zehirlere ilâc yapmıyanlara yazıklar olsun! Bu şekerli, tatlı zehirleri, dinin emirlerini ve yasaklarını yapmak güçlüğüne katlanarak tedavi etmiyenlere çok acınır. Kısaca, dine uymak için biraz çalışan, biraz harekete geçen kimse, sonsuz olan kazançlara kavuşur. Dinin emirlerine ve yasaklarına uymak çok kolaydır. Fakat az bir gaflet ile ve gevşeklik ile de bu sonsuz nîmetler elden çıkar. Uzağı gören, doğru düşünebilen akıl sahibinin, bu parlak dine uyması lâzımdır. Ceviz ile kozalak ile oyuna dalarak faydalı şeyleri elden kaçıran çocuk gibi olmamalıdır. Dünya işinizi yaparken, dine uymaya dikkat ederseniz, Peygamberlerin yolunda bulunmuş olur, bu sağlam dîni nûrlandırmış ve yaşatmış olursunuz! Hergün insanın karşılaştığı herşey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız herşeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, (Hadis-i kudsî)de buyuruyor ki, “Kaza ve kaderime râzı olmıyan, beğenmiyen ve gönderdiğim belâlara sabır etmiyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” Dünya sıkıntılarına dayanmak lâzımdır. Sabır etmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine emrolarak, Ahkâf sûresinde, “Peygamberlerden Ulül'azm olanların sabr ettikleri gibi Sen de sabr et! Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele eyleme!” meâlindeki âyet-i kerimeyi gönderdi. Sizler bu nîmeti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yimeye alışmış olan, şifâ verici acı ilâcdan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum. Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevaplarından mahrum eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme! Bu dünyanın en kıymetli sermâyesi 30.5.2001 İmam-ı Rabbani hazretlerinin dünyada başa gelen sıkıntılarla ilgili nasihati şöyle: Bu dünyanın en kıymetli sermâyesi, üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, derd ve musîbetlerdir. Bu tatlı nîmetleri, acı ilâclarla kaplamışlar, bununla imtihan yolunu açık tutmuşlardır. Saadetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen herşey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Kalbin hasta olması, Ondan başkasına gönül vermesidir. Saadet sahipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefis de istemektedir. Dostlara dünya sıkıntılarının ve belâların gelmesi, bunların günahlarının affolması için kefarettirler. Yalvararak, ağlıyarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahü teâlâdan af ve âfiyet dilemelidir. Duânın kabûl olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle duâ etmelidir. Dertlinin kendisinin yalvarması daha yerinde olur. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen herşeyi, gülerek, sevinerek karşılamak lâzımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, aşağılaması, ikrâm, ihsân ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hattâ, kendi nefsinin böyle isteklerinden daha tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tâm olmaz. Hattâ, seviyorum demesi, yalancılık olur. Başka bir nasihatim de, yenilen lokmalarda, ihtiyâtlı davranmaktır. Bir müslümanın, heryerde bulduğu, herşeyi yimesi doğru değildir. Lokmaların helâldan mı, haramdan mı geldiğini düşünmek lâzımdır. İnsan, başlı başına değildir ki, her bildiğini, aklına geleni yapsın. Sahibimiz, yaratanımız var. Onun emirleri ve yasakları var. Beğendiği ve beğenmediği şeyleri, âlemlere rahmet olan Peygamberleri ile, bizlere bildirmiştir. Sahibinin, yaratanının beğenmediği şeyleri istiyen, ne kadar bedbaht ve zavallıdır. Herşeyi sahibinin izni olmadan kullanmak istiyor. Böyle kimseler, utansın ki, dünyada, bu şeylerin gelip geçici sahiplerine sormadan birşeylerini kullanmıyor. Bu, hakîkî olmıyan sahiplerin haklarını gözetiyorlar da, bunların hakîkî sahibi, beğenmediği şeyleri, şiddetle, pek sıkı yasak ettiği ve yapanları ağır cezâlarla korkuttuğu hâlde, Onun sözüne iltifât etmiyor, aldırmıyorlar. Bu nasıl müslümanlıktır, İyi düşünmelidir!. Çalışmak değil gönül bağlamak yasak! 31.5.2001 Dünyaya gönül bağlamanın kötülenmesi ve âhiret için daha çok çalışılması hususundaki âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle berâber, İslâm dîninde, ilim, fen, teknik, sanat ve ticâreti emreden, bunlar için çalışmağı teşvîk eden nice emirler, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler vardır. Çünkü, medenî bir cemiyetin, bir milletin kurtuluşu ve saadeti fakirlik ile olamaz. Bil'aks, hayır ve iyilik müesseseleri, imârethâneler, okullar, aşevleri, hastahâneler yapmak, âcizlere, fakirlere ve kimsesizlere yardım etmek ,insanlara hizmet için çeşmeler, köprüler yapmak, fabrikalar kurmak, hep mal ve servet ile olur. Mal ve servet ise, çalışmak ve ticâret ile kazanılır. Nitekim Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Ey îman edenler! Mallarınızı (fâiz ve kumar gibi islâmiyetin haram kıldığı) bâtıl yollarla yimeyiniz. Ancak birbirinizden râzı ve hoşnûd olarak (ticâret ile) ola.” Burada yasak olan dünya malına sevgi beslemek, kalbini onun sevgisiyle doldurmak. Çünkü bu sevgi Allahı unutturur. Hadis-i kudsîde Allahü teâlâ, “Ey Âdem oğlu! Beni sevmek istersen dünya sevgisini kalbinden çıkar. Çünki benim muhabbetim ile, dünya sevgisini bir kalbde ebediyyen cem' etmem. Ey Âdem oğlu! Benim sevgimle berâber dünya sevgisini nasıl istersin! Öyle ise, benim sevgimi ve rızamı, dünyayı (Allahü teâlânın men ettiği şeyleri) terk etmekte ara. Ey Âdem oğlu! Her işini benim emirlerime uygun olarak yap, ben de, senin kalbine muhabbetimi doldururum” buyurmuştur. İyilikte kullanılan mal kötülenmemiştir. Haram işlemekte, üstünlük taslamakta kullanılan mal kötülenmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Helâlinden olarak dünyalığı üstünlük ve övünmek için toplayanlar kıyâmet günü Allah teâlânın huzuruna, Allahü teâlâ onlardan gazablı olduğu halde gelirler. Ama ihtiyacını temin, muhtaç olmaktan kurtulma ve nefsini korumak için mal kazananlar, kıyâmet günü yüzleri ayın ondördü gibi parlak olduğu halde mahşer yerine gelirler.” “Bu dünya, baştan sonuna kadar yırtılıp da sonunda bir iplik ile tutan elbiseye benzer ki, o da nerde ise kopmak üzeredir.” “Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin ise Cennet’idir.” “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız da dünya size ehven gelir ve âhireti dünya üzerine tercih ederdiniz.” “Benden sonra öyle bir dünyalık yaşayacaksınız ki, ateşin odunu yakıp yok etmesi gibi, o hayat da imanınızı kemirecektir. “ “Dünyayı kendinize efendi edinmeyin!” 4.6.2001 “İnsanoğlu, dünyada fakir ve rezil olmaktan korkuyor da âhirette fakir, rezil ve rüsvay olmaktan korkmuyor. Halbuki kulun o gün, âhiretlik iyi amellerden fakir düşmesi, daha fazla utanç verici birşeydir. O halde tutumumuzun çirkinliği meydandadır. Bu durumu islam büyükleri çok güzel sözlerle ifade etmişlerdir: Dünya geçimini, yeme ve içmeyi gaye edinmek, nice gafillerin kalbini her çeşit hayırdan alıkoymuştur. Halbuki, kulun, sağlığında kendi eliyle bir lira sadaka vermesi, öldükten sonra kendisi namına başkaları tarafından bin lira sadaka verilmesinden daha hayırlıdır.” (Yahya bin Muaz ) “Biz âdemoğulları aslında Cennetten gelme bir nesiliz. Şeytan bizi aldattı da Cennetten şu yokluk ve felâket yurdu olan dünyaya çıkardı. Akıllı olan, ayrıldığı vatanına dönmedikçe sevinip kanmaz." (Vehb bin Münebbih ) “Kim dünyaya malik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz.”(Vehb bin Münebbih ) Kim dünya hakkında sana karşı övünmek isterse, hemen dünyayı onun boynuna vur, gitsin." (Hasan el-Basrî .) Allahü teala Davut aleyhisselama buyurdu ki “Yâ Dâvûd, İsrâloğullarına de ki: Bu iş nasıl iş? Hem dünyanın fâni olduğunu bilirsiniz, hem de âzalarınızı dünyalık toplamak için seferber edersiniz?” “Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın. Zîra dünya hazinelerine sahib olanların muhtelif âfet ve felâketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama Allah’ın hazinelerine sahib olanlar için böyle bir korku bahis mevzuu değildir.” (Hz. İsa ) “Hasta adam, hasatlığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyalık sahibi de dünya sevgisi sebebiyle ibadetin tadını alıp zevkine varamaz.” (Hz. İsa ) Peygamber efendimiz, “Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir.” buyurunca, bu sırada adamın biri: “Yâ Resûlâllah, ben, yükü hafif olanlardan mı, yoksa ağır olanlardan mıyım?” diye sordu. Peygamberimiz, “Yanında günlük yiyeceğin var mı?” dedi. Adam: Evet , yâ Resûlâllah, yarınki yiyeceğim de var, cevabını vermiş. Bunun üzerine Peygamber : “Eğer, yarından sonrasının azığını da yanında saklamış olsaydın, yükü ağır olanlardan sayılırdın,” buyurdu. İnsan ölüm anında dünyadan nefret eder 5.6.2001 İmam-ı Gazâli hazretleri dünyayı şöyle anlatır: Bilmiş ol ki, mideye giden yemeklerin tadı gibi, dünya arzuları da nefse tatlı gelir. Nefis yemekler mideden bağırsaklara geçtikten sonra insan bunlardan nasıl nefret ederse, insan ölüm anında da dünyalıktan bu şekilde nefret eder. Yemekler ne kadar tatlı olursa neticede kokuları o nisbette acı olduğu gibi nefisde ne kadar fazla iştiha edilen şey varsa, ölüm anında ondan nefret, o nisbette daha çoktur. Zaten bunu dünya yaşayışında da görüyoruz. Bir adamın elindeki servet kaybolduğu zaman en çok merak ettiği, en çok sevdiğidir. Ölüm demek de dünyadaki varlıklarını kaybetmek demektir.” “Herkes bilir ki, dünya hayaldir ve dünyada ne varsa hepsi yok olmaya mahkumdur. Şeytanın vesvesesine aldanmamalı, kötülerin dostluğundan şiddetle kaçınmalı, onlarla sohbet etmemelidir. Yoksa sonu dünyada pişmanlık, ahirette ise üzüntü ve hasrettir. O halde bu kötü akıbetten sakınmalıdır. Çünkü orada pişman olmak fayda vermez, mazeret ve bahane de kabul edilmez.” (Ahmed Rufai) Hz. Ali , Selmân-ı Fârisî’ye yazdığı mektupta dünyayı şöyle temsil etmiştir: “Dünya yılan gibidir, cildi yumuşak fakat zehiri öldürücüdür. Hoşuna giden şeylerden vaz geç ki, sana fazla yaklaşmasın. Kat’i olarak bundan ayrılacağını bildiği için sıkıntılarını arkaya at. Dünyada olanlardan uzaklaş, dünyanın lehine olmaktan kaçın. Zîra dünyaya meyil bağlayıp onun varlığına sevinen kimseye mutlak sûrette dünyadan bir kötülük gelir.” Bu dünyada bulunduğu müddetçe keder ve üzüntülerin gelip çatmasını garip görmemelidir. Çünkü dünya ancak vasfının gerektirdiğini ve tabiatının gereğini izhar edip ortaya koyar. Ölümün hak olduğunu bilen kimsenin nasıl ferahladığına, Cehennemin hak olduğunu bilen kimsenin nasıl güldüğüne, dünyanın değişmekte olduğunu gören kimsenin buna nasıl bel bağladığına, kaderin hak olduğuna inanan kimsenin nasıl üzüldüğüne şaşmak gerekir. Resûl-i Ekrem Dahhâk bin Süfyân-ı Kullâbî’ye hitaben:“Tuzlu ve baharatlı yemekleri yeyip üzerine süt içen sen değil misin?” diye sordu. Dahhâk:- Evet, öyledir, yâ Resûlâllah, deyince, Resûl-i Ekrem: “Bu yemekler nereye gidiyor, ne oluyorlar?” diye sordu.Dahkâk:” Sonu malûm yâ Resulâllah, deyince, Resûl-i Ekrem:“İşte Allahü teâlâ dünyanın sonunu âdemoğlunun yediği yemeğin sonuna benzetmiştir.” İslam büyüklerinin dünya ile ilgili sözleri 6.6.2001 Allahü teâlâ bir kuluna hayrı murad ettiği zaman, ona dünyalıktan bir miktar verir, sonra durdurur. Verdiği tükenince yenisini verir. Şayet o kul, dünyalığa kıymet vermezse ona alabildiğine bolluk da verir. (Hasan-ı Basrî) Dünyalık ile kalbi sevinen kimse, hikmeti kaybetmiştir. Şehvetini ayakları altına alan, şeytanı kendinden uzaklaştırmıştır. İlmi, hevasına galib olan, zafere ulaşmıştır. (Vehb bin Münebbih) Dünya hakkında zühd ve kanaat sahibi olmak kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur. (Hammâd bin Zeyd) Dünya kalbe yerleşince, âhiret kalbden göç edip gider. (Dârânî) Dünya tatlı bir yeşilliktir. Allahü teâlâ sizin ne yapacağınızı görmek için sizi halife olarak bu dünyaya göndermiştir. İsrâiloğullarının mâlî vaziyeti düzelip refaha kavuştukları zaman, elbise, koku, zinet, süs, ev eşyası ve kadınlarla zevke daldılar. (Hadîs-i şerîf ) Dünya, yeri olmayanın evi, serveti olmayanın malıdır. Aklı olmayan, dünyalık toplar, ilmi olmayan dünyalık üzerinde husûmet eder. Anlamayanlar dünyalık için hased eder, tahkîkî imana sahib olmayanlar onun için uğraşıp dururlar. (Hadîs-i şerîf ) Ebû Said Hudrî’nin rivâyetinde Resûl-i Ekrem efendimiz,“Hakkınızda en çok korktuğum, Allahü teâlânın sizin için yerden çıkardığı bereketlerdir”, buyurdu. “Bu hareketler nedir?” sualine, Resûl-i Ekrem: “Dünya nimetleridir”, diye cevab verdi. Hz. İsa’ya: “Hiç olmazsa barınabileceğin kadar bir mesken edinsen diyenlere O: Eski harâbeler bize yeter, demiştir. Havârîlerine de şöyle buyurdu: “Ey Havârîler, dünyalık için çalışanların, dînin azı ile dünyanın selâmetine razı oldukları gibi, siz de dînin selâmeti ile dünyanın azına razı olun.Ey iyilerden olabilmek için dünyalık peşinde koşan insan, iyi bil ki, senin için iyilik dünyayı terk etmektedir.” “Ben kendimi, rüyasında hoşuna giden ve gitmeyen şeyleri gören bir adama benzetiyorum. Böyle rüyalar gören adam birden uyanıverir. İnsanlar da aynen bunun gibi bir nevi uykudadırlar. Envâ-i çeşit rüyalarla uyanıyorlar. Öldükleri anda uyanırlar ve uykudan uyanan kimsenin rüyasında gördüklerinden elinde bir şey olmadığı gibi, onlar da dayandıklarının hepsini kaybetmiş olduklarını görürler. (Yûnus bin Ubeyd) İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.(Hadîs-i şerîf ) Ahırette huzur çok mahzun olmaya bağlı 7.6.2001 “Dünyalıkta eline geçen herşeyin bizden önce bir sahibi olduğu gibi, bizden sonra da bir sahibi olacaktır. Dünyalıktan kişinin sabah kahvaltısı ile akşam yemeğinden başka bir şey yoktur, yani insanın olan, yiyip içtiğidir. O halde dünyayı yiyeceğim diye boğulma, dünyalığa oruç tut, âhiret için iftar et. Dünyanın sermayesi heva-i nefis, kazancı ise ateştir. Dünya vardı, ben dünyada yoktum. Dünya yok olacağı zamanda da ben dünyada olmayacağım. O halde ben de burada mesken edinmeyeceğim. Zira bunun yaşayışı sıkıntılı, safveti kederli, yani parlaklığı bulanık, adamları ondan daima korku içinde, ya nimetlerin ellerinden gitmesinden veya bir belânın kendilerine gelmesinden korkup dururlar. Hele mukadder olan ölümün her an gelmesi belli başlı kusurlarından biri, bazılarına az ve bazılarına da çok vermek üzere kimseye hakkını vermemektir.” (Hakîm’lerden biri) “Eğer dünya bütün varlığı ile helâlinden bana teveccüh etse, ben âhirette onun hesabını vermemek için üzerime bulaşacak bir pislikten kaçar gibi ondan kaçarım.” (Fudaylbin İyad) “Dünyaya meyil ve muhabbeti olup dünyalık isteyenlere, her ne verilirse, onlar yine onun fazlasını, âhirete de meyil ve muhabbeti olarak âhiret hususunda istekte bulunanlara ne verilirse, onlar da yine onun fazlasını isterler ki, bunun sonu gelmez.” (Süleyman Dârânî) “Şüphesiz, âhirette en çok huzur içinde olan, dünyada en çok düşünendir, âhirette en çok gülen, dünyada en çok ağlayandır. Ahirette en çok sevinçli olan, dünyada en çok mahzun olandır.”(Hadîs-i şerîf ) “Ateş ile suyun bir kabda toplanması mümkün olmadığı gibi, hem dünya, hem de âhiret sevgisinin bir gönülde toplanması mümkün değildir.” (Hz. Mûsâ ) “Dünya hem aranan, hem de arayan bir varlıktır. Âhireti arayanları o arar ki, rızkını tamamlasın diye. Dünyayı arayanları âhiret arar ki, Hz. Azrâil gelsin de canlarını alsın diye.” (Hz. İsa) İbrahim bin Edhem adamın birine: - Rüyada sana verilen bir kuruşa mı daha çok sevinirsin, yoksa uyanık iken sana verilen bir altına mı? diye sordu. Adam: - Elbette uyanık iken aldığım bir altına çok sevinirim, deyince, İbrahim bin Edhem: - Yalan söylüyorsun, zira senin dünyalıktan sevdiğin, rüyada sevdiğin gibidir. Âhiret için sevmediğin, uyanıklıkta sevmediğin gibidir, dedi. “Önce âhıret rızkını kazanın!” 11.6.2001 Bu dünya, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, dünyada da, âhırette de zarardadırlar ve sonunda pişman olacaklardır. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünya lezzetleri ile zevklenmek için değil, bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayrlı iş, yâni Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerimede bildirilen katkat fazla meyveleri toplamak istemelidir Cenâb-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayrlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nîmetler ihsân edecektir. Peygamberine tâbi olmıyan, islâmiyeti beğenmiyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır. Bir kimsenin dünya ticâreti, âhıret ticâretine mani olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünya, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhıret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünya ticâretinin âhırete yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhıretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır Dünya işleri, âhıret için çalışmaya mani olmamalıdır. Münâfıkûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerimesinde meâlen, “Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hâtırlamanıza mani olmasın!” buyuruldu. Halîfe Ömer buyurdu ki, “Ey tüccârlar! Önce âhıret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın!”. Ticâretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhıret için çalışır, Kur'an-ı kerim okur, ders dinler, tevbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar”. Yine buyurdu ki, “Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ ( giden meleklere), kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhit olun, onları affettim buyurur”. Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünya sîmü zer, Bir harap olmuş kalbi, tâmîr etmektir hüner. Buna fânî dünya derler, durmayıp, dâim döner. Âdem oğlu bir fenerdir, âkıbet birgün söner! “Ümmetimin fitnesi, mâl ve para olacaktır” 12.6.2001 Zararlı olan, yasak ediler dünya, Allahü teâlânın sevmediği, haram ettiği, zararlı şeyler demektir. Haramlardan sakınan, dünyaya aldanmamış olur. Allahü teâlâ, dünyada hiçbir zevki, hiçbir lezzeti yasak etmedi. Bunları, azgın, taşkın, zararlı olarak kullanmağı haram etti. Gösterdiği, faydalı, edebli şekilde kullanılmasını emretti. Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sahiplerinin hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesten daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmaya çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel, yani iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Hep doğru söyleyici olan Peygamberimiz, her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Şaka, eğlence, sayıklama sözler değildir. Mü'minûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, “Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz?Bize dönmiyecek misiniz diyorsunuz?” buyuruldu. Hadis-i şerifte, “Altına ve gümüşe köle olana lânet olsun!” buyuruldu. Dünya mâlı peşinde koşmak, nefsinin şehvetleri, arzuları peşinden koşmaktan daha fenadır. Mâl, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, buna dünya muhabbeti denir. Allah zikri,düşüncesi bulunmıyan kalbe şeytan yerleşir. Şeytanın en büyük hîlesi, insana hayrlı işler yaptırarak kendisini sâlih, iyi zannettirmesidir. Böyle kimse, kendisinin kulu olur. Hadis-i şerifte, “Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mâl, para toplamak olacaktır” buyuruldu. Dünyalık peşine düşerek, âhıreti unutacaklardır. Eskiden Müslüman tüccârların kalbi hep Allah ileydi. Ezan sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmiye koşarlardı. Büyüklerimiz, “Ticâretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebep olmaz” âyet-i kerimesine mâna verirken diyor ki, demirciler vardı. Demir döğerken, ezan okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezan okunsaydı, o hâlde bırakıp, cemaate koşarlardı. “Beni sevenlere, hayrlı mâl ver!” 13.6.2001 Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez. Kısa ömrümüzü O’na uymakla geçirmeliyiz. Hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömrlerini ve rızıklarını takdîr etmiştir” buyuruldu. İnsanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz ve zamanından geri kalmaz. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da, sahibini arar. Çok fakirler vardır ki, zenginlerden daha iyi, daha mes'ûd yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dînine sarılanlara, ummadıkları yerden rızık gönderir. Hadis-i kudsîde, “Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetci ol! Sana hizmet edene güçlük göster!” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, “Yâ Rabbî! Beni sevenlere, hayrlı mâl ver. Bana düşmanlık edenlere, çok mâl ve çok evlat ver!” buyuruldu. Resûlullah , “Dünya ve âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Bu ikisinden birisini râzı edersen, öteki gücenir” buyurdu. Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, dünyanın güzelliği ile âhıretin güzelliği birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Herkes bilir ki, dünya güzelliğini, islâmiyet beğenmez. Âhıret güzelliğini beğenir. O hâlde, dünya güzelliği kötüdür. Âhıret güzelliği iyidir. Birincisi ademden, ikincisi vücûdden hâsıl olmaktadır. Peygamberimiz buyurdu ki,”Bir insanın ruhu vücûdandan ayrılınca, bir nidâ gelir ki, ey insan oğlu, sen mi dünyayı terk eyledin, yoksa dünya mı seni terk eyledi? Sen mi dünyayı topladın, yoksa dünya mı seni topladı? Sen mi dünyayı öldürdün, yoksa dünya mı seni öldürdü? Cenâzeyi yıkamaya başlayınca üç nidâ gelir: 1- Hani senin kuvvetli vücûdün? Seni hangi şey zayıflattı? 2- Hani senin güzel konuşman, seni hangi şey susturdu? 3- Hani senin sevgili dostların, seni neye bırakıp gittiler Birgün terazi kurulur, dünya işleri sorulur./Helâl lokma yimeyip de, cevap vermek ne müşkildir./Hasta olup yıkılınca, gözleri göke dikilince,/Cân alan melek gelince, necât bulmak ne müşkildir. “Nasihat müminlere elbette fayda verir” 14.6.2001 İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: Dünyada, insanı dinimizin bildirdiği emir ve yasaklardan uzaklaştıran şeylerin başında nefis gelir. Nefis yaratılışta iyi işlerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur ve hep tenbellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ, bizlere, nefslerimizi, bu huyundan vazgeçirmeği, yanlış yoldan, doğru yola çevirmeyi emir buyuruyor. Bu vazîfemizi başarabilmek için, onu bazan okşamamız, bazan zorlamamız ve bazan söz ile, bazan da iş ile, idare etmemiz lâzımdır. Çünkü, nefis, öyle yaratılmıştır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna kavuşmakta iken rastlıyacağı güçlüklere sabreder. Nefsin, saadete kavuşmasına mani olan en büyük perde, gafleti ve cehâletidir. Gafletten uyandırılır, saadetinin nelerde olduğu gösterilirse, kabûl eder. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinde, meâlen, “Onlara nasihat et! Nasihat, müminlere elbette fayda verir” buyurdu. Senin nefsin de, herkesin nefsi gibidir. Nasihat ona tesîr eder. O hâlde önce kendi nefsine nasihat et ve onu azarla! Hattâ, onu azarlamaktan hiç geri kalma! Ona de ki: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, şu kâtile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalayınca, idam edeceklerini bildiği hâlde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmiyeceği ne mâlûm? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tayin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha büyük ahmaklık olur mu? Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan, kâfirsin! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, Onun görmesine önem vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Dünyaya niye sarılıyorsun? Bütün dünya senin olsa ve dünyadaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsmleriniz unutulacak, hâtırlardan silinecek. Geçmiş padişâhları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyadan az birşey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini feda ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Kötülük eden kötülük görür 19.6.2001 İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: Ey nefsim, hizmetçin sana itaat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmıyacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer Onun azâbını hafîf görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyada yaptıklarına cezâ vermiyecek sanıyorsan, Kur'an-ı kerime ve yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygambere inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde meâlen, “Günah işliyen, cezâsını çekecektir” buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. Günah işleyince, O kerimdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyada, yüzbinlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmiyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerimdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyliyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamıyanların, az bir zahmet ile, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyada zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyanın bir miktâr zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhıretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? Sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeği, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayatın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim! “O hâlde, yazıklar olsun sana!” 20.6.2001 İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: Kışın muhtaç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhıret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhıret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felaketine sebebdir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfü ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfü ile kendisini üşütmiyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lutf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara, elbise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni, Onun ihsânı, elbise te'mînini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için, azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın Ona ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yidiği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Ey nefsim! Anladım ki, dünyanın nîmetlerine ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennete ve Cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünya, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı bil ve sana pişmanlık ve azâb kaldı bil! “Ey insân! Kendine merhamet et!” 21.6.2001 İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: Dünyayı terk etmek demek, kalbin onu sevmemesi, ona düşkün olmaması, kıymet vermemesi demektir. Ona düşkün olmamak da, varlığı ile yokluğu müsâvî olmaktır. Bazı şeyler vardır ki, bir bakımdan dünyadandır, başka bir bakımdan âhırettendir. Bu şeyler, birinci bakımdan çirkindir. İkinci bakımdan güzeldir. Bu iki bakımı birbirinden ayırmak ve herbirinin güzelliğini ve çirkinliğini anlamak, islâmiyeti bilmekle olur. Haşr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, “Resûlullahın emir ettiklerini yapınız! Yasak ettiklerinden sakınınız!” buyuruldu. Resûlullah buyurdu ki, “Dünya yaratıldığı zamandan beri, Hak teâlâ ona beğenerek bakmamıştır. Hak teâlâ onu beğenmez”. Bu hadis-i şerifde dünyada ademden hâsıl olan kötülüklerin, çirkinliklerin ve bozuklukların beğenilmediği bildirilmektedir. Adem her kötülüğün ve her bozukluğun yeridir. Bunun için dünyanın güzelliği, tatlılığı ve tâzeliği kıymetsizdir. Allahü teâlâ, bunlardan râzı değildir. Allahü teâlâ, âhıretin güzelliğinden râzıdır. Âhıret güzelliğine bakar. Enfâl sûresinin altmışyedinci âyetinin meâl-i şerifi, “Siz dünyayı istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, âhıreti istiyor” olup, Allahü teâlânın dünyaya düşkün olanları beğenmediğini bildirmektedir. Yâ Rabbî! Dünyayı, gözümüzde küçült! Âhıreti de kalblerimizde büyült! Fakr ile öğünen ve dünya güzelliğinden sakınan Muhammed hurmetine, bu duamızı kabûl eyle! Dünya hayatı çok kısadır. Her günü geçip hayâl olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, yâ dâimî azâb veya ebedî nîmetlerdir. Bunların vakitleri, herkese sür'at ile yaklaşmaktadır. Ey insân! Kendine merhamet et! Aklından gaflet perdesini kaldır! Bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalış! Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi ol, sarıl! Vereceğin karar, çok büyük, çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti düşün! Başına geleceklere hazırlan! Hakka tâbi olmadıkca, ebedî azâbdan kurtulamazsın! Son pişmanlık fayda vermez. Son nefeste hakkı tasdik etmek kabûl olmaz. Fakat, müslümanın günahlarına tevbe etmesi, kabûl olur. Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden, aklını başına topla! Etrâfında gördüğün, konuştuğun, sevdiğin, korktuğun kimselerin hepsi, birer birer öldüler. Birer hayâl gibi, gelip gittiler. Ömrü faydasız işlerle harcamamalı 26.6.2001 Bu dünya imtihan yeridir. İmtihana giren herkes kazanacak diye bir şey yoktur. Kazanan da kaybeden de olacaktır. Bunun için imtihanı kazanmak için çok çalışmamız, sebeplere yapışmamız ve ayrıca Cenab-ı Hakka razı olduğu yolda bulundurması için dua etmemiz gerekir. “Allahümme erinelhakka hakkan verzuknâ ittibâ'ahu ve erinel bâtıla bâtılan verzuknâ ictinâbehu bihurmeti Seyyidil-beşer “. Yâni, (Yâ Rabbî! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymağı bize nasip et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasip et! İnsanların en üstünü hurmetine bu düâmızı kabûl buyur!). İyi düşünmelidir. Bu imtihanın neticesinde ya ebedi Cehennem ya da Ebedi Cennet hayatı olacaktır. Bunlardan birini seçmek, şimdi bizim elimizdedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak, büyük câhillik ve cinnettir. Allahü teâlâ, hepimizi akla tâbi olanlardan eylesin! Hesap gününde, Allahü teâlâ, “Kulum! Sana akıl nûrunu vermiştim. Bunun ile, beni anlamanı, bana ve Peygamberim Muhammed aleyhisselâma ve Onun getirdiği islâm dînine îman etmeni emretmiştim. Gece gündüz, dünya kazancı için, dünya zevkleri için çalıştın. Âhirette başına gelecekleri hiç düşünmedin. Gaflet içinde iken, mevtin pençesine düştün” derse, ne cevap vereceksin? Evliyanın büyüklerinden Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin Cuma hutbesine başlarken, minberde söylediği Türkçe hutbesi şöyleydi: Fırsat ganîmettir. Ömrün tamamını faydasız işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Ömrün tamamını, Hak celle ve alânın rızasına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve vâcib ve lâyıktır. Beş vakit namazlar, tâdil-i erkân ile, cem'ıyyet-i bâtın ve cemaat ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd namazlarını elden çıkarmamalı. Seher vakitlerini istigfârsız geçirmemeli. Gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-ı âcile ile magrûr olmamalı; tezekkür-i mevt, ahvâl-i âhıreti göz önünde bulundurmalı. Umûr-ı gayri meşruayı dünyeviyyeden irâz (haram olan dünya işlerinden yüz çevirip), bâkî kalan âhıret işlerine ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan, dünya maişeti işleri ile meşgûl olup, sâir vakitleri, âhıreti imâr etmekle meşgûl olmalı. Hâsıl-ı kelâm, mâsivânın muhabbetinden korunmalı ve bedeni ahkâm-ı şer'ıyyeye uymakla süslemeli, onunla meşgûl olmalı. İşin hakîkati budur. Bundan gayri cümlesi hiçtir. Bâkî ahvâlimiz hayrlı olsun. Vesselâm Dünyaya önem vermezlerdi 27.6.2001 Allah dostları, dünyaya önem vermezlerdi. Dünyanın ahıret için olduğunu bilirler, hazırlıklarını buna göre yaparlardı. Bu hususta Peygamber efendimizin,“İnsanların bir kısmı “Dünya çocuğu”, bir kısmı da “Âhiret çocuğu” dur. Siz, “Âhiret çocuğu” olunuz.” hadisleriyle amel ederlerdi. Enes bin Malik hazretleri anlatır: “Ben, bir gün Resulüllâh sallallâhü aleyhi vesellemin huzuruna girmiştim. O, mubarek eliyle birşeyi defediyordu. Ben: “Bu defettiğiniz şey nedir, yâ Resulallah?” diye sordum. Buyurdular ki: “Dünya, bana sokulmak istiyor, ben de ona, “Benden uzak ol!” diyorum, yâ Enes.” Resulüllâh efendimiz, bir gün, bir kavme âit mezbelelikten geçerken orada durakladı. Orada bir koyun ölüsü gördü ve yanındakilere hitaben:“Sahipleri bu koyunu, hor ve hakir görürler, değil mi?” buyurdu. Ashab: “Hor ve hakir gördükleri için buraya atmışlar.” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber,“Allah’a karşı dünyanın hor ve hakirliği, bu koyunun sahipleri yanındaki hor ve hakirliğinden daha fazladır!” Ebû Hazim dedi ki: “Dünyaya önem veren bir kimse, yarın huzur-i ilâhîye’de tutulacak ve: “Bu kul, Allah’ın tahkir ettiğini tazim edendir!” denilecek. Utancından yüzündeki etler düşecek. Kalbinde dünya muhabbeti bulunduğu halde “Ben Allah’ı seviyorum!” iddiasında bulunan bir kimse, yalancıdır. Çünkü sevgilinin kerih gördüğünü kerih görmek, sevmenin şartındandır.”denilecek. Vehb bin Münebbih buyurdu ki: “Ey arkadaşlar! Geliniz, insanların, hakkında tevbe etmeyi bıraktıkları bir günahtan tevbe edelim!” Ona, “Nedir bu günah?” diye sormuşlar. O, şu cevabı vermiştir: “Dünyayı sevmek! İleride öyle insanlar gelecek ki, kalblerini tamamen dünya sevgisiyle dolduracaklar. Hattâ dünyaya ve dünya adamlarına tapacaklar!..” Mâlik bin Dinar hazretleri buyurdu ki: “Allah’ı unutturan sihirbazdan sakının! Bu, dünyadır. Dünyanın sihri, Hârut ve Mârut’un sihrinden daha ileri ve daha çirkindir! Zira onların sihri, karı ile kocanın arasını ayırır. Dünyanın sihri ise Allah ile kulun arasını ayırır!” Süfyan bin Uyeyne buyurdu ki: “Âbid ve zâhitlerin Allahı çokça anmaları, dünyayı kendilerinden uzaklaştırmak içindir. Zira onlar Allah’ı andıkça, dünya onlardan uzaklaşır; zikirden ayrıldıkça da onlara sokulur.” Allah dostları selâmeti tercih ederlerdi 28.6.2001 Allah dostları mal ve diğer dünya nimetlerinden yana selâmeti tercih ederlerdi. Gönüllerinin ve ellerinin dünyalıklardan boşalmış olmasını isterlerdi. Ellerinin böyle boş ve selâmette olmasını, mâl yığmağa ve bunu Allah yolunda harcamaya tercih ederlerdi. Böyle yapmalarının sebebi, elde edilecek olan malın hakkını vermekten korkmaları idi. Hatta onlar, fakir ve yoksullara dağıtıvermeleri için kendilerine gönderilen mal ve paraları da geri çevirirler ve: “Bu malı toplayan adam, dağıtımına daha lâyıktır.” derlerdi. İbrahim bin Ethem hazretleri buyurdu ki: “Allahın o âbid ve zâhit kulları ile sizin aranızda çok fark var! Onlar, dünya kendilerine teveccüh etmişken ondan kaçtılar! Size gelince.. Dünya size arka çevirdiği halde, siz onun peşine düşmüş gidiyorsunuz!” Şiddet ve sıkıntıları nimet ve rahata tercih ederlerdi. Allah kendilerinden razı olsun, onlar, şiddet ve sıkıntıları, nimet ve rahata tercih ederlerdi. Allah’a olan teveccühlerinin devamlı oluşu da bundandı. Allahı seven, kulu Allaha yaklaştıran şeyleri de sever. Vehb bin Münebbih Ethem hazretleri buyurdu ki: “Belâyı nimet, rahatı musibet saymayan bir kimse, fakîh değildir!” Hasan Basrî Ethem hazretleri buyurdu ki: “Allah bir kuluna dünyalık hakkında genişlik verir de o kul bunun, kendisi hakkında bir mekr olmasından korkmazsa, Hak teâlânın mekrinden korkmamış olur.” Rabi’ bin Enes Ethem hazretleri buyurdu ki: “Sivrisinek, aç olduğu müddetçe yaşar. Doyduğu zaman şişer ve semirir, semirince de ölür! İşte âdemoğlu da bunun gibi, şişip semirdiği zaman kalbi ölür!” Allah adamları, dünya kalblerinden çevririlip uzaklaştırıldığı zaman, kalblerinde derin bir rahatlık ve genişlik duyarlardı. Çünkü onlar Allahı ve Resulünü severlerdi. Allahı ve Resulünü seven ise, kendisini ibâdetin kemâlinden alıkoyan dünyayı kerih görür İşte bunun içindir ki onların en şerefli ahlâkından biri de, dünya kendilerine gülüp teveccüh ettiği zaman kalblerinde bir sıkıntı ve kasvet hasıl olması idi. Abdulah bin Mes’ûd Ethem hazretleri buyurdu ki: “İleride öyle zamanlar gelecek ki, mü’min, çok zelîl olacak. Mü’minin hayatı, adetâ sirke içinde yaşayan sinek kurdunun yaşayışı gibi olacak!” “İleride öyle zamanlar gelecek ki..” 2.7.2001 Ençok sıkıntı, Peygamberlere ve onları sevenlere gelmiştir. Adamın biri, Peygamberimize:“Ey Allah’ın Resulü, ben seni seviyorum!” demiş. Efendimiz de buyurmuşlar ki:“Eğer beni seviyorsan, sana hücum edecek fakirlik için bir zırh hazırla! Çünkü fakirliğin beni sevene hücumu, bir sel suyunun döküldüğü yere doğru akışından daha sür’atlidir.” İsâ aleyhisselâm buyururmuş ki: “Cennet, bütün nimetleriyle rahat ve şehevâttan ibarettir. Cennete ancak dünyada rahat ve şehevâtın terkedenler girecektir!” Abdullah bin Abbas buyurdu ki: “İleride öyle zamanlar gelecek ki, kişinin bütün himmeti midesi, dini kendi hevâsı, kılıcı da dili olacaktır!” Allah adamları dünyanın gelip geçici olduğunu bilir, hazırlıkların sonsuz olan ahıret hayatına göre tanzim ederlerdi. Hâtem’ül-Esam ve arkadaşları hep eski libas giyerler ve üzerlerinde birçok yama bulunurdu. Hz. Ali, Hz. Ömer’e derdi ki: “Yâ Ömer, sevdiğin iki arkadaşına kavuşmak istersen, gömleğin ve ayakkabın yamalı olsun! Sofrada doymadan çekil, emelini de kısa tut!” Ebû Zer Gıfari hazretlerinin evinde, abdest almakta kullandığı küçük bir su kabından başka bir şey yoktu. Bir gün kendisine, “Evine birkaç eşya edinsen iyi olmaz mı?” dediler. O şu karşılığı verdi: “Evin sahibi, içinde ikâmet etmemiz için bizi bırakmıyor ki! Bizim bir başka evimiz daha var. Amellerimizin iyilerini oraya göndeririz, inşâallah!” Ebû İdris el-Havlânî , arkadaşlarına dermiş ki: “Elbiselerinizi yıkamak için fazla zaman harcamayın. Bilin ki, kötülüklerden temizlenmiş bir kalbin kirli libas içinde bulunması, kirli bir kalbin temiz libaslar içinde bulunmasından bence daha sevimlidir!” Abdullah bin Mesud derdi ki: “Resulüllâhın Eshabının giydikleri elbiseler, sizinkilerden daha kalın, fakat kalbleri, sizin kalblerinizden çok ince idi! İleride öyle zamanlar gelecek ki, insanların elbiseleri gayet ince, kalbleri ise kalın olacaktır!” Ebû Ubeyde de şöyle buyururmuş: “Nice kimseler vardır ki, elbisesini tertemiz tutar da, dinini kirlendirmekten çekinmez!” Süfyân-ı Sevrî diyor ki: “Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir. Şu zamanda sofralarında helâl ekmek bulunduran âileler, cidden çok azalmıştır.” Abdullah bin Abbas diyordu ki: “Bir mü’min için helâlinden kazanmak, bir dağı diğer dağın yanına götürmekten daha güç olacaktır
Belâların, sıkıntıların geliş sebebi 3.7.2001 İslam âlimlerinin büyüklerinden İmam-ı Rabbani hazretleri sıkıntıların hikmetleri şöyle anlatır: Peygamberler ve Velîler, hep dert ve belâ içinde yaşadı. Hattâ “Belâlar, mihnetler, en çok Peygamberlere, sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir” buyuruldu. Çünkü, dünya, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmıştır. Dünya ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yâni, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyada nîmetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhırette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyada tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mümin, âhırette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyanın ömrü, âhıretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Daha doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek, sonsuz nîmetlere kavuşmaları için, dünyada birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmanlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor. Fakir olan kâfir, dünyada da, âhırette de sıkıntı çekiyor. Bunun dünyada çektiği sıkıntılar âhırette lezzete kavuşmasına niçin sebep olmıyacak? Denecek olursa: Kâfir, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyada, ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demektir. Hattâ, bunun için hadis-i şerifte, “Dünya kâfirlerin Cennetidir” buyuruldu. Kâfirlerden bir kısmına, dünyada azâb yapmamakla iyilik ettikleri gibi, ayrıca nîmetler, lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azab yapmamak ile iyilik edip, ayrıca lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, faydalı sebepleri vardır. Allahü teâlâ, herşeye kâdirdir. Dostlarına, hem dünyada, hem de âhırette nîmetler, lezzetler verebilirdi. Fakat böyle olmasının pekçok sebepleri vardır. Böyle olması da yine onların menfaatinedir. Dünyada, birkaç gün dert, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî nîmetlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, rahatlığın kıymetini bilmez. Dünyada bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri arttırmak içindir. Bu elemler, bir nîmet olup, câhil halkı denemek için, büyüklere verilen nîmetler, elem olarak gösterilmektedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için nîmettir. Sıkıntılar âhiret zevklerini artırmaktadır 4.7.2001 Allahü teâlânın dostlarının dünyada başlarına gelen, belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden gelen herşey, tatlı olmaktadır. Nîmetlerden lezzet aldıkları gibi, belâlardan da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin arzusu olup, kendi istekleri karışmadığı için, daha tatlı gelir. Nîmetlerde bu lezzet bulunamaz. Çünkü, nîmetlerde, nefslerinin istekleri de vardır. Belâ gelince, nefsleri ağlamakta, inlemektedir. Bu büyükler, belâyı nîmetten daha çok sever. Belâ, bunlara, nîmetten daha tatlı gelir. Bunların dünyadan aldıkları lezzet, belâlardan, musîbetlerden gelmektedir. Dünyada dert ve belâ olmasaydı, bunların gözünde, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın acı hâdiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. O hâlde, Allahü teâlânın dostları, dünyada da, âhırette de lezzetli ve sevinclidir. Dertlerden aldıkları lezzetler, âhıret lezzetlerinin azalmasına sebep olmaz. Âhıret lezzetlerini gideren, câhillerin aradıkları lezzetlerdir. Başkaları nîmet gelince sevinir. Dert gelince üzülür. Bu büyükler, nîmette de sevincli, derdde de sevinclidir. Çünkü bunlar, işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmıyor. İşleri yapanın güzelliğine bakmaktadırlar. O, güzellerin güzelidir. İşleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olmakta ve tatlı gelmektedir. Bu dünyada, herşey, güzel olan yapıcının işi olduğundan, dert ve zarâr verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey olmaktadır. Kendilerine tatlı gelmektedir. Ayrıca, bu dünya, imtihan yeridir. Burada hak, bâtıl ile; haklı, haksız ile karışıktır. Burada, dostlarına sıkıntılar, belâlar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihânın faydası kalmazdı. Hâlbuki, gayba îman etmek lâzımdır. Dünyanın ve âhıretin bütün saadetleri, görmeden inanmaya bağlıdır. Hadîd sûresi, yirmibeşinci âyetinin meâl-i şerifi, “Allahü teâlâ, Peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...” olup, bu hâl bildirilmektedir. Dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının gözünden sakladı. Dünya, imtihan yeri oldu. Dostları, görünüşte belâda, hakîkatte ise, zevk ve lezzettedir. Düşmanlar, böylece zarâr, ziyân etmektedir. Peygamberlerin, muhârebelerde düşmanlarla döğüşmesi de böyle olurdu. Bedir gazâsında müslümanlar, Uhud gazâsında kâfirler gâlib gelmişti. Allahü teâlâ bu hâli, Âl-i İmrân sûresi, yüzkırkıncı âyetinde bildirmektedir. Dert ve belâlar günahları yok eder 5.7.2001 Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Dostlarına hem dünyada, hem de âhırette rahatlık verebilir. Fakat, âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve âdeti altına gizlemeyi sever. İşlerini, yaratmasını, sebepler altında gizlemiştir. O hâlde, dünya âhıretin aksi olduğundan, dostların, âhıret nîmetlerine kavuşmak için, dünyada sıkıntı çekmeleri lâzımdır. Allahü teâlânın dostları, dertlere, belâlara, tehlikelere karşı tedbîr alır. Bunlardan kurtulmaya çalışır. Dayanılamıyacak şeylerden kaçınmak, Peygamberlerin sünnetidir. Tedbîrlere, çalışmalara rağmen başa gelen belâlardan zevk alırlar. Derdlerden zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı iştir. Ayrıca dertlerin, belâların gelmesine sebep, günah işlemektir. Fakat, belâlar, sıkıntılar, günahların affedilmesine sebep olur. O hâlde, dostlara, belâları, sıkıntıları çok vermek lâzımdır ki, günahları kalmasın. Allahü teâlâ, sevdiklerinin günahlarını afetmek için, onlara dert, belâ gönderiyor. Tevbe, istigfâr edince de, günahlar affolur. Dert ve belâ gelmesine lüzûm kalmaz ve gelmiş derdler de gider. O hâlde, dert ve belâdan kurtulmak için, çok istigfâr okumalıdır. Dostların günahını, düşmanların günahları gibi sanmamalıdır. Bunlardan günah ve kusur sâdır olsa da, başkalarının günahları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak gibidir. Niyet ederek, karar vererek yapılmış değildir. Tâhâ sûresi, yüzonbeşinci âyetinde meâlen, “Âdeme önce söyledik. Fakat unuttu. Azm ile, karar ile yapmadı” buyuruldu. Bu âyet-i kerime Hz.Âdem içindir. O hâlde, dostlara gelen derdlerin, belâların, musîbetlerin çok olması, günahların çok affedildiğini gösterir. Günahların çok olduğunu göstermez. Dostlarına çok belâ vererek, günahlarını affeder, temizler. Böylece bunları, âhıret sıkıntılarından korur. Resûlullah ölüm hâlinde, şiddet ve sıkıntıda iken, Hz. Fâtıma, babasını çok sevdiği ve çok acıdığı için ve Peygamber, “Fâtıma, benden bir parçadır” buyurmuş olduğu için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu tesellî etmek için, “Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!” buyurdu. Cehennemdeki çok şiddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günahların temizlenmesi için dünyada sebepler gönderilmesi ne büyük nîmettir. Dostlara bu muamele yapılırken, başkalarının günahlarının Hesabını âhırete bırakıyorlar. O hâlde dostlara, dünyada çok dert ve belâ vermesi lâzımdır. Sıkıntılar Allah’ı unutmaya mani olur 10.7.2001 Dünyaki sıkıntılar, çaresizlikler, İnsana Yaratanını hatırlatır, devamlı ona sığınmasını sağlar. Belâlar, dostları, Allahtan başka şeylere düşkün olmak günahından korur. Kafirler, bu nîmete lâyık değildir. Dostları, zorla Allaha çekerler. İstediklerini dert ve belâ ile çekerler ve onu mahbûbluk derecesine yükseltirler. İstemediklerini başıboş bırakırlar. Bunların içinden, saadet-i ebediyyeye lâyık olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak, uğraşarak, lutf, ihsâna kavuşur. Böyle yapmıyan, başına gelecekleri düşünsün! Görülüyor ki, seçilmiş kullara, belâ çok gelir. Diğerlerine o kadar çok gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin reîsi, beğenilmişlerin, sevilmişlerin baş tâcı olan Peygamberimiz, “Benim çektiğim acı gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi!” buyurdu. O hâlde, dert ve belâlar, öyle usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşturur. Gerçek Allah dostalrı, hazînelere, mâlik olsa, hepsini verip, derd ve belâ satın alır. Aşk-ı ilâhîden haberi olmıyan, derd ve belâdan kurtulmak için, hazineler harc eder. Her ne kadar, bâzan, dostlar, dert ve belâ gelince, üzülüyor. İstemediği anlaşılıyor ise de, o üzüntü ve isteksizlik, görünüştedir. Tabî'atten, maddesindendir. Bu isteksizliğin faydaları vardır. Çünkü, bu isteksizlik olmasa, nefis ile cihâd, düşmanlık edilemez. Dünyada, sıkıntı ve belâ gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan ayırmaktır. Doğru olan âşık, belâdan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakîkî acı duymaz. Acı duyması görünüştedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun içindir ki, (Velî, Velîyi tanır) buyurmuşlardır. Günah, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, yasak ettiklerinden sakınmamaktır. Emir ve yasaklar, müslümanlaradır, îmanı olanlaradır. Îmanı olmayanları, kâfirleri, emir vermekle, ibâdet ettirmekle şereflendirmedi. Onlar, hayvanlar gibi, her istediklerini yapar, günah olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günah işledikleri için, dünyada azâb çekmezler. Her türlü nîmete kavuşurlar. İstediklerini, çalıştıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyyet verenleri, dünyada cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emir verilmiş, onlardan yalnız birşey istenilmiştir. Bu bir emir, îman etmeleri, müslüman olmalarıdır. Kâfirler, bu emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş oluyorlar. Fakat bu suç, en büyük suçtur. Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyada böyle cezâ olamaz. Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhırette, Cehennemde verilecektir. Dünyaya milyarlarca insan geldi gitti 11.7.2001 Dünyaya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakir. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim imiş, kimi mazlum. O hâllerinin de hepsi geçti, unutuldu. Onların bir kısmı inanmış, müslüman idi. Geri kalanları, inanmamış kâfirlerdi. Hepsi, yâ sonsuz yok kalacak. Yâhut kıyâmet kopup, tekrar dirilip inanmıyanlar sonsuz azâb çekecek. Her iki hâlde de, inanmış olanlara hiç azâb, hiç sıkıntı yok. Fakat ikinci hâlde inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azâb çekecekler. İnanmış olarak ölmüş olanlar, şimdi tam rahat ve huzur içindeler. Îmansız olanlar ise, sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali, korkusu içindeler. Ey insan! İyi düşün! Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir hayal oldu ise, o zaman, bütün ömrün, bütün hayatın, çalışmaların, didinmelerin hep hayâl, bir rü'yâ gibi olacak. O zaman, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem diyemezsin. Buna imkân yok! Çâresiz, onların arasına gideceksin! Sonsuz ateşte yanmağı, ihtimal bile olsa, ister misin? Allahın var olduğunu, Cennete, Cehenneme inanmağı, akıl da, ilim de, fen de red edemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar. İnanmıyanlar, inkâr etmelerine akıl ile, fen ile bir vesika gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesikalar sayılamıyacak kadar çoktur. Dünya kütübhâneleri bu vesikaları bildiren kitaplarla doludur. Onlar nefslerine, zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden başka birşey düşünmiyorlar. Hâlbuki, islâmiyet zevkı yasak etmemiştir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamıştır. O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan te'mîn eder. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabr eder. Bölücü olmaz. Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de rahata, huzura kavuşur. Hem de, âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün rahatlıkların, saadetlerin başı, îman etmekte, müslüman olmaktadır. Îman etmek de, çok kolaydır. Îman etmek için, bir yere para vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izin almak gibi, hiçbir şey yapmak lâzım değildir. Îman, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden inanmak demektir. Îman eden, Allahü teâlânın emirlerine teslim olur. İnsanın dünyaya geliş sebebi 16.7.2001 Dünya ve âhiret, insanın iki hâlinden ibarettir: Ölümden önce olup, ama ona çok yakın olana “Dünya” ölümden sonra olana ise “Âhiret” denir. Dünyadan maksat, âhiret için azık toplamaktır. Çünkü, insan yaratıldığı zaman sade ve noksan yaratılmıştır. Fakat, kemâle gelmek ve meleklerin hâlini kalbine nakşetmek liyakatindedir. Böylece Allahü teâlâ’ya lâyık kul olur. Bu; hidâyete kavuşmak, yahut Allahü teâlânın cemâlini seyredenlerden olur mânâsındadır. Onun nihai saadeti budur. Cenneti budur ve o, bunun için yaratılmıştır. Gözü açılmayınca seyredemez ve O cemâli idrak edemez. Bu ise mârifetle elde edilir. Allahü teâlâ’nın cemâlinin mârifetinin anahtarı, onun yaptığı, yarattığındaki şaşılacak hâllerin bilinmesidir. Bunun anahtarı, önce insanın duygularıdır. Bu hisler, duygular ancak, su ve topraktan meydana gelmiş bu bedende bulunurlar. O hâlde, bunun için su ve toprak âlemine düştü. Ancak bu şekilde, bu azığı elde eder, hisleriyle kendinin dışında olanları bilir. Kendini tanımak anahtarı ile de, Allahü teâlâ’yı tanımaya kavuşur. Bu hisler onda olduğu ve faaliyet gösterdikleri müddetçe o kimseye, “Dünyadadır”, derler. Hislere vedâ edip kendi zâtı ve zâtına ait sıfatları kalınca ona, “Âhirete gitti”, derler. O hâlde insanın dünyada bulunmasının sebebi budur. Biliniz ki dünya, din yolunun konaklarından bir konak, yolcuları Allahü teâlâya götüren bir yol, misafirlerin azıklarını alabilmeleri için açıkta kurulmuş süslü bir pazardır. Dünyada kalbin gıdası, Allahü teâlâ’yı tanımak ve sevmektir. Çünkü, her şeyin gıdası tabiî hususiyetine uygun olur. Helâkinin sebebi, Allahü teâlâ’dan gayrı şeylerin sevgisine dalmaktır. Bedeni, kalb için korumak lâzımdır. Yoksa, beden fânidir, kalb bâkidir. Hacıyı hacca götüren deve gibi, beden de kalbin binek hayvanıdır. Deve hacıya lâzımdır, hacı deveye değil. Eğer hacca giden bir kimsenin deveyi yanında bulundurması icabediyorsa, yemini, suyunu, örtüsünü Kabe’ye varıncaya kadar tedarik etmesi lâzımdır. Bundan sonra onun sıkıntısından kurtulur. Deveye gereğinden fazla zaman ayırırsa, esa işi olan hac vazifesini yerine getiremez. Demek ki, insana dünyada iki şey lâzımdır: Biri, kalbi öldürücü sebeplerden koruması ve manevi gıdasını tedarik etmesi, diğeri de, bedenini helâk edici, öldürücü şeylerden koruması ve maddi gıdasını elde etmesidir. Dünyada bedenin üç şeye ihtayacı var 17.7.2001 Dünyada, beslenmek için yemek, giyinmek, sıcak ve soğuktan korunmak için bir ev lazımdır. Böylece helâk olma sebeplerinden kurtulur. O hâlde, insanın dünyadan zarurî olarak alacağı bunlardan fazla değildir. Hattâ dünyanın esası da bunlardır. Kalbin gıdası, beslenmesi ise mârifettir. Ne kadar çok olursa, o kadar iyidir. Bedenin gıdası, yemektir. Haddinden fazla olursa helâke sebep olur. Allahü teâlânın, şehveti insana vermesi, yemekte, meskende ve giyinmekte bedenin ihtiyacını görmesi içindir. Kendisinin binek hayvanı ancak bu şekilde helâk olmaz. Bu, arzu istek öyle yaratılmıştır ki, kendine verilene razı olmaz, daha fazla ister. Aklın yaratılması, onun hududunu aşmamasını temin içindir. Peygamberler vasıtasıyla gönderilen dinler, onun yani şehvetin, arzu ve isteklerin hududunu tâyin içindir. Fakat bu şehvet, yaratıldığı zaman kendisine verildi. Akıl ise sonradan yaratılmıştır. Demek ki, şehvet (arzu ve istek) önceden yerini tutmuş, hâkim olmuş, emre itaat etmek istemez olmuştur. Akıl ve din ondan sonra geldiler. Bütün varlığını kuvvet, elbise ve mesken kurmaya vermemesi ve bu sebeple kendini unutmaması, bu kuvvet ve elbisenin neye yaradıını, ne çin olduğunu bilmesi ve hattâ kendinin bu dünyada ne için bulunduğunu anlaması, âhiret için azık olan kalbin gıdasını unutmaması için geldiler. Kalbi dünya sevgisi ile meşgul eylemek sebebiyle, kalbde helâke sebep olan hırs, bâhillik, haset, düşmanlık ve bunun gibi sıfatlar meydana gelir. Bedeni dünya ile meşgul eylemekten, kalbe bir meşguliyet doğar. Böylece aslını unutur ve tamamen dünyaya dalar. Dünyanın aslı; yemek, elbise ve mesken olduğu gibi, insan için zarurî olan san’at da üçtür: Ziraatçılık, dokumacılık ve marangozluk. Fakat bunların da kolları vardır. Bütün bu kollar, bu üç sanata yardım için vardır. İşler ve sanatlar çoğalınca,aralarında bazı şeyler meydana geldi, birbirlerine düşman olmaya başladılar. Çünkü herbiri kendi hakkına razı olmadı ve diğerinin hakkına geçmek istedi. İşte bu sebeple, dünya meşgalesi çoğaldı ve karıştı. İnsanlar onun arasında kendilerini kaybettiler ve başlangıçta bunların esasının üç şey olduğunu anlayamadılar. Bütün bunlar yemek, giymek ve mesken içindir. Bu üç şey de beden için lâzımdır. Beden de kalb için lâzımdır. Onu taşımaktadır. Kalb de Allahü teâlâ için,O’nu bilmek için, O’na kulluk etmek lâzımdır. “Uğrunda kan döktüğünüz işte budur!” 18.7.2001 Dünya, çekicidir, gaflette olanları büyüler. Kendini insana devamlı kalacak şekilde gösterir. Halbuki o, hareket eder ve devamlı insandan kaçar. Fakat tedrici ve gayet yavaş hareket eder. Dünya, kendisine bakıldığı zaman hareketsiz görünen ve fakat daima yürüyen bir gölgeye benzer. Blirsin ki, ömrün devamlı gidiyor ve tedrici olarak her an biraz daha azalıyor. İşte o dünyadır, senden kaçıyor, sana vedâ ediyor , senden ayrılıyor, sen ise bunu anlamıyorsun! Dünyanın insanı kendine bağlamasının biri de, kendini insana veriyor şeklinde göstermesi, insanı kendine âşık etmesi, onunla kalacağını, bir başkasının olmayacağını imâ etmesidir. Halbuki sonra âniden insana düşman kesilir. Bu, erkekleri aldatıp, kendine âşık eyleyen, sonra evine götürüp öldüren, zehirleyen zalim bir kadına benzer. Dünyanın aldatmalarından biri de, dışını süsleyip, belâ ve mihnetleri örtmesi, dışına, yüzüne bakan cahilleri aldatmasıdır. Çirkin yüzünü örten, ipekli ve süslü elbiseler giyen ihtiyar bir kadına benzer. Uzaktan onu görenler ona âşık olurlar. Ama yüzünden örtüyü kaldırınca pişman olur, üzülürler. Onun rezilliğini görürler. Hadîs-i şerîfte geldi ki: “Kıyamet günü dünyayı yeşil gözlü, dişleri dökülmüş ihtiyar, çirkin bir kadın şeklinde getirirler; insanlar ona bakınca: Allah korusun! Bu nedir? Böyle rezil, böyle çirkin derler. Onlara denir ki: Bu, uğruna birbirinizi kıskandığınız, birbirinize düşman kesildiğiniz, kan döktüğünüz, sıla-i rahmi terkettiğiniz, ona aldandığınız dünyadır. Sonra onu Cehenneme atarlar. Der ki: Ya Rabbi, beni sevenler nerededir? Allahü teâlâ onların da getirilip Cehenneme atılmasını emreder.” Bir kimse dünyada bulunmadığından önceki ezeli ve içinde bulunmayacağı âtideki seneleri ve ezelle ebed arasındaki bu birkaç günü, kendi ömrünü hesap ederse, dünyanın bir sefer yolu olduğunu, birinci menzilinin beşik, son konağının mezar ve bunun arasında kaç konak bulunduğunu anlar. Her yıl, bir konak gibi; her gün, bir mil gibi ve her nefes bir adım gibidir. O ise durmadan yürüyor. Kiminin bu yoldan bir fersahı kalmış, kiminin daha az, kiminin daha çok kalmış. O ise daima burada kalacakmış gibi gamsız ve düşüncesiz oturmaktadır. On sene sonra bile kendine lâzım olmayacak şeyleri düşünmekle meşgul olur. Halbuki on güne varmaz, toprak altında olacaktır. Suya girip ıslanmamak mümkün mü? 19.7.2001 Dünyayı sevenler, onda buldukları lezzetlerle âhirette rezillik ve sıkıntı çekenler; çok fazla etli yağlı yemekler yeyip, tatlı şerbetler içip midesini bozan, sonra da midesinde, nefsinde ve kazuratındaki rezaleti görüp utanan, pişman olan; lezzetleri geçti, rezilliği kaldı diyen kimse gibidir. Yemek ne kadar iyi olursa ağırlığı da o kadar çok olduğu gibi, dünya lezzetleri de ne kadar çok olursa sonu o kadar rüsvay ve rezil olmaktır. Bunun böyle olduğu can verirken belli olur. Zira nimeti, makam mevkii, malı mülkü bağı, bostanı çok olanların, ölürken bunlardan ayrılık emeli; az olanlarınkinden daha çok olur. Bu elem ve azap ölümle yok olmaz. Hattâ daha da artar. Çünkü, o sevgi kalbin sıfatıdır. Kalb ise kendi yerinde olur, ölmez. Dünya işlerinden insanın karşılaştığı kendisine az görünür, bununla meşguliyetinin uzun sürmeyeceğini zanneder. Belki de işlerinin yüz tanesinden bir tanesi ortaya çıkar ve ömrü o işte geçer! İsâ (aleyhisselâm) buyuruyor: “Dünyayı arayan, deniz suyu içene benzer. Ne kadar çok içerse, daha çok susar, içer içer, nihayet ölür. Fakat susuzluğu, harareti eksilmez.” Peygamberimiz Efendimiz de, “Bir kimsenin suya girip ıslanmaması mümkün değildir.” buyuruyor. Dünyaya gelen; misafirler için odalar süslemek, onları grup grup çağırmak, önlerine üzerinde kuru yemişler bulunan altın tabak, mangal koyup çeşitli güzel kokular arasında tatlı yediren ve geriye, başkaları geleceği için, tabak ve mangalı bırakıp meyveleri yenen bir misafirperverin evinde misafir olmaya benzer. O hâlde onun âdetini bilen ve akıllı olan herkes öd ve buhurun kokusuna bürünür, meyveyi yer, tabak ve mangalı bırakır, şükür eder ve gider. Ahmak olan bunları kendisine verdiklerini zannedip alıp götürmek ister. Gideceği zaman elinden aldıklarına üzülür, canı sakılır, feryad eder. İşte dünyad a böyle; yolcuların azıklarını bedava alacakları, fakat içerde olanlara tama’ etmeyecekleri misafir konağıdır. Her kim dünyanın geçici olduğunu bilmez, ahıret için sefere hazırlanmaz, işini bitirmez, gözünü âhirete çevirmez ve dünya meşgalesini ihtiyacından fazla tutarsa, dünyayı tanımamış olur. Bunun sebebi cahilliktir. Peygamber Efendimiz buyurdu: “Dünya, Hârut ve Mârut’tan daha büyük büyücüdür. Ondan kaçınız.” Dünya böyle bir büyücü olunca, onun hile ve aldatmaların ve onun işlerinin neye benzediğini insanlara açıklamak farz olur. İnsanların hali gemideki yolcuların haline benzer 23.7.2001 Dünyayı sevenler, dünya işleri ile meşgul olup âhireti unutanlar; gemide bulunup, bir adaya yanaşıp ihtiyaç için dışarıya çıkanlar gibidir. Kaptan, bağırır ve der ki: “Hiç kimse fazla kalmasın. İhtiyaçtan başka bir şeyle meşgul olmasın. Gemi hemen kalkacak.” Onlar adaya dağılırlar. Akıllı olanlar, çabucak ihtiyacını görüp geri dönerler. Gemiyi boş bulup daha güzel ve uygun bir yer tutup oraya otururlar. Diğer bir grup, adanın güzelliğine, acayipliğine şaşar, kalırlar. Onu seyre koyulurlar. Ondaki çiçeklere, tatlı tatlı öten bülbüllere, etraftaki süslü çakıl taşlarına bakar kalırlar. Geri dönünce, gemide rahat bir yer bulamazlar, dar ve karanlık yered otururlar. Oranın sıkıntısını çekerler. Diğer bir grup, yalnız bakmakla kalmayıp, o süslü güzel çakıl taşlarını, çiçekleri toplarlar, beraberinde götürürler; gemide yer bulamazlar, dar bir yere sıkışır, kalırlar ve çok defa o çakıl taşlarını omuzları üzerinde taşırlar. Bir iki gün geçince o güzel renkler solar, kararır, onlardan nâhoş kokular gelmeye başlar. Atacak yer bulamazlar. Pişman olurlar, onların yükünü ve sıkıntısını omuzlariyle çekerler. Bir başka grup, adanın güzelliğine şaşar ve öyle kalırlar. Gemiden uzak kalıp gemiyi kaçırırlar. Kaptanın sesini duymazlar. Adada kalırlar. Böylece bazısı açlıktan ölür. Bazısını yırtıcı hayvanlar öldürür. Birinci grup takvâ sahibi mü’minlere benzer, sondakiler de kâfirlere. Zira kendilerini, Allahü teâlâyı ve âhireti unuttular. Bütün varlıklarını dünyaya verdiler. Âyet-i kerimede, “Âhirete nisbetle, dünya hayatını daha çok sevdiler” buyuruldu. Aralarında bulunan iki grup, âsiler gibidir. İmanın aslını korudular, fakat dünyadan el çekmediler. Bir kısmı fakirlikten pay aldı. Bir kısmı çok nimetler toplayıp, yükü ağır oldu. Dünyanın aslına dikkat edirse, üç şeyden ibaret olduğunu görülür: Biri bitki, maden ve hayvan gibi yeryüzünde görülen şeylerdir. Toprağın aslı, mesken kurmak ve ziraatle ondan faydalanmak içindir. Bakır, pirinç ve demir madenleri âletler için, hayvanlar ise üzerlerine binmek ve yemek içindir. Diğer ikisi de, insanın kalbini ve bedenini bunlarla meşgul eylemesidir. Ya kalbi, onu sevmek ve onu istemekle meşgul eder, veya bedenini onu düzeltmek, onun işlerini yapmakla meşgul eder. Dünyanın herşi kötü değildir 24.7.2001 Dünyanın herşeyi ile kötü bilmemelidir. Dünyada öyle şeyler vardır ki; onlar dünya değildirler. İlim ve amel dünyada olur, fakat dünyadan sayılmazlar. Bu iki kısımdır: Biri kalb cevherinin temizliği ve parlaklığı olup, günahları terketmekten hâsıl olur. Diğeri Allahü teâlâyı anmanın ünsiyeti olup, ibadetlere devamden meydana gelir. O hâlde bunlar devamlı olan iyi şeylerdir. İlmin, münâcaatın ve Allahü teâlânın zikrine ünsiyetin verdiği lezzet daha çoktur. Bunlar dünyadadır. Fakat dünyadan sayılmazlar. O hâlde bütün lezzetler zararlı ve kötü değildir. Bu da iki kısımdır: Biri, dünyadan olduğu ve ölümden sonra da kalmadığı hâlde; âhiret işlerine, ilme, amele ve mü’minlerin çoğalmasına yardımcı olandır. Âhiret yolunun şartı olan ihtiyaç miktarınca kuvvet, evlenme, giyinme ve mesken kurma gibi. Dünyadan bu kadarına kanaat getiren ve bundan maksadı din işlerinde rahatlık olan, dünya ehli değildir. O hâlde, dünyadan kötü olanlar, din için olmayanlardır. Belki o kimse, gaflete, lezzet ve nimetlere kapılıp kulluk vazifelerini unutan ve kalbini bu dünyaya bağlayıp, öbür dünyadan nefret eden kimsedir. Bunun için Peygamber Efendimiz buyurdu: “Dünya ve içindekiler mel’ûndur. Ancak Allahü teâlâ’yı anmak ve buna yardım edenler mel’ûn değildir.” Zaruret, ihtiyaç miktarı kadar olan şeyler de ahireti kazanmada vesile olduğu bilinirse, bunlar da dünyadan sayılmaz. Hz. Ömer anlattı: “Resûlullah efendimizin evlerinde, içerdeki eşyâlara bir göz gezdirdim. Üç şeyden başka bir şey göremedim. Bunun üzerine; “Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlâya duâ et de, ümmetine genişlik versin. Çünkü Allahü teâlâ, Farslar (İranlılar) ve Rumlara genişlik, bol dünyâlık verdi. Hâlbuki onlar Allahü teâlâya ibâdet etmiyorlar” dedim. Resûlullah efendimiz yaslanmışlardı. Doğrularak oturdular ve şöyle buyurdular: “Onlar dünyâdaki iyiliklerinin karşılığını peşin aldılar.” Mü’minlerin âhıreti istemesi dünyâyı istemesinden fazladır. Onlar, âhıreti dünyâya tercih ederler ve dünyâda yaptıkları iyiliklerin karşılığını görürler. Âhırette de ecir ve sevâba kavuşurlar. Kâfirler ise dünyâda yaptıkları iyiliklerin karşılığını dünyâda iken alırlar. Âhırete gittiklerinde, kendilerini kurtaracak hiçbir iyiliklerini bulamazlar. Yukarıda bildirilen; “Onlar için âhırette karşılık olarak sâdece nâr vardır” âyet-i kerîmesinin, riyâkarlar için olduğu da söylenmiştir. Ahırette, kimin için yaptınsa sevabını ondan iste denecektir. “Gökten ateş yağmadığına Şükretsin!” 25.7.2001 İnsanın dünyada sıkıntı içinde olması, kendini bilmemesi, konumunu, dünyaya geliş sebebini bilmemesidir. Son devir İslam büyüklerinden Abdülhakîm Arvasi hazretleri bu konu ile ilgili bir üniversitelinin suâline verdiği cevapta buyurdu ki: Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sahasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fakat, çıkamazsınız. Bu sahanın dışı, adem diyârıdır. O adem yâni yokluk diyârı da, Onun kudreti içindedir. Bir sırası düşerek, İbrâhîm-i Edhemden, birisi nasihat istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:1 -Günah yapacağın zaman, Onun rızkını yime! Rızkını yiyip de, Ona ısyân etmek, doğru olur mu? 2 -Ona âsi olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona ısyan etmek, lâyık olur mu? 3 -Ona ısyân etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir. 4 -Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman, tevbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu saattir. Zîrâ, Melek-ülmevt, âni gelir. 5 -Mezarda, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, suâl için geldikleri vakit, kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki, “Buna imkân yoktur” Şeyh buyurdu ki, “Öyle ise, şimdiden onlara cevap hazırla!” 6 -Kıyamet günü Allahü teâlâ, “Günahı olanlar, Cehenneme gitsin!” diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, “Bu sözümü dinlemezler” Bunun üzerine, o kimse, tevbe etti ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde, rabbânî te'sîr vardır. İbrâhîm-i Edhemden sordular ki, Allahü teâlâ, “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm” buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevabında buyurdu ki, “Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur'an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın nîmetlerinden faydalanırsınız, Ona Şükretmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, âsiler için yarattığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıplarınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına Şükretsin! Daha ne isterler? Duâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi? “Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz...” 26.7.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (2) Siz, adem diyârından, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulâsa, ruh ve cesedinize bağlı bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyûmdur. Yâni, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hâllerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezâsını vermekten de, âciz kalmaz. Meselâ, Ay’da, Merih’te ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu yer küresinde de bulunmasaydı, birşey lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden birşey eksilmezdi. Hadis-i kudsîde buyuruyor ki, “Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız”. Güneşten ışık ve enerji gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks ettiriyor. Siyah topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nûrlar yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle te'sîrler uyandırıyor. Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları yani mikroplar vasıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücûdünüz makinasının yapı taşı olan, protein, yâni yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir taraftan da yine nebâtât fabrikasında, toprağın suyunu, havanın boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, semadan gönderdiği enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yâni vücûdünüz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor. Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebâtlarda ve yer yüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, mi'delerinize gidecek, sizi besliyecek rızık, gıdâ hazırlıyor. Peygamberlerin gönderilmesi nimeti 30.7.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (3) Allahü teâlâ, akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Dimâglarınızda, fizik laboratuvarları açarak, burada his uzuvlarından, sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına miknâtis kuvvetini yerleştirdiği gibi, beyninize yerleştirdiği akıl ve yüreğinize yerleştirdiği kalb kuvvetleri te'sîri ile, bir anda, çeşitli plânlar hazırlanıp, emirler, hareketler meydana getiriyor. Yüreğinizi çok karışık ve hârika dediğiniz te'sîrlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehrleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akıllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermayeler gizliyor. Daha ve daha birçok hârikalarla, vücûdünüzü techîz ediyor, tamamlıyor. Hepsine fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları ve bioloji olayları gibi ismler taktığınız, bir nizâm ve âhenkle, te'sîs ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleştiriyor. Gereken tedbîrleri ruh ve şu'ûrunuza tersîm ediyor. Zihin denilen bir hazîne, akıl nâmında bir miyâr, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğiniz bir anahtar da, ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtârlar, işaretler, meyller, şehvetler de veriyor. Daha büyük bir nîmet olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkça, talimat gönderiyor. Nihâyet, vücûdünüz makinesini işletip ve tecrübelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve istifâde etmeniz için elinize teslim ediyor. Bütün bunları, size ve iradenize ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevkı', bir salâhiyyet vererek, mes'ûd ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emânetlere mâlik olduğunuzu iddiâ edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar gibi, sâde dış kuvvetler te'sîri ile veya hayvanlar gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile akılsız, şu'ûrsuz hareket ettirse idi ve evlerinize taşıdığınız nîmetlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz? “Ey insan! Acaba sen nesin?” 31.7.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (4) Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize devâ, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücûmlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, çakan şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı gıdâ maddelerini,yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, ziyâ ve harâret şu'âları te'sîri ile oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız? Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, herşeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz. Ey insan! Acaba sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakâret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zaman, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin rahatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir mekana tevdi' etti ve nice zaman himâyene uğraştı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mes'ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, nîmetlerinden ona ve yaratanına bir Şükür payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin kirlettiği çöplüklere döküyorsun? Etrâfın, arzu ve emellerine uyduğu zaman, herşeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaratarak yaptığına, bütün başarıları îcâd ettiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek memurluktan isti'fâ ediyor ve emânete sahip çıkmaya kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıttırmak istiyorsun. Yâhû! İşin yolunda, muvaffakıyyet ve muzafferiyyet yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamanında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye iddiâ ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin? “Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz!” 1.8.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (5) Ey insanoğlu, etrafın, arzularına uymaz, dış kuvvetler seni mağlup etmeye başlarsa, o zaman da, kendinde hasret ve husrandan, acz ve yeisten başka birşey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sahip olmadığını, herşeyin cebr elinde esîr olduğunu ve varlığının, otomatik ve fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddiâ ediyorsun. Kaderi bir cebir, mecburiyet mânasında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, teyb gibi olmadığını da, sezmez değilsin. Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zaman eline geçirebileceğin kuru ekmeği yimekle, yimeyip açlıktan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yirsin. Hem yirsin, hem de birşey yapmadığına hükm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine arzunla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamıştır. Fakat, böyle mecbûr olduğun zamanlarında bile, irâdene mâlik olduğun hâlde, seni âciz bırakan, hâricî kuvvetler karşısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç bilirsin. Ey Âdem oğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her hâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, îcâd etmekten, herşeye hâkim ve gâlib olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir hürriyet ve ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzu ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmıyan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan, birer memursunuz! Onun koyduğu ahkâm ve nizâm ile, Onun tâyîn ettiği mevkı'leriniz ve halk edip emânet olarak verdiği salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız Âmir ancak O, hâkim yalnız O, mâlik yine Odur. Ondan başka âmir, Ona benzer hâkim, Ona ortak mâlik yoktur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücâdeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftihârlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. Sıkıntıların birinci sebebi 2.8.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (6) Ey ademoğlu, kalblerinizde, niçin yalana yer veriyor da, şirklere sapıyorsun? Niçin, eşsiz hâkim olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, Onu mâbut tanımıyorsunuz da, binlerce, hâyal olan, mâbutlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyâr, bir îman değil midir? Niçin o emeli Haktan başkasında arıyorsunuz? Niçin, o îmanı Hakka tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmana ve îmanın netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz? Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nîmet, hep Hakka îmanın hâsıl ettiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felaket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şerîklere tâbi olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile, yalnız Hak teâlâya îman etmemenin netîcesidir. Hulâsa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin, îmansızlığın, vahdetsizliğin ve sevgisizliğin netîcesidir. Beşeriyyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbirini sevemez. Haktan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Hak teâlâdan başka herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Şerîki, nazîri, misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve ancak Onun mukâbili bâtıldır, yanlıştır ve varlığı mümkün olmıyan bir yokluktur. Hak teâlâdan başka, herneye tâbi olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacaktır. 7- ÖLÜM VE ÖTESİ İnsanlar üç kısma ayrılır 7.8.2001 Uzun zamandır, dünyadan, dünyanın ne olduğundan bahsettik. İnsan için bir dünya hayatı var bir de ahıret hayatı var. Biraz da kaçınılmaz son olan ölümden, ölüme hazırlıktan ve ahıretten bahsetmek istiyorum. Bunları büyük islam alimi İmam-ı Gazali hazretlerinin dilinden sunmak istiyorum: Bilmiş ol ki; dünyanın zevklerini seven, ona aldanıp meyleden kimse, ölümden gaflet eder ve ölümden bahsedilince, ondan nefret eder. İşte bu gibiler hakkında Allahü teâlâ: “De ki: “Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüme mutlak yakalanacaksınız; sonra; görüleni de görülmeyeni de bilen Allah’a dönüdrüleceksiniz.” O size işlediklerinizi haber verecektir” (62- Cum’a: buyurmuştur. Sonra insanlar üç kısma ayrılır. Bir kısmı, dünyaya dalmış gidiyor. Diğer kısmı henüz tevbe etmiş ve Hakk’a yönelmiştir. Üçüncü kısmı da kemâle ermiş âriflerdir. Dünyaya meyleden, ölümü anmaz; anarsa da dünyadan nasıl ayrılacağına üzülerek anar. Bunun için ölümü yerer. Bu gibilerin bu maksadla ölümü anmaları, Allaha uzaklaşmaktan başka bir yarar sağlamaz. Henüz tevbe etmiş olana gelince; onun ölümü fazla anması, korkunun artması ve tevbeye devamı için lâzımdır. Bâzan ölümden korkması, tebesini tamamlamadan ve gerekli azığını almadan korkusu sebebiyle olabilir ki, burada mâzur sayılır. Bu maksadla ölümü sevmeyen, Peygamber Efendimiz’in, “Ölümü kerih göreni, ondan hoşlanmayanı Allah da kerih görür” buyurduğu kimselerden sayılmaz. Çünkü bu adam ölümü kerih görmüyor, kusur ve noksanlarını telâfi peşindedir. Bu, sevgilisine ulaşmak için sevgilisinin arzû ettiği şekilde hâzırlanmakla meşgul olduğundan vakit kazanmak isteyenlerin durumuna benzer. Bu, ölümü kerih görmüş sayılmaz. Bunun belirtisi, devamlı olarak hazırlıkla meşgul olmaktır. Böyle yapmazsa dünyaya meyletmiş sayılır. Ârife gelince; o, devamlı olarak ölümü hâtırlar, çünkü ölüm onun için, sevgilisi ile bluşma zamanıdır. Seven, sevgilisi ile buluşacağı günü hiç hatırından çıkarmaz. Hattâ ölümün geç gelmesine canı sıkılır. Bir an önce bu isyan dünyasından kurtulup Allaha ulaşmağa can atar. “Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz...” 8.8.2001 Her hâlükârda ölümü hâtırlamakta sevab ve fazîlet vardır. Zira dünyaya meyleden insan, ölümü ana ana, yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmağa başlar. Çünkü artık nimetleri ona ağır gelmekte, zevklerinden hoşlanmamağa başlar. Böylece dünyanın lezzet ve şehvetlerinden insânı soğutan her şey, kurtuluş sebeblerindendir. Peygamber Efendimiz: “Zevkleri yok eden ölümü, çok anın” buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz: “Eğer siz Âdemoğullarının ölüm hakkında bildiklerinizi hayvanlar bilseydi, onların vücudlarında et bulup yiyemezdiniz” buyurmuştur. Hz. Âişe Peygamber Efendimiz’e, “Şehidlerle beraber haşrolacak kimse var mı?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz: “Evet, günde yirmi def’a ölümü hâtırlayan, şehidlerle haşrolur” diye cevab vermiştir. Çünkü yirmi def’a ölümü hatırlamak, insânı dünyaya aldanmaktan alıkor ve âhiret için hâzırlanmağa; ölümü unutmak ise insânı dünya zevkine sürüklemeğe sebeb olur. Yine Peygamber Efendimiz: “Mü’minin hediyesi ölümdür” buyurmuştur. Çünkü dünya, mü’minin tutuklu bulunduğu bir yerdir. Zîra burada devamlı olarak nefsi ile nücadele, şehvetlerine karşı riyâzet ve şeytânın saldırısına karşı savunma hâlindedir. Ölüm ise bütün bu sıkıntılardan kurtulmak demektir. Bu ise kendi hakkında bir hediyedir. Yine Peygamber Efendimiz, “Ölüm, her mü’min için bir keffârettir” buyurmuştur. Bununla da gerçek müslümânı kasdetmiştir. O müslüman ki, müslümanlar onun elinden ve dilinden emîn olmuş, mü’minin iyi vasıflrı kendisinde yerleşmiş, günahlarla kirlenmemiş, ancak farzları yerine getirmek ve büyük günahlardan kaçınmakla bâzı ufak tefek hatâları olmuştur ki, ölüm bunları yok eder. Hz.Huzeyfe ölüm döşeğine iken: “Dost, ânî bir baskınla gelir. Pişmanlık fayda vermez. Allah’ım, fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm de hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır” diye duâ etmiştir. Kusurlarını telafi ve sermaye edinmek maksadıyle henüz tevbe etmiş olanın ölümden hoşlanmamasında, hazırlıklı bulunanın da ölümü sevmesinde mâzur sayılırlar. Fakat bu ikisinden de daha üstün rütbe, kendisi için ölüm veya kalım taraflarını tercih etmeden, işi Allaha havale edip, O’nun için en sevimli olanı, kendisi için de en sevimli olmaktır. İşte aşırı derecede sevgi sayesinde teslim ve rızâ makamına yükselen budur. Bu ise, son rütbedir. Kişinin beklediklerinin en hayırlısı 9.8.2001 Bir gün Peygamber Efendimiz kahkahalar atan bir meclise uğradı ve:“Meclisinizi, muhabbetinizi, zevkleri alt üst eden şeylerle karıştırınız” buyurdu: Onlar: “O nedir?” diye sormaları üzerine, Peygamber Efendimiz: “Ölümdür” buyurdu. Hz. Enes’in rivâyetine göre, Peygamber Efendimiz, “Ölümü çok hâtırlayın, zira o, günahlardan korur ve dünyadan yüz çevirttirir” buyurmşutur. Yine Peygamber Efendimiz, “Ayırıcılık bakımından ölüm yeter” diğer bir hadîsde de: “Nasihat olarak ölüm yeter” buyurmuştur. Bir gün Peygamber Efendimiz Mescid’e gitmiş, orada bâzı kimselerin konuşup gülüştüklerini görünce: “Ölümü anın, iyi biliniz ki, nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, benim bildiğimi siz bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” buyurmuştur. Bir def’a Peygamber Efendimiz’in huzurunda bir adamı övdüklerinde, Peygamber Efendimiz:- Bu adamın ölümü anması nasıldır? diye sordu. Onlar da: “ Ölümü andığını hiç hâtırlamıyoruz” deyince, Peygamber Efendimiz: “ O hâlde adamın bir değeri yoktur “ buyurdu. İbn Ömer anlatıyor: “Bir gün, Peygamber Efendimiz’in huzurunda bulunuyordum. Ensar’dan birisi, “İnsanların en akıllısı ve en keremlisi kimdir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz: “Ölümü daha çok anan ve onun için daha çok hâzırlanandır. İşte dünyanın şerefini ve âhiretin keremini ihrâz eden akıllılar bunlardır” buyurdu. Hasan-ı Basrî “Ölüm, dünyanın bütün kötülüklerini açığa çıkardı da akıl sâhibi için dünyalık hussunda sevinç namına bir şey bırakmadı” dedi. Rebî bin Haysem: “Kişinin beklediklerinde ölümden daha hayırlısı yoktur” demiştir. Büyüklerden birisi, kardeşliklerinden birisine yazdığı mektubda: “Kardeşim, ölümü arayıp bulamıyacağın gün gelmeden önce, bu dünyada ölüm için hâzırlan” dedi. İbn Sîrîn’in yanında ölümden bahsedildiği vakit odun kesliir ve bütün âzaları ölmüş gibi donardı. Ömer bin Abdülâziz her akşam adâmlarını başına toplar, ölümden ve kıyâmetden bahsederler ve âdeta bir ölen varmış gibi ağlarlardı. İbrâhim et-Teymî: “İki şey beni dünya zevkinden ayırmıştır. Biri ölümü hâtırlamak, diğeri de Allah huzurunda hesab vermeyi düşünmektir” dedi. Kâ’b da : “Ölümü bilene dünyanın elem ve sıkıntıları kolay gelir” dedi. “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız!” 10.8.2001 Peygamberimiz , Mekke fethinde görüldüğü yerde öldürmelerini emir buyurdukları kimselerin içerisinde Hind binti Utbe de vardı. Hind binti Utbe, Kâ’be-i Muazzamanın örtüsü altına sığındı. Yanında bir çok kadınlar da vardı. Hepsi imân ettiklerini bildirdiler ve Resûlullah’a biât ettiler. Peygamberimiz Mekke’de kendisine ezâ ve cefâ yapan kadınların başında gelen, Mübârek amcası Hz. Hamza’yı öldürten Hind binti Utbe’yi affetti ve öldürülmemesini emir buyurdular. Hind; Mekke’nin fethedildiği gün, Kâ’be’deki bütün putlar yıkılmış, kırılmış ve dışarı atılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâmın sabaha kadar namaz kıldıklarını görmüş, kalbinde imân nuru parlamış ve bunu kocası Ebû Süfyân’a söylemişdi. Tanınmamak için kılık kıyâfet değiştirmiş, yüzünü örtmüştü. Resûlullah’a geldi. “Yâ Resûlallah el tutup sana biât edeyim mi?” diye sordu. Peygamberimiz, “Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına hitap etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir” buyurdular ve kadınların biâtı söz ile oldu Burada Peygamberimiz, Hz. Ömer’e “Söyle o kadınlara Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak üzere Resûlullah’a biât edeceklerdir” buyurdu. Hind’in yanındaki kadınlar sustular. Onlar namına Hind konuştu ve Resûlullah’a: “Erkeklerden istemediğin bir teahhüdü, kadınlardan niçin istiyorsun. Ben iyice anladım ki, eğer Allah ile birlikte başka ilâh, tanrılar bulunsaydı, başımıza gelenlerdin bizleri korurdu” dedi Peygamberimiz, Hind’e baktı ve Hz. Ömer’e, “Söyle onlara; hırsızlık da etmeyecekler” buyurdu. Hind, “Yâ Resûlallah, Ebû Süfyân cimri bir kimsedir. Ben ondan habersiz malından bir şeyler çalıyordum. Bu benim için helâl mi, değil mi bilmiyorum. Ebû Süfyân ne ban ne oğluma yetecek kadar bir şey vermiyor.” dedi. Peygamberimiz “Onun malından kendine ve oğluna yetecek kadar bir şey alabilirsin” buyurdu. Bu sırada Ebû Süfyân, Hind’e “Senin şimdiye kadar çaldığın geçti gitti. Bundan sonrakiler de helâl olsun” dedi. Peygamberimiz güldü. Hind’i yanına çağırdı. “Demek sen Hind binti Utbe’sin?” buyurdu. Hind radıyallahü anha “Evet” dedi. “Allaha şükür olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Yâ Muhammed elbette ki bana rahmetin dokunacaktır. Şimdi ben Allah’a imân etmiş ve Onun Resûlünü tasdik etmiş bir kadınım” dedi. “Ölümü çok an ki, kalbin yumuşasın” 13.8.2001 Kadının biri Hz. Âişe’ye kalbinin kasvetinden şikâyet etti. Hz. Âişe, “Ölümü çok an ki, kalbin yumuşasın” buyurdu. Kadın da böyle yaptı ve kalbi yumuşadı. Bunun üzerine kadın Hz. Âişe’ye gelerek teşekkür etti.” Ömer bin Abdülâziz hazretleri âlimlerden birisine: - Bana nasihat et, dedi. Âlim: - Halifelerin ilk öleni sen değilsin, yâni sen de her halife gibi öleceksin, dedi. Ömer: - Daha söyle, deyince âlim: - Hz. Âdem’e varıncaya kadar bütün ataların ölümü tatmış ve sıra sana gelmiştir, deyince. Halife Ömer ağladı. İsâ aleyhisselâmın yanında ölümden bahsedildiği vakit, vücudu kan ter içinde kalırdı. Dâvud aleyhiselâm da ölüm ve kıyâmet anıldığı vakit kendinden geçer; Allah’ın rahmeti anıldığı vakit kendine gelirdi. Eş’as anlatıyor: “Hasan-ı Basrî’nin sohbetine devâm ederdik. Onun sohbeti, Cehennem, âhiret ve ölüm işini hâtırlatmaktan ibâret idi.” Hasan-ı Basrî diyor: “Aklı başında olan herkes ölümden korkar ve onun için üzüntü duyar.” Rebî bin Haysem de ölümü hâtırından çıkarmamak için evinin içinde günde birkaç def’a yatıp kalktığı bir mezar kazdırmış ve bir an ölüm hâtırımdan çıksa kalbim bozulur, derdi. Abdullah’ın bin Mitraf da: “Şu ölüm yok mu? Servet sâhibine servetlerini zehir etmiştir. O hâlde ölüm olmayan yer için servet hâzırlayın” demiştir. Ömer bin Abdülaziz de Anbese’ye: “Ölümü çok hâtırla, şâyet bolluk içinde isen onu sana daraltır, darlıkta isen hayâtını genişletir” dedi. Sonra, “Görmüyor musunuz? Her gün sabah veya akşam nasıl birini Allah’a yolcu ediyoruz. Onu yerin içine koyup üzerine toprağı atıyoruz, dostları geride kalıyor ve ilişkileri tamamen kesiliyor?” dedi. Ebû Süleyman ed-Dârânî de Ümm-i Hirven’e: “Ölümü sever misin?” diye sordu. Kadın, hayır! dedi. Sebebini sorunca: “Birisine karşı bir kusur işlesem, onun yüzünü görmek istemem. Allah’a bu kadar isyan ettiğim hâlde O’na ulaşmağı nasıl seveyim?” demiştir. Hatırlamanın tesir etmesi için 14.8.2001 Ölüm dehşetli bir olaydır. İsanların bundan gafleti, onu az düşünüp az konuşmalarındandır. Hattâ ölümü hâtırlayanlar da onu boş bir kalb ile düşünmez; dünya şehvetleri ile meşgul olan kalbler ile düşünürler. Bu bakımdan ölümü hâtırlamak, gönüllerde fazla te’sîr etmez. Bunun çaresi, her şeyden sıyrılmış boş bir kalb ile, daima gözünün önünde bulunan ölümü, tehlikeli yolculuğuna çıkacak olan insânın, bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey düşünmediği gibi, düşünmektir. Böyle hâlis bir düşünce ile ölümü düşündüğü vakit, bu düşüncenin kalbinde te’sîr ederek dünya neş’esini azaltıp kalbini üzeceği ihtimâli kuvvetleşir. Bu hususta en müessir yol, kendi emsallerinde, kendisinden önce ölüm toprak altına girenleri, onların mevki ve mallarını, toprağın onların sûretlerini nasıl mahvettiğini, mezarlarında nasıl çürüdüklerini, ailelerinin dul, çocuklarının nasıl yetim kaldığını, mallarının mahvolduğunu, câmideki yerlerinin boş kaldığını ve dostlarından ayrıldığını, hayatta iken nasıl neş’eli sohbet ettikleri hâlde nihâyet nasıl unutulup kaybolduklarını düşünmektir. Ne zaman ki insan, ölen bir adamı bütün teferruatiyle böyle düşünür, sûretini, neşesini, geçim için çırpınışını, ölümü unutup yaşamak istediğini, gençlik ve kuvvetine mağrur olduğunu, eğlenceye meylettiğini, önündeki ölümü unutarak zevkine daldığını ve nihâyet ölümün kendisini nasıl ânî olarak yakaladığını, dünyada yürüyen ayaklarının nasıl donup kaldığını ve hattâ mafsallarının çürüyerek birbirinden ayrıldığını, hayatta konuşan dilini şimdi kurtların yediğini, toprağa verilirken inci gibi parlayan dişlerinin şimdi nasıl çürüdüğünü, kendisi ile ölümü arasında bir gün bile mesafe yok iken nasıl on yıl sonra lâzım olacak nafaka peşinde koştuğunu, ummadığı zamanda ölümün pençelerini kendisine nasıl taktığını, ölüm meleğinin nasıl kendisine göründüğünü, ya Cennet veya Cehennem diye nasıl kendisine seslendiğini düşünür kendisini de bu anda onun yerine koyarak gafletinin aynı onun gafleti gibi olduğunu ve aynı âkıbete uğrayacağını hâtırlarsa, işte o zaman kalbi yumuşar. İşte bunları ve benzerlerini devamlı olarak düşünmek, mezarları ziyâret etmek, hastaları görmek gibi tutum ve davranışlar, gönülde ölümü hâtırlamağı tâzeler ve bu hâl kalbinde galebe çalarak bütün işlerinde ölümü göz önünde bulundurmağa ve buna göre hâzırlanmağa vesile olur da bu sâyede dünyaya aldanmaktan korunmuş olur. Yoksa kalbin dışı ile dil ile ölümü düşünüp anmakta fayda azdır. “O, senin yakalamadan sen ona hâzırlan!” 15.8.2001 Dünyalıktan bir şey hoşuna gittiği vakit, insan, hemen ondan ayrılacağını hâtırlamalıdır. Bir gün İbn Mutî evine baktı ve evi hoşuna gitti. Sonra: “Vallahi, ölüm olmasa seninle sevinir ve eğer dar olan mezara girmeyecek olsam, dünyalıktan hoşlanırdım. Fakat şimdi bunların hepsi boş şeylerdir” diyerek yüksek sesle ağlamağa başladı. Zavallı insanın önünde karşılaşacağı zorluklar, güçlükler ve azabdan hiçbiri olmayıp yalnız ölüm acısı olsa bile gecesini gündüzüne katıp düşünmeğe ve onun için hâzırlanmağa yeterdi. Aynı zamanda her an onunla karşı karşıyadır. Nitekim Hakîm’in biri: “Şu anda başkasını yakalıyan sıkıntıların sana ne zaman geleceğini bilemezsin” demiştir. Lokman oğluna: “Oğlum, bu bir hükümdür ki sana gelecek, fakat ne zaman eleceğini bilemiyorsun. O, senin yakalamadan sen ona hâzırlan” demiştir. Ne kadar şaşılır ki, bir insan en mükemmel bir zevk ve safâda iken, bir görevlinin yakında oraya gelerek kendisini döveceğini bilirse, o zevk ve safâ ona zehir olup ondan zevk alamaz hâle gelirken, her an ölüm meleğinin kendisine ölüm pençesini saplayacağını bildiği hâlde buna üzülmez ve bundan gaflet eder. Şübhesiz bunun sebebi, cehâlet ve aldanmadır. Şunu da iyi bilmelidir ki, ölüm acısının şiddetini, onu tadandan başka kimse bilemez. Ölüm acısı tatmayan, onu diğer acılara kıyâs ederek ve başkasının ölüm ânında çektiklerini görerek anlamağa çalışır. Şüphesiz ruhsuz olan bir âza acı duymaz. Acı ve sancıyı duyan ruhtur. Bir âzaya yara veya yangın gibi bir ârıza isâbet ettiği vakit, hemen ruha haber verir ve ona sirâyet eder. Ruha sirâyeti nisbetinde ruh bundan üzüntü duyar ve acınır. Hâlbuki acı, ete, kana ve diğer parçalara dağılır da ruha az bir şey sirâyet eder. Fakat acılar, böyle cisme değil de doğrudan doğruya ruhu ilgilendiren bir acıdır. O, ruhun bütün parçalarına sirâyet eder. Bedenin her köşesine yayılmış olan ruha hulûl eder, var sancısını kıyâs et. Ayağına bir diken batacak olsa acısı yalnız aradaki ruha sirâyet eder ve o nisbette acır. Fakat yangın öyle değildir. Yangın bedenin her taarfına sirâyet eder ve oralara dağılmış olan bütün ruh, bu acıyı duyar. Bunun için diğer yaralarda sancıyan yalnız yarayı alan yer, yangında ise bütün bedendir. Can çıkmanın acısı ise bütün rûha sirayet eder. “Allah’ım, ölüm acısını ehvenleştir” 16.8.2001 Ölüm acısı için, kılıç yarasından, testere ile biçilmekten, makasla doğranmaktan da ağırdır, demişlerdir. Çünkü bütün bunların acısı, bedenden ruha sirâyet etmek yolu iledir. Ya doğrudan doğruya, ruhu ilgilendiren acı nasıl olur? Dayak yiyen ve canı yanan kimsenin feryâd edip imdad dileyebilmesi, kalbinde ve dilinde kuvvetin kalması sebebiyledir. Ölünün böyle feryâd ve figan edemeyişi, acı ve sancının her tarafını sarmış olup kendisinde imdad dileyecek derman bırakmamasındandır. Akıl da karışır, dil de tutulur, âzalar dermandan düşer. İnlemek ve yardım dilemeği çok ister amma bunlar imkânsızdır. Şâyet biraz dermânı varsa, canı çıkarken göğsünde ve boğazında bâzı hırıltı ve hışırtılar duyulur. Rengi, asıl yaratıldığı toprak hâline döner, göz kapakları tavana dikilir, dudakları sarkar, dil içeri çekilir. Acı, içine ve dışına yayılır, parmakları morarır. Çekilen bir damar olsa bedenin acıması nasıl olur? Ya bütün damarlardan ruh çekilince hâl nice olur? Yavaş yavaş bütün âzalar ölmeğe başlar. Önce ayaklar, sonra diz ve sonra baldırlar soğur. Her parça için acı üzerine acı ve elem üzerien elem vardır, tâ can boğaza gelinceye kadar. İşte o zaman artık çoluk çocuğundan ve bütün dünyalıktan gözünü çeker, kimseye bakmaz olur. Üstelik tövbekapısı da kendisine kapanır. Hasret ve nedâmet kendisini kaplar. İmam-ı Mücahid, “Ölüm meleği açığa çıktığı vakit” dedi. O vakit ölüm meleğini gördü mü artık onun ölüm acısını tatmaktan çektiği sıkıntıdan sorma. Bunun için Peygamber Efendimiz: “Allah’ım, Muhammed’e ölüm acısını ehvenleştir” diye duâ etmiştir. İnsanların ölüm acısını büyük görmeyip ondan Allah’a sığınmamaları, cehaletlerindendir. Zîra vukuundan evvel bir şey’i bilmek, nübüvvet ve velâyet nuru ile mümkündür. Bunun için peygamber ve velîlerin ölümden korkuları büyük olmuştur. Hattâ İsâ aleyhisselâm: “Ey Havârîler, Allah’a duâ edin de ölüm acısını bana ehvenleştirsin. Ben ölümden öyle korktum ki, korkum beni ölümden ölüme sürüklemiştir” dedi. Hz. Ali, Peygamber Efendimiz’in can çekişmesini gördükten sonra, “Artık başka kimsenin canının kolay çıkacağını ummam” dedi. Meşhurların ölüm döşeğindeki sözleri 17.8.2001 Hazreti Selmân-ı Farsî de ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara, “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Peygamber Efendimiz: “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” demişti. İşte buna ağlıyorum” dedi. Hâlbuki öldüğü vakit hesab ettiler, bütün serveti on dirhem civarıda idi. Meşhur Haccac da ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki, “Sen beni mağiret etmezsin.” Sen beni mağfiret eyle” dedi. Bu söz, Ömer bin Abdülâziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit: “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, o: “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi. Muâviye bin Ebû Süfyan radıyallahü anh, ölüm döşeğine yattığı vakit: “Beni oturtun” dedi. Kendisini oturttular. Allahü teâlâyı tesbîh ederek andı ve ağlayarak: “Ey Muâviye, ihtiyarlayıp çöktün.Gençlik dallarının bol su aldığı ve yapraklarının henüz yemeşil olduğu zaman geçtig.” diyerek yüksek sesle ağlamağa başladı. Sonra da şöyle dua etti: “Ey Rabbim, şu ihtiyar kuluna merhamet et. Allahım, kusurlarnı at, sürçmelerini bağışla. Senden başkasında ümidi olmıyana lûtfunla muâmele et!” Ölüm hastalığında bâzı kimseler kendisini ziyâret etmişti. Onlara, Alahü teâlâya hamd ü senâ ettikten sonra: “Topyekun dünya, görüp tecrübe ettiğimizden başka bir şey değildi. Vallahi, iyi biliniz ki, onun yeşilliklerini neş’e içinde karşıladık, yaşayışımızdan zevk aldık. Dünya ise durmadan yavaş yavaş bu zevk ve neş’elerimizi bozdu. Nihâyet bir gün dünya bizi kocalttı ve terketti. Bizi elem ve kederlendirdi. Vah bu dünyaya, vay bu dünyaya” dedi. Hastalığında verdiği bir hutbesinde: “Ey insanlar, ben, harman olmuş bir ekinim. Ben, benden önce size halifelik edenden daha iyi olmadığım gibi, benden sonra da size benden iyisi değil, benden kötüsü gelecektir. Ben öldüğüm vakit beni aklı başında bir adam yıkasın. Zîra akıllıların Allah katında bir değeri vardır. Beni güzel yıkasın ve âşikâre tekbir alsın” dedi. Sonra dolaptaki bir bohçayı getirtti. İçinde Peygamber Efendimiz’e ait bir elbise, bir miktar saç ve tırnak kırıntıları vardı. “Bunları, ağız, burun, kulak ve gözümün üzerine koyun. Peygamber Efendimiz’in giydiği bu elbiseyi de kefenimin altından bana giydirin. Allahü teâlânın ana-baba hakkındaki emirlerine riâyet edin. Beni böylece mezarıma koyduğunuz vakit, Allah’ın rahmeti ile beni başbaşa bırakın” dedi. Ölüm döşeğinde iken, “Keşke ben zî Tuva’daki Kureyş’den bir ferd olsaydım ” dedi. “Zehir içmeyenlere de garanti verme!” 18.8.2001 Ömer bin Abdülâziz’in hanımı Fâtıma: “Ben Ömer’i, ölümü esnasında, “Allah’ım, kısa bir süre de olsa ölümümü adamlarımdan gizle” diye duâ ettiğini duydum. Bir ara kapuyu açarak kendi odama girdim. “Bu ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Kasas: 83) mealindeki âyetini okudu, sonra sesi kesildi. Ne bir hareket, ne de bir ses duymayınca, hemen hizmetçilerinden birini gönderdim. Adam: “Çoktan öldü” diye bağırdı. Zehirlendiğinde doktor çağırdılar. Doktor:” Buna zehir verilmiş. Bunun için ben bunun hayatı hakkında te’minat veremem, dedi. Ömer bin Abdülâziz gözünü açarak, “ Bana değil, zehir verilmeyenlere ve yaşayacaklarına dair te’minat verme!” dedi. Doktor,” Zehir verildiğinin farkında mısın?” diye sordu. “Evet, mideme inince anladım” dedi. Doktor,”O hâlde hemen tedâviye başlayalım” dedi ise de, Ömer bunu reddederek,”Tedâvisi kulağımın ardında olsa da elimi kaldırıp onu almam. Rabbime ulaşmak benim için daha iyidir,” dedi. Ve birkaç gün sonra öldü. Ölüm döşeğine yatınca ağlamağa başladı. Etrafındakiler, “Senin için ağlanacak ne var, Allahü teâlâ seninle nice sünnetleri ihyâ etmiştir. Adâletin ise son haddine yükselmiştir” dediler. O tekrar ağlayarak,” Değil mi ki Allahın huzurunda bütün bu milletin hesabını vermek için durdurulacağım. Hepsi hakkında âdil adavranabilmekten emîn değilim, yaptığım kusurlar da ayrı. Elbette bunlara korkar ve ağlarım” diyerek yine ağladı ve az sonra öldü. Ömer bin Abdülâziz ölümü yaklaştığı vakit, “Beni oturtun” dedi. Oturttular. O, “Ben o kimseyim ki bana emirlik verdin, ben kusur ettim. Beni nehyettin, ben ise isyân ettim” diye üç kere söyledi. Sonra da: “Lâ ilâhe illâllah, ibâdete lâyık ancak Allah’tır” dedi. Başını göklere çevirdi ve dikkatle baktı. Kendisine, “Ne bakıyorsun?” diye sorduklarında, o, “Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir” dedi ve böylece ruhu bedeninden ayrıldı. Hazreti Bilâli Habeşi ölürken karısı: “Vay başıma gelenler” diye ağlamağa başlayınca, Bilâl: “Hayır, ne mutlu bize ki, yârın dostlarımız Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım” dedi. Amir bin Abdülkays de ölüm anında ağladı ve: “Ağlamamın sebebi, boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir"”dedi. Hz. Fudayl de ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca: “Âh uzun yolculuk ve ah az azık” dedi. “Allah müttakîlerin ibâdetini kabûl eder” 19.8.2001 Halife Hârun Reşîd ölümü esnâsında bizzat kendi eliyle kefenini hâzırladı ve: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu” (Hâkka: 28, 29) âyet-i celîle’lerini okudu. Me’mun da ölümü esnâsında yaslanarak: “Ey mülkü, dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi. Mu’tasım da 44 yaşında ölürken: “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim hiçbir şey yapmazdım” demiştir. Muntasır da ölümü esnasında sıkıntı içerisinde kıvranıyordu. Kendisine: “Bu o kadar önemli değil” dedilerinde, o: “Sıkıntım, dünya hayatının sona erip âhiret hayatının başlaması içindir” dedi. Abdülmelik bin Mervan ölüm döşeğine yattığı vakit, elbise yıkayıcısının nasıl çamaşırı yıkayıp eli ile sıktığını görünce: “Keşke ben de çamaşır yıkayıcısı olsaydım da her günkü el emeğimle günlük nafakamı temîn etseydim ve dünya işlerine karışmasaydım” demiştir. Abdülmelik bin Mervan’a: “Ey mü’minlerin emîri, kendini nasıl buluyorsun?” diye sorduklarında, Abdülmelik, Allahü teâlânın:“Andolsun ki sizi ilk def’a yarattığımız gibi, âhirette de yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsân ettiğimiz şeyler, de sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır” (En’am: 94) buyurduğu gibi buluyorum, dedi ve öldü. Hz. Muaz ölümü esnasında: “Allah’ım, şimdiye kadar senden korkuyordum, fakat şimdi sana ümid besliyorum. Allah’ım, ben sular akıtıp ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istemediğimi, susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, ulemâ sohbetine devam edip onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetleşip baygınlıklar geçirip ayıldıkça: “Allah’ım, beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır. Bilirsin ki kalbim sana bağlıdır, seni sever” dedi. Abdullah bin Mübârek ölümü esnasında gözünü açtı ve gülümseyerek,“Artık çalışanlar da bunun gibi çalışmalıdır” (Sâffât: 61) âyetini okudu. Büyüklerden birisi ölümü esnasında ağlayıp, sebebini kendisinden sorduklarında, “Beni ağlatan Kur’ân-ı kerimdeki,“Allah ancak müttakîlerin ibâdetini kabûl eder” (5 – Mâide: 27) âyet-i celîlesidir” dedi. “Onun çektiğini ben bilirim!” 20.8.2001 İsrailoğullarından birkaç kişi bir mezarlıktan geçerken içlerinden biri, “Allah’a duâ etsek de bunlardan biri dirilip de kendisinden bir şeyler sorsak” dedi. Duâ ettiler ve birisi gözlerinin önünde secdeden kalar gibi kalkarak mezardan çıktı. Sonra: “Arkadaşlar, benden ne istiyorsunuz? Öleli tam elli yıl oldu, daha ölüm acısından kurtulamadım” dedi. Peygamber Efendimiz:“Allah’ım, Sen, ruhu sinir, damar ve parmak uçlarından alırsın. Allah’ım, ölümümde bana yardımcı ol ve ölümümü kolaylaştır” diye duâ ederdi Peygamber Efendimiz, ölümün, elem ve acısını anlatırken: “O, üçyüz kılıç yarası kadardır” buyururdu. Yine Peygamber Efendimize ölümün şiddetinden sorduklarında: “Ölümün en ehveni, yün arasındaki pıtrak gibidir. Hiç pıtrak yünsüz çıkarılır mı? O, çıkarıldığı vakit onunla bir sürü yünler de çıkar” buyurmuştur. Yine Peygamber Efendimiz bir hastanın ziyâretine gittiğinde: “Onun çektiğini ben bilirim. Onun her damarı ayrı ayrı ölüm acısını çekmektedir” buyurdu. Hz. Ali savaşa teşvik eder ve: “Şâyet savaşda öldürülmezseniz başınız yastıkda öleceksiniz. Vallahi, bin kılıç yarası, benim için yatakta ölmekten daha ehvendir” derdi. Evzâî de: “ölü dirilinceye kadar ölüm acısını çeker” demiştir. Şeddad bin Evs de: “Mü’min için dünya ve âhirette en şiddetli acı ölümdür. O, çengel ile çekip içini çıkarmaktan, makasla biçilmekten ve tencerede kaynamaktan da daha zordur. Eğer bir ölü dirilip ölüm acısını haber verse, artık hayattakiler hiçbir şeyden zevk alamaz duruma gelirlerdi” dedi. Zeyd bin Eslem’in babasından rivâyetine göre, mü’minin ulaşamadığı bir derecesi kalırsa, ölürken can çekişmede çektiği eziyetle bu dereceyi alır ve bu sayede Cennet’teki mevkiine ulaşır. Kâfir de yaptığı bir iyiliğin mükâfatını henüz görmemişse ölüm ânında onu görmek ve sonunda Cehennem’deki yerini almak üzere canı kolaylıkla çıkar” demiştir. Adamın biri ölüm döşeğinde yatanlara, “Acınız nasıldır?” diye sorar dururdu. Kendisi ölüm döşeğine yatınca, “Sen bu acıyı nasıl buluyorsun?” diye sorduklarında, “Göklerin yere yapıştığını ve kendisinin iğne deliğinden geçirilmekte olduğunu” söyledi. İbrâhim aleyhisselâm vefat ettiğinde Allahü teâlâ ona:” Ölümün acısını nasıl buldun? diye sordu. İbrahim aleyhisselâm:” Yaş yüz üzerine sokulup çıkarılan kızgın şiş gibi, dedi. Allahü teâlâ:” Hâlbuki biz, senin canını ehven şekilde aldık, buyurdu. “Ey Kâ’b! Ölümden bana anlat!” 21.8.2001 Hz. Ömer, Kâ’bü’l-Ahbâr’a: “Ey Kâ’b! Ölümden bana anlat” dedi. Kâ’b: “Çok dikenli, dallı budaklı bir ağacı bir adamın boğazından karınna soktuktan sonra, bütün budak ve dikenlerinin damarlara takılarak şiddetle onu çekip çıkarırken nasıl kopardıklarını koparır, bıraktıklarını bırakırsa, işte ölüm böyledir” dedi. Peygamber Efendimiz: “Eğer ölünün saçından bir tüy yer ve gök halkı üzerine konsa, acısından hepsi ölürdü” buyurdu. Allahü teâlâ Hz. Mûsâ’nın da ruhunu kabzettiği vakit ona:” Ölümün acısını nasıl buldun? diye sorduğunda Musâ aleyhisselâm:” Tavada kaynatılan kuş gibi; uçamaz ki kurtulsun, ölemez ki rahat etsin, dedi. Yine Hz. Mûsâ hakkında bir rivâyetet: “Canlı canlı kasabın elinde derisi yüzülen koyun gibi” dedi. Peygamber Efendimiz’in irtihâli esnâsında, yanında bir bardak su vardı. Elini suya kor, yüzüne sürer ve: “Allah’ım, ölüm acısını bana kolaylaştır” diye duâ ederdi. Hz. Fâtıma Peygamber Efendimiz’in çektiği ızdırabı görünce: “Vay benim başıma gelenler, ey benim babacığım, nedir bu sıkıntılar?” dedi. Peygamber Efendimiz: “Bundan sonra babanın daha bir sıkıntısı kalmaz” buyurdu. Peygamber Efendimiz: “İnsan, ölüm acı ve sancıları arasında kıvranıp dururken, bütün âzaları birbirine veda’ eder ve “Sana selam, bir daha kıyâmete kadar buluşamayacağız” derler” buyurmuştur. İşte bu anlatılanlar, Allah’ın sevgililerinin can çekişmeleridir, ya isyâna dalan bizlerin hâli nice olacak? İkinci zorluk, Azrâil aleyhisselâmı görüp onun korkusunu çekmektir. Günahkâr insânın canını alırken Azrâil aleyhisselâmın girdiği sûrete, en kuvvetli insan bile tahammül edemez. İbrâhim aleyhisselâm, Azrâil aleyhisselâma: “ Günahkârların canını alırken girdiğin sûret ile bana gözükebilir misin?” dedi. Azrâil aleyhisselâm:” Sen ona dayanamazsın, dedi ise de, Hz. İbrâhim: “ Dayanırım, diye isrâr edince, Azrâil aleyhisselâm:” Yönünü dön, buyurdu. Hz. İbrâhim döndü ve sonra Azrâil aleyhisselâmı görünce, buna dayanamıyarak bayıldı düştü. Ayılınca Azrâil aleyhisselâmı eski sûretinde gördü ve ona:” Bir günahkâra, senin suratını görmek yeter; başka bir azâb ile karşılaşmasa da senin o suratın azab bakımından onun için yeterlidir, dedi. “İnsan, yerini görmeden dünyadan çıkmaz” 22.8.2001 İsâ aleyhisselâm yolda yürürken bir kafa tasına rast geldi. Ona, “Allah’ın izniyle konuş” dedi. Kafatası: “Ben, şu zamanın bir hükümdârı idim. Başımda tâcım, etrafımda askerlerim, büyük bir ihtişâm içinde tahtım üzerinde otururken ölüm meleği birden karşıma çıktı ve canımı aldı. Keşke o topluluk etrafımda olmasa, keşki düşüp kalkmalar ve ünsiyetler olmayıp günlerim vahşet içinde geçmeseydi” dedi. İşte âsîlerin karşılaşacağı ve itâat edenlerin kurtuldukları zorluklar bunlardır. Bâzan peygamberler ölüm acısından bahsederken ölüm meleğinin bu sûretinden bahsetmezler. Hâlbuki ölüm meleğinin o çirkin sûretini bir def’a rü’yasında görse, dünya başına dar gelir ve ömrü boyunca onu unutamazdı. Ya açık gözle onu o çirkin ve korkunç sûrette görenin hâli nice olur? Fakat Allah’a itâat edenler ise onu en güzel sûrette görürler. Ayrıca Kirâmen Kâtibîn olan iki koruyucu meleği de görmek vardır. Bunu, Vüheyb böyle rivâyet etmiştir. Adam itâatkâr idiyse melekler, “Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Bizi iyi adamlarla buluşturdun, sâlih ameller yapılan yerlere götürdün, iyi sözler dinlettin” derler. Şâyet kötü insân ise. “Allah senin cezânı versin. Bizi kötü meclislere götürdün, kötü işler arasında bulundurdun ve kötü sözler duyurdun” derler. İşte bu, son zamanda ölünün gözlerini diktiği vakitte olur ki, bir daha gözleri geri dönmez. Üçüncü felâket, âsilerin, Cehennem’deki yerlerini görmeleri ve müşâhededen önceki korkularıdır. Zira onlar, can çekişme esnasında kuvetten düşmüş ve canlarını vermek için teslim olmuş durumdadırlar. Bununla beraber ölüm meleğinin iki müjdeden biri ile seslenişini duymadan ölmez. Ya, “Ey Allah’ın düşmânı, sana Cehennem ile müjde olsun” veya, “Ey Allah’ın dostu, sana Cennet ile müjde olsun” seslenişidir. Bu müjdelerden birini duyacaktır. İşte, basiret sâhibleri bundan korkarlar. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Sizden biriniz nereye gideceğini bilmeden ve hattâ Cennet veya Cehennem’deki yerini görmeden dünyadan çıkmaz” buyurmuştur. Ya sonsuz saadet ya da sonsuz azab! 23.8.2001 Ebû Hüreyre hazretlerini hastalığında ziyâret etmek üzere Mervan yanına gitmişti. Mervan: “Allah’ım, bu adamın hastalığını hafiflet” diye duâ etti. Ebû Hüreyre, “Allah’ım, artır” dedi ve ağladı. Sonra devamla: “Ağladığım, dünyaya hevesimden veya size olan hasretimden değildir. Ancak şu iki haberden yâni “Sana Cennet ile müjde olsun” veya “Cehennem ile müjde olsun” sözlerinden hangisi ile müjdeleneceğimden korktuğum içindir” demiştir. Peygamber Efendimiz ölüm anını şöyle anlatır: “Allahü teâlâ kulundan râzı olduğu vakit, ölüm meleğine, “Git, falanın ruhunu bana getir, onu rahatlandırayım; yaptığı ameli yeter. Onu Ben çeşitil imtihanlardan geçirdim. Her dâim kendisini istediğim ve sevdiğim tarafta buldum” buyurur. Ölüm meleği de herbirerlerinde za’feran ve çeşitli kokulu otlar olduğu hâlde büşyüz melekle gelir. Herbiri ayrı ayrı müjdelerle adamı tebrik eder ve müjdelerler. O ruhun bedenden aşırılması için, ellerinde güzel koku bulunan melekler iki saf hâlinde ve ayakta beklerler. İblis onların bu hâlini görünce hemen elini başına koyarak, “Vay bana” diye feryâdı basar. Bunu duyan askerleri, “Efendimiz size ne oldu?” diye sorduklarında, İblis, “Şu adamın şu büyük mevkiye sâhib olmasını görmüyor musunuz? Nerde idiniz de bu adamı azdırmadınız? der. Bunun üzerine maiyyeti, “Çok çalıştık, fakat mâsum idi, te’sîr edemedik” Hasan-ı Basrî: “Mü’minin rahatlığı, ancak Allahü teâlâ’ya mülâki olacağı yani öldüğü zamandır” demiştir. Demek ki mü’minin şerefli, izzetli, emîn olduğu, neş’eli ve en çok sevinçli günü, öldüğü günüdür. Zeyd bin Câbir ölüm döşeğine yattığında kendisine: “Ne istersiniz?” diye soranlara, “Hasan-ı Basrî’yi görmek isterim” demiş. Hasan-ı Basrî geldiğinde, “Ey kardeşler, işte şu saatte ben sizden ayrılıyorum! Ya Cennet’e veya Cehennem’e” dedi. Muhammed bin Vâsi’ de ölüm ânında: “Ey kardeşler, size selâm olsun, Allahü teâlânın afvına mazhar olmazsam, varacağım yer Cehennemdir” dedi. Son nefes tehlike ve korkusu, âriflerin ciğerini parçalamıştır. O, büyük felâkettir. Çünkü ya sonsuz saadet ya da sonsuz azab ile neticelenmektedir. Fakir olarak ölmeyi istedi! 24.8.2001 İbnü’l-Münkedir ölürken ağladı. Sebebini soranlara, “Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın asıl sebebi, önemsemiyerek yaptığım bir hatânın Allah katında büyük bir günah olmasından korkarak ağlıyorum” dedi. İbnü’l-Mübârek de ölümü esnasında âzadlı kölesi olan Nasr’a “Başımı toprağa koy” dedi. Nasr ağladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince, “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü hâtırlayarak ağlıyorum” dedi. İbnü’lMübârek: “Ağlama, zîra ben Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu tekrar etme” dedi. Cerirî diyor ki: “Son nefesinde Cüneydi Bağdadi’nin yanında bulunuyordum. Cum’a günü idi. Kur’ân-ı azîmi okuyordu ve hatmetmişti. Ben de kendisine: “Bu durumda da mı okuyorsunuz?” dedim. O da: “Bu işe benden daha ihtiyaç sahibi olan kimdir. İşte defterim dürülmektedir, hiç olmazsa hatim ile dürülsün” dedi. Rüveym diyor ki: “Ebû Saîd el-Harraz’ın ölümü ânında yanında bulunoyrdum. O ise: “Âriflerin gönüllerinin Allah’ı zikre olan iştiyâkı ve gizli münâcât hâlindeki hâtırlamaları, ölüm ve ümid dolu şerbet bardaklarını onların üzerlerine serpti de şükredip az ile kanâat eden veya doyan gibi dünyadan yüz çevirdiler. Onların maksad ve üzüntüleri bir askerî karargâha, orduya katılmaktır ki, orada parlak yıldızlar gibi Allah’ın dostları vardır. Cisimleri yeryüzünde O’nun sevgisi ile ölüp giderken ruhları perdeler arasında yükseklere doğru seyreder. Onlar ancak habiblerinin civarında istirahata çekildiler. Zorluk ve zahmette aksaklık göstermezler” dedi. Cüneydi Bağdadi de, Ebû Saîd el-Harraz’ın ölüm ânında vecde çok geldiğini söylediklerine, onun ruhunun hevesle uçması şaşılacak bir şey değildir” dedi.Ölümü ânında zâtın birisine: “Allah de” dediklerinde, “Siz ne vakte kadar Allah diyeceksiniz? Hâlbuki ben Allah aşkı ile yanıyorum” dedi. Yine zâtın birisi diyor ki: “Memşadi’d-Dînûrî’nin yanında bulunuyordum. Fakirin biri geldi selâm verdi ve: “Burada insanın ölebileceği temiz bir yer bulunur mu?” diye sordu. Ordakiler kendisine yer gösterdiler. Ayrıca orada göze suyu da vardı. Fakir abdestini tazeledi. Bir miktar namaz kıldı, sonra da gösterilen yere giderek yattı, ayaklarını uzattı ve öldü. Ebû’l-abbâs ed-Dînûrî bir meclisde konuşuyordu. Kadının biri sözlerinden vecde gelerek haykırdı. Bunun üzerine Ebû’l-Abbâs kendisine: “zamanın geldi öl” dedi. Kadın kalktı kapuya doğru yürüdü ve çıkarken Ebû’l-abbâs’a döndü: “Sözünü tutuyor ve ölüyorum” diyerek yattı ve öldü. “O’nu unutmadım ki hâtırlayayım” 25.8.2001 Hazreti Şiblî’nin hizmetçisi Câfer bin Nusayr’a, “Şiblî son deminde ne gördü?” dediklerinde, dedi ki: “Şiblî son deminde, “Birisinin bende bir dirhem hakkı vardı, onun için binlerce dirhem verdim. Hâlâ korkum odur” dedi ve sonra bana, kendisine abdest aldırmamı söyledi. Ben de abdestini aldırdım. Yalnız sakallarını hilâllemeyi, aralarına su vermeyi unuttum. Dili tutulmuştu. Elimi tuttu ve sakallarının arasına soktu. Sakallarını hilâlledim ve böyel öldü. Yâni son nefesinde bile abdestin edeblerinedn hiç birini terketmediğini söyledi. Ölüm döşeğinde yatan Bişr bin El-Hâris’e: “Ölüm ağır geldiği için hayatı mı seviyorsun?” diye soranlara, “Allah’a gitmek kolay değildir” dedi. Son deminde Cüneydi Bağdadi’ye “Lâ ilâhe illâllah” demesi telkin edildiği vakit, “Ben O’nu unutmadım ki hâtırlayayım” demiştir. Sâlih bin Mismar’a: “Oğlunu ve aileni birine vasiyyet etmiyor musun?” dediklerinde, “Onları Allah’tan başkasına emânet etmekle Allah’tan hayâ ederim” demiştir. Ebû Süleyman ed-Dârânî de ölüm döşeğine yattığı vakit ziyâretine gelenler ona: “Sana müjdeler olsun ki, mağfireti çok, merhameti bol olan Allah’a gidiyorsun” dediler. O da: “Öyle diyecek yerde, iğneden ipliğe her şey’in hesâbını görüp kusurlarından dolayı seni azab edecek olan bir Allah’ın huzuruna gidiyorsun desenize?” demiştir. Ebû Bekir el-Vâsıtî de hastalandığı vakit, “Bize vasıyyette bulun” diyenlere, “Allahü teâlânın sizden istediği hakkına, riâyet edin” dedi. Yine birisi ölüm döşeğine yattığında ailesi ağlamağa başladı. Onun ağladığını gören kocası sebebini sorunca, kadın, “Senin için ağlıyorum” dedi. Adam, “Sen kendin için ağla, zîra ben kırk yıl bugün için ağladım” demiştir. Cüneydi Bağdadi diyor: “Ölüm hastalığında Sıriyyü’s-Sakatî’yi ziyârete gittim ve: “Nasılsın?” diye kendisinden sordum. O da: “Bendeki hastalıktan tabibe nasıl şikâyet edeyim? Zîra bana gelen, ondan geldi” dedi. Bunun üzerine yelpaze ile kendisini biraz serinlendirmek istedim. O da: “Ciğerleri yanan bir adam yelpazeden ne anlar” diyerek yine şu meâldeki şiirleri söyledi: “Kalb yanıyor, gözün yaşları akıyor, sıkıntılar toplandı sabırlar ayrıldı.” “Gönül varlığı heves ve arzûları, kendini huzursuz eden adamın istikârı olabilir mi?” “Ey Rabbim, enim için kurtuluş yolu olan bir şey varsa da, bir nefesim dahi kalmışsa, onu bana ihsân eyle.” “Cömerde karşı yumuşaklık gösteririm” 26.8.2001 Şiblî hazretleri ölümü ânında adamlarından bâzıları yanına girerek ona şehâdet kelimesini telkîn ettiklerinde, şu meâlde konuştu: “Bir beyt ki içinde sen varsın, artık oranın ışığa ihtiyacı yoktur.” “İnsanlar hüccet ve delilleri ile geldikleri vakit, bizim hüccetimiz sensin.” “Senden yardım istediğim vakit, Allah bana yardım etsin.” Ebûl’l-Abbâs bin Atâ, Cüneydi Bağdadi’nin yanına girdi. Hazret can çekişiyordu. Ona selâm verdi. Selâmını geç aldı ve: “Beni mâzur gör, virdim ile meşgul idim” dedi. Sonra kıbleye dönerek tekbir aldı ve öldü. Ölüm döşeğinde yatan Kettânî’ye: “Ne gibi amelin var?” diye sorduklarında, “ölümüm yakın olmasa size amelimden bahsetmezdim. Ama mâdemki ölmek üzereyim, söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Ne zaman Allah’tan başka bir şey kalbime girmek istedi ise onu hemen kovdum” demiştir. Mu’temir diyor ki: “Hıkem bin Abdülmelik’in ölüm esnasında yanında bulunanlardan biri idim. “Allah’ım, bu şöyle böyle, iyi bir insan idi. Sen bunun ölüm acısını kolaylaştır” diye duâ ettim. Bir müddet sonar ayıldı ve: “O duâyı yapan kim?” diye sordu. Ben de: “O duâyı ben yaptım” dedim. Bunun üzerine dedi ki: “Azrâil bana, “Ben her cömerde karşı rıfk ile davranırım” dedi ve sonra da öldü. Yûsuf bin El-Esbât ölüm döşeğinde yattığı vakit, Huzeyfe ziyâretine gitti ve onu fazla ıztırap içinde gördü. “Şimdi feryâd ü figan zamanı mı dır?” deyince, Yûsuf, “Ne yapayım, vallahi yapmış olduğum amelleri sıdk u ihlâs ile yapıp yapmadığımı bilemiyorum, ona ağlarım” dedi. Huzeyfe: “şu sâlih adama bakın, amelindeki ihlâsından korkuyor” dedi. Ahmed Megazilî diyor: “Suffa adamlarından ihtiyar bir malûlün ziyaretine gittim, ölüm döşeğinde idi. Allahü teâlâya hitâben: “Bana dilediğin gibi muamele etmeye muktedirsin, bana rıfk ile muâmele et yâ Rab” diyordu. Ölümü esnâsında Şeyh’in biri Memşâdü’d-Dînûrî’nin yanına gitti ve: “Allah sana iyi muâmelede bulunsun” diye duâ etti. Bunun üzerine Memşad gülümseyerek: “Otuz yıl önce Cennet bütün varlığı ile bana arzedildi ve fakat ben ona iltifat etmedim” dedi. Yine Rüveyme ölümü esnasında kendisine şehâdeti telkîn ettikleri vakit, “Zâten ben ondan başkasını söyleyemem” dedi. Ölüm gerçeği 27.8.2001 İmam-ı Gazali hazretleri “ölüm gerçeğ”ini şöyle anlatır: Bilmiş ol ki; insanların ölüm hakkında hatâya düştükleri yanlış düşünceleri vardır. Bâzıları ölümün yokluk olup artık ahiret hayatının, haşir ve neşir gibi bir şeyin olmayacağını, insânın ölümünün, hayvanların ölümü ve bitkilerin kuruması şeklinde olduğunu sandılar ki, bunlar, Allah’a ve âhirete îmânı olmayan inkarcılar, münkir ve mülhidlerdir. Diğer bir kısmı da, mükafat ve cezanın cesede değil, ruha olacağını, cesedin ise hiçbir sûretle dirilip haşir olmayacağını sandılar. Bunlar, yanlış ve gerçekten ayrılan bâtıl görüşlerdir. Âyet ve hadislerin haber verdiği, sağlam kaynakların şehâdet ettiği gerçek, ölümün, yalnız bir değişiklikten ibâret olup cesedden ayrılan ruhun ya azâb veya nîmette olmak üzere bâkî kalmasıdır. Ölüm, ruhun bedenden çıkması ile bedenin kullanamaz hâle gelmesi demektir. Organlar, ruhun aletleri idi. Göz ile görür, kulak ile duyar, kalb ile anlar ve diğer organları istediği işlerde kullanırdı. Artık bedenden ayrılmakla onları kullanamaz hâle gelmiştir. Aslında, burada kalb, ruhdan ibârettir. Ruh, âletsiz her şey’i bilir. Bunun için çeşitli üzüntü ve zevk ile karşılaşır. Bağımsız olarak ruhun özelliği olan her şey, ruh bedenden ayrıldıktan sonra devâm eder. Fakat beden vasıtasıyle ilgili olan hususlar, bedenden ayrılması ile atâlete uğrar ve bu, ruh cesede dönünceye kadar devâm eder. Ölümle beraber cesedin atâlete uğraması, herhangi bir ârıza sebebiyle bâzı âzaların atâlete uğramasına benzer. Meselâ, bedende ruh varken, bacak, uğradığı ârıza sebebiyel bundan haberi olmaz ve ruh ona nüfuz edip onu hareket ettiremez. Ruh, mevcud olduğu hâlde bâzı âzaları kullanır ve fakat âzaların bir kısmı da kendisine isyân eder. İşte ölüm de bütün azaların ruha isyânından ibarettir. Ruhtan, bilgi, sıkıntı, üzüntü ve neş’e gibi şeyleri idrâk eden kuvveti kasdediyoruz. Âzalar üzerindeki tasarrufu geçersiz olduğu vakit, bu bilgi, anlayış, ferah ve üzüntü gibi hâlleriyle zevk ve kederi kabûl etme hâlleri kendisinden zâil olmaz. Gerçekte insan, ilim, elem ve zevklerini anlayan mânadır. Bu ise ölmeyip yok olmaz. Ölümün mânası, ruhun bedenden ayrılıp onu tasarrufa muktedir olmaması demektir. Kötürümlükte, felçte olduğu gibi, bedenin ruha itâat etmemesi demektir. Ölüm ise bütün âzalarda mutlak bir kötürümlüktür. İnsanın hakikati ise rûhudur. Ruhun değişikliği 28.8.2001 Ruhun değişikliği de iki yöndendir: Birincisi, gözü, kulağı, dili, el ayak gibi diğer organların; aile, çoluk çocuk, dost ve ahbablarının mal, emlâk ve diğer eşyalarının da kendisiden ayrılması demektir. Zâten kendisinin bunlardan ayrılması ile bunların kendisinden ayrılması arasında bir fark yoktur. Çünkü her iki şekilde de hasret aynıdır. Şu hâlde ölüm demek, insânın başka bir âleme intikali ile buradaki varlıklarından ayrılması demektir. Dünyada heves edip ünsiyyet ederek zevklendiği şeyleri var idiyse ölümü ile onlardan ayrıldığı için onların hasret ve elemini çeker. Malına, mevkiine ve giydiği elbiseye varıncaya kadar... Şâyet yalnız Allah ile ünsiyyet eder, onun emirlerini yapmaktan zevk alırsa, ölümü ile nîmeti çoğalır, saâdeti kemâle erer. Çünkü ortadan bütün engeller kalkmış ve sevgilisi ile başbaşa kalmıştır. Zîra dünyanın bütün sebebleri onu Allahtan alıkorlardı. İşte ölüm ile hayat arasındaki ayrılığın yeri budur. İkincisi, uykuda görmediklerini uyanık hâlde iken gördükleri gibi, hayatta iken görmediklerini ölümünde kendisine gösterirler. Aslında insanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar, denilmiştir. İlk olarak keşfedilen iyilik ve kötlüklerinden kendisine kâr ve zarar veren şeylerdir. Çünkü bunlar kalbinin gizliliğinde dürülmüş olan kitâbında yazılı idiler. Ancak dünya meşgaleleri onları bilmesine enel oluyordu. Dünya meşgalesi kesilince bütün amelleri kendisine açıklanır. Günahına baktığı vakit, onun hasreti, kendisine öyle te’sîr eder ki, o hasretten kurtarmak için Cehennem’e atılmağı bile göze alır. O vakit kendisine,“Bugün sana karşı, iyi hesab görücü olarak kendi nefsin yeter” (İsrâ: 14) denir. Bütün bunlar can bedenden ayrılır ayrılmaz daha mezara girmeden keşfedilirler ve hasret âteşi ile yanar. Yâni dünyaya bağlandığı hususlar için hasret çeker. Tabiî âhiret azığı için hâzırladığına üzülmez. Çünkü âhiret için azık alan, maksadına ulaştığı vakit buna sevinir. Bu, dünyalıktan ancak zarurî ihtiyacını alıp ondan da müstağnî olmak için zarûretten kurtulmak isteyenler içindir ki, istediği de olmuştur. İşte adamın bu durumu, elem ve azâbın büyük bir nevidir ki, mezara konmadan daha ölümü ile başlar. Mezara konduğu vakit, bâzan başka bir azâbı tatmak için bir nevi o azâbı tadacak şekilde ruh bedenine döner. Af edilenleri de olur. Hayâtı bilmeyen, ölümü bilemez 29.8.2001 Ölüp mezardaki kimsenin hali şuna benzer. Dünyaya bağlanıp, dünya varlıkları ile zevklenenler, hükümdârın müsâmahakâr davranacağını veya farkında olmıyacağın sanarak onun bulunmadığı sırada evinde ve bütün varlıklarında dilediği gibi tasarrufa kalkıştığı hâlde, âni olarak onu hükümdârın yakalaması ve bütün yaptıklarının yazılı olduğu bir defter ile karşısına çıkması gibidir. Hükümdar ise hem hiddetli hem de kıskanç hâli ile yaptıklarının cezasını kendisine çektirmeğe hâzır ve hiçbir iltimascı kabûl etmez durumdadır. Henüz hükümdar buna bir ceza tatbikına başlamadan önceki bu adamın durumunu bir düşün. Korku, utanç, hasret, rezalet ve nedâmet gibi bütün elemler kendisini kaplamış olup mukadder âkıbetini beklemektedir. İşte daha mezarında azâb olmağa başlamadan, ölür ölmez, dünyaya aldanıp bağlanan günahkarın durumu budur. Bugünün dehşetinedn Allah’a sığınırız. Zîra gizli kötülüklerin açığa çıkmasiyle rezîl ve kepaze olmak, herhangi bir dayak yemekten, hattâ bir yerinin kesilmesinden de daha kötüdür. İşte bu anlattıklarımız, ölümü ânındaki ölünün durumuna işârettir. Bunları, baş gözünden daha kuvvetli olan kalb gözü ile basîret sâhibleri müşâhede ettikleri gibi, Kur’an ve Sünnet de kesîn olarak bunlara şehâdet etmektedir. Evet, ölümün yüzünden tamamen perdeyi kaldırıp iç yüzünü açıklamak mümkün değildir. Zîra hayâtı bilmeyen, ölümü bilemez. Hayâtı bilmek, ruhun hakikatini bilmek ve Zâtının mâhiyetiin anlamakla mümkündür. Hâlbuki ruh hakkında konuşmak için Peygamber Efendimiz’e müsâade edilmemiştir. Ancak, “Ruh, Rabbimin emrindendir” buyurmakla yetinmesi istenmiştir. Muttali olsa da İslâm âlimlerinden hiç birinin ruh hakkında konuşma yeteneği ve müsâadesi yoktur. Ancak öldükten sonraki, ruhun hâlini anlatabilir. Ölümün, ruhun ve ruhun idrakinin yokluğundan ibâret olmadığına bir çok âyet ve haberler delâlet etmektedir. Peygamber Efendimiz: “Ölüm, kıyâmet demektir. Ölmüş olanın kıyâmeti kopmuş sayılır” buyurmuştur. Ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukuru 30.8.2001 İnsanın kabirdeki halini Resulullah Efendimiz şöyle bildirmiştir: Kureyş’in ileri gelenleri Bedir savaşında öldürüldükleri vakit, Peygamber Efendimiz onlara isimleri ile çağırarak: “Ey falan, ey falan, ey falan, ben gerçek olarak Rabbimin bana olan va’dini hakkıyle buldum. Sizde Rabbinizin size olan va’dini (azâbını) gerçek buldunuz mu?” buyurdu. Ölülere mi sesleniyorsun? Onlar bunu nereden duyacaklar?” diyenlere, Peygamber Efendimiz:“Onlar bu sözleri sizden daha iyi duyarlar, ancak cevab vermeğe muktedir değillerdir” buyurmuştur. İnsanlar ya saîd veya şakîderler. Her iki hâlde de ruhları yaşar.Yine Resuli Ekrem Efendimiz, “Mezar, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyurmuştur ki, bu da ölümün yalnız bir değişiklikten ibâret olduğuna ve ölünün saâdet veya şekavet hâlinin hemen ölüm ânında kendisini gösterdiğine, sonraya kalır diyenin aslı olmayıp mükâfat ve mücâzâtın bazı şekillerinin olduğuna delâlet eder. Peygamber Efendimiz,“Sizden biriniz öldüğü vakit, varacağı yeri akşam sabah kendisine gösterilir. Cennetlik ise Cennet’teki yeri, Cehennem’lik ise Cehennem’deki yeri göserilir ve “İşte kıyâmet günü dirilip gideceğin yer burasıdır” denir” buyurmuştur. İlerde varacağı iyi veya kötü yeri şimdi görmekte, kişinin alacağı durum gizli değildir. Ebû Kays anlatıyor: Alakme ile bir cenazede blunmuştuk. Alkame: - İşte bu adamın kıyâmeti koptu, dedi. Hz. Ali de: “Cennet’lik veya Cehennem’lik olduğunu bilmeden hiçbir nefis dünyadan ayrılamaz” demiştir. Hz. Ebû Hüreyre’nin rivâyetinde Peygamber Efendimiz: “Garib olarak ölen, şehid olur, kabir ibtilâsından emîn olur. Gıdalanır ve Cennet’ten rızkının rüzgârı kendisine estirilir ve kokusunu alır” buyurmuştur. Mesrûk diyor: “Mezarında rahat edip dünya sıkıntısından ve Allah’ın azâbından emîn olan kimse gibi hiçbir kimseye gıbta etmem.” “Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz” 31.8.2001 Ka’b’ül-Ahbâr hazretleri, Tâbiîn’in yani Eshab-ı kiramı görenlerin meşhurlarındandır. Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Resûlullah Efendimizin zamanına yetişti. Ancak müslüman olma nimetine kavuşamadı. Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. Kıymetli sözleri meşhurdur. Bunlarından bazıları şunlardır: “Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyayı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyada rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı derercelerine düşürür." “Fakir kimseler, ihtiyaçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan önce, sizler gireceksiniz.) buyurulur” “Peygamberler bir şeye muhtaç oldukları ve bir belâya uğardıkları zaman, sıkıntısız oldukları zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı.” “Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.” “Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.” “Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.” “Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim.” “Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak suretiyle nurlandırınız. Evlerinizi namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, “Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor” derler.” “Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesile (çâre, yol)’dir.” “Allahü teâlâ, yersiz güleni; bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez.” “Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.” “İdarecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.” “Allahü teâlâya yemin ederim ki...” 1.9.2001 Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri: “Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, Cehennem ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.” “Cehennemde dört köprü vardır: Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınılk ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.” “Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün.) Böyle yaparsa, âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.” “Allahü teâlaya yemin ederim ki, şu kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir.” “Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür.” “Eğer sizden biriniz, iki rekat nafile namazın sevabını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.” Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul! Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de çok sarıl. Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden tasadduk et (hayra ver.) O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazap etmez. Fakir komşuna, yoksa, köleye, esire, korkana merhâmet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.” “Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki...” 2.9.2001 Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri: “Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevkii sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyayı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Bildiklerine aykırı hareket edecekler. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.” Biri gelip, Ka’b’ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedavisi olmayan hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında “ölümdür” buyurdu. “Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünya belâ ve musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.” “Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehidlik o kadar güzel ki, tekrar dünyaya döndürülüp, üç defa daha şehid olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehid olamadığım için ağlıyorum.” “Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve numûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızasına uygun yaşayan, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.” “Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.” “Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sadece övünmeleridir.” “Kuşlar ve yerde bulunan canlılar, Cum’a günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler.” “Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.” “İlim meclisinde bulunmanın sevabı çoktur. İnsanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki sevabı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.” “Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Hz. Eyyûb’a verilen sevabtan verir.” “İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmeyen, onlara karşılık vermeyi terketmeyen kimse sabırlı sayılmaz.” “Mal ve evlâdı az olana severim!” 3.9.2001 Yahya bin Velid hazretleri anlatır: Bir gün Ebûd-Derdâ ile geziniyorduk. Kendisine: - Dostların hakkında neyi seversin? diye sordum. O da: - Ölmesini severim, dedi. Ben: - Şâyet ölmezse, o vakit neyi seversin, dedim. O: - Mal ve evlâdının azlığını severim. Zîra mal ve evlât fitnedir. Aynı zamanda dünya ile ünsiyete, dünyaya bağlanmaya sebeptir. Hâlbuki mutlak sûrette ölüm ânında bundan ayrılmak lâzımdır, dedi. Abdullah bin Amr da şunları bildirmiştir: “Ruhu bedeninden ayrılan mü’min, cezâ evinden tahliye edilen insan gibidir. İşte bu anlattığımız dünyaya kıymet vermeyip Allah’ı zikir ile ünsiyyet edenlerin hâlidir. Dünya ihtiyaçları onu alıkoyuyor ve kendisine eziyet ediyordu. Ölüm ise bütün bu sıkıntılardan kendisini kurtardı ve hiçbir engelsiz onu sevgilisi ile başbaşa bırakmış oldu. Bundan daha üstün zevk ve nîmet düşünülebilir mi? Zevklerin en üstünü, Allah uğrunda ölen şehidler içindir. Zîra onların savaşa çıkmaları, dünyadan tamamen ilgilerini kesip Allah’a ulaşmaları ve Allah uğrunda öldürülmeğe rızâ göstermeleri içindir. Onlar âhireti alabilimek için dünyayı sattılar. Satan kimsenin gözü, sattığında değil, aldığındadır. Âhirete baktığı vakit, onu aşk ve heves ile satın aldığını görür. Bunun ayrıldığı şeye hevesi az fakat satın aldığı şeye hevesi çoktur. Kalbin yalnız Allah sevgisi ile kalması her ne kadar bâzı hâllerde mümkün ise de o anda ölmeyebilir ve hemen durumu değişebilir. Fakat savaş, ölümün sebebi olduğu için, tam kalbi Allah’a yöneldiği ve mâsivayı terkedip herşeyden ilgiyi kestiği hâlde olur ki, işte bu hâlde ölüm, en büyük nîmet olur. Çünkü nîmet demek, insanoğlunun arzû ettiği şeye ulaşması demektir ki, bu hâl de mevcuttur. Bunun için Allahü teâlâ:“İstedikleri her şey onlar içindir” (Nahl: 57) buyurmuştur. Bu, Cennet zevklerini bir araya toplayan, en geniş bir ibâredir. Azabların en büyüğü de, insânı arzûladığı şeyden uzaklaştırmaktır. Kur’ânı Kerîm’de: “Kendileri ile arzû edegeldikleri şeylerin arasına bir sed çekilimiştir” (Sebe’: 54) buyurulmuştur. Bu da Cehennem ehlinin azâbının en şümullü bir ifadesidir. İşte o nîmeti, nefsini başkalarından o anda kesmiş olduğu için, ancak şehidler elde edebilirler. “Kötü işlerinizle ölülerinizi rezil etmeyin!” 4.9.2001 Mümin ölür ölmez, dünyada mahbus gibi olduğu, Allahü teâlâ’nın fazlı ile kendisine bildirilir. Karanlık bir evde hapsedilip geniş bir bahçeye kapısı açılan bir insan gibi olur. Böyle, ağaç, meyve, yeşillik ve kuşlarla süslenmiş olan o geniş bahçeyi gören insan daha o karanlık eve irmek ister mi? Peygamber Efendimiz bu hususta bir darb-ı mesel getirerek ölen bir kişi hakkında: “Bu adam dünyadan göç etti ve dünyayı ehline terketti. Şâyet bu ayrılışından memnun ise, sizden her hangi birinizin anne rahmine dönmek istemediği gibi, o da dünyaya dönmek istemez" buyurmuştur. Yâni dünyaya nisbetle âhiret, ana rahme nisbetle dünya gibi olduğunu anlatmak istemiştir. Bir adamın öldüğünü haber verdiklerinde, Peygamber Efendimiz: “Ya istirâhattadır veya dünyadakiler ondan istirahata kavuştular” buyurdu. İyi insan ise istirâhat etti, kötü insan ise millet şerrinden kurtuldu. “Ölmüş olan herkes hayattakilerin ne yaptıklarını, hattâ kendisini yıkayıp kefenlediklerini de bilir ve onlara bakar.” Mâlik bin Enes de: “Mü’milerin ruhları, istedikleri taraflarda dolaşmak için serbesttirler” dedi. Lokman bin Beşîr de, minberde iken Peygamber Efendimizin: “İyi bilin ki, dünyadan (dünyaya nisbetle) sineğin dünya boşluğunda dolaştığı boşluk kadar zaman kalmıştır. Ölülerden olan kardeşleriniz hakkında sizi Allah’a havâle ederim. Zîra sizin her yaptığınız onlara arzolunur” buyurduğunu duydum, demiştir. Peygamber Efendimiz: “Kötü işlerinizle ölülerinizi rezil etmeyin. Zîra sizin amelleriniz onlara arzolunur” buyurmuştur. Bunun için Ebû’d-Derdâ ölmüş olan dayısı için: “Allah’ım, Abdullah bin Revâha’nın karşısında rezil olacağım kusuru işlemekten sana sığınırım” demiştir. Ebû Saîd el-Hudrî Peygamber Efendimizin,”Ölü, kendisini yıkayanı, taşıyanı ve mezara indireni bilir” dediğini rivâyet etmiştir. “Kişi, evlâdının iyiliği ile mezarda müjdelenir.” 5.9.2001 Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz vefat etmiş kimsenin karşılanışını şöyle anlatırlar: “Bir mü’minin ruhu edeninden ayrılınca, Allah’ın rahmetine mazhar olan mü’min kulların ruhları âdetâ önde gelen bir müjdeci gibi onu karşılarlar. Bu arada bir kısmı: “Bırakın, kardeşiniz biraz nefes alsın, çünkü büyük zorluktan yeni kurtulmuştur” derler. Falan ne yapıyor, falan nasıl, falanca kız evlendi mi? diye sorarlar. Daha önce ölen bir adamdan sorduklarında, “O, benden önce öldü” der. Bunun üzerine onlar: “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” derler” buyurmuştur. Sâlih-i Merî diyor ki: “Ölüm anında ruhların buluştuğunu duydum. Eski ruhlar yeni gelen ruha: “Sen neredesin? İyi yerde misin, kötü yerde misin?” diye sorarlar.” Ubeyd bin Ümeyr diyor: “Mezardakiler haberleri araştırırlar. Yeni bir ölü geldiği vakit ondan çeşitli haberler sorarlar. Meselâ, “falanca ne hâldedir?” derler. O da: “O, öldü, meğer size gelmedi mi?” der. Onlar da: “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” başka tarafa gitmiştir” derler.” Saîd’in oğlu Câfer de: “Çocuğu ölmüş olan bir adam öldüğü vakit, âdetâ hâriçten gelen bir baba gibi çocuğu kendisini karşılar” demiştir. İmam-ı Mücâhid diyor: “Kişi, evlâdının iyiliği ile mezarda müjdelenir.” Şehidlerin ayrı bir yeri var ahirette. Hz. Âişe’nin rivâyetinde; babası Bedir savaşında şehid düşen hazreti Câbir’e hitâben, Peygamber Efendimiz: “Câbir, sana müjde olsun ki, Allahü teâlâ babanı diriltti ve onu mânevi huzuruna aldı ve: “Benden ne istersen dile, sana vereyim” dedi. Baban da: “Yâ Rab, sana hakkıyla kulluk edemedim. Senden bütün dileğim, beni bir daha dünyaya gönderip Senin rızân için sevgili Habibinin önünde tekrar şehîd olmaktır” dedi. Allahü teâlâ: “Benim ilimimde senin bir daha geri dönmen imkânsızdır” buyurdu” buyurmuştur. Kâ’bü’l-Ahbar diyor: “Cennette ağlar bir adam bulundu. “Cennet’te dururken daha ağlamanın sebebi nedir?” diye soranlara, “Ben Allah uğrunda bir def’a şehid oldum. Hâlbuki dünyaya dönüp birkaç def’a şehid olmayı istiyorum ve bunun için ağlıyorum” dedi.” “Birini râzı edersen, öteki gücenir” 6.9.2001 Büyük İslam alimi İmam-ı Rabbani hazretlerinin bir talebesine yaptığı “Mühim nasihatında” buyuruyor ki: Yavrum! Allahü teâlâ, seni ve hepimizi, Muhammed aleyhisselamın parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünya, imtihan yeridir. Dünyanın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Taze, güzel, körpe sanılır. Fakat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leştir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplüktür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehir karıştırılmış şeker gibidir. Aslı harâptır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan akılsızdır, büyülenmiştir. Âşıkları delidir, aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Server-i kâinât buyurdu ki, “Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir”. Demek ki, bir kimse, dünyayı razı ederse, âhiret ondan gücenir. Yani, âhirette, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyaya düşkün olmaktan ve dünyayı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekten muhâfaza eylesin! Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünya, nedir biliyor musun? Dünya, seni, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı’ düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar, oyunlar, “Mâlâ-yani” ile, yani fâidesiz, boş şeylerle vakit geçirmek, hep bunun için dünya demektir. Âhirete fâidesi olmayan ilimler de, hep dünyadır. Hesâp, hendese yanî matematik ve geometri, astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde, insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa bunlarla uğraşmak, boşuna vakit öldürmek olur ve dünya olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri (ve son zamanlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları) saâdet yolunu bulur, âhiretdeki ebedî azâptan kurtulurlardı. Sevilmemenin alameti 10.9.2001 Bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, yani Allahü teâlânın emirleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilimler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demekdir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur. O hâlde, dedelerimizin dünya çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, yani hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şeklde yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarırsak, maddî, manevî olgunlaşarak, bütün milletlere örnek oluruz. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki: “Bir kimsenin mâlâyani ile, yani fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakt geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!” Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, başka işler ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni’ olmaktadır. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Her müminin, en önce, Ehl-i sünnet i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emirler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emirleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni Müslüman olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namazın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm namazının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramazan gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zaman farz olur. İşte, herşeyi zamanı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zamân, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özür hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emir ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zamanın ona âid fen bilgilerini de öğrenmesi farz olur Öğrenmede önem sırası 11.9.2001 Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutuf ve ihsân ederek, bu genç yaşta tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşturmakla, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakla şereflendirmiştir. Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zamanıdır. Para bol, nefsin her arzûsunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların ve piyasadaki bozuk kitâbların çoğu da uygunsuz! Yavrum, Kalbe âid bilgileri, yani ilim-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ “Hıkd”“yani kin bağlamak, “Hased”, başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemek, (Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır), “Kibr, kendini büyük bilimek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibir olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur, “Sû’i zan” etmek, iyi insânı kötü bilimek gibi şeylerin haram olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, yani Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Yani, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, namazı ve orucu ve harâmları da, her Müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze namazını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini ve günün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yani lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fakat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün Müslümanlar, millet, büyük günaha girer. Ulûm-i nakliyyeden yani din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkıh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir.Başkalarına öğretmek için ilim öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır. “Yarın yaparım diyen helâk oldu” 12.9.2001 Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken örtünmeğe ve soğuktan, sıcaktan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsatdan elden geldiği kadar kaçınmıştır. Mubâhları, zarûret mikdârı kullanmak da azîmetdir. Bu devlet, bu ni’met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, harâm ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izn vermişdir. Pekçok şeyleri mubâh etmiştir. Halâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, harâm edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, haram ettiği lezzetleri, daha fazlası ile mubâhlarda da yaratmıştır. Halâl olan çeşit çeşit ni’metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından daha büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden dahâ büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennetde Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni’metlerinin hepsinden dahâ tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır. Cehennemdeki sonsuz azâb, hiçbir günâha karşılık değildir. Küfre, inkâra karşılıkdır. Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmakdan, pişmân olmakdan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamanında, yarar iş yapılamaz. Bugün, şartlar elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni’met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özür ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz, “Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etti” buyurdu. Eğer dünya işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur. Cânım, yavrum! Sana sözüm, yalnız şudur: körpeciksin, yolun da çok korkuludur. Nefis, şeytân ve kötü insanlar 13.9.2001 Yavrum! Gençlik zamanında, insanı üç din düşmanı olan, nefis, şeytân ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmaktadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkta yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm ettiği zaman, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zamanında yapılan büyük talîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz. Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ’at, tevâzu’, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emir edilimişdir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslîm olarak, emirleri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, candan sarılmamız lâzımdır. Ey evlâdım! Yalancılığı çok defa görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlüke bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi? Muhbir-i sâdık, yani hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş Peygamberimiz tekrar tekrar, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermektedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, Müslümanım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünkü, tehlikeli zamanlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akıl îcâbıdır. Gaflet uykusundan uyanmak lâzım 17.9.2001 Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyada biri, mevki, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emir verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. Allahü teâlânın emirleri vazîfe bilinmiyor ve vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra namaz gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emirleri birinci vazîfe olmak lâzımdır. Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir: 1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir vs.denilimesidir. 2- Allahü teâlânın emirlerine ehemmiyyet vermemektir. Bu emirlerin büyüklüğünü, mevki, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmektir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ’atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır. Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ, yaptıklarınızı hep görmekdedir” buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmakdan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebeb ile işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmağı mı gösterir? Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” buyurdu ki, “Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!” Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakit namazı cemâat ile kılmalısın. Gece namaz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük saâdet olur. Her ibâdeti seve seve yapmalıdır 18.9.2001 Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama’kârdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta inâdcıdır. Halbuki, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermiştir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır. Yavrum! Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. Birçok kitapta, “Zekât vermek lâzım olup da, o sene vermeyip, özrsüz geciktiren günâha girer ve şehâdeti kabûl olmaz” buyurmakdadır. Zekâtı kolayca verebilimek için, altından ve gümüşten ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkda biri, senede bir kerre meselâ her Ramezân-ı şerîf ayında zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zaman, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişde, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yokdur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekâtdan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. Nâfile sadaka olur. İşte böylece, hem zekât verilimiş olur, hem de, her zaman muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîrlere yapdığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karışdırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyada ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla hakdan kurtulmak mümkin olur. Fakat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz. İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru Ehl-i sünnet âlimlerine sorup öğrenmelidir. Böyle mubârek insanların sözleri ve kitâbları, te’sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. Para kazanmak için, mevki almak için, din kitâbı yazan, nutuk söyliyen, Müslümanları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitâblarından kaçmak lâzımdır. İlmiyle amel etmeyenin hali 19.9.2001 Ey oğlum! Allahü teâlânın Peygamberi lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamışdır. Fakat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmektedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebeb olmuşdur Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fakat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fakat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilimek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin ve âlimlerin milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bilimek, kıyâmetde fâideli değil, şefâ’atcı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhid olacakdır. Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki, “Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, iliminin fâidesini görmiyen, gidişi ilimine uymıyan âlimdir”. Yavrum, o zamanki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünkü, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o saâdet tohumunun açılıp büyümesine mâni’ oldu. Fakat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçdiği yola kavuşduracağı ümit olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleşdirmesini ve kalbinizi, bu dünya çerçöplerine bağlamakdan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Yavrum! Dünyada ve âhiretde bütün saâdetlere kavuşmak, ancak, dünya ve âhiretin en üstün insanına uymak ile olur. Cehennem ateşinden, ancak Ona uyanlar kurtulur. Cennet ni’metlerine kavuşmak, seçilimişlerin, sevilenlerin en üstünü olan, O Peygambere uyanlara mahsûstur. Dünya, kabir ve âhıret hayatı 20.9.2001 Yavrum, insan için üç türlü hayât vardır: Dünya, kabir, âhıret hayatı. Dünyada, beden rûh ile birlikdedir. İnsana hayat, canlılık veren rûhdur. Rûh bedenden ayrılınca, insan ölür. Beden mezarda çürüyüp, toprak olunca veya yanıp kül olunca, yahud yırtıcı hayvan yiyip yok olunca rûh yok olmaz. Kabir hayatı başlar. Kabir hayâtında his vardır, hareket yokdur. Kıyâmette bir beden yaratılıp, rûh ile bu beden birlikde Cennette veya Cehennemde sonsuz yaşarlar. İnsanın dünyada ve âhıretde mesûd olması için, Müslüman olması lâzımdır. Dünyada mes’ûd olmak, râhat yaşamak demektir. Âhırette mesûd olmak, Cennete gitmek demektir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, mesûd olmak yolunu, Peygamberler vâsıtası ile kullarına bildirmişdir. Çünki insanlar bu saâdet yolunu, kendi aklları ile bulamazlar. Hiçbir Peygamber kendi aklından birşey söylememiş, hepsi, Allahü teâlânın bildirdiği şeyleri söylemişlerdir. Peygamberlerin söyledikleri saâdet yoluna “Din” denir. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dîne “İslâmiyyet” denir. Îmânı olan kimseye “Müslüman” denir. “Îmân”, herşeyi, bir olan Allahın yarattığına inanmak ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna inanmak ve İslâmiyetin emirlerine uymak lâzım olduğuna inanmaktır. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için O’nun emirlerine uymak şarttır. Ona uymıyanların tevbeleri, istigfârları, zühdleri ve tevekkülleri kıymetsizdir. Onun ismini söylemeden yapılan zikrler, fikrler, zevkler, makbûl olmaz. Düâlar kabûl olmaz. Peygamberler, Onun hayat çeşmesinden bir damla içmekle, o makâmlara yükselmişler. Evliyâ, Onun sonsuz deryâsından bir yudum içmekle kemâl bulmuşlardır. Melekler Ona uymakla şereflenmiş, gökler Onun emirlerini yapmakla vazîfelendirilimişdir. Herşey Onun için yaratılmış, bütün varlıkların reîsi olmuşdur. Allahü teâlânın varlığı, Onun ile belli olmuş, herşeyin yaratanı, Onun rızâsını istemişdir. Aklı olan, se’âdete kavuşmak istiyen herkes, bedeni ile, rûhu ile, Ona uymağa çalışmalı, bu ni’mete mâni’ olan şeylere inanmamalı, aldanmamalıdır. Bir kimse, binlerle kerâmet gösterse, fâideli, başarılı olsa, fakat Onun yüksekliğini anlamayıp, Ona uymakdan mahrûm kalsa, bunu sevmek, buna uymak, sonsuz zararlara, felâketlere sebeb olur. Faydası, üstünlüğü görülmeyen, fakat her işinde Ona uyan kimseye tâbi’ olmak, insanı bütün saâdetlere kavuşturur. Önce düzgün bir itikat gerekir 24.9.2001 Her müslümanın hedefi, salih mümin olmaktır. “Sâlih” olan mü’min, Ehl-i sünnet i’tikâdındadır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olana “Sünnî” denir. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birine de uyar. Böylece, her hareketinde dine tâbi olur. İsyandan, terörden uzak durur. İbâdetlerini kendi mezhebine göre yapar. Harâmlardan sakınır. Bunlarda bir kusuru olursa, şartlarına uygun tevbe yapar. Çocukları belli bir yaşa gelince önce, Kur’an-ı kerim okumasını öğretir. Onların Kur’ân-ı kerîm okuması, namaz sûrelerini ezberlemesi, ilmihâl öğrenmeleri için çalışır. Bunları öğrettikten sonra, lisede, üniversitede de okutur. Çocuklarını böyle yetiştirmeyen baba, Sâlih Müslüman olamaz. Çocukları ile berâber Cehenneme gider. Yaptığı ibâdetler ve haclar, kendisini Cehennemden kurtarmaz. Sâlih mü’min Cehenneme hiç girmez. Ehli sünnete göre bazı terimlerin manaları: “Sapık” yani bozuk itikatlı olan mü’mindir. Müslüman olduğunu söyler ve Müslümandır. Fakat, itikatı düzgün değildir. Mezhebsizdir. Yani i’tikâdı “Ehl-i sünnet” âlimlerinin bildirdikleri gibi değildir. Bunun için, hiçbir ibâdeti kabûl olmaz. Cehenneme girmekden kurtulmaz. İbâdet yapmazsa ve harâm işlerse, bunlar için de ayrıca Cehennemde kalır. Sapık inanışları küfür olmadığı için, Cehennemde sonsuz kalmaz. “Fâsık” olan mü’min. Müslüman olduğunu söyler ve Müslümandır. Hem de Sünnîdir. Yani, Ehl-i sünnet i’tikâdındadır. Fakat, ibâdetlerin birkaçını veya hiçbirini yapmaz. Haram işler. Fâsık mü’min, tevbe etmezse veyâ şefâ’ate kavuşmazsa, yâhud Allahü teâlâ affetmezse, Cehenneme girip yanar ise de, îmânı olduğu için, Cehennemde sonsuz kalmaz. “Aslî kâfir”, kâfir çocuğudur. Kâfir olarak büyümüştür. Kâfir olduğunu söyler. Muhammed aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmaz. Yehûdiler ve Hıristiyânlar, kitâblı kâfirdir. Komünistler ve masonlar, kitâbsız kâfirdir. Bunlar, kıyâmetde tekrar dirilimeğe de inanmazlar. Putlara, heykellere tapınan kâfirlere “Müşrik” denir. Kâfirler Cehenneme girecek ve sonsuz yanacaktır. Dünyada yaptığı iyiliklerin hiçbiri, âhiretde ona yaramıyacak, onu Cehennemden kurtaramıyacakdır. Ölmeden önce Müslüman olursa af olur. Sâlih mü’min olur. Cahilin zararı faydasından çok olur 25.9.2001 Aklı olan herkes, dünyada rahat ve huzûr içinde yaşamak, âhıretde de, azâbdan kurtulup, sonsuz nimetlere kavuşmak ister. Bunun için dünyanın her yerindeki her çeşit insana saâdet yolunu göstermek için uğraşmalıdır. Önce, kendi öğrenmek için çok çalışmalı. Bilmeyen kendisini de çevresine de zarar verir. Cahilin zararı faydasından çok olur. Târîhi, İslam ahlakını çok incelemeli. Fen bilgileri üzerinde çok düşünmelidir. Bunları yapan, dünyada râhata ve âhıretde sonsuz iyiliklere kavuşmak için, “Sâlih” Müslüman olmak lâzım geldiğini anlar. Sâlih Müslüman olmak için, din bilgilerini “Ehl-i sünnet” âlimlerinin kitâblarından öğrenmek lâzımdır. Câhil olan kimse, sâlih değil, Müslüman bile olamaz. Sâlih, iyi bir müsliman olabilmek için:Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmalıdır. Yani, “Sünnî” olmalıdır Dört mezhebden birinin fıkh kitâbını okuyarak, dinin bilgilerini doğru öğrenip, buna uygun ibâdet yapmalı ve harâmlardan sakınmalıdır. Dört mezhebden birinde olmıyan veyâ dört mezhebin kolay yerlerini ayırıp biraraya toplıyan, yani mezhebleri birbirine karışdıran kimseye mezhebsiz denir. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnetden ayrılmış olur. Sünnî olmıyan da, yâ sapık veya kâfir olur. Kafir olup dinden çıkanlar dört sınıftır: “Mürted”, Müslüman iken, dinden çıkan, kâfir olan kimsedir. Müslüman iken yapmış olduğu ibâdetlerin ve iyiliklerin hepsi yok olur. Âhıretde ona fâide vermezler. Tekrâr Müslüman olursa, af olur. Tertemiz mü’min olur. “Münâfık”, Müslüman olduğunu söyler. Fakat, Müslüman değildir. Başka, bir dindedir. Kâfirdir. Müslümanları aldatmak için, Müslüman görünür. Münâfık, kâfirden dahâ fenâdır. Müslümanlara zararı dahâ çokdur. Eskiden münâfıklar çokdu. Şimdi yok gibidir. “Zındık”, bu da Müslüman olduğunu söyler. Fakat, hiçbir dinde değildir. Tekrar dirilimeğe inanmaz. Sinsi kâfirdir. Müslümanları dinden çıkarmak için, dinleri içerden yıkmak için, küfrünü Müslümanlık olarak tanıtır. Kâdıyânîler, Behâîler böyledir. “Mülhid”, bu da Müslüman olduğunu söyler ve kendisini müsliman sanır. İbâdetleri yapar. Haramlardan sakınır. Fakat, Kur’ân-ı kerîme ma’nâ verirken, Ehl-i sünnet i’tikâdından o kadar çok ayrılmışdır ki, îmânı gideren, küfre sebeb olan inanışları vardır. Nusayrî ve İsmâ’îlî fırkaları ve Vehhâbîler böyledir. Kendisini mü’min, Sünnîleri, yani doğru îmânlıları ise kâfir olarak tanıtmağa çalışır. Mü’mine kâfir diyen kâfir olduğu için, kâfirden dahâ fenâdırlar. Müslümanlara zararları dahâ çokdur. Çalışıp kazanmak da ibadettir 26.9.2001 İyi bir Müslüman olabilmek için boş durmamalı, çalışıp para kazanmalıdır. Çalışıp kazanmak da ibadettir. Başkalarına muhtaç olmamalıdır. Kazandığını dine uygun kazanmalıdır. Fakîr kimse, bu zamanda, dînini, nâmûsunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak ve islâmiyyete hizmet edebilimek için, fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan fâidelenmek de lâzımdır. Helâl kazanmak ve cihâd etmek, büyük ibâdetdir. Namaza mâni’ olmıyan ve harâm işlemeğe sebeb olmıyan her kazanc yolu, hayrlıdır, mubârekdir. İbâdetlerin ve dünya işlerinin fâideli, mubârek olması, yalnız Allah için yapmakla, yalnız Allah için kazanmakla ve yalnız Allah için vermekle, kısacası, “İhlâs” sâhibi olmakla olur. “İhlâs”, yalnız Allahü teâlâyı sevmek ve yalnız Allah için sevmektir. İnsan, sevdiğini çok hâtırlar. Kalb O’nu unutmaz, hep onu anar. Allahü teâlâyı çok sevenin, O’nu çok hâtırlaması, zikretmesi lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı kerîmde “Allahü teâlâyı çok zikrediniz!” buyuruluyor. “Dereceleri en yüksek olanlar, Allahı zikredenlerdir” ve “Allah sevgisinin alâmeti, O’nu zikr etmeği sevmekdir” ve “Birini çok seven, onu çok zikr eder” ve “Allahı çok zikreden, nifâkdan kurtulur” ve “Allahü teâlâ, çok zikr edeni çok sever” hadîs-i şerîfleri,muteber kitaplarda yazılıdır. Her işinde Allahü teâlâyı hatırlayıp O’nun emirlerine uygun hareket etmek zikirdir. Dine uygun olarak yaşamayı, bunu tabiat haline getirmeyi “Tesavvuf” âlimleri bildirmişlerdir. Bu yollardan en kolayı, geçmişte yaşamış meşhur bir tesavvuf aliminin kitabını okuyup, onu severek, bundan istifade etmektir. İstifade edebilmek için sâlih Müslüman olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, meselâ Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatan ve dört mezhebden birine uymıyan, haramdan sakınmıyan, meselâ çoluk çocuğunu, emri altındakileri islâm bilgisi, Kur’ân-ı kerîm öğrenmeleri için çalışmıyan bir kimse, sâlih bir Müslüman olamaz. İstifade edilen kimsenin her sözü, her işi, Ehl-i sünnete ve İlimihâl kitâblarına uygun olmalıdır. Resûlullahın hicretinden bin sene geçdiden sonra “Âhır-zaman” başladı. Kıyâmet alâmetleri çoğaldı. Âhır zamanda, Allahü teâlâ, kahr ve Celâl sıfâtları ile tecellî edecek, fitne, felâket artacatır. Din bilgileri bozulacak, Ehl-i sünnet âlimleri kalmayacak. “Eğer Allahı seviyorsanız...” 27.9.2001 Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde buyuruyor ki, “Onlara de ki, eğer Allahı seviyorsanız, bana uyunuz! Allahü teâlâ, bana tâbi’ olanları sever ve günâhlarınızı afv eder. Allahü teâlâ, afv edici, çok merhametlidir.” Nisâ sûresinin yetmişdokuzuncu âyetinde, “Peygambere itâ’at eden, Allaha itâ’at etmiş olur” buyurdu. Peygamberimiz de “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Benim yolumda ve benden sonra dört halîfemin yolunda olunuz!” buyurdu. Dört halîfenin yolunda olan İslâm âlimlerine “Ehl-i sünnet” denir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olduğu gibi imân etmek ve bütün sözleri, işleri, onların bildirdiklerine uygun olmak gerekiyor. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenin, böyle îmân etmesi ve böyle yaşaması lâzım olduğu anlaşılıyor. Bir insanda bu ikisi olmazsa, o sâlih Müslüman olamaz. Dünyada ve âhırette râhata ve huzûra kavuşamaz. Bu ikisi, yâ kitaplardan okuyarak öğrenilir. Ehli sünnet alimlerinin kitapları, insanın kalbini de temizler. Kalb temîz olunca, îmânın, ibâdetlerin tadı duyulur. Harâmlar, acı, çirkin ve iğrenç görünürler. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ettiği zaman, Mürşid-i kâmil çok bulunur ve tanınmaları kolay olur. Fakat, kıyâmet yaklaştıkca, Allahü teâlânın kahrı, gadabı dahâ çok zuhûr edecek, Mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır. Câhiller, sapıklar, zındıklar, din adamı olarak ortaya çıkacak, insanları aldatacak, felâkete sürükleyecekler. Şu an içinde bulunduğumuz, ahir zamanda, böyle karanlık zamanlarda îmânı ve din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenenler kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uyurma din kitaplarının yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar, doğru yoldan kayacaklardır. Böyle zamanlarda kalbin çabuk temizlenmesi için, tanınmış, şöhret kazanmış eski İslam büyüklerinden birini her yerde ve namazdan başka her işte ve her hâlde göz önünde düşünüp, onun kalbine Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” akıp gelmiş olan feyzlerden, kendi kalbine akmasını dilemelidir. Bunun, Resûlullahın vârisi olduğunu, Allahü teâlânın onun kalbine, her ân, merhametle tecellî ettiğini düşünmelidir. Bu çok fâidelidir. Kararmış kalbleri aydınlatır. İnsan harâmlara dalmış, kalbi kararmışdır. Bu hâli ile Allahü teâlâdan feyz ve bereket alamaz. Eğlence ile ömrü ziyan etmemelidir 3.10.2001 İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek, büyük nimetdir. Bu sevgi vâsıtası ile, onların kalblerinden feyzlere kavuşulur. Dini öğrenmeli ve bildiği ile amel etmelidir. Oyun, eğlence ile ömrü ziyân etmemelidir. Dine uymıyan şeylere “Dünya” denir. Böyle şeylerin fâidesiz olduklarını, kabirde ve kıyâmetde işe yaramıyacaklarını düşünmelidir. Kurtuluş, Sünnete uymakda, bid’atlerden sakınmakdadır. Sünnete uymak demek, Ehl-i sünnet i’tikâdını öğrenip, inanmak, sonra emrleri yapıp, haramlardan sakınmak, sonra sünneti yapmakdır. Bu sıra ile yapılmıyan sünnete, sünnet denmez.Bid’at sâhibleri ile ve mülhidlerle, mezhebsizlerle ve Ehl-i sünnet olmıyan din adamları ile arkadaşlık etmemelidir. Onlar din hırsızlarıdır. İnsanın dînini, îmânını bozarlar. Hadîs-i şerîfde, Bid’at sâhiblerinin, Cehennemdekilerin köpekleri olacakları bildirildi. Bid’atlerden kurtulmak için, Resulullah Efendimize ve O’nun yolundakilere uymaktan başka çare yoktur. Cenâb-ı Hak, Ona tâbi’ olmağı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün âhıret ni’metlerinden dahâ üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi’ olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dînine uymakdır. Ona tâbi’ olmak, yanî Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola “Dîn-i islâm” denir. Ona uymak için, önce îmân etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip harâmlardan kaçınmak, dahâ sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymağa çalışmalıdır. Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir. Îmân edenlerin, farzları yapıp harâmlardan kaçınması lâzımdır. Her mü’min, farzları yapmağa ve harâmlardan kaçınmağa, yanî müslümân olmaya memûrdur. Her mü’min, Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem”, malından ve cânından dahâ çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmakdır. Bir mü’min, bütün bunlara tâbi’ oldukdan sonra, mubâhlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kâmil ve olgun bir Müslüman olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, yanî sevgili olur. Fesat zamanında sünnete yapışan 4.10.2001 Saâdete kavuşmak için İslâmiyeti öğrenmekten başka çâre yoktur. İslâmiyet, kalb ile inanılacak “Îmân” bilgileri ve beden ile yapılacak “Ahkâm-ı islâmiyye” bilgileridir. Îmân ve İslâm ilmleri “Ehl-i sünnet âlimleri”nin kitâblarından öğrenilir. Câhillerin, sapıkların bozuk kitaplarından öğrenilmez. Hicrî bin senesinden evvel, islâm memleketlerinde çok “Ehl-i sünnet âlimi” vardı. Şimdi nerdeyse hiç kalmadı. Fakat, bu âlimlerin yazdıkları arabî ve fârisî kitaplar ve bunların tercemeleri, dünyânın her yerinde, kütübhânelerde çok vardır. Böyle karışık zamanlarda dine uymak çok daha kıymetlidir. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki, “Ümmetim arasında fesâd yayıldığı zamân, sünnetime yapışana, yüz şehîd sevâbı vardır”. Uydurma tefsîrler ve dinsizlerin yazdıkları bozuk din kitâbları çoğaldığı, Müslümanlar aldatıldığı zaman, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları, hakîkî din kitaplarına tâbi’ olanlara yüz şehîd sevâbı verilecekdir. Dört mezhebden herhangi birisinin âlimlerine “Ehl-i sünnet âlimi” denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir. Bu âlimler, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerini yazmışlar, Eshâb-ı kirâm da, bunlara Resûlullahdan işitdiklerini söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok ni’met, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, İslâmiyeti, saâdet-i ebediyye yolunu göstermiştir ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, “Ni’metlerimin kıymetini bilir, şükr ederseniz, yanî emir ettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyurmuşdur. Bir asrdan beri islâmiyyetin garîb olması ve son zamânlarda büsbütün uzaklaşarak, dünyânın küfür ve irtidâd karanlığı ile kaplanması, hep islâm ni’metlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara şükür etmemenin arka çevirmenin netîcesidir. Allahü tâlânın evliya kulları bizlere Cenab-ı Hakkın nimetidir. “Herşeyin bir kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir”ve “Onlarla berâber bulunanlar şakî olmazlar” hadîs-i şerîfleri bunların kıymetini bildirmektedir. Allahü teâlânın dostlarını, evliya kullarını hâtırlıyarak, mubârek kalbinden feyz almak, Allahü teâlânın Müslümanlara büyük ni’meti ve ihsânıdır. Âhır zamanda, buları işitmek, inanmak ve taleb etmek de pek az kimseye nasîb olur. Sevdiklerini bizlere tanıtan ve onları sevmek nimetini ihsân eden yüce Rabbimize şükürler olsun. “Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!” 5.10.2001 Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken, kızı Hz.Âişe yanına gelerek, “Ölüm gelip çattığı ve göğüs sıkıştığı vakit, artık servet bir fayda vermez” meâlindeki beytini okuyunca, Hz.Ebû Bekir gözünü açarak: “(Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiş. İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir” (50 – Kaaf: 19) ayetini okudu. Ve sonra da: “Şu iki elbisemi yıkayın, bunları kefen olarak kullanın. Zîra hayattakilerin yenilere ihtiyacı daha çoktur” dedi. Yine Hz. Âişe: “Yüzü suyu hürmetine yağmur yağan, yetimlerin baharı ve dulların koruyucusu” meâlindeki beytini söyleyince, Hz. Ebû Bekir: “O, dediğin, Resûl-i Ekrem’dir” buyurdu. Ebû Bekir’in hastalığı ağırlaşınca yanındakiler: “Bir doktor çağıralım da sena baksın” dediler. Hz. Ebû Bekir:” Benim tabibim bana baktı ve ben dilediğimi yaparım diye söyledi” dedi. Selman-ı Farsî ziyâretine gelerek: “Bize öğüt ver” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Allahu teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapularını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız. Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah’ın himâyesindedir. Allah’ın hakkını küçümseme, zîra yüzüstü seni Cehennem’e atar” dedi. Hastalığı ağırlaşıp artık iyileşmek ümidi kesildiği vakit, Hz. Ömer’i çağırtarak ona şöyle öğüt verdi: “Bilmiş ol ki; Allahu teâlânın, insanlar üzerinde gündüzde hakkı var, onu gece kabûl etmez; gece hakkı var, onu da gündüz kabûl etmez. Farzlar ödenmedikçe nâfileleri kabûl etmez. Kıyâmet günü mîzânın ağır gelmesi, dünyada hakka uymak ve hakkı ağır getirmekle mümkündür. Ağır gelmesi için mîzânın hakkı, ona ancak hakkı koymaktır. Kıyâmet gününde terâzisi hafif gelenler, bâtıl olan şeye uyanlardır. Hafif gelmemek için mîzânın hakkı, ona bâtılı koymamaktır. Allahu teâlâ Cennet ehlini güzel amellerle, Cehennem halkını da çirkin işleri ile anmıştır. Onların iyi amellerini onlara iade etti de onlar birbiri arasında, “Ben falancadan iyiyim” dedi. Allahu teâlânın rahmet ve azab âyetlerini bir arada anmasındaki hikmet, kulun korku ve ümid arasında yaşaması ve kendisini tehlikeye atmayıp boşu boşuna Allaha ümid beslememeleri içindir. Şâyet bu vasıyyetime riâyet edersem, ölümden daha sevimli olarak ulaşacağın bir yitiğin olmaz ki, ölüm muhakkak seni de bulacaktır. Şâyet dediklerime riâyet etmezsen, ölümden daha arzulamadığın bir kaybın olmayacak. Hâlbuki o yine seni yakalayacaktır. Ondan kendini kurtaramazsın” dedi. “Allahın, göğsümü iman nûru ile genişlet!” 6.10.2001 Saîd İbnü’l-Müseyyeb de şöyle anlatır: “Hz. Ebû Bekir ağırlaşınca, bâzı kimseler yanına girerek: “Bize bir şeyler ver, tavsiyelerde bulun. Zîra biz senden endişe ediyoruz” dediler. Hz. Ebû Bekir de: “Ölmeden önce şu anlatacaklarımı okuyanların ruhu ufûk-ı mübîne yükselir” dedi. Onların: “Ufûk-ı mübîn nedir?” diye sormaları üzerine, Hz. Ebû Bekir: “O, Arş’ın önünde geniş bir ovadır. Akar suları, bahçeleri ve bol meyveleri vardır. Buraya her gün yüz rahmet iner. Şu duâya devam edenin, ölünce ruhu bu makama yükselir. Dua şudur: “Allah’ım, hiçbir ihtiyacın olmadan ve karşılıksız olarak mahlûkatı yarattın. Sonra da birini Cehennem’lik, diğerini de Cennet’lik olarak ikiye ayırdın. Sen beni Cehennem’liklerden değil, Cennet’liklerden kıl. Allah’ım, insanları yaratmadan önce fırkalara ayırdın. Kimini şakî, kimini saîd, bir kısmını azgın ve sapık, bir kısmını da doğru yolda kıldın. Sana isyân ile beni azdırma. Allah’ım, herkesin ne yapacağını, onları yaratmadan önce de bilirdin. Senin bilginde değişiklik olmaz. Ve ilminin dışına çıkılmaz. Sen beni, ibâdetinde dâim kullarından eyle. Allah’ım, sen dilemedikten sonra kimse dileyemez. O hâlde benim sana yaklaşmamı dilememi dile. Allah’ım, kullarının bütün hareketlerini sen takdîr ettin. Senin iznin olmadan bir şey kımıldayıp hareket edemez. Bütün hareketimi senin rızâna uygun kıl. Allah’ım, hayrı – şerri ve her birini işleyecekleri sen yarattın. Beni, bu iki kısmın iyilerinden, hayır işleyenlerinden kıl. Allah’ım, Cennet ve Cehennem’i sen yarattın. Herbirinin adamlarını da yarattın. Beni Cehennem halkından değil, Cennet ehlinden eyle. Allah’ım, bâzı kimseler hakkında sapıklığı irâde ettin ve onların göğüslerini daralttın. Sen benim göğsümü iman nûru ile genişlendir ve kalbimi îmân nûru ile süsle. Allah’ım, bütün işleri sen sevk u idâre edersin ve sana yönelirler. Öldükten sonra beni temiz bir hayâta ulaştır ve beni sana yaklaşanlardan kıl. Allah’ım, başkalarına güvenerek sabahlayıp akşamlayanlar varsa da, benim îtimadım her an sanadır, ümidim sendedir. Kuvvet ve kudret senindir. Sana güveniyorum, Allah’ım” de, dedi ve bütün bunların Allahü teâlâ’nın kitâbında olduğunu bildirdi. 8- ALLAHÜ TEALANIN VARLIĞI Her varlık bir sanat eseri 5.11.2001 Allahü teâlânın ebedî yani sonsuz, âlemlerin, yaratılanların geçici olduğunu, yaratılışta tesadüfün yeri olmadığını bildiren bu yazı serisi, Seadet-i Ebediyye (Hakikat kitabevi, 523 4556) kitabından alınmıştır. Etrâfımızı beş duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacaktı. Kendimizi bile bilemiyecektik. Yürüyemiyecek, birşey yapamıyacak, yaşıyamıyacak, var olamıyacaktık. Ruhumuza tatlı gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak, onları sevemiyecektik. Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan Şükretsek, şükrünü ödemiş olamayız. Duygu organlarımıza etki eden herşeye “Varlık” diyoruz. Kum, su, güneş birer mevcuttur. Çünkü, bunları görüyoruz. Ses de bir varlıktır. Çünkü, işitiyoruz. Hava, bir mevcuttur. Çünkü, elimizi açıp yelpaze gibi sallayınca, havanın elimize çarptığını duyuyoruz. Bunun gibi, sıcaklık, soğukluk da birer mevcuttur. Çünkü, derimizle bunları duyuyoruz. Elektriğin de mevcut olduklarına inanıyoruz. “Ben havanın, ısının, elektriğin mevcut olduklarına inanmam. Çünkü, bunları görmiyorum” sözüne yanlıştır diyoruz. Çünkü, bunlar görülemezlerse de, kendilerini veya yaptıkları işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için de, görülemiyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları lâzım gelmez diyoruz. Bunun gibi, “Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi şeyler yoktur. Var olsalardı görürdüm” sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun olmıyan bir sözdür. Cismlerin yok olduklarını, başka cismlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, “Bunları tabîat yapıyor. Herşeyi tabîat kuvvetleri yaratıyor” diyorlar. Bunlara sormak lazım: Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesap ile, plân ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir demez mi? Tabîatteki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince sanatlerin birer meşheri, sergisidir. Herşey en güzel şekilde yaratılmış 6.11.2001 Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, tabîat sanatlerinden birkaçını görebilimek ve taklîd edebilimektir. İslâm düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, “Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükce, hayretimden tepem atacak gibi oluyor” demiştir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, tesâdüfen hâsıl olacağını kabûl etmiyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı? Allahü teâlâ herşeyi en güzel ve en faydalı olarak yarattı. Meselâ, dünyamızı güneşten yüzelli milyon kilometre uzakta yarattı. Daha uzakta yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğuktan ölürdük. Daha yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiç bir canlı yaşayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen, yüzde yetmişsekiz azot ve onbinde üç karbondioksit gazlarının karışımıdır. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıda maddelerini yakarak, bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki miktarı daha çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Miktârı 21 den az olsaydı, gıdalarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla toprağa iniyor. Bunlar, bitkileri besliyor. Bitkiler de, hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıda oluyor. Görülüyor ki, rızkımız semada hasıl olmakta, göklerden yağmaktadır. Havadaki karbon dioksid gazı, beynimizdeki kalb ve teneffüs merkezlerini tenbîh ediyor, çalıştırıyor. Havadaki karbon dioksid miktârı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Miktârı artarsa boğuluruz. Karbon dioksid miktârının hiç değişmemesi lâzımdır. Bunun için de, denizleri yarattı. Karbon dioksid miktârı artınca, kısmî basıncı artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bikarbonat hâline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryaların dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan, parasız veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da heryerde yarattı. Fakat, susuzluğa daha fazla tehammül edildiği için, bunu arayıp bulacak, taşıyacak şekilde yarattı. İnsanlar, bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu! Tesadüfen olması mümkün mü? 7.11.2001 Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, yarattığı sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri câhilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, yâni önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihayet on numaralı olacak şekilde çıkarmaya çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmaya çalışılacaktır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilimek ihtimali onmilyarda birdir. On aded taşın bir sıra dahilinde dizilime ihtimali bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesâdüfen meydana gelmesine imkân ve ihtimal yoktur. Daktilo ile yazmasını bilimeyen bir kimse, bir klâvyenin tuşlarına gelişigüzel meselâ beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veya başka bir dilde bir mâna ifâde etmesi acaba ne derece mümkindir? Şayet gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir mâna ifâde eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, bir sayfa yazı veya kitap teşkîl edilse, sayfanın ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akıllı denilebilir mi? Cismlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demektir. Yâni hiçbirşey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. İlk, yâni birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünkü, âlemin sonsuz öncelerde var olabilimesi için, bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilimeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacaktır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmıyacaktır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok demektir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, yâni, başlangıç olan bir varlık yok demektir. İlk, yâni birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herşeyin her zaman yok olması lâzım gelir. Yâni, herbirinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur. O’nu tanıyan seve seve kabul eder 8.11.2001 Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak geldiğini göstermez. Aksine, yoktan var edilimiş bir ilk varlığın bulunduğunu gösterir. Âlemin yoktan var edilimiş ve o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünkü âleme gelinmiştir. Âlemi yoktan var eden bir yaratıcı vardır. Bu yaratıcı kadîm yâni hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz var olması lâzım gelir. Bu hiç değişmiyen bir yaratıcının ismi “Allah” dır. Allahü teâlâ, kendini tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermiştir. Son ve en üstün Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın hayatını, üstünlüklerini, doğru yazılmış kitaplardan okuyan anlayışlı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve seve müslüman olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna ve bunun her sözünün doğru, faydalı olduğuna inanmaya “Îman etmek” ve “Müslüman olmak” denir. Böyle inanan kimseye “Mümin” ve “Müslüman” denir. Müslümanın öğrenmesi lâzım olan ilimlere “Ulûm-i islâmiyye” denir. İslâm bilgileri, iki kısmdır: Birinci kısmı, “Din bilgileri”dir. Bunlara “Ulûm-i nakliyye” denir. Bunlar, ehl-i sünnet âlimlerinin “Edille-i şer'ıyye” denilen dört kaynaktan çıkararılmıştır. Din bilgileri, hiç değişmez. Fen bilgileri zaman ile değişir.Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değiştirenlere (Filozof) ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle değil, akla inanırlar. Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden müminlere (Hukemâ) denir. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilimemiş bilgilere islâm âlimleri muhtelif mânalar verdi. Böylece, îman edilecek şeylere, birbirlerinden farklı inanan yetmişüç fırka meydana geldi. Bunlardan îmanları doğru olan bir fırkaya (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlış mâna verenlere (Bid'at ehli) denir. Şî'îler ve Vehhâbîler böyledir. Fen bilgilerine yanlış mâna vererek müslümanın îmanını bozana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. Allahü teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını bildirdi. Cehennemde sadece kafirler sonsuz kalacaktır. İnsanların ve cinnin çoğu Cehenneme girecektir. Fakat, mahlûklarının çoğunu Cennete koyacak, rahmeti gazabını aşacaktır. Çünkü, cinnîler, bütün insanların on katından daha çoktur. Melekler de, cinnîlerin on katından daha çoktur. Meleklerin hepsi Cennette olduğundan, Cennettekiler daha çok oluyor. İslâmiyet, ilimin tâ kendisidir 9.11.2001 İslâm dîninin inançlarını, emirlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitap yazılmış, bunların çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmıştır. Buna karşılık, bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zaman, islâmın faydalı, feyzli ve ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeye, değiştirmeye, müslümanları aldatmaya uğraşmışlardır. Daha çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım. Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlıyamadıklarına şaşardım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalâletten, dünya ve âhıret felaketlerinden kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için çırpınıyordum. Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, şehit evlatlarını, bozuk yazılardan ve sözlerden koruması için ve müslümanlığın tam ve doğru ve ana kaynaklarına uygun olarak anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum. Din câhilleri, islâmiyete ilim ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından, yalan söyliyerek, nâmerdce hücûm ediyorlar. İslâmiyete ilim ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyet, ilimin tâ kendisidir. Kur'an-ı kerimin birçok yeri, ilimi emretmekte, ilim adamlarını övmektedir. Meselâ Zümer sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, “Bilen ile bilimiyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir” buyruldu. Resûlullahın ilimi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çoktur ve meşhûrdur ki, düşmanlarımız da, bunları biliyor. Peygamber Efendimiz, “İlimi, Çinde de olsa, alınız!” buyurmuştur. Yâni dünyanın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilim öğreniniz! Bu gâvur îcâdıdır, istemem, demeyiniz. Bir hadis-i şerifte de, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız!” buyuruldu. Yâni, bir ayağı mezarda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdettir. Bir defa da, “Yarın ölecekmiş gibi âhırete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünya işlerine çalışınız!” buyurdu. Bir hadis-i şerifte, “Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilimiyerek yapılan çok ibâdetten daha iyidir!” buyurdu. Bir kere, “Şeytanın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından daha çoktur!” buyurdu. İslâm dîninde kadın, kocasının izni olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, gidemez. Fakat, kocası öğretmezse ve izin vermezse, ondan izinsiz, ilim öğrenmeye gidebilir. Görülüyor ki, büyük ibâdet olan hacca izinsiz gitmesi günah olduğu hâlde, ilim öğrenmeye izinsiz gitmesi günah olmuyor. İlim, ilimi kötüler mi? 10.11.2001 Hiç kimse islamiyete ilim ile saldıramaz. İslâmiyete ilim ile nasıl saldırabilir? İlim, ilimi kötüler mi? Elbette beğenir. Kıymetlendirir. İslâmiyete, ilim ile saldıran, mağlup olur. Fen “Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak” demektir ki, bu üçünü de, Kur'an-ı kerim emretmektedir. Fen bilgilerine, sanata, en modern harp silâhlarını yapmaya uğraşmak, farz-ı kifâyedir. Düşmanlardan daha çok çalışmamızı, dînimiz emretmektedir. Resûlullahın fenni emreden pek canlı sözleri vardır. O hâlde, islâmiyet, fenni, tecrübeyi, müsbet çalışmayı emreden dinamik bir dindir. İslâm dînine karşı olanlar, ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz, tıb bilgisini çeşidli şekillerde medh buyurdu. Meselâ, “İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi” buyurdu. Yâni ilimler içinde en lüzûmlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herşeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emir buyurdu. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, yâni sıhhati korumak. İkincisi, terapötik, yâni hastaları, iyi etmektir. Bunlardan birincisi başta gelmektedir. İnsanları hastalıktan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiş, te'mînât altına almıştır. Kur'an-ı kerimin, tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurmuştur. Peygamberimiz Rum imparatoru Herakliüs ile mektûblaşırdı.Bir defa, Herakliüs birkaç hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri, bir doktor idi. Resûlullah, kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, “Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, rahat ettim. Artık gideyim” diye izin isteyince, Resûlullah tebessüm buyurdu. “Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların başta gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar!” dedi. “Biz, temizliğe çok dikkat ederiz” 11.11.2001 İslamiyet, insanı hem dünyada hem de ahırette rahat ettirmek için gelmiştir. Mesela, bir müslüman, islâmiyetin emirlerine tam uyansa hastalık çekmez. Müslümanlardan hastalık çekenler, emirleri öğrenmiyenler ve yapmayanlardır. Evet, ölüm hastalığı herkese gelecektir. Bu hastalık müminlere bir nîmettir. Âhıret yolculuğunun habercisidir. Hazırlanmak, tevbe, vasıyet etmek için, alârm işaretidir. Cenâb-ı Hak, çeşidli hastalıkları, ölüme sebep kılmıştır. Eceli gelen, bir hastalığa yakalanacaktır: Ecel geldi cihâna, baş ağrısı behâne. İslamiyete uyan, yâni islâmiyetin gösterdiği yolda giden kimsenin hayatı hastalıkla geçmez. Fakat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günah işliyebilir. Cenâb-ı Hak, günah işliyen müslümanları, illet, kıllet veya zilletle îkâz etmekte, gafletten uyandırmaktadır. Tâbiînden gençler, Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlâ sizi çok seviyor. Kur'an-ı kerimde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz de, sizin gibi olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, “Bizi çok seviyor. Çünkü biz, temizliğe çok dikkat ederiz” diye cevap verdiler. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde çeşidli yerlerde, “Temiz olanları severim!” buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde banyosu olur. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamâm yok. İslâm dîni, baştan başa ahlâk ve fazîlettir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emrettiği iyilik, adalet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. Onbeş asırlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Sayılamıyacak kadar çok vesikalardan hâtıra geleni bildirelim: Bursa müzesi arşivinde ikiyüz sene öncesine âit bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmaktaki yahudi mahallesi yanında bir arsaya müslümanlar câmi yapıyor. Yahudiler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, iş, mahkemeye düşüyor. Arsanın yahudilere âit olduğu anlaşılarak, mahkeme, câmiin yıkılmasına, arsanın yahudilere verilimesine karar veriyor. Adalete bakınız! “İyi huyları tamamlamak için gönderildim” 12.11.2001 Resûlullah Efendimiz, “İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim” buyurdu. Bir hadis-i şerifte, “Îmanı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!” buyuruldu. Îman bile, ahlâk ile ölçülmektedir! (İslâm ahlâkı) kitabında, islâmın güzel ahlâkı yazılıdır. İslâmiyete karşı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, müslüman yavrularını aldatmak, bu mâsumların îmanını çalmak için, (İngiliz üsûlü) ile, yâni yalan ile, iftirâ ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok defa, müslüman şekline girip abdestsiz, gusülsüz namaz kılarak, câmi yapılırken para vererek, müslüman görünüyorlar. Yalanlarına, hîle ve uydurmalarına inandırmaya çalışıyorlar. Kâfirlerin tuzaklarına düşmemek için ne lâzım olduğunu Peygamberimiz bildiriyor: “Nerede ilim varsa, orada müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!” buyuruyor. İşte burada da, ilimi emretmektedir. O hâlde, din düşmanlarına aldanmamak için dînimizi öğrenmekten başka çâre yoktur. Dînimizi nereden öğreneceğiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hazırlanan veya papaz, misyoner kitaplarından tercüme edilimiş olan süslü yazılardan, TV’lerden, radyolardan, filimlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlış kitapları, Kur'an tercümeleri yazan câhillerden mi? Din düşmanları filimlerinde, Peygamberlerin hayatını, islâm tarihini, yanlış, iğrenç olarak gösteriyor, uydurma resmler yapıyorlar. Müslümanlar, bu bozuk filimleri, doğru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, îmanları bozuluyor. Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden öğrenelim! Gözü ağrıyan kime baş vurur? Çöpçüye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çaresini öğrenir. Dînini, îmanını kurtarmak için çare arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya değil, din mütehassısına baş vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede ve kim? Beyrutta, Mısrda, Sûriyede, Irâkta arabca öğrenen tercümânlar mı? Hayır. Din mütehassısları, şimdi toprak altında! Dünyada bulmak çok güc! Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitaplarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya bunların kitaplarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilim elde edilimez. Bunların kitaplarını okuyan, hem ilim öğrenir, hem de kalbleri temizlenir. Din âlimi olmanın şartları 13.11.2001 Din âlimi olmak için, edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilimek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezber bilimek, islâmın yirmi ana iliminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilimi iyi bilimek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde kemâle yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, mükemmel arabca bilenler, acaba bu büyüklerin kitaplarını okuyabilir ve anlayabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydana çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmilerde, zamanın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultan Abdülmecîd zamanında, mason Reşîd pâşanın, ingiliz sefîri ile berâber hazırladığı ve 1839 da ilân ettiği tanzîmât kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı. Hakîkî din âlimi, vaktîle çok vardı. Bunlardan biri, imam-ı Muhammed Gazâlîdir. Din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri şâhittir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan, kendi kusurunu Ona yüklemeye yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır. O, zamanının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdat Üniversitesinin rektörü idi. O zamanın ikinci dili olan rumcayı iki senede öğrenmiş, eski Yunân ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını kitaplarında bildirmiştir. Dünyanın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş tutulmasının hesaplarını, daha nice teknik ve sosyal bilgileri yazmıştır. İslâm âlimlerinden biri de, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkîdir. Bunun din bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tasavvuftaki, vilâyetteki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sahibi olanlar, ittifakla söylediği gibi, Amerikada yeni çıkan kitaplar da, bu saadet güneşinin ışıkları ile aydınlanmaya başlamıştır. İmâm-ı Rabbânî, zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. Oğlu Muhammed Mâsum’a, (Şerh-ı mevâkıf) kitabını okuturdu. Şerif Ali Cürcani’nin bu kitabında, dünyanın batıdan doğuya doğru döndüğünü isbât edilmekte, atomu, maddenin çeşidli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları bildirmektedir. Fen ilimlerinin kurucuları 14.11.2001 Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrâfı duvar çevrili zannederken, müslümanlar yer küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. Mûsul ve Diyarbakır arasındaki Sincâr sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü gibi buldular. 1185 de vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayat) kitabında bugünkü astronomiyi yazmaktadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papazlar tarafından muhâkeme edilip habsolundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen dersleri okutuluyordu. Aydın din adamları yetişiyordu. Dünyaya önderlik ediyorlardı. Fen dersleri kaldırılınca, keşfler, buluşlar da durdu. Batı, doğuyu geçmeye başladı. Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitaplarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya bunların kitaplarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilim elde edilimez. Bunların kitaplarını okuyan, hem ilim öğrenir, hem de kalbleri temizlenir. İinsanların, sıhhatli, sağlam ve rahat, neşeli yaşamalarına ve âhırette sonsuz saadete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere (Ni'met) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün nîmetleri yarattı. Bunlardan nasıl istifâde edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere (Din) denir. Müslüman olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitaplara uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce faydalı ilâc vardır. Her ilâcın kutusunda tarifnamesi vardır. İlâcı, tarifeye uygun kullanan, faydasını görür. Tarifeye uymayan ilâcdan zarar görür. Kur'an-ı kerime uygun yaşayan da nîmetlerden fayda görür. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak, rahat ve neşeli yaşamak için müslüman olmak lâzımdır. Îmanı olan ve şeriate uyan, yâni haramlardan sakınıp ve ibâdetlerini yapan kimseye, müslüman denir. Îman, belli altı şeye ve bütün emir ve yasakların hepsine inanmak demektir. Allahü teâlâ hakîkî müslümandan râzı olur. Onu sever. Hakîkî müslüman olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyada feyzler, nûrlar vereceğini, âhırette de (Sevap), yâni iyilik vereceğini vaat etti. (İbâdet), emirleri yapmak, (Takvâ) haramlardan, yasak edilimiş olanlardan sakınmak demektir. Allah dostlarını tanıyan kurtulur 15.11.2001 Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs, kalb-i selîm sahibi olmak lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha inanmak, Onu sevmek ve Ona tâbi olmakla temizlenir. Bunun için, bir Velîyi tanıyıp, Onun büyüklüğünü kabul edip, sözlerinden, kitaplarından Ehl-i sünnet îtikatını, dini iyice öğrenmek gerekir. Büyük islâm devleti olan Gaznevî imparatorluğunun kurucusu, sultan Mahmûd-i Gaznevî, Ebül-Hasen-i Harkânî hazretlerine, “Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zat idi?” diye sordu. Cevabında, “Bâyezîd, öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu” dedi. Sultan Mahmûd, bu cevabı beğenmedi. “Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de, Bâyezîdi görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahdan daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîdi görenler nasıl kurtulur?” dedi. Ebül-Hasen buyurdu ki ”Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini görmediler. Ebû Tâlibin yetîmi, Abdüllahın oğlu Muhammedi gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, Onun gibi kemâle gelirlerdi”. Sultan Mahmûd hân bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. İşte, böyle Allah dostlarının eserlerinden derlenen “Se'âdet-i Ebediyye” kitabını okuyarak anlayan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânîyi tanıyarak, kalbi Ona meyleder, bağlanır. Onun bütün dünyaya saçtığı nûrları alıp, olgunlaşmaya, kemâle gelmeye başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyayı, hayatı görüşünde değişiklikler olduğunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rü'yâlar görmeye başlar. İmâm-ı Rabbânîyi, Evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı rü'yâda görmeye, uyanık iken ruhlarını insan şeklinde görmeye, bunlarla konuşmaya başlar. Nefsi de gafletten kurtulup, namazın tadını duymaya, ibâdetlerden zevk almaya başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cemiyete, millete faydalı olur. Saadet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşturur. 9- İSLAMDA HAKLAR Dinimize göre haklar 11.4.2002 Dinimizde, “Haklar” çok önemlidir. Herkes hakkınını hukukunu bilmesi lazımdır. Dinimize göre, haklar konusunu evliyanın büyüklerinden, Kâdî Muhammed Senâullah-i Pânî-Pûtî hazretleri, “Hukuk-ul İslâm” kitabında kısa ve öz olarak bildirmektedir. Haklar konusunu bu kitaptan alarak sizlere sunmak istiyorum: İslamiyet, her hak sâhibinin hakkını sâlim ve kâmil olarak, kusûrsuz ve fütûrsuz edâ etmekten ibârettir. İslâmda haklar yedi kısımdır: 1- Allahü teâlânın hakkı, 2- Anne, baba ve akrabâ hakkı, 3- İdarecilerin, idare ettikleri kimseler üzerindeki hakkı. 4. Halkın, idareciler üzerindeki hakkı. 5- Komşu hakkı, iş ve yol arkadaşlığı hakkı, 6- Bütün mü’minlerin, bilhasas âciz, zayıf, yetim, hasta, fakir vs. kimselerin hakkı. 7- Kulun kendi isteği ile kendisi üzerine lâzım getirdiği haklar. Bunda Allahü teâlânın ve kulların hakkı ve nezir, yemîn keffâreti, oruç keffâreti, sözünde durmamak, borcunu ödememek gibi haklar. Şimdi bu hakları sırasıyla biraz açalım: İslâmın haklarından birincisi Allahü teâlânın hakkıdır. İlk önce varlığını ve varlığına bağlı olan her şeyi ihsân eden ortağı olmayan Allahü teâlânın hakkı ödenmelidir. Aldığımız her nefes hayâtı devâm ettiricidir. Verdiğimiz her nefes ferahlandırır. O halde her bir nefeste iki ni’met vardır. Her bir ni’mete de bir şükür lâzım gelir. O halde kavuştuğun ni’metlerden bir ni’metin şükrünü, ister dil ile, ister a’zâlar ile, ister kalb ile olsun, yerine getirmek, Allahü teâlânın lutf-ü ihsânı iledir. Şükür yapmağa muvaffak olmak da Allahü teâlânın mevhibe ve ihsânı iledir. Her şükürde bu kadar şükür lâzım geldiğine göre Allahü teâlânın şükrünü tam olarak yerine getirmek mümkün değildir. Nitekim, Allahü teâlâ Nahl sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen “Eğer Allahın ni’metlerini saymak isterseniz, sayamazsınız. Elbette Allah’a rahmet ve mağfiret edicidir” buyurması buna işârettir. Allahü teâlâ, rahmet ve ihsânı ile, kulları güçleri yetmiyecek teklîfde bulunmamıştır. Hakkıyla şükrünü yerine getirmeği vâcib kılmamış, kullarının, yapabileceği mikdârı şükrü vacib kılmıştır. Herkes insânî gücü mikdârınca Allahü teâlânın şükrü için çalışması gerekir. “Allah’ın nimetlerini sayamazsınız” 12.4.2002 Her kim gücü yettiği hâlde Allahü teâlâya şükür etmekte kusûr ederse, zalîm, çok zulm edici ve nihâyet sayısız ni’metlerin şükründe küfrân-ı ni’met etmiş olur. Bunca ni’mitleri verene karşı, en aşağı derecede, ya’nî gücü yettiği şükür yapmakta bile kusûr yapılmış olur. Nitekim Allahü teâlâ İbrâhîm sûresi, otuzdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen “... Eğer Allahın ni’mitlerini saymak isterseniz, sayamazsınız. Elbette insan çok zulm edici ve çok küfrân-ı ni’met edicidir” buyurmaktadır. Hak teâlâ, rahmeti ile kulunu “şekûr” çok şükür edici diye ifade buyurmuştur. Nitekim Nûh aleyhisselam hakkında meâlen “... o şükr eden kul idi” (İsrâ-3) buyurmaktadır. O halde şükür hakkında kullardan istenen şudur. Kul, Allahü teâlâyı, sıfatlarını gücünün yettiği kadar tanımasıdır. İnsan, i’tikâd, ahlâk ve amellerini Hak teâlânın rızâsına uygun şekilde yerine getirmelidir. Kullara yapmasını emir ettiği şeyler en iyi şekilde yerine getirmelidir. Yasak ve mekrûhlardan sakınmalıdır. Allahü teâlânın rızâsını, kendi nefsinin ve bütün mahlukların rızâsından mukaddes bilmeli, önde tutmalıdır. İnfitâr sûresi, beşinci âyet-i kerîmesinde “Kıyâmet günü her nefis neyi takdîr ettiğini, neyi tehîr ettiğini bilecekdir” buyurulmaktadır. Bu günde utanacak hâle düşmemelidir. Ya’nî herkes Kıyamet günü kendi rızâsını Allahın rızâsı üzerine mi, yoksa Allahın rızâsını kendi rızâsı üzerine mi olduğunu anlayacaktır. Allahü teâlâ tevbe sûresi, yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen “Ey Resûlün de ki, babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, kabîleleriniz ve kazanmış olduğunuz mallar, durgunluğa uğramasından korkduğunuz bir ticâret, beğendiğniz meskenleriniz size, Allahdan, Resûlünden ve O’nun yolunda cihâd etmekden daha sevgili ise artık Allahü teâlânın evri (dünyâ veyâ âhıret azâbı) gelinceye kadar bekleyiniz!” buyurmuşdur. O halde müslimanların, kimi seviyorsa Allah için sevmesi, kime düşmanlık ediyorsa Allah için düşman olması, kime bir şey veriyorsa Allah için vermesi, kime vermiyorsa Allah için vermeme gibi niyette olmalıdır. Allahü teâlâ bunu bana vâcib kılmıştır demelidir. Nitekim Resûl aleyhisselâm, “Allah için seven, Allah için buğz eden, Allah için veren ve Allah için vermeyen kimsenin îmânı kâmil olmuştur” buyurmuştur. Resulullahın hakkı 13.4.2002 Allahü teâlânın zâtını, sıfatlarını, razı olduğu ve beğenmediği şeyleri, Peygamberlerin aracılığı olmadan bilmek mümkün değildir, akıl bunda yeterli değildir. Bunun için ilâhî kitâblara, Peygamberlere ve onların getirdiklerine inanmak, hakîkî îmâna dâhil olmuştur. Resûlullah “sallallahi aleyhi ve sellem” Abdül Kays kabîlesinden gelenlere, “Bir olan Allaha îmân etmek nedir, biliyormusunuz?” buyurunca, onlar, Allah ve Resûlü daha iyi bilir dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz, “Allahdan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allahın Resûlü olduğuna şehâdet etmekdir” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi bütün hadis âlimleri ittifakla bildirilmişlerdir. Resûlullaha itâ’at, Allahü teâlâya itâ’attir. Nitekim Allahü teâlâ “Resûle itâ’at eden kimse Allaha ita’at etmişdir” (Nisâ 80) buyurmuşdur. Resulullaha muhabbet, Allaha muhabbet gibidir, hatta aynısıdır. Nitekim hadis-i şerifte, “ Sizden birinizin imanı; beni, babasından,oğlundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, imanı sahih olmaz.” buyurulmuştur. Buradaki muhabbet, dini muhabbettir. Yani Onun büyüklüğüne ve itaat olunacağına inanmaktır. Kul, Resulullahı, bütün mahluklardan büyük bilmedikçe ve ona itaat etmedikçe iman etmiş sayılmaz. Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı Îcap eder. Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez. Hulefâ-i râşidinin ve Eshab-ı kiramın hakkı 14.4.2002 Allahü teâlânın zâtın, sıfatlarını, râzı olduğu ve olmadığı şeyleri tanımak, bilmek, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” aracılığı ile maydana gelmiştir. Hülafâ-i râşidinin yani dört büyük halifenin çalışmaları ile de din yayılmış, kuvvet bulmuştur. Hulefâ-i râşidinin çalışmaları ile Resûlüllahın sözleri ve fiilleri tespit edilerek yapıldı. İhtilâflı meselelerde Eshâb-ı kirâm, hulefâ-i râşidînin çalışmalarını inceleyerek öğrenmiş ve icmâ hâsıl olmuş her tarafa yayılmıştır. O halde ayırım yapmadan Eshâb-ı kirâmın tamanının ve Ehl-i beytin hakkını yerine getirmek, aynen Resûlün hakkını yerine getirmektir. Onlara muhabbet, Resûlullaha muhabbet ve itâ’at gibi olmuşdur. Hadîs-i şerîfde, “Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğz eden bana buğz ettiği için buğz eder. Onlara eziyyet veren bana eziyyet vermiş olur. Bana eziyyet veren Allahü teâlâya eziyyet vermiş olur” buyurulmuşdur. Yine bir hadîs-i şerîfde Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem, “Benim sünnetime yapışınız. Benden sonra hulefâ-i râşidînin yoluna sarılınız” buyurmuştur. Zeyd bin Sâbit’ten “radıyallahü anh” rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfde, “Size iki muhkem vesîle bırakıyorum. Biri Kitâbullah, diğeri ıtretimdir” buyurmuştur. Ya’nî ümmetine Kur’an-ı kerîm ile ehl-i beytini, alimlei ve eshâbını bırakmıştır. Yine buyurmuşlardır ki, “İlmin yarısını bu Humeyrâ’dan (Ya’nî Âişe vâlidemizdir) alınız.” Yine Razîn’in Ömer “radıyallahü anh” dan rivâyetiyle, “Eshâbımyıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz” buyurulmuştur. Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruldu: “Allahü teâlâ, beni insanların en asîlzâdesi olan Kureyş kabîlesinden seçti ve bana insanlar arasından en iyilerini arkadaş, sâhib olarak ayırdı. Bunlardan birkaçını bana vezîrler olarak ve dîn-i islâmı, insanlara bildirmekde, yardımcı olarak seçti. Bunlardan ba’zılarını da Eshâr olarak, ya’nî zevce tarafından akrabâ olarak ayırdı. Bunları seb edenlere, iftirâ edenlere, söğenlere Allahü teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların la’neti olsun! Allahü teâlâ, kıyâmet günü, bunların farzlarını ve sünnetlerini kabûl etmez”. Peygamberimizin mubârek zevcesi Ümm-i Habîbe annemizin erkek kardeşi olan Muâviye ve babası Ebû Süfyân ve anası Hind “radıyallahü anhüm” de, eshârdan olup, bu hadîs-i şerîfe dâhildirler. Alimlerin ve evliyanın hakkı 15.4.2002 Ehli sünnet âlimlerinin hakkını yerine getirmek, Sahâbe ve Ehl-i beytin hakkı gibi olup Allahü teâlânın ve Resûlünü “sallallahü aleyhi ve sellem” hakkını yerne getirmeğe dâhildir. Bunlar Peygamber vârisleri ve dînin taşıyıcılarıdır. Resûlullah, “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” ve “Peygamberler dînâr ve dirhem [altın, gümüş] mîrâs bırakmazlar, ancak ilim mîrâsı bırakırlar” buyurmuşlardır. Hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz, “Âlimin abid üzerine üstünlüğü, benim sizin en aşağınızın üzerine üstünlüğüm gibidir” buyurdu ve sonra Fâtır sûresinedeki, “Allahdan ancak âlim kulları korkar” âyet kerîmesini okudu. Bir hadîs-i şerîfde “Ben ancak size muallim [öğretici] olarak gönderildim” buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfde “Allah en cömerddir. Ben insanoğlunun en cömerdiyim. Benden sonra insanların en cömerdi, ilm sâhibi bir kimsedir ki, ilmini yayar. Kıyâmet gününe o tek bir ümmet olarak gelir” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîfdeki ilim yayan kimse, Peygamber olmamasına rağmen, talebeleri onun ümmeti gibi olacakdır. Yine Zehebî’nin İmrân bin Huseyn’den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah , “Kıyâmet günü âlilerin mürekkebi ile şehidlerin kanı tartılacak, âlimlerin mürekkebi şehidlerin kanına gâlib gelecektir” buyurmuştur. Âlimlere ve evliyâya itâ’at, Allahü teâlâya ve Resûlüne itâ’attir. Onlara muhabbet de aynı şekildedir. Allahü teâlâ Nisâ sûresi, ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen “Ey îmân edenler! Allaha, Resûlüne ve Allahın emirlerini kullarına erişdirenlere itâ’at ediniz” buyurmaktadır. Eğer âlimler yol göstermesedi, hiç kimse Allahü teâlâyı tanıyamayacakdı ve o’nun hakkı yerine getirilmeyecekdi. Yine Resûlullah, “Allah bize doğru yolu göstermeseydi, biz bulamazdık, zekât vermez ve namaz kılmazdık” buyurmuşdur. Bunlarla dostluk ve düşmanlık, Allahü teâlâya dostluk ve düşmanlık gibidir. Nitekim Buhârî’nin Ebû Hüreyre’den “radıyallahü anh” rivâyet ettiği hadîs-i kudsî’de “Benim velî kullarıma kim düşmanlık ederse, benimel harbe girimş olduğunu bilsin” buyurmuşdur. Bir hadîs-i kudsîde de, “Evliyâm öyle kullarıdır ki, benim zikrimle onlar hatırlanırlar, onların zikriyle (hatırlanmasıyla) ben atırlanırım” buyurulmuştur. Anne ve baba ve akraba hakkı 16.4.2002 İslâmiyette haklardan biri de, insanın vücûda gelmesine, beslenmesi rızklanmasına ve benzeri şeylere vâsıta olan anne, baba, dede, nine gibi kimselerin haklarıdır. Hak teâlâ bunlar vasıtasıyle kullarına rızk ulaştırmaktadır. Bunlar vâsıtasıyla bir kısım insanlar menfaat bulmakda, izzet ve bedenî rahatlığa, mâli ni’metlerden bir çoğuna kavuşmakda onlardan beslenmekdedirler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” “İnsanlara şükür etmeyen Allaha şükür etmiş olmaz” buyurmuştur. Allahü teâla Kur’ân-ı kerîmde meâlen “İnsana, ana-babasını itâ’at ve iyilikte bulunmalarını emir ettik. O annesi meşakkat üzerine meşakkat çekerek karnında taşıdı. Ona iki sene süt verdi. Bana ve ana-babana şükr et...” (Lokman-14) buyurmuştur. Bu hüküm Kur’an-ı kerîm bir çok yerde bildirilmektedir. Resûlullah büyük günahları zikrederken Allaha şirk koşmanın yanında “Ukûk-u vâlideyn” zikr etmişdir. Ya’nî ana-babanın sözünü dinlememek, onlara isyân etmek, karşı gelmek ve eziyyet etmektir. Resûlullah Efendimiz, on şeyi vasıyet etmiştir 1- Öldürülsen veya yakılsam da Allaha şirk koşma. 2- Malından ve ehlinden ayrılmanı emir etseler de ana-babana isyân etme. 3- Bile bile farz namazı terk etme. Çünkü farz namazı terk eden Allahın emniyyetinden uzak olur. 4- Asla içki içme çünki bütün kötülüklerin başıdır. 5- Günâhdan sakın. Zîrâ günâh Allahın gadabına sebeb olur.6- İnsanlar helâk olsalar da harbden kaçma.7. Senin de içinde bulunduğun insanlara bir musîbet, zarar gelirse oradan ayrılma. 8- Fazla malından çoluk çocuğuna sarf et. 9- Onlara terbiye vermekten el çekme. 10- Onların Allahtan korkmalarını sağla. Bir kimse Resûlullahdan iyi muâmelede bulunmağa en ziyde hakkı olan kimdir? Diye sordu. “Annendir” buyurdular. Daha sonra kimdir? Diye sorunca, yine “Annendir2 buyurdular. Daha sonra kmidir? Diye sorunca, yine “Annendir” buyurdular. Daha sonra kimdir? Diye sorunca, bu sefer “Babandır. Daha sonra en yakınlarındır” buyurdular. Resûlullah üç kere “Burnu yerde sürünsün” buyurdlar. Yâ Resûlullah o kimdir? Diye sordular. Buyurdular ki: “Ana-babası, yanında ihtiyarladığı hâlde, (rızalarını alamayıp) Cenneti kazanamayanın burnu sürtsün.” “Cennet annelerinin ayakları altındadır” 17.4.2002 Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Anne-babasına itâat eden kimse için Cennetten iki kapı açılır. Eğer anne-babasından biri varsa bir kapı açılır. Anababasına âsî olan için de Cehennemden iki kapı açılır.” buyurdular. Orada bulunan Eshâb-ı kiram, Yâ Resûlullah! Ana-abası zulmediyorsa? Diye sordular. Cevâbında üç kere “Zulm etseler de” buyurdular. Resûlullah “sallallahü eliyhe ve sellem” “İyilik sâhibi bir evlâd, anababasına rahmet ile nazar ederse, Allah onun her bir bakışına hacc-ı mebrûr (günâhdan temilenmiş hac) sevâbı yazar” buyurdular. Bir şahıs Resûlullaha ”sallallahü aleyhi ve sellem” gelerek, yâ Resûlallah! Ben cihâd etmek istiyorum dedi. “Annen var mı?” buyurdular. Vardır dedi. “Annenin hizmetinde ol. Cennet onun ayağı altındadır” buyurdu. “Cennet annelerinin ayakları altındadır” hadîs-i şerîfini Beyhekî, Muâz bin Câbir’den “radıyallahü anh” rivâyet etmiştir. Bir kimse Resûlullahtan, annemin ve babamın hakkı nedir? Diye sordu. Cevâbında “Onlar senin Cennet ve Cehennemindir” buyurdular. Bir kimse Resûlullahın huzûruna geldi. Babam muhtactır. Benim malımdan almak istiyor dedi. Cevâbında “Sen ve malın babanındır. Çocuklarınız, kazandıklarınızın en iyisidir. Çocuklarınızın kazancından yiyiniz” buyurdular. Anne, baba, dede ve ninelerin nafakası, kâfir veyâ zimmî de olsalar, hür, âkıl, bâliğ ve çalışabilen oğullarının üzerine vâcibdir. Bir kimse, Resûlulahdan sordu ki: Annem kâfirdir. Onu ziyaret edeyim mi? Buyurdular ki: “Evet et. Günâh ve farzı terk etmekten başka olan emirlerini yapmak ve rızâsını aramak vâcibdir”. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” “Allahın rızâsı, babanın rızâsında, Allahın hoşnud olmaması, babanın hoşnut olmasındadır” buyurmuştur. Lokman sûresi, onbeşinci âyet-i kerîmesinde mealen, “Eğer baban ve annen, senin hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana şerik koşman için seni zorlarlarsa, onlara itâ’at etme onlarla dünyâda dine aykırı olmayan hususlarda mürüvvete uygun şekilde muamelede bulur...” buyurmuşdur. Resûlullah Efendimiz de “Hâlık’a isyân olan şeyde, mahlûka itâ’at olunmaz” buyurmuştur. Baba dostlarının hakkı 18.4.2002 Babanın vefatından sonra, baba dostlarıyla dostluk yapmak, onlara iyilik etmek, babanın haklarındandır. Onlara bedenî ve mâli hizmetlerde bulunmak lazımdır. Akrabâyı ziyâret ve onlara iyilik etmek, ana-babaların haklarındandır. Anne, babanın çocuklarına ya’nî erkek ve kız kardeşlerine, anne ve babanın kız kardeşlerine ve onların çocuklarına iyilikte bulunmak ve ziyâret etmek lâzımdır. Nesebi daha yakın olanın hakkı daha çok olur. İsrâ sûresi, yirmialtıncı âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ “Yakınlarına hakkını ver...” buyurmaktadır. Bunun için zengin olan kimse, fakir olan ve kazancı olmayan müslüman zi rahm-i mahrem akrabâsının yani yakın akrabının nafakasını vermesi vâcibdir. Zi rahm-i mahrem demek, erkek için anne, bacı, hala, teyze gibi, kadın için, baba, kardeş amca, dayı gibi evlenmesi haram olanlar demektir.Bakara sûresi, 233. Âyet-i kerîmesinde, “Evlâdın nafakası vâcib olduğu gibi vârisin üzerine de nafaka vâcibdir” buyurulmuştur. Sa’îd bin Iyâz’dan “radıyallahü anh” rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” “Büyük kardeşin küçük kardeş üzerindeki hakkı, babanın oğlu üzerindeki hakkı gibidir” buyurmuştur. Allahü teâlâ yeryüzünde fesâd çıkarana ve sıla-i rahmi terk edene la’net etmiş ve Muhammed sûresi, 22. Ve 23. Âyet-i kerîmelerinde “Eğer Allahın hükmüden yüz çevirirseniz yeryüzünde fesad çıkarmanız ve akrabâyı ziyareti terk etmeniz umulmaz mı? Onlar o kimselerdir ki Allah onlara la’net etmiştir, hakkı görmezler” buyurmuştur. Resûlullahın, “Akrabâyı ziyâret etmeyen Cennete giremez” buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” “Sıla-i rahm yapmayan kimsenin bulunduğu yere rahmet nâzil olmaz” buyurmuştur. Sıla-i rahmin vâcib olduğuna ve hat’ı rahmin harâm olduğuna dâir çok hadîs-i şerîf bildirilmiştir. Bunun için herkesin, neshebini, akrabalarını bilmesi lazımdır ki, onlara sıla-i rahm yapsın, kat’ı rahme düşmesin. İki yakın kimseden biri diğerine kötü muâmele yapıp sıla-i rahmi yani yakın akraba ziyaretini kesse, diğerinin de ondan ilişkisini kesmesi câiz değildir. İkincinin ilişkiyi kesmemesi lâzımdır. Böylece kat’ı rahmin vebâli, tamâmen birinciye olacakdır. Sıla rahmi görüşmenin bereketleri sıla yapana olacaktır. Yakın akrabayı ziyaret hakkı 19.4.2002 Bir kişi Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” gelip dedi ki, yâ Resûlallah! Benim akrabâlarımı vardır. Ben onları ziyâret ediyorum, onlar benimle görüşmüyorlar. Ben onlara iyilik ediyorum, onlar bana kötülük ediyorlar. Ben onlara yumuşak davranıyorum, onlar bana câhilce davranıyorlar. Cevâbında “Bu şekilde devam edersen Allahü teâlâ sana hep yardım edecekdir” buyurmuştur. Resûlullah “Sıla yapan, iyiliğe karşı iyilikle karşılık veren değildir. Kendi ile görüşmeyen akrabâsını ziyâret eden sıla yapmış olur” Sıla-i rahm yapmanın, yakın akrabayı ziyaret etmenin âhıretdeki sevâbından başka dünyâda da çok faydaları vardır. Resûlullah ittifakla bildirilen hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: “Rızkının geniş olmasına, isminin bâkî kalmasını, hep hayır ile anılmasını isteyen sıla-i rahm yapsın” Yine, “Sıla-i rahm, malı çoğaltır, ailede sevgiyi artırır ve ömrü uzatır.” “Rızkının bol, ömrünün uzun olmasını isteyen, sıla-i rahm etsin!” buyurulmuştur. Akrabâyı ziyâret etmemek (kat’-ı rahm), âhıretde azâba, dünyâda da vebâle sebeb olmakdan başka bir işe yaramaz. Hadîs-i şerîfde Resûlullah, “Allahü teâlânın âhıretde vereceği azâb ile birlikde dünyâda cezâsının acele edilmesine, bâgîlik ve sıla-ı rahmi terk etmekten dahî lâyık bir günâh yokdur” buyurmuştur. Resûlullah buyurdular ki: “Her günâhı Allahü teâlâ dilerse bağışlar. Ama ana-babaya isyân edeni, ölmekden evvel, hayâtda iken cezâlandırır” Ananın, babanın, kocanın, hiç kimsenin, dine uymıyan emri dinlenilmez, yapılmaz. Fakat, anaya, babaya, yine tatlı söylemek, onları incitmemek lâzımdır. Ana baba kâfir ise, onları kiliseden, meyhâneden, sırtta taşıyarak bile, geri getirmek lâzımdır. Fakat, oralara götürmek lâzım değildir. Evlenilmesi haram olan salih akrabayı ziyaret vacip; terki büyük günahtır. Hiç değilse, selamla, mektupla gönüllerini alarak bu günahtan kurtulmalıdır. Mektupla, sözle veya para ile yardımın zamanı, miktarı yoktur. Lüzum ve imkana göre yapılır. Yakın akraba, fasık kötü kimseler ise, dinine, dünyasına zarar gelecekse, uzaktan ilgilenip, onunla samimi görüşmemelidir. Büyüklerin evladının akrabasının hakkı 20.4.2002 Ana-baba haklarından, erkek kardeş, kız kardeş ve diğer akrabânın sıla-i rahminden bahs edince, Resûlullahın halîfelerin, evliyâ ve âlimlerin haklarından, evliyâ ve âlimlerin çocuklarını ziyâret ve onlara iyilik etmekden bahs etmek de lazımdır. Allahü teâlâ Şûrâ sûresi, yirmiüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen “Ey Resûlüm de ki, peygamberliği tebliğ ettiğim için sizden ücret istemiyorum. Akrabâlarımı sevmenizi istiyorum...” buyurmuştur. Büyük âlimlerin ve evliyânın oğullarının bir kısmı fâsık ise, ona nasihat edip hakkını yerine getirmek lazımdır. Eğer sapıklığı küfre varmışsa ona dostluk göstermek lâzım olmaz. Nitekim Allahü teâlâ Mümtehine sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın gadab ettiği kimselerle dostluk kurmayınız. Muhakkak ki onlar, kâfirlerin kabirdekilerden ümitsiz oldukları gibi, âhıredden ümidsizdirler” buyurmuşdur. Ayrıca Hûd sûresi, kırkaltıncı âyet-i kerîmesinde Nuh aleyhisselâmın oğlu için “... O senin ehlin değildir. Zira o sâlih olmayan amel işlemekdedir...” buyurmuştur. Bütün hadîs âlimerinin ittifakıyla Amr ibni Âs’dan “radıyallahü anh” rivâyet edilen hadîs-i şerîfte “Falân şahsın akrabaları bana dost değildirler. Benim dostum ancak Allahü teâlâ ve sâlih müslimanlardır. Fakat onlar benim yakınlarım olduğu için onlara sıla-ı rahm yaparım” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîfden anlaşıldığına göre, büyük âlimlerin evliyânın oğulları ve kendi akrabâları, eğer kâfir olurlarsa veya râfızî veya hâricî gibi küfre varan bir sapık yolda olurlarsa, onlarla dostluk yapmak lâzım gelmez. Ancak onları ziyâret etmekden ve ihsan, iyilik etmekden de uzak durmamalıdır. Nitekim Allahü teâlâ Mümtehine sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen “Allahü teâlâ sizinle dînin başlangıcında harb etmeyen, sizi diyârlarından dışarı çkarmayan kimselere ihsân etmekden ve insâflı davranmakdan nehy etmemekdedir. Elbette Allah iyilik edenleri sever” buyurmaktadır. Ya’nî zimmî olan kâfirlere ihsân ve iyilik etmek men olunmamıştır. Anne-baba hakkı gibi süt ile olan yakınların da hakkı vardır., Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendi süt akrabâları için kendi çadırında ağırlardı, onları minderin üzerine oturturdu. 10- MESNEVÎ'DEN SEÇME HIKÂYELER Papağanın verdiği ders Bir tüccarın, kafeste hapsedilmiş pek mahâretli bir papağanı vardı. Tüccar, Hindistan'a doğru gitmek için niyet etti. Bütün çoluk çocuğuna isteklerini sordu. Hepsi de istediklerini teker teker söyledi. O iyi tüccar da, herbirinin isteklerini yapacağına söz verdi. Papağana da; "Hindistan'dan sana nasıl bir hediye getireyim?" diye sordu. Papağan da dedi ki: "Oradaki papağanlara benim bu hâlimi anlat. O biçârenin size pek çok selâmı var. Âciz vücûdunun kurtuluşu için bir çâre sordu, de! Ben mahpus olayım, siz de gül bahçelerinde dolaşın. Bu mudur dostların vefâsı? Siz çayırlarda eğlenip zevk ederken, arada sırada ağlayan bu kuşu da hatırlayın." Tüccar söz verdi Tüccar, götüreceği selâmı ve haberi, yerine ileteceğine söz verdi. O kimse Hindistan'a vardığında, kırlarda gezen papağanları gördü. Atını sürerek ilerledi, papağanlara haberi ve selâmı ulaştırdı. Içlerinden papağanın biri, hemen yere düşüp öldü. Tüccar, söylediğine pişman olarak dedi ki: "Ne gariptir ki, bu kuşun ölümüne ben sebep oldum. Meğer, bu onunla dost imiş. Sanki iki vücutta bir rûh gibiymişler. Niçin böyle yaptım, bu haberi niçin verdim? Bu ham söz ile zavallıyı yaktım." Tüccar, ticâretini tamamlayıp sevinç içinde evine döndü. Herkese armağanlarını verdi, isteklerine kavuşanlar memnun oldu. Papağan, "Benim emânetim nerede? Gördüklerini anlat ki sevineyim" dedi. Tüccar dedi ki: "Yaptığım işlere pişman olup şaşırdım. Niçin iyi düşünmeden bu işe giriştim? Niye böyle câhiller gibi hareket ettim." Papağan, "Ey efendi! Bir kuş için pişmanlığınıza ve hayrette kalmanıza sebep nedir?" dedi. Tüccar da dedi ki: "Senin sözlerini ve buradaki ahvâlini papağanlara söyledim. Içlerinden bir tanesi, hemen pat diye yere düşüp, senin hasretinden öldü. Gönlüme bir perişanlık geldi. Fakat söylemiş bulundum. Pişmanlığın ne faydası olabilir? Dilin söylediği bir söz, yaydan çıkan oka benzer. Atılan bir ok geri dönmez. Ileriyi görenler seli başından bağlar. Coşmuş olan o sel, başından bağlanmadıysa, mutlaka geçtiği yerleri harâb eder." Tüccarın papağanı, diğer papağanın yaptığını işitince, kendinden geçip düştü. Tüccar ağlayıp sızlandıktan sonra, papağanı kafesten dışarı attı. Ölü gibi duran kuş, birden uçarak bir dala kondu. Sanki şarktan doğan güneş gibi, papağan da öyle sür'atle uçtu. Tüccar, papağanın yaptığı hîleye hayran oldu. Çünkü kuşun bu sırrını daha önce bilmiyordu. Kuşa dönerek, "Ey bülbül! Bu yaptığını bana açıkla. Bu yaptığını sana kim öğretti ki, böyle hîle ederek bizi yanılttın?" dedi. Artık ayrılık zamanı Papağan da, "Hindistan'daki papağan, bana esâretten nasıl kurtulacağımı nasîhat ederek gösterdi. Senin mahkûm olmana sebep, konuşmandır, dedi. Ölmüş gibi görünerek beni îkâz etti. Ey avâma ve havâsa nağmeler yapan! Ölmüş gibi görünmen, senin hapisten kurtulmana sebep olur, dedi. Elvedâ ey efendi! Işte ben gidiyorum. Sen de birgün asıl vatanına gidersin. Ey efendi, elvedâ! Bana merhamet edip hürriyete kavuşturdun" dedi. Papağan, efendisine nazikçe birkaç öğüt verip, "Selâm sana, artık ayrılık zamanıdır" dedi. Efendisi de; "Allahü teâlâya emânet ol. Sen bana yeni bir rehber oldun" dedi. Tüccar kendi kendisine dedi ki: "Bu nasîhat sana yeter. Bu nasîhata uyarsan kurtulursun. Benim rûhum, bu papağandan daha hakîr, aşağı değil. Kişi, bundan hisse almalıdır." Insan, beden kafesinde mahpus olan rûhunu, nefsinin elinden azâd etmelidir. ****** Fakir karı-kocanın sıkıntısı Birgün bir köylüye hanımı, çok kırıcı konuştuktan sonra dedi ki: "Biz hep fakiriz ve cefâ çekmekteyiz. Bizde elem ve üzüntü, başkalarında zevk ve sefâ. Bizde ekmek ve katık, dert ve zahmettir. Testimiz yok, suyumuz ise göz yaşı. Gündüzleri elbisemiz, güneşin sıcaklığı; geceleri yorgan ve yatağımız mehtâb oldu. Ayın yuvarlağını ekmek sanıp, ellerimizi gökyüzüne doğru uzatıyoruz. Bizim fakirliğimizden ve gece-gündüz rızık düşüncemizden fakirler bile utanıyor. Sâmirî'den herkesin kaçtığı gibi, dostlarımız ve yabancılar da bizden kaçıyor. Birisinden yarım avuç mercimek istesek, "Dertlere uğra, öl" derler. Arablar, yaptıkları savaşlar ve ihsânlarla öğünürler. Sen ise onların yanında, yazıdaki yanlış gibisin. Sıkıntı ne zaman bitecek Biz, savaşmadan, yoksulluktan ölmüşüz. Fakirlik kılıcıyla başsız kalmışız. Hatâ nedir ki? Biz hatâsız ateşin içindeyiz. Azık nerede? Biz derde esîr olmuşuz. Başkasına ihsânda bulunmak yerine, dolaşıp dileniyoruz. Bizden havadaki sinekler bile incinir. Yoksulluktan devamlı hakîr olup, zarûret ateşiyle yanmışız. Ne zamana kadar böyle sıkıntı çekip, ateş denizinin derinliğinde boğulacağız?" Kadın, asık surat ile kocasına bu şekilde söylenip durdu. Kocası hanımına dedi ki: "Daha ne zamana kadar talep edip istekte bulunacaksın? Zaten ömrünün çoğu bitti. Akıllı olan kimse, aza-çoğa bakmaz. Çünkü her ikisi de sel gibi sür'atle geçmektedir. Sel, ister sâf, berrak, ister bulanık aksın. Mâdem ki bâkî değildir, öyle ise sözünü etme. Bu dünyada binlerce canlı mahlûk, kazanç kaygısı olmadan günlerini geçiriyor. Üveyik kuşu, daha gece gıdâsını bulmadığı hâlde, ağaçta Allahü teâlâya şükreder. Bülbül, cenâb-ı Hakka durmadan hamdeder ve; "Ey, duâya icâbet eden Rabbim! Tevekkülümüz ve i'timâdımız sanadır" der. Doğan kuşu, pâdişâhın himâyesinde olduğu için, her lokmaya tenezzül etmez. Küçücük sivrisinekten, deve ve file kadar, hep Allahü teâlânın himâyesi altındadır. Cenâb-ı Hak ne güzel bir vekîldir. Gönüllerdeki hüzün ve ızdırapların hepsi, dikkat edilirse varlığın eseridir. Bunca gamlar, tasalar, hayat ekininin orağıdır. Şöyle idi, böyle idi, sözleri de hep vesvesedir. Her dert ölümden bir parçadır. Insan arslan da olsa, onun birisini dahî kovamaz. Ölümün küçük bir parçasını kovmaya gücün yetmez iken, bilesin ki, onun tamamı şerbetin olup, içeceksin. Ölümün bir parçası olan dert ve belâlar sana tatlı gelirse, Allahü teâlâ sana ölümü tatlı eyler. Bedene gelen hastalıklar, ölümün elçisidir. Ölüm elçisinden yüzünü geri çevirme. Hayâtı dertsiz, elemsiz geçenin, ölümü de acı olur. Nefsine tapanın rûhu için kurtuluş yoktur. Kırda otlayan koyunlardan hangisi semiz ise onu tutup keserler. Gece bitti, sabah oldu Gece bitti, sabah oldu. Ey gönlümün meyvesi! Bu altın ve gümüş söz, ne zamana kadar sürecek? Genç iken daha kanâatkârdın. Şimdi ise altın isteğine düştün. Hâlbuki önceleri sen altın idin. Salkım salkım dolu asma iken, şimdi meyvesiz kaldın. Meyvelerin olgunlaşacağı sırada bozulup gittin. Meyvenin gittikçe tatlılaşması lâzım. Ip eğirenler gibi geriye doğru gitme. Sen benim eşimsin. Eşler birbirlerine benzemelidir ki, işler yolunda gitsin. Eşlerin birbirlerine benzemesi lâzımdır. Ayakkabı ve mest çiftlerine baksana. Ayakkabılardan biri ayağa dar gelse, onlar işe yaramaz. Seni topal ederler. Kapının bir kanadı büyük, diğeri küçük olur mu? Ormandaki arslan, kurda eş olur mu? Biri mal ile dolu, biri boş olan iki çuval, devenin üzerinde dengeli duramaz. Ben kanâatte sağlam ve güçlüyüm. Sen ise kötülükle niçin dertlisin?" Bu kanâatkâr kimse böyle sabaha kadar hanımına ihlâs ile nasîhat etti. Kanâat bir hazînedir Kadın ona hiddet ile dedi ki: " Iddialı, fakat boş sözler söyleme. Kibir ve azametinden ne söylediğini bilmiyorsun. Ne zamana kadar bu yapmacık sözlerin devam edecek? Onu bunu bırak, kendi hâlini gör de utan. Kibir çirkin, fakat fakir için daha çirkindir. Tıpkı kar yağan soğuk bir günde giyilen ıslak elbise gibi. Bu büyüklenmen ne zamana kadar sürecek? Evine bak, örümcek yuvasına döndü. Kanâat, kalbini nûrlandırdı mı? Sende bulunan, sâdece onun ismi. Sonu olmayan hazîne Peygamber efendimiz, "Kanâat bir hazînedir" buyurdu. Sen ise, hazîne ile meşakkati ayırd edemiyorsun. Bu kanâat, sonu olmayan hazînedir. Sen kanâati bırakıp da niçin canını üzüyorsun? Bana eşim diyerek övünme. Ben insafın eşiyim, hîlenin değil. Sen fakirlikten havadaki sineği avlıyorsun. Nerde kaldı pâdişâhlarla beylerle olmak! Mümkün mü? Bir kemik kapmak için köpeklerle hırlaşıyorsun. Içi boş kamış gibi inliyorsun. Gel bana öyle hakâretle bakma. Senin damarlarında dolaşanları biliyorum. Gâfil kurt gibi bana keder verme. Deli olanlar bile senden akıllıdır. Akıl, insana ayak bağı olursa, sen onu akıl kabûl etme. O, ancak yılan ve akreptir. Yaptığın hîle ve zulmün düşmanı Allahü teâlâ olsun. Senin zulmüne kimse uğramasın. Şaşılacak şey ki, sen hem yılansın, hem büyücü, hem de yılan oynatan. Arabların yüz karasısın! Eğer karga kendi çirkinliğini bilseydi, kederinden kar gibi erir su olurdu. Yılan ile sihirbaz birbirine düşmandır. Yılan büyücüyü, büyücü yılanı büyüler. Beni avlayıp insanlara rezîl etmek için, Allahü teâlânın ismini söyleyerek bana tuzak kurdun. Beni kesen Allahü teâlânın adıdır. Senin kılıcın değil. Yazıklar olsun sana, cenâb-ı Hakkın ismini kendine tuzak olarak kullanıyorsun. Göreceksin, Allahü teâlâ senden hakkımı alacaktır. O'nun güzel ismine bu cânım fedâ olsun." Kadın buna benzer nice sözler söyledi. Nice defterler açıp kapadı. Kocası dedi ki: "Ey hanım! Sen kadın mısın, yoksa hüzünler babası mı? Mal ve para baştaki külâh gibidir. Yalnız kel olanlar külâha sığınır. Kıvırcık, güzel saçları olanlar, külâh olmadan da güzeldir. Bir esirci, esiri satarken, kusûru yoksa elbisesini çıkartır. Esirin bir kusûru olsa, onu nasıl soyar? Kusûrunu elbise içinde gizler. Der ki; "Bu, soyunmaktan utanır. Aslında vücûdu tertemizdir. Kusûrlu sanmayınız." Gerçi zengin olan, kulağına kadar kusûr içindeyse de, onun malı ayıbını örter. Tamahkâr olanlar, onun kusûrlarını görmez. Çünkü tamah onun gözünü kapatır. Fakir, altın gibi bir söz söylese, onu takdîre lâyık görmezler. Fakirlik ve dervişlik, senin anladığın gibi değildir? Dervişe hakâretle bakma sakın. Dervişlerde mal ve mülk sanma ki vardır. Onlar, Allahü teâlânın ihsânlarına garkolmuşlardır. Allahü teâlâ Âdil'dir Allahü teâlâ Âdil'dir. Adâlet sahipleri, âşıklara hiç zulmeder mi? Hâşâ, birine mal, mülk, kudret, ihsân edip, başkasına suç yükler, ateşe atar mı? Her kim Allahü teâlâya karşı böyle bir şüphede bulunursa, ateş onu yaksın. "Fakirlikle övünürüm" hadîs-i şerîfinde, binlerce hikmet ve nazlar gizlidir. Hışımla bu hakîre kötü lâkablar taktın. Ben sana eşim, hanımım diyorum, sen bana yılancı dersin. Yılan tutsam bile, yılanın dişlerini sökerim de, onun başını ezilmekten kurtarırım. O dişler, onun canının ve derisinin düşmanıdır. Bu bilgilerle, düşmanları bile kendime dost ederim. Tamaha düşerek, aslâ büyü yapmam. Çünkü tamah çantasını başaşağı çevirdim. Allahü teâlâ korusun, benim kimseden bir isteğim yok. Gönlümde, kanâatle dolu bir âlem var. Armut ağacında iken sen böyle görüyorsun. Hâlbuki aşağı insen bu şüphen kalmaz. Olduğun yerde dönersen başın döner. Döneni av sanırsın, aslında dönen sensin." Erkeğin hanımına cevabı "Ey hanım! Fakirliğe sabret. Üzülme, kederlenme. Çünkü celâl sahibi olan Allahü teâlâ, onu azîz eyledi. Kanâate, yüzünü ekşitmeden bak ki, o hâl denizine dalmış olan nice kimseleri göreceksin. Zâhirde yüzbinlerce sıkıntı içinde görünen kimselerin, hakîkatte gül gibi geçindiklerini göreceksin. Sen bende bir tamah görüyorsan, yanılıyorsun. Bu kadınca arayıştan sakın. O, tamaha benziyorsa da, hakîkatte rahmettir. Onu sen tamah sanma, o bir ni'mettir. Sen fakirliği bir-iki gün tecrübe et de, onun içindeki sonsuz zenginliği gör. Alçak Ebû Cehl, Peygamber efendimizi görünce; "Beni Hâşim'den bir çirkin belirdi" dedi. Resûlullah efendimiz ona; "Her ne kadar sözlerinde ve işlerinde doğru değilsen de, bu sözünde haklısın" buyurdu. Sen de haklısın Hz. Ebû Bekr, Peygamberimizi görünce; "Yâ Resûlallah! Doğunun ve batının bütün güzellikleri sende toplanmıştır" dedi. Sevgili Peygamberimiz, ona da; "Ey sâdıkların en parlak yıldızı! Sen de haklısın" buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm, "Ey yaradılmışların en hayırlısı! Her iki zıt olana da doğru, buyurdunuz" dediler. Peygamberimiz , "Ben temiz ve berrak bir aynayım. Güzel ve çirkin, bende kendisini görür" buyurdu. Yazıklar olsun sana! Eğer sende birazcık anlayış olsaydı, gönlümdeki hakîkatleri sana anlatabilirdim. Bu söz, memedeki süt gibidir. Emen olmaz ise, hiç bir te'sîri olmaz. Dinleyen istekli ve arayıcı olursa, nasîhatı veren kimse ölü olsa bile yine konuşur. Dinleyen kimse usanmaz ve bıkmazsa, dilsizler dahî bülbül gibi söylemeye başlar. Çünkü içeriye yabancılar girince, evdeki kadınlar, diğer odalara girip, gizlenirler. Mahrem bir kimse gelecek olsa, gizlenmiş olan hanımlar örtülerini açarlar. Dünya için yapılan bütün süsler, hep gören göz içindir. Allahü teâlâ, yer yüzünde, gökte ve ikisi arasında, ateşi ve nûru yarattı. Misk'in kokusunu, duyanlar için yarattı. Kâbiliyeti olmayanların ondan nasîbi yoktur. Allahü teâlâ, yer yüzünü, yerdekilerin vatanı, semâyı da göktekilerin vatanı eyledi. Süflî, aşağılık kimse, ulvîliğin, yüceliğin düşmanıdır. Heryerin bir müşterisi olur. Ey giyinip örtünen kadın! Sen, hiç kör olana kalkıp süslendin mi? Dünyayı en değerli incilerle doldursam, nasîbim değilse ne yapabilirim? Ey hanım! Yolumu kesme, benimle mücâdeleyi bırak. Yoksa ayrılmaya sebep olursun. Iyi ve kötülerle cenk etmek benim işim değil. Gönül, barıştan bile korkar oldu. Eğer susmaz isen, hemen evi barkı terkeder giderim. Ayakkabı dar ise Ayakkabı dar ise, yalınayak yürümek daha iyidir." Kadın, kocasının öfkelendiğini görünce, ağlamaya başladı. Zâten ağlamak, kadınların tuzağıdır. Bunun üzerine kadın da tevâzu göstererek dedi ki: "Ben, senin sâdece hanımın değil, ayağının tozuyum. Her neyim var ise, tenim de canım da hepsi senin. Her ne der isen, fermân da hüküm de hep senindir. Fakirliğe sabrım kalmadıysa, bu inlemem hep senin içindir. Kendim için sanmayasın. Bütün dertlerime sen devâ oluyorsun. Senin mahrûm olup, güç duruma düşmen, benim mahrûm olmam demektir. Yemin ederim ki, bu ağlayış ve yalvarış hep senin içindir. Kendim için sanmayasın. Tek arzum şudur ki; senin için, huzûrunda rûhumu teslim edeyim. Keşke, uğrunda canımı fedâ ettiğim sen, gönlümdeki derin düşünceleri bilseydin. Fakat, hakkımda kötü düşündüğün için, artık canımın da, tenimin de bir değeri kalmadı. Hanımın kocasına cevabı: Ey gönlümün rahatı! Mâdem ki hakkımda böyle düşünüyorsun, altın ve gümüşün, gözümde toprak kadar değeri vardır. Gönlümde büyük bir yerin var iken, yaptığım ufak bir kusûr, öfkelenmene sebep oldu. Istersen benden ayrılabilirsin. Hükmün senin elindedir. Bu durumda vazîfem, senden özür dilemektir. Hatırla o zamanı ki, ben fevkalâde güzel, sen ise bana oldukça âşıktın. Hizmetlerim çok hoşuna giderdi. Düşüncelerim senin emirlerine uygundu. Sözlerimden küfür çıktıysa, yeniden îmân ettim. Canımı emrine âmâde kıldım. Senin kıymetli varlığına karşı edebi gözetemedim. Huzûrunda küstahlık ettim. Tövbekâr oldum Senin affına sığındım. I'tirâzdan vazgeçip, tövbekâr oldum. Acı olan ayrılıktan bahsediyorsun. Her ne yaparsan yap. Fakat ayrılıktan söz etme. Senin gönlünde, bana özür dileyen birşey gizlidir. Aramızda o dâimâ bir şefâ'atçidir. Ben, senin güzel ahlâkından dolayı özür diliyorum. Zâten ben, ona güvenerek hatâ ettim. Ey ahlâkı bal ve şekerden daha tatlı olan! Ne olur sen de öfkeni gizleyip bana acı." Kadın bu şekilde özürler dileyerek kederinden ağlamaya başladı. Ağlamadan bile, gönülleri parçalayan âh etmesi haddi aştı. Gözyaşı yağmurundan bir şimşek çaktı ve erkeğin gönlünde bir kıvılcım parladı. O, hanımının güzelliğine hayrân iken, şimdi o, sevgilinin kölesi oldu. Nâzından yüreğini oynatan, ağlayıp yalvarmaya başlarsa gönül mecnûna döner. Kişi Hz. Hamza ve Rüstem gibi kahraman bile olsa, hanımının esîridir. Su, şiddetle saldırıp ateşe gâlip olur. Lâkin su kapta iken, ateş onu kaynatır. Su ile ateşin karışmasına bir tencere mâni olursa, ateş, suyu buharlaştırıp mahveder. Zâhirde erkekler, su misâli kadına gâlipse de, aslında şüphesiz kadının mağlubudurlar. Bu husûsiyet insanda kemâle geldi. Hayvanda sevginin eksik olması, onun noksanlığındandır. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kadınlar, ârif olan kimselere gâliptir. Câhile ise kadın mağluptur. Çünkü onlar haşin tavırlı olurlar." Câhil olanların merhameti ve lütfu azdır. Onların akıllarından hayvânî hisleri daha üstündür. Muhabbet ve merhamet, insanlığın; hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır. Zâlim, idâm edilmeden önce zulmünden pişman olduğu gibi, adam da hanımına söylediklerine pişman oldu. "Niçin cânımın canına düşman oldum? Nasıl oldu da sevdiğime tekmeler vurdum" dedi. Kazâ gelince göz göremez olur. Akıl ile ayak ve baş farkolunmaz. Kazâ geçince göz açılır. Insan kendine gelince, hakîkatı görüp kederinden pişmanlığı son haddini bulur. Suçlu olan benim Erkek, hanımına; "Ey hanım! Sana karşı yaptığım bunca hatâ ve kusûrların hepsine pişman oldum. Suçlu olan benim. Bana acı. Hatâ ve kusûrlarımdan dolayı beni harâb etme" dedi. Yaşlı bir kâfir, son anda pişman olup tevbe istigfâr ederse Müslüman olur. Rabbimiz, kerem sâhibidir, rahmet deryâsıdır. Varlık ve yokluk O'na âşıktır. Bu konuşmalar bir hikâyedir ki, bunlar insanlarda bulunan nefs ve rûha benzer. Her insana rûh da nefs de lâzımdır. Bütün iyiler ve kötüler, bunun lâzım olduğunu bilmelidir. Bu ikisi, gece gündüz dâimâ birbiriyle savaş hâlindedirler. Nefs, evin ihtiyaçlarını, şerefini, yiyecek ve içeceğini, izzet ve i'tibârını ister. Nefs ba'zan tevâzu gösterir, ba'zan da azametlenir. Rûh, dünyevî düşüncelerden habersizdir. Allahü teâlânın rızâsından başka bir kaygısı yoktur. * * * Kuyruksuz ve kulaksız arslan Bir hikâye söyleyim de dinleyin. Mecûsîlerin âdetlerinden biri şöyledir: Bir faydası olmadığı hâlde, omuzlarına, ellerine ve vücutlarına iğneyle dövme yaptırırlar. Mecûsînin biri dövmeciye gidip; "Izdırap yapmadan bana bir dövme yap" dedi. Dövmeci; "Ey yiğit! Nasıl birşey istiyorsun?" deyince, Mecûsî; "Kükremiş bir arslan resmi çiz. Arslan nakşet ki, arslan burcunda olduğum anlaşılsın.Yalnız iyi çalış, dikkatli ol, mavi rengi çok olsun" dedi. Acıya sabredemedi Dövmeci; "Dövmeyi nereye vurayım?" dedi. O da; "Omuzum üzerine olsun" diye cevap verdi. Dövmeci dövmeye başlayınca, yiğit, iğnenin acısından sabredemez hâle geldi. Yiğit, dövmeciye dedi ki: "Ey temiz kimse! Beni helâk eden bu sûret ne sûretidir?" Dövmeci; "Sen, bana arslan resmi yapmamı emretmiştin" deyince, yiğit de; "Peki önce hangi uzvunu yapıyorsun?" dedi. "Önce kuyruğunu işliyorum" dedi. Yiğit, "Ey iki gözüm! Kuyruğu hiç de lâzım değil. Arslanın kuyruğundan, kuyruk sokumum sızladı. Onun kuyruk yeri beni şaşkına çevirdi. Ey dövmeci! Arslan varsın kuyruksuz olsun. Iğnenin acısı tâ yüreğime işledi" dedi. Nakkaş, onun acısına kulak asmadan, arslanın bir başka yerini yapmaya koyuldu. Genç yine inleyerek; "Bu hangi uzvudur?" deyince, dövmeci; "Kulağıdır efendim" cevâbını verdi. Yiğit; "Ey temiz gönüllü! Kulağının olması şart değil. Kulak işlemeyi bırak" dedi. Dövmeci bu defa iğneyi başka tarafa batırmaya başlayınca, tekrar feryâda başladı. "Acaba bu üçüncüsü arslanın hangi tarafıdır?" deyince, o da; "Bu karnının resmidir" dedi. Yiğit; "Bu arslanın karnı olmasın. Zîrâ iğnenin acısı canıma yetti" dedi. Dövmeci şaşkınlıktan parmağı ağzında, hayretten dona kaldı. O usta sonunda iğnesini yere çaldı ve; "Dünyada böyle birşeyi kim görmüştür? Kulaksız, karınsız ve kuyruksuz, acâib bir arslan görülmüş müdür? Allahü teâlâ böyle bir arslan yaratmadı" dedi. Ey kardeş! Dert ve belâlara sabret ki, kâfir olan nefsin acısından kurtulasın. Varlığını terkedenlere gök de, güneş de, ay da secde eder. Puta tapan nefsini öldürenin, güneş de, bulut da emrine mahkûm olur. Zîrâ kalb gözü açılmış âşıkları, güneşin ateşi bile yakmaz. Gör ki, Allahü teâlâ, Eshâb-ı Kehfi güneşin sıcaklığından korudu. Diken, gülün güzelliği yüzünden affedilir. Parça bütününün içinde kaybolur. Gündüz gibi olmak istiyorsan Hakkı yüceltmek ve mâsivâyı yok etmek için, kendisini bir hiç kabûl edip, tevâzû ile secdeye kapanmak lâzımdır. "Allahü teâlânın tevhîd ilmini öğrenmek ne demektir?" Bir olan Rabbimiz için kendini fedâ etmektir. Gündüz gibi nûrlu olmak istiyorsan, gece gibi karanlık olan varlığını, nefsini yak! Bakır'ın arıtılarak altın elde edilmesi gibi, varlığını, Allahü teâlânın varlığında erit, yok et ki, altın gibi olasın. Bütün konuşmalarında hep, "Ben ve biz" diyorsun. Bütün bu ma'nevî harâbiyet hep bu ikilikten oluyor. * * * Arslanın av taksimi Bir arslan, kurt ve tilki, avlanmak için dağa tuzak kurmaya gittiler. Birbirlerinin yardımıyla yol kesip, av hayvanlarını yakalamak üzere işe başladılar. Üçü birden bir av yakalamak üzere ovanın etrafını dolaştılar. Arslana, onlarla beraber olmak ağır geldiyse de, yine de onlara şeref verip, arkadaşlığını esirgemedi. Böyle bir şâha asker lâzım değildir. Lâkin; "Cemâ'atte rahmet vardır" diyerek onlara arkadaş oldu. Böyle parlak bir ay için, yıldızlarla dolaşmak vardır. O, yıldızlara yardım etmek için görünür. Cemâ'atte rahmet vardır Bütün akıllar Peygamber efendimizin fikirine muhtâç iken, O; "Onlarla meşverette bulun" emrini aldı. Arpa, terâzide altınla arkadaş olur. Fakat bu arkadaşlıkta arpanın altın kadar kıymetli olacağını sanma. Şimdilik beden rûha yoldaştır. Köpek de bir müddet dergâhın kapısını beklemiştir. Bu cemâ'at, azametli arslanın yanında dağa doğru gittiler. Bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de tavşan yakaladılar. Izinsiz yemekten sakındılar. Arslanın peşinde gidenin gece-gündüz kebabı eksik olmaz. Dağdan ormana indiler. Yakaladıkları avların her tarafı kana bulanmıştı. Kurt ile tilki, bu avların, pâdişâhlara mahsûs bir adâletle dağıtılmasını beklediler. Onlardaki bu hırs, arslana ma'lûm oldu. Kendi yardımı yüzünden kibirlendiklerini anladı. Sırların arslanı ve emiri olana, kalbden geçenler âşikâr olur, bildirilir. Evliyânın yanında kalbindekine dikkat et. Gâfil olma, gönle nazar ederler. O arslan durumu bilir, anlar. Fakat merkebini sessizce sürer. Vaziyet anlaşılmasın diye güleryüz gösterir. Arslan onların düşündüklerini anladıysa da, sırlarını açığa çıkarıp yüzlerine vurmadı. Kendi kendine dedi ki; "Sizi cezâlandırmak lâzım. Ben sizin müstehak olduğunuz cezâyı vereyim de görün. Endişeniz, benim fikirlerime râzı olmadığınızı gösteriyor. Demek ihsânlarıma i'timâd etmiyorsunuz. Sizin aklınız da, düşünceleriniz de, kazandığınız rütbeler de ihsânlarımın sâyesindedir. Resim, ressama nasıl büyüklük taslar? Zîrâ, o resmi yapan odur. Ey cihânın yüz karası olanlar! Mâdem ki hakkımda âdîce şüphelere kapıldınız, Hak için kötü zanda bulunanların başını kesmezsem, büyük bir hatâ işlemiş olurum. Doğruları sizin yüzkaranızdan temizliyeyim de, bu destan âleme ibret olsun." Arslan bu düşünceler içinde zâhiren tebessüm ediyordu. Gülen arslandan emin olma sakın! Dünya malı, Allahü teâlânın ihsânlarındandır. Insanlar, mal yüzünden gurura kapılarak perişan olurlar. Fakirlik ve hastalık senin hakkında hayırlıdır. Zîrâ arslan, o tebessümün cezâsını verir. Yakalanan avın taksimi Arslan kurda dedi ki; "Ey kurt! Gel bu avları sen taksim et! Yalnız dikkatli ol. Âdilâne paylaştır. Bu taksimde, benim vekîlim ol ki, nasıl bir cevher olduğunu anlıyayım." Kurt; "Ey Şâhım! Zâtınıza yaban öküzü lâyıktır. Zîrâ o iridir. Siz de büyük ve kuvvetlisiniz. Keçi, benim gibi orta büyüklüktedir. O da benim olsun. Tilkiye de tavşan uygundur. Bu taksim çok âdil oldu" dedi. Arslan dedi ki; "Ey kurt, bu nasıl sözdür? Benim olduğum yerde, sen nasıl "Ben ve biz" diyebiliyorsun, söyle? Kurt, köpek soyundandır. Sen kendinde bir varlık görerek, benim huzûrumda nasıl olur da kibirlenirsin? Ey eşek huylu kurt, yanıma yaklaş!" Kurt ilerleyince, arslan pençesiyle onun başını koparttı. Onda doğruluk ve işe yarar bir akıl göremeyince, derisini yüzerek cezâlandırdı. Dedi ki; "Bana karşı, bir varlık gösterdin. Senin için böyle canı taşımaktansa, ölmek daha iyidir. Mâdem ki huzûrumda fânî, yok olmadın, işte böyle hükmüm, başının kesilmesidir." Haktan başka herşey yok olur. Hakîkat, Hakkın varlığında yok olmaktır. Kim bâkî olmaya kendini lâyık görürse, onun cezâsı helâk olmaktır. Allahü teâlâdan başka herşey yok olur. Dergâhta, "Biz ve ben" diyenler kovulur. Şâhın kapısında onun hiç değeri yoktur. Telkinin adaletli(!) taksimi Arslan, kurdun başını kopardı ki, iki baş maksada mâni olmasın. "Ey koca Kurt! Pâdişâhın huzûrunda ölü gibi olmadığın için, azâba lâyık oldun." Arslan tilkiye dönerek; "Bölüştürme işini iyi bir biçimde sen yap" dedi. Tilki hürmet ile dedi ki: "Bu semiz sığır, pâdişâhımın kuşluk yemeği olsun. Bu keçi de, güçlü pâdişâhımın öğle yahniliği olsun. Ve bu temiz tavşan da, şâhımın akşam yemeği olması çok uygun olur." Arslan, tilkinin bu taksimine karşı; "Ey tilki, çok adâletli bir iş yaptın. Bu paylaştırmayı kimden öğrendin? Ey büyük üstâd! Söyle kimdir?" diye sordu. Tilki de; "Ey hayvanların şâhı! Şu kurdun hâlinden" dedi. Bunun üzerine arslan dedi ki; "Işini hatâsız yaptığın için, bu üç avı da sana ihsân ettim, al git! Ey tilki, senin bize sâdık olduğun anlaşıldı. Artık seni incitmemiz doğru değildir. Biz senin olduk. Bütün avlar da senindir. Ayağını göğe basarak yüksel. Kurdun hâlinden ibret almışsın. Artık sen tilki değil, benim yanımda arslansın?" Akıllı o kimsedir ki, durumu anlayarak başkasının hâlinden ibret alır. Tilki o vakit; "Iyi ki arslan, kurttan sonra bana emretti," diye çok şükretti. "Evvel bana emretseydi, canımın kurtulması mümkün değildi" dedi. Şimdi Allahü teâlâya ne kadar şükretsek azdır. Zîrâ bize, geçmiş ümmetlerden daha fazla değer verdi. Cenâb-ı Hakkın, Kahhâr ve Adâlet sıfatlarıyla eski ümmetlere nasıl tecellî ettiğini işittik. Tâ ki, o kurtların hâlleriyle biz, tilki gibi edebimizi koruyabiliriz. Bunun için vasfımızı, Peygamber efendimiz, "Rahmet edilmiş ümmet" diye bildirdi. O kurtların tüy ve kemiklerini görün de ibret alın. Bu size nasîhat olsun. Akıllı olan kimseye, Fir'avnların ve Âd kavminin hâllerini işitmek, gururu terkettirir. Ibret sahipleri, işin hakîkatını anlar. Anlamazlar ise, kendi başlarına gelenlerden başkaları ibret alırlar. Kim bu gizli arslanın önünde terbiyesizlik edip kurt gibi ağzını açarsa, Arslan da onu kurt gibi öldürüp parçalıyarak intikamını alır. Kurt gibi olma Arslanın yanındaki kurt gibi olma. Zîrâ arslana yiğitlik taslamak aptallık olur. Keşke gelecek bütün zararlar bedene olsa da, îmân ve kalb bir zarar görmese. Gece-gündüz midene girene dikkat edip nefsin hîlesinden sakın. Biz ve ben da'vâsı sana yakışmaz. Mülk, mülkün sahibinindir. Eğer hakîkî fikrin yoksulluk ise, arslan da, avlar da hepsi senindir. Çünkü, Allahü teâlâ herşeyden münezzehtir. Yarattıklarının hiçbirine muhtaç değildir. Bu avlar, ni'metler ve ihsânlar, cenâb-ı Hakkın insanlara birer rahmetidir. Rabbimizin bu ihsânları, hep kulları içindir.Şükrünü edâ edene ne mutlu. Iki dünya saâdetini ona ihsân eder. Allahü teâlâ hiçbir şeyden âciz değildir. Pâdişâhın huzûrunda, gönlü korumak lâzımdır. Yoksa kötü şüpheler seni mahcup eder. Evliyâya kalbden geçen şeyler, süt içindeki kıl gibi meydan çıkar, görünür. * * * İçimizdeki yılan At üstünde giden akıllı bir kimse, uyuyan birisinin ağzına bir yılanın girdiğini gördü.O iş bilen kimse, çok akıllı olduğundan, uyuyan adama birkaç topuz vurdu. Ağacın altında çürümüş elmalar vardı. Atlı; “Bu elmaları ye!” dedi .Adam topuzun korkusundan o kadar çok elma yedi ki, ağzından geri gelmeye başladı.Kederli adam dedi ki; “Ey Emîr! Niçin hiç sebep yok iken bana çürük elmaları yedirerek zulmettin? Sana rastlamam benim için ne büyük tâlihsizliktir. Ne mutlu seninle karşılaşmayana. Bir suç ve günâh işlemeden, dîni olmayanlar bile bu eziyeti revâ görmezler.” Adamın böyle bedduâ etmesine aldırmayan süvârî, onu ovada durmaksızın koşturuyordu. Kötülük gibi görünen iyilik O kimse, saatlerce ağlaya ağlaya koştu. Nihâyet safrası kabardı ve kusmaya başladı. Istifra ederek; iyi, kötü ne varsa içerdekilerin hepsini çıkardı. Bu arada, o yılan da dışarı çıktı. O, görünüşü korkunç kara yılanın dehşetinden, bütün dertlerini unuttu. Dedi ki: “Meğer sen, melek gibi bir insan imişsin veya Allahü teâlânın bir rahmeti. Ne mübârek bir saatmış ki beni gördün. Ölecekken benim hayâtımı kurtardın. Sen, beni bir anne gibi arar dururken, ben de senden merkep gibi kaçıyordum. Ne mutlu senin yüzünü görebilene veya her zaman senin muhitinde bulunabilene. Senin için bu kıymetli canım fedâ olsun. Ben ise, sana karşı sert konuştum, küstahça davrandım. Ey efendi! Ey şâhların şâhı! Sana söylediğim kötü sözler hep bilgisizliğim sebebiyledir. Duruma birazcık vâkıf olsaydım, böyle boş sözlerden elbette sakınırdım. Ey güzel huylu kimse! Vaziyeti birazcık anlatsaydın, seni över, duâ ederdim. Ey iyi huylu kimse! Lüzûmsuz, delice konuşmalarımdan dolayı beni affet.” Atlı da; “Eğer sana vaziyeti anlatsaydım, korkudan ödün patlardı. Sana yılanın karnına girdiğini bildirseydim, zehirden önce seni korku öldürürdü” dedi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Içinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahvolurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulamazdınız.” Bunu bilenler, kedinin pençesindeki fare gibi olur. Kurt gören kuzu gibi şaşırırdı. Içindeki düşmanı bilseydin, ne elmayı yiyebilir, ne de kusmak için mecâlin kalırdı. Sen konuşmalarında haddi aştıkça, ben içimden; “Yâ Rabbî! Işimi kolaylaştır” diye duâ ediyordum. Hem sebebi söylemeye ruhsatım, hem de seni bırakıp gitmeye kudretim yoktu. O zaman şu duâyı hatırladım: “Yâ Rabbî! Benim kavmime hidâyet ihsân eyle. Çünkü onlar, hidâyeti bilip bulamıyorlar.” Dertli olan kimse şükür secdesine kapandı ve dedi ki: “Ey benim devletlim, hazînem! Ey asil kimse! Senin mükâfâtını Allahü teâlâ versin. Zîrâ bu güçsüz kulun sana teşekkür etmeye kuvveti yok. Ey yüce er! Sana bu şükrün hakkını Allahü teâlâ versin. Bende, ona söyleyebilecek ne bir ağız, ne de hoş söz yok.” Işte, akıllı olanların düşmanlığı böyledir bil. Akıllının zehiri bile can için bal olur. Akılsızın dostluğu ise, insana cefâ olur. Bu hikâye onun misâlidir. Akıllı olan kimse Akıllı olan kimse, aza-çoğa bakmaz. Çünkü her ikisi de sel gibi sür’atle geçmektedir. Sel, ister sâf, berrak, ister bulanık aksın. Mâdem ki bâkî değildir, öyle ise sözünü etme. Her dert ölümden bir parçadır. Insan arslan da olsa, onun birisini dahî kovamaz. Ölümün bir parçası olan dert ve belâlar sana tatlı gelirse, Allahü teâlâ sana ölümü tatlı eyler. Bedene gelen hastalıklar, ölümün elçisidir. Ölüm elçisinden yüzünü geri çevirme. Hayatı dertsiz, elemsiz geçenin, ölümü de acı olur. Nefsine tapanın rûhu için kurtuluş yoktur. Akıl, insana ayak bağı olursa, sen onu akıl kabûl etme. O, ancak yılan ve akreptir. Fakir, altın gibi bir söz söylese, onu takdîre lâyık görmezler. Ayakkabı dar ise, yalınayak yürümek daha iyidir. Su ile ateşin karışmasına bir tencere mâni olursa, ateş, suyu buharlaştırıp mahveder. Diken, gülün güzelliği yüzünden affedilir. Parça bütününün içinde kaybolur. Gündüz gibi nûrlu olmak istiyorsan, gece gibi karanlık olan varlığını, nefsini yak! * * * Ahmağın dostluğu Ormanların kralı arslan, bir ayıya saldırmıştı. Ayı can havliyle bundan kurtulmak için bağırıyordu. Ayının sesini duyan bir avcı gelip, onu arslanın elinden kurtardı. Mazlumların feryadını duyup, imdatlarına yetişen kimseler çoktur. Bunlar nerede bir mazlum varsa, koşup onun imdadına yetişirler. Böyle kimseler, nerede bir hastalık olursa, oraya gidip deva olurlar. Ayıyla senin işin ne? Ayı, arslandan kurtulunca, kendisini kurtaranın peşine düştü. Onun yaptığı iyiliğin karşılığını vermek istiyordu. Adama karşı kendisinde bir muhabbet hasıl olmuştu. Adam da ayıyı sevdi. Beraber dolaşmaya başladılar. Adamı, ayı ile beraber gören birisi sordu: - Bu hâl nedir, ayıyla senin ne işin var? - Bu ayıya bir arslan saldırmıştı. Ben de onu kurtardım. Bu hadiseden sonra benimle dost oldu. Yanımdan hiç ayrılmıyor. - Ey arkadaş! Ayıya gönül verme! Ahmağın dostluğu, düşmanlıktan kötüdür. Ne yapacaksan yap, onu yanından uzaklaştır! - Sen bunu hasedinden söylüyorsun. Ayının bana karşı dostluğunu, sevgisini bilsen böyle söylemezsin! Böyle bir sevgiden ne zarar gelir? - Ahmağın sevgisi insanı aldatır. Ben seni kıskanmıyorum. Kıskansam bile, benim hasetçiliğim onun sevgisinden iyidir? Ey kişi beni iyi dinle! Eğer mutlaka dost edinmek istiyorsan, ayıyı değil de, kendi cinsinden birini seç! - Haydi işine git hasetçi! Ben, kimden zarar, kimden de fayda geleceğini bilmeyecek kadar aptal mıyım? - Başına bir iş gelecek diye korkuyorum. Onunla yalnız kalma, hiç olmazsa ayıyla ormana girme! Adamın bütün gayreti, konuşması boşunaydı. Hiç faydası olmadı. Söylenen sözler adamın kulağının birinden girip, ötekisinden çıktı. O kimsenin sözünü, kıskandığı için söylüyor zannetti. Nasihat veren kimse, konuşmasına şöyle devam etti: - Madem sözlerimi dikkate almıyorsun, ben de gidiyorum. - Bir an evvel git! Boşuna boşboğazlık yapmayalım. - Ey kişi son defa söylüyorum. Ben senin düşmanın değilim. Gel peşime takıl. Ayıdan dost olmaz. Bunları senin iyiliğin için söylüyorum. - Sen yoluna devam et! Benim uykum geldi. Biraz yatıp uyuyacağım. - Uyuyacaksan bir akıllıya sığınarak uyu. Bir gönül dostu bul! Ayının korumasına güvenme! Sonra o kimse, onu kıymetli dostu ayı ile başbaşa bırakıp gitti. Ayının dostluğuna güvenen kimse, yatıp uyudu. Bu konuşmalardan önce, ayının bulup getirdiği balı yiyen adamın, yüzünde bal bulaşığı kalmıştı. Sinekler yüzüne konuyordu. Ayı, iyilik olsun, rahat uyusun diye adamın üzerine konan sinekleri kovalamaya başladı. Fakat kovaladığı sinekler tekrar geliyor, o da tekrar kovalıyordu. Bu şekilde ayı ile sinekler arasında mücadele epey devam etti. Başı yamyassı oldu... Sonunda ayı kızdı. Dağdan değirmen taşı büyüklüğünde bir kayayı alıp, adamın başında beklemeye başladı. Birkaç sinek yine gelip adamın yüzüne kondu. Bu sefer ayı, “Şu sinekleri öldüreyim de, dostum rahat uyusun(!)” diye getirdiği taşı, sineklerin üzerine öyle bir vurdu ki, adamın başı yamyassı oldu. Zavallı kelime-i şehadet bile getiremedi. Ahmağın sevgisi, dostluğu tıpkı ayının sevgisi, dostluğu kadar olur. Bunun için ahmaklardan uzak durmak lazımdır. Atalarımız, “Ahmak dostun olacağına, akıllı düşmanın olsun” demişlerdir. * * * Ayaz’ın hikâyesi Sultan Gazneli Mahmud Han, bir zaman, maiyeti ile beraber ava çıkmıştı. Avda bir ceylanın peşine takıldı. Saatlerce bunun ardından koştu. Maiyetinden tamamen koptu. Çok yorgun olarak bir köye vardı. Çok hararetlendiği için köylülerden su isteyecekti. Köyde kimseyi bulamadı. Sadece “Ayaz” isminde bir genç vardı. Ayaz, hâl ve hareketinden, gelen misafirin padişah olduğunu anladı. Ona gereken izzet ve ikramda bulundu. Padişah kendisine dedi ki: - Çok susadım, bana soğuk bir su verir misin? Hasta olabilirdiniz!.. Ayaz, “Peki efendim, derhal efendim” deyip, padişahı konuşturarak oyalamaya başladı. Padişah arada sırada, “Su ne zaman gelecek” diye hatırlattığında, çok kibar bir şekilde şöyle cevap veriyordu: - Hemen geliyor efendim, merak etmeyin efendim. Aradan yarım saat kadar vakit geçince, padişaha soğuk bir su getirdi. Sultan, onun su getirmeyi kasten geciktirdiğini anladı. Suyu içip, kendisine teşekkür ettikten sonra sordu: - Ben bu kadar susamış olduğum hâlde, niçin suyu geciktirdin? Sebebini çok merak ettim! Ayaz, mahcup bir hâlde özür beyan etti: - Sultanım, geldiğinizde çok terliydiniz. O hâlinizle su içseydiniz hasta olabilirdiniz. Terinizin soğumasını bekledim. Onun için geciktirdim, özür dilerim. Sultan, Ayaz’ın hâl ve hareketlerinden çok memnun oldu. Sıradan bir gence benzemiyordu. Ne yapıp yapıp bu genci götürmeye karar verdi. Bu sırada maiyeti de köye geldi. Ayaz’ın ana ve babası da evlerine gelmişti. Sultan, köyden ayrılırken, Ayaz’ın babasından, onu sarayına götürmek için müsaade istedi. Böyle gençlere sarayda ihtiyacı olduğunu söyledi. Müsaade edilince, maiyetiyle beraber onu alıp gitti. Saraya vardığında, kendisine kıymetli kumaşlardan yapılmış elbiseler verildi. Ayaz, köyden getirdiği çarığını ve koyun postundan yapılmış kepeneğini sarayın bahçesinde kuytu bir yerde, küçük bir kulübe yaptırıp, oraya astı. Ayaz, kısa zamanda saraya intibak etti. Konuşmaları, teklifleri ile Sultanın sohbet arkadaşı oldu. Birçok rütbelere kavuştu. Üçüncü vezir, ikinci vezir derken birinci vezirliğe yükseldi. Ayaz’ın kısa zamanda birinci vezir rütbesine kavuşmasını hasetçiler çekemediler. Sultanın huzuruna çıkarak dediler ki: - Ayaz her gün kulübesine girip çıkıyor. Kapısını da iyice kilitliyor. Buraya kıymetli mücevherler, altınlar dolduruyor. Devletin malını orada kendisi için biriktiriyor. Sultan Mahmud, bu habere çok şaşırdı. Kendi kendine dedi ki: “Ayaz bunu nasıl yapar? Benim sohbet arkadaşım, sırdaşım olup da altına, mücevhere gönül bağlamak olacak iş değil!.. Iki sevgi bir gönülde bulunmaz. Bunda bir iş var...” Sonra hasetçilere dönüp dedi ki: - Bir yanlışlık olmasın? Ayaz böyle iş yapacak biri değil. - Ama efendim, o odaya kimseyi sokmuyor? Kapıyı kırın! Sultan bunun üzerine, “Ben bir araştırayım” deyip bunları başından savdı. Fakat birkaç gün sonra aynı adamlar yine geldi: - Efendim bu gidişle hazinede para kalmayacak, her gün birkaç defa gizlice girip çıkmaya devam ediyor. Kulübesini altınlarla dolduruyor. Bir gece ansızın kaçacak! Sultan baktı, bunları ikna edemeyecek. Çünkü her birini kıskançlık ateşi basmıştı. Hasetçilere seslendi: - Bu gece, kulübesinin kapısını kırıp, içeri girin! Içeride ne kadar altın, mücevher bulursanız sizin olsun! Sultan, Ayaz’ın böyle bir şey yapmayacağını biliyordu. Fakat, hasetçileri susturmak, onlara bir ders vermek için böyle bir emir verdi. Yine kendi kendine dedi ki: “Ayaz’ın böyle bir iş yapması mümkün değil. Şayet Ayaz böyle bir şey yapmışsa, insan hatadan beri değildir. Kendisini üzmeyeyim. Zira o benim sohbet arkadaşımdır. Onu üzmeden hatasından vazgeçirmeliyim. Çünkü, artık aramızda sen-ben kalmamıştır. O ne yaptıysa ben yapmış sayılırım. Gerçek dostluk bunu gerektirir. Sultan Gazneli Mahmud hasetçilere, veziri Ayaz’ın kulübesinin kapısını gece kırıp, içine girme emrini verince, hasetçiler sevinçten geceyi zor getirdiler. Gece yarısında, otuz kadar hasetçi, ellerine meşaleler alarak, hücrenin önüne geldiler. Içlerinden birisi sevinç ile bağırdı: - Bu gece her birimize en az birer kese altın düşer. Köşeyi döndük. Başka birisi de şöyle bağırdı: - Sen ne diyorsun? Bir kese altının lafı mı olur? Içeride milyonlarca altın, kıymetli yakutlar, mücevherler vardır. Çünkü Ayaz, Sultanın has adamıdır. Bütün hazinelerin anahtarı ondadır. Her istediğini kimseye sormadan alabilir. Bunlar perdedir, aldanmayalım! Kulübenin kapısına geldiklerinde, kapıda, açılması çok güç bir kilidin bulunduğunu gördüler. Epey uğraştıktan sonra kilidi açmaya muvaffak oldular. Kapı açılınca, kokmuş ayranın içine üşüşen hamam böcekleri gibi, içeriye hücum ettiler. Fakat büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Şaşkın hâlde içeriyi süzdüler. Ortalıkta hiçbir şey görünmüyordu. Kimse diğerine bir şey söyleyecek durumda değildi. Içeride sadece, duvarda koyun postundan bir kepenek ile bir çarığın asılı olduğunu gördüler. Nihayet içlerinden birisi sessizliği bozdu: - Bunlar perdedir. Aldatmacadır. Altınları mutlaka yere gömmüştür. Hemen kazma, kürek getirip, yeri kazalım. Derhal kazma, kürek getirdiler. Kulübenin her tarafını, büyük bir heyecan içinde kazmaya başladılar. Altın, mücevher bulma ümidiyle, her tarafı delik-deşik ettiler. Fakat aradan saatler geçmesine rağmen, ortada hiçbir mücevher görülmüyordu. Zaman geçtikçe, ümitleri de azalmaya başladı. Nihayet bir şey bulamayacaklarını anlayınca, büyük bir üzüntü ile kazdıkları çukurları doldurdular. Mahcubiyet içinde, sabahleyin Sultanın huzuruna vardıklarında, Sultan dedi ki: - Bulduğunuz altınları nereye sakladınız? Altınları alıp, bu kadar üzülmeniz niye? Hem altınlara kavuşup, hem de üzülmek olur mu? Hasetçiler, Sultanın kinayeli konuştuğunu anladılar. Sultana dediler ki: - Biz kabahatimizi biliyoruz. Pişman olduk. Bize ne ceza verseniz yeridir. Çünkü biz bunu hakettik. - Ben size bir ceza vermeyeceğim. Yaptığınızın muhakemesini Ayaz’a bırakıyorum. O ne isterse yapacak! Sonra Ayaz’ı çağırıp dedi ki: - Hükmü sana bırakıyorum. Ne istersen yap! - Sultanım! Sizin huzurunuzda hüküm vermek, bana yakışır mı? Hükmü Sultanlar verir. Her ne kadar arkadaşlarımın kusuru varsa da, esas kusur benimdir. Eğer ben kulübenin kapısına bu kadar sağlam kilit takmasaydım, gizli gizli buraya girmeseydim, bunlar şüphelenmeyeceklerdi. Böyle işte bulunmayacaklardı. - Peki oraya her gün girip çıkmanın sebebi neydi? - Sultanım! Benim o odaya sık sık girip çıkmamın sebebi şu idi: Biliyorsunuz ben bu sarayda doğup büyümedim. Benim aslım bellidir. Sayenizde rüyamda bile göremeyeceğim birçok rütbelere, nimetlere kavuştum. Bunlara dalıp, aslımı unuturum diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, koyun postundan elbisem ile ayaklarımdaki çarıkları duvara asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, kendi kendime diyorum ki: Dünyalıklar aslını unutturmasın! “Ey Ayaz! Senin aslın budur. Kavuştuğun nimetler, dünyalıklar, makamlar aslını unutmana sebep olmasın. Bu nimetler sebebiyle, ananı-babanı, geçmişini unutma! Allaha ibadetten geri kalma!” Böylece, gaflete düşmemek için gayret sarfediyordum. Sultanım! Sultanlara yakışan, affetmektir. Madem ki bunlar hatalarını anlayıp özür diliyorlar. Büyüklere de affetmek düşer. Allahü teâlâ tevbeleri kabul edeceğini vaad buyuruyor. Sizin de bunları affetmenizi talep ediyorum. Sultan da hasetçileri affetti. Hasetçiler de, Ayaz’ın, bu kadar kısa zamanda yükselmesinin sebebini, Ayaz’ın kendilerinden farkını böylece anlamış oldular. Ayaz’ın diğerlerinden farkı Padişahın on tane veziri vardı. Fakat bunlardan Ayaz ismindeki vezirini çok sever, önemli işlerini ona gördürürdü. Onu kendine birinci vezir yapmıştı. Ayaz’ın maaşı da fazlaydı. On vezirin aldığını alırdı. Diğer vezirler, bunu çok kıskandıkları hâlde, bir müddet seslerini çıkarmazlar. Fakat daha sonra sabırları tükenir. Padişaha, Ayaz’a ayrı muamele yapılmasının uygun olmadığını söylerler. Padişah bunlara bir cevap vermez. Bunlara sözle verilen cevabın tesir etmeyeceğini bildiği için, bir olay ile cevap vermek ister. Bir gün dokuz vezirini alıp, ava çıkar. Avlanıp geri dönerlerken, uzakta bir kervan görürler. Padişah, vezirinin birini çağırıp der ki: - Git sor bakalım, kervan nereden gelip nereye gidiyor? Vezir atına atlayıp, kervanın yanına varır. Kervanın Rey şehrinden geldiğini öğrenip, geri dönerek, padişaha durumu bildirir: - Rey şehrinden geliyormuş efendim. Padişah vezire, “Hangi şehre gidiyorlarmış” diye tekrar sorunca, “Onu sormadım” diye cevap verir. Padişah, bu sefer ikinci veziri gönderip, hangi şehre gittiğini öğrenmesini ister. Ikinci vezir de gidip gelir ve der ki: - Yemen’e gidiyormuş padişahım. Ikinci vezir, Padişahın, “Yükleri neymiş” sorusuna cevap veremez. Padişah, üçüncü vezirini gönderip, kervanın yüklerinin ne olduğunu öğrenmesini söyler. Üçüncü vezir de gidip, “Yükleri her cins eşya” der. Bu defa da Padişahın, “Rey şehrinden ne zaman çıkmışlar” sorusuna, vezir cevap veremez. Padişah, bu şekilde dokuz veziri de bir şey öğrenmek için gönderir. Hiçbiri kervan hakkında, teferruatlı bilgi alıp gelemez. Başka bir zamanda, Ayaz’ın da bulunduğu bir avda, yine bir kervan görmüşlerdi. Padişah, bu defa Ayaz’ı çağırıp der ki: - Karşıdaki kervana git, nereden gelip nereye gidiyormuş öğren! Ayaz, kervanın bulunduğu yere gidip gelir. Padişah, nereden geldiklerini öğrendikten sonra, daha önce diğer vezirlerine sorduğu bütün soruları Ayaz’a da sorar. Ayaz, soruların hepsinin cevabını, kervanın yanına tekrar gitmeden verir. Çünkü, gittiği zaman, kervan hakkında lüzumlu bütün bilgileri sorup öğrenmiştir. Bunun üzerine Sultan, diğer vezirlerine hitaben, “Işte Ayaz ile sizler arasındaki fark” diye bir şey söylemez, fakat böyle hareket etmesi daha da tesirli olmuştur. Böylece diğer vezirler, Ayaz’ın kendilerinden farklı olduğunu açık bir şekilde görüp, ona karşı kıskançlık yaptıklarına pişman olurlar. Böyle nasihat verici olaylarla ilgili nice ibretli sözler vardır: Insan çalışır, hatada ısrar etmez, hadiselerden ders, ibret alırsa, başarılı olmasına bir engel kalmaz. Iyi yönde çalışan, iyiliğin karşılığını; kötü yolda çalışan kötülüğün karşılığını görür. Ne ekilirse o biçilir. Insanın yaptığı iş, kendisinin oğlu gibidir. Çocuğun yaptıklarından da kendisi mesuldür. Yaptığı iş, çocuk gibi eteğine sarılır, onu bırakmaz. Arpa eken, arpa biçer Arpa ekersen, arpadan başka bir şey bitmez. Borcu sen aldın, borç veren senden başkasını tanımaz. Insanın düştüğü sıkıntılar, çektiği ızdıraplar, hep kendi kötü hâllerindendir. Hem kötülük yapıp, hem de iyilik beklemek akla uygun değildir. Kötülüklerin kaynağı nefstir. Nefsi bırakıp, başkasını töhmet altında bırakma! Yiğit olan suçu başkasına yüklemez. Dünyada yapılan iyi ve kötü bütün işler, zerre kadar da olsa, ahirette karşılıkları görülecektir. Hiçbir şey saklı kalmayacaktır. * * * Fakir köylünün hediyesi Abbasîler zamanında çölde yaşayan fakir bir aile vardı. Geçim sıkıntısı içindeydiler. Birgün, yağmur suyu ile testilerini doldurdular. Yıllar sonra, kızgın çölde tatlı yağmur suyunu görünce, evin hanımının hatırına bir fikir geldi. Kocasına dedi ki: - Bu yağmur suyu bizim için büyük bir nimet olabilir. Bu testiyi omuzlayıp, padişaha götür. Oralarda belki böyle tatlı su bulunmaz. Padişah bu suyu alınca, çok memnun olacak, bize çok hediyeler verecektir. Kadın, padişahın sarayının bulunduğu yerde, Dicle nehrinin aktığını, tatlı ve temiz bir suyunun bulunduğunu bilmiyordu. Çünkü, yuvası acı su civarında olan kuş, saf ve berrak suyun olduğunu bilemez. Nihayet yola çıktı... Nihayet, adam hanımının bu sözü üzerine, bir ümitle, testiyi alıp yola çıktı. Gece gündüz yol aldı. Sahraları, dağları aşarak, padişahın bulunduğu şehre vardı. Padişahın adamları onu karşıladı. Kendisine izzet ve ikramda bulundular. Kendisine bir arzusunun olup olmadığını sordular. Dedi ki: - Padişahımıza bir hediye sunmak için uzak yoldan geldim. Hediyem bu testinin içinde bulunan, tatlı saf yağmur suyudur. Yalanım yoktur. Maksadım, bunu sultanımıza arz edip, karşılığında sultana layık karşılık beklemektir. Çölde yaşayan bu adam, bu arzularında mazurdu. Çünkü, Dicle gibi temiz suyu olan şehre, testide su götürdüğünün farkında değildi. Eğer bilseydi, bu kadar yolu aşmaz, testiyi taşa çalardı. Padişaha durumu arz ettiler. Tebessüm etti. Bedeviyi kabul buyurdu. Bedevi dedi ki: - Sultanım, yıllardır biz hep acı su içeriz. Ilk defa bol yağmur yağdı. Tatlı suya kavuştuk. Testimi doldurup yola koyuldum. Böyle tatlı yağmur suyu size layık. Padişah adamın halis niyetini öğrenince, hiç bozuntuya vermedi. “Buraya kadar yoruldun, çok memnun oldum. Çok makbule geçti” deyip, memnuniyetini bildirdi. Güzelce karnının doyurulup gönderilmesini emretti. Bu arada, o kimsenin testisini altın ile doldurttu ve bir adamına vererek, şöyle emretti: - Bu altın dolu testiyi ona ver. Dicle’den gemiye bindir. Hürmetle uğurla! Gideceği yere gemiyle giderse, daha kısa zamanda varır. Görevli, o adamı, Dicle’nin yanına getirdi. Adam, Dicle’yi görünce, utancından yere kapandı. Ilk defa böyle çok su görüyordu. Kendi kendine şöyle söyledi: - Hayret, kendisi su deryasında iken, benim bir testime değer verdi. Beni mahcup etmedi. O cömertlik denizi, benim testimdeki suyu kabul etti. Testideki tozlu sudan alınmadı. Sığınan mahrum kalmaz... Ey oğul, dünyayı, ağzına kadar ilim ve güzellik dolu bir testi bil! Bu ilim ve güzellik, Allahü teâlânın güzellik deryasından bir damladır. Hak deryasından bir damlayı tadanın ilk işi, testisini kırmak olur. Bedevi, yoksulluğundan, padişahın kapısına gitti. Dünyalık için gitti, istediğinden çok fazla dünyalığa kavuştu. Birkaç altın beklerken, bir testi altına kavuştu. Devlete erişti. Halis niyetle ahireti isteseydi ona da kavuşurdu. Aczini bilip, Allahü teâlâya sığınan, Onun hem dünya nimetlerine, hem de sonsuz ahiret nimetlerine kavuşur. Yeter ki tam bir tevekkülle Ona sığınıp, yalnız Ondan beklesin. Onun merhameti, ihsanı sonsuzdur. Kendisine sığınanları mahrum bırakmaz. * * * Ölüm bana müjdedir! Ölüm Müslüman için korkulacak bir şey değildir. Ölümden, inanmayan kimse korkar. Çünkü onun tek sermayesi dünyadır. Sonrasına inanmadığı için, “Dünyada ne yapabilirsem kârdır” diye düşünmektedir. Müslüman için ise, esas hayat öldükten sonra başlayacak... Bunun için Allah dostları, her zaman ölümü bir müjde olarak görmüşler.... Bir odadan diğer odaya geçiş, alt kattan üst kata çıkış olarak kabul etmişler... Bir gün Peygamber efendimiz, Hz. Ali’nin hizmetkârının kulağına, “Ey akılsız, efendini sen öldüreceksin” buyurdu. Ölümüne sebep olmayayım Hz. Ali bundan sonrasını şöyle anlatır: Şüphesiz, Peygamber efendimiz vahiy ile, Allahü teâlânın bildirmesiyle söylerdi. Bunun için, beni, o kimsenin öldüreceğini biliyordum. Hizmetçim beni her gördüğünde derdi ki: - Ne olur beni öldür, benden kötü bir şey meydana gelmesin! Ölümüne ben vasıta olmayayım! Ben de ona şöyle cevap verirdim: - Madem ki, Peygamber efendimiz böyle buyurdu. Onun sözleri boş sözler değildir. Ölümüme sen sebep olacaksın. Kul için kadere razı olmaktan başka çare yoktur. O ise yalvarıp yakarır, aynı sözleri değişik şekilde tekrarlardı: - Kılıcını bedenimde parçala! Ta ki, sonum fena olmasın! Bedenim ebediyen yanmasın! - Allahü teâlâ ne takdir ettiyse o olur. Onun dışında birşey söyleyemem. Sana bunun için düşmanlık da besleyemem! - Öyleyse bu işin sırrı nedir? - O hakikata ait bir sırdır. Bu sırrı söyleyemem! Hz. Ali devamla buyurdu ki: - Ben katilimi gördükçe, asla ona kızmazdım. Çünkü ölüm bana kendi canım gibi azizdir. Bu görünüşteki ölüm, gerçekte dirilik, görünüşteki yokluk, hakikatta ebediliktir. Çocuk, ana karnından ayrılınca, yeryüzü ona yeni bir konak olur. Ölüm bize bir arzu, bir aşktır. Bana ölüm tatlı gelir. Ölüm bana, dirilişin müjdesidir. Benim hayatım, ölmemdedir. Âşıkların hayatı ölümle başlar. Eninde, sonunda bu geçici yerden ayrılacağız. Çünkü, ayet-i kerimede, muhakkak Ona döneceğimiz bildirildi. O kimse tekrar gelip Hz. Ali’ye dedi ki: - Ya Ali, ne olur beni öldür de, bu kötü iş benden meydana gelmesin! Ben sana kanımı helal ediyorum. Yeter ki, bu kötü iş benden olmasın! Hz. Ali ona şöyle cevap verdi: - Her zerre bir katil olup, elinde hançer ile seni öldürmek istese, sen beni öldürmedikçe, sana bir kıl ucu kadar zarar veremez. Kimse kaderde yazılanı değiştiremez. Fakat tasalanma, ben sana şefaatçiyim. Bu vücudumun benim yanımda bir değeri yoktur. Bu zahiri ölüm, benim için bağ-bahçedir. Nihayet o gün geldi... Bir Şaban ayının son cumasında, Peygamber efendimiz Ramazan ayının faziletlerini anlatıyordu. Bir ara Peygamber efendimiz ağlamaya başladı. Orada bulunan Hz. Ali sebebini sordu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Ya Ali, Ramazan ayında sen namaz kılarken, seni kılıçla yaralıyacaklar, sakalını başının kanıyla boyayacaklar. - Ya Resulallah, bu hâl dinime bir zarar getirecek mi, dinimin selametiyle mi olacak? - Evet dininin selametiyle olacak. - Benim için bu üzülecek bir şey değil, bana müjdedir. Nihayet, hicretin kırkıncı yılında, Ramazan ayının ondokuzuncu günü, sabah namazından çıkarken Hz. Ali’yi, kandırılan o kimse, zehirli kılıçla yaraladı. Ramazanın yirmisi cuma gecesi, sevdiklerine kavuştu. Yaralandıktan sonra şöyle vasiyet etti: “Beni yaralayana eziyet etmeyin! Aç ve susuz bırakmayın! Kendisini hoş tutun! Yatağı yumuşak olsun! Kendisini affettim.” Bu arada kendisine ikram edilen sütün yarısını içip, yarısının da, kendini yaralayan kimseye verilmesini vasiyet etti. * * * Ahmağın arzusu Ahmağın biri Isa aleyhisselam ile yolculuk yapıyordu. Adam yolculuk esnasında, Isa aleyhisselamın, ölüleri, Allahü teâlânın izniyle dirilttiğini görünce, dedi ki: - Ne olur, "ism-i a'zam" duâsını bana öğret de, ben de senin gibi ölüleri dirilteyim. Isa aleyhisselam şöyle cevap verdi: - Sen buna layık değilsin. Bu duâyı öğrenmemen, senin için daha hayırlıdır. - Zararına da olsa, ben bu duâyı öğrenmeyi çok istiyorum, bana muhakkak öğret. Adam çok ısrar edince, kendisine "ism-i a'zamı" öğretti. Yolda giderken, bir çukurda kemik yığını gördüler. Ism-i a'zamı öğrenen kimse, bir an önce merakını yenmek için, hemen öğrendiği duâyı okudu. Hayırlısını istemeli Allahü teâlânın izniyle, oradaki ölüler dirildi. Kemiklerin arasında bir de aslan ölüsü vardı. O da hemen dirildi. Duâyı okuyan adama saldırıp, onu parçaladı. Isa aleyhisselam aslana dedi ki: - Neden önce bu adamı parçaladın? - O buna layıktı. Çünkü, sana eziyet ediyor ve seni sıkıntıya sokuyordu. - Peki, niçin onun kanını içmedin? - O benim kısmetim, rızkım değildi. Nice kimseler, kükremiş aslan gibi, birçok dünya malına sahip olur, fakat bunları yiyemeden ölür. Ya Rabbi, bizi hırs ve gafletten kurtar! Sonra aslan dedi ki: - Bu av mutlak, öğüt ve ibret içindi. O adam rızkım olsaydı, ölüler arasında ne işim vardı, ölüp çürür müydüm? Nimetin kadrini bilmelidir. Merkep temiz suyun kıymetini bilmediği için, suya boynunu değil, ayağını uzatır. Ey kimse, buradaki aslan nefsi temsil eder. Nefsinin dirilmesini isteme, o senin can düşmanındır. Dirildiğinde, ilk parçalayacağı sen olacaksın. Nefs, köpek misali gibidir. Köpeğin dostu kemiktir. Köpek, kemik bulunca rahatlar. Nefsin gıdasını verip, onu rahatlandırma ve onu besleyerek düşmanını kuvvetlendirme! Ey kimse, yalnız başkalarının hâline bakma! Bunların hâlinden ibret al! Hep başkalarının hâline ağlama, gel biraz da kendi hâline ağla! Ey kimse, yanlışlar ortaya dökülünce, tevzi, dağıtım memuru gibi bunları hemen başkalarına dağıtma! Bunları kendine al! Herkes senin gibi başkasına havale ederse, yanlışlar ortada kalır. Yanlışları bertaraf etmek mümkün olmaz. Hz. Ali Hendek savaşında, bir düşman askerini alt edip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali'nin yüzüne tükürdü. Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu: - Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı. Allah için yapmam lazım Hz. Ali şöyle cevap verdi: - Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esiri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lazımdır. Ben saman çöpü değilim. Hilm, yumuşaklık, sabır, adalet dağıyım. Kasırga nasıl olur da, bu dağı yerinden oynatabilir. O sadece saman çöpünü uçurabilir. Öfke, padişahlara padişahtır. Fakat bizim kölemizdir. Ben öfkeye de gem vurmuşum. Yanlış mukayese... Attarın birisinin, yeşil renkli, sesi, konuşması, hâli güzel bir papağanı vardı. Bu papağan, dükkan sahibi olmadığı zaman, dükkanda bekçilik yapardı. Diğer zamanlarda da, nükteli konuşmaları ile dükkan sahibini neşelendirirdi. Insan gibi konuşur ve kendine mahsus sesi ile de öterdi. Birgün dükkan sahibi, papağanı dükkana bırakıp, evine gitti. Bu sırada içeriye ansızın, fare kovalayan bir kedi girdi. Kedinin, kendisini yakalamak için geldiğini zanneden papağan, büyük bir korkuya kapıldı. Can havliyle sağa-sola kaçarken, attarın, sermayesini ona bağladığı büyük gül yağı şişesini devirdi. Yere düşen şişe kırıldı. Gül yağı her tarafa yayıldı. Bütün servetim gitti Attar geri dönünce, gül yağının dökülmüş olduğunu görünce, çok üzüldü. “Bütün servetim gitti, mahvoldum” diyerek papağanın üzerine yürüdü. Onu hırpaladı, başına vurdu. Papağan, dükkanın bir köşesine büzüldü kaldı. Üzüntüsünden günlerce yemedi, içmedi. Sonra saçları dökülerek başı çıplak kaldı. Papağanın bu durumunu gören attar da, yaptığına çok pişman oldu. “Keşke elim, ayağım kırılsaydı da, şu papağanı dövüp incitmeseydim. Nimet güneşimi kendi elimle karartmış oldum” diye kendi kendine söyleniyor, papağanın tekrar eski hâline gelmesi için gitmedik baytar bırakmıyordu. Fakat papağanın eski hâle gelmesine bir çare bulamadı. Yaptığı tedavilerin hiç faydası olmadı. Her gün papağan adama, adam papağana üzüntü içinde bakıyordu. Karşılıklı konuşma ve şakalaşmaları yok olmuştu artık. Böyle, üzüntülü şekilde günler geçti. Bir gün, attar birkaç arkaşı ile sohbet ediyordu. Bu sırada dükkanın önünden, saçları tamamen dökülmüş bir kimse geçiyordu. Papağan bu kimseyi görünce, konuşmak için hemen ortaya atıldı. Sahibi bu hâli görünce çok sevindi. Papağan dile gelip dedi ki: - Ey kişi, yoksa sen de benim gibi, gül yağı şişesini mi kırdın? Başka bir kelime de söylemedi, tekrar sustu. Attarın sevinci boşa gitti. Fakat, papağanın, kendi hâli ile kel kimsenin hâlini yersizce mukayese etmesi, oradakileri çok güldürdü. Her işte nice ibretler vardır anlayana... Kıyası yerinde yapmalıdır. Yerinde yapılmayan kıyas, yanlış netice verir. Insanı yanlış yola sevk eder. Iki kamış da su ile beslenir, birinin içi şeker ile dolar, diğerininki ise bomboş olur. Birçok şey görünüşte birbirine benzer ise de, aralarında büyük fark vardır. Tatlı su da, acı su da sudur; fakat birini içen rahatlar, diğerini içen acı hisseder. Gerçek âlim olmayanlar, sihir ile kerameti ayırdedemezler. Hz. Musa ve sihirbazlar Sihirbazlar, Musa aleyhisselamı taklit ederek, Onunkine benzer asa aldılar. Hâlbuki işi yapan asa değildi. Bunu bilemediler. Hâlbuki birinin arkasında Allahın laneti, diğerinde ise, Allahın yardımı vardı. Maymunlar, insanları taklit ederler. “Insanların yaptıklarını yapıyoruz” derler. Hâlbuki bunu yapmakla, yine hayvandırlar, insan ile mukayese edilemezler. Mümin de, münafık da namaz kılar. Biri riya için, diğeri Allahın emri olduğu için kılar. Sözün kötülüğü, harften, deniz suyunun acılığı konulan kaptan değildir. Sahte ile hakiki altının değeri miheng ile belli olur. Miheng yoksa hak ile batıl da ayırt edilemez. Kötü kişiler de yalan ve hilelerle, temiz kimseleri kendi tuzaklarına düşürürler. Bütün iş hileyi anlayabilmek, doğru ile yanlışı ayırt edebilmektedir... Insanın sonsuz cennet hayatına kavuşması veya sonsuz cehennem azabına düçar olması da, işte bu ayrımın doğru veya yanlış yapılmasındandır... * * * Zulüm payidar olmaz! Aslan diğer hayvanlara rahat vermiyordu. Yakaladığını parçalayıp yiyordu. Bunun için diğer hayvanlar huzursuzdu. Birgün hayvanlar toplanıp, aslanın huzuruna gittiler. Dediler ki: - Sen avlanmak için çıkma! Ovayı bize dar getirme! Biz aramızdan seçeceğimiz bir hayvanı sana getirelim. Bu senin rızkın olsun! Aslan şöyle cevap verdi: - Sözünüzde durursanız, teklifiniz çok güzel bir şeydir. Fakat, ben insanların çok hilesini gördüm, bu yüzden çok sıkıntılara düştüm. Bu hilelerin her biri bana birer ders oldu. Hz. Peygamberin, (Mümin iki kere aynı hatayı yapmaz) sözünü kendime rehber edindim. Tedbir ve takdir Hayvanlar söz alıp aslana şöyle cevap verdiler: - Ey sultanımız. Kadere razı olmak lazımdır. Sen ne kadar tedbir alsan, kaderinde ne varsa o gelecektir. Tedbir takdire kâr etmez. Allaha tevekkül et! Allaha tevekkül eden, pişman olmaz, üzülmez. Aslan dedi ki: - Tevekkül iyidir, lakin sebeplere yapışmak da Peygamberin sünnetidir. Hz. Peygamber, (Önce, bineği bağlamak ve sonra tevekkül etmek lazımdır) buyurmuştur. - Evet sebeplere yapışmak lazımdır. Fakat, bunda ölçüyü kaçırmamalıdır. Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Zira teslimiyet gönüllerin sevgilisidir. Firavun bütün çocukları öldürttü. Fakat Allahü teâlâ onun korktuğu çocuğu, evine gönderdi. - Dedikleriniz doğru, ancak cenab-ı Hak ayağımızın önüne bir merdiven koymuştur. Yüksek yere basamak basamak çıkılır. Önce çalışmalı ki, tevekkül kemâl bulsun. Tohumu ek sonra tevekkül et! Bütün peygamberler sebeplere yapıştılar. Birçok cefalara, sıkıntılara katlandılar. Daha sonra aslan ile diğer hayvanlar, aralarında sağlam bir sözleşme yaptılar. Bundan böyle, aslan hiçbir hayvana zarar vermeyecek, buna karşılık da her gün yiyeceği ayağına gelecekti. Bu anlaşma gereği, her gün tespit edilen hayvan, kendi ayağı ile aslanın önüne gidip, ona yem oluyordu. Bir gün sıra tavşana gelince, sızlanmaya başladı. Diğer hayvanlar dediler ki: - Biz sıramız geldiğinde, itirazsız giderek, diğer hayvanların korkusuz dolaşmasını sağladık. Sen niçin bu anlaşmaya razı olmuyorsun? Sen bizi ahde vefasız mı çıkartmak istiyorsun? Hemen aslana git. Hile yapma! - Siz bana biraz mühlet verin. Yapacağım hile, sizi ve çocuklarınızı da kurtaracak. Her sıkıntının bir kurtuluş çaresi vardır. Mutlaka kuvvetli olan, zayıf olana hükmedecek diye bir kaide yoktur! Hiçbir zalimin yaptığı yanına kâr kalmaz! Zulüm payidar olmaz! - Ey tavşan, yapacağın hile nedir? Sen küçücük boyunla aslana nasıl hile yapabilirsin? Zulümden kurtuldular Tavşanın gitmesi gecikince, aslan hiddetlendi. - Ben biliyordum. Bunlar anlaşmalara bir gün uymazlar. Beni hileyle oyuna getirdiler. Bundan sonra onların sızlanmalarına itibar etmeyeceğim. Nihayet tavşan aslanın huzuruna geldi. Dedi ki: - Ey sultanım, senden özür diliyorum. Yolda gelirken, önümüze büyük bir aslan çıktı. Yanımda benden daha semiz bir arkadaşım daha vardı. Onu aldı. Ben ona sizden bahsettim. "Biz onun yemeğiyiz. Bizi bekler" dedim. "O da kim oluyormuş, benden başka sultan olmaz" dedi. Aslan bu söze çok kızdı. Hemen, "Beni, onun bulunduğu yere götür" dedi. Aslan arkada, tavşan önde yola çıktılar. Bir kuyunun yanına varırken, tavşan geri çekildi, "Işte o büyük aslan bu kuyunun içinde" dedi. Aslan hırsla gidip, kuyunun içine baktı, suyun üstündeki resmini düşman zannedip, kendini kuyuya attı. Böylece hayvanlar da onun zulmünden kurtulmuş oldular.
.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
İMAN İTİKAT BİLGİLERİ
Vaktiyle bir âbid, ibadet etmek üzere dağa çıkar. Bir gece rüyasında;
"Falan ayakkabıcıya git! Senin için dua etsin" denir. Âbid dağdan iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam, gündüzleri oruç tutup, ayakkabı işlerinde çalıştığını, kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını sadaka verdiğini söyler. Âbid, adamın güzel bir iş yaptığını anlar, fakat kendisinin dağda sırf ibadetle meşgul olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibadetine döner. Yine gece rüyasında, (Ayakkabıcıya git ve ona, "Bu yüzündeki sararmanın sebebi ne?" diye sor) denir. Âbid, gidip sorar. Ayakkabıcı, "Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helak olacağım der ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır" der.
İşte o zaman âbid, ayakkabıcının bu korku ve tevazu ile üstünlük kazandığını anlar.
Rü'yâda Bildirilen Beş Sır! 6 ARALIK 1994
Bizden önceki kavimlere gönderilen Peygamberlerden birisi, birgün bir rüyâ gördü. Rü'yâsında kendisinden, sabahleyin kalkınca karşısına ilk çıkan şeyi yemesi, ikinci olarak karşılaştığı şeyi gizlemesi, üçüncü olarak karşılaştığı şeyi kabûl etmesi, dördüncü olarak, karşılaştığını yeise, ümitsizliğe düşürmemesi, beşinci olarak karşılaştığından da kaçması isteniyordu. Sabah oldu. O peygamber aleyhisselam kalkınca karşısında gözüne ilk çarpan büyük ve kapkara bir dağ oldu. Bu manzara karşısında durakladı, hayrete düştü ve kendi kendine, "Rabbim bana onu yememi emretti. Acaba ben bunu yiyebilir miyim?" dedi. Daha sonra, kendini toparladı, "Rabbim bana, gücümün yetmiyeceği şeyi emretmez" diye düşündü. Onu yemeğe azmederek oraya doğru yürüdü. Fakat yanına yaklaşınca dağ birden küçüldü, küçüldü ve baldan daha tatlı bir lokma hâline geldi. Peygamber onu yiyerek yola koyuldu. Biraz gidince karşısına altın bir tas çıktı. Onu görünce, "Benden, ikinci karşılaştığımı gizlemem istenmişti" diye düşündü. Hemen bir çukur açarak onu toprağa gömdü ve tekrar yola koyuldu. Fakat biraz gittikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın toprağın üstüne çıkmış olduğunu gördü. Geri döndü. Onu tekrâr gömerek yine yoluna devam etmek üzere hareket etti. Fakat biraz gidince yine dönüp geriye baktığında, altın tasın yine dışarıda olduğunu hayretle müşâhede etti. Bu dönüp gömmeler birkaç defa tekrarlandığı halde altın tas yine üste çıkıyordu. Nihâyet peygamber, "Ben, Rabbimin bana olan emrini yerine getirdim." diyerek onu gömmek için bir daha geri dönmedi ve yoluna devam etti. Biraz gidince, kendisine doğru gelen bir kuşla karşılaştı. Kuşun peşinde de bir şâhin vardı. Onu avlamak, yakalayıp yemek istiyordu. Kuş: - Ey Allah'ın nebîsi, beni kurtar, diyerek Peygamberden yardım istedi, Peygamber de onu himayesine aldı, "Üçüncü olarak karşılaştığın şeyi kabûl et" emri gereğince yeninin içine sakladı. Bu arada onu avlamak için peşinden gelmekte olan şâhin gelip: - Ey Allahın nebîsi, ben aç idim. Sabahtan beri onu avlayıp karnımı doyurmak için uğraşıyordum. Tam yakalıyacağım sırada onu benden aldın. Rızkıma mâni olup beni düşürme, dedi. Bu sırada Peygamber aleyhisselâm, "Benden, üçüncü olarak karşılaştığımı kabûl etmem, dördüncü olarak karşılaştığımı da yeise düşürmemem istenmişti. Üçüncü bu kuş. Onu kabûl edip kurtardım. Ya dördüncüyü ne yapayım? Onu ümitsizliğe düşürmemem lazım" diye düşündü. Yanında bulunan etten biraz keserek beklemekte olan avcı kuşa attı. O da onu alıp gitti. O uzaklaşınca saklamakta olduğu kuşu da salıvererek yoluna koyuldu. Yolda ilerlerken pis kokulu bir cife ile, pislik ile karşılaştı. Geceki rü'yânın gereğince ondan da sür'atle uzaklaştı. O günü akşam yatarken Allahü teâlâya şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî, emirlerinin hepsini de yerine getirdim. Fakat bunlardaki hikmeti bana bildir!.." O gece rü'yâsında kendisine gündüz ki hadiselerdeki hikmet, sır şöyle izah edildi: - İlk önce çok büyük ve kapkara bir dağ olarak gördüğün ve sonradan baldan daha tatlı bir lokma hâline gelen şey, öfke ve kızgınlıktır. Öfke, önce büyük bir dağ hâlindedir. Sabır edildiği ve yenildiği zaman baldan daha tatlı bir lokma olur. İkinci olarak karşılaştığın altın tas, güzel ve iyi amellerdir. İyi ve güzel ameller, hareketler, davranışlar ne kadar örtülürse örtülsün, yine de açığa çıkar ve kendilerini belli ederler. Üçüncü olarak, sakladığın kuş, sana sığınana ihânet etmemeni himayene almanı öğretmek istemektedir. Dördüncü hadise, birisi senden bir şey istedi mi, kendi ihtiyâcın olsa bile onun hâcetini görmek gerektiğine işârettir. Beşinci olarak karşılaştığın ve kendisinden kaçtığın pis kokulu cîfe gıybete işârettir. Gıybet eden, ötekini-berikini çekiştiren insanlardan, pis kokulu cîfeden kaçarcasına kaç!
Kırk Altınım Var" 29 MART 1994......M ORUÇ
Evliyânın büyüklerinden, Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, ilim tahsîl edişini öyle anlatır: Genç idim. Bir arefe günü çift sürmek için tarlaya gidiyordum. Öküzlerin kuyruğuna yapışmış hâlde yolda giderken bir ara hayvan dile gelip, "Sen bunun için yaratılmadın, bununla emrolunmadın." dedi. Ben korkup geri döndüm. Anneme dedim ki: - Beni, Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver Bağdat'a gidip ilim tahsîl edeyim. Sâlih zâtları ve evliyâyı ziyâret edeyim. Annem: - Baban öldü. Ben yalnızım. Beni bırakıp nereye gideceksin, dedi. Anneme yolda olan hâdiseyi anlattım. Ağlamaya başladı. Bu hâdisenin ma'nevî bir işâret olduğunu anlayıp, ilim tahsîli için gitmeme râzı oldu. Babamdan kalan seksen altının yarısını kardeşime verip, yarısını da bana ayırdı. Bana ayırdıklarını da, elbisemin iç kısmına görülmiyecek şekilde dikti. İhtiyaç hâlinde, bunları harcamamı söyledi. Sonra ağlıyarak dedi ki: - Allah sana selâmet versin! Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, ilim tahsîline gitmene ve benden ayrılmana râzı oldum. Belki bir daha seninle görüşemiyeceğim. İnşâallah âhırette görüşeceğiz. Senden istediğim bir şartım var. Bunu her hâlükârda yerine getirmelisin! - Emrin başımın üzerinedir anneciğim. Şartını söyler misin? - Şartım şudur: Her ne olursa olsun, yalan söylemiyeceksin! Her zaman doğruluk üzerinde bulunacaksın! Nihâyet Bağdat'a gelen bir kâfile ile yola çıktık. Hemedan'ı geçince altmış kişilik bir eşkıya grubu yolumuzu kestiler. Herkesin parasını, kıymetli eşyalarını aldılar. Ben de bir kenarda, olup bitenleri seyrediyordum. Bir ara eşkıyânın biri yanımdan geçerken, şaka yollu sordu: - Delikanlı senin neyin var? - Kırk altınım var. Eşkıyâ beni dalga geçiyor zannederek, üzerimi aramadan çekip gitti. Başka bir eşkıyâ gelip, o da aynı şeyi sordu. Ona da "Kırk altınım var" diye cevap verdim. O da sözümü önemsemeyip, gitti. Bunlar reîslerinin yanında benden bahsedince, reîsleri beni yanına çağırıp sordu: - Yanımda kırk altınım var diyormuşsun! Bizimle dalga geçmeğe utanmıyor musun? - Hayır ben yalan söylemiyorum. İsterseniz, söküp bakabilirsiniz. Eşkıyâdan birisi gelip, elbisemin içindeki gizli yeri söktü. İçinden çıkan altınları alıp reîslerine götürdüler. Reîsleri altınları saydı. Kırk altın olduğunu görünce şaşırıp bana sordu: - Evlâdım biz senin üzerini aramadık. Gizli yerde olduğu için arasak da bulamazdık. Biz sorduğumuzda, "Bir şeyim yok" deseydin, geçer giderdik. Altınların sana kalırdı. Bu altınlara yazık değil mi, niçin doğruyu söyledin? - Ben ilim tahsîli için Bağdat'a gidiyorum. Annem yola çıkarken bana vasiyet etti ve dedi ki: "Ne olursa olsun yalan söylemiyeceksin." Ben de anneme söz verdim. Sözümde durmayıp, anneme ihânet edemem. Bunun için doğruyu söyledim. Bu cevabın karşısında, eşkıyânın reîsleri bir müddet düşünceye daldı. Kimseyle konuşmuyordu. Nihâyet kendine gelen eşkıyâ reîsi bana dönüp ağlıyarak şunları söyledi: - Bunca senedir, beni yaratan Rabbime verdiğim sözde durmadım. O'nun yasak ettiği işleri yaptım. Senin bu hâlin beni kendime getirdi. Hepinizin huzûrunda tevbe ediyorum. Reîslerinin bu hâlini gören eşkıyâ, "Biz de tevbe ettik." diyerek, aldıkları bütün malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tevbe eden, bu altmış kişidir.
Zenbildeki Sır 30 MART 1994
Mûsâ aleyhisselâm birgün: - Yâ Rabbî, Cennette benim komşum kim olacak, bana bildir de gidip onunla görüşeyim, dedi. Mûsâ aleyhisselâma şöyle vahyedildi: - Falan beldeye git! Orada çarşının başında bir kasap dükkânı var. O dükkânın sahibi olan kasabı gör! O, velî bir kulumdur. Yalnız bilesin ki, onun çok önemli bir işi vardır. Çağırırsan gelmez. İşte o senin Cennetteki komşundur. Mûsâ aleyhisselâm, hemen bildirilen yere gitti. Kasabı buldu. Ona: - Ben sana misâfir geldim, dedi. Kasap, Mûsâ aleyhisselâmı tanımıyordu. Ona "Hoş geldin" deyip bir kenara oturttu. Dükkândaki işi bitince de alıp, evine götürdü. Evinin baş köşesine oturtup, çok ikrâmda bulundu. Mûsâ aleyhisselâm, dikkatle ev sahibini ta'kîp ediyordu. Ev sahibi kasabın, ocakta çömlek içinde, et pişirdiğini gördü. Et pişince, çömlekteki eti küçük küçük parçalara ayırdı. Bunları bir tabağa koyup bir kenara bıraktı. Sonra bir et parçası daha çıkartıp, onu da misâfiri Mûsâ aleyhisselâma ikrâm ederek dedi ki: - Benim önemli bir işim var. Sen beni bekleme yemeğini ye! Sonra yanından ayrıldı. "Önemli bir işim var." deyince, Mûsâ aleyhisselâm, önemli işi nedir diye iyice merak etti. Kasap, Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrıldıktan sonra, yandaki odaya geçti. Duvarda asılı duran büyük zenbili indirdi. Zenbilde çok ihtiyar, mecâlsiz bir kadın vardı. Kadına küçük küçük parçaladığı etleri yedirdi. Karnını güzelce doyurduktan sonra, altındaki kirlenmiş bezleri aldı. Yerine temizlerini koydu. Sonra, kirli bezleri yıkayıp astıktan sonra ellerini yıkayıp, Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldi. Daha yemeğe başlamadığını görünce sordu: - Niçin yemeğe başlamadınız? - Sen bana zenbildeki sırrı söylemedikçe, bir lokma bile yemem! - Madem çok merak ediyorsun anlatayım; ey misâfir, bu zenbildeki benim yaşlı annemdir. Çok yaşlı olduğu için takatten düştü. Evde bakacak başka kimsem de yok. Evleneceğim, fakat, hanımım annemi incitir, onu üzer diye evlenemiyorum. İşe gittiğimde herhangi bir hayvanın kendisine zarar vermemesi için, onu gördüğün gibi bir zenbile koydum. Her gün gelip, iki öğün yemek yediriyorum. Diğer hizmetlerini de görüp, gönül rahatlığı içinde işime gidiyorum. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm dedi ki: - Ancak anlamadığım birşey daha var. Sen annene yemek yedirip su içirdikten sonra, dudakları kıpırdayıp birşeyler söyledi, sen de "^Amin" dedin. Annen ne söyledi ki âmin dedin? - Annem, her hizmet edişimde, "Allah seni Cennette Mûsâ aleyhisselâmla komşu eylesin." diye duâ eder. Ben hiç ihtimâl vermediğim hâlde, bu güzel duâya âmin derim. Ben kimim ki o büyük Peygamberle komşuluk edebileyim. Onunla komşuluk edebilecek ne amelim var ki. O zamana kadar, kim olduğunu saklayan, Mûsâ aleyhisselâm, buyurdu ki: - Ey Allahın sevgili kulu, ben Mûsâ'yım. Beni sana Allahü teâlâ gönderdi. Annenin rızâsını kazandığın için Cennet-i a'lâyı ve orada bana komşu olmayı kazandın. Kasap hemen kalkıp, Mûsâ aleyhisselâmın elini öptü. Sevinç içinde beraber yemek yediler.
.
XXXXXXXXXXX
İMÂN İTİKAD BİLGİLERİ (Bu yazı serisi, TAM İLMİHAL SE’ADET-İ EBEDİYYE kitabının, fıkıh bilgileri haricindeki iman, i’tikad ve nasihat kısımlarından derlenmiştir) İman nedir? 20.2.2003 İman, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsini kabul etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şübhe etmek küfrdür. Çünkü, Resûle inanmamak veya itimâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusurdur. Kusuru olan kimse, Peygamber olamaz. İmanda azlık, çokluk da olmaz. İmanın kendisi, az veya çok olmaz. Azlık, çokluk, imanın parlaklığında, belli olmasındadır. İman, Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyahud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere i’timâd tam olmaz. İ’timâd tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz. Akıl, Resûlün bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır. İnanılması lâzım şey için, tecribî ilmlere danışıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe ile isbât edemeyince, inanmaz veya şübheye düşerse, o zaman, tecribesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle iman, kâmil değil, zâten iman olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz. Az ve çok olmaz. Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecribî ilmlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecribe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekde, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakda olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir. Müslümanların bazıları , doğru yoldan ayrılmış, (Bid’at ehli) olmuşlardır. Doğru olan, Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan tek fırkaya (Ehl-i sünnet) fırkasıdır. Ehli sünnet de, amelde, ibadetlerde dört hak mezhebe ayrılmışlardır. İbadetlerde dört mezhebe ayrılması, Müslümanlara büyük kolaylık sağlamıştır. Bunun için her Müslümanın, doğru bir imana sahip olması ve ibadetlerini de hak mezheplerden birine göre yapması şarttır. Nelere iman edilecek? 21.2.2003 İman, dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalb ile inanmağa ve dil ile de imanını söylemeğe denir. İman edilecek şeyler, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, kitaplarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere imandır. Âhırette Haşra, Neşre, Cennette ebedî nimetlere, Cehennemde ebedî azâblara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, arzın parça parça olmasına inanmaktır. Beş vakit namazın farz olduğuna ve bu namazların rek’atlarının adedlerine, malın zekâtını vermek farz olduğuna ve Ramazân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmanın ve gücü yetene hac etmenin farz olduğuna inanmaktır. Şarâb içmenin, domuz eti yimenin, haksız yere adam öldürmenin ve anaya babaya karşı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve yetîm malı yimenin ve fâiz alıp vermenin ve kadınların örtünmemesinin ve kumar oynamanın haram olduklarına iman lâzımdır. İmanı olan bir kimse, büyük bir günah işlerse, imanı gitmez ve kâfir olmaz. Günaha, yani harama helâl diyen kâfir olur. Haram işliyen fâsık olur. Ben elbette müminim demelidir. İmanlı olduğunu söylemelidir. Müminim derken, inşâallah dememelidir. Bundan, şübhe ma’nâsı çıkabilir. Evet, son nefes için inşâallah denirse de, dememek daha iyidir. Dört halîfenin birbirinden yükseklikleri, hilâfetleri sırası iledir. Çünkü, doğru yolda olan âlimlerin hepsi; Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk’dir. Ondan sonra, Hz.Ömer’dir, demişlerdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtına yakın, buyurdu ki, “Allahü teâlâ, beni size Peygamber gönderdi. İnanmadınız. Ebû Bekir inandı. Bana malı ile, canı ile yardım etti. Onu hiç incitmeyin ve Ona hurmet ve tazîm edin!” Bir hadis-i şerifte de buyurdu ki: “Benden sonra Peygamber gelmiyecektir. Eğer gelseydi, elbette Ömer Peygamber olurdu” . Hz.Alî, buyurdu ki, “Ebû Bekr ile Ömerden, her biri, bu ümmetin en yükseğidir. Beni onlardan üstün tutan, iftirâcıdır. İftirâ edenler dövüldüğü gibi, onu döverim”. Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet etmek, kıymet vermek lâzımdır. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri buyuruyor ki, “Eshâb-ı kirâma hürmet etmiyen, kıymet vermiyen bir kimse, Resûlullaha iman etmemiş olur”. Nimetlerin en büyüğü 22.2.2003 Cenâb-ı Hakkın insanları dünya ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla şereflendirmesi büyük nimettir. Çünkü cenâb-ı Hak, Ona tâbi’ olmağı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhıret nimetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi’ olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyeti, Onun dînine uymaktır. Ona tâbi’ olmak, yani Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola “İslâm dini” denir. Ona uymak için, önce iman etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubahlarda da Ona uymağa çalışmalıdır. İman etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için iman zarûrîdir. İman edenlerin, farzları yapıp haramlardan kaçınması lâzımdır. Her mümin, farzları yapmağa ve haramlardan kaçınmağa, yani Müslüman olmağa memûrdur. Her mümin, Peygamber efendimizi malından ve cânından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmaktır. Bir mümin, bütün bunlara tâbi’ oldukdan sonra, mubahlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kâmil ve olgun bir Müslüman olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, yani sevgili olur. Resûlullahın söylediklerinin hepsini beğenip kalbin kabûl etmesine, yani inanmasına, ”İman” denir. Onun sözlerinden birine bile inanmamağa veya iyi ve doğru olduğunda şübhe etmeğe “Küfür” denir. Böyle inanmıyan kimselere “Kâfir” denir. Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde, yapılmasını açıkca emrettiği şeylere, yani bu emirlere “Farz” denir. Yapmayınız diye açıkça men ve yasak ettiği şeylere “Haram” denir. Allahü teâlânın, açıkca bildirmeyip, yalnız Peygamberimizin yapılmasını övdüğü, yahut devam üzere yaptığı, yahut yapılırken görüp de mani olmadığı şeylere “Sünnet” denir. Sünneti beğenmemek küfürdür. Beğenip de yapmamak suç değildir. Onun beğenmediği şeylere ve ibâdetin sevapını gideren şeylere “Mekrûh” denir. Yapılması emir olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere “Mubah” denir. Bu emir ve yasakların hepsine “İslamiyet” denir. Din nedir? 23.2.2003 Din, insanları sonsuz saadete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu iğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermişdir. Bu Peygamberlere “aleyhimüsselam” (Resûl) denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi’ olan bu Peygamberlere de, “Nebî” denir. Bütün Peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere iman etmeği istemişlerdir. Fakat, dinleri, yani kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları, Müslümanlıkları da ayrıdır. İman edip de kendini İslamiyetin emir ve yasaklarına uyduran Müslümandır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen kâfirdir. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir. Her müslümanın yapmakla mükellef olduğu şeyler yani “Ef’âl-i mükellefîn” sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekrûh, müfsid. Yasak edilmiş olmıyan, yahut yasak edilmiş ise de, İslamiyetin özür, mani ve mecbûriyyet tanıdığı sebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeylere “Helâl” denir. Bütün mubahlar helâldir. Meselâ, iki Müslümanı barıştırmak için yalan söylemek helâl olur. Her helâl mubah olmıyabilir. Meselâ ezân okunurken, alış veriş, mubah değil, mekrûhdur. Hâlbuki helâldir. İmanı ve farzları ve haramları öğrenmek, bilmek de farzdır. Otuzüç farz meşhûrdur. Bunlardan beşi esâs olup, kelime-i şehadet, namaz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve hac etmektir. Bunlara, islâmın şartı denir. Bu farzları yerine getirene “Müslüman” denir. Bunların hepsini yapıp, haramlardan kaçınan, tam Müslümandır. İman ettikten sonra, farzlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. Bunun âhırete imanla gitmek güç olur. İman, muma benzer, İslamın emir ve yasakları mum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, “İslamiyet”tir. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız, islâm olamaz. İslâm olmayınca, iman da yoktur. Son din İslamiyettir 24.2.2003 Adem aleyhisselamdan beri birçok hak din gelmiştir. Her yeni din, kendisinden önce gelen dîni nesh etmiş, değiştirmiş, yürürlükten kaldırmıştır. En son gelen ve her dîni değiştirmiş, daha doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmiyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, bu ahkâm ile kurulmuş olan İslâm dînidir. Bu dînin bildirdiği farzları yapanlara ve haramlardan kaçınanlara Allahü teâlâ, âhırette nimetler, iyilikler verecektir. Yani bunlar, sevap kazanır. Farzları yapmıyanlara ve haramlardan kaçınmayanlara, âhırette cezâlar, acılar vardır. Yani böyle kimseler, günaha girer. İmanı olmıyanların farzları kabûl olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Farzları yapmıyan müminlerin, sünnetleri kabûl olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Bunlar Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmuş olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özrsüz terk ederse, bu borcunu ödemedikçe, bu cinsden olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevap verilmez. “Yâ Alî, insanlar fedâil ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları temâmlamağa çalış!” ve imâm-ı Gazâlînin bildirdiği, “Allahü teâlâ, kazaya kalmış namaz borcu bulunan ve haram elbise giyen kimsenin (Nâfile) namazını kabûl etmez” hadis-i şerifleri, bunu açık olarak bildirmektedir. Mubahlar iyi niyet ile güzel düşünceler ile yapılınca, insan sevap kazanır. Kötü niyetlerle yapılırsa veya bunları yapmak, bir farzı vaktinde edâ etmeğe mani olursa, günah olurlar. Farzlar yapılırken, kötü niyetler karışırsa, borc ödenmiş, cezâdan kurtulmuş olunur ise de, sevap kazanılmaz. Haram işliyenlerin farzları ve sünnetleri sahîh olur. Yani borclarını ödemiş olurlar ise de, sevap kazanmazlar. Hadis-i şerifte,”Bid’at sâhiblerinin ibâdetleri kabûl olmaz” buyuruldu. Günahlardan sakınmayan Müslümanların ibâdetleri sahîh olsa da kabûl olmaz, sevap verilmez. Haramlar iyi niyet ile yapılsa da, mubah olamaz. Yani haramlara hiçbir zaman sevap verilemiyeceği gibi, özrsüz haram işleyen herhalde günaha girer. Haramdan iyi niyet ile, yani Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevap kazanır. Başka bir sebeb ile haram işlemezse, sevap kazanmaz. Yalnız, günahından kurtulur. Haram işleyenlerin, “Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar” demeleri boştur, faydasızdır. Kalbin doğru ve temiz olduğu dine uymakla anlaşılır. Ameller ve niyet 25.2.2003 Amel, yani iş üçe ayrılır: Birincisi, masıyyet yani günah olan işler. Bunlar, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak masıyyettir. İkincisi, (Tâ’at) yani Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. Tâ’at yapan Müslümana, “Sevap”, nimet, iyilik vereceğini va’d buyurdu. Üçüncüsü (Mubah) yani günah veya tâ’at olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyetine göre, tâ’at veya günah olurlar. Önce haramlardan kaçmak gerekir. Haram işleyerek, ibadet, iyilik yapılamaz. Haramların iyi niyet ile yapılması, bunları haramlıktan çıkarmaz. İyi niyet, haramlara ve mekrûhlara te’sîr etmez. Bunları tâ’at hâline çevirmez. Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz. “Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur” hadis-i şerifi, tâ’atlara ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut haram para ile mekteb, câmi’ yapdırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, câhillik olur. Zulüm, günah, iyi niyet ile işlenirse, yine günah olur. Böyle işleri yapmamak sevapdır. Bilerek yaparsa, büyük günah olur. Günah olduğunu bilmiyerek yaparsa, Müslümanların çoğunun bildiği şeyleri onun bilmemesi, öğrenmemesi de günah olur. Dâr-ülharbde dahî olsa, islâm bilgilerinin yaygın olduğu yerde, cehalet özür olmaz, günah olur. Tâ’atlar, niyetsiz veya Allah için niyet ederek yapılınca, sevap hâsıl olur. Tâ’at yaparken, Allahü teâlâ için yapdığını bilse de, bilmese de kabûl olur. Yani sevap hâsıl olur. Sevap hâsıl olması için, Allah rızâsı için niyet etmek lâzım olan tâ’ate (İbâdet etmek) denir. Niyetsiz yapılan taat, mesela niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla, hadesden tahâret hâsıl olup namaz kılınır. Tâ’at, kötü niyet ile yapılırsa, günah olur. Güzel niyetlerle tâ’atın sevapı artdırılır. Meselâ, câmi’de oturmak, tâ’attir. Mescidin, Allahü teâlânın evi olduğunu düşünerek, Allahü teâlânın evini ziyâreti de niyet ederse, sevapı daha çok olur. Her niyeti için ayrı sevaplara kavuşur. Her tâ’atte böyle çeşidli niyetler ve sevaplar da vardır. Niyetsiz ibâdet olamaz 26.2.2003 Niyetsiz, ibâdet olamaz. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak için, önce iman etmek, sonra ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Abdülkuddüs hazretleri buyuruyor ki: “Vaktin kıymetini bil! Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış! İlim öğrenmek ibâdet yapmak içindir. Kıyamet günü işten sorulacak, çok ilim öğrendin mi diye sorulmayacaktır. İş ve ibâdet de ihlas elde etmek içindir” Her mubah, iyi niyet ile yapılınca sevap olur. Kötü niyet ile yapılınca, günah olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünya lezzeti için veya gösteriş yapmak, öğünmek için veya kendini kıymetlendirmek için, yahut yabancı kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günah işlemiş olur. Bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, câmi’e saygı için, câmi’de yanına oturan Müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, şerefini korumak için niyet edince, her niyeti için ayrı sevaplar kazanır. Her mubah işte, hatta yemede, içmede, uyumada ve halâya girmekde bile iyi niyet etmeği unutmamalıdır. İnsan, mubah bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar” buyuruldu. Yani, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevap ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ile, ne niyet ile yapdığına bakarak, sevap veya azâb verir. O halde, her mümine önce lâzım, birinci farz olan şey, imanı, farzları, haramları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikce, Müslümanlık olamaz. İman elde tutulamaz. Hak borcları ve kul borcları ödenilemez. Niyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. Hadis-i şerifte, “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabâha kadar ibâdet etmekden daha sevapdır” buyuruldu. Kitap okumayan, ilim öğrenmeyen, şeytânın maskarası olur. “Rütbetül-ilmi a’ler rüteb” yani, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir buyurdu. İhlâs ile, yani Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevap kazanmak niyeti ile, farzları, sünnetleri yapmağa ve haramlardan ve mekrûhlardan kaçınmağa, yani ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmeğe “İbâdet etmek” denir. Saadet yolu 27.2.2003 İman etmek, Muhammed tâbi’ olmağa başlamak ve saadet kapısından içeri girmek demekdir. Allahü teâlâ Onu, dünyadaki bütün insanları saadete davet için gönderdi ve Sebe’ sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum” buyurdu. Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, Ona uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekden, katkat daha kıymetlidir. Çünkü, (Kaylûle) etmek, yani öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi. Meselâ, Onun dîni emrettiği için, bayram günü oruc tutmamak ve yiyip içmek, Onun dîninde bulunmayıp senelerce tutulan oruclardan daha kıymetlidir. Onun dîninin emri ile fakire verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir. Hz. Ömer, bir sabah namazını cemâ’at ile kıldıktan sonra, cemâ’ate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı dediler ki, geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır. Emîr-ül-müminîn buyurdu ki, “Keşki bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemâ’at ile kılsaydı, daha iyi olurdu”. İslamiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de, bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyada birkaç menfaatten ibâret kalır. Hâlbuki, dünyanın hepsinin kıymeti ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun bir kaçının i’tibârı olsun. İslâmiyeye uyanlar , latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazancları pek çoktur. Ba’zan bir saatlik çalışmaları, birkaç senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyeye uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür çok beğenir. Böyle olduğunu kitapının çok yerinde bildirmişdir. Âl-i İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever” buyuruldu. İslamiyete uymıyan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevap verilir mi? Resulullaha iman etmedikçe.. 28.2.2003 Bir kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmedikçe, Allaha iman etmiş olamaz. Cenâbı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâ’at etmenin, kendisine itâ’at etmek olduğunu bildiriyor. O halde, Onun Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” itâat edilmedikce, Ona itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede “Elbette muhakkak böyledir” buyurdu ve bazı doğru düşünmiyenlerin, bu iki itâ’ati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, “Kâfirler, Allahü teâlânın emrleri ile Peygamberlerinin emrlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. İman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık” buyurarak, bunlardan şikâyet etmektedir. Dünya ve sonsuz ahıret saadeti için Muhammed aleyhisselama inanmak yani Müslüman olmak lâzımdır. Müslüman olmak için, hiçbir formaliteye, müftîye, imâma gitmeğe lüzûm yoktur. Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Onun Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsine inandım. Allahü teâlânın ve Resûlünün dostlarını severim ve düşmanlarını sevmem demek kâfîdir.Her bilgiyi delîl ile isbât etmek, yani Kur’ân-ı kerîmdeki veya hadis-i şeriflerdeki yerlerini göstermek, âlimlerin vazîfesidir. Her Müslümana lâzım değildir. Bütün insanlara önce lâzım olan şey, “Ehl-i sünnet” âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir iman ve i’tikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadis-i şeriflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, “Ehl-i sünnet” âlimleridir. Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere “Ehl-i sünnet” âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’dir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe 1.3.2003 Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar bugünkü bozuk yehûdîliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi”. İmam-ı azam Ebu Hanife hazretleri ve yüzlerce talebesinin ve bunların da yetiştirdiği binlerce Ehli sünnet âlimi yazdığı milyonlarca kitap, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyaya doğru olarak yaymış, tanıttırmışdır. Bugün islâm dînini, duyamıyacak, hür dünyada bir şehir, bir köy ve bir kimse kalmamıştır. İslamiyeti işitince, doğru olarak öğrenmek istiyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini va’d buyurmuştur. Bugün, dünya kütübhânelerini doldurmuş olan bu kitapların isimlerini bildiren fihristler mevcûddur. Meselâ, Kâtib Çelebinin (Keşf-üz-zunûn) kitapında, onbeşbine yakın kitap ve onbin kadar müellif ismi vardır. Bu kitapları okuyan, anlayışlı ve insâflı bir kimse, İslamiyetin yirmi ana ilmini ve bunların kolları olan, seksen ilmi ve bu ilmlerin âlimlerini ve herbirinin yazdığı kitapları görerek, durmadan, yılmadan yazan, islâm âlimlerinin çokluğu ve herbirinin, ilim deryâsına dalmakdaki mehâretleri karşısında, hayrân kalmakdan kendini men’ edemez. Bu kitaplarında felsefecilerin sözlerini ve Müslüman olmayanların İslamiyete sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışmalar ile red ederek hepsini susdurmuşlar, din düşmanlarının hâzırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. Ayrıca, kötü maksadlarla Kur’ân-ı kerîme yanlış ma’nâlar vermeğe, bozuk tercemeler yapmağa kalkışanların yüz karalarını meydana çıkarıp, bir tarafdan iman edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir tarafdan da, bütün dünyada olmuş ve kıyâmete kadar olacak her vak’a ve hareketin ahkâm-ı islâmiyesini, pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin dersinde hâzır bulunan talebesinden sekizyüzden fazlasının isimleri ve hâl tercemeleri kitaplarda yazılıdır. Bunlardan beşyüzaltmışı fıkh ilminde derin âlim olarak şöhret bulmuş, içlerinden otuzaltısı ictihâd makâmına yükselmiştir. Ehli sünnet âlimleri 2.3.2003 Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız “Ehl-i sünnet” âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid’at sâhibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur’ân-ı kerîme ve hadis-i şeriflere uygun olduğunu sanır ve iddi’â eder. Bu halde, Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan her ma’nâ, makbûl ve mu’teber değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i’tikâddan, imandan kıl kadar ayrılanların, kıyâmetde azâbdan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadis-i şerifler ile ve din büyüklerinin (Basîretleri) ile yani kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur. Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır. Bu kitapları ve dergileri okuyanların imanlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini Müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, imanları çalınmış, gitmiş olduğundan namazları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhıretde işe yaramaz. Dinlerini dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, “Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, imanlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koşdular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticaret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok zarar etti” olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi. Her bid’at sâhibi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde ma’nâları açık olmayan i’tikâd bilgilerinde, yanlış te’vîl yaparak, yanlış ma’nâ çıkardığı için, hak yoldan ayrılmışdır. Hâlbuki, Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, “Kur’ân-ı kerîmden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile ma’nâ çıkaran kâfirdir”. Namazdan, imandan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır. Sonsuz saadet için 3.3.2003 Dünya ve ahıret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, iman etmek ve İslâmiyeti öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru imanın bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli olan Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emrediyor. Demek ki, islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslamiyetin izzeti ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden, Müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. Hak teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi’ olanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân buyurarak meâli, “Ey benim sevgili Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem” yolundan ayrılırsanız, kendilerine Müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, imanınızı çaldırırsanız, dünyada ve âhıretde zarar edersiniz” olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini Müslüman zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun imanını ve islâmını temelinden götürür. Kâfirler, yani Resûlullahın bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, Müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, Müslümanlığa gericilik, imansızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır. İslamiyet ve ilim 4.3.2003 İnançsızlar, İslam düşmanları , temiz Müslüman yavruları aldatmak için “İslamiyette herşey “miş” ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilimler ise, ispat edilip, bir vesîkaya dayanmaktadır” diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitapı okumamışlar. İslamiyet ismi altında, hayallerinde, birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibârettir sanıyorlar. Hâlbuki Müslümanlar, peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmakta, haber verdiği, mi’râc gecesinde görüp konuşduğu ve hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleştiği bir Allaha ibâdet etmektedir. Bunların, İslamiyetten ayrı ve uzak gördükleri ilimler, fenler, vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer şubesi, dallarıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji kitaplarında, “Dersimizin esâsı, müşâhede yani gözetleme, tedkîk,inceleme ve tecrübedir” diyor. Yani fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü de, İslamiyetin emrettiği şeylerdir. Yani, dînimiz, fen bilgilerini emretmektedir. Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde, tabî’atı, yani mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. Eshâb-ı kirâm, birgün Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” sordu ve: “Yemene gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medînedeki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemende gördüğümüz gibi aşılayıp da, daha iyi ve daha bol mu elde edelim?” dediler. Resûlullah efendimiz, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl “aleyhisselâm” gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veya, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve “Tecrübe edin! Bir kısm ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemende öğrendiğiniz üsûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o üsûl ile yapın!” buyurdu. Yani tecrübeyi, fennin esâsı olan tecrübeye güvenmeği emir buyurdu. Kendisi melekten haber gelir veya mubârek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, tecribeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu. İlim ve ahlâk 5.3.2003 İslamiyet, , ilm ve ahlâk ve de bütün fen kollarında üzerinde, her çeşit çalışmağı önemle emir etmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda yazılıdır. Hatta, bir islâm şehrinde, fennin yeni bulduğu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir Müslüman zarar görürse, o şehrin idârecilerini, âmirlerini, İslamiyet mes’ûl tutmakdadır. Hadis-i şerifte, “Oğullarınıza yüzmek ve ok atmak öğretiniz! Kadınların, evinde iplik iğirmesi ne güzel eğlencedir” buyuruldu. Bu hadis-i şerif, harb için lâzım olan her çeşid bilgi ve âleti edinmeği, hiç boş durmamağı ve fâideli eğlenceleri emretmektedir. Bunun içindir ki, bugün, müslümanların, en son teknolojiyi, en son buluşları yaparak Müslümanlığı dünyaya tanıtması farzdır. Yapmağa çalışılmazsa, büyük günah olur. Müslümanların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere, Müslümanlık bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farzdır. Kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubahdır İslâm bilgileri, başlıca iki büyük kısma ayrılır: Birincisi, nakli ilimlerdir. Bunlara “Din bilgileri” de denir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu bilgileri, “Edille-i şer’ıyye” denilen dört kaynaktan meydana çıkarmışdır. Din bilgileri de ikiye ayrılır: Zâhirî ilimler ve bâtınî ilmler. Birincilere “Fıkh bilgileri” veya “Ahkâm-ı islâmiye”, ikincilere “Tasavvuf bilgileri” denir. Ahkâm-ı islâmiyye, mürşidlerden ve fıkh kitaplarından öğrenilir. Tasavvuf, kalblere, mürşidlerin kalblerinden akar, gelir. İslâm bilgilerinin ikinci kısmı, akli ilimlerdir. Eskiden canlıları öğretene (Ulûm-i tıbbiyye), cansızları öğretene (Ulûm-i hikemiyye) denirdi. Semâları, yıldızları öğretene (Ulûm-i felekiyye), yeryüzü bilgilerine de (Ulûm-i tabî’ıyye) tabiat bilgileri demişlerdir. Ulûm-i akliyye, denilen bilgiler matematik, mantık ve tecrübî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesap edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar. Bunlar, zamanla artar, değişir, ilerler. Bunun içindir ki, “Tekmîl-i sınâ’ât, telâhuk-ı efkâr iledir” denilmiştir. Bunun ma’nâsı “San’atın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur” demektir. İslamın emir ve yasakları 6.3.2003 İslamiyetin bildirdiği emir ve yasaklar, aklın, beyin gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zamanda, kimse tarafından değişdirilemez. Dinde reform olmaz sözünün manâsı da budur. Akıl ile elde edilen bilgileri, İslamiyet yasaklamamış, sınırlamamış, ancak, bunların nakil bilgileri ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının İslâmiyeye uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını, zulüm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emir etmiştir. Müslümanlar, tarih boyunca ilme gelişmelere önem vermişler, pek çok buluş müslüman ilim adamları tarafından bulunmuştur. İslamiyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilim şekline soktukları, çeşitli adlar verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma târîhlerin, İslamiyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamakda, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, faydalı, iyi bilgilerin öğrenilmesini istemektedir. İslamiyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar, fenni sever, fen adamının tecrübelerine inanır. Fakat, fen adamıyım diyen fen taklîdcilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. Din cahilleri ellerinden gelirse, Müslümanları ezer, imhâ eder. Veyahud, Müslümanları, kendi uydurdukları yola sokarlar. Nitekim masonlar nihai hedeflerini “Dindârlara ve ma’bedlere galebe çalmak kâfî değildir. Asıl maksadımız, dinleri yok etmektir” şeklinde ifade etmektedirler. Dinden haberi olmayanlar, kitaplarında ve konuşmalarında, İslamiyete düşmanlıklarını açıkca ve hayasızca bildiriyorlar. İlimden, fenden haberleri olmadığı için, çocukca şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî’at kuvvetleri karşısında âciz, zavallı kalarak, hayalî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen, tecribe edilmiyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târîhden de haberleri olmadığını gösteriyor. Târîh boyunca, her asırda gelen câhiller, kendilerini akıllı, bilgili, eski insanları câhil sanmış. Âdem aleyhisselâmdan beri, her asırda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, din cahillerinin böyle sözleri bildirilmekte ve cevap verilmektedir. İnsan ile hayvanın farkı 7.3.2003 İnançsızlar, ateistler, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için küçücük çocuklardan başlıyorlar işe. Çocuklara, “Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O halde yoktur. Ananız, babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir” diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, imanını, baba ocağından almış oldukları edeb ve hayalarını yok etmeğe çalışıyorlar. Böyle inançsızlar her devirde olmuştur. Müminûn sûresinde buyuruldu ki: “Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, Ondan başkası yoktur. Onun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünya nimetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtac olan birine inanırsanız, aldanmış, zarar etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Öldükden sonra, bir daha dirilmek yoktur, dediler”. İnançsızlar, zavallı yavruları aldatıp, kendi kötü istekleri, zevkleri, kötü kazancları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzvlarına tâbi’ olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına tâbi’ olur. İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, “İnsanlar, akla tâbi’ olur. İnsanların his uzvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkta, onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde akl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden görüp, pencereden küçük sanıyor. Akıl ise, dünyadan da büyük olduğunu söylüyor”. Bu inançsızlar acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyadan daha büyük olur mu diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, Müslümanlar gibi akla inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünya işlerinde, hislerine değil, akllarına uyarak, hayvanlardan ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki şeylere inanmayız diyerek, his organlarına bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da, insanlık derecesine yükselmek istemiyorlar? İnsana verilen değer 8.3.2003 Cenab-ı Hak, insanoğluna değer vermiştir. Diğer canlılardan insanları ayrı tutmuştur. Herşeyi insanın emrine vermiştir. İnsanların ahıret hayatı da vardır. İslamiyet, insanların öldükten tekrar yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını, hayvanların ise, kıyamette hesaplaştıktan sonra, yok olacaklarını bildiriyor. İnsanlara ebedî hayat va’d ederek, hayvanlardan ayırıyor. İnançsızlar ise, hayvanlar gibi, ebedî hayatdan mahrûm kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı’ ve ticaret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesaplardan, yüzlerce tecrübeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asırda, daha yenileri, daha inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu iki yüzlülük, koyu bir inâddan veya açık bir ahmaklıkdan başka bir şey deığildir. Rusyada komünizm zamanında bir öğretmen, ders arasında, “Ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O halde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünkü, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlışdır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericilikdir” deyince, bir Türkmen çocuğu söz istiyerek: “Bunları akıl ile mi söylüyorsun?” diye sorar. Evet, cevabı verince, sende akıl olduğuna inanmak, bunları akıl ile söylediğini kabûl etmek fenne uygun değildir. Çünkü, aklın olsaydı, görürdük” der. Öğretmenin, bu haklı söze cevâb veremeyip, mağlûbiyyetinden hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı, tekme tokat dershâneden dışarı atar. Çocuk bir daha hiçbir yerde görülememiştir. Hazret-i Alî buyurdu ki: “Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir”. İnanmamak akılsızlıktır 9.3.2003 Bugün, dünyada müslümanlığı kabul etmeyenler iki türlüdür: Birincisi “Kitaplı kâfirler” yani hıristiyân ve yehûdîlerin az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan getirdiği kitapa ve öldükten sonra dirilmeğe, âhıretteki sonsuz hayata inanıyorlar. Ellerindeki tahrip edilmiş, değiştirilmiş kitapa Allah kelâmı diyorlar. İkincisi, “Kitapsız kâfirler” ler olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi bazı mahlûklarda yaratıcılık sıfatı bulunduğuna inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, devlet baskısı ile, zulüm, işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmı da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Maneviyyâttan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetiştiriyorlar. Bir tarafdan, medeniyetten, fenden, insan haklarından bahsedip, bir tarafdan da, insanları hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz casûsları, böyle yapıyor. Hıristiyanların ve yehûdîlerin bir kısmı, birçok meşhur bilim adamı kitaplıdır. Mesela, yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papaz idi. İngilterenin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papaz idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papaz olup, fizik ve geometri kanûnları keşfederken, din kitapları yazmıştı. Fransanın eski başbakanı meşhûr Rişliyö, papaz olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâiri Şiller de, papaz idi. Amerikanın büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmuş kitaplarında, imanlı olmağı övmüştür. Bulaşıcı hastalıklar, mikroblar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin dînî merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmişdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan daha akllı olduğunu kim iddi’â edebilir? Bu ilim adamları, islâm kitaplarını görüp okumuş olsalardı, iyi Müslüman olurlardı. Fakat papazları islâm kitaplarını okumağı, hatta el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünya ve âhıret saadetine kavuşmalarına mani olmuşlardı. İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekte, inanmıyanların saldırılarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azapları, bir ihtimâl değil, meydanda olan hakîkatdir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor. Hile ve yalan âcizliktir 10.3.2003 İslâm dînini bilmiyenler, milletin sağlam imanını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm ettikçe, kendi yüz karalarının meydana çıkdığını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Acizliklerini ortaya koyuyorlar. Müslüman görünüp ve Müslümanlığı beğenici ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fakat, bu yazıları ve sözleri arasında Müslümanlığın esâs ve temel meselelerini, sanki Müslümanlık değilmiş gibi ele alıp kötülüyorlar. Müslümanları dinden soğutmağa ve ayırmağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın ettiği ibâdetlerin vakitlerini, mikdârlarını ve şekillerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, daha iyi olurdu diyorlar. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, faydalarından ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî faydalara âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yelteniyorlar. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusur ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akıllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan Müslümanlar ise, bunlardan daha zevallı ve daha ahmaktır. Bunlar, “Evet İslamiyet iyi ahlâkı, sağlıklı olmağı, çalışmağı emir etmekte, kötülükleri yasaklamakta, insanları olgunlaştırmaktadır. Bunlar her millete lâzımdır. Fakat, İslamiyette sosyal hükümler, âile ve cemiyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zamanın şartlarına göre konmuştur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyaclar artmıştır. Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükümler lâzımdır. Kur’ânın hükümleri bu ihtiyacları karşılayamaz” diyorlar. Böyle sözler, islâmiyeti bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve yersiz düşünüşleridir. İslamiyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkca bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükümler kurmuştur. Bu değişmez hükümlerin, hâdiselere, vak’alara tatbîkını sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emretmişdir. Zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümlerin değişebileceğini fakat dini hükümlerin değiştirilemeyeceğini bildirmiştir. Müslümanın üç görevi 11.3.2003 Allahü teâlâ islâm dînini, her memlekette, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde kurmuştur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayatta değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zaruretler karşısında, ictihâd hakkı tanımıştır. Mecelle’de, zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümlerin değişebileceği bildirilmiştir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zamanla değişmez. Esas değişmeyip, hükümlerin hâdiselere tatbîki, zamanla değişebilir. Bunları, ancak fıkıh âlimleri tespit edebilir. Hazret-i Ömer ve Emevîler zamanında ve koca Osmânlı imparatorluğunda, kıt’alara yayılan çeşitli milletler toplulukları, âdil bir şekilde idâre edilerek, başarıları, şanları, târîhlere ün salmıştır. Gelecek zamanlarda, büyük, küçük her millet de, İslamiyetin bildirdiği, değişmez olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, rahata, huzûra, saadete kavuşacaktır. İslamiyetin bildirdiği ahlâktan, ahkâmdan ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle olduğunu târîh yazmaktadır. Gelecekte de, elbette böyle olacaktır. Târîh, tekerrürden ibârettir. Müslümanlar, millî birlik ve berâberliğe çok önem vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, haramlardan sakınmalı, Allaha ve devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, yani anarşi çıkarmamalıdır. Dînimiz, böyle olmamızı emir ediyor. Müslümanın birinci vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmaktan, Allahü teâlâya karşı da günah işlemekten sakınmaktır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi, şahsî vazîfesidir. Her Müslüman, kendini iyi yetişdirecek, sağlıklı, edebli, iyi huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilim ve güzel ahlâk öğrenecek, helâl lokma kazanmak için çalışacakdır. İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Ailesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacaktır. Üçüncü vazîfesi, toplum içindeki vazîfeleridir. Bunlar, komşularına, âilesine, emrinde olanlara,devlete, bütün vatandaşlara, dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir. Herkese faydalı olmalı 12.3.2003 Dinimiz, herkese iyilik etmeyi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemeyi, kimseye zarar vermemeyi, hiyânet etmemeyi, herkese faydalı olmayı, devlete, kanunlara karşı, hiç isyân etmemeyi, herkesin hakkını vermesini emreder. Allahü teâlâ, devlet işlerine karışmayı emir etmedi. Devlete yardım etmeyi, fitne çıkarmamayı emretti. Bunun için Müslümanların Allahü teâlâdan haya etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Haya imandandır. Müslümanlık hayası zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirliği ve İslamiyete uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun, hepsini yanlış bilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kâfirleri sevmemeyi buyurmuştur. Bir kalbde iman bulunduğuna alâmet, kâfirleri sevmemektir. Fakat, sevmemek kalble olur. Onlarla ve herkesle iyi geçinmeli, kimseyi incitmemelidir. Ancak, zaruret ve ihtiyac îcâbı, geçici işbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile sevmek olmamalı ve zaruret bitince, sona ermelidir. Müslümanları kötü bilmemeli, sû’i zan etmemelidir. Yani, Müslüman olduğunu söyliyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmıyan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanı olduğunu anlamalı, dinden çıktı dememelidir. Fakat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri kâfir yapmağa uğraşır veya haramlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yahut Allahü teâlânın emirlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Bu kimse müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, hacca gitse de, müslüman denilemez. Müslümanları aldatan böyle iki yüzlüleri Müslüman sanmak, ahmaklık olur. Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Tövbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere Neces ve doksanbeşinci âyetinde Rics yani pis buyurdu. O halde, Müslümanların yanında, kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra’d sûresinin ondördüncü ve Mümin sûresinin ellinci âyetlerinde meâlen, “Bu düşmanların duâları netîcesizdir. Kabûl olmak ihtimâli yoktur” buyuruldu. Müslümanlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmaktan daha büyük nimet olmaz. Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki; “Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez.” İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzak olmazsa, bu sözüne inanılmaz. Dünya ve âhıret 13.3.2003 İman ile küfür birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de, dünyanın zıddıdır. Dünya ve âhıret bir araya getirilemez. Dünya, dinimize göre haram olan, insanlık için zararlı şeylerdir. Faydalı şeyler dünyadan sayılmız. Âhıreti kazanmak için, dünyayı yani haramları terk etmek lâzımdır. Dünyayı terk etmek, iki türlüdür: Birisi, bütün haram olan şeyler ile berâber, mubahları da, yani günah olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan mikdârını kullanmaktır. Yani tenbel ve işsiz olarak oturup da, dünyanın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamanını, ibâdet ile ve Müslümanların rahatları ve islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şeklide yapmak ve kullanmakla geçirmek ve durmadan çalışmaktır ve dünya zevkini böyle çalışmakta aramak ve bulmaktır. İslamiyetin emrettiği şeyleri yapmak için, bütün rahatı ve zevkleri fedâ etmektir. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi. İkincisi, dünyada haram ve şübheli şeylerden kaçıp mubahları kullanmaktır. Bu kısım da, hele bu zamanda, çok kıymetlidir. O halde, İslamiyetin haram ettiği şeylerden kaçınmak, her Müslüman için lâzımdır. Bunların haram olmasına önem vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen, yani Allahü teâlânın yasak etmesine aldırış etmeyen veya bunları beğenen, ne güzel diyen dinden çıkar. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacaktır. Allahü teâlânın haram etmesine önem verip, kabûl edip de, nefsine mağlûb olarak, aldanarak, bunları yapan ve sonra akıllarını toparlayıp pişman olanlar kâfir olmaz ve imanlarını kaybetmezler. Böyle kimselere “Günahkâr” denir. Bunlar, günahları sebebiyle, belki Cehenneme girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete kavuşacaklardır. Allahü teâlânın mubah ettiği, yani müsaade ettiği şeyler pek çoktur. Bunlarda bulunan lezzet, haramda bulunanlardan, fazladır. Mubah kullananları Allahü teâlâ sever. Haram kullananları sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, haram olan şeylerin sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubahlarda da vardır. Kur’ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünya, haramlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemiştir. İnsan âciz bir varlıktır 14.3.2003 Allahü teâlâ, insanları olgunlaştırmak ve kalblerindeki hastalıklarını tedâvî etmek için, ezelde merhamet ederek, Peygamberler göndermeği dilemiştir. Peygamberlerin, bu vazîfelerini yapabilmeleri için, itâat etmiyenleri korkutmaları, itâat edenlere müjde bildirmeleri lâzımdır. Âhirette, birinciler için azâb, ikinciler için sevâb bulunduğunu haber vermeleri lâzımdır. Çünkü insan, kendine tatlı gelen şeylere kavuşmak ister. Bunlara kavuşabilmek için, doğru yoldan sapar, günah işler. Başkalarına kötülük yapar. İnsanları kötülük yapmaktan korumak, dünyâda ve âhiretde râhat ve huzûr içinde yaşamalarını sağlamak için, Peygamberlerin gönderilmesi lâzımdır. Eski felsefecilerden bazıları, kendi görüş ve hayâlleri ile hâzırladıkları kitapların sürümlerini artırmak için, Peygambere inen kitaplarda okudukları ve bunlara inananlardan işittikleri, ahlâkı güzelleştirmek ve faydalı işler yapmak yollarını bunlara karıştırdılar. Allahü teâlâ, insanları zayîf yarattı, kendi kendilerine doğruyu bulmaları mümkün değildir. Ayrıca insanları muhtâc yarattı. Giyecek, yiyecek, barınacak, düşmandan korunmak gibi ve daha nice şeylere muhtâctırlar. Bir kimse, kendi ihtiyâclarını yalnızca hâzırlıyamaz. Buna ömrü yetişmez. İnsanların medeni olmaları yani, ortaklaşa çalışmaları, birlikte yaşamaları lâzımdır. Biri yaptığı âleti başkasına verir. Ondan, kendine lâzım olan başka birşey alır. Medenî, yanî birlikte yaşayabilmek için de, adâlet lâzımdır. Çünkü herkes muhtâc olduğuna kavuşmak ister. Arzû ettiğini başkası alırsa, alana kızar. Aralarında çekişme, zulüm, işkence başlar. Topluluk parçalanır. Toplulukta, alışverişi düzenlemek, adâleti sağlamak için, çok şey bilmek lâzımdır. Bunların en âdil olarak bildirilmesi lâzımdır. Bunları hâzırlamakta da anlaşamazlarsa, yine karışıklık olur. Bunun için, insanların üstünde bir âdil varlığın hâzırlaması lâzımdır. Kendi zevklerine, şehvetlerine düşkün olanlar ve kendilerini başkalarından üstün görenler, İslâmiyetin ahkâmını beğenmezler. Bu ahkâma uymak istemezler. Başkalarının haklarına saldırır, günah işlerler. İslâmiyete uyana sevap, uymıyana azap olacağı bildirilince, islâmiyetin düzeni kuvvetli olur. Bunun için, ahkâmı koyanın, cezâyı verecek olanın tanınması lâzımdır. Bunun için de, ibâdet yapılması emir olundu. Hergün ibâdet yaparak, O hâtırlanır. İbâdet, Onun varlığını ve Peygamberini ve âhiretdeki nimetleri ve azapları tasdîk etmekle, inanmakla başlar. Sıkıntının sebebi 15.3.2003 İnsan ancak İslamiyete uymakla rahat eder. İslamiyete uymak, yani haram işlememek ve dinin bütün emirlerini yerine getirmek de çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, İslamiyete tamam inanmaması demektir. Bu gibi insanlar, inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Lâf ile tasdîktir. Kalbde hakîkî tasdîkın, doğru imanın bulunmasına bir alâmet, İslamiyetin yolunda yürümekte kolaylık duymaktır. Allahü teâlânın feyzleri, nimetleri, ihsânları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet, irşâd ve selâmet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da almamak suretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen:”Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar” buyurulmuştur. Sıkıntıların sebebi insanın kendisidir. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır. Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı halde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her toplumun ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyada ve âhıretde rahat etmeleri ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur’ân-ı kerîmde bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya bildirdi. Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamıştır. Dünya ve ahıret saadeti için yapılacak işleri açık bir şekilde bildirmiştir. Bunlara uyan dünyada ve ahırette rahat eder. Nimetlere kavuşamamanın sebebi 16.3.2003 İnsanların, âhıretteki nimetlere nâil olmamaları, bu nimetlerden yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, dünya nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünya için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünya için çalışanlara verdiği dünyalıklar hakîkatte azap ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, yani Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Nitekim, Müminûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen, “Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyalıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nimet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar” buyurdu. Kalbleri, gönülleri Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep harâblıktır, felâketdir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvettir. Elektriğin aküde, pilde bulunması gibidir. Rûh,can ise, bedenin her yerinde bulunur. Kalb, nefse uyup, küfür veya günah yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu kula acırsa, küfür ve günah işlemesini istemez. O da, yapamaz. Acımazsa, işlemesini ister ve yaratır. Karşılığını da verir. O halde insanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir. Kalbinin İslamiyete uymayıp, nefsine uymasıdır. Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu. Kimse kötülük yapmaz, herkes Cennete giderdi, gibi bir soru akla gelebilir. Buna şöyle cevap verilebilir: Mesela, su, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakda, sel suları evleri yıkmaktadır. Soğuk su içen, hasta olmaktadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek için, kışın ısınmak için lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmaktadır. Elektrik, çok yerde işimize yaradığı halde, yangına sebep olmakta, insana çarpınca, hemen öldürmektedir. Her ilâc, bir derde devâ olduğu halde, fazlası zararlı olmakdadır. Herşey de böyledir. Nefs de bunlar gibidir. Hem faydalı, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünya için çalışmaları ve âhıret için cihâd sevapı kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice faydalar için yarattı. Kalb, ruh ve nefis 17.3.2003 İnsanoğlunun yaşayabilmesi, hayatiyetini devam ettirebilmesi için nefse ihtiyaç vardır. Fakat, nefis, kendi haline bırakıldığı zaman da zararlı olmaktadır. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek, acıyarak, nefse hâkim olup, bu zararlı arzûlarını önlemeleri için, aklı da yarattı. Akıl, insan dimâgı vâsıtası ile, his uzvlarından, şeytândan ve nefisden kalbe gelen arzûları inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Allahü teâlâ, ayrıca Peygamberler göndererek, hangi şeylerin faydalı, iyi ve hangi şeylerin zararlı, fenâ olduklarını ve nefsin bütün arzûlarının kötü olduğunu bildirdi. Akıl, nefsin isteklerini, Peygamberlerin iyi dedikleri şeylerden ayırıp, kalbe bildirir, kalb de, aklın bildirdiğini ihtiyâr ederse, yani tercîh ederse, nefsin arzûlarını yapmağı irâde etmez. Yani dimâg, beyin vâsıtası ile, hareket uzvlarına bunu yaptırmaz. Kalb, İslamiyetin iyi dediklerini, ihtiyâr ve irâde eder ve yaptırırsa, insan saadete kavuşur. Kalbin, iyiden, kötüden birini ihtiyâr ve irâde etmesine “Kesb” denir. İnsanın hareket organları, dimâgına, dimâg da kalbine tâbi’dir. Kalbin emrine uygun hareket ederler. Kalb, dimâg vâsıtası ile his organlarından ve rûh vâsıtası ile taraf-ı ilâhîden ve akıldan, melekten, hâfızadan, nefisden ve şeytândan gelen tesîrlerin toplandığı bir merkezdir. Kalb, akla uyunca, nefsin yaratılmış olması, insanların sonsuz nimetlere kavuşmalarına mani olmaz. Kalbin nefse aldanmaması, ona uymaması, nefs ile “Cihâd-ı ekber” olur. Allahü teâlâ, cihâd edenlere, Cennette yüksek dereceler vereceğini bildiriyor. Nefis, insanların cihâd sevabına kavuşmalarına, meleklerden üstün olmalarına sebeb olmaktadır. Kalb, ruh ile nefs arasındaki bir köprü gibidir. Marifetler, feyzler kalbe ruh vasıtası ile gelir. Kalb, his organlarına da bağlıdır. His organları, ne ile meşgul olursa, kalb ona bağlanır. İnsan güzel bir sey görünce, güzel bir ses duyunca, kalb bunlara bağlanır. Ruha veya nefse tatlı gelenleri sever. Bu sevgi insanın elinde olmaz. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel, tatlı gelen şey demektir. İnsan, çok defa hakiki güzelliği anlıyamaz. Kalbi, nefsin elinden kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi kuvvetlendirmek gerekir. Bu da, Resulullaha uymakla olur. Kalbini, nefsinin pençesinden kurtaran kimse, bir evliyanın Resulullahın varisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar. Allahı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Onlara merhamet yok! 18.3.2003 Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyada karşılığını verdiği halde, âhırette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur. Nitekim Hûd sûresi, onbeşinci âyetinin tefsiri şöyledir: “Görüşleri kısa, akılları eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip her iyiliği, şöhret, mevki ve hürmet gibi dünya rahatlıklarını ve lezzetlerini kazanmak için yapıyor. Bu yaptıklarının karşılıklarını dünyada kendilerine tamamen verir, umduklarından birini esirgemeyiz. Bunların âhıretteki kazançları, yalnız Cehennem ateşidir. Çünkü, iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları yalnız, bozuk niyetlerinin karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmıştır. Hırs ve şehvetleri için, gösteriş için yaptıkları iyilikleri âhırette kendilerine yaramıyacak, bunları Cehennemden kurtaramıyacakdır”. İsrâ sûresinde, onsekizinci âyetinin tefsiri de şöyle: “Görüşleri ve akılları, bu dünya çerçevesine sıkışmış olanlar, âhıreti bırakarak dünyanın çabuk geçici zevklerinin arkasında koşuyor. Gece gündüz düşüntükleri ve sıkıntılara katlanarak özledikleri bu nimetlerden, dilediğimizi, istediklerimize kolaylıkla ve bol bol veririz. Fakat, bunlara böylece iyilik etmiyoruz. Cehennem azâbını hâzırlıyoruz. Bunlar âhırette rahmetten uzaklaşdırılıp, kötü bir halde, Cehenneme sürükleneceklerdir. Herbiri çabuk biten ve arkasından sıkıntılar ve felâketler bırakan bu dünya lezzetlerine bağlanmayıp da, va’d ettiğim sonsuz ve hakîkî ve hiç değişmeyen âhıret nimetlerini istiyerek, gösterdiğim ve beğendiğim iyilikleri yapanlara gelince, bunlar, Kur’ân-ı kerîmde bildirdiğim yolda yürüdükleri için, bütün iyiliklerini beğeniriz. Dünyada, hem dünyanın âşıklarına, hem de sözlerime inanıp emrlerimi yapanlara istediklerini veririz. Kimseyi umduğundan mahrûm bırakmayız. Nimetlerimizi hepsine serperiz. Senin Rabbinin nimetlerinin yetişmediği kimse yoktur” İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: “Doğru imanın alâmeti, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsus olan ve kâfirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerine hakaret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, habibi olan Muhammed aleyhisselama, islâm düşmanları ile savaşmayı ve onlara sertlik göstermeyi emrediyor. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allaha düşman olmaya sürükler. “ Nimetler geçici ve aldatıcıdır 19.3.2003 Bu dünya nimetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi’ olmadıkça, herşey, hiçdir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhıretde ele birşey geçmez. Muhammed aleyhisselam, mahbûb-i Rabbil’âlemîndir. Yani Allahü teâlânın sevgilisidir. Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir. İslam âlimlerinin büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm efendi buyurdu ki: “Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed “aleyhisselâm” ise, her zamanda, her memleketde, yani dünya yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu güç birşey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu medhedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yoktur.” Allahü teâlâ, “Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım!” buyurmuştur. Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisinde toplamıştır. Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gayet nûrânî benizlisi idi. Mubârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gayet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezbederdi. Aklı o kadar çokdu ki, Arabistân yarım adasında, sert, inâdcı insanlar arasında gelip, çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabr ederek, onları yumuşaklığa ve itâ’ate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp Müslüman oldu ve dîn-i islâm yolunda babalarıyla ve oğullarıyla mücadele etti. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıtdı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayrân bıraktı. Görenler ve işitenler seve seve Müslüman oldu. Dünya ve ahıret saadetine kavuşabilmek için Müslüman olmak, Muhammed aleyhisselama tam ve kusursuz tâbi’ olmak ve Onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını, ona inanmayanları düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı îcâb eder. En büyük mu’cize 20.3.2003 Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselam kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyahat etmeyen ve geçmişlerden ve etrafdakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrâtta ve İncîlde ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dinden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini huccet ve delilleri söyliyerek susturdu. Peygamberimiz, en büyük mu’cize olarak Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, altıbinikiyüzotuzaltı âyetinden biri gibi söyliyemezsiniz diye meydan okuduğu halde, kimse, bindörtyüz bu kadar seneden beri, dünyanın her tarafında bütün islâm düşmanları elele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları halde, söyleyemedi. Şimdi de, milyon dolarlar dökerek ve yahûdî, papaz, mason güçlerini kullanarak, çalıştıkları halde söyleyemiyorlar. Hele o zaman, arablarda, şiir, edebiyât herşeyden ileri gidip en güvendikleri başarıları olduğu halde, Kur’ân-ı kerîm karşısında, birşey söyleyemediler. Kur’ân-ı kerîme böyle galebe çalamayınca, çokları insâfa gelip Müslüman oldu. İman etmeyenleri de, İslamiyetin yayılmasını önlemek için, döğüşmeğe mecbûr oldu. Kur’ân-ı kerîmde kimsenin yapamayacağı, söyleyemiyeceği şeyler sayılamıyacak kadar çoktur. Burada altısını bildirelim: Birincisi: Îcâz ve belâgatdır. Yani az söz ile ve pürüzsüz ve kusursuz olarak, çok şey anlatmaktır. İkincisi: Harfleri ve kelimeleri, arab harflerine ve kelimelerine benzediği halde, âyetler, yani sözler ve cümleler, onların sözlerine ve şiirlerine ve hutbelerine hiç benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, insan sözü değildir. Allah kelâmıdır. Kur’ân-ı kerîmin yanında onların sözleri, cam parçalarının elmasa benzemesi gibidir. Dil mütehassısları bunu pek iyi görüyor ve teslîm ediyor. Üçüncüsü: Bir insan, Kur’ân-ı kerîmi ne kadar çok okursa okusun bıkmıyor, usanmıyor. Arzusu, hevesi, sevgisi ve zevki artıyor. Hâlbuki, Kur’ân-ı kerîmin tercümelerinin ve başka şekillerde yazmalarının ve diğer bütün kitapların okunmasında, böyle arzu ve lezzet artması olmuyor. Usanç hâsıl oluyor. Yorulmak başkadır, usanmak başkadır. Dördüncüsü: Geçmiş insanların hâllerinden bilinen ve bilinmeyen birçok şey Kur’ân-ı kerîmde bildirilmekdedir.Beşincisi: İlerde olacak şeyleri bildirmekdedir ki, bunlardan çoğu zamanla meydana çıkmış ve çıkmaktadır. Altıncısı: Kimsenin hiçbir zamanda, hiçbir sûretle bilemiyeceği ilimlerdir ki, Allahü teâlâ, evvelîni ve âhırîni Kur’ân-ı kerîmde bildirmiştir. Hiçbir kusur görülmemiştir 21.3.2003 Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği halde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmağa ve sözünü dinlemeğe tâkat getiremezdi. Peygamberimiz, büyük bir şehirde, herkesin arasında doğup, yetişmiş, kırk sene birlikte yaşayıp, bir kitap okumamış, seyahat etmemiş, şiir söylememiş ve nutk vermemiş iken, birdenbire, kimsenin söyliyemiyeceği ve altısını bildirdiğimiz incelikleri ile, her sözün ve her kitapın üstünde bir kitap getiren ve güzel huyları ve üstün hâlleri ile, bütün insanların ve Peygamberlerin her bakımdan en iyisi olan bir kimsenin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olduğu, akıl ve vicdân sâhibleri için, pek açık bir hakîkattir. İnsanoğlu ancak böyle bir peygambere tabi olmakla kurtuluşa erebilir. Ona tâbi’ olmak İslamiyeti beğenip, seve seve yapmak ve Onun emirlerini ve İslamiyetin kıymet verdiği, üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip, hurmet etmektir ve Onun dînini yaymağa uğraşmak demektir ve Allahü teâlânın emirlerine uymak istemeyenleri sevmemektir. Ona uymuş olmak için sünnetlerine yapışıp, bidatlerden kaçmak gerekir. Peygamberimiz, “Bid’at sâhibi olanlara, hurmet eden, dirilerini ve ölülerini medheden, bunları büyük bilen, dîn-i islâmı yıkmağa, dünyadan kaldırmağa yardım etmiş olur” buyuruyor. Peygamberimizin zamanında ve onun dört halîfesi zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan, uydurulan ve ibadet kabul edilen sözlere, yazılara, usûllere ve işlere bidat denir. Her Müslüman, hem imanını korumağa, kaptırmamağa çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmıyan kâfirleri sevmemelidir. Fakat, sevmediklerine de, kötülük, zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid’at sâhiblerine tatlı dil ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketten kurtulmalarına, saadete kavuşmalarına çalışmalıdır. Mazher-i Cân-ı Cânân buyuruyor ki, “Kâfirleri ve bid’at sâhiblerini ve açıkca günah işlemeğe devam eden fâsıkları sevmememiz emrolundu. Bunlarla konuşmamalı, evlerine, toplantılarına gitmemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Zaruret ve ihtiyac olduğu zaman, zaruret mikdârı kadar, bu yasaklara izin verilmiştir. Fakat yine de kalben onları sevmemelidir. Ana-babanın sorumluluğu 22.3.2003 Dinin, sonraki nesillere intikalinde çocukların, gençlerin rolü büyüktür. Bunun için çocuklara önem verip, İslam dini üzere yetiştirmek gerekir. Onların da dünya ve ahıretini sağlamamız gerekir. Bunun önemini Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” pek çok hadis-i şeriflerinde ifade buyurmuşlardır: “Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mes’ûl olacaksınız”. Bir kere de buyurdu ki, “Çok Müslüman evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir. Çünkü, bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evlâdlarına Müslümanlığı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmiyenler, Cehenneme gideceklerdir”. Yine buyurdu ki, “Çocuklarına Kur’ân-ı kerîm öğretenlere veya Kur’ân-ı kerîm hocasına gönderenlere, öğretilen Kur’ânın her harfi için, on kerre Kâ’be-i mu’azzama ziyâreti sevapı verilir ve kıyâmet günü, başına devlet tâcı konur. Bütün insanlar görüp imrenir”. Yine buyurdu ki, “Çocuklarınıza namaz kılmasını öğretiniz. Yedi yaşına gelince, namazı emrediniz!” Yine buyurdu ki, “Bir Müslümanın evlâdı ibâdet edince, kazandığı sevap kadar, babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günah öğretirse, bu çocuk ne kadar günah işlerse, babasına da o kadar günah yazılır” İbni Âbidîn kitabında buyuruyor ki, “Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebeb olan kimse, günah işlemiş olur”. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki, “Kızların, kadınların açık gezmeleri haramdır. İnce, dar, süslü, renkli şeylerle örtünerek gezmeleri de haramdır. Böyle gezenler, Allahü teâlâya âsî oldukları, günaha girdikleri gibi, bunların başında bulunan, baba, koca, birâder ve amcadan hangisi, böyle gezmeğe rızâ verir ise, bu da, ısyân ve günahda ortak olur” Dînin temeli, imanı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermişdir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslamiyet yıkılır, yok olur. İyilikler yayılmazsa... 23.3.2003 Allahü teâlâ, Müslümanlara “Emr-i ma’rûf” yapmağı emrediyor. Yani, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve “Nehy-i anilmünker” emrediyor. Yani, yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, “Birbirinize Müslümanlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez”. Ve buyurdu ki, “Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevapa göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevapı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker sevapı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir”. İbni Âbidîn kitabında, “Fıkh âliminin Müslümanlara sağlatığı faydanın sevapı, cihâd sevapından çoktur” diyor. Bunun için öncelikle çocuklarımıza dinimizi öğretmeliyiz. Çünkü, çocuk, ana baba elinde bir emânetdir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemişdir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara iman, Kur’ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmağa alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadette anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın günahı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Tahrîm sûresinde altıncı âyet-i kerîmenin meâlinde, “Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!” buyurulmuştur. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı ve farzları ve haramları öğretmekle ve ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenâlıkların başı, kötü arkadaştır. Peygamberimiz “Bütün çocuklar Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları hıristiyan, yehûdî ve dinsiz yapar” sözü ile Müslümanlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en önemli işin, gençlikte olduğunu bildiriyor. O halde, her Müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına İslamiyeti ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmektir. Evlâd, büyük nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için çocuk terbiyesi, islâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. İstikbal gençlerde 24.3.2003 Dinimizin yayılmasında, devamında gençlerin önemli bir rolü vardır. İslâm dînine karşı olanlar da, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, asrımızın en tehlikeli dinsizlik ocağı olan örgütler, “Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetişdirmeliyiz” diyorlar. Siyonistler, İslamiyeti yok etmek ve Allahü teâlânın emrlerinin öğretilmesini ve yaptırılmasını engellemek için “Gençlerin kafalarını yormamalıdır. Din bilgilerini büyüyünce kendileri öğrenirler” ve “Hepimiz bütün kudretimiz ile, iman hürriyyeti fikrini dünyaya yaymağa sarılmalıyız ve verdiğimiz kararları her memlekete yerleştirmeliyiz. Din kardeşliğini yok edip, bunun yerine mason kardeşliği getirmeliyiz. Dinleri yok etmekten ibâret olan mukaddes gayemize, bu sûretle kavuşacağız” diyorlar. Bunun için, Müslümanlar din câhillerinin hîlelerine, yalanlarına aldanmamalı, onların okşayıcı, aldatıcı, yardımsever sözlerine inanmamalıdır. Müslümanlar, birbirlerine “Emr-i ma’rûf” ve “Nehy-i münker” yapmalı, dinimizin emirlerini yaymalı ve yasaklarına mani olmaya çalışmalıdır. Bugün, her memleketde gençlere, kemiklerinin, adalelerinin, ellerinin, ayaklarının, hâsılı her uzvunun kuvvetlenmesi, güzelleşmesi ve âhenkli olması için, beden hareketleri, kültür-fizik öğretiliyor ve yaptırılıyor. Beyin çalışmalarının ve rûhî faâliyetlerinin gelişmesi ve yenilenmesi için matematik ve psikoloji kâideleri ve tatbîkâtı ve kanlarını harekete getirerek hücrelerini temizletecek ekzersiz fizikler ezberletiliyor ve yaptırılıyor. Bütün bunlar ve dünya işlerinde lâzım olacak bilgiler, bir ders ve vazîfe hâline konup çalıştırılırken; dünya ve âhıretin hakîkî saadetini ve insanların rahat, huzur ve her türlü gelişme ve ilerlemesini ve Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazandıracak olan imanın, islâmın, farzların, vâciblerin ve sünnetlerin ve helâlin öğretilmesi ve yapdırılması ve haramların ve kâfirliğe sebeb olan şeylerin öğretilip, bunlardan sakınılması bir kabâhat ve vicdânlara tecâvüz şeklinde gösterilir ise, doğru mu olur? Bugün, bütün hıristiyan memleketlerinde, bir çocuk dünyaya gelir gelmez, buna kendi dinlerinin îcâblarını yapıyorlar. Her yaştaki insanlara, yehûdîliği ve hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Fakat Müslümanların imanlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan yapmak için, sandık doluları kitap, broşür ve filmleri islâm memleketlerine gönderiyorlar. Bu yapılanlar Batı’nın inanç özgürlüğünde samimi olmadığın göstermektedir. Din ve vicdan hürriyeti 25.3.2003 Amerika ve Avrupa, Müslüman çocuklarını dinlerinden uzaklaştırmak ve ahlaksızlığa yönlendirmek için sinsice hazırlanmış kitaplar, filmler piyasaya sürüyor. Meselâ, hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmı, Allahü teâlânın (hâşâ) oğlu sanıyor ve Allahü teâlâya “Baba”, “Allah baba” diyorlar. Yazdıkları romanlarda ve filmlerde, “Allah baba bizi kurtarır” gibi şeyler söylüyorlar. Hâlbuki, dinimize göre Allahü teâlâya “Baba”, “Allah baba” diyen kimsenin imanı gider, kâfir olur. İşte bunun gibi, daha nice yollarla, gençliğin imanını, sinsice çalıyorlar. Bu uğraşmalarına, insanlığa hizmet, demokrasi rejiminin bahşettiği bir hak ve hürriyet diyorlar da, bir Müslümanın, bir din kardeşine, Allahü teâlânın emirlerini hâtırlatmasına, din propagandası, gericilik ve vicdân hürriyetine tecâvüz denirse, haksızlık olmaz mı? Batı, Müslüman olmıyanların, Müslümanlığa karşı nazariyyeler, fikirler yürütmesi, gayet tabî’î karşılayıp da, Müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri hakîkî, doğru Müslümanlıktan bahsetmesine ve Muhammed aleyhisselâmın ışıklı yolunu göstermesine gericilik ve yobazlık gibi isimler takarak, terörist şeklini vermeğe, bu masûmları, lekelemeğe kalkışmak, bir gericilik, bir yobazlık değil midir? Bu temiz rûhlu, ileriyi görüşlü, ilme, ahlâka, fenne, fazîlete koşan faydalı insanlara ibtidâî, gerici adam demek ve Müslümanlığı beğenmiyenlere asrî, aydın ve uyanık insan demek, bir kin ve bozgunculuk olmaz mı? Bir tarafdan, din serbesttir, Allah ile kul arasına girilmez, herkes vicdânının ilhâmına göre Allahını tanır ve tapar sözünü ileri sürerek, Emr-i ma’rûfu ve Nehy-i münkeri durdurup, ecdâdımızdan mîrâs kalan imanımızı söndürmeğe çalışıp, diğer taraftan, Müslümanlığı bozmak, yok etmek için, misyonerlerin, hîleler ve plânlar ile hâzırladıkları zehrli kitap ve dergiler yaldızlı reklâmlarla gençliğin önüne sürülürse, Müslümanlar incinmez mi? Kâfirler, Müslümanlığı dünyadan kaldırmağa uğraşıyor, bu çalışmalarında öncülüğü İngilizler yapıyor. Bütün gayretlerine rağmen, gençlerin, Müslümanlığı merâk edip araştırmağa başlamasına bile, tahammül edemiyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri kulaklarına gelince, tepeden tırnağa kin ve intikâm ateşi ile kızıyorlar. Dergilerinde, gazetelerinde, televizyonlarında sarık, tesbîh, sakal resimleri yaparak, hortlatılan kara kuvvet: İrticâ, diyorlar. Batının, din ve vicdan hürriyeti sloganı tamamen yalan ve hiledir. Hürriyet sadece Hıristiyanlar içindir. Kendileri için tehlike olarak gördüklerinde bütün inançları yok ediyorlar. Manevi değerlere hürmet 26.3.2003 Müslümanlar, birbirine hurmet eder, yardıma koşar. Din yolunda ve dünya işlerinde sıkıntıda görünce kurtarırlar. Ramazân-ı şerîfe, oruc tutanlara, câmilere, ezâna, namaz kılanlara, Allah yolunda yürüyenlere sevgi ve saygı gösterir. Kur’ân-ı kerîm okunurken, sessizce ve saygı ile dinlerler. Kur’ân-ı kerîmi her kitapın üstünde bulundurup, üstüne birşey koymazlar. Çalgı ve içki âlemlerinde, oyun arasında, eğlence yerlerinde okumazlar. Uygunsuz okunurken, susduramazlar ise, dinlemeyip uzaklaşırlar. Kur’ân-ı kerîmi veya yapraklarını veya satırlarını veya kelimelerini ve bütün muhterem ve mubârek ismleri ve yazıları, hakîr ve aşağı yerlerde görünce, kalbleri sızlayıp hemen kaldırırlar. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. Kâfirlerin, turistlerin de mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırmazlar.Kanûnlara karşı gelmezler. İslâmın güzel ahlâkı ile yaşıyarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. Kâfirler ise, Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidi ve bütün mubârek isimleri ve yazıları, hürmetten, kıymetten düşürmeğe çalışır. Bunları, Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ve şekillerde okurlar ve okuturlar. Temsillerde, mizâhlarda, komedilerde, karikatürlerde, filmlerde, televizyonlarda ve radyolarda, Müslümanlarla ve din büyükleri ile ve Allahü teâlânın emirleri ile alay ederler. Bütün buralarda Müslüman olarak pis, gülünç bir serseriyi gösterirler. Yani, Müslümanları ve Müslümanlığı tahkîr ederek, onu sevimsiz ve nefrete şâyân olarak tanıtırlar. Müslüman büyüklerine ve Müslümanlığın büyük tanıdığı şeylere çirkin ismler takarlar. Müslümanlar, bu gibi gösterileri ve sözleri ve yazıları ve gazeteleri görmeğe, dinlemeğe gitmemeli ve almamalı ve okumamalıdır. İmanlarını çaldırmamak için, çok uyanık olmalıdır. Bir din âlimini beğenmiyen veya bir din kitapını kusurlu, hatâlı bulan bir kimse, eğer namaz kılıyor, oruc tutuyor, haramlardan sakınıyor ise, bu kimsenin sözü veya yazısı incelenmeğe, o âlim veya kitap üzerinde durulmağa değer. Din kitapına, din adamına, dil uzatan kimse, ibâdet yapmıyor ve haramdan sakınmıyor ise, onun sözünün bir iftirâ, bir din düşmanlığı olduğunu anlamalı ve inanmamalıdır. Din adamlarını din kitaplarını lekelemek, bugün din düşmanlarının âdeti ve silâhı olmuşdur. Âlimin kıymetini ancak âlim anlar. Gülün kıymetini bülbül, altının ayârını kuyumcu, incinin hâlisini de ancak kimyâger anlar. Müslüman nasıl olmalı 27.3.2003 Müslümanlar, Allahü teâlânın yasak ettiği, zararlı şeyleri almaz, kullanmaz, dinlemez, okumaz ve bakmaz. Kimseye kötülük yapmaz. Kendine zarar verene karşılık yapmaz. Sabır eder. Ona tatlı dil ile, güler yüz ile nasîhat verir. Müslümanlar, Allahü teâlânın emrettiği iyi şeyleri öğrenmek, öğretmek ve yapmak için uğraşır. Fen bilgilerini kâfirlerde de araştırır. Târîh boyunca, insanlığın üstün bir varlık olduğunu düşünemiyenler, islâm dînine düşmanlık etmiş, gençleri aldatmağa uğraşmış ve hiç ummadıkları bir zamanda yıkılıp, o, sımsıkı sarıldıkları dünya zevklerini bırakmış, Cehenneme gitmişlerdir. Çoğunun ismi unutulmuş, nâm ve nişanları kalmamış, fakat islâm güneşi nûrunu dünyaya yaymağa devam etmiştir. Din cahilleri, dünyanın dışı tatlı, içi acı olan ve dışı yaldızlı, içi zehrli olan ve başlangıcı hoş, sonu boş olan rahatlığına ve güzelliğine sarılıyor. Müslümanlar, Kur’ân-ı kerîmin emirlerine, yani Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmalı ve bu ışıklı yolda ilerlemeğe durmadan çalışmalıdır. Dinde sonradan meydana çıkan, din düşmanları, “Dinde reformcular” tarafından ve câhil, ahmak kimseler tarafından uydurulan, bid’atlerden sakınmalıdır. İslamın cihad emrini istismar eden, Seyyid Kutup gibi mezhepesizlerden ve bunların kitaplarından da sakınmalıdır. Cihâd, câhil ana, babaların ve dünya çıkarları için uğraşan papazların ve keyfleri, zevkleri için zulüm, işkence yapan şeflerin aldattığı, inlettiği insanları küfürden, felâket yolundan kurtarmak, onları güç kullanarak, islâm ile şereflendirmektir. Cihâd, küfür, işkence ve kötülük içinde yetiştirilmiş, karanlığa atılmış zevallıları, islâm ışığı ile aydınlanmalarına mani olan diktatörlerin, sömürücülerin zararlarını yok etmek için, cânını, malını fedâ etmektir. İnsanları, sonsuz Cehennem azâbından kurtarmak, sonsuz Cennet nimetlerine kavuşturmak için yapılır. Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Ferdlerin başkalarına saldırmalarına cihâd değil, çapulculuk, barbarlık denir. Cihâda katılamıyanın, duâ etmesi farzdır. Kâfirler, cihâd sayesinde zâlimlerin işkencelerinden kurtularak iman ile şereflenir. İslamiyeti duyup, anladıktan sonra, iman etmeyenlerin dînine, cânına, mâlına dokunulmaz. Bunlar, islâmın adâleti, şefkati altında hür ve rahat yaşar. Cihâd sâyesinde, hiçbir kâfir, işitmedim, bilseydim inanırdım diyemiyecektir. Müslümanların dini yaymak için çalışması farzdır. Çalışılmaz ise bütün insanlığa büyük kötülük etmiş olur. 28.3.2003 İmanın temeli İmam-ı Gazali hazretleri “Kimyâ-i saadet” kitabında diyor ki: Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir” Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma, “Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikce ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikce, hiç faydası olmaz” buyurmuştur. Her mümin, kâfirleri, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete, inanaları yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkin ise, hareketlerinde belli etmelidir. Kötü kimselerle arkadaşlık etmemeli, günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır. Zâlimlerden, Müslümanlara eziyyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız kendisine zulmedenleri af ve zulmlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir. İslam büyüklerimizden bazıları, fâsıklara ve zâlimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasîhat ederdi. Fâsıklara ve zâlimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, câhiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslamiyete uymakta gevşek olanlar, kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı sanır. İslamiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, “Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım” buyuruldu. Bid’at sâhiblerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak istiyenleri de sevmemek, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır. İmanı olup ibâdet eden fakat , yalancı şâhidlik, haksızlık, yalan, dedikodu, iftirâ, alay gibi hareket ve söz ve yazıları ile Müslümanları incitenlerle konuşmamak, onları sevmemek lâzımdır. İmanı olup da ibâdet etmiyenlere, kumar oynamak, içki içmek gibi haram işliyen, fakat Müslümanları incitmiyen fâsıklara karşı yumuşak davranıp, nasîhat etmeli, yola gelmezlerse, görüşmemeli, fakat hasta olunca ziyâret etmeli ve selâmına cevâb vermelidir. Söz ile, yazı ile ve kaba kuvvet ile Müslümanlara saldırmayan kâfirlere tatlı söz, güler yüz göstermeli, kimseye kötülük yapmamalıdır. Onları kalben sevmemelidir. Kafiriler sevilir mi? 29.3.2003 Müminin kâfiri sevmesi üç dürlü olur. Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü, onun dîninden râzı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, imanı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kâfire dost görünmektir. Bu yasak değildir. Üçüncüsü, ikisi ortasıdır. Onlara meyl eder, yardım eder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu muhabbet küfre sebeb olmaz ise de, câiz değildir. Çünkü bu muhabbet, zamanla dînini beğenmeğe sebep olur. Müseylemetül-kezzâbın adamları iki sahâbîyi yakaladı. Birisine, “Muhammedin peygamber olduğuna inanıyor musun?” dedi. Evet dedi. “Benim de peygamber olduğuma inanıyor musun?” dedi. Buna da evet dedi. Müseyleme, kendisinin Benî Hanîfe kabîlesine peygamber olduğuna, Muhammed aleyhisselâmın Kureyş kabîlesine peygamber olduğuna inanıyordu. Bunu serbest bırakdı. Diğerini getirdiler. Buna da sordu. Birinci süâle evet, ikincisine, ben sağırım dedi. Bunu öldürdü. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber alınca, “İkincisi, imanı üzere şehîd oldu. Birincisi, Allahü teâlânın verdiği izne tâbi’ oldu” buyurdu. Nahl sûresinin 106. cı âyet-i kerîmesi meâlen, “İkrâh ile (korkutularak) kalbi iman ile dolu iken küfür söyleyen af olur” olup, ikrâh olunca, küfre izin vermektedir. Âl-i İmrân sûresinin 28. ci âyetinde meâlen, “Müminler, müminlerden başka, kâfirleri sevmesinler. Onları seven, Allahü teâlâyı sevmiş olmaz. Zarûret olunca, onlara dostluk göstermek câiz olur” buyuruldu. Tefsîr alimleri bu âyet-i kerîmenin , kâfirleri sevmeği haram etttiğini bildirmişlerdir. Âl-i İmrân sûresinin 118. ci âyet-i kerîmesi meâlen, “Ey müminler! Mümin olmıyan kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!” ve Mücâdele sûresinin 2. ci âyet-i kerîmesi meâlen, “Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, Allahın ve Resûlünün düşmanlarını sevmez” ve Mâide sûresinin 54. cü âyet-i kerîmesi meâlen, “Ey iman edenler! Yehûdîleri ve Hıristiyanları sevmeyiniz!” ve Mümtehine sûresinin birinci âyeti meâlen, “Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarımızı sevmeyiniz” ve Tövbe sûresinin 72. ci âyeti meâlen, “Müminlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler” buyurulmuştur. Bu âyetler, kâfirleri sevmeği haram etmektedir. Kimler dost edinilir? 30.3.2003 Bazı çevreler, Hıristiyanları, Yahudileri kendilerine dost edinmektedirler. “Tesavvuf, herkesle iyi geçinmektir, herkese karşı hoşgörülü olmaktır” diyorlar. Halbuki, Allahü teâlâ, Tövbe sûresinin 74. cü âyetinde Resulüne meâlen, “Ey Peygamberim! Kâfirlerle, münâfıklarla cihâd et! Onlara düşmanlık yap!” buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, kâfirlere düşmanlık, onlarla cihâd idi. Kafirlerle dost olanlar, Resûlullahın yolundan ayrılmışlar, başka yol tutmuşlar. Tuttukları yol, dalâlet yoludur. Doğru yoldan çıkmaktır. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, Allahü teâlânın kâfirlere düşman olduğunu, açıkca bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu sevmiş olur mu? Kâfirler , Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, “Bugz-ı fillah” farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduracakların en üstünü olmaz ve imanın kemâline sebeb olmazdı. Hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, Allahü teâlânın düşmanlarını düşman bilmezse, hakîkî iman etmiş olmaz. Müminleri Allah için sever ve kâfirleri düşman bilirse, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur” buyuruldu. Bir hadîs-i şerîflerde, “Bir kimse, Allahın dostlarını sever, düşmanlarını düşman bilirse ve Allah için verir ve Allah için vermezse, imanı kâmil olur”,”İsyân edenlere düşmanlık ederek, Allaha yaklaşınız!”, “Allahü teâlâ, bir Peygambere vahy etti ki, falan âbide söyle: Dünyada zühd ederek, nefsini râhata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yapdın? Âbid sordu: Yâ Rabbî! Senin için ne yapılır? Allahü teâlâ buyurdu: Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?” Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkca, sözüne inanılmaz. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, “Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemekdir. İki zıd şey, birlikde sevilemez”. İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzaklaşmazsa, bu sözüne inanılmaz. Âl-i İmrân sûresinin 28. ci âyetinde meâlen, “Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor” buyurdu. Bu büyük tehdîd, kafirleri sevmenin çirkinliğinin çok büyük olduğunu gösteriyor. “Mümin olmıyanı dost edinemem” 31.3.2003 Geçmişte, İslamiyet karşısında, kâfirler türlü yollar tutmuş, kollara ayrılmış ise de, iki kısımda toplanmışlardı: Birinci kısımdakiler, dünya işlerini ve ibâdetlerini yapıp Müslümanlara saldırmaz. Bunlar, islâmın kuvveti ve büyüklüğü karşısında, küçüklüklerini anlamış vergi vermeği kabûl ederek islâmın hâkimiyetine ve adâletine sığınmıştı. Böyle kâfirleri sevmemek, düşman bilmek lâzım ise de kalblerini incitmek haramdır. Böyle gayr-i müslim vatandaşa zulmetmek, Müslümana zulm etmekden daha fenâdır. Hayvana zulüm, işkence etmek, zimmîye etmekten daha fenâdır. İkinci kısım kâfirlere gelince, bunlar, islâm güneşinin parlamasına dayanamaz. Bütün devlet kuvvetleri ile, propaganda vâsıtaları ile, yalan ve çirkin iftirâlar yaparak, islâm dînini yıkmağa çalışırlar. Bu zavallılar, anlıyamıyor ki, İslamiyeti dünyadan kaldırmak, insanları saadetden, rahatlıkdan ve kurtuluşdan mahrûm bırakmak demektir ve kendilerini ve bütün beşeriyyeti, felâketlere, sıkıntılara sürüklemek, kısaca bindiği dalı kesmek demektir. Bu her iki kısım kafirlerle zaruret olmadıkça bunlarla dost olmamalı, onlardan uzak kalmalıdır. Hz.Ömere, burada Hîre halkından bir hıristiyan var. Hâfızası çok kuvvetli, yazısı da çok güzel, bunu kendine kâtib yaparsan çok iyi olur, dediler. Kabûl etmedi. “Mümin olmıyan birini dost edinemem” dedi. Ebû Mûsel eş’arî, Hz.Ömere, “Yanımda hıristiyan bir kâtibim var. Çok işe yarıyor” deyince, “Allahtan kork! Niçin, bir müslimân kâtib kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki, Ey müminler! Yehûdî ve hıristiyanları sevmeyiniz! âyetini işitmedin mi?” dedi. “Dîni onun, kâtibliği benim” dedim. “Allahü teâlânın hakîr ettiğine ikrâm etme! Onun zelîl etdiğini azîz eyleme! Allahın uzaklaştırdığına yaklaşma!” dedi. “Basrayı onun yardımı ile idâre edebiliyorum” dedim. “Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki, “Halîlullah olan İbrâhîm aleyhisselâmın o büyük makâmı bulması, Peygamberlerin ağacı olması, Allahü teâlânın düşmanlarından uzak olduğu içindi. Mümtehine sûresinin dördüncü âyetinde meâlen, “İbrâhîm aleyhisselâmda, sizin için ibret vardır” buyuruldu. İnsânı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturacak şeylerden hiçbiri, bu uzak kalma gibi değildir. Allahü teâlânın, küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtındandır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu çirkin işin cezâsıdır. İyiliklerin karşılığı 1.4.2003 Âhırette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsûstur. Dünyada yapılan hayrât ve hasenât, yani bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler Resûlullahın yolunda bulunmak şartı ile, âhırette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmıyanların yapdığı her iyilik, dünyada kalır ve âhıretin harâb olmasına sebeb olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâcdan başka birşey olamaz. Nitekim, dünyadaki faydalı ve hayırlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği, câmi yapmaktır. Câmi yapmanın, çok sevap olduğunu bildiren hadis-i şerifler vardır. Böyle olmakla beraber, Tövbe sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen: “Kâfirlerin câmi’ yapmaları câiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların câmi’ yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyâmetde kendilerine yaramıyacak ve Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkları için, Cehenneme girip, çok acı azâblarda sonsuz olarak cezâlandırılacaklardır” buyuruldu. Âl-i İmrân sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen: “Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din istiyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i islâma arka çeviren, âhıretde zarar edecek, Cehenneme girecekdir” buyuruldu. Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saadete kavuşamaz. Nisâ sûresi, onüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen: “Allahü teâlânın ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emirlerine aldırış etmiyenler, beğenmiyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaclara kâfi değildir diyenler, kıyâmetde Cehennem ateşinden kurtulamıyacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azâb vardır” buyuruldu. Nisâ sûresi yüzyetmişikinci âyet-i kerîmesinin tefsirinde: “Muhammed aleyhisselâma inanıp, âhırete yarayan işleri yapanlara (yani İslâmiyete uyanlara), Allahü teâlâ, va’d ettiklerini verecek ve ayrıca çok ihsân yapacaktır. Allahü teâlâya ibâdet etmeği, yani Muhammed aleyhisselâma itâat etmeği, aşağılık, gericilik sanıp, kendilerine asrî ve münevver diyerek, büyüklük taslıyanlara, çok azâb edecektir. Kendilerini herkesin üstünde sanan bu kâfirleri, Cehennemden kurtaracak bir yardımcı, Allahü teâlâdan başka bir kuvvet sâhibi bulunmıyacakdır” buyuruldu. Tohumu ekmeyep yiyenler 2.4.2003 Bu dünya, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan katkat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar tâli’siz ve ahmaktır. Kardeşin kardeşden kaçacağı, ananın evlâdını tanımıyacağı o gün için, hazırlanmıyorlar. Böyle kimseler, dünyada da, âhırette de zarardadırlar ve sonunda pişman olacaklardır. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünya lezzetleri ile zevklenmek için değil, bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayrlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen katkat fazla meyveleri toplamak istemelidir. Cenâb-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayrlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nimetler ihsân edecekdir. Peygamberine tâbi’ olmıyan, İslamiyeti beğenmiyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır. Niçin böyle sonsuz azap yapacağını kendisi bilir. İnsanların kısa akılları, bunun sebebini kavrıyamaz. Meselâ, dünyada yapılan cinâyetlere de, çeşidli cezâlar emir etmiştir. Bunların sebebini ve hikmetini hiçbir insan anlıyamaz. İşte, böyle geçici kısa bir zamandaki küfre, sonsuz azap edecektir. Âhırette azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden ziyade Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi’ olmağı istemiştir. Mûsâ “aleyhisselâm” Onun zamanında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi olmağı severdi. Îsâ aleyhisselâmın gökten inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan Müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesden önce gireceklerdir. Kur’ân-ı kerîmdeki emirlerini ve İslamiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmağa, akla beğendirmeğe kalkışan, Peygamberlik makâmının derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, İslamiyeti akıl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmağa çalışan kitapları okumamalıdır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmakdan başka çaresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir? Aklın kapasitesi 3.4.2003 Din nakle dayanır. Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, yâ yıkılıp canı çıkar. Yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harâb olur. Akıl da, yürüyemediği, anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, yâ yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir miyârdır, bir âletdir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, Peygamberlere “aleyhimüssalâtü vesselâm” tâbi’ olmak, aklın gösterdiği bir lüzûmdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile îzâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların saadet-i ebediyyeye kavuşmalarına mani olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmıyan akıl sâhibleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmişdir. Misâlleri çoktur. Felsefecilerin üstâdlarından olan Aristo için meşhûr Alman kimyâgeri profesör F.Arnd, İstanbulda çıkan, türkçe “Tecribî kimyâ” kitapındaki “Fen ve ilim terakkîsinin, hemen hemen binbeşyüz sene içinde durmuş olması, kısmen Aristo felsefesinin kabâhatidir” yazısı, bu doğru sözlerden biridir. Akıl ve din 4.4.2003 İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değişdirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmağı emir ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felâkete nasıl sürükliyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O halde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecribelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, felsefeci maskesi, gazete yazarı perdesi altında çalışan bir zındığın, tam olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sâhiblerini hurmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hatâ bulunmamış olan, emirleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan daha büyük bedbahtlık ve zevallılık olabilir mi? Tam akıl, şaşmıyan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bir câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddiâ edebilir mi? Etse bile böyle bir iddiâya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmıyan ve değişdirilemiyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmi ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadis-i şerifleri, yani mubârek sözleridir. Din ve fen 5.4.2003 İslam tarihini inceleyenler bilirler. Târîh boyunca hiçbir zamanda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, İslamiyete ters düşmemiş, dâimâ ona uygun bulunmuştur. Nasıl uygun olmasın ki, tabîati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, İslamiyetin emr ettiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerlerinde, “Sizden evvel gelip geçenlerin hayatlarını, gitdikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleşdirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!” meâlinde emirler buyurmaktadır. Fen bilgisi İmanın altı şartından birincisi olan Allahü teâlânın var olduğuna inanmayı da kolaylaştırır. Fen bilgisi olan akllı bir kimse, bunu düşünerek kolayca anlayabilir. İmanın diğer şartları ve bütün ibâdetler, bundan sonra öğrenilir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirleri, neden akıllarını kullanmadıkları için ve neden yerleri, gökleri ve kendilerini inceliyerek düşünmedikleri ve böylece imana kavuşmadıkları için, azarlamakda ve aşağılamakdadır. Büyük islâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî, aklı olan, iyi düşünen bir kimse için, astronomi ilmi, Allahü teâlânın varlığını anlamağa, çok yardım eder diyor. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, astronomi ve anatomi bilmiyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlıyamaz. Evet, Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra düşmanları tarafından sinsice değişdirilmişti. Bolüs adındaki bir yehûdî, Hz. Îsâya inandığını söyliyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, gökden inen İncîli yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp, oniki Havârîden işittiklerini yazarak, İncîl adında dört kitap meydana geldi ise de, Bolüsün yalanları, bunlara da karıştı. Barnabas adındaki bir Havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işitdiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli de yok edildi. Uydurma İncîller zamanla çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur oldu. Böylece, hıristiyanlık dîni, akl ve hakîkat dışında, acâib bir şekil aldı. Avrupada hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar, İslamiyete karşı nasıl yöneltilebilir? Kur’ân-ı kerîm 6.4.2003 Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından, mubârek kalbine bildirilen şeyleri, arabca olarak anlatırsa, Kur’ân-ı kerîm olmaz. Bunlara “Hadîs-i kudsî” denir. Kur’ân-ı kerîmdeki arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş olarak âyetler hâlinde gelmiştir. Cebrâîl ismindeki bir melek, bu âyetleri, bu kelimelerle ve bu harflerle okumuş, Muhammed “aleyhisselâm” da, mubârek kulakları ile işiterek, ezberlemiş ve hemen Eshâbına okumuştur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi, harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin ma’nâsı, kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Kelâmı ilâhîyi gösteren ma’nâlar da Kur’ândır. Bu kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın, başka sıfatları gibi, ezelî ve ebedîdir. Kur’ân-ı kerîm, Kadir gecesinde inmeğe başlamış ve hepsinin inmesi yirmiüç sene sürmüştür. Tevrât, İncîl ve bütün kitaplar ve sahîfeler ise, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzları mu’cize değildiler. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildiler. Kur’ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzememektedir. Cebrâîl “aleyhisselâm” her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamamını okudular. Muhammed “aleyhisselâm” ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed “aleyhisselâm”, âhırete teşrîf ettiği sene, halîfe Ebû Bekir “radıyallahü anh”, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi, kâğıd üzerine yazdırdı. Böylece, “Mushaf” denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüçbin Sahâbî bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Hz. Osmân zamanında Altı tane daha Mushaf yazdırıldı. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yokdur. Manâ içinde manâ 7.4.2003 Kur’ân-ı kerîm insan sözü değildir. Kur’ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki, bir arab şâiri, bir sahîfede, edebî san’at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadis-i şerif ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, islâmdan ve Kur’ândan haberi olmıyan, arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadis-i şerife gelince, durmuş ve “Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki sanat daha yüksek” demiştir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir halde “Burası hiçbir söze benzemiyor. Manâ içinde, manâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok” demiştir. Kur’ân-ı kerîm, hiçbir dile, hatta arabcaya da terceme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercemesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin ma’nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. Köylüye âid bir kanûnu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünkü, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, izâhını ekliyerek, kaymakamlara, bunlar da daha açıklayarak muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur’ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermişdir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları halde, bazı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sorarlardı. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitapı da, Onun hadis-i şerifleridir. Hadis-i şerifleri de en doğru olarak, müctehidler yani mezhep imamları anlamış ve bizim anlayabileceğimiz şekilde fıkıh kitaplarında bildirmişlerdir. Hz.Ömer anlayamadı! 8.4.2003 Bir gün, Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz.Ömeri görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü, dâimâ, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hz.Ömer “Dün Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin ma’nâsını sormuş, Resûlullah, ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü, Ebû Bekrin yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hz.Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, “Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve arabîyi çok iyi bildiği halde, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekrin derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâîl “aleyhisselâm” dahî, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını yalnız Muhammed “aleyhisselâm” anlamış ve hadis-i şerifleri ile bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitapı da, Onun hadis-i şerifleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirahatlarını fedâ ederek, bu hadis-i şerifleri toplayıp, tefsîr kitaplarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilmdir. Ana ilmlerden biri, “Tefsîr” ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı arabî kelimeler, fıkh ilminde başka ma’nâya, tefsîr ilminde ise daha başka ma’nâya gelmekdedir. Hatta aynı bir kelime, Kur’ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma’nâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilmleri bilmiyenlerin, bugünkü arabcaya göre, yaptıkları Kur’ân tercümeleri, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsından bambaşka birşey oluyor. Bunun için Kur’an-ı kerimin gerçek manasını, emirlerini doğru olarak anlayıp amel etmek için müctehidlerin, mezhep imamlarının bildirdiklerine uymak şarttır. Tefsir nedir? 9.4.2003 Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitapları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydana çıktığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşitli derecedeki insanlara göre, binlerle kitap yazmışlardır. Yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmaktadır. Hele islâm düşmanlarının, bid’at sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bozmak için yapdıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, bir takım şübheler, itirâzlar hâsıl oluyor. Zâten, bizim gibi, din bilgisi az olanların, İslamiyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadis-i şerif okuması uygun değildir. Çünkü, Kur’ân-ı kerîmi ve hadis-i şerifi yanlış anlamak veya şübhe etmek insanın imanını giderir. Yalnız arabca bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arabca bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili arabca olan, arab edebiyyâtını iyi bilen, çok papaz var. Fakat, hiçbirinin İslamiyetden haberi yok. Kur’ân-ı kerîmin hakîkî ma’nâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur’ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru ma’nâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikrlerine, düşüncelerine ve maksadlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebeb olur. Kur’ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünkü bu harflerde, Kur’ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Bunun için, ma’nâ bozuluyor. Okunan, Kur’ân olmayıp, ma’nâsız bir ses yığını oluyor. Meselâ, ehad yerine ehat derse, namaz fâsid oluyor. Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercemeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitapları “Türkçe Kur’ân” diye gençliğin önüne sürdükleri, köylere dağıttıkları görülüyor. “Arabca Kur’ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun” diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun namaz kılmadığı, oruc tutmadığı, haramlara, hatta dinsizliğe dalmış bulunduğu, Müslümanlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bunun için bunlara aldanmayıp ihlasla yazılmış İslam büyüklerinin İlmihâl kitaplarını okuyup dinimizi bunlardan öğrenmemiz lazımdır. Resulullahın kaçındıkları 10.4.2003 Resûlullahın yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır: Birisi, ibâdet olarak yaptığı ve kaçındığı şeylerdir. Her Müslümanın bunlara tâbi olması lâzımdır. Bunlara uymayan şeyler bid’attir. İkincisi, âdet olarak yani, bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakta oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmiyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fakat, bunları yapmak, mecbûrî değildir. Bunlara uymayan şey, bid’at değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubah kısmındandırlar. Din ile bağlılıkları yoktur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hatta, bir memleketin âdeti, zamanla değişir. Bunlarla berâber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi olmak, dünyada ve âhıretde, insana çok şey kazandırır ve çeşidli saadetlere yol açar. Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler de iki kısımdır: Birisi, âdet olarak, yani her milletin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeği düşünmiyerek kullanmak hiç günah değildir. Pantalon, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yimek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşidli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubahdırlar. Bunları kullanmak, bid’at olmaz, günah olmaz. Bunlardan, faydalı olmıyanları ve çirkin ve zararlı olanları kullanmak ve yapmak haram olur. Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve İslamiyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. (Haç takmak, zünnar kuşanmak, ayinlerine, noellerine katılmak, ölülerine rahmet okumak, onların da Cennete gireceğine inanmak küfürdür.) Bunlardan meşhûr olanlarını bilmiyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur. Din düşmanları, Müslümanları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, Müslüman âdeti, Müslümanların mubârek günü diyerek, bunların gâvurluk ve kâfirlik olduğunu örtmeğe uğraşıyorlar. Büyük Kostantinin hıristiyanlık dînine karışdırdığı Noel gecesi ve Cemşîdin ortaya çıkardığı mecûsî Nevruz günü böyledir. Bugün bütün dünyada, gerek imanı ve küfrü tanımakda, gerekse ibâdetleri doğru yapmakta, câhillik özür değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamıyacakdır. İtikâd ve amel 11.4.2003 Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İtikâd ve amel. Yani iman ve ahkâm. Bunlardan iman, her dinde aynıdır. İman, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir.Eski dinlerde bildirilmiş olan i’tikâdlar zamanla bozulmuştur. Şimdi doğru i’tikâd, yalnız islâm dîninin bildirdiği i’tikâddır. Bu doğru imana sahip olmayan, Cehennemden kurtulamaz. Kıyâmette azaptan kurtulmasına imkân yoktur. Ameli olmıyanların kurtulması umulur. Bunların işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse af eder, isterse, günahları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i’tikâdı olmayanlar, yani, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu i’tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, yani kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır. İ’tikâd edilecek şeyler, dînin esâsı, Müslümanlığın zarûrî, lâzım temeli olduğundan, bunları bildirmek ve öğrenmek herkese lâzımdır. Bunları öğrenmek, her insanın birinci vazîfesidir. İman ve ahkâm bilgilerini öğrenmiyen ve çocuklarına öğretmiyen, insanlık vazîfesini yapmamış olur. Bunları öğrenmek herkesin hakkıdır. İnsan haklarının birincisidir. Ahkâmı, yani emrleri ve yasakları yerine getirmek, temel olmayıp, uzun ve geniş de olduğundan, bunları fıkh ve ahlâk kitaplarından lazım olan miktarını öğrenmek herkese lazımdır. İmanı anlatan geniş ve derin ilme “İlm-i kelâm” denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük insanlardır ve kelâm kitapları pek çoktur. Bu kitaplara, “Akâid kitapı” da denir. Amel edilecek, yani kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, “Ahkâm-ı islâmiyye” kısaca “İslamiyet” denir. Beden ile yapılacak ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren ilme “İlm-i fıkh” denir. Bu ilim, her mezhebin fıkıh kitaplarından öğrenilir. Dört mezhebin kelâm kitapları aynı olup, fıkh kitapları başka başkadır. Halk için, yani tahsîli olmayanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm yani iman ve ahlâk ve fıkh bilgilerini kısaca ve açıkca anlatan kitaplara “İlm-i hâl” kitapları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran mubârek insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her Müslümanın birinci vazîfesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren câhil ve sapık kimselerin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeğe kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır. Allahü teâlâya iman 12.4.2003 Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünkü, Onun varlığı lâzımdır. Yani, “Vâcib-ül vücûd”dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Yani ortağı, benzeri yoktur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfî olmaması, müstekıl olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. O halde şerîke, ortağa lüzûm yoktur. Ortağın lüzûmlu olması ise, bir kusurdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, ortağı olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yani ortak bulunmasını düşünmek, ortak bulunamıyacağını meydana çıkarıyor. Demek ki, Allahü teâlânın ortağı yoktur. Yani birdir. Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlar, hayat; diri olmak, ilim; bilmek, sem’ ; işitmek, basar ; görmek, kudret; gücü yetmek, irâde; istemek, kelâm; söylemek ve tekvîn; yaratmaktır. Bu sekiz sıfata, “Sıfât-ı sübûtiyye” denir. Bu sıfatları da kadîmdir. Yani, sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmektedir. Ehl-i sünnetden başka, yetmişiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca sıfatları olduğunu bilememişdir. Allahü teâlânın, bunlardan başka sıfatları da vardır. Bunlar, kıdem; varlığının evvelinde yokluk olmamak, beka; varlığının başlangıcı olmamak, vücûb; yokluğu mümkin olmıyan, kıyâm bi-nefsihi;kimseye muhtaç olmamak, muhâlefetün lil-havâdis; kimseye benzememek, vahdâniyyet,tektir ortağı,benzeri yoktur. Bunlara, “Sıfât-ı zâtiyye” denir Allahü teâlâ cisim değildir. Cisimden değildir. Madde değildir. A’raz, yani hâl değildir. Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Birşeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, birşeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafda, bir cihetde değildir. Birşeye mensûb değildir. Birşeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yoktur. Allah baba diyen kâfir olur. Bunların hepsi mahlûkda, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir. Hepsi noksanlık ve kusur alâmetleridir. Bütün kemâl sıfatları, Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yoktur. Allahü teâlâ küllîleri, cüz’îleri, büyükleri, zerreleri, âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir. Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Herşeyi yaratan, Odur. Yarattıklarını elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Bazı zevallılar, zerreleri bilmez diyor. Zerreleri bilmemeği, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister istemez, akl-ı fe’âl dedikleri birşeyi yaratmıştır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar. Allahü teâlânın görülmesi 13.4.2003 Allahü teâlâ, ezelden ebede, yani öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, suâlleri, hep o bir sözden çıkmaktadır. Tevrât ve İncîl kitapları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur’ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer Peygamberlere nâzil olan kitaplar ve sahîfeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir ân olunca, hatta ân demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından ân deniliyor, o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hatta harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, ân demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alışdığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıkdan münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâyı müminler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmiyen bir görmekle göreceklertir. Nasıl olduğu bilinmiyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmiyen bir hâl alır ve öyle görür. Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyada, Evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin, güç mesele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuştur. Bunu, Ehl-i sünnetten başka, ne müminlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamıştır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demiştir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmıştır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydandadır. Bugün birçok kimse de, bu yanlış ölçü ve benzetmekten dolayı imanlarını kaybedip, ebedî felâkete sürükleniyor. Bu gibi derin meselelerde iman şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine,yoluna uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennette görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu saadete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki, “inkâr eden, mahrûm kalır” sözü meşhûrdur. Cennette olup da görmemek de uygun değildir. Çünkü, İslamiyet, Cennette olanların hepsi görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor. Ahırette gördüler 14.4.2003 Bu âlem, Cenab-ı hakkı görmek nimetine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyada görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamışdır. Bu dünyada, bu nimet nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ “aleyhisselâm” görürdü. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râcda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Yani, âhırette görmüş oldu. Dünyada görmedi. Dünyada iken, dünyadan çıktı, âhırete karıştı ve gördü. Cennet de, herşey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahlûklarının bazısında Onun nûrları zuhûr eder. Bazısında ise, o kâbiliyyet yokdur. Aynada, karşısındaki cismlerin görünüşleri, zuhûr ediyor. Taşda, toprakda ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nisbetde ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri, ma’denleri, mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri yaratan Odur. Birinci semayı yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla süslemişdir. Basît cismleri, elemanları, O yaratmıştır. Bileşik cisimler, Onun yaratması ile hâsıl olmuştur. Herşeyi yoktan var eden Odur. Ondan başka herşey yok idi. Hiçbiri kadîm değildir. Bütün doğru dinler, Allahtan başka, herşeyin yok iken, sonradan var olduğunu, Ondan başka kadîm bulunmadığını bildirmektedir. Başkasını kadîm bilenlere kâfir demişlerdir. Gökleri, yıldızları ve başka şeyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini Kur’ân-ı kerîm bildirmektedir. Yerlerin yokdan var edildiğini gösteren âyet-i kerîmeler çoktur. Her zaman yanılan akla uyarak, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan kimse, ne kadar sefîhdir. “Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.” buyurulmuştur. Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alâmetdir ve ilmin noksan olduğuna işârettir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yani o iş, kendi kudreti ve irâdesi ile olmuştur. O işi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yani beğenmesi olmasa, o iş, titreme şeklini alır; midenin, kalbin hareketi gibi olur. Peygamberler ve melekler 15.4.2003 Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler göndermiştir. Bunlarla kullarına doğru yolu, saadet-i ebediyye yolunu göstermiş, kullarını kendine çağırmıştır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdemdir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed Resûlullahtır.. Peygamberlerin hepsine iman etmek lâzımdır. Hepsini ma’sûm yani günahsız ve doğru sözlü bilmelidir. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir. Çünkü, hepsi aynı imanı söylemiştir. Yani, hepsinin dinlerinin aslı, temeli yani iman edilecek şeyleri birdir. Doğru imandan mahrum Vehhâbîler, Âdem aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanmıyorlar. “Peygamberlerin evveli Nûh aleyhisselâmdır” diyor. Bozuk inanışlarından biri de budur. Hıristiyanlarda Hz.İsanın öldüğüne inanıyorlar. Îsâ “aleyhisselâm” ölmedi. Yehûdîler, kendisini öldürmek istedikleri zaman, Allahü teâlâ onu diri olarak göke kaldırdı. Kıyâmete yakın bir zamanda gökden Şâma inecek ve Muhammed aleyhisselâmın dînine tâbi’ olacaktır. Evliyânın büyüğü, tesavvuf deryâsının dalgıcı Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yetiştirdiği Evliyânın büyüklerinden olan hâce Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: “Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gökten inip, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebine uygun ictihâd edecek, onun helâl dediğine helâl diyecek, haram dediğine haram diyecekdir”. İman edilmesi zaruri olan varlıklardan birisi de meleklerdir. Bunlar, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. İçlerinden bir kısmı, diğer meleklere ve insanların Peygamberlerine haber getirmek vazîfesi ile şereflenmişlerdir. Melekler, emir olunduklarını yaparlar. İsyân etmezler. Yimeleri, içmeleri yoktur. Evlenmezler. Erkek, dişi değildirler. Çocukları olmaz. Kitapları ve sahîfeleri, onlar getirmiştir. Emîn oldukları için, getirdikleri de doğrudur. Müslüman olmak için, meleklere, böyle inanmak lâzımdır. İnsanların yükseği, meleklerin yükseğinden daha üstündür. Çünkü insanlar, şeytân ve nefsleri ile savaşıyor. Nisâ sûresi, doksandördüncü âyetinde meâlen, “Mallarını, canlarını fedâ ederek din düşmanları ile, Allah rızâsı için cihâd eden Müslümanlar, oturup, ibâdet edenlerden daha üstündür. Hepsine de, Cenneti söz veriyorum” buyuruldu. Kıyamet ve ahıret 16.4.2003 Muhbir-i sâdıkın yani hep doğru haber verici Peygamber efendimiz kabir ve kıyâmet hâllerinden, Haşrdan (kabrden kalkınca arasât meydanında toplanmak) ve Neşrden (hesâbdan sonra Cennete, Cehenneme dağılmak), Cennetten, Cehennemden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Âhırete inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi, imanın şartıtır. Âhıreti inkâr eden, Allahü teâlâyı inkâr etmiş gibi, kâfirdir. Kabir azâbı ve kabrin sıkması vardır. Buna inanmayan bid’at sâhibi olur. Çünkü, meşhûr olan hadîslere inanmamış olur. Hadîs olsa da, olmasa da, kabir azâbına inanmam. Akıl ve tecrübe, bunu kabûl etmiyor, diyen kâfir olur. Şimdi böyle inanmıyanlar, kâfir oluyor. Kabir, dünya ile âhıret arasında geçit olduğundan, kabir azâbı, dünya azâbları gibi geçicidir ve âhıret azâbları cinsindendir. Yani, bir bakımdan dünya azâblarına, bir bakımdan da, âhıret azâblarına benzemekdedir. Kabir azâbı en çok, dünyada üstüne idrâr sıçratanlara ve Müslümanlar arasında söz taşıyanlara olacaktır. “Münker” ve “Nekîr” ismindeki iki melek kabirde süâl soracaktır. Kabir suallerini öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz. Kabir sualleri: Rabbin kim? Dînin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir? Îtikatta ve amelde mezhebin nedir? Ehl-i sünnet olmıyanın doğru cevap veremeyecek.Güzel cevap verenlerin kabri genişliyecek, buraya Cennetten bir pencere açılacaktır. Sabah ve akşam, Cennetteki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak, müjdeler verilecektir. Kıyâmet günü vardır. O gün, elbette gelecektir. O gün, gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü ve dağlar, parça parça olacaktır ve yok olacaklardır. Kur’ân-ı kerîm, bunları haber veriyor ve Müslümanların bütün fırkaları, buna inanıyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Bir takım hayalî şeylerle, inkârını güzel gösterse de, ilmi ve fenni araya katıp, câhilleri aldatsa da, yine kâfirdir. Kıyâmette, bütün mahlûklar, yok olup, tekrâr yaratılacak, herkes mezârdan kalkacaktır. Allahü teâlâ çürümüş toz olmuş kemikleri yine diriltecekdir. O gün, terâzî kurulacak. Cehennem üzerindeki sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete gidecek, Cehennemlikler, Cehenneme düşecektir. Bu bildirdiklerimiz, olmıyacak şeyler değildir. Resulullahın haber verdiğinden, hemen kabûl etmek, inanmak lâzımdır. Hayale kapılarak şübheye düşmemelidir. Allahü teâlâ, Haşr sûresi yedinci âyetinde meâlen, “Resûlümün getirdiklerini alınız!” yani, her söylediğine inanınız! buyuruyor. Cennet ve Cehennem 17.4.2003 Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere şefâ’at edecek, araya gireceklerdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” “Şefâatim, ümmetimden, günahı büyük olanlaradır” buyuruyor. Kâfirler, hesaptan sonra, Cehenneme girecek, Cehennemde ve azâbda ebedî kalacaklardır. Müminler, Cennette ve Cennet nimetlerinde sonsuz kalacaklartır. Günahı, sevabından çok olan müminlerin, Cehenneme girip, günahlarına karşılık, bir müddet azâb görmeleri câiz ise de, bunlar, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklardır. Kalbinde zerre kadar iman bulunan bir kimse, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, rahmet-i ilâhiyyeye kavuşarak Cennete girecektir. Cehennem sadece ateşten ibaret değildir. Cehennemde bir yer vardır ki, Zemherîr derler. Yani, soğuk Cehennemdir. Soğukluğu pek şiddetlidir. Bir ân dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk, bir sıcak, sonra soğuk, sonra sıcak Cehenneme atılarak, azâb yapılacaktır. Cehennemde soğuk Zemherîr azâbları bulunduğunu, İmâm-ı Muhammed Gazâlî bildirmektedir. Hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir. Din câhilleri, İslamiyete, yalan ve iftirâ ile saldırırken “Peygamberler, hep sıcak memleketlerde geldiği için, Cehennem azâbının ateş olduğunu söylemişler, hep ateşle korkutmuşlar. Kutblarda, şimâl soğuk memleketlerde gelselerdi, buz ile azâb yapılacağını söylerlerdi” diyor. Bunlar, hem çok câhil, hem de ahmak kâfirlerdir. Zâten Kur’ân-ı kerîmden haberleri olsaydı ve islâm büyüklerinin sözlerini duysalardı ve biraz aklları olsaydı, hemen Müslüman olurlardı. Hiç olmazsa, böyle ulu orta, yalanları yazmakdan, belki sıkılırlardı. Dînimiz, hem Cehennemde, soğuk azâblar olduğunu bildiriyor, hem de Peygamberlerin yalnız sıcak memleketlere değil, yeryüzünde, sıcak ve soğuk, her memlekete gönderildiğini haber veriyor. Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize sorulan süâllere, soranların bilgilerine ve anlayışlarına göre cevâb vermektedir. Âhıretteki bilinmiyen varlıkları da, dünyada gördüklerine, bildiklerine benzeterek anlatmakdadır. Mekkeliler, kutubları, buz memleketlerini duymadıkları için, Cehennemin soğuk azâblarını onlara bildirmek, faydasız olurdu. Mümin ve kâfir, son nefesde belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda imana kavuşabilir. Bütün ömrü iman ile geçip, sonunda tersine dönen de olur. Kıyâmette, son nefesdeki hâle bakılır. Genelde insan nasıl yaşarsa öyle ölür. İmandan sonra namaz 18.4.2003 İmanı, itikâdı düzelttikden sonra, İslamiyetin emir ettiği şeyleri yapmak lâzımdır. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “İslâmın binâsı beş direk üzerine kurulmuşdur. Birincisi Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh, demek ve bunun ma’nâsına inanmakdır”. Bu şehâdet kelimesinin ma’nâsı, “Görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmağa hakkı olan, hiç ilâh, hiçbir kimse yoktur. Görmüş gibi bilir, inanırım ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın hem kulu, hem Peygamberidir. Onun gönderilmesi ile, Ondan önceki Peygamberlerin dinleri tamam olmuş, hükümleri kalmamıştır. Saadet-i ebediyyeye kavuşmak için, ancak Ona uymak lâzımdır. Onun her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmişdir. Hepsi doğrudur. Yanlışlık ihtimâli yokdur” demektir. Müslüman olmak istiyen bir kimse, önce bu kelime-i şehâdeti ve manâsını söyler. Sonra guslü, namazı ve lâzım oldukca, farzları, haramları öğrenir. İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakt namazı vaktinde kılmakdır. Namaz, ibâdetlerin en üstünüdür. İmandan sonra, en kıymetli ibâdet, namazdır. İman gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibâdetlerin güzelliği ise, kendilerinden değildir. Namazı doğru kılmağa çok dikkat etmelidir. Önce, kusursuz bir abdest almalı, gevşeklik göstermeden, namaza başlamalıdır. Kırâette, rükü’da, secdelerde, kavmede, celsede ve diğer yerlerinde, en iyi olarak yapmağa uğraşmalıdır. Rükü’da, secdelerde, kavmede ve celsede tumânîneti yani her uzvun hareketsiz durması lâzımdır. Namazı vaktin evvelinde kılmalı, gevşeklik yapmamalıdır. Teheccüd namazını zaruret olmadıkca, elden kaçırmamalıdır. Teheccüd, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, kılınan namaza denir, imsâk vaktinden önce kılınır. Teheccüd, uykuyu terk etmek demektir. Peygamberimiz muhârebelerde bile, teheccüd kılardı. Kaza namazları olan, teheccüd zamanında, kaza namazı kılmalıdır. Hem kaza borcu ödenir, hem de teheccüd sevapına kavuşur. Teheccüd zamanında tövbe, istigfâr etmek, Allahü teâlâya ilticâ etmek, yalvarmak, günahlarını düşünmek, ayblarını, kusurlarını hâtırlamak, kıyâmetdeki azâbları düşünüp korkmak, Cehennemin sonsuz acılarından titremek lâzımdır. Af ve magfiret için çok yalvarmalıdır. O zaman ve her zaman yüz kerre “Estagfirullâhel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh” demelidir. Mülkün esas sahibi 19.4.2003 Bütün nimetlerin, malların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği nimetlerin kırkda birini, Müslümanların fakirlerine vermelerini, buna karşılık, çok sevap, katkat mükâfât vereceğini buyurmaktadır. Bu kadar az bir şeyi, istediğin herhangi bir din kardeşine vermemek, ne büyük insâfsızlık ve inâdcılık olur. İslâmın üçüncü şartı olan bu zekâtı vermek, elbette lâzımdır. Zekâtı seve seve ve İslamiyetin emir ettiği kimselere vermelidir. Allahü teâlâ, zekâtı verilen malı elbette artırırım ve hayırlı yerlerde kullanmanızı nasîb ederim. Zekâtı verilmiyen mâlı, dert ile, belâ ile istemiyerek harc ettiririm, elinizden alır, düşmanlarınıza veririm, siz de bu hâli görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz! buyuruyor. Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, hep kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, İslamiyete tam inanılmamasıdır. Mümin olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti yani, Eşhedü en lâ... söylemek yetişmez. Münâfıklar, kalbi kâfir olduğu halde, Müslüman görünenler de bunu söylüyor. Kalbde iman bulunduğuna alâmet, İslamiyetin emirlerini seve seve yapmaktır. Zekât niyeti ile fakire bir altın vermek, yüzbin altın sadaka vermekten daha sevaptır. Çünkü, zekât vermek, farzı yapmaktır. Zekât niyeti olmadan verilenler ise, nâfile ibâdetir. Farz ibâdetin yanında nâfile ibâdetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytân aldatarak, kazaları kıldırtmıyor, nâfile kılmağı, (nâfile hacca ve ömreye gitmeği) güzel gösteriyor. Zekât verdirmeyip, nâfile hayrları, göze güzel gösteriyor. İslâmın şartının dördüncüsü, mubârek Ramazan ayında, hergün oruc tutmaktır. Mubârek Ramezân ayında hergün, muhakkak oruc tutmalıdır. Olur olmaz sebeblerle, bu mühim farzı elden kaçırmamalıdır. Peygamberimiz buyurdu ki, “Oruc, mümini Cehennemden koruyan bir kalkandır”. Hastalık gibi, mecbûrî bir sebeple oruc tutulmazsa, gizli yimeli ve özür bitince hemen kaza etmelidir. İslâmın beşinci şartı hactır, ömründe bir kerre, Mekke şehrine gidip, hac vazîfelerini yapmaktır. Hadis-i şerifte, “Kabûl olan bir hac, geçmiş günahları yok eder” buyuruldu. Hepimiz Onun kuluyuz. Başı boş, sâhibsiz değiliz. Sâhibimizin emirlerine, yasaklarına göre yaşamalıyız ki, azâbdan kurtulabilelim. İslamiyete uymıyanlar, inâdcı kul, aksi, âsî memûr olur ki, cezâ çekmeleri lâzım gelir. Yanlışlık yoktur 20.4.2003 Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâvetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmıyanlara Cehennem azâbını bildirmişlerdir. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır . Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Onun kitapı, geçmiş kitapların en iyisidir. Onun dîni kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ “aleyhisselâm” gökten inecek, Onun dîni ile amel edecek, yanî Onun ümmeti olacaktır. Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, dünyanın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, yanî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecektir. Oradaki terâzî, bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîftir. Orada yer çekimi kuvveti yoktur. Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Müminler, bu köprüden geçip, Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir. Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçtiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fakat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes geçecek, bazıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacaktır. Fakat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünya köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez. Büyük günah ve iman 21.4.2003 Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan, Peygamberimizden gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek “iman” dır. İbâdetler, imandan değildir. Fakat, imanın kemâlini artırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, iman artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünkü iman, kalbin tasdîk etmesi, kabûl etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. İmanın kâmil veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, imanın kemâli çok denir. O hâlde, müminlerin imanları, Peygamberlerin imanları gibi olmaz. Çünkü, bunların imanları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmıştır. Diğer müminlerin imanları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki iman, iman olmakta ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile, başka dürlü olmuşdur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Müminlerin hepsi, insan olmakta, Peygamberler ile ortaktır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Müminin, büyük dahî olsa, günah işlemekle imanı gitmez. Kâfir olmaz. İmâm-ı a’zam, Bağdâdın büyük âlimleri ile, bir yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki: “Bir mümin, babasını haksız olarak öldürse ve sonra şarâb içerek serhoş olsa ve zinâ etse, imanı gider mi?”. İşiten âlimlerin hepsi, o mümine kızdı. Bunu sormağa lüzûm yok! İmanı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı a’zam buyurdu ki, “O kimse yine mümindir. Günah işlemekle, imanı gitmez”. Âlimler, bu cevâbı beğenmeyip, İmâm-ı a’zama dil uzatdılar. Sonra, İmâm sözünü isbât edince, hepsi kabûl etdi. Günahı çok olan bir mümin, son nefesi buğazına gelmeden evvel, tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünkü, Allahü teâlâ, tövbeyi kabûl edeceğini va’d buyurmuştur. Eğer tövbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. İsterse günahlarının hepsini af ederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veyâ sıkıntılar ile günahları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünkü, âhıretde merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar imanı olan, rahmete kavuşacaktır. Eğer günahlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inâyeti ile kavuşacaktır. Dört büyük halife 22.4.2003 Ehl-i sünnet âlimlerine göre halîfelikten konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Yani imana bağlı birşey değildir. Fakat, bazıları bunda taşkınlık yaptığından âlimler halîfeliğe âid bilgileri, kelâm ilmine, yani iman bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselamdan sonra müslimânların halîfesi, yani Peygamber efendimizin vekîli ve müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan ilk ikisinin, diğer ikisinden daha üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın hepsi söylemiştir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmektedir. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ inâdcıdır İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, “Beni, Ebû Bekr ile Ömerden “radıyallahü anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu döverim”. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, buyuruyor ki: Peygamberimiz buyurdu ki, “Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.” Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu ki, Alî “radıyallahü anh” dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu ki:” Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra da sen “radıyallahü anhüm” olacaksın!”. İmâm-ı Hasen, İmâm-ı Hüseynden daha üstündür “radıyallahü anhümâ”. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlimde ve ictihâdda Âişe “radıyallahü anhâ”, Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî “radıyallahü anh”, (Gunye) kitapında diyor ki, “Âişe “radıyallahü anhâ” daha üstündür”. İlimde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyadan kesilmekde ise, Fâtıma daha ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya (Betûl) yani çok temiz demişlertir “radıyallahü anhümâ”. Âişe “radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma İslâmiyeti öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi. Duânın kabul olması için 23.4.2003 Allahü teâlâ insanları yarattı. Her insanın saadet içinde, mesûd yaşamasını istediğini bildirdi. Mesûd olmak, râhat, üzüntüsüz yaşamak demektir. Her insan da mesûd olmağı istemektedir. Yaratan da, yaratılan da aynı şeyi istemekde olduğu hâlde, mesûd olan kimse pek azdır. Çünkü, Allahü teâlâ herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Allahü teâlâdan birşey istemek, yâ kavl ile, söz ile olur. Yâhud fi’l ile olur. Kavl ile istemek, düâ etmektir. Bir şeyi fi’l ile istemek, bu şeyi meydana getiren sebebi yapmaktır. Çalışmak, sebebe yapışmak demektir. Çalışmıyan, tenbel oturan, sebebe yapışmamış olur. Allahü teâlâ tenbele birşey vermez. “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ: İnsan ancak çalışdığı şeye kavuşur” âyet-i kerîmesi bunun vesîkasıdır. Kâfirler, Allahü teâlâya inanmadıkları için, kavl ile istemiyorlar. Düâ etmiyorlar. Sebeblerin tesîrini gördükleri için, yalnız fi’l ile istiyorlar. Sebeblere yapışıyorlar. Allahü teâlâ da, onların bu isteklerini kabûl ederek, istediklerini dünyada veriyor. Fakat iman etmedikleri için ahıret nimetlerinden mahrum kalıyorlar. Dünyada ve ahırette mesûd olmak için lâzım olan sebeblere “Nimet” denir. Allahü teâlâ, nimetlerini, dost, düşman, her istiyene vereceğini va’d etmektedir. Nimete kavuşmak için, nimet sâhibinin beğendiği gibi istemek lâzımdır. Bunun için, nimeti istediğini bildirmek, düâ etmek ve muhakkak verileceğine inanmak, lâzımdır. Buna inanmıyana, hele inkâr edene verilmez. İnkâr eden mahrûm kalır. Saadete sebeb olan nimete kavuşmak için yapılan düâda, bu îmân şarttır. Demek ki, nimete kavuşmak için, önce imân sâhibi olmak, yanî müslimân olmak, sonra, nimetin sebebine yapışmak lâzımdır. Bütün nimetlerin sâhibi olan Allahü teâlâ, nimetlere kavuşmak için, nasıl düâ edileceğini de, merhamet ederek, bildirmektedir. Müslimânın düâsının kabûl olması için, düzgün bir imandan sonra, her gün beş vakit namaz kılmak, kul hakkı bulunmamak şartı da önce gelmekdedir. ------------------ NOT: Pek çok okuyucumuz, daha önce bu köşede yayınlanan, “Esmâ-i hüsnâyı okumanın faydaları” yazı dizisini istemektedir. Bu yazılar ve âyâtı hırz gibi kıymetli bir duâ olan “Hizb-ül bahir” duası, “365 gün Duâ” kitabının ilaveli yeni baskısına konulmuştur. Arzu edenler, Arı Sanat yayınevi’nden (0212 520 41 51) temin edebilirler. Allah onlardan razı 24.4.2003 Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı övmektedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mümin olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine imkân yoktur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyliyenleri red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli olduklarını bildirmektedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek çoktur. Bunların meşhûrlarından biri, “Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!” hadîs-i şerîfidir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki Deve ve Sıffîn vak’ası gibi olaylar, iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünkü, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların sulhları da, ayrılıkları da , Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına göre hareket etmişdir. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmiyenlere de, bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünkü, bunlar da, sevâb kazanmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde imam-ı Alî “radıyallahü anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru değildi. Fakat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünkü, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar”. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Eshâbıma dil uzatmakdan sakınınız!”. Görülüyor ki, Peygamberimizin, Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hürmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini kötü bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Çünkü, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi sevmekten ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” buyurdu ki: “Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma iman etmiş olmaz!” Kıyamet alâmetleri 25.4.2003 Resulullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zaman güneş, âdet dışı olarak garptan doğacaktır. Hazret-i Mehdî çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökten inecek, Deccâl çıkacak, “Ye’cûc ve Me’cûc” yeryüzüne yayılacaktır. Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Sayıları çok olacak. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı duâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır. “Ye’cûc” ve “Me’cûc” çok eski zamanda, bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmişdir. “Dabbetülerd” denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip, “Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana iman ediyoruz!” diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Adenden çıkacaktır. Aden, Yemendedir. Ahır zaman Hz.Mehdi gelecektir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki, “Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz!” diyecektir. Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne (yani, o zaman bilinen memleketlerin çoğuna) dört kişi mâlik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân “aleyhimesselâm” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yani Mehdî de, mâlik olacaktır.” Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: “Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adalet ile dolar”. Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdînin yardımcıları olacaktır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun zamanında gökten inecektir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacaktır. Bunun hükümdârlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramazan-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay tutulacaktır”. Bugüne kadar bildirilen özelliklere sahip kimse gelmemiştir. Genelde mehdilik iddiasında bulunan kimseler, ruhi dengesi bozuk kimselerdir. Haramdan kaçmak 26.4.2003 Haramları, büyük günah ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günahı küçümsememek gerekdir. Çünkü, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günahlar içinde gizlemişdir. Küçük sanılan bir günah, intikâmına, gadabına sebeb olabilir. Küfürden ve bid’atten başka günahlar ikiye ayrılır: Birinci kısım, Allahü teâlâ ile kul arasında olan günahlardır. İçki içmek, namaz kılmamak gibi. Bu günahların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Bir zerrecik (yani çok az) bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir”. Günahların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyüktür. Fakat, bazısı, bazısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha küçüktür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha sevaptır. Çünkü, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. Büyük günahlardan kaçınabilmek için, başka çare yoksa, küçük günahı işlemek câiz olur.Her günahı yaptıktan sonra tövbe ve istigfâr etmek te farzdır. Her günahın tövbesi kabul olur. Şartlarına uygun yapılan tövbe, muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir. Tövbenin şartlarına uygun olmasında şübhe etmelidir. Tövbe edilmiyen herhangi bir günahtan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gadabı, günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak red edebilir ve hiçbirşeyden çekinmez. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor ve ikiyüzbin sene itâat eden iblîsin, şeytânın, kibir edip, secde etmediği için, ebedî mel’ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. Mûsâ “aleyhisselâm” zamanında yaşayan Bel’am bin Bâûrâ, Allahü teâlânın bir haramına, az bir meylettiği için, imansız gitti. “Onun gibiler köpek gibidir” diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu. Sa’lebe, bir kere sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, imansız gitti. O halde, her müminin günah işlemekten çok korkması lâzımdır. Ufak bir günah işledikde tövbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. Dinde bid’at 27.4.2003 Kalbi temizlemek için islâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyete uymak da, emirleri yapmakla ve yasaklardan ve bid’atlerden sakınmakla olur. Bid’at, sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ, namazlardan sonra hemen “âyet-el-kürsî” okumak lâzım iken, önce “Salâten tüncînâ”yı ve başka duâları okumak bid’attir. Bunları, “âyet-elkürsî”den ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Namazdan, duâdan sonra secde edip de kalkmak bid’atdir. Ezânı hoparlörle okumak, namazı hoparlör ile kıldırmak ta bid’attir. Dinde yapılan her değişiklik ve reform bid’attir. Yoksa, çatal, kaşık, kravat kullanmak, kahve, çay, tütün içmek bid’at değildir. Çünkü, bunlar ibâdet değil, âdettir ve mubâhdırlar. Haram değildirler. Bunları yapmak, dînin emrettiği şeyi terk etmeğe veya yasak ettiği şeyi yapmağa sebeb olmazlar. Bid’at, dinden olmıyan, ibâdet olmıyan, âdet olan birşey ise, dînimiz bunu red etmez. Yemekte, içmekte, elbisede, vâsıtalarda ve bina, mesken, ev işlerinde, ibâdet etmeye niyet etmeyip, yalnız dünya işi düşünülürse, bunlar bir ibâdeti yapmağa mâni olmadıkça veya bir haramı işlemeğe sebeb olmadıkça, bid’at olmazlar. Dînimiz bunları men etmez. Bid’at üç dürlüdür: 1- İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeyleri zarûret olmadan kullanmak, en kötü bid’attir. Ne niyetle olursa olsun, haç takmak, zünnar kuşanmak, gayri müslimlerin, noellerine, yortularına ve cenazelerine katılmak ve onlara rahmet dilemek, onların da Cennete gideceklerine inanmak böyledir ve küfürdür. 2- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan inanışlar da kötü bid’atdir. 3- İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar, amelde bid’at olup büyük günahdır. Âlimler, ameldeki, ibâdetdeki bid’atleri ikiye ayırmışlar, hasene ve seyyie demişlerdir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri âlimlerin hasene dedikleri bid’atlere bid’at dememiş, sünnet-i hasene demiştir. Bid’at-i seyyie dediklerine bid’at demiş, bunları çok kötülemiştir. Vehhâbîler , hasene denilen, beğenilen bid’atlere de, seyyie diyor, bunları yapanlara kâfir, müşrik diyorlar. İlk insanın yaratılışı 28.4.2003 İlk insan Âdem aleyhisselâm Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde etmişlerdi. Allahü teâlâ, balçık çamurundan insan şeklinde bir heykel yapıp, bunu ete ve kemiğe çevirmişti. Allahü teâlâ, toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, proteinlere döndürmekte, bu bitkisel proteinleri de, hayvan vücûdünde, ete ve kemiğe ve organ şekline çevirmektedir. Bugün fen bunu anlayabildiği gibi, katalizör ismini verdiğimiz maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimyâ reaksiyonlarını, bir saniyede, pek çabuk, yapabiliyoruz. İnsanlar binlerce senelik bir işi bir ânda yapıyor da, Allahü teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine çevirdiğini, bugün bildiğimize göre, bir ânda çevireceği fen yolu ile kolayca anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ toprak maddelerini, bir ânda organik hâle çevirip, rûhu bu bedene bağlıyarak, ilk Âdemi yarattığı gibi, kıyâmette de, elemanları, bir ânda, bir araya toplayıp, insan vücûdünü yapacak ve zâten mevcûd olan önceki rûhları, bu vücûdlara verecektir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden ayrılması demektir. Rûh ölmez. Kıyâmette, herşeyle berâber, rûhlar da yok edilip tekrar yaratılacaktır. Bugün, fizik, kimyâ, fizyoloji ve astronomi gibi ilimlerde Allahü teâlânın kudretini iyi anlıyan, zekî kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmette bütün insan ve hayvanların toprakdan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak, kolayca anlıyabilir. Bir asır evvel, müslimânlar, buna, anlamadan inanıyordu. Bugün ise, basît bir fennî olay şeklinde görüyor ve pek açık olarak, inanıyoruz. Allahü teâlâ Cenneti ve Cehennemi yaratmış, her ikisini de, cin ve insan ile dolduracağını haber vermiştir. Bunun için, ilk insan olan Âdemden “aleyhisselâm” beri, her zaman, yeryüzünde imanlılar ve dinsizler bulunmuş ve birbirleri ile atışmıştır. Dinsizler, Allah’tan başka şeylere tapınmış, imanlılar ise, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberlere ve kitaplara tâbi’ olmuştur. İlk insanlar, bazı târîhcilerin zan ettiği gibi ve islâm dînine inanmıyanların uydurduğu, filmlerde görüldüğü gibi, ilmsiz, fensiz, görgüsüz, çıplak, vahşî kimseler değildi. Evet bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi, ilk insanlarda da bilgisiz, basît yaşıyanlar vardı. Fakat, bundan dolayı, ne bugünkü, ne de ilk insanların hepsi için, vahşîdir denilemez. İlk insanlar 29.4.2003 İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâm ve ona iman edenler şehirlerde yaşardı. Okumak, yazmak bilirdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik, ekmek yapmak gibi sanatları vardı. Âdem “aleyhisselâm”ın boyu ve ömrü kesin olarak bildirilmedi. Allahü teâlâ, kendisine on kitap gönderdi. Cebrâîl “aleyhisselâm”, oniki kere gelmişti. Bu kitaplarda, iman edilecek şeyler, çeşitli dillerde lügatlar, hergün bir vakit namaz (sabâh namazı) kılmak, gusl abdesti almak, oruc tutmak, leş, kan, domuz yimemek, birçok sanatlar, tıb, ilâclar, hesâb, hendese yani geometri gibi şeyler bildirilmişti.Altın üzerine para dahî basmış, maden ocakları işletilip âletler yapılmıştı. Nûh aleyhisselâmın gemisinin, ateş yanarak, kazanı kaynayarak hareket ettiğini, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildiriyor. Bazı târîhciler, hiçbir vesîka ve incelemeğe dayanmadan, yalnız dinleri inkâr etmek, Peygamberleri küçültmek maksadı ile, ilk insanlar vahşî idi, birşey bilmezdi diyerek Âdem, Şis (Şît) ve İdrîs “aleyhimüsselâm” gibi Peygamberlerin birer masal, birer hurâfe olduğunu göstermek, böylece müslimân evlâdlarını dinsiz, imansız yetiştirmek istiyorlar. Hiçbir dîne inanmıyanlardan bir kısmı da, fen adamı görünerek bozuk düşüncelerini, fen perdesi altında, etrâfa saçıyor. Meselâ “Bütün canlıların yapı taşı olan hücre, milyonlarca sene evvel, denizlerde, tesâdüfen kendi kendine meydana gelip, zamanla küçük deniz bitkileri ve hayvanları ve sonra karadakiler meydana gelmiş, en son insan hâline dönmüştür” gibi şeyler söylüyorlar. Böylece, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratılmadığını, Kur’ân-ı kerîmin ve mukaddes kitapların, hâşâ, hikâye olduklarını, ilk canlı maddeyi vücûda getiren büyük bir kudretin varlığına inanmanın fenne uymıyacağını anlatıyorlar. Böyle kâfirlere “Ateist” denir. Bunlardan müslimân görünenlere “Zındık” denir. Fen bilgileri, müşâhede ve tedkîk ilimleridir. Fen olayları, önce his uzvları ile veya bunları takviye eden âletlerle gözlenir ve olayın sebebleri tahmîn olunur. Sonra, bu olay, tecrübe ve tekrâr edilerek, bu sebeblerin tesîrleri, rolleri tesbît edilir. İnsanlar, bugünkü derecede kalmayıp, ilk canlıların ne sûretle yaratıldığı hakkında doğru bilgi edinilirse, İslâmiyete zararlı değil, faydalı olur. Çünkü, canlı ve cansız, herşey yok idi. Hepsi, sonradan yaratıldı. Ayet-i kerîmede “Herşeyi nasıl yarattığımı arayın, işlerimdeki intizâmı, incelikleri görün! Böylece varlığıma, kudretimin, bilgimin sonsuzluğuna inanın!” buyuruldu. İlk insanların dağılması 30.4.2003 Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistân, Mısır, Anadolu ve Hindistâna yayılmıştı. Nûh “aleyhisselâm” zamanında tûfanda, hepsi boğularak, yalnız gemidekiler kurtuldu. İnsanlar bunlardan türedi. Zamanla çoğalarak, Asya, Afrika, Avrupa, Amerika ve Okyanusyaya, yani bütün yeryüzüne yayıldı. Bu yayılma, hem karadan, hem büyük gemilerle, denizden olmuştu. O zamanlarda Asyadan Amerikaya ve Okyanus adalarına, belki kara yolları vardı. Fen ilerledikce, müslimânların, görmeden, akıl ermeden, inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmaktadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerikada, mekteblerde, şöyle okutuluyor: “Eski jeolojik devrlerde, güney kıtaları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmiştir. Meşhûr Meteoroloji âlimi Alfred Wegener, karaların kayması nazariyyesini kurmuş ve altı kıtanın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemiştir. Başka bir profesör, kıtalar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, Zoocoğrafik tecribelere dayanarak, iddiâ etmişdir. Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Sûriye, Irâk ve orta Asyadan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmaktadır. Hâdiseleri değil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere değil de, siyâsî menfaatlere koşan bazı târîhciler, İslâmiyete ve islâm büyüklerine, körü körüne hakâret etmekde hâlâ inâd ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın büyüklüğünü, doğruluğunu, gün geçdikce daha yakından görmekte ve anlamaktadır. Kalbleri hasta, bilgileri az olan İbni Sina, Farabi gibi felsefeciler âlemin kadîm olduğunu, yoktan var edilmediğini söylüyorlar ve tekrâr yok olacağını, kıyâmetin kopacağını inkâr ediyorlar. Bazıları da tenâsüha (reenkarnasyona) inanıyor. Rûhlar olgunlaşmadan önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikten sonra, insanlara gelmezler, tenâsüh yolu ile olgunlaşmış olurlar, diyor ve tenâsühü gösteren birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, yani ölen insan rûhunun başka bir çocuğa geçerek tekrâr dünyaya gelmesine inanmak küfürdür. Tenâsüh vardır diyen, dîn-i islâma inanmamış olur. Yani, müslimânlıktan çıkar. Tenâsüh olunca Cehennem kimler için olur, kimler azâb görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hattâ öldükten sonra tekrâr dirilmeğe inanmamak olur. Emr-i ma’rûf 1.5.2003 Bazıları, başkalarının yaptıklarına karışmamak lazım, tasavvuf büyükleri, başkasına karışmazlardı, kimseye ilişmezlerdi, diyorlar. Bu, doğru değildir ve dinde yara açmağa sebeb olur. Hâlbuki, dinimizde “Emr-i ma’rûf” ve “Nehy-i münker” (Dinin emirlerini yaymak, yasaklarına mani olmak) ve “Buğd-ı fillâh-Hubbu fillah” (Allah için sevmek, Allah için düşmanlık) farzdır. O hâlde, bunları terk etmek, dinin bu farzlarını terk etmek olur. Bunları inkar eden de dinden çıkmış olur. Tasavvuf ehli, insanı kurtuluşa kavuşturacak ve helâke götürecek şeyleri bildirmek için, binlerle kitap yazdı. Bu çalışmaları, emr-i ma’rûf değildir de nedir? Tesavvuf büyüklerinden hâce Mu’înüddîn-i Çeştîye hocası, (Dostun yolu çok ince ve tehlükelidir. Herkese nasîhat et ve tehlükeyi bildir!) buyurmuştu. Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî zamanındaki sôfileri simâ ve raksdan yani mûsikîden ve dans etmekden men’ ediyordu. seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” (Gunyet-üt-tâlibîn) kitapında, uzun uzadıya emr-i ma’rûfu anlatıyor. Evliyânın büyükleri, sôfiyyenin imâmları, emr-i ma’rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitaplarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübâlega ederler mi idi? Açık olan emir ve nehyi her müminin yapması lâzımdır. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lâzım olduğu gibi. Bunları âlimler emir ve nehy eder. Her müminin Ehl-i sünnet i’tikâdına yapışması, bozuk imandan, yani dalâletden, i’tikâdda bid’atten kaçınması lâzımdır. Din bilgilerinde âlim olmıyan kimse, bid’at sâhibleri ile münâkaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, selâm vermemelidir. Bayramlarda, sevinçli zamanlarda ziyâretlerine gitmemeli, cenâzelerine namaz kılmamalı, onlara acımamalıdır. İ’tikâdları bozuk olduğu için, onları sevmemeği ibâdet bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hadîs-i şerîfde, “İmanında veya ibâdetinde bid’at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ imanla doldurur ve korkudan korur” buyurdu. Tesavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyâd, “Bid’at söyleyenleri ve yapanları sevenlerin ibâdetlerini, Allahü teâlâ kabûl etmez ve kalblerinden imanlarını çıkarır. Bid’at sâhibini sevmeyenin ibâdeti az olsa da, Allahü teâlânın bunu af buyurmasını ümmîd ederim. Yolda bid’at sâhibine karşı gelirsen, yolunu değişdir” İbâdetlerin efdali 2.5.2003 İyilikleri yaymak, kötülüklere engel olmak lazımdır. Böyle olmasaydı, Allah Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları islâm dînine davet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azâblarla helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emir etmez ve inanmayanlara azâb yapmazdı. Cihâdı emretmezdi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde cihâd için ve cihâd eden Müslümanlar için ve şehîdler için fazîletler, meziyyetler ne sebebden bildirildi? İslâm düşmanlığı yapan zâlim krallara haddini bildirmek, onlara sıkıntı vermek ve Allahü teâlânın bu mahlûklarını harâb etmek, niçin emir olundu? Nitekim insana, kendi nefsine düşmanlık etmesini ve nefislerin, Allahü teâlâya düşman olduğunu bildirdi ve nefis ile cihâd etmeğe cihâd-ı ekber ismini verdi ve Allahü teâlâ neden rızâsını ve yakınlığını bu cihâda bağladı? Allahü teâlâ, niçin nefsleri kendi başına bırakmadı? Demek ki bunlar, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Allahü teâlâ, düşmanlarından intikâm alınmasını istemekdedir. Allahü teâlâ nihâyetsiz merhametinden dolayı, evvelâ Peygamberleri sonra bunların yerine, Evliyâyı ve Ulemâyı davetci gönderdi. Bunların dilleri ve kalemleri ile sevaplarını ve azâplarını bildirerek, özre ve bahâneye yol bırakmadı. Allahü teâlânın irâdesini ve âdetini kimse değiştiremez. Hakîkati bilmeyenlerin ve görmiyenlerin sözü ile, nizâm-ı âlem bozulmaz. Allahü teâlâ, isteseydi, herkesi doğru yola hidâyet eder, Cennete sokardı. Fakat, ezelde Cehennemi insanla ve cinle doldurmak istedi. Allahü teâlânın büyüklüğünü anlayabilen bir kimse, Ona sebebini soramaz. Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi olan, insanları davet etmekte ve emr-i ma’rûf, nehy-i münker etmekde de tâbi olur. Bunları yapmayan, Ona tâbi olmuş değildir. Allahü teâlânın düşmanı olmasaydı, (Buğd-ı fillâh) farz olmazdı. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran şeylerin birincisi olmazdı. İmanın tamamlayıcısı olmazdı. Allahü teâlânın rızâsının ve sevgisinin husûlüne sebeb olmazdı. Peygamberimiz “İbâdetlerin efdali, müslimânları müslimân oldukları için sevmek, kâfirleri, kâfir oldukları için, sevmemektir” buyurdu. İmanın esası 3.5.2003 Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh, imanın esasıdır. Cenab-ı Hakkın en çok beğendi şeydir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, “Benim için ne amel yaptın?” diye sordukda, “Yâ Rabbî! Senin için namaz kıldım, oruc tuttum, zekât verdim, ismini çok zikr ettim” deyince, “Yâ Mûsâ, namazların sana burhândır. Orucların Cehennemden siperdir. Zekât kıyâmet gününün sıcaklığından koruyan gölgedir. İsmimi söylemen de, kabir ve kıyâmet karanlığında seni aydınlatan nûrdur. Yani bunların faydası hep sanadır. Benim için ne yapdın?” buyurdukda, Mûsâ “aleyhisselâm”, “Yâ Rabbî! Senin için olan ameli bana bildir!” diye yalvardı. Cenâb-ı Hak: “Yâ Mûsâ! Dostlarımı benim için sevdin mi ve düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi?” meâlindeki âyet-i kerîme ile cevâb verdi. Mûsâ “aleyhisselâm” da, Allah için amelin, “Hubb-i fillâh” ve “Buğd-ı fillâh” olduğunu anladı. Muhabbet, sevgilinin dostlarını sevmeği, düşmanlarına düşmanlık etmeği îcâb eder. Bu sevgi ve düşmanlık, sâdık olan âşıkların elinde ve irâdesinde değildir. Çalışmaksızın, zahmet çekmeksizin kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları güzel görünür ve düşmanları çirkin ve fenâ görünür. Dünyanın güzel görünüşlerine kapılanlara hâsıl olan muhabbet de, bunu îcâb ettiriyor. Seviyorum diyen bir kimse, sevgilisinin düşmanlarından kesilmedikce sözünün eri sayılmaz. Buna münâfık, yani yalancı denir. Muhabbetin bu iki şartı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bildirilmekdedir. Bu âyet-i kerîmelerden anlaşıldığına göre, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Teberrî etmedikce, tevellî olmaz. Yani uzaklaşmadıkça, dostluk olmaz. Fakat bu bazılarının yapdığı gibi, insanı, Eshâb-ı kirâmı sevmemek yoluna saptırmamalıdır. Çünkü, düşmanlık, düşmanlara olacaktır. Bunların zan ettiği gibi, dostlara düşmanlık kötüdür. Sahâbe-i kirâmın hepsi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûrlarına ve sohbetlerine ve kalbe, rûha şifâ olan mubârek nazarlarına kavuşmakla şereflendiklerinden birbirlerini sever, kâfirlere düşmanlık ederdi. Hepsi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sevgilileri idi. Bunlardan birine bile düşmanlık, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetin şartı olabilir mi? Böyle söyliyenler, sevgi yerine düşmanlıklarını bildirmiş olmuyor mu? İsyan etmedi fakat.. 4.5.2003 Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek Kur’ân-ı kerîmde, açık olarak emir edilmiştir. Bunda şübheye imkân yoktur. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, bizlere Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak farzdır ve zarûrîdir. Kıyâmette Cehennemden kurtuluş, saadet-i ebediyyeye kavuşmak, nassa, Kuran-ı kerim ve hadis-i şeriflere bağlıdır. Hayâller, rüyâlar, insanların kalblerine doğan keşifler ve ilhâmlar, nass yerine geçemez. Keşfi, ilhâmı hatâlı olanlar, kendilerini nassa uydurmağa ve vicdân ve keşflerine uymasa dahî nass ile amel etmeğe mecbûrdur. Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ahkâm-ı islâmiyeye yapışmakta ve İslâmiyeti yaymakta, misli yok idi. Çok defa buyururdu ki, “Eğer ben şeyhlik etseydim, hiç bir şeyh, kendisine talebe bulamazdı. Fakat, şeyh olmak için değil, dîni, İslâmiyeti yaymak için emir olundum”. Evliyânın iki alâmeti vardır: Etta’zîm-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah. Yani, Allahü teâlânın emrlerine ta’zîm ve hurmet ve mahlûklarına şefkattir” Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin ve Selef-i sâlihînin hepsi, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak için ne kadar uğraştı. Bu yolda ne kadar eziyetlere ve cefâlara katlandılar. Kimseye karışmamak dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günahı inkâr etmesi, imanın alâmeti buyurulmazdı. Nitekim, hadîs-i şerîfde, “Günah işleyeni, eliniz ile men ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni’ olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, imanın en aşağısıdır” buyuruldu. Emr-i marûf yapmamak iyi olsaydı, günah işleyen bir kavim helâk olurken, bunlara emr-i marûf yapmayan âbid de, birlikde helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde, “Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin dibine geçir, diye emretti. Cebrâîl, yâ Rabbî! Bu şehirdeki filânca kulun sana bir ân ısyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor deyince, onu da berâber geçir! Zîrâ günah işleyenleri görünce, bir kerecik yüzünü değişdirmedi” buyuruldu. Ayet-i kerîmede meâlen; “Ey mümin kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez” buyurulmakdadır. Şeytanın yolları 5.5.2003 Cehennemden kurtulmak ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere tâbi’ olmağa bağlıdır. Bu yolun gayrısı dalâlet yoludur, şeytânların yoludur. Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ”, buyuruyor ki, birgün Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bize bir doğru çizgi çizdi ve “Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran doğru yoldur” buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, “Bunlar da, şeytânların sapdırdığı yollardır” buyurdu. O hâlde, bir kimse, Peygamberlere tâbi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak iğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidrâcdır. Yani, sonu zarar ve ziyândır. Ubeydüllah-i Ahrâr buyurdu ki, “Kalbe gelen bütün keşfleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem”. Evliyâya hâsıl olan hâller, keşifler, eğer Peygamberimize tâbi’ olmakla berâber ise, nûr üstüne nûr olur ve İslâmiyetin incelikleri, esrârı hâsıl olmağa başlar. Sahâbe-i kirâmın hepsi ve Selef-i sâlihîn ve evliyanın büyükleri böyle idi. Tasavvufta, nübüvvet yolu ve vilâyet yolu diye ayrılan iki yol, hakîkatde İslâmiyetin gösterdiği tek bir yoldur. Zîrâ her ikisi de, insanı Peygambere tâbi’ olmak şartı ile erdiriyor. İslâmiyetten ayrılan, yolda kalır veya yoldan çıkar. O hâlde, bütün yolların başlangıcı İslâmiyettir. Yani İslâmiyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tarîkatler, yani yollar, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir. Emr-i ma’rûf iki sûret ile yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve ri’âyet edilmezse, fitneye sebeb olabilir. İkinci yol, hâl ile, islâmın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmakdır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek en te’sîrli, en fâideli nasîhat yapmak olur. Bunun içindir ki, “lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entakdır” demişlerdir. Görülüyor ki, islâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı yapmakdır. İbâdet etmektir. Milyarlarca insan gelmiş 6.5.2003 Dünyâya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakîr. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim imiş, kimi mazlûm. O hâllerinin de hepsi geçti, unutuldu. Onların bir kısmı inanmış, müslimân idi. Geri kalanları, inanmamış kâfirlerdi. Hepsi, yâ sonsuz yok kalacak. Yâhud kıyâmet kopup, tekrâr dirilip inanmıyanlar sonsuz azâb çekecek. Her iki hâlde de, inanmış olanlara hiç azâb, hiç sıkıntı yok. Fakat ikinci hâlde inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azâb çekecekler. İnanmış olarak ölmüş olanlar, şimdi tam râhat ve huzûr içindeler. İmansız olanlar ise, sonsuz olarak ateşde yanmak ihtimâli, korkusu içindeler. Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir hayâl oldu ise, o zaman, bütün ömrün, bütün hayâtın, çalışmaların, didinmelerin hep hayâl, bir rü’yâ gibi olacak. O zaman, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem diyemezsin. Buna imkân yok! Çaresiz, onların arasına gideceksin! Sonsuz ateşte yanmağı, ihtimâl bile olsa, ister misin? Allahın var olduğunu, Cennete, Cehenneme inanmayı, akıl da, ilim de, fen de red edemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar. İnanmıyanlar, inkâr etmelerine akıl ile, fen ile bir vesîka gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesîkalar sayılamıyacak kadar çoktur. Dünyâ kütübhâneleri bu vesîkaları bildiren kitaplarla doludur. Onlar nefslerine, zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden başka birşey düşünmiyorlar.Hâlbuki, İslâmiyet zevki yasak etmemiştir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamıştır. O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temîn eder. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. Bölücü olmaz. Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de râhata, huzûra kavuşur. Hem de, âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur.Görülüyor ki, bütün râhatlıkların, saâdetlerin başı, iman etmekte, müslimân olmaktadır. İslâmiyyeye uymak lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, faydalı şeyleri yapmalarını emretmiştir. Bu emirlere “Farz” denir. Zararlı şeyleri yasak etmiştir. Bunlara “Haram” denir. Farzların ve haramların hepsine “Ahkâm-ı islâmiye” denir. Dinler, Allahü teâlânın kullarına rahmetidir, ihsânıdır. Her hâl uygun olmalı 7.5.2003 Her müslümanın bütün hareketlerinin, duruşlarının, gidişlerinin, İslâmiyete uygun olması lazımdır. Her şeyden önce, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin “Allahü teâlâ onların durmadan çalışmalarına, çok mükâfât versin” bildirdiği, kitaplarında yazdığı i’tikâdı öğrenmek ve imanını buna göre düzeltmek lâzımdır. Ondan sonra, fıkıh ahkâmını öğrenmeli, farzları yapmağa sarılmalı, halâle, harama dikkat etmelidir. Farzların yanında, nâfile ibâdetlerin, hiç kıymeti yokdur. Zamanımızın müslimânları, farzları bırakıp, nâfile ibâdetlere sarılıyor, nâfile ibâdetleri yapmağa meselâ, kadın erkek karışık olarak mevlid okutmağa, câmi’ yapmağa, sadaka ve hayrât yapmağa ehemmiyyet verip, farzları meselâ beş vakit namaz kılmağı, Ramezân-ı şerîf ayında, oruc tutmağı, zekât vermeği, uşr vermeği, borç ödemeği, halâlı, haramları öğrenmeği ve kadınların, kızların sokağa çıkarken, örtünmeyi, radyo ve televizyonda, din düşmanlarının imanı ve ahlâkı bozan sözlerini dinlemelerini hafîf ve ehemmiyyetsiz görüyorlar. Olur olmaz yerlere birçok para sarf ediyorlar da, az bir zekâtı bir müslimâna vermeği benimsemiyorlar. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, bir altın zekâtı yerine vermek, binlerce altını sadaka vermekten, katkat daha sevaptır. Zekât vermek, Allahü teâlânın emrini yapmaktır. Sadaka ve hayrâtın çoğu ise, şöhret, hurmet ve nefsin şehvetlerini kazanmak için olur. Farzlar yapılırken araya riyâ, gösteriş karışmaz. Nâfile ibâdetlerde ise, gösteriş çok olur. Bunun içindir ki, zekâtı, âşikâre vermek lâzımdır. Bu sûretle insan iftirâdan kurtulur. Nâfile sadakayı, gizli vermelidir ki, kabûl ihtimâli fazla olur. Sözün özü şudur ki, dünyanın zararından kurtulabilmek için, ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmaktan başka çare yoktur. Dünya zevklerini büsbütün bırakamıyanların, hiç olmazsa, hükmen terk etmesi, yani dünyayı terk etmiş sayılmaları lâzımdır. Bunun için de, her sözü ve her işi İslâmiyete uygun yapmalıdır. Kâfirlerin, mürtedlerin, bazı emellerine kavuşmak için, İslâmiyete uygun işler yapmaları, dünyâda faydalı olur, râhat, mes’ûd yaşamalarına sebeb olur ise de, kıyâmet gününde fayda vermez. Çünkü onlar, imanla şereflenmemişdir. İbâdetlerin kabûl olması için, iyiliklere sevâb kazanabilmek için, iman sâhibi olmak lâzımdır. İyiliğe teşekkür 8.5.2003 İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hurmet edilir. Nimet sâhibleri, büyük bilinir. O hâlde, her nimetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükür etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borcdur. Fakat, Allahü teâlâ, her ayıp ve kusurdan uzak, insanlar ise, ayıp kirlerine ve noksanlık lekelerine bulaşmış olduğundan, Onunla hiç münâsebetleri, alâkaları yoktur. Onu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükür edeceklerini anlıyamazlar. Ona karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, Ona çirkin gelebilir. Onu büyültmek, hurmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. Ona hurmet ve şükür şekilleri, yine Ondan bildirilmedikce, Ona lâyık olacağına güvenilemez ve Onun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünkü, insanların hamd etmeleri, Ona belki hakâret olur. İşte, Onun tarafından bildirilen, tazîm, hurmet ve şükür şekli, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hurmetler, dinde bildirilmiş, dil ile yapılacak şükürler, orada gösterilmişdir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, beyan buyurmuşlardır. O hâlde, Allahü teâlâya inanmak ile ve kalbin ve bedenin yapması ile şükür etmek, ancak dîne uymakla olur. Allahü teâlâya, dînin dışında yapılacak hurmete ve ibâdete güvenilemez. Çok defa tersine olup, sevap sanılan, günah olur. Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği birşeydir. Allahü teâlâya, Onun dîninin dışında şükür edilemez. Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İ’tikâd ve amel. Yani iman ve ahkâm. Bunlardan i’tikâd, her dinde aynıdır. İ’tikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları, yaprakları gibidir. İ’tikâdı olmıyan, Cehennemden kurtulamaz. Kıyâmette azaptan kurtulmasına imkân yoktur. İmanı olup, ameli olmayan veya eksik olanın işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmış olup, isterse af eder, isterse, günahları kadar azâb ederek, sonra Cehennemden çıkarır. Cehennemde ebedî kalmak, islâm dîninin bildirdiği doğru i’tikâdı olmayanlar, yani, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâm dîninden olan şeylere inanmıyanlar içindir. Bu i’tikâdı olup da, ameli olmıyanlar, yani kalb ile beden ahkâmını yerine getirmiyenler, Cehenneme girseler bile, sonsuz kalmıyacaklardır. İmandan sonra namaz 9.5.2003 Daha önce iman üzerinde çok durmuştuk. Çünkü iman olmayınca veya bozuk olunca diğer ibadetlerin bir faydası olmuyor. İmandan sonra en önemli ibadet namazdır. Namaz, dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın, dîni yıkılır. Namazları, müstehab zamanlarında ve şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılmalıdır. Bunlar, fıkh kitaplarında bildirilmişdir. Namazları cemâat ile kılmalı ve birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. Bunlardan biri yapılmazsa, mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslimân, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhırete girer. Çünkü, dünyada Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa, o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıkdır. Âhıret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhırete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyada hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip râhat bulur. Allahü teâlânın Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Bir mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennetde olan hûru’în onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder”. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde emir olunan “Salât” kelimesi, hergün beş vaktte, herkesin bildiği şekilde kılınan namazdır. Bu salâtin, husûsî hareketleri yapmak ve husûsî şeyleri okumak olduğu, Peygamberimiz tarafından bildirilmiş, kendisi de böyle kılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâm, Tâbi’îne, onlar da, Tebe’i tâbi’îne bildirmişler, her asirda bulunan âlimlerin haberleri, tevâtür ile bizlere kadar gelmişdir. Tarîkat şeyhi olduğunu söyleyen bazı mülhid ve zındıklar, câhil müslimânlara, “Sana namazı bağışladım. Artık kılma” yâhud “Allahın ve Peygamberin emir ettiği namaz, herkesin yaptığı, yatıp kalkmak ve belli şeyleri okumak değildir. Allahın ismini zikir etmek ve Onun büyüklüğünü düşünmek demektir” derse, namazı inkâr ve müslimânları ifsâd etmiş olur. Namazın nasıl kılınacağını, kaza namazlarını, bütün din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeli, sinsi düşmanların ve câhillerin yaldızlı yazılarına ve tatlı sözlerine aldanmamalıdır. Fetva vermek 10.5.2003 Eskiden şeyh-ul-islâm denilen müftîleri vardı. Yine o devirlerde, Müftî adını taşıyan devlet memûrlarının da bulunduğu zamanlar oldu. İslâm müftîleri, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, yani ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren âlimler idi. Müftî denilen devlet memûrları ise, zâten ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmezlerdi. Allahü teâlânın yasak ettiği birşeyi, hükümdar emir etseydi, bu şeyi yapmak câiz değildir demezlerdi. Allahü teâlânın emretdiği birşeyi, bir zâlim terk etseydi, bu şeyi yapmak lâzım olduğunu söyleyemezlerdi. Susarlar veya tersini söylerlerdi. Böylece, kendileri dinden çıkar, müslimânları da günaha veya küfre sürüklerlerdi. Cengiz askerinin, islâm memleketlerine yayılıp, câmilerin yıkıldığı, müslimânların öldürüldüğü zamanlarda ve Fâtımîler ve Resûlîler zamanlarında, hattâ Abbâsîler zamanında, böyle müftî denilen devlet memûrları, haramlara câizdir dediler. Hattâ, Kur’ân-ı kerîme mahlûktur dediler. Müftî adı verilen bu memûrların böyle uydurma fetvâlar vererek dînin yıkıldığı zamanlarda, fıkh, ilmihâl kitaplarına uyanlar, doğru yolda kaldı. Dinlerini kurtarabildi. Fetvâ demek, herhangi birşeyin ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olup olmadığını bildirmek demektir. Yalnız, (uygundur) veyâ (câiz değildir) demek, fetvâ olmaz. Bu cevâbın, hangi fıkıh kitapının, hangi yazısından alındığını da bildirmek lâzımdır. Fıkh kitaplarına uymıyan fetvâlar yanlıştır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre ma’nâ verenlere islâm âlimi denmez. Bunlar Beyrut’daki papazlar gibi, arapça bilen bir tercüman olabilir. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yokdur. “Ehl-i sünnet âlimleri”nin anladıklarına ve bunların yazdığı fıkh kitaplarına uymıyan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez. İbni Âbidîn isimli kıymetli fıkıh kitabında buyuruluyor ki: Fâsıkın müftî olması uygun değildir. Bunun verdiği fetvâlara güvenilmez. Çünkü fetvâ vermek, din işlerindendir. Din işlerinde fâsıkın sözü kabûl edilmez. Böyle müftîlere birşey sormak câiz değildir. Gerçek Müftî, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin sözüne uygun olarak fetvâ verir. Aradığını onun sözlerinde açıkca bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsüfün sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânînin sözünü alır. Ondan sonra imâm-ı Züferin, daha sonra Hasen bin Ziyâdın sözünü alır. Bugün doğru yazılmış ilmihal kitaplarında, bir müslümana lazım olacak bütün bilgiler yazılmıştır. Bir mesele olunca, İlmihale müracaat edilmelidir. İslâm dini 11.5.2003 İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyada ve âhırette rahat ve mesûd olmalarını sağlıyan, üsûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, başarılar ondadır. Yanılmıyan, şaşırmıyan akılların kabûl edeceği esaslardan ve ahlâktan ibarettir. İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyetin hâricinde bir menfaat düşünmek, serâbdan su beklemek gibidir. İslâmiyet, insanların yardımlaşmalarını, kardeşce yaşamalarını, memleketleri imâr, insanları yükseltmeyi emir eylemekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeği ve mahlûklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeği, kanunlara itaat etmeyi, vergilerini vaktinde ve dürüst olarak ödemeği istemektedir. Her mahlûka karşı mesûliyyet taşımaktadır. Nefsin temizlenmesini temîn etmekte, kötü huyları, iyi huylardan ayırmaktadır. İyi huylu olmayı emir edip, kötü huyları, şiddet ile red ve yasak eder. Gayr-ı müslim vatandaşlarla, bid’at sâhibleri ile ve başka mezhebden olanlar ile iyi geçinmeyi, her cihetten iffeti ve hayayı emreder. Tam sıhhatli olmayı emreder. Tenbelliği, boş vakit geçirmeyi red ve men eder. Ziraati, ticâreti ve sanati, kat’î olarak emreder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere, önem verir. İnsanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini önemle istemektedir. Dîni, vatanı, mezhebi ve inanışı başka olanların, canlarını, mallarını ve namuslarını korumaya emredip, bunlara saldırmayı, herhangi bir örgüt kurmayı, din adamlarının siyâsete, devlet işlerine karışmasını kesinlikle men eder. Herkese karşı bir hak ve mesûliyyet gözetmektedir. İslamiyet, dünya ve âhıret saadetini kendisinde toplamıştır. Başka dinler, böyle değildir. Başka dinlerin hepsi bozulmuş, ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştır. Allahü teâlâ, islâm dînini, hayatın yürümesini, ihtiyâcların değişmesini karşılıyacak, yenilikleri sağlıyacak esaslar üzerine kurmuştur. İslâmiyete, orta çağın ihtiyacları üzerine kurulmuş, değişmez hükümlerdir demek, islâm dînine iftirâ etmektir. Dinde nefsin yeri 12.5.2003 Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların, yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yarattı. Biri, muhtâc oldukları, lezzet aldıkları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir. İkincisi, yaşamalarına zararlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir. Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların yaşamaları, üremeleri için muhtâc oldukları şeyleri her tarafda, bol bol yaratmış, bunlara kolayca kavuşmalarını ve bulduklarını kolayca kullanabilmelerini ihsan etmiştir. Allahü teâlâ, insanlarda bu iki kuvveti yaratmış, insanların muhtâc oldukları şeylere kavuşmaları için ve bulduklarını kullanabilmeleri için ve korkduklarına karşı savunabilmeleri için, bu iki kuvveti ihsân etmişdir. En lüzûmlu olan havayı her yerde yaratmış, ciğerlerine kadar kolayca girmesini ihsân etmiş, ikinci derecede lüzûmlu olan suyu, her yerde bulmalarını ve kolayca içmelerini de ihsân etmiştir. İhtiyac maddelerini elde etmeleri ve elde ettiklerini kullanabilecekleri hâle çevirmeleri için, insanları çalışmağa mecbûr kılmıştır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtâc oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâc gibi şeylere kavuşamazlar. Yaşamaları, üremeleri çok güç olur. Bir insan, muhtâc olduğu bu çeşitli maddeleri yalnız başına yapamayacağı için, birlikte yaşamaya, iş bölümü yapmaya mecbur olmuşlardır. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmakdan usanmamaları için, insanlarda üçüncü bir kuvvet daha yaratdı. Bu kuvvet, Nefistir. Fakat insanın nefsi, bir sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı, hep zarârlı olur. Meselâ hayvan susayınca, temiz suyu kolayca bulur, içer. Doyunca, artık içmez. İnsanı nefsi, doyduktan sonra da içirir. Sığır aç olunca, çayırda otlar. Doyunca, yatar, uyur. İnsan aç olunca, çayırda otlayamaz. Bulduğu otlar arasında seçim yapması, seçtiğini soyup, temizleyip, pişirmesi lâzımdır. Nefis, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır. Fakat, hoşuna gideni, doyduktan sonra da yedirir. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni olmak istedi. Hem nefsin arzûlarına uymağı sınırlıyan, hem de nefsi temizleyip aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emirler ve yasaklar gönderdi. İşte Allahü tâlânın Peygamberleri ile gönderdiği bu emir ve yasakların toplamına “İslâmiyet” denir. Cennetine davet ediyor 13.5.2003 Nefse uymak insana tatlı gelir. İslâmiyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd ettiği için, insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan, İslâmiyete uymak istemez. Nefse uymak ister. Saâdete kavuşmak istemez. Felâkete sürüklenmek ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, saadeti felâketten, doğruyu eğriden ve faydalıyı zararlıdan ayırabilen bir kuvvet de yarattı. Bu çok kıymetli kuvvet “Akıl” dır. Şaşmıyan, yanılmıyan akla “Akl-ı selîm” denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm dînine uyar. Aklı dinlemiyen kimse ise, nefsine uyar. İslâm dînine uymak istemez. İslâm dînine uyana, “Müslimân” denir. Müslimân olmak için önce “İman” etmek lâzımdır. Allahü teâlâ, bütün insanlara, iman etmelerini emretdi. İnsanlar arasından dilediklerine merhamet edip, bunların akla uyarak iman etmelerini nasîb eyledi. Bu kullarının kalblerini iman ile doldurdu. (Yûnus) sûresinin yirmibeşinci âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ kullarını, selâmet, saadet yeri olan Cennetine da’vet ediyor. Dilediğini bu yola kavuşturur” buyuruldu. Akl-ı selîm sâhibi olan, bu mesûd insanlar Peygamberler, Evliyâlar, mezheb imâmları ve bütün müctehidlerdir. Akllarına uymayıp, nefslerine uyarak, Allahü teâlânın da’vetini kabûl etmiyenlerden, dilediklerini kendi taşkın, azgın hâllerinde bırakmakta, dilediklerini de, yine ihsân ederek, dilediği zamanda hidâyete kavuşdurmakda, kalblerini iman ile doldurmaktadır. Kendi hâllerinde bıraktıklarından, gafletden uyanarak doğru yolu arayanları da, merhamet ederek hidâyete kavuşturacağını va’d etmektedir. (Ankebût) sûresinin son âyetinde meâlen, “Nefslerine uyanlardan, doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz” buyuruldu. Doğru yolu aramayıp, nefislerine uyarak iman etmiyenleri, azıp can yakanları, Cehennemde sonsuz olarak yakacağını haber veriyor. İslâmiyeti işitmiyen çok kimse vardır ki, akl-ı selîmleri olduğu için, bozulmuş, uydurulmuş dinlerin adamlarına aldanmamışlar, astronomide ve fen bilgilerinde ve bilhâssa tıb ilminde gördükleri nizâmlı hâdiselerin birbirlerine bağlantılarını düşünerek, yaratılışın sırlarını, bu hesâblı düzenin hakîkatini anlamak istemişlerdir. Bunlar yine akl-ı selîmleri sâyesinde, İslâmiyetin bildirdiği güzel ahlâkın birçoğunu bulup, müslimân gibi yaşamış, kendilerine ve başkalarına faydalı olmuşlardır. Onlar sonsuz Cehennede 14.5.2003 Allahü teâlâ, herşeyi görür, bilir, işitir. Herşeye gücü yeter. Gücü, kuvveti sonsuzdur. Herşeyi, eceli, zamanı gelince yok etmektedir. İnsanları tekrâr dirilteceğini, hesâba çekeceğini, iman etmiş olanlara Cennette sonsuz ni’metler vereceğini, imanı olmayanları, kâfirleri Cehennemde sonsuz yakacağını bildiriyor. Onun yapmak istediğini kimse durduramaz. Onun işine kimse karışamaz. Onun emirlerine uymakdan, rızâsını, sevgisini kazanmakdan başka kurtuluş ve saadet yolu yoktur. İnsanların hiçbiri iman etmese, inanmasa, onun büyüklüğünde, kuvvetinde, kudretinde hiç noksanlık olmaz. Teknikte çok ilerliyen, elektronik âletler ve lazer ışınları ile tabî’atin nice sırlarını çözen bazı milletlerin başlarındaki azılı zâlimler, Ona hiçbir zarar yapamaz. Bu dinsizler, ancak kendilerine zarar yapıyorlar. Muhakkak ölecekler. Kabrde çürüyüp, bir avuç toprak olacaklar. Sonra tekrâr diriltilip, Cehennemde çok acı azâb çekeceklerdir. Allahü teâlâ isteseydi, herkesi mümin yapar, herkesi Cennete sokardı. Yâhud, herkesi kâfir yapar, herkesi Cehennemde yakardı. Onun dilediği olur. Onun dilediğini hiçbir mahlûk değiştiremez. Her müslimanın birinci vazîfesi nefsine uymamakdır. Nefis, insanın en büyük düşmanıdır. İnsanın imanını yok etmek ister. Bundan zevk alır. Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin emirlerinden ve yasaklarından birisinin bile doğru, faydalı olduğunda şübhe edenin imanı gider, kâfir olur. Kâfir, Cehennemde sonsuz yanacaktır. Sonsuz yanmak ne demek, insan bunu düşünse, korkudan uykusu kaçar, yimekten, içmekten kesilir. Hiçbir dünyâ zevki gözüne görünmez. Küfrün cezâsı çok ağır, çok korkunc ise de, küfrden ve günahlardan kurtulmak çok kolaydır. Bunun biricik çâresi, imanını tâzelemektir. Bunun da en kolay yolu, her akşam yatarken, üç kere “Estagfirullahel’azîm” okumaktır. Manâsını düşünerek okumak lâzımdır. Ma’nâsı, (Yâ Rabbî, beni afv et) tir. Allahü teâlâ, tövbeleri kabûl edeceğini va’d etmiştir. Yalnız, tövbenin kabûl olması için, namaz borcu ve kul hakkı olmamak lâzımdır. Bir namaz borcu olan, bunu kaza etmedikce, tövbesi kabul olmaz. Cehennemde yanmaktan kurtulmak için, ölmeden evvel namaz borcundan ve kul hakkından kurtulmak lâzımdır. Hiçbir hayrlı iş insanı bu azâbdan kurtaramaz. “Yalan söylüyorsunuz!” 15.5.2003 Resûlullah efendimize, Necrândan bir hıristiyan heyeti gelmişti. Reîsleri Abdülmesîh idi. İçlerinden Ebülhâris bin Alkama, en âlimleri idi. Âhır zaman Peygamberinin alâmetlerini İncîlde okumuştui. Fakat, dünya mevkini, şöhretini sevdiği için müsliman olmıyordu. Aralarında konuşmağa başladılar. Îsâ “aleyhisselâm” için, bazan Allah diyorlar, bazan Allahın oğlu, bazan da, üç tanrıdan biri diyorlardı. Allah demelerine sebeb, ölüleri diriltir, hastaları iyi ederdi. Kayıbları haber verir, çamurdan kuş yapıp üfleyince uçardı diyorlardı. Allahın oğlu olduğuna sebeb, belli bir babası olmaması idi. Üçten birisi olmasına sebeb de, Allah (yapdık, yarattık) diyor. Eğer bir olsaydı, (yapdım, yarattım) derdi diyorlardı. Resûlullah, bunları dîne davet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu. Îmâna gelmediler. “Biz senden önce îmân ettik” dediler. Resûlullah , “Yalan söylüyorsunuz! Allahın oğlu var diyenin îmânı olmaz” buyurdu. Allahın oğlu değilse, o hâlde bunun babası kim, dediler. Resûlullah buyurdu ki: Biliyor musunuz? Allahü teâlâ, hiç ölmez ve herşeyi varlıkta tutan Odur. Îsâ “aleyhisselâm” ise yok idi ve yok olacaktır. Bilmiyor musunuz, babasına benzemiyen hiçbir yavru var mı? Bilmiyor musunuz, Rabbimiz herşeyi yaratıyor, büyütüyor, besliyor. Hâlbuki Îsâ “aleyhisselâm” bunların birini yapmıyordu. Rabbimiz yemez, içmez. Onda değişiklik olmaz, bunu da biliyor musunuz? Îsâ aleyhisselâmın anası var idi. O, her çocuk gibi dünyaya geldi. Onlar gibi beslendi. Yer, içer, zararlı maddeleri kendinden atardı. Bunu da biliyorsunuz değil mi? O hâlde, Îsâ “aleyhisselâm” sandığınız gibi nasıl olur? Onlar, birşey demeyip, sustular. İnat edip iman etmediler. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onları mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim. Ya’nî, (Hangimiz zâlim isek, yalancı isek, Allahü teâlâ ona la’net etsin, diyelim!) buyurdu. Şerhabîl, bunları toplayıp, “Bunun Peygamber olduğu herşeyinden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtuluruz, ne de, bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya uğrarız!” dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve “Yâ Muhammed! Senden râzıyız. Ne istersen sana verelim.” dediler.. Reîsleri Abdülmesîh ile Şerhabîl, sonradan müslüman olup, Resûlullahın hizmetinde bulunmakla şereflendiler. (Peygamber efendimizin, hayatını, mucizelerini ve güzel ahlâkını doğru bir şekilde öğrenebilmek için “Kainatın Efendisi” kitabı önemle tavsiye ederim. 0212 520 41 51) Hz.İsa ilâh değil! 16.5.2003 Büyük islâm âlimi, İmâm-ı Fahreddîn Râzî anlatır: Hârezm şehrinde idim. Şehre bir papazın geldiğini ve hıristiyanlığı yaymak için çalıştığını işittim. Yanına gittim. Bana, “Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?” dedi. Şu cevâbı verdim: Hz. Mûsânın, Îsânın ve diğer Peygamberlerin hârikalar, mu’cizeler gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mu’cizeler gösterdiği haber verilmiştir. Bu haberler tevâtür hâlindedir. Tevâtür ile gelen haberleri, yâ kabûl eder veyâ red edersin. Red eder ve mu’cize, bir zâtın Peygamber olduğunu isbât etmez der isen, mu’cizeleri tevâtür ile bize haber verilen diğer Peygamberlere de inanmaman lâzım gelir. Şâyet tevâtür ile gelen haberlerin doğruluğunu ve mu’cize gösteren zâtın peygamber olduğunu kabûl eder isen, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu kabûl etmen lâzım gelir. Çünkü, Muhammed aleyhisselâm; mu’cizeler göstermiş ve bu mu’cizeler, bizlere (tevâtür) denilen sağlam haberler ile bildirilmiştir. Diğer Peygamberlerin peygamberliğine, tevâtür ile bildirilen mu’cizeler sebebi ile inandığın için, Muhammed aleyhisselâmın da, Peygamber olduğuna îmân etmelisin! Papaz, Îsâ aleyhisselâmın, Peygamber değil, ilah, tanrı olduğuna inanıyorum, dedi. Bunun üzerine ben, Biz şimdi Peygamberlik hakkında konuşuyoruz. İlahlıkdan önce, peygamberlik mevzûunu hal etmemiz lâzımdır. Ayrıca, Îsâ aleyhisselâmın, ilah olduğunu söylemen de bâtıldır. Çünkü, ilahın, tanrının, her zaman var olması lâzımdır. O hâlde, madde, cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Hâlbuki, Îsâ aleyhisselâm, cisim idi, insan idi. Yok iken var oldu ve size göre öldürülmüştür. Önce çocuk idi, büyüdü. Yerdi, içerdi. Bizim gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için, birçok şeye muhtâc idi.Yok iken sonradan var olan birşey, ebedî, sonsuz var olur mu? Değişen birşey devamlı, sonsuz var olur mu? Siz, Îsâ aleyhisselâm kaçtı, saklandığı hâlde, yehûdîler yakalayıp astı diyorsunuz. Îsâ aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü, bu durumdan kurtulmak için çârelere başvurduğunu söyliyorsunuz. İlah veyâ ilahdan parça kendisine hulûl etmiş olsaydı, yehûdîlerden korunmaz mı, onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü ve saklanacak yer aradı? Vallahi, buna hayret ediyorum. Aklı olan kimse, bu sözleri nasıl söyler, buna nasıl inanır. Akıl, bu sözlerin bozukluğuna şâhiddir. Hıristiyanlığın üç yanlışı 17.5.2003 Büyük islâm âlimi, İmâm-ı Fahreddîn Râzî hazretlerinin papaza cevabı: Üç türlü söylüyorsunuz: 1- Hz. İsa gözle görülen cismânî bir ilah imiş. Tanrı imiş. Âlemin ilahının cisim ve beşer olan Îsâ aleyhisselâm olduğunu söylemek, yehûdîler Onu öldürdüğü zaman, âlemin ilahını öldürdüklerini söylemek olurdu. Bu takdîrde, âlemin ilahsız kalması lâzım gelirdi. Hâlbuki, âlemin ilahsız kalması mümkin değildir. Ayrıca, yehûdîler, haksız oldukları hâlde, bunların yakalayıp öldürdüğü, âciz, kuvvetsiz bir kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi? Îsâ aleyhisselâmın, Allahü teâlâya çok ibâdet ettiği, tâata çok rağbet ettiği husûsu da, tevâtür ile sâbittir. Îsâ aleyhisselâm ilah olsaydı, ibâdet ve tâatta bulunmazdı. Çünkü ilah, aslâ kendisine ibâdet etmez. Bilakis başkaları ona ibâdet eder. 2 - İlah, Ona tamamen hulûl etmiştir. O, Tanrının oğludur, diyorsunuz. Bu inanış yanlıştır. Çünkü, ilah, cisim ve araz (sıfat) olamaz. İlahın, bir cisme hulûl etmesi, imkânsızdır. Eğer, ilah cisim olsaydı, başka bir cisime de hulûl ederdi. Cisme hulûl eden şey, cisim olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri birbirine karışır. Bu da, ilahın parçalanmasını îcâb ettirir. Eğer ilah, araz olsaydı, bir mahalle, mekâna muhtâc olurdu. Bu ise, ilahın başkasına muhtâc olması demektir. Başkasına muhtâc olan ise, ilah olamaz. 3 - O, tanrı değildir. Fakat, tanrının bir parçası ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Eğer Ona hulûl eden parça, ilahın ilah olmasında tesîri var ise, bu parça ilahtan ayrılınca, temâmen ilahlığı bozulur. Eğer bu parça, ilahın ilah olmasında te’sîrli değilse, tanrının parçası olmamış olur. Diyorsbunuz ki, “İlahın Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesi ile, sana, bana ve diğer varlıklara hulûl etmemesinin sebebi açıktır. Çünkü, Îsâ aleyhisselâmda mu’cizeler göründü. Sende, bende ve diğer varlıklarda böyle hârikulâde hâller görülmedi.” İlahın hulûl etmesi, hârikaların, mu’cizelerin görülmesine bağlı değildir. O hâlde, bana, sana, kediye, köpeğe, fareye de hulûl etdiğine inanman lâzım gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmağa varan bir din, hak din olabilir mi? Asâyı, bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekden daha güçtür. Çünkü, baston ile yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın asâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, Ona, tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz. Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle böyle diyorsunuz? Başarının sırrı 18.5.2003 Târîhin her devrinde, türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanın, aralarındaki farkları bırakarak, bir inanç veya fikir etrâfında toplanıp, birer imperatorluk kurduklarını görüyoruz. Böyle kurulan imperatorluk veya devletlerin en büyüğüne, en güzeline orta çağda rastlıyoruz. Hiç bozulmamış, değişdirilmemiş biricik din olan islâm dîninin güzel ahlâkı ile bezenmiş, birbirlerini seven, yardımlaşan, çeşitli ırklardan, büyük insan topluluklarının, birleşdiklerini biliyoruz. Bu topluluğu ayakda tutan temel, Hak teâlânın emrettiği çalışkanlık, adâlet, iyilik, saygı gibi din esâsları idi. Osmânlı Türklerini, Sakarya kenarından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren kuvvet, Sultân Osmanın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül ettiren ışıklı yolu idi. Hıristiyan Avrupanın tek kalesi Fransa kapılarını zorlamağa giden Attilâ idâresindeki Tûran Hunları, herhangibir hak dîne mensub olsalardı ve oralara bu hak dînin ahlâkını, rûhunu götürmüş olsalardı, hazret-i Ömerin ordusundaki adâlete, şefkate hayran olup, seve seve müslimân olan Şâm hıristiyanları gibi, papazların baskısından, kralların işkencesinden usanmış olan batı hıristiyanları da, onlara kacaklarını açmaz mı idi ve bu günkü Avrupanın din çehresi ne olurdu? Emevîler, islâm dînini, İspanyadan, Avrupaya soktu. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, batıya ilm ve fen ışıklarını saldı. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü müsbet ilerlemenin temelini koydu. Dünya yüzündeki ilk üniversitenin, Fasın Fez şehrinde bulunan Keyruvân üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. Bu üniversite 859 yılında kurulmuştur. Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, yirminci asır başlarında Londrada basdırdığı, (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm) adındaki ingilizce kitapında diyor ki: “Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslimânlığın az zamanda süratle yayılmasına sebeb olmuştur. Müslimanlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ afv ile karşılamışlardır.” Hak yoldan sapınca 19.5.2003 Avrupa’ya medeniyeti götüren Endülüs Emevi devletiydi. Endülüs sultânı üçüncü Abdurrahmân, memleketini genişletti. Kuvvetlendirdi. Mükemmel donanma yaptı. Kendisi ve adamları ilim ve edeb sâhibi idiler. Âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için, Endülüsde ilim ve fen çok ilerledi. Sarayı ve devlet dâireleri birer ilim kaynağı oldu. Her memleketten ilim öğrenmek için Kurtubaya akın akın toplandılar. Kurtubada büyük ve mükemmel bir tıb fakültesi kurdu. Avrupada ilk yapılan tıb fakültesi budur.Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için Kurtubaya gelir, gördükleri medeniyyete, güzel ahlâka, müsâfirperverliğe hayran kalırlardı. Sultan Abdurrhman, altıyüzbin kitap bulunan bir kütübhâne de yaptırdı. Kurtubadan üç sâatlik mesâfedeki “Vâdi-yül-kebîr” kenârında, “Ezzehrâ” isminde pek büyük ve ince sanatlarla dolu bir saray ile mükemmel bahçeler ve büyük bir câmi’ yaptırdı. Kurtubada çok sayıda derin âlimler yetişti. Fakat sonra, islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet itikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkmak alçaklığı başlatığından, Pirene dağlarını aşamadılar. Ümeyye devleti çöktü. İspanyollar, 1492 de, Gırnata şehrini de alıp müslimanları öldürdüler. Sözde müslimân olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. İspanya fâci’ası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşdün ve İbni Hazmın bozuk fikrleri, belki din ve iman hâlini alıp dünyâya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, beşeriyeti ızdırâbdan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, islâm ismini taşıyan, imanı ve ameli bozuk devletler değil, Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, islâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeğe başladı. Birçok işletmeler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi ve çalışmağı bıraktılar. Masonlar, müslimânların geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetiştirilerek, İslâmiyeti içten yıkmağa başladılar. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edeb, hayâ ve din bozuldu. Osmanlı devleti çöktü. Türkleri ayakta tutan kuvvet 20.5.2003 İslâmiyet, fen ilimlerini, teknolojiyi, sanatı, endüstriyi emretmektedir. Bunlar imanla beraber at başı götürülürse netice alınabilir. Osmanlılarda ve diğer islam devletlerinde , itikâd bozulup, İslâmiyete bağlılık gevşedikçe, duraklama, gerileme başladı. Nihâyet yok oldular. (Eşşer’u tahtesseyf) hadîs-i şerîfinin haber verdiği gibi, islâm güneşi batarak İslam ahlakından mahrum kalınınca yeryüzü bugünkü hâlini aldı. Büyük Selçuklu hükümdârı Muhammed Alb Arslanın ikiyüzbinden ziyâde orduya karşı, kırkbin kahraman ile kazandığı zaferden sonra, Anadoluya gelip yerleşen ve Batı Türkleri diye anılan, biz Oğuz Türklerini, hıristiyan Avrupalılar, çok kere, haçlı rûhu ile birleşerek, Anadoludan çıkarmak için saldırdıkları hâlde, bugün hala ayakta olmamız, milletin kalbinde bulunan sağlam imanın neticesidir. Onbirinci asırda Türklerin, üç istikâmette, yayılma hareketini biliyoruz: Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistâna olan yayılmalarıdır ki, buralara islâm dînini ve medeniyyetini de götürdüler. Bugün Hindistânda yüzmilyonu aşan bir müsliman topluluğunun bulunması, bu istîlâ hareketinin bir netîcesidir. İkincisi, Oğuz Türklerinin, Îrândan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadoluyu istîlâsıdır. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmiş idi. Bugün, aradan asırlar geçtiği hâlde, ancak müslimân olarak kalışları sayesinde, yine Anadoluda oturuyor ve dünyâ siyasetine karışıyor. Üçüncü istîlâ hareketi, Karadenizin kezeyinden, Balkanlara doğru oldu. İçlerinde bir kısım Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman Türkleri, Balkan yarımadasına yerleşti. Ne yazık ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişti. Etrâflarını saran hıristiyan devletlerin baskısı ile, kısa zamanda kendiliklerini unuttular. Ananelerini kaybettiler. Eridiler, yok oldular. Hindistânda, Anadoluda ve başka yerlerde, bugün yaşamakda olan soydaşları gibi olamadılar. Bunlar niçin yaşıyamadı? Bunlardan kim ve ne kaldı? Bu, niçin böyle oldu? Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakda tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, imandır ve islâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik ve doğruluk ve fedakârlık kudretidir. İbretli bir mektup 21.5.2003 Osmanlı Devleti’nde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, sultân ikinci Mahmûd hân zamanında, Fener Patrikhânesinin kapısında asılan, 1821 Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı Aleksandra yazdığı mektubu açıklamaktadır. Mektûb ibret vericidir: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayr-i mümkindir. Çünkü Türkler, müsliman oldukları için çok sabrlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrûrdurlar ve izzet-i iman sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, pâdişâhlarına olan itâat duygularından gelmektedir. Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-u idâre edecek reîslere sâhib oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ’atkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden gelmektedir. Türklerde evvelâ itâat duygusunu kırmak ve manevî bağlarını parçalamak, dînî sağlamlığını zayıflatmak îcâb eder. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve maneviyelerine uymayan hâricî fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkin olabilecekdir. Bu sebeble Osmânlı Devletini tasfiye için mücerred olarak harb meydânlarındaki zaferler kâfî değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekârını tahrîk edeceğinden, hakîkatlerine nüfûz edebileceklerine sebeb olabilir. Yapılacak olan, Türklere birşey his ettirmeden, bünyelerindeki tahrîbi tamâmlamaktır.” Bu mektub ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûsdur: 1- Türklerin maneviyyâtının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak. 2- Türklere his ettirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı temâmlamaktır. Bu hedeflere ise, Batının inanç, moda, örf ve âdet ve ahlâksızlıklarını, taklîd ettirmekle ulaşılır. Batının iki asırdır yapmak istediği de zaten bu değil midir? Batı’nın vahşetleri 22.5.2003 Müslümanlar, Bat’ının teknolojisine değil, örf adetlerine, ahlaksızlıkları karşıdırlar. Batının ilim, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten İslâmiyet bunu emreder. Yabancı dil öğrenmenin lâzım olduğunu hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. Zeyd bin Sâbit “radıyallahü anh” diyor ki, “Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bana yehûdî dilini öğrenmeği emreyledi. Öğrendim. Yehûdîlere gönderilen mektûbların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen mektûbları bana okuturdu”. Zeyd, böylece ibrânî ve süryânî lügatlarını öğrendi. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm efendi, mükemmel arabî, fârisî konuştuğu hâlde, “Yabancı dil bilseydim, bütün dünyâya fâideli olurdum” derdi. Avrupa dillerini bilmediği için esef eder, çok üzülürdü. “İslâm dîninin üstünlüklerini, râhat ve huzûr kaynağı olduğunu ve medeniyyete, fende ve ahlâkta ilerlemeğe ışık tuttuğunu dünyâya bildirmek için, kısacası, İslâmiyete ve bütün insanlara hizmet için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lâzımdır” derdi. Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, (Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerîm) adındaki ingilizce kitapında diyor ki: “Ahlâk üzerinde son derece titizliğidir ki, müslimanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebeb olmuştur. Müslimanlar, muhârebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâimâ af ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki, müslimanların hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların müminlere revâ gördüğü muâmele, aslâ kıyâs edilemez. Meselâ, 1572 yılı Ağustosun yirmidördüncü günü, yani Sent Bartelemi yortu günü, dokuzuncu Şarl ve kraliçe Katerinanın emri ile Pâris ve civârında altmışbin protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslimânların harb meydânlarında döktükleri hıristiyan kanlarından katkat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslâmiyetin zâlim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin hiçbir vesîkası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslimanların, gayrı müslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir çocuğunki kadar yumuşak olmuştur. İslâmiyet, başka dinlerin hurâfeler ve şübheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş bir aklî ve fikrî asâletin sembolü olmuştur. Milton, “Kostantin kiliseyi zenginleşdirince, papazlar makâm ve servet hırsını artırdı. Bunun cezâsını, parça parça olan hıristiyanlık çekti” demiştir. Medeniyetin kurucuları 23.5.2003 İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport diyor ki: “İslâmiyet, ilâhlara insan kanı dökmek fâci’a ve felâketinden beşeriyyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyilik aşıladı. Sosyal adâletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silâhlara hâcet bırakmadan, dünyaya kolayca yayıldı. İlim davâsına müslimânlar kadar bağlı ve saygılı hiçbir millet gelmemiştir denilebilir. Hz.Muhammed’in pekçok hadîsleri, samîmî bir ilim teşvîkcisidir ve ilme saygı ile doludur. İslâmiyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Hz.Muhammed, bu tutumu olanca gücü ile desteklemiş, Eshâbı da, bu yolda var kuvvetleri ile çalışmışlardır. Bugünkü fennin ve medeniyetin kurucuları, eski ve yeni eserlerin ve edebiyâtın koruyucuları, Emevîler, Abbâsîler, Gaznevîler ve Osmânlılar zamanındaki müslimanlar olmuştur.” İslâm hukûkunu inceliyenler, İslâmiyetde sosyal adâlete, eşitliğe, hak ve hürriyete verilen önemi görerek hayran kalıyorlar. İslâmiyetin, insan hakları ve mülkiyyet hakkı üzerinde nasıl bir titizlik gösterdiğini, “Mecelle” yi inceleyenler bilir. Özel mülkiyete verilen önemi gösteren Mecelle’den bir iki örnek verecek olursak: “Herkes mülkünü dilediği gibi kullanır. Fakat, başkasının hakkına dokunursa, bu kullanması sınırlanır. Meselâ, İslâmiyetde kat mülkiyyeti vardır. Fakat, üst kat sâhibinin, apartmanın temelinde ve alt kat sâhibinin de çatıda hakkı vardır. Birisi, ötekinin izni olmadıkca, kendi katını yıkamaz.” “Mülk sâhibi olmak üç yol iledir: Mal birinin mülkü iken, satmakla, hibe etmekle ve sadaka ve ödünc vermek gibi bir akd, yani sözleşme ile alanın mülkü olur. Mîrâs ile akid olmaksızın mülke girer. Sâhibi olmıyan, herkese mubâh olan birşey, ele geçirmekle mülk olur.” “Hadîka” kitabında diyor ki, “Başkasının malını ondan izinsiz, zorla almaya, (Gasb etmek) denir. Gasb, haram olduğu gibi, gasbedilen malı kullanmak da haramdır. Başkasının malını iznsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayıb ve kusûr hâsıl olmasa bile, haram olur. Kendisine vedî’a olarak emânet bırakılan veya gasbettiği malı, parayı ticârette veya başka yerde kullanıp da, bundan kazanc sağlamak câiz değildir. Kazandığı şey haram olur. Bunu fakîre sadaka vermesi lâzım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak haramdır. Çünkü, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyyet vermek haramdır”. İslâmiyet ve Fen 24.5.2003 Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emir, yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu, ilim ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmektir. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ, kitaplarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en açıkta bulunan ve insanların çok şaşdığı her bakımdan düzgün görünen ayı, güneşi ve yıldızları, her çeşid insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi tarîf buyurmuştur. Bunların hesaplarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asrıdaki zekî, akıllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuştur. İnsanların buluşları, zamanla değişmekte, bir vakitler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmakdadır. Her asrın insanları, zamanlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asırlardaki insanların inanışları başka başka olmuş, bu inanışlar, günah, küfür olmamıştır. Çünkü, Peygamberlerin kitaplarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfürden, suçtan korumak için, herkesin anlıyamıyacağı, inanamıyacağı fen bilgilerini, kitaplarında açıklamayıp, bunlara işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emir eylemiştir. Kâdî Beydâvî hazretleri, Nahl sûresinde, “Kullarıma hikmet ile ve güzel va’z ile beni tanıt!)”meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, “Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi’ olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demektir” buyuruyor. Hindli molla Kudsî, “Esrâr-ı melekût” adındaki arabca astronomi kitapında, yer, ay, güneş, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti ile verdikleri ma’nâları bir araya toplıyarak bugünün yeni buluşlarına tam uygun olduğunu göstermiş, bu kitapını sultân Abdülmecîd hâna takdîm ederek, çok makbûl olmuştu. İslam âlimleri nakli din bilgilerinin yanında fen bilgilerine de önem verirlerdi. Medreselerde okuturlardı. İlim din ile çatışır mı? 25.5.2003 Yahûdî ve Hıristiyan din adamları, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlar, tecribe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, yehûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmışdır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanınan William Draper “İlim ile dînin çatışması” adlı kitabında, “Kâ’inâttan ayrı, kâ’inâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yoktur” diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekte olduğunu göstermektedir. Bir yerinde de, “Kâ’inâtda herşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papazların inandığı ilâh değildir” diyerek, Allahü teâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü olacağını zan ettiğini göstermektedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, yâ papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zamanlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, islâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati görüp, seve seve müslimân olurdu. Neml sûresindeki, meâl-i şerîfi, “Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmekdedir” olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini Kâdî Beydâvî tefsîr ederken, “Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukda hızlı gitmektedir. Büyük cisimler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket ettiğini duymaz” buyurmaktadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların mihverleri ve yörüngeleri etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve Kelbî’nin söylediğini yazmaktadır. Fahreddîn-i Râzî, Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken diyor ki, (Hidâye) fizik kitapının ve (Îsâgucî) mantık kitapının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî, Batlemyus’un (Mecistî) adındaki astronomi kitapını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, müslimân çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca, meâl-i şerîfi, “Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmiyorlar mı?” olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevâb vermiştir. Fen ilmi ile dinin çatışmadığını göstermiştir. İmâm-ı Râzî, Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde yazmakta ve Allahü teâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, Onun büyüklüğünü, iyi anlar demektedir. Müslüman fen adamları 26.5.2003 Bugün Batı bütün buluşlara, keşiflere sahip çıkmakta, geçmişte hiçbir buluş yapılmadığını söylemektedir. Halbuki pek çok buluşun alt yapısını Müslüman ilim adamları oluşturmuşlardır. Mesela, aynalarda ışıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin Hasen ibni Heysem’dir. Avrupalılar buna (Alhazem) derler. 965 de Basrada doğdu 1039 da Mısrıda vefât etmiştir. Matematik, fizik ve tıb ilmlerinde yüze yakın kitap yazmış, eserlerinin çoğu Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Türkistânlı Alî bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitapları, bu ilimde kıymetli kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki kan deverânının şemasını ilk çizen budur. Din bilgilerinde de derin âlim idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile meşhûr olup, 1210 de Türkistânda Karş şehrinde doğup 1287 de Mısrı’da vefât etti. İslâm cerrâhlarından, meşhûr operatör Amr bin Abdürrahmân Kirmânî, Endülüs hastahânelerinde ameliyât yapardı. 1066 de orada vefât etti. Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî , bir islâm tabîbi idi. Göz ameliyâtı yapanlardan biri idi. Yüze yakın eseri olup, (Ber-üs-sâ’), (Kitap-ül-hâvî) ve diğer kitapları, tıb ilmine olan hizmetinin şâhidleridir. 923 de Bağdâdda vefât etmiştir. Tıb tahsîlini Bağdâdda yaparak, mütehassıs olmuşdur. İlâclar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitapları vardır. Peygamberimizin torunu hazret-i Hüseynin kızı Sitti Sükeyne’nin, islâm tabîbleri tarafından, gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, “Müncid”de yazılıdır. Meşhûr İbni Hazm Alî bin Ahmed, “El-fasl” kitapında, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asır önce isbât etti. Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ’ dereceleri Mûsâ bin Şâkirin oğulları Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe Me’mûn zamanında Sincâr ve Küfe sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin yaptıkları astronomi âletleri, o zaman müslimânların ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetin açık senetleridir. Câbir bin Hayyânın simyâ ve kimyâ üzerindeki çalışmalarını bildiren kitapları meşhûrdur. Avrupa’da, liselerde, bunlar gibi daha nice müslimân fen adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor. İslâm memleketlerinde de müslimân çocuklarına, dedelerinin fenne olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük buluşları olan islâm âlimlerinin ismleri bildirilmiyor. Ufacık birşey yapmış olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor. Herkes haddini bilmeli 27.5.2003 Art niyetli olmayan fen adamları, islâm kitaplarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin, her tecrübeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmaktadır. Fenden ve islâm kitaplarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papasların yazdığı kitapları okuyup, İslâmiyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen bazı câhiller, kendilerine şâir, gazeteci, romancı, güzel sanatcı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi isemler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürükliyorlar. Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitapı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupadaki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, itirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dînine bulaşdırmağa yelteniyor. Bu fen taklîdcileri düşünmiyor ki, bir fen adamı, çalıştığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşta konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünc de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilimde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyâcı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddiâ edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şubelerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir tarafdan maddenin, kuvvetin ve hayatın sırlarından, bir veya bir kaçını çözerek, faydalı buluşlar başarırken, bir tarafdan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyetin ilerlemesine, dünya çapında zararlı oluyorlar. Bunun misâlleri pek çoktur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik âlimi olan meşhûr Newton, bir tarafdan, daha yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşif ve beyaz ışığın yedi renge ayrılacağını tecribe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmıyacak hizmette bulunurken, öte yandan, zıyânın, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni olmuştu. Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newtonun hatâ etdiği, katî anlaşıldı. Fen adamlarının yanlışları 28.5.2003 Batılı meşhur fen adamları öyle yanlışlıklar yapmışlar ki, bugün bu hataları lise talabesi bile yapsa sınıfta bırakılır. Mesela, bugün kimyanın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyaya teraziyi sokmakla, Aristonun yanlış nazariyyelerini temelinden yıkarak, tecrübî ilimlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri Lavoisier, bir taraftan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmetde bulunmuş, bir tarafdan da, mütehassıs olduğu kimya ilminde öyle hatâlar yapmışdır ki, onun buluşu olduğu için kitaplara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta mekteb talebesi söylerse, sınıfda bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cisim, bir oksid diyordu ve asitleri yanlış anlatıyordu. Lavoisier’nin en büyük hatâsı, doğru tecrübesini, kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekde oldukları bir sözü tekrârlaması idi. Kimya tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, “ağırlığın sakımı kanûnu”nu kurunca, “Tabîatta hiçbirşey var olmaz ve yok olmaz” diyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, “Yokdan birşey yaratılmaz. Hiçbirşey yok olmaz” diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitapı diye çıkardıkları sayfaları, bu siyâh yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp İslâmiyeti yere serdiler (?). İman kal’asını uçuracak fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herşeyin kimyâ ile olduğunu, Allahü teâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâya düşmüştü. Lavoisier adındaki bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi, “İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez” hakîkatini meydana çıkarmaktadır. Başka din düşmanları gibi, bu da, tecrübesinden yanlış netîce çıkararak dîne saldırdı. Fakat, böylece kendini lekeledi. Çünkü, bugünkü (fiziko-kimyâ) bilgisi, kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisiernin aldandığı isbât edilmiş, Einsteinın (relativite nazariyyesi), kütlenin korunması kanûnu bile modifie edilmişdir. Yani değiştirilmiştir. Bu sûretle anlaşılmışdır ki, madde, Lavoisiernin sandığı gibi, dünyanın temeli değildir. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zararlar da yapmıştır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyyetlerini azalttı demek istemiyoruz. Fakat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele tamamen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevkı ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. İnsanlığı felakete sürükleyenler 29.5.2003 Hakîkî bir fen adamı, ilmi gerçekleri kabûl eder. Fakat para adamları, yani para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz dimâglarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilimlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürükliyorlar. Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler toplamağa uğraşırken, beri tarafdan, fen yobazları, bunu haber alıp, “İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu hakîkat hâlini aldı” yaygarasını basıyor. Saf müslimânları aldatmağa, dinleri inkara çalışıyorlar. İngiliz fen adamı Darwinin (canlılar arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesini öne sürerek müslümânlığı yıkmağa bir silâh yerinde kullanıyorlar. Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan benzerliği, kromozom sayıları, muhîte adaptasyon için fizyolojik ve anatomik değişmeler, somatik değişmeler ve harâret, ışık, röntgen ve radium şuâ’ları ile ve bazı kimyâ maddeleri te’sîri ile çeşidli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet paleontolojik müşâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu ta’kîb eden mitoz bölünme bulunması ve bazı hayvanlarda körleşmiş uzvlar görülmesi, meselâ insanlarda appandis denilen kör barsak bulunması ve çok hücreli hayvanların hepsinde embriyon teşekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon devrelerini geçirirken, çeşitli hayvan vasflarını göstermesi, meselâ insan embriyonunda pronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi teşekküllerin görülmesi karşısında, hayvan nevilerinin, milyonlarca sene içinde, basîtten mükemmele doğru değiştiklerini, yani evolution veya desendens denilen evrim bulunduğunu zan etti. Canlıların basîtden mükemmele doğru değişdiğini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarckdır. Lamarck 1809 da neşrettiği “Filozofi zoolojik” ismindeki kitapında “canlıların bir asıldan türeyebileceğini” yazdı. Fakat, aynı asırdaki biyologlar, Lamarckın verdiği misâllerin, hayvânların birbirlerine dönmesini değil, cânlıların, bulundukları muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu) göstermekde olduğunu söylediler. Dinlerin, peygamberlerin inkarına yönelik olan bu saçmkalıkları, insanları dinden koparamadı. Çok az bir kesimin dışında, kahır ekseriyetle insanlar inançlarını korudular. “Hayretimden tepem atıyor!” 30.5.2003 İlmini dini yıkmada kullananlardan İngiltereli bir biyologun oğlu olan Ch. Darwin, “Canlılar, bulundukları muhîte uymak için mücâdele eder. Bu hayât mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, kaybedenler ölür. Canlıda tesâdüfen husûle gelen değişiklikler, muhîte uyarak yaşamağı te’mîn eder” dedi. Buna da çeşidli i’tirâz edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin gibi karışık uzuvların nasıl meydâna geldiğini anlatmakdan âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektûbda, “Gözün teşekkülünü düşündükce hayretimden tepem atıyor” demiştir. Hollandalı Hugo de Vries, bitkilerde (Saf bir nev’ içinden, tesâdüfen, diğerlerinden farklı fertler meydâna çıktığını, bunların yeni evsâfının dölden döle geçdiğini) görerek, buna (mutasyon) nazariyyesi dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzvlar meydâna gelmiyor. Bundan başka, göz ve beyin gibi, embriyonun muhtelif tabakalarından hâsıl olan karışık uzuvların teşekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe bağlamak mümkin değildir. İnsaf ehli paleontoloji mütehassısları, “Her nev’i canlının kendi nev’i içinde değişebildiğini, bir canlının başka nev’lere dönmediğini” kabûl etmekdedir. Meselâ, birinci zamandaki derisi dikenliler ne ise, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin, mutasyon ile, omurgalı hâle döndüğü görülmemiş ve buna âit bir fosil bulunmamıştır. Hâlbuki, canlıların yapısında, en basîtinden, en mükemmele doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu, daha önce İbrâhîm Hakkı hazretleri , (Ma’rifet-nâme) kitapında, misâller vererek yazmış, bunun, nev’lerin değişmesi demek olmadığını da bildirmişti. Allahü teâlâ, maddeyi, maddedeki değişmeleri inceleyiniz, bunları sizin için yarattım, hepsinden faydalanınız dediği gibi, yavruların nasıl tekâmül ettiğini, hayat hâdiselerini de tedkîk ederek, hepsinin müsbet, muntazam esâslara bağlı olduğunu görüp, varlığımı, büyüklüğümü anlayınız! buyuruyor. İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği ehemmiyyeti bilmeyen câhil fen taklîdcileri, İslâmiyeti baltalamak, Kur’ân-ı kerîme saldırmak için, fizik, kimya, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikirler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilim, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerek müslimân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini daha ziyâde meydâna çıkarmakta, İslâmiyeti desteklemektedir. İnsan ile hayvanın farkı 31.5.2003 İmanımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerinin ne kadar çocukca ve câhilce olduğunu hep görmektedir. İnsan ile maymunu mukayese edenler önemli farkı görmemezlikten geliyorlar. İnsan ile hayvanlar arasında en büyük fark, insanın rûhudur. İnsanlarda rûh vardır. İnsanlık şerefi hep bu rûhdan gelmektedir. Bu rûh, ilk olarak, Âdem aleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu rûh yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin bu rûhdan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünkü, rûhu vardır. Maymun ise hayvandır. Çünkü bu rûhdan ve rûhun hâsıl ettiği üstünlüklerden mahrûmdur. Görülüyor ki, insan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiçbir zaman, bir geçit olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu, asırlar önce, islâm kitaplarında, meselâ İbni Haldûnun (Târîhi) mukaddemesinde ve (Ma’rifetnâme) de yazılıdır. Dinsiz bir hesap uzmanının, sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik sahasında, İslâmiyeti lekeliyecek bir nokta bile bulamadığı için, başka fen kollarında, anlayamadığı hâdiselerden çıkardığı yanlış manâlar ile hücûma geçmesi, ne kadar şaşılacak ve acınacak bir hâldir. Üniversite öğrenimi yapan bir insanın, böyle alçak hareketleri, yüksek tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak görgülü olan bile, bu kadar câhilce konuşur mu? Fen adamlarının tecribelerini, sözlerini işitip de, kendi kurdukları yalanları, plânları, bu sözlerle maskeleyerek, gençleri zehirlemeğe, imanlarını çalmağa uğraşan din hırsızlarına (Fen yobazı) denir. İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak, dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici diyorlar. Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar. İslâm kitaplarını okuyan, islâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zavallılar, bu alçakların tuzaklarına düşmekde, felâkete sürüklenmektedir. Din Matbaaya mani oldu mu? 1.6.2003 Geçmişimizi, ecdadımızı kötüleyebilmek için en çok sık sık gündeme getirdikleri husus matbaanın getirilmesi meselesidir. Bu konuda da olaylar çarpıtılarak verilmektedir. Gazetelerde, TV’lerde, “Avrupada matbaa yapılırken, kitaplar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matbaa günahdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebeb oldular. Müslümânlık, çöl kanûnu, türklüğe çok zarârlı oldu” diyerek, dinsiz, imansız yetişdirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimâgları zehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydandadır. Kara zihniyyet dedikleri islâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehrli Abdüllah efendi , matbaa açmak, kitap basmak için kendisine soruldukda, bakınız nasıl cevâb vermişdir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar asllı bir müslimân, İstanbulda 1725 de ilk matba’ayı kurmak isteyince, şeyh-ul-islâma soruluyor: “Kitap basma san’atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak, bu kitapların benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitap basmasına İslâmiyet izin verir mi?” Şeyh-ul-islâm Abdüllah efendi, cevâbında: “Kitap basma san’atını iyi bilen bir kimse, bir kitapın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitapdan az zamanda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebeb oluyor. Faydalı bir iş olduğundan, İslâmiyet bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitapı tashîh etmelidir. Tashîh ettikden sonra basılırsa, güzel bir iş olur” buyurmuşdur. Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitapının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır. İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermektedir. Velhâsıl, hakîkî fen adamları, her zaman, islâm dînine âşık olmakta, fen taklîdcileri ise, dîni ve dünyâyı anlayamayarak, maddî ve manevî kıymetlere saldırıp, nihâyet göçüp Cehenneme gitmektedirler. Fen ilminin dışındaki konular 2.6.2003 Yıllardır, Müslüman ilim adamları için, fen ilminden anlamazlar, fen ilmine karşıdırlar iftarısı yapıldı. Halbuki eskiden medreselerde din bilgileri ile beraber zamının fen bilgileri de öğretilirdi. Sultân ikinci Abdülhamîd hân zamanında yetişen din adamlarından, Abdüllatîf Harpûtînin 1911 da, İstanbulda basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitapı, fen bilgilerini ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzun bildirmekdedir: Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, his ettiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yoktur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünkü, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakda, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermektedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi, fen konusu dışındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde aramak ve deney ile anlamağa uğraşmak, fen adamına yakışmaz. Böyle varlıkları anlamak, mu’cizelerle, üstünlüğü belli Peygamberlere bildirilmekle ve Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” işitmekle olur. Bu bilgileri, fen yolu ile anlamağa kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeğe, kulakla yimeği istemeğe benzer. Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, daha önceki zamanlarda görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu. O zaman görülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış, haksız olduğu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlıyamadıkları şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr etmesi, yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymıyan bir söz, bir câhil sözü olur. “En büyük eser” 3.6.2003 Yıllardır içeride, sözde ilim adamları tarafından Kur’an-ı kerim ve din düşmanlığı yapılırken, dışarıda müslüman olmamasına rağmen İslamiyete düşman olmayan, Kur’an-ı kerimin üstünlüğünü kabul eden ilim adamları çıkmıştır Mesela, Gibon, (Roma İmperatorluğunun çökmesi ve yıkılması) adlı eserinde, İslâm dîni ve Kur’ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: “Kur’ân-ı kerîm, Allahın birliğini isbât eden en büyük eserdir”. Amerikan astronomi uzmanı Michael H.Hart, Hazret-i Âdemden bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer inceliyerek, bunların içinden 100 tanesini ayırmakta, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” göstermektedir. “Onun kudreti, kendisine Allah tarafından vahy edildiğine inandığı, muazzam eser, Kur’ândan geliyor” demektedir. Kur’ân-ı kerîmi İngilizceye terceme eden Arbeyrry ise: “Ne zaman ezân dinlesem, bana bir mistik müzik gibi te’sîr eder” demektedir. Marmaduke Pisthall ise, Kur’ân-ı kerîm için: “En taklîd olunamaz senfoni, en sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veya coşturmağa sevkeden bir kudret” ifâdesini kullanmıştır. Bunların yanında birçok batılı filozoflar, yazarlar, ilim ve siyâset adamları, Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmektedirler. Lamartine bile Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” için, “Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, yeni doğmalar koyan, muazzam bir İslâm Devleti kuran adamdır. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla ölçülsün, acaba ondan daha büyük bir insan var mıdır? Olamaz!” demekten kendini alamamıştır. Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış psikoanaliz uzmanı Jules Masserman 1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan “Time” mecmû’asının özel nüshasında, “Büyük liderler nerede?” başlığı altında, târîhte şimdiye kadar gelip geçmiş olan önderleri incelemekte, bunların psikoanalizini yapmakta ve bu liderlerin en büyüğünün Muhammed aleyhisselâm olduğunu bildirmektedir. Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri zaman, Allahü teâlânın varlığına inanmak mecbûriyyetinde kalıyorlar. Doğru dürüst yapılmayan Kur’ân-ı kerîm tercemelerinden bile, hakîkî dînin İslâmiyet olduğunu itirâf ediyorlar. Tercemeler, hiç bir zaman, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan İslâmiyeti incelemek isteyen yabancılara, islâm âlimlerinin (Akâid) kitapları tavsiye edilmelidir. Tabii ilimler ve din 4.6.2003 Dünyanın en büyük tabîî (fizik, kimya, biyoloji gibi ) ilimler âlimlerinden biri olan Max Planck, diyor ki: “Gerek din ve gerek tabîî ilimler, üzerimizde kendisine erişmek kâbil olmıyan çok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyayı kurduğunu ve ona hükmettiğini ortaya koymtdadır. Gerek din, gerek tabîî ilimler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zaman anlıyamıyacağımız, insanların hiç bir zaman erişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zaman bilemiyeceğiz. Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaştırmak için kendine mahsus akla hitâbeden semboller kullanır. Tabîî ilimler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerden fâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birleştirecek olursak, asıl o zaman bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydana çıkar ve dînin Allahı ile tabîî ilimlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yaptığı araştırma, ölçme ve formüller, Onun zâtını ve büyüklüğünü meydana koyar. Din ile tabîî ilimleri karşılaştıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabîî ilimler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyanın kurulamıyacağını kabûl ederler. Tabîî ilimlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabîî ilimler arasında hiçbir fark yoktur. Bazılarının sandığı gibi, tabîî ilimlerin tuttuğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, bazı insanlar, tabîî ilimlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Yukarıda îzâhına çalıştığım gibi, tabîî ilimler, bilakis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler. Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabîî ilm bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Araştırmalar yavaş yavaş laboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilim merkezleri kurulduktan sonra, din adamları ile tabîî ilimler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma üsûlleri tatbîke başladılar. Zamanla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başka başka yerlere sapan iki yol değildir. Bilakis birbirine tamamiyle paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler ise, din ile tabîî ilimler de, esâs gâye sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır.” “Gökten ateş yağmadığına Şükretsin!” 25.7.2001 İnsanın dünyada sıkıntı içinde olması, kendini bilmemesi, konumunu, dünyaya geliş sebebini bilmemesidir. Son devir İslam büyüklerinden Abdülhakîm Arvasi hazretleri bu konu ile ilgili bir üniversitelinin suâline verdiği cevapta buyurdu ki: Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sahasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fakat, çıkamazsınız. Bu sahanın dışı, adem diyârıdır. O adem yâni yokluk diyârı da, Onun kudreti içindedir. Bir sırası düşerek, İbrâhîm-i Edhemden, birisi nasihat istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:1 -Günah yapacağın zaman, Onun rızkını yime! Rızkını yiyip de, Ona ısyân etmek, doğru olur mu? 2 -Ona âsi olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona ısyan etmek, lâyık olur mu? 3 -Ona ısyân etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir. 4 -Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman, tevbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu saattir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, âni gelir. 5 -Mezarda, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, suâl için geldikleri vakit, kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki, “Buna imkân yoktur” Şeyh buyurdu ki, “Öyle ise, şimdiden onlara cevap hazırla!” 6 -Kıyamet günü Allahü teâlâ, “Günahı olanlar, Cehenneme gitsin!” diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki, “Bu sözümü dinlemezler” Bunun üzerine, o kimse, tevbe etti ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde, rabbânî te'sîr vardır. İbrâhîm-i Edhemden sordular ki, Allahü teâlâ, “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm” buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevabında buyurdu ki, “Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur'an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakkın nîmetlerinden faydalanırsınız, Ona Şükretmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, âsiler için yarattığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıplarınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına Şükretsin! Daha ne isterler? Duâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi? “Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz...” 26.7.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (2) Siz, adem diyârından, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulâsa, ruh ve cesedinize bağlı bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyûmdur. Yâni, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hâllerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezâsını vermekten de, âciz kalmaz. Meselâ, Ay’da, Merih’te ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu yer küresinde de bulunmasaydı, birşey lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden birşey eksilmezdi. Hadis-i kudsîde buyuruyor ki, “Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız”. Güneşten ışık ve enerji gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks ettiriyor. Siyah topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nûrlar yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle te'sîrler uyandırıyor. Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları yani mikroplar vasıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücûdünüz makinasının yapı taşı olan, protein, yâni yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir taraftan da yine nebâtât fabrikasında, toprağın suyunu, havanın boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, semadan gönderdiği enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yâni vücûdünüz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor. Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebâtlarda ve yer yüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, mi'delerinize gidecek, sizi besliyecek rızık, gıdâ hazırlıyor. “Sevindirin nefret ettirmeyiniz!” 27.7.2001 Ebû Mûsel-Eş’arî hazretleri, güzel sesle Kur’an-ı kerim okurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Âişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş’arî’nin evinin hizasına gelince durdular. O Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Hz. Resûlullah, O’nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına “Buna muhakkak Davud’un güzel seslerinden bir ses verilmiş” buyurarak meth etti. Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biri olan Ebûl-Hasan-i Eş’arî hazretleri Eş’arî kavmindendir. Ebû Musa el-Eş’arî’nin amcası Ebû Âmir de, Resûlullah’ın kumandanlarındandı. Mekke-i mükerreme’nin fethinden sonraki Huneyn gazâsındaki Evtaş Mevkiindeki harbe amcasıyla katıldı. Ebû Âmir İslâm Ordusu’nun Evtâş’taki birlik kumandanıydı, bu harbde yaralandı. Ebû Mûsel-Eş’arî amcasını yaralayanı öldürdü. Amcası, Resûlullah’a selâm, istiğfar etmesi vasiyetiyle, Onu mücahitlerin kumandanı tayin ettikten sonra şehâdet şerbetini içti. Evtâşi’de zafer kazanan Ebû Mûsel-Eş’ari Resûlullah’ın yanına dönüp, durumu arz edip amcasının vasiyetini de söyledi. Bundan sonrası Ebû Mûsel-Eş’arî şöyle anlatır: (Bunun üzerine Resûlulah abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Kulcağızın Ebû Âmir’i afv eyle! Diye duâ etti. Duâ ederkin” (ellerini o kadar kaldırmıştı ki) ben iki koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra Resûlullah: Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âlî bir makamda kıl” niyazında bulundu. Bunun üzerine “Yâ Resûlallah, benim için de mağfiret dile! diye duâ istedim. Resûlullah benim için de: Rabbim, Abdullah ibni Kays’ın günahını afv eyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makama koy! diye duâ buyurdu.” Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu: “Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.” Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekili oldu. Hz. Mu’âviye’nin hilâfeti zamanında vefât etti. “Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa... “ 28.7.2001 Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi. Safvân bin Süleyman diyor ki; “Resûl-i Ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.” İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu. Her an son nefesini düşnürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyururdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefât etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu. Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur’ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur’ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecekir. Kim Kur’ân-ı kerîm’i kendine uydurursa (anladığı ve hesabın geldiği gibi kabullenmek, mânâ vermek) Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.” “Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereye doldurmaya çalışır. Âdem oğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz.” “İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır.” “İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular.” “Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek.” Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Kıyâmet günü, ibâdet ehli müminlerin, Allahü teâlânın cemâlini göreceği hususunda; Resûlullah’ın gökyüzündeki aya bakıp: “Şu ayı nasıl hiçbiriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz. Artık güneşin tulû’unda da, gurûbunda da evvelki namazların hiç birinden alıkonmamak elinizden gelirse (ona) çalışınız” rivâyetinde bulundu. “Cennet hazinelerinden bir hazine” 29.7.2001 Birgün Peygamberimiz Ebû Musa el-Eş’ari’ye “Cennet hazinelerinden bir hazineye seni irşad edeyim mi?” Evet Yâ Resûlallah irşâd buyurdu, demesi üzerine Resûlullah: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” de diye buyurdu. “Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder.” “Dünyayı seven Âhiretine zarar verir, Âhiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz.” “Her kim Allahın rızasını kazanmak için bir mescid binâ ederse, Allahü teâla da ona Cennet’te onun gibi bir ev binâ eder.” “Mü’minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir.” “Bana gelip benden soran ve bazı ihtiyaç dileğinde bulunanlar olur. Yanımda bulunan sizler de onlara yardımcı olun ki, ecir kazanasınız. Allahü teâlâ sevdiği şeyi, Peygamberlerin elinde kazâ eder.” “Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır.” “Kişi sevdiği ile berâberdir.”“Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet hertarafı kaplar ve öldürme olayları artar.” Ev ziyâreti hususundaki Âdâb hakkında: “İzin talebi üç defadır. Birincide susar ve gelenin kim olduğunu öğrenmek için dinlenir, ikincide hazırlanır, üçüncüde de kabul veya reddeder.” “Biriniz üç kere selâm verdikten sonra cevap alamazsa dönsün.” “Yaşlılara saygı göstermek, Allahü teâlâyı tazimdendir.” “Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır.” “Dirinin ağlamasıyla muhakkak ölü azâb olunur.” Peygamber efendimiz ipeği sağına, altını soluna koydu ve “Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır” buyurdu. Peygamberlerin gönderilmesi nimeti 30.7.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (3) Allahü teâlâ, akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Dimâglarınızda, fizik laboratuvarları açarak, burada his uzuvlarından, sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına miknâtis kuvvetini yerleştirdiği gibi, beyninize yerleştirdiği akıl ve yüreğinize yerleştirdiği kalb kuvvetleri te'sîri ile, bir anda, çeşitli plânlar hazırlanıp, emirler, hareketler meydana getiriyor. Yüreğinizi çok karışık ve hârika dediğiniz te'sîrlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehrleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akıllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermayeler gizliyor. Daha ve daha birçok hârikalarla, vücûdünüzü techîz ediyor, tamamlıyor. Hepsine fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları ve bioloji olayları gibi ismler taktığınız, bir nizâm ve âhenkle, te'sîs ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleştiriyor. Gereken tedbîrleri ruh ve şu'ûrunuza tersîm ediyor. Zihin denilen bir hazîne, akıl nâmında bir miyâr, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğiniz bir anahtar da, ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtârlar, işaretler, meyller, şehvetler de veriyor. Daha büyük bir nîmet olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkça, talimat gönderiyor. Nihâyet, vücûdünüz makinesini işletip ve tecrübelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve istifâde etmeniz için elinize teslim ediyor. Bütün bunları, size ve iradenize ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevkı', bir salâhiyyet vererek, mes'ûd ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emânetlere mâlik olduğunuzu iddiâ edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar gibi, sâde dış kuvvetler te'sîri ile veya hayvanlar gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile akılsız, şu'ûrsuz hareket ettirse idi ve evlerinize taşıdığınız nîmetlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz? “Ey insan! Acaba sen nesin?” 31.7.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (4) Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize devâ, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücûmlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, çakan şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı gıdâ maddelerini,yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, ziyâ ve harâret şu'âları te'sîri ile oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız? Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, herşeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz. Ey insan! Acaba sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakâret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zaman, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin rahatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir mekana tevdi' etti ve nice zaman himâyene uğraştı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mes'ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, nîmetlerinden ona ve yaratanına bir Şükür payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin kirlettiği çöplüklere döküyorsun? Etrâfın, arzu ve emellerine uyduğu zaman, herşeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaratarak yaptığına, bütün başarıları îcâd ettiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek memurluktan isti'fâ ediyor ve emânete sahip çıkmaya kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıttırmak istiyorsun. Yâhû! İşin yolunda, muvaffakıyyet ve muzafferiyyet yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamanında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye iddiâ ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin? “Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz!” 1.8.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (5) Ey insanoğlu, etrafın, arzularına uymaz, dış kuvvetler seni mağlup etmeye başlarsa, o zaman da, kendinde hasret ve husrandan, acz ve yeisten başka birşey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sahip olmadığını, herşeyin cebr elinde esîr olduğunu ve varlığının, otomatik ve fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddiâ ediyorsun. Kaderi bir cebir, mecburiyet mânasında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, teyb gibi olmadığını da, sezmez değilsin. Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zaman eline geçirebileceğin kuru ekmeği yimekle, yimeyip açlıktan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yirsin. Hem yirsin, hem de birşey yapmadığına hükm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine arzunla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamıştır. Fakat, böyle mecbûr olduğun zamanlarında bile, irâdene mâlik olduğun hâlde, seni âciz bırakan, hâricî kuvvetler karşısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç bilirsin. Ey Âdem oğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her hâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, îcâd etmekten, herşeye hâkim ve gâlib olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir hürriyet ve ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzu ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmıyan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan, birer memursunuz! Onun koyduğu ahkâm ve nizâm ile, Onun tâyîn ettiği mevkı'leriniz ve halk edip emânet olarak verdiği salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız Âmir ancak O, hâkim yalnız O, mâlik yine Odur. Ondan başka âmir, Ona benzer hâkim, Ona ortak mâlik yoktur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücâdeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftihârlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. Sıkıntıların birinci sebebi 2.8.2001 İnsanın dünyaya geliş sebebi (6) Ey ademoğlu, kalblerinizde, niçin yalana yer veriyor da, şirklere sapıyorsun? Niçin, eşsiz hâkim olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, Onu mâbut tanımıyorsunuz da, binlerce, hâyal olan, mâbutlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyâr, bir îman değil midir? Niçin o emeli Haktan başkasında arıyorsunuz? Niçin, o îmanı Hakka tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmana ve îmanın netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz? Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nîmet, hep Hakka îmanın hâsıl ettiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felaket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şerîklere tâbi olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile, yalnız Hak teâlâya îman etmemenin netîcesidir. Hulâsa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin, îmansızlığın, vahdetsizliğin ve sevgisizliğin netîcesidir. Beşeriyyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbirini sevemez. Haktan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Hak teâlâdan başka herneye gönül verseniz, herneye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Şerîki, nazîri, misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve ancak Onun mukâbili bâtıldır, yanlıştır ve varlığı mümkün olmıyan bir yokluktur. Hak teâlâdan başka, herneye tâbi olur, herneye tapınır, Onun yerine, herneyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacaktır. “Allah israf edenleri sevmez” 18.1.2003 Tesavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Kötü huyların en zararlı olanlarından biri de israftır. İsraf, malı boş yere dağıtmaktır. Malı, islâmiyetin uygun görmediği yerlere dağıtmağa israf denir. israf, kötü bir huydur, harâmdır. Dînimizin, hasîsliği, cimriliği, israftan daha çok kötülemesi, israfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasîsliğin daha çok kötülenmesi, insanların çoğu yaratılıştan, mal birikdirmeği sevdiği içindir. İsrafın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın, “İsraf etmeyiniz! Allahü teâlâ, israf edenleri sevmez” meâlindeki kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede de meâlen, “İsraf etme! İsraf edenler, şeytânların kardeşleridir” buyuruyor. Şeytânın kardeşi de, şeytân olur. Şeytân isminden dahâ kötü bir isim yoktur İsrafı, bundan daha çok kötüleyen birşey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını israf edenlere birşey vermeyiniz diye emr ederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, “Mallarınızı sefîhlere, alçaklara vermeyiniz!” buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmde Fir’avnı kötülerken, “O, israf edenlerden idi” buyuruyor. Lût aleyhisselâmın kavmini de, “İsraf eden kavmsiniz!” diye kötülüyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Malı boş yere saçmayınız!” buyuruyor. Başka bir hadis-i şerifte de buyurdu ki, “Kıyâmet günü herkes, dört süâle cevâb vermedikce hesaptan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harc etti. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?” İsrafın kötülüğünü gösteren delîllerden biri de, fâizin harâm olmasıdır. Fâiz alıp vermek, büyük günahtır. Buna da sebeb, insanların malını alış veriş yaparken ziyân olmaktan korumaktır. On şey, son nefeste imansız gitmeğe sebeb olur: 1- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2- İmanını, Ehl-i sünnet i’tikâdına göre düzeltmemek, 3- Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyyet etmek, 5- Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebeb olanlara şükretmemek, 6- İmansız olmaktan korkmamak, 7- Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8- Fâiz alıp vermek, 9- Dînine bağlı olan müslimânları aşağı görmek. 10- Fuhş, müstehcen sözleri, yazıları ve resmleri söylemek, yazmak ve yapmak. İnsanların en iyisi 19.1.2003 İsraf çok kötü bir huydur. İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Âhıreti kazanmak, mal ile olur. Dünya ve âhıret, mal ile intizâm bulur, râhat olur. Hac, cihâd sevâbı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtâc olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakîrlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektebler, hastahâneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak insanlara hizmet de mal ile olur. Dînimiz, “İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır” buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet etmekten daha çok sevâptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Bir hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır. Akrabâsını sevindirir. Malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider” buyuruldu. Abdüllah ibni Mes’ûdün “radıyallahü anh” haber verdiği bir hadîs-i şerîfte,”İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye islâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harc eder”. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Amr ibni Âs için, “İyi kimseye malın iyisi, ne güzel yakışır” buyurdu. Enes bin Mâlik için de, “Yâ Rabbî! Buna çok mal ve çok çocuk ver ve bunlarla kendisini bereketlendir!” diye düâ buyurdu. Birisi malının hepsini sadaka vereceği zaman, Peygamberimiz “Malının bir kısmını kendine bıraksan, daha iyi olur” buyurdu. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, mala “Hayrlı şey” ismini vermektedir ve Habîbine “sallallahü aleyhi ve sellem”, verdiği nimetleri hâtırlatırken: “Sen malsız idin, sana, kimseye muhtâc olmıyacak kadar, mal verdim” buyurmaktadır. Büyük âlim Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, “Bu zamanda mal, insanın silâhıdır”. Yani, insan cânını, sağlığını, dînini ve şerefini mal ile korur. Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Sa’îd bin Müseyyib buyuruyor ki, “Borclarını ödemek için ve ırzını, nâmûsunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara mîrâs bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayrsızdır”. Yani kendine ve cemiyete zararlıdır. Nimetin kıymeti bilinlezse 20.1.2003 İsraf, malı helâk etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyanın mubah olan işlerine faydalı olmıyacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak, onu helâk etmektir. Kullanılmıyacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçtan meyveyi toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helâk olması, hayvanları soğuktan, düşmandan korunacak yere koymamak ve soğuktan, sıcaktan ve açlıktan ölmelerini önliyecek kadar yidirmemek ve örtmemek de, helâk etmektir. Bunların israf olduğu meydandadır. Mal kıymetlidir. Malı ve dünyâlığı kötüliyen haberler varsa da, bu haberler, malı, dünyalığı değil, bunların zararlı kullanılmasını kötülemektedir. Meselâ, insanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebeb olan mal zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kimselerde kendini göstermektedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüliyen haberler çok olmuştur. Görülüyor ki, mal, birbirine zıd iki şeye sebeptir. Hayra, iyiliğe sebeb olduğu için medh edilmekde olup, şerre, kötülüğe sebeb olduğu için de kötülenmiştir. Büyük âlim ibni Cevzî buyurdu ki, “İyi niyet ile mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir”. Malın büyük bir nimettir. Malı israf, Allahü teâlânın nimetini hakîr görmek, nimete kıymet vermemek, nimeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nimet etmek, yani şükür etmemek olur. Bu ise, nimet verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. İbrâhîm sûresi, yedinci âyetinde meâlen, “Şükür ederseniz, verdiğim nimetleri elbette artdırırım” buyuruyor. Başkasının malını helâk etmek, zulüm olur. Ödemek lâzım olur. Kendi malını helâk etmek, israf olur. Günâh işlemek için ve günâh işlenilmesi için verilen mal ve paralar da israf olur. İsraf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydandadır. Kalbi, durmayıp karartan, kemiren, tehlükeli bir hastalıkdır. Tedâvîsi de pek güçtür. Bu sıfat kalbi kaplamadan önce, giderilmesi için ve bu felâketden kurtulmak için bütün ilâclarına baş vurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, Cenâbı Hakka yalvarmalı, duâ etmelidir. Allahü teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaştırır. O, sığınılacak, güvenilecek, biricik yardımcı ve kurtarıcıdır. İsraf nedir? 21.1.2003 Çok kimse israfın ne olduğunu, nelerin israfa sebep olduğunu bilmediği için israfa düşer. Bunun için herkesce bilinmiyen, hatırlatılması lâzım olan israflar da vardır. Meselâ, meyve ve ekin toplandıkdan sonra, bunları iyi saklamayıp kendiliklerinden bozulmaları veya nem alarak, çürümeleri veya kurd, güve, fâre, karınca ve benzeri canlıların yemeleri hep israftır. Ekmek, et, etsuyu, peynir gibi gıdaların ve hurma, karpuz, soğan gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru üzüm, kayısı gibi kuru meyvelerin ve buğday, arpa, mercimek gibi hubûbâtın ve elbise, kumaş, kitâb gibi eşyanın, böylece, israf edildikleri çok görülmektedir. Yemek artıklarını dökmek, tabakta yemek bırakmak israftır. Sofra bezi ve masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını toplamayıp atmak da israftır. Bu kırıntıları toplayıp kedi, köpek, koyun, sığır, karınca, kuş, tavuk gibi hayvanlara yedirmek israf olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Şeytân, her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ, yemekte bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp temizleyip yesin. O lokmayı şeytâna bırakmasın! Çünkü, bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez” buyurdu. Düşen lokmayı alıp yimek, insanı israftan kurtardığı gibi, kibir ve riyâyı giderir. Berekete kavuşturur. Bilhâssa Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” efendisine uymak ve emrini yapmak şerefini kazandırır. Mevcûddan istifâdeye ve gelecek nimetin artmasına sebeb olur. Fasülye, pirinç, nohud gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak israftır. Elbise, çorap, ayakkabı gibi giyim eşyâsını iyi kullanmayıp, çabuk eskitmek, onları yırtmak, yıkarken suyu, sabunu çok harcamak, elektriği, doğal gazı gazı boş yere yakmak, hep israftır. Malı kıymetinden aşağı fiyâtla satarak veya kirâya vererek ve kıymetinden yukarı fiyatla satın alarak veya kirâlıyarak aldanmak israf olur. Aldanarak alış verişe zarûrî ihtiyâc olursa veya yardım, sadaka gibi niyyet ile böyle yaparsa israf olmaz. Abdestte ve guslde, suyu sünnet olandan fazla kullanmak israftır. Sa’d “radıyallahü anhüm” abdest alırken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gördü. “Yâ Sa’d! Suyu niçin israf ediyorsun?” buyurdu. Abdest alırken de israf olur mu dedikde, “Büyük nehrde de olsa, abdestde fazla su kullanmak israf olur” buyurdu. Doyduktan sonra fazla yimek de israftır. Yalnız, müsâfir utanmasın diye, yemek sâhibinin fazla yimesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda fazla yemek israf değildir. İsraf çeşitleri 22.1.2003 Ölçüsüz, düşüncesiz alışverişler israftır. İhtiyaç olmadan, her istediğini yemek, giymek te israftır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Her istediğini yemek israftandır” buyurdu. Doydukdan sonra veya hazmolmadan, acıkmadan tekrâr yimek israf olur. Sofrada yemek çeşitlerini lüzûm yok iken artırmak israftır. Fakat, bir yemekten usanıp herbirinden biraz yiyerek ibâdet yapmak, meselâ oruc tutmak, halâl kazanmak için çalışmak veya müslüman kardeşlerine yardım etmek gibi ibâdetler için kuvvetlenmek düşüncesi ile veya sofrada misâfir bulundurmak niyeti ile olursa, israf olmaz. Ziyân etmedikce ve başka bozuk niyet ile olmadıkça, lezzet ve zevk için yemek çeşidini artdırmak da câiz olduğunu, A’râf sûresinin otuzbirinci âyeti ve Mâide sûresinin doksanıncı âyeti göstermektedir. Bu iki âyet-i kerîmeye dayanarak, âlimlerimiz, her çeşit meyve yiyerek lezzet almağa câiz demişler ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çeşitli meyve yediğini haber vermişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” için buyurulan, “İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, israf ve tekebbürdür” hadîs-i şerîfi, (Buhârî)de yazılıdır. Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenar ve kabuklarını atmak israftır. Bırakılan kısımları başkası veya hayvan yerse, israf olmaz. Sofraya lüzûmundan fazla ekmek koyup, sonra bunları, tekrar yemek için kaldırmamak israftır. Yani, yenmiyen ekmek parçalarını atmak ve riyâ, gösteriş, şöhret için fazla ekmek koymak israf olur. Nefîs yemekleri yemek, kıymetli, yeni elbise giymek, yüksek, büyük binâlar yapmak ve dînin sâhibinin haram etmediği daha bu gibi şeyler, halâldan kazanıldığı, kibir ve öğünmek için olmadığı zaman israf değildir. Lüzûmundan fazla olunca tenzîhen mekrûh olurlar. Âhıreti kazanmak istiyenlere, lâzım olan ile kanaat edip, fazlasını sadaka vermek yakışır. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki, “Bir kimse, Allahü teâlânın emir ettiği yerlere dağ kadar altın harc etse, israf olmaz. Bir dirhem (yaklaşık beş gram) gümüşü veya bir avuc buğdayı, haram olan yere vermek israf olur”. Hâtim-i Tâî, cömerdliği ile meşhûrdur. Çok verdiği için, “Malı israf etmekte hayır yoktur” dediklerinde, “Hayra verilen mal israf olmaz!” demiştir. Fakat, sadaka vermede ölçü kaçarsa, öncelik sırasına dikkat edilmezse ifraf olur. Sadaka vermede hangi hallerde isrfaf olur, bunu yarın ele alalım. Vermede öncelik sırası 23.1.2003 Sadaka vermekte de, israf vardır. Çünkü, Sâbit bin Kays “radıyallahü anh” bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmayınca, “Hepsini vermeyiniz!” âyet-i kerîmesi inmişti. Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü anh” bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine birşey kalmadı. Hemen “Fakat, israf etmeyin” âyet-i kerîmesi geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, “Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şekilde dağıtma!” buyuruldu. Câbir ve Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki, “Bir genç, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gelip, bazı lüzûmlu şeyleri saydı ve annem beni sana gönderip bunları istedi, dedi. Bugün bende bunların hiçbiri yok buyuruldukda, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mubârek arkasından gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezân okuyunca, cemaat her zaman olduğu gibi, Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merâk ettiler. Birkaçı evine bakıp, gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman, bu âyet-i kerîme geldi”. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Sadakanın hayırlısı, ihtiyâcı olmıyanın verdiğidir” buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize biri gelip, bir altınım var, ne yapayım dedi. “Bununla kendi ihtiyâclarını al” buyurdu. Bir altınım daha var dedi. “Onunla da çocuğuna lâzım olanları al” buyurdu. Bir dahâ var dedi. “Onu da, âilenin ihtiyâclarına sarf et” buyurdu. Bir altın daha var dedi. “Hizmetcinin ihtiyâclarına kullan” buyurdu. Bir dahâ var deyince, “Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin” buyurdu. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Paranız ile, önce kendi ihtiyaclarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaclarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!” buyurdu. Resûlullah, “Kendisi veya çoluk çocuğu muhtâc iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borc ödemek, sadaka vermekten ve köle âzâd etmekten ve hediyye vermekten daha mühimdir. Başkasının malını, sadaka vererek, zâyi’ olmasına sebeb olmayın!” buyurdu. “Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!” 24.1.2003 İsrafın bir sebebi de sefâhettir. Çok kimseyi israfa alıştıran budur. Sefîhlik, aklın az ve hafîf olmasıdır. Allahü teâlâ, “Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!” buyuruyor. Çok kimse, yaratılışta sefîh olur. Bu kötü halleri, bazı sebeblerle, zaman zaman artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına kandırır. İsrafa yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emir olunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle israfa alışmakta ve sefîh olmaktadırlar. Sefâheti artıran bir sebeb de, insanların çok hurmet, saygı göstermesi, yüz vermesi, medh eylemesidir. Âmirlerin, zenginlerin çocukları bu yoldan sefâhete düşmektedir. Çok kimse israfın ne olduğunu bilmez, hattâ cömerdlik sanır. Lüzûmsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömerdlik sanılır. Riyâ ve gösteriş için israf yapar. Yaradılışta bulunan sefâhetin ilâcı güçtür. Bunun için, islâmiyet, bunlara mal vermeği yasak etmiş, mallarını kullanmalarına izin vermemiştir. İsrafın zararlarını duyurmalı, nasiyat ederek mal ağıtmaktan vazgeçirmelidir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, dine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeleri sağlanmalıdır. Borcu olanın, yemesine, içmesine, giyimine dikkat etmesi, bahalı, lüks şeylerden uzak kalmalıdır, İbrâhîm bin Edhem, “Borcu olan kimse, ödemedikce yağlı ve sirkeli yemekyimemelidir” buyuruyor. İbni Battâl, ”Borcu olanların sadaka vermesi ve borcunu ödememesi câiz değildir. Bunu bütün âlimler sözbirliği ile bildirmektedir” buyurdu. Âlimlerin çoğuna göre, bir kimsenin vücûdü sağlam olur, aklı başında olur, bir yere borcu olmaz ve evli olmayıp malsızlığa sabredebilirse veya evli olup da, çoluk çocuğu da sabır ederlerse, bu kimsenin bütün malını sadaka vermesi câiz olur. Bu şartlardan biri eksik olursa, sadaka vermesi mekrûh olur. Bazı âlimler, sadakası kabûl olmaz buyurdu” Hz. Ömer’de böyle buyurdu. Bu haberlerden anlaşılıyor ki, sadaka vermekte de israf olur. Borcundan çok malı olmıyan veya çoluk çocuğu sıkıntıya sabredemediği halde, bunların ihtiyâcını karşılıyacak maldan fazlası bulunmıyan veya sıkıntıya katlanamadığı hâlde, kendisi muhtâc olan kimsenin sadaka vermesi israf olur. Ödünc vermekte de böyle israf olur. Ne aldatalım ne de aldanalım 25.1.2003 Ahlâk konusuna başlamışken ticari ahlâktan da bahsetmek gerekir. Ticari ahlâk ta dine uygun alış veriş yapmakla sağalanabilir. Çok alışveriş yapanlar vardır ki, bunların Müslümanlara zararı dokunuyor. Bunları yapanlar, la’net içinde kalıyor. Alışverişte Müslümanlara zarar yapmak iki türlü olur: Birisi, herkese zararı dokunmak olup, bu da iki kısmdır: Biri ihtikârdır (Karaborsacılıktır) yani, kıtlık zamanında insan ve hayvan gıda maddelerini piyasadan toplayıp, yığıp, pahalandığı zaman satmaktır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse gıda maddelerini alıp, pahâlı olup da satmak için kırk gün saklarsa, hepsini fakirlere parasız dağıtsa, günahını ödeyemez”. İlâcların çoğunda ihtikâr olmaz ise de, zaruri olan, ensülinin, aşı ve serum gibi belli mikroplara karşı kullanılması, ekmeğin açlığa karşı kullanılması gibi, muhakkak şifâya sebep olduğundan, bu gibi, tesîri kuvvetli ilâcları saklıyarak kara borsacılık yapmak haram olur. Gıda maddeleri çok olup, herkes kolay alabilirse, ihtikâr haram olmaz. Fakat, böyle zamanlarda da, mekruh olur. Çünkü, insanların zararını beklemek, iyi değildir. Herkese yapılan zararın ikinci kısmı, kalp para sürmektir. Alan, anlamazsa, zulmedilmiş olur. Anlarsa, o da başkasını, başkası da, bir diğerini, zincirleme aldatırlar. Elden ele dolaşdıkca, günahı, hep birinci kimseye de yazılır. Bunun için, “Bir sahte lira vermek, yüz lira çalmaktan daha fenâdır” buyurmuşlardır. Çünkü, hırsızlığın günahı bir keredir. Bunun günahı ise, öldükten sonra bile devam eder. En zavallı kimse, ölüp gittiği halde, bıraktığı kötülük sebebi ile günahı tükenmiyen kimsedir. Öldükten senelerce sonra günahı yazılır ve azâbını çeker. Eline sahte para geçen, onu yok etmeli, kimseye vermemelidir. İnsan paraları iyi tanımalı ve aldanmamakdan ziyade, kimseyi aldatmamağa dikkat etmelidir. Bilmiyerek alıp vermek de günahtır. Çünkü, insanın, başına gelen her işin, dindeki ilmini öğrenmesi vâciptir. Bunun için sahte paraların özelliklerini öğrenelerek bunları almamalıdır. Alışverişte, zararın ikincisi, alışveriş edilen kimseye yapılan zarardır. Zarar veren her iş, zulüm olur. Zulm ise haramdır. Her Müslüman, kendisine yapılmasını istemediği birşeyi, kâfirlere dahî yapmamalıdır. Alışverişte yemin edenin hali 26.1.2003 Alışverişte, satılan malı, olduğundan aşırı medhetmemelidir. Çünkü, hem yalan söylemiş, hem aldatmış, hem de zulmetmiş olur. Hatta, doğru olarak da, müşterinin bildiği şeyi söylememelidir. Çünkü, bu da faydasız söz olur. Kıyâmet günü her sözden suâl olunacaktır. Boş söz söyleyenler, hiç özür bulamıyacaktır. Yemîn ile satmağa gelince, yalan yere yemîn etmek haramdır. Yani büyük günahtır. Doğru yemîn ederse, az birşey için Allahü teâlânın ismini söylemek saygısızlık olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Alışverişde vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye yemîn edenlere ve sanat sâhiblerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmayanlara yazıklar olsun!”. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Malını yemîn ederek beğendiren kimseye kıyâmet günü merhamet edilmeyecek, acınmıyacaktır”. Yûnüs bin Abîd, ipekli kumaş tüccarı idi. Malını satarken hiç medh etmezdi. Çırağı, birgün, kumaşı gösterirken, müşterînin yanında, “Yâ Rabbî! Bu Cennet kumaşından bana da nasîb et!” deyince, Yûnüs, bu sözün kumaşı medh etmek olacağını düşünerek, kumaşı kaldırıp sattırmadı. Malın aybını, müşterîden gizlememeli, hepsini, olduğu gibi göstermelidir. Kusuru gizlemek, hıyânettir. Malın iyi tarafını göstermek, karanlıkta göstermek zulüm, hîle olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buğday satan birisinin buğdayına, mubârek parmaklarını sokup, içinin yaş olduğunu görünce, “Bu nedir?” buyurdu. Yağmur ıslatmıştır deyince, “Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hîle eden, bizden değildir” buyurdu. Birisi, üçyüz dirhem gümüşe bir deve sattı. Devenin ayağında ârıza vardı. Eshâb-ı kirâmdan Vâsile bin Eska’ orada idi. O anda dalgın idi. Devenin satıldığını anlayınca, alanın arkasından koşup, devenin ayağı ârızalıdır dedi. Müşterî deveyi geri getirip, parasını aldı. Alan, satışımı niçin bozdun? deyince, Vâsile dedi ki, Resûlullahdan işittim. Buyurdu ki, “Satılan birşeyin kusurunu gizlemek helâl değildir. O kusuru bilip söylememek de, kimseye helâl değildir.” Vâsile yine dedi ki, Resûlullah bizden söz aldı ki, Müslümanlara nasîhat edelim. Onlara merhamet edelim. Malın kusurunu saklamak, nasîhat etmemek olur. Satıcıların, kusur saklamamaları çok güctür. Büyük cihâd demektir. Bu cihâdı kazanmak için, mal alırken dikkat etmeli, kusurlu mal almamalıdır. “Hile karışınca bereket gider!” 27.1.2003 Şunu iyi bilmelidir ki, hîle ile rızk artmaz. Hîle ile azar azar birikdirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günahları kalır. Nitekim bir sütcü, süte su katardı. Birgün, ansızın sel gelip, ineği boğdu. Adam şaşkın bir halde düşünürken, çocuğu dedi ki, kattığımız sular birikerek, gelip ineği götürdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,“Ticarete hıyânet karışınca, bereket gider”. Bereket demek, az malın çok faydası olmak, çok işe yaramak demektir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmıyan, çok mal vardır ki, sâhibinin dünyada ve âhıretde felâketine sebep olur. O halde, malın çok olmasını değil, bereketli olmasını istemelidir. Bereket, emîn olanlarda bulunur. Hatta çokluk dahî emîn tüccarlarda bulunur. Çünkü, her müşterî, emîn tüccara gider. Hıyânet edenlere kimse gitmez. Bir tüccar düşünmeli ki, ömrü yüz seneden çok değildir. Âhıretin ise, sonu yoktur. Birkaç günlük ömrünün altın ve gümüşünü artdırmak için, ebedî ömrünü zarara sokmağı kim ister? Böyle düşünen bir satıcı hıyânet yapamaz. Resûlullah buyurdu ki, “Lâ ilâhe illallah diyenler, dünyayı dinden üstün tutmadıkca, Allahü teâlânın gadabından, azâbından kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyaya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince, Allahü teâlâ, onlara, yalan söylüyorsun! buyurur”. Her sanatta de hîle yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve gizlemek haramdır. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden “rahmetullahi teâlâ aleyh”, gizli yama yapmağı sordular. Kendi giymesi ve müşterînin giymek istemesi ile câiz olup, hîle olarak yapmak, yani gizli yamayı, yeni diye satmak günahtır. Aldığı para haramdır, buyurdu. İnsanlar fâsıktır, kâfirdir diyerek, hile, hıyânet yapmanın câiz olacağını sanmak doğru değildir. Hile, hıyânet ve başkalarının haklarına saldırmak haramdır. Haramlar, zaruret olmadıkca, hiçbir yerde, hiçbir sebeble helâl olmaz. İslâmın güzel ahlâkını her yerde tatbîk etmek lâzımdır. Güzel ahlâklı olmak sûreti ile Müslümanlığı tanıtmak, Emr-i ma’rûf yapmak olur. Kâfir ülkelerinde de haklarına dokunmamak, kanûnlarına uymak, kimseyi dolandırmamak, Müslümanlığın îcâbıdır. Eksik tartanlara acı azab yapılacak 28.1.2003 Alış verişte, ölçüde hîle etmemeli, doğru dartmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi, birinci âyetinde meâlen, “Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım” buyuruldu. Büyüklerimiz, her aldıklarını biraz noksan, verdiklerini de, biraz fazla ölçerdi. Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir derlerdi. Bunu tam doğru ölçememek korkusundan yaparlardı. Yedi kat yer ve yedi kat gökler genişliğinde olan Cenneti, birkaç kuruşa satanlar ne kadar ahmaktır ve birkaç kuruş için, Cehennem azâbı ile müjdelenenler ne kadar ahmaktır, buyururlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” herne satın alsaydı, parasını biraz fazla verirdi. Fudayl bin İyâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, oğlunu, birşey satın alıp, vereceği altının kirlerini temizlerken görünce, “Ey oğlum! Bu yaptığın iş, sana iki nâfile hacdan ve iki umreden daha fâidelidir” buyurdu. Büyüklerimiz buyuruyor ki, fâsıkların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir. Manifaturacılardan, kumaşı alırken gevşek, satarken gergin tutup ölçenler de böyledir. Kemiğini, âdetden fazla koyan kasablar da böyledir. Hubûbât içine toz toprak karıştırıp satan köylüler de böyledir. Malın iyisi ile kötüsünü karışdırıp, hepsini iyi diye satan pazarcılar da böyledir. Bunların hepsini yapmak haramdır. Vel-hâsıl, alışverişde herkese karşı doğru hareket etmek şarttır. Hatta, kendine söylenmesini istemediği sözü başkalarına söylememelidir. Böyle haramlardan kurtulmak için de, kendini, din kardeşinden üstün görmemek lâzımdır. Bunu da, herkesin yapması güctür. Bunun için Allahü teâlâ, “Hepiniz Cehennemden geçeceksiniz!” buyuruyor. Ama, herkes Allahü teâlâdan korkusuna göre, oradan çabuk veya geç kurtulacaktır. Müslüman, dünyayı sevdiği, dünyaya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmağı emrettiği için aldatmadan dürüst olarak çalışıp kazanır. Nefsinin kötü arzûlarına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken helâli haramdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, kanûnlara karşı gelmek, vergilerini vermemek, dünyaya düşkün olmağı gösterir. Dünyaya düşkün olmak, büyük günahtır. Allahü teâlâ emrettiği için çok çalışıp, çok kazanmak ve Onun emrettiği gibi çalışıp, kazandığını, Onun emrettiği yerlere sarf etmek, ibâdet yapmak olur. Çok sevap olur. Müşteriye doğruyu söylemeli 29.1.2003 Alışverişte hîle yapmamalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp piyasa fiyatını gizliyerek, ucuz satın almalarını yasaklamıştır. Köylünün bu sûretle yaptığı satıştan vaz geçmesi câizdir. Köylü ucuz birşey getirince, bunu karşılıyarak, malı bana bırak, ben sonra yüksek fiyatla satarım demekten de men’ buyurdu. Bir malın pahâlı satılması için, herkesin yanında, onu yüksek fiyatla satın almaktan da men’ buyurdu. Müşterîler, böyle bir satış olduğunu anlarsa, satışı bozabilir. Piyasayı bilmiyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır. Hatta, acemî olup, ucuz satan veya pahâlı alanlar ile alışveriş etmemelidir. Bunlarla alışveriş sahîh ve câiz ise de, piyasadaki fiyatı bunlardan gizlemek günahtır. Basra’da büyük bir tüccar vardı. Îrânda, Süs şehrinde bulunan adamlarından biri, mektûb yazarak, bu sene şeker kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al dedi. Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahâlı satarak, otuzbin dirhem gümüş kâr etti. Sonra, düşünüp, şeker kamışlarına âfet geldiğini Müslümanlardan saklıyarak, onlara hıyânet ettim, bu nasıl Müslümanlıkdır deyip, otuzbin dirhemi, şekerlerini almış olduğu kimselere götürdü. Her birine, bu para senindir dedi. Niçin, dediklerinde, yaptığı yanlış işi anlattı. Hiçbiri almayıp, sana helâl olsun dediler. Akşam evinde düşündü ki, belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyânet ettim, diyerek, ertesi gün tekrâr götürdü. Her birine yalvararak otuzbin dirhem gümüşü taksîm etti. Müşterîye doğru söylemeli, hiç hîle etmemelidir. Malda bir ârıza oldu ise, haber vermelidir. Malı, akrabâ veya ahbâbından, ona yardım olsun diye yüksek fiyatla aldı ise, müşterîsine bunu söyliyerek, doğru değerini bildirmelidir. Meselâ, on milyon etmiyen malı, on milyon vererek aldı ise, o malı satarken, on milyona aldığını söylememelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahâlı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Böyle misâller pekçoktur. Böyle hıyânetleri bilmiyerek yapan çoktur. Hıyânet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Çünkü, herkes, dikkat ile, pazarlıkla uğraşarak, tam değerini verip aldığını sanır. O halde, aldatarak satmak, hıyânet ve dolandırıcılık olur. Alışverişte ihsanın önemi 30.1.2003 Alışverişte, ihsan, fedakârlıkta bulunmak şart değilse de, çok kıymetlidir, önemlidir. Çünkü, Allahü teâlâ, adâlet yapmak emrettiği gibi, ihsân etmeği de emrediyor. A’râf sûresi, ellibeşinci âyetinde meâlen, “İhsân edenlere, elbette rahmetim çok yakındır” buyuruldu. Yalnız adâlet yapanlar, dinde sermâyelerini kurtarmış olur. Ama kâr, ihsân edenleredir. Aklı olan, âhıret kârını hiç kaçırır mı? Peki ihsân nedir? İhsân, emir edilmiyen iyiliği yapmaktır. Mesela, Müşterî, fazla ihtiyacı olduğu için, çok para vermeğe râzı olsa bile, çok kâr istememek bir ihsândır. Sırrî Sekâtî hazretlerinin dükkânı vardı. Yüzde beşden fazla kâr istemezdi. Bir kerre, altmış altınlık bâdem içi almıştı. Bâdem fiyatı ansızın yükseldi. Dellâl, bâdem satmak için geldi. Altmışüç altına sat dedi. Dellâl, bugün, bu kadar bâdemi, doksan altına alıyorlar deyince, ben yüzde beşden fazla kâr almamağa karâr verdim. Karârımı değiştirmem buyurdu. Dellâl da, ben de senin malını aşağı fiyatla satamam dedi ve satmadı. O da, yüksek fiyatla satmağa râzı olmadı. Bâdemler satılamadı. İşte ihsân böyle olur. Muhammed bin Münkedir, din büyüklerindendi. Mağazası vardı. Çeşitli kumaş satıyordu. Kimisinin metresi beş altın, kimisinin, on altın idi. Birgün, kendisi yok iken, çırağı, bir köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına sattı. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar köylüyü arattı. Köylüyü görünce, bu kumaş beş altından ziyade etmez dedi. Köylü, ben bunu, seve seve aldım deyince, ben kendime uygun görmediğimi din kardeşime de uygun görmem. Ya satıştan vaz geç, yahut beş altını geri al, yahut da gel, on altınlık kumaşdan vereyim buyurdu. Köylü beş altını geri aldı. Sonra, birisine, bu merd kimdir diye sordu. Muhammed bin Münke hazretleridir dediler. Bu ismi duyunca “Sübhânallah! Bu, öyle kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur düâsına çıkıp, onun adını söylediğimiz zaman rahmet yağıyor” dedi. Hz.Alî, Kûfe şehri çarşısında dolaşarak, “Az kârı red etmeyiniz! Çok kârdan mahrûm kalırsınız!” buyururdu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdürrahmân bin Avf’a, o büyük serveti nasıl kazandın? dediler. Çok az kâra da râzı oldum. Hiçbir müşterîyi boş çevirmedim. Hatta bir gün, bin deveyi sermâyesine satmıştım. Yalnız dizlerindeki ipleri kâr kalmıştı. Her ip, bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise, bin dirhem olmuştu, buyurdu. Az sadaka büyük belayı önler 31.1.2003 Kurban Bayramı yaklaşmaktadır. Kesilecek kurbanlar, adaklar en iyi şekilde değerlendirilmelidir. İlim tahsil eden talebelere veya ilim tahsiline yardım eden hayır kurumlarına vekâlet yolu ile verilirse, hem vâcib sevâbı alınır, hem de ilim yayma sevâbı alınmış olur. Kurban kesmek gibi adak da bir ibâdettir. Bir isteğe, dileğe kavuşmada çok tesîrli bir yoldur. Allahü teâlâ yaptığı bu ibâdet hürmetine o dileğini yaratır. Bunun için sık sık adakta bulunmalı, sadaka vermeli, hayır hasenat yapmalıdır. Verilen yardımlar, bağışlar aynı zamanda birer sadakadır. Sadaka, yapılan her iyilik ise çeşitli belâları önler. Sadakanın fazîleti çoktur. Malı çok olup da zekât, sadaka vermiyen kimse, sıkıntı içinde yaşar. Hadîs-i şerîfte, “Gerçek fakîr, malı olduğu hâlde sadaka vermiyendir” buyuruluyor. Az da olsa vermeye alışmalıdır! Sadaka verenin, hayır hasenat yapanın malının bereketi artar. Az malı çok iş görür. Hadîs-i şerîfte, “Gizli-açık çok sadaka verin ki, rızkınız bollaşsın, yardıma mazhar olasınız ve duânız kabûl edilsin” buyuruluyor. Kısacası, ilim tahsili yapılan yerlere, gerek kurban, adak ve akîka şeklinde, gerekse doğrudan yardım, sadaka şeklinde yapılan yardım, insanı kazalardan belâlardan korur. Dünyada, sağlık ve âfiyet içinde bir ömür sürmeye sebep olur. Ayrıca farz olan ilim yayma sevâbına kavuşulur. Böylece yardım yapan kişi, hem dünyada hem de âhırette çok büyük ni'metlere kavuşmuş olur. İlim yaymanın sevâbını sevgili Peygamberimiz şöyle ifâde buyuruyor: “Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anilmünker sevâbı yanında, denize göre bir damla su gibidir.” İhlâs Vakfı, Öğrenci Yurtlarında yüzlerce üniversiteli fakîr öğrenciyi ve bilhassa Türk dünyasından gelen muhtaç öğrencileri barındırmaktadır. Onların et ihtiyâçları, vekâlet yolu ile sağlanan kurban, adak ve akîka hayvanları ile sağlanmaktadır. Bu yurtlarda kalan öğrencilere destek vermek isteyenler, İhlâs Vakfı idarecilerine vekâlet verebilir. Böylece hem kurban sevâbı, hem de ilim yayma sevâbı hâsıl olur. İnsanlara hizmet maksadıyla kurulan İhlâs Vakfı'na her ne şekilde olursa olsun yardım eden, hadîs-i şerîfte ifâde buyurulan bu üç sevâba da kavuşmuş olur. İhlâs vakfı, telefon: (0212) 513 99 00, faks (0212) 513 68 57 Alışverişte fakirler sevindirilmeli 1,2.2003 Alışverişte, fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. Meselâ, muhtaç kimselerin mallarına, çocukların sattığı meyvelere çok para vermelidir. Bu sûretle çalışanlara yardım etmek, sadaka vermekten daha sevapdır. Böyle yapanlar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” duâsına kavuşur. Çünkü, “Alışverişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ merhamet eylesin!” diye düâ buyurmuştur. Fakat, zenginden mal alırken aldanmak sevap değildir ve iyi değildir. Malı zâyi etmektir. Pazarlık edip, ucuz almak lâzımdır. İmâm-ı Hasen ve Hüseyin “radıyallahü anhümâ”, her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine: Bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, birşey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz? dediklerinde, “Verdiklerimizi Allah rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fakat, alışverişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır” buyururlardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki, “Alışverişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ, her işinde kolaylık gösterir”. İhsânın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye vermettir. Parası, malı olmıyanın borcunu uzatmak, zâten vâcibdir. İhsân değil, adalet ve vazîfedir. Fakat, malı olup da, zarar ile satmadıkca veya muhtac olduğu birşeyi satmadıkca, ödiyemiyecek bir halde olanların ödemesine zaman vermek ihsândır ve büyük sadakadır. Resûlullah buyurdu ki, “Kıyâmette bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günah işlemiş, hiç iyilik yapmamış. Sen dünyada hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma derdim ki, “Fakir olan borcluları sıkıştırma! Ne zaman ellerine geçerse, o zaman vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!” Allahü teâlâ buyuracak ki, “Ey kulum! Bugün sen fakir, muhtacsın! Sen dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız”. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Bir Müslümana, Allah rızâsı için ödünc veren kimseye, hergün için sadaka sevapı verilir. Fakirden, alacağını çabuk istemiyene, hergün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir”. Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzû etmezdi. Hergün, o malı sadaka vermiş gibi sevap kazanmağı tercîh ederlerdi. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Sadaka verilen her dirhem için on sevap, ödünc verilen her dirhem için ise, onsekiz sevap vardır. Çünkü, borc, ihtiyacı olana verilir. Sadaka belki, ihtiyacı olmayanın eline düşebilir”. “En iyiniz, borcunu iyi ödiyeninizdir” 2.2.2003 Borcu olan ödeme imkanı olunca hemen borcunu ödemelidir. İstemeğe vakit bırakmadan önce, kendi eli ile ve ayağına gidip vermelidir. Onu, birisini göndermeğe mecbur bırakmamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “En iyiniz, borcunu iyi ödiyeninizdir”. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Ödünc alan bir kimse, iyice ödemeği niyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona duâ eder”. Bir kimse, malı olduğu halde, borcunu ödemeği bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Namaz kılarken de, oruc tutarken de, uykuda da, yani her an, la’net altında bulunur. Borc ödememek öyle bir günahdır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Malı olmak, parası çok olmak demek değildir. Satılık birşeyi olup da, satmazsa, günah işlemiş olur. Değeri düşük olan para veya işe yaramıyan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi beğenmeyerek alırsa, yine günah olur. Onu râzı etmedikce, yani gönlünü almadıkca, günahtan kurtulamaz. Çok kimseler bunu düşünmez, ama büyük günahlardandır. Bunun için geç ödemeyi kâr bilmemelidir. Ödeme imkanı olunca hemen borcunu ödemelidir. Borcunu ödemeden nafakanın dışında başka şey almamalıdır. Maalesef zamanımızda çok kimse borcu dururken, arabasını, ev eşyasını yeniliyor. Hatta bazıları borsaya giriyor. Başına birçok işler geliyor; hem dünyası hemde ahıreti mahv oluyor. Alışveriş ettiği kimse pişman olursa yapılan satışı geri çevirmek, vazgeçmek ihsandır. Birinin (vazgeçdim) demesi, ötekinin de (kabûl ettim) veya (ben de vazgeçtim) demesi ile alışveriş bozulmuş olur. Sahîh satışta, biri istediği zaman, ötekinin de yapması müstehabdır. Çünkü, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Bir kimse karşısındaki pişman olunca alışverişi fesh eder, geri alırsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını affeder”. Yapılan satışı bozmak vâcib değildir. Fakat, çok sevapdır ve ihsân etmektir. Fakirlere veresiye verip, parası olmıyandan, istememeği niyet etmek ihsandır. Borclusu ölünce helâl etmek te ihsandır. Büyüklerimizden bazısının dükkânında iki defter vardı. Birisine bilinmiyen isimler yazardı ki, hepsi fakir idi. Bazı borclar karşısında isim de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakirlerden birşey istiyemezdi. Fakat böyle tüccarlar da, en iyi sayılmazdı. En iyi olanlar, fakirler için, hiç defter tutmıyanlardı. Bunlar, fakir birşey getirirse alır, getirmiyenlerden birşey istemezlerdi. İşte, din büyükleri, böyle ticaret yapardı. Şübheli bir kuruşu kabûl eden, dinde merdlerden sayılmazdı. Ticaret âhıreti unutturmamalı 3.2.2003 İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Bir kimsenin dünya ticareti, âhıret ticaretine mani olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünya, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhıret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hatta hiç tükenmez. Dünya ticaretinin âhırete yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermayesi, dîni ve âhıretidir. Bu sermayeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır. Dînini kayırmak istiyenler şunlara dikkat etmelidir: Her sabah şöyle niyet etmelidir ki, kendisinin ve evlâd ve âilesinin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtac bırakmamak, Allahü teâlâya rahat ve temiz ibâdet edebilmek, âhıret yolunda yürüyebilmek için, vazîfeme gidiyorum, demelidir. O gün Müslümanlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i ma’rûf, nehy-i münker yapmağı, kalbinden geçirmelidir. Namazda kusur edenlere, günah işliyenlere, emr-i ma’rûf yapmalı, ortam müsaid ise onlara göz yummamalıdır. Böyle niyet eden kimse hep sevap kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyada kazandığı şeyler de, caba olur. Dünya işlerine çok düşkün olmamalıdır. Meselâ, çarşıya herkesten önce gidip, herkesten sonra çıkmamalı. Tehlikeli işlere girmemelidir. Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” buyuruyor ki, “Şeytân, pazarda, yalan, hîle, hıyânet ve yemîn ettirerek Müslümanları günaha sokmağa çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır”. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Tüccarın, esnâfın en kötüsü, erken gidip, geç dönenlerdir”. Sabâh namazı kılmadan, Kur’an-ı kerim okumadan ve kitap okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeği âdet edinmelidir. İhtiyacı kadar dünyalık kazanınca, âhıreti kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünkü, âhıret hayatı sonsuzdur ve ona ihtiyac daha çoktur ve âhıret ticaretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin hocası Hammâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ticaret yapardı. Baş örtüsü satardı. Hergün, iki habbe kazanınca eşyayı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden bazısı dükkâna, haftada iki gün giderdi. Bir kısmı da, Cum’adan başka hergün gider, öğle namazında geri dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alışveriş ederdi. Hepsi ihtiyacı kadar kazanınca câmi’e gider, ibâdetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı. Herkes çalışmak zorunda 4.2.2003 En az, binlerle insan çalışmayacak olursa, kendisinin birgün bile yaşıyamıyacağını düşünmelidir. Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikci ve daha nice san’atkârlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtactır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu dünyada herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her Müslüman böyle düşünmelidir. Vazîfesine başlarken, Müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat etdirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. Her Müslüman iyi bilsin ki, bütün sanatler, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir sanate yapışmak, ibâdet etmek olur. Her sanati öğrenmek ve hele, harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri okullarda, bu niyet ile okutmak ve okumak hep ibâdet olur. Namaz kılan insanın bu niyet ile, her işi ibâdet olur. Namaz kılmıyanların her hareketi de günah olur. O halde, her Müslüman, namazını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazîfesini yapmalıdır. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara fâideli olan bir meslek, bir san’at seçmekdir. Yani, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, Müslümanlar sıkıntı çekerdi. O halde, keyf, oyun ve benzerlerine, san’at dense de ve haram işleyenlere sanatkâr ismi verilse de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hatta, haram olmıyan, mubah olan, fakat insanlara lüzûmlu olmıyan san’atleri seçmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “En iyi ticaret, bezzâzlıkdır, kumaş satmakdır. En iyi san’at, terziliktir”. Mesleğini memur olarak ta sürdürmek sevaptır. Yûsüf “aleyhisselâm”, insanların sıkıntıda olduğunu görüp, firavndan vazîfe istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O halde, insanlara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazîfeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve Müslümanlara hizmet etmek için, vazîfe istemelidir. Bir iyilik yapamasa da, hiç olmazsa, insanların zararına çalışmağı önlemek de ibâdet olur. Mallarımız ve çocuklarımız 5.2.2003 Dünya işleri, âhıret için çalışmağa mani olmamalıdır. Âhıret için ticaret yeri câmi’lerdir. Münâfıkûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, “Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hâtırlamanıza mani olmasın!” buyuruldu. Hz.Ömer buyurdu ki, “Ey tüccarlar! Önce âhıret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın!” Ticaretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhıret için çalışır, Kur’ân-ı kerîm okur, ders dinler, tevbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Sabah, akşam câmi’lerde bulunurlardı. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar”. Yine buyurdu ki, “Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, giden meleklere, kullarımı nasıl bırakdınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları af ettim buyurur”. Müslüman tüccarlar, sanat sâhibleri, gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmi’e koşarlardı. Dînini seven ve kayıran bir imâm bulursa, ona uymalı, dînini dünyaya değişen, ibâdete haram, bid’at karışdıran kimselerden uzak durmalıdır. Büyüklerimiz, “Ticaretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebeb olmaz” âyet-i kerîmesine manâ verirken diyor ki, demirciler vardı. Demir döğerken, ezân okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunsaydı, o halde bırakıp, cemâ’ate koşarlardı. Çarşıda, işte Allahü teâlâyı, unutmamalı, her ân Onu hâtırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyayı verse, bir daha eline geçiremez. Gâfiller arasındaki hâtırlamanın sevapı çok olur. Resûlullah buyurdu ki, “Gâfiller arasında Allahü teâlâyı zikreden kimse, kurumuş ağaclar arasında bulunan yeşil fidân gibidir ve ölüler arasındaki cânlı gibidir ve harbde kaçanlar arasında, arslan gibi döğüşenler gibidir”. Dinini kayıran insanlar aramalı 6.2.2003 Alışverişte, iş ortaklığında iyi insanlar, dinini kayıran insanlar aramalıdır. Herkesle işbirliği etmemelidir. Doğru insan aramalıdır. Bir zaman vardır ki, bir tüccar, her istediği ile alışveriş edebilirdi. Çünkü, herkes, hakka, hukuka dikkat ediyor alışveriş ilmini biliyor ve bildiğine göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zamanlar geldi ki, birkaç kişi ile muâmele edilemezdi. Daha sonraları ise, ancak birkaç kimse ile muâmele edilebilir oldu. Bir zaman gelmek korkusu vardır ki, alışveriş edecek kimse bulunamıyacaktır. Bunu çok zaman önce, söylemişlerdir. Bizler, belki de, büyüklerimizin korkduğu o zamana kaldık. Kim ile olursa olsun, alışveriş edilmektedir. Bunun için elden geldiği kadar diye uygun alışveriş yapmaya çalışılmalıdır. Alışveriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesâb etmelidir. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı dedi. Önüme ellibin sahîfe koydular. Yâ Rabbî! Bu sahîfeler kimlerindir dedim. Ellibin kişi ile alışveriş yapmışsın. Her sahîfe, bunların birisi ile olan muâmeleni göstermektedir dediler. Baktım, her sahîfede bir kimse ile olan muâmelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir ve hiçbirşeyin yardımı olmıyacaktır. Hadis-i şerifte buyurdu ki, “Çarşıya giderken, lâ ilâhe illallah, vahde hü lâ şerîke leh, le hül mülkü ve le hül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey’in kadîr diyen kimseye, iki milyon sevap yazılır”. Bu hadis-i şerifte olduğu gibi, sevap veya günah miktârını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıklarını ve âhıretdeki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlûkların sayısını bildiren hadis-i şeriflerdeki çeşitli rakamlar, miktâr sayısını göstermek için değil, miktârın çokluğunu anlatmak içindir. Meselâ bir kimseye, birkaç def’a, zahmet çekerek gidip bulamıyarak canı sıkılan biri, o kimseyi görünce, seni on def’a aradım, bulamadım, demesi gibidir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki, “Pazarda çok kimse vardır ki, sôfîler halkasında oturanlardan daha kıymetlidir”. Bir kere de buyurdu ki: “Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda hergün üçyüz rekat namaz kılmakda ve otuz bin tesbîh okumaktadır”. Dine, ibâdetine yardım niyeti ile dünyaya çalışanlara, hep böyle sevap vardır. Yalnız para kazanıp, dünya malı toplamak için çalışanlar, sevapdan mahrûm kalır. Hatta bunlar, câmi’de, namazda iken de, kalbleri dükkânın hesâbındadır. Fikrleri dağınıkdır. “Bir zaman gelir ki...” 7.2.2003 Alışverişte, şübheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zâten âsî, günahkâr olur. Şübhe ettiği şeyleri, Ehl-i sünnet kitaplarından öğrenmelidir. Câhil kimselerden, bozuk kitaplardan öğrenmeye çalışmamalıdır. Kalbine sıkıntı getiren şübheliyi almamalıdır. Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında haram şey satanlarla alışveriş etmemelidir. Zâlimlere, fâsıklara veresiye satmamalıdır. Çünkü, öldükleri zaman üzülür. Hâlbuki, zâlimler yani Müslümanlara ve İslamiyete eli ile, dili ile, kalemi ile zarar yapanlar ölünce üzülmek günahdır. Onlara yardım etmek câiz değildir. Meselâ, din ile alay edenlere, yalan yanlış kitaplar yazarak dîni yıkmağa uğraşanlara kâğıd satmak günahdır. Zamanımızda bu yol unutulmuş, bilen de kalmamıştır. Bugün, bunlardan birisini yapana çok sevap verilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir zaman gelir ki, o zamanın Müslümanları, bugün sizin yapdığınız ibâdetlerin onda birini yaparsa, âhıretde azâbdan kurtulurlar”. Sebebini sorduklarında, “Çünkü, sizler hayır işlemeğe çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamıyacakları gibi, çeşidli engellerle de karşılaşacaklardır. Gâfiller, câhiller arasında garîb kalacaklardır” buyurdu. Bu zamanda, yukarıda yazılanların hepsini kim yapabilir diyerek ye’se düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse çok kâr olur. Âhıretin dünyadan daha iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini de yapabilir. Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı fakir yapar. Sonsuz saadete, ebedî rahatlığa sebeb olacak, birkaç senelik fakirliğe elbette katlanılır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey kazanmak için, fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara, bir rütbeye, dereceye yükselmek için de nice mahrûmiyyetlere katlanıyor. Hâlbuki, ölüm gelince, bütün kazancları elden çıkmakda, boşuna didinmiş olmaktadırlar. Yüksek fiyatla satıp, bir kimseyi aldatmakdan sakınmalıdır. Zîrâ piyasada on liraya satılmakta olan bir malı, onbir liradan yukarıya satın almak gaben-i fâhiş ile aldanmaktır. Yani çok aldanmaktır. Yalan söylemekle çok aldatılan bir müşterî, satıştan vaz geçebilir. Alışverişte isâr yapılmalıdır. Îsâr, muhtac olduğu birşeyi almayıp, muhtac olan din kardeşine bırakmakdır. İnsana lâzım olan şeylerde îsâr yapılır. İbâdetlerde îsâr yapılmaz, bunları kendi kullanır. Bunları muhtac olana vermez. Birinci safdaki yerini başkasına vermez. Namaz vakti gelince abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına îsâr etmesi câiz değildir. İbadetlerin kabulü ve helal lokma 8.2.2003 Bütün ibâdetlerin kabûl olması, helâl lokmaya bağlıdır. Büyüklerden çoğu buyurdu ki, ibâdetler on kısmdır: Dokuz kısmı helâl kazanmaktır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibâdetlerdir. O halde, müminler helâl kazanmağa çalışmalıdır. Haramdan ve şübhelilerden kaçınmalıdır. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Allahü teâlâ güzeldir. Yalnız güzel yapılan ibâdetleri kabûl eder. Allahü teâlâ, Peygamberlerine emrettiğini, müminlere de emretti ve buyurdu ki, ey Peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih, iyi işler yapınız! Müminlere de emir etti ki, ey iman edenler! Sizlere verdiğim rızklardan helâl olanları yiyiniz!”. Resûl “aleyhisselâm” sözüne devam ederek buyurdu ki, “Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göke doğru uzatıp düâ ediyor. “Yâ Rabbî!” diye yalvarıyor. Hâlbuki yidiği haram, içtiği haram, gıdası hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?”. Yani haram yiyenin duâsı kabul olmaz buyurdu. İşte haramı, helâli, şübhelileri ve fâizi bilmiyen, bunları birbirinden ayıramıyan, haramdan kurtulamayıp, ibâdetleri boşuna gider. Ticaret, malı artırır. Fakat, rızkı artdırmaz. Rızk, mukadderdir. Rızk, maaşa, mala, çalışmağa bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünkü, rızk, sebebler altında tecellî eder. Âdet-i ilâhiyye böyledir. Fakat, bazan, denenilen sebeb elde edilir de, iş hâsıl olmıyabilir. Yahut, sebebsiz de, hâsıl olabilir. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü anh” buyuruyor ki, alış veriş, yani ticaret ilmini bilmiyen fâiz yir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Bile bile bir dirhem gümüş değerinde fâiz yimek, otuz zinâdan daha çok günahdır”. Mal müminin yardımcısıdır. Çalışınız, helâl kazanınız! Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, muhtac olursanız, dîninizi verip alırsınız. Dîni verip de yimemek için, alın teri ile yimelidir. Hadis-i şerifte, “Elinin emeği, alnının teri ile yi, dînini satıp yime!” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, “Helâle, harama dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever”. Bir hadis-i şerifte, “Bir dirhem gümüş kıymetinde haram alan kimseyi, yirmibeşbin sene Cehennemde bırakacaklardır” buyuruldu. Haram yemek kalbi karartır 9.2.2003 İbrâhîm Edhem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün müsâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytân aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helâlden değildi. (Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytândandır) deyip, genci evine davet etti. Kendi lokmalarından bir tâne yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzûsu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhîme sorup, (Bana ne yaptın?) deyince, (Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytân da midene giriyordu. O hâller, şeytândan oluyordu. Helâl yiyince şeytân giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı) dedi. Haram yemek, kalbi karartır, hasta eder. Aynı kitapda Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyuruyor ki: Kalbin kararmasının dört alâmeti vardır: 1- İbâdetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu, hâtırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Bir zaman gelecek ki, insanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp, helâlini, haramını düşünmiyecekler”. O halde, bir Müslüman, her aldığını, helâl mi, haram mı düşünmeli, haram ise almamalıdır. Aldığı şeyde hakkı olanlara vermeği, fakirlere, garîblere yardım etmeği düşünmelidir. Çünkü, insanların iyisi, insanlara iyilik edendir. İnsanların kötüsü, insanlara kötülük edendir. İnsan, kazandığına kanâ’at etmeli, Allahü teâlânın taksîmine râzı olmalıdır. “Kanâ’at eden doyar” buyuruldu. Allahü teâlâ, beş şeyi, beş şey içine koymuştur. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur: İzzeti, şerefi, ibâdete; zilleti, sefâleti, günaha; ilmi, hikmeti, çok yememeğe; heybeti, i’tibârı, gece namaz kılmağa; zenginliği, kimseye muhtac olmamağı da, kanaate tâbi’ kılmıştır. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki, “İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın Peygamberi Dâvüd “aleyhisselâm” elinin emeği ile kazanıp yerdi”. Helâl yemenin önemi 10.2.2003 Ebû Süleymân-ı Dârânî hazretleri buyurdu ki, helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mide dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mideyi haram ile dolduranların hâli acabâ nasıl olur? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki, yolumuzun esâsı üç şeydir: Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi’ olmak ve (ihlâs) yani her işi, yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İbrâhîm Edhem buyurdu ki: Temiz ve helâl ye de, ister sabaha kadar ibâdet et, ister uyu ve ister, hergün oruc tut, ister tutma! İmam-ı Gazali buyuruyor ki: Bu dünya, âhıret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her ân mal kazanmak için uğraşan aldanmıştır. Hem âhıret için hazırlanmalı, hem de dünya ihtiyaclarını kazanmalıdır. Fakat, bunları da, âhıret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaclarını helâlden kazanmak, kimseye muhtac kalmamak, cihâd etmektir. Birçok ibâdetlerden daha sevaptır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir sabâh, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden dükkânına doğru geçdi. Bazıları, erkenden dünyalık kazanmağa gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu, deyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtac olmamak ve ana, baba, çoluk çocuğunu da muhtac etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer, herkese öğünmek, keyf sürmek niyetinde ise, şeytânla berâberdir” buyurdu. Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Bir Müslüman, helâl kazanıp, kimseye muhtac olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacakdır”. “Doğru olan tüccar, kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır”.”Allahü teâlâ, san’at sâhibi mümini sever”.”En helâl şey, sanat sâhibinin kazandığıdır”. “Ticaret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticarettedir”.”Kendini başkasından sadaka istiyecek hâle düşüreni, Allahü teâlâ yetmiş şeye muhtac eder.” İslamiyet ticarete, san’ate, ferdin üretim kapasitesinin genişlemesine, ekonomik sâhada ilerlememizi emredir. “Kardeşinn yaptığı daha kıymetli!” 11.2.2003 Hazret-i Îsâ birine, “Ne iş yapıyorsun?” dedi. İbâdetle vakit geçiriyorum deyince, “Nereden yiyip geçiniyorsun?” diye sordu. Herşeyimi kardeşim veriyor, deyince, “O halde, kardeşin senden daha kıymetli ibâdet yapmakdadır” buyurdu. Hz.Ömer buyuruyor ki, “Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökden para yağdırmaz”. Hz.Lokman hakîm, oğluna nasîhat verirken, “Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtac kalanların dîni ve aklı noksan olur ve iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesden hakâret görür” buyurdu. Büyüklerden birine sordular ki, özü sözü doğru olan tüccar mı, yoksa geceleri namaz kılan, gündüzleri oruc tutan âbid mi yüksektir? “Emîn olan tüccar daha kıymetlidir. Çünkü, şeytânla her saat cihâd etmektedir. Şeytân, alışta, verişte, dartmada onu aldatmağa uğraşmakta, o ise Allahü teâlânın emrini, rızâsını gözetmektedir” dedi. Hz.Ömer buyuruyor ki, “Alışveriş ederken, helâl kazanırken cân vermeği, başka şekilde ölmekden daha çok severim”. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden sordular ki, hergün sabâhtan akşama kadar câmi’de ibâdet edip Allahü teâlâ, benim rızkımı nereden olsa gönderir diyen bir kimse nasıl bir adamdır? Cevâbında buyurdu ki, “Bu kimse câhildir. İslamiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Allahü teâlâ benim rızkımı, süngümün ucuna koymuştur”. Yani rızkım, islâm dînine ve Müslümanlara saldıran kâfirlerle harb etmekle gelmektedir. İmâm-ı Evzâî, İbrâhîm Edhemi gördü ki, sırtında bir yığın odun götürüyor. Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbirşeye muhtac bırakmıyor dedi. İbrâhîm Edhem, öyle söyleme, hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur”. Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: “Helâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günahsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar”. “Allahü teâlâ buyuruyor ki, haramdan kaçınanlara hesap sormağa utanırım”. “Bir dirhem fâiz almak ve vermek, otuz zinâdan daha günahtır”. “Haram maldan verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur”. Çalışıp helal kazanmak gerekir 12.2.2003 İslâm âlimlerin ve Allah dostlarının büyüklerinden Abdüllah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: Çoluk çocuğunun ihtiyaclarını temin için ve fukarâya yardım ve İslamiyete hizmet için, çalışıp helâl mal kazanmak, çok iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve emîr-ül-müminîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve Eshâb-ı kirâmdan bazıları çok zengin idiler. Bu zenginlikleri, Allahü teâlâ indindeki derecelerinin azalmasına sebeb olmadı. Fukarâ-yı sâbirîn ve agniyâyı şâkirînden yani fakirlik mi zenginlik mi hangisinin efdal olduğu ihtilâflıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” fakirliği ihtiyâr etmişti. “Rabbim, beni doyuruyor, içiriyor” buyururdu. Fakirlik, ibâdete ve hizmete mani olursa, tâ’at yapmağa kuvvet hâsıl etmek için, zengin olmak efdaldir. Böyle zenginlik büyük nimetdir. Allahü teâlâ, bu nimeti dilediğine ihsân eder. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Bana, tüccar ol, mal topla diye emir olunmadı. Fakat, Rabbini tesbîh et ve ona secde et. Rabbine ölünciye kadar ibâdet et! diye emir olundu”. Bu hadis-i şerif, ibâdetin, mal kazanmakdan daha iyi olduğunu göstermez. Çünkü, kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaclarına mâlik olan zengin bir kimsenin, vakitlerini ibâdetle geçirmesi, para kazanmakdan daha sevapdır. İhtiyacı olmıyanların mal kazanmak için uğraşması sevap değildir. Hatta kalbini dünyaya bağlamak olur. Dünyaya bağlamak ise, bütün günahların başıdır. Malı olmıyan, fakat, vazîfe görüp maaş alanların da, mal kazanmak için ayrıca uğraşmaması daha iyidir. Meselâ ilim adamlarının, millete ilim öğretmesi, yani din âlimlerinin, tabîblik, hâkimlik, gibi her türlü faydalı ilimleri bilenlerin ve tesavvuf büyüklerinin, yani kalb gözü açılmış olanların ihtiyacları, hükûmetce veya hayır müesseseleri ve hayır sâhibleri tarafından istenmeden veriliyorsa, bunların halkı irşâd etmeleri, onlara yardım etmeleri, mal kazanmakdan daha sevaptır. Fakat, zaman değişir, bunlara, istemeden, boyun bükmeden birşey verilmez olursa, bunların da çalışarak kazanması daha iyi olur. Çünkü, istemek haramdır. Ancak zaruret hâlinde mubah olabilir. Mal kazanırken helâle, harama dikkat edenin, yani Allahü teâlâyı unutmıyanın, helal kazanması daha iyidir. Çünkü bütün ibâdetlerin rûhu, özü, Allahü teâlâyı hâtırlamakdır. İnsanların en faydalısı 13.2.2003 İnsanın kendine, evlâdına ve ıyâline ve borclarını ödemeğe lâzım olanları helaldan kazanması farzdır. Bunun için çalışan sevap kazanır. Özürsüz terk edene azâb yapılacaktır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara “Iyâl” denir. Borc ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyeti varsa, günahlı olmaz. Hadis-i şerifte, “Beş vakit namazı kıldıkdan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümana farzdır” buyuruldu. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, câmi’de oturarak, Allaha tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Bu, çalışmağı terk ettiği için, günah işlemektedir. Sâlih değil, fâsıktır. Bunun kalbi, Allahü teâlâya değil, kulların mallarına bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin tesîrini Allahü teâlâdan beklemek emir olundu. Muhtac olduğu malı kazandıkdan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmek câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan etmemeli ve kötü bilmemelidir. İkisi de haramdır. İhtiyacdan fazla çalışıp, kazandıklarını, senelerce saklamak mubahdır. Saklamayıp hayra, hasenâta sarf etmek müstehabdır. Nâfile ibâdetlerden daha sevapdır. Hadis-i şerifte, “İnsanların iyisi, insanlara faydası olanlardır” buyuruldu. Öğünmek için, kibirlenmek için, ihtiyacdan fazla kazanmak haramdır. Görülüyor ki, çoluk çocuğunun nafakalarını ve borçlarını ödemek için çalışıp, helâl kazanmak, nâfile ibâdetleri yapmakdan katkat daha sevaptır. Hadis-i şerifte, “Eshâbım için fakirlik saadettir. Âhır zamandaki ümmetim için, zenginlik saadettir” buyuruldu. Zaruret olmadan birşey istemek haram olduğu gibi, ücretsiz olarak başkasına iş gördürmek de haramdır. Başkasının çocuğuna iş gördürmek ise, daha büyük günahdır. Hz. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, çocuklarla oynuyordum. Ansızın Resûlullah geldi. Kapı arkasına saklandım. Yanıma gelip, avucu ile sırtımı okşadı. “Git bana Mu’âviyeyi çağır” buyurdu. Bu hadis-i şerife göre, çocukların, haram olmıyan oyunları oynaması ve çocuğa birisini çağırmak için güvenilmesi ve ufak işlerin yapdırılması câizdir. Kendi küçük oğlunu ve kızını ve torunlarını bir işte kullanmak, fakir olana veya çocuğu yetişdirmek için olursa câizdir. Çocuğun, babasına hizmet etmesi vâcibdir. “Helâl kazanmak farzdır” 14.2.2003 Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Helâl kazanmak her Müslümana farzdır”. Helâl kazanabilmek için, önce helâli öğrenmek lâzımdır. Helâl ve haram meydandadır. İkisi arasında şübheli olanları tanımak güctür. Şübhelilerden sakınmıyan, harama düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilimdir. Müminûn sûresi, elliikinci âyetinde meâlen, “Ey Peygamberlerim. Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!” buyuruldu. Resûlullah efendimiz bunun için, “Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini, kalbinden giderir”. Dünyalık kazanmak için çalışmak günah değildir. Dünyalık sevgisi, dünyaya gönül bağlamak günahdır. Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” dedi ki, “Yâ Resûlallah, Düâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabul etsin!”. Cevâbında buyurdular ki, “Düâ kabûl olmak için, helâl lokma yiyiniz!”. Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: ”Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp düâ ederler. Böyle düâ, nasıl kabûl olunur?” “Haram yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz” (Yani sevapına kavuşamazlar.) “On liralık elbisenin, bir lirası haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz”. “Haram ile beslenen vücûdün ateşde yanması daha iyidir” “Malın helâlden mi, haramdan mı geldiğini düşünmiyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımıyacaktır”. “İbâdet on kısmdır, dokuz kısmı, helâl kazanmakdır”. Hz.Ebû Bekir, hizmetcisinin getirdiği sütü içti. Sonra helâlden olmadığını anlayınca, parmağını buğazına sokarak kay etti. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra, “Yâ Rabbî! Elimden geleni yapdım. Midemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!” diye yalvardı. Hz. Ömer de, Beyt-ülmâla âid zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı. Abdüllah bin Ömer buyurdu ki, “Kanbur oluncıya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncıya kadar oruc tutsanız, haramdan kaçınmadıkca, kabûl edilmez, faydası olmaz”. Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, “Haram para ile sadaka veren, câmi’ yaptıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkıyan kimseye benzer ki, daha çok pislenir”. Hakîkî imana kavuşmak için 15.2.2003 Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki; “Hakîkî imana kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmiyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünciye kadar devam etmeğe sabretmek. Veheb ibni Verd hazretleri, nereden geldiğini anlamadan birşey yimezdi. Birgün annesi, buna bir bardak süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslümanların hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona günah işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye “kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, “Herkesin yediği yerden. Ama, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark vardır” buyurdu Yahyâ bin Mu’az buyuruyor ki, “Allahü teâlâya itâ’at etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır”. Haram yiyenlerin yedi azâsı, istese de, istemese de günah işler. Helâl yiyenlerin azâsı, ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir”. İslam büyükleri, “Kırk gün şübheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir” buyurmuşlardır. Abdüllah ibni Mübârek buyuruyor ki, “Şübheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekten daha çok severim”. Helâlin ve haramın dereceleri vardır. Bazı şey helâldir, bazısı helâl ve güzeldir. Bazısı da daha güzeldir. Haramların da bazısı çok fenâ, bir kısmı ise az fenâdır. İslamiyetin haram dediği şeylerden kaçınmak, en aşağı derecedir. Meselâ, birinin malını, fâsid satış ile, gönül rızâsı ile satın almak haramdır. Fakat, zorla gasb etmek, daha haramdır. Yetîmden, fakirden almak ise, daha şiddetli haramdır. Fâiz ile satın almak, hepsinden ziyade haramdır. Haramın şiddeti ne kadar fazla ise, cezâsı da, o kadar çok olur. Nitekim, şeker hastasına bal zarar verir. Fakat şeker daha çok zararlıdır. Şekeri çok yemek, az yemekden daha zararlıdır. Helâllerin, haramların hepsini, fıkıh okuyanlar bilir. Herkesin kendisine lazım olduğu kadarnı ilmihal kitaplarından alışveriş ilimlerini öğrenmesi lâzımdır. Haramlardan o kadar çok korlardı ki... 16.2.2003 İslam büyükleri haramlardan çok korkarlardı. Bunun için, haram ve şübheli olmayıp, helâl olup, fakat şübheli veya harama sebeb olmak korkusu olan şeylerden de sakınmşlardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlükesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!” Hz.Ömer buyurdu ki, “Bizler harama düşmek korkusu ile, helâllerin onda dokuzundan kaçındık”. Bunun içindir ki, yüz dirhem gümüş alacağı olan bir kimse, doksandokuz dirhem alırdı. Ağır gelmek korkusundan, tamamını alamazdı. Hz. Hasan, çocuk iken zekât malından ağzına bir hurma koymuştu. Resûlullah efendimiz, “Pis pis, onu at!” buyurmuşdu. Halîfe Ömer bin Abdül’azîzin yanına ganimet eşyasından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun fâidesi kokusudur. Bu ise, Müslümanların hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce kandili söndürdü. Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu dedi. Hz.Ömer, ganîmet malından bir parça miski evine bırakmıştı. Birgün eve gelince, âilesinin baş örtüsünden misk kokusu duydu ve sordu. Miski yerine koyuyordum, elim kokdu. Elimi baş örtüme sürdüm deyince, Hz.Ömer, baş örtüsünü alıp iyice yıkadı, kokusu kalmayınca geri verdi. Bunun zararı yok idi. Fakat, âdet olmasını önlemek istedi. Haram korkusu ile helâli terk ederek, müttekîler sevapına kavuşmak istedi. Ahmed bin Hanbelden sordular ki, hadis-i şerif yazılı bir kâğıd bulan kimse, sâhibine sormadan, bunun kopyasını alabilir mi? Hayır dedi. İnsan, mubah olan dünya işlerine çok dalarsa, şübheli olanları yapmağa başlar. Belki, helâlden çok yiyen, müttekîlerin derecesine eremez. Çünkü, mide helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Câiz olmıyan şeyler yapılabilir. Kadınlara, kızlara bakmak tehlikesi baş gösterir. Zenginlere, mal, mülk, mevkı’ sâhiblerine imrenerek bakmak da, dünya hırsını artdırır. Onlar gibi olmak ister. Haram toplamağa başlar. Bunun içindir ki, Resûlullah, “Dünyaya gönül bağlamak, günahların başıdır” buyurdu. Yani mubah olan şeylere düşkün olmak, kalbi dünyaya çevirir. Çok mal toplamak ister. Bunu da, günah işlemeden yapamaz. Mal toplamağı düşündükce, Allahü teâlâyı unutmağa başlar. Bütün günahların başı; gaflet 17.2.2003 Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, birisi ile birlikde evin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçdi. Arkadaşı, bu adama bakarken, Süfyân mani olup, eğer sizler bakmamış olsanız, böyle israf yapmaz idi. Bunun israf günahına, siz de ortak oluyorsunuz buyurdu. Sıddîklar, harama sebeb olmak korkusu bulunmıyan helâllerden de sakınır. Bunları meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından çekinirler. Meselâ, Bişr-i Hâfî, zalim sultânların veya adamlarının yaptırdığı çeşmelerden su içmezdi. Bazıları, hacca giderken, sultânların yapdırdığı su kanallarından sulanmış bağların üzümlerini yemezdi. Birinin yolda, na’lını kopmuşdu. Sultân geçiyordu. Gece, onun ışığı ile, na’lınını bağlamadı. Bir gece, bir kadın iplik iğriyordu. Sultân geçdi. İpliğini sultân ışığı ile bükmemek için, sultân geçinceye kadar işlemedi. Zünnûn-i Mısrîyi habsetmişlerdi. Günlerce aç kalmıştı. Bir kadın, iplik parası ile hâzırladığı yemekden gönderdi. Yemedi. Kadın işitince, üzüldü. Helâl para ile yapdığımı biliyorsun, niçin yimedin dedi. Evet yemek helâl idi. Fakat, zâlimin tabağı içinde getirdiler buyurdu. Yemeği zindâncıların tabağında getirmişlerdi. Zâlimden kaçınmak lâzımdır. Zâlim, başkasının hakkını kullanandır. Haram yemekdedir. Fakat, fasık günahkar böyle değildir. Meselâ zinâ yapan kimsenin kazancı zinâdan değildir ki, haram olsun. Haramdan sakınmak vera’dır. Yoksa çamaşır yıkarken, su kullanırken, acaba temiz mi diye vesvese etmek, vera’ değildir. Sıddîklar, böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırlardı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek, gösteriş yapmağa yaklaşır ve nefsin hoşuna gider. Yahyâ bin Mu’âz ilâc içmişti. Hanımı, odada biraz dolaş dedi. Gezmeğe bir sebeb göremiyorum. Otuz senedir hesâb ediyorum. Allah rızâsı için olmıyan bir hareketde bulunmadım dedi. Bunlar, din için niyet etmedikce hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmaları niyeti iledir. Her sözleri, Allah içindir. Başka niyetleri haram bilirler. Resûlullah efendimiz buyurdu ki, “İnsanların en kötüsü, köşkler, çeşitli yemekler, renkli elbiseler içinde, boş oturup, herkese hoş gelen, lüzûmsuz sözlerle vakit geçirenlerdir”. “Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!” 18.2.2003 Çok kimseler, dünya malını, hep haram sanır. Bazısı da, dünyadaki şeylerden çoğu haramdır der. Burada, insanlar üç türlüdür: Bir kısmı ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmıyan şeyleri yeriz der. Bir kısmı da, tenbel, miskîn oturup, her istediğimizi yeriz, hiçbirşey ayırd etmeyiz der. Üçüncü kısım, herşey yemeli ama, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü de yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; “Helâl meydandadır. Haram meydandadır. Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir”. Nitekim, Resûlullah böyle buyurmuştur. Dünya malından çoğu haram diyen yanılıyor. Evet, haram çoktur. Fakat, daha çok değildir. Çok başkadır, daha çok, başkadır. Nitekim, hasta çoktur, tüccar çoktur, asker çoktur. Fakat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çoktur. Ama mazlûmlar daha çoktur. Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, “Muhakkak helâl olan, Allahü teâlânın helâl bildiği şeyleri yiyiniz!” diye emir olunmadı. Bunu kimse yapamaz. “Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!” denildi. Haram olduğu meydanda olmıyan şeyleri yeyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir müşrikin destisinden abdest aldı. Hz.Ömer, hıristiyan kadının destisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm, kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek haramdır. Kâfirler ise, çok kerre pis olur. Elleri ve kapları şarâblı olur. Hepsi leş yer. Yani, Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvanları yerler. Fakat, pisliği görülmedikce, temiz deyip yirlerdi. Aldıkları kâfir şehirlerinde, kitaplı kâfirlerden et, peynir satın alır, yerlerdi. Hâlbuki, o şehirlerde Müslüman olmıyanlar arasında içki satan, fâiz alıp veren ve dünyaya gönül bağlıyan yok değildi. Bir kimsenin sâlih mi, fâsık mı belli değilse, meselâ, bir köye gidince, herkesle alış veriş etmek câizdir. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu kabûl etmelidir. Haram olduğunu gösteren bir nişân bulunmadıkca, helâl bilmeli ve satın almalıdır. İyi, sâlih bilinen kimselerin malını yemek câizdir. Yimemek vera’ olmaz. Belki vesvese olur. Yemediğin için, o kimse incinirse, yimemek günah olur. Sâlih kimselere sû’i zan, yani kötü gözle bakmak günahdır. Zâlim kimselerden, hırsızlardan, malının hepsi veya çoğu haramdan olan kimselerden birşey almak câiz değildir. Ancak, helâl olduğu bilinen veya helâl alâmeti bulunan kimsenin malını satın almak câiz olur. “Her yıl daha kötü olacaktır” 19.2.2003 Zamanımızda helâl ve haramı gözetmek, hatta Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok güc oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun helâl olduğu sanılan kimsenin verdiği hediyyeyi almak, onunla alış veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu helâl olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünkü, haram olduğu bilinen mal elden ele geçince, haramlığı yok olmaz. (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki, “Zamanımızda, şübheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Müslümanların, haram olduğunu iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir”. Şimdi ise, iş daha güc oldu. Çünkü hadis-i şerifte, “Her yıl, kendinden önceki yıldan daha kötü olacaktır” buyuruldu. Bunun için herkesin elinde bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb, zulüm, rüşvet, hırsızlık, fâiz, harac ve hıyânet yollarından biri ile alkollü içki satarak ele geçdiği açıkca bilinen bir malı onun mülkü olmaz. Başka malları, mülkü kabûl edilir. Onları verince almak haram olmaz. Gasb edilmiş veya hırsızlık, hıyânet gibi haram yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak helâl değildir. Yalnız vârisin, mal sâhiblerini bilmediği zaman, mîrâs kalan böyle malları alması helâl olur. Malın böyle haram olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur. Malının çoğu helâl olup, haram da karışık bulunan kimsenin malı helâldir. Bunlarla alış veriş etmek câiz ise de, etmemek kıymetli vera’dır. Zulüm ile alınan maldan hayır gelmez. Bunun için zâlim olduğu bilinmiyen, malı belli olmıyan, fakat üzerinde zâlimler alâmeti bulunan kimselerden uzak durmalıdır. Bunların, ellerindeki malın helâl olduğu bilinmedikce, bunlarla alış veriş etmemelidir. Fasık, yani günahkar olan, meselâ, ipek elbise giyer, altın yüzük veya saat gibi haram kullanır. İçki içer. Fakat, yaptıklarının günah olduğuna inanıyor, kendilerini suçlu biliyorlarsa, bunlarla alışveriş haram olmaz. Çünkü, günah işlemekle malları haram olmaz. Ancak, günahdan kaçmıyan, haram maldan da kaçınmaz denilirse de, bu düşünce ile, malına haram denilemez. Zâten, kimse günahsız değildir. Günah işleyip de, kul hakkından korkanlar çoktur. Her varlık bir sanat eseri 5.11.2001 Allahü teâlânın ebedî yani sonsuz, âlemlerin, yaratılanların geçici olduğunu, yaratılışta tesadüfün yeri olmadığını bildiren bu yazı serisi, Seadet-i Ebediyye (Hakikat kitabevi, 523 4556) kitabından alınmıştır. Etrâfımızı beş duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacaktı. Kendimizi bile bilemiyecektik. Yürüyemiyecek, birşey yapamıyacak, yaşıyamıyacak, var olamıyacaktık. Ruhumuza tatlı gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak, onları sevemiyecektik. Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan Şükretsek, şükrünü ödemiş olamayız. Duygu organlarımıza etki eden herşeye “Varlık” diyoruz. Kum, su, güneş birer mevcuttur. Çünkü, bunları görüyoruz. Ses de bir varlıktır. Çünkü, işitiyoruz. Hava, bir mevcuttur. Çünkü, elimizi açıp yelpaze gibi sallayınca, havanın elimize çarptığını duyuyoruz. Bunun gibi, sıcaklık, soğukluk da birer mevcuttur. Çünkü, derimizle bunları duyuyoruz. Elektriğin de mevcut olduklarına inanıyoruz. “Ben havanın, ısının, elektriğin mevcut olduklarına inanmam. Çünkü, bunları görmiyorum” sözüne yanlıştır diyoruz. Çünkü, bunlar görülemezlerse de, kendilerini veya yaptıkları işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için de, görülemiyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları lâzım gelmez diyoruz. Bunun gibi, “Ben Allaha inanmam. Melek, cin gibi şeyler yoktur. Var olsalardı görürdüm” sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun olmıyan bir sözdür. Cismlerin yok olduklarını, başka cismlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, “Bunları tabîat yapıyor. Herşeyi tabîat kuvvetleri yaratıyor” diyorlar. Bunlara sormak lazım: Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesap ile, plân ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir demez mi? Tabîatteki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince sanatlerin birer meşheri, sergisidir. Herşey en güzel şekilde yaratılmış 6.11.2001 Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, tabîat sanatlerinden birkaçını görebilimek ve taklîd edebilimektir. İslâm düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, “Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükce, hayretimden tepem atacak gibi oluyor” demiştir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, tesâdüfen hâsıl olacağını kabûl etmiyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı? Allahü teâlâ herşeyi en güzel ve en faydalı olarak yarattı. Meselâ, dünyamızı güneşten yüzelli milyon kilometre uzakta yarattı. Daha uzakta yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğuktan ölürdük. Daha yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiç bir canlı yaşayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen, yüzde yetmişsekiz azot ve onbinde üç karbondioksit gazlarının karışımıdır. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıda maddelerini yakarak, bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki miktarı daha çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Miktârı 21 den az olsaydı, gıdalarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla toprağa iniyor. Bunlar, bitkileri besliyor. Bitkiler de, hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıda oluyor. Görülüyor ki, rızkımız semada hasıl olmakta, göklerden yağmaktadır. Havadaki karbon dioksid gazı, beynimizdeki kalb ve teneffüs merkezlerini tenbîh ediyor, çalıştırıyor. Havadaki karbon dioksid miktârı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Miktârı artarsa boğuluruz. Karbon dioksid miktârının hiç değişmemesi lâzımdır. Bunun için de, denizleri yarattı. Karbon dioksid miktârı artınca, kısmî basıncı artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bi-karbonat hâline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryaların dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan, parasız veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da heryerde yarattı. Fakat, susuzluğa daha fazla tehammül edildiği için, bunu arayıp bulacak, taşıyacak şekilde yarattı. İnsanlar, bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu! Tesadüfen olması mümkün mü? 7.11.2001 Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, yarattığı sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri câhilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, yâni önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihayet on numaralı olacak şekilde çıkarmaya çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmaya çalışılacaktır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilimek ihtimali onmilyarda birdir. On aded taşın bir sıra dahilinde dizilime ihtimali bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesâdüfen meydana gelmesine imkân ve ihtimal yoktur. Daktilo ile yazmasını bilimeyen bir kimse, bir klâvyenin tuşlarına gelişigüzel meselâ beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veya başka bir dilde bir mâna ifâde etmesi acaba ne derece mümkindir? Şayet gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir mâna ifâde eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, bir sayfa yazı veya kitap teşkîl edilse, sayfanın ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akıllı denilebilir mi? Cismlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demektir. Yâni hiçbirşey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. İlk, yâni birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünkü, âlemin sonsuz öncelerde var olabilimesi için, bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilimeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacaktır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmıyacaktır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok demektir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, yâni, başlangıç olan bir varlık yok demektir. İlk, yâni birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herşeyin her zaman yok olması lâzım gelir. Yâni, herbirinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur. O’nu tanıyan seve seve kabul eder 8.11.2001 Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak geldiğini göstermez. Aksine, yoktan var edilimiş bir ilk varlığın bulunduğunu gösterir. Âlemin yoktan var edilimiş ve o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünkü âleme gelinmiştir. Âlemi yoktan var eden bir yaratıcı vardır. Bu yaratıcı kadîm yâni hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz var olması lâzım gelir. Bu hiç değişmiyen bir yaratıcının ismi “Allah” dır. Allahü teâlâ, kendini tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermiştir. Son ve en üstün Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın hayatını, üstünlüklerini, doğru yazılmış kitaplardan okuyan anlayışlı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve seve müslüman olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın Onun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna ve bunun her sözünün doğru, faydalı olduğuna inanmaya “Îman etmek” ve “Müslüman olmak” denir. Böyle inanan kimseye “Mümin” ve “Müslüman” denir. Müslümanın öğrenmesi lâzım olan ilimlere “Ulûm-i islâmiyye” denir. İslâm bilgileri, iki kısmdır: Birinci kısmı, “Din bilgileri”dir. Bunlara “Ulûm-i nakliyye” denir. Bunlar, ehl-i sünnet âlimlerinin “Edille-i şer'ıyye” denilen dört kaynaktan çıkararılmıştır. Din bilgileri, hiç değişmez. Fen bilgileri zaman ile değişir.Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değiştirenlere (Filozof) ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle değil, akla inanırlar. Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden müminlere (Hukemâ) denir. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilimemiş bilgilere islâm âlimleri muhtelif mânalar verdi. Böylece, îman edilecek şeylere, birbirlerinden farklı inanan yetmişüç fırka meydana geldi. Bunlardan îmanları doğru olan bir fırkaya (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlış mâna verenlere (Bid'at ehli) denir. Şî'îler ve Vehhâbîler böyledir. Fen bilgilerine yanlış mâna vererek müslümanın îmanını bozana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. Allahü teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını bildirdi. Cehennemde sadece kafirler sonsuz kalacaktır. İnsanların ve cinnin çoğu Cehenneme girecektir. Fakat, mahlûklarının çoğunu Cennete koyacak, rahmeti gazabını aşacaktır. Çünkü, cinnîler, bütün insanların on katından daha çoktur. Melekler de, cinnîlerin on katından daha çoktur. Meleklerin hepsi Cennette olduğundan, Cennettekiler daha çok oluyor. İslâmiyet, ilimin tâ kendisidir 9.11.2001 İslâm dîninin inançlarını, emirlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitap yazılmış, bunların çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmıştır. Buna karşılık, bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zaman, islâmın faydalı, feyzli ve ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeye, değiştirmeye, müslümanları aldatmaya uğraşmışlardır. Daha çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım. Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlıyamadıklarına şaşardım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalâletten, dünya ve âhıret felaketlerinden kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için çırpınıyordum. Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, şehit evlatlarını, bozuk yazılardan ve sözlerden koruması için ve müslümanlığın tam ve doğru ve ana kaynaklarına uygun olarak anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum. Din câhilleri, islâmiyete ilim ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından, yalan söyliyerek, nâmerdce hücûm ediyorlar. İslâmiyete ilim ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyet, ilimin tâ kendisidir. Kur'an-ı kerimin birçok yeri, ilimi emretmekte, ilim adamlarını övmektedir. Meselâ Zümer sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, “Bilen ile bilimiyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir” buyruldu. Resûlullahın ilimi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çoktur ve meşhûrdur ki, düşmanlarımız da, bunları biliyor. Peygamber Efendimiz, “İlimi, Çinde de olsa, alınız!” buyurmuştur. Yâni dünyanın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilim öğreniniz! Bu gâvur îcâdıdır, istemem, demeyiniz. Bir hadis-i şerifte de, “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız!” buyuruldu. Yâni, bir ayağı mezarda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdettir. Bir defa da, “Yarın ölecekmiş gibi âhırete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünya işlerine çalışınız!” buyurdu. Bir hadis-i şerifte, “Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilimiyerek yapılan çok ibâdetten daha iyidir!” buyurdu. Bir kere, “Şeytanın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından daha çoktur!” buyurdu. İslâm dîninde kadın, kocasının izni olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, gidemez. Fakat, kocası öğretmezse ve izin vermezse, ondan izinsiz, ilim öğrenmeye gidebilir. Görülüyor ki, büyük ibâdet olan hacca izinsiz gitmesi günah olduğu hâlde, ilim öğrenmeye izinsiz gitmesi günah olmuyor. İlim, ilimi kötüler mi? 10.11.2001 Hiç kimse islamiyete ilim ile saldıramaz. İslâmiyete ilim ile nasıl saldırabilir? İlim, ilimi kötüler mi? Elbette beğenir. Kıymetlendirir. İslâmiyete, ilim ile saldıran, mağlup olur. Fen “Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak” demektir ki, bu üçünü de, Kur'an-ı kerim emretmektedir. Fen bilgilerine, sanata, en modern harp silâhlarını yapmaya uğraşmak, farz-ı kifâyedir. Düşmanlardan daha çok çalışmamızı, dînimiz emretmektedir. Resûlullahın fenni emreden pek canlı sözleri vardır. O hâlde, islâmiyet, fenni, tecrübeyi, müsbet çalışmayı emreden dinamik bir dindir. İslâm dînine karşı olanlar, ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz, tıb bilgisini çeşidli şekillerde medh buyurdu. Meselâ, “İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi” buyurdu. Yâni ilimler içinde en lüzûmlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herşeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emir buyurdu. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısmdır: Biri hijiyen, yâni sıhhati korumak. İkincisi, terapötik, yâni hastaları, iyi etmektir. Bunlardan birincisi başta gelmektedir. İnsanları hastalıktan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijiyeni garanti etmiş, te'mînât altına almıştır. Kur'an-ı kerimin, tıbbın iki kısmını da teşvîk buyurmuştur. Peygamberimiz Rum imparatoru Herakliüs ile mektûblaşırdı.Bir defa, Herakliüs birkaç hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri, bir doktor idi. Resûlullah, kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, “Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, rahat ettim. Artık gideyim” diye izin isteyince, Resûlullah tebessüm buyurdu. “Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların başta gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar!” dedi. “Biz, temizliğe çok dikkat ederiz” 11.11.2001 İslamiyet, insanı hem dünyada hem de ahırette rahat ettirmek için gelmiştir. Mesela, bir müslüman, islâmiyetin emirlerine tam uyansa hastalık çekmez. Müslümanlardan hastalık çekenler, emirleri öğrenmiyenler ve yapmayanlardır. Evet, ölüm hastalığı herkese gelecektir. Bu hastalık müminlere bir nîmettir. Âhıret yolculuğunun habercisidir. Hazırlanmak, tevbe, vasıyet etmek için, alârm işaretidir. Cenâb-ı Hak, çeşidli hastalıkları, ölüme sebep kılmıştır. Eceli gelen, bir hastalığa yakalanacaktır: Ecel geldi cihâna, baş ağrısı behâne. İslamiyete uyan, yâni islâmiyetin gösterdiği yolda giden kimsenin hayatı hastalıkla geçmez. Fakat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günah işliyebilir. Cenâb-ı Hak, günah işliyen müslümanları, illet, kıllet veya zilletle îkâz etmekte, gafletten uyandırmaktadır. Tâbiînden gençler, Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlâ sizi çok seviyor. Kur'an-ı kerimde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz de, sizin gibi olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, “Bizi çok seviyor. Çünkü biz, temizliğe çok dikkat ederiz” diye cevap verdiler. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde çeşidli yerlerde, “Temiz olanları severim!” buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde banyosu olur. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamâm yok. İslâm dîni, baştan başa ahlâk ve fazîlettir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emrettiği iyilik, adalet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. Onbeş asırlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Sayılamıyacak kadar çok vesikalardan hâtıra geleni bildirelim: Bursa müzesi arşivinde ikiyüz sene öncesine âit bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmaktaki yahudi mahallesi yanında bir arsaya müslümanlar câmi yapıyor. Yahudiler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, iş, mahkemeye düşüyor. Arsanın yahudilere âit olduğu anlaşılarak, mahkeme, câmiin yıkılmasına, arsanın yahudilere verilimesine karar veriyor. Adalete bakınız! “İyi huyları tamamlamak için gönderildim” 12.11.2001 Resûlullah Efendimiz, “İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim” buyurdu. Bir hadis-i şerifte, “Îmanı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!” buyuruldu. Îman bile, ahlâk ile ölçülmektedir! (İslâm ahlâkı) kitabında, islâmın güzel ahlâkı yazılıdır. İslâmiyete karşı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, müslüman yavrularını aldatmak, bu mâsumların îmanını çalmak için, (İngiliz üsûlü) ile, yâni yalan ile, iftirâ ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok defa, müslüman şekline girip abdestsiz, gusülsüz namaz kılarak, câmi yapılırken para vererek, müslüman görünüyorlar. Yalanlarına, hîle ve uydurmalarına inandırmaya çalışıyorlar. Kâfirlerin tuzaklarına düşmemek için ne lâzım olduğunu Peygamberimiz bildiriyor: “Nerede ilim varsa, orada müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!” buyuruyor. İşte burada da, ilimi emretmektedir. O hâlde, din düşmanlarına aldanmamak için dînimizi öğrenmekten başka çâre yoktur. Dînimizi nereden öğreneceğiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hazırlanan veya papaz, misyoner kitaplarından tercüme edilimiş olan süslü yazılardan, TV’lerden, radyolardan, filimlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlış kitapları, Kur'an tercümeleri yazan câhillerden mi? Din düşmanları filimlerinde, Peygamberlerin hayatını, islâm tarihini, yanlış, iğrenç olarak gösteriyor, uydurma resmler yapıyorlar. Müslümanlar, bu bozuk filimleri, doğru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, îmanları bozuluyor. Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden öğrenelim! Gözü ağrıyan kime baş vurur? Çöpçüye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çaresini öğrenir. Dînini, îmanını kurtarmak için çare arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya değil, din mütehassısına baş vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede ve kim? Beyrutta, Mısrda, Sûriyede, Irâkta arabca öğrenen tercümânlar mı? Hayır. Din mütehassısları, şimdi toprak altında! Dünyada bulmak çok güc! Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitaplarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya bunların kitaplarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilim elde edilimez. Bunların kitaplarını okuyan, hem ilim öğrenir, hem de kalbleri temizlenir. Din âlimi olmanın şartları 13.11.2001 Din âlimi olmak için, edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilimek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezber bilimek, islâmın yirmi ana iliminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilimi iyi bilimek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde kemâle yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, mükemmel arabca bilenler, acaba bu büyüklerin kitaplarını okuyabilir ve anlayabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydana çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmilerde, zamanın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultan Abdülmecîd zamanında, mason Reşîd pâşanın, ingiliz sefîri ile berâber hazırladığı ve 1839 da ilân ettiği tanzîmât kanûnu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı. Hakîkî din âlimi, vaktîle çok vardı. Bunlardan biri, imam-ı Muhammed Gazâlîdir. Din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri şâhittir. Bu eserleri okuyup anlıyabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan, kendi kusurunu Ona yüklemeye yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır. O, zamanının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdat Üniversitesinin rektörü idi. O zamanın ikinci dili olan rumcayı iki senede öğrenmiş, eski Yunân ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını kitaplarında bildirmiştir. Dünyanın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş tutulmasının hesaplarını, daha nice teknik ve sosyal bilgileri yazmıştır. İslâm âlimlerinden biri de, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkîdir. Bunun din bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tasavvuftaki, vilâyetteki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sahibi olanlar, ittifakla söylediği gibi, Amerikada yeni çıkan kitaplar da, bu saadet güneşinin ışıkları ile aydınlanmaya başlamıştır. İmâm-ı Rabbânî, zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. Oğlu Muhammed Mâsum’a, (Şerh-ı mevâkıf) kitabını okuturdu. Şerif Ali Cürcani’nin bu kitabında, dünyanın batıdan doğuya doğru döndüğünü isbât edilmekte, atomu, maddenin çeşidli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları bildirmektedir. Fen ilimlerinin kurucuları 14.11.2001 Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrâfı duvar çevrili zannederken, müslümanlar yer küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. Mûsul ve Diyarbakır arasındaki Sincâr sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü gibi buldular. 1185 de vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayat) kitabında bugünkü astronomiyi yazmaktadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papazlar tarafından muhâkeme edilip habsolundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen dersleri okutuluyordu. Aydın din adamları yetişiyordu. Dünyaya önderlik ediyorlardı. Fen dersleri kaldırılınca, keşfler, buluşlar da durdu. Batı, doğuyu geçmeye başladı. Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitaplarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya bunların kitaplarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilim elde edilimez. Bunların kitaplarını okuyan, hem ilim öğrenir, hem de kalbleri temizlenir. İinsanların, sıhhatli, sağlam ve rahat, neşeli yaşamalarına ve âhırette sonsuz saadete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere (Ni'met) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün nîmetleri yarattı. Bunlardan nasıl istifâde edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere (Din) denir. Müslüman olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitaplara uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce faydalı ilâc vardır. Her ilâcın kutusunda tarifnamesi vardır. İlâcı, tarifeye uygun kullanan, faydasını görür. Tarifeye uymayan ilâcdan zarar görür. Kur'an-ı kerime uygun yaşayan da nîmetlerden fayda görür. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak, rahat ve neşeli yaşamak için müslüman olmak lâzımdır. Îmanı olan ve şeriate uyan, yâni haramlardan sakınıp ve ibâdetlerini yapan kimseye, müslüman denir. Îman, belli altı şeye ve bütün emir ve yasakların hepsine inanmak demektir. Allahü teâlâ hakîkî müslümandan râzı olur. Onu sever. Hakîkî müslüman olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyada feyzler, nûrlar vereceğini, âhırette de (Sevap), yâni iyilik vereceğini vaat etti. (İbâdet), emirleri yapmak, (Takvâ) haramlardan, yasak edilimiş olanlardan sakınmak demektir. Allah dostlarını tanıyan kurtulur 15.11.2001 Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs, kalb-i selîm sahibi olmak lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha inanmak, Onu sevmek ve Ona tâbi olmakla temizlenir. Bunun için, bir Velîyi tanıyıp, Onun büyüklüğünü kabul edip, sözlerinden, kitaplarından Ehl-i sünnet îtikatını, dini iyice öğrenmek gerekir. Büyük islâm devleti olan Gaznevî imparatorluğunun kurucusu, sultan Mahmûd-i Gaznevî, Ebül-Hasen-i Harkânî hazretlerine, “Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zat idi?” diye sordu. Cevabında, “Bâyezîd, öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu” dedi. Sultan Mahmûd, bu cevabı beğenmedi. “Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de, Bâyezîdi görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahdan daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîdi görenler nasıl kurtulur?” dedi. Ebül-Hasen buyurdu ki ”Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini görmediler. Ebû Tâlibin yetîmi, Abdüllahın oğlu Muhammedi gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, Onun gibi kemâle gelirlerdi”. Sultan Mahmûd hân bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. İşte, böyle Allah dostlarının eserlerinden derlenen “Se'âdet-i Ebediyye” kitabını okuyarak anlayan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânîyi tanıyarak, kalbi Ona meyleder, bağlanır. Onun bütün dünyaya saçtığı nûrları alıp, olgunlaşmaya, kemâle gelmeye başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyayı, hayatı görüşünde değişiklikler olduğunu his eder. Hâller, zevkler, tatlı rü'yâlar görmeye başlar. İmâm-ı Rabbânîyi, Evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı rü'yâda görmeye, uyanık iken ruhlarını insan şeklinde görmeye, bunlarla konuşmaya başlar. Nefsi de gafletten kurtulup, namazın tadını duymaya, ibâdetlerden zevk almaya başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cemiyete, millete faydalı olur. Saadet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşturur.
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
.
İSLAM AHLAKI
.İSLÂM AHLÂKI ---------------------------------------------------------------- (Bu yazı serisi, Hakikat kitabevi (0212 5234556) yanını olan İSLAM AHLAKI kitabının, ibadetler haricindeki nasıhat kısımlarından derlenmiştir) Ahlâk ilminin dinimizdeki yeri Müslümanların öğrenmeleri lâzım olan bilgilere “İslâm ilimleri” denir. İslâm ilimleri ikiye ayrılır: Din bilgileri ve Fen bilgileri. Fen bilgilerine “Hikmet” denir. Peygamber Efendimiz, “Hikmet, Müslümanın kaybolmuş malı gibidir. Onu nerede bulursa alsın!” buyurdu. Bu hadis-i şerif, fen bilgilerini öğrenmeği emir etmektedir. Din bilgilerinin esası yirmi ilimdir. Bunlardan sekizi, yüksek ilimler, onikisi de, yardımcı ilimlerdir. Yüksek ilimlerden birisi, “Ahlâk ilimleri”dir. Her Müslümanın bu bilgileri lüzûmu kadar öğrenmesi farzdır. Bunun için, islâm âlimleri, birçok kitap yazmışlardır. İslâmiyetin beğenmediği ahlâkı ve bunlardan korunma ve kurtulma çârelerini her Müslüman öğrenmelidir. Bu kötü ahlâk, kalp hastalıklarındandır. Kalbi ve rûhu ebedî ölüme yani sonsuz Cehennem azabına sürüklerler. İslâm ahlakını öğrenen temiz gençler, dedelerinin, sağlam bedenli, iyi ahlâklı, çalışkan, medenî, ilerici olduklarını anlıyacak, islâm düşmanlarının yalanlarına, iftirâlarına aldanmaktan kurtulacakdır. Hepimizin, ömürlerini islâm dîninin güzel ahlâkını öğrenmekte ve yaymakta tüketen ve canlarını Allahın dînini insanlara yaymakta fedâ eden şehîdlerin asîl ve kıymetli çocukları olarak, şerefli ecdâdımızın tam ve doğru olarak getirdiği ve bize emânet bırakdığı, mubârek islâm dînini ve bunun bildirdiği güzel ahlâkı iyi öğrenmesi lazımdır. Güzel yurdumuza göz diken, can, mal, din ve ahlâk düşmanlarının saldırılarına karşı, bu mukaddes emâneti korumalıyız. Her yere yayarak, insanları saadete kavuşturmağa çalışmalıyız. Bilmeliyiz ki, dînimiz, güzel huylu olmamızı, birbirimizi sevmemizi, büyüklere hurmet, küçüklere şefkat etmeği, dinli dinsiz, herkese iyilik etmeği emir etmektedir. Allahın, doğruların yardımcısı olduğunu hiç unutmamalınız! Birbirimizi sevip, yardımlaşalım ki, Allahü teâlâ yardımcımız olsun! Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyor. Muhtac oldukları nimetleri yaratıp, herkese gönderiyor. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak için, bu nimetlerin nasıl kullanılacağını da bildiriyor. Her canlıyı yaratan, her varı, her ân varlıkta durduran, hepsini korku ve dehşetten koruyan yalnız O’dur. Gösterdiği yoldan giden, İslam ahlâkı ile ahlâklanan dünyada da ahirette de korkudan dehşetten emin olur. Güzel ahlâkın kalbe yerleşmesi Allahü teâlâ insanda üç şey yarattı: Akıl, kalb ve nefs. Bunların hiçbiri görülmez. Varlıklarını eserleri ile, yaptıkları işlerle ve dînimizin bildirmesi ile anlıyoruz. Akıl ve nefs dimâgımızda, kalb göğsümüzün sol tarafındaki yüreğimizdedir. Bunlar, madde değildir. Yer kaplamazlar. Buralarda bulunmaları, elektriğin ampulde, miknâtisin endüksiyon bobininde bulunması gibidir. Akıl, fen bilgilerini anlamağa çalışır. Bunları anlar. İslâmiyete uygun olanlarını, fenâlarından, zararlı olanlarından ayırır. İyileri, fenâları, İslâmiyet ayırmaktadır. İslâmiyeti bilen ve uymak istiyen akla “Akl-ı selîm” denir. Aklı az olan, hep şaşıran kimseye “Ahmak”, aklı hiç olmıyana “Deli” denir. Selîm olan akıl, İslâmiyetin bildirdiği iyi şeyleri kalbe bildirir. Kalb de, bunları yapmağı irâde ederek, dimâgdan çıkan hareket sinirleri vâsıtası ile, a’zâlara, organlara yaptırır. İşte bu, iyi veya kötü şeyleri yapmak arzûsunun kalbe yerleşmesine “Ahlâk”, “Huy” denir. Nefs, bedene tatlı gelen şeylere düşkündür. Bunların iyi, kötü, faydalı, zararlı olduklarını düşünmez. Arzuları, İslâmiyetin emirlerine uygun olmaz. İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmak, nefsi kuvvetlendirir. Daha beterini yaptırmak ister. Kötü, zararlı şeyleri, iyi gösterip, kalbi aldatır. Kalbe bunları yaptırarak, zevklerine kavuşmak için çalışır. Kalbin nefse aldanarak, kötü huylu olmaması için, ahkâm-ı islâmiyyeye uyarak kalbi kuvvetlendirmek ve nefsi zayıflatmak lâzımdır. Aklı kuvvetlendirmek, islâm bilgilerini okuyup, öğrenmekle olduğu gibi, kalbin kuvvetlenmesi, yani temizlenmesi de, ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla, islam ahlakı ile ahlaklanmakla olur. İslâmiyete uymak için, ihlâs lâzımdır. İhlâs, işleri, ibâdetleri, Allahü teâlâ emir ettiği için yapmak, başka hiçbir menfeat düşünmemektir. İslâmiyete uymak, kalbi kuvvetlendirdiği gibi, nefsi zayıflatır. Bu sebep ile nefs, kalbin İslâmiyete uymasını, İslimiyeti, güzel ahlâkı anlatan kitaplarını okumağı,öğrenmeyi istemez. Dinsiz, imansız olmasını ister. Akıllarına uymayıp, nefslerine uyan kimseler, bunun için, dinsiz olmaktadır. Nefs ölmez. Fakat, gücü kuvveti kalmayınca, kalbi aldatamaz. Nefsin zaylıflaması için de dinin emirlerine uymak, kötü huyları bırakıp güzel huylarla ahlaklanmak gerekir. “İyi huyları tamamlamak için gönderildim”. İslâm kelimesi, “Nefsini teslîm etmek, boyun eğmek, selâmete ulaşmak” ve aynı zamanda “Barış” manâlarına gelir. İmâm-ı a’zam hazretleri,”Allahü teâlânın emirlerine teslîm olmak ve boyun eğmek” diye tarîf etmiştir. Bu tarîfler, dikkat ile incelenirse, iyi bir Müslümanın Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyan güzel ahlâklı bir kimse olacağı, kendiliğinden meydana çıkar. Müsliman, muhakkak güzel ahlâklı ve fazîletli olmalıdır. İslâm dîni, baştan başa ahlâk ve fazîletdir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emir ettiği iyilik, adâlet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. Ondört asırlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Bununla ilgili sayılmıyacak kadar çok vesîka vardır: Mesela, Bursa müzesi arşivinde, ikiyüz sene öncesine âit bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmakdaki yehûdî mahallesi yanında bir arsaya Müslümanlar câmi’ yapıyor. Yehûdîler, arsa bizimdir, yapamazsınız dediklerinde, iş mahkemeye intikâl ediyor. Arsanın yehûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkeme câmi’in yıkılmasına, arsanın yehûdîlere verilmesine karar veriyor ve hüküm yerine getiriliyor. Adâlete bakınız! Güzel ahlâk dinimizin esasıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim”. Başka bir hadis-i şerifte, “İmanı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır” buyuruldu. İman bile, ahlâk ile ölçülmektedir. İslamiyette rûh temizliği esasdır.Yalan söyliyen, hîlekârlık yapan, insanları aldatan, zulmeden, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmiyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfeatini düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin, hakîkî bir Müslüman sayılmaz. Mâ’ûn sûresinin ilk üç âyetinde meâlen, “Ey Resûlüm, kıyâmet gününü inkâr eden, yetîmi, öksüzü incitip hakkını gasbeden, fakiri doyurmayan ve başkalarını da fakire iyiliğe teşvîk etmeyen o kimseyi gördün mü?” buyurulmuştur. İslâm dîninde yasaklardan, haramlardan sakınmak, emirleri, farzları yapmaktan daha önce gelmektedir. Hakîkî bir Müslüman, her şeyden önce, tam ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah Efendimiz,”Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir” buyurmuştur. Herkese iyilik ederler Müslüman güzel ahlâk sahibi örnek bir insandır, son derece mütevâzi,alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Müslüman vakûrdur, kibârdır. Âilesini ve vatanını sever. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” “Vatan sevgisi imandandır” buyurmuştur. Bunun için, vatanına, dinine saldıranlara karşı, seve seve mücadele eder. Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kur’ân-ı kerîmde şöyle açıklanmaktadır: Fürkân sûresinin 63-69. âyet-i kerîmelerinde meâlen, “Rahmânın (yanî kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın fazîletli) kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakâr ile yürürler. Câhiller kendilerine sataşdığı zaman onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler söyliyerek doğruluk ve tatlılıkla günahdan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyâm ederek yanî namaz kılarak gecelerler.Ona hamd ederler. Onlar (Rabbimiz Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Doğrusu Onun azâbı devamlı ve acıdır, orası şübhesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir durakdır) derler. Onlar sarf ettikleri zaman, ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allahın haram ettiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. Zinâ etmezler). Ve 72-74. âyetlerinde, “Yalan yere şahidlik etmezler. Fâidesiz ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle fâidesiz veya güçle yapılan bir işe tesâdüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakârla uzaklaşırlar. Kendilerine Allahın âyetleri hâtırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, (Yâ Rabbî, bize zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak sâlih kişiler ihsân et! Bizi, Allaha karşı gelmekten sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar” buyurulmuştur. Bundan başka, Sâf sûresinin ikinci ve üçüncü âyetlerinde meâlen, “Ey iman edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz?Yapamadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebeb olur” buyurulmuştur ki, bu da, bir insanın yapamıyacağı bir şeyi va’d etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermektedir. Hakîkî müslümân, dînine, anasına, babasına, hocasına, âmirine, memleketin büyüklerine ve kanûnlara karşı son derecede saygılıdır.Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez. Hep faydalı işler yapar. Müslüman başkalarına zarar vermez! İslam ahlâkı ile ahlâklanmış, nefsini terbiye etmiş Müslüman, ibâdetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükrân borcunu öder. İbâdetini, yalnız lâf olsun veya yasak ortadan kalksın diye yapmaz. İbâdetini, büyük bir arzu, istek, sevgi ile yapar Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona olan sevgimizi ispâtlıyacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği nimetler o kadar çoktur ki, Ona olan şükrân borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibâdet ederek ödemeğe çalışmalıyız. İbâdetin, muhtelif çeşitleri vardır.Bir kısmı, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdetde kusur edenleri belki af eder. Başkasının hakkına riâyet etmek de ibâdettir. Başkalarına kötülük edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sâhibleri af etmedikçe asla af etmez. Şu hadis-i şerifler, başkalarının hakkına riayet eden İslam ahlakı ile ahlaklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği bildirmektedir: Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, nâmûsuna zarar vermesi haramdır. Allaha yemîn ederim ki, bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe imanı tamam olmaz. Allaha yemîn ederim ki, kötülüğünden komşusu emîn olmıyanın, imanı yokdur. (Yani, hakîkî mümin değildir.) İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez. Satın alınan bir gömleğe verilen paranın onda dokuzu helâl ve onda biri haram olsa, bu gömlekle kılınan namazı, Allahü teâlâ kabûl etmez. Kalbinde merhameti olmıyanın imanı yokdur. (Yanî kâmil imana sahip değildir) İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder. Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmıyan, bizden değildir. İhtiyârlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyârlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasîb eder. Makbul kimse iyiliği çok olandır İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği bildiren hadis-i şeriflere bugün de devam ediyoruz: Hased etmeyiniz! Ateş odunu yok ettiği gibi, hased de insanın sevaplarını giderir. (Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Yanî, Allahü teâlânın birisine vermiş olduğu nimetin ondan gitmesini istemek demektir. Ondan gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, hased olmaz. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek, (Gayret) ve (Hamiyyet) olur.) Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve âhiretde yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyada ve âhiretde cezâlandırır. Din kardeşinin aybını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, islâmiyetten önce arabların yaptıkları gibi, diri gömülen kızı mezârdan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir. İki arkadaştan Allahü teâlâ indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, [Müslüman] komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır. Çok namaz kılan, çok oruc tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Namazı, orucu, sadakası az olup, dili ile komşularını incitmiyenin yeri Cennetdir. Allahü teâlâ, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermişdir. Güzel ahlâkı ise, yalnız sevdiklerine vermişdir. (İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca, imana kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmakdadır.) Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevapları, kıyâmet günü o kimseye verilir. İbâdetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günahları buna verilir. Allahü teâlâ indinde günahların en büyüğü, kötü huylu olmaktır. Bir kimse, sevmediği birisine belâ, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belâyı verir. Kibirden, hıyânetden ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennetdir. Gelmeyege git, vermeyene ver! İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği bildiren hadis-i şeriflere bugün de devam ediyoruz: İyi huylu kimse, dünyada ve âhirette iyiliklere kavuşacaktır. Allahü teâlâ, dünyada güzel sûret ve iyi huy ihsân ettiği kulunu, âhirette Cehenneme sokmaz. Hz.Ebû Hüreyreye Resulullah Efendimiz, “İyi huylu ol!” buyurdu. İyi huy nedir deyince, “Senden uzaklaşana yaklaşıp nasîhat et ve sana zulmedeni af et ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!” buyurdu. İki kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine birşey ikrâm edildi. Oruclu olduklarını söylediler.Konuştuktan sonra, kalkıp giderlerken, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunlara, “Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruclarınızı, tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz.Kusurunu söylediniz. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevapını giderir” buyurdu. Peygamberimiz borçlu olan birinin cenâze namazını kılmak istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî “radıyallahü anh”, onun borcunu, havâle yolu ile kendi üzerine aldı.Peygamberimiz de cenâze namazını kılmağı kabûl buyurdu. Zevcelerinizi döğmeyiniz! Onları üzecek söz ve hareketlerde bulunmayınız! Onlar, sizin köleniz değildir. Allahü teâlâ indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim. İmanı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır. Bu hadis-i şerifler, güzel islâm ahlâkının kaynağıdırlar. İslâm âlimleri, bu hadis-i şeriflerden, çeşidli hükümler çıkarmışlardır. Bu hükümlerin özeti şudur. Müslümanın, kimsenin mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırmaz.Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından daha büyük günahdır. Bir kimse, malı olduğu halde, borcunu ödemeği bir saat gecikdirirse, zâlim ve âsî olur.Her an la’net altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahdır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Emirleri yapmak yasaklardan kaçmak İslâm âlimleri, islâm dîninin emrettiği güzel ahlâkı, 1400 seneden beri, hep anlatmışlar ve kitaplarında yazmışlardır. Böylece, islâm dîninin bildirdiği güzel huyları gençlerin kafalarına, kalblerine yerleştirmeğe çalışmışlardır. Güzel ahlâkı yayan sayısız kitaplardan biri, derin islâm âlimi, büyük velî, ikinci bin yılın müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin “rahimehullahü teâlâ” (Mektûbât) kitapıdır. (Mektûbât) kitabında bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği şöyle bildirilmektedir: Sûre-i Haşrin yedinci âyetinde meâlen, “Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itâ’at ediniz! Nehy, men’, yasak ettiği şeylerden sakınınız!” buyurulmuşdur. Dünyada felâketlerden, âhirette azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır:Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmakdır. Bu ikisine İslamiyete uymak denir. Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzûmlusu, ikincisidir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, “Hiçbirşey, vera’ gibi olamaz!” buyurdu.Yani, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir buyurdu. Bir hadis-i şerifte de, “Dîninizin direği vera’dır” buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, vera’ sayesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sayededir. Melekler de, emirlere itâ’at etmekdedir.Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O halde, vera’a sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden daha lüzûmludur. İslamiyette en kıymetli şey, takvâdır. Dînin temeli, takvâdır. Vera’ ve takvâ, haramlardan kaçınmak demekdir. Haramlardan temamen kaçınabilmek için, mubahların fazlasından kaçınmalıdır. Mubahları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubah, yani İslamiyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubah işlerse, şübheli şeyleri yapmağa başlar.Şübheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvan gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, birgün uçuruma düşebilir. Vera’ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zaruret miktarını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmağa niyet etmelidir. Mubahların fazlasından temamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkin değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubahların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmağa çalışmalıdır. “Yumuşaklık insanın süsüdür” İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir müslüman, farzları yapar, haramlardan kaçınır. Haramlardan kaçınmak da, iki türlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günahlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günahlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtac değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtac oldukları gibi, cimridirler.Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâllaşsın, ödesin! Zîrâ âhiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günahları, buna yüklenecekdir”. Günah işleyen hemen tevbe eder. Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki, “Günah işleyenlerin, boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyidir”. Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını af etmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış kabûl olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecekdir. Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüşdür. Birgün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâma karşı: “Müflis kime denir, biliyor musunuz?” buyurdukda: “Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz” dediler. Buyurdu ki: “Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruc ve zekât sevapı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sâhiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevapları biterse, hak sâhiblerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır” buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına vermez” “Yumuşak davran! Sertlikden ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliği giderir” “Yumuşak davranmayan, hayır yapmamış olur” “İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır” Dünya ve âhiret iyilikleri verilen kimse Peygamber Efendimez, her Müslümanın güzel ahlak sahibi olmasını, herkese iyilik yapmasını, sertlik gööstermeyip yumuşak huylu olmasını emretmiştir. Bununla ilgili hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve âhiret iyilikleri verilmiştir” “Haya, imandandır. İmanı olan Cennetdedir. Fuhş, kötülüktür. Kötüler Cehennemdedir” “Cehenneme girmesi haram olan ve Cehennemin de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mümindir” “Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın üzerinde, yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine götürmek isterse, hayvan oraya koşar” “Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin ortasında çağırır, “Cennetde istediğin hûrinin yanına git” der” “Cennete gidecek olanları haber veriyorum dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemîn ederlerse, Allahü teâlâ, bunların yemînlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler” buyuruldu. “Bir kimse ayakta iken kızarsa, otursun, oturmakla geçmezse, yatsın!” “Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da, imanı bozar” “Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hatta köpekden, domuzdan daha aşağı görünür” “Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyâmet günü, Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa, onun duâsını kabûl eder” “Bir kimse insanların kızacakları şeyde Allahü teâlânın rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızâsını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır” Allahü teâlânın en çok sevdiği kul İnsanlara yapılan iyilikler, âhiretin azablarından kurtulmağa ve Cennet nimetlerinin artmasına sebep olur. Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunu şu hadis-i şerifi ile çok güzel bildirmişdir: “Allahü teâlâ, kullarının ihtiyâçlarını yaratır, gönderir. Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nimetlerinin kullarına ulaşmasına vâsıta olan kimsedir.” İyi bir Müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yapdığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur’ân-ı kerîmde birçok yerlerde emir buyurmaktadır. Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiblerinin hâzırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesden daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak aklsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel, yani iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Müminûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, “Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yaratdım sanıyorsunuz?Bize dönmiyecek misiniz diyorsunuz?” buyuruldu. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa olan dünya hayatında, hep, âhiretde iyi ve rahat yaşamağa sebeb olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hâzırlar. Rabbimizin kullarına hizmet etmekle dünyada ve âhiretde nimetlere kavuşacağınızı düşünmeliyiz. İnsanlara karşı yumuşak olmanın, onlara iyilik etmenin, onların işlerini güler yüzle ve tatlı dille ve kolaylıkla yapmanın Allahü teâlânın sevgisine kavuşduran yol olduğunu bilmeliyiz. Sıkıntı giderenin sıkıntısı giderilir Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamak ve onları sevindirmek ve güzel ahlâklı olmak çok kıymetlidir. Bunun kıymetini bildiren ve yumuşak, ağır başlı ve sabırlı olmağı öven ve teşvîk eden pek çok hadis-i şeriften bazıları şunlardır: “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaşdırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir Müslümanın aybını, kusurunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onun ayblarını, kabâhatlerini örter.” “Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukca, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur.” “Allahü teâlâ, bazı kullarını başkalarının ihtiyaclarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyacı olanlar bunlara baş vurur. Bunlar için âhirette azâb korkusu olmayacaktır.” “Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri Allahın kullarına ulaşdırmazlarsa, Allah nimetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir.” “Bir Müslümanın, din kardeşinin bir ihtiyacını karşılaması on sene i’tikâf etmesinden daha kazançlıdır. Allah rızâsı için bir gün i’tikâf yapmak ise, insanı Cehennem ateşinden pek çok uzaklaşdırır.”(Ramezân ayının son on gününde, gece gündüz bir câmi’de kapanarak ibâdet etmeğe, i’tikâf yapmak denir.) “Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle melek o kimse için duâ eder. O işi yapmağa giderken, her adımı için bir günahı af olur ve kendisine kıyâmette nimetler verilir.” “Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse her adımında yetmiş günahı afvedilir ve yetmiş sevap verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları afvedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesâbsız Cennete girer.” “Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir.” İşlerin en iyisi hangisidir? Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlâklı olmanın kıymetini bildiren hadis-i şeriflere bugün de devam edelim: “Bir kimse, din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için devlet adamlarına gidip uğraşırsa, kıyâmet günü sırat köprüsünden, herkesin ayakları kaydığı zaman, Allahü teâlâ onun süratle geçmesi için yardım eder.” “Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir.” “Bir kimse bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikden bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbâdetlerinin sevapları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nûrlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferâhlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neşeyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefâ’at etmek ve Cennetdeki yerini sana göstermek için gönderdi der.” Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” soruldu ki, Cennete girmeğe sebeb olan şeylerin başlıcası nelerdir? “Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır” buyurdu. Cehenneme girmeğe sebeb olan şeylerin başlıcası nelerdir denildikde, “Diline ve şehvetine hâkim olmamaktır” buyurdu. “İmanı en kuvvetli olanınız, ahlâkı en güzel ve zevcesine karşı en yumuşak olanınızdır.” “İnsan, güzel huyu sebebiyle, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. (Nâfile) ibâdetler, insanı bu derecelere kavuşturamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağı çukurlarına sürükler.” Bir kimse, Resûlullaha “işlerin en iyisi hangisidir” dedi. “Güzel huylu olmaktır” buyurdu. Kalkıp, biraz sonra, sağ tarafına gelip, yine sordu. Yine, “İyi huylu olmaktır” buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, Allahın en sevdiği iş nedir, dedi. Yine, “İyi huylu olmaktır” buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli iş nedir, dedi. Hazret-i Peygamber, ona karşı dönüp, “İyi huylu olmak ne demektir anlıyamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamağa çalış!” buyurdu. İbâdetlerin en kolayı ve en hafîfi Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlâklı olmanın önemiyle ilgili hadis-i şeriflere bugün de devam ediyoruz: “İbâdetlerin en kolayı ve en hafîfi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!” “Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmiyen Müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum.Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemiyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!” Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki, “Size gönderdiğim islâm dîninden râzıyım. Bu dînin tamam olması, ancak cömerdlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dîninizin tamam olduğunu hergün, bu ikisi ile belli ediniz!” “Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yinilmez hâle sokduğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder.” “Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert, öfkeli olanlara yardım etmez.” “Cehenneme girmesi haram olan yahut Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmıyanların hepsi!” “Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır.” “İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruc tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur.” “Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever.” “Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni afv etsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramıyan, sormıyan ahbâbını, akrabâsını gözetsin!” “Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir.” Bütün insanlar dört sınıfa ayrılmıştır Büyük islâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri insanları dört kısma ayırmaktadır: Bunlardan birinci kısmdakiler, dünyada yimek içmek ve zevk etmekden başka bir şey bilmiyenlerdir. İkinci kısmdakiler, cebir, şiddet, zulüm ile hareket edenlerdir. Üçüncü kısmdakiler, hîlekârlık ve mürâîlikle etrâfındakileri aldatanlardır. Ancak dördüncü kısmdakiler dinimizin bildirdiği güzel ahlâk ile ahlaklanan hakîkî Müslümanlardır. Unutmamak lâzımdır ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır.Bütün mesele, bu yoldan İslâm nûrunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nûru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı fenâlıklara pişmân olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, islâm dînini kabûl etseler, dünyada ne fenâlık, ne hîlekârlık, ne harb, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir Müslüman olmağa gayret etmek ve Müslümanlığın esâsını ve inceliklerini ve güzel ahlâkını îzâh ederek, bütün dünyaya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçdur. Bunu yapmak cihâd olur. Başka dinden de olsa, insanlara dâimâ tatlı dille ve anlayışla hitâb etmelidir. Bunu, Kur’ân-ı kerîm emir etmektedir. Müslüman olmıyanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, böyle söyliyenin cezâlandırılması lâzım olduğu, fıkh kitaplarında yazılıdır. Maksad, herkese islâm dîninin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihâd da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin evvelâ kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiç bir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakda müşkilât çekmez. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî hiç bir din yokdur. Bu dînin esâsını anlıyan bir kimse, herkese bu dînin biricik hak din olduğunu kolaylıkla isbât edebilir. Hülâsa, hakîkî Müslüman, bütün iyi huylara sâhib, vakarlı, seciyeli, bedenen ve rûhen tertemiz, her türlü i’timâda lâyık, mükemmel bir insandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokakdan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır.” Maksat dünya ve ahıret huzudur Allahü teâlâ, İslâm dînini, insanların dünyada rahat ve huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları için ve âhiretde sonsuz azâblardan kurtulmaları için göndermişdir. Kâfirler, yani Müslüman olmıyanlar, bu saadet yolundan mahrûm kalmış zevallı kimselerdir. Başka dinden olanların hepsini, fenâ huylu bir insan kabûl etmemelidir. Evet küfür, yani Müslüman olmamak, her zaman ve her yerde fenâdır. Çünkü küfür, insanı dünyada ve âhirette felâkete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayışdır. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir.Bunları gıybet etmek bile haramdır. İnsanın, sa’îd veya şakî olduğu son nefesde belli olur. Bütün semâvî dinlerin, insanlar tarafından bozulmamış olanlarında, tek Allaha iman esâsı vardır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bütün insanları doğru yolda bulunmağa da’vet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişdeki bütün hatâlarını af edeceğini va’d buyuruyor. Başka dinden olanlar, şeytanın veya Müslümanlıktan haberi olmıyanların aldattıkları zevallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış tâlisiz insanlardır. Biz bunlara sabır ile, tatlı dille, akl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz. Allahü teâlânın var ve BİR olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan evvel, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. Mûsâ aleyhisselâmdan başlıyarak Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din, yani Mûsevîlik, Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın Peygamberlerinin bizim gibi bir insan olduğunu bildirmişdir. Ancak Yehûdîler, Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâma inanmamışlardır.Hıristiyanlar, putlara tapınmakdan bir türlü kurtulamamışlar ve Îsâ aleyhisselâm, “Ben de, sizin gibi bir insanım. Allahın oğlu değilim” dediği halde, Îsâ aleyhisselâmı Allahın oğlu sanmışlar, Baba (Allahü teâlâ), Oğul (Îsâ aleyhisselâm) ve Rûh-ul-kuds ismi ile üç ayrı ilâha tapınmağa başlamışlardır. Bu yanlış inanışları, ancak Allahü teâlânın gönderdiği son Peygamberi, Muhammed Mustafâ “aleyhissalâtü vesselâm” vâsıtası ile neşir ettirdiği, islâm dîni ile düzeltilmişTir. O halde, bu üç dînin hakîkî esâslarını kendisinde toplayan ve bu dinleri içerlerine sokulmuş olan hurâfelerden temizleyen hakîkî, doğru dînin, İslâm dîni olduğunu kimse inkâr edemez. İslâm ahlâkı üçe ayrılır 27.5.2002 Ahlâk bilgilerini öğrenmek, istekle olur. Zor ile olmaz. İslâm ahlâkı üçe ayrılır: 1 - İnsan yalnız iken, başkasını düşünmeden, işlerinin iyi veya kötü olduğunu anlatan ilme “Ahlâk ilmi” denir. İnsan yalnız olduğu zaman da, bu işleri, bildiği gibi yapar. Meselâ yumuşak huylu, cömerd, hayalı insan, yalnızken de, başkaları yanında da, hep öyledir. Ahlâk ilmi, insanın böyle hiç değişmiyen işlerini öğretir. 2 - İnsanın ev içinde, çoluk çocuğuna karşı hareketlerini tedkîk eder. Buna, “Ev idâresi âdâbı” denir. 3 - İnsanın toplumdaki vazîfelerini, hareketlerini, herkese faydalı olmasını öğretir. Buna “sosyal” terbiye denir. İnsan, iyi, kötü her işini bir sebep ile yapar. Bu sebep, yâ tabîîdir. Yahud bir emirdir, bir kanûndur. Tabîati îcâbı olan şeyler, aklı ve düşüncesi ve tecribeleri netîcesinde yaptığı işlerdir. Böyle işleri, zamanla ve toplumun tesîri ile değişmez. İkinci sebep olan emir, kanûn ise, ya bir cemiyetin, bir milletin müşterek düşüncesinden doğar. Buna “Âdet” denir. Yahud bir tanınmış âlim, tecribeli, otorite sâhibi kimse tarafından ortaya konur. Peygamberler, Evliyâ ve hükümdarlar böyledir. Peygamberler, Evliyâ ve âlimler tarafından bildirilen, Allahü teâlânın emirleri de üçe ayrılır: Birincisi, herkesin ayrı ayrı, yalnız olarak uyması lâzım olanlardır. Bunlara “İbâdetler” denir. İkincisi, insanlar arasında karşılıklı uymaları lâzım olan emirlerdir. Evlenme işleri ve alış veriş işleri, böyledir. Üçüncüsü, memleketleri, cemıyetleri içine alan emirlerdir. Bunlar, hukûkî ve siyâsî işlerdir. Bu üç ilmin hepsine “Fıkh” bilgisi denir. Fıkh bilgileri ve bu işleri düzenliyen emirler veya tatbîk edilmeleri, yapılmaları, memleketlere, milletlere göre ve zamanla değişir. Bu değişiklik de ancak Allahü teâlânın bildirmesi ile olur. İşte, Allahü teâlânın dinlerde yaptığı neshler, değişdirmeler, böyle emirlerde olmuşdur. Meselâ, Âdem aleyhisselâm zamanında insanların çoğalması lâzımdı. Bunun için, bir erkeğin kendi kız kardeşi ile evlenmesi helâl idi, câiz idi. İnsanlar çoğalınca, buna lüzûm kalmadı. Haram oldu. Huzura kavuşmanın iki yolu 28.5.2002 Bir işin ne olduğu, mahiyeti ve kazandıracağı faydalarını bilmek icab eder. Böyle olunca öğrenmek daha kolay olur. Bunun için Ahlâk ilmini kolay öğrenebilmek için bunun faydalarını bildirelim: İnsan, etrâfını, meselâ yerleri, gökleri ve yıldızlar dediğimiz, milyarlarca gök küresinin boşlukta döndüklerini, asırlar boyunca çarpışmadıklarını, yeryüzünde, sıcaklık, basınc, hava, su miktarlarının, yapılarının, hareketlerinin tam hayata uygun olarak ayarlanmış olduğunu, insanların, hayvanların, bitkilerin, cansız maddelerin, atomların, hücrelerin, kısaca okullarda okunan, tedkîk edilen sayısız varlıkların yapılarındaki ve hareketlerindeki nizâmı, düzeni, uygunluğu görerek, bunları yapan, yaratan, kudretli, bilgili bir sâhibin bulunduğunu, ister istemez kabûl etmek, inanmak zorunda kalır. Aklı olan kimse, kâinattaki ve bedenindeki bu azameti, bu intizâmı görerek, hemen Allahü teâlânın varlığına inanır Müslüman olur. Nitekim, Müslüman olan İsviçreli felsefe profesörü, gazetecilerin sorularına karşılık olarak “İslâm kitaplarını tedkîk ederek, hak yolu anladım. İslâm âlimlerinin büyüklüğünü kavrayabildim. İslâm dîni, olduğu gibi anlatılsa, bütün dünyada aklı olan herkes seve seve Müslüman olur” demiştir. Bir insan, tabîati ve kendini tedkîk ederek, hemen Müslüman olduktan sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından, Muhammed aleyhisselâmın hayatını ve güzel ahlâkını da öğrenirse, imanı kuvvetlenir. Ahlâk bilgisi öğrenerek, iyi ve kötü huyları, faydalı ve zararlı işleri anlar. İyi işleri yapıp, dünyada kâmil, kıymetli bir insan olur. İşleri muntazam ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyada rahat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Âhırette de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfâtlarına nâil olur. Saadete, huzura kavuşmak için, iki şey lâzımdır: Mesûd ve bahtiyâr kimse, bu iki şeye kavuşan kimsedir. Bu iki şeyden birincisi, doğru ilim ve iman sâhibi olmaktır. Bu da, fen derslerini ve Muhammed aleyhisselâmın hayatını, ahlâkını öğrenmek ile ele geçer. İkincisi, iyi huylu, iyi hareketli insan olmaktır. Bu ise, fıkh ve ahlâk ilmlerini öğrenmek ve bunlara uymakla olur. Bu ikisini elde eden kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Ahlâk ilmi pek kıymetli bir ilimdir 29.5.2002 Fıkıh ve ahlâk ilimlerini öğrenen ve bunlara uyan, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Çünkü Allahü teâlâ, sonsuz ilmi ile herşeye âlimdir. Meleklere ve Peygamberlere çok ilim vermiştir. Onlarda hiç ayıb ve kusur ve çirkin hiçbirşey yoktur. İnsanların ilmi ise, pek az ve imanları, yâ bozuk veya kötü huylar ile bulaşmış ve kötü işler ile kirlenmiştir. Bunun için insanlar, Allahü teâlâdan ve meleklerden ve Peygamberlerden pek uzak, onlara kavuşmak şerefinden çok mahrumdur İnsan, fen bilgilerinde, tabîati incelemekte tenbel ve câhil kalarak, hakîkî imana, i’tikâda kavuşmazsa ve Muhammed aleyhisselâmı doğru tanıyarak imanını kuvvetlendirmezse, sonsuz felâketde ve sıkıntıda kalanlardan olur. Eğer, hakîkî imana kavuşursa ve nefsine tâbi olmayıp, ahkâm-ı islâmiyyeye, yani Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyarsa, saadete kavuşmaktan ve Allahü teâlânın rahmetinden, afından mahrûm kalmaz. Fakat, yaptığı kötülükler kadar azâb görür, yanar ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşması güç olur. İmanı olduğu için, sonunda yine rahmete kavuşur. Cehennem ateşi, kötülüklerinin kirlerini temizleyip, onu Cennete girmeğe lâyık temiz şekile sokar. Bütün saadetlerin, rahatlıkların başı, kâmil iman sâhibi olmaktır. Herkesin, kalbini yanlış inanıştan, şübhelerden kurtarmağa çalışması lâzımdır. Bir kimse, doğru imana kavuşur ve ahlâkı güzel ve işleri iyi olursa, yüksek ruhlara, yani Peygamberlere ve Evliyâya ve meleklere benzer ve onlara yaklaşır. Maddenin çekimi kanûnu gibi, onlar tarafından çekilir. Dağ kadar büyük mıknatısın veya yüksek gerilmli elektro-mağnetik alanın bir iğneyi çekmesi gibi, onu yüksekliklere çekerler. Sırat köprüsünü şimşek gibi, sür’at ile geçer. Cennet bağçelerinde, kendine münasib olan, kalbine ve ruhûna lâyık olan nimetler içinde, sonsuz rahat edenlerden olur. Ahlâk ilmi, kalb ve rûh temizliği bilgisi demektir. Tıb ilminin, beden sağlığı bilgisi olmasına benzer. Çünkü, kötü huylar, kalbin ve ruhun hastalıkları ve zararlı işler, bu hastalıkların alâmetleri, ârızalarıdır. Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzûmlu bir ilimdir. Çünkü, kalbin ve rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. İyi, temiz kalbler ve rûhlar, bu ilim bereketi ile temizliğini artırır, yerleştirir. Huy değişir mi? 30.5.2002 Huy değişir mi? İnsanın huyunu bırakıp, başka huylu olması mümkün müdür? Bu mesele üzerinde çeşitli sözler, birbirine muhalif fikirler varsa da, hepsi üç noktada toplanabilir: 1 - İnsanın ahlâkı hiç değişmez. Çünkü huy, insan gücünün değiştiremiyeceği bir varlıktır. 2 - Huy iki türlüdür: Birisi insanla birlikde yaratılmışdır. Bu huy değişdirilemez. İkincisi, sonradan hâsıl olan alışkanlıktır. Buna, âdet denilir. Bu huy değişebilir. 3 - Ahlâkın hepsi sonradan elde edilir ve değiştirilebilir. İslâm âlimlerinin çoğu bu üçüncü fikir üzerinde birleşmektedir. Peygamberlerin dinleri, bu sözün doğruluğuna dayanmaktadır. Tasavvuf büyüklerinin, din âlimlerinin, talebesine terbiye için koydukları üsûller, bu sözün ışığı altında işlemektedir. İnsanlar hangi huya elverişli olarak dünyaya gelmekdedir? Bu da, içinden çıkılamamış bir sorudur. Âlimlerin çoğuna göre, insanlar iyiliğe, yükselmeğe elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, kötü huyları meydana getirir. Hadîs-i şerifte, “Herkes, Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları sonra anaları babaları, yehûdî, Hıristiyan ve imansız yapar” buyuruldu. Bazılarına göre, insanın rûhu kötü olarak dünyaya geldi. Rûhun kendisi temiz idi ise de, bedenle karışınca, bedenin ihtiyacları onu yoldan saptırmıştır. Bazıları da, rûh, yaratılışda ne iyi, ne de kötü değildir. Sonradan her iki şekile de dönebilecek haldedir dedi. İyi huyları, güzel işleri öğrenen kimse, saadete, kemâle kavuşur. Kötüler arasında kalıp, kötü huy, çirkin işler öğrenen de, şakî, kötü olur dediler. Felsefecilere göre, yaratılışı iyi olan insan azdır. Yaratılışta kötü olup, hep kötülük yapmak istiyenler, daha çoktur. Kötüler arasında kötü, iyiler arasında iyi olabilen kimselerin sayısı, iki öncekiler arasındadır. Bunlara göre, bazı kimsenin huyu değişebilir. Çok kimsenin ise değişemez. Yunan feylesoflarının, insanın kalbinden haberleri olmadığından, yalnız rûhu anlatmışlar, kendileri yanıldığı gibi, başkaları da yanıltmışlardır. Kalb ve ruhu beraber ele alan İslam büyükleri ahlâkın değişebileceğini ve bunun için çalışılması gerekli olduğu bildirmişlerdir. Huy çalışmayla değişir 31.5.2002 Hiçbir kimsenin huyu, yaratılışdaki gibi kalmaz. Sonradan değişebilir. Ahlâk değişmeseydi, Peygamberlerin getirdikleri dinler faydasiz, lüzûmsuz olurdu. Âlimlerin sözbirliği ile koymuş oldukları terbiye ve cezâ üsûlleri abes olurdu.Bütün ilim adamları, çocuklarına ilim ve edeb vermiş ve terbiyenin fayda sağladığı her zaman görülmüştür. O halde, ahlâkın değiştiği güneş gibi meydandadır. Şu kadar var ki, bazı huylar pek yerleşmiş, rûhun özelliği gibi olmuştur. Böyle huyları değiştirmek, yok etmek pek müşkil olur. Böyle ahlâk, en çok, câhil, kötü kimselerde bulunur. Bunu değiştirmek için, ağır riyâzet ve çok mücâhede lâzımdır. Nefsin zararlı, kötü isteklerini yapmamak için çalışmağa “Riyâzet” denir. Nefsin istemediği faydalı, güzel şeyleri yapmağa “Mücâhede” denir. Câhiller, ahmaklar, huy değişmez diyerek, nefis ile mücadele etmiyorlar. Kötü huylarını temizlemiyorlar. Böyle kabûl edip de, herkes kendi arzûsuna bıraklırsa, kabâhatli olanlara cezâ verilmezse, insanlık kötülüğe gider. Bunun için, Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onları terbiye etmek, iyi ve kötü huyları öğretmek için Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Bu muallimlerin en yükseği olarak, habîbi olan Muhammed “aleyhisselâm”ı seçti. Onun dîni ile, önce göndermiş olduğu bütün dinleri değiştirdi. Onun dîni, bütün dinlerin sonuncusu oldu. Böylece, iyiliklerin hepsi, terbiye üsûllerinin cümlesi, Onun parlak dîninde yer aldı. Aklı olanların, iyiyi kötüden ayırt edebilenlerin, bu dinden elde edilmiş olan ahlâk kitaplarını okuyarak, öğrenerek ve işlerini buna göre tanzîm ederek, dünyada ve âhırette rahata ve huzûra, saadete, kurtuluşa kavuşması ve böylece âile ve cemıyyet hayatının düzenine yardım etmiş olması lâzımdır. Güzel ahlak sahibi olan, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar, ahırette de sonsuz Cennet nimetlerine kavuşur. Hakikat kitabevinin (0212 523 45 56) yayınladığı “İslâm Ahlâkı” kitabında, güzel ahlâk çok geniş ve sade bir şekilde anlatılmaktadır. Herkese tavsiye ederiz. Kötü huylardan temizlenmek 1.6.2002 Her ilmin, her fennin şubeleri vardır. Şubelerin birleştikleri noktaları bulunur ki, bu noktalarda, o ilmin bütün kolları tek birşey olur. İşte bu tek nokta, o ilmin konusudur. Mesela, tıp ilminin muhtelif şubeleri vardır. Fakat her kolu, insan bedeninin hastalık ve sağlığında birleşir. Bu da, bu ilmin konusu demektir. Bir ilmi kolay öğrenmek için, konusunu anlamak lâzımdır. Ahlâk ilminin konusu, insanın rûhudur. Rûhu ve kalbi, kötü huylardan temizlemeği ve iyi huylar ile süslemeği öğretir. Bunun için, evvela rûhu, sonra iyi ve kötü huyları öğrenmek lâzımdır. İmâm-ı Şâfi’î, kötülüğü öğrendim, kötü olmak için değil, kötülüğü bilmiyen, düşer içine, iyi bil! demiştir. Kalbi ve rûhu, mümkün olduğu kadar tanımak, görünen ve görülemiyen kuvvetlerini bilmek ve saadetinin ve felâketinin nelerde olduğunu iyi anlatmak lazımdır. Kalb, gönül ve rûh nedir? Bu iki varlığa eski yunan feylesofları ve onların taklîdcileri, Nefs de demişlerdir. Hâlbuki, tasavvuf ve ahlâk bilgilerinin mütehassısı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını bildirmektedir. İsrâ sûresinin seksenbeşinci âyetinde meâlen, “Sana rûhdan soruyorlar. Rûh, Rabbimin yarattığı varlıklardan biridir diye cevap ver” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, rûhun ne olduğunu anlatmağı men etmektedir. Bunun içindir ki, İslam büyükleri rûhun ne olduğunu konuşmaktan kaçınmışlardır. Ancak, rûhun yalnız hakîkatini, ne olduğunu konuşmak yasaktır. Yoksa hassalarını, özelliklerini anlatmak yasak değildir. Bunun için, âlimlerin çoğu, talebeye ve süâl edenlere, kalbin ve rûhun cisim olmadıklarını, bir “Cevher-i basît” olduklarını söylediler. Aklın erdiği bilgileri anlıyan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan hep bu ikisidir. Tasavvuf büyükleri ve kelâm âlimleri böyle söylemişlerdir. Kalb ve rûh hakkında, şâfi’î mezhebi âlimlerinden şeyh Şihâbüddîn Ömer Sühreverdînin “Avârif-ül me’ârîf” kitapı ile ikinci bin yılının yenileyicisi, büyük âlim İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendînin “Mektûbât” kitapında geniş bilgi vardır. “Mektubat” kitabı, “Müjdeci Mektuplar” ismi ile Hakikat kitab evi (0212 523 45 56) tarafından baştırılmıştır. Gerçek güzellik ruh güzelliğidir 2.6.2002 İnsanın ahlâkını düzeltebilmesinde ruh ve kalbin önemli bir yeri vardır. Bunun için ruh ve kalb nedir bunu bilmek gerekir. Kalb ile yürek aynı şey değildir. Göğsün sol tarafındaki et parçasına yürek denir. Yürek hayvanlarda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe “Gönül” denir. Kalb, görünmez bir kuvvettir. Tesirleri ile, eserleri ile tanınır. Meselâ elektrik cereyanı da görünmez. Fakat ampulden geçtiği zaman, rezistans telini ısıtarak ışık hâsıl ettiği için ampulde cereyan bulunduğunu anlıyoruz. Halbuki elektrik madde değildir. Bir yer kaplamaz. Kalb dediğimiz kuvvet de madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen et parçasında eserleri görüldüğü için “Kalbin yeri yürektir” diyoruz. Kalb, ruh ile nefs arasında bir köprü gibidir. Marifetler, feyzler, kalbe ruh vasıtası ile gelir. Kalb, his uzuvlarına da bağlıdır. His uzuvları ne ile meşgul olursa, kalb ona bağlanır. İnsan güzel bir şey görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı bir şey alınca kalb bunlara bağlanır. Ruha veya nefse tatlı gelenleri sever. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel bir şey okuyunca, kalb, bunların manâlarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel, tatlı gelen şey demektir. İnsan, çok defa hakîkî güzelliği anlıyamaz. Nefse güzel gelen ile, ruha güzel geleni birbiri ile karıştırır. Ruh kuvvetli ise, hakîkî güzelliği anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i kerîmeler, hadis-i şerifler, evliyânın sözleri, duâ, ibâdet gibi şeyler aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı azalınca ve nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zaman, bunların güzelliğini anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kalbi, nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed aleyhisselâma uyarak kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir velîyi incelerse, onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar. Allahü teâlâyı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Fakat sevebilmek kolay bir şey değildir. Nefsin sevdiklerini, ruhun sevdiği hakîkî güzellikler sanarak aldananlar çok olmuş, felâkete sürüklenmişlerdir. Nefis ve şeytan, burada çok kimseleri aldatmıştır. O iyi olunca herşey iyi olur 3.6.2002 Bedenin her uzvu, kendine mahsus muayen, belli bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise, hangi iş için yaratılmışsa, onu yapamamasıdır. Ya o işi hiç yapamaz veya zorla yapabilir. Meselâ, elin hastalığı, tutamamak, gözün hastalığı görememektir. Bunun gibi, kalbin hastalığı da, hangi iş için yaratılmışsa onu yapamamaktır. Kalb, ilim, hikmet, marifet, Allah sevgisi Allaha ibâdet için yaratılmıştır. Her uzvun bir faydası vardır. Kalbin faydası, hikmet ve ma'rifet sayesinde insanı hayvandan ayırd etmektir. Çünkü insan, yemek, içmek gibi vasıfları ile hayvandan ayrılmaz. Hayvandan ayrılması, eşyayı olduğu gibi bilmesi sayesindedir. Eşyayı eşya yapan ve onu var eden Allahü teâlâdır. İnsan, her şeyi bilse, fakat Allahı bilmese, diğer bildiklerinin hiç kıymeti yoktur. Allahı bilmenin alâmeti onu sevmektir. Sevginin alâmeti de hiç bir sevgiyi O'nun üzerine tercih etmemektir. Allahın emirlerini yapmıyanın kalbi hasta demektir. Kalbin hasta olması dine tam inanmaması, tam teslim olmaması demektir. Tam teslim olan kimse, Allahın emirlerindeki sayısız hikmetleri ve faydaları bilmese de hiç düşünmeden her emrini yapar. Dine uymak çok kolay ise de, kalbi hasta olana güç gelir. Bir çok işler sağlam insanlara kolay gelirken, hastalara güç gelir. Kalbin hasta olması da, Allahü teâlâya tam teslim olmaması şdemektir. Kalbde hakîkî tasdikin, doğru imânın bulunmasına bir alâmet, dinin emirlerine kolay uyabilmektir. Haram yemek kalbi karartır, hasta eder. Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Kalbin kararmasının dört alâmeti vardır. 1- İbâdetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu hatırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz.” Her şeyden önce kalbi temizlemek, karartmamak lâzımdır. Çünkü kalb, bütün bedenin reisidir. Bütün organlar kalbin emrindedir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu kalbdir.” Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk ile süslenmesidir. Kalb hastalıklarının tedavileri güçtür. Hastalığını teşhis ettikten sonra, ilâçlarını iyi bilmek ve iyi kullanmak lâzımdır. Kalb nasıl temiz olur? 4.6.2002 Kalbi, ruhu hasta eden kötü huylardır. İnsana dünyada ve âhırette zarar veren her şey, kötü ahlâktan meydana gelmektedir. Yâni zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. Kalbi hasta ederek ruhun ölümüne sebep olan kütü huyların en kötüsü imansızlıktır. İmanı olmıyanın, “Benim kalbim temizdir. Sen kalbe bak!” demesi çok yanlıştır. Çünkü ölmüş, kokmuş bir leş olan kalbin temiz olması hiç düşünülebilir mi? Kalbin en kötü hastalığı olan imansız olmaktan çok korkmalıdır. Kalb hastalıklarının imansızlıktan sonra en zararlısı bid'at olan şeylere inanmaktır. Kalb hastalığının üçüncüsü bid'at olan şeyleri yapmaktır. Bid'atları yapmaktan kaçındıktan sonra, günahlardan sakınmak lâzımdır. Görüldüğü gibi kalbin temizlenmesi İslamiyete uymakla olur. İslamiyet üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs. İlimden maksat, dinin bütün emir ve yasaklarını öğrenmek, amelden maksat, öğrendiklerine tâbi olmak, tatbik etmek, ihlâs ise yalnız Allah rızâsı için yapmak demektir. Kalbi hasta olan, Hakkın rızâsına uygun iş yapamaz. Kalbi bozan, karartan şeyler, işlenen günahlardır. Hadis-i şerifte, “Bir günah işliyenin kalbinde izi kaybolmıyan bir leke meydana gelir.” buyuruldu. Bu leke silinmezse kalb kararmağa, bozulmağa devam eder. Nihayet kalb bir gün ölür. Kalbdeki lekeyi temizlemek için hemen günah işledikten sonra tevbe ve istiğfâr edip güzel bir amel işlemelidir. Günah ile kirlenen kalbi sevap ile temizledikten sonra, kalbin parlaması için sevap işlemeğe devam etmek lâzımdır. Bildiğine uygun amel edene, Cenâb-ı Hak ihsânlarda bulunur, çeşitli felâketlerden onu korur. Hadis-i şerifte, “Kim bildiği ile amel ederse, Allahü teâlâ bilmediğini de ona öğretir.” buyuruldu. Bir kimse, bir nevi toprak olan kil yemeği, diğer yemeklerden fazla seviyorsa, o kimse hasta demektir. Başkalarını Allahtan çok seven kalb de hastadır. Vücut hastalıklarının bazısını sâhibi bilemediği gibi, kalb hastalıklarının bazıları da bilinemez. Bunun için gâfil avlanır, tedavisine bakmaz. Bazı hastalıkların tedavisi için perhiz lâzımdır. Herkes istenilen perhizi kolay yapamaz. Kalbin tedavisi için de günahlardan perhiz yapmak yâni uzaklaşmak lâzımdır. Bu da kolay değildir. Tedavi için hastalığı bilmek gerekir 5.6.2002 Her hastalığı tedavi ettirmek için o hastalık üzerinde ihtisas sahibi olan tabibe gitmek lâzımdır. Gözünden ameliyat olacak birisinin kasaba gitmesi uygun olur mu? Güzel ahlâkı öğreten, kalb hastalıklarının mütehassısları da İslâm âlimleridir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki, “Bugün İslâm âlimiyim diyen kimseler, birer kalb hastasıdır. Bunların vereceği reçetelere nasıl iltifat edilir?” Yine İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: “Bugün ilimler unutuldu. Kalbin tedavisinden bahsedenler kalmadığı gibi, kalbin hastalığı bile inkâr edildi.” Vaziyet böyle olunca kalb hastalıklarının teşhis ve tedavisi çok zorlaşmaktadır. Kalbin hastalığı, kötü huylar herkeste başkadır. Herkesin, kendi hastalığına uygun gelen ilâçları Kur'ânı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarması imkânsız gibidir. Hakîkî İslâm âlimleri, kalb mütehassısları olup, herkesin bünyesine, hastalığına ve zamana uygun ruh ilâçlarını Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarıp kitaplarında bildirmişlerdir. Bu bakımdan bizim işimiz kolaylaşmıştır. İslâm âlimlerinin yazdığı doğru ilmihâl kitaplarını okuyup amel etmek kâfidir. Mesela “İslâm Ahlâkı” isimli eserde, kalb hastalıkları, teşhis ve tedavi şekilleri bildirilmiştir. Bu kitabı okuyup tatbik eden kimse, güzel huylara kavuşur, iyi bir insan olur. İyi insan sâlih insan, demektir. Ehl-i sünnet i'tikâdında olan ve haram işlemekten sakınan müslümana "sâlih insan" denir. İyi insan olmak için, Allahü teâlâya karşı iyi olmak, Peygamber efendimize karşı iyi olmak ve bütün insanlara karşı iyi olmak lâzımdır. Bir kimsede bu üç iyilikten biri bulunmazsa, buna iyi insan denilemez. İyi insan, herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Devamlı çalışır. Din bilgilerini ve fen bilgilerini iyi öğrenir. Çocuklarına, tanıdıklarına da öğretir. Gıybet, dedikodu yapmaz. Hep faydalı şeyler söyler. Helâl kazanır. Kimsenin hakkına dokunmaz. Böyle olan müslümanı Allah da sever, kullar da sever. Rahat ve huzûr içinde yaşar. Ahlâk bilgisi çok önemlidir. Çünkü insan, ahlâk bilgisi ile, iyi ve kötü huyları, faydalı ve zararlı işleri anlar. İyi işleri yapıp, dünyada kâmil, kıymetli bir insan olur. İşleri muntazam ve kolaylıkla hâsıl olur. Dünyada rahat, huzûr içinde yaşar. Kendisini herkes sever. Allahü teâlâ ondan râzı olur. Âhirette de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfatlarına kavuşur. Kalb ve ruhu anlayabilmek için 6.6.2002 Güzel ahlâklı, iyi bir insan olabilmek için kalbi ve ruhu tanımaya ve kalb ve ruh temizliğine ihtiyaç vardır. Kalb ve ruhu anlayabilmek için bunların iltibatı olan bedenin maddi yönünü de tanımak gerekir. Maddi beden elementlerden, atomlardan meydana gelmiştir. Her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmışdır. Atomların birbirleri ile birleşmesinden molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik cisimleri ve hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmışdır. Bunların herbirinde, akıllara hayret veren, incelikler, kanunlar, düzenler vardır. Meselâ, ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinasını görebilmişdir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve nizamdan biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük kâdir, âlim olan Allahü teâlâ, bu nihâyetsiz nizâmı yaratarak, beden makinasını otomatik olarak çalıştırmakdadır. Kalb ve rûh, bu makinanın elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca, ceryan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, kalbin ve rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyada hiçbir makina, hiçbir motor nihayetsiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir umûmî kanûndur. Vücud makinası da yıpranıyor, çürüyor. İnsan kabirde çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroblar ve toprak tesîri ile parçalanarak, karbon dioksid, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bugün ilim adamları, açık olarak görüyor ki, fennin ilerlemesi, fen bilgisindeki her ileri bir adım, Yaratıcının, âhıret hayatının varlığını ispat etmekte ve islâm dînini kuvvetlendirmekte, islâm düşmanlarının iftirâlarını çürütmekte, maddeye tapan ateistleri rezîl etmekde, yere sermektedir. Fakat ne yazık ki, fen adamı şekiline giren, üniversitede okumuş, bazı din câhilleri, fende geri kalmağı bahane ederek, islâm düşmanlığı yapıyorlar. İslâmiyet ilerlemeyi teknolojiyi emreder! 7.6.2002 İslâmiyeti bilen, İslâm ahlâkı ile ahlanmış bir müslüman ileri görüşlü olur, gerici olmaz. İslâm düşmanları, temiz gençleri aldatmak için, “İslâmiyet gericilikdir. İlerlemeye mâni olmaktadır. Hıristiyanlar ilerliyor. Her çeşit fen vâsıtası yapıyorlar. Kullandıkları teknoloji gözlerimizi kamaştırıyor. Teknolojideki gelişmelerden Müslümanların haberleri bile yok” gibi yalanlar söyliyerek, İslâmiyetteki güzel ahlâkı, kardeşliği bırakmağa ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeğe ilericilik diyorlar. Gençleri, kendileri gibi islâm düşmanı yapmağa, felâkete sürüklemeğe çalışıyorlar. Hâlbuki İslâmiyet, fende, sanatta ilerlemeği emir ediyor. Târîh gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep Müslümanlar yaptı. Fen bilgilerini, fen âletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükselttiler. Bu ilerlemele, hep islâm dîni ve bu dînî takbik eden, islâm devletleri sebep oldu. Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile, islâm devletlerini yıkamadıkları için, siyâsî oyunlarla, yalanlarla, hîlelerle, Reformlar yaptırarak âlimleri, mezhepleri, fıkıh kitaplarını etkisiz hale getirerek İslamiyeti içeriden yıktılar. Bunların topraklarında, dinle ilgisi olmayan diktatör kimselerle milletin başına getirdiler. Fakat, İslâmiyeti yok edemezler. Müslümanlardan kalan, fendeki keşflere, ilâveler yaparak, bugünkü gelişmeleri kendilerine mâl ediyorlar. Yalnız kendi keyflerini, zevklerini, menfaatlarini düşünenler, kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve san’ati emir eden İslâmiyete gericilik diyorlar. Bütün Yahûdîler, Hıristiyanlar, hatta putperestler, bütün dünya, Cennete, Cehenneme inanıyor, kiliseler, havralar dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, san’ata değil, zevk ve safâya, ahlâksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle asılsız ve haksız yalanlarla, İslâmiyete küstâhca, ilk saldıran ingilizlerdir. Şimdi, Müslümanların birleşerek, dedeleri gibi İslâmiyetin emir ettiği, din ve fen bilgilerine sarılmaları, yine fende, teknolojide yeni âletler yapmaları, Hıristiyanlardan üstün olarak, bütün beşeriyyeti saadete kavuşturmaları lâzımdır. Müslümanlarda bu güç, bu enerji vardır. Dış güçler bu gücü kullandırmamak için, her türlü hile baş vuruyorlar. İslamiyeti, diyalog, hoşgörü safsataları ile aslından uzaklaştırarak Hıristiyanlık gibi, emir ve yasakları olmayan felsefi bir inanç haline getirmek istiyorlar. Nebati, hayvani ve insani ruh 8.6.2002 Melekler yükselmezler, yaratıldığı mertebede kalırlar. İnsan böyle değildir. Kalb ve rûh bu beden ile birleşince, terakkî etmek, yükselebilmek hassasını kazanarak yükselir; yahut, kâfir olmak, günah işlemek sebepleri ile, alçaklaşır, harâb olur. Bu dünyada her cisim kendine mahsûs sıfatları ile tanınmakdadır. Her cisim, elementlerin ve bileşiklerin birer yığınıdır. Elementler, bileşikden bileşiğe geçerek yer değiştirmekte, her cismin terkîbi bozularak, sıfatları yok olmakda, başka sıfatlı, başka cisim hâline dönmektedir. Bu devamlı değişmelerde, madde yok olmuyor ise de, cisimler zamanla değişmekte, yok olup başka cism hâsıl olmaktadır. Kalb ve rûh, parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmedikleri, yani mücerred oldukları için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Fizik hâdiselerinde cisimlerin şekili ve hâli değişiyor. Meselâ su, ısı enerjisi alınca, buhar oluyor. Sıvı halde iken gaz hâline dönüyor. Su cismi yok oluyor, buhar cismi var oluyor. Kimya tepkimelerinde ise, cismin yapısı bozuluyor. O cismin maddesi yok olup, başka madde var oluyor. Fizik olayında cisim değişiyor. Madde değişmiyor. Kimya değişmesinde, cisim yok oluyor. Madde değişiyor. Hiçbirinde madde yok olmuyor. Nükleer değişmelerde ise, madde de yok olup, enerji hâline dönüyor. Kalb ve rûhun kuvvetleri vardır. Bu kuvvetler, bitki ve hayvanların kuvvetleri gibi değildir. Bitkilerin ve hayvanların da, kendilerine göre rûhları vardır. Kalb, yalnız insanda vardır. Her canlıda “Nebâtî rûh” vardır. Doğma, büyüme, beslenme, zararlı maddeleri dışarı atma, üreme ve ölme gibi canlılık işlerini “Nebâtî rûh” yapar. Bu işler, insanlarda ve hayvanlarda ve nebâtlarda da yapılmaktadır. Bunlarda büyüme, bütün hayat boyunca yapılmaz. Muayyen bir miktara vardıkdan sonra, bu iş durur. Bu miktar, insanlarda ortalama yirmi dört yaşına geldiği zamandaki miktardır. Yağlanmak, şişmanlamak, büyümek değildir. Beslenme ölünciye kadar devam eder. Çünkü, gıda almatan yaşanamaz. Hayvanlarda ve insanlarda, “Hayvanî rûh” da vardır. Bunun yeri göğüsdür. İstekli hareketleri yaptıran bu rûhdur. İnsanlarda ayrıca bir rûh daha vardır ki, Rûh deyince kalb ile beraber, bu rûh anlaşılır. İnsanı insan yapan, güzel ahlak sahibi haline getiren budur. Aklı kullanmak ve düşünmek 9.6.2002 Rûh deyince kalb ile beraber, insana ait olan rûh anlaşılır. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan bu rûhdur. Hayvanî rûhda iki kuvvet vardır. Birisi, Müdrike kuvveti, ikincisi hareket kuvvetidir. Müdrike kuvveti, idrâk edici, anlayıcı kuvvettir. Bu anlamak da, iki yol ile olur: Zâhirî, görünen his organları ile olan anlama. Bâtınî, yani görünmiyen, iç organlarla olan anlama. Görünen his organları beştir. Birinci his organı, deridir. Deri ile sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk, yumuşaklık, sertlik gibi şeyler anlaşılır. Bir cisim deriye değince, hayvanî rûhu, bu şeyin sıcak olup olmadığını anlar. Bu duygu avuç içinde fazladır. İkincisi, koku alma duygusudur. Burun ile olur. Üçüncüsü, tat alma duygusudur. Dildeki sinirlerle duyulur. Dördüncüsü işitmektir. Kulakdaki sinirlerle duyulur. Beşincisi görmektir. Gözdeki sinirlerle görülür. Görünmiyen his organları da beştir: Birincisi, “müşterek histir” dir. Bu duygunun yeri, beynin önündedir. His organlarından beyindeki duygu merkezlerine gelen dış tesîrlerin hepsi, burada toplanır. İkincisi, “Hayal”dir. Bunun yeri, beynin birinci boşluğunun önündedir. Müşterek histe toplanıp anlaşılan, his edilenler burada saklanır. Bir cisme bakınca, bu cism, müşterek histe duyulur. Bu cisim, göz önünden çekilince, müşterek histe his edilmesi kalmaz. Fakat, hayale gelen tesîri uzun zaman kalır. Hayal olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı. Üçüncüsü, “Vâhime”dir. His organları ile duyulamıyan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen manaları anlar. Meselâ düşmanlık, doğruluk bir organla his edilmez. Fakat dost, düşman olan kimse görülür, his edilir. Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun, kurdun düşman olduğunu anlamaz, ondan kaçmazdı. Yavrusunu da korumazdı. Dördüncü kuvvet, “Hâfıza” dır. Vâhimenin anladığı manaları saklar. Beşinci kuvvet ile anlaşılan duyguları ve manaları karşılaşdırıp, yeni manalar elde edilir. Meselâ zümrüdden bir dağ düşünür. Şairlerde bu kuvvet fazladır. İnsanlar ve hayvanlar, şehvet kuvvetleri ile, kendilerine tatlı gelen ve muhtac oldukları şeyleri isterler. Bunlara “hayvanî” kuvvet denir. Diğer bir kuvvette “Gadabî” kuvvettir. Bu kuvvet ile, kendilerine çirkin, zararlı olan şeyleri defederler, kovarlar En üstün ve en şerefli olan insandır 10.6.2002 İnsan, mahlûklar içinde, en üstün ve en şerefli olanıdır. Bütün cisimler madde olmaları bakımından birbirlerinden farksızdır. Hepsinin ağırlığı ve hacmi vardır. İnsan ve hayvan da, bu bakımdan, cansızlarla aynıdır. Fakat cisimler, özel halleri ile birbirinden ayrılır. Bütün yaratılanlar, cansızlar, bitkilert ve hayvanlar olmak üzere üç cinse ayrılır. Hayvan cinsinin en kıymetlisi, en şereflisi insan nevidir. Her cinsin nevleri arasında üstünlük sırası vardır. Yani, bir nev, başka nevden daha üstündür. Bir cinsin en üstün nevi, daha üstün olan cinsin en aşağı nevine yakın özellikler gösterir. Hatta, birçok sıfatları müşterek olur. Meselâ mercan, cansızlardan taşa benzer. Fakat, canlılar gibi ürer, büyür. Hurma ağacı ve sinek kapan otu, hayvan gibi his ve hareket etmektedir. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir. Erkek ağac, dişi tarafına eğilmekdedir. Erkek ağacdan, bir madde dişiye gelmeyince, dişide meyve hâsıl olmaz. Gerçi bütün bitkilerde bu iki organ vardır. Fakat, hurma ağacında, hayvanlar gibi görünmekdedir. Hatta, hurma ağacının başında beyâz birşey vardır. Hayvanların yüreği gibi iş görür. Bu şey yaralanırsa veya suda kalırsa, ağac kurur. Hadîs-i şerifte, “Halanız olan hurma ağacına saygı gösteriniz! Çünkü, ilk hurma ağacı, Âdem aleyhisselâmın çamuru artıklarından yaratıldı” buyuruldu. Belki, bu ağacın, bitkilerin en üstünü olduğuna işâret buyurulmuş olabilir. Hayvan cinsinin en aşağı nevi süngerlerdir. Beyazdırlar. Denizlerde yaşarlar. İrâdeli, istekli hareketleri vardır. Sularda yaşıyan binlerle ibtidâî hayvan vardır. Her nevden daha olgun, daha üstün başka bir nev yaratılmıştır. Her sınıfın üremesi ve savunması başka başkadır. Kimisine ok, kimisine diş, kimisine pençe, kimisine boynuz, kimisine kanat, kimisine sürat, tilki gibi olanlara da hiyle verilmişdir. Her sınıfın şahsının ve nevinin korunması sağlanmışdır. Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler ilhâm olunmuşdur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Altıgen prizmalar arasında yer ziyan olmuyor. Dörtgen olsaydı, hacmları daha az olurdu. Arıya bunu bildiren kimdir? Allahü teâlâ (ilhâm) etmektedir. İnsana yakın olan daha üstündür 11.6.2002 Canlıların en üstünü insandır. Diğerleri insanlara yakınlığına göre üstündür. İnsana en yakın olanları at, maymûn, fil ve kuşlardan papağan diğerlerinden üstündür. Maymunun ve filin zekâsı, çok insandan aşağı değildir. Darwin adındaki bir doktor, hayvanların üstünlük sırasını yazmış, en üstünü maymun olduğunu bildirmiş. Bunu okuyan islâm düşmanları, kendilerine ilerici diyen, kalın kafalı birkaç fen yobazı, Darwinin, “hayvanların birbirine döndüğünü, yüksele yüksele, sonunda insan olduğunu” yazıyor diyorlar. Bunu ileri sürerek, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığını inkâr ediyor ve Müslüman çocuklarını aldatıyorlar. Hâlbuki Darwin, kitapında, hayvanlar birbirine döner demiyor. “Yaratılışlarında bir tekâmül, bir üstünlük sırası vardır” diyor. Aşağı derecedekilerin üstündekilere gıda, yem olduklarını yazıyor. Bu hâli islâm âlimleri daha önce görmüşler, anlamışlar ve yazmış, bildirmişlerdir. Nitekim, Darwin’den üç asır önce hayvanların üstünlük sırasını ve en üstünlerini, yukarıda yazdığımız şekilde bildiren Alî bin Emrullah bildirmiştir. Darwinin, bu yazılarını islâm kitaplarından aldığı anlaşılmaktadır. Hayvanların üstünde, insan nevinin en aşağısı gelir. Çöllerde, ormanlarda, kutublarda yaşıyanlar böyledir. İnsanların en üstünü, orta iklimlerde, yani 23 derece ile 66 derece arz dâireleri arasında, şehirlerde yaşıyanlardır. Yaratılış bakımından olan bu üstünlük farklarından başka, insanlar arasında, çalışarak maddede ve ahlâkda yükselmek farkları da vardır. Bazı insanlar, zekâları ile çalışarak birçok âlet yapmış, bazıları ise, bununla birlikde, akıl ilmlerinde, fende, teknikde ilerlemişlerdir. En üstünlerine gelince, bunlar teknikde, ilmde, fende yükselmekle birlikde, ahlâkda da ilerlemiş, evliyalık ve Allahü teâlâya yakınlık denen, insanlığın en yüksek derecesine varmışlardır. Bunlar, aşağılarındaki insanları irşâd ederek yükseltirler. Bunların en yükseği Peygamberlerdir. Bunlar, Cebrâîl aleyhisselâm denilen bir melek ile, Allahü teâlâdan emir ve haber almakla şereflenmişlerdir. Bu meleğin getirdiği emir ve haberlere “Vahy” denir. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, kendilerine gelen Vahyleri insanlara bildirmişler, insanlara yükselme yolunu göstermişlerdir. “Hatta onlar, hayvanlardan daha aşağıdır.” 12.6.2002 Peygamberlerin gösterdiği yükselme ve ilerleme yoluna “Din” denir. İnsanların yükselerek vardıkları dereceler, meleklerin derecesinden daha yukarıdır. Peygamberlik makâmı da, dört derecedir. Birincisi Nebîler, ikincisi Resûller, üçüncüsü Ülül’azm Peygamberlerdir. Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed “aleyhimüsselâm” bu derecededirler. Dördüncü derece hâtem-ül enbiyâ olmak, yani son olarak gelmek derecesidir. Bu en yüksek derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur. “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” iltifâtı ile, insanların, meleklerden daha üstün olduğuna vesîka olmuşdur. İnsanların dereceleri, bütün mahlûkların tam ortasındadır. İslâmiyete uyanlar, yükselirler, meleklerden üstün olurlar. Nefslerine ve kötü arkadaşlara uyarak, İslâmiyetden uzaklaşanlar, alçalırlar. Çünkü, rûhun mücerred olduğunu, bedenin ise, özellikleri birbirlerine benzemiyen maddelerin yığını olduğunu bildirmişdik. İnsan, rûhu tarafından meleklere, bedenin yapısı bakımından hayvanlara benzemekdedir. Rûh tarafını kuvvetlendiren kimse, meleklerden de üstün olur. Çünkü beden, insanı meleklikden uzaklaşdırmakda, hayvanlara yaklaşdırmakda iken, bu alçalmağa karşı koymuş ve yükselmişdir. Melekde, hayvanlaşdırıcı bir beden yoktur. İyilikleri, meleklik ile birlikde yaratılmışdır. İnsan, ruhu tarafından meleklere, bedenin yapısı bakımından hayvanlara benzemektedir. Ruh tarafını kuvvetlendiren kimse, meleklerden de üstün olur. Çünkü beden, insanı meleklikten uzaklaştırmakta, hayvanlara yaklaştırmakta iken, bu alçalmaya karşı koymuş ve yükselmiştir. Melekte, hayvanlaştırıcı bir beden yoktur. İyilikleri, meleklik ile birlikte yaratılmıştır. Bir kimse, bedeni kayırır, nefsi kuvvetlendirirse, hayvanlardan aşağı olur. Allahü teâlâ, “Hatta onlar, hayvanlardan daha aşağıdır.” buyurarak, böyle kimselerin kötülüklerini bildirmektedir. (Araf 179, Furkan 44) Çünkü, hayvanda akıl yoktur. Meleklere benziyen rûhları da yoktur. Şehvetlerine uymaları suç olmaz. İnsanlara akıl ışığı verilmiş olduğundan, nefslerine uymaları, doğru yoldan sapmaları çok çirkin olur. Karışımdır, Âdem oğlu, meleklikle hayvanlıkdan./ Kim ki, meleğine uydu,üstün oldu, hem de ondan./ Kim ki olur hayvan huylu,kötü olur her mahlûkdan! İnsan nefsin zararlı arzularına uyarsa 13.6.2002 Allahü teâlâ, canlıların hayatta kalabilmeleri için gerekli zaruri şeyleri hazır olarak yaratmıştır. Hayvanların yaşayabilmeleri için, kendilerine lâzım olan teneffüs edecek hava, yiyecek, içecek, giyecek, barınacak, eş olacak şeylerin hepsi hâzır olarak yaratılmıştır. Bunlar arasında, yaşamaları için, ençok lâzım olanı havadır. Havasızlığa birkaç dakîkadan fazla dayanamazlar. Hemen ölürler. Hava, aramakla, bulmakla, zahmet çekmekle ele geçecek birşey olsaydı, bunu arayacak kadar zaman bile yaşıyamazlardı. Bu derece acele lâzım olan, bu çok lüzûmlu maddeyi, Allahü teâlâ, her yerde bulunacak ve mahlûklarının ciğerlerine kadar, kendiliğinden, kolayca girecek şekilde yaratmıştır. Yaşıyabilmek için su, bu kadar acele lâzım değildir. İnsan ve hayvanlar, suyu arayıp bulacak zaman kadar yaşıyabilirler. Bunun için, suyu bulmak îcâb etmektedir. Hayvanlarda akıl bulunmadığı ve birbirlerine yardımcı olmadıkları için, yiyeceklerini ve giyeceklerini hâzırlıyamazlar. Bundan dolayı, yiyeceklerini pişirmeleri, hâzırlamaları lâzım değildir. Ot, leş yirler. Tüy, yün, kıl ile ısınırlar. Korunma âletleri, kendilerinde yaratılmışdır. Birbirlerine muhtac değildirler. İnsanlar ise, bütün bunları hazırlamağa, düşünmeğe mecburdur. Ekip biçmedikçe, ekmek yapmadıkça doyamazlar. İplik ve dokuma ve dikicilik yapmadıkca giyinemezler. Korunmaları için de, akıllarını, zekâlarını işletmeleri, fen bilgisi öğrenmeleri, sanâyi kurmaları lâzımdır. Her hayvanda bulunan bir çeşit üstünlük, insanda bir araya getirilmişdir. İnsanın, kendisinde yaratılan bu üstünlükleri meydana çıkarması için, akılını kullanması, fikrini yorması, çalışması lâzımdır. Saadet ve felâket kapılarının anahtarı, insanın eline verilmiştir. Yükselmesi veya alçalması, kuvvetini sarf etmesine ve çalışmasına bıraklmışdır. Aklını, fikrini işleterek, saadet yolunu görüp, bu yolda yürümeğe çalışırsa, içinde yaratılmış olan yükseklikler, kıymetler eline geçer. Ufuktan ufka yükselerek, meleklere karışır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Yok eğer, nefsin zararlı arzularına uyarak, yaratıldığı gibi, hayvanlık derecesinde kalırsa, işi tersine dönerek, alçala alçala, esfel-üs-sâfilîne düşer. Felâketten felâkete, Cehenneme kadar sürüklenir. İslâmiyete uyan saadete kavuşur 14.6.2002 İnsan, yaratılışta iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeğe çalışmasını sağlamak için, bir rehber lâzımdır. Bazı çocuklar, nasîhatla, yumuşak sözle ve mükâfât verilerek yola gelir. Bazısı ise, sert ve acı sözle ve cezâ vererek terbiye kabûl eder. Rehber mâhir olup çocuğun yaratılışının nasıl olduğunu anlamalı, onu şefkat ile, tatlı veya acı te’sîr ederek terbiye etmeli, yani yetişdirmelidir. Böyle mâhir ve müşfik bir rehber olmadıkca, çocuk ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez. Rehber, yani ilm ve ahlâk sunan zât, çocuğu felâketden kurtarıp, saadete kavuşdurur. Rûhun yükselmesine veya felâkete düşmesine sebep olan şeyler bellidir.Yani dinin emirlerine uyan yükselir, uymayan felakete düşer. Her maddede ağırlık ve hacim gibi ortak özellik olduğu gibi, o maddeye mahsus olup, onu tanıtan özellikleri de vardır. Meselâ, her maddenin belli özgül ağırlığı vardır. Her sıvının kaynama ve donma sıcaklıkları, katı cismlerin belli ergime sıcaklığı, ışınların belli dalga boyları vardır. Bunun gibi, canlıların da, belli husûsî sıfatları, özellikleri vardır. Meselâ, Dijital denilen yüksük otu, kalbe te’sîri ile tanınır. Atın, binicisine itâati, koşma özelliği meşhûrdur. Atta bu özellik olmasa, ona eşek gibi yük vurulurdu. İnsan, birçok bakımdan başka hayvanlara, hatta bazı sıfatları bitkilere ve cansız maddelere benzer ise de, insanı hayvandan ayıran, belli husûsî insanlık sıfatları da vardır. Ona insanlık şerefi, bu özelliğinden gelmektedir. Bu özellik rûhun idrâk, kavrama, düşünme kuvvetidir. Dilsiz kimse, söz söyleyemez. Fakat yine insandır. Çünkü idrak sâhibidir. Yani anlayışlıdır ve düşünür. Papağan, söyler. Fakat, insan değildir. Çünkü idrakı, anlayışı, aklı, fikri, düşünmesi yoktur. İşte, iyi huyları kötülerinden, iyi işleri, fenalarından ayıran, bu özelliğidir. Allahü teâlâ, bu özelliği insana verdi ki, bununla yaratanını anlasın. Kalb ve rûh, bu kuvveti ile,akıl nimeti ile yerleri, gökleri, madde âlemini, fizik, kimyâ kanûnlarını, hayatî fe’âliyyetleri inceliyerek, Allahü teâlânın varlığını ve yüksek sıfatlarını anlar. Sonra, emirlerine ve yasaklarına, yani İslâmiyete uyarak dünya ve âhıret saadetine kavuşur. Felâketlerden kurtulur. “İnsanları ibâdet etmeleri için yarattım” 15.6.2002 Zâriyât sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, “İnsanları ve cinni, bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki (ibâdet etmeleri için) ifâdesi, (beni tanımaları için) demektir. Yani, Allahü teâlâyı tanımak, inanmak için yaratıldık. İnsanların hayvanlara benziyen tarafları, hayvanî rûhdan ileri gelen şehvânî ve gadab kuvvetleridir. Bunun ikisi de, insan rûhu için kıymetli değildir. Bu kuvvetler, hayvanlarda da vardır. Hatta hayvanlarda, insandan daha kuvvetlidir. Meselâ, öküz ve eşek insandan daha fazla yir ve içer. Domuz ve kuşlar, insandan daha fazla şehvetlidir. Arslan, manda ve fil, insandan daha kuvvetlidir. Kurt ve kaplan, insandan daha çok döğüşür, parçalar. Fâre, kedi, köpek, karanlıkta da görür. Uzaktan, çabuk koku alırlar. Bütün bu kuvvetler, insan için şeref olamaz. Bunlar, şeref sayılsaydı, isimleri geçen hayvanlar, insandan daha şerefli, daha üstün olurlardı. İnsanın şerefi, rûhunun iki kuvvetinden gelmekdedir. Kalb ve rûh, ilm, nutk kuvveti ile, fazîletleri, üstünlükleri anlıyacak, amelî kuvveti ile, bunlara sarılacak, kötülüklerden sakınacakdır. Allahü teâlâya yakîn hâsıl etmek, inanmak, yalnız lâfla olmaz. İmanın altı şartı olan (Âmentü)nün manasına kalb ile inanmakla olur. O halde, her mümine önce lâzım, birinci farz olan şey, îmanı, farzları, haramları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikce, müslümanlık olamaz. Îman elde tutulamaz. Hak borcları ve kul borcları ödenilemez. Niyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. Allahü tealayı tanımak, ilimle olur. Hadis-i şerifte, “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevaptır” buyuruldu. Bedreddini Serhendi buyurdu ki, “İmâm-ı Rabbânî, gençleri ilim öğrenmeye teşvîk ederdi. Önce ilim, sonra tasavvuf buyururdu. Benim, ilimden kaçındığımı, tasavvuftan zevk aldığımı görünce, hâlime merhamet ederek, kitap oku! İlim öğren! Câhil sofu, şeytanın maskarası olur, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir buyurdu” Cennet nimetlerinin en yükseği 16.6.2002 Kıyamet günü, bedenimiz tekrar var olacaktır. Dünyada Ccennet nimetlerine uygun amel eden bu nimetlere kavuşacaktır. Fakat, Cennet nimetlerini, lezzetlerini yalnız bedenin lezzeti zan etmek yanlıştır. Dünyada yükselmeğe başlıyan bir rûh, bedenden ayrılınca, kıyamete kadar, her an, yükselmeğe devam eder. Cennette beden, sonsuz kalabilecek evsâfta dünyadakinden bambaşka özellikde var olacakdır. Yükselmiş olan rûh, bu cesed ile birleşerek kıyamet hayatı başlayacaktır. Cennette, bedenin ve rûhun ayrı ayrı nimetleri, lezzetleri olacaktır. Yüksek olanlar, Cennette de rûhun lezzetlerine ehemmiyyet vereceklerdir. Rûhun lezzeti, bedenin lezzetlerinden farklı ve katkat ziyade olacaktır. Rûhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği de, Allahü teâlâyı görmek olacaktır. Yüksek insanlar, ârifler, dünyada iken, âhıretteki rûh lezzetlerinden bir kısmına kavuşurlar. Bedenin Cennetine dünyada kavuşulamaz. Allahü teâlâ, dünyada kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılmadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmettir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahır ve gadab-i ilâhiye sebep olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürlerdi. İyiler şehîd olurlar ise de, dünyada rahat, huzûr kalmazdı. Cennet lezzetleri, dünya lezzetleri gibi değildir. Hatta, dünya lezzetlerine hiç benzemezler. Allahü teâlâ, Cennetteki lezzetleri, dünyada işiterek anlıyabilmemiz için, dünyada onlara benziyen lezzetler yarattı. Böylece, o lezzetlere kavuşmak için çalışmamızı emr etti. Cennet lezzetlerinin tadını alabilmek için, önce acı, sıkıntı çekmek lâzım değildir. Çünkü, Cennetteki bedenin yapısı, dünyadaki gibi değildir. Dünyadaki beden, yok olacak bir halde yaratıldı. Takrîben yüz sene dayanacak kadar sağlamdır. Cennetdeki beden ise, sonsuz kalacak, hiç yıpranmıyacak sağlamlıktadır. Aralarındaki benzerlik, insan ile, aynadaki hayali arasındaki benzerlik gibidir. İnsan aklı, kıyametteki varlıkları anlıyamaz. Akıl, his organları ile duyulanları ve bunlara benziyenleri anlıyabilir. Cennet nimetlerini, lezzetlerini, dünyadakilere benzetmek, onlar üzerinde mantık, fikir yürütmek insanı, çürük, yanlış netîcelere götürür. Bilinmiyen şeyleri, bilinen şeylere benzeterek, fikir yürütmek, bâtıldır, geçersizdir. İnsanlar dört kısımdır 17.6.2002 1– Peygambere inanır ve buna uyar. Bunlar dünyada rahat ve huzûr içinde yaşar. Âhırette, doğru Cennete gider. Nefsine uyarak hâsıl olan günahları, kalb ile tevbe, dil ile istigfâr ederek ve dünyada sıkıntılar çekerek, af edilecek, doğru Cennete giderek, nimetler içinde sonsuz yaşayacaktır. Bunlara “Sâlih kul” denir. 2– Peygambere inanır ve buna uyar. Dünyada dert, sıkıntı ve hastalık içinde yaşar. Derdlere sabır ve şükür eder. Sabırları, derecelerinin, sonsuz nimetlerinin artmasına sebep olur. Bunlar, nefslerine uymaz. Bunlara “Velî” “Evliya” denir. Böyle kimseler azdır. 3– Peygambere inanır. Peygambere değil, nefsine uyar. Dünyada sıkıntı çeker. Bunlar, nefslerine uyarak hâsıl olan günahlar kadar Cehennemde yandıkdan sonra, Cennete gireceklerdir. Bunlara “Fâsık, günahkâr kul” denir. İslâmiyetin bir emrini beğenmiyen kâfir olur. Kâfirler, Cennete girmeyecek, Cehennemde sonsuz yanacaklardır. 4– Peygambere inanmaz. Fakat, İslâmiyyenin emir ve yasak ettiği şeyleri zeka ile bulup, bunlara uyarlar. Bunlar, dünyada rahat eder. Fakat ahirette sonsuz olarak Cehennemde kalırlar. Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, nîmetleri, o kadar çoktur ki, sonsuzdur. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat, huzur içinde, kardeşce yaşamaları, âhirette de, sonsuz Saadete, bitmez, tükenmez nîmetlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine, melek vâsıtası ile bildirmiş, bunları bildiren bir çok kitap da göndermiştir. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, dinin emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Bu, faydalı bir ilâcı kullanan herkesin, dertten, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinsiz, îmansız çok kimsenin ve müslüman olmıyan milletlerin rahat, huzur içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri halde, İslamiyetin emirlerine uygun olarak çalıştıkları içindir. Müslüman olduklarını söyliyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, dinimizin emirlerine ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Dünyada ve âhırette sonsuz saadete kavuşabilmek için ise, önce îman etmek, inanmak ve bilerek, niyet ederek uymak lâzımdır. İyiliklerin başı, bu dört huydur. 18.6.2002 Kalb ile rûhun hâllerini ve işlerini bildiren ilme “Ahlâk ilmi” denir. Huy, kalb ile rûhun melekesi, yani alışkanlığı demektir. Huy, iyi veya kötü iş yapmağa sebep olur. Yahut da, iyi ve kötü olmıyan şeye sebep olur. Birincisine, iyi ahlâk denir. Cömertlik, şecâ’at yani yiğitlik, yumuşaklık böyledir. İkincisine kötü ahlâk denir. Hasîslik ve erkekler için korkaklık böyledir. Kalbin ve rûhun iki kuvveti vardır. Birincisi, anlama kuvveti, İkincisi, hareket ettiren, yapıcı kuvveti. Yapıcı kuvvetin birinci kısmına “Şehvet” denir ki, zevkli, tatlı şeylere kavuşmak istiyen kuvvetdir. İkinci kısmına “Gadab” denir ki, beğenmediği şeylerden uzaklaştırmak istiyen kuvvetdir. Bu dört kuvvetten muhtelif işler meydana gelir. Bu işler akla uygun, güzel, noksan olmakdan ve aşırı olmakdan kurtulmuş olursa, bunları yapan huy fazîlet olur. Noksan veya aşırı olan işleri yapan huy, rezâlet olur. Aklın nazarî kuvveti iyi olursa, o huya “Hikmet” denir. İkinci kuvveti olan “Hikmet-i amelî” kuvveti iyi olursa, o huya “Adâlet” denir. Kalbin ve rûhun, yapıcı kuvvetlerinin şehvânî kuvveti iyi olursa, o huya “İffet” denir. Gadabî kısmı iyi olursa, o huya “Şecâ’at” denir. İyiliklerin başı, bu dört huydur. Adâletin azı çoğu olmaz. Diğer üçünün aşırı ve noksan olmaları, rezâlet olur. Hikmetin aşırısı , ukalâlıktır. Noksan olması ise; kalın kafalılıktır. Adâletin aşırısı ve noksanı olmaz. Yalnız zıddı, tersi olur ki, bu da “Zulüm”dür. İffetin aşırısı “Fücûr” yani “Sefâhet”tir. Noksan olması ise “Humûd” yani durgunlukdur. Şecâatin aşırısı saldırmaktır. Noksanı, korkaklıkdır. Ukala huylu kimse, rûhun kuvveti olan aklını, hiyle, dedikodu, maskaralık yapmak için kullanır. Kalın kafalı kimse, hakîkatları anlıyamaz. İyi, kötü şeyleri birbirinden ayıramaz. Atılgan, saldırgan huylu kimse, kendini tehlikelere atar. Kuvvetli düşmanla döğüşmeğe kalkar. Korkak olan adam, sabır edemez. Dayanamaz. Hakkını arayamaz. Fücûr huylu olan kimse, yemekte, içmekte ve evlenmekte mekrûhlara ve haramlara sapar. Çirkin, kötü işlerden zevk alır. Humûd huylu olan kimse de, helâl olan zevkleri, meşrû’ olan arzûları terk eder. Yâ kendi helâk olur, yahut nesli kesilir.İnsanlarda bulunan bütün güzel ahlâk, yukarıda bildirilen dört iyi ana huydan doğar. Herkes bu dört huy ile öğünür. Hatta, soyu ile, yakınları ile iftihâr eden kimseler, onlarda bu huylar bulunduğu için öğünürler. Zekanın ahlâk ilmindeki yeri 19.6.2002 Hikmetten meydana gelen zeka, bir melekedir. Bir alışkanlıktır. Bunun yardımı ile, insan, bilinen şeylerden, bilinmiyenleri çıkarır. Delîlleri bir araya toplıyarak, aranılan şeyleri bulur. İnsanların zekâları muhtelif miktârdadır. Zekânın en üstün derecesine “Dehâ” denir. Zekâ Test üsûlü ile ölçülür. İlk zeka testini Osmanlılar yaptı. Osmanlı orduları Avrupada ilerliyor. Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupanın Müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmânlılar, Avrupaya islâm medeniyetini getiriyor. İlm, fen, ahlâk nûrları, hıristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzûr, saadet saçıyordu. Asrlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların zulümleri altında inleyen, barbarlaşan Avrupa, İslâm adâleti ile, islâm ilmleri ile, İslâm ahlâkı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle hıristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece, İstanbuldaki, ingiliz sefîri, Londraya târihî mektûbunu yolladı. BULDUM... BULDUM!... Osmânlı ordularının ilerleme sebepini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldum diyor. Şöyle yazıyordu: “Osmânlılar ele geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçdikleri çocukların zekâlarını ölçüyor, ileri zekâlıları ayırarak, medreselerde okutup, islâm terbiyesi ile yetişdiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, saraydaki ENDERUN denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmânlı siyâset adamları, başkumandanları, böyle seçilen, yetişdirilen keskin zekâlı şahsiyyetlerdir. Sokullular, Köprülüler, böyle yetişmiştir. Osmânlı akınlarını durdurmak, hıristiyanlığı kurtarmak için biricik çare, enderun mekteblerini ve medreseleri dağıtmak, onları içerden yıkmaktır”. Bu mektûbdan sonra, İngilterede “Müstemlekeler nezâreti” kuruldu. Burada yetiştirilen câsûslar ve hıristiyan misyonerleri vasıtasıyla yalan propaganda ve yaldızlı va’dlerle avladıkları câhilleri Osmânlı devletinin kilid noktalarına yerleştirmeğe ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlâk derslerini, hatta, yüksek din bilgilerini kaldırmağa, Müslümanları câhil bırakmağa uğraştılar. Bu sinsi kampanyalarında, tanzîmattan sonra tam başarı sağladılar. Osmanlı devleti yıkıldı. Osmanlının dünyaya yaydığı saadet, huzûr nûrları söndü. Şecaatten doğan onbir iyi huy 20.6.2002 Gadabın, öfkenin iyi yönde kullanılmasına, şecaat denir. Bundan onbir iyi huy meydana gelir: 1 - Ağır başlı olmak: Medh olunmaktan sevinmez, zem olunmaktan, kötülenmekten üzülmez. Fakirle zenginleri bir tutar. Tatlıyı, acıyı tefrîk etmez. Olayların değişmesi ile ve korkulu, sıkıntılı hâller karşısında çalışması sarsılmaz. 2 - Necdet, yani yiğitlik: Korkulu hâllerde, sıkıntılı işlerde, sabır ve sebât etmektir. Bu zamanda, bağırıp çağırmaz. Uygunsuz iş yapmaz. 3 - Himmet sâhibi olmak, gayretli olmak: Bu dünyanın mevkı’i, rütbesi, yükselmesi, alçalması, serveti gözünde olmaz. 4 – Sebât: Maksada kavuşmak için çalışırken, karşılaşılan sıkıntılara katlanmak, dayanabilmektir. 5 – Hilm: Rûhun sâkin olması, kızmamasıdır. Yumuşak huylu olmaktır. 6 – Sükûn: Vatanı, dîni ve milleti korumak için yapılan cihâdlarda, muhârebelerde gayret ve direnç gösterip, düşmanına alay ettirmemektir. 7 – Şehâmet: İyi işler yapmak, yüksek mertebeler ele geçirmek istemektir. Hayır ile anılmak, sevap kazanmak ister. 8 – Tahammül: Güzel huylar, iyi işler edinmek için çalışmaktan yılmamaktır. 9 – Tevazu: Dünya rütbelerinde kendinden aşağı olanlara büyüklük göstermemektir. Çünkü, eline geçenler, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânıdır. Kendi elinde birşey yoktur. Mevkı’ ve servet sâhiblerinin tevazu göstermeleri iyi olur. Sevap olur. Bir menfaate kavuşmak veya bir zarardan korunmak için tevazu göstermeğe yaltaklanma denir. Dilencilerin tevazuları böyledir. Günahdır. 10 – Hamiyyet: Dîni, milleti himâye etmekte, korumakta, şerefini savunmakta, tenbellik etmeyip, bütün kuvveti ile gayret etmektir. 11 – Rikkat: İnsanlardan gelen zararlara üzülmemektir. Bundan dolayı işlerinde ve hareketlerinde değişiklik olmamalıdır. İyilik yapmasını durdurmamalıdır. İffetten doğan oniki iyi huy 21.6.2002 Arzu ve istekleri iyi yönde kullanma huyundan yani İffetten oniki iyi huy meydana gelir: 1 – Haya: Haya, kötü iş yapınca utanmaktır. 2 – Rıfk: Rıfk, İslâmiyete uymaktır. Kelimenin manası, acımak, iyilik etmek demektir. 3 – Hidâyet: İyi huylu olmağa çalışmaktır. 4 – Müsâlemet: Fikirler ayrıldığı, sözler çoğaldığı zaman, münâkaşa etmemek, sertliği, bölücülüğü, ayırıcılığı istemeyip, uyuşmak, barışmak istemektir. 5 - Nefse hâkim olmak: Şehvet zamanında nefse uymamak, irâdesine hâkim olmaktır. 6 – Sabır: Kişi haramdan sakınıp, nefsin kötü arzûlarını yapmamaktır. Böylece, sonu pişmanlık olan lezzetlerden yüz çevirir. Sabır ikiye ayrılır: Biri, günah işlememek için sabır etmektir. Şeytan ve insanın kendi nefsi ve kötü arkadaşlar, insana günah işletmek isterler. Bunları dinlemeyip sabır etmek çok sevaptır. Burada bildirilen sabır, işte bu sabırdır. İkincisi, derdlerin, belâların acılarına sabır edip, bağırıp çağırmamaktır. Çok kimse, sabır deyince, yalnız bu sabırı anlar. Bu sabır da sevaptır. Yani sabrın ikisi de farzdır. 7 – Kanaat: Nafakada, yani yeme, içme, giyinme ve barınacak yerde zaruret miktarına râzı olup, daha çok aramamaktır. Yoksa, verileni almamak demek değildir. Bu huya taktîr derler ki, kötü huydur. Aklın da, İslâmiyetin de beğenmediği birşeydir. Kanaat ise, iyi ahlâktır. (Ölmemek, bir uzvu telef olmamak için lâzım olan şeye “Zaruret” denir. Nafaka için ve bedeni sıkıntıdan korumak için, lâzım olan şeye “İhtiyac” denir.) 8 – Vekâr: İhtiyacları ve kıymetli şeyleri elde ederken sürat ve acele etmeyip, yavaş hareket etmektir. Vekâr, ağır başlı olmaktır. Yoksa, fırsatı kaçıracak, menfaatini kaptıracak şekilde uyuşuk olmak değildir. 9 - Vera’: İslâmiyetin haram ettiği ve haram şübhesi olan şeylerden sakınmak ve emir ettiği şeyleri, herkese yarar işleri yapmaktır. Kusurlu ve gevşek olmaktan sakınmaktır. 10 – İntizâm: İşleri bir sıraya, düzene koyarak yapmaktır. 11 – Hürriyyet: Mâlı, parayı helâldan kazanmak ve iyi yerlere vermek, herkesin hakkını gözetmektir. Hürriyyet, başı boş olup, her istediğini yapmak demek değildir. 12 – Sehâvet: Parayı, mâlı, hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almaktır. İslâmiyetin emrettiği yerlere seve seve vermektir. Cömertlikten doğan sekiz huy 22.6.2002 Sehâvet, cömert olmak demektir. İyi huyların en yükseklerindendir. Âyet-i kerîmelerle ve hadis-i şeriflerle medh olunmuştur. Bundan birçok iyi huylar doğar. Bunlardan sekizi meşhûrdur: 1 – Kerem: Herkese faydalı işleri, para yardımı yapmasını sevmektir. 2 – Îsâr: Kendi muhtac olduğu mâlı, muhtac olan başkasına verip, yokluğuna kendisi sabır etmektir. İyi huyların çok kıymetlisidir. Âyet-i kerîmeler ile medh olunmuştur. 3 – Af: Düşmandan veya suçludan intikam almağa, karşılığını yapmağa gücü yeter iken, yapmamaktır. Kötülüğe iyilikle karşılık etmek, aftan daha iyi olur.Kötülüklere karşı kolay olur kötülük, Kötülük yapanlara, iyilik yapmak merdlik! 4 – Mürüvvet: Muhtac olanlara, lâzım olan şeyleri vermektir. Başkalarına iyilik etmesini sevmektir. 5 – Vefâ: Tanıdıklara, arkadaşlara geçim işlerinde yardımcı olmaktır. 6 – Müvâsât:Tanıdıkları, arkadaşları nimetlerine ortak kılmak, iyi geçinmektir. 7 – Semâhat: Vermesi lâzım ve vâcib olmıyan şeyleri, seve seve vermektir. 8 - Müsâmeha etmek: Terk etmesi lâzım olmıyan şeyleri, başkasına faydalı olmak için terk etmektir. Başkasının kabâhatini görmemezlik demektir. İyi ve kötü huylardan cömertlik, cimrilik gibi birbirine zıt olanları vardır. Cimrilik; malı saklayıp, faydalı bir işte kullanmamak; cömertlik ise, hiçbir karşılık beklemeden bağışta bulunmak demektir. Menfaat karşılığı vermek cömertlik sayılmaz. Karşılıksız olarak verdiği şeyler için övülmeyi istemek de cömertliğe yakışmaz. “Ben bunu verirsem, o da bana şunu verir.” veya, “Vermezsem ayıplarlar, cimri derler.” gibi düşüncelerle vermek cömertlik değildir. Cimri, muhtaç bir insandan malını kıskanır, hatta kendisinden istense de vermez. Cimrilik tehlikeli bir hastalıktır. Cömertlik, sahibini mutlaka saadete götürür. Bir kere cömertin düşmanı olmaz. Hatta cömert, imansız bile olsa, Allahü teâlâ, ona son nefesinde iman nasip edebilir. Cimrilik, insanın, son nefesinde imansız gitmesine sebep olabilir. Adaletten doğan oniki huy 23.6.2002 Adâletten oniki iyi huy doğmaktadır: 1 – Sadâkat: Arkadaşını sevmektir. Onun iyiliğini, rahatını istemektir. Onu zarardan korumaktır. Onu sevindirmeğe çalışmaktır. 2- Ülfet: Bir topluluğun, din ve dünya düşüncelerinde, inançlarında birbirlerine uygun olmalarıdır. 3 – Vefâ: İyi geçinmek, yardımlaşmaktır. Sözünde durmak, hakkını gözetmektir de dediler. 4 – Şefkat: Başkalarına dert, felâket gelmesinden üzülmektir. Herkesin sıkıntıdan kurtulmasına çalışmaktır. 5 - Sıla-i rahm: Akrabâyı, yakınlarını gözetmek, ziyâret etmek ve yardım etmektir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerifte, “Putları, tapınılan heykelleri kırmak için ve akrabaya iyilik etmek için gönderildim” buyurdu. 6 – Mükâfât: İyiliğe karşı iyilik etmektir. 7 - Hakkı gözetip adâlet eylemek. 8 - Herkesin, herşeyde hakkını gözetip, başa kakmamak ve pişman olacak iş yapmamaktır. 9 – Teveddüd: Muhabbet demektir. Arkadaşlarını sevip, hediyye vermek, kendini sevdirmektir. 10 – Teslîm: İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını ve islâm ahlâkını, tatlı gelmese dahî, kabûl edip râzı olmaktır. 11 – Tevekkül: İnsan gücünün dışında olan ve değiştirilemiyecek olan üzücü hâdiseleri, olayları, ezelde takdîr edilmiş, yazılmış bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek, seve seve karşılamaktır. 12 - İbâdetdir. İbâdet, herşeyi yoktan var eden ve her canlıyı, her an görünür görünmez kazalardan, belâlardan koruyan ve her an çeşitli nimetler, iyilikler vererek yetiştiren Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmektir. Ona hizmette kusur etmemeğe çalışmaktır. İnanan herhalükârda kârdadır 24.6.2002 İslam ahlâkı ile ahlâklınmış kimse, ahirete inandığı için her işinde ahiretteki hesabını düşünür. Dinin emir ve yasaklarına dikkat eder. Bunun için de rahat ve huzur içinde olur. Hazret-i Alî buyuruyor ki, “Öldükten sonra tekrar dirilmeğe inanmıyan birini görürsen, ona de ki: Ben inanıyorum. Senin dediğin doğru çıkarsa, benim hiç zararım olmaz. Benim dediğim doğru olunca, sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın!” Avrupada, Amerikada bütün fen adamları, devlet adamları , âhıret hayatına inanıyorlar. Hepsi, kiliselere gidip tapınıyorlar. Yehûdîler, Budistler, Berehmenler, ateşe tapanlar, putperestler, medenî, vahşî herkes inanıyor. Geçinebilmeleri ve zevkleri için, din düşmanlığı yapan birkaç câhilin, ahmağın, dünya nüfûsunun yüzde doksanını teşkil eden, inananlar karşısında, haklı olacakları düşünülebilir mi? İnanmıyan bir kimse ölünce, kendi inancına göre, yok olacak. İnanana göre ise, Cehennemde sonsuz azâb görecektir. İnanan bir kimse ölünce, inanmıyana göre, yine yok olacak. Kendi inancına göre, sonsuz zevkler, nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden hangisini seçer? Elbet, ikincisini değil mi? Dünya işlerindeki, madde âlemindeki intizâm, Allahü teâlânın varlığını akıl sâhiblerine haber veriyor. Âhıretin var olduğunu da Allahü teâlâ haber veriyor. O halde, Aklı, ilmi olanın, Allahın varlığına ve birliğine inanması lâzımdır. İnanmamak, ahmaklık, câhillik olmaz mı? Allahü teâlâya iman etmek, Onun (Ülûhiyyet sıfatları)na yani Onun (Sıfât-ı zâtiyye)sine ve (Sıfât-ı sübûtiyye)sine ve verdiği haberlere inanmaktır ve Onun dînine uymaktır. İslâmiyete uyan bir kimse, dünyada da rahat ve mesûd yaşar. Herkese iyilik eder. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, faydalı şeyleri yapmalarını emir etmiştir. İslamiyete inanan ve uyan, dünyada ve âhırette Allahü teâlânın ihsânına kavuşur, mes’ûd olur. İnanmıyan, aklı ile faydalı olduğunu anlayarak, dünya işlerinde uyarsa, yalnız dünyada mes’ûd, rahat yaşar. Şimdi Avrupalıların bir kısmı, bunun için, rahat ve mes’ûd yaşamakta, İslâmiyete uymıyan Müslümanlar zelîl, hakîr yaşamaktadır. “Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü” 25.6.2002 Her iyi huyun zıddı, karşılığı olan sayısız kötü huy vardır. Çünkü iyilik demek, tam orta yol demektir. Ortanın sağında, solunda olmak, iyilikten ayrılmak olur. Ortadan uzaklığı kadar, iyiliği azalır. Hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise, çoktur. Hatta sonsuzdur. Doğru yola kavuştuktan sonra, orada kalmak, oradan hiç çıkmamak çok zordur. Hûd sûresinin yüzonüçüncü âyetinde meâlen, “Emir olunduğun doğru yolda bulun!” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme indiği zaman, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü” buyurdu. Âyet-i kerîmede emir olunan istikâmeti yerine getirebilmek için, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Velîler, Sıddîklar “rahime-hümullahü teâlâ” şaşkına dönmüşlerdir. Bu korkudandır ki, Kâinâtın Efendisinin mubârek sakalına ak düşmüştür. Doğru yolda bulunabilmek çok güç olduğu için, “Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıncdan keskindir” buyuruldu. Fâtiha-i şerîfe sûresindeki âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi, “Doğru yola kavuşturmasını Allahü teâlâdan dileyiniz!”dir. Mümine bu dünyada, doğru yola yapışmak lâzımdır. Kıyâmet günü, Sırat köprüsünden geçebilmek için, dünyada, doğru yolda bulunmak gerekdir. Resulullah Efendimiz, kıyâmetdeki nimetlerden ve azâblardan her ne haber verdi ise, onların hepsi, insanın bu dünyada kazandığı huyların, ahlâkın ve amellerin sûretleridir. Oradaki görünüşleridir. Ahlâkda ve amelde doğru yolda bulunmanın, oradaki sûreti, görünüşü de, sırat köprüsüdür denildi. Dünyada doğru yolda bulunanlar, İslâmiyetden ayrılmıyanlar, orada sırat köprüsünü, çabuk geçecek, ma’rifetler ve olgunluklar Cennetlerine ve iyi amellerin bağçelerine kavuşacaklardır. Burada, din yoluna uymakda gevşek davrananlar, orada sırat köprüsünü düşe kalka geçeceklerdir. İslâmiyetin gösterdiği doğru i’tikâddan ve amellerden ayrılanlar, sağa, sola sapanlar, sıratdan geçemeyip Cehennem ateşine düşeceklerdir. Zuhruf sûresinin otuzaltıncı âyetinde meâlen, “Nefsine uyarak, Allahü teâlânın dîninden yüz çevirenlere, dünyada bir şeytan musallat ederiz” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye bakarak, bazı âlimler dedi ki, hayır ve kemâl işleri yaptıran melekeyi, bir melek hâsıl eder. Ortadan saptıran, kötülük yaptıran melekeyi de bir şeytan hâsıl eder. İkisinden biri, kıyâmette o insana arkadaş olur. O halde herkes, kendi huyuna ve ameline bakarak, âhıretteki arkadaşının nasıl olacağını anlıyabilir. “İşlerin en iyisi, onların ortasıdır” 26.6.2002 Tavsiye edilen orta yol nedir? Orta yol deyince, iki şey anlaşılır: Birisi, herkesin anladığı gibi, birşeyin tam ortasıdır. Dâirenin merkezi, kutru böyledir. İkincisi, izâfî, takdîrî orta olmaktır. Yani belli birşeyin ortasıdır. O şeyin ortası olduğu için, herşeyin ortası olmak lâzım gelmez. Ahlâk bilgisinde kullanılan, bu ikinci ortadır. İyi huy, tam ortada olmak değil, ortalamada olmaktır. Kötü huy da, bu ortalamanın iki tarafına ayrılmaktır. “İşlerin en iyisi, onların ortasıdır” hadis-i şerifi de bunu bildirmekdedir. Bundan dolayı, her iyi huya karşı, iki kötü huy bulunur. Dört esâs iyi huya karşılık da, sekiz ana kötü huy olur: 1 - Cerbeze olup, hikmetin aşırı olmasına denir. Ahlâkı ve işleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzûmsuz yerlerde kullanmaktır. Hiyle yapmak, aldatmak, haram işleri yaymak gibi. Aklı, aşırı kullanmak cerbeze olmaz. Kötü olmaz, o kadar çok iyi olur. 2 - Belâdet, eblehlikdir. Aklı kullanmamaktır. Ahmaklık da denir. Kalın kafalılıktır. Öğrenmesi ve işlemesi kusurlu olur. İyiyi kötüden ayıramaz. 3 - Tehevvürdür. Çabuk kızmak demektir. Şecâ’at iyi huyunun aşırı olmasıdır. Akllı tanınan kimselerin beğenmiyeceği işler yapmağa kalkışmaktır. Rûhunu veya bedenini boş yere yorar. 4 - Cübndür. Korkaklık demekdir. Şecâ’atin lüzûmundan az olmasıdır. Korkmak câiz olmıyan yerde korkaklık gösterir. 5 - Fücûrdur. İffetin aşırı olmasıdır. Dünya lezzetlerine düşkün olur. İslâmiyetin ve aklın beğenmediği taşkınlıkları yapar. 6 - İffetin az olması Humûd, yani miskinlikdir. İslâmiyetin ve aklın izin verdiği arzûlarını bırakmaktır. Bedeni, kuvveti gider. Hasta olur. Nesli tükenir. 7 - Zulmdür. Adâletin sınırını aşmaktır. Başkasının hakkına tecâvüz etmektir. Başkasının mâlına, cânına, nâmûsuna zarar verir. 8 - Haysiyyetsizliktir. Kendisine karşı yapılan zulm, işkence ve hakâretleri kabûl eder. Adâletin noksan olmasıdır. Adâletde bütün iyilikler toplandığı gibi, zulmde de, kötülükler toplanmıştır. Her iyi huyun bir sınırı vardır 27.6.2002 İnsanda bulunması lâzım olan güzel ahlâkdan, bazısı vardır ki, ne kadar çok olursa, iyiliği de o kadar artar zan olunur. Hâlbuki öyle değildir. Her iyi huyun bir sınırı vardır. O sınırı aşınca, iyilik gider, kötülük olur. İyi huyun az olması kötülük olacağı ise, kolay anlaşılır. Kahramanlık ve cömertlik bunlara misâldir. Cömertliğin fazlası israftır. Câhiller, hele, İslâm ahlâkını bilmiyenler, israf edeni, çok cömert sanır ve överler. Tehevvür edenlere de, çok cesûr, kahraman derler. Hâlbuki, korkak ve hasîs olana hiç kimse, kahraman ve cömert demez. İnsanda bulunması lâzım olan güzel ahlâkdan bazısı da vardır ki, az olunca iyi zan olunur. Aşırı, çok olunca, kötülüğü belli olur. Tevazu böyledir. İnsanda kibrin bulunmaması demektir. Bunun noksan olması tezellüldür. Tezellülü, tevazudan ayırmak güçtür. Hatta çok kimse, dilencinin zilletini, âlimin tevazuu ile karışdırır. Çünkü, kibrsizlik onda da çoktur. Onu da çok iyi sanır. Güzel ahlâka benziyen kötü ahlâk da vardır. Bunların iyi huylardan nasıl ayrılacağını herkes herkes bilemez. Çok kimse, hâlis altını, pirinc denilen sarı madenden ayıramaz. Mâvi boncuğu mücevher sanır. Bunun gibi, kötü huyu iyi sanır. Bunun için ahlâk ilmini iyi öğrenmek, işlerdeki saklı ayıpları, kusurları görebilmek, iyiyi kötüden ayırmakta usta olmak lâzımdır. Akıl ölçülerinden, fen bilgilerinden veya tasavvuf marifetlerinden birkaçını ağızlardan kaparak veya gazeteden, dergi ve televizyonlardan duyarak, bunları ötede beride söyliyen, münâkaşalara karışan kimseleri, akıllı, bilgili, fen adamı, mütehassıs ve mürşid zan edenler az değildir. Hâlbuki bu kimse, söylediği meselelerden birinin çözümünü, marifetlerden hiçbirinin manasını bilmez. Bunun âlimlere, mürşidlere ve fen adamlarına benzemesi, papağanın insan gibi konuşmasından fazla değildir. Çünkü, hikmet denilen huy, insanın kafasında, rûhunda olur. Eserleri, nûrları, his organları ile duyulmaz. Birçok ilerici denilen kimseler vardır ki, hikmetden ve kıymetten haberleri yoktur. Bilgisiz ve kötü huyludurlar. İlim ve ahlâk ile bir münâsebetleri de yoktur. Ağızlarından iyi huylu bir söz çıkmaz. Fakat arkalarında şık elbise taşırlar. Mevkı’ sâhiblerinin karşılarında eğilmesini iyi bilirler. Demogojiyi iyi bildikleri için, insanları kolay aldatırlar. Dünyalık elde etmek için, ahıretlerini vermekten çekinmezler. İffete benziyen kötü huy 28.6.2002 İffete benziyen kötü huy da vardır: Kötü iş yapmazlar. Şehvetlerinin arkasında koşmazlar. Ağır başlı, fazîletli, ilim ve güzel ahlâk sâhibi görünürler. Dillerde medh olunur, her yerde hürmet gösterilir. Mâlı çok olanlar arasında ve mevkı’ sâhibleri yanında sözleri kırılmaz. Kendilerine gelen hediyyelerin ardı kesilmez. Adak, zekât paraları önlerine yığılır. Farz ve sünnetleri yapmakda gevşektirler. Başkalarının yanında, nâfile ibâdetleri yapmaktan, bedenleri za’îf olmuşdur. Nefs-i emmâreleri ise, pek kuvvetlenmiştir. İnsanlar arasında emîn, Allah nazarında hâindirler. Sahte tarîkatcılar ve dünyaya düşkün, dünyaları için ahiretlerini satmaktan çekinmeyen din adamları böyledir. Bazı köylüler, şehirdeki yemekleri yimez. Bazıları da, parasına kıyamayıp kıymetli gıda almaz. Bunları gören, kendilerini derviş sanır. Kanaat ve iffet sâhibi görünürler. Bunlar, kanaatsız ve iffetsizdir. Yaptıkları, hep gösteriştir, yalandır, riyâdır. Cömertliğe benziyen kötü huy da olur: Mâlı alınteri ile kazanmamış, mîrâsa konmuş veya kaçakçılık, istifcilik yapmış, yahud piyango, toto vurmuştur. Mâlın kıymetini bilmez. Haramlara, lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve İslâmiyetin beğenmediği kötü yerlere saçar. Ahmaklar, bunu cömert sanır. Hâlbuki, bunda cömertlik denilen iyi huy yoktur. Mâl kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mâl dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı bırakmağa benzer. Fakirlik, çok kimsenin iyi adam olmasına mani olur. Çok kimse, fakirlik sıkıntısı ile imanını elden kaçırmış, mürted olmuştur. Hadîs-i şerifte, “Eshâbım için fakirlik saadetdir. Âhır zamandaki ümmetim için, zengin olmak saadettir” buyuruldu. Şair ne demiş: İyi anladım, uzun tecribe ile:/Adam ilimle ölçülür, ilim de mâl ile! Mâlı helâldan, şartlarına uygun kazanmak güçtür. Helâl yoldan, İslâmiyete uyarak kazanan az olur. Helâl mâl damla damla, haram mâl ise, sel gibi akarak gelir. Mâl dağıtmakta cömertlik iyidir. İsraf ise, kötüdür, haramdır. Cömert demek, cömertlik huyunu kazanmak, cimrilik denilen kötü huydan kurtulmak için vermek demektir. Dünyadan birşey ele geçirmek için ve nefsin kötü arzûsuna kavuşmak için vermeğe cömertlik denilmez. Kahramanlığa benziyen kötü huy 29.6.2002 Şecâ’ate yani kahramanlığa benziyen kötü huy da vardır: Şecâ’at göstermesi, şecâ’at huyunu kazanıp, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulması için değildir. Dünya mâlını, mevkı’ini ele geçirmek için tehlikeye atılır. Yahut şöhret kazanmak ister. Mâl toplamak için, Müslümanların yolunu keser, hayvanlarını kapar, evlere girer. Bunları yapabilmek için tehlikelere atılır. Bunlar arasında yakalananlar, işkencelere katlanarak, hatta mallarını, canlarını vermeği göze alarak, suç ortaklarını ele vermemeği şecâ’at sayarlar. Hâlbuki, bu alçaklarda şecâ’atin kokusu bile yoktur. Şecâ’at sâhibi kimse, aklın ve dînin beğendiği şeyi yapmak için ortaya atılır. Millete, devlete hizmet etmek, sevap kazanmak ister. Şecâ’at güzel huyuna kavuşarak, Allahü teâlânın rızâsına ulaşmağı sever. Kurdun, kaplanın saldırmaları da bir kahramânın hücûmuna benzer ise de, şecâ’atla alâkaları yoktur. Kuvvetleri ve yaratılışları îcâbı saldırarak zarar yaparlar. İyi düşünce ile ve hayır yapmak, sevap kazanmak için ileri atılmazlar. Kendilerine dayanamıyan zayıflara hücûm ederler. Silâhlı ve kuvvetli bir kimsenin, silâhsız, çıplak, aç bir kimseye saldırması da böyledir. Bu ise, şecâ’at olmaz. Şecâ’at demek, aklı, fikri ve bilgisi ile saldırmayı uygun görmek, dünya kazancını düşünmeyip, rûhunda şecâ’at iyi huyu bulundurmağı, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulmağı istemek demekdir. Böyle kimse, zararlı, çirkin iş işlemekden ise, ölmeği tercîh eder. Şerefle ölmeği, şerefsiz yaşamaktan üstün tutar. Hayır ile anılmağı, yüz karası ile yaşamağa değişir. Şecâ’atte, yaralanmak ve ölmek tehlikeleri olduğu için, önceden tatlı olmıyabilir. Fakat sonunda, dünya ve âhıret kazanclarının ve zaferin lezzeti ile sonsuz tatlı olur. Hele İslâmiyeti korumak, Resûlullahın parlak dînini yaymak için can vererek (Şehîd olmak) lezzeti, dünya ve âhıret lezzetlerinin hiç birinde bulunmaz. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, “Allah yolunda canlarını verenleri ölü sanmayınız! Onlar diridir. Rablerinin nimetlerine kavuşmuşlardır” buyurulmuşdur. Şecâ’ati medh eden hadis-i şerifler sayılamıyacak kadar çoktur. Savaştan kaçmak, insanı ölümden kurtarmaz. Ömrü uzatmaz. Düşman karşısında kalmak da, insanı öldürmez, yok etmez. Ecel, ileri ve geri gitmez. İnsanın ömrü değişmez. Çok olur ki, kaçmak ölüme sebep olur. Düşmana karşı dayanmak da, zafere ve selâmete kavuşturur. Kahramanlığın, yiğitliğin temeli 30.6.2002 Şecâ’atin, kahramanlığı temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, Ona tevekkül etmek, Ona güvenmektir. Allahın arslanı, şecâ’at nehirlerinin kaynağı, evliyalık bağçesinin gülü olan hazret-i Alî “radıyallahü anh”, savaşta, hücûm sırasında, başı açık, kolları sıvalı koşar ve şu beytleri okurdu: Ölümden kaçmak, şu iki gün doğru olmaz: Ecel geldiği gün ve gelmediği gün. Ecel geldîse kaçmak fayda vermez, Gelmedi ise, tedbîr olmaz hiç uygun! Bazı cahiller, korkaklığı yiğitlik zanneder. Mâlını, mevkı’ini kaybettiği için veya düşman eline esîr düştüğü için intihâr eden, yani kendini öldüren ahmaklarda şecâ’at değil, korkaklık vardır. Şecâ’at sâhibi olan dertlere, belâlara göğüs gerer, dayanır, sabır eder. Bu ahmaklar ise, ölmekle sıkıntıdan kurtulacaklarını sanırlar. Bunlar çok câhildir. Ölünce daha çok sıkıntılara, acılara düşeceklerini bilmiyorlar. İntihâr etmek, başkasını öldürmekten daha büyük günahdır. Şiddetli azâb çekecektir. Aklı gittikden sonra intihâr eden böyle değildir. Ölmeği değil, Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet istemelidir. Adâlete benziyen kötü huy da vardır. Bu, iffete benzeyen kötü huya yakındır. Adâlet iyi huyundan mahrûm, kötü bir kimse, bulunduğu yerlere adâleti öven levhalar asar. Adâlet üzerinde konuşur. Fıkralar yazar. Daha kötüsü, adâleti temsîl eden vazîfeleri, kürsîleri tutar. Gösteriş olarak, âdillerle düşer kalkar. İçleri zulüm, kin, intikam ile doludur. Adâlet ise, huyları ve hareketleri dîne ve akla uygun olmak demektir. Görünüşü, içi gibi olmaktır. Herkesin yanında, yalnız iken olduğu gibi bulunmakdır. İki yüzlülük, adâlet değil, münâfıklıkdır. İnsanın önce Allahü teâlâya karşı lâzım olan şükür borcunu ödemesi lazımdır. Bu, öönemli vazîfe, Allahü teâlânın varlığını düşünmektir. İnsan, nimetlerin Allahü tealadan geldiğini anlamalı ve dil ile hamd ve senâ etmelidir. Bunun için de, Onun emrlerini yapmak, haramlarından sakınmakdır. İnsan kendini temizlemeli. Böylece, Allahü teâlâya yaklaşmalıdır. İnsanları irşâd etmeli, doğru, sâlih olmalarına çalışmalıdır. İyi huyların en şereflisi 1.7.2002 Adâlet, iyi huyların en şereflisidir. Âdil kimse, insanların en iyisidir. Adâlet; ittifâk, eşitlik demektir. İki şeyin yâ kendileri veya sıfatları eşit olur. Benziyen yerlerinde birleşmişler demektir. Demek ki adâlet, birlikten, vahdetten doğmaktadır. Vahdet ise, en şerefli bir sıfat, en üstün bir hâldir. Çünkü, bütün varlıklar bir varlıktan meydana gelmiştir. Âlemde rastlanan her birlik, hakîkî biricik varlığa benzemektedir. Her varlık, o bir olan varlıktan olduğu gibi, her birlik, o birdendir. Ölçme, karşılaştırma işlerinde, eşitlik gibi şereflisi, kıymetlisi yoktur. İşte bunun için, iyiliklerin en şereflisi adâletdir. Adâlet, ortada olmaktır. Ortadan ayrılanda adâlet olmaz. Üç yerde adâletin bulunması lâzımdır: 1 - Bir malı, bir nimeti bölerken adâlet ile bölmek lâzımdır. 2 - Mu’âmelâtta, alış verişte adâlet lâzımdır. 3 - Ukûbâtda, cezâ vermekte adâlet lâzımdır. Yanlış yapan karşılığını bulmalıdır. Fakat, bu karşılığı ancak devlet yapar. Kendisine haksızlık yapılan kimse, buna karşılık yapmamalı, bunu emniyete, mahkemeye haber vermelidir. Müslüman, hem İslâmiyete uyar, günah işlemez. Hem de kanûna uyar, suç işlemez. Adâlet olunca, herkes korkusuz yaşar. Adâlet, korkusuzluk demektir. Adâlet nedir? Bunu insan aklı ile bulmak çok güç olduğu için, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, memleketleri korumak için, bir ölçü âleti gönderdi. Bu ilâhî ölçü ile, adâleti ölçmek kolay oldu. Bu ölçü, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” getirdikleri dinlerdir. İslâmiyete nâmûs-i ilâhî de denir. Bugün ve kıyâmete kadar kullanılması emir olunan ilâhî ölçü, Muhammed aleyhisselâma gönderilen dindir. İnsan, medenî olarak yaratılmıştır. Yani, öyle yaratılmıştır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Hayvanlar, medenî yaratılmadı. Medînede, şehrde birlikte yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan nâzik, zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıda, elbise ve binânın, hâzırlanması lâzımdır. Yani, san’atlara ihtiyac vardır. Bunun için de, araştırmak, düşünmek ve tecribe yapmak, çalışmak lâzımdır. İşte adalet huzur içinde yaşamanın, çalışmanın şartalarını ölçülerini bildirir. Bunlara uyan hem dünyada hem de âhırette rahat eder. İslamiyet güzel ahlâkı emreder 2.7.2002 İslâmiyet fenni, tekniği, çalışmağı, güzel ahlâkı teşvîk etmekte, emir eylemektedir. İslam düşmanları, İslâmiyete alçakca iftirâ ediyor. İslâmiyet, insanları uyuşturmakta, çalışmağı frenlemektedir diyerek, küstahca yalan söylüyorlar. İslâm memleketlerinde avladıkları, aldattıkları, câhil, soysuz kimselere, bol para ve mevkı’ sağlıyarak, onları da, böyle konuşduruyorlar. Fenni, ilmi, çalışmağı emir eden, çalışanları öven âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler meydanda dururken, bu alçak, hayasızca iftirâlar, güneşi balçıkla sıvamağa benziyor. Asırlardır yaptıkları acı tecrübelerle, kaba kuvvetle İslamiyete bir zarar veremeyeceklerini anlayınca bu hileye başvurdular. İslamiyete ancak içeriden zarar verebileceklerini anladıkları için kaleyi içeriden yıkmaya çalışıyorlar. Bunun için de islamiyetin kalesi olan âlimleri, mezhepleri yok etmeyi, halkın gözünden düşürmeyi planladılar. Bilhassa İngilizler, asırlardır İslâmiyete sinsice saldırıyor. İslâmiyeti içerden yıkıyorlar. Yalanlarına gençlerin kolay aldanmalarını sağlıyabilmek için, islâm bilgilerini, din kitaplarını yok ediyorlar. İslâmiyete hücûm etmek için, Londrada (Müstemlekeler bakanlığı) kurdular Burada hâin plânlar hâzırladılar. Binlerce câsûs yetiştirdiler. Tuzaklarına düşen câhil, soysuz din adamlarından, Necdli Abdülvehhâb oğlu Muhammed ve Der’iyye emîri Sü’ûd oğlu Muhammed ile işbirliği yaparak ve milyonlarca lira ve silâh kuvvetleri ile “Vehhâbîlik” sapık fırkasını kurdular. Müslümanların hâmîsi, bekçisi olan Osmânlı devletini içerden yıktılar. Abdürreşîd İbrâhîm efendi, 1910 da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i islâm) kitapının ikinci cildinde, “İngilizlerin islâm düşmanlığı” yazısında diyor ki: “Hilâfet-i islâmiyyenin bir an evvel kaldırılması, İngilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebesine sebep olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri, hilâfeti yok etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. Her zaman Müslümanların başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, İslâmiyeti yok etmektir. Çünkü, İslâmiyetten korkmaktadırlar. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdanları kullanmaktadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, İslâmiyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir.” Abdürreşîd efendi, 1944 de Japonyada vefât etti. Adâlet olmayınca 3.7.2002 Adalet olmayınca, açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulmedenler olur. Çünkü, her nefis, istediğine kavuşmak ister. Tatlı olanı almağa uğraşır. Bu şeyleri istiyen birkaç kişi çekişmeğe başlar. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, adalet lâzım olur. Alış verişte, herkes kendi yaptığının daha kıymetli olduğunu söyler. Yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini adâlet ile ölçmek lâzım olur. Eşyânın değerlerini karşılıklı ölçen şey, altındır yani paradır. Her milletin kullandığı kâğıd liralar, şimdi hep altın karşılığıdır. Yani, altını çok olan devletler, çok kâğıd para basabilir. Altını az olan, kâğıd parayı çok basarsa, bunların kıymeti olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ, altını para olarak yaratmışdır. Başka hiçbirşey, altının yerini tutamaz. Bunun içindir ki, zekâtın altın olarak hesâb edilmesi ve verilmesi emir olunmuştur. Eşyânın kıymetlerini altınla, adâleti gözeterek ölçmek lâzımdır. Âdil bir devlet, zulmü, işkenceyi önler. Adâleti temîn eder. Eşyânın kıymetlerini, adâlet ile tesbît eder. Adalet eşitlik demek değildir. Her hususta eşitliğin zararları sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Allahü teâlâ, her şeyi hikmetli ve adaletli yaratmıştır. Adalet olunca işler düzgün yürür. Mesela beş parmağın beşi de aynı olsaydı, baş parmak diğerlerinin arasında olsaydı, bugünkü kadar verimli iş yapılamaz, büyük eksiklik olurdu. Dinleri, Allahü teâlâ adâleti sağlamak için göndermiştir. Adâleti sağlamaları için, bu ilâhî kanûnları gönderdi. Hadîd sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, “Onlara kitap ve terâzî gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler” buyuruldu. Burada, kitap, din demektir. Çünkü din, Kur’ân-ı kerîmdeki emir ve yasakların ismidir. Terâzî de, altına işâretdir. Çünkü altın, ağırlıkla ölçülür. Kur’ân-ı kerîmin emir ve yasaklarını beğenmiyen, çağımıza uygun değildir diyen dinden çıkar. İnsan, her ihtiyacını hâzırlamağa mecbûrdur. Bunu hâzırlıyan da, fen ve san’attır ve çalışmaktır. Bir insanın her san’atı öğrenmesi, mümkin değildir. Herbir san’atı mu’ayyen kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san’at sâhibinden alır. Bu san’at sâhibi de, kendine lâzım olan başka birşeyi, onu yapan diğer san’at sâhibinden alır. Böylece, insanlar birbirlerinin ihtiyaclarını te’mîn eder. Bunun için, insan yalnız yaşıyamaz. Bir arada yaşamağa mecbûrdurlar. Bir arada yaşayabilmek için de adalet lazımdır. Adâlette öncelik sırası 4.7.2002 İnsanın önce kendine, hareketlerine, uzuvlarını adâlet etmesi lâzımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adâlet yapması lâzımdır. İdarecilerin de, millete adâlet yapması lâzımdır. Demek ki, bir insanda adâlet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, uzuvlarına adâlet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her organını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değişdirip, onları aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâkdan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Adaletli yöneticiler, bu dünyada, Allahü teâlânın halîfesi olmuştur. Kıyâmette de âdiller için va’d edilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu tâli’li zamana, mubârek yere ve orada bulunmakla bahtiyâr olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızklara sirâyet der, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki idareciler, şefkatli, iyi huylu, adâletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adâlet erbâbı değil, iblislerin ahbâbı, şeytanların yoldaşlarıdırlar. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. Men, lâ yerham, lâ yurham! buyurulmuşdur ki, acımıyana acınmaz demektir. Zalim ideraciler, birkaç senelik, geçici dünya zevkleri için, milyonlara eziyyet ederler. Fakat, zulümlerinin cezâsını çekmedikce, bu dünyadan gitmezler. O kadar refâh ve lezzetler içinde oldukları halde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük derdler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hâli görür. Ciğerleri yanar. Meryem sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, “Mâlik, hâkim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzûrumuza gelir” buyuruldu. Burada buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın huzuruna, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yaptığı kötülükleri inkâr edemez. Hepsinin cezâsını çok acı olarak çeker. Nimetlere şükretmeyen nankördür 5.7.2002 İslâm ahlâkı ile ahlanmış kimse, iyilik edene, mâl ile, hizmet ile karşılık verir. Bunu yapamıyan, hamd ve senâ, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmıyanın başına kakılır. Kötülenir. İncitilir. Çünkü, iyiliğe karşı, iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekili veren, lüzûmlu uzvları, kuvvetleri ihsân eden, herbirini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahş eden, çoluk çocuk, ev, ihtiyac eşyâsı, gıda, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nimetleri sebepsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmakdan, düşmandan, hastalıkdan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyacı olmıyan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan, Allahü teâlâya şükür etmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabâhât, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur? Hele, Ona ve nimetlerin Ondan geldiğine inanmamak veya bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüz karası olur. Bir kimseye her ihtiyacı verilse, her ay yetecek para, gıda hediyye olunsa, bu kimse, o ihsân sâhibini her yerde herkese nasıl över. Gece gündüz onun sevgisini, teveccühünü, onun kalbini kazanmağa uğraşmaz mı? Onu dertlerden, sıkıntılardan muhâfaza etmeğe çalışmaz mı? Ona hizmet edebilmek için, kendini tehlikelere atmaz mı? Bunları yapmasa, o ihsân sâhibine hiç kıymet vermese, herkes onu ayıblamaz mı? Hatta, insanlık vazîfesini yapmıyor diye cezâlandırılmaz mı? İyilik eden bir insanın hakkına böyle riâyet ediliyor da, her nimetin, her iyiliğin hakîkî sâhibi olan, hepsini yaratan, gönderen, Allahü teâlâya şükür etmek, Onun beğendiği, istediği şeyleri yapmak, niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok Ona şükür etmek, en çok Ona itâ’at etmek, ibâdet etmek lâzımdır. Çünkü, Onun nimetleri yanında başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir. Hatta, diğerlerinden gelen iyilikleri de, yine O göndermektedir. Bu kadar iyiliklere şükretmemek nankörlük olur. Allahü teâlânın nimetlerini kim sayabilir? Nimetlerinin milyonda birine kim şükür edebilir? Nitekim İbrahim suresi 34.âyet-i kerimesinde, “O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” buyuruldu. Adâlet üçe ayrılır 6.7.2002 Adâlet üçe ayrılır: Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmekdir. Allahü teâlânın merhameti, nimetleri, ihsânları, her mahlûka yayılmıştır. Nimetlerinin en büyüğü, kullarına saadet yolunu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Ebedî, sayısız nimetler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sâhibe, yaratana ibâdet etmek, Onun ihsân etdiği nimetlere şükür etmek elbette lâzımdır. Adâlet için sâhibinin hakkını gözetmek îcâb eder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını edâ etmesi vâcibdir. Adâletin ikinci kısmı, insanların hakkını edâ etmektir. Devlete, âmirlere, kanûnlara karşı gelmemek, âlimlere hurmet, emânetlere vefâ, alış veriş haklarını edâ, va’dlerini îfâ etmek lâzımdır. Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını edâ etmekdir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasıyyetlerini îfâ etmek, vakıflarını muhâfaza ve bırakdığı hayırât ve hasenâtı devam etdirmekle olur. İnsanın Allahü teâlâya karşı vazîfesi üçe ayrılır: Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir. Namaz, oruc gibi. İkincisi, rûhu ile yapacağı vazîfedir. Doğru i’tikâd etmek;Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, inanmak. Üçüncüsü, insanlara adâlet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmakdır. Bu da, emâneti muhâfaza, insanlara nasîhat etmek, evvelâ İslâmiyeti öğretmekle olur. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibâdet üçe ayrılır: Doğru i’tikâd, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emir edilmemiş olanlar, zamana ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüssalavâtü vetteslîmât” vâsıtası ile değişdirir. İbâdetleri, insanlar değişdiremez. Peygamberler “aleyhimüsselâm” ve bu büyüklerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, ibâdetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lâzımdır. Dünya ve âhıret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ile ve dil ile, yani söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlâkdır. İhlâs, amelini yani bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir. Kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır 7.7.2002 İnsana dünyada ve âhırette zarar veren herşey, kötü ahlâkdan meydana gelmektedir. Yani, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmaktır. Haramlardan, kötülüklerden sakınmağa “Takvâ” denir. Takvâ, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Çünkü, birşeyi süslemek için, önce pislikleri, kötülükleri yok etmek lâzımdır. Bunun için, günahlardan temizlenmedikçe, tâatların, ibâdetlerin faydası olmaz. Hiçbirine sevap verilmez. Kötülüklerin en kötüsü, “küfür”dür. Müslüman olmayanın hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı, âhırette faydalı olmaz. Zulüm ile öldürülse bile kâfir,şehîd olmaz. Cennete girmez. İmanı olmıyanın hiçbir iyiliğine sevap verilmez. Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. Herşeyden önce, takvâ sâhibi olmağa çalışmak lâzımdır. Herkese, takvâ sâhibi olmalarını emr ve nasîhat etmelidir. Dünyada rahata, huzûra kavuşmak, kardeşçe yaşayabilmek, âhırette de, sonsuz azâbdan halâs olarak, ebedî nimetlere, saadetlere kavuşmak, ancak takvâ ile nasîb olur. Kötü huylar, kalbi hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin ölümüne yani küfüre sebep olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, yani küfür ise, kalbin en büyük zehridir. İmanı olmıyanın, “Kalbim temizdir. Sen kalbe bak” gibi sözleri, boş lâflardır. Ölmüş olan kalb temiz olmaz. Küfürün çeşitleri vardır. Hepsinin de en kötüsü, en büyüğü “şirk” tir. Bir kötülüğün her çeşitini bildirmek için, çok kere, bunların en kötüsü söylenir. Bunun için, âyet-i kerîmelerde ve hadis-i şeriflerde bulunan şirk kelimesinden, her çeşit küfür manası anlaşılır. Nisâ sûresinin kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde, müşrikin hiç af edilmiyeceği bildirildi. Bu âyet-i kerîmeler, kâfirlerin Cehennem ateşinde sonsuz yanacaklarını bildirmektedir. Yahûdî ve Hıristiyanlar, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için kâfirdirler, Allaha düşmandırlar. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: “Ey müminler! Mümin olmıyan kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!” “Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, Allahın ve Resûlünün düşmanlarını sevmez.” “Ey iman edenler! Yahûdîleri ve hıristiyanları sevmeyiniz!” İbâdetlerin en kıymetlisi 8.7.2002 İslâm ahlâkı, öncelikle dinin emirlerine uymayı emredir. Dinin emirlerini bildirmek, yasaklarından menetmek de üç şekilde olur: Birincisi güç kullanarak kötülüğe mani olmaktır. Meselâ bir kimsenin, çocukları kötü bir iş yapıyorlarsa, babası güç kullanarak bunlara mani olası, veya, bir babanın çocuğunu bir hayvana zulüm, eziyet yaptığını görüp, bu kötü işten uzaklaştırması gibi. Dinin emir ve yasaklarını bildirmenin ikinci şekli, nasihat etmektir. Eğer, kişinin el ile güç kullanarak mani olma imkanı yoksa meselâ amiri rüşvet alıyorsa veya arkadaşı namaz kılmıyorsa bunlara nasihat etmesi lazımdır. Söz ile kötülüğe mani olmalıdır. Bu durumda nasihat ederek, yapılan işin zararları kişiye yumuşak bir şekilde anlatılır. Sert muamele edilmez. Karşımızdaki nasihatımızı ister dinler, ister dinlemez. Fakat biz vazifemizi yapmış oluruz. Vebalde kalmayız. Dinin emir ve yasaklarını bildirmenin üçüncü şekli kalben üzülmek, yapılanı tasvip etmemektir. Söz ile de birşey söylemek mümkün değilse, söylediği zaman söyliyen zarar görecekse, o zaman kalben onun yaptığını tasvib etmez. Bu yaptığı kötü işten dolayı onu içten kınar. Bu en aşağı derecedir. Her müslüman en azından bu kadarını yapmalıdır. Müslüman, dine aykırı bir fiil gördüğünü zaman ilgisiz, tepkisiz kalamaz. En azından kalben üzülür. İmanın alâmeti, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahtır... Hadis-i şerifte, “İbâdetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah ve buğd-ı fillahtır.” buyuruldu. İbâdeti çok olan mümini, az olandan daha çok sevmek lâzımdır. İsyânı daha çok olan, küfrü ve fuhşu yayan kâfirleri daha çok sevmemek lâzımdır. Allah için düşmanlık edilmesi lâzım gelenlerin başında, insanın kendi nefsi gelir. Çünkü o da kâfirdir. Sevmek demek, onların yolunda bulunmak demektir. Toplumda, el ile, güç kullanarak emr-i ma'rûf ve nehyi münker yapmak, yani kötülüklere mani olmak, devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile, duâ etmekle mani olmak ise, her müminin vazîfesidir. İki zıt şey birlikte sevilmez 9.7.2002 Müslüman, Allah dostlarını sever, Allah düşmanlarını sevmez. Gayr-i müslimler Peygamber efendimize inanmadıkları için, cenâb-ı Hakkın düşmanı hükmündedirler. Mümin cenâb-ı Hakkın düşmanlarını elbette sevmez. Müminin kâfiri sevmesi üç türlü olur: Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü, onun dîninden râzı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, imanı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kalben sevmeyip ona dost görünmektir. Bu muhabbet yasak değildir. Üçüncüsü, ikisinin ortasıdır. Onları yaptıkları faydalı şeyler sebebiyle sever. Onlara kalbi meyil eder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk kurar. Bu muhabbet küfre sebep olmaz ise de, câiz değildir. Çünkü bu muhabbet, zamanla dînini beğenmeğe sebep olur. Âyet-i kerîmede, bu muhabbet yasak edilmektedir. Kısacası bunlarla ihtiyaç olduğunda, zaruret miktarı görüşmelidir. Arkadaşlık, dostluk kurmamalıdır. Zaten, sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin îcâbıdır. Bu kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki, “Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıd şey, birlikte sevilemez.” İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzak olmazsa, bu sözüne inanılmaz. Halîfe hazret-i Ömer'e, “Hıristiyan bir genç var. Hâfızası çok kuvvetli, yazısı da çok düzgün, bunu kendine kâtip yaparsan çok iyi olur” dediler. Kabûl etmedi: “Mümin olmıyan birini dost edemem, dedi ve bu âyet-i kerîmeyi okudu.” Ebû Mûsel Eş'arî, halîfe Ömer'e dedi ki: “Yanımda nasrânî [hıristiyan] bir kâtibim var. Çok işe yarıyor.” Hazret-i Ömer, “ Niçin, bir müsliman kâtip kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki, "Ey müminler! Yahûdî ve hıristiyanları sevmeyiniz!" âyetini işitmedin mi? dedi.” “Dîni onun, kâtipliği benim.” cevabını verince, “ Allahü teâlânın hakîr ettiğine ikrâm etme! Onun zelîl ettiğini azîz eyleme! Allahın uzaklaştırdığına yaklaşma!” dedi. “Fakat ben Basra'yı onun yardımı ile idâre edebiliyorum.” deyince, “Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!.”buyurdu. Âl-i İmrân sûresinde meâlen, “Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor.” buyuruldu. Bu büyük tehdît, onları sevmenin tehlikesini gösteriyor. “Benim için ne amel işledin?” 10.7.2002 Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Ona münâfık denir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma sordu: “Yâ Mûsâ! Benim için ne amel işledin?” Mûsâ aleyhisselâm cevap verdi: “ Yâ Rabbî, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, tesbîh okudum, sadaka verdim.” Hak teâlâ buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! Bunların hepsi senin içindir. Namaz kılarsan Cennet veririm, oruç tutarsan sana kabir ve Sıratta nûr olur. Tesbîh okursan Cennet-i a'lâda senin için ağaç dikilir, sadaka verirsen, üzerine gelecek kaza ve belâ def' ve ref' olur. Yâ Mûsâ, benim için ne amel yaptın?” Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm sordu: “Yâ Rabbî, senin için ne amel yapmak gerekir? Nasıl bir amel yapayım ki, senin için yapmış olayım? Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki:” Benim için yapılmış olan amel, dostumu dost ve düşmanımı düşman tanımaktır.” Allahü teâlânın en beğendiği ibâdet, müslümanları sevmek, kâfirlere düşman olmaktır. Buna, "Hubb-i fillah ve buğd-ı fillah" denir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, müslümanları sevmek ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir.” Cenâb-ı Hak Îsâ aleyhisselâma buyurdu ki: “Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.” Hıristiyanlar teslis (üç ilah) inancı ile Cenab-ı Hakka şirk, ortaklık koşmaktadırlar. Dinimize göre, Hıristiyanların, Yahudilerin Cennete gireceğine, inanan, söyleyen dinden çıkar. Nisa suresi 48. âyetinde bunları asla affetmeyeceği buyuruyor: “Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” Başka âyet-i kerîmelerde de buyuruldu ki: “Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarımızı sevmeyiniz.” “Müminlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler.” Bu âyet-i kerîmeler de, kâfirleri sevmeği haram etmektedir. Sevmemek de kalb ile olur. Bir hadis-i şerifte, “Allahü teâlânın bazı kulları vardır. Bunlar, peygamber değildir. Peygamberler ve şehîdler, Kıyâmet günü bunlara imrenirler. Bunlar, birbirini tanımıyan, uzak yerlerde yaşıyan, Allah için birbirini seven müminlerdir.” buyuruldu. “Elinde ateş tutmak gibi güç olur” 11.7.2002 Kalb hastalıklarının, kötü huyların şirkden sonra en kötüsü, “Bid’at”lara inanmak ve bid’at işlemektir. Bid’atlardan sonra gelen kötü huy, günahlardan sakınmamaktır. Küçük olsun, büyük olsun, şirkten yani küfürden başka günah işleyip, tevbe etmeden ölen bir mümin, şefâ’at olunmakla, yahut hiçbir sebep olmadan, yalnız Allahü teâlânın merhamet etmesi ile, af olunabilir. Küçük günah, af edilmezse, Cehennemde azâb çekilecektir. Kul hakkı da bulunan günahların afı güçtür ve azâbları daha şiddetli olacaktır. Hanımının mehrini vermemek ve insanların hak dîni öğrenmelerine mani olmak, kul haklarının en büyüğüdür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki, “Bir zaman gelir ki, insan kazancının helâldan mı, haramdan mı olduğunu düşünmez” “Bir zaman gelir ki, İslâmiyete yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur.” Bunun için, haramların hepsinden ve mekrûhlardan sakınmak takvâ olur. Farzları ve vâcibleri terk etmek haramdır. İ’tikâdda ve ahlâkda ve amelde emir olunanları terk edene, kıyâmetde azâb yapılacaktır. Azâba sebep olan şeyleri terk etmek lâzımdır. Meselâ namaz kılmamak ve kadınların, kızların açık gezmeleri büyük günahlardandır. Bir günahı terk etmek, meselâ beş vakt namazı hergün kılmak çok lâzımdır. Yapılmaması lâzım olan şeyler, yâ belli bir uzv ile yapılır, yahut bütün beden ile yapılır. Günah işlenen uzvlardan sekiz uzv meşhûrdur. Bu uzvlar, kalb, kulak, göz, dil, el, mi’de, ferc ve ayaklardır. Kalb, insanın göğsünde, sol tarafında bulunan yürek denilen et parçasına nefh olunmuş, üfürülmüş rûhânî bir latîfedir. Klb, rûh gibi, madde olmıyan bir varlıkdır. Günah işliyen, bu uzvların kendileri değildir. Bunlarda bulunan his kuvvetleridir. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak, rahat etmek istiyen kimse, bu uzvların günah işlemelerine mani olmalıdır. Kalbde tabî’at hâlini almadan, kendini zorlıyarak günahlardan sakınmak da, takvâ olur ise de, velî olmak için, günah işlememek tabî’at, huy hâlini almalıdır. Bunun için de, kalbin temizlenmesi lâzımdır. Kalbin temizlenmesi, İslâmiyete uymakla olur. İslâmiyet, üç kısmdır: İlim, amel, ihlâs. Emrleri ve yasakları öğrenmek, öğrendiklerine tâbi’ olmak, bunları yalnız Allah rızâsı için yapmak lâzımdır. Kur’ân-ı kerîm, bu üçünü emir ve medh etmektedir. Önce kalbin temizlenmesi lazımdır 12.7.2002 Kötü ahlâktan, kötülüklerden kurtulmak için Müslümanın herşeyden evvel kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü, kalb, bütün bedenin reîsidir. Bütün uzvlar kalbin emrindedir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu, kalbdir” buyurdu.Yani bu, yürek denilen et parçasındaki gönüldür. Bunun iyi olması, kötü ahlâktan temizlenmesi ve iyi ahlâk ile süslenmesi gerekir. İnsanın kalbindeki kuvvete, huya “Hulk” denir. Kalbin hastalıklarının tedâvîleri güçtür. İlâclarını iyi bilmek ve iyi kullanmak lâzımdır. Huy, kalbdeki meleke ve kalbdeki arzû, hâl demektir. İnsanın i’tikâdı, sözleri, hareketleri, hep bu kuvvetten hâsıl olmaktadır. İhtiyârî hareketleri, huyunun eserleridir. Ahlâkı tebdîl etmek, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmek mümkindir. Hadîs-i şerifte, “Alâkınızı iyileştiriniz!” buyuruldu. İslâmiyet mümkin olmıyan şeyi emir etmez. Tecribeler de, böyle olduğunu göstermekdedir. Tecribe, kat’î bilgi elde etmeğe yarıyan üç vâsıtadan biridir. Bu vâsıtalardan ikincisi, Muhbir-i Sâdıkın haber vermesidir. Üçüncüsü, hesâb ile anlamaktır. İnsanların, ahlâklarını değıiştirme yetenekleri aynı değildir. Ahlâkın kaynağı, sebepi, insânî rûhun üç kuvvetidir. Bunlardan birincisi, rûhun “İdrâk” kuvvetidir. Buna “Akıl” da denir. İdrar kuvvetinin mu’tedil, orta miktarına “Hikmet” denir. Hikmet, iyiyi kötüden, hakkı bâtıldan ayıran kuvvetdir. Bu kuvvetin lüzûmundan fazla olmasına ukalâlık denir. Ukala insan, mümkin olmayan şeyleri anlamağa kalkışır. Müteşâbih âyetlere mana verir. Kaza kader üzerinde konuşur. Mekr, hiyle, sihr gibi zararlı şeyler yapar. Bu kuvvetin lüzûmundan az olmasına ahmaklık denir. Böyle kimse, hayırı, şerri birbirinden ayıramaz. İrak kuvvetinin orta olmasına “Adâlet” denir. Adâletin azı çoğu olmaz. Ahlâkın kaynağı olan kuvvetlerden ikincisi “Gadab” tır. Hayvanî rûhun kuvvetidir. Beğenmediği, istemediği birşey karşısında, kanı harekete gelir. Bu kuvvetin insânî rûh tarafından temîn edilen orta miktarına, cesâret denir. Lüzûmlu, faydalı işlere atılmaktır. Müslümanların, iki mislinden fazla olmıyan düşmanla harb etmeleri, mazlûmu zâlimden kurtarmaları böyledir. Bu kuvvetin fazla olması , atılgan, saldırgan olmaktır. Çabuk hiddetlenir. Bu kuvvetin az olması, korkaklıktır. Lüzûmlu olan şeyi yapmaktan çekinir. Kötü şeyler nefse tatlı gelir 13.7.2002 İnsanın ahlâkına tesir eden, rûhun kuvvetlerinden birisi de “şehvet” tir. Bu sadece cinsi arzular demek değildir. Kendine tatlı gelen, hoşuna giden şeyleri istemesidir. Bunun insânî rûh tarafından temîn edilen orta miktarına “İffet” nâmûs denir. İnsan, tabî’atinin muhtac olduğu şeyleri, İslâmiyete ve insanlığa uygun olarak yapar. Lüzûmundan fazla olmasına , hırs ve fücûr denir. Helâldan olsun, haramdan olsun, her istediğini elde etmeğe çalışır. Başkalarının zararına da olsa, beğendiği şeyleri toplar. Şehvetin lüzûmundan az olmasına, uyuşukluk denir ki, hasta olduğundan veya hayasından, yahut korkusundan, kibrinden, muhtac olduğu şeylere kavuşmakta gevşek davranır. Hikmet, adâlet ve iffet ve şecâ’at, iyi huyların esâsıdır. İnsan, rûhun üç kuvvetinden hikmete tâbi’ olunca, diğer ikisine, yani gadaba ve şehvete hâkim olur. Bu ikisini, orta dereceli olan iffete ve şecâ’ate kavuşturarak saadete erer. Eğer, insan orta derece olan hikmeti bulamayıp, iki kötü uca meylederse, kötü huylar hâsıl olur. Aşırı olan altı huy, her zaman kötüdür. Orta derecede olan dört huy da, kötü niyet ile yapılınca, kötü olur. Mala, mevkı’e kavuşmak için, din adamı olmak, riyâ ile, gösteriş olarak namaz kılmak ve cihâd yapmak, hikmeti kötüye kullanmak olur. Bir zevke veya mevkı’e kavuşmak için, bazı zevklerini terk etmek, iffeti kötüye kullanmaktır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lâzımdır. Çünkü, insanın alışdığı şeyden kurtulması müşkildir. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. Kötü huyların hepsi için müşterek ilâc, hastalığı ve zararını ve sebepini ve zıddını ve ilâcın faydasini bilmektir. Sonra, bu hastalığı kendinde teşhîs etmek, aramak, bulmak gelir. Bu teşhîsi kendi yapar. Yahut bir âlimin, rehberin bildirmesi ile anlar. Mümin, müminin aynasıdır. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak da, kusurunu öğrenir. Sâdık olan dost, onu tehlikelerden, korkulardan muhâfaza eden kimsedir. Böyle bir arkadaş bulmak çok zordur. Bunun içindir ki, İmâm-ı Şâfi’î: Sâdık dost ve hâlis Kimyâ Az bulunur, hiç arama! buyurdu. Hazret-i Ömer de, Arkadaşım aybıma uyardı beni, kardeşlik sünnetinin budur temeli! buyurdu. Kötü huyların tespiti 14.7.2002 İnsan, kötü huylarını düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimelere bakarak da öğrenebilir. Çünkü düşman, insanın ayblarını arayıp, yüzüne çarpar. İyi arkadaşlar ise, insanın ayıblarını pek görmezler. Birisi İbrâhîm Edhem hazretlerine, aybını, kusurunu bildirmesi için yalvarınca, seni dost edindim. Her hâlin, hareketlerin, bana güzel görünüyor. Aybını başkalarına sor dedi. Başkasında bir ayıb görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmağa çalışmak da, kötü huyların ilâclarındandır. “Mümin müminin aynasıdır” hadis-i şerifinin manası budur. Yani, başkasının ayıblarında, kendi ayıblarını görür. Îsâ aleyhisselâma, bu güzel ahlâkını kimden öğrendin dediklerinde, “Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmiyen huylarından ictinâb ettim. Beğendiklerimi ben de yaptım” buyurdu. Lokman hakîme, edebi kimden öğrendin, dediklerinde, “Edebsizden!” dedi. Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâmın, Velîlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hayat hikâyelerini okumak da, iyi huylu olmağa sebep olur. Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmanın sebepini araştırmalı, bu sebepi yok etmeğe, bunun zıddını yapmağa çalışmalıdır. İnsanın, kötü şey yapınca, arkasından riyâzet çekmeği, nefse güç gelen şey yapmağı âdet edinmesi de, faydalı ilâctır. Meselâ, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruc tutacağım, gece namazları kılacağım diye yemîn etmelidir. Nefs, bu güç şeyleri yapmamak için, onlara sebep olan kötü âdetini yapmaz. Kötü ahlâkın zararlarını okumak, işitmek de, faydalı ilâctır. Bu zararları bildiren hadis-i şerifler çoktur. Bunlardan birkaçı şunlardır: “Allah katında kötü huydan büyük günah yoktur.” Çünkü, bunun günah olduğunu bilmez. Tevbe etmez. İşledikçe, günahı katkat artar. “İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günah, kötü huylu olmaktır.” “Her günahın tevbesi vardır. Kötü ahlâkın tevbesi olmaz. İnsan, kötü huyunun tevbesini yapmayıp, daha kötüsünü yapar.” “Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi ahlâk da, hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk, hayırâtı, hasenâtı mahv eder.” Güzel ahlâkın kaynağı 15.7.2002 Kötü niyet ile olmıyan hikmet, adâlet, iffet ve şecâ’at, iyi ahlâkın kaynağıdır. İyi huylu olmak için ve iyi ahlâkını muhâfaza edebilmek için, sâlih kimselerle, iyi huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi sârîdir, bulaşıcıdır. Kötü huylu ile arkadaşlık etmemelidir. Hadîs-i şerifte, “İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur” buyuruldu. Faydasiz şeylerden, oyunlardan, zararlı şakalaşmaktan ve münâkaşa etmekten uzak durmalıdır. İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan, şehveti harekete getiren seks, fuhş kitapları okumamalı, böyle radyo ve televizyondan sakınmalıdır. İyi huyların faydalari ve haramların zararları ve Cehennemdeki azâbları, hep hâtırlanmalıdır. Mâl, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına kavuşamamışdır. Mâlı, mevkı’i hayır için arıyan ve hayır işlerde kullanan, rahata, huzûra kavuşmuştur. Mal, mevkı’ gaye olmamalı, hayra vâsıta olmalıdır. Mal, mevkı’ bir deryâya benzer. Çok kimse, bu denizde boğulmuştur. Allahü teâlâdan korkmak, bu deryânın gemisidir. Hadîs-i şerifte, “Dünyada, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! Öleceğini hiç unutmamalı!” buyuruldu. İnsan, dünyada bâkî değildir. Dünya zevklerine daldıkça, derdler, üzüntüler, güçlükler artar. Aşağıdaki hadis-i şerifleri hiç unutmamalıdır: “İbâdetleri az olan bir kul, iyi huyu ile, kıyâmetde yüksek derecelere kavuşur.” “İbâdetlerin en kolayı ve çok faydalısi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır.” “Bir kulun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu Cehennemin dibine götürür. Ba’zan küfüre götürür.” Birinin gündüzleri oruc tuttuğu, geceleri namaz kıldığı, fakat kötü huylu olduğu, dili ile komşularına, arkadaşlarına eziyyet etdiği söylendikde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” cevâbında, “Böyle olmak iyi değildir. Gideceği yer, Cehennem ateşidir” buyurdu. “Güzel ahlâkı tamamlamak, yerleşdirmek için gönderildim”. Semâvî dinlerin hepsinde iyi huylar vardı. Bu din, bunları tamamlamak için gönderildi. Bu din varken, iyi huy bildirecek başka kaynağa, başka kimseye lüzûm yoktur. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Peygamber gelmiyecektir. Gerçek güzel ahlâk onun ahlâkıdır. Her müslüman onun ahlâkı ile ahlâklanmanya çalışmalıdır. Kalbe güzel huylar yerleştirilmeli 16.7.2002 Her Müslüman, kalbinden bütün kötü huyları çıkarıp, iyi ahlâkı yerleştirmelidir. Birkaçını çıkarıp, birkaçını yerleşdirmekle, insan güzel huylu olmaz. Tasavvuf, insanı bu kemâle kavuşduran yoldur. Böyle olmıyan yola, tasavvuf denmez. Her ilmin, her san’atın sahteleri, bozukları olduğu gibi, dinden, İslâmiyetden, İslâmiyetin güzel ahlâkından haberleri olmıyan sahtekârlar, yalancılar, kendilerine tarîkatcı, şeyh diyorlar. Bunlara aldanmamalı, câhillerin, ahlâksızların kitaplarını okumamalı, radyolarını dinlememeli, tuzaklarına düşmemelidir. Kötü ahlâkın meşhûrları altmış adettir. Bunlardan en azından kırk adedi öğrenmelidir. Bunlardan sakınan ve zıdlarını yapan kimse, güzel ahlâklı olur. Güzel huylu olmanın önemini Peygamber efendimiz şöyle bildirdi: “İyi huylu olan, dünya ve âhıret saadetlerine kavuşur.” Çünkü iyi huylu kimse, Allahü teâlâya ve kullara karşı olan hakları, vazîfeleri îfâ eder. “Sûreti ve huyu güzel olanı Cehennem ateşi yakmaz.” “Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri af etmek, kendini mahrûm edenlere ihsân etmek, güzel huylu olmaktır”. İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsânda bulunur. Malına, haysiyyetine, bedenine zarar vereni af eder. “Kızdığı zaman, yumuşak davrananın kalbini Allahü teâlâ emniyet ve iman ile doldurur. Korkusuz ve emîn olur.” Kötülük edene iyilik yapmak, iyi huyların en üstünüdür. Kâmil insan olmanın alâmetidir. Düşmanları dost yapar. Îsâ aleyhisselâm, “Kötülük yapana kötülükle cevâb vermeyiniz! Sağ yanağınıza vurana, sol yanağınızı çeviriniz! Paltonuzu alana, şalvarınızı da veriniz!” buyurdu. Hıristiyanların şimdi ellerinde mevcûd uydurma (İncîl) kitaplarında da böyle yazılıdır. Buna rağmen, Hıristiyanların, İspanyada, Kudüsde, Hindistânda ve (Bosna Hersek)de Müslümanlara ve yehûdîlere yaptıkları korkunc zulümler ve engizisyon mahkemelerinde, birbirlerine yaptıkları işkenceler, kitaplarda mevcûttur. Bu vahşî hareketleri, gerçek İncîle tâbi’ olmadıklarını göstermektedir. Kötülüklerin en kötüsü 17.7.2002 Dinimize göre, kötülüklerin en kötüsü, Allahü teâlâya inanmamak, ateist olmaktır. İslamiyete, Muhammed aleyhisselâmın son peygamber olduğuna inanmamak “küfür” yani Allaha düşmanlık olur. Meleklerin, insanların ve cinnin iman etmeleri, inanmaları emir olundu. Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalb ile inanıp, dil ile de ikrâr etmeğe, söylemeğe “İman” denir. İmanın yeri “Kalb”dir. Kalb, yürek dediğimiz et parçasında bulunan bir kuvvettir. Bu kuvvete “gönül” de denir. İmanı söylemeğe mani bulunduğu zaman, söylememek af olur. Meselâ korkutulduğu, hasta, dilsiz olduğu, söyleyecek vakit bulamadan öldüğü zaman, söylemek îcâb etmez. Anlamadan, taklîd ederek inanmak da, iman olur. Allahü teâlânın var olduğunu anlamamak, düşünmemek küfür olur. Bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. Herbirini bilmeden, hepsine inandım demek de, iman olur. İman hâsıl olmak için, İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeylerden sakınmak da lâzımdır. İslâmiyetin ahkâmından yani emir ve yasaklarından birini hafîf görmek, Kur’ân-ı kerîm ile, melek ile, Peygamberlerden biri ile “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” alay etmek, küfür alâmetlerindendir. İnkâr etmek, yani işittikten sonra inanmamak, tasdîk etmemek demektir. Şübhe etmek de, inkâr olur. Küfür olduğunu herkesin bildiği bir şeyi, işitmediği, düşünmediği için kâfir olanların küfürü “Küfür-i cehlî”dir. Cehl de iki türlüdür: Birincisi basîttir. Böyle kimse, câhil olduğunu bilir. Bunlarda, yanlış i’tikâd olmaz. Hayvan gibidirler. Çünkü, insanı hayvandan ayıran, ilm ve idrâkdir. Bunlar, hayvandan da aşağıdırlar. Çünkü hayvanlar, yaratıldıkları şeyde ileridedirler. Kendilerine faydalı şeyleri anlar ve onlara yaklaşırlar. Zararlı olanları da anlayıp, onlardan uzaklaşırlar. Hâlbuki bunlar, bilmez olduklarını bildikleri halde, bu çirkin halden uzaklaşmaz, ilme yaklaşmazlar. İman edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan meşhûr olanları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır. İşitip de, öğrenmeğe ehemmiyyet vermemek küfür olur. Cahilliğin ilâcı 18.7.2002 Cehalet, insanı dünya ve ahıret saadeti olan imandan mahrum bırakır. Veyahut da sahip olunan imanın elden çıkmasına sebep olur. Bunun için iman edilecek şeyleri ve farzlardan, haramlardan meşhûr olanları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek haramdır. İşitip de, öğrenmeğe ehemmiyyet vermemek küfür olur. Cahilliğin ilâcı, çalışıp öğrenmektir. Cehalet yanlış, sapık i’tikâda sebep olur. Yunan felsefecilerinden ve Müslümanlardan yetmişiki bid’at fırkasından imanı gidenler böyledir. Bu cehâlet, birincisinden daha fenâdır. İlâcı bilinemiyen bir hastalıktır. Îsâ aleyhisselâm, “Sağırı, dilsizi tedâvî ettim. Ölüyü dirilttim. Fakat, cahilliğin ilâcını bulamadım” demiştir. Çünkü, böyle kimse, cahilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır. Câhil ve rûh hastası olduğunu bilmez ki, ilâcını arasın! Ancak, Allahü teâlânın hidâyeti ile hastalığını anlıyan, bu dertten kurtulabilir. Bugün dünyada çok az da olsa, İslamiyeti duymamış, işitmemiş insanlar mevcuttur. Bunların durumu, İslamiyeti duymuş fakat kabul etmemiş kimselerle aynı olmayacaktır. Bu hususta ikinci bin yılın yenileyicisi büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Mektûbât” kitapının birinci cildinin ikiyüzellidokuzuncu mektûbunda şöyle buyuruyor: “Dağda yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler, ne Cennete, ne de Cehenneme girmiyeceklerdir. Âhırette dirildikden sonra, hesâba çekilip, zulümleri, kabâhatleri kadar, mahşer yerinde azâb çekeceklerdir. Herkesin hakkı verildikden sonra, bütün hayvanlar gibi, bunlar da, yok edileceklerdir. Bir yerde sonsuz kalmıyacaklardır. Herkesin aklı, dünya işlerinde bile, şaşırıp yanılırken, Allahü teâlânın, aklları ile bulamadıkları için, kullarını ateşde sonsuz olarak yakacağını söylemek, bu fakire çok ağır gelmektedir. Küçük iken ölen kâfir çocukları da, böyle yok olacaklardır. Bir Peygamberin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vefâtından sonra, çok vakit geçip, zâlimler tarafından din bozularak, unutulduğu yerlerde yaşayıp, Peygamberlerden ve İslâmiyetden haberi olmıyan insanlar da, Cennete ve Cehenneme sokulmıyacak, böyle tekrâr yok edileceklerdir. Kâfir memleketlerinde yaşayıp, İslâmiyeti işitmeyenler de böyledir.” Küfürde bilerek inad etmek 19.7.2002 İnad etmek kötü bir huydur. Bu küfürde olursa çok daha kötüdür. Cahilliğinden dolayı Müslüman olma nimetinden mahum kalanlar olduğu gibi, inadından mahrum kalanlar da vardır. Buna, “küfür-i inâdî “ denir. Küfür olduğunu bilerek, inâd ederek, kâfir olmaktır. Kibir sebepi ile ve mâla, zevke ve mevkı’ sâhibi olmayı sevmekten veya ayıblanmaktan korkmak sebepi ile hâsıl olur. Fir’avnın ve yoldaşlarının küfürleri böyle idi. Mûsâ aleyhisselâmın mu’cizelerini gördükleri halde, iman etmediler. Bizim gibi bir insana inanmayız dediler. Kendileri gibi bir insanın Peygamber olacağını kabûl etmediler. Peygamber melekden olur sandılar. Hâlbuki, kendileri gibi insan olan Fir’avna ilâh dediler. Ona tapındılar. Rum İmperatörü Herakliyüs da, tahtından, saltanatından ayrılmak korkusu ile iman etmedi. Eshâb-ı kirâmdan Dıhye “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” islâma da’vet eden mektûbunu Medîneden Şâma, Herakliyüsa getirdi. Herakliyüs, bir gün evvel, Mekkeden Şâma gelmiş olan Kureyş kâfirlerinin ticaret kervanının reîsi, Ebû Süfyânı sarâyına çağırıp: “Medînede birisinin peygamberlik iddi’â etdiğini işittim. Kendisi, tanınmış kimselerden midir? Yoksa, aşağı tabakadan mıdır? Ondan evvel, başkası da böyle iddi’âda bulundu mu? Dedeleri arasında, melik ve emîr olanlar var mıdır. Kendisine tâbi’ olanlar zengin midir, fakir ve âciz kimseler midir? Çalışmaları ilerliyor mu, geriliyor mu? Dînine girip de, sonra ayrılanlar oluyor mu? Sözünde durmadığı, yalan söylediği görüldü mü? Harblerinde gâlib midir, mağlûb mudur? Ebû Süfyân bunların cevâblarını bildirince, bu sözlerinin hepsi, Onun peygamber olduğunu gösteriyor dedi. Ebû Süfyân o zaman henüz iman etmediği için, küfüründen ve hasedinden dolayı, yalan söylediği de oldu. Bir gece içinde, Mekkeden, Kudüsdeki Mescid-i aksâya götürüldüğünü söyledi, dedi. Herakliyüsün yanında olup, bunu işitenlerden biri lâfa karışıp: Ben, o gece Mescid-i aksâda idim dedi. O gece gördüklerini anlatdı. Ertesi gün, Herakliyüs, mektûbu okuttu. Mektûba inandığını, Muhammed aleyhisselâma iman ettiğini Dıhyeye bildirdi. Fakat, iman ettiğimi millete bildirmekten korkuyorum. Bu mektûbu falanca râhibe götür. O, çok şey bilir. Onun da iman edeceğini sanıyorum dedi. Râhib, Resûlullahdan gelen mektûbu okuyunca, hemen iman etti. Oradakilere de iman etmelerini söyledi. Kendisini öldürdüler. Herakliyüs korkup saltanatını kaçırmamak için, küfürü imana tercîh etti. Manevi değerlere saygısızlık etmek 20.7.2002 Kötü huyların en kötüsü olan insanı küfre, dinden çıkmaya götüren hallerden, sözlerden biri de “Küfür-i hükmî”dir. İslâmiyetin imansızlık alâmeti dediği sözleri söyliyen ve işleri yapan, kalbinde tasdîk olsa ve inandığını söylese de, kâfir olur. İslâmiyetin tazîmini, hürmet gösterilmesini emir ettiği şeyi tahkîr etmek, kötülemek böyledir. Bunun için, Allahü teâlâya lâyık olmıyan şey söyliyen kâfir olur. Meselâ, Allah, Arşdan veya gökden bize bakıyor demek, sen bana zulmettiğin gibi, Allah da sana zulmediyor demek, filân Müslüman benim gözümde yahûdî gibidir demek, yalan bir söze, Allah biliyor ki, doğrudur demek ve melekleri küçültücü şeyler söylemek ve Kur’ân-ı kerîmi, hatta bir harfini küçültücü söz söylemek, bir harfine bile inanmamak, çalgı çalarak Kur’ân okumak, hakîkî olan Tevrâta ve İncîle inanmamak, bunları kötülemek küfür olur. Peygamberleri küçültücü şeyler söylemek, Kur’ân-ı kerîmde isimleri bildirilen yirmibeş Peygamberden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” birine inanmamak, meşhûr sünnetlerden birini beğenmemek, çok iyilik yapan birisi için, Peygamberden daha iyidir demek küfürdür. Peygamberler muhtac idi demek küfür olur. Çünkü, onların fakirlikleri kendi istekleri ile idi. Birisi, peygamber olduğunu söylese, buna inananlar da kâfir olur. “Kabrim ile minberim arası, Cennet bağçelerinden bir bağçedir” hadis-i şerifini işitince, ben minber, hasır ve kabirden başka birşey görmiyorum demek küfür olur. Âhırette olacak şeylerle alay etmek küfürdür. Kabirdeki ve kıyâmetteki azâblara akla, fenne uygun değildir diyerek inanmamak, Cennette Allahü teâlâyı görmeğe inanmamak, ben Cenneti istemem, Allahı görmeği isterim demek küfür olur. İslâmiyete inanmamak alâmeti olan sözler, fen bilgileri, din bilgilerinden daha hayırlıdır demek, namaz kılsam da, kılmasam da, berâberdir demek, zekât vermem demek, fâiz helâl olsaydı, zulmetmek helâl olsaydı demek, haramdan olan mâlı fakire verip sevap beklemek, fakir, verilen paranın haram olduğunu bilerek, verene hayır duâ etmek, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kıyâsı hak değildir demek küfürdür. (A’râf) sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesi kıyâsın hak olduğunu ispat etmektedir. İslâm bilgilerine inanmamak, bunları ve din âlimlerini aşağılamak da, küfür olur. Kötülükleri, küfrü beğenmek 21.7.2002 Kâfir olmağı isteyen kimse, buna niyet ettiği anda kâfir olur. Başkasının kâfir olmasını istiyen kimse, küfürü beğendiği için istiyorsa, kâfir olur. Kötü, zâlim olduğundan, zulmünün cezâsını Cehennem ateşinde çekmesi için istiyorsa, kâfir olmaz. Küfüre sebep olduklarını bilerek ve arzûsu ile küfür kelimelerini söyliyen kâfir olur. Bilmiyerek söyliyorsa, âlimlerin çoğuna göre yine kâfir olur. Küfüre sebep olmıyan kelime söylemek isterken, şaşırarak, küfüre sebep olanı söylerse kâfir olmaz. Küfüre sebep olan bir işi, bilerek yapmak küfür olur. Bilmiyerek yapınca da küfür olur diyen âlimler çoktur. Beline, zünnar denilen papas kuşağını bağlamak ve küfüre mahsûs şey giymek de böyledir. Küfür alâmeti bir şey yapan, meselâ puta secde eden kâfir olur. Bunları harbde düşmana karşı, sulhda zâlime karşı, hîle olarak kullanmak küfür olmaz.Bunları mizâh için, başkalarını güldürmek için, şaka için kullanmak da küfüre sebep olur. İ’tikâdının doğru olması fayda vermez. Kâfirlerin bayram günlerinde, o güne mahsûs şeylerini, onlar gibi kullanmak, bunları kâfire hediyye etmek küfür olur. Müslüman olmak için, nefsin de iman etmesi lâzım değildir. Nefsinden kalbine küfüre sebep olan şeyler gelen kimse, bunları söylemese, imanının kuvvetine alâmet olur. Küfüre sebep olan şeyi kullanan kimseye kâfir dememelidir. Bir Müslümanın bir işinde veya sözünde doksandokuz küfür ihtimâli olsa, bir iman ihtimâli olsa, bu kimseye kâfir denilmez. Müslümana hüsn-i zan etmek lâzımdır. Başkalarını güldürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen sözlerde küfürdenden korkulur. Gadab, kızgınlık ve hırs ile söylenen sözler de böyledir. Bunun için insan, sözünün ve işlerinin neye varacağını düşünmelidir. Herşeyde dînini kayırmalıdır. Hiçbir günahı, küçük görmemelidir. Bir kimse, küçük günah işlese, buna tevbe et denildikde, tevbe edecek bir şey yapmadım ki dese, yahut niçin tevbe edeyim dese, küfür olur. Çocuk, âkıl ve bâlig olduğu zaman, imanı, islâmı bilmese ve sorulunca anlatamasa, kafir olur. Çünkü,küçük iken, anasına babasına tâbi’ olarak imanı var idi. Bâlig olunca, onlara tâbi’ olması devam etmez. Bunun için akıl balig olan her gencin imanın ve islamın şartlarını yeteri kadar bilmesi ve bunlara inanması şarttır. İmanı muhafaza etmenin yolu 22.7.2002 En güzel ahlâk imanlı olmaktır. Bunun için imanlı olmanın kıymetini bilmeliyiz. Müslüman, imanın yok olmasına sebep olacağı sözbirliği ile bildirilmiş olan şeyleri bilerek istekle söyler veya yaparsa, dinden çıkar. Buna “Mürted” denir. Mürtedin, mürted olmadan önceki ibâdetleri ve sevapları yok olur. Tekrâr imana gelirse, zengin ise, yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını, oruclarını, zekâtlarını kaza etmesi lâzım olmaz. Mürted olmadan önce, kazaya bırakmış olduklarını kaza etmesi lâzımdır. Çünkü, mürted olunca, önceki günahlar yok olmaz. Dinimize göre, mürted olanın nikâhı fesh olur, gider. İmana gelerek, tecdîd-i nikâh etmeden önceki çocukları veled-i zinâ olur. Kesdiği, leş olur, yinmez. İmanının gitmesine sebep olan şeyden tevbe etmedikçe, yalnız (Kelime-i şehâdet) söylemekle veya namaz kılmakla, Müslüman olmaz. Mürted olacak şeyi yaptığını inkâr etmesi de tevbe olur. Tevbe etmeden ölürse, Cehennem ateşinde ebedî olarak azâb görür. Bunun için, küfürden çok korkmalı, az konuşmalıdır. Hadîs-i şerifte, “Hep hayırlı, faydalı konuşunuz. Yahut susunuz!” buyuruldu. Ciddî olmalı, latîfeci, oyuncu olmamalıdır. Dîne, kanûnlara, akla, insanlığa uygun olmıyan şeyler yapmamalıdır. Kendisini küfürden muhâfaza etmesi için, Allahü teâlâya çok duâ etmelidir. Hadîs-i şerifte, “Şirkden sakınınız. Şirk, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir” buyuruldu. Bu hadîs-i şerifteki şirk, küfür demektir. Bu kadar gizli olan şeyden korunmak nasıl olur denildikde, “Allahümme innî e'ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a'lemü ve estağfirüke li-mâ lâ-a'lemü inneke ente allâmülguyûb” duasını okuyun, buyuruldu. Her müslüman, sabah ve akşam, bu îman duâsını okumalıdır: Sabah duâsı gece yarısında okumaya başlanır. Akşam duâsı öyleden başlar. Bu duâyı sabâh ve akşam çok okumalıdır. Kâfirlerin, Cehennem ateşinde sonsuz azâb görecekleri, Cennete hiç girmiyecekleri söz birliği ile bildirilmişdir. Kâfir, dünyada sonsuz yaşasaydı, sonsuz kâfir kalmak niyetinde olduğu için, cezâsı da sonsuz azâbdır. Allahü teâlâ, herşeyin hâlikı, sâhibidir. Mülkünde dilediğini yapması hakkıdır. Ona, niçin böyle yaptın demeğe kimsenin hakkı yoktur. Bir şeyin sâhibinin, o şeyi dilediği gibi kullanmasına zulm denmez. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, zâlim olmadığını, hiçbir mahlûkuna zulüm yapmadığını bildirmektedir. Dünya ve âhıret huzuru için 23.7.2002 Allahü teâlânın emirlerine “Farz” denir. Yasak ettiği şeylere “Haram” denir. Farzlara ve haramlara “İslâmiyet” denir. İslâmiyete uymıyan şeyi yapmağa “Günah işlemek” denir. Günah işlemek küfür olmaz. Günah olduğuna önem verilmezse, küfür olur. İbâdet yapmanın lâzım olduğuna ve günahdan sakınmak lâzım olduğuna inanmamak küfür olur. Bir Velînin, aynı gün ve aynı saatde, çeşitli memleketlerde görüldüğünü söylemenin câiz olduğunu bildirilmiştir. Büyük âlim Ömer Nesefî “rahime-hullahü teâlâ”, Allahü teâlânın Evliyâsına, âdetini, kanûnlarını bozarak (kerâmet) vermesi câizdir, demiştir. Câhile “İman nedir, İslâm nedir?” gibi sorulmamalı. Bunların cevapları söylenip, böyle midir, demelidir. Evlenecek gençlere de böyle sormalıdır. Birisinde küfüre sebep olan sözler ve hareketler görülünce, kâfir dememeli, küfürü irâde ettiği, ahkâm-ı islâmiyyeye ehemmiyyet vermediği anlaşılmadıkca, sû-i zan etmemelidir. Bir kimseyi haksız olarak döven veya öldüren zâlime, iyi yaptın, bunu hak etmişti demek küfür olur. Yalan olarak, Allah biliyor ki, seni çocuğumdan çok seviyorum demek küfür olur. Vazîfe olduğuna inanmıyarak, ehemmiyyet vermiyerek, hafîf görerek namaz kılmamak, oruc tutmamak, zekât vermemek, küfür olur. Allahın rahmetinden ümmîdini kesmek küfürdür. Kat’î olarak bilinen haramlardan birine helâl demek de, küfür olur. Ezân, câmi’, fıkh kitapları gibi İslâmiyetin kıymet verdiği şeyleri aşağılamak, küfür olur. Abdestsiz olduğunu veya namaz vaktinin gelmediğini bildiği halde, namaz kılmak, bildiği halde kıbleden başka tarafa dönerek kılmak küfür olur. Bir Müslümanı kötülemek için, kâfir demek küfür olmaz. Kâfir olmasını isteyerek söylemenin küfür olacağı yukarıda bildirilmiştir. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, “Cehenneme girmeğe sebep olan şeyleri yapmayınız! Onun ateşi çok şiddetlidir. Dayanamazsınız!” diyerek, kullarına tekrâr tekrâr haber verdi. Sonsuz olan Cennet nimetlerine kavuşduracak şeyleri yaparak, islâmiyyeye uyarak dünyada ve âhırette rahat ve mes’ûd yaşamağa da’vet etti. Bu da’veti beğenip seçmeleri için, insanlara akıl ve irâde, ihtiyâr nimetlerini de verdi. Bu daveti kabul edip, iman eden, dinin emir ve yasaklarını yerine getiren sonsuz olarak Cennete kalacaktır. Kabul etmeyen de sonsuz olarak Cehennemde kalacaktır. Müslüman olmayının da Cennete gereceğini söyleyen dinden çıkar. Makam sahibi olmasının zararları 24.7.2002 Kalb hastalıklarının, yani kötü huyların en zararlılarından biri de, mal ve makam hırsıdır. Şu hadis-i şerifler “Hubbürriyâset” denilen, bu hastalığın ne kadar zararlı olduğunu göstermekte, teşhîs ve tedâvîsine ışık tutmaktadır: “İki aç kurt, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının yapacağı zarar daha çoktur.” “İnsana zarar olarak, din ve dünya işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir.” Yani, insanın din veya dünya işlerinde şöhret sâhibi olması, dînine de, dünyasına da çok zarar verir. “Övülmeyi sevmek, insanı kör eder ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur.” Makam ve şöhret sâhibi olmak arzusu, insanlarda üç şeyden hâsıl olur: Birinci sebep, nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister.İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehab olan meselâ, sadaka vermek için ve hayırât, hasenât yapmak için yahud mubah olan işler yapmak için, meselâ, iyi yimek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk çocuk sâhibi olup, rahat ve mesûd yaşamak için veya ibâdetlerine mâni olacak şeylerden kurtulmak için ve islâm dînine ve Müslümanlara hizmet için mevki sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ gibi ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmazsa ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevki sâhibi olması câizdir, hatta müstehabdır. Çünkü, câiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepleri, vâsıtaları yapmak da, câiz ve lâzım olur. Süleymân aleyhisselâm, “Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmiyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle!” diyerek melik ve emîr olmak istemiştir. Önceki dinlerden bildirilen ve red edilmiyen haberler bizim dînimizde de muteberdir. Hadîs-i şerifte, “Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmağı, bir sene devamlı gâzâ etmekten daha çok severim” buyuruldu. Bir hadîs-i şerifte, “Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmakdan daha iyidir” buyuruldu. Makam iyi yönde kullanılırsa faydalıdır 25.7.2002 Kötü huylardan olan makam sahibi olmak arzusu, hırsı dünya sevgisi artırır. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak ise çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevab kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü halde, Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, “O ne iyi kuldur” diye övmektedir. (Sad 30) İnsanı iyilik etmekten alıkoyan her şey dünyadır. Kur'an-ı kerimde, Cennetin, makam hırsıyla büyüklük taslamıyan kimselere verileceği bildirilmektedir. Ahiret nimetlerini elde etmek için makam ve mevki elbette iyidir. Mal gibi makamın da kendisi değil sevgisi engeldir. Hizmet için bir makama talip olmak başka şey, nefsin arzularını tatmin için makam sahibi olmak ayrı şeydir. Riyâ ile ve hakkı bâtıl ile karıştırarak makam sâhibi olmak câiz değildir. İyi niyet ile olsa da, câiz değildir. Çünkü, haramları ve mekrûhları, iyi niyet ile de yapmak câiz değildir. Hatta, bazı haramların iyi niyet ile yapılması, daha büyük günah olur. Niyetin iyi olması, tâ’atlarda, ibâdetlerde faydalı olur. Mubah, hatta farz olan bir amel, niyete göre günah olabilir. Günah işliyenin, “Sen kalbime bak! Kalbim temizdir. Allah kalbe bakar” sözünün yanlış, hatta zararlı olduğu buradan da anlaşılmakdadır. İnsan, makamsahibi olmağı nefsini eğlendirmek için ister. Nefsi, maldan olduğu gibi, mevki den de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa, nefsi lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz ise de, takvânın, himmetin az olduğunu gösterir. Mevki elde ettikten sonra, insanların gönüllerini kazanmak için, riyâ ve müdâhane ve gösteriş yapmasından korkulur. Hatta, münâfıklık ve hakkı bâtıl ile karıştırmak ve hatta hiyle ve yalan gibi tehlikeli hâller de olabilir. Helâl ile haram karışık olan şeyi yapmamak lâzımdır. Bir zaman, bir emîr, bir zâhidi ziyârete gitmiş. Zâhid, emîrin ve etrâfındakilerin kendisine yaklaşmak istediklerini anlayınca, ziyâfet vermiş. Kendisi, iri lokmaları hırs ile çabuk çabuk, yimeğe başlamış. Emîr, bu hâli görünce, zâhidi beğenmiyerek, oradan ayrılmış. Zâhid, arkasından, Elhamdü lillah! Rabbim beni kurtardı demiş. Mevki sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilâc, insanlardan uzak durmaktır. Din ve dünya için zarûrî vazîfelerden başka, insanlar arasına karışmamalıdır. Hadîs-i şerifte, bu ilâc tavsiye edilmektedir. Ayıplanma korkusu 26.7.2002 Ayıplanma korkusu yari, insanın, başkalarının kendisini kötülemelerine, çekiştirmelerine, ayıblamalarına üzülmesi kötü bir huydur. Kalb hastalıklarındandır. İnsanlardan utanmak ve başkalarının kötülemelerinden, ayblamalarından korkmak küfre sebep olur. Ebû Tâlibin sağlığında kâfir kalmasının sebepi budur. Ebû Tâlib, hazret-i Alînin babasıdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” amcasıdır. Resûlullahın Peygamber olduğunu biliyordu. İnsanların kötüliyeceklerinden korkarak ve ayıblıyacaklarını düşünerek, iman etmedi. Ebû Tâlib ölüm döşeğinde iken, Resûlullah onun yanına gelerek, “Ey amcam! Sana şefâ’at edebilmekliğim için, lâ ilâhe illallah söyle!” buyurdu. Cevâbında, “Ey kardeşimin oğlu, doğru söylediğini biliyorum. Lâkin ölüm korkusu ile imana geldi denilmesini istemem” dedi.Beydâvî tefsîrinde, Kasas sûresinin “Sevdiklerini hidâyete getirmek senin elinde değildir” meâlindeki, ellialtıncı âyet-i kerîmesinin bu zaman indiği bildirilmişdir. Kureyş kâfirlerinin ileri gelenleri, Ebû Tâlibin yanına geldiler. Sen, bizim emîrimizsin, sözlerin başımızın üzerindedir. Fakat, senden sonra, Muhammed ile “aleyhissalâtü vesselâm” aramızda düşmanlığın devam edeceğinden korkuyoruz. Ona söyle! Dînimizi kötülemesin, dediler. Ebû Tâlib, Resûlullahı yanına çağırdı. İşittiklerini söyledi. Resûlullahın, onlar ile sulh yapmıyacağını anlayınca, Müslüman olacağı anlaşılacak bazı şeyler söyledi. Bunları işitince, amcasının iman etmesini istedi. “İşitenler bana dil uzatacaklarından korkmasaydım, iman ederdim. Seni sevindirirdim” dedi. Öleceği zaman, bir şeyler söyledi. Bunları işitebilmek için, Abdüllah ibni Abbâs yanına yaklaşdı. İman ettiğini bildiriyor dedi. Ebû Tâlibin iman ettiği şübhelidir. (İbni Hacer-i Mekki, “Nimet-ül-kübra” kitabında öldükten sonra diriltilerek iman ettiğini bildirmektedir.) İnsanların kötülemelerinden ve ayıblamalarından korkmağa karşı ilâc olarak şöyle düşünmelidir: Kötülemeleri doğru ise, ayıblarımı bana bildirmiş oluyorlar. Bunları yapmamağa karar verdim demeli, böyle kötülemelerden ferahlık duymalıdır. Onlara teşekkür etmelidir. Hasen-i Basrîye, birisinin kendisini gıybet etdiğini haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip, “Sevaplarını bana hediyye ettiğini işittim. Karşılık olarak bu tatlıyı gönderiyorum” dedi. Yapılan kötüleme yalan ise, iftirâ ise, zararı söyliyene olur. Onun sevapları bana verilir. Benim günahlarım, ona yüklenir demelidir. İftirâ etmek, nemmâmlık yapmak, gıybet etmekden daha fenâdırlar. Nemîme, Müslümanlar arasında söz taşımaktır. Bozuk inanç küfre götürür 27.7.2002 Küfürden, imansızlıktan sonra en kötü huy, ahlâk, “Bid’at i’tikâdı” yani yanlış, sapık inançtır. İmanın bozuk ve sapık olmasıdır. Müslümanların çoğu, bu kötü hastalığa yakalanmışlardır. His organları ile anlaşılamıyan, hesap ile ulaşılamıyan şeylerde akıl yürütmek ve aklın yanıldığı şeylere inanmak, insanı bu hastalığa sürükler. Her Müslümanın (i’tikâdda mezheb)in iki imâmından birine, yani (Mâtürîdî) veya (Eş’arî) mezhebine tâbi’ olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birini taklîd etmek, insanı bu hastalıkdan kurtarır. Çünkü, (Ehl-i sünnet) âlimleri, aklın ermediği bilgilerde, yalnız Kur’ân-ı kerîme ve hadis-i şeriflere uymuşlar, akllarını yalnız bu ikisinin manalarını arayıp bulmakda ve anlamakda kullanmışlardır. Bu manaları, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da, Resûlullahdan öğrenmişler ve öğrendiklerini kitaplarına yazmışlardır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde açıkca bildirilmiş olan birşeye inanmıyan veya şübhe eden (Kâfir) yani Allahın düşmanı olur. Açık olarak bildirilmemiş, şübheli olan emirlere yanlış mana vermek (Bid’at) olur. Kur’ândan, hadîsden yanlış mana çıkarana (Bid’at sâhibi) denir. Kendi anladıklarına, düşüncelerine Kur’ân, hadîs diyene (Zındık) denir. Bu yanlış anladığına inanan, bid’at sâhibi olur. Böyle şey olmaz, aklım kabûl etmez derse, kâfir olur. Bir harama mubah diyen kimse, bir âyete veya hadis-i şerife dayanarak söyliyorsa, kâfir olmaz, bid’at sâhibi olur. Ebû Bekir ile Ömerin hilâfete seçilmeleri haklı değildi demek bid’atdir. Hilâfete hakları yok idi demek küfürdür. Hanefî mezhebinin âlimleri, i’tikâdda, Ebû Mansûr Mâtürîdî hazretlerine tâbi’ olmuşlardır. Mâlikî, şâfi’î ve hanbelî mezheblerinin âlimleri, i’tikâdda, Ebül-Hasen Eş’arî “rahimehullahü teâlâ” hazretlerine tâbi’ olmuşlardır. Bu iki mezhebin esâsda ayrılıkları yoktur. Her ikisi de, hak yoldadır. Muhammed Hâdimî hazretleri Bid’at sâhiblerinin muhakkak Cehenneme gidecekleri kitaplarında uzun yazmaktadır. Amelde, ibadetlerde dört mezhebden birine uymıyan Ehl-i sünnetten ayrılır. Ehl-i sünnetten ayrılanın da sapık veya kâfir olacağı S. Ahmet Tahtavi hazretlerinin Dürr-ül-muhtar haşiyesinde yazılıdır. Abdülgani Nablüsi hazretleri de, “Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir. Kur'an-ı kerimin manasını öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kelam, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır!” buyuruyor. Övülmeyi sevme hastalığı 28.7.2002 İnsanın övülmeyi sevmesi, kötü huylardandır. Kalb hastalığıdır. Bunun sebepi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Övülmek, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da, geçici olduğunu düşünmelidir. İnsanın, kendini sevmesi, nefsin hevâsına, şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi’ olması da kötü huylardandır.. Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkca bildirilmişdir. Nefsin arzûlarının, insanı Allah yolundan sapdırıcı oldukları, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmişdir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, Ona inâd, isyân etmek ister. Her işde, nefsin arzûlarına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfüre veya bid’at sâhibi olmağa yahut fıska yani haram işlemeğe başlar. Ebû Bekr Tamistânî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, “Nefse uymaktan kurtulmak, dünya nimetlerinin en büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür” Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri diyor ki, “İbâdetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır” İslâm bin Yûsüf Belhî, Hâtem-ül-esam’a bir şey hediyye etti. Hâtem bunu kabûl edince, bunu kabûl etmek nefsin arzûsuna uymak olmaz mı dediler. Kabûl etmekle kendimi zelîl, onu azîz eyledim. Red etseydim, kendim azîz, o zelîl olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, uzun bir hadis-i şerifin sonunda buyurdu ki, “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçdür: Hasîslik, nefse uymak, kendini beğenmek.” İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki, Allahü teâlânın insana yardımına mani olan perdelerin en kötüsü, (Ucb)dur. Yani ayıblarını görmeyip, ibâdetlerini beğenmektir. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki, “Ey havârîler! Rüzgâr, çok ışıkları söndürmüşdür. Ucb da, çok ibâdetleri söndürmüş, sevaplarını yok etmiştir.” Hadîs-i şerifte, “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır” buyuruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymağa mani olur. Ölümü unutmak, nefse uymağa sebep olur. Hadîs-i şerifte, “Aklın alâmeti, nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükden sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahdan af,merhamet beklemektir:” buyuruldu. Nefis, yetmiş şeytandan dana düşman 29.7.2002 Nefis, şeytandan daha tehlikelidir. Nefse uyup da, tevbe ve istigfâr etmeden, af ve Cennet beklemek ahmaklık olmaktadır. Sebebine yapışmadan birşey beklemeğe (Temennî) denir. Sebebine yapıştıktan sonra, beklemeğe (Recâ) denir. Temennî, insanı tembelliğe götürür. Recâ ise, çalışmağa sebep olur. Nefsin sevdiği, istediği şeylere (Hevâ) denir. Nefs, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir. “Nefsinden sakın dâim. Ona güvenme aslâ. Yetmiş şeytandan daha, fazla düşmandır sana” beyti, tâm yerinde söylenmiştir. Nefsin, insanı haramlara ve mekrûhlara sürüklemesinin zararları meydandadır. İstekleri hep hayvanî arzûlardır. Hayvanî arzûlar ise, hep dünyadaki ihtiyaclardır. İnsan bu arzûları peşinde olduğu kadar, âhıret ihtiyaclarını hâzırlamakta geri kalır. Çok mühim olan bir şey de, nefs mubahlarla doymaz. Mubahları kullanmağı artırdıkca, isteklerini artırır. Yine de, doymaz. İnsanı haramlara sürükler. Bundan başka, mubahları aşırı kullanmak, elemlere, dertlere, hastalıklara sebep olur. Böyle insan, hep midesini, zevkini düşünür. Hasîs ve rezîl olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Bütün varlıkların aslı, (Adem)dir, yokluktur. Herşey yok iken, Allahü teâlâ, bunları yoklukta biliyordu. İlmindeki bu ademlere, kendi sıfatlarından aks ettirdi, yansıttı. Varlıkların asılları hâsıl oldu. İlimdeki bu asılları, hârice çıkardı. Varlıklar hâsıl oldu. Elma çekirdeğinin, elma ağacına asl olması gibi. İnsanın yapısını anlamak için, birşeyin aynadaki hayalini düşünelim. Aynadaki bu görüntü, o şeyden gelen ışınların, aynadaki yansımalarıdır. Ayna adem gibidir. İnsanın kalbi ve rûhu bu ışınlara benzer. Ayna, insanın bedenine, camın parlaklığı ise, nefse benzer. Yani, nefsin aslı, ademdir. Kalb ile rûh ile ilgisi yoktur. Nefse uyan kimse, hep İslâmiyetin dışına çıkar. Hayvanlarda akıl ve nefs olmadığı için, ihtiyaclarını bulunca kullanırlar. Yalnız bedenlerine zarar veren, kendilerini inciten şeylerden kaçarlar. İslâm dîni, rahat ve huzûr içinde yaşamak için lâzım olan şeylerden ve dünya lezzetlerinden faydalı olanları yasak etmiyor. Bunların elde edilmesinde ve kullanılmasında, akla ve dîne uymağı emir ediyor. İslâm dîni insanların dünyada da, âhırette de rahat ve huzûr içinde yaşamasını istiyor. Bunun için, akla uymağı emir ediyor. Nefse uymağı yasak ediyor. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi. Nefs, iki tarafı keskin bıçak gibidir 30.7.3002 Kötülüklerin, kötü huyların kaynağı olan nefs olmasaydı ne olurdu? Nefsin faydası var mıdır? Nefs olmasaydı, insan, yaşaması ve üremesi için ve medenî hayat için lâzım olan şeyleri kazanmak için çalışmasında kusur ederdi ve Nefs ile cihâd sevapından mahrûm kalırdı. Meleklerden daha üstün olmak yolu kapalı kalırdı. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki, “Âhırette olacaklardan, sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yimek için et bulamazdınız!” Yani, hayvanlar âhıretteki azâbların korkusundan dolayı, yimekten, içmekten kesilirlerdi. Bir deri, bir kemik kalırlardı. İnsanlarda nefs olmasaydı, hayvanlar gibi, korkudan, yiyemez, içemez, yaşıyamazlardı. İnsanların yaşıyabilmeleri, nefslerinin gafleti ve dünya lezzetlerine düşkün olması iledir. Nefs, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de, zehirli ilâc gibidir. Tabîbin tavsiyesine göre kullanan, bundan fayda kazanır. Aşırı kullanan helâk olur. İslâmiyet, nefsin helâk edilmesini, yok edilmesini değil, terbiye edilmesini, ondan istifâde edilmesini emir etmektedir. Nefsin İslâmiyetin dışına taşmasını önlemek için, şey yapılmalıdır: Birincisi, ona uymamak, onun arzûlarını yapmamaktır. Buna, (Riyâzet) çekmek denir. Riyâzet, vera’ ve takvâ ile olur. (Takvâ), haramlardan sakınmakdır. (Vera’) haramlardan ve mubahları ihtiyacdan fazla kullanmakdan da sakınmakdır. Cihâdın ikincisi, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Buna (Mücâhede) denir. Bütün ibâdetler mücâhededir. Bu iki husus, nefsi terbiye eder. İnsanı olgunlaşdırır. Rûhları kuvvetlendirir. Sıddîkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoluna kavuşturur. Allahü teâlâ kullarının tâ’atlarına, ibâdetlerine muhtac değildir. Kullarının günah işlemesi Ona hiç zarar vermez. Kullarının nefslerini terbiye etmek, nefsle cihâd etmek için bunları emir etmiştir. İnsanlarda nefs olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hâsıl olurdu. Hâlbuki, beden birçok şeylere muhtactır. Yimek, içmek, uyumak, istirahat etmek lâzımdır. Süvâriye hayvan lâzım olduğu gibi, insana da beden lâzımdır. Hayvana bakmak lâzım olduğu gibi, bedene hizmet etmek de lâzımdır. İbâdetler beden ile yapılmaktadır. Emirler insan gücünün üzerinde değildir 31.7.2002 Kötülüklerden, kötü huylardan kurtulmanın yolu, İslamiyete uymak, ibadet etmek ve İslamiyetin istediği şekilde yaşamaktır. Niyet ederek İslâmiyete uymağa (İbâdet) etmek denir. Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına (İslâmiyet) denir. Emir edilenlere (Farz), yasak edilenlere (Haram) denir. İslamiyetin emir ve yasakları insan gücünün üzerinde değildir. Her insanın rahat, zorlanmadan yapabileceği kurallardır. Hadîs-i şerifte, “İbâdetleri tâkat getireceğiniz kadar yapınız. Neş’e ile yapılan ibâdetin kıymeti çok olur” buyuruldu. Beden istirahat edince, ibâdetler zevk ile yapılır. Beden ve zihin yorgun iken yapılan işden usanç hâsıl olur. Yorgunluğu gidermek için, arasıra mubah olan şeylerle, bedene neş’e getirmelidir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki, “Çok ibâdet yapınca, beden yorulur. Hareket etmek istemez. Bu zaman uyumakla veya sâlihlerin hayat hikâyelerini okumakla yahut mubah olan eğlencelerle bedeni neş’elendirmeli. Böyle yapmak, usanarak ibâdet yapmakdan efdaldir.” İbâdet yapmaktan maksad, hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de, kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allaha bağlamak içindir. “Namaz, insanı kötü ve çirkin işler yapmaktan korur” buyuruldu. Severek, neş’e ile kılınan namaz böyle olur. Bu neş’eyi hâsıl etmek için, nefsin mubahlardaki arzûlarını, ihtiyac olduğu kadar, yerine getirmek lâzım olur. Böyle yapmak, İslâmiyete uymak olur. İbâdetlere sebep olan mubahlar da ibâdet olur. “Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır” hadis-i şerifi, bu sözümüzün şâhididir. Uyuklıyarak, terâvîh namazı kılmak mekrûhdur. Uykulu hâl gidince, neş’e ile kılmalıdır. Uyuklıyarak kılınan namazda gevşekilik ve gaflet olur. Bu ifadeler yanlış anlamamalıdır. Yorgunluk ve usanç hâsıl olduğu zaman ibâdet te’hîr edilir, terk edilmez. Farzları özürsüz terk etmek büyük günahdır. Kaza etmek farz olur. Vâcibleri de kaza etmek vâcib olur. Sünnetleri terk eden, bunların sevapından mahrûm kalır. Özürsüz terk etmeği âdet ederse, bu sünnetlere mahsûs olan şefâ’atdan mahrûm kalır. Yorgun, hâlsiz, neş’esiz olmak, farzları vaktinden sonraya bırakmak için özür olmaz. Vaktinden sonraya bırakmak günahından ve azâbından insan kurtulamaz. Farzlara ve haramlara ehemmiyyet vermemenin küfür olduğu akâid kitaplarında bildirilmişdir. İslâm düşmanları bu noktadan da gençleri aldatmağa, İslâmiyeti içerden yıkmağa çalışıyorlar. Bunlara aldanmamak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkh ve ilmihâl kitaplarını okuyup, farzları, haramları iyi öğrenmekden başka çâre yoktur. Bozuk inançlık kimselerin peşinden gitmek 1.8.2002 Kötü huylardan biri de tanımadığı, itikatını, yaşayışını bilmediği kimselerin peşinden gitmektir. Ehl-i sünnet âlimi olduğu anlaşılmayan kimsenin sözlerinin, kitaplarının ve kendisinin medh olunmasına, yaldızlı, ateşli propagandalara aldanarak, buna tâbi’ olmak câiz değildir. Nasıl kimse olduğunu araştırmadan, onu güvendiği kimselere sormadan, i’tikâdında, sözlerinde ve ibâdetlerinde ona uymak, insanı felâkete götürür. Ehl-i sünnet âlimi olan hakîkî din adamlarının kabûl ve tasdîk etmediği kitaplardan ve sözlerden din bilgisi öğrenmeğe kalkışmamalıdır. Her din kitapına uyarak ibâdet yapmak câiz değildir. Ehl-i sünnet olmayan din adamlarının kitaplarına ve sözlerine uymamalıdır. Âlim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitapına uyarak amel etmek câiz değildir. Kıymetli kitaplardan toplanmış, terceme edilmiş Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları (ilmihâl kitapları)nı okumalıdır. Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihâl kitaplarını ve uydurma tefsîrleri okumak, insanı dünya ve âhıret felâketlerine sürükler. Mesela, zamanımızdaki sinsi din düşmanlarının fikir babalarından olan Kazanlı Mûsâ Carullah, Kur’ân-ı kerîme ve hadis-i şeriflere inanmayıp, yeni bir din uydurup, buna İslâmiyet demektedir. Yaldızlı kelimelerle, Müslümanlara gerici, Ehl-i sünnet âlimlerine yobaz demektedir. Kur’ân ve hadîsler, bugünkü fen bilgileri ile yetişmiş olan gençlerin uyacakları bir din değildir diyerek, uydurduğu düşüncelerine din demekde, kitapları ile gençleri aldatmaktadır. Bu tür zararlı kimselere aldanmamak için, kimin yolundan gittiğimize ve kimin kitaplarını okuduğumuza, dinimizi kimlerden öğrendiğimize dikkat etmemiz gerekir. Allaha imandan sonra, ibâdetlerin, üstünlüklerin en kıymetlisi, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmaktır. Ehl-i sünnet demek, i’tikâdda ve söylemekte ve her işte ve ibâdetlerde ve insanlara karşı yapılan işlerde, Muhammed aleyhisselâmın sünnetine, yani yoluna ve Eshâb-ı kirâma ve Tâbi’înin ve daha sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerinin icmâ’ına, yani söz birliğine uymaktır. Bunların yolunu, fıkh ve ilmihâl kitaplarından okuyup öğrenmek lâzımdır.Hakîkî Müslüman, bu yolda olanlardır. Müslümanların çoğu nefslerine ve kısa akllarına, kendi görüşlerine uyarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmışlar, (bid’at ehli) olmuşlardır. Müslümanın en büyük vazifesi kendini, çoluk çocuğunu ve yakınlarını bozuk fırkalardan korumak olmalıdır. Dünya kazancına dîni âlet etmek 2.8.2002 Riyâ, birşeyi olduğunun tersine göstermektir. Kısaca, gösteriş demektir. Âhıret amellerini yaparak âhıret yolunda olduğunu göstererek, dünya arzûlarına kavuşmak demektir. Kısaca, dünya kazancına dîni âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır. Sözleri veya ibâdetleri riyâ ile olan kimsenin, din bilgisi varsa, buna “Münâfık” denir. Din bilgisi yoksa, buna “Din yobazı” denir. Fen bilgisi olmayıp da, kendisini fen adamı tanıtıp, kendi görüşlerini, fen bilgisi olarak söyleyip, Müslümanları aldatmağa, bunların dinlerini, imanlarını bozmağa çalışan islâm düşmanlarına “Fen yobazı” denir. Riyânın zıddı, aksi “İhlâs” tır. İhlâs, dünya faydalarını düşünmeyip ibâdetlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeği hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de, O, seni görmektedir” buyuruldu. Başkalarının sevgisine ve medh etmelerine kavuşmak için, dünya işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan daha fenâdır. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ, hepsinden daha fenâdır. İbâdet yaparak Allahü teâlâdan dünya menfe’atlerini istemek, riyâ olmaz. Yağmur duâsına çıkmak böyledir. İstihâre yapmak da, böyledir. Sıkıntıdan, hastalıkdan ve fakirlikden kurtulmak için âyet-i kerîmeler okumak da, böyledir. Bunlarda hem ibâdet, hem de menfeat niyetleri bulunmaktadır. Ticaret maksadı ile hacca gitmek de böyledir. İbâdet niyeti hiç bulunmazsa riyâ olurlar. İbâdet niyeti çok olursa, sevap hâsıl olur. İbâdetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvîk etmek niyeti ile olursa, yine riyâ olmaz ve çok sevap olur. Ramezân orucunu tutmakda riyâ olmaz. Allahü teâlânın rızâsı için namaza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyânın zararı olmaz. Riyâ ile yapılan farzlar sahîh olur. İbâdet borcu ödenmiş olur ise de, sevapı olmaz. Riyâdan korkarak ibâdeti terk etmek câiz değildir. Allahü teâlânın rızâsı için namaza durup, namazı bitirinceye kadar hep dünya işlerini düşünürse, namazı sahîh olur. Şöhrete sebep olacak şekilde giyinmek de riyâ olur. Din adamlarının, temiz, kıymetli elbise giymeleri lâzımdır. Bunun için, imâmların, Cum’a ve bayram günleri zînetli elbise giymeleri sünnettir. Menfaat için nasihat riyadır 3.8.2002 Menfaat için, şöhret için va’z vermek, nasîhat etmek, kitap yazmak da riyâ olur. Nasihat, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker demektir. Münâkaşa etmek, başkalarından üstün görünmek ve övünmek için ilim öğrenmek de, riyâ olur. Dünyalık elde etmek, yani mal, mevkı’ elde etmek için ilim öğrenmek de, riyâ olur. Riyâ haramdır. Allahü teâlâ için olan ilim, Allahü teâlâdan korkmağı artırır. Kendi ayıblarını görmeğe sebep olur. Şeytanın aldatmasına mani olur. İlmini dünya kazancına, mâla ve mevkı’e kavuşmağa vâsıta eden din adamlarına “ulemâ-i sû” yani kötü din adamları denir. Bunların gideceği yer, Cehennemdir. Herkesin yanında sünnetlere uygun olarak, yalnız iken ise, edeblere uymıyarak yapılan ibâdetler, riyâ olur. Yapılan ibâdetin sevapını, ölü veya diri başkasına hediyye etmek câizdir. Hac, namaz, oruc, sadaka, Kur’ân-ı kerîm, mevlid okumak, zikir ve duâ okumak sevaplarını başkasına hediyye etmek câizdir. Bu ibâdetleri ücret karşılığı, pazarlık ederek yapmak câiz değildir. Allahü teâlâ için Kur’ân okuyup, verilen hediyye kabûl edilir. Hadîs-i şerifte, “Kabristândan geçen kimse onbir ihlâs sûresi okuyup, sevapını kabrdekilere hediyye ederse, meyyitler adedince sevap verilir” buyuruldu. İbâdetlerin sahîh olması için, Allahü teâlânın rızâsı için yapmağa niyet etmek lâzımdır. Niyet, kalb ile olur. Yalnız söylemek ile niyet edilmiş olmaz. Kalb ile birlikde olmak şartı ile söyliyerek niyet etmek câiz olur denildi. Kalb ile niyet, söz ile niyete benzemezse, kalbdeki niyete baklır. Yalnız yemîn etmek böyle değildir. Yemîn etmekte, söz esâsdır. İbâdetlerde niyetin söz ile yapılacağını bildiren hiçbir hadis-i şerif ve haber mevcûd değildir. Dört mezhebin imâmları da bildirmemiştir. Niyet, ibâdet yapmağı kalbe getirmek, hâtırlamak değildir. Allahü teâlâ için yapmağı irâde etmek, istemek demektir. Niyet, ibâdete başlarken yapılır. Daha önce, meselâ bir gün önce yapılırsa, niyet olmaz. Buna emel, arzû, va’d denir. Başkalarının günaha girmemeleri için, bir kimsenin mubahları terk etmesi iyi olur. Fakat sünnetleri, hatta müstehabları terk etmesi câiz olmaz. Meselâ gıybet yapmamaları için, misvâk kullanmağı terk etmek iyi olmaz. Misvâk, misvâk ağacının dalından kesilen dişleri fırçalamak için kullanılan bir çubuktur. Bir parmak kalınlığında, bir karış uzunluğundadır. Allah korkusunun alâmeti 4.8.2002 Günah işleyecek kimsenin, bu günahtan vaz geçmesi, Allahü teâlâdan korktuğu için veya insanlardan haya etdiği için, yahut başkalarının yapmasına sebep olmamak için olur. Allahü teâlâdan korkarak terk etmenin alâmeti, o günahı gizli olarak da işlememektir. İnsanlardan haya etmek, onların kötülemelerinden korkmak demektir. Başkalarının günah işlemelerine sebep olmak, yalnız yapmaktan daha çok günahtır. Başkalarının bu günahı işlemelerinin günahları da, kıyâmete kadar bunlara sebep olana yazılır. Bir hadîs-i şerifte, “İnsan günahını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, kıyâmet günü, bu günahı kullarından saklar” buyuruldu. Herkese vera’ sâhibi olduğunu bildirmek için, günahını saklamak ve gizli olarak devam etmek, riyâ olur. İbâdetlerini başkalarına göstermekden haya etmek câiz değildir. Haya, günahlarını, kabâhatlerini göstermemeğe denir. Bunun için, va’z vermekten ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmaktan, Kur’ân-ı kerîm ve mevlid okumaktan haya etmek câiz değildir. “Haya imandandır” hadis-i şerifinde haya, kötü, günah şeyleri göstermekden utanmak demektir. Müminin, önce Allahü teâlâdan haya etmesi lâzımdır. Bunun için, ibâdetlerini sıdk ile, ihlâs ile yapmalıdır. Buhârâ âlimlerinden birisi, sultânın oğullarının sokakta abes oyun oynadıklarını gördü. Elindeki asâ ile bunları dövdü. Sultân, bunu çağırıp, sultâna karşı çıkanın hapis olacağını bilmiyor musun dedi. Âlim, cevâb olarak, Rahmâna karşı çıkanın Cehenneme gideceğini bilmiyor musun dedi. Sultân, emr-i ma’rûf yapmak vazîfesini sana kim verdi dedi. Âlim, seni kim sultân yaptı cevâbını verince, beni halîfe sultân yaptı dedi. Beni de, halîfenin Rabbi vazîfelendirdi dedi. Sultân, sana Semerkand şehrinde emr-i ma’rûf yapmak vazîfesini veriyorum dedikte, ben de kendimi bu vazîfeden azl ettim cevâbını verdi. Bu cevâbına hayretettim, emir olunmadan, izin verilmeden vazîfe yaptığını söyledin. İzin verilince de, azl olunmanı istiyorsun dedi. Sen izin verince, sonra azledersin. Rabbimin verdiği vazîfeden beni kimse azledemez dedi. Bu söz üzerine sultân, dile benden istediğini vereyim dedi. Gençlik hâlimi bana getir dedi. Bu iş elimden gelmez deyince, bana bir fermân yaz da, Cehennemdeki meleklerin reîsi olan Mâlik, beni ateşte yakmasın dedi. Bunu da yapamam deyince, benim öyle bir sultânım var ki, herşeyimi Ondan istiyorum. Her dilediğimi ihsân etdi. Bunu yapamam hiç demedi, dedi. Sultân, beni duâdan unutma diyerek serbest bırakdı. “Ancak Allah için yapılanlar kıymetlidir” 5.8.2002 İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emir olundu. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlânın birliğine iman edenden ve namazı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmıyan, Allahü teâlâyı tahkîr etmiş olur” ve “Sizde bulunmasından en çok korkduğum şey, şirk-i asgara yakalanmanızdır. Şirk-i asgar, riyâ demekdir” ve “Dünyada riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyada kimler için ibâdet ettin ise, sevaplarını onlardan iste denir” ve “Allahü teâlâ buyuruyor ki, benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden, sevaplarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder” buyuruldu. Resûlullah Efendimiz, Mu’âz bin Cebeli, Yemene vâlî olarak gönderirken, “İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir” ve “İbâdetlerini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler” ve “Dünyada haram edilmiş olan şeyler mel’ûndur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir” buyuruldu. Dünya nimetleri geçicidir. Ömürleri pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dînini vermek ahmaklıktır. İnsanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikce, kimse kimseye fayda ve zarar yapamaz. İnsana Allahü teâlâ kâfîdir. Allahü teâlâdan korkmalı, Onun rahmetinden ümmîdi kesmemelidir. Ümmîd, recâ, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun daha fazla olması, ihtiyârlarda recânın daha fazla olması lâzımdır denildi. Hastalarda recâ fazla olmalıdır. Korkusuz recâ ve recâsız korku câiz değildir. Birincisi emîn olmak, ikincisi ümmîdsiz olmaktır. Hadîs-i kudsîde, “Kulumu, beni zan ettiği gibi karşılarım” buyuruldu. Zümer sûresindeki elliüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, “Allah bütün günahları af eder. O gafûrdur, rahîmdir” buyuruldu. Bunlardan, recânın fazla olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. “Allah korkusundan ağlayan, Cehenneme girmez” ve “Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” hadis-i şerifleri de, havfın, korkunun fazla olması lâzım geldiğini göstermektedir. Çok yaşama arzusu (Tûl-i emel) 6.8.2002 Tûl-i emel, zevk ve safâ sürmek için çok yaşamağı istemekdir. İbâdet yapmak için, çok yaşamağı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhibleri, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tevbe etmeği terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hâtırlamazlar. Va’z ve nasîhatdan ibret almazlar. Hadîs-i şerifte, “Lezzetlere son veren şeyi çok hâtırlayınız” buyuruldu. Yine, hadîs-i şerifte, “Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yimek için semiz hayvan bulamazdınız” ve “Gece ve gündüz ölümü hâtırlayan kimse, kıyâmet günü şehîdler yanında olacakdır” buyuruldu. Tûl-i emel sâhibi, hep dünya mâlına ve mevkı’ine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhıreti unutur. Yalnız zevk ve safâsını düşünür. Çoluk çocuğunun bir senelik gıdasını hâzırlamak, uzun emel olmaz. Hadîs-i şerifte, “İnsanların en iyisi ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir” ve “İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır” ve “Ölmek istemeyiniz. Kabir azâbı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saadetdir” ve “Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyâmet günü nûr olacaktır” buyuruldu. Tûl-i emelin sebepleri, dünya zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sağlığın, gençliğin ölüme mani olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zaman görülmekdedir. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hâtırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerifte, “Ölümü çok hâtırlayınız. Onu hâtırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhırete zararlı olan şeylerden sakınmağa sebep olur” buyuruldu. Eshâb-ı kirâmdan Bera’ bin Âzib hazretleri diyor ki, bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah kabir başına oturdu. Ağlamağa başladı. Mubârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra, “Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hâzırlanınız” buyurdu. Ömer bin Abdül’azîz, bir âlimi görünce, nasîhat istedi. O da, şimdi halîfesin, istediğin gibi emir edersin. Yarın öleceksin, dedi. Biraz daha söyle deyince, Âdem aleyhisselâma kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi, dedi. Halîfe, uzun zaman ağladı. “İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir” 7.8.2002 Hadîs-i şerifte, “İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kaza ve kadere iman etmek yetişir” buyurdu ve “İnsanların en akllısı, ölümü çok hâtırlayandır. Ölümü çok hâtırlayan insana, dünyada şeref, âhırette yüksek dereceler nasîb olur” ve “Allahü teâlâdan haya ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamıyacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyacınızdan fazla binâlar yapmakla hayatınızı harcamayınız” ve “Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dîninizin ve dünyanızın harâb olmasına sebep olur” ve çok sevdiği Üsâme bin Zeydin bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince, “Siz buna hayıret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sâhibi olmuş” buyurdu. Bir hadîs-i şerifte, “Cennete gitmek istiyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünya işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahdan haya etsin” buyurdu. Haram olan lezzetlerin içinde yaşamak için uzun emel sâhibi olmak haramdır. Mubahlarla lezzetlenmek için tûl-i emel sâhibi olmak, haram değil ise de, iyi değildir. Çok yaşamağı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamağı istemelidir. Kalb hastalıklarından birisi de “Tama” dır. Dünya lezzetlerini haram yollardan aramağa “Tama” denir. Tama’ın en kötüsü, insanlardan beklemektir. Kibre, ucba sebep olan “Nâfile” ibâdetleri ve âhıreti unutturan “Mubah” ları yapmak da Tama’ olur. Tama’ın zıddına, aksine “Tefvîz” denir. Tefvîz, helâl ve faydalı şeyleri kazanmağa çalışıp da, bunlara kavuşmağı Allahü teâlâdan beklemektir. Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama’ı tefvîz olarak göstererek, insanı aldatmağa çalışır. Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmişdir. Bu melek, insana iyi düşünceler ilhâm eder. Şeytan da, insanın kalbine kötü düşünceler, vesveseler getirir. Helâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Haram yiyenler ayıramaz. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir. Bu düşüncelere ve arzûlara “Hevâ” denir. İlhâm ve vesvese devamlı olmaz. Nefsin hevâsı ise, devamlıdır ve gittikce artar. Vesvese, duâ ederek, zikir ederek azalır ve yok olur. Hevâ ise, ancak kuvvetli “mücâhede” ile azalır, yok olur. Şeytan, köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka tarafdan yine gelir. Nefs, kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. Nefs ve şeytanın istekleri 8.8.2002 İnsanın nefsi dâimâ zararlı şeyler ister. Şeytan ise, çok hayırlı işe mani olmak için, az hayırlı olan şeyde vesvese verir. Büyük günaha sürüklemek için, küçük hayır yapmağı da vesvese eder. İnsan, şeytanın bir vesvesesine uymazsa, bundan vazgeçer. Başka vesveseye başlar. Şeytanın vesvesesi olan hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Bunun için, hadîs-i şerifte, “Acele etmek, şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, müsâfiri doyurmak, günah yapınca hemen tevbe etmek” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Yâ Alî! Üç şeyi gecikdirme! Namazı evvel vaktinde kıl! Hâzırlanmış cenâze namazını hemen kıl! Dul veya kızı, küfvü, dengi isteyince, hemen ver!” Yani, namazını kılan ve günah işlemiyen ve nafakasını helâlden kazanan birini bulunca, hemen ona ver buyuruldu. İlhâm olunan hayır, Allahü teâlânın korkusu ile ve yavaş yavaş yapılır ve sonu düşünülür. Bir hadîsde, “Melekten gelen ilhâm, İslâmiyete uygun olur. Şeytandan gelen vesvese İslâmiyetden ayrılmağa sebep olur” buyuruldu. İnsan, ilhâm olunan şeyleri yapmalı. Vesveseyi yapmamak için cihâd etmeli, çalışmalıdır. Nefse uyan kimse vesveselere tâbi’ olur. Nefsin hevâsına uymayanın, ilhâma uyması kolay olur. Bir hadîs-i şerifte, “Şeytan, kalbe vesvese verir. Allahın ismi zikir edilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devam eder” buyuruldu. Kalbe gelen hâtıranın cinsini anlamak için, İslâmiyete uygun olup olmadığına bakılır. Böyle anlaşılamazsa, sâlih olan bir âlime sorulur. Sâlih olmıyan, dîni dünya kazançlarına âlet eden kötü din adamına sorulmaz. Yahut, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” kadar üstâdlarının hepsi ma’lûm olan hakîkî bir rehbere sorulur. Evliyâ, az olsa da, kıyâmete kadar mevcûddur. (Kutb-i irşâd) denilen Ehl-i sünnet âlimi her zaman ve her yerde bulunmaz. Uzun zaman aralıkları ile ve nâdir olarak bulunur. Her yerde çok bulunan câhil tarîkatcıları ve yalancı şeyhleri, hakîkî rehber sanmamalıdır. Böylelerin tuzaklarına düşerek dünyada ve âhırette saadetden mahrûm kalmamak için çok uyanık olmalıdır. Kalbe gelen hâtıra, nefse acı gelirse, hayır olduğu anlaşılır. Tatlı gelir, hemen yapmak isterse, şer olduğu anlaşılır. Şeytanın hileleri 9.8.2002 Şeytanın hîleleri çoktur. Bunlardan onu mühimdir: Birincisi, Allahü teâlânın senin ibâdetine ihtiyacı yoktur, der. Buna karşı Bekara sûresi, altmışikinci âyetinin “Amel-i sâlihin faydasi, bunu yapanadır” meâl-i şerîfini hâtırlamalıdır. Şeytanın ikinci hîlesi, Allahü teâlâ rahîmdir, kerîmdir, seni de af eder, Cennete kor, der. Buna karşı, Lokman sûresi, otuzüçüncü âyetinin “Allahın kerîm olması, sizi aldatmasın” ve Meryem sûresi, altmışüçüncü âyetinin, “Cennete kullarımızdan müttekî olanları vâris kılarız” meâl-i şerîflerini hâtırlamalıdır. Üçüncü hîlesi, senin ibâdetlerin hep kusurludur. Riyâ karışıktır. Böyle ibâdetlerle müttekî olamazsın. Allahü teâlâ, Mâide sûresinde, “Allah, yalnız müttekîlerin ibâdetlerini kabûl eder” buyuruyor. Senin ibâdetlerin kabûl olmaz. Boşuna uğraşıyorsun. Boş yere, sopa yiyen hayvan gibi, eziyyet çekiyorsun, der. Buna karşılık, ben, Allahü teâlânın azâbından kurtulmak ve emrine uymak için ibâdet ediyorum. Benim vazîfem, emri yerine getirmektir. Kabûl olup olmıyacağı, Onun bileceği şeydir. Şartlarına uygun olan ve farzları yapılan ibâdetin sahîh olması muhakkaktır, demelidir. Farzları terk etmek büyük günahtır. Bu günahlardan kurtulmak için ibâdetleri yapmak lâzımdır. İbâdet yapmadan Cennete girmek için duâ etmek günahdır. Hadîs-i şerifte, “Aklı olan kimse, nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan, nefsine uyar, sonra Allahın rahmetini bekler” buyuruldu. Âhıret için lâzım olan şeyleri, bu fânî dünyada hâzırlamak lâzımdır. Şeytanın hîlelerinden dördüncüsü, şimdi dünyayı kazanmak için çalış da, rahata kavuş, o zaman, rahat rahat, huzûr içinde ibâdet edersin, diyerek ibâdet yapmağa mani olur. Buna cevâb olarak, ecel benim elimde değildir. Herkesin ömrünü Allahü teâlâ ezelde takdîr etmiştir. Belki yakında ölürüm. İbâdet vazîfelerini vaktinde yapmalıyım, demelidir. Hadîs-i şerifte, “Helekel-müsevvifün” buyuruldu ki, bugünkü vazîfelerini yarına bırakanlar zarar ettiler, demektir. Şeytanın hîlelerinden beşincisi, ibâdetleri terk ettiremeyince, çabuk kıl, vaktini kaçırma, diyerek şartlarını, farzlarını tamam yaptırmamak ister. Buna karşılık, farzlar çok azdır. Bunları, yavaş yavaş ve şartlarına uygun olarak yapmak lâzımdır. Farz olmıyanları da, şartlarına uygun olarak az yapmak, şartları noksan olarak çok yapmakdan iyidir, demelidir. Şeytanın hileleri (2) 10.8.2002 Şeytan altıncı hîle olarak, ibâdetlerini gizli yap. Allahü teâlâ, senin sevgini ve şerefini insanların kalbine yerleştirir, diyerek gizli riyâya düşürmek ister. Buna karşılık, ben Allahü teâlânın kuluyum. O, benim sâhibimdir. İbâdetimi isterse beğenir, isterse red eder. İnsanlara bildirip bildirmemesine karışamam, demelidir. Yedinci hîle olarak da, ibâdet yapmağa ne lüzûm var? İnsanların sa’îd ve şakî olacakları ezelde takdîr edilmişdir. Sa’îd olan, ibâdeti terk edince, af edilir, Cennete gider. Ezelde şakî olan, ne kadar ibâdet yaparsa yapsın, faydasi olmaz, muhakkak Cehenneme gider. O halde, kendini boşuna yorma! Rahatına bak, der. Buna cevâb olarak, ben kulum, kulun vazîfesi, sâhibinin emrini yapmaktır, demelidir. Buna karşılık, “Emri yapmayınca, azâb korkusu olursa, emri yapmak lâzım olur. Ezelde sa’îd olan için bu korku yoktur” derse, buna cevâb olarak da, Rabbim herşeyi bilir ve dilediğini yapar. Dilediğine hayır, dilediğine şer verir. Kimsede, Ona süâl sormak hakkı yoktur demelidir. İblîs, Îsâ aleyhisselâma görünerek, “Ezelde Allahü teâlânın takdîr ettikleri hâsıl olur” diyorsun, öyle mi? dedi. Evet, öyledir buyurdu. Öyle ise, kendini şu dağın tepesinden aşağı at. Eğer ezelde selâmetin takdîr edilmiş ise, sana birşey olmaz dedi. Cevâbında, ey mel’ûn! Allahü teâlâ kullarını imtihân eder. Kulun, sâhibini imtihân etmeğe hakkı yoktur, buyurdu. Şeytanın bu hîlesine karşı, “İbâdet yapmak faydalıdir. Çünkü, ezelde sa’îd isem, sevapların artması, derecelerin yükselmesi için ibâdetleri yapmak lâzımdır. Şakî isem, ibâdet yapmamak azâbından kurtulmak için, ibâdet yapacağım” demelidir. İbâdet yapmanın bana hiçbir zararı da olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ hakîmdir. İbâdet yapanlara azâb etmesi, Onun hikmetine yakışmaz. İbâdeti terk etmenin, ezelde sa’îd olana zararı olmasa bile, faydasi yoktur. Böyle olunca, terk etmek nasıl tercîh edilir? Aklı olan kimse, faydalı olanı yapar. Faydasiz olanı terk eder. Ezelde şakî isem, Rabbime itâ’at etmiş olarak Cehenneme girmeği, âsî olarak girmeğe tercîh ederim. Bundan başka, Allahü teâlâ, ibâdet edenleri Cennete sokacağını, ibâdet etmiyenlere Cehennemde azâb yapacağını va’d etmiştir. Allahü teâlâ va’dinde sâdıkdır. Va’dinden dönmiyeceği, söz birliği ile bildirilmiştir. Allahü teâlâ herşeyi sebep ile yaratmaktadır. Âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Ancak mu’cize ve kerâmet olarak âdetini bozmaktadır. İbâdetleri, Cennete girmek için sebep yaptığını bildiriyor. Yani, Cennet nimetlerini ibâdetlere karşılık olarak yaratmışdır. Hadîs-i şerifte, “Hiç kimse Cennete, ibâdeti sebepi ile girmez” buyuruldu. Karşılık başkadır, sebep olmak başkadır. Şeytanın hileleri (3) 11.8.2002 Şeytan sekizinci hîle olarak riyâyı tavsiye eder. Herkes görsün de, beğensin, der. Buna cevâb olarak, kendine fayda ve zarar vermek, kimsenin elinde değildir. Başkalarına ise, hiç veremezler. Böyle olan kimselerden birşey beklemek abes olur, bâtıl olur. Fayda ve zarar veren ancak Allahü teâlâdır. Yalnız onun görmesi, bana yetişir, demelidir. Dokuzuncu hîle olarak, ibâdetlere mani olamıyacağını anlayınca, insana ucb, yani ibâdetlerini beğenmek vesvesesi verir. Senin gibi akllı, uyanık kimse var mı? Bu zamanda, herkes gaflet uykusunda iken, sen ibâdet yapıyorsun, der. Buna karşılık, bu akl ve intibâh benden değildir. Rabbimin ihsânıdır. Onun ihsânı olmasa, ibâdet yapamam demelidir. Şeytan hîlelerinin onuncusu olarak, ibâdet yapmak ezelde takdîr edilmiş ise, mümkin olur. Allahü teâlânın takdîri değişmez. İbâdet yapmakta ve terk etmekde insanlar mecbûr olmaktadır, der. Şeytanın bu sözü bir evvelkinin aynıdır. Ezelde sa’îd denilenlere ibâdet yapmak nasîb olur. Şakî denilenlerin de terk etmeleri lâzım olur. Şeytanın bu hîlesine karşı, herşeyi ve insanların iyi, kötü her işini Allahü teâlâ yaratıyor ise de, insanlara ve hayvanlara (irâde-i cüz’iyye) vermiştir. İrâde-i cüz’iyye insandan meydana gelir. Fakat, insan bunu yarattı denilemez. Çünkü irâde hâricde mevcûd birşey değildir. İnsanın kalbinde hâsıl olmaktadır. Hâricde mevcûd olan şeyin meydana gelmesine (Halk etmek), yaratmak denir. Allahü teâlânın (İrâde-i külliye)si ise hâricde vücûdü var olan bir kuvvetdir. Allahü teâlâ, insanın ihtiyârî hareketini yaratmak için, insanın irâdesini sebep kılmıştır. Bu şart olmasa da yaratır. Fakat bu şart ile, bu sebep ile yaratması âdetidir. Peygamberlerinde ve Evliyâsında bu âdetini bozarak sebepsiz de yarattığı çok görülmüşdür. Buna (Mucize ve Kerâmet) denir. İnsanların işleri yalnız irâde-i cüz’iyye ile meydana gelmez. Yani insanın her istediği vücûde gelmez. Yalnız Allahü teâlânın irâdesi ile de yaratmak âdeti değildir. Bunun için, insanlar işlerinde mecbûr değildirler. İnsan irâde eder. Hareket etmesini ister, kudretini kullanır, Allahü teâlâ da, irâde ederse, iş meydana gelir. Şeytan, “İnsan, Allahü teâlâ isterse ibâdet yapar, istemezse yapmaz. O halde insan, işleri yapıp yapmamakda cebr olunmaktadır. İnsan çalışsa da, çalışmasa da, ezeldeki kaza ve kader hâsıl olacaktır” diyerek aldatmaktadır. Şeytanın hileleri (4) 12.8.2002 Şeytan kaza ve kader konuları ile insanı tuzağa düşürmek ister. İnsanın işlerini Allahü teâlânın ezelde takdîr etmesi demek, insanın neleri irâde edeceğini bilmesi ve dilemesi demektir. Bunları Levh-ül-mahfûzda yazmıştır. Böyle olduğu için, kulun mecbûr olması lâzım gelmez. Büyük islâm âlimi seyyid Abdülhakîm efendi, “Ezeldeki kaza ve kader, Allahü teâlânın kullarının neleri yapmak istediğini ezelde bilmesidir. Neleri yapmasını ezelde emir etmesi değildir” buyurdu. Yani kaza ve kader, emr-i ezelî değildir, ilm-i ezelîdir. Yani bir cebr-i mütehakkim değil, ilm-i mütekaddimdir. Bir kimse, birisinin bir günde yapacağı şeyleri bilse ve bunları yapmasını irâde etse ve hepsini bir kâğıda yazsa, bunları yapacak olan kimse, o kimsenin mecbûru olmaz. Yapacaklarımı biliyordun ve yapılmasını istedin ve kâğıda yazdın. O halde, bunları sen yaptın da diyemez. Çünkü, bunları kendi irâdesi ile ve kendisi yapmışdır. O kimsenin bildiği ve dilediği ve yazdığı için yapmamıştır. Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve levh-ül-mahfûza yazması da, insanları mecbûr etmek olmaz. Allahü teâlâ ezelde dilediği için, levh-ül-mahfûza yazmıştır. Kulun yapacağını bildiği için, yapılmasını irâde etmiştir. Allahü teâlânın ezeldeki bilgisi, kulun kendi irâdesi ile yapacağı işe bağlıdır. Kulun işi de, Allahü teâlânın bu ilmi ve irâdesi ile ve yaratması ile meydana gelmekdedir. Kul, irâdesini kullanmazsa, Allahü teâlâ, kulun irâdesini kullanmıyacağını ezelde bilir ve bildiği için irâde etmez ve yaratmaz. Demek ki, ilim ma’lûma tâbi’dir. İnsanların irâdesi olmasaydı da, insanların işleri yalnız Allahü teâlânın irâdesi ile yaratılsaydı, insanlar mecbûrdur denilirdi. Ehl-i sünnet mezhebine göre, insanların işleri, insanın kudreti ile Allahü teâlânın kudretinin birlikde te’sîri ile meydana gelmekdedir. Akıl, nefs ve rûh, kalb gibi birer varlıktırlar. Bu üçünün de, kalb ile bağlantısı, irtibâtı vardır. İnsanın, gözü, kulağı, burnu, ağzı ve cildi ile his etdiği renk, ses, koku, tad ve sıcaklık, sertlik gibi şeyler, duygu sinirleri ile dimâga gelir. Beyin de bunları hemen kalbe bildirir. Aklın, nefsin, rûhun ve şeytanın arzûları, istekleri de, kalbe gelir. Kalb, ne yapılacağına karar verir, irâde eder, seçer. Bu şeyleri yâ red eder, yok eder. Yahut dimâga bildirir. Dimâg da, bunları hareket sinirleri ile uzvlara, organlara bildirir. Organlar da, Allahü teâlâ isterse ve kuvvet verirse, hareket ederek, kalbin irâde ve ihtiyâr etdiği şey yapılır. Kibir her iyiliğe engeldir 13.8.2002 Kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Kibirli kimsenin kalbi, kendini başkasından üstün görmekle rahat eder. Diğer bir kötü huy olan “Ucb” ise, kendini başkalarından üstün bilmektir. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibâdetlerini beğenir. Kibir; kötü huydur. Haramdır. Yaratanını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Kibir her iyiliğe manidir. Çok din adamı, bu kötü hastalığa yakalanmışdır. Hadîs-i şerifte, “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez” buyuruldu. Kibrin aksine “Tevazu” denir. Tevazu kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemektir. Tevazu, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerifte, “Tevazu edene müjdeler olsun” buyuruldu. Tevazu sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Mâlını helâldan kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet eder. Hadîs-i şerifte, “Tevazu eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır” ve “Allah için tevazu edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyuruldu. Tekebbür edene, yani kibir sâhibi olana karşı tekebbür etmek câizdir. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sâhibidir. Kibir sâhibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevaptır. Kibir sâhibine karşı tevazu eden kimse, kendisine zulüm etmiş olur. Bid’at sâhiblerine ve zenginlere karşı da tekebbür etmek câizdir. Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Harpte düşmana karşı tekebbür etmek sevaptır. Sadaka verirken, neş’e ve sevinç ile karışık tekebbür etmek lâzımdır. Sadaka verenin tekebbür etmesi, fakire karşı değildir. Verdiği mâlı küçültmektir. Mâla kıymet vermediğini gösterir. Hadîs-i şerifte, “Veren el, alandan yüksektir” buyuruldu. Riyâ, gösteriş yapanlara karşı da tekebbür etmek câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması, yani aşırı olmaması lâzımdır. Aşırı tevazu, ancak üstâda ve âlime karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. Hadîs-i şerifte, “Aşırı tevazu Müslüman ahlâkından değildir” buyuruldu. Kibir çeşitleri 14.8.2002 Kibir çeşitlerinin en kötüsü Allahü teâlâya karşı kibirli olmakdır. Nemrûd böyle idi. Tanrı olduğunu ilân etti. Allahü teâlânın nasîhat vermek için gönderdiği Peygamberi İbrahim aleyhisselâmı ateşe attı Fir’avn da böyle ahmaklardan biri idi. Mısırda ülûhiyyetini i’lân etdi. Ben sizin güçlü tanrınızım dedi. Allahü teâlâ, nasîhat vermek için, Mûsâ aleyhisselâmı gönderdi. Buna inanmadı. Allahü teâlâ, onu Süveyş denizinde boğdu. Bunlar gibi, bu dünyanın yaratıcısına inanmayanlara ateist denir. Her asırda böyle ahmaklar gelmiştir. Mao gibi, Stalin gibi zâlimler, milyonlarca insanı öldürerek ve işkence yaparak ve din, islâm adamlarını ve kitaplarını yok ederek, milletlerini sindirmişler, korkutmuşlardır. Her istediklerini zorla yaptırarak şımarmışlardır. İlâha, ma’bûda mahsûs üstünlüklere mâlik olduklarını sanmışlar ve söylemişlerdir. İslâm kitaplarının memleketlerine sokulmasını, okunmasını yasak etmişler, dinden, Allahü teâlâdan bahsedenleri öldürmüşlerdir. Allahü teâlânın kahrından, gadabından kurtulamayıp yok olmuşlar. Târîhte geçen bütün zâlimler gibi, la’net ve nefret ile anılmışlardır. İhtilâl ve hîle yolu ile, bazı arab memleketlerinin başına geçen, zehirli propagandalarla beyinleri yıkanmış, zâlimler, diktatörler de, o ateistleri taklîd ediyor, islâm düşmanlığı yapıyorlar. Târîh kitaplarında okudukları zâlimlerin feci’ âkıbetlerinden ibret almıyorlar. Dünyada, âhırette başlarına gelecek olan azâbları, felâketleri hiç düşünmiyorlar. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” karşı da tekebbür edenler çok işitildi. Allahın gönderdiği Peygamber bu mudur? dediler. Bu Kur’ân, Mekke şehrinin ileri gelenlerine indirilseydi iyi olurdu dediler. Târîh boyunca, islâmın büyüklerine karşı da, böyle tekebbür edenler, alay edenler, hiç eksik olmadı. Bu tekebbürler, âciz, za’îf, elinden birşey gelmeyen, hatta kendinden ve bedeninin yapısından haberi olmıyan kulun, kendi mâlikine, sâhibine, kuvveti, gücü sonsuz olan Rabbine karşı bir savaş idi. Vaktiyle iblîs de, böyle tekebbür etti. Meleklere, Âdem aleyhisselâma karşı secde etmeleri emir olununca, toprağa karşı niçin secde edeyim? Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşden, onu çamurdan yarattın diyerek, Rabbine karşı geldi. Ateşin alevini, latîfliğini ve ışık yaydığını görünce, onu sudan ve toprakdan üstün sandı. Hâlbuki üstünlük, kendini üstün görmekde değil, tevazu göstermektedir. Toprak ateşten üstündür 15.8.2002 Şeytan, ateşten yaratıldığını söyleyerek, topraktan yaratılan Adam aleyhisselama karşı kibirlendi. Halbuki, Cennette toprak vardır ve misk gibi kokacakdır. Cennetde ateş yoktur. Ateş, Cehennemde azâb vâsıtasıdır. Ateş, harâb etmeğe, toprak, binâ yapmağa yarar. Mahlûklar toprak üstünde yaşamaktadır. Hazîneler, defîneler toprakda bulunur. Kâ’be topraktan yapılmıştır. Ateşin ışığı gecelere son verir, gündüzü getirir ise de, toprakdan çiçekler, meyveler hâsıl olmaktadır. Kâinâtın, varlıkların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın yeri topraktır. Hadis-i şeriflerde, “Allahü teâlâ buyuruyor ki, kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûsdur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam” ve “Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete girmeyecektir” buyurdukta, güzel elbise giymeği ve temiz ayakkabı kullanmağı seven kimse, böyle midir? denildi. Cevâbında, “Allahü teâlâ cemîldir. Cemâl sâhiblerini sever” buyurdu. Çirkin, iğrenç olmamak için, çirkinlikle meşhûr olmamak için yapılan temizliğe, güzelliğe, cemâl sâhibi olmak denir. İhtiyac eşyasını, hoş ve sevimli görünecek şekilde kullanmak, cemâl olur. Süslenmek, güzel görünerek, başkasına üstünlük sağlamak için, bedeninde, elbisesinde, eşyâsında yapılan değişikliklere zînet denir. Bedenini, sağlığını, şerefini, değerini korumak için ihtiyac olunandan fazla şeylerdir. Erkeklerin her yerde, kadınların ise, yabancı erkeklerin yanında, zînet eşyâsı kullanmaları câiz değildir. Allahü teâlânın her işi güzeldir. Ahlâkı güzel olanları sever. Bu hadis-i şerif, kibir sâhiblerinin, diğer günah işliyenler gibi, azâbsız hemen Cennete giremiyeceklerini bildirmektedir. Cennete girmeyenlerin gidecekleri yer Cehennemdir. Çünkü, âhırette bu ikisinden başka gidecek yer yoktur. Zerre kadar imanı olan, Cehennemde sonsuz kalmayacak, Cennete gidecektir. Büyük günah işleyip de tevbe etmeyen, şefâate, affa kavuşmayan mümin, Cehennemde, günahlarının karşılığı olan azâbları çekdikden sonra, çıkarılacak, Cennete sokulacaktır. Cennete giren, Cennetden hiç çıkmayacaktır. Hadîs-i şerifte, “Kibri ve hıyâneti ve kul borcu olmayan mümin, hesâbsız Cennete girecektir” ve “Kul hakkı, müminin aybı, kusurudur” buyuruldu. “Şerefi başkayerde ararsak zelil oluruz!” 16.8.2002 Yehûdî âlimlerinin büyüklerinden iken, Resûlullah ile “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kerre konuşmakla, hak Peygamber olduğunu anlayarak imana gelen Abdüllah bin Selâm “radıyallahü teâlâ anh”, bir gün sırtında odun demeti taşıyordu.Bunu görenler, o kadar çok mâlın, paran var iken, niçin bu zahmeti çekiyorsun dediklerinde, nefsimi kibirden kurtarmak için dedi. Zenginin, hamâl ücreti vermemek için, mâlını kendi götürmesi, tezellüldür, aşağılıktır. Sünnete uymak ve nefsini kırmak için götürmesi iyidir ve sevaptır. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ kıyâmet günü, üç kimse ile konuşmıyacak, hepsine çok acı azâb yapacakdır: Zinâ eden ihtiyâr, yalan söyliyen hükûmet reîsi ve kibirli olan fakir” buyuruldu. Hazreti Ömer Şâma gelince, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, emrinde olanlarla birlikte karşıladı. Halîfe devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Çünkü, kölesi ile nevbet ile biniyorlardı. O saat, binme sırası köleye gelmişti. Kendisi yuları tuttu, su kenârından geçerken mestlerini çıkardı. Ayaklarını suya soktu. Şam ordusunun kumandanı olan Ebû Ubeyde, yâ halîfe! Böyle ne yapıyorsun? Bütün Şamlılar, bilhâssa rûmlar, Müslümanların halîfesini görmek için toplandılar. Sana bakıyorlar. Bu yaptığını beğenmiyecekler deyince, Hazreti Ömer, yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözün, burada toplananlar için çok zararlıdır. İşitenler insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekde ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Şerefin, Müslüman olmakta ve ibâdet yapmakta olduğunu anlamıyacaklar. Biz aşağı, bayağı insanlardık. Acem şâhlarının elinde esîr idik. Allahü teâlâ Müslüman yapmakla bizleri şereflendirdi. Allahü teâlânın verdiği bu izzetten, bu şerefden başka şeref ararsak, Allahü teâlâ bizi yine zelîl eder. Herşeyden aşağı eder buyurdu. İzzet, islâmdadır. İslâmın ahkâmına uyan, azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saadeti başka şeylerde arayan zelîl olur dedi. İslâmın emirlerinden biri tevazudur. Tevazu gösteren azîz olur. Yükselir. Tekebbür eden zelîl olur. Bir hadîs-i şerifte, “Kıyâmet günü, dünyadaki kibir sâhibleri küçük karınca gibi zelîl ve hakîr olarak kabirden çıkarılacaktır. Karınca gibi, fakat insan şekilinde olacaklardır. Herkes bunları hakîr göreceklerdir. Cehennemin en derin ve azâbı en şiddetli olan Bolis çukuruna sokulacaklardır. Buraya girenler kurtulmakdan me’yûs oldukları için Bolis denilmişdir. Ateş içinde gayb olacaklardır. Su istediklerinde kendilerine Cehennemdekilerin irinleri verilecektir” buyuruldu. Kibirli olmanın yedi sebebi 17.8.2002 Kibirlenmek çok kötü bir huydur. Kibirleri sebebiyle, nice insanlar, kavimler helak olmuştur. Medîne vâlîsi olan Ebû Hüreyre hazretleri odun demeti taşıyordu. Muhammed bin Ziyâd bunu tanıyarak, yanındakilere, yol verin, emîr geliyor dedi. Gençler vâlînin böyle tevazuuna hayıret etdiler. Hadîs-i şerifte, “Önceki ümmetlerde kibir sâhibi birisi, eteklerini yerde sürüyerek yürürdü. Gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, yer bunu yuttu” ve “Merkebe binmek, yün elbise giymek ve koyunun sütünü sağmak, kibirsizlik alâmetidir” buyuruldu. Kibrin başlıca yedi sebepi vardır: İlim, yani din bilgileri, ibâdet, neseb, cemâl,yani güzellik kuvvet, mâl, mevkı’. Bu sıfatlar câhillerde bulununca kibre sebep olurlar. Şimdi bunları teker teker ele alalım: İlim kibre sebep olduğu gibi, kibrin ilâcı da ilimdir. Kibre sebep olan ilmin ilâcı çok zordur. Çünkü ilim, çok kıymetli bir şeydir. Bunun için, ilim sâhibi kendini üstün ve şerefli sanır. Böyle kimsenin ilmine cehl demek daha doğru olur. Hakîkî ilim, insana aczini, kusurunu ve Rabbinin büyüklüğünü, üstünlüğünü bildirir. Yaradanına karşı korkusunu ve mahlûklara karşı tevazuunu artırır. Kul haklarına önem verir. Böyle ilmi öğretmek ve öğrenmek farzdır. Bu, ihlâs ile ibâdet etmeğe sebep olur. Kibre sebep olan ilmin ilâcı iki şeyi bilmekle olur. Birincisi, ilmin kıymetli, şerefli olması, sâlih niyete bağlıdır. Cehâletten ve nefsinin zararından kurtulmak için öğrenmek lâzımdır. İkincisi, ilimi ile amel etmek ve başkalarına öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan ilim zararlıdır. Hadîs-i şerifte, “Allah için olmayan ilmin sâhibi Cehennemde ateşler üzerine oturtulacaktır” buyuruldu. Mâl, mevkı’ ve şöhret için ilm sâhibi olmak böyledir. Dünyalık ele geçirmek için ilim öğrenmek, yani dîni dünyaya vesîle etmek, altın kaşıkla necâset yimeğe benzer. Dîni dünya kazancına âlet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerifte, “Din bilgilerini dünyalık ele geçirmek için edinenler, Cennetin kokusunu duymayacaklardır” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır: Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemiyeceklerdir.Böyle olan insana denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara kıyamette Cehennem ateşinden yular vurulacakdır” buyuruldu. “Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür” 18.8.2002 İlim öğrenmek dinimizde çok önemlidir. Alimlerin dinimizde ayrı bir yeri vardır. İlim, iyi yönde kullanıldığında ne kadar faydalı ise, kötü yönde kullanıldığında da o kadar zararlıdır. “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” hadis-i şerifindeki âlim, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolunda olan, Onun yoluna uyan din âlimi demektir. İslâmiyete uyan âlim, etrâfını aydınlatan ışık kaynağı gibidir. “Kıyâmet günü bir din adamı getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları etrâfına toplanıp, sen dünyada Allahın emirlerini bildirirdin. Niçin bu azâba düştün derler. Evet, günahdır yapmayın derdim, kendim yapardım. Yapınız dediklerimi de yapmazdım. Bunun için, cezâsını çekiyorum der” ve “Mi’râc gecesi göğe götürülürken insanlar gördüm. Ateşten makaslarla dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını Cebrâîle sordum. Ümmetinin hatîblerinden, vâizlerinden, kendilerinin yapmadıklarını yapınız diyenlerdir dedi” ve “Cehennem zebânîleri, günah işliyen hâfızlara, puta tapanlardan daha önce azâb yapacaklardır. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmiyerek yapılandan daha kötüdür” hadis-i şerifleri meşhûrdur. Eshâb-ı kirâm çok âlim oldukları için küçük günahlardan da, büyük günahlar gibi korkarlardı. Buradaki hâfızlar, Tevrât hâfızları olsa gerekdir. Çünkü günah işleyen Müslümanlara kâfirlerden daha şiddetli azâb yapılmayacaktır. Yahut, bu ümmetden olup da, günahlardan, haramlardan sakınmağa ehemmiyyet vermeyip, kâfir olan hâfızlardır. Hadîs-i şerifte, “Âlimler devlet adamlarına karışmadıkca ve dünyalık toplamak peşinde olmadıkca, Peygamberlerin emînleridir. Dünyalık toplamağa başlayınca ve hükûmet adamlarının arasına karışınca, bu emânete hıyânet etmiş olurlar” buyuruldu. Emânetcinin kendisine bıraklan mâlları muhâfaza etmekde emîn olması lâzım geldiği gibi, din âliminin de, islâm bilgilerini bozulmakdan muhâfaza etmekde emîn olması lâzımdır. Resûlullah, Kâ’beyi tavâf ediyorken, hangi insan daha kötüdür? diye soruldu. “Kötü olanı sorma! İyi olanları sor. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür” buyurdu. Çünkü âlimler, bilerek günah işlemektedir. Îsâ aleyhisselâm, “Kötü âlimler, su yolunu kapayan kaya gibidir. Su, kayadan sızıp geçemez. Akmasına da mani olur” dedi. Kötü din adamı, kanalizasyona benzer. Görünüşde, sağlam, san’at eseridir. İçi ise, pislik doludur. İlmi ile amel etmeyenin hali 19.8.2002 İlm sâhibi, yani din bilgilerini öğrenen kimse, yâ sonsuz saadete kavuşur, yahut nihâyetsiz felâkete düçar olur. Hadîs-i şerifte, “Cehennemde azâb çekenlerden bazıları, kötü kokular yayar. Bu koku diğerlerine ateşden daha fazla azâb verir. Sen ne günah işledin ki, böyle pis koku çıkarıyorsun denildikde, ben din adamı idim. Bildiklerimi yapmazdım der” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Kıyâmet günü azâbların en şiddetlisi, ilmi kendisine faydalı olmıyan din adamınadır” buyuruldu. Bunun için, münâfıklar, yani Müslüman görünen kâfirler, Cehennemin dibine gideceklerdir. Çünkü, bunlar işittikleri, bildikleri halde, inâd ederek, kâfir olmuşlardır. Ebûdderdâ “radıyallahü teâlâ anh” diyor ki, “İlmi ile âmil olmıyan din adamına âlim denilmez.” İblîs, bütün dinleri biliyordu. Fakat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında on aded kılınc ve çeşitli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesûr olsa, kendisine hücûm eden arslana karşı kullanmadıkca, bu silâhların faydasi olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi, din bilgilerinden yüzbin mes’ele öğrense, bunları kullanmadıkca, faydalarını görmez. Hasta olan kimse de, derdinin en faydalı ilâcı bulunsa, kullanmadıkca, faydasini görmez. “Âhir zamanda ibâdet edenlerin çoğu din câhili olacaktır. Din adamlarının çoğu da fâsık olacaktır” hadis-i şerifinde bildirilen fâsık din adamları, dünyalık ele geçirmek için, hükûmet adamları arasına karışacaklardır. Süfyân-ı Sevrî diyor ki, Cehennemde ateşten bir vâdî vardır. Bu vâdîde, riyâkâr hâfızlar azâb göreceklerdir. Yine Süfyân diyor ki, ilmde o kadar ilerledim ki, bir âyet-i kerîmeye otuzüç türlü mana veriyordum. Sultânın ziyâfetine gittim. Yidiğim lokmaların tesîri ile bildiklerimin hepsini unutdum. Muhammed bin Seleme diyor ki, dünya menfaati için hükûmet adamlarının kapısında bekliyen bir hâfızın hâli, pislik üzerine konmuş olan sineğin hâlinden daha kötüdür. “İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hatta, islâm tâcirleri, ticaret için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gâzilerin atları başka memleketlere yayılacaklardır. Sonra, hâfızlar türeyecek, benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennemin odunları bunlardır” hadis-i şerifinden anlaşılıyor ki, riyâ ile okumaları ve tekebbür etmeleri kendilerini Cehenneme sürükleyecektir. Gerçek ilim sahibi tevazu sahibi olur 20.8.2002 İlmi Allah rızası için öğrenip, Allahü telâlânın rızası olan yerlerde kullanmalıdır. İlim insanı kibre sürüklememeledir. “Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmi, insanlara öğretmiyen kimseye, kıyâmet günü ateşden yular bağlanacakdır” hadis-i şerifi ilmi, ehlinden saklayan din adamlarının böyle olacağını bildirmektedir. Nisâ sûresinin, “Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!” meâlindeki beşinci âyet-i kerîmesi, alçaklara, münâfıklara ilm öğretmeyi men etmektedir. Hadîs-i şerifte, “Âlim olduğunu söyliyen kimse, câhildir” buyuruldu. Her sorulana cevâb veren, her gördüğünden mana çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, câhilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, derin âlim olduğu anlaşılır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem”, en kıymetli yer neresidir, denildikde, “Bilmiyorum, Rabbim bildirirse söylerim” demiştir. Bunu Cebrâîl aleyhisselâma sormuş, ondan da, aynı cevâbı almıştır. O da, Allahü teâlâya sormuş, “Mescidler”dir cevâbını almıştır. A’râf sûresinin “Af et ve ma’rûfu emret” meâlindeki yüzdoksansekizinci âyet-i kerîmesi gelince, Cebrâîl aleyhisselâmdan bunu açıklamasını istemiş, o da, Rabbimden öğreneyim, diyerek gitmiştir. Tekrâr geldiğinde, Allahü teâlâ, “Senden uzaklaşana yaklaş! Senden esirgeyene ihsân et! Sana zulm edenleri af et!” emrini verdi dedi. Şa’bî hazretleri, kendisine sorulanlardan birine bilmiyorum deyince, sen Irak memleketinin müftüsüsün. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı? dediklerinde, meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar, buyurdu. İmâm-ı Ebû Yûsüf hazretleri, bir suâle bilmiyorum deyince, hem Beyt-ül-mâldan maâş alıyorsun, hem de cevâb vermiyorsun, dediler. “Beyt-ül-mâldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-mâlda bulunanların hepsi yetişmezdi” dedi. Nefsine uymayan câhil ile arkadaşlık etmek, nefsinin esîri olan din adamı ile arkadaşlık etmekten iyidir. Din adamı olduğu için tekebbür etmek, câhil olmanın alâmetidir. Çünkü, ilim, tevazua sebep olur, kibirden men eder. Kibrin zararını bilmeyen kimse için âlim demek, yalan olur. İnsanın ilmi arttıkca, Allahü teâlâdan korkması artar. Günah işlemeğe cesâret edemez. Bunun için, Peygamberler “aleyhimüsselâm”, tevazu sâhibi idiler. Üstünlük son nefeste belli olur 21.8.2002 Tekebbür etmek, büyüklenmek haramdır. Tekebbür, Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kibriya sıfatı, ona mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Alimler, Allah dostları Allahü teâlâdan çok korkarlardı. Kendilerinde kibir ve ucb gibi kötü huylar hiç yoktu. Küçüklere, fâsıklara ve fâcirlere karşı da kibrli olmamalıdır. Yalnız, tekebbür sâhibine karşı tekebbür etmek lâzımdır. Bir âlim, câhili görünce, bu, bilmediği için günah işliyor. Ben ise, bilerek işliyorum, demelidir. Bir âlimi görünce, bu benden daha çok biliyor ve ilminin hakkını veriyor. İhlâs ile amel yapıyor. Ben böyle değilm, demelidir. Kendinden daha yaşlı bir kimseyi görünce, bu benden daha çok ibâdet etti, demelidir. Gençleri görünce, bunların günahı az, benim günahlarım çok demelidir. Kendi yaşındakileri görünce, günahlarımı biliyorum, onun ne yaptığını bilmiyorum. Bilinen kötülükleri tahkîr etmek lâzımdır, demelidir. Bir bid’at sâhibini veya kâfiri görünce, insanın hâli son nefesde belli olur. Acaba benim hâlim ne olacak, demeli, bunlara da tekebbür etmemelidir. Fakat, bunları sevmemelidir. Hele, küfürü, bid’ati yaymağa uğraşan “Dinde Reformcular” Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine düşmandırlar. Sünnetin nûrlarını söndürmeğe ve bid’ati, dalâleti yaymağa ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötülemeğe ve âyet-i kerîmelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar vererek, İslâmiyeti içerden yıkmağa çalışmaktadırlar. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak için, tek çârenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında gösterilen yoldur. Bu saadeti, kurtuluş yolunu insanlığa tanıtmağa uğraşmalıyız. Bid’at sâhibleri, mezhebsizler, her çeşit islâm düşmanları, Ehli sünnet kitaplarınının yayılmasını istemiyorlar, şeytanca iftirâlar yapıyorlar. Bu yıkıcıları, bölücüleri de sevmemelidir. Fakat, insanın kendi günahlarını unutmaması ve ezelde kendi hakkında nasıl takdîr olunduğunu ve son nefesinin nasıl olacağını düşünmesi lâzımdır. Âhırette kimin kimden üstün olacağı, dünyada kesin olarak bilinemez. Çok din adamı, kâfir olarak can vermiştir. Çok kâfirlere de iman ile can vermek nasîb olmuşdur. Son nefesin nasıl olacağını söylemek, gaybı bilmek olur. Onun için, kimseye tekebbür etmek câiz değildir. İbadetin ihlasla yapılanı kıymetli 22.8.2002 Çok kimse, yaptığı ibadeti ile kibirlenir, kendini başkalarından üstün görür. Halbuki ibadetin çok olması kıymetli ibadet yaptığını göstermez. İbâdetin kıymetli olması şartlara bağlıdır.. Bunun için, kimse ibâdetine güvenmemelidir. Çok ibâdet yaptığı için tekebbür etmemelidir. İbâdetin kabûl olması için, niyetin hâlis olması, yani yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılması lâzımdır. Bu ihlâsı elde etmek kolay değildir. Nefsi temizlemek takvâ ile olur. Takvâ, haramlardan sakınmak demekdir. Nefsi temizlenmeyen kimsenin ibâdetlerini ihlâs ile yapması çok güçtür. Bazıları da babaları ile dedeleri ile kibirlenir. Babaları ile, dedeleri ile övünmek ve tekebbür etmek, câhillik ve ahmaklıktır. Kabil, Âdem aleyhisselâmın oğlu idi. Kenan, Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan biridir. Diğer ismi Yâmdır. Kardeşi Yâfes din âlimi idi. Bu ise küfürden kurtulamadı. Babalarının Peygamber olması, bunlarıküfürden kurtarmadı. İnsanın övündüğü dedeleri, bir avuç toprak oldu. Toprak ile övünmek akla uygun olur mu? Onların sâlih olmaları ile övünmemeli. Onlar gibi sâlih olmağa, onların yolunda bulunmağa çalışmalıdır. Kadınların çoğu da, güzellikleri ile tekebbür eder. Hâlbuki güzellik, insanda kalıcı değildir, çabuk gider. İnsana mülk olmaz. Âriyyet olan şeyle tekebbür etmek, ahmaklıkdır. Zâhirin güzelliği, kalbin güzelliği ile, yani iyi huyla birlikde olunca kıymetlidir. Kalbin temizliği de, Resûlullahın sünnetine uymakla belli olur. İnsanın kalbine, rûhuna, ahlâkına kıymet verilmezse, insanın hayvandan farkı olmaz. Hatta hayvanlardan aşağı olur. Pislikle dolu, bozulan, parçalanan bir makina olur. Her zaman beslenmesi, temizlenmesi, ta’mîr edilmesi lâzım gelen harâb bir makinaya benzer. Böyle kimseye tekebbür etmek yakışır mı? Bunun ancak tevazu göstermesi lâzım olur. Genç ve kuvvetli olmakla tekebbür etmek de, câhilliktir. Hayvanların mekanik ve his organlarındaki kuvvetleri, insanlardan katkat fazladır. Hayvanların insanlara tekebbür etmesi lâzım olur. Hep kuvvetli kalacağını, hastalığa, tehlikeye, kazaya yakalanmıyacağını kim iddiâ edebilir? Gençliğinden, gücünden, kuvvetinden, hatta hareketinden, solumasından ayrılmayan kimse görülmüş müdür? Böyle geçici olan, devamı çok kısa olan ve hayvanlarla ortaklaşa bulunan şeylerle tekebbür etmek akla uygun olur mu? Geçici şeylerle kibirlenmek 23.8.2002 Çok kimse, mâl ile, evlâd ile, mevki ile ve rütbe ile tekebbür eder, kibirlenir. Bu, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmıyan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Bunlar ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur. Bunlar üstünlük olsalardı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da ayrılanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. Mâl, şeref vesîlesi olsaydı, hırsızların, az zamanda bile olsa, şerefli kimseler olmaları lâzım gelirdi. Kin tutmak da kibre sebep olur. Kin beslemek kalbinden düşmanlık beslemektir. Kendisi ile aynı derecede olan veya daha üstün olan kimseye kızar. Birşey yapmak elinden gelmediği için, ona tekebbür eder. Tevazu gösterilmesi lâzım olan kimseye tevazu edemez. Onun haklı sözlerini, nasîhatlerini kabûl etmez. Herkese karşı ondan daha üstün olduğunu göstermek ister. Ona eziyyet verirse, özür dilemez. Hased de, tekebbüre sebep olur. Onda bulunan nimetlerin ondan ayrılarak kendisine gelmesini ister. Onun haklı olan sözlerini ve nasîhatlerini red eder. Ondan birşey sorup öğrenmek istemez. Kendinden yüksek olduğunu bildiği halde, ona tekebbür eder. Riyâ da, tekebbür etmeğe sebep olmaktadır. Riyâ ile, gösteriş yaparak, tanımadığı kimseye, başkalarının yanında tekebbür eder. Yalnız oldukları zaman etmez. Böyle kimselerin tekebbüründen kurtulmak için, âlimlerin vekar sâhibi olmaları, şereflerine uygun elbise giymeleri lâzımdır. Bunun için, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, sarığınız büyük olsun ve cübbenizin kol ağzı geniş olsun, buyururdu. İnsanlara va’z ve nasîhat edecek kimselerin yeni, temiz elbise giyerek kendilerine cemâl vermeleri ibâdet olur. Hurmet edilmezlerse, sözleri dinlenmez. Çünkü, câhiller, insanın zâhirine bakar. İlminden, ahlâkından anlamazlar. Yalnız olarak yürümeyip, arkasından talebelerinin ve başkalarının da gelmesini istemek de kibir alâmetidir. Resûlullah, Medînenin Bakî’ kabristânına gidiyordu. Birkaç kişi görüp, arkasından geldiler. Durarak öne geçmelerini emr buyurdu. Arkalarından yürüdü. Sebepi soruldukda, “Ayak sesini işittim. Kalbime kibrden bir zerre gelmemesi için böyle yaptım” buyurdu. Kendisine kibir gelmez. Eshâbına ders vermek için böyle yaptı. Ebü’dderdâ diyor ki, kibrli kimsenin arkasında yürüyenlerin sayısı arttıkca, bunun Allahü teâlâdan uzaklaşması da artar. Kibir alâmetlerinden bazıları 24.8.2002 Çok kimse, kibirli olduğunun farkında değildir. Bunun için, kibrin alâmetlerini bilmek lâzımdır. İçeri girince, herkesin kendi için ayağa kalkmalarını istemek iyi değildir. Ancak, kendisine hurmet edildiğini anlıyarak, onlara nasîhat vermek istiyen âlimin, kendisi için ayağa kalkıldığını arzû etmesi kibir olmaz. Kendi oturup, başkalarının kendine karşı ayakta durmalarını istemek, tekebbürdür. Hazret-i Alî, buyurdu ki, “Cehennemlik bir kimse görmek isteyen, kendi oturup başkalarını ayakta durduran kimseye baksın!” Eshâb-ı kirâm , Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” her şeyden çok severlerdi. Geldiği zaman ayağa kalkmazlardı. Çünkü, ayağa kalkılmasını istemediğini bilirlerdi. Bununla berâber, âlimler gelince, ilmin şerefini göstermek için, ayağa kalkmak lâzımdır. Yahyâ bin Kattân, ikindi namazını kıldıkdan sonra, câmi’in minâresine dayanarak oturmuştu. Yanına zamanın meşhûr âlimlerinden birkaçı geldi. İçlerinde imam-ı Ahmed bin Hanbel de vardı. Hepsi, ayakta olarak hadîs ilminden sordular. Yahyâ, her birinin cevâbını verdi. Hiçbirine otur demedi. Hiç biri de, oturmağa cesâret edemedi. Konuşmaları akşam namazına kadar devam etti. Genç olan âlim, yaşlı olan câhilin üst tarafına oturur. Talebe, hocasından evvel söze başlamaz. Hocası yok iken, onun yerine oturmaz. Sokakda önünde yürümez. Üzerinde hakkı bulunanları, yani tanıdıklarını ziyâret etmemek de kibir alâmetidir. Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek tevazu alâmetidir. Yanına başkasının oturmasını istememek ve hastalarla birlikte oturmamak, evinin işini yapmamak, evine lâzım olan şeyleri satın alıp evine getirmemek ve kullanılmış elbisesini tekrâr giymek istememek, hep kibir alâmetidir. İş başında iş elbisesi giymek istememek de, böyledir. Fakirlerin da’vetine gitmeyip, zenginlerin da’vetine gitmek de tekebbürdür. Akrabâsının ve çocuklarının muhtac oldukları şeyleri te’mîn etmemek ve doğru sözü kabûl etmeyip münâkaşa etmek, kusurunu, kabâhatini bildirenlere teşekkür etmemek, herkesin yanında olursa riyâ olur. Hem yalnız iken, hem de başkalarının yanında yaparsa, kibir olur. Tevazu sâhibi olabilmek için 25.8.2002 Tevazu sâhibi olabilmek için, dünyaya nerden geldiğini, nereye gideceğini bilmek lâzımdır. Hiç yok idi. Önce bir şey yapamıyan, hareket edemiyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek ve toprak olacakdır. Hayvanlara, böceklere gıda olacaktır. İdâm odasına sokulmuş olup, idâm olunacağı zamanı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çekdiği sıkıntılar gibi dünya zındanında, her an ne zaman azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabr azâbı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşıyan kimseye tekebbür mü yakışır, tevazu mu? İnsanların yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu olan ve kıyâmetde hesâba çekecek, sonsuz azâb yapacak olan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi, benzeri, ortağı olmayan tek hâkim ve kâdir olan Allahü teâlâ, “Tekebbür edenleri sevmem, tevazu edenleri severim” buyuruyor. Âciz, elinden hiçbir şey gelmiyen zevallı insana bunlardan hangisini yapmak yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç tekebbür edebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevazu üzere bulunması lâzımdır. Ebû Süleymân Dârânî diyor ki, “Bütün insanlar, beni olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü, herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha aşağı olduğumu biliyorum.” İnsan, kendini herkesden, hatta İblîsden, Fir’avndan daha aşağı düşünebilir mi? Çünkü, bu ikisi ve islâm ve insanlık düşmanı olan zâlimler kâfirlerin en kötüleridir. Tanrılık da’vâsı eden, dilediğini yapmaları için milyonlarca insanı öldüren ve işkence altında inletenlerin, kâfirlerin en aşağısı oldukları muhakkakdır. Allahü teâlâ, bunlara gadab etmiş, küfürün en kötüsüne düşürmüştür. Bana ise, merhamet etmiş, iman ve hidâyet ihsân etmiştir. Dileseydi, bunun aksini yapardı. Elhamdülillah, yapmadı. Bununla berâber, bu yaşa gelinceye kadar, çok günah işledim. Kimsenin yapmadığı kötülükleri yaptım. Son nefesimin nasıl olacağını da bilmiyorum, diyerek tevazu yapması lâzım geldiğini, kendi kendine anlatmalıdır. Gayri müslimlere karşı da kibirlenilmez 26.8.2002 Müslümana karşı tekebbür etmek, kibirlenmek caiz olmadığı gibi zimmî denilen gayr-ı müslim vatandaşlara ve yabancı tüccarlara, ecnebî iş adamlarına ve turistlere de, tekebbür etmemek lâzımdır. Böyle yapmak lazım olduğu “Allahü teâlâ, tevazu üzere olmağı bana emir eyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz!” hadîs-i şeriften anlaşılmaktadır. Her insana tevazu yapmak lâzım olunca, onlara hıyânet yapmak, incitmek hiç câiz değildir. Kâfirlerin mallarına, canlarına, ırzlarına, nâmûslarına saldırmak, orada da hırsızlık, çapulculuk yapmak, can yakmak, kâfirlerin de kanûnlarına karşı koymak, idârecilerine hakâret etmek, huzûrsuzluk, karışıklık çıkarmak, vergi kaçakçılığı yapmak, nakil vâsıtalarının ücretlerini ödememek ve islâmın şerefine ve güzel ahlâkına yakışmayan herhangi bir çirkin harekette bulunmak câiz değildir, Kâfir memleketlerinde onların kanûnlarına karşı gelmemek, onları ülül-emr olarak tanımak demek değildir. Allahü teâlâya isyâna sebep olacak emrlere karşı gelinmez. Ülül-emrin de, kâfirlerin de, böyle emrlerine karşı isyân edilmez. Hükûmete, kanûnlara karşı gelmek, nerde olursa olsun, fitne çıkmasına sebep olur. Fitneye sebep olmak haramdır. Bir kimse, islâm memleketinde veya kâfir memleketinde, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bu emrine uymıyarak, kâfirlere karşı da edebsizlik, taşkınlık yaparsa, onların idârelerine, karşı gelerek suç işlerse, günah işlemiş olacağı gibi, İslâmiyeti ve Müslümanları bütün dünyaya karşı barbar olarak tanıtmış olur. İslâmiyete büyük hıyânet yapmış olur. Hadîs-i şerifte, “Nimete kavuşmuş olanlardan, tevazu gösterenlere ve kendilerini kusurlu bilenlere ve helâldan kazanıp, hayırlı yerde sarf edenlere ve fıkıh bilgileri ile hikmeti yani tasavvufu birleşdirenlere ve helâla harama dikkat edenlere ve fakirlere merhamet edenlere ve işlerini Allah rızâsı için yapanlara ve huyu güzel olanlara ve kimseye kötülük yapmayanlara ve ilmi ile amel edenlere ve mâlının fazlasını dağıtıp, lâfının fazlasını saklayanlara müjdeler olsun” buyuruldu. Alay etmek için ve münâfıklık yaparak, riyâ yaparak, mâla, mevkiye kavuşmak için yahut korkduğu için yapılan tevazu da, kötü huydur. Bu kötü huydan kurtulmak için, buna sebep olan kötülüklerden kurtulmak lâzımdır. Böyle kötü sebeplerden kurtulan kimsenin tevazuu, güzel huy olur. Maksat insanları zulümden kurtarmak 27.8.2002 Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker yani, iyi, faydalı şeyleri emir etmek, zararlı şeylerden uzaklaştırmak dinimizin ömenli bir kuralıdır. Emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker, Cihâddır. Bu cihâd ikiye ayrılır: Birincisi, kâfirlere İslâmiyeti tanıtmak, onları küfür felâketinden kurtarmak demektir. İkincisi, Müslümanlara ilm-i hâllerini öğretmek, onların haram işlemelerine mâni olmaktır. Bunların her ikisi de, üç türlü yapılır. Birincisi, beden ile yapmaktır. Beden ile yani her türlü harb vâsıtaları ile cihâd yapmak, İslâmiyetden haberleri olmayarak, başkalarından görmekle veya zâlimlerin, sömürücülerin baskıları ve işkenceleri ve aldatmaları ile küfüre sürüklenmiş olan zevallılara İslâmiyeti bildirmeğe engel olan diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harb vâsıtaları ile dövüşerek, bu zâlim diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok edilerek, bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zevallı milletler esâretten, kölelikden kurtarılır. Bunlara İslâmiyet öğretilerek, seve seve Müslüman olmaları teklîf olunur. Kabûl etmezlerse, Müslümanlarla birlikde islâm dîninin âdil, hürriyyetci ve eşitlik emir eden emirleri altında, Müslümanlarla aynı haklara mâlik olarak ve kendi dinlerinin îcâblarını ve ibâdetlerini serbestce yapmak sûretiyle yaşamalarına izin verilir. Bu silâhlı cihâdı, muhârebeyi yalnız devlet yapar. Yani devletin ordusu, savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri, bilgisi, izini olmadan hiçbir Müslümanın kâfirlere saldırması, eşkıyâlık yapması câiz değildir. Devletin sulh yaptığı kâfirlerden birini öldüren Müslümanı, islâm dîni en ağır cezâya çarpdırmaktadır. Görülüyor ki, islâm dîninde, cihâd demek, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara İslâmiyeti tanıtarak, kendiliklerinden seve seve Müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm ve hakîkî Müslüman olan islâm devletleri, meselâ Osmânlılar, hep böyle cihâd etdiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara İslâmiyetin ulaştırılmasına, tanıtılmasına mani olan, islâm düşmanı, kâfir diktatörlerle, emperyalistlerle ve Müslüman ismini taşıyan bid’at sâhibi bölücülerle harb ederek, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok ettiler. Bu işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak hürriyete kavuşturdular. Onlara İslâmiyeti öğretip, kendiliklerinden seve seve hakîkî Müslüman olmalarına, ebedî saadete kavuşmalarına sebep oldular. İhlâs ile yapılan duâ kabûl olur 28.8.2002 Geçmişte, İslâm devletleri, islâm orduları Müslümanları ve islâm dînini yok etmek için, islâm memleketlerine saldıran kâfirlere ve sapık inançlı bölücülere karşı cihâd ederek, Müslümanları ve islâm dînini korudular. Allahü teâlâ, Enfâl sûresinde, islâm devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harb silâhlarını araşdırıp, öğrenip, bunların hepsini, sulh zamanında yapmalarını emir ediyor. İslâm cihâdının ikinci şekili, her türlü yayın vâsıtası ile İslâmiyeti insanlara yaymak, duyurmaktır. Bu cihâdı, islâm âlimleri islâm devletinin yardımı ve kontrolü ile yapar. Asrımızda islâm düşmanı olan kâfirler, misyonerler, masonlar, ateistler ve mezhebsizler, her türlü yayın organları ile İslâmiyete saldırıyorlar. Yalanlarla, iftirâlarla insanları, hatta câhil Müslümanları aldatarak, islâm dînini yok etmeğe çalışıyorlar. (Kâdiyânî), yani ahmedîler ve (Behâîler) ve (Mevdûdîciler) ve (Teblîg-ı cemâ’atcılar) ve (Selefîciler), (Mezhebsizler) ve (Vehhâbîler), Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden yanlış ve bozuk manalar çıkararak, islâmın doğru yolundan ayrılıyorlar. Bunların hepsi basın yolu ile, kitaplar, dergiler, risâleler çıkararak ve radyolarla, televizyonlarda bozuk inanışlarını yayıyorlar. Bunu yapmak için milyonlar sarf ediyorlar. Bir yandan, “Ehl-i sünnet” veya “Sünnî” denilen hakîkî Müslümanları aldatarak İslâmiyeti içerden yıkıyorlar. Diğer tarafdan da, İslâmiyeti bütün dünyaya yanlış olarak tanıtıyorlar. Müslüman olmak isteyen yabancılar, bu çeşitli propagandalar karşısında ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yâ, Müslüman olmaktan vazgeçiyorlar, yahut yanlış, bozuk bir yola girerek, Müslüman olduklarını sanıyorlar. İslâmın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakîkî Müslümanlığı yani Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, neşr vâsıtaları ile bütün dünyaya yaymaları, günümüzün en kıymetli cihâdıdır. Cihâdın üçüncü kısmı, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün Müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihâdı yapmamak, büyük günah olur. Bu cihâdı yapmak, cihâdın birinci ve ikinci kısımlarını yapanlara duâ etmekle olur. Leşker-i gazâ, leşker-i duânın yardımına muhtactır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabûl olur. “Cennetin kokusunu bile duymayacak” 29.8.2002 İlmi, dini bilgileri dünyalık menfaatler için kullanmak, istismar etmek kötü huydur. Bu, insana büyük zarar verir. Hadîs-i şerifte, “Âlimler arasında kıymet bulmak için ve câhiller ile mücâdele için ve heryerde meşhûr olmak için din bilgisi öğrenen ilim adamı, Cennetin kokusunu bile duymayacaktır” buyuruldu. Bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, mal toplamak ve bir makam elde etmek ve hayvanî arzûlarına kavuşmak için ilim öğrenen ve ilmi ile amel etmeyen kimse, islâm âlimi değildir. Diğer bir hadîs-i şerifte, “Dünyalık ele geçirmek için, ilim öğrenen, dünyada mal ve makam elde eder. Âhıretteki kazancı ancak Cehennem ateşi olur”. Böyle ilmin faydasi yoktur. Böyle ilimden kaçmak lâzımdır. Nitekim hadîs-i şerifte, “Yâ Rabbî! Beni faydasiz ilmden koru!” buyuruldu. Dinimize göre, bir Müslümanın öğrenmesi lâzım olan bilgilere “İslâm ilimleri” denir. İslâm ilimleri ikiye ayrılır: Din bilgileri ve Fen bilgileri. Dinde reformcular, din bilgilerine “Skolastik bilgiler”, fen bilgilerine “Rasyonel bilgiler” diyorlar. Faydasiz ilim iki türlüdür: Birincisi, yukarıda bildirilen Cehennemlik olanların öğrendikleri din bilgileridir. İkincisi, din bilgileri ile birlikte olmıyan fen bilgileridir. Eski Romalıların Yahûdîlere yaptıkları arslanlar mezâlimi ve orta çağda Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları korkunc saldırılar ve Hitlerin Avrupadaki ve Rus, Çin komünistlerinin Asyada milyonlarca insanın canlarına kıydıkları nükleer silâhları ve ingilizlerin, milletleri aldatarak, kardeşi kardeşe boğdurdukları saldırılar, hep bu fen bilgileri ile yapıldı. Allâhü teâlâ, fen bilgilerinde ilerlemiş olan bu canavar insan düşmanlarını merkebe benzetmekte, Tevrâtı (ve İncîl) yüklenmiş eşek gibidirler, demektedir. İslâm ahlâkından haberleri olmıyan bu zâlim fen adamları, Hak yolunda değildir. Hak teâlâ bunlardan râzı değildir. “Her Müslüman erkeğin ve kadının, islâm bilgilerini öğrenmeleri farzdır” hadis-i şerifi, Allahü teâlânın rızâsına uygun ilimleri öğrenmeği emir etmektedir. Uygun olmıyan kimselere ilim öğretmek, domuzlara altın ve inci tasma takmak gibidir. Hadîs-i şerifte, “Kıyâmete yakın hakîkî din bilgileri azalır. Câhil din adamları, kendi görüşleri ile fetvâ vererek, insanları doğru yoldan sapdırırlar” buyuruldu. “Hatta hayvandan daha aşağıdırlar” 30.8.2002 Kötü huylu, dini istismar eden din adamları dün de bugün de dine büyük zarar vermişlerdir. Bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki, “Bir zaman gelir ki, insanlar din adamından, sokakda rastladıkları eşek ölüsünden kaçar gibi kaçarlar”. Bu hâl, insanların hâllerinin bozuk, pis olacaklarını haber vermektedir. Çünkü, ilme Allahü teâlâ kıymet vermektedir. Fakat dünyaya tapınan ahmaklar, çocuk iken ana-baba terbiyesi almamış, okula gitmemiş, büyük yaşında iken de, hakîkî din âliminin sohbetinde bulunmakla veya bunların kitaplarını okumakla şereflenememişlerdir. Dinlerinin noksan olması tehlikesinden korkmazlar ve hakîkî din âlimlerinin kitaplarından okuyup öğrenmezler. Bunların tek düşünceleri, para, mal toplamak ve mevkı’ elde etmektir. Helâlden mi, haramdan mı geldiğini hiç ayırt etmezler. Hakkı bâtıldan ayırmazlar. İlmin ve hakîkî din âlimlerinin kıymetini bilmezler. Hakîkî din adamlarının va’zları, kitapları, bunların nazarında, hayvan pazarında güzel kokular satan attâr ve körlere ayna satan kimse gibidir. Sokak serserisinin cebine inci, mercan doldurmak ve bir köre sürme hediyye etmek, akllı kimsenin yapacağı şey değildir. Allahü teâlâ, böyle boş kafalı kimselere “Bunlar hayvan gibidir, hatta daha aşağıdırlar” buyurdu. Enes bin Mâlikin haber verdiği hadîs-i şerifte, “Âlime haksız olarak hakâret eden kimseyi, Allahü teâlâ, bütün insanlar arasında hakîr, rezîl eder. Âlime hurmet eden kimseyi, Allahü teâlâ, Peygamberler gibi azîz eder, şereflendirir” buyuruldu. Bir hadîs-i şerifte, “Bir kimse, âlimin sesinden yüksek sesle konuşursa, Allahü teâlâ, onu dünyada ve âhırette hakîr eder. Eğer pişman olur, tevbe ederse af olur.” Görülüyor ki, hakîkî âlimlere hurmet etmek lâzımdır. İnsanı dalâletten, kötü yoldan ilim ve âlimler kurtarır. Rehber olmadan doğru yola kavuşulamaz. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerini ve bunların yazdığı doğru din kitaplarını arayıp, bulmak lâzımdır. Yüce Peygamber Mûsâ aleyhisselâm, ilmin en yüksek derecesinde olduğu ve Allahü teâlâ ile konuşmak şerefine kavuşduğu ve Allahü teâlânın muhabbet şerbetinden içtiği halde, ilim edinmek için, Hızır aleyhisselâmın talebesi olan Yûşa’ aleyhisselâma geldiği, (Kehf) sûresinde bildirilmektedir. “Ahırlarda uçan sinekler gibidir” 31.8.2002 Faydasız, boş işlerle, oyun ile vakit öldürmek de kötü huylardandır. Kıymetli ömrünü ilim ile, hakiki âlimlerin kitapları ile geçermelidir. Dînimiz ilme kıymet vermeği ve âlimlere hurmet etmeği ve Allah yolunda olanlarla berâber bulunmağı emir etmektedir. Bunun için, kıymetli ömrünü faydasiz şeylerle geçirmemelidir. Hadîs-i şerifte, “Doğru ilim sâhibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu bir derece, peygamberlik makâmıdır” buyuruldu. Bu saadete kavuşmak için, ilim öğrenmeğe çalışmak lâzımdır. İmâm-ı Ebû Yûsüf hazretlerinin onbeş yaşında oğlu vardı. Oğlunu çok seviyordu. Ansızın vefât etti. Talebesine “Defin işini size bıraktım. Ben üstâdımın dersine gidiyorum. Bugünki dersi kaçırmıyayım” dedi. İmâmı vefâtından sonra rü’yâda gördüler. Cennette, büyük bir köşkün karşısında duruyordu. Köşkün yüksekliği Arşa varmıştı. Bu köşk kimindir denildikte, benimdir buyurdu. Buna nasıl kavuştun denilince, “İlme ve ilim öğrenmeğe ve öğretmeğe olan muhabbetim ile” buyurdu. Muhammed Hadimi hazretleri anlatır: Hocamın çocuklarının en büyüğü takvâ sâhibi idi ve çok âlim idi. Vefât ederken, babası yastığı başında idi. Vefât edince, üstünü örttü. Medreseye gelip, bir cüz hadîs dersi verdi. Sonra medreseden çıkıp defin işine başladı. Dağlardan, her yerden gelen bir ses, “Oğlumun eceli geldi. Vefât etti. Bu iş, Allahü teâlânın rızâsı ile olduğu için, ben de râzı oldum. Başka bir çare bilmiyorum. Allahü teâlânın kazası ve emri böyle oldu” diyordu. Hassân bin Atıyyenin rivâyet ettiği hadîs-i şerifte, “Âlimin ölümüne üzülmiyen, münâfıktır. İnsanlar için, bir âlimin ölümünden daha büyük musîbet yoktur. Bir âlim ölünce, gökler ve göklerde olanlar, yetmiş gün ağlar” buyuruldu. Hakîkî âlim vefât edince dinde bir yara açılır ki, kıyâmete kadar kapanmaz. Diğer bir hadîs-i şerifte, “Bir insan, yâ âlimdir, yahut ilim öğrenmekte olan talebedir. Yahut bunları sevmektedir. Bu üçünden başkaları ahırlarda uçan sinekler gibidir” buyuruldu. Bu dördüncü dereceden olmamağa çalışmalıyız! Faydasi olan ilim, Resûlullahdan gelen ilimdir. Bu ilimler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılıdır. Dinimiz orta yolu emretmektedir 1.9.2002 Tevazuun aşırı miktarına “Tezellül” bayağılık, kendini aşağı tutmak denir. Tezellül, kötü huydur haramdır. Başka haramlarda olduğu gibi, bu da zaruret ile câiz olur. Dînini, cânını, mâlını, ırzını korumak, zâlimden kurtulmak, zarurettir. Dinimiz orta kolu emretmektedir. Kibri yasakladığı gbi, kişinin kendini aşağı görmesini de yasaklamaktadır. Tezellül, kötü huylardan biridir. Bir âlimin yanına bir ayyakkabı tamircisi geldiği zaman, âlimin ayağa kalkıp, yerine bunu oturtması ve gideceği zaman kapıya kadar yanında yürümesi ve ayakkabılarını önüne koyması tezellüle bir misâldir. Yalnız ayağa kalkıp otursaydı, ona yer gösterseydi ve işini, hâlini ve niçin geldiğini sorsaydı ve süâllerine güler yüzle cevâb verseydi ve da’vetini kabûl etseydi ve sıkıntısını giderecek şey yapsaydı, tevazu göstermiş olurdu. Hadîs-i şerifte, “Din kardeşini sıkıntıdan kurtarana (nâfile) hac ve umre sevapı verilir” buyuruldu. Hazret-i Hasen, Sâbit Benânîye bir ihtiyacını görmesini istedi. Câmi’de i’tikâf ediyorum, başka zaman yaparım deyince, din kardeşinin ihtiyacını gidermek için gitmenin, (nâfile) hac sevapından daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun dedi. Mevkı’ sâhiblerinin, muhtac olanlara ve hocaların talebelerine, makâmları ile ve mâlları ile yardım etmelerinin çok sevap olması, bu hadis-i şerife dayanmaktadır. Nafakası, yani bir günlük yiyeceği, içeceği olan kimsenin dilenmesi, tezellül olur, haram olur. Bunun, bir günlük nafakası olmayan, başka bir kimse için veya borçlu için yardım toplaması tezellül olmaz. Fazla hediyye almak için, az bir şeyi hediyye vermek de, tezellül olur. Âyet-i kerîme böyle hediyye vermeyi men etmektedir. Alınan hediyyenin karşılığını bundan fazla vermek eftaldir. Fakat fazla karşılık için hediyye vermek câiz değildir.Da’vet olunmadan ziyâfete gitmek de tezellüldür. Hadîs-i şerifte, “Da’vet edilen yere gitmemek günahtır. Da’vet olunmadığı yere gitmek hırsızlık etmek olur” buyuruldu. Nikâh sâhibinin da’vet ettiği yerde haram şeyler yoksa, bu da’vete gitmek vâcib olur. Başka da’vetlere gitmek sünnettir. Riyâ ve iftihâr için yani gösteriş ve övünmek için yapılan da’vetlere gitmek câiz değildir. Bir menfaate kavuşmak düşüncesiyle, devlet adamları ile, hâkimlerle, zenginlerle arkadaşlık yapmak tezellül olur. Böyle kimselerle karşılaşınca ve bunlara selâm verirken eğilmek ve secde etmek de tezellüldür. Büyük günahdır. İbâdet için eğilmek küfür olur. Yehûdîlerin selâm vermelerine benzemek olur. Tezellül ve tevazu 2.9.2002 Kötü huy olan tezellül, aşağılık ile güzel huy olan tevazuyu karıştırmamak gerekir. Her san’atı ve ticareti yapmak, maâş, ücret karşılığında mubah olan işleri yapmak, meselâ çobanlık, bağçıvanlık yapmak, inşâatta ve hafriyâtta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül değildir. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Velîler “rahime-hümullahü teâlâ” bunları yapmışlardır. Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını temîn için çalışmak farzdır. Başkalarına yardım için her türlü kazanç yolunda çalışarak daha fazla kazanmak mubahdır. İdrîs aleyhisselâm terzilik yapardı. Dâvüd aleyhisselâm demircilik yapardı. İbrâhîm aleyhisselâm zirâat ve kumaş ticareti yapardı. İlk olarak kumaş dokuyan Âdem aleyhisselâmdır. Din düşmanları, ilk insanların ot ile örtündüklerini, mağarada yaşadıklarını yazıyorlar. Bu yazılarının hiçbir vesîkası yoktur, uydurmadır. Îsâ aleyhisselâm kunduracılık yapardı. Nûh aleyhisselâm marangozluk, Sâlih aleyhisselâm çantacılık yapardı. Peygamberlerin çoğu “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” çobanlık yapmıştır. Hadîs-i şerifte, “Evinin ihtiyaclarını alıp getirmek kibrsizlik alâmetidir” buyuruldu. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mal satmış ve satın almışdır. Satın alması daha çok olmuştur. Ücret ile çalışmış ve çalıştırmışdır. Mudârebe şirketi ve ortaklık yapmıştır. Başkasına vekîl olmuş ve vekîl yapmıştır. Hediyye vermiş ve almıştır. Ödünç ve âriyyet mâl almıştır. Vakf yapmıştır. Dünya işi için kimseye kızmamış, incitecek şey kimseye söylememiştir. Yemîn etmiş ve ettirmişdir. Yemîn ettiği şeyleri yapmış, yapmayıp keffâret verdiği de olmuştur. Latîfe yapmış ve söylemiş, latîfeleri hep hak üzere ve faydalı olmuşdur. Yukarıda sayılanları yapmakdan çekinmek, utanmak, kibir olur. Çok kimseler burada yanılırlar. Tevazu ile tezellülü birbiri ile karıştırırlar. Nefs, burada çok kimseleri aldatır. Fakirlik, tezellüle sebep olmamalıdır. Çünkü, fakirlik utanılacak bir şey değildir. Müslüman, Allahü teâlâ emr ettiği için rızk kazanmağa çalışır. Çalışırken, ibâdetlerini terk etmez ve haram işlemez. Kazanırken de, kazandığını sarf ederken de, İslâmiyete uyar. Böyle kimseye zenginlik de, fakirlik de faydalı olur. Dünya ve âhıret saadetine kavuşmasına sebep olur. Fakat, nefsine uyarak, sabır ve kanâ’at etmiyen kimse, Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı olmaz. Fakir olunca, az verdin diye, i’tirâz eder. Zengin olursa, doymaz, daha ister. Kazandığını haramlara sarf eder. Zenginliği de, fakirliği de, dünyada ve âhırette felâketine sebep olur. Ucb; yaptığı ibâdetlerle övünmek 3.9.2002 Kötü huylardan biri de ucbdur. Ucb, yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla övünmektir. Yaptığı ibâdetlerin, iyiliklerin kıymetini bilerek, bunların elden gitmesini düşünerek korkmak, üzülmek ucb olmaz. Yahut, bunların Allahü teâlâdan gelen nimetler olduğunu düşünerek, sevinmek de, ucb olmaz. Bunların Allahü teâlâdan gelen nimetler olduğunu düşünmiyerek kendi yaptığını, kazandığını sanarak sevinmek, kendini beğenmek, ucb olur. Ucbun zıddına “Minnet” denir. Minnet, nimete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuşmadığını, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı olduğunu düşünmektir. Böyle düşünmek, ucb tehlikesi olduğu zaman farz olur. Diğer zamanlarda ise müstehabdır. İnsanı ucba sürükliyen sebeplerin başında cehâlet ve gaflet gelmektedir. Bu ucbdan kurtulmak için, her şeyin Allahü teâlânın dilemesi ile ve yaratması ile meydana geldiğini ve akıl, ilm, ibâdet etmek, mâl ve mevkı’ gibi kıymetli nimetlerin, Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı olduklarını düşünmek lâzımdır. Nimet, insana faydalı olan, tatlı gelen şey demektir. Bütün nimetleri gönderen Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı ve gönderici yoktur. Eshâb-ı kirâmdan bazıları, Huneyn gazâsında, askerin çokluğunu görerek, artık biz hiç mağlûb olmayız dedi. Bu sözler Resûlullahın mubârek kulağına gelince, üzüldü. Bunun için, harbin başlangıcında nusret-i ilâhî yetişmeyip, mağlûbiyyet başladı. Sonra, Cenâb-ı Hak merhamet ederek, zafer nasîb eyledi. Dâvüd aleyhisselâm, duâ ederken, “Yâ Rabbî! Evlâdlarımdan birkaçının namaz kılmadığı hiçbir gece yoktur ve oruc tutmadığı hiçbir gün geçmemiştir” demişti. Buna karşılık Allahü teâlâ, “Ben dilemeseydim, kuvvet ve imkân vermeseydim, bunların hiçbiri yapılamazdı” buyurdu. Dâvüd aleyhisselâmın bu sözü gayret-i ilâhiyyeye dokundu, târîh kitaplarında yazılı olan sıkıntıların başına gelmesine sebep oldu. Kibre sebep olan şeyler ucba da sebep olurlar. Allahü teâlânın nimetlerine şükür etmek de, büyük bir nimettir. Ucbun zararları, âfetleri çoktur: Kibre sebep olur. Günahları unutmağa sebep olur. Günah kalbi karartır. Günahlarını düşünen kimse, ibâdetlerini büyük görmez. İbâdet yapmanın da, Allahü teâlânın lutfu, ihsânı olduğunu düşünür. Ucb sâhibi, Allahü teâlânın mekrini ve azâbını da unutur. Başkalarından istifâde etmekden mahrûm kalır. Kimse ile meşveret etmez, danışmaz. “Üç şey, insanı felâkete sürükler” 4.9.2002 Kötü huylardan olan, ucb ile kibir birbirine çok yakın olduğuğu için çoğu zaman karıştırılır.Bunun için ucbu iyi anlamak gerekir. Hadîs-i şerifte, “Üç şey, insanı felâkete sürükler: Buhl, hevâ ve ucb”. Buhl sâhibi, yani hasîs, cimri kimse, Allaha karşı ve kullara karşı olan hakları ve vazîfeleri ödemekten mahrûm olur. Hevâsına, yani nefsinin arzûlarına uyan ve ucb sâhibi olan, yani nefsini beğenen kimse, muhakkak helâka, felâkete düçâr olur. İmâm-ı Muhammed Gazâlî buyurdu ki, “Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased, riyâ, ucb. Kalbini bunlardan temizlemeğe çalış!” Ucb sâhibi, hep ben, ben der. Toplantılarda baş tarafda bulunmak ister. Her sözünün kabûl olunmasını ister. Hadîs-i şerifte, “Günah işlemezseniz, daha büyük günaha yakalanmanızdan korkarım. O da, ucbdur” buyuruldu. Günah işliyenin boynu bükük olur. Tevbe edebilir. Ucb sâhibi, ilmi ile, ameli ile mağrûr olur. Egoist olur. Tevbe etmesi güç olur. Günah işliyenlerin iniltileri, Allahü teâlâya, tesbîh çekenlerin övünmesinden iyi gelir. Ucbun en kötüsü, hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmekdir. Hep nefsine uyar. Nasîhat kabûl etmez. Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki, kendisi çok câhildir. Bid’at sâhibleri, mezhebsizler böyledirler. Bozuk, sapık i’tikâdlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır. İşlediklerini ibadet olarak da yaptıklarından tevbe etmek, pişman olmak akıllarına gelmez. Tevbesiz olarak ölürler. Böyle ucbun ilâcı çok güçtür. Mâide sûresinin, “Kendinize bakınız. Kendiniz doğru yolda oldukca, başkalarının sapıtması size zarar vermez!” meâlindeki yüzsekizinci âyet-i kerîmesinin manasını Resûlullahdan sordular. Cevâbında, “İslâmiyetin emirlerini bildiriniz ve yasak ettiklerini anlatınız! Bir kimse ucb eder, sizi dinlemezse, kendi hâlinizi islâh ediniz” buyurdu. Ucb hastalarının ilâcını hâzırlıyan âlimler, Ehl-i sünnet âlimleridir. Fakat bu hastalar hastalıklarını bilmedikleri, kendilerini sıhhatli sandıkları için, bu tabîblerin nasîhatlerini, ilimlerini kabûl etmezler, felâkette kalırlar. Hâlbuki bu âlimler, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” aldıkları ilâcları, hiç değişdirmeden, bozmadan sunmaktadırlar. Câhiller, ahmaklar, bu ilâcları, onların yaptıklarını sanır. Hak yolda bulunduklarını zan ederek, kendilerini beğenirler. Hased; kıskanmak, çekememek 5.9.2002 Kötü huyların biri de haseddir. Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Allahü teâlânın ihsân ettiği nimetin ondan çıkmasını istemektir. Faydalı olmıyan, zararlı olan birşeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, “Gayret” olur. İlmini, mâl, mevkı’ ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Mâlını haramda, zulmde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atları ve günahları yaymakta kullananın mâlının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günah olmaz. Kalbde bulunan hâtıra, düşünce, günah sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzûsu ile hased ederse, günah olur, haram olur. Bu hasedini sözleri ile, hareketleri ile belli ederse, günahı daha çok olur. Hadîs-i şerifte, “İnsan, üç şeyden kurtulamaz: Sû-i zan, tayere, hased. Sû-i zan edince, buna uygun hareketde bulunmayınız. Uğursuz zan etdiğiniz şeyi, Allaha tevekkül ederek yapınız. Hased etdiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!” buyuruldu. Tayere, uğursuzluğa inanmakdır. Sû-i zan, bir kimseyi kötü zan etmekdir. Bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, kalbde hased hâsıl olması, haram değildir. Bundan râzı olmak, devamını istemek, haram olur. Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, def’ edilir. Buna “Hâcis” denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna “Hâtır” denir. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüd olunur. Buna “Hadîs-ün-nefs” denir. Dördüncü derece, yapması tercîh edilir. Buna “Hemm” denir. Beşinci derecede bu tercîh kuvvetlenip, karar verir. Buna “azm” denir. İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene ise yazılır. Seyyie ise, terk edilirse, sevap yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlemezse, bu da af olur. Hadîs-i şerifte, “Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe af olur” buyuruldu. İnsanın kalbine, küfür veya bid’at i’tikâdı olan bir düşünce gelince, bundan üzülür ve hemen red ederse, bu kısa düşünce, küfür olmaz. Fakat, senelerce sonra kâfir olmağa karar verirse, hatta bunu bir şarta bağlarsa dahî, karar verdiği anda kâfir olur. Senelerce sonra bir kâfir ile evlenmeğe niyet eden kadın da böyledir. Hased edenin zararı kendisinedir 6.9.2002 Hased edenin zararı kendisinedir. Hased olunanın, dünyada ve âhırette, bundan hiç zararı olmaz. Hatta faydasi olur. Hased edenin ömrü üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nimetlerin azalmadığını, hatta arttığını görerek, sinir buhrânları geçirir. Hasedden kurtulmak için, ona hediyye göndermeli, nasîhat vermeli, onu medh etmelidir. Ona karşı tevazu göstermelidir. Onun nimetinin artmasına duâ etmelidir. İnsan bir kimsede bulunan nimetin ondan gitmesini istemeyip, kendisinde de bulunmasını isterse, hased olmaz. Buna (Gıbta) imrenmek denir. Gıbta güzel bir huydur. İslâmiyetin ahkâmına, yani farzları yapmağa ve haramlardan sakınmağa ri’âyet eden, gözeten sâlih kimseye gıbta edilmesi vâcibdir. Dünya nimetleri için gıbta etmek tenzîhen mekrûh olur. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, mümin kuluna gayret eder. Mümin de mümine gayret eder” buyuruldu. Allahü teâlâ, gayretinden dolayı, fuhşu haram etmiştir. Allahü teâlâ, “Ey Âdem oğulları! Sizi kendim için yarattım. Herşeyi de sizin için yarattım. Senin için yarattıklarım, seni, kendim için yaratılmış olduğundan men’ ve gâfil ve meşgûl etmesin” buyurmuşdur. Başka bir hadîs-i kudsîde, “Seni kendim için yarattım. Başka şeylerle oyalanma! Rızkına kefîlim, kendini üzme!” buyurmuşdur. Yûsüf aleyhisselâmın, “Sultânın yanında benim ismimi söyle!” demesi gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, senelerce zindanda kalmasına sebep oldu. İbrâhîm aleyhisselâmın, oğlu İsmâ’îlin dünyaya gelmesine sevinmesi, gayret-i ilâhiyyeye dokunarak, bunu kurbân etmesi emir olundu. Allahü teâlânın çok sevdiklerine, bazı Evliyâya böyle gayret etmesi çok vâkı’ olmuştur. Gayret, bir kimsede olan hakkına, onun başkasını ortak etmesini istememekdir. Allahü teâlânın gayret etmesi, kulunun kötü, çirkin şey yapmasına râzı olmamasıdır. Kulun vazîfesi, dilediğini yapmak değildir. Ona kulluk etmektir. Onun emrlerine ve yasaklarına uymakdır. Her dilediğini yapmak, Allahü teâlâya mahsûsdur. Yalnız Onun hakkıdır. Kulun kendi dilediğini yapması, günah işlemesi, Allahü teâlânın hakkına ortak olmak olur. Müminin, günah işlemekde, kendisine gayret etmesi lâzımdır. Bu da, günah işlerken heyecânlanması, kalbinin çarpıntısı, sıkılması ile olur. Müminin kalbi, Allahü teâlânın evidir ve güzel huyların yeridir. Hased ve gayret 7.9.2002 Hased, kötü bir huydur, kalb hastalığıdır. Kalbi kötülüklere açmak demektir. Kalbinde kötü, çirkin düşüncelere yer vermek, çirkinleri güzellere ortak etmek olur. Kalbin buna râzı olmaması, çırpınarak mani olması, gayret olur. Ensârın reîsi olan Sa’d bin Ubâde, Yâ Resûlallah, Zevcemi yabancı erkekle bir yatakta görsem, dört şâhid görmeden öldüremez miyim? dedikte, “Evet, öldüremezsin” buyurdu. Sa’d buna cevâben, dört şâhid, mahkeme kararı lâzım ise de, buna tahammül edemem. Hemen öldürürüm, deyince, Resûlullah,”Reîsinizin sözünü işitiniz! O çok gayûrdur. Ben ondan daha çok gayûrum. Allahü teâlâ, benden daha çok gayretlidir” buyurdu. Yani böyle gayret olmaz. Ben ondan daha gayretli olduğum halde, İslâmiyetin dışına çıkmam. Allahü teâlâ, en çok gayretli olduğu halde, bu fuhşun cezâsını hemen vermez, demek istedi. Sa’dın haklı olan cezâyı vermekte acele etmesinin doğru olmadığına işâret buyurdu. Kadının ortağına gayret göstermesi câiz değildir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir gece hazret-i Âişenin odasından çıkdı. Hazret-i Âişe, zevcelerinden birinin yanına gittiğini zan ederek gayret eyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gelince, üzüldüğünü anlayıp, “Gayret mi eyledin?” buyurdu. Aişe validemiz, benim gibi bir zevallı, senin gibi, varlıkların en şereflisi, mahlûkların en merhametlisi bir zât için gayret etmez mi, dedi. Buna cevâb olarak, “Şeytanının vesvesesine uymuşsun” buyurdu. Benim yanımda şeytan mı var? Yâ Resûlallah! deyince, “Evet var” buyurdu. Ey Allahın Resûlü! Senin yanında da var mı? deyince, “Evet benim yanımda da var. Fakat, Allahü teâlâ, beni onun vesveselerinden muhâfaza etmekeedir” buyurdu.Yani, benim şeytanım Müslüman olmuştur. Bana hayırlı şeyleri hâtırlatır, buyurdu. Bir hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, kimseye ihsân etmediği iki nimetini bana ihsân eyledi: Şeytanım kâfir idi. Onu Müslüman yaptı. İslâmiyeti yaymakda, bütün zevcelerimi bana yardımcı eyledi” buyuruldu. Âdem aleyhisselâmın şeytanı kâfir idi. Zevcesi hazret-i Havvâ, Cennette şeytanın yemîn etmesine aldanarak, Âdem aleyhisselâmın hatâ etmesine sebep oldu. İnsanların Allahü teâlâya gayret etmeleri, haram işlenmesini istememekle olur. “Dînin temeli nasîhattir” 8.9.2002 Kötü huy olan hased ne kadar zararlıysa, bunun zıddı olan “Nasîhat” etmek te o kadar faydalıdır. Nasihat, Allahü teâlânın bir kimseye verdiği nimetin onda kalarak, dînine ve dünyasına faydalı olmasını istemek demektir. Nasîhat etmek, bütün Müslümanlara vâcibdir. Hadîs-i şerifte, “Hayıra sebep olana, bunu yapanın ecri kadar sevap verilir” ve “Kendi için istediğini din kardeşi için de istemiyen kimse, iman etmiş olmaz” ve “Dînin temeli nasîhattir” buyuruldu. Nasîhat vermek demek, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu, bütün kemâl ve cemâl sıfatlarının Onda bulunduğunu, Ona lâyık olmıyan sıfatların, ayıbların, kusurların Onda bulunmadığını, hâlis niyet ile Ona ibâdet etmek lâzım olduğunu, gücü yettiği kadar Onun rızâsını almağa çalışılmasını, Ona isyân edilmemesini, Onun dostlarına muhabbet, düşmanlarına muhâlefet edilmesini, Ona itâ’at edenleri sevmeği ve isyân edenleri sevmemeği, nimetlerini saymayı ve bunlara şükür etmeği, bütün mahlûklarına şefkat ve merhamet etmeği, Onda bulunmıyan sıfatları Ona söylememeyi bildirmek, Allahü teâlâ için nasîhat etmek olur. Şükür etmek, Allahü teâlânın gönderdiği nimetleri İslâmiyete uygun kullanmak demektir. Kur’ân-ı kerîmde bildirilenlere inanmağı, emir edilenleri yapmağı, kendi aklı ile, görüşü ile uydurma tercemeler yapmamağı, Onu çok ve doğru olarak okumağı, Ona abdestsiz el sürmek câiz olmadığını, insanlara bildirmek, Kur’ân-ı kerîm için nasîhat etmek olur. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerinin hepsine inanmak lâzım olduğunu, Ona ve ismine hurmet etmeği, Onun sünnetlerini yapmağı ve yaymağı, Onun güzel ahlâkı ile huylanmağı, Âlini ve Eshâbını ve ümmetini sevmeği bildirmek, Resûlullah için nasîhat etmek olur. Onun dînine uymakta, ibâdet yapmakta kendilerine hürriyyet veren hükûmetlere yardım etmek, onlara doğruyu bildirmek, Müslümanların hakkını gözetmelerini bildirmek, onlara isyân etmemek, kanûnlarına karşı gelmemek, onların İslâmiyete ve insanlara hizmet etmeleri için duâ etmek, silâh ile kimseye saldırmamak, zulüm ve haksızlık yaptıklarında da isyân etmeyip, tatlılıkla onları doğru yola, adâlete getirmek, onlara yaltakçılık yapmamak, doğru yoldan ayrılmalarına sebep olmamak ve Ehl-i sünnet âlimlerinin fıkıh kitaplarına, ilmihâl kitaplarına ve ahlâk kitaplarına uymak lâzım olduğunu bildirmek, devlet için nasîhat yapmak olur. “Hased hasenâtı yok eder!” 10.9.2002 Hased etmek, kıskanmak ibâdetlerin sevapını giderir. Hadîs-i şerifte, “Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı yok eder!” buyuruldu. Hased eden, onu gıybet eder, çekiştirir. Onun mâlına, canına saldırır. Kıyâmet günü, bu zulümlerinin karşılığı olarak, hasenâtı alınarak ona verilir. Hased edilendeki nimetleri görünce, dünyası azâb içinde geçer. Uykuları kaçar. Hayır, hasenât işliyenlere, on kat sevap verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder, birisi kalır. Küfürden, Allaha düşman olmaktan başka hiçbir günah, hasenâtın sevaplarının hepsini yok etmez. Günah olduğuna inanmıyarak veya İslâmiyete ehemmiyyet vermiyerek haram işlemek ve küfüre, irtidâda sebep olan işleri yapmak, sevapların hepsini yok eder. Çünkü, böyle yapanlar dinden çıkır mürted olurlar. Hadîs-i şerifte, “Geçmiş ümmetlerden iki kötülük sizlere bulaşdı: Hased ve kazımak. Bu sözümle onların başlarını kazıdıklarını anlatmak istemiyorum. Dinlerinin kökünü kazıyıp yok ettiklerini söyliyorum. Yemîn ederim ki, imanı olmıyan Cennete girmiyecekdir. Birbirinizi sevmedikçe, imana kavuşamazsınız. Birbirinizi sevmek için, çok selâmlaşınız!” buyuruldu. Selâmlaşmanın çok mühim olduğunu bu hadis-i şerif açıkca gösteriyor. Selâmlaşmayı emir ediyor. İki Müslüman karşılaşınca, birisinin “Selâmün aleyküm” demesi sünnetdir. Diğerinin cevâb olarak, “ve aleyküm selâm” demesi farzdır. Kâfirlere mahsûs kelimelerle selâmlaşmak ve el, beden hareketleri ile selâmlaşmak câiz değildir. Karşılaşan iki Müslüman, birbirinden uzak olarak yürüyorlarsa, sesini işitemiyeceğini anladığı zaman, söylemekle birlikde, sağ eli kaşının kenârına kaldırmanın da câiz olduğu bildirilmişdir. Kâfirlere karşı başka kelimelerle selâmlaşarak, fitne çıkmasına mani olmalıdır. Fitneyi uyandırmak haramdır. Bu harama mani olmak çok sevaptır. Hadis-i şerifte, “Müslümanlar hayırlı olur. Hased edince hayır kalmaz” buyuruldu. Diğer bir hadîs-i şerifte, “Hased, nemîme ve kehânet sâhibleri benden değildir” buyuruldu. Nemîme, fitne çıkarmak için, ara açmak için, insanlar arasında söz taşımaktır. Kehânet, bilmediğini söyliyerek bundan hüküm, mana çıkarmakdır. Bilinmiyen şeyleri haber veren, falcılara (Kâhin) denir. Kâhine inanmamalıdır. Bu hadîs-i şeriften, hased edenin şefâ’atden mahrûm kalacağı anlaşılmakdadır. Yani şefâ’at istemeğe hakkı olmayacaktır. Hased en çok kimlerde bulunur? 11.9.2002 Hased etmek, kıskanmak hasetçiye hem dünyada hem de ahırette çok zarar verir. Hased etmek en çok âlimlerde bulunur. Hadîs-i şerifte, “Altı kimse, altı şeyden hesâba çekilip, mahşer yerinde azâb gördükden sonra, Cehenneme gireceklerdir: Devlet reîsleri zulümden, arablar kavmiyyet gayretinden, köy muhtarları kibirden, tüccar hıyânetten, köylüler cehâletden, âlimler hasedden” buyuruldu. Ticaret ile meşgûl olanın, yalan söylemek, fâiz, hîle ve fâsid alış-veriş ile başkasının mâlını aşırmak ne demek olduklarını ve bu haramlardan kurtulmanın çârelerini öğrenmesi lâzımdır. Köylülerin, yani her Müslümanın, Ehl-i sünnet i’tikâdını ve ilm-i hâlini bilmesi lâzımdır. Bu hadis-i şerif, hasedin din adamlarında daha çok bulunduğunu haber vermektedir. Hased on kısımdır. Bunların dokuzu din adamlarında bulunur. Dünya sıkıntıları on çeşittir. Bunların dokuzu sâlihlerde bulunur. Zillet on kısımdır. Dokuzu Yahûdîlerdedir. Tevazu on kısmdır. Dokuzu nasârâdadır. Şehvet on kısmdır. Dokuzu kadınlarda, biri erkeklerdedir. İlim on kısımdır. Biri Irâkdadır. İman on kısmdır. Dokuzu Yemendedir. Akıl on kısmdır. Dokuzu erkeklerdedir. Yer yüzünün bereketi on kısmdır. Dokuzu Şâmdadır.(Tefsîr-i kebîr; Fahreddîn-i Râzî hazretleri, bu tefsîrinde kendi zamanında olanları bildirmiştir.) Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dünyaya teşrîf etmeden evvel, Yahûdîler harb edecekleri zaman, “Yâ Rabbî! Göndereceğini va’d ettiğin ve en çok sevdiğini bildirdiğin, o şerefli Peygamber hurmetine” diyerek duâ ederlerdi. Duâları kabûl olup, Allahü teâlâ kendilerine yardım ederdi. Resûlullah, insanları Müslüman olmağa da’vet edince, kendisinin va’d edilen Peygamber olduğunu anladılar. Fakat hased ederek, kıskanarak inkâr etdiler. Hasedleri kendilerinin ve gelecek olan nesllerinin ebedî olarak felâkete, azâblara sürüklenmelerine sebep oldu. Hased etmek, Allahü teâlânın takdîrini değiştirmez. Boşuna üzülmüş, yorulmuş olur. Kazandığı günahlar da, cabası olur. Hazreti Mu’âviye, oğluna nasîhat olarak, “Hasedden çok sakın! Hasedin zararları sende, düşmanınınkinden daha önce ve daha çok hâsıl olur” dedi. Süfyân-ı Sevrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hased etmeyenin zihni açık olur, demiştir. İnsan, söylemediği sözüne hâkimdir 12.9.2002 Allahü teâlâ, şeytanın şerrinden korunmamızı emir ettiği gibi, hased edenin şerrinden de, sakınmamızı emr etti. Hadîs-i şerifte, “Nimet sâhiblerinden ihtiyaclarınızı, gizli olarak isteyiniz. Çünkü, nimet sâhiblerine hased edilir” buyuruldu. İhtiyaclarınızın karşılandığı meydana çıkınca, hased olunursunuz. Sırrını saklıyan kimse, isterse, açığa çıkarır, isterse çıkarmaz. Sırrını açıklıyan kimse, çok def’a söylediğine pişman olur, üzülür. İnsan, söylemediği sözüne hâkimdir. İsterse söyler, istemezse söylemez. Söylediğinin ise, mahkûmudur. Keşki söylemeseydim, der. Mâla, eşyâya emîn olan kimselerin çoğu, esrâra emîn olmazlar. “Zehebini ve zihâbını ve mezhebini gizli tut!” sözü meşhûrdur. (Zeheb, altın, zihâb, i’tikâd, mezheb de, işlerde tutulan yol demektir.) Hiçbir hasedci murâdına kavuşmamıştır. Kimseden hurmet görmemiştir. Hased, sinirleri bozar. Ömrünün azalmasına sebep olur. Esma’î diyor ki, bir köylüye rastladım. Yüzyirmi yaşında idi. Çok yaşamasının sırrını sordum. “Çünkü, hiç hased etmedim” dedi. Ebülleys-i Semerkandî diyor ki, “Üç kimsenin duâsı kabûl olmaz: Haram yiyenin, gıybet edenin, hased edenin” İnsanları hasedden kurtarmak için nasihat etmelidir. İnsanlara dünyada ve âhırette faydalı olan şeyleri yapmak ve zararlı olan şeyleri yapmamak lâzım olduğunu ve kimseye eziyyet etmemeği, kalb kırmamağı, bilmediklerini öğretmeği, kusurlarını örtmeği, farzları emir etmeği, haramlardan nehy etmeği, bunların hepsini tatlılıkla, acıyarak bildirmeği, küçüklere merhamet, büyüklere hurmet edilmesini, kendilerine yapılmasını istediklerini başkalarına da yapmalarını, kendilerine yapılmasını istemediklerini başkalarına da yapmamalarını, onlara bedenleri ile, mâlları ile, yardım edilmesini bildirmek de, bütün insanlar için nasîhat etmek olur. Hadîs-i şerifte, “Müslümanlara yardım etmiyen, onların iyilikleri ve rahatları için çalışmıyan, onlardan değildir. Gece ve gündüz, Allah için ve Kur’ân-ı kerîm için ve Resûlullah için ve devlet reîsi için ve bütün Müslümanlar için nasîhat etmiyen kimse de, bunlardan değildir” buyuruldu. Hased etmek haramdır. Haramı işlemenin günahı, işlemeğe karar vermekten daha büyüktür. Haram, Allahü teâlânın yasak ettiği şey demektir. Hadîs-i şerifte, “İnsan, haram işlemeği kalbinden geçirir, Allahdan korkarak yapmazsa, hiç günah yazılmaz. Haramı işleyince, bir günah yazılır” buyuruldu. Sevap, iyilik ve ibâdet yapana âhırette verilecek iyi karşılık, mükâfât demektir. Allahü teâlâ, dünyada iyilik ve ibâdet yapanlara âhırette sevap vereceğini va’d etmiştir. Kin beslemek haramdır 13.9.2002 Kötü huylardan biri de “Hıkd” yani, başkasından nefret etmek, kalbinde ona karşı kin, düşmanlık beslemektir. Kendine Allah rızası için nasîhat verenlere böyle kin beslemek haramdır. Ona düşmanlık değil, itâat etmek lâzımdır. O, Allahın emrini yerine getirmişdir. Onu sevmek, hurmet etmek lâzımdır. Zulmedene karşı kin haram değildir. Fakat, zâlimi af etmek efdaldir. Uhud gazâsında Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek yüzü yaralanıp, mubârek dişi kırılınca, Eshâb-ı kirâm çok üzüldüler. Duâ et, Allahü teâlâ, cezâlarını versin dediler. “La’net etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim” ve “Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet et. Tanımıyorlar, bilmiyorlar” buyurdu. Düşmanlarını af etti. La’net etmedi. Hadîs-i şerifte, “Sadaka vermekle mâl azalmaz. Allahü teâlâ, af edenleri azîz eder. Allah rızâsı için af edeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyuruldu. Bu hadîs-i şerifte bildirilen sadaka, farz olan sadaka demekdir. Yani zekât demektir. Tevazu edenin tâatlarına, ibâdetlerine, daha çok sevap verilir. Günahları, daha çabuk af olunur. İnsanın yaratılışında, hayvanî rûhun ve nefsin arzûları bulunmaktadır. Mâlı, parayı sever. Gadab, intikam, kibir sıfatları görünmeğe başlar. Bu hadis-i şerif, bu kötü huyların ilâcını bildiriyor. Sadakayı, zekâtı emrediyor. Af ederek, gadabı, intikamı temizliyor. Hadîs-i şerifte, af etmek, mutlak olarak, şartsız olarak bildiriliyor. Mutlak olan emir, bir şarta bağlamaz. Mutlak olan emir, umûmîdir. Birkaç şeye mahsûs değildir. Hakkını almak mümkin değilse de, af etmek iyidir. Mümkin ise, daha iyidir. Çünkü, hakkını geri almağa kudreti var iken af etmek, nefse daha güç gelir. Zulmedeni af etmek, hilmin, merhametin ve şecâ’atin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmiyene hediyye vermek de, ihsânın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki, “Diş kıranın dişi kırılır. Burnu, kulağı kesenin, burnu kulağı kesilir demiştim. Şimdi ise, kötülük yapana karşı, kötülük yapmayınız. Sağ yanağınıza vurana sol yanağınızı çeviriniz diyorum”. “Af eyleseydi, daha iyi olurdu” 14.9.2002 Zalimleri, kötü kimseleri sevmemek onlara kin, düşmanlık beslemek caiz ise de, böyle kimseleri bile affemek iyidir, sevaptır. Şeyh İbn-ül Arabî hazretleri diyor ki, “Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükürünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfürân-ı nimet etmiş olur”. Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak, “İntisâr” olur. Af etmek, adâletin yüksek derecesi, intisâr ise, aşağı derecesidir. Adâlet, sâlihlerin en yüksek derecesidir. Af etmek, bazan zâlimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, her zaman zulmün azalmasına, hatta yok olmasına sebep olur. Böyle zamanlarda, intisâr etmek, af etmekden daha efdal, daha sevap olur. Hakkından fazlasını geri almak zulüm olur. Zulüm edenlere azâb yapılacağı bildirilmişdir. Zâlimi af eden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Zâlimden hakkı kadar geri almak, adâlet olur. Kâfirlere karşı adâlet yapılır. Fakat gücü yettiği halde af etmek, güzel ahlâkdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir kimsenin zâlime bedduâ etdiğini görünce, “İntisâr eyledin!” buyurdu. Af eyleseydi, daha iyi olurdu. Hadîs-i şerifte, “Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra onbir def’a ihlâs sûresini okuyan, kâtilini af ederek ölen” buyurulmuşdur. Zülkarneyn, Peygamber değildi, diyen âlimler dedi ki, fakat ona Peygamberlerde bulunan sıfatlardan dördü verilmişti. Bunlar, gücü var iken af ederdi. Va’d ettiğini yapardı. Hep doğru söylerdi. Rızkını bir gün evvelden hâzırlamazdı. Zulmün çokluğu kadar affın sevapı çok olur. Kin tutmaktan, düşmanlık beslemekten hâsıl olan kötülükler, onbirdir: Hased, şemâtet, hicr, aşağı görmek, yalan, gıybet, sırrı ifşâ, alay etmek, eziyyet vermek, hakkı ödememek ve mağfirete mani olmak. Düşmanlık besleyen kimse, iftirâ, yalan ve yalancı şâhidlik ve gıybet ve sır ifşâ etmek ve alay etmek ve haksız olarak incitmek ve hakkını yimek ve ziyâreti kesmek günahlarına yakalanır. Hadis-i şerifte,“Üç şey bulunmıyan kimsenin bütün günahlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfüre yakalanmadan ölmek, büyü yapmamak ve din kardeşine düşmanlık beslememek” Sihr, büyü vâsıtasiyle her dilediğini yapacağına inanırsa, kâfir olur. Sihrin tesîrine inanmayan da kâfir olur. Sihrin, diğer ilâclar gibi, Allahü teâlâ dilerse te’sîr edebileceğine inanmalıdır. Düşmanlık beslemenin sebebi 15.9.2002 Müslümana düşmanlık beslemenin sebeplerinden biri, gadabdır. Gadab eden, kızan kimse, intikam alamayınca, gadabı, kin hâlini alır. Gadab, kanın hareketinin artmasından tansiyonun yükselmesinden meydana gelir. Allah için gadaba gelmek, iyidir. Dîne olan gayretindendir. Din düşmanlarına, bid’at ehline, mezhepsizlere gadaplanmak böyledir. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, Şa’bânın onbeşinci gecesi bütün kullarına merhamet eder. Yalnız müşriki ve müşâhini af etmez” buyuruldu. Müşâhin, bid’at sâhibi, mezhebsiz demektir. Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdında olmıyan kimseye “Bid’at sâhibi” denir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan kimse, ehl-i sünnet fırkasından ayrılmış olur. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan da, yâ kâfir olur, yahut bid’at sâhibi olur. Kâfirlerin çeşitleri çoktur. Bunların en kötüsü, müşrikdir. Müşrik, Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanmıyan kimse demektir. Ateist, mason, komünist de, müşrik demektir. Bid’at sâhibleri, kâfir değildir. Fakat sapık i’tikâdlarında taşkınlık yapanların, Kur’ân-ı kerîmde ve hadisi şeriflerde açıkca bildirilmiş olan birşeyi inkâr edince, kâfir olduklarını islâm âlimleri bildirmişlerdir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde müşrik kelimesi, kâfir kelimesi yerine kullanılmıştır. Meselâ, müşriki af etmem, buyurulmuşdur ki, kâfirlerin; Hıristiyanların, Yahudilerin hiçbir çeşitini af etmem demektir. Bid’at sâhiblerinin islâm dînine zararları, kâfirlerin zararlarından daha çoktur. Mezhebsiz din adamları, Mevdûdîciler, selefî denilen İbni Teymiyyeciler, Seyyid Kutbcular böyledirler. Müslümanların müctehidleri taklîd etmeleri, bir mezhebe tabi olmaları şarttır. Çünkü, Nahl sûresinin kırküçüncü ve Enbiyâ sûresinin yedinci âyetlerinde meâlen, “Âlimlere sorup öğreniniz!” ve Tevbe sûresinin yüzüncü âyetinde meâlen, “İlk Muhâcirlerden ve Ensârdan ve bunlara tâbi’ olanlardan Allah râzıdır” buyurulmuştur. Bu âyetler taklîd etmeği emir buyurmaktadır. Mu’âz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” Yemene hâkim olunca, “Kitapda ve hadis-i şeriflerde bulamadığım zaman, ictihâd eder, anladığıma göre emir ederim” dedi. Resûlullah da, bu cevâbı beğenerek, Allahü teâlâya hamd eyledi. Müctehid olmıyanın, işittiği bir hadîse uyması câiz değildir. Müctehid olmayan, bağlı olduğu mezhebih fıkıh kitaplarına göre amel eder. Başkasının zararına sevinmek 16.9.2002 Başkasına gelen belâya, zarara sevinmek, kötü huylardandır. Buna, “şemâtet” denir. Hadîs-i şerifte, “Din kardeşinize şemâtet etmeyiniz! Şemâtet ederseniz, Allahü teâlâ belâyı ondan alır size verir” buyuruldu. Zâlimin zulmünden, şerrinden kurtulmak için, onun ölümüne sevinmek, şemâtet olmaz. Düşmanın başına gelen ölümden başka belâlara sevinmek, şemâtet olur. Hele belâların gelmesine kendisinin sebep olduğunu düşünerek sevinmek, meselâ duâsının kabûl olduğuna sevinmek daha fenâdır. Ucb kötü huyuna yakalanmasına sebep olur. Ona gelen belânın, kendisi için mekr ve istidrâc olabileceğini düşünmelidir. Ondan belânın giderilmesi için duâ etmelidir. Hadîs-i şerifte, “Müminin din kardeşi için, arkasından yaptığı hayır duâ kabûl olur. Bir melek, Allah bu iyiliği sana da versin. Âmîn, der. Meleğin duâsı red edilmez” buyuruldu. Düşman, zâlim olup da, kendisine gelen belâ, başkalarına zulmetmesine mani olursa, belânın gelmesine sevinmek günah olmaz. Din gayreti olur. Din gayreti, imanın kuvvetli olduğunu gösterir. Allah için gayret etmek iyidir. Hayvanî arzûlar için gayret etmek iyi değildir. Zâlime de belâ gelmesine sevinmek, yine iyi değildir. Fakat, başkalarına zulmetmesine mani olduğu için ve diğer zâlimlerin de ibret almaları için, câiz olmaktadır. Müslümanın affedici olması güzel huy ise de, “korkaklık” etmesi kötü huydur.. İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î buyuruyor ki, “Kahramanlık göstermek lâzım olan yerde, korkaklık yapan kimse, eşeğe benzer.” Korkak olan kimse, zevcesine ve akrâbasına karşı gayretsizlik ve hamiyyetsizlik gösterir. Onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer. Haram işliyeni görünce susar. Başkalarının mâlına tamâ’ eder. İşinde sebât etmez. Verilen vazîfenin ehemmiyyetini anlamaz. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinde kahramanlığı övüyor. Allahü teâlâ, Feth sûresinde, Eshâb-ı kirâma, “Kâfirlere gadab ederler”, harbde sert davranırlar diyerek övmektedir. Tevbe sûresi, yetmişdördüncü âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi, “Kâfirlere karşı sert ol!”. Yani saldırdıkları zaman korkmadır. Bir hadîs-i şerifte, “Ümmetimin hayırlısı, demir gibi dayanıklı olanıdır” buyuruldu.Düşmanlara karşı korkak olmak, câiz değildir. Korkarak kaçmak, Allahü teâlânın takdîrini değişdirmez. Ecel gelince, Azrâil aleyhisselâm, insanı nerde olursa olsun bulur. Kendini tehlikeye atmak da, câiz değildir. Tehlikeli yerde yalnız kalmak, yalnız yürümek, günahtır. Üç günden fazla dargın durulmaz 17.9.2002 Dostluğu bırakmak, dargın olmak caiz değildir. Hadîs-i şerifte, “Müminin mümine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz. Üç geceden sonra ona gidip selâm vermesi vâcib olur. Selâmına cevâb verirse, sevapda ortak olurlar. Vermezse günah, ona olur” buyuruldu. Erkek olsun, kadın olsun, dünya işleri için, müminin mümine darılması, yani onu terk etmesi, aradaki bağlılığı kesmesi câiz değildir. Dargın olana, üç günden önce gidip barışmak, daha iyidir. Güçlük olmaması için, üç gün müsâ’ade edilmiştir. Daha sonra günah başlar ve gün geçdikçe artar. Günahın artması, barışıncaya kadar devam eder. Hadîs-i şerifte, “Sana darılana git, barış! Zulüm yapanı af et. Kötülük yapana iyilik et!” buyuruldu. Üç günden fazla dargın duran kimse, şefâ’at olunmazsa, af olunmazsa, Cehennemde azâb görecektir. Günah işleyene, ona nasîhat olmak niyeti ile hicr eylemek yani darılmak câizdir, hatta müstehabdır. Allahü teâlâ için darılmak olur. Hadîs-i şerifte, “Amellerin, ibâdetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah ve buğd-i fillahdır” buyuruldu. Hubb-i fillah, Allahü teâlâ için sevmek demektir. Buğd-i fillah, Allahü teâlâ için sevmemek, dargın olmak demektir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma sordu: Benim için ne yaptın? dedi. Senin için namaz kıldım, oruc tuttum, zekât verdim, ismini çok zikreyledim, deyince, Allahü teâlâ, namaz, sana burhandır. Kötü iş yapmaktan korur. Oruc, kalkandır. Cehennem ateşinden korur. Zekât da, mahşer yerinde gölge verir, sana rahatlık verir. Zikir, mahşerde karanlıktan kurtarır, ışık verir. Benim için ne yaptın? buyurdu. Yâ Rabbî! Senin için olan işin ne olduğunu bana bildir, diye yalvarınca, Yâ Mûsâ! Dostlarımı sevdin mi? Düşmanlarımdan kesildin mi? buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdetin, hubb-i fillah ve buğd-i fillah olduğunu anladı. Günah işliyenle, kabahat yapanla uzun zaman uzun zaman konuşmamak, dargın durmak câizdir. Ahmed bin Hanbelin hazretleri haramdan geldiği bilinen hediyyeyi kabûl ettikleri için amcasını ve oğullarını ile konuşmadığı meşhûrdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Tebük gazâsına gelemiyen üç kişi ile konuşmamıştır. Gayr-ı müslim vatandaşlara da, dünya işleri için, dargın olmak câiz değildir. Onların da, güler yüzle, tatlı dille gönüllerini almak, incitmemek, haklarını ödemek lâzımdır. Öfke, insanın aklını giderir 18.9.2002 Korkaklık kötü huy olduğu gibi, gadabın, sertliğin aşırı ve zararlı olması da kötü huydur, buna “tehevvür”, atılganlık denir. Atılgan olan hiddetli, sert olur. Bunun aksine hilm, yumuşaklık denir. Halîm kimse, gadaba sebep olan şeyler karşısında kızmaz, heyecâna gelmez. Korkak olan, kendine zarar verir. Gadablı kimse ise, hem kendine, hem de başkalarına zarar verir. Sertlik, insanın aklını giderir, küfüre kadar götürür. Hadîs-i şerifte, “Gadab, imanı bozar” buyuruldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dünya için gadaba geldiği görülmedi. Allah için gadaba gelirdi. Gadab sâhibi, karşısındakinin de kendisine karşılık yapacağını önceden düşünmelidir. Gadaba gelen kimsenin sinirleri bozulur, kalb hastası olur. Bu bozukluk, dışına da sirâyet ederek, çirkin ve korkunç bir hâl alır. Gadabı yenmeğe “Kâzm” denir. Kâzm etmek çok sevaptır. Kâzm sâhibine, yani gadabını yenene, Cennet müjdelendi. Allah rızâsı için kâzım olan kimse, karşısındakini af edip, ona karşılık yapmaz ise, Allahü teâlâ onu çok sever, Cennetin, bunlar için hâzırlanmış olduğunu bildirmiştir. Hadîs-i şerifte, “Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı için gadabını def’ ederse, Allah da, ondan azâbını def’ eder” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Bir Müslümanda üç şey bulunursa Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. Nimete şükür etmek, zâlimi af etmek, gadaba gelince, gadabını yenmek” buyuruldu. Nimete şükür etmek, onu İslâmiyete uygun olarak kullanmak demektir. Hadîs-i şerifte, “Gadaba gelen bir kimse, dilediğini yapmağa kâdir olduğu halde, yumuşak davranırsa, Allahü teâlâ, onun kalbini, emniyet ve iman ile doldurur” “Bir kimse gadabını örterse, Allahü teâlâ onun ayblarını, kabâhatlarını örter” buyuruldu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, “Hilm sâhibi olmak, yumuşak huylu olmak gadabını yenmekten daha kıymetlidir” buyurdu. Hadîs-i şerifte, “Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm ile zînetlendir, takvâ ihsân eyle! Âfiyet ile beni güzelleşdir” buyuruldu. Abdüllah ibni Abbâs hazretlerine bir kimse söğdü. Buna karşılık olarak, bir ihtiyacın varsa, sana yardım edeyim, buyurdu. Adamcağız başını öne eğerek ve utanarak özür diledi. Öfke insanı İslamiyetin dışına çıkartır 19.9.2002 Câhiller, ahmaklar, gadaba, öfkelenmeye ve atılganlığa kahramanlık ve erkeklik ve izzet-i nefs ve gayret ve hamiyyet diyorlar. Bu, güzel ismlerle gadab kötü huyunu süslüyorlar, güzelleşdiriyorlar. Öfkelenmenin iyi olduğunu anlatıyorlar. Bunu medh etmek için, büyüklerin gadab ettiklerini gösteren hikâyeler de, anlatıyorlar. Böyle yapmak, câhillikdir. Aklın noksan olduğunu gösterir. Bunun içindir ki, hasta, sağlam olandan, kadın, erkekden, ihtiyâr da, gençden daha çabuk kızmaktadır. Otuz yaşından küçük olana genç, otuz ile elli arasında olana yetişkin adam, elli yaşından yukarı olana ihtiyâr yetmişden sonra pîr-i fânî denir. Hadîs-i şerifte, “Gadab, öfke şeytanın vesvesesinden hâsıl olur. Şeytan, ateşden yaratılmıştır. Ateş, su ile söndürülür. Gadaba gelince, abdest alınız!” buyuruldu. Bunun için, gadaba gelince, e’ûzü besmele ve iki kul e’ûzüyü okumalıdır. İnsan, gadaba gelince, aklı örtülür. İslâmiyetin dışına çıkar. Gadaba gelen kimse, ayakta ise oturmalıdır. Hadîs-i şerifte, “Gadaba gelen kimse, ayakta ise otursun. Gadabı devam ederse, yan yatsın!” buyuruldu. Ayakda olanın intikam alması kolaydır. Oturunca, azalır. Yatınca, daha azalır. Öfke, kibrden doğar. Yatmak, kibrin azalmasına sebep olur. İnsan öfkelenince, “Allahümmagfir li-zenbî ve ezhib gayza kalbî ve ecirnî mineşşeytan” okumak, hadîs-i şerifte emir olundu. Manası, “Yâ Rabbî! Günahımı af eyle. Beni kalbimdeki gadabdan ve şeytanın vesvesesinden kurtar” demektir. Gadaba sebep olan insana yumuşak davranamıyan kimse, onun yanından ayrılmalı, onunla buluşmamalıdır. Hazret-i Hüseynin oğlu Zeynel Âbidîn Alîye bir kimse söğdü. Elbisesini çıkarıp ona hediyye eyledi. Îsâ aleyhisselâm, yahûdîlerin yanından geçerken, kendisine çok kötü şeyler söylediler. Onlara iyi ve tatlı cevâblar verdi. Onlar, sana kötülük yapıyor, sen onlara iyi söyliyorsun dediklerinde, “herkes, başkasına, yanında bulunandan verir” buyurdu. Halîm, selîm kimse, dâimâ neş’eli, rahat olur. Onu, herkes medh eder. Müslüman olsun, kâfir olsun, islâm memleketi olsun olmasın, nerde olursa olsun, hiç bir insanın mâlına, canına ve ırzına, nâmûsuna dokunmak, câiz değildir. Müslüman, Allahın emrlerine uymalı, günah işlememelidir. Devletin kanûnlarına karşı gelmemeli, suç işlememelidir. Fitne çıkmasına sebep olmamalıdır. Müslümanlığın güzel ahlâkını, şerefini, her yerde herkese göstermeli, her milletin islâm dînine sevgili ve saygılı olmasına sebep olmalıdır. Hiç kimseye kızmamalıdır 20.9.2002 Hiç kimseye kızmamalıdır. (Kızma!) hadis-i şerifi, kızmayı yasak etmektedir. Bir kimse, gadab ederse, yani kızarsa, bütün sinirleri bozulur. Bazı uzvları hasta olur. Doktorlar buna ilâc bulamazlar. Bunun yegâne ilâcı, bu hadis-i şeriftir. Kızan kimse, sözleri ile, hareketleri ile, yanındakileri incitir. Onlar da, sinir hastalığına yakalanır. Evde, rahat, huzûr kalmaz. Yuvanın dağılmasına, câna kıyılmasına bile sebep olur. Bir evde öfkelenen kimse yok ise, orada saadet, rahat ve huzûr, neşe vardır. Kızan kimse varsa, orada, rahat, huzûr ve neş’e bulunmaz. Erkek ile hanımı arasında ve ana ile evlâdı arasında geçimsizlik, hatta, düşmanlık eksik olmaz. İslâmiyete uymanın, saadet ve rahatlık ve neş’e getireceği buradan da anlaşılmaktadır. İslâmiyete uyan kâfirler de dünyada saadete kavuşurlar. İslâmiyetden, kitâptan almayıp da, kendi kafasından çıkarıp, sert, hiddetli va’z vereni dinlememek de, bunun gadabına sebep olur. Bunun ilâcı, doğruyu, yumuşak ve tatlı söylemektir. Hazret-i Hasen ve Hüseyn çölde gidiyorlardı. Bir ihtiyârın abdest aldığını gördüler. Abdesti doğru almıyor, şartlarına uymuyordu. Yaşlı olduğu için, böyle abdest sahîh olmaz demeğe sıkıldılar. Yanına giderek, mubârek efendim! Birbirimizden daha iyi abdest aldığımızı söylüyoruz. Bir abdest alalım. Hangimizin haklı olduğunu bize bildir, dediler. Önce Hasen, sonra Hüseyn güzel bir abdest aldılar. İhtiyâr, dikkatle bakdı. Evlâdlarım! Abdest almasını şimdi sizden öğrendim, dedi. İbrâhîm aleyhisselâm, ikiyüz mecûsîye ziyâfet verdi. Bize ne emir edersen yapalım dediler. Sizden bir dileğim var, buyurdu. O nedir? dediklerinde, benim Rabbime bir kerre secde etmenizi istiyorum dedi. Aralarında konuştular. Bu ihtiyârın ihsânları, ziyâfetleri meşhûrdur. Bunu kırmayıp, bir secde eder, sonra gidip yine tanrılarımıza tapınırız. Bir zararı olmaz dediler. Bunlar secdede iken, İbrâhîm aleyhisselâm, “Yâ Rabbî! Gücümün yettiği bu kadar! Daha fazlasını yaptırmak elimden gelmiyor. Bunları hidâyete, saadete kavuşdurmak, ancak senin kudretindedir. Bunlara Müslümanlık nasîb eyle!” dedi. Duâsı kabûl olup, hepsi Müslüman oldu. Haram işleyecek kimseye gizlice nasîhat edilir. Haram işlemekde olana, tatlılıkla orada söylenir. Herkese önce gizli, tenhâda nasîhat vermek, daha etkili olur. Nasihat etmenin üç şartı 21.9.2002 Birinin sözünü yanlış anlamak, öfkeye sebep olur. Böyle zamanlarda az ve açık söylemek, şübheli kelimeler kullanmamak lâzımdır. Birşeyi kapalı anlatmak, dinliyene sıkıntı verir. Onu incitir. Nasihat ederken de bunlara dikkat etmelidir. Emr-i ma’rûf yapmanın, nasihat etmenin üç şartı vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emrini ve yasağını bildirmeğe niyet etmektir. İkincisi, söylediğinin vesîkasını, kaynağını bilmektir. Üçüncüsü, hâsıl olacak sıkıntılara sabır etmektir. Yumuşak söylemek, sertlik yapmamak lâzımdır. Sert söyliyen ve münâkaşa eden fitne çıkmasına sebep olur. Hazret-i Ömer halîfe iken, Abdüllah ibni Mes’ûd ile bir gece Medîne içinde dolaşıyorlardı. Bir kapıdan tegannî, şarkı söyliyen kadın sesi duydu. Kapı deliğinden içerisini gözetledi. Önünde şerâb şişesi, karşısında şarkıcı bir kız bulunan ihtiyâr gördü. Hemen pencereden içeri girdi. Yâ Emirelmümînin! Allahü teâlânın rızâsı için beni dinler misin? diyince, söyle bakalım, buyurdu. Ben, Allahü teâlâya bir isyânda bulundum. Fakat sen, onun üç emrine isyân ettin, dedi. Nedir onlar? diyince, Allahü teâlâ, başkasının evini gözetlemeyiniz buyuruyor. Sen, kapıdan içerisini gözetledin. Allahü teâlâ, başkasının evine izin almadan girmeyiniz buyurdu. Sen izinsiz girdin. Allahü teâlâ, evlere kapılarından giriniz ve selâm veriniz buyurdu, sen ise, pencereden girdin ve selâm vermedin, dedi. Hazret-i Ömer buna adâlet ile ve insâf ile cevâb vererek, doğru söyledin dedi ve ondan af diledi. Ağlayarak dışarı çıktı. Nasîhat verene ve bütün Müslümanlara hüsn-i zan etmek, iyi karşılamak lâzımdır. Sözlerini, mümkin olduğu kadar iyiye yormalıdır. Müslümanın hayırlı ve sâlih olduğuna inanmak, ibâdet olur. Bir Müslümana sû-i zan ederek ona inanmamak, kötü huylu olmayı gösterir. İşitilen sözü, anlamaya çalışmalı, anlıyamadığını sormalıdır. Söz sâhibine hemen sû-i zan etmemelidir. Şeytanın kalbe getirdiği vesveselerden en çok başardığı, sû-i zan vesvesesidir. Sû-i zan etmek haramdır. Bir sözden iyi mana çıkarmağa imkân bulunamazsa, bunun hatâ ile, yanlışlıkla veya unutarak söylenebileceği düşünülmelidir. Öfkelenmenin sebepleri 22.9.2002 Bir işle meşgûl olana, düşünceli olana, üzüntülü olana, sıkıntıda olana bir şey söylemek, birşey sormak, onun öflekelenmesine sebep olabilir. Çocuğun ağlaması, bağırması, hayvanın bağırması da böyledir. Böyle öfkelenmek çok çirkindir. Cansızların hareketinden gadaba gelenler görülmüştür. Bu, daha kötüdür. Koyduğu yerden bir şeyin kayması, keseri vurunca kırılmaması, bundan dolayı kızarak söven, vuran, helâk eden, yakan kimseler görülmüştür. Kendi yaptığına kızan, bunun için kendine söven, kendine vuran da yok değildir. İbâdetde kusur ettiği için, kendine kızmak iyidir. Dîninde gayret olur, sevap olur. Resûlullaha ve hatta Allahü teâlâya karşı öfkelenmek, hepsinden kötüdür. Küfüre sebep olur. “Öfke, imanı bozar” hadis-i şerifi, Allahü teâlâya, Resûlullaha karşı öfkenin küfür olduğunu göstermektedir. Haram işliyeni görünce, gadaba gelmek, iyidir. Din gayretinden ileri gelir. Fakat, kızınca aklın ve İslâmiyetin dışına taşmamak lâzımdır. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, her zaman yumuşak söylemeği sever” buyuruldu. Öfkelenmenin mukâbili, karşılığı hilmdir. Hilm, öfkeyi yenmekden daha efdaldir. Hilm, öfkelenmemek, gadaba gelmemek demektir. Aklın çokluğuna alâmettir. Hadîs-i şerifte, “Öfkeye sebep olan şey karşısında hilm göstereni, Allahü teâlâ sever” ve “Allahü teâlâ, haya ve hilm ve iffet sâhiblerini sever. Fuhş söyliyenleri ve sarkıntılık yaparak dilenenleri sevmez” buyuruldu. İffet, başkasının malına göz dikmemektir. Resûlullah, “Yâ Rabbî! Bana ilim ve hilm ve takvâ ve âfiyet ihsân eyle!” duâsını çok söylerdi. İlim, iman, fıkh ve ahlâk ilmleridir. Âfiyet, dînin ve i’tikâdın bid’atlerden, amelin ve ibâdetin âfetlerden, nefsin şehvetlerden, kalbin hevâ ve vesveseden ve bedenin hastalıklardan selâmet bulması, kurtulması demekdir. Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” duâların efdali hangisidir diye soruldukda, “Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. İmandan sonra, âfiyetden daha büyük nimet yoktur” buyurdu. Âfiyete kavuşmak için, çok istigfâr etmelidir. Hadîs-i şeriflerde, “İslâmiyete uyan ve yumuşak olan kimseyi, Cehennem ateşi yakmaz” “Yumuşak olmak, bereket getirir. İşinde taşkınlık ve gevşekilik yapmak, gaflete sebep olur” “Yumuşak huylu olmıyan kimseden hayır gelmez!” ”Yumuşak huyluluk, insanın süsü olur, kusurlarını giderir” buyuruldu. “Üç şey imanın lezzetini arttırır” 22.9.2002 Dini, İlmi, güzel ahlâkı bizlere ulaştıran âlimlerdir. Alimleri sevmek, onlara hürmet etmek şarttır. Onlara, düşmanlık onları sevmemek kötü, çirkin huydur. İslâm ilimleri ile ve islâm âlimleri ile alay etmek küfür olur. Hakiki İslâm âlimine söven, kötüliyen kâfir olur, mürted olur. Reformcu, kötü ve bid’at sahibi kimseleri sevmemek, lâzım olur. Dünya işleri sebepi ile sevmemek, günah olur. Sâlihleri sevmemek de, böyledir. Hadîs-i şerifte, “Üç şey imanın lezzetini arttırır: Allahü teâlâyı ve Resûlünü herşeyden çok sevmek, kendisini sevmiyen Müslümanı Allah rızâsı için sevmek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemek” ve “İbâdetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah ve buğd-i fillahdır.(Allah için sevmek ve Allah için sevmemektir)” buyuruldu. İbâdeti çok olan mümini, az olandan daha çok sevmek lâzımdır. İsyanı daha çok olan, küfürü ve fuhşu yayan kâfirleri daha çok sevmemek lâzımdır. Allah için düşmanlık edilmesi lâzım gelenlerin başında, insanın kendi nefsi gelir. Sevmek demek, onların yolunda bulunmak demekdir. İmanın alâmeti de, “hubb-i fillah ve buğd-i fillah” tır. Bir hadîs-i şerifte, “Allahü teâlânın bazı kulları vardır. Bunlar, Peygamber değildir. Peygamberler ve şehîdler, kıyâmet günü bunlara imrenirler. Bunlar, birbirini tanımıyan, uzak yerlerde yaşıyan, Allah için birbirini seven müminlerdir” buyuruldu. Bir hadîs-i şerifte, “İnsan, dünyada kimi seviyorsa, âhırette onun yanında olacaktır” buyuruldu. Onun yolunda bulunmazsa, sevgisi gerçek olmaz. İnsan, dînine ve emânetine güvendiği sâlih kimselerle arkadaşlık etmelidir. Yüksek rûhlar, sevdikleri rûhları yukarı çekerler. Alçak rûhlar da, aşağı çeker. İnsan, öldükden sonra, rûhunun nereye gideceğini, dünyada sevdiklerinin hâlinden anlamalıdır. İnsan, başkasını tabî’at îcâbı veya akıl îcâbı veya kendisine yaptığı iyilikler îcâbı veya Allahü teâlânın rızâsı için sever. Dünyada birbirini seven kimselerin rûhları birbirlerini çektiği gibi, kıyâmetde de birbirlerini çekerler. Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” diyor ki, Müslümanları yukardaki hadis-i şerif sevindirdiği kadar, hiçbir şey sevindirmemişdir. Gayri müslimleri seven onlarla birlikde Cehenneme gidecektir. Sevgilisine tâbi’ olmamak, insanın elinde değildir. Sevmenin en kuvvetli alâmeti, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemektir. Ehl-i beyti sevmek imandandır 23.9.2002 İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Allahü teâlâyı sevmek ve Allahın sevmediklerini sevmemektir. Son peygamberi Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için Allahü teâlâ gayri müslimleri sevmez. Hadis-i şerifte, “İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Allah dostlarını sevmek ve O'nun düşmanlarına düşmanlık etmektir.” buyuruldu. Allahü teâlânın en çok sevdiği resûlü Muhammed aleyhisselâmdır. O'nun da en çok sevdiği Ehl-i beyti ve Eshâbıdır. Resulullah efendimiz, “İslâmın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.” buyurdu. Ehli beytin önemini peygamberimiz şöyle bildirdi: “Size iki şey bıraktım. Allahın kitabı ve Ehl-i beytim. Bunlara uyan, hidâyet üzere olur. Uymayan sapıtır.” “Allah, kızım Fâtıma'ya ve onun zürriyetinden gelenlere Cehennemi haram kıldı.” “Vallahi Ehl-i beytimi sevmiyenin kalbine iman girmez.” Eshâb-ı kirâm "Yâ Resûlallah! Ehl-i beyt kimlerdir?" diye sordular. O esnâda, imâm-ı Alî geldi. Mübârek paltosu altına aldılar. Fâtımatüzzehrâ da geldi. Onu da yanına aldılar. İmâm-ı Hasen geldi. Onu da, bir yanına, sonra gelen imâm-ı Hüseyn'i de öbür tarafına alarak, “İşte benim Ehl-i beytim bunlardır. Yâ Rabbî, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!” buyurdu. Her namazda, (Âl-i Muhammedin) diye duâ ettiğimiz Ehl-i beyt bunlardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Ali'yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münâfık olan buğzeder.” “Ali'yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, müslümanların günahını yok eder.” “Kızım Fâtıma'yı Ali'ye vermeyi Rabbim bana emreyledi. Allahü teâlâ, her peygamberin sülâlesini kendinden, benim sülâlemi de Ali'den devam ettirmiştir.” “Eshabımı, zevcelerimi ve Ehl-i beytimi sevip onlara dil uzatmayan, Cennette benimle beraber olur.” Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Ehl-i beyte, buyuruyor ki, “Allahü teâlâ sizlerden ricsi yani her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tâm bir tahâret ile temizlemek irâde ediyor.” Ehl-i beyti sevmek, her mümine farzdır. Peygamber efendimiz, bir hadis-i şerifte buyuruyor ki, “Ehl-i beytim, Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Onlara tâbi olan, selâmet bulur. Geri kalan helâk olur”. Ehl-i beytin faziletleri 24.9.2002 Ehl-i beytin faziletleri ve kemâlâtı pek çoktur. Saymakla bitmez. Onları anlatmaya, methetmeğe, insan gücü yetişmez. Onların kıymetleri ve büyüklükleri, ancak âyet-i kerîme ile anlaşılmaktadır. Ehli sünnetin dört büyük imamından olan İmâm-ı Şâfi'î bunu ne güzel bildiriyor, diyor ki: “Ey Ehl-i beyt-i Resûl! Sizi sevmeği, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde emir ediyor. Namazlarında size duâ etmiyenlerin namazlarının kabûl olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor. Şerefiniz ne kadar büyüktür ki, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde sizleri selâmlıyor.” Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Ehl-i beyti seveni Hak teâlâ sever, buğz edene de buğz eder.” “İslâmın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.” “Size iki şey bıraktım. Allahın kitabı ve Ehl-i beytim. Bunlara uyan, hidayet üzere olur. Uymıyan sapıtır.” “Ehl-i beytimi ve Eshabımı çok sevenin, Sırat köprüsünde ayakları kaymaz.” “Ehl-i beytime buğzeden, yüzüstü Cehenneme atılır.” “Ehli beytime, Cehennemlikten başkası buğzetmez.” “Ehl-i beytimi sevmiyen, ihtilafa düşer ve şeytana yoldaş olur.” “Sizin iyileriniz, benden sonra, Ehl-i beytime iyilik edenlerdir” “Benim soyuma dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azab yapar.” “Şu üç hürmeti gözetenin, dini ve dünyası muhafaza edilir, yoksa hiç bir şeyi korunmaz. İslâma, Peygambere ve onun nesline hürmet.” “İslâma hürmet, Dinin emirlerine riayet etmektir, Peygambere hürmet, sünnetine uymaktır, nesline hürmet seyyidlere, şeriflere hürmettir.” “Aliyi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.” “Aliyi sevmek, ateşin odunu Yaktığı gibi, müslümanların günahını yok eder.” “Aliye düşman olanın düşmanı Allahtır.” “İlim on kısımdır. Dokuzu Alide, biri diğer halktadır. O, bu biri de onlardan iyi bilir.” “Alinin yüzüne bakmak ibâdettir.” “Aliyi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de elbette Allahı incitmiş olur.” Eshâb-ı kirâmın üstünlüğü 25.9.2002 Peygamber efendimizi hayatta iken ve peygamber iken bir ân gören, eğer âmâ ise bir ân konuşan mümine Sahâbî denir. Peygamber efendimizi sevenin, O'nun Ehl-i beytini ve Eshâbını, yani arkadaşlarını da sevmesi lâzımdır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Ehl-i beyti seviyordu. Buna inanmıyanlar, yanî Eshâb-ı kirâmı Ehl-i beyte düşman zannedenler, âyet-i kerîmelere ve hadis-i şeriflere inanmamış olur. Ehl-i beytin sevgisi, Ehl-i sünnetin sermâyesidir. Her işte olduğu gibi, Ehl-i beyte sevgide de aşırıya kaçmamalıdır. Meselâ, hazret-i Ali'yi, Eshâbın en üstünü bilmek, peygamber bilmek, ilâh bilmek ona hürmet, saygı olmaz, Ona hakaret olur. Onu üzmüş olur. Nitekim halifeliğinde birisi kendisine, ilâh dediğinde, çok üzülmüş, o kimseyi cezâlandırmıştı. Hadis-i şerifte, “Sırât köprüsünden ayakları kaymadan geçenler, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok sevenlerdir.” buyuruldu. Peygamber efendimiz, Eshâbından hiçbirinin sonradan kâfir olmıyacağını, yani müslümanlıktan çıkmıyacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber verdi. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmdan râzı olduğunu, onları sevdiğini Kur'ân-ı kerîmde bildiriyor. Allahü teâlânın sıfatları ebedîdir, sonsuzdur. Bu bakımdan Eshâb-ı kirâmdan râzı olması da sonsuzdur. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, Peygamber efendimizin vefâtından önce de sonra da mürted olmamış, yani müslümanlığı bırakmamıştır. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri mürted veya münâfık olmaz. Çünkü Allahü teâlânın bunlardan râzı olması değişmez. Münâfıklardan birkaçının, imansızlıklarını sonradan açıklamaları, Eshâb-ı kirâmın sonradan mürted olması demek değildir. Eshâb-ı kirâmın tamamı Cennetliktir. Kur'ân-ı kerîmde “Hepsine (Cenneti) va'dettik” buyuruluyor. Bunun için bu mübârek insanlardan bahsederken sıradan bir insandan bahseder gibi konuşmamalıdır. Her zaman edebli, terbiyeli olmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allahın, meleklerin ve bütün insanların la'neti, Eshâbıma kötü söz söyliyenin, üzerine olsun!” “Allah onlardan râzıdır” 26.9.2002 Eshâb-ı kirâm, seçilmiş insanlardı. Üstünlükleri diğer ümmetlerden çok fazlaydı. Meselâ, hazret-i Ebû Bekir, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü idi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, beni bütün insanlar arasından ayırıp seçti. Bana eshâb ve akrabâ olarak en iyi insanları seçti. Bunlardan sonra, birçok kimse gelir ki, eshâbıma ve akrabâma dil uzatırlar. Onlara yakışmıyan iftirâlar söyliyerek, kötülemeğe uğraşırlar. Böyle kimselerle oturmayınız! Birlikte yiyip içmeyiniz! Bunlardan kız alıp vermeyiniz.” “Eshâbıma dil uzatmakta, Allahü teâlâdan korkunuz! Benden sonra onları kötü niyetlerinize hedef tutmayınız! Nefsinize uyup, kin bağlamayınız! Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onları sevmiyenler, beni sevmedikleri için sevmezler. Onlara el ile, dil ile eziyyet edenler, onları gücendirenler, Allahü teâlâya eziyyet etmiş olurlar ki, bunun da muâhezesi, ibret cezâsı gecikmez, verilir.” Eshâb-ı kirâmın hepsini âdil, sâlih, evliyâ, âlim, müctehid bilmek her müslümana lâzımdır. Kur'ân-ı kerîmde, “Allah onlardan râzı, onlar da Allahtan râzıdır” buyuruluyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyet-i kerîmelere inanmamak olur. İstisnasız bütün Eshâb-ı kirâmı sevmek ve hiç birisine dil uzatmamak lâzımdır. Eshâbına dil uzatanları, Resûlullah efendimiz la'netlemiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Allahın, meleklerin ve bütün insanların la'neti, Eshâbıma kötü söz söyliyenin, üzerine olsun! Kıyâmette Allah, böyle kimselerin farzlarını da, nâfile ibâdetlerini de kabûl etmez!” “Kıyâmette, insanların hepsinin kurtulma ümidi vardır. Eshâbıma söğenler bunlardan müstesnâdır. Onlara Kıyâmet halkı da la'net eder.” Eshab-ı kiram arasında ayrı bir yeri olan ve ehli beyten olan Hz. Ali’nin üstünlüğünü ile ilgili olarak Resulullah efendimiz şöyle buyurdu: “Ya Ali, senin sevdiğini sever, senin buğzettiğine buğzederim.” “İmanın alametleri vardır. Birinci alameti Aliyi sevmektir.” “Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.” “Aliyi sevmek, iman, ona düşmanlık, nifak alametidir.” “Ya Ali, bana, Harunun Musaya yakınlığı gibisin. Yalnız benden sonra nübüvvet yoktur.” “Ya Ali Fatıma bana senden daha sevgilidir. Sen bana, ondan daha kıymetlisin.” Hz. Ali’den hikmetli sözler (1) 27.9.2002 “Affetmek fazilettir. Kararlı olmak metâdır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. İnsaf rahatlık, şer küstahlıktır. Emanete hıyanet etmemek, imandandır; güleryüzlülük ihsandandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir.” “Akıllı kimse, günahlarını tevbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.” “İlim; güzel bir miras, genel bir nimettir. İnsaf, ihtilafı giderir, ülfeti getirir.” “Adalet; imanın başıdır, ihsanın birleştiği noktadır ve imanın en yüksek mertebesidir.” “Âlim; sözü işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.” “Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesiresidir, gezinti yeridir.” “Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günahları siler, kalblere sevgi eker.” “Cahil; dayakla uslanmaz, nasihatlerden payını almaz.” “İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; ruhu ihya eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehaleti öldürür.” “Zulüm; ayakların kaymasına, nimetin yok olmasına, milletlerin helakine sebep olur.” “Gerçek müminin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.” “Kâmil mümin gizli şükreder, belaya karşı sabreder, ümit hâlinde iken bile korkar.” “Akıllı kimse, ibadetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Cahil kimse, günah işleyerek nefsin arzusuna uyandır.” “Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur.” “İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya malik olsa bile, yine fakirdir.” “Doğruluk, İslâmın direği, imanın desteğidir.” “Allahın azabından korkmak, müttekîlerin, takva sahiplerinin işaretidir.” “Dinin esası, emaneti yerine vermek, sözünde durmaktır.” “Haset eden daima hastadır, cimri insan, daima fakirdir.” “Başa kakan, nefret ateşini körükler.” Hz. Ali’den hikmetli sözler (2) 28.9.2002 “Kanaatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.” “Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musibetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve isteyene vermektir.” “Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.” “Âlim, cahili hemen tanır, çünkü daha önce o da cahildi. Cahil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.” “Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.” “İman ve haya, birbirinden kopmayan bir bütündür.” “İman ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.” “Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki, öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.” “Ahmaklık, dermanı bulunmayan bir dert, şifası olmayan bir hastalıktır.” “Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi daim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.” “Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikreder, baktığı vakit de ibret alır.” “Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.” “Dünya müminin hapishânesi, ölüm hediyesi, cennet de varacağı yerdir. Dünya kâfirin cenneti, ölüm korkulu rüyası, cehennem de varacağı son duraktır.” “Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.” “İhtiras, gafillerin kalbinde şeytanların sultanıdır.” “Hikmet, her müminin kaybettiğidir, onu münafıkların ağzında olsa dahî alınız.” “Hasetçilerin en ehveni, haset ettiği kişinin elindeki nimetlerin yok olmasını ister.” “İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.” “Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.” “Mal, harcandığı kadar sahibine ikramda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihanet eder.” “Fakîh öyle biridir ki, insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz çevirtmez.” Hz. Ali’den hikmetli sözler (3) 29.9.2002 “Mal ve çocuklar, dünya hayatının zinetidirler. Salih amel de, dünyadan ahirete götürülen mahsuldür.” “Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.” “Amel eden cahil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyacından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz.” “İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zinet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap!” “Yalancı, sözünde suçludur, isterse delili kuvvetli ve ağzı laf yapan biri olsun.” “İstişare, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.” “Dünya müminin hapishânesi, ölüm hediyesi, cennet de varacağı yerdir.” “Dünya kâfirin cenneti, ölüm korkulu rüyası, cehennem de varacağı son duraktır.” “Allaha taatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.” “Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sahibi ve büyük zatlar için daha çirkindir.” “Takva, dini ıslah, nefsi muhafaza eder ve mürüvveti süsler.” “Akıllı; alçak dünyadan el çeken, cennet-i a’lâya göz dikendir.” “Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır.” “Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.” “Sıkıntıya düşmeden önce tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.” “Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.” “İhtiras, rızkı artırmaz.” “Kârlı olan, dünyayı ahiretle değiştirendir.” “Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mirasçılara vermeye razı olur.” “Yerinde kullanılmayan mal, sahibini dünyada yükseltir, ahirette alçaltır.” Hz. Ali’den hikmetli sözler (4) 30.9.2002 “Haset, bir dert ve hastalık olup, haset eden veya olunan helak olmadıkça, çaresi bulunmaz.” “Günahlar birer dert olup, devası istigfardır.” "Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.” “Sabır, en güzel iman kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.” “Şek, şüphe, yakîni bozar, imanı yok eder.” “Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.” “Cömertlik ve cesaret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsan eder.” “Sıkıntıya karşı sabretmek, bolluk anındaki afiyetten daha efdaldir.” “Mümin, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükreder. Musibet ve belaya uğrayacak olursa, sabreder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.” “Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.” “Tûl-i emel (Fazla yaşama arzusu), serap gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.” “İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.” “Kendi nefsinden razı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrur ve yolunu şaşırmıştır.” “Gerçek dost, ayıbını görüp nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.” “Ahmaklık; herşeyi fuzuliymiş gibi hiçe saymak ve cahil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.” “Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibadetlerinde yardımcı olandır.” “İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.” “Fazilet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur.” “İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrardır. İkrar, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.” “Fazilet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zinettir. İlim, en şerefli meziyettir.” Hz. Ali’den hikmetli sözler (5) 1.10.2002 “Adalet, halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin süsü ve güzelliğidir.” “Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan; mümin, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.” “İyilikle emretmek, insanların en faziletli amelleridir.” “Sabır iki kısımdır; belaya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, haramlara karşı sabırdır.” “Haramlardan çekinmek, akıllıların şanı, şereflilerin tabiatındandır.” “Allah korkusundan dolayı gözyaşı dökmek, kalbi nurlandırır. Tekrar günah işlemekten insanı korur.” “Yaptığı günah bir işle övünmek, o günahı yapmaktan daha kötüdür.” “Ârifin, yüzü nur ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.” “Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serap, çabuk yıkılan bir dayanaktır.” “Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve ruhların ünsiyetidir.” “Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.” “Mümin, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükreder. Musibet ve belaya uğrayacak olursa, sabreder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.” “Akıl, müminin dostu; ilim, veziri; sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silahıdır.” “İman ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.” “Haset edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.” “Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.” “Allahü teâlâdan haya etmek, insanı cehennem azabından korur.” “Gaflet, insana gurur getirir, helake yaklaştırır.” “Mümin, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyacı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkit kulağı ile dinler.” “Haya ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.” “Fazilet, gücü yettiğinde affetmektir.” “Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.” “Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.” “Söz ilaç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.” Emanete hıyanet 2.10.2002 Kötü huyların en kötülerinden biri de hıyânetdir. Hıyânet, birine kendini emîn, güvenilir tanıttıkdan sonra, o emniyeti, güveni bozacak iş yapmak demektir. Hıyânet haramdır. Münâfıklık alâmetidir. Hıyânetin zıddı emanettir, emîn olmaktır. Mümin, herkesin mâlını, canını emniyet ettiği kimsedir. Emânet ve hıyânet, mâlda olduğu gibi, sözde de olur. Hadîs-i şerifte, “Meşveret edilen, danışılan kimse emîndir” buyuruldu. Yani onun doğruyu söyliyeceğine ve sorulanı başkalarından gizliyeceğine emânet olunur, güvenilir. Onun, doğru söylemesi vâcibdir. İnsan, mâlını, emniyet ettiği kimseye bıraktığı gibi, doğru söyliyeceğine emîn olduğu kimse ile istişâre eder, danışır. Âl-i İmrân sûresi, yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen, “Yapacağın işi önce meşveret et” buyuruldu. Meşveret, yani danışmak, insanı pişman olmaktan koruyan bir kale gibidir. Meşveret olunacak kimsenin, insanların hâlini, zamanın ve memleketin şartlarını bilmesi lâzımdır. Buna siyâset bilgisi denir. Bundan başka, aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören, hatta sağlığı yerinde olması, lâzımdır. Danışılan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günahtır. Hatâ ile söylemesi günah olmaz. Bu şartları taşımıyan biri ile meşveret edilirse, her iki tarafa günah olur. Din ve dünya işlerinde bilmiyerek fetvâ verene, melekler la’net eder. Bir kimse zararlı olduğunu bilerek bir emir verse, hıyânet etmiş olur. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, “Dîninizden ilk olarak, ayrılacağınız, elinizden kaçıracağınız şey, emânet olacaktır. Son olarak elinizden kaçacak şey namazdır. Dîni olmadığı halde, namaz kılan kimseler olacaktır”. Hadîs-i şerifte, “Arkadaşlık ettiği kimseyi öldüren benim ümmetimden değildir. Öldürülen kâfir de olsa, yine böyledir” buyuruldu. Va’dinde, sözünde durmamak da kötü huydur. Zararlı, kötü bir iş yapacağına söz verildiğinde bu yerine getirilmez. Yalan olarak va’d etmek haramdır. Böyle va’di bozmak da ayrıca günah olur. Yerine getirmek ise, yalancılık günahını yok eder. Fâsid yani şartlarına uygun olmayan alış verişte böyledir. Bu bu satıştan vazgeçmeleri, vâcib olur. Vazgeçip, tevbe yapınca, günahları kalmaz. Bu satışı bozmazsa, günah iki kat olur. “Sözünde durmıyanlara yazıklar olsun!” 3.10.2002 Gadabı, öfkeyi meydana getiren sebeplerden birisi de “Gadr” yani ahdinde ve mîsâkında durmamaktır. Bir tarafın söz vermesine “Va’d” denir. İki kimsenin sözleşmelerine “Ahd” denir. Yemîn ile kuvvetlendirilen va’de “Mîsâk” denir. Karşılıklı sözleşilene, önceden haber vermeden sözünü bozmak gadr olur. Devlet başkanı, kâfirlerle yapmış olduğu antlaşmayı bozmak lâzım geldiğini anlarsa, onlara haber vermesi vâcibdir. Haber vermeden evvel bozması câiz değildir. Hadîs-i şerifte, “Gadr eden kimse, kıyâmet günü kötü şekilde cezâsını görecektir” buyuruldu. Gadr etmek, haramdır. Kâfirlere verilen ahdi dahî korumak vâcibdir. Hadîs-i şerifte, “Emîn olmıyan kimsede iman yoktur. Ahdini bozan kimsede din yoktur” buyuruldu. Bu hadis-i şerif emânete hıyânet edenin imanı kâmil olmaz, buna ehemmiyyet vermezse, imanı kalmaz, demektir. Hadîs-i şerifte, “Münâfıklık alâmeti üçtür: Yalan söylemek, va’dini îfâ etmemek, emânete hıyânet etmek” buyuruldu. Va’dinde durmağa gücü yetmezse, münâfıklık alâmeti olmaz. Kendisine mâl veya söz yahut sır emânet olunan kimsenin bunlara hıyânet etmesi, münâfıklık olur. Hadîs-i şerifte, “Dört şey münâfıklık alâmetidir: Emânet olunana hıyânet etmek, yalan söylemek, va’dini bozmak ve ahdine gadr etmek ve mahkemede doğruyu söylememek” buyuruldu İbni Hacer buyurdu ki, nifâk yani münâfıklık, dışın içe uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. İ’tikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. İ’tikâdda, imanda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenâdır. Îfâ etmek, yerine getirmek niyeti ile va’d yapmak câizdir, hatta sevapdır. Böyle va’di ifâ etmek vâcib değildir, müstehabdır. İfâ etmemek tenzîhen mekrûh olur. Hadîs-i şerifte, “Bir kimse, yapmak niyeti ile verdiği sözü tutamazsa günah olmaz” buyuruldu. Ahdi bozmak da, özürsüz mekrûh, özürlü câizdir. Fakat bozacağını önceden haber vermek vâcibdir. Hanbelî mezhebinde va’de vefâ vâcibdir. Yerine getirmemek haram olur. Yapması dört mezhebde de sahîh olan bir şeyi yapmak takvâ olur. Hadis-i şerifte, “Alış verişte vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye yemîn edenlere ve san'at sahiplerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmıyanlara yazıklar olsun!” buyuruldu Yanlış karar vermemek için 4.10.2002 Kötü huylardan biri de su-i zan yani kötü bilmektir. Su-i zan, günahının af olunmıyacağını zan etmek, Allahü teâlâya sû-i zan olur. Müminleri haram işleyici, yani fâsık zan etmek, sû-i zan olur. Sû-i zan haramdır. Haram işlediğini öğrenerek, bilerek onu sevmemek, sû-i zan olmaz. Buğd-i fillah yani Allah için sevmemek olur, sevap olur. Din kardeşinin aybını görünce, ona hüsn-i zan etmeli, te’vîline çalışmalıdır. Onu islâh etmelidir. Kalbe gelen düşünce, sû-i zan olmaz. Zan etmek, yani kalbin o tarafa kayması, sû-i zan olur. Hucurât sûresinin onikinci âyetinde meâlen, “Ey iman edenler! Sû-i zan etmekten kendinizi koruyunuz! Zan etmenin bazısı günahdır” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Sû-i zan etmeyiniz. Sû-i zan, yanlış karar vermeğe sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araşdırmayınız, kusurlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, hased etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekişdirmeyiniz, kardeş gibi sevişiniz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulm etmez, yardım eder. Onu, kendinden aşağı görmez” buyuruldu. Bir hadîs-i şerifte, “Müslüman Müslümanın cânına, mâlına ve ırzına saldırmaz. Allahü teâlâ, bedenlerinizin kuvvetine, güzelliğine bakmaz. Amellerinize de bakmaz. Kalblerinize bakar” buyuruldu. Allahü teâlâ kalblerde olan ihlâsa ve Allah korkusuna bakar. Amellerin, ibâdetlerin kabûl edilmesi için, yani sevap verilmesi için, hem şartlarına uygun olması, hem de ihlâs ile niyet edilmesi lâzımdır. “İbâdet, sahîh olursa, kabûl edilir. Niyete baklmaz” demek, ilhâd olur, zındıklık olur. Allah rızâsı için yapılmıyan hayırât ve hasenât ve ibâdetler, kabûl edilmez. “Allahü teâlâ, kalbe bakar. İyi niyetle yapılan herşeyi kabul eder” demek de, câhil şeyhlerin, tarîkatcıların sözleridir. Kalbimiz temizdir diyerek haramları, çirkin ve kötü şeyleri yapıyorlar. İyi niyet ile yapılan her şey hasenât ve ibâdet olur diyorlar. Böyle açıkca günah işliyenleri ve Müslümanları aldatarak kendilerine mürîd toplayanları sevmemek, bunlara uymamak lâzımdır. Bunların fâsık, kötü olduklarını söylemek, sû-i zan olmaz. Sâlih veya fâsık olduğu bilinmiyen mümine hüsn-i zan etmelidir. Fâsık ve sâlih olmasının ihtimâli eşit ise “Şek” şübhe denir. Eşit değilse fazla olana “Zan” az olana “Vehm” denir. “Kulum beni nasıl zan ederse...” 5.10.2002 Allahü teâlâ, şartlarına uygun tevbe yapılınca, her türlü küfürü ve her türlü günahı muhakkak af eder. Dilerse, küfürden başka günahları tevbesiz de, af eder Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâya hüsn-i zan ediniz” buyuruldu. Zümer sûresi, elliüçüncü âyetinde meâlen, “Ey günahı çok olan kullarım! Allahın rahmetinden ümmîdinizi kesmeyiniz. Allah, günahların hepsini af eder. O, sonsuz magfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâya hüsn-i zan etmek, ibâdettir” ve “Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ kendisine hüsn-i zan ederek yapılan duâyı, elbette kabûl eder” ve “Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bir kulunun Cehenneme atılmasını emir eder. Cehenneme götürülürken arkasına dönerek, yâ Rabbî! Dünyada sana hep hüsn-i zan ettim deyince, onu Cehenneme götürmeyiniz! Kulumu, bana olan zannı gibi karşılarım buyurur” buyuruldu. Hadîs-i kudsîde, “Kulum beni nasıl zan ederse, ona zan ettiği gibi mu’âmele ederim” buyuruldu. Kabûl edeceğini zan ederek tevbe edeni af eder. Allahü teâlânın, Peygamberlerine haber vermesine, bildirmesine “Vahy” denir. Vahy, iki türlüdür: Birincisi, Cebrâîl ismindeki bir melek, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek Peygambere okur. Bu vahyin kelimeleri de, manaları da Allahdan gelmişdir. Kur’ân-ı kerîm, böyledir. İkincisi, Allahü teâlâ tarafından Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” kalbine bildirilir. Peygamber, bu vahyi, kendi bulduğu kelimelerle yanındakilere söyler. Bu sözlere, “Hadîs-i kudsî” denir. Hadîs-i kudsînin kelimeleri, Peygamberdendir. Peygamberin “aleyhissalâtü vesselâm” kelimeleri de, manaları da kendinden olan sözlerine, “Hadis-i şerif” denir. Bir kötü huy da, inatçılıktır, hakkı, doğruyu işitince, kabûl etmemektir. Ebû Cehl, inâd ederek, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber olduğuna inanmadı, inkâr etti. İnâd, riyâdan, hıkddan, hasedden yahut tama’dan hâsıl olur. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlânın en sevmediği kimse, hakkı kabûl etmekde inâd edendir” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Mümin vekar sâhibi olur, yumuşak olur” buyuruldu. Vekar sâhibi dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde, sarp kaya gibi olur. Bir dağ, zamanla aşınabilir. Müminin dîni hiç aşınmaz. “Paraya köle olana la’net olsun!” 6.10.2002 Kötü huyların en tehlikelilerinden biri de dünyaya, mala muhabettir. Bu muhabbet, sevgi kötülüklerin başıdır. Mâl, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, “dünya muhabbeti” denir. Allah zikri, düşüncesi bulunmıyan kalbe şeytan yerleşir. Şeytanın en büyük hîlesi, insana hayırlı işler yaptırarak kendisini sâlih, iyi zan ettirmesidir. Böyle kimse, kendisinin kulu olur. Haram yoldan kazanılan mâl, mülk olmaz. Kullanması haram olur. Helâl mâlı, ihtiyacdan fazla toplamak mekrûhdur. Zekâtını vermezse, azâba sebep olur. Hadîs-i şerifte, “Altına ve gümüşe köle olana la’net olsun!” buyuruldu. Köle, dâimâ efendisinin kalbini kazanmağı düşünür. Dünya mâlı peşinde koşmak, nefsinin şehvetleri, arzûları peşinden koşmaktan daha fenâdır. Hadîs-i şerifte, “Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mâl, para toplamak olacakdır” buyuruldu. Dünyalık peşine düşerek, âhıreti unutacaklardır. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızklarını takdîr etmiştir” buyuruldu. İnsanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz ve zamanından geri kalmaz. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızk da, sâhibini arar. Çok fakirler vardır ki, zenginlerden daha iyi, daha mes’ûd yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dînine sarılanlara, ummadıkları yerden rızk gönderir. Hadîs-i kudsîde, “Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetci ol! Sana hizmet edene güçlük göster!” buyuruldu. Bir hadîs-i şerifte, “Yâ Rabbî! Beni sevenlere, hayırlı mâl ver. Bana düşmanlık edenlere, çok mâl ve çok evlâd ver!” buyuruldu. Geçmişti, bir Yahûdî öldü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksîmde anlaşamadılar. Dıvardan bir ses geldi. Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir pâdişâh idim. Çok yaşadım. Mezârda yüz otuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra, benimle kerpiç yaptılar. Bu dıvarın inşâsında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız, dedi. Hadîs-i şerifte, “Dünyayı helâldan kazanana, âhırette hesâb vardır. Haramdan kazanana, azâb vardır” ve “Allahü teâlâ, bir kulunu sevmezse, mâlını haramlara sarf ettirir” buyuruldu. Tekebbür için binâ yapmak böyledir. Bir hadîs-i şerifte, “Bir kimse, helâl para ile binâ yaparsa, insanlar, bundan faydalendığı müddetce, kendisine sevap verilir” buyuruldu. İnançsızlığın sebebi dünyaya düşkün olmak 7.10.2002 Adem aleyhisselamdan beri insanoğlunun en büyük düşmanı dünya olmuş, mal, mülk olmuştur. Geçmiş ümmetlerin, Peygamberlerine “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” inanmamalarına sebep, dünyaya düşkün olmaları idi. Dünya muhabbeti, şarâba benzer. Bundan içen, ancak ölüm zamanında ayılır. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr dağına giderken, birinin çok ağladığını gördü. Yâ Rabbî! Kulun, senin korkundan ağlıyor dedi. Allahü teâlâ, kan ağlasa dahî, onu af etmem. Çünkü o, dünyaya düşkündür, buyurdu. Sağlığını korumak, ibadetini rahat bir şekilde yapabilmek için mal edinmek günah değildir. Mesela, rutûbetden kurtulmak, temiz hava almak niyeti ile yüksek binâ yapmak câizdir. Tekebbür için, övünmek için, yüksek binâ yapmak haramdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe buyuruyor ki, “Câhillerin hakâret etmemeleri ve düşmanlara azametli, kuvvetli görünmek için, âlimlerin, âmirlerin libâs ve binâlarının zînetli olması lâzımdır.” Hadîs-i şerifte, “Dünyalık peşinde koşmak, su üzerinde yürümeğe benzer. Bunun ayaklarının ıslanmaması mümkün müdür? İslâmiyete uymağa mani olan şeylere dünya denir” ve “Dünyalık arayanın buna kavuşması güçtür. Âhıreti arayanın buna kavuşması kolaydır” ve “Dünyalığa düşkün olmak, hatâların başıdır” buyuruldu. Yani her türlü hatâya, günaha sebep olur. Dünya peşinde koşan kimse, şübheli şeylere, sonra mekrûhlara, sonra haramlara, hatta küfüre dalar. İslam büyükleri kendi ihtiyacı olan şeyleri bile başkalarına verirlerdi. Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyn hasta oldular. Hazret-i Alî ve hazret-i Fâtıma ve hizmetçileri kız, çocuklar iyi olursa, üç gün oruc tutacaklarını adadılar. İyi oldular. İftârda yiyecekleri yokdu. Bir yehûdîden üç sâ’ arpa ödünç aldılar. Hazret-i Fâtıma, bir sâ’ arpayı un yaptı. Bununla beş ekmek pişirdi. Bir fakir gelip, “Bana bir yiyecek veriniz” dedi. Ekmekleri buna verip, aç yatdılar. Ertesi gün, bir yetîm geldi. Bunları da ona verip, yine aç yattılar. Üçüncü gün de, bir esîr gelip yiyecek istedi. Bunları da, ona verdiler. Allahü teâlâ, Resûlullaha âyet-i kerîme göndererek, bunların nezrlerini ve îsârlarını medh ve senâ buyurdu. Rızkı, yani parayı, mâlı zaruret miktarı bulundurup, fazlasını dağıtmağa “Zühd” denir.[Bir kimsenin hakkını geri vermek, ona olan borcu ödemek, “Adâlet” yapmak olur. Hakkından fazlasını vermek, “İhsân” etmek olur. Rızkının, yani muhtac olduğu malın hepsini başkasına vermek, “Îsâr” olur. Dünyaya düşkün olmak 8.10.2002 Dünya muhabbeti, yani dünyaya düşkün olmak demek, nefsin arzûlarını, tatlı gelen şeyleri ve bunlara kavuşmanın sebepi olan parayı, haram yollardan aramak demektir. Dünyaya düşkün olmak, hayal peşinde koşmaktır. Çünkü, dünya lezzetlerinin zararları, faydalarinden daha çoktur. Elde kalmaz, çabuk giderler. Bunlara kavuşmak ise, çok güçtür. Faydası hiç olmıyanlara oyun ve eğlence denir. Dünyalık olan şeylerin, Allahü teâlâ indinde hiç kıymeti yoktur. Dine uyarak kazanılan ve kullanılan rızk, dünyalık olmaz. Dünya nimeti olur. Dünya nimetlerinin en kıymetlisi, sâliha olan kadındır. İmanı olan ve İslâmiyete uyan kimseye “Sâlih” iyi insan denir. Sâliha kadın, zevcini haram işlemekten korur. Hasenât ve ibâdet yapmasına yardımcı olur. Sâliha olmıyan kadın, zararlı olur. Dünyalık olur. Hadîs-i şeriflerde “Dünyalık olan şeylerin Allah indinde sivri sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, gayri müslüme bir yudum su vermezdi” “Müminin Allah indinde kıymeti, topladığı dünyalık kadar azalır” ve “Dünya sevgisi arttıkca, âhırete olan zararı da artar. Âhıret sevgisi arttıkca, dünyanın ona zararı azalır” buyuruldu. Hazret-i Alî diyor ki, dünya ile âhıret, doğu ile batı gibidir. Birine yaklaşan, diğerinden uzaklaşır. Hadîs-i şerifte, “Dünyalık olan şeyler, mel’ûndur. Allah için olan şeyler, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyler, mel’ûn değildir” buyuruldu. Zâhid olan, dünyaya düşkün olmayan âlimin iki rek’at namazı, zâhid olmıyanın ömür boyunca kıldığı namazdan hayırlıdır. Eshâb-ı kirâmdan bazıları, tâbi’înden bazılarına, siz Resûlullahın Eshâbından daha çok amel, ibâdet yapıyorsunuz. Fakat, onların zühdleri sizden çok olduğu için, sizden daha hayırlı idiler, demişlerdir. İnsanı ölmekten, bir uzvunu yok olmakdan ve şiddetli ağrıdan kurtaracak şeye “Zaruret” denir. Rûhî ve bedenî rahatlığı için lâzım olan şeylere “İhtiyac” denir. İhtiyacdan fazla olup, tatlı gelen, hoşa giden şeylere “Zînet” denir. İhtiyacdan fazla olan mâlı, gösteriş için kullanmak, zînet olmaz, haram olur. Zaruret miktarında kazanmak için çalışmak farzdır. İhtiyac miktarında kazanmak, sünnetdir. Buna “Kanâ’at” denir.İhtiyac ve zînet eşyâsını İslâmiyete uygun olarak kazanmak ibâdet olur. Bunları kazanmak için, İslâmiyetin dışına çıkmak, haram olur. Böyle ele geçirilenler, dünyalık olur. Hayırlı işi geciktirmemelidir 9.10.2002 İbâdetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmelidir. Bunlarda acele etmemek kötü huydur. Hadîs-i şerifte, “Ölmeden evvel tevbe ediniz. Hayırlı işleri yapmağa mani çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızklarına ve yardımına kavuşunuz!” ve “Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: Ölmeden önce hayatın kıymetini, hastalıkdan önce sıhhatin kıymetini, dünyada âhıreti kazanmanın kıymetini, ihtiyârlamadan gençliğin kıymetini, fakirlikden evvel zenginliğin kıymetini” buyuruldu. Zekâtını vermiyen ve mâlını âhıret yolunda sarf etmiyen kimse, fakir olunca, çok pişman olur. Salihlerin, iyi insanların vasfı Kur'an-ı kerimde şöyle bildiriliyor: “Onlar Allaha ve ahirete inanırlar, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde birbirleriyle yarış ederler. İşte bunlar salihlerdendir.”(Al-i imran 114) Hadîs-i şerifte, “Sonra yaparım diyen helâk olur” buyuruldu. Bilhassa şu beş şeyde acele etmelidir.1- Misafir gelince yemek vermeli! 2- Günah işleyince, tövbe etmeli! 3- Vakti girince namazı kılmalı! 4- Çocuklara din bilgilerini ve namaz kılmayı öğrettikten sonra, büluğa erip dengi çıkınca, hemen evlendirmeli! Hadis-i şerifte, “Üç şeyi geciktirme! Namazı vakti girince kıl, cenaze namazını hemen kıl! Kızını dengi isteyince, hemen ver!” buyuruldu. 5- Defin işini de acele yapmalıdır! Hayırlı İşte Acele İbadetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “En akıllınız, ölümü çok hatırlayan, ahiret için azık toplamakta acele edendir.” “Sadaka vermekte acele edin, çünkü belâ sadakayı geçemez.” İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, halâya girdikden bir müddet sonra, kapıyı vurarak hizmetcisini çağırır. Hizmetçi, tahâret suyunu veya bezini hâzırlamadığını sanıp, koşarak gelir. Kapı arasından gömleğini uzatarak, “Al, bunu, falanca fakire hediyye olarak götür” der. Ddaha sonra, efendim, bunu halâdan çıkınca emr etseydiniz olmaz mı idi? Kendinize niçin böyle sıkıntı verdiniz? der. İmama-ı Rabbani hazretleri, gömleğimi o fakire hediyye etmek, halâda hâtırıma geldi. Dışarı çıkıncaya kadar geciktirseydim, şeytanın vesvese ederek, bu hayırlı işi yapmaktan beni vazgeçirmesinden korktum, dedi. “Allahü teâlâ, zâlimleri sevmez” 10.10.2002 Dinimize göre, dinin emirlerine uymayan, haram işliyen kimseye “fâsık” kötü kimse denir. Fıskın en kötüsü, zulüm yapmaktır. Çünkü, açıkca yapılmakta ve kul hakkı da karışmaktadır. Âl-i İmrân sûresi, elliyedinci ve yüzkırkıncı âyetlerinde meâlen, “Allahü teâlâ, zâlimleri sevmez” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Zâlimin çok yaşamasına duâ etmek, Allahü teâlâya isyân olunmasını istemektir” buyuruldu. Süfyân-ı Sevrîye hazretleri, çölde bir zâlim susuzlukdan helâk oluyor. Ona su verelim mi?, denildikde, hayır vermeyin, buyurdu. Zâlim, oturduğu evi gasb yolu ile almış ise, o eve girmek haram olur. Zâlim olmıyan fâsık kimseye tevazu edenin dîninin üçde ikisi gider. Zâlime tevazu edenin hâlinin nasıl olacağını buradan anlamalıdır. Zâlimin elini öpmek, karşısında eğilmek, günahdır. Âdilin ise, câiz olur. Ebû Ubeyde bin Cerrah, Hazret-i Ömerin elini öpmüştür. Kazancının çoğu haramdan olan kimsenin evine gidip oturmak, câiz değildir. Onu, söz ile veya bir hareket ile medh etmek, haramdır. Ancak, kendini veya başkasını, onun zulmünden kurtarmak için, yanına gitmek câiz olur. Yanında iken, yalan söylememek ve kendisini medh ve senâ etmemek lâzımdır. Kabûl etmesi zan olunursa, nasîhat verilir. Zâlim, gelirse kalkmak, ayakda karşılamak câiz olur. Dînin izzetini ve zulmün kötülüğünü bildirmek için kalkmamak iyi olur. Mümkin ise, nasîhat yapılır. Zâlimden her zaman uzak kalmak daha iyidir. Hadîs-i şerifte, “Münâfık ile konuşurken, efendim, demeyiniz!” buyuruldu. Zâlime, kâfire hurmet etmek, saygı ile selâm vermek, üstâdım demek, küfür olur. Bir kimse, hem ibâdet yapar, hem de günah işlerse, daha çok yaptığının ismi verilir. İkisi müsâvî ise, ibâdeti bakımından sevilir. Fıskı bakımından sevilmez. Başkalarının da fıskına sebep olan kimse, hükûmet memûrları tarafından men’ edilir. Allahü teâlâ, Yûşa’ Peygambere “aleyhissalâtü vesselâm” vahy eyledi ki, “Kavminden kırkbin sâlih kimseye ve altmış bin fâsık kimseye azâb yapacağım!”. Yâ Rabbî! Fâsıklar, azâbı hak etmiştir. Sâlihlere azâb yapmanın sebepi nedir? dedikte, “Benim gadab ettiklerime, onlar gadab etmedi. Birlikde yidiler, içtiler” buyurdu. Mâlına, canına, evlâdına ve Müslümanlara zarar geleceği, yani fitneye sebep olacağı zaman, zâlimlere emr-i ma’rûf yapmak lâzım olmaz. Bu ikisini ve açıkca günah işliyen fâsıkları, yalnız kalb ile sevmemek kâfîdir. Tatlı ve yumuşak sözlerle nasîhat vermek lâzım olur. “Sabır eden saadete kavuşur” 11.10.2002 Fitne çıkarmak büyük günahtır. İnsanları sıkıntıya, belâya düşürmek, anarşiye sebep olmak, fitne çıkarmaktır. Hadîs-i şerifte, “Fitne, uykudadır. Bunu uyandırana Allah la’net etsin!” buyuruldu. İnsanları, devlete karşı, kanunlara karşı isyana teşvîk etmek, fitne olur. Fitne çıkarmak haramdır. Haksız yere adam öldürmekten daha büyük günahdır. Zâlim olan hükûmete karşı isyan etmek de haramdır. Mazlûmlar isyân ederse, bunlara yardım etmek de haramdır. İsyân etmenin zararı, günahı, zulmün zararından ve günahından daha çoktur. Vâizlerin, din adamlarının, insanların anlıyamıyacakları şeyleri söylemeleri ve yazmaları da, fitne olur. Herkese, anlıyabileceği kadar söylemelidir. Müslümanlara yapamayacakları ibâdetleri emir etmemelidir. Zayıf kavil olsa bile, yapabileceklerini söylemelidir. Emr-i ma’rûf yaparken de fitne çıkarmamağa dikkat etmek lâzımdır. Emr-i ma’rûf yaparken, kendini tehlikeye sokmak, emir olunmadı. Dîne ve başkalarına zarar vererek, dünya fitnesine de, sebep olmamalıdır. Kendine dünyevî zararı dokunacak emr-i ma’rûfu yapmak câiz olur, cihâd olur. Sabır edemiyecekse, bunu da, yapmamalıdır. Fitne zamanında evinden çıkmamalı, kimse ile görüşmemelidir. Fitneye yakalanınca, sabır etmelidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “Şimdi, günahlarımıza tevbe edecek, Allahımızdan af dileyecek zamandayız. Fitnelerin çoğaldığı bu zamanda, eve kapanıp, kimse ile görüşmemelidir. Fitneler, nerdeyse yağmur gibi yağarak, heryeri kaplıyacak. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki, “Kıyâmet kopmadan evvel, her yeri fitneler kaplıyacak. Fitnelerin zulmeti, ortalığı karanlık gece gibi yapacak. O zaman, evinden mümin olarak çıkan kimse, akşam kâfir olarak evine dönecek. Akşam mümin olarak evine gelen, sabâh kâfir olarak kalkacak. O zaman oturmak, ayakda kalmakdan hayırlıdır. Yürüyen, koşandan daha iyidir. O zaman oklarınızı kırınız! Yaylarınızı kesiniz. Kılınclarınızı taşa çalınız! O zaman, evinize birisi gelince, Âdem nebînin iki oğlundan iyisi gibi olsun!” Eshâb-ı kirâm, bunu işitince, o zamanda bulunacak Müslümanlara ne yapmağı emir edersiniz dediler. Cevâbında, “Fitne zamanında, İslâmiyete sarılınız. Kendinizi kurtarınız. Başkalarına akıl vermeyiniz! Evinizden dışarı çıkmayınız. Dilinizi tutunuz!” “Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmıyan kurtulur”. “Fitnecilere karışmıyan, saadete kavuşur. Fitneye yakalanıp, sabır eden de, saadete kavuşur” buyuruldu. “Ölünceye kadar, fitneye katılmayınız!” 12.10.2002 Kötü huylu,bozuk inanışlı kimselerden uzak dırmalı, bunlarla arkadaş olmamalıdır. Çünkü, kötülükleri yayanları ve zâlimleri sevmek, günahdır. Hadîs-i şerifte, “Fâsıkın kötülüğüne mani olmağa kudret varken, kimse mani olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyada ve âhırette azâb yapar” buyuruldu. Ömer bin Abdül’azîz diyor ki, “Allahü teâlâ, bir kimse günah işlediği için, başkalarına da azâb yapmaz ise de, açıkca günah işliyenler görülüp de, görebilenler mani olmadığı zaman, hepsine azâb yapar”. Bir farzın yapılmasını, haramdan sakınılmasını emir etmek, farz-ı kifâyedir. Sünnetin yapılmasını emir, mekrûhdan nehy, men etmek, sünnettir. Haram işlemekte olan, el ile men edilmez. Söz ile men edilir. Yani, kötülüğü, zararı anlatılır. Haram işlemeğe hazırlanan, el ile men edilir. Söz ile, el ile nehy ederken, fitne, zarar çıkarmamak lâzımdır. Nehyin faydalı olacağını önceden bilmek lâzımdır. Zann-ı gâlib, yani çok zan etmek de, bilmek demektir. Hadîs-i şerifte, “Fitne çıkarmayınız! Söz ile çıkarılan fitne, kılınc ile olan fitne gibidir. Zâlimlere, fâcirlere milleti çekiştirmekten, yalan ve iftirâ söylemekten hâsıl olan fitne, kılınc ile yapılan fitneden daha zararlıdır” buyuruldu. Resûlullahın efendimiz, “Allahümme innî es’elü-ke fi’lel hayırât ve terkelmünkerât ve hubbel-mesâkîn ve izâ eredte fitneten fî kavmî fe-teveffenî gayre meftûn” duâsını okurdu. Bu duâ, (Yâ Rabbî! Bana hayırlı işler yapmak, çirkin şeyleri terk etmek ve fakirleri sevmek nasîb eyle! Kavmim arasında fitne çıkacağı zaman, fitneye karışmadan canımı al!) demektir. İmâm-ı Kurtubî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, bu hadis-i şerif, fitneden sakınmak, ona karışmamak lâzım olduğunu, fitneye karışmaktansa, ölmenin hayırlı olacağını açıkca göstermektedir.Hadis-i şeriflerde buyuruyor ki: “Fitne zamanında, Müslümanlara ve onların reîslerine tâbi’ olunuz. Hak yolda olan yoksa, fitneciler, isyâncılar arasına karışmayınız! Ölünceye kadar, fitneye katılmayınız!” “Fitne zamanında, hükûmetinize tâbi’ olunuz. Size zulmetse, mallarınızı alsa da, ona ita’ât ediniz!”. “Allahü teâlâ, Kıyâmet günü, bir kuluna soracak: Günah işliyeni gördüğün zaman, niçin mani olmadın diyecek. O kul, onun zararından, düşmanlık yapmasından korktum ve senin af ve magfiretine güvendim diyecek”. Herkes emr-i ma’rûf yapamaz 13.10.2002 İyilikleri yaymak, kötülüklere mani olmak dinimizin emridir. Hubb-u fillah, buğd-u fillah yani Allah için sevmek, Allah için sevmemek olmayınca, yapılan ibâdetlerin faydasi olmaz. Emr-i ma’rûf yani, iyilikleri yaymak özürsüz terk edilirse, duâlar kabûl olmaz. Hayır ve bereket kalmaz. müşkil işlerde zafer nasîb olmaz. Gizli işlenen günah, bunu işleyene zarar verir. Açıkca işlenirse, herkese zararı dokunur. Bir kimsenin kötülemesi ile, bir insanı kötü bilmemelidir. Bir kimsenin kötülemesi gıybet olur. Bunu dinlemek de haram olur. Bir insanın fâsık olduğu, iki âdil şâhidin, bunun bir münker işlediğini gördüklerini bildirmeleri ile veya kendi tecribesi ile anlaşılır. Günah işliyeni görüp de, gücü, kudreti olduğu halde, mani olmamak, “Müdâhene” olur. Müdâhene edenlerin, kabirden maymûn ve hınzır şekilinde kalkacakları, hadîs-i şerifte bildirilmişdir. Emr-i ma’rûf yapanı, arkadaşları sevmez. Müdâhene yapanı severler. Zâlimlere söz ile emr-i ma’rûf yapmak, cihâdın en kıymetlisidir. Nasîhat vermeğe gücü yetmezse, kalbi ile red etmek de cihâd olur. Devlet adamları el ile, âlimler söz ile, diğer Müslümanlar kalb ile emr-i ma’rûf yapar. Emr-i ma’rûfu yani dinimizin emir ve yasaklarını yaymağı Allah rızâsı için yapmak ve söylediğinin kitapdan vesîkasını bilmek ve fitneye sebep olmamak lâzımdır. Sözünün faydasi olmıyacağını ve fitne çıkmasına sebep olacağını bilen kimsenin emr-i ma’rûf yapması vâcib olmaz. Hatta, ba’zan haram olur. Böyle zamanda, fitneye sebep olmamak için, evinden çıkmamalıdır. Yani, fitnecilerin arasına karışmamalıdır. Fitne, fesâd çıkarsa, o şehirden, beldeden hicret etmek lâzım olur. Hicret mümkin olmazsa, bir kenâra çekilmeli, kimseye karışmamalıdır. Sözünün faydasi olmıyacağını ve fitne çıkacağını bilirse, emr-i ma’rûf yapmak vâcib olmaz, müstehab olur. Sözünün faydalı olacağını, fakat fitneye sebep olacağını da bilirse, yine vâcib olmaz. Fitne, döğülmek gibi küçük ise, müstehab olur. Fitne büyük ve tehlikeli ise, emr-i ma’rûf yapması haram olur. Emr-i ma’rûfu yumuşak yapmak vâcibdir. Sertlik, fitneye sebep olur. Müslümana ve zimmî kâfire karşı, silâh ile işâret etmemeli, bunlara da, zulüm, işkence yapmamalıdır. “Çok acı olsa da, hakkı söyleyiniz!”14.10.2002 Şartlar müsait olduğunda, iyilikleri yaymak, kötülüklere mani olmak lazımdır. Kudreti olduğu, gücü yettiği halde, haram işliyene mâni olmamak müdâhene olur. Dünyalık için dinden taviz verilmiş olur. Haramı işliyene veya yanında bulunanlara olan saygısı yahut dîne olan bağlılığının gevşekiliği, müdâheneye sebep olmaktadır. Fitne olmadığı, yani dînine veya dünyasına veya başkalarına zarar olmadığı zaman, haram ve mekrûh işliyene mani olmak lâzımdır. Mâni olmamak, susmak haram olur. Müdâhene etmek, haram işlemeğe râzı olmağı gösterir. Susmak çok yerde iyidir. Fakat, hakkı, hayırı söyliyecek yerde susulmaz. Peygamber efendimize,Yâ Resûlallah! Geçmiş ümmetlerden bir kısmına zelzele ile azâb yapıldı. Toprak altında kaldılar. Bunların arasında sâlihler , iyi insanlar da vardı, denildikde, “Evet, sâlihler de birlikde helâk oldular. Çünkü, Allaha isyân olunurken susmuşlardı. Onlardan ayrılmamışlardı” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Ümmetimden bir kısmı, kabirlerinden maymun ve hınzır şekilinde kalkacaklardır. Bunlar Allahü teâlâya isyân edenlerin arasına karışanlar, onlarla berâber yiyip içenlerdir” buyuruldu. İlmini, lâzım olduğu zaman söylemekten çekinmemelidir.”Bir kimse, Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmi, lâzım olduğu zaman söylemezse, kıyâmet günü boynuna ateşten tasma taklacaktır” hadis-i şerifi ve Nisâ sûresinin, “Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini insanlardan saklarlarsa, Allahın ve la’net edenlerin la’netleri, bunların üzerine olsun!” meâlindeki otuzaltıncı âyet-i kerîmesi, müdâhene etmenin haram olduğunu göstermekdedir. Müdâhenenin, dinde gevşekliğin zıddı, karşılığı, “Gayret” tir. Mâide sûresinde ellidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, “Allah yolunda cihâd ederler, kötülenmekten korkmazlar” buyuruldu. Dinde, gayreti olanların mâlları ile, cânları ile ve sözleri ile ve kalemleri ile, Allah rızâsı için emri maruf etmeleri lâzım olduğu, bu âyet-i kerîmede bildirilmektedir.Hadîs-i şerifte, “Çok acı olsa da, hakkı söyleyiniz!” buyuruldu. Bir zâhid, bir hükümdarın yanında çalgı çalanları görünce, çalgı âletlerini kırdı. Hükümdar, bunun, arslanların arasına bıraklmasını emir etti. Arslanların yanında, hemen namaza durdu. Arslanlar, bunu, yalamağa başladılar. Bunu arslanların yanından alıp hükümdara getirdiler. Arslanlardan korkmadın mı? dedi. Hayır. Arslanlar beni yalayınca, tükürükleri necs midir? Allahü teâlâ, namazımı kabûl etti mi, etmedi mi? diye düşündüm dedi. İnsanlar, üç kısımdır 15.10.2002 Kendisine veya başkalarına zarar gelmek korkusundan dolayı iyiliği emir etmek ve haramı men etmek mümkin olmazsa, fitneye mâni olmak için susmağa, “Müdârâ” etmek denir. Kalbi, haramı men etmek istediği halde, müdârâ yapmak câizdir. Hatta, sadaka sevapı hâsıl olur. Müdârâ ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki: “İnsanlar, üç kısmdır: Bir kısmı, gıda gibidir. Herkese, her zaman lâzımdır. İkinci kısmı, ilâc gibidirler. İhtiyac zamanında lâzım olurlar. Üçüncü kısmı, hastalık gibidir. Bunlara ihtiyac olmaz. Fakat, kendileri insanlara müsallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdârâ etmek lâzımdır.” Müdârâ, dinine zarar gelmemesi için fedakarlıkta bulunmaktır. Müdârâ, câizdir. Ba’zan da müstehab olur. Evinde, hanımına müdârâ etmiyen kimsenin rahatı, huzûru kalmaz. Resûlullaha bir misâfir geldi, “İçeri alınız! O, kötü bir insandır” buyurdu. İçeri girince, onunla tatlı ve neş’eli konuştu. Gidince, yumuşak konuşmasının sebepi soruldukda, “Kıyâmetde, en kötü yerde bulunacak kimse, dünyada zararından korunmak için ikrâm olunandır” buyurdu. Hadîs-i şerifte, “Sıkılmadan açıkca haram işliyen kimseyi gıybet etmek câiz olduğu gibi, şerlerinden korunmak için bunlara müdârâ etmek de câizdir. Fakat müdârâ, müdâhene şekilini almamalıdır” buyuruldu. Müdârâ, dîni veya dünyayı zarardan kurtarmak için, dünya menfaatinden vermektir. Müdâhene, dünya ele geçirmek için, dinden vermekdir. Zâlime müdârâ ederken kendisi ve zulümleri medh olunmaz. Bir ibâdeti, bir işi yapmak için, dört mezhebden birine yapmak lâzımdır. İbadetlerde ruhsat ve azimet vardır. Kuvvetli, hâli elverişli olanın, azîmet ile amel etmesi efdaldir. Güç olan işi yapmak, nefse daha ağır gelir. Nefsi daha çok ezer, zayıflatır. İbâdetler, nefsi zayıflatmek için, kırmak için emir olundu. Çünkü nefs, insanın da, Allahın da düşmanıdır. Onu zayıflatarak azmasını önlemek lâzımdır. Fakat, büsbütün öldürülmez. Çünkü, bedenin hizmetcisidir. Ahmak ve câhil hizmetcidir. Zayıf, hasta, sıkışık halde olan kimsenin, ibâdetlerinde, işlerinde azîmet yolunu terk etmesi, ruhsat yolu ile yapması lâzımdır. Kendi mezhebinin ruhsat yolu ile yapması da güç olursa, diğer üç mezhebden birini taklîd ederek yapması câiz olur. Tefekkür etmek 16.10.2002 İnsanın, günahlarını düşünmesi ve bunlara tevbe etmesi, tâatlarını, ibâdetlerini düşünüp, bunlara da, şükür etmesi lâzımdır. Mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince san’atları, düzenleri, birbirlerine olan bağlılıklarını düşünerek de, Allahü teâlânın varlığını ve büyüklüğünü anlaması lâzımdır. Mahlûkların, varlıkların hepsine “Âlem” denir. İnsana “Âlem-i sagîr” denir. İnsandan başka varlıkların hepsine “Âlem-i kebîr” denir. Âlem-i kebîrde olan herşeyin, âlem-i sagîrde, bir nümûnesi, benzeri vardır. İnsanın kalbi, rûh âlemine açılan bir kapıdır. Kâfirlerde bu kapı kapanmış, harâb olmuştur. Bunun için, kâfirlerin rûh âleminden haberleri yoktur ve olamaz. Kalbin hayat bulması, rûh âlemine açılması için tek çâre, tek ilâc, iman etmesidir, Müslüman olmasıdır. Müminin kalb kapısından Âlem-i emre girmesi ve bu âlemde sonsuza, ebedî hayata ilerlemesi için, çalışması lâzımdır. İslâmiyetin sekiz ana ilminden biri olan “Tasavvuf” ilmi, bu çalışmaları öğreten, mu’azzam bir ilimdir. Bu ilmin mütehassıslarına “Velî” ve “Mürşid” denir. Mürşidlerin en meşhûru, imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkîdir. Tıb ve fen fakültelerinde okuyup da, mahlûklardaki san’at inceliklerini, aralarındaki hesâblı bağlantıları gören ve anlıyabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir. İnanmıyanın, anormal, geri kafalı, câhil olması, yahut inâdcı, şehvetlerine düşkün bir budala olması veya nefsine esîr olmuş, işkence yapmaktan zevk alan, zâlim bir sadist olması lâzım gelir. Kâfirlerin hayat hikâyeleri incelenirse, bu üç kısmdan biri olduğu hemen meydana çıkar. Hadîs-i şerifte, “Varlıklardaki nizâmı düşünerek Allahü teâlâya iman ediniz!” buyuruldu. Astronomi okuyup da, yer küresinin, ayın, güneşin ve bütün yıldızların boşlukta dönmelerinde ve birbirlerinden uzaklıklarında bulunan düzeni, hesâbları anlıyan kimsenin, imanı artar. Dağların, madenlerin, nehirlerin, denizlerin, hayvanların, bitkilerin, hatta mikropların yaratılmasında, çeşitli faydalar vardır. Hiçbiri boş yere, lüzûmsuz yaratılmamışdır. Bulutlar, yağmurlar, şimşekler ve yıldırımlar, yer altındaki sular ve enerji maddeleri ve hava, kısaca her varlık belirli hizmetler, belli vazîfeler yapmaktadır. İnsanlar, bu sayısız mahlûkların, sayılamıyacak hizmetlerinden bugüne kadar pek azını anlıyabilmişdir. “Tefekkür gibi kıymetli ibâdet yoktur” 17.10.2002 Aklı başında olan kimsenin, tefekkür vazîfesini hiç ihmâl etmemesi lâzımdır. Yarın ölmiyeceğinden emîn olan kimse var mıdır? Allahü teâlâ, hiçbir şeyi bâtıl, faydasiz yaratmamıştır. İnsanların anlıyamadıkları, göremedikleri faydalar, anlıyabildiklerinden katkat daha çoktur. Tefekkür, dört türlü olur. Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzel san’atları, faydaları düşünmek, Ona inanmağa ve sevmeğe sebep olur. Onun va’d ettiği sevapları düşünmek, ibâdet yapmağa sebep olur. Onun haber verdiği azâbları düşünmek, Ondan korkmağa, kimseye kötülük yapmamağa sebep olur. Onun nimetlerine, ihsânlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allahdan haya etmeğe, utanmağa sebep olur. Allahü teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever. Hadîs-i şerifte, “Tefekkür gibi kıymetli ibâdet yoktur” “Bir an tefekkür, altmış sene ibâdetden daha hayırlıdır”. “Tefekkür, ibâdetin yarısıdır.” “Tefekkür gibi kıymetli ibâdet yoktur” buyuruldu Tefekkür etmek, dinimizde mühim bir ibâdettir. Tefekkür etmek, Allahü teâlânın yarattığı şeyler üzerinde düşünmek ve bunlardan ibret almaktır. Kur'an-ı kerimde akl-ı selim sahipleri övülürken mealen buyuruluyor ki: “Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allahı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye düşünürler. "Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (boş, manasız şeyler yaratmaktan) münezzehsin. Bizi Cehennem azabından koru" derler.” Mahlûkların yaratılışındaki hikmetleri kavrıyamıyan insan aklı, bunların hâlıkını, yaratanını hiç anlayamaz. Onun büyüklüğünü, sıfatlarını birâz anlıyabilen islâm âlimleri, şaşkına dönmüşler. “Onu anlamak, anlaşılamıyacağını anlamaktır” demişlerdir. Mûsâ aleyhisselâmın ümmetinden biri, otuz sene ibâdet etmiş. Bir bulut kendisine gölge yaparak, güneşden korumuştu. Birgün bulut gelmemiş, güneşte kalmıştı. Annesine sebepini sormuş. Herhalde bir günah yapmışsın, demişdi. Hayır, günah işlemedim deyince, göklere, çiçeklere bakmadın mı? Onları görünce, yaratanın azametini düşünmedin mi? demiş. Evet, baktım. Fakat, tefekkürde kusur etdim diyince, bundan büyük günah olur mu? Hemen tevbe et, demişti. Özürü kabûl etmemek günah olur 18.10.2002 Müslümanın hatalı bir iş yaptığında özür dilemesi lazım olduğu gibi, özrü kabul etmek de lazımdır. Hadîs-i şerifte, “Müslüman kardeşinin özürünü kabûl etmemek günah olur” buyuruldu. Özürü kabûl etmek ve kusurları af etmek, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Böyle olmıyan kimseye, Allahü teâlâ gadab ve azâb eder. Özürde bulunmak üç türlü olur: Niçin yaptım? Veya şunun için yaptım. Keşki yapmasaydım demek veya yaptım, bir daha yapmam demek. Yahut yapmadım diyerek inkâr etmektir. Yaptım, bir daha yapmam demek, tevbe olur. Mümin, af etmesi için özür dilemesini bekler. Münâfık, ayıpların ortaya çıkmasını ister. Hadîs-i şerifte, “İffet sâhibi olunuz. Çirkin şeyler yapmayınız. Kadınlarınızı da, afîf yapınız” ve “İffet sâhibi olursanız, kadınlarınız da afîf olur. Ananıza babanıza ihsân ederseniz, çocuklarınız da size ihsân eder. Din kardeşinin özürünü kabûl etmiyen, kevser havzından içmiyecektir” buyuruldu. Bu hadis-i şerif, din kardeşinin kötülük yaptığını ve özürünün yalan olduğunu bilmiyen kimse içindir. Çünkü, bunun özürünü red etmek Müslümana sû-i zan etmek olur. Yalan söylediğini bilerek özürünü kabûl etmek, af olur. Af etmek, vâcib değil, müstehabdır. Müslüman yanlış bir iş yapınca ona beddua etmek de uygun değildir. Hadîs-i şerifte, “Kendinize, evlâdınıza, kötü duâ etmeyiniz. Allahın kaderine râzı olunuz. Nimetlerini arttırması için duâ ediniz” ve “Ananın, babanın çocuğuna olan ve mazlûmun, zâlime olan bedduâları, red olunmaz” buyuruldu. Bir Müslümanın kâfir olması için duâ edenin kendisi kâfir olur. Bir zâlimin, kâfir olarak ölerek, sonsuz azâb çekmesini istemek, küfür olmaz. Mûsâ aleyhisselâmın böyle duâ ettiği, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe başkasının kâfir olmasını istemek, küfür olur buyurdu. Zâlimden başkasına bedduâ etmek haramdır. Zâlime, zulmü kadar bedduâ etmek câiz olur. Câiz olan birşeyin miktarı, özürün miktarı kadar olur. Zâlime de bedduâ etmemek, sabır etmek ve hatta, af etmek daha iyidir. Zimmîye ve herhangi bir kâfire, Allah ömür versin demek, câiz değildir. Müslüman olması için, böyle duâ etmek, câiz olur. Kâfire saygı ile selâm veren, kâfir olur. Kâfire saygı bildiren bir söz söylemek, meselâ üstâdım demek, küfür olur. Müslümana kötü isim takmak 19.10.2002 Müslümana kötü isim takmak veya başkasının taktığı kötü ismi söylemek câiz değildir. Soy adı ve müsteâr isim koymak câizdir. Hadîs-i şerifte, “Kötü ismi olan, bunu güzel isme çevirsin!” buyuruldu. Müslümana güzel isim takmak câizdir. Çocuğuna, övücü isim koymamalıdır. Meselâ Reşîd, Emîn ismini vermemelidir. Muhyiddîn, Nûrüddîn gibi ismler de, yalan ve bid’at olur. Fâsıkları, câhilleri, mürtedleri böyle ismlerle çağırmak mekrûhdur. Çünkü, bunlar, medh edici, övücü isimlerdir. Mecâz olarak da, söylenemezler. Kendi çocuklarına, bu isimleri tefe’ül ederek, uğurlu olmak için koymak, câiz olur denilmiştir. Sâlih oldukları meşhûr olan âlimleri bu isimler ile zikretmek câiz ve faydalıdir. Çocuğa konulacak isimler arasında en efdal olanı, Abdüllah, sonra Abdürrahmân, sonra Muhammed (Mehmed, şeklinde konulmalıdır), sonra Ahmed, daha sonra İbrâhîmdir. Allahü teâlânın ismlerinden olan Alî, Reşîd, Azîz gibi ismleri de koymak câizdir. Fakat, bu isimleri söylerken hurmet etmek lâzımdır. Bilerek hurmetsizlik eden kâfir olur. Meselâ, ismi Abdülkâdir olana, Abdülkoydur demek, Hasen yerine Hasso, İbrâhîm yerine İbo demek, bu ismlerle alay etmek olur. Bu ismlerle alay etmek niyet edilmezse, küfür olmaz ise de, küfüre benziyen şeyi söylemekden sakınmak lâzımdır. Çocuk, dünyaya gelip, hemen ölse, ism koymadan defin edilmez. Abdünnebî ismi câiz ise de, koymamak iyi olur. Evliyanın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri 1943 senesinde vefât edinciye kadar, İstanbulda, Bâyezid câmi’inde, Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri, ikindi namazından sonra, yirmibeş sene va’z ve irşâd etti. Va’zlarında, “Çocuğun, ana-babası üzerinde üç hakkı vardır: Doğduğunda Müslüman ismi koymak. Daha sonra, kitapet, ilim ve san’at öğretmek. Bâlig oldukta, dîni ve ahlâkı güzel bir Müslüman bulup, bununla hemen evlendirmelidir” buyurdu. Çocuklarını böyle evlendiren anababa, hatta yardımcı olan her akrabâ ve ahbâblar, aracılar ve hatta komşular çok sevap kazanırlar. Avrupa’da, Amerika’da, din, edeb düşmanı olarak yetişdirilen soysuzlara, uydurma diploma vererek islâm memleketlerine gönderiyorlar. Bunlar, tuzaklarına düşen Müslüman evlâdlarını dinsiz, mezhebsiz yapıyorlar. Çocuklar sinsi yönlendermeler ile kolayca, hâin, kâtil, satanist,terörist oluyorlar. Kızlarını, oğullarını bunların şerrinden korumayan ana babalar, evlâdlarını kendi elleri ile Cehenneme atmaktadırlar. Günahta ısrar etmek 20.10.2002 Günah işlemekte ısrar çok tehlikelidir. Günah işlemeği kasd etmek, az işlese dahî, ısrâr etmek olur. Kasd etmek, niyet etmekle, irâde etmekle ve karar vermekle olur. Karar verip bir kerre yaparsa, ısrâr olur. Hiç yapmazsa, devamlı yapmağa kasd etmesi, karar vermesi ısrâr olmaz. Devamlı yapmağa karar verip ve işleyip de pişman olur, terk ederse ısrâr olmaz. Tekrâr yapıp yine tevbe ederse, ısrâr olmaz. Günde çok kerre yapıp, her birinden sonra tevbe etmek, ısrâr olmaz. Tevbe ederken, günah işlediğine pişman olup üzülmek ve günahdan hemen vaz geçmek ve bir daha yapmamağa karar vermek şartdır. Bu üç şartı yapmadan, yalnız dil ile tevbe etmek, yalancılık olur. Küçük günahlara ısrâr etmek, büyük günah olur. Bir büyük günahı bir kerre yapmaktan daha büyük olur. Tevbe edince, büyük günah da af olur. Küçük günahı küçük görmek, büyük günahtır. Küçük günah işlediğini söyliyerek övünmek, büyük günah olur. Küçük günah işliyeni, âlim ve sâlih sanmak da, büyük günah olur. Küçük günah işleyince de, Allahü teâlâdan ve azâbından korkmak lâzımdır. Allahü teâlâdan utanmazsa ve azâb yapılacağını düşünmezse büyük günah olur. Bunun için bir günah işlenince hemen tevbe, istigfar etmelidir. Tevbeyi geciktirmemelidir. İstigfar etmek, (estagfirullah) demektir. Tevbe, haram işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermektir. Hadis-i şerifte “Tevbe, günahtan sonra o günahı bir daha yapmamaktır.” Buyuruldu. Günahtan hemen sonra tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de büyük günahtır. Bunun için de, ayrıca tevbe etmek gerekir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:”Allaha tevbe edin!” (Nur 31) “Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever.” (Bekara 222) “Allaha tevbe-i nasuh yapınız!” (Tahrim Nasuh kelimesine 23 mana verilmiştir. Bunlardan en meşhuru günahlara pişman olup, istiğfar etmek ve bir daha işlememeye karar vermektir. Nasuh tevbesinin ne olduğunu soran zata Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Tevbe-i nasuh, günahkârın işlediği günahtan pişman olması, Allahtan magfiret dilemesi, bir daha böyle bir günah işlememesi demektir.” İstigfarın fazileti çok fazladır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: “İstigfar okuyunuz! İmdadınıza yetişirim.” (Hud 52) Küçük de olsa günahtan korkmalıdır 21.10.2002 Büyük olsun küçük olsun her günahtan korkmak lazımdır. Günah, kulun yanında küçük ve kıymetsiz görününce, Allahü teâlâ katında büyük olur. Kul küçük günahı büyük görünce, o günah Allahü teâlânın katında küçülür. Mümin, iman ve marifetiyle küçük günahları da büyük görür. Her günah işleyişte kalbi sızlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Mümin, günahını dağ gibi görüp, üstüne düşeceğinden korkar. Münafık ise, burnunun üzerine konan ve hemen uçacak sinek gibi görür.” Bunun için günahtan korkup, hemen tevbe istigfar etmelidir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, günah işleyip pişman olanı, istiğfar etmeden önce affeder.” “Küçük günahlarda ısrar edilirse küçük kalmaz. Büyük günahlara istiğfar edilirse büyük kalmaz.” “İstigfar eden, günde 70 defa aynı günahı işlese ısrar etmiş sayılmaz.” “Günde 70 defa istiğfar edenin, 700 günahı affolur.” “İstigfara devam edeni, Allahü teâlâ, dertlerden, sıkıntılardan kurtarır. Ummadığı yerden rızıklandırır.” “Bir mümin günah işleyince, melek üç saat bekler, eğer o kimse istiğfar ederse, o günahı yazmaz.” “Günahınız çok olup göklere kadar ulaşsa, pişman olunca, Allahü teâlâ, tevbenizi kabul eder.” “Günahlar kalbi paslandırır, karartır. Kalblerin cilası ise istiğfardır.” “Derdinizi ve devasını bildireyim. Derdiniz, günahlar, devası da istiğfardır.” “Bir günahkâr, istiğfar eder, sonra bu günahı tekrar yapar, sonra istiğfar eder. 3 üncüde yine yapar, yine tevbe ve istiğfar ederse, 4üncü defa yapınca, büyük günah yazılır.” “Tevbe eden günah işlememiş gibi olur.” “Günaha devam edip, dili ile istiğfar eden, rabbi ile alay etmiş sayılır.” “Herkes günah işler. Fakat günahkârların en iyisi tevbe edendir.” “Günahına pişman olup abdest alıp, namaz kılanı ve günahı için istiğfar edeni, Allahü teâlâ affeder.” “Kıyamette, amel defterinde çok istiğfar bulunana müjdeler olsun!” “Sonra yaparım diyenler helak oldu” 22.10.2002 Günahlara tevbe edebilmek, Hak teâlânın büyük nimetlerinden biridir. Günah işleme korkusu ile tevbeyi asla geciktirmemelidir! Çünkü, hadis-i şerifte “Sonra yaparım diyenler helak oldu” buyuruldu. Yani tevbeyi ve diğer iyi işleri geciktirenler, bu günün işini yarına bırakanlar, aldandı, ziyan etti. Hz. Huzeyfe, çoluk çocuğunu idarede çok üzülürdü. Halini arz edince, Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ey Huzeyfe, neden istiğfar etmiyorsun? Ben günde yüz defa istiğfar ederim.” Peygamber efendimiz ("Estagfirullahellezi la ilahe illa hüverrahmanürrahim el-hayy-ülkayyumüllezi la-yemutü ve etubü ileyh Rabbigfir li " istiğfarını 25 defa okuyanın, odasında, ailesinde, evinde ve şehrinde kaza, belâ olmaz.) buyurdu. Bunu her sabah ve akşam okumalıdır! Âlimlerin çoğu, talebelerine ve evlatlarına bunu okumalarını tavsiye etmişler, çok faydasını görmüşlerdir. Bu nimetlere kavuşabilmek için Ehl-i sünnet itikadında olmak ve dinimizin emir ve yasaklarına riayet etmek şarttır. İtikadı bozuk olanın, bid'at ehlinin okuması fayda vermez. Ehl-i sünnet itikadında olmak, kul haklarını ve kazaya kalan farzlarını ödemek ve haramlardan vazgeçmek şartı ile cuma günü sabah namazından önce, aşağıdaki duâyı okuyanın bütün günahlarının affedileceği hadis-i şerifle bildirildi. Duâ şudur: “Estağfirullahelazim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh.” Tevbe istiğfardan önce yapılmalıdır! Tevbe çirkin şeyi bırakıp güzel olana dönmek demektir. İstigfar, günahın çirkinliğini görüp, ondan yüz çevirdikten sonra, mağfiret talep etmektir. Hadis-i şerifte “Pişmanlık tevbedir.” buyuruldu. Yapılan günahları her hatırlayışta istiğfar etmelidir! Günahları hatırladıkça istiğfara devam edilirse, geçmiş günahlar affolur. Bir kimse günah işleyince, Allahü teâlânın bu günahı işlerken gördüğünü bilse, Allahü teâlâ, kulunun kendisini hatırlaması sebebiyle günahını affeder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “İşlediği günahı, Allahü teâlânın bildiğine inanan, günahına tevbe etmese bile, Allahü teâlâ onu affeder.” Allahü teâlânın bildiğine inanan, işlediği günahtan dolayı üzüntü duyor, pişman olur. Günah sıradan iş haline gelirse 23.10.2002 Kişi, işlediği günahların günah olduğunu nutup, sıradan bir iş gibi yapmaya başlarsa imanı imanı tehlikeye girer. Bunun için kişinin günah işlediğini bilmesi , üzülmesi büyük nimettir. O kişinin mümin olduğunu gösterir. Bu üzüntü tevbe etmeye sebep olur. Allahü teâlânın hakkı olan günahları için tevbe etmeli, pişmanlık ve üzüntü duymalı, günahı terketmeli, kefaret olması için çok sevap işlemelidir! Hadis-i şerifte “Günah işlediğin zaman, karşılığında onu mahvedecek sevab işle!” buyuruldu. Kul hakkının kefareti için, hak sahiplerine iyilik ve duâ etmelidir! Hak sahibi ölmüş ise, o kimseyi rahmetle anmalı, çoluk çocuğuna ve varislerine ihsanda bulunmalıdır! Günahları için istiğfara devam etmelidir! Hadis-i şerifte “Allahü teâlâ, istiğfara devam edeni, her sıkıntıdan kurtarır, her darlıkta bir genişlik verir ve ummadığı yerden rızıklandırır.” buyuruldu. İşlediği günahı, Allahü teâlânın bildiğine inanan kimse, Allaha inanıyor demektir. Allahü teâlâya inanan kimse de günah işleyince, günahını Allahü teâlâ gördüğü için utanır ve ister istemez pişmanlık duyar. Pişmanlık ise tevbedir. Tevbe eden kimseyi de Allahü teâlâ affeder. Hadis-i şeriflerde “Ya Rabbi, iyilik edince müjdelenen, kötülük edince istiğfar edenlerden eyle” şeklinde dua etmeniz emir olundu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Yatağa girince, 3 defa "Estagfirullahelazim ellezi la ilahe illa huv el-hayyel- kayyume ve etubü ileyh" diyenin günahları, deniz köpükleri kadar çok olsa da, affolur.” “Mümin, günah işleyince, kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. İstigfar edince, nokta silinir, kalbi cilalanır. Tekrar günah işlerse, siyah nokta büyür, nihayet kalbini kaplar.” “Allaha teâlâ, Ey kullarım, koruduklarım hariç, hepiniz günahkârsınız, benden mağfiret dileyeni bağışlarım. Mağfiret etmeye kadir olduğuma inananı affederim,buyuruyor” “Günahtan korunmayanı Allahü teâlâ da (dünya ve ahırette felaketlerden) korumaz.” “Müminler için, her gün 25 defa, istiğfar okuyanın kalbinden kin, hile ve hased çıkar. İsmi evliyalar arasına yazılır. Ona bütün müslümanlar sayısınca, sevab verilir. Kıyamette bütün müminler, "Ya Rabbi, bu kulun bizim için istiğfar okudu. Sen de onu affet!" derler.” Müminler için istiğfar: “Allahümmagfir-li velîvalideyye velî üstaziyye velîl-müminine velmüminat, vel-müslimine vel-müslimat, el-ahya-i minhüm vel-emvat, birahmetike ya erhamerrahimin.” Küçük günaha devam edilirse 24.10.2002 Günahların bazısı, bazısına göre küçük görünse de, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak olduğu için hepsi de büyüktür. Çünkü Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde gizlidir. Hadis-i şerifte, “Küçük günaha devam edilirse, büyük olur.” buyuruldu. Küçük görülen günah büyür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Günahların küçük görüneninden sakının! Bunlar toplanınca sahibini helak eder. Bu şuna benzer ki, bir kavim bir vadiye iner, çerçöp, odun ne bulurlarsa toplayıp getirirler. Böylece koca bir yığın olur. Bunu yakıp ateşinde ekmeklerini pişirirler. İşte küçük görünen günahlardan hesaba çekilen de helak olur.” “Hep günah işliyenin kalbi mühürlenir, artık sevab işleyemez olur.” Biri, 2-3 defa (Vay günahlarım) deyince, Resulullah “Allahümme mağfiretüke evseu min zünubi ve rahmetüke erca indi min ameli diye duâ et.” buyurup, o kişiye üç defa tekrarlattıktan sonra “Allah seni affetti.” buyurdu. Günah işlemeye devam eden kimse unutkan olur, ahmaklaşır, aklı da azalır. Hadis-i şerifte “Günah işliyenin bir aklı gider, bir daha geri dönmez.” buyuruldu. Günahların hepsi Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Hadis-i şerifte, buyuruldu ki: “Ufacık bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir.” Günahlarda değil istigfarda ısrarlı olunmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, istiğfara devam edeni, her sıkıntıdan kurtarır, her darlıkta bir genişlik verir ve ummadığı yerden rızıklandırır.” "Rabbim, seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Kötü işlerde bulundum. Senden başka günahımı affedecek yoktur. Beni affet!" diyenin karıncalar sayısınca günahı olsa, Allahü teâlâ affeder.” Hz. Beraya "Kendinizi elinizle, tehlikeye atmayın" ayeti düşmanla karşılaşıp şehit düşene kadar savaşan kimse hakkında mıdır?" diye sorulunca; Hz. Bera, “Hayır! Bir günah işleyip sonra da Allah onu bağışlamaz diyen hakkındandır” dedi. Hasan-ı Basri hazretlerine birisi kıtlıktan şikayet etti. Başka birisi fakirlikten, diğer birisi de çocuğunun olmadığından şikayette bulundu. Hepsine de istiğfar etmesini tavsiye etti. Müslümanı iyilikleri ile hatırlamalı 25.10.2002 Kur’an-ı kerimde Allahü teâlânın, asilerden intikam alacağı bildiriliyor. Onun için hiçbir günahı küçük görmemeli. Çünkü Allahü teâlâ, intikam alıcıdır. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını günahlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günah, intikamına, gazabına sebep olabilir. Yüzbin yıl ibadet eden bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbirşeyden çekinmez. Bunu Kur'an-ı kerim bildiriyor ve ikiyüzbin yıl itaat eden şeytanın, kibredip, secde etmediği için, ebedî mel'un olduğunu haber veriyor. Hz.Âdemin oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. İşlediği günahlar sebebiyle başkaları da zarar gördüyse, onların yanlış yola sapmasına sebep olmuşsa, tevbesini aleni yapması onları duyurması lazımdır. Bir zamanlar, bir âlim, halkı dalalete sevkeder, onlara kötü örnek olur. Sonra tevbe edip, herkesi, iyiliğe, doğruluğa, hidayete davet etmeye çalışır. Allahü teâlâ, âlime söylenilmek üzere, o milletin peygamberine şöyle vahyeder: “Eğer günahların benimle senin aranda olsaydı affederdim. Fakat birçok insanın sapıtmasına, Cehennemlik olmasına sebep oldun.” Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibâdetlerinden daha sevabdır. Çünkü nafile ibâdet yapmak farz değil, günahlardan kaçmak ise herkese farzdır. Günah ne kadar küçük olursa olsun, ısrar edildiği takdirde büyük günah olur. Bir taşın üzerine devamlı damlayan su, taş üzerinde iz bırakır, zamanla taşı bile deler. Günahı küçümsemek veya günahı ile övünmek de küçük günahı büyütür. "Falancanın yaptıklarını yüzüne vurarak rezil ettim" yahut "Öyle bir hile yaptım ki elindeki malı yok pahasına aldım; kendi malımın aybını da şu şekilde gizliyerek yüksek fiyatla sattım" diyerek günahın açıklanması, günahı daha da büyütür. Çünkü o günahın başkaları tarafından yapılmasını teşvik etmiş olur. Hele âlim veya halka rehber ve örnek durumunda olan kimselerin yaptıkları her kabahat büyük sayılır. Çünkü iyi ile kötüyü ayıramıyan birçok kimsenin o günahı işlemesine sebep olur. İyi kimselerin de bazı kötü huyları bulunabilir. Böyle kimselerin kötü huylarını değil, iyi huylarını örnek almalıdır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Bir müminin iyiliğini unutup da kötülüğünü hatırlayanı Allah sevmez” Münafıklığın âlametleri 26.10.2002 Müslüman olmadığı halde, müslümanları aldatmak için müslüman görünen kimselere münafık denir. Münafıklığın bazı alametleri vardır. Bu alametlerin biri bir kimsede bulunsa, o kimseye münafık denmez, onda münafıklık alametleri var denir. Mesela yalan söylemek münafıklık alametidir. Bir kimse, yalan söylese münafık olmaz. Münafıkların işlediği bir işi işlemiş olur. Nifâk, münâfıklık, içinin dışına uymamasıdır. Kalbinde küfür olan kimsenin mümin olduğunu söylemesi, dinde nifâk olur. Kalbinde düşmanlık olup, dostluk göstermek dünya nifâkı olur. Küfürün en kötüsü, dinde nifâk yapmaktır. Medîne şehrindeki münâfıkların reîsi, Abdüllah bin Übey bin Selûl idi. Müslümanların Bedir gazâsındaki zaferlerini görünce, Müslüman olduklarını söylediler. Fakat, kalbleri ile inanmadılar. Hadîs-i şerifte, “Müslümanlara, sözleriyle dostluk gösterip, davranışlarıyla düşmanlık edenlere, Allahü teâlâ ve melekler la’net eylesin” ve “Münâfıkın üç alâmeti vardır: Yalan söyler, sözünde durmaz ve emânete hıyânet eder” buyuruldu. Böyle kimse, Müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa da, münâfıktır. Birine mal, söz veya sır emanet edilse, o kimse de bu söz veya sırrı başkalarına söylese, yahut emanet edilen mala zarar verse, çalsa, yani hıyanet etse, bu işler münafıklık olur. Münafığın alametlerini bildiren hadis-i şeriflerden birkaçı şöyle: “Müminin hastalığı günahlarına kefaret olur. İyileşince bundan ibret alır. Münafık ise, bağlanıp sonra salıverilen deveye benzer. Deve, niçin bağlandığını ve niçin salındığını bilmediği gibi, münafık da, hasta olup iyileşince, bundan ibret almaz.” “Ezanı işitip de, camideki cemaate gitmemek, münafıklık alametidir, dört kitapta da lânetlenmiştir.” “Kadın ve çocuklar olmasaydı, cemaate gelmiyen erkeklerin evinin yakılmasını emrederdim.” “Bizimle münafıkları ayıran alâmet, yatsı ile sabah namazını cemaatle kılmaktır. Münafıklar, yatsı ve sabah namazına devam edemez.” “Yatsı ile sabah namazını cemaatle kılmak, münafıklara çok ağır gelir. Eğer bundaki ecri bilselerdi, sürünerek de olsa, cemaate gelirlerdi. Cemaate gelmiyen münafık demek değildir. Kendisinde münafıklık alametinden bir alamet var demektir. Verdiği sözde durmamak da münafıklık alametidir. Sözünde durmıyana münafık denmez. Fakat münafıklık alametinden birini işlemiş olur. “Birbirinizi gıybet etmeyiniz!” 27.10.2002 Kötü huyların en zararlılarından biri de gıybet etmektir. Belli bir müminin aybını, onu kötülemek için arkasından söylemek, gıybet olur. Kötüleyen sözler doğru ise, (gıybet) olur. Yalan ise, (iftirâ) olur. Gıybet ve iftirâ söylemek, büyük günah olduğu gibi, bunları dinlemek de haramdır. Söyleyen ve dinleyen, Cehennem ateşinde yanacaktır. Söyleyeni susdurmalı, susduramaz ise, oradan kalkıp gitmelidir. Ve bunlar için, hayır duâ etmelidir. Dostların, ahbâbların hiç gıybeti yapılır mı: Bunların arkasından veya her görüşte, sâhiplerine hayır duâ etmelidir. Mezarların üzerine taşlar dikip, üzerlerine ölenin ismi yazılır, geçenler, görenler, bu meyyite rahmet ve istigfâr okurlar. Senelerce bu duâlara kavuşan meyyitler kabir azâbından kurtulur. Gıybet, haramdır. Dinleyen, o kimseyi tanımıyorsa, gıybet olmaz. Bedeninde, nesebinde, ahlâkında, işinde, sözünde, dîninde, dünyasında, hatta elbisesinde, evinde, hayvanında bulunan bir kusur, arkasından söylendiği zaman, bunu işitince üzülürse, gıybet olur. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de, hep söylemek gibi gıybettir. Bir Müslümanın günahı ve kusuru söylendikte, başkalarının, elhamdülillâh biz böyle değiliz demeleri, gıybetin en kötüsü olur. Birisinden bahsedilirken, elhamdülillâh, Allah, bizi hayasız yapmadı gibi, onu kötülemek, çok çirkin gıybet olur. Falanca kimse çok iyidir, ibâdetde şu kusuru olmasa, daha iyi olurdu demek, gıybet olur. Hucurât sûresinde, onikinci âyetinde meâlen, “Birbirinizi gıybet etmeyiniz!” buyuruldu. Gıybet, adam çekiştirmek demektir. Birisini gıybet etmek, ölmüş insanın etini yimek gibi olur buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “Kıyâmet günü, bir kimsenin sevap defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyada iken, şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değil, der. Onlar, defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterlerine yazıldı denir” ve “Kıyâmet günü bir kimsenin hasenât defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar seni gıybet edenlerin sevaplarıdır, denir” buyuruldu. İbrâhîm Edhem hazretleri, bir yemeğe da’vet edilmişti. Sofrada, çağrılanlardan birinin bulunmadığı söylenince, o ağır kimsedir, denildi. İbrâhîm bin Edhem, gıybet edildi, buyurdu ve çıkıp gitti. Kötülükleri meydanda olanların gıybeti 28.10.2002 Ebû Hüreyre hazretleri diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile oturuyorduk. İçimizden birisi kalkıp gitti. Yâ Resûlallah! Rahatsız olup gitti, denildi. “Arkadaşınızı gıybet ettiniz, etini yidiniz” buyurdu. Hz.Âişe diyor ki, Resûlullahın yanında, bir kadının uzun olduğunu söyledim, “Ağzında olanı çıkar!” buyurdu. Tükürdüm. Ağzımdan et parçası çıktı. Allahü teâlâ sıfatları, özellikleri, cisim şekilinde göstermeğe kâdirdir. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahy eyledi ki, “Gıybet edip tevbe eden kimse, Cennete en son gidecektir. Gıybet edip, tevbe etmiyen kimse, Cehenneme en önce girecektir.”. Hadîs-i şerifte, “Bir kimse için söylenen kusur, onda varsa, bu söz gıybet olur. Yoksa bühtân, yani iftirâ olur” buyuruldu. Gıybet, üç türlüdür: Birincisinde, ben gıybet etmedim, onda bulunan şeyi söyledim, der. Böyle söylemek, küfür olur. Çünkü, harama, helâl demiş olur. İkincisinde, gıybet olunana duyurmaktır. Büyük haram olur. Tevbe etmekle af edilmez. Onunla helâllaşmak da lâzım olur. Üçüncüsünde, gıybet olunanın bundan haberi olmaz. Tevbe ve istigfâr etmekle ve ona hayır duâ etmekle af olur. Dindeki kusurları söylemek, meselâ namaz kılmaz veya şarap içer veya hırsızlık eder veya söz taşıyıcıdır demek ve dünyadaki kusurlarını söylemek, meselâ sağırdır, şaşıdır demek, gıybet olur.Dindeki kusurları, onu kötülemek için söylenirse, gıybet olur. Onun islâhını düşünerek söylerse, gıybet olmaz. Acıyarak söylemek de, gıybet olmaz denildi. Bu köyde, namaz kılmıyan var veya dinsiz var, hırsız var demek, gıybet olmaz. Çünkü, belli bir şahs söylenmemiştir. Bir kimse, namaz kılar, oruc tutar, hem de insanlara eli ile zarar verir. Meselâ döver, mallarını gasb eder, hırsızlık eder. Yahut dili ile zarar verir. Meselâ söver, iftirâ eder, gıybet eder, söz taşır. Bunun gibi, âşikâre yapılan fısk ve haramları ve bid’atları söylemek, gıybet olmaz. Bunları men etmesi için haber vermesi, günah olmaz. Babasının mâni olacağını bilenin, bunu söylemesi veya yazarak bildirmesi lâzımdır. Mâni olacağı bilinmiyorsa haber vermek câiz olmaz. Çünkü, düşmanlığa sebep olur. Gıybet etmenin sebepleri 29.10.2002 İnsanı gıybet etmeğe sürükliyen sebepler çoktur. Bunlardan onbiri şunlar: Ona karşı düşmanlık, yanında olanların fikirlerine uymak düşüncesi, sevilmiyen bir kimseyi kötülemek, kendisinin o günahda bulunmadığını bildirmek, kendinin ondan üstün olduğunu bildirmek, hased etmek, yanında bulunanları güldürmek, şakalaşmak, onunla alay etmek, ummadığı kimsenin haram işlemesine hayıretini bildirmek, buna üzüldüğünü, ona acıdığını bildirmek, haram işlediği için onu sevmediğini bildirmek. Gıybet, insanın sevaplarının azalmasına, başkasının günahlarının kendisine verilmesine sebep olur. Bunları, her zaman düşünmek, insanın gıybet etmesine mani olur. Yanında gıybet yapıldığını işiten kimse, buna hemen mani olmalıdır. Hadîs-i şerifte, “Yanında, din kardeşine gıybet edilince, gücü yettiği halde ona yardım etmiyen kimsenin günahı, dünyada ve âhırette kendisine yetişir” buyuruldu. Gıybet yapılırken, orada bulunan kimse, korkmazsa, söz ile, korkunca, kalbi ile red etmezse, gıybet günahına ortak olur. Sözünü kesmesi veyahud kalkıp gitmesi mümkin ise, bunları yapmalı. Eliyle, başıyle, gözüyle men’ etmesi kâfî gelmez. Açıkca, sus, demesi lâzımdır. Gıybet etmenin keffâreti, üzülmek, tevbe etmek ve onunla helâllaşmakdır. Pişman olmadan helâllaşmak, riyâ olur, ayrı bir günah olur. Ölüyü gıybet etmek te haramdır. Altı kişinin kusurlarını, ayıblarını arkasından söylemek, gıybet olmaz: Ona acıdığı için söylemek, ona mani’ olunması için söylemek, fetvâ almak için söylemek, Müslümanları onun şerrinden korumak için söylemek. O kusur, ona isim olmuş ise, onu bu isim ile tanıtmak mecburiyyetinde olmak. Âşikâre, herkesce bilinen fıskı, bid’ati ve zulmü söylemek. Kızarak, onu kötülemek niyeti ile söylenen, gıybet olur. Satılmakta olan malın kusurunu müşteriye söylemek, satıcıyı gıybet etmek olmaz. Evlenecek olanların aybını, kusurunu haber vermek, gıybet olmaz, nasîhat olur. Birşeyi bilmeyene nasîhat vermek, vâcibdir. Açıkca haram işliyenin ve zulmedenin, açık olmıyan başka ayblarını bildirmek, gıybet olur. Hadîs-i şerifte, “Haya cilbâbını çıkaran kimseyi söylemek gıybet olmaz” buyuruldu. Burada, haya cilbâbını çıkarmak, açıkca haram işlemek demektir. Hadis-i şerif, böyle kimsenin hayası olmadığını işâret etmektedir. Tevbe etmenin önemi 30.10.2002 Tevbe, haram işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamağa azmetmek, karar vermektir. Dünyada zarar hâsıl olmasından korkarak pişman olmak, tevbe olmaz. Çeşitli günah işliyenin bunlardan bazısında ısrâr ederken, bazısına tevbe etmesi, sahîh, geçerli olur. Tevbeden sonra, günahı tekrâr işliyenin, tekrâr tevbe etmesi sahîh olur. Böylece, çok kere tevbe etmesi, sahîh olur. Büyük günahın af olması için, tevbe etmek şarttır. Beş vakit namaz ve Cum’a namazı, Ramezân-ı şerîf orucu, hac etmek, istigfâr etmek, büyük günah işlemekten sakınmak gibi ibâdetler, küçük günahların af edilmesine sebep olur. Şartlarına uygun olarak tevbe edince, küfür ve günahlar muhakkak af olunur. Hacc-ı mebrûr, kazaya kalmış olan farzlardan ve kul haklarından başka günahların afına sebep olur. Şartlarına uygun olarak ve ihlâs ile yapılan hacca, (Hacc-ı mebrûr) denir Bu ikisinin af olması için, kazaların ve kul haklarının ödenmesi de lâzımdır. Hac ile, farzı yapmamanın günahı af edilmez ise de, vaktinde yapmamanın, vaktinden sonraya bırakmanın günahı af edilir. Hacdan sonra, farzları kaza etmeğe hemen başlamazsa, gecikdirme günahı tekrâr başlar ve zamanla katkat artar. Geciktirmek, büyük günahdır. Bunu iyi anlamak lâzımdır. “Hacc-ı mebrûr yapanın günahları af olur. Dünyaya yeni gelmiş gibi olur” hadis-i şerifi, kaza ve kul hakkından başka günahların af olacağını göstermektedir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” arefe gecesinde ve Müzdelifede, hâcıların günahlarının af edilmesi için yaptığı duâların da, böyle olduğu bildirilmişdir. Kaza ve kul haklarının da, afa dâhil olduğunu bildiren âlimler var ise de, bunlar, tevbe edip de kazadan ve ödemekden âciz olanlar içindir. Hûd sûresinin yüzonbeşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, “Hasenât, günahları yok eder” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye, kazası yapılınca, af olurlar manası verilmişdir. Gıybet olunan kimsenin işitmesinden sonra üzülmesi de, bu gıybeti yapan için, ayrıca büyük günah olur. Bu günahın afına sebep olacak hasene, onunla helâllaşmaktır. “Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever” 31.10.2002 Günahdan sonra hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de, bu günahı işlemekden daha büyük günahtır. Bu günah, her gün bir misli artar. Bunun için de ayrıca tevbe etmek lâzımdır. Bir günahın tevbesi yapılınca, bunun tevbesini gecikdirme günahlarının hepsi af olur. Farzı yapmamanın tevbesi, ancak kaza etmekle sahîh olur. Her günahın afı için, kalb ile tevbe etmek ve dil ile istigfâr etmek ve beden ile kaza etmek lâzımdır. Yüz kere tesbîh etmek, yani “Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil’azîm” demek ve sadaka vermek ve bir gün oruc tutmak, çok iyi olur. Nûr sûresinin otuzbirinci âyetinde meâlen, “Ey müminler! Allaha tevbe ediniz!” buyuruldu. Tahrîm sûresinde, sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, “Allaha tevbe-i nasûh yapınız!” buyuruldu. Nasûh kelimesine yirmiüç mana verilmişdir. Bunlardan en meşhûru, pişman olup, dili ile istigfâr etmek ve bir daha işlememeğe karar vermekdir. Bekara sûresinde ikiyüzyirmiikinci âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever” buyuruldu. Hadîs-i şerifte, “En iyiniz, günahdan sonra hemen tevbe edeninizdir” buyuruldu. Günahların en büyüğü, küfürdür ve münâfıklıkdır ve irtidâddır, dinden çıkmaktır. Müslüman olmamış ve olmıyan kimseye, “Kâfir”denir. Müslümanları aldatmak için Müslüman görünen kâfire, “Münâfık” ve “Zındık” denir. Müslüman iken kâfir olan kimseye, irtidâd etti denir. İrtidâd edene “Mürted” denir. Bu üçü, kalbinden inanarak hâlis iman ederse, muhakkak Müslüman olur. Erkek veya kadın, bir Müslüman, âlimlerin sözbirliği ile küfüre sebep olacağını bildirdikleri bir sözün veya işin küfüre sebep olduğunu bilerek, amden yani tehdîd edilmeden, istekle veya başkalarını güldürmek için söyler, yaparsa, manasını düşünmese dahî, imanı gider. Eğer bunun küfüre sebep olduğunu bilmeyip, amden söyler, yaparsa, yine mürted olur. Çünkü, her Müslümanın, bilmesi lâzım olan şeyleri öğrenmesi farzdır. Bilmemesi özür değil, büyük günahdır. Küfüre sebep olan sözü, hatâ ederek yani amden olmayıp, yanılarak veya te’vîlli olarak veya tehdîd edilerek söylerse, mürted olmaz. Küfüre sebep olması, âlimler arasında ihtilâflı olan bir sözü amden söyleyen mürted olmaz ise de, bunun tevbe ve istigfâr etmesi ve tecdîd-i nikâh yapması ihtiyâtlı olur. Bid’at sahibinin zararı 1.11.2002 Küfürden, imansızlıktan tevbe şart olduğu gibi, bid’atlardan da tevbe şarttır. Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliği ile olmıyan bildirdiklerine uymayan inanışa, ibadete “Bid’at” denir. Küfürden sonra en büyük günah bid’at sâhibi olmaktır. Bid’at sahibi, yaptığını doğru bildiği için, tevbe etmesi zordur, tevbe etmek aklına gelmez. Bunlardan, bid’atini yaymak için, Müslümanlara bulaştırmak için çalışanların günahı katkat daha çoktur. Alimlerin sözle ve yazı ile nasîhat vermeleri, câhillerin de, bunlarla görüşmemeleri, kitaplarını ve dergilerini okumamaları lâzımdır. Bunların yalanlarına, iftirâlarına, heyecânlı ve ateşli sözlerine aldanmamak için çok uyanık olmalıdır. Şimdi mezhebsizler, Mevdûdîciler, Seyyid Kutbcular ve Cemâ’at-i teblîgıyye denilen câhiller ve Vehhâbîler ve çeşitli isimler altında ortaya çıkmakda olan sahte tarîkatcılar, yalancı şeyhler, bazı ilahiyatçılar bozuk i’tikâdlarını, sapık inanışlarını yaymak için, her türlü vâsıtaya başvuruyorlar. Müslümanları aldatmak ve ehl-i sünneti ezmek, yok etmek için, nefislerinin ve şeytanın ve ingilizlerin yardımı ile akla ve hayale gelmiyecek tuzaklar, oyunlar hazırlıyorlar. Gençlerin, islâm dînini, hak yolunu, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından okuyup öğrenmeleri lâzımdır. Öğrenmiyen, küfür, bid’at ve dalâlet sellerine yakalanıp boğulur. Dünya ve âhıret felâketlerine sürüklenir. Hakîkat Kitapevi, yalnız Ehl-i sünnet kitaplarını neşrederek sapıklıkları önlemeye çalışmaktadır.Bu kitapları alıp okuyarak, okutarak küfürden, bid’atten kendimizi korumalıyız. Bid’at sâhiblerinin liderleri, Kur’ân-ı kerîme yanlış, bozuk manalar veriyorlar. Bu manaları ileri sürerek, sapık düşüncelerini âyet ile, hadîs ile ispat ettiklerini ileri sürüyorlar. Ancak, ehl-i sünnet kitaplarını okuyarak, hakkı anlıyanlar, bunlara aldanmakdan kurtulur. Hakkı bilmiyenlerin, bunların dalâlet girdâblarına, tuzaklarına düşmemeleri imkânsız gibidir. Bunların sapık inanışları, Kur’ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde açıkca bildirilmiş olan ve müctehid imâmların sözbirliği ile bildirdikleri ve Müslümanlar arasına yayılmış iman bilgilerine uygun olmazsa, kâfir olurlar. Bunlara, “Mülhid” denir. Bunlar kendi bozuk inançlarını doğru bilirler. Zamanımızdakiler daha çok, “zındık” delilen sınıftandırlar. Söylediklerinin yanlış olduğunu kendileri de bilirler. Gizli din düşmanıdırlar. Dini yıkmak için bilerek, kasten yanlış söyleyip yazmaktadırlar. Bozuk inançlardan korunabilmek için 2.11.2002 Bid’at sâhiblerinin, bozuk inançlı kimselerin, din düşmanlarının zararlarından korunmak için Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenip inanmak şarttır. Allahü teâlâ, müslümanların imanda birleşmelerini, Eshâb-ı kirâm gibi inanmalarını emir ediyor. Eshâb-ı kirâmın imanlarını öğrenip, kitaplarına yazanlara ”Ehl-i sünnet” denir. Bütün müslümanların, Ehl-i sünnet âlimlerinin asırlardır bildirdikleri gibi iman etmeleri lâzımdır. Sonradan çıkan selefiyye ve mezhebsizlik inanışlarının bozuk olduğunu bilmemiz, öğretmemiz lâzımdır. Akrabasına ve emri altında olanlara din bilgisi öğretmemek kul hakkına sebep olur, büyük günahtır. İnanışları birbirine uymayan ve Eshâb-ı kirâmın inanışlarına hiç benzemeyen kimselerin birleşmeleri, kardeş olmaları düşünülemez. Müslümanları aldatmak için, kendi felâket yollarına sürüklemek için, kardeşlik maskesi altında bölücülük yapıyorlar. Bütün müslümanların Ehl-i sünnet inanışında birleşerek Allahü teâlânın emrine uymaları, bu ortak inanışın hâsıl edeceği rahmet-i ilâhiyyeye, kardeşliğe kavuşmaları lâzımdır. Ehl-i sünnetin amelde, ibadetlerde dört mezhebe ayrılmalarını dînimiz emir etmekde, bu ayrılığın rahmet ve merhamet netîcesi olduğunu bildirmektedir. İbadetlerde mezheblerin bir aded olmayıp, dört olmasının, lüzûmlu, faydalı olduğu, akıl ile de kolay anlaşılmaktadır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşıyanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutublara yakın yerlerde yaşıyanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Dağda yaşıyanlara, bir mezheb kolay iken, denizcilere, bu mezheb güç oluyor. Bir hastaya bir mezheb kolay iken, başka hastalık için, başka mezheb kolay oluyor. Tarlada çalışanlarla, fabrikada, askerlikde çalışanlar için de, bu farklılık görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklîd ediyor veya bu mezhebe tamamen intikal ediyor. Mezhepsizlerin istedikleri gibi, tek bir mezheb olsaydı ve herkes tek bir mezhebe uymağa zorlansaydı, bu hâl çok güç, hatta imkânsız olurdu. Ehli sünnet âlimlerinin kitapları, ilim sâhiblerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları bilgilerdir. Hadis-i şerifler, Kur’ân-ı kerîmin örtülü ma’nâlarını açıklamaktadır. Müctehidlerin ictihâdları bu ikisini açıklamakdadır. Hanefî mezhebindeki müctehidler, İmâm-ı a’zamın “rahime-hullahü teâlâ” sözlerini açıklamaktadır. Fıkh ve fetvâ kitapları da, bu imâmların sözlerini açıklamaktadır. “Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım” 3.11.2002 Her müslümanın “Kelime-i şehâdet” söylemesi ve bunun ma’nâsını öğrenip, inanması lâzımdır. Sonra, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan i’tikâd, yani iman edilmesi lâzım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması lâzımdır. Sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarında yazılı olan fıkh bilgilerini, yanî islâmın beş şartını ve helâl, haram olan şeyleri öğrenmesi ve bunlara inanması ve uygun yaşaması lâzımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lâzım olduğuna inanmıyan, ehemmiyyet vermiyen dinden çıkar. Dört mezhebin i’tikâdı,inancı birbirinin aynıdır. Dört mezhebden birinin iman ve fıkıh bilgilerine tâbi’ olan,uyan bir müslümana “Ehl-i sünnet” veya “Sünnî” denir. Bir iş yaparken, özrü hâsıl olup, bu işin kendi mezhebindeki şartlarından birine uyması güçleşen kimse, bu işi, dört mezhebden herhangi birindeki şartlarına uyarak yapar. Bu ikinci mezhebin, bu iş için olan şartlarının hepsine uyması lâzım olur. Bu şartlardan birine uyması zor olur, fakat kendi mezhebinde kolay olursa, bu işi yapması sahîh olur. İki mezheb zarûrî telfîk edilmiş olur. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtında hayatda bulunan binlerce Sahâbînin herbiri müctehid idi. Tevbe sûresinin 102. ci âyet-i kerîmesinde meâlen, “Muhâcirînin ve Ensârın önce olanları ve bunlara tâbi’ olanlar, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ da onlardan râzıdır. Onlara Cennetleri hâzırladım. Burada sonsuz kalacaklardır” buyurulmuştur. Eshâb-ı kirâmın âlemlere rahmet oldukları ve herhangi birine tâbi’ olanın sonsuz saadete kavuşacağı bu âyet-i kerîmeden de anlaşılmaktadır. Bugün, sapıklıklar çoğalıp islâm dîninin gösterdiği rahat ve huzûr yolundan sapıldığı için, dünyada bereket kalmadı. Rızklar azaldı. Ayet-i kerimede, “Beni unutursanız rızıklarınızı kısarım” buyuruldu. Bunun için, iman rızkı, sıhhat rızkı, gıda rızkı, insanlık ve merhamet rızkı ve daha nice rızklar azaldı. Çünkü, “Hâşâ, zulmetmez kuluna hüdâsı, herkesin çekdiği kendi cezâsı” İslâmiyeti unutmanın bereketsizlikleri ve sıkıntıları içinde, insan gece gündüz, kadınlı erkekli çalışıp, bir âilenin nafakasını, rahat yaşamasını temîn edemez hâle gelmiştir. Allahü teâlâya inanmadıkca, Onun bildirdiği islâm dînine uymadıkca, Onun Peygamberinin güzel ahlâkı ile bezenilmedikce, küfür, dalâlet, felâket akıntısını durdurmak imkânsızdır. Haklar ve helallaşma şartları 4.11.2002 Allahü teâlâ ile kul arasında olan, yani kul hakkı bulunmıyan günahların af olması için, gizlice tevbe etmek kâfîdir. Başkalarına haber vermek lâzım değildir. Para vererek, papaza günah af etdirmek, hıristiyanlıkda yapılıyor. İslâmiyetde böyle şey yoktur. Hayvan hakkı bulunan günahları af ettirmek, çok güçtür. Hayvanı haksız olarak öldürmek, dövmek, yüzüne vurmak, tâkatından fazla yürütmek, ağır yük vurmak, otunu, suyunu zamanında vermemek, günahdır. Bu günaha hem tevbe etmek, hem de, istigfâr ederek yalvarmak lâzımdır. Kul hakkı beş türlüdür: Mâlî, nefsî, ırzî, mahremî ve dînî. Hırsızlık, gasb, aldatmak ile ve yalan söylemekle mâl satmak, kalp para vermek, başkasının mâlına zarar vermek, yalancı şâhidlikle veya zâlime haber vermekle veya rüşvet vermekle, mâlına zarar vermek, mâlî olan kul haklarıdır. Mâlî haklar için, çocukların da helâllaşması, ödemeleri lâzımdır. Dünyada helâllaşmazsa, âhırette sevapları ona verilerek helâllaşdırılacaktır. Mâl sâhibi ölmüş ise, vârisine ödenir. Vârisi yoksa veya mâl sâhibi bilinmiyorsa, fakire hediyye olarak verilip, sevapı sâhibine gönderilir. Sâlih olan Müslüman fakir yoksa, İslâmiyete ve Müslümanlara hizmet eden hayır cem’ıyyetlerine, vakflara verilir. Kendi sâlih akrabâsına, fakir olan analarına, babalarına, çocuklarına hediye olarak vermesi de, câiz olur. Fakire, hediyye diyerek verilen şey, sadaka olur. Sadaka sevabı hâsıl olur. Bunları yapmak imkânını bulamazsa, mâl sâhibinin ve kendisinin af olunmaları için duâ eder. Kâfirin hakkı için de, onunla helâllaşmak lâzımdır. Gönlü alınmazsa, âhırette af olunması, çok güç olacaktır. Nefsî, yani hayatî günah, adam öldürmek, bir uzvunu telef etmektir. Önce tevbe etmek, sonra kendini onun Velîsine teslîm etmek lâzımdır. Velîsi isterse af eder. İsterse mâl karşılığı sulh yapar. İsterse, mahkemeye verip, hâkimden cezâlandırılmasını ister. Kendisinin karşılık vermesi, câiz değildir.İslâmiyetde kan da’vâsı yoktur. Irza dokunan kul hakkı, gıybet, iftirâ, alay, sövmek gibi şeylerdir. Tevbe etmek ve helâllaşmak lâzımdır. Bunlarda vârisle helâllaşmak olmaz. Mahremî olan hak, başkasının zevcesine, çocuğuna, hıyânet etmekdir. Tevbe ve istigfâr eder. Fitne çıkmak ihtimâli yoksa, sâhibi ile helâllaşır. İhtimâli varsa helâllaşmak yerine, ona duâ eder ve onun için sadaka verir. “Nâdim oldum, pişman oldum... “ 5.11.2002 Bir farzın yapılmasına, bir haramdan sakınmağa ehemmiyyet vermiyenin, küfre düşürücü söz ve davranışta bulunanın imanı gider, kâfir, yani Allahın düşmanı olur. Böyle kimse, Cehennemde sonsuz yanar. Her sözde, her işte kâfir olmak ihtimâli çoktur. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfürün sebebi bilinmese dahî, hergün bir kerre, “Yâ Rabbî! Bilerek veya bilmiyerek küfüre sebep olan bir söz söyledim veya bir iş yaptım ise, nâdim oldum, pişman oldum. Beni af et” diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak af olur. Cehenneme gitmekden kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, hergün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden daha mühim bir vazîfe yoktur. Hadîs-i şerifte, “Tevbe eden, günah işlememiş gibi olur” ve “Günahına pişman olmayıp, dili ile istigfâr eden, günahında devam edicidir. Rabbi ile alay etmekdedir” buyuruldu. İstigfâr etmek, “estagfirullah” demektir. Bunun manası, “Beni af et Allahım” demektir. Tevbe etmenin hastalıklardan kurtulmaya da faydası vardır. Estagfirullâhel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh, okumak ölümden başka bütün derdlere, hastalıklara karşı faydalıdir. Ölüm hastasının ağrılarını, sancılarını yok eder, rahat ölmesini sağlar. Hûd sûresinde elliikinci âyetinde meâlen, (İstigfâr okuyunuz! İmdâdınıza yetişirim) buyuruldu. Hadîs-i şerifte “İstigfâra devam edeni Allahü teâlâ derdlerden kurtarır” buyuruldu. Her zaman ve her yerde ve namazlardan sonra ve yatarken, manalarını düşünerek, çok “Estagfirullah min külli mâ kerihallah” (Kerih olan kötü olan herşeyden tevbe ettim) veya kısaca “Estagfirullah” demelidir. Allahü teâlâ, şifâ dileklerini ihsân eder. Hadîs-i şerifte, “Allahü teâlâ, günah işleyip sonra pişman olan kulunu, istigfâr etmeden önce af eder” ve “Günahınız çok olup göklere kadar ulaşsa, tevbe edince, Allahü teâlâ, tevbenizi kabûl eder” buyuruldu. Bu hadis-i şerifler, kul hakkı bulunmıyan günahlar içindir. Hadîs-i şerifte, “Günah, üç türlüdür: Kıyâmetde magfiret olunmıyan, terk edilmiyen ve Allahü teâlâ dilerse af edeceği günah”. Kıyâmet günü muhakkak af olunmıyacak günah, şirkdir. Şirk, burada her türlü küfür demekdir. Tevbesiz af edilmiyecek olan günah, kul hakkı bulunan günahdır ve namaz borcudur. Allahü teâlânın dilerse af edeceği günah, kul hakkı bulunmıyan günahlardır. İbadetlerin kabul şartları 6.12.2002 Bütün ibâdetlerin kabul olmaları için, önce insanın Peygamber efendimiz ve Eshabı gibi inanması yani Ehl-i sünnet i’tikâdında olması ve ibâdetlerin sahîh olmaları, sonra, ihlâs ile yapılmaları ve insanın üzerinde kul hakkı bulunmaması şartdır Hadis-i şeriflerde, “Yâ Sa’d! Duânın kabul olması için helâldan yi! Bir lokma haram yiyenin, kırk gün ibâdetleri kabûl olmaz” (Yani sevap verilmez) ve “Üzerinde haramdan cilbâb, entari bulunan kimsenin ibadetlerini Allahü teâlâ kabûl etmez” “Yalnız bir lirası haramdan olan on lira ile alınmış elbise ile kılınan namaz kabûl olmaz” “Gayr-ı müslime zulm edenden, Kıyâmet günü, onun hakkını ben istiyeceğim” ve “Kâfir dahî olsa, mazlûmun duâsı red olmaz” buyuruldu. Bunun için ibâdetlerin kabûl olmasını istiyenin, hîle ve hıyânet yapmaması, işçinin ücretini, teri kurumadan önce vermesi lazımdır. Kiralanan malı, umûmî yerleri tahrip etmemelidir. Borcu çabuk ve eksiksiz ödemelidir. Bir kimse, malı olduğu halde, borcunu ödemeyi bir saat geciktirirse, zalim ve âsi olur. Her an lanet altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Değeri düşük olan para veya işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sahibi istemeyerek alırsa, yine günah olur. Onu razı etmedikçe, gönlünü almadıkça günahtan kurtulamaz. Gayrı müslimlerin de mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırması, orada hırsızlık yapması haramdır. Bunların, kalbini kırmak, malını almak müslümanın malını almaktan daha büyük günahtır. Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından daha büyük günahtır. Fitneyi uyandırmamalıdır. Fitne çıkarmak, ortalığı karıştırmak, felâkete sebeb olmaktır, haramdır. Müslümanlığın güzel ahlâkını yaymada örnek olmalıdır. Hakîkî müslüman hem İslamiyete uyar, günah işlemez, hem de, kanûnlara uyar, suç işlemez. Kanuna uymayan hapishaneye gider. Dine uymayan da Cehanneme gider. Müslüman hapishaneye de Cehenneme de gitmez. Müslüman, fitne çıkarmaz. Hiçbir mahlûka zarar vermez. “İnsanların en iyisi, insanlara fâideli olanıdır” ve “İmanı üstün olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!” hadis-i şeriflerini hiç unutmaz. Şairin dediği gibi, Fitneye mani olan bir yalan/ İyidir, sebeb olan doğrudan! Duanın kabul şartları 7.12.2002 Duânın makbûl olması için, beş şart lâzımdır: 1- Müslüman olmak. 2- Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak. Bunun için, dört mezhebden birinde olmak lâzımdır. 3- Farzları yapmak. Kazaya kalmış namazları, geceleri de ve sünnetler yerine de kaza ederek, bir an önce ödemelidir. Farz namazı kazaya kalan kimsenin, sünnet ve nâfile namazları ve duâları kabûl olmaz. Yanî, sahîh olsa da sevap verilmez. Şeytân, müslümanları aldatmak için, farzları öönemsiz gösterip, sünnet ve nâfileleri yapmağa sevk eder. Namazı, vaktin geldiğini bilerek ve evvel vaktinde kılmalıdır. 4- Haramdan sakınmalıdır. Helâl yiyenin duâsı makbûldür. 5- Evliyâ-yı kirâmdan birini vesîle ederek, duâ etmelidir. Hadis-i şerifte, “Duânın kabûl olması için, iki şey lâzımdır: Birincisi, duâyı ihlâs ile yapmalıdır. İkincisi, yidiği ve giydiği helâldan olmalıdır. Müminin odasında, haramdan bir iplik varsa, bu odada yapdığı duâsı, hiç kabûl olmaz” buyuruldu. İhlâs, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey düşünmeyip, yalnız Allahü teâlâdan istemektir. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek ve ahkâm-ı islâmiyyeye uymak, bilhâssa üzerinde kul hakkı bulunmamak ve beş vakit namazı kılmak lâzımdır. Hazret-i Mûsâ, Tûr dağına giderken, yolda, namaz kılıp Hakka ağlayıp duâ eden bir zâta rastlamış. Mûsâ aleyhisselâm, münâcâtında bu kimsenin affı için Cenâb-ı Hakka niyâz ettiğinde, Cenâb-ı Hakdan nidâ gelip, “Yâ Mûsâ! Ben o zâtın namazını ve duâsını kabûl etmem. Zîrâ, üstüne giymiş olduğu elbisenin bedelinde haram para vardır!” buyurmuştur. Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse, bir günah yapmak istese ve sonra Allahdan korkup onu terk eylese, Hak teâlâ hazretleri, o kula iki Cennet ihsân eder.” Hayvanın ve kâfirin hakkı için de, kıyâmette azâb yapılacaktır. Dünyada helâllaşılmadı ise, âhıretde kâfirin hakkından kurtulmak daha zor olur. Hayvan hakkından kurtulmak ise, bundan da zor olur. Bunun için, kâfirlerin mallarına, canlarına, ırzlarına dokunmakdan çok sakınmalıdır. Onların kanûnlarına da uymalı, fitne, fesâd çıkarmamalıdır. Akıl ve nefis 8.12.2002 Hak teâlâ her şeyden evvel aklı yaratmıştır. Ve ona ilim, zekâ, doğruluk, cömerdlik, tevekkül, korku, ümmîd gibi hasletleri vermişdir. İşte, bu akla sahip olan kimseler, yaratılışlarındaki gayeyi, yanî cenâb-ı Hakkın varlığını birliğini kabul ederek, Onun rızâsına kavuşurlar. En-Nâzi’at sûresi kırkıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, “Cenâb-ı Hakkın huzûrundan korkup, nefsini gayrı meşru’ nefsânî arzûlardan men’ eden kimselerin varacakları yer muhakkak Cennettir” buyuruldu. Cenâb-ı Hak akıldan sonra, nefsi yaratmıştır. Buna, cehalet, şehvet, tamahkârlık, yalan, cimrilik, gadab, zulüm, murdarlık, fesâdlık ve şirk gibi aşağı duygular vermiştir. Ayet-i kerîmede meâlen, “Her kim benim emrimi tutmayıp nefsine uyarsa, varacağı mahal Cehennemdir” ve “Zulüm edip, yalnız dünya hayatını seçen kimsenin varacağı yer, Cehennemdir” buyurulmuştur. Şu hâle göre herkesin, aklına danışıp iş yapması îcâb eder. Şâyed aklına danışmadan iş yaparsa, nefsine uymuş olur ve nihâyet varacağı ebedî mevki’, Cehennem olmuş olur. Aklı elden bırakmayıp, nefs ve şehveti terk etmek îcâb eder. Çünkü, nefs ve şehvet, insanlar için en büyük düşmandır. Aklları erip tam olarak düşünenler, Allahü teâlâya iman eder. Akıl ile hareket etmeyip, nefsine uyanlar, her zaman dalâlettedirler ve cenâb-ı Hakka varan yolu hiçbir zaman bulamazlar. Aklı olup düşünmeyen ve gözü olup Hakkı görmiyenler ve kulağı olup hakîkati işitmiyenler için cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmin A’râf sûresi, yüzyetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, “Onlar ancak dört ayaklı hayvanlar gibidir, belki de hayvanlardan daha fenâdır” buyurmaktadır. Müslüman evlâdı olup da, dâimâ nefsinin arzûsuna koşanlar da böyledir. Bunların yalnız ismi müslümandır. Aklın da anlayamayacağı hususlar vardır. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennette ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle yani dine uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır. Nakil yolu ile anlaşılan, yâni Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. Yokuşa doğru at kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl, haya ve iman 9.12.2002 İman, kalb ile inanmak demektir. Cebrâîl aleyhisselâm, aklı, hayayı ve imanı Âdem aleyhisselâma getirdi. Ve dedi ki, “Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyyenin birini kabûl etsin dedi.” Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi ve Cebrâîl aleyhisselâm, iman ile hayaya, (siz gidin) deyince, iman dedi ki, (Allahü teâlâ hazretleri bana emir eyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada ol!) Ondan sonra haya da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından emir olunduğunu beyân ederek, her ikisi, akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldılar. Allahü teâlâ kime akıl verirse, haya ile iman da onunla berâberdir. Aklı olmıyanın ne hayası ve ne de imanı bulunmaz. Birgün Hasen-i Basrî hazretlerine yaşlı bir kadın gelerek,“Yâ imâm! Din temizliği nedir? Din cevheri nedir. Din hazînesi nedir?” diye sordu. Hasen-i Basrî cevâben, “Siz söyleyin biz dinleyelim” dedi. Kadın, “Din temizliği abdest almaktır. Din cevheri, Allahü teâlâdan korkmak ve haya etmektir. Din kuvveti ise, namazdır. Çünkü, Hak teâlâ hazretleri, haya eden kulunu medh eylemişdir. Din hazînesi ilmdir. Çünkü, her kimin abdesti olmazsa, dîni temiz olmaz. Her kimin hayası olmazsa ve Allahü teâlânın korkusu olmazsa, onda dînin cevheri olmaz. Her kimin ilmi olmazsa, dînin hazînesi olmaz) dedi. Hasen-i Basrî “rahime-hullahü teâlâ” bu kadının sözüne hayrân olarak, hak söylediğini tasdîk etti. İmanı beş türlü temsîl ederler: İman beş katlı bir kaleye benzer. Birinci katı altından, ikinci katı gümüşten, üçüncü katı demirden, dördüncü katı tunçtan ve beşinci katı ise bakırdandır. Bakır dediğimiz kat, edebdir. Bir kimsenin edebi olmazsa, herhalde o kattan şeytân geçer. Şâyet edebi olup, şeytânı o kattan geçirmezse, o kimsenin imanı kurtulur. Demir dediğimiz sünnetdir. Tunç tabakası dediğimiz, farzdır. Gümüş tabakası dediğimiz, ihlâsdır. Altın tabakası dediğimiz Allahü teâlâ hazretlerine yakınlıkdır. Her kimin edebi varsa, sünnete yol bulur, ihlâsı varsa Allahü teâlânın sevgisine kavuşmağa yol bulmuş olur. Bir kimse âdâbı gözetmezse, yanî edebi olmazsa, sünnete yol bulamaz. Sünneti tutmayan kimse, farza yol bulamaz. Farzı tutmayan da, ihlâsa yol bulamaz. Her kim verdiğini Allahü teâlâ hazretlerinin rızâsı için verirse ve sevdiğini de, Allah için severse ve düşmanlığını da, Allah için yaparsa, o kimsenin imanı temâm olur. Ahlâkı güzel olanın da, imanı kâmil olur. İmanın alâmeti, kâfirleri kâfir oldukları için sevmemektir. İmanın mükemmel olması için 10.12.2002 Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, “Sizin imanen mükemmel olanınız, ahlâken güzel olup, insanlara iyilik yapanlardır.” buyururlar. Zîrâ, Hak teâlâ hazretleri Kur’ân-ı kerîmde buyurur ki: “Muhakkak sen yüksek bir ahlâk üzerindesin.” Yanî, Allahü teâlâ hazretleri Habîbinin ahlâkını medh eylemiştir. Bir kimsenin ahlâkı güzel olsa, Resûlullahın ahlâkı ile ahlâklanmış olur ve Onun yolunu tutmuş olur. Korktuğundan kurtulup, istek ve arzûlarına kavuşur ve hakîkî mümin olmuş olur. Bir kimsenin aklına gayri meşrû’ bir şey gelse, onun haram olduğunu bilmek de imandandır. Eshâbı kirâm sordular: “Yâ Resûlallah! Kalbimize fenâ şeyler gelirse ne yapalım?” Buyurdu ki: “Kalbe iyi şey de gelir; fenâ şey de gelir. Fenâ şeylerin fenâ olduğunu bilmek ve anlamak da imandandır.” Eğer imanın kâmil olmasını isteyen, kendini müslümanlardan yüksek görmemelidir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: “Bir kişi imanının kemâlini isterse, kendine insâf versin yani tevâzu’ üzere hareket eylesin ve fakir olduğu halde sadaka versin! Bu iki huy, imanı kâmil derecesine yükseltir.” Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, büyük günah işlemek küfr değildir. Büyük günah işlemek imanı yok etmez. Hadis-i şerif, günah olduğuna inanmıyanın veya günahı kötü bilmiyenin imanının gideceğini haber veriyor. Yahut, büyük günaha devam eden tevbe etmezse, son nefesinde imanı gider dediler. İmanın zayıf olmamasını isteyen, yanî dâim kendinde kalıp, onunla beraber Allahü teâlânın huzûruna çıkmak isteyen, şu duâyı günde kırk def’a okusun: “Yâ hayyü yâ kayyûm yâ zelcelâli vel ikrâm, yâ lâ ilâhe illâ ente.” Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: “Dört şey imanı giderir: 1. ve 2. Bildiği ile amel etmeyip, bilmediği ile amel etmek. 3. ve 4. Bilmediğini öğrenmeye utanıp, öğreneni de men’ etmek.” Dînini, ilmihâlini öğrenmiyenin imanı sağlam kalmaz. Böyle câhil kalan kimse, dinde reformcuların, mezhepsizlerin yalanlarına aldanarak imanını kapdırır. “Benim için ne yaptın?” 14.12.2002 Hak teâlâ hazretleri Mûsâ aleyhisselâma sordu: “Yâ Mûsâ! Benim için ne amel işledin?” Mûsâ aleyhisselâm: Yâ Rabbî, senin için namaz kıldım, oruc tuttum, tesbîh okudum, sadaka verdim. Hak teâlâ buyurdu ki, “Bunların hepsi senin içindir. Namaz kılarsan Cennet veririm, oruc tutarsan sana kabir ve sıratda nûr olur. Tesbîh okursan Cennet-i a’lâda senin için ağaç dikilir, sadaka verirsen, üzerine gelecek kaza ve belâ def’ ve ref’ olur. Yâ Mûsâ, benim için ne amel yapdın?” Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm sordu: Yâ Rabbî, senin için ne amel yapmak gerekir? Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki, “Benim için amel, dostumu dost ve düşmanımı düşman tanımakdır.” Allahü teâlânın en beğendiği ibâdet, müslümanları sevmek, kâfirleri sevmemektir. Buna, (Hubb-i fillah ve buğd-ı fillah) denir. Bir kişinin sa’îd olmasının, iyi insan olmasının nişânı şudur: Hak teâlâ hazretlerinin kaza ve kaderine râzı olur. Şakî, fenâ adam olmanın da nişânı şudur: Kaza ve kadere râzı olmayıp, bir musîbet geldiği zaman, çağırır, bağırır, çok ağlar, sızlar. Allahü teâlâ hazretlerinin huzûrunda mutî’lerden, iyilerden olmağı isteyen, her işte inşâallah desin! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “İnsanlar için bundan daha fazîletli mutî’lik yoktur.” Bir kimse ile bir şey karârlaşdırırken inşâallah deyip, sonradan o işi yerine getiremezse yalancı olmamış olur. Üç yerde gönlü hâzırlamalıdır ki, üzerine rahmet kapısı açılsın:1- Kur’ân-ı kerîm okunurken, 2- Allahü teâlânın ismini söylerken, 3- Namaz kılarken. Ârif olan kimsenin nişânı, sükût etmesi fikr ola. Baktığı ibret ola ve dilediği tâat oladır. Zünnûn-i Mısrî hazretleri der ki, karnı yemekle dolu olanın gönlünde hikmet tutunamaz. Allahü teâlâdan korkup günahdan sakınan kimseye ne mutlu! Bu da vücûdun fazla beslenmemesiyle olur. Hak teâlâyı zikir etmek, insanı Allahü teâlâya yaklaştırır. Hak teâlâ hazretlerinden korkmamanın alâmetleri şunlardır: 1- Niyet zayıflığı. 2- Kibirli olmak.3- Ölümü yakın bilmeyip, tûl-i emele saplanmak.4- Hak teâlâ hazretlerinin rızâsını terk edip, halkın isteğini yapmak.5- Sünneti bırakıp, bid’at işlemek.6- Günahını az görmekdir. Hamd etmenin fazileti 15.12.2002 Bir kimse aksırdığı zaman, “El hamdülillah” demelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir insan aksırdığı zaman “El hamdülillah” derse, Hak teâlâ o kimseyi yetmiş türlü belâdan muhâfaza eder. Bir kimse, dört kelimeyi yüz kerre sabâh ve yüz kerre de akşam okursa, o kimseden sevgili bir zât Hak huzûrunda olamaz.” Bunu Sultân-ı Enbiyâ böyle buyurmuşlardı. O dört kelime şudur: “Sübhânellahi velhamdü lillahi ve lâilahe illallahü vallahü ekber.” Hamd, bütün nimetleri yaratan ve gönderen Allahü teâlâ olduğuna inanmak ve söylemektir. Yine çok büyük fazîlet ve derecelere vesîle olan ve cenâb-ı Hak huzûrunda çok kıymetli bir tesbîh “Sübhânellahi ve bi hamdihi sübhânellahil azîm”dir. Bunu günde yüz kerre okumalıdır. Birgün İbrâhîm aleyhisselâm, “Elhamdü lillâhi kable külli ehad, vel hamdü lillahi ba’de külli ehad, el hamdü lillâhi alâ külli hâl.” dedi. Hak teâlâ hazretleri buyurdu: “Yâ Cebrâîl! Benim dostuma benden selâm söyle! O üç kelâmı üç def’a söyledi, ben azîmüşşân da, kırk def’a kabûl olunmuş nâfile hac sevapını kendisine verdim. Her kim bu duâyı okursa, aynı sevapı kendisine ihsân ederim. Hazret-i Enesin duâsı: “Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil Erdı ve lâ fissemâ’ ve hüvessemî’ul alîm.” Bu duâ sabâh ve akşam üç kerre, Besmele ile okunur. Bununla birçok belâlardan kendisini muhâfaza etmiş olur. Yapılan duaların kabul olması için sadaka da vermelidir. Her kim bir fakire, onun gönlünün dilediği şeyi yidirse, Hak teâlâ hazretleri, o kimseye Cennet-i a’lâda bin derece verir ve Cennetde kendisine birçok nimetler ihsân eder. Bunun için fakirlere tasadduk etmeği unutmamalıdır. Evine çoluk çocuğuna ve akrabâna verdiğin şeyler de, sadaka yerine geçecekler. Ebû Emâmenin , Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” rivâyet etdiği hadis-i şerifte, “Ehline ve akrabâsına ihsân etmekden büyük derece ne olabilir?” buyuruldu. Önce, ehline, evlâdına helâl yedirmeli, helâl giydirmeli, sonra artan paranın zekâtını vermeli, ondan sonra da sadaka vermelidir. Çok mal ve mevki’ sâhibi olunca, kalbini karartıp Allahü teâlâyı unutmamalı ve malına, rütbesine güvenip de, ibâdetten, hayır hasenattan geri kalmamalıdır. Malı az olan, daha fazla Allahü teâlâyı hâtırlar ve Ona daha fazla bağlanır. İyiler zümresinden olmak için 16.12.2002 Şu dört huy ile huylanan,muhsinler,yanî iyiler zümresinden olur: 1- Zenginlikde zekât, darlıkta sadaka vermek. 2- Gazab zamanında gazabını ve hırsını yenmek. 3- Başkasının aybını görünce, onu açmayıp, kapatmağa çalışmak. 4- Hizmetciye, ehline, evlâd ve akrabâya ihsân ederek onları hoş tutmak. Susamış kimseye su vermek de çok sevapdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma sordu: Yer yüzüne insen ne iş yapardın? Cebrâîl aleyhisselâm cevap verdi: Yâ Rabbî! Yapacağım amel, sence ma’lûmdur. Dört şey yapardım: 1- Susamış kimselere su verirdim. 2- Çoluk çocuğu fazla olana yardım ederdim. 3- İki dargın arasını bulurdum. 4- Müslümanların ayblarını kapatırdım.” Yine Resûlullah efendimiz buyurdu ki, “Susamış bir kimseye su içirenlerin amel defterine yetmiş senelik sevap yazılır. Eğer su bulunmadığı yerde içirirse, İsmâ’îl aleyhisselâm evlâdından birini kâfir elinden kurtarıp âzâd etmiş gibi sevap verilir.” Her zaman çok iyilik yapmalıdır. Hak teâlâ hazretleri hayırlı iş yapan kullarını çok sever. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse bir fakire bir lokma yemek verse, lokma o kimseye beş şey ile müjde eder: 1- Bir tane idim, beni çoğalttın. 2- Ben küçük iken, beni büyüttün. 3- Düşman iken, beni dost eyledin. 4- Fânî, yok olmak üzere iken, beni bâkî, sonsuz kalıcı eyledin. 5- Şimdiye kadar sen beni muhâfaza ederdin. Bundan sonra ben seni muhâfaza ederim.” Sadaka ve zekât vermekle mal eksilmez, artar. Abdürrahmân ibni Avf “radıyallahü anh”, Peygamberimiz aleyhisselâmdan işiterek buyurdu ki, üç şeye yemîn ederim:1- Zekât vermekle mal eksilmez, çoğalır. 2- Zulmedilen kimse, zâlime hakkını bağışlarsa, Hak teâlâ, kıyâmet gününde bu kulun derecesini yükseltir. 3- Dâimâ isteyici olan kimseyi, Hak teâlâ fakirlikden kurtarmaz. Sevap alayım derken günaha girmemeli 17.12.2002 Bir kişiye bir iş yaptırdığın vakit, hemen ücretini vermelidir. Şâyed vermeyip, hakkı kıyamet gününe kalacak olursa, kıyâmet günü, o şahsın davâcısı, Allahü teâlâ hazretleri olacaktır. Birbirinize iş gördüğünüz zaman, ödünc alıp verdiğiniz vakit, güzel muâmele yapın! Birbirinizin gönlünü kırmayınız. Zîrâ iyilik yapacağınız yerde, günah işlemiş olursunuz. Ödünç alan, ödemek niyetiyle almalıdır. Üç sebeble ödünç alınır: 1- Çok fakir olup çalışmağa kudreti olmayanın nafakasına sarf edecek kadar ödünç alması. 2- Bulunduğu yerin âdetine göre, kirâ ile veya mülk olarak, korunacak bir mesken temin etmek için. 3- Evlenmek için. Bu şeyler için Allahü teâlâya tevekkül ederek ve ödemeğe niyet etmek şartı ile borç alanlara, Allahü teâlâ çabuk ödemek nasîb eder. Çok borç almayınız ki, rahat olasınız. Zîrâ, borcu alan, köle gibi olur, gece gündüz üzüntülü olur. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh”, Peygamberimizden “aleyhisselâm” şöyle işittim, diyor: “İnsanlar tasadduk ettiği şeyi, Allah rızâsı için verirse, Hak teâlâ hazretlerine verilmiş gibi sayılır ki, mukâbilinde bin sevap,verilir. Bir kimseye ödünç verir isen, iyilikle ver ve iyilikle al! Ödünç verilen adam fakir ise ve namaz kılıyor, haramlardan sakınıyorsa, veren kimse, verdiğini ona bağışlarsa kıyâmet günü arş-ı a’lânın gölgesinde gölgelenecek ve Cennette büyük bir dereceye nâil olacaktır.” Sadaka vermek nâfile ibâdettir. Zekât vermek ve borç ödemek, birinin hakkını iâde etmek ise, farzdırlar. Üzerinde farz borcu olanların sünnetleri ve nâfileleri kabûl olmaz. O halde, bir kuruş zekâtı veya bir kuruş borcu olan kimsenin sadakaları kabûl olunmaz. Milyonlarca sadaka verse, binlerce hayr yapsa, zekâtını vermedikce veya borcunu ödemedikçe, hiçbiri kabûl olmaz, yanî hiç sevap kazanamadığı gibi, zekât ve borç günahından da kurtulamaz. Bir kimseye ödünç vermek, tasadduk etmekten, sadaka vermekten daha hayrlıdır. Zîrâ, Peygamberimiz buyurdu ki: “Ödünç vermek, tasadduk etmekten onsekiz derece daha fazîletlidir.” Alış verişte kalan söylemenin zararı 18.12.2002 Bir kimse, alış verişinte yalan söylerse, Allahü teâlânın rahmetinden mahrûm kalır. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Kıyamet günü Allahü teâlâ hazretleri üç kısım insanlara rahmet nazarı ile bakmaz: 1- Alış verişinde yalan söyleyerek fâhiş fiyatla mal satana. 2- Gelişi güzel her şeye yemîn edene. 3- Kendisinde su olduğu halde, başkasına vermeyene.” Susuz olana su vermeyen insanlara kıyâmet günü, Allahü teâlâ buyuracak ki, siz benim suyumu kullarımdan esirgediniz. Şimdi, sizden rahmetimi uzak eyledim. Bir şeyi satın alan pişmân olup geri getirse, o malı geri almalıdır. Zîrâ, geri almaktan zarar olmaz. Allahü teâlâ bereketini ihsân buyurur, on mislini verir. Alış verişte yanlış ve hîleli iş yapanlar hakkında, Allahü teâlâ, “Mütaffifîn sûresinde” meâlen, “Alıp satarken noksan ölçenlere şiddetli azâb vardır” buyurdu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kişi geldi, Lokman hakîm hazretlerine sordu: “Yâ Lokman! Sen bu mertebeye nasıl erişdin?” Lokman hazretleri buyurdu ki: Ben bu mertebeye üç şeyle erişdim: 1- Emâneti yerine vermekle, 2- Doğru söylemekle. 3- Mâlâyaniyi, yanî faydasız sözü terk etmekle.” Mü’mînûn sûresinin sekizinci âyetinde meâlen, “Emânetleri güzelce kullanıp, yerli yerine îfâ edeni, korkduğundan emîn kılıp, Cennetime koyarım” buyuruldu. Kitaplarda, Allahü teâlânın rahmetine kavuşduracak duâlar, iyi işler yazılıdır. Bunlar övülmekte, yapılmaları teşvîk edilmektedir. Unutmamalı ki, Âhıretde Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmek için, iman ile ölmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilenlere uygun imanı olmıyan ve haramlardan sakınmağa ve islâmın beş şartını yapmağa ehemmiyyet vermiyen kimse rahmete kavuşamaz. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyana (Bid’at ehli) denir. Bunun yapdığı ibâdetleri sahîh olup da, borctan, azâbından kurtulur ise de, va’d edilmiş olan sevaplarına kavuşamaz. Âhırette, dünyada yapmış olduğu iyiliklerin, hayrât ve hasenâtının karşılığına kavuşamıyacaktır. Dünyadaki iyiliklerinin karşılıklarına kavuşmak istiyenin, hemen tevbe etmesi, imanını düzeltmesi lâzımdır. “Beni niçin doyurmadın?” 19.12.2002 İnsanların ihtiyaçlarını gidermek, açları doyurmak çok sevaptır. Hak teâlâ buyurur ki, ey kulum, ben acıktım, beni doyurmadın. Kul cevâben der ki: Yâ Rabbî! Bütün âlemleri doyuran sensin! Ben seni nasıl doyurabilirim? O zaman cenâb-ı Hak buyurur ki, falan fakir kulum aç idi, sen ise bol bol rızklar içinde yüzüyordun. O fakir kulumu doyursaydın, benim rızâmı kazanmış olacaktın. Yine Allahü teâlâ buyurur ki, ey kulum, ben susamıştım. Bana niçin su vermedin? Kul aynı şeklde: Yâ Rabbî! Bütün âlemlere su veren sensin, benim seni sulamağa kudretim var mıdır? Allahü teâlâ buyurur ki, falan kulum susamıştı, eğer onu sulamış olsaydın, benim sevgi ve muhabbetimi kazanmış olacaktın. Yine bunun gibi, çıplak olanı giydirmek için bu süâl-cevâb vârid olur. Yine bunun gibi, ben hasta idim de, benim hâl ve hâtırımı gelip sormadın. Yâ Rabbî, seni nasıl ziyâret edebilirdim? Allahü teâlâ buyurur ki, falan kulum hasta idi, onu ziyâret edeydin, orada benim rızâmı bulacakdın. Nimetlere şükretmelidir. Hak teâlâ hazretleri buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! Bir kimse kendine verdiğim nimeti benden bilip kendinden bilmezse, nimetlerimin şükrünü edâ etmiş olur. Bir kulum rızkını kendi çalışması ile bilip, benden bilmez ise, nimetin şükrünü edâ etmemiş olur.” İnsanlara lâyık olan, her zaman kendisine verilen rızkları Allahü teâlâdan bilmekdir. Buna, (Hamd etmek) denir. Ve bunlara mukabil gece gündüz şükr ve tesbîh ile tahmîd eylemekdir. Mûsâ aleyhisselâm bu kelâmları işitince, (Yâ Rabbî! Bütün kelâmların hakîkatdir) dedi. İlim meclisine gitmenin fazîlet ve derecesi çok büyüktür. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse din âlimlerinin ve sâlihlerin (yani İslâmın beş şartını devam üzere yapanların) yanına gitse, her bir adımına Hak teâlâ, kabûl olmuş nâfile bir hac sevapı ihsân eder. Zîrâ, âlimleri ve sâlihleri Hak teâlâ sever. Allahü teâlânın evi olsaydı, bu kimse o evi ziyâret eyleseydi, ancak bu sevapı kazanırdı.” Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki: “Yâ âlim, yâ müteallim yani talebe veyahud bunları dinleyici ol! (Veya Kitaplarını oku!) Bu üçünden olmayıp dördüncüsünden olursan, yani hiçbirinden olmazsan helâk olursun.” İlmihâl kitapı okumayan dînini öğrenemez. Dînini öğrenmiyenin dîni, imanı gider. Her canlıya merhamet 20.12.2002 İnsanlara olduğu gibi diğer canlılara da merhamet etmelidir. Mûsâ aleyhisselâma cenâb-ı Hak sordu: “Yâ Mûsâ, sana Peygamberlik vermeme sebeb olan şeyi biliyor musun?” Mûsâ aleyhisselâm hayır dedi. Hak teâlâ buyurdu ki, “Sen birgün koyun güdüyordun. Bir koyun sürüden ayrılarak kaçtı. Sen onu sürüye katmak için arkasından yürüdün. Bir hayli yol gittin. Hem sen ve hem de koyun yoruldu. Nihâyet koyunu yakaladığın zaman, koyunu tutup şöylece hitâb eyledin: Yâ koyun, ne zorun vardı da, böylece hem kendini ve hem de beni zahmete sokdun ve her ikimizi de yordun? Hâlbuki, o ânında son derece yorgun ve hiddetli idin. İşte, o hiddetli ve gazablı zamanında hırsını yenip rıfk ile yani güzellikle muâmele ettiğin için, sana Peygamberlik derecesini ihsân eyledim.” Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya sordu: Yâ Rabbî! Birbiri ile dargın olan iki kişiyi barışdıran ve Senin rızânı bulmak için zulmetmeyen kimseye ne ecr verirsin? Hak teâlâ buyurdu ki, “Kıyâmet gününde onlara selâmet verir, korktuğu şeylerden emîn eder, umduğu şeylerle şereflendiririm.” Fakirlere merhamet ile muâmele eetmeli,zenginlere ise zenginlikleri için tevâzu’ göstermelidir. Din düşmanlarını, İslamiyeti beğenmeyenleri, alay edenleri sevmeli ki, kıyâmet gününde selâmet ve saâdet bulunsun. İnsan kendini başkalarından üstün görmemelidir. Bir çocuk gördüğün zaman, bunun günahı yoktur, benim günahım vardır. Binâenaleyh bu çocuk benden daha fazîletlidir. Bir yaşlı müslüman gördüğün zaman, bu benden daha fazla ibâdet eylemişdir, binâenaleyh benden daha fazîletlidir. Bir islâm âlimi görünce, ben câhilim, bu benden ziyade âlimdir, öyle ise, benden daha fazîletlidir. Bir câhil görünce, bu bilmeden günah işler. Fakat ben bilerek işlerim, öyle ise, bu benden efdaldir. Bir kâfir görsen, olur ki, dünyadan iman ile gider. Benim imanla gidip gitmeyeceğim ise, belli değildir. Şu halde, benden daha fazîletlidir diye düşünmelidir. Müslümanlara karşı kibr yapmazsan, Hak teâlâ indinde yüksek derecelere vâsıl olursun. Peygamber efendimiz,”O kimseye bakma ki, dinde senden aşağıdır, zîrâ kendini beğenip, helâk olursun. Dinde senden yukarısına bak ki, senden hayrlıdır. Malı çok olana bakma ki, Allahın kısmetine gazab edersin. Şu kimseye bak ki, yiyeceğini zahmet çekerek alın teri ile hâzırlar, o zaman da, Hak teâlânın sana verdiği nimete şükredersin” buyurdu. “Doğru tüccar şehîdlerle berâberdir” 21.12.2002 İmam-ı Gazali hazretleri, kendini ve âilesini ve çocuklarını kimseye muhtac ettirmeyecek kadar çalışıp helâlden kazananlara cihâd sevapı verilir, buyuruyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir sabâh oturmuştu. Sahâbeden, kuvvetli bir genç, erkenden dükkânına doğru geçdi. Birisi, “Yazıklar olsun buna ki, Allah için biraz burada sizi dinlemeyip geçti” deyince, “Böyle söyleme! Eğer kendini, ana-babasını ve ehl ve evlâdını muhtac etmemek için gitti ise, Allah yolundadır. Eğer zînet için, zengin olup müslümanlara gösteriş niyetinde ise, Cehennem yolundadır” buyurdu. Bir hadis-i şerifte, “Doğru olan tüccar, kıyâmetde sıddîklarla ve şehîdlerle berâberdir” ve bir kere de, “Allahü teâlâ, san’at sâhibi mümini sever” buyurdu. Bir kimse, Ehl-i sünnet âlimlerinin meclisine kırk gün devam eylese, kalbi nûrlanır. Çünkü, İslamiyetin emir ettiği ilmler kalbin ışığıdır. İlmi olmıyan kimse, şeytâna ve islâm düşmanı olan kimselere ve gazetelerine aldanır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan din adamlarının yazılarını okuyanın kalbi kararır. Allahü teâlâ, fazla mal verirse bahîl olmamalıdır. Din uğruna sarf etmelidir. Hâlis müslümanların yazdığı doğru ilmihâl kitaplarını almalı ve dağıtmalıdır. Böyle yapan cihâd sevapına kavuşur. Peygamberimiz “aleyhisselâm” birgün, “Yâ Ebâ Hüreyre! Müminlerin büyüğü, benden sonra o kimsedir ki, Allahü teâlâ ona mal verir, o da gizli ve âşikâre Hak yoluna harcar ve yapdığı iyilikleri kimsenin başına kakmaz” buyurdu. Müslümanlıkta çok mal ve mevki’ sâhibi olmak kötü değildir. Dine uygun olmayan alış verişle ve çalgı, şarkı ücreti ile ele geçen ve hırsızlık, yalan, gasb, rüşvet ve fâiz ile toplanılan mallar, paralar, az olsalar da, habîsdir. Bunları kullanmak haramdır. Helâldan kazanılan ve zekâtı verilen mal, para, ne kadar çok olursa olsun, makbûldür. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, helâl olan malı hayr diye ismlendirmişdir. Mahlûkatın hepsine merhamet etmelidir. Peygamberimiz buyurdu ki, “Yer yüzündeki mevcûdâta merhamet eyleyin ki, göklerdeki mahlûkat size merhamet eylesin. Sıddîkların nişânı odur ki, sadaka verirken gizli verir, bir belâya uğradığı zaman, bağırıp çağırmaz, kimseye şikâyet eylemez ve o belâyı herkesden gizler ve bir günah işlediği zaman ardından hemen sadaka verir ki, günahına keffâret olsun.” Üç haslet bulunmayan istifade edemez 22.12.2002 Peygamberimiz “aleyhisselâm” Ebû Hüreyreye “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, “Bir kimse Hak teâlâ hazretlerine Nûh aleyhisselâmın ömrünce ibâdet eylese, kendisinde üç haslet bulunmayınca yaptığı ibâdetden bir fayda edinemez.” 1- İlmi ile amel etmek. 2- Yediği yemeğin helâl olması ve helâlı da israf etmemesi. Besmelesiz kesilen hayvanlar ve kitapsız kâfirlerin,müşriklerin kestikleri necsdir. Bunları yimek haramdır. Bunları Besmele ile kesen de bulunduğu takdîrde, satın alınan etin Besmelesiz kesildiği kat’î bilinmedikçe, yimesi helâl olur. Balık tutanın müslüman olması ve Besmele ile tutması şart değildir. 3- Allaha âsî olmaktan kaçınmak. Ehl-i sünnet i’tikâdını öğrenmiyen, imanı bunlara uygun olmıyan ve haramları ve farzları bilmiyen ve bunlara uymayan kimse, Allahü teâlâya âsî olur. Müminleri sevindirmeğe çalışmalıdır. Zîrâ Peygamberimiz, “Bir kimse, bir mümin kardeşini sevindirirse, Hak teâlâ o kimsenin sevindirirse, Hak teâlâ o kimsenin şirkten başka geçmiş günahlarını af eder” ve “Her kim dünyada bir mümin kardeşinin işini görürse, Hak teâlâ, o kimsenin yetmiş işine kolaylık ihsân buyurur kalbini kıyâmet gününde ferahlandırır” buyurdu. Yine, “Bir kimse, bir ma’sûm çocuğu. O yetmiş işin on dânesi dünyada, altmış tanesi kıyâmet günündedir. Bir kimse, bir mümin kardeşinin aybını kapatırsa, Allahü teâlâ o kimsenin bütün ayblarını kıyâmet günü kapatır!” buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “İnsanın işlediği hayrlı amel dâimî olmalı, dâimî olarak işlenen amel, insanı maksâdına ulaşdırır.” Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, “Bir kimsenin dünyası selâmetli olursa, dîni eksik olur.” Yanî, dünya lezzetlerine kavuşmak için, İslamiyetin dışına taşan kimse, âhıret lezzetlerine kavuşamaz. Yine buyurdular ki, “Yâ Ebâ Hüreyre! İslamiyetten çıkana doğru yolu göster, câhile ilim öğret ki, sana şehîdlik mertebesi verilir.” Bunun için çocuklarına Ehl-i sünnet i’tikâdını, farzları, haramları öğretmeli, tanıdıklara fıkıh, ilmihal kitapı vermelidir. Yanlış iş yapmamak için fazla konuşmamalı, kimse ile münâkaşa etmemelidir. Her zaman sükût etmeğe devam etmelidir ki, iki cihânda selâmet bulunsun. Hak teâlâ hazretlerini çok zikir etmelidir ki, kalbimiz ölmesin ve şeytân galip gelmesin. Hak teâlâ hazretlerini çok zikreyleyenlerin, yani onun emir ve yasaklarına uyunların kalblerine hikmet akar. Sevilen fakat zararlı olan üç şey 23.12.2002 Habîbullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Ümmetim üç şeyi sever, fakat o üç şey onların değildir: 1- Vücûddaki canı sevmek, 2- Malı sevmek, 3- Dünyayı sevmek.” Dünya, arapça bir kelimedir. Fen ilminde (en yakın şey) demektir. Dünya küresi, güneşten, aydan, yıldızlardan daha yakın olduğu için, bu küreye dünya denir. Kıyâmetten önceki zaman, kıyâmetden sonraki zamandan daha yakın olduğu için, birincisine (Dünya hayatı), ikincisine (Âhiret hayatı) denir. Dünya kelimesinin din bilgisindeki ma’nâsı, (En zararlı, fenâ şey) demekdir. Küfre sebeb olan şeyler, haramlar, mekrûhlar, dünya demektir. Mubahlar, ahkâm-ı islâmiyyeye uymağa mani olunca, dünya olurlar. Muhabbet, sevmek, hep berâber olmağı istemek, berâber olmakdan zevk, lezzet duymak demektir. İnsan sevdiğini hiç unutmaz. Muhabbetin yeri kalbdir. Kalb, yürek dediğimiz et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Bu kuvvete gönül diyoruz. Birşeyi öğrenmek, akıl ile olur. Akıl, dimâg, beyin dediğimiz et parçasında bulunur. Küfrü, haramları, mekrûhları sevmek, beğenmek küfr olur. Farzları, sünnetleri, beğenmemek de küfr olur, dünya olur. Peygamberimiz buyurdu ki, (Dünyayı sevmek, bütün hatâların başlangıç noktasıdır. Dünyadan kendini sakınan kimseler, zâhid olanlardır.) Müslüman olmak için, dünya sevgisini kalbden çıkarmak lâzımdır. Dünyayı hâtırlamağı da kalbinden çıkarana (Sâlih) müslüman denir. Dünya olsun, mubah olsun, mâ-sivânın, yani Allahü teâlâdan başka herşeyi hâtırlamağı kalbinden çıkarmağa (Fenâ-fillah) denir. Buna kavuşan müslümana (Velî) denir. (Evliyâ) denir. Evliyâ, herşeyi öğrenir, bilir. Ahkâm-ı islâmiyyeye uymakda, dünya işlerinde aklını kullanır. Hesâbını yapmakda, san’atında, ticaretinde hiç hatâ yapmaz. Fakat, aklındaki düşünceler, kalbine sirâyet etmez, bulaşmaz. Dünyayı hâtırlayan kalb hastadır. Kalbin temiz olması, dünya dediğimiz şeyleri sevmekden, hâtırlamakdan kurtulması demekdir. Kalb hastalığının ilâcı, İslamiyete uymak ve Allahü teâlâyı çok zikr etmek, yani ismini ve sıfatlarını hâtırlamak, kalbe yerleşdirmekdir. Mürşid-i kâmilin sohbeti veya kitaplarını okumak, bu tedâvîyi kolaylaşdırır. Bu sohbete, bu kitaplara kavuşmak, dünya ve âhıret saadetlerine kavuşmağa sebebdir. Bu tedâvîye fâidesi olmıyan sohbetin ve kitapların, taklîd, sahte, zararlı olduğu, felâkete sebeb olacağı anlaşılır. Helâl yoldan gelen ve zekâtı verilen şeyler ve israf edilmeyen mubahlar dünya sayılmaz. Mal kendinin değil, sen öldükden sonra veresenindir. Sen de günahlarla berâber gidersin. “Allah’dan başkasına bağlanma!” 24.12.2002 İnsanın ömrünün uzun, rızkının bol oluşu, Allahü teâlâ tarafından bir imtihândır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Yâ Ebâ Hüreyre! Allahdan başka hiç bir şeye ümmîd bağlama! Allaha tevekkül eyle! Bir arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi şöyle cârî olmuştur ki, her şeyi bir sebeb altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir.” Bütün yer gök varlıkları bir araya gelseler, Allahü teâlâ hazretleri murâd etmedikçe kimseye zerre kadar bir fenâlık yapamazlar. Resûlullah yolda eğri dıvarın önünden koşarak geçti. Allahü teâlânın kaza ve kaderinden mi kaçıyorsun dediklerinde, “Allahü teâlânın kazasından, yine onun kazasına kaçıyorum” buyurdu. Çalışmalı, halal kazanmalı, helâl lokma yimekle ve haramdan sakınmakla vücûdünü temizlemelidir. Kalbinde müslümanlara düşmanlık beslememekle ve kimse için fenâlık düşünmemekle kalbini, Ramezân-ı şerîf ayında da oruc tutmakla ve nefsine muhâlefet ve mukâvemet etmekle ve yalan, gîbet, iftirâ ve mâlâ-yani söylememekle rûhu temizlemelidir. Bu sözleri söylemek haramdır. Şu da bilmelidir ki, mâlâ-yaniyi terk etmekle, yani fâidesiz söz konuşmamakla insanın imanı nûrlanır. El haram tutmamalı, kulak haram olan şeyi dinlememeli, ayak da, haram olan yere gitmemeli, mide ise haram olan şeyi yimemeli, göz ise haram olan şeye bakmamalı, dil de haram söylememeli. Bunun gibi insanda bulunan a’zâların haramla alâkalarının kesilmesi lâzımdır ki, fevz-ü felâh bulasın. Aksi takdîrde kendini helâk etmiş olursun. Göz kazara veya gafletle haram bir şey görürse, günah olmaz. Fakat, tekrâr bakmak günahdır. Tesâdüfen görünce, başı başka tarafa çevirmek lâzımdır. Ehli sünnete göre, kabir suali ve kabir azabı haktır. Bunun için, çocuklarımıza bunu öğretmeliyiz: Rabbim Allahü teâlâ, Peygamberim hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, dînim, dîn-i islâm, kitapım Kur’ân-ı azîm-üş-şân, kıblem Kâ’be-i şerîf, i’tikâdda mezhebim Ehl-i sünnet vel-cemâ’at, amelde mezhebim, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe mezhebidir (Veya, Şafii, Hanbeli, Maliki). Kıyâmet günü insanların, tâbi’ oldukları mezheb imâmının isimleri ile çağrılacakları (Rûhül beyân) tefsîrinde İsrâ sûresinin 71. ci âyetinde yazılıdır. Cennette iki kapı açılması için 25.12.2002 Dinimizde, ana-baba hakkı çok önemlidir. Hak teâlâ hazretleri Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki, “Yâ Mûsâ! Bir kimse, ana-babasına karşı gelirse, onun dilini kes ve herhangi bir a’zâsiyle ana-babasını gücendirirse, o a’zâsını kes!” Ana-babasını râzı eden kimse için, Cennette iki kapı açılır. Ana-babası râzı olmıyan kimse için de Cehennemde iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim dahî olsalar, onlara karşı gelmek, onlarla sert konuşmak câiz değildir. Hak teâlâ buyurdu ki: “Yâ Mûsâ! Günahlar içinde bir günah vardır ki benim indimde çok ağır ve büyükdür. O da, ana-baba evlâdını çağırdığı zaman, emrine muvâfakat etmemesidir.” Ana-baba çağırdığı zaman herhangi bir işle uğraşan, hemen onu terk edip, derhal anababanın emrine koşmalıdır. Ana-baba kızıp bağırırsa, onlara bir şey söylememelidir. Ananınbabanın duâsını almak isteyen, emir ettikleri işleri çabuk ve güzel yapmağa çalışmalıdır. Bu işini beğenmeyip gücenmelerinden ve bed-duâ etmelerinden korkmalıdır. Darılır iseler, onlara karşı sert söylememelidir. Hemen ellerini öperek kızgınlıklarını teskin etmelidir. Ananın-babanın kalblerine geleni gözetmelidir. Zîrâ senin saadetin ve felâketin, onların kalblerinden doğan sözdedir. Anan-baban hasta ise, ihtiyâr ise, onlara yardım etmelidir. Saadetini onlardan alacağın hayır duâda bilmelidir. Eğer onları incitip, bed-duâlarını alırsan, dünya ve âhıretin harâb olur. Atılan ok tekrâr geri yaya gelmez. Onlar hayatta iken, kıymetini bilmelidir. Allahü teâlânın rızâsı, dînine bağlı olan ana-babanın rızâsında, Allahü teâlânın gazabı, dînine bağlı olan ana-babanın gazabındadır. Habîb-i kibriyâ bir hadis-i şeriflerinde buyurdu ki: “Cennet anaların ayağı altındadır.” Yani, sana dînini, imanını öğreten ananın-babanın rızâsındadır. Hak teâlâ hazretleri Mûsâ aleyhisselâma dedi ki: “Yâ Mûsâ! Ana-babasını râzı eden, beni râzı etmiş olur. Ana-babasını râzı edip bana âsi olan kimseyi dahî iyilerden sayarım. Ana-babasına âsi olan, bana mutî’ olsa bile, onu fenâlar tarafına ilhâk ederim.” İmanı olanlardan Cehennemden en sonra çıkacak olanlar, Allahü teâlânın yolunda olan anasının, babasının İslamiyete uygun olan emrlerine âsî olanlardır. “Arkamdaki yük babamdır!” 26.12.2002 Hasen-i Basrî hazretleri Kâ’beyi ziyâret ve tavâf ederken bir zât gördü ki, arkasında bir zenbil ile tavâf eder. O zâta dönüp dedi ki: Arkadaş, arkandaki yükü koyup öylece tavâf etsen daha iyi olmaz mı? O zât cevâben dedi ki, bu arkamdaki yük değil, babamdır. Bunu Şâmdan yedi kerre buraya getirip tavâf eyledim. Çünkü, bana dînimi, imanımı bu öğretti. Beni islâm ahlâkı ile yetiştirdi, dedi. Hasen-i Basrî hazretleri ona dedi ki, kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip tavâf eylesen, bir kerre kalbini kırmakla bu yapdığın hizmet havaya gider ve yine bir defa gönlünü yapsan, bu kadar hizmete mukâbil olur. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Ana-babaya iyilik etmek, nâfile namaz, oruc ve hac (ve ömreye gitmek) fazîletlerinden daha fazîletlidir. Ana-babasına hizmet edenlerin ömrü bereketli ve uzun olur. Ana-babasına karşı gelip, onlara âsî olanların ömrleri bereketsiz ve kısa olur. Anasına-babasına âsî olan mel’ûndur.” Peygamberimize “aleyhisselâm” bir kişi geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Benim anambabam ölmüştür. Onlar için ne yapmam lâzımdır? Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Onlara dâimâ duâ eyle! Onlar için Kur’ân-ı kerîm oku ve istigfâr et!” Eshâb-ı kirâmdan biri “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki, yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bundan fazla yapılacak bir şey var mı? Buyurdular ki, “Onlar için sadaka verin ve hac eyleyin!” Biri çıkıp dedi ki, anambabam çok şefkatsızdırlar, onlara nasıl itâ’at eyleyeyim? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Anan seni dokuz ay karnında gezdirdi. İki sene emzirdi. Seni büyütünceye kadar koynunda besledi ve sakladı, kucağında gezdirdi. Baban da seni büyütünceye kadar birçok zahmetlere katlanarak seni besledi. İdâre ve maişetini te’mîn eyledi. Sana dînini, imanını öğrettiler. Seni islâm terbiyesi ile büyütdüler. Şimdi nasıl olur da, şefkatsız olurlar? Bundan daha büyük ve kıymetli şefkat olur mu?” Gaflet ve şaşkınlığa kapılarak ana-babanın kalbini kırarsan, derhâl onların rızâsını almağa çalış, yalvar, minnet eyle ve her ne yaparsan yap, onların gönlünü al! Ana-babanın evlâd üzerinde hakları çok büyüktür. Bunu dâimâ göz önünde tutarak, ona göre hareket eyle! Mûsâ aleyhisselâmın ahıretteki komşusu 27.12.2002 Ana-baba hakkında hikâye olunur ki, hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i sînâda Hak teâlâ hazretleri ile mükâleme ederken, “Yâ Rabbî! Âhırette benim komşum kimdir?” diye sordu. Hak teâlâ buyurdu ki, “Yâ Mûsâ! Senin komşun, falan yerde, falan kasaptır!” Mûsâ aleyhisselâm kasabın yanına giderek beni müsâfir eder misin dedi. Yanında misâfir oldu. Yemek zamanı gelince, kasab, bir parça et pişirdi. Dıvârdaki asılı zenbili aşağı alarak, orada bulunan ve sâdece kemiklerden ibâret bir kadına et verdi ve suyunu da verdi. Üstünü başını temizleyip, zenbile koydu. Mûsâ ‘aleyhisselâm” sordu, bu senin neyindir? Kasab, annemdir. İhtiyâr olup bu hâle girdi; işte her sabâh, akşam kendisine böyle bakarım dedi. Kasab annesine yemek verirken, o za’îf ve âciz annesi, oğluna duâ ederek, yâ Rabbî! Oğlumu Cennetde Mûsâ aleyhisselâma komşu eyle dediğini Mûsâ aleyhisselâm dahî işitmiş. Bunun üzerine kasaba, Mûsâ aleyhisselâm müjde ederek, seni Allahü teâlâ afv ederek, Mûsâ aleyhisselâma komşu etmiş, demiştir. Anaya, babaya ve hocaya ve devlete isyân etmek, karşı gelmek câiz değildir. İslamiyetin yasak ettiği birşeyi emir ederlerse, ısyân etmemeli, suç ve günah işlememelidir. Ana-babaya iyilik etmek, onları zarardan ve sıkıntıdan korumak farz-ı ayndır. Cihâda gitmek ise, farz-ı kifâye olduğundan, ana-babadan izn olmadıkca harbe gitmek helâl olmaz. Ana-baba kâfir de olsalar, onlara iyilik etmek, hizmet etmek farzdır. Ticaret, hac ve ömre için ana-babadan iznsiz sefere gitmek câizdir. İlim öğrenmek için gitmek de öyledir. Zîrâ bunlarda, harb gibi, ölüm tehlükesi olmadığından, ayrılık hüznleri, kavuşmak ümmîdi ile zâil olur. Ana-babanın ve hocanın günaha sokacak olan emrlerine itâ’at lâzım değildir. Meselâ, hırsızlık için veya birini öldürmek için veya yol kesicilik için veya zinâ için bir kadını bir yere gönderirlerken, orada buna mani olabilecek bir adam bulunsa, fakat bu adamın mani olmasına anası-babası müsâ’ade etmese, bunları dinlemeyip mani olması lâzımdır. Zîrâ, günaha mani olmak farz-ı ayndır. Ana-babaya itâ’at ise, günah olmıyan emrleri için, farzdır. Ana-babanın farzı terk etdirmesi günah olduğundan bu emirleri yapılmaz. Nisâ sûresi ellidokuzuncu âyetinde meâlen, “Ey müminler! Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” ve sizden olan, âmirlerinize itâ’at ediniz!” buyuruldu. Günah olan emirlere itaat olmaz 28.12.2002 Ananın babanın, hocanın ve devletin haram olan şeyleri emir etmeleri hâlinde, bunlara isyân edilmez. Karşı gelinmez. Bu emirleri, dinde günah olmıyacak ve devletin kanûnunda suç olmıyacak şekilde yapılır. Meselâ bir adama anası evlenme derse veya falanca kızı almıyacaksın veya âileni bırakacaksın derse veya falanca âlime gidip dînini öğrenmiyeceksin derse, bu sözleri İslamiyetin îcâb ettirdiği bir sebeb ile değil ise, itâ’at îcâb etmez. Fakat, yine sert söylemek, karşılık vermek câiz değildir. Bir müslüman, İslamiyete uymıyan emirleri karşısında müşkil vaziyete düşerse, kanûnî yollardan hakkını arar. Günah olmıyan emrlere itâ’at lâzımdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir yere ufak bir askerî birlik göndermişti. Başlarına da bir kumandan ta’yîn etmişdi. Âmirleri, bunlara kızıp, büyük bir ateş yakdırdı ve bu ateşe giriniz, bana itâ’at farzdır dedi. Askerlerin bazısı girelim, dedi. Bir kısmı da biz ateşden kurtulmak için müslüman olduk, girmeyelim, dedi ve girmediler. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bunu haber alınca: “Eğer itâ’at edip girselerdi, Cehennemde ebedî kalırlardı” buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Üzerinize âmir ta’yîn edilen müslüman, her kim olursa olsun, haram ile emr etmedikçe, ona itâ’at ediniz! Haram olan emrlerine itâ’at etmeyiniz!” İtâat etmemek başkadır. İsyân etmek, karşı gelmek başkadır. Bu iki şeyi birbirine karışdırmamalıdır. Ananın, babanın, hocanın, itâ’at lâzım olmıyan emrleri yapılmadığı zaman özr, behâne anlatmalı ve hafîf ve yumuşak söylemelidir. Yani, emri yapmamak, isyân ve hakâret şeklinde olmayıp, kusur ve kabâhat şekli verilerek fitneye sebeb olmamalıdır. Mısrlı Hasen Bennâ ve bunun yetişdirmelerinden Seyyid Kutb gibi mezhebsiz, câhil din adamları, (Cihâd, zulm edenlere ve zâlimlere karşıdır) âyet-i kerîmesini ileri sürerek, devlete isyân ettikleri için ler.İdâm edildiler. Aldatdıkları binlerce genç de, zındanlarda senelerce işkence çekdikden sonra öldürüldüler. (İhvân-ı müslimîn), yani müslüman kardeşler denilen bu gençler, 1982 de Sûriyedeki zâlim Es’ad hükûmetine de isyân ederek, Hama şehrinin yakılıp yıkılmasına ve on binlerce müslümanın fecî’ şekilde öldürülmesine sebeb oldular. Hâlbuki, zâlim, hatta kâfir devlete karşı isyân etmeği, fitne çıkarmağı, dînimiz yasak etmektedir. Böyle fitne çıkarmak, cihâd değil, ahmaklıkdır. Büyük günahtır. Cihadı sahıslar değil devlet yapar 29.12.2002 Mısrlı Hasen Bennâ ve Seyyid Kutub gibi kimseler, “Cihâd, zulmedenlere ve zâlimlere karşıdır” âyet-i kerîmesini ileri sürerek gençleri devlete karşı ayaklandırdılar. Halbukie,bu âyet-i kerîme, Hac sûresinde olup, Medînede yeni kurulan islâm devletinin, Mekkedeki kâfirlerle cihâd yapmasına izin vermektedir. Bu âyet-i kerîme, islâm devletinin, zâlim, kâfir diktatörlerle cihâd etmesine izin vermektedir. Yanî cihâdı, devlet yapar. Devletin ordusu yapar. İnsanın öteye, beriye saldırmasına, devlete karşı gelmesine cihâd denmez. Eşkıyâlık denir ki, büyük günahdır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, kâfir, zâlim hükûmete bile ısyân etmeği yasak etmiştir. Mezhebsiz, câhil din adamları, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini bilmedikleri için ve tefsîr, fıkh kitaplarının manâlarını anlamadıkları için, kendilerini âlim sanıyorlar. Âyet-i kerîmelerden ve hadis-i şeriflerden yanlış, bozuk ma’nâlar çıkararak, islâm dînine ve müslümanlara çok zarar yapıyorlar. Halbuki, isyan etmemek Ehli sünnetin prensiplerindendir. Tarih boyunca Ehli sünnetin devlete isyanı görülmemiştir. Osmanlı devletinde görülen, Celali, Kabakçı gibi isyanlar da dış kökenlidir. Osmânlılara karşı yapılan son ihtilâli ingilizler hâzırladı. Merkezi Selânikde bulunan üçüncü ordunun bazı genç subayları, ingiliz câsûsları tarafından aldatıldı. 7 Temmuzda Şemsî pâşa, tegmen Âtıf tarafından vuruldu. Dış destekli İttihat Terakki mensuplarının idâre ettiği ordu, ingiliz ve fransız silâhları ile, İstanbula yürüdü. Devletin idâresi câhillerin eline geçti. Ehliyyetli kimseler zındanlara atıldı. Çoğu i’dâm edildi. 1915 ocak ayında Enver pâşa, Rus hudûduna asker gönderilmesi için emir verdi. Tecribeli subaylar, yollarda kar var, martdan sonra gönderelim dediler. Hayır, ben emir ediyorum, şimdi gidilecek dedi, bu subayları cezâlandırdı. 86.000 asker Sarıkamış’ta donarak öldü. Her tarafda verilen, böyle ahmakca emrler ve i’dâmlar, milleti bıkdırdı. Pâşalar bu hâli anlayınca, canlarını kurtarmak için Avrupaya kaçtılar. Talât pâşa Berlinde, Enver pâşa 1922 de Rusyada, Cemâl pâşa Tiflisde öldürüldü. Enver pâşanın kemikleri 1996 da İstanbula nakl edildi. 1908 isyânı milletimize nice büyük zararlar verdi. Devlet büyük felâket oldu. On yıl içinde, Osmanlı devletini bitirdiler. İslam alemi perişan oldu. Bugün Ortadoğuda, kan ve gözyaşının dinmemiş olması Osmanlının adaletli idaresinden mahrum kalmasındandır. “Kibrli olanları elbette sevmez!” 30.12.2002 Allahü teâlâ, kullarına gönderdiği kitapların hepsinde, kibri ve gururlanmayı kötülemiş ve yasak etmiştir. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde, Nahl sûresinin yirmiüçüncü âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ, kibrli olanları elbette sevmez!” buyurmaktadır. İncîlde bildiriyor ki, havârîler, Îsâ aleyhisselâma sordu: Ey Allahın Peygamberi! İçimizde, hangimiz büyük, hangimiz küçüktür? Bu sorularına karşılık olarak, Îsâ aleyhisselâm: “En büyüğünüz, en küçüktür. En küçüğünüz de, en büyüktür” buyurdu. Böylece, kendini büyük gören küçüktür. Kendini küçük gören büyüktür demiş oldu. Peygamberlerin sonuncusu ve hepsinin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm da, birçok hadis-i şeriflerinde, kibirli olanları kötülemiş, alçak gönüllü olanları övmüştür. Meselâ bir hadis-i şerifte, “Allah rızâsı için tevâzu’ edeni, yanî kendini Müslümanlardan üstün görmiyeni, Allahü teâlâ yükseltir” buyurmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, Allahü teâlâ ilim gibi, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Fakat, yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfattan hiç bir mahlûkuna vermemişdir. Bu üç sıfatı, kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtac olmamak, herşey Ona muhtac olmak demektir. Buna karşılık olarak kullarına üç aşağı, alçak sıfat vermiştir. Bunlar da, zül ve inkisâr, yani aşağılık, kırıklık ile ihtiyac ve fânî olmak, yok olmaktır. Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibirlenmek yakışmaz. En büyük günahdır. Hadîs-i kudsîde, “Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak istiyenlere, çok acı azâb ederim” buyuruldu. Bunun içindir ki, din âlimleri, tesavvuf büyükleri, her zaman, Müslümanlara tevâzu’, alçak gönüllü olmağı emir buyurmuştur. Müslümanlar egoist olmaz. Egoist olanları, Allahü teâlâ sevmez. Evliyânın büyüklerinden tesavvufun reîslerinden olan seyyid Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” hazretleri, bir gün, yanında Seyyid Ahmed Rıfâ’î ve birçok talebesi olduğu halde, birgün Dicle nehri kenârında oturmuşlardı. Konuşurlarken kendisinden hâsıl olan kerâmetler, dinleyicileri hayran bırakıyordu. Bunlardan birisi şaşkınlıkla, medh edici bir söz kaçırınca, Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri nefsini kırmak için, “Dünyada, benden aşağı bir Müslüman bulunacağını sanmam” buyurarak, oradakileri gaflet uykusundan uyandırmışlardır. İyilik eden sevilir! 31.12.2002 Hadis-i şerifte,”İnsanlar, kendilerine ihsân, iyilik edenleri sever. Bu sevgi, insanın yaratılışında vardır” buyuruldu. Yapılan ihsân, ne kadar kıymetli ve ne kadar çok olursa, sevgi de o kadar fazla olur. Bunun için, herkes anasını, babasını, hocasını, ustasını, vatanını, din kardeşlerini çok sever. Bir müslümanın mürşidi, yanî hocası, kendisine, din ve dünya bilgilerini, imanını, Allahını, Peygamberini, güzel ahlâkı öğrettiği için, onu herkesden, çok sever. Bu sevgi, cibillîdir yani İnsanın doğuşunda vardır. Bu sevgiden mahrûm olan kimse, hakîkî insan değildir. Hayvan gibidir. Çok sevilen kimse, insanın kalbinden, hâtırından çıkmaz. Onun şekli, kalbine yerleşir. Bir insan bir Allah dostunu, mesela, İmam-ı Rabbani hazretlerini, Abdülkadir-i Geylani hazretlerini sever devamlı bunu düşünürse, ondan kalbine feyz gelir. Feyz, kalbden kalbe gelen, insana Allahü teâlânın râzı olduğu şeyleri yaptıran nûrdur, bir kuvvettir. Feyzler, Resûlullahın mubârek kalbinden yayılmakta, Evliyânın kalbleri vâsıtası ile, Evliyâyı çok seven kalblere gelmektedir. Evliyânın kalbleri ayna gibidir. Bir aynadan fışkıran ışıklar, karşısındaki aynaya ve bundan da, bunun karşısındaki aynaya gelir. Böylece, Resûlullahın kalbinden fışkıran feyzler bizim zamanımızdaki Evliyânın kalblerine gelir. Bir ayna gibidir. Aynaya gelen ışıklar ve karşısında bulunan cisimler, karşı aynada görülür. Aynanın karşısında bulunan ikinci bir ayna ve bunun karşısındaki üçüncü aynada da görünürler. Resûlullahın mubârek kalbinden yayılan feyzler, ma’rifet nûrları da, bu kalbe bağlı olan kalblere gelir. Kalbleri bağlıyan bağ, muhabbettir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahı çok sevdikleri için, bu nûrlara kavuştular. Sevgi ne kadar çok olursa, gelen feyz de çok olur. Sevmek, inanıp ve işleri ve ahlâkı Onun gibi olmak demektir. Eshâb-ı kirâmın kalblerine gelen feyzler, sonraki asırdaki gençlerin kalblerine de geldi. Bunların da İslamiyete uymaları kolay ve tatlı oldu. Her biri, birer Velî oldu. Uzak memleketde ve mezârda olan Velîden de feyzler yayılmakda, âşıklarının kalblerine gelmekte, kalbleri nûrlanmaktadır. Resûlullahın mubârek kalbinden yayılan feyzlere sonraki asrıdaki âşıkların kalbleri de kavuşarak, zamanımızdaki Evliyânın kalblerine geliyor ve bunların kalblerinden, kendilerini sevenlerin kalblerine ve bu arada bizlere de geliyor. Buna kavuşmak için, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmak ve İslamiyete tâbi’ olmak şarttır. Yakınlarını, dostlarını ziyaret sevabı 1.1.2003 Müslüman olan ve dînini kayıran akrabasını ziyâret eden bir kimseye, yetmiş nâfile hac sevapı verilir. Gönül almak ziyâreti çok sevapdır. İ’tikâdı bozuk olan, mezhebsiz olan akrabâyı ziyâret etmek sevap değildir. Bunların da telefonla hal hatırı sormalı, selam göndermeli, düşmanlığına sebep olmamalıdır. Dînini öğreten hocaya hurmet, saygı ve ta’zîm ve ziyaret etmelidir. Hoca hakkı ana-baba hakkından daha üstündür. Çünkü, ana-baba evlâdı büyütür, bakar. Kötülükden, haramlardan korur. İbâdete alıştırır. Üstad ise, evlâda hem dünya ve hem de âhıret hayatını kazandırır, din ve diyânetini, Ehl-i sünnet i’tikâdını, farzları, haramları sana öğretir. Dînini, imanını öğreten anababanın hakkı, hocanın hakkından da üstündür. Çocukları küçük iken hocaya gönderip okutmalıdır. Herşeyden evvel, Allahü teâlânın râzı olduğu, emir ettiği şeyleri öğretmelidir. İyi bir mümin olmaları için gayret etmelidir. Büyüdükten sonra, edeb zor olur. Onların ve hanımının suçlarını affetmeli. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, “Sadakanın en fazîletlisi, çoluk çocuğuna yedirip giydirdiğindir.” Her Müslüman, oğlunu, kızını ve hanımını, haramdan, günahdan ve fenâ arkadaşlardan korumalıdır. Müslüman erkeğin, hanımın ve çocuklarının ihtiyaclarını temin etmek için çalışıp kazanması farzdır. Kız – erkek evlenme çağına gelince onları hemen evlendirmelidir. Allahü teâlâ, onların rızıklarını gönderir. İster zengin, ister fakir olsun, Allahü teâlânın emrini tutan, aslı belli kimseye ile evlendirmelidir. Dâmâdı çok mehr ve çok çeyiz. eşya vermeğe mecbûr kılmamalıdır. Kızı ihtiyâr adama ve din ile alâkası olmıyana, ilm-i hâlini bilmiyenlere, haramlardan sakınmıyanlara vermemelidir. Bu zamanda evlenmiyen gençlerin haramdan kurtulması imkânsızdır. Evlâdını Cehennemden korumak isteyen çabuk evlendirmelidir. Fakirlikten korkmamalıdır. Allahü teâlâ, onlara da mal verir. Allahü tealaya tevekkül etmelidir. Hadis-i şerifte, “Nikâh yapmak, benim sünnetimdir. Sünnetimi terk eden benden değildir” Nikâhsız beraber olmak haramdır. Nikâh lâzım olduğuna ehemmiyyet vermiyen kâfir olur. Dinimize göre, Müslüman kadın kafirle, Hıristiyan, Yahudi, ateist erkekle evlenemez. Evlenen dinden çıkar. Müslüman erkeğin kitap ehli ile yani Hıristiyan ve Yahudi kadınla evlenmesi mekruhtur. Dinsiz ateist kadınla evlenmesi ise küfürdür. Dinden çıkmış olur. Mezhepsizlerin, diyologçuların bu evliliklerde sakınca görmemesine aldanmamalıdır. Komşuluk hakları 2.1.2003 Dinimizde komşu hakkı çok önemlidir. Bunun için komşumuzu gördüğümüz zaman, hâl ve hâtırını sormalıyız. Hasta olunca ziyâretine gitmeliyiz. Komşunun evine gidince, izin almadan içeriye girmemelidir. Elimizden gelirse, komşunun ihtiyacına yardım etmeliyiz. Komşuların hakkı çok mühimdir. Zîrâ Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, “Komşunun mîrâs gibi hakkı vardır, o da komşuluk hakkıdır. Eğer müslüman ise, sende iki hakkı vardır: Biri komşu hakkı, biri de müslüman hakkı.” Komşunun yiyeceği yok iken, sen elindeki yemeği yiyemezsin. Zîrâ onun, senin elindeki yemekde dahî hakkı vardır. Her yemek yidiğin zaman, düşünmen lâzımdır ki, acabâ komşularımdan yiyecek yemeği olmıyan var mıdır? Her müslümanın, bilhâssa yeni evlilerin, müslüman mahallesinde, ehl-i sünnet olan ve haramlardan sakınan, ibâdetlerini yapan sâlih müslümanlar arasında ev araması lâzımdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ev satın almadan evvel, komşuların nasıl olduklarını araşdırınız! Yola çıkmadan evvel, yol arkadaşınızı seçiniz!” Bir hadis-i şerifte, “Komşuya hurmet etmek, ana-babaya hurmet etmek gibi lâzımdır” buyuruldu. Komşuya hurmet onunla iyi geçinmektir. Onu incitecek söz ve hareketlerde bulunmamaktır. Her taraftan birer, ikişer ve nihâyet kırk ev, komşuluk hakkına mâlik olur. Komşular kötü kimseler ise onlardan uzak durmalıdır. Zarûrî bir iş olmadıkça, onların toplantılarına gitmemelidir. İçki, kumar, çalgı bulunan, kadın erkek berâber oturulan yerlere gitmemeli ve hanımı, çocuklarını göndermemelidir. Böyle yerlere “Fısk meclisi” denir. İster kapalı olsun, ister açık saçık olsun, yabancı kadınlara ve kızlara bakmamalıdır. Bir kızı görüp de, haram olduğu için ona bakmıyanlara şehîd sevapı verilir. Mahallede yürürken pencerelere bakmamalıdır. Gördüğü kadına yakın yürümemelidir. İhtiyaç olunca resmi ve ciddi olarak konuşmalıdır. İlk bakışta yabancı olduğu anlaşılır, artık ondan sonra bir def’a daha bakmamalıdır. İlk görmeğe günah yazılmaz. Bakmağa devam edince veya tekrâr bakınca yazılır. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” buyurdu ki, ömrümde bir kerre dahî kadınlara şehvet ile bakmadım. Şehvet nazarı ile kadınlara bakmak, göz zinâsıdır. Tevbe etmelidir. Her yere burnu sokmamalı, yâ bir kazaya uğrar, yahut bir bühtâna, iftirâya düçâr olunur. Fakirlerin haccı, müminlerin bayramı 3.1.2003 Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Cum’a, fakirlerin haccıdır ve müminlerin bayramıdır ve gök ehlinin bayramıdır ve Cennetde de bayram günüdür. Günlerin en iyisi, en şereflisi Cum’adır” ve bir hadis-i şerifte, “Cum’a günü iyiliklerin hazînesidir ve güzel şeylerin menbaıdır” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte de buyurdu ki: “Mûsâ aleyhisselâm dedi ki: Yâ Rabbî! Bana cumartesi gününü verdin, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine hangi günü vereceksin? Onlara Cum’a gününü vereceğim, buyuruldu. İlâhî! Cum’a gününün kıymeti ve sevapı ne kadardır diye sordu. Ey Mûsâ! Cum’a günü yapılan bir ibâdete, cumartesi günü yapılan yüzbin ibâdet sevapı vardır, buyuruldu.Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm, yâ Rabbî! Beni Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eyle diye duâ eyledi.” Kur’ân-ı kerîmde Cum’a gününü bildiren âyet-i kerîmeyi getirince, Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, yâ Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm”! Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti eğer Cum’a gününün kıymetini bilselerdi buzağıya tapmaktan, yehûdî olmaktan kurtulurlardı.Îsâ aleyhisselâmın ümmeti de bilselerdi hıristiyan olmaktan korunurlardı. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Cum’a günü geldiği için sevinen bir mümine, kıyâmete kadar her gün, o kadar sevap verilir ki, adedini Allahü teâlâ bilir.” Bir hadis-i şerifte, “Cum’a günü vefât eden müminlere şehîd sevapı verilir ve kabir azâbından onu korurlar” buyuruldu. Yine hadis-i şerifte “Cum’a günü sabâh namazından evvel üç kerre (Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etübü ileyh) okuyanın ve anasının ve babasının bütün günahları af olur” buyuruldu. Cum’a gününün sünnet ve edebleri vardır: Cum’ayı perşembeden karşılamalıdır. Meselâ, yeni ve temiz elbiseyi hâzırlamalı, işleri bitirip Cum’ayı ibâdetle geçirmeğe gayret etmeli. Perşembe ikindiden sonra tesbîh ve istiğfar eylemeli. Cum’a günü, Cum’a namazı için gusl abdesti almalıdır. Bu gusl hakkında pek çok hadis-i şerif vardır. Saç sakal traşı olmalı, sakalın bir tutamdan fazlasını ve tırnakları kesmeli ve beyâz giymeli. Sakalın bir tutamdan kısa olması bid’at olup büyük günah olduğu (Berîka)da yazılıdır. Zulüm görmemek, nafakadan olmamak, yahud emr-i ma’rûf yapabilmek, müslümanlara ve İslamiyete hizmet edebilmek, dînini, nâmûsunu koruyabilmek için sakalını kazımak câiz, hatta lâzım olur. Allah rızası için ziyaret 4.1.2003 Allah rızası için ziyaret çok sevaptır, nafile hac sevabı verilir. Fakat ziyaretin de kuralları, usulü vardır, bunlara da uymak lazımdır. Hüccetül İslam kitabında bunlar şöyle bildirilmektedir: Din kardeşini ziyarete gideceğin zaman, onun müsâid bir zamanını öğren, kendisinden bir va’d, yani bir söz al ve o zamanda ziyarete git! Geç kalma! Evine gireceğin zaman, kapı açık olsa bile, ondan izin iste ve izin verdikten sonra içeriye gir, içeri girince, sağa sola bakma. İçerde çalgı, içki, kumar gibi haramlar işleniyorsa bir behane ile oradan ayrıl! Sâlih bir kimse yemek ikrâm ederse, yavaş ve âdâbı vechile ye! Fazla konuşma, dostunda fazla eğlenme, giderken, tevâzu ile, selâm ile ayrıl! Tanıdığın bir müslüman, sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikrâm eyle! Kapıya çık, kendisini karşıla! Selâm verince, selâmını al ve kendisine güzelce iltifatta bulunup: Efendim safa geldiniz, hoş geldiniz, diyerek odanın baş tarafına oturmasını teklif eyle! Sen aşağı tarafda otur! Dinden, ibâdetden, haramların zararlarından ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül azîz” hayatlarından anlat! Birşeyler öğret! Yemek yerken onu utandırmamak için, sen de çok ye! Giderken, onu uğurla ve selâm söyle ve duâ eyle! Evine yatılı sâlih bir misâfir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla da oturma. Belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, halâyı, seccâdeyi ona göster. Sabâh olunca, sabâh namazına kaldır. Ve cemâ’at hâlinde berâber kılınız! Erkence yemeğini hâzırla, gideceği yol belki uzundur. Eğer şartlar uygun ise misafire nasihat et! Günah işleyene tatlı sözle Emr-i ma’rûf, yani nasîhat edilir. Dinlemezse, fitne çıkacak ise edilmez, susulur. Sözü dinlenecek ise, sert söylenir. Söğmek, kötü söylemekle Emr-i ma’rûf yapmamalıdır. Karşılık verecek kimseye, Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapılmaz. Karşılığa sabır edebilirse yapması efdal olur. Âmirler el ile, âlimler dil ile, câhiller kalb ile Emr-i ma’rûf yapar. İnsan evvelâ kendine Emr-i ma’rûf yapmalıdır. Câhil, âlime Emr-i ma’rûf yapmamalıdır. Bir günahı yapmak âdeti olan, o günahı işliyeni görünce, Emr-i ma’rûf yapar. Günah işliyene Emr-i ma’rûf yapamıyan kimse, onun babasına söyler veya yazar. Babası Emr-i ma’rûf yapmaz veya yapamıyacak ise, babasına bildirmez. Tevbe edenin günah işlediği başkasına bildirilmez. Yemeğin farzları ve sünnetleri 5.1.2003 Yemek yeneceği zaman, ellerini yıkamak sünnetdir. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, yemek yirken sağ ayağını diker, sol dizi üzerine otururdu. Masa etrafında sandalyede oturmak da câizdir. Yemekden evvel Besmele-i şerîf söylemek sünnettir. Resûlullaha yimek âdâbı sorulunca: “Biz kuluz, kul gibi yimeliyiz!” buyurdu.Yemeğin farzı dörttür: 1- Yemeği, rızkı Allahdan bilmek. 2- Yemek helâl ve tayyib olmak. 3- Yemek hazmoluncaya kadar Allahın emrinden çıkmamak. 4- Yemek hazm oluncaya kadar ondan hâsıl olan kuvvetle Allahın nehyini işlememek. Yemekte iki tâne haram vardır: 1- Karnı doydukdan sonra, yine tıka basa yimek. 2- Sofrada çalgı, yabancı kadın, içki, kumar ve sâir haram şeyler bulundurmak. Yemeğin sünneti de üçtür: 1- Tabakta yemek artığı bırakmayıp tam olarak yemek ve yemek yenilen kabı tam olarak silmek. Peygamberimiz “aleyhisselâm” yemek yediği kabı mubârek parmağı ile sıyırıp parmağını yaladığı vâki’dir. Kibir ile yemeğin yarısını tabakta bırakılmamalıdır. Sonra yemeklere hasret çekilir. 2- Yemek sofrasında, önündeki ufaltıları yemek, yemeğin şifâsındandır. Önünde küçük lokma varken büyüğüne başlamamalı ve ufaltıları yemekten çekinmemelidir. 3- Bedenin rahatını seveen az yemelidir. Yemeğin âdâbı ve sünnetleri çoktur. Fakat başlarken Besmele ile başlamağı, sonunda da Elhamdülillah demeği unutmamalıdır. Evvel ve sonunda tuzla başlayıp bitirmelidir. Su içerken de bir solukta içmemeli, üç def’ada içmelidir. Terli iken soğuk su içmemeli, uyku arasında su içmemeli, çok su içmemelidir. Bunların hepsinin vücûda zararları vardır. Bir toplantıda su istendiği zaman, baş taraftan su vermeğe başlamalı, sağdan dolaşmalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Su içeceğiniz vakit, ayakta içmeyiniz! Vücûdünüze zararlıdır. Yalnız abdestden artan su ve zemzem-i şerîf ayakda içilebilir.” Hasta ziyareti ve cenazeye iştirak 6.1.2003 Hasta ziyâretine gidildiği zaman, kapıya varınca, içeri girmeğe müsâade istemelidir. Besmele ile girmeli, sağ tarafına oturmalı, içeri girince selâm vermeli, hâl ve hâtırını sormalıdır. Hastalığına bir ilâc biliyorsan söyle. Kelime-i şehâdet getirerek ona duyurmalı ve âcil şifâlar dilemelidir. Hastanın yanında fazla oturmamalı. Bir ihtiyacı varsa yapmalıdır. Ayrılırken kendisine acele sıhhat bulması için duâ etmelidir. Cenâze varsa giitmeli, giderken yalnız gitmemelidir. Mecbûriyet hâsıl olursa, yalnız gidilir. Cenâze sâhibine selâm vererek, Allahü teâlâ sabır versin diyerek teselli etmelidir.Cenâzenin defni için yardım eetmelidir. Cenâzeyi mevtânın sağ omuzundan başlıyarak taşımalı. Peygamberimiz, bir canezeye cenâzeye yürüyerek gidip, binerek döndüler. Bunun sebebini sordular, cevâben, “Cenâze giderken melekler de berâber gider, onun için yürümelidir ve bir vâsıtaya binmekden haya etmelidir” buyurdu. Cenâzeyi kâfirler gibi taşımak, çelenk koymak, resmini ve mâtem işâretleri takmak günahdır. Sokakta yürürken de kimseyi rahatsız etmemelidir. Sokaklarda sümkürmemeli, kimse ile alay etmemelidir. Yürürken ve insanlara karşı yemek yememelidir. Kimse ile kavga etmemeli, ostla da, düşmanla da münâkaşa etmemelidir. Sattığın eşyâyı geri getirirlerse red etmemelidir. Yalan söylememelidir. Haram yememeli, kimseyi aldatmağa kalkışmamalıdır. İşyerini Besmele ile açmalı ve kapamalıdır. Yenecek bir şey aldığın zaman, açık olarak tutup eve getirmemeli, bir şeye sarmalı ve örtülü şeklide yiyeceğini eve götürmelidir. Eve gidince, çocukları herhangi bir şeyle sevindirmelidir. Bir kimse ile yolda arkadaş olunursa, onun yürüdüğü kadar yürümelidir. Onunla konuşurken, sağa sola bakmamalıdır. Ondan ayrılınca erkence yanına dönmeli, onu bekletmemelidir. Arkadaşın hakkını gözetmeli, onu gücendirmemelidir.! Namazları onunla cemâ’at yaparak kılmalı, ayrılırken onunla helâllaşmalıdır. Herkes aileni güzelce idâre etmelidir.Tatlı nasîhat ederek, Allahü teâlânın emirlerini ona öğretmelidir. Gusl abdesti almasına, namaza devam etmesine çok dikkat etmelidir. Her ihtiyacını, idâresini helâlden te’mîn etmelidir. Ona haram lokma yidirmemelidir. Âilesine kızınca, döğüp seni boşarım gibi kelimeler kullanmamalı ve kötü söz söylememelidir. Ağzına ve gözüne söğmemeli, böyle yapan kâfir olur. Ona yumuşaklıkla ile muâmele etmelidir. Onu döğmemeli, sopa ile hiç kimseyi döğmek câiz değildir. Belalardan korunmak için 7.1.2003 Evine Besmele ile girmelidir. Eğer zaman müsâid ise, İhlâs sûresini okumalıdır. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Eve girerken İhlâs-ı şerîfi okuyan, yoksulluk görmez!” Eshâbdan Süheyl “radıyallahü anh”, Peygamberimizin bu tavsiyesine uyarak zengin olmuştur. Eve girerken sağ ayağınla içeriye girmeli ve selâm vermelidir. Evde kimse yoksa, şu şekilde selâm verebilirsin: “Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn.” Bununla berâber, bir kere “Kulhüvallâhü” sûresini ve bir kere de “Âyetelkürsî”yi okursan evine şeytân giremez. Her neye başlanırsa Besmele ile başlamalıdır. İşe ve yemeğe sağ el ile başlamalıdır. Yemeğe hep berâber otur. Yemekten sonra, duâ ve “Kulhüvallâhü” sûresini okumalıdır. Yemekten sonra bir saat geçmeyince su içmemeli, vücûda iyi değildir. Yatağa yatılacağı zaman Tebâreke sûresi okunmalıdır. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Yatarken Tebâreke sûresini okumadan yatma! Zîrâ ölürsen kabirde sana yoldaş olur. Her gece Tebâreke sûresini okuyan kimse, Kadr gecesini ihyâ etmiş gibi sevapa nâil olur.” Peygamber efendimiz bir gece, “Yâ Âişe! Kur’ân-ı kerîmi hatmeyle, bütün Peygamberleri kendine şefâatçi ve bütün müminleri kendinden hoşnud edersin.” buyurunca, Hazret-i Âişe, Anam-babam sana fedâ olsun! Az bir zaman içinde bunları nasıl yapabilirim? Sultân-ı Enbiyâ buyurdu ki, “Yâ Âişe, üç kere “Kulhüvallâhü” sûresini oku. Kur’ân-ı kerîmi hatmetmiş gibi olursun. Bir kere “Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ cemî’il Enbiyâi velmürselîn” de, bütün peygamberler senden râzı olsun. Bir kere de “Allahümmağfirlî ve li vâlideyye ve lil müminîne vel müminât vel müslimîne vel müslimâti el ahyâi minhüm vel emvât” de, bütün müminler senden râzı olur. Bir kere de “Sübhânellahi vel hamdü lillahi ve lâilâhe illâllahü vellâhü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm” de ki, Allahü teâlâ hazretleri senden râzı olsun.” Şu sûreleri akşam, sabâh üçer kere Besmele ile okumalı ve hanımına, çocuklarına da okutmalıdır; 1- İhlâs, (Kulhüvallahü sûresi.) 2- Muavvizeteyn (Falak ve Nas sureleri) 3- Fâtiha-i şerîfe. Bu dört sûreyi akşam, sabâh üçer kere okuyan, malını, canını, çoluk çocuğunu, bütün belâlardan muhâfaza etmiş olur. Bunlardan başka “Kulyâeyyühelkâfirûn” sûresini akşam, sabâh okuyan kimse, kendisini şirkden,küfürden korumuş olur. Yatarken okunacak duâlar 8.1.2003 Yatağa yatarken ve yatakdan kalkınca ve her namazda, duâdan ve salevâtdan sonra, istigfârların en büyüğü olan şu duâyı okumalıdır ki, günahlar afv olsun. “Estagfirullahel azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyh.” Dört mezhebin fıkh bilgilerinin inceliklerine vâkıf, derin âlim, Seyyid Abdülhakîm Efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki: Yatağına E’ûzü ve besmele okuyarak gir. Sağ yan üzerine kıbleye karşı yat. Sağ avucunu sağ yanağın altına döşe. E’ûzü besmele ile bir Âyet-el-kürsî oku. Sonra herbiri için besmele okuyarak, üç İhlâs, sonra bir Fâtiha, sonra birer defa iki Kul e’ûzüyü oku. Sonra üç def’a istigfâr duâsı, yani (Estagfirullahel’azîm ellezi lâ ilâhe illâ hu) oku! Üçüncüsüne (el-hayyelkayyûme ve etûbü ileyh) ilâve et! Sonra on kere (tevekkeltü alellah ve lâ havle velâ kuvvete illâ billâh) oku! Buna (Kelime-i temcîd) denir. Onuncusuna (hil aliyyil azîm ellezi lâ ilâhe illâ hu) ilâve et! Sonra, (Allahümmagfir lî ve li vâlideyye ve lil-müminîne vel-müminât) ve bir salevât-i şerîfe ve bir (Allahümme Rabbenâ âti-nâ fiddünya haseneten ve fil’âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn) ve üç veya on veya kırk yahut yetmiş istigfâr, yani (Estagfirullahel’azîm) ve bir kelime-i tevhîd yani (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) oku. İzlam âlimlerinin büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki, kelime-i temcîd okumak cin çarpmasına karşı korur. Büyüklerimiz, cinleri def’ etmek için bunu okurlardı. Sık sık şu şekilde dua etmelidir: Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Muhammed aleyhisselâmın haber verdiği gibi, sana inanıyorum. Beni kabûl et! Beni afv et! Muhammed aleyhisselâm, seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz bulmak, seni tanımak şerefine kavuşamazdık. Hayvanlardan aşağı olurduk. Cehennem ateşinde yanmak cezâmız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki hakkın sonsuzdur. Bizi, Allahımızı tanımakla şereflendirdin. Müslüman olmak saadetine kavuşturdun. Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden sana sonsuz selâmlar, sonsuz duâlar olsun. Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Bu büyük Peygamberi bize tanıtan analarımıza, babalarımıza, hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitaplarını yazanlara ve yayanlara rahmet eyle! Âmîn. Eve girerken çıkarken 9.1.2003 Evinden çıkarken “Âyetelkürsî”yi okumalıdır. Zîrâ, böyle yapan her işinde muvaffak olur ve hayırlı işler başarır. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu ki, “Bir kimse, evinden çıkarken Âyetelkürsîyi okursa, Hak teâlâ, yetmiş meleğe emir eder, o kimse evine gelinceye kadar, ona duâ ile istiğfar ederler.” Evine gelince de okunursa, iki Âyetelkürsî arasındaki işler hayırlı olur ve fakirlik önlenir. Akşam, sabâh Âmentüyü okuyarak imanını yeniden tâzelemelidir. Âmentü, imanın altı şartını bildirmektedir. Âmentünün ma’nâsını da ezberlemeli ve çoluk çocuğuna da ezberletmelidir. Çünkü, ne zaman öleceğiniz belli değildir. Dâimâ kelime-i tevhîd okumalı ve inanılması lâzım gelen altı şeyi iyi öğrenmeli ve tasdîk ve ikrâr eylemeli ve onlara da öğretmelidir. Bunları zaruri manası ile beraber bilmiyenlerin imanı tehlikeye düşür. Gece yarısından sonra kılınan teheccüd namazı, gündüz kılınan bin rek’atten daha fazîletlidir. İki rek’at kaza namazı kılmak da, teheccüd kılmakdan daha efdaldir. Peygamberimiz buyurdu ki: “Gece uyanınca, şu duâyı okuyan, her istediğine nâil olur: “Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr sübhanellahi velhamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm.” Herke İslamiyete uygun yaşamısı için yardımcı olmak lazımdır. Peygamberimiz buyurdu ki: “Bir kimse, bir müslümanı İslamiyete muhâlif işten doğru yola teşvîk ederek ikâz eylerse, kıyâmet gününde Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi Peygamberlerle berâber haşreder.” Evlâdına din bilgisi ve islâm ahlâkı öğreten, dünyada ve âhırette rahat eder. Bir müslümanı İslamiyete aykırı işten vazgeçirmeğe, “Nehy-i anil münker” denir.Bir müslümana Allahü teâlânın emrini öğretmeğe ve yaptırmağa, “Emr-i bil ma’rûf” denir. Emr-i ma’rûf ve nehy-i münker çok sevapdır. “Vicdanlara tecâvüz etmemeli, Evliyâlar kimseye karışmazdı” diyenler var. Allahü teâlâ, kimseye karışılmamasını sevseydi, Peygamberleri göndermez, dinleri bildirmez, insanları islâm dînine davet etmez ve diğer dinlerin yanlış, bozuk olduğunu haber vermezdi ve geçmiş Peygamberlere inanmayanları azâblarla helâk eylemezdi. Herkesi kendi hâline bırakır, kimseye birşey emir etmez ve inanmayanlara azâb yapmazdı. Allah için kötü bilmedikçe... 10.1.2003 Her insana elden geldiği kadar iyilik etmelidir. Müslümanların ilim öğrenmelerine ve ibâdetlerine yardımcı olmalıdır. En büyük yardım, onlara Ehl-i sünnet i’tikâdını, haramı, helalı farzları öğretmek ve hâtırlatmaktır. Bunları Allah rızâsı için yapmalıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Allahü teâlâya Cebrâîl aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri ve mürtedleri, Allah için kötü bilmedikçe, hiç bir ibâdetiniz, hayrat ve hasenâtınız kabûl olmaz!” Allahü teâlânın en çok sevdiği ibâdet, hubb-i fillah ve buğz-i fillahdır. Yani, müslümanları sevip, onlara yardım ve hayır duâ etmek ve dîn-i islâmı beğenmeyenleri, İslamiyete ve müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemek ve imana, hidâyete kavuşmaları için duâ etmektir. Peygamberimiz buyurdu ki: “Yâ Ebâ Hüreyre! Benim ile Arş gölgesinde gölgelenmek istersen, her gün yüz kerre salevât-ı şerîfe getir! Mahşerde benim havzımdan içmek istersen, mümin kardeşinle üç günden fazla dargın durma! Fakat, şerâb (veya diğer alkollü içkileri) içen ve haram yiyenler ile konuşma, kendini onlardan çek!” İyi insanlarla görüşmeli, sıkıntıda olan insanlara yardım etmeli, hasta olanı ziyaret etmelidir. Resulullah efendimiz, Ebû Hüreyreye buyurdu ki: “Hastanın hâlini sormak için iki kilometre git, küs olan kimseleri barışdırmak için dört kilometre yürü, altı kilometre de, bir din kardeşini ziyâret etmek için git, bu kadar da, ilim adamından bir mes’ele öğrenmek için git!” (Bir mil yaklaşık iki kilometredir.) Bir hastanın üç hâli vardır: 1- Bir melek gelerek ağzının tadını alır. 2- Bir melek de kuvvetini alır. 3- Bir melek de gelip günahlarını alır. Hasta iyi olunca, ağzının tadını alan melek, yavaş yavaş geriye verir. Kuvvetini alan melek de, geriye verir. Günahlarını alan meleğe gelince, bu, Allahü teâlâya sorar. Bu günahı ne yapayım? Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyurur ki: “Benim rahmetim gazabımı geçmiştir. Binâenaleyh, hasta kulumun günahını afv eyledim!” Hastalık, derd, keder, günahları götürmez. Bu acılara sabretmek, günahları götürür. Sana iyilik yapana iyilik yap, fenâlık yapanı, zulmedeni afv eyle, onlara nasîhat et! Sapık inançlı, kötü huylu kimselerden kaç! Onunla arkadaşlık yapma! İftihar edilen kul! 11.1.2003 İslâm bilgilerinin, yanî din ve fen bilgilerinin tahsîline çok önem vermelidir. Peygamberimiz “aleyhisselâm” bir hadis-i şeriflerinde, “İlmi beşikten mezâra kadar tahsîl ediniz”, diğer bir hadis-i şerifte ”İlmi arayınız, velev ki, Çinde olsa” buyurdu, yanî dünyanın bir kenârında ve kâfirlerde olsa dahî arayınız demektir. İslâm bilgileri ikiye ayrılmıştır: Din bilgileri ve fen bilgileri. Önce din, sonra fen bilgilerini öğrenmek lâzımdır. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelin yanına gelip, ondan nasîhat isteyen bir kimseye şöyle nasîhat etmiştir: “Hak teâlâ hazretleri senin ve bütün âlemin rızkına kefîldir. Rızk için elinden geldiği kadar çalıştıkdan sonra düşünmeğe hiç lüzûm yoktur. Çünkü, Hak teâlâ tarafından bütün rızklar taksîm edilmiştir. Çalışarak, hissene düşen rızkı arayıp bulursun. Bir sadakanın yerine on misli ile mukâbele edildikden sonra, çalışana karşılığı verileceğine hiç şübhe yoktur. Cehennem azâbı hak olduktan sonra, günah işlemeğe cesâret edilir mi? Bütün işler, Hak teâlânın takdîri iledir. Sen fakir olup, başkalarının zenginliğine canının sıkılmasının ne fâidesi olur?” Bunları dinleyip kabûl eden kimseye, nasîhat olarak bu kadar yeter. Dinlemiyenlere bunun gibi bin türlü nasîhat eylesen faydası olmaz. Çünkü nasîhatların hemen hepsi bunların içinde toplanmıştır. Resûlullah buyurdu ki, “Hak teâlâ, çalışan bir kuluna rızkı az verse, o kul ağlayıp bağırmasa ve böylelikle fakirliğine sabreylese, Hak teâlâ hazretleri, meleklerine karşı, bu kul ile iftihâr eyler ve buyurur ki, ey benim meleklerim! Sizler şâhid olun, bu kulumun her bir lokmasına Cennet-i a’lâda bir köşk ve bir derece ihsân eylerim.” İnsanlara dâimâ iyi muâmelede bulunmalıdır. Görülen küçük, büyük her müslümana selâmı vermelidir. İnsanlarla iyi geçinmelidir ki, öldükten sonra hayırla yâd etsinler ve hayr duâ ile ansınlar. Bir kimse, bir mümin kardeşine, “Selâmün-aleyküm” diyerek müslüman selâmı verse, on sevap yazılır. “Esselâmü-aleyküm ve rahmetullah” derse, yirmi sevap yazılır. “Ve aleyküm selâm” diye cevâb verene, on sevap yazılır. Selâm verene, cevâb vermek farzdır. Başı veya bedeni eğerek selâm vermek mekrûhdur. Yalnız el ile selâm vermek ve eli başına kaldırarak vermek de mekrûhdur. Ağız ile ve el ile birlikte vermek mekrûh değildir. Acele edilecek ve edilmeyecek işler 12.1.2003 İşlerde acele etmemeli ve hemen karâr vermemelidir. Acele ile verilen karârlara şeytân karışır. Hadis-i şerifte, “Acele şeytândandır. Teennî Rahmandandır” buyuruldu. Nefsin istediği birşey hâtırına gelince, şeytân, (fırsatı kaçırma, hemen yap) der. O da, yapar. Kalbe gelen şeyi yapmaktan Allahü teâlâ râzı olur mu düşünmeli, sevap mı, günah mı olacağını anlamalı. Günah değil ise, yapmalıdır. Böylece, teennî etmiş, yanî acele etmemiş olur. Yalnız beş yerde acele etmek lâzımdır: 1- Misâfirin gelince, önüne yiyecek getir! 2- Hasbel beşer bir günah işleyince, hemen tevbe, istigfâr eyle! 3- Her beş vakit namazını, vakit geçmeden, acele, yanî erken kıl! 4- Kız veya oğlan çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını öğret! Bulûğa erişince, gecikdirmeden evlendir! 5- Ölen şahsın defnedilmesinde acele eyle! Hiçbir günahı işlememelidir. Allahü teâlânın gadabı hangi günahda olduğu belli değildir. Sevâp olan işlerin hepsini işlemeğe çalışmalıdır. Zîrâ, Hak teâlânın rızâsının hangi amelde olduğu belli değildir. İki günahdan çok korkmalıdır. Birisi, emrinde olan insanlara zulmetmek. En büyük zulüm, onların islâm bilgilerini öğrenmelerine, ibâdet yapmalarına mani olmaktır. İkincisi, din ve dünya yolunda hâin olmak. Her günahtan korkmalıdır. Bir kimse, bir günah işlemek istese, fakat Allahü teâlâdan korkarak ondan vazgeçse, Hak teâlâ o kimseye Cennet-i a’lâda bir köşk ihsân eder. Bir müslüman,zarar verse de,ona iyilik etmelidir.! Hiç kimsenin ayıblarını yüzlerine vurmamalıdır. Elden geldiği kadar yolları ve sokakları, câmi’leri ta’mîr etmeli ve düzen içinde tutmalı, temizliklerine dikkat etmelidir. İbâdetlere sevap verilmesi ve duâların kabûl olması için helâl nafaka kazanmak şarttır. Rızkın helâl olması için her işte, her harekette, doğruluktan ayrılmamalıdır. İslamiyetin emrlerini eksiksiz ve tam olarak yapmalı, san’atında, vazîfende ve memûriyetinde istikâmetten ayrılmamalıdır. Hîle ve hıyânet yollarına sapma ki, aldığın para, ücret ve aylık sana helâl olsun! Az yemenin faydaları 13.1.2003 Az yemek, çok faydalıdır. Meselâ, suyu az içirir, uykuyu az uyutur. Çok yemek ise, insanı tenbelleşdirir, vücûdü yorar, fazla su içirir ve mâlâyaniye sebeb olur. Yani, lüzûmsuz, faydasız iş ve söze sebep olur. Yemeğe, içmeğe başlarken “Bismillâhirrahmânirrahîm” demelidir. Yemek yedikten sonra, “Elhamdülillah” demelidir. Sabah evden yemek yemeden çıkmamalıdır. Sabahleyin yemeği erken yimenin dört fâidesi vardır: 1- Ağız kokusunu giderir. 2- Sonra su içilse, vücûda zarar etmez. 3- Bir yere gidecek olursa, karnı tok olur. 4- Kimsenin lokmasında ve yemeğinde gözü kalmaz. Gıybet,dedi-kodu yapmamalıdır. Gıybet, bir müslümanın gizli günahlarını ve açık kusurlarını arkasından söylemek demektir. Pervâsızca ve âşikâre yapılan günahları ve bilhâssa dîni bozmak, müslümanlığı değiştirmek isteyen dinde reformcuları meydana çıkarmak gıybet değildir. Bunları müslümanlara haber vermek lâzımdır. Gıybet, yapmakla, günahlar arttığı gibi, sevaplar da yok olur. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, “Gıybet yapmak, zinâdan daha ağır bir günahtır.” Yalan söylememeli ve yalan yere yemîn etmemelidir. Zîrâ, yalan yere yemîn edenlerin nesli kesilir. Riyâ, gösteriş yapmamalıdır. Yalan yere sofuluk satmamalı, insan nasıl ise, öyle görünmelidir. Kendisinde olmayan bir şeyi var gibi gösterip, kendine bühtân eylememelidir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Kendini âlim gösteren câhiller, Cehenneme gideceklerdir.” Bir müslümanın aybını meydana çıkarmağa çalışmamalı, kimsenin gizli hâllerini araştırmamalıdır. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Mi’râc gecesi bir takım insanlar gördüm ki, çok fecî’ ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb ederler. Cebrâîl aleyhisselâma sordum ki, yâ Cebrâîl, bunların günahı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler? Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bunlar başkalarının ayblarını meydana çıkaranlardır.” Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ’da Hak teâlâya sordu ki, “Yâ Rabbî! Başkalarının ayblarını meydana çıkaranların cezâsı nedir?” Hak teâlâ buyurdu ki, “Tevbesiz giderlerse, yerleri Cehennemdir.” İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, günahların büyüğü üç dânedir. Bunlar: 1- Cimrilik. 2- Hased etmek. 3- Riyâdır. Kötü kimselerin üç alâmeti 14.1.2003 Kişi kötü kimselerin yaptıklarından uzak durmalıdır. Kötü kimselerin, şakîlerin alâmeti bulunmamalıdır. Bu alâmetlerin evveli, zulmetmektir. Zulüm üç türlüdür: 1- Allahü teâlâya âsî olmak.2- Zulm eden kimselere yardım etmek. 3- Kendi emri altında bulunanlara, ezâ, cefâ etmek. Onların ibâdet yapmalarına mani olmak. Bu üç fili işleyenlerin varacağı yer, nihâyet Cehennemdir. Allahü teâlâya âsî olmak iki türlüdür: 1- Allahü teâlânın emirlerini, yanî farzları yapmamaktır. Farzları, vazîfe kabûl etmiyenler kâfir olur. Vazîfe bilip, tenbellikle yapmıyanlar, yanî kaza etmek, ödemek fikrinde olanlar, Hanefî mezhebinde, kâfir olmaz. Fakat en büyük günah olur. 2- Hak teâlânın men ettiğini, yanî haramları yapmaktır. Haramdan kaçmağı vazîfe bildiği halde, nefsine uyarak yapan ve sonra üzülenler kâfir olmaz. Haram işliyen müslümanlara (fâsık), âsî denir. Haram işlemiyenlere ve farzları yapanlara (sâlih) iyi insan, müttekî denir. Haramdan kaçmanın sevapı, farzları yapmanın sevapından daha fazladır. Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur. Haramların mikdârı çok değildir. Meselâ, adam öldürmek, gıybet,arkadan çekişdirmek, zinâ etmek, kadınların, kızların başları, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları, hırsızlık, yalan, içki içmek, kumar oynamak, altın, gümüş kullanmak, erkeklere de kadınlara da haramdır. Yalnız ev içinde süs için takmak kadınlara câizdir. Erkeklere yalnız gümüş yüzük câizdir. Gümüşden başkası haramdır. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Bir müslümanda üç şey bulunmazsa, Cennet ehlidir: 1- Kibir, 2- Hased, 3- Hıyânet. Her musîbete ve belâya sabretmek, şikâyet etmemek lâzımdır. Zîrâ, sabrı bulunmıyan insanların dinleri kolaylıkla helâk olur. Derd ve belâ çekenlere sevap olmaz. Derd ve belâlara sabredenlere, bunları Allahü teâlâdan bilip, Ona yalvaranlara sevap vardır. Kötü huylu kimselerle istişare etmemelidir.Herhangi bir işi, bahîl, yanî cimri kimselere danışmamalıdır. Çünkü, sonra insanlar arasında rezîl ve rüsvâ eder. Sâlih kimse ile meşveret etmelidir. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih kul) denir. Dünya ve ahıret saadeti çin 15.1.2003 Bir müslüman, dünyada azîz, âhıretde sa’îd, Cennetlik olmasını isterse, kendisinde şu üç huy bulunması lazım: 1- Mahlûklardan hiçbir şey beklememek. 2- Müslümanları gıybet etmemek. 3- Başkasının hakkı olan bir şeyi almamak. Allahü teâlâ üç şeyi çok sever: 1- Cömertlik. 2- Korkmadığı kimsenin yanında doğruyu söylemek. 3- Gizli yerlerde de Allahü teâlâdan korkmak. Allahü teâlâ, Tûr-i Sinâda, Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: “Bir kimseye, Hak teâlâdan kork deseler, o kimse de Allahdan korkmağı bana mı öğretiyorsun, sen Allahdan kork derse, en fenâ insan odur.” Bahîl, hasîs, cimri demektir. Cimrilik şudur ki, bir kimse bir iş için muhtac olur da diğeri de kıskanıp, ona o şeyi öğretmezse cimrilik etmiş olur. Cimriliğin en kötüsü de, bildiği halde müslümanlara emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmıyanlardır. Onlara dinlerini öğretmiyenlerdir. Veya yanlış öğretenlerdir. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurur ki: “Cimri olanlar, her ne kadar zâhid olsalar da Cennete giremezler.” Tevbe ederse veya Cehennemde cezasını çektikten sonra Cennete girebilir. Hased ise, bir kimsenin hayrlı bir işi veya evi, malı, mülkü, ilmi olsa, o kimseden bunların gitmesini, onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi kendisinde de olmasını istemek hased olmaz. Buna gıbta etmek, imrenmek denir. Günah değildir. Sultân-ı Enbiyâ “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Hased, ateşin odunu yediği gibi, hasenâtı, yanî iyilikleri yer.” Riyâ ise, namaz, oruc, sadaka ve yol, câmi’i şerîf yapdırmak gibi hayırlı amelleri, insanlar görsün de beğensinler diye yapmaktır. İşte böyle bir maksatla yapılan işlerin hepsi riyâ faslına dâhildir. Riyâ, küçük şirktir. Tevbe etmedikçe, kat’iyyen af olunmaz. İlmi ile amel etmemek, amelinde salâh ve ihlâs olmamak ve din âlimlerine, ibâdet edenlere, ezâna, mubârek günlere kıymet vermemek de şakâvet, küfr alâmetidir. Kimseye lanet etmemelidir 16.1.2003 Herkese iyi geçinrmeli, herkesi iyilik etmelidir. Kimsenin günahını başına kakmamalıdır. Müslüman olsun, kâfir olsun, bir kimsenin hakkını alıp da tevbe etmeyip onunla helâllaşmayan kimseyi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” la’net eder. Ana-babanın ve dînini öğreten hocanın meşrû’ olan emrlerine âsî olanlar da mel’ûndur. Allahü teâlânın rızâsının gayrine, meselâ falanca kimseye diyerek kurban kesenler de bu la’net halkasına dâhildirler. Kızına zinâ ettiren, açık gezdiren, evlâdlarına imanı, haramları öğretmiyen babalar ve analar ve Allahü teâlâdan başkasına ibâdet ve secde edenler de mel’ûndurlar. Hiç kimseye la’net eylememelidir. Zîrâ, la’net eylenen adam la’nete müstehak değil ise, yapılan la’net geri döner. Hayvanâta dahî la’net etmemelidir. Zîrâ, melekler, ona la’net ederler. Namazı terk edene, yüzüne karşı da, arkasından da la’net edilir. Zîrâ, farz olan namazı özrsüz terk eden, dört kitapda da mel’ûndur. Elden geldiği her zaman emr-i ma’rûf eylemeli, yani İslamiyetin emirlerini söylemeli, fenâ şeylerden men’ etmelidir. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Kötü ahlâk olan dört şeyden vazgeç, onlardan çok sakın: 1- Çok mal toplayıp, yememek. 2- Hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya sarılmak. 3- Cimri olmak. 4- Harîs, hırslı olmak. İnsanda haya olmak, iman nişânıdır. Hayasızlık, küfrü mûcibdir. Haya, evvelâ Allahü teâlâya karşı olur. Allahü teâlâdan haya eden, gelen sıkkıntılara sabreder. Sabır, derd ve elemi şikâyet etmemekdir. Üç şeye sabreden, büyük derece kazanır: 1- Herhangi bir belâya sabretmenin üçyüz sevapı vardır. Belâya çâre, devâ aramak, duâ etmek, sabr sevapını azaltmaz. 2- İslâm bilgilerini öğrenirken zahmet çekmeğe ve ibâdetleri yapmağa sabretmeğe, Cennette altıyüz derece verilir. 3- Günah işlememek için sabretmek. Nefsin arzûlarına sabr etmenin yediyüz derecesi vardır. Musîbet için de her nefesi için ayrı bir derece ve sevap alır. Malın, evlâdın gitmesi büyük musîbet olup, bunlara sabredenleri, Allahü teâlâ, terâzî başına getirmeğe haya ederim, buyuruyor. Herşeyin hayırlısını istemelidir 17.1.2003 Zamanımızda insanlar ölümü hatırlamamak için elinden geleni yapıyor. Yolu mezara düşse yolunu değiştiriyor. Halbuki ölümden kurtuluş yoktur. Bunun için ölümden korkmamalı, her zaman ölüme hazır olmalıdır. Ölümü de istememelidir. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Ölümü hâtırlayınız ve duâ ederek deyin ki: Yâ Rabbî! Hakkımda ölmek hayrlı ise, beni öldür, çok yaşamak hayrlı ise beni yaşat!” Ölümü hatırlamak için, yapılan hizmetin ahırette faydasını görmek için cenâzeye katılıp hizmet etmelidir. Allah rızâsı için cenâzeye katılıp mezârına bir kürek de olsa toprak atmalıdır. O atılan toprak, kıyâmette terâzîye konacatdır. Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Bir müminin kabrini ziyâret eyleyen, Hak teâlâ huzûrunda nâfile bir hacdan ziyade sevapa nâil olur!” Allahü teâlânın rızâsı için, (Âyetelkürsî), (Fâtiha) ve (Kulhüvellahü)yü okuyup ve sevapını mevtâların rûhlarına bağışlamalıdır. Duâyı bütün müminlerin rûhlarına göndermelidir. Böyle yapılırsa bütün ölülerin adedince sevap alınır. Kabirde, ahırette rahat edebilmek için müslümanın, çocuklarına, yakınlarına, emrinde çalışanlara dinlerini öğretmesi lazımdır. Çocuklarına dinlerini, imanlarını öğretmek, kul hakkıdır. Beş kısım insan Cehenneme gidecektir: 1- Beş vakit namazı özrsüz terk edenler. Kaza etmeyenler. 2- İçki içip ve tevbe etmeyen. 3- Zekât ve uşur vermeyen. 4- Ana-babasına karşı gelen. 5- Câmi-i şerîflerde dünya için konferans verenler, nutuk söyleyenler. Âdetler, dinin yerine geçemez. Din, âdetlere tâbi’ olamaz. Âdetlerin, modaların İslamiyete uygun olması lâzımdır. Bir işin İslamiyete uygun olmasını sağlamak için, bu iş ile ilgili çeşitli kaviller varsa, bunlardan zamana ve şahsa uygun, elverişli olan kavle uygun olması sağlanır. “Ahkâm zaman ile değişir” sözünden maksat budur. Yoksa her önüne gelenin, zaman değişti diye kafasına göre fetva vermesi, ahkam kesmesi değildir. Böyle yapmak dinde reform yapmak, dini değiştirmek olur. Bunun için verilen fetvaların mutlaka, fıkıh, ilmihal kitaplarında yeri olması lazımdır. Fıkıh kitaplarını, âlimleri, mezhepleri devre dışı bırakıp, Kur’an-ı kerimi kendi kafasına göre yarumlayarak fetva vermek dinin esasına, ondört asırlık uygulamalara aykırıdır. Böyle davranışlar art niyetin, sinsi din düşmanlığının tezahürüdür. “Allah israf edenleri sevmez” 18.1.2003 Tesavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Kötü huyların en zararlı olanlarından biri de israftır. İsraf, malı boş yere dağıtmaktır. Malı, islâmiyetin uygun görmediği yerlere dağıtmağa israf denir. israf, kötü bir huydur, harâmdır. Dînimizin, hasîsliği, cimriliği, israftan daha çok kötülemesi, israfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Hasîsliğin daha çok kötülenmesi, insanların çoğu yaratılıştan, mal birikdirmeği sevdiği içindir. İsrafın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın, “İsraf etmeyiniz! Allahü teâlâ, israf edenleri sevmez” meâlindeki kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede de meâlen, “İsraf etme! İsraf edenler, şeytânların kardeşleridir” buyuruyor. Şeytânın kardeşi de, şeytân olur. Şeytân isminden dahâ kötü bir isim yoktur İsrafı, bundan daha çok kötüleyen birşey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını israf edenlere birşey vermeyiniz diye emr ederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, “Mallarınızı sefîhlere, alçaklara vermeyiniz!” buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmde Fir’avnı kötülerken, “O, israf edenlerden idi” buyuruyor. Lût aleyhisselâmın kavmini de, “İsraf eden kavmsiniz!” diye kötülüyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Malı boş yere saçmayınız!” buyuruyor. Başka bir hadis-i şerifte de buyurdu ki, “Kıyâmet günü herkes, dört süâle cevâb vermedikce hesaptan kurtulamıyacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harc etti. Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?” İsrafın kötülüğünü gösteren delîllerden biri de, fâizin harâm olmasıdır. Fâiz alıp vermek, büyük günahtır. Buna da sebeb, insanların malını alış veriş yaparken ziyân olmaktan korumaktır. On şey, son nefeste imansız gitmeğe sebeb olur: 1- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenmemek, 2- İmanını, Ehl-i sünnet i’tikâdına göre düzeltmemek, 3- Dünya malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine zulüm, eziyyet etmek, 5- Allahü teâlâya ve iyilik gelmesine sebeb olanlara şükretmemek, 6- İmansız olmaktan korkmamak, 7- Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8- Fâiz alıp vermek, 9- Dînine bağlı olan müslimânları aşağı görmek. 10- Fuhş, müstehcen sözleri, yazıları ve resmleri söylemek, yazmak ve yapmak. İnsanların en iyisi 19.1.2003 İsraf çok kötü bir huydur. İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Âhıreti kazanmak, mal ile olur. Dünya ve âhıret, mal ile intizâm bulur, râhat olur. Hac, cihâd sevâbı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtâc olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakîrlerin imdâdına yetişmek mal ile olur. Mescidler, mektebler, hastahâneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak insanlara hizmet de mal ile olur. Dînimiz, “İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır” buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet etmekten daha çok sevâptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Bir hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir. Bu kul da haramlardan kaçınır. Akrabâsını sevindirir. Malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider” buyuruldu. Abdüllah ibni Mes’ûdün “radıyallahü anh” haber verdiği bir hadîs-i şerîfte,”İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye islâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harc eder”. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Amr ibni Âs için, “İyi kimseye malın iyisi, ne güzel yakışır” buyurdu. Enes bin Mâlik için de, “Yâ Rabbî! Buna çok mal ve çok çocuk ver ve bunlarla kendisini bereketlendir!” diye düâ buyurdu. Birisi malının hepsini sadaka vereceği zaman, Peygamberimiz “Malının bir kısmını kendine bıraksan, daha iyi olur” buyurdu. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, mala “Hayrlı şey” ismini vermektedir ve Habîbine “sallallahü aleyhi ve sellem”, verdiği nimetleri hâtırlatırken: “Sen malsız idin, sana, kimseye muhtâc olmıyacak kadar, mal verdim” buyurmaktadır. Büyük âlim Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, “Bu zamanda mal, insanın silâhıdır”. Yani, insan cânını, sağlığını, dînini ve şerefini mal ile korur. Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Sa’îd bin Müseyyib buyuruyor ki, “Borclarını ödemek için ve ırzını, nâmûsunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara mîrâs bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayrsızdır”. Yani kendine ve cemiyete zararlıdır. Nimetin kıymeti bilinlezse 20.1.2003 İsraf, malı helâk etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyanın mubah olan işlerine faydalı olmıyacak şekilde sarf etmektir. Malı denize, kuyuya, ateşe ve elden çıkmasına sebeb olan yerlere atmak, onu helâk etmektir. Kullanılmıyacak hâle sokmak, kırmak, kesmek, ağaçtan meyveyi toplamayıp çürütmek, tarlayı hasâd etmeyip, ekinin helâk olması, hayvanları soğuktan, düşmandan korunacak yere koymamak ve soğuktan, sıcaktan ve açlıktan ölmelerini önliyecek kadar yidirmemek ve örtmemek de, helâk etmektir. Bunların israf olduğu meydandadır. Mal kıymetlidir. Malı ve dünyâlığı kötüliyen haberler varsa da, bu haberler, malı, dünyalığı değil, bunların zararlı kullanılmasını kötülemektedir. Meselâ, insanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebeb olan mal zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kimselerde kendini göstermektedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüliyen haberler çok olmuştur. Görülüyor ki, mal, birbirine zıd iki şeye sebeptir. Hayra, iyiliğe sebeb olduğu için medh edilmekde olup, şerre, kötülüğe sebeb olduğu için de kötülenmiştir. Büyük âlim ibni Cevzî buyurdu ki, “İyi niyet ile mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir”. Malın büyük bir nimettir. Malı israf, Allahü teâlânın nimetini hakîr görmek, nimete kıymet vermemek, nimeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nimet etmek, yani şükür etmemek olur. Bu ise, nimet verenin düşman muâmelesi yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Nimetin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. İbrâhîm sûresi, yedinci âyetinde meâlen, “Şükür ederseniz, verdiğim nimetleri elbette artdırırım” buyuruyor. Başkasının malını helâk etmek, zulüm olur. Ödemek lâzım olur. Kendi malını helâk etmek, israf olur. Günâh işlemek için ve günâh işlenilmesi için verilen mal ve paralar da israf olur. İsraf çok kötü bir huydur. Çirkinliği meydandadır. Kalbi, durmayıp karartan, kemiren, tehlükeli bir hastalıkdır. Tedâvîsi de pek güçtür. Bu sıfat kalbi kaplamadan önce, giderilmesi için ve bu felâketden kurtulmak için bütün ilâclarına baş vurup uğraşmalıdır. Kurtarması için, Cenâbı Hakka yalvarmalı, duâ etmelidir. Allahü teâlâ, çalışana, her güçlüğü kolaylaştırır. O, sığınılacak, güvenilecek, biricik yardımcı ve kurtarıcıdır. İsraf nedir? 21.1.2003 Çok kimse israfın ne olduğunu, nelerin israfa sebep olduğunu bilmediği için israfa düşer. Bunun için herkesce bilinmiyen, hatırlatılması lâzım olan israflar da vardır. Meselâ, meyve ve ekin toplandıkdan sonra, bunları iyi saklamayıp kendiliklerinden bozulmaları veya nem alarak, çürümeleri veya kurd, güve, fâre, karınca ve benzeri canlıların yemeleri hep israftır. Ekmek, et, etsuyu, peynir gibi gıdaların ve hurma, karpuz, soğan gibi meyvelerin ve kuru incir, kuru üzüm, kayısı gibi kuru meyvelerin ve buğday, arpa, mercimek gibi hubûbâtın ve elbise, kumaş, kitâb gibi eşyanın, böylece, israf edildikleri çok görülmektedir. Yemek artıklarını dökmek, tabakta yemek bırakmak israftır. Sofra bezi ve masa üstüne düşen ekmek ve yemek kırıntılarını toplamayıp atmak da israftır. Bu kırıntıları toplayıp kedi, köpek, koyun, sığır, karınca, kuş, tavuk gibi hayvanlara yedirmek israf olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Şeytân, her işinizde sizinle berâber bulunur. Hattâ, yemekte bile. Birinizin lokması düşerse, onu alıp temizleyip yesin. O lokmayı şeytâna bırakmasın! Çünkü, bereketin hangi lokmada olduğu bilinmez” buyurdu. Düşen lokmayı alıp yimek, insanı israftan kurtardığı gibi, kibir ve riyâyı giderir. Berekete kavuşturur. Bilhâssa Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” efendisine uymak ve emrini yapmak şerefini kazandırır. Mevcûddan istifâdeye ve gelecek nimetin artmasına sebeb olur. Fasülye, pirinç, nohud gibi şeyleri yıkarken dökmek ve dökülenleri toplamamak israftır. Elbise, çorap, ayakkabı gibi giyim eşyâsını iyi kullanmayıp, çabuk eskitmek, onları yırtmak, yıkarken suyu, sabunu çok harcamak, elektriği, doğal gazı gazı boş yere yakmak, hep israftır. Malı kıymetinden aşağı fiyâtla satarak veya kirâya vererek ve kıymetinden yukarı fiyatla satın alarak veya kirâlıyarak aldanmak israf olur. Aldanarak alış verişe zarûrî ihtiyâc olursa veya yardım, sadaka gibi niyyet ile böyle yaparsa israf olmaz. Abdestte ve guslde, suyu sünnet olandan fazla kullanmak israftır. Sa’d “radıyallahü anhüm” abdest alırken, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” gördü. “Yâ Sa’d! Suyu niçin israf ediyorsun?” buyurdu. Abdest alırken de israf olur mu dedikde, “Büyük nehrde de olsa, abdestde fazla su kullanmak israf olur” buyurdu. Doyduktan sonra fazla yimek de israftır. Yalnız, müsâfir utanmasın diye, yemek sâhibinin fazla yimesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda fazla yemek israf değildir. İsraf çeşitleri 22.1.2003 Ölçüsüz, düşüncesiz alışverişler israftır. İhtiyaç olmadan, her istediğini yemek, giymek te israftır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Her istediğini yemek israftandır” buyurdu. Doydukdan sonra veya hazmolmadan, acıkmadan tekrâr yimek israf olur. Sofrada yemek çeşitlerini lüzûm yok iken artırmak israftır. Fakat, bir yemekten usanıp herbirinden biraz yiyerek ibâdet yapmak, meselâ oruc tutmak, halâl kazanmak için çalışmak veya müslüman kardeşlerine yardım etmek gibi ibâdetler için kuvvetlenmek düşüncesi ile veya sofrada misâfir bulundurmak niyeti ile olursa, israf olmaz. Ziyân etmedikce ve başka bozuk niyet ile olmadıkça, lezzet ve zevk için yemek çeşidini artdırmak da câiz olduğunu, A’râf sûresinin otuzbirinci âyeti ve Mâide sûresinin doksanıncı âyeti göstermektedir. Bu iki âyet-i kerîmeye dayanarak, âlimlerimiz, her çeşit meyve yiyerek lezzet almağa câiz demişler ve Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” çeşitli meyve yediğini haber vermişlerdir. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” için buyurulan, “İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanı yanlış yola götüren, israf ve tekebbürdür” hadîs-i şerîfi, (Buhârî)de yazılıdır. Ekmeğin pişkin yerini ve içini yiyip, kenar ve kabuklarını atmak israftır. Bırakılan kısımları başkası veya hayvan yerse, israf olmaz. Sofraya lüzûmundan fazla ekmek koyup, sonra bunları, tekrar yemek için kaldırmamak israftır. Yani, yenmiyen ekmek parçalarını atmak ve riyâ, gösteriş, şöhret için fazla ekmek koymak israf olur. Nefîs yemekleri yemek, kıymetli, yeni elbise giymek, yüksek, büyük binâlar yapmak ve dînin sâhibinin haram etmediği daha bu gibi şeyler, halâldan kazanıldığı, kibir ve öğünmek için olmadığı zaman israf değildir. Lüzûmundan fazla olunca tenzîhen mekrûh olurlar. Âhıreti kazanmak istiyenlere, lâzım olan ile kanaat edip, fazlasını sadaka vermek yakışır. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki, “Bir kimse, Allahü teâlânın emir ettiği yerlere dağ kadar altın harc etse, israf olmaz. Bir dirhem (yaklaşık beş gram) gümüşü veya bir avuc buğdayı, haram olan yere vermek israf olur”. Hâtim-i Tâî, cömerdliği ile meşhûrdur. Çok verdiği için, “Malı israf etmekte hayır yoktur” dediklerinde, “Hayra verilen mal israf olmaz!” demiştir. Fakat, sadaka vermede ölçü kaçarsa, öncelik sırasına dikkat edilmezse ifraf olur. Sadaka vermede hangi hallerde isrfaf olur, bunu yarın ele alalım. Vermede öncelik sırası 23.1.2003 Sadaka vermekte de, israf vardır. Çünkü, Sâbit bin Kays “radıyallahü anh” bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmayınca, “Hepsini vermeyiniz!” âyet-i kerîmesi inmişti. Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü anh” bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine birşey kalmadı. Hemen “Fakat, israf etmeyin” âyet-i kerîmesi geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, “Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şekilde dağıtma!” buyuruldu. Câbir ve Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki, “Bir genç, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gelip, bazı lüzûmlu şeyleri saydı ve annem beni sana gönderip bunları istedi, dedi. Bugün bende bunların hiçbiri yok buyuruldukda, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mubârek arkasından gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezân okuyunca, cemaat her zaman olduğu gibi, Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merâk ettiler. Birkaçı evine bakıp, gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman, bu âyet-i kerîme geldi”. Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Sadakanın hayırlısı, ihtiyâcı olmıyanın verdiğidir” buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize biri gelip, bir altınım var, ne yapayım dedi. “Bununla kendi ihtiyâclarını al” buyurdu. Bir altınım daha var dedi. “Onunla da çocuğuna lâzım olanları al” buyurdu. Bir dahâ var dedi. “Onu da, âilenin ihtiyâclarına sarf et” buyurdu. Bir altın daha var dedi. “Hizmetcinin ihtiyâclarına kullan” buyurdu. Bir dahâ var deyince, “Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin” buyurdu. Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh” buyuruyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Paranız ile, önce kendi ihtiyaclarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaclarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!” buyurdu. Resûlullah, “Kendisi veya çoluk çocuğu muhtâc iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz. Borc ödemek, sadaka vermekten ve köle âzâd etmekten ve hediyye vermekten daha mühimdir. Başkasının malını, sadaka vererek, zâyi’ olmasına sebeb olmayın!” buyurdu. “Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!” 24.1.2003 İsrafın bir sebebi de sefâhettir. Çok kimseyi israfa alıştıran budur. Sefîhlik, aklın az ve hafîf olmasıdır. Allahü teâlâ, “Mallarınızı sefîhlere vermeyiniz!” buyuruyor. Çok kimse, yaratılışta sefîh olur. Bu kötü halleri, bazı sebeblerle, zaman zaman artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına kandırır. İsrafa yol açarlar. Bunun içindir ki, kötü arkadaşlardan kaçmakla emir olunduk. Zengin çocuklarının çoğu, böyle israfa alışmakta ve sefîh olmaktadırlar. Sefâheti artıran bir sebeb de, insanların çok hurmet, saygı göstermesi, yüz vermesi, medh eylemesidir. Âmirlerin, zenginlerin çocukları bu yoldan sefâhete düşmektedir. Çok kimse israfın ne olduğunu bilmez, hattâ cömerdlik sanır. Lüzûmsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömerdlik sanılır. Riyâ ve gösteriş için israf yapar. Yaradılışta bulunan sefâhetin ilâcı güçtür. Bunun için, islâmiyet, bunlara mal vermeği yasak etmiş, mallarını kullanmalarına izin vermemiştir. İsrafın zararlarını duyurmalı, nasiyat ederek mal ağıtmaktan vazgeçirmelidir. Dînini iyi bilen ve her hareketi, dine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeleri sağlanmalıdır. Borcu olanın, yemesine, içmesine, giyimine dikkat etmesi, bahalı, lüks şeylerden uzak kalmalıdır, İbrâhîm bin Edhem, “Borcu olan kimse, ödemedikce yağlı ve sirkeli yemekyimemelidir” buyuruyor. İbni Battâl, ”Borcu olanların sadaka vermesi ve borcunu ödememesi câiz değildir. Bunu bütün âlimler sözbirliği ile bildirmektedir” buyurdu. Âlimlerin çoğuna göre, bir kimsenin vücûdü sağlam olur, aklı başında olur, bir yere borcu olmaz ve evli olmayıp malsızlığa sabredebilirse veya evli olup da, çoluk çocuğu da sabır ederlerse, bu kimsenin bütün malını sadaka vermesi câiz olur. Bu şartlardan biri eksik olursa, sadaka vermesi mekrûh olur. Bazı âlimler, sadakası kabûl olmaz buyurdu” Hz. Ömer’de böyle buyurdu. Bu haberlerden anlaşılıyor ki, sadaka vermekte de israf olur. Borcundan çok malı olmıyan veya çoluk çocuğu sıkıntıya sabredemediği halde, bunların ihtiyâcını karşılıyacak maldan fazlası bulunmıyan veya sıkıntıya katlanamadığı hâlde, kendisi muhtâc olan kimsenin sadaka vermesi israf olur. Ödünc vermekte de böyle israf olur. Ne aldatalım ne de aldanalım 25.1.2003 Ahlâk konusuna başlamışken ticari ahlâktan da bahsetmek gerekir. Ticari ahlâk ta dine uygun alış veriş yapmakla sağalanabilir. Çok alışveriş yapanlar vardır ki, bunların Müslümanlara zararı dokunuyor. Bunları yapanlar, la’net içinde kalıyor. Alışverişte Müslümanlara zarar yapmak iki türlü olur: Birisi, herkese zararı dokunmak olup, bu da iki kısmdır: Biri ihtikârdır (Karaborsacılıktır) yani, kıtlık zamanında insan ve hayvan gıda maddelerini piyasadan toplayıp, yığıp, pahalandığı zaman satmaktır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse gıda maddelerini alıp, pahâlı olup da satmak için kırk gün saklarsa, hepsini fakirlere parasız dağıtsa, günahını ödeyemez”. İlâcların çoğunda ihtikâr olmaz ise de, zaruri olan, ensülinin, aşı ve serum gibi belli mikroplara karşı kullanılması, ekmeğin açlığa karşı kullanılması gibi, muhakkak şifâya sebep olduğundan, bu gibi, tesîri kuvvetli ilâcları saklıyarak kara borsacılık yapmak haram olur. Gıda maddeleri çok olup, herkes kolay alabilirse, ihtikâr haram olmaz. Fakat, böyle zamanlarda da, mekruh olur. Çünkü, insanların zararını beklemek, iyi değildir. Herkese yapılan zararın ikinci kısmı, kalp para sürmektir. Alan, anlamazsa, zulmedilmiş olur. Anlarsa, o da başkasını, başkası da, bir diğerini, zincirleme aldatırlar. Elden ele dolaşdıkca, günahı, hep birinci kimseye de yazılır. Bunun için, “Bir sahte lira vermek, yüz lira çalmaktan daha fenâdır” buyurmuşlardır. Çünkü, hırsızlığın günahı bir keredir. Bunun günahı ise, öldükten sonra bile devam eder. En zavallı kimse, ölüp gittiği halde, bıraktığı kötülük sebebi ile günahı tükenmiyen kimsedir. Öldükten senelerce sonra günahı yazılır ve azâbını çeker. Eline sahte para geçen, onu yok etmeli, kimseye vermemelidir. İnsan paraları iyi tanımalı ve aldanmamakdan ziyade, kimseyi aldatmamağa dikkat etmelidir. Bilmiyerek alıp vermek de günahtır. Çünkü, insanın, başına gelen her işin, dindeki ilmini öğrenmesi vâciptir. Bunun için sahte paraların özelliklerini öğrenelerek bunları almamalıdır. Alışverişte, zararın ikincisi, alışveriş edilen kimseye yapılan zarardır. Zarar veren her iş, zulüm olur. Zulm ise haramdır. Her Müslüman, kendisine yapılmasını istemediği birşeyi, kâfirlere dahî yapmamalıdır. Alışverişte yemin edenin hali 26.1.2003 Alışverişte, satılan malı, olduğundan aşırı medhetmemelidir. Çünkü, hem yalan söylemiş, hem aldatmış, hem de zulmetmiş olur. Hatta, doğru olarak da, müşterinin bildiği şeyi söylememelidir. Çünkü, bu da faydasız söz olur. Kıyâmet günü her sözden suâl olunacaktır. Boş söz söyleyenler, hiç özür bulamıyacaktır. Yemîn ile satmağa gelince, yalan yere yemîn etmek haramdır. Yani büyük günahtır. Doğru yemîn ederse, az birşey için Allahü teâlânın ismini söylemek saygısızlık olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Alışverişde vallahi böyledir, vallahi öyle değildir diye yemîn edenlere ve sanat sâhiblerinden, yarın gel, öbür gün gel diye sözünde durmayanlara yazıklar olsun!”. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Malını yemîn ederek beğendiren kimseye kıyâmet günü merhamet edilmeyecek, acınmıyacaktır”. Yûnüs bin Abîd, ipekli kumaş tüccarı idi. Malını satarken hiç medh etmezdi. Çırağı, birgün, kumaşı gösterirken, müşterînin yanında, “Yâ Rabbî! Bu Cennet kumaşından bana da nasîb et!” deyince, Yûnüs, bu sözün kumaşı medh etmek olacağını düşünerek, kumaşı kaldırıp sattırmadı. Malın aybını, müşterîden gizlememeli, hepsini, olduğu gibi göstermelidir. Kusuru gizlemek, hıyânettir. Malın iyi tarafını göstermek, karanlıkta göstermek zulüm, hîle olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buğday satan birisinin buğdayına, mubârek parmaklarını sokup, içinin yaş olduğunu görünce, “Bu nedir?” buyurdu. Yağmur ıslatmıştır deyince, “Niçin saklayıp göstermiyorsun? Hîle eden, bizden değildir” buyurdu. Birisi, üçyüz dirhem gümüşe bir deve sattı. Devenin ayağında ârıza vardı. Eshâb-ı kirâmdan Vâsile bin Eska’ orada idi. O anda dalgın idi. Devenin satıldığını anlayınca, alanın arkasından koşup, devenin ayağı ârızalıdır dedi. Müşterî deveyi geri getirip, parasını aldı. Alan, satışımı niçin bozdun? deyince, Vâsile dedi ki, Resûlullahdan işittim. Buyurdu ki, “Satılan birşeyin kusurunu gizlemek helâl değildir. O kusuru bilip söylememek de, kimseye helâl değildir.” Vâsile yine dedi ki, Resûlullah bizden söz aldı ki, Müslümanlara nasîhat edelim. Onlara merhamet edelim. Malın kusurunu saklamak, nasîhat etmemek olur. Satıcıların, kusur saklamamaları çok güctür. Büyük cihâd demektir. Bu cihâdı kazanmak için, mal alırken dikkat etmeli, kusurlu mal almamalıdır. “Hile karışınca bereket gider!” 27.1.2003 Şunu iyi bilmelidir ki, hîle ile rızk artmaz. Hîle ile azar azar birikdirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günahları kalır. Nitekim bir sütcü, süte su katardı. Birgün, ansızın sel gelip, ineği boğdu. Adam şaşkın bir halde düşünürken, çocuğu dedi ki, kattığımız sular birikerek, gelip ineği götürdü. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,“Ticarete hıyânet karışınca, bereket gider”. Bereket demek, az malın çok faydası olmak, çok işe yaramak demektir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmıyan, çok mal vardır ki, sâhibinin dünyada ve âhıretde felâketine sebep olur. O halde, malın çok olmasını değil, bereketli olmasını istemelidir. Bereket, emîn olanlarda bulunur. Hatta çokluk dahî emîn tüccarlarda bulunur. Çünkü, her müşterî, emîn tüccara gider. Hıyânet edenlere kimse gitmez. Bir tüccar düşünmeli ki, ömrü yüz seneden çok değildir. Âhıretin ise, sonu yoktur. Birkaç günlük ömrünün altın ve gümüşünü artdırmak için, ebedî ömrünü zarara sokmağı kim ister? Böyle düşünen bir satıcı hıyânet yapamaz. Resûlullah buyurdu ki, “Lâ ilâhe illallah diyenler, dünyayı dinden üstün tutmadıkca, Allahü teâlânın gadabından, azâbından kurtulurlar. Dîni bırakıp, dünyaya sarılırlarsa, bu kelime-i tevhîdi söyleyince, Allahü teâlâ, onlara, yalan söylüyorsun! buyurur”. Her sanatta de hîle yapmamak farzdır. Çürük iş yapmak ve gizlemek haramdır. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden “rahmetullahi teâlâ aleyh”, gizli yama yapmağı sordular. Kendi giymesi ve müşterînin giymek istemesi ile câiz olup, hîle olarak yapmak, yani gizli yamayı, yeni diye satmak günahtır. Aldığı para haramdır, buyurdu. İnsanlar fâsıktır, kâfirdir diyerek, hile, hıyânet yapmanın câiz olacağını sanmak doğru değildir. Hile, hıyânet ve başkalarının haklarına saldırmak haramdır. Haramlar, zaruret olmadıkca, hiçbir yerde, hiçbir sebeble helâl olmaz. İslâmın güzel ahlâkını her yerde tatbîk etmek lâzımdır. Güzel ahlâklı olmak sûreti ile Müslümanlığı tanıtmak, Emr-i ma’rûf yapmak olur. Kâfir ülkelerinde de haklarına dokunmamak, kanûnlarına uymak, kimseyi dolandırmamak, Müslümanlığın îcâbıdır. Eksik tartanlara acı azab yapılacak 28.1.2003 Alış verişte, ölçüde hîle etmemeli, doğru dartmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi, birinci âyetinde meâlen, “Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım” buyuruldu. Büyüklerimiz, her aldıklarını biraz noksan, verdiklerini de, biraz fazla ölçerdi. Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir derlerdi. Bunu tam doğru ölçememek korkusundan yaparlardı. Yedi kat yer ve yedi kat gökler genişliğinde olan Cenneti, birkaç kuruşa satanlar ne kadar ahmaktır ve birkaç kuruş için, Cehennem azâbı ile müjdelenenler ne kadar ahmaktır, buyururlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” herne satın alsaydı, parasını biraz fazla verirdi. Fudayl bin İyâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, oğlunu, birşey satın alıp, vereceği altının kirlerini temizlerken görünce, “Ey oğlum! Bu yaptığın iş, sana iki nâfile hacdan ve iki umreden daha fâidelidir” buyurdu. Büyüklerimiz buyuruyor ki, fâsıkların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir. Manifaturacılardan, kumaşı alırken gevşek, satarken gergin tutup ölçenler de böyledir. Kemiğini, âdetden fazla koyan kasablar da böyledir. Hubûbât içine toz toprak karıştırıp satan köylüler de böyledir. Malın iyisi ile kötüsünü karışdırıp, hepsini iyi diye satan pazarcılar da böyledir. Bunların hepsini yapmak haramdır. Vel-hâsıl, alışverişde herkese karşı doğru hareket etmek şarttır. Hatta, kendine söylenmesini istemediği sözü başkalarına söylememelidir. Böyle haramlardan kurtulmak için de, kendini, din kardeşinden üstün görmemek lâzımdır. Bunu da, herkesin yapması güctür. Bunun için Allahü teâlâ, “Hepiniz Cehennemden geçeceksiniz!” buyuruyor. Ama, herkes Allahü teâlâdan korkusuna göre, oradan çabuk veya geç kurtulacaktır. Müslüman, dünyayı sevdiği, dünyaya düşkün olduğu için değil, Allahü teâlâ, çalışmağı emrettiği için aldatmadan dürüst olarak çalışıp kazanır. Nefsinin kötü arzûlarına, zevklerine kavuşmak için çalışıp para kazanmak ve çalışırken helâli haramdan ayırmamak, başkalarının haklarına saldırmak, onlara olan borçlarını ödememek, kanûnlara karşı gelmek, vergilerini vermemek, dünyaya düşkün olmağı gösterir. Dünyaya düşkün olmak, büyük günahtır. Allahü teâlâ emrettiği için çok çalışıp, çok kazanmak ve Onun emrettiği gibi çalışıp, kazandığını, Onun emrettiği yerlere sarf etmek, ibâdet yapmak olur. Çok sevap olur. Müşteriye doğruyu söylemeli 29.1.2003 Alışverişte hîle yapmamalıdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp piyasa fiyatını gizliyerek, ucuz satın almalarını yasaklamıştır. Köylünün bu sûretle yaptığı satıştan vaz geçmesi câizdir. Köylü ucuz birşey getirince, bunu karşılıyarak, malı bana bırak, ben sonra yüksek fiyatla satarım demekten de men’ buyurdu. Bir malın pahâlı satılması için, herkesin yanında, onu yüksek fiyatla satın almaktan da men’ buyurdu. Müşterîler, böyle bir satış olduğunu anlarsa, satışı bozabilir. Piyasayı bilmiyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır. Hatta, acemî olup, ucuz satan veya pahâlı alanlar ile alışveriş etmemelidir. Bunlarla alışveriş sahîh ve câiz ise de, piyasadaki fiyatı bunlardan gizlemek günahtır. Basra’da büyük bir tüccar vardı. Îrânda, Süs şehrinde bulunan adamlarından biri, mektûb yazarak, bu sene şeker kamışı verimli olmadı. Başkaları duymadan, çok şeker al dedi. Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahâlı satarak, otuzbin dirhem gümüş kâr etti. Sonra, düşünüp, şeker kamışlarına âfet geldiğini Müslümanlardan saklıyarak, onlara hıyânet ettim, bu nasıl Müslümanlıkdır deyip, otuzbin dirhemi, şekerlerini almış olduğu kimselere götürdü. Her birine, bu para senindir dedi. Niçin, dediklerinde, yaptığı yanlış işi anlattı. Hiçbiri almayıp, sana helâl olsun dediler. Akşam evinde düşündü ki, belki utanarak almamışlardır. Din kardeşlerime hıyânet ettim, diyerek, ertesi gün tekrâr götürdü. Her birine yalvararak otuzbin dirhem gümüşü taksîm etti. Müşterîye doğru söylemeli, hiç hîle etmemelidir. Malda bir ârıza oldu ise, haber vermelidir. Malı, akrabâ veya ahbâbından, ona yardım olsun diye yüksek fiyatla aldı ise, müşterîsine bunu söyliyerek, doğru değerini bildirmelidir. Meselâ, on milyon etmiyen malı, on milyon vererek aldı ise, o malı satarken, on milyona aldığını söylememelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahâlı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Böyle misâller pekçoktur. Böyle hıyânetleri bilmiyerek yapan çoktur. Hıyânet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Çünkü, herkes, dikkat ile, pazarlıkla uğraşarak, tam değerini verip aldığını sanır. O halde, aldatarak satmak, hıyânet ve dolandırıcılık olur. Alışverişte ihsanın önemi 30.1.2003 Alışverişte, ihsan, fedakârlıkta bulunmak şart değilse de, çok kıymetlidir, önemlidir. Çünkü, Allahü teâlâ, adâlet yapmak emrettiği gibi, ihsân etmeği de emrediyor. A’râf sûresi, ellibeşinci âyetinde meâlen, “İhsân edenlere, elbette rahmetim çok yakındır” buyuruldu. Yalnız adâlet yapanlar, dinde sermâyelerini kurtarmış olur. Ama kâr, ihsân edenleredir. Aklı olan, âhıret kârını hiç kaçırır mı? Peki ihsân nedir? İhsân, emir edilmiyen iyiliği yapmaktır. Mesela, Müşterî, fazla ihtiyacı olduğu için, çok para vermeğe râzı olsa bile, çok kâr istememek bir ihsândır. Sırrî Sekâtî hazretlerinin dükkânı vardı. Yüzde beşden fazla kâr istemezdi. Bir kerre, altmış altınlık bâdem içi almıştı. Bâdem fiyatı ansızın yükseldi. Dellâl, bâdem satmak için geldi. Altmışüç altına sat dedi. Dellâl, bugün, bu kadar bâdemi, doksan altına alıyorlar deyince, ben yüzde beşden fazla kâr almamağa karâr verdim. Karârımı değiştirmem buyurdu. Dellâl da, ben de senin malını aşağı fiyatla satamam dedi ve satmadı. O da, yüksek fiyatla satmağa râzı olmadı. Bâdemler satılamadı. İşte ihsân böyle olur. Muhammed bin Münkedir, din büyüklerindendi. Mağazası vardı. Çeşitli kumaş satıyordu. Kimisinin metresi beş altın, kimisinin, on altın idi. Birgün, kendisi yok iken, çırağı, bir köylüye, beş altınlık kumaşı, on altına sattı. Kendi gelip, haber alınca, akşama kadar köylüyü arattı. Köylüyü görünce, bu kumaş beş altından ziyade etmez dedi. Köylü, ben bunu, seve seve aldım deyince, ben kendime uygun görmediğimi din kardeşime de uygun görmem. Ya satıştan vaz geç, yahut beş altını geri al, yahut da gel, on altınlık kumaşdan vereyim buyurdu. Köylü beş altını geri aldı. Sonra, birisine, bu merd kimdir diye sordu. Muhammed bin Münke hazretleridir dediler. Bu ismi duyunca “Sübhânallah! Bu, öyle kimsedir ki, çölde susuz kalınca yağmur düâsına çıkıp, onun adını söylediğimiz zaman rahmet yağıyor” dedi. Hz.Alî, Kûfe şehri çarşısında dolaşarak, “Az kârı red etmeyiniz! Çok kârdan mahrûm kalırsınız!” buyururdu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdürrahmân bin Avf’a, o büyük serveti nasıl kazandın? dediler. Çok az kâra da râzı oldum. Hiçbir müşterîyi boş çevirmedim. Hatta bir gün, bin deveyi sermâyesine satmıştım. Yalnız dizlerindeki ipleri kâr kalmıştı. Her ip, bir dirhem gümüş değerinde idi. O gün develerin yem parasını ben vermiştim. Kazancım ise, bin dirhem olmuştu, buyurdu. Alışverişte fakirler sevindirilmeli 31.1.2003 Alışverişte, fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir. Meselâ, muhtaç kimselerin mallarına, çocukların sattığı meyvelere çok para vermelidir. Bu sûretle çalışanlara yardım etmek, sadaka vermekten daha sevapdır. Böyle yapanlar, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” duâsına kavuşur. Çünkü, “Alışverişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ merhamet eylesin!” diye düâ buyurmuştur. Fakat, zenginden mal alırken aldanmak sevap değildir ve iyi değildir. Malı zâyi etmektir. Pazarlık edip, ucuz almak lâzımdır. İmâm-ı Hasen ve Hüseyin “radıyallahü anhümâ”, her aldıklarında pazarlık eder, ucuz almağa uğraşırlardı. Kendilerine: Bir günde binlerle dirhem sadaka veriyorsunuz da, birşey satın alırken niçin uzun pazarlık ederek yoruluyorsunuz? dediklerinde, “Verdiklerimizi Allah rızâsı için veriyoruz. Ne kadar çok versek yine azdır. Fakat, alışverişte aldanmak, aklın ve malın noksan olmasıdır” buyururlardı. Resûlullah efendimiz buyurdu ki, “Alışverişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ, her işinde kolaylık gösterir”. İhsânın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye vermettir. Parası, malı olmıyanın borcunu uzatmak, zâten vâcibdir. İhsân değil, adalet ve vazîfedir. Fakat, malı olup da, zarar ile satmadıkca veya muhtac olduğu birşeyi satmadıkca, ödiyemiyecek bir halde olanların ödemesine zaman vermek ihsândır ve büyük sadakadır. Resûlullah buyurdu ki, “Kıyâmette bir kimseyi hesâba çekerler ki, çok günah işlemiş, hiç iyilik yapmamış. Sen dünyada hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma derdim ki, “Fakir olan borcluları sıkıştırma! Ne zaman ellerine geçerse, o zaman vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme!” Allahü teâlâ buyuracak ki, “Ey kulum! Bugün sen fakir, muhtacsın! Sen dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız”. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Bir Müslümana, Allah rızâsı için ödünc veren kimseye, hergün için sadaka sevapı verilir. Fakirden, alacağını çabuk istemiyene, hergün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir”. Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzû etmezdi. Hergün, o malı sadaka vermiş gibi sevap kazanmağı tercîh ederlerdi. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Sadaka verilen her dirhem için on sevap, ödünc verilen her dirhem için ise, onsekiz sevap vardır. Çünkü, borc, ihtiyacı olana verilir. Sadaka belki, ihtiyacı olmayanın eline düşebilir”. “En iyiniz, borcunu iyi ödiyeninizdir” 1.2.2003 Borcu olan ödeme imkanı olunca hemen borcunu ödemelidir. İstemeğe vakit bırakmadan önce, kendi eli ile ve ayağına gidip vermelidir. Onu, birisini göndermeğe mecbur bırakmamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “En iyiniz, borcunu iyi ödiyeninizdir”. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Ödünc alan bir kimse, iyice ödemeği niyet ederse, borcunu ödemesi için, melekler ona duâ eder”. Bir kimse, malı olduğu halde, borcunu ödemeği bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Namaz kılarken de, oruc tutarken de, uykuda da, yani her an, la’net altında bulunur. Borc ödememek öyle bir günahdır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Malı olmak, parası çok olmak demek değildir. Satılık birşeyi olup da, satmazsa, günah işlemiş olur. Değeri düşük olan para veya işe yaramıyan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi beğenmeyerek alırsa, yine günah olur. Onu râzı etmedikce, yani gönlünü almadıkca, günahtan kurtulamaz. Çok kimseler bunu düşünmez, ama büyük günahlardandır. Bunun için geç ödemeyi kâr bilmemelidir. Ödeme imkanı olunca hemen borcunu ödemelidir. Borcunu ödemeden nafakanın dışında başka şey almamalıdır. Maalesef zamanımızda çok kimse borcu dururken, arabasını, ev eşyasını yeniliyor. Hatta bazıları borsaya giriyor. Başına birçok işler geliyor; hem dünyası hemde ahıreti mahv oluyor. Alışveriş ettiği kimse pişman olursa yapılan satışı geri çevirmek, vazgeçmek ihsandır. Birinin (vazgeçdim) demesi, ötekinin de (kabûl ettim) veya (ben de vazgeçtim) demesi ile alışveriş bozulmuş olur. Sahîh satışta, biri istediği zaman, ötekinin de yapması müstehabdır. Çünkü, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Bir kimse karşısındaki pişman olunca alışverişi fesh eder, geri alırsa, Allahü teâlâ, onun günahlarını affeder”. Yapılan satışı bozmak vâcib değildir. Fakat, çok sevapdır ve ihsân etmektir. Fakirlere veresiye verip, parası olmıyandan, istememeği niyet etmek ihsandır. Borclusu ölünce helâl etmek te ihsandır. Büyüklerimizden bazısının dükkânında iki defter vardı. Birisine bilinmiyen isimler yazardı ki, hepsi fakir idi. Bazı borclar karşısında isim de yazılı değildi. Böylece kendisi ölürse, kimse fakirlerden birşey istiyemezdi. Fakat böyle tüccarlar da, en iyi sayılmazdı. En iyi olanlar, fakirler için, hiç defter tutmıyanlardı. Bunlar, fakir birşey getirirse alır, getirmiyenlerden birşey istemezlerdi. İşte, din büyükleri, böyle ticaret yapardı. Şübheli bir kuruşu kabûl eden, dinde merdlerden sayılmazdı. Ticaret âhıreti unutturmamalı 2.2.2003 İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Bir kimsenin dünya ticareti, âhıret ticaretine mani olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünya, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhıret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hatta hiç tükenmez. Dünya ticaretinin âhırete yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermayesi, dîni ve âhıretidir. Bu sermayeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır. Dînini kayırmak istiyenler şunlara dikkat etmelidir: Her sabah şöyle niyet etmelidir ki, kendisinin ve evlâd ve âilesinin rızkını kazanmak, onları kimseye muhtac bırakmamak, Allahü teâlâya rahat ve temiz ibâdet edebilmek, âhıret yolunda yürüyebilmek için, vazîfeme gidiyorum, demelidir. O gün Müslümanlara iyilik, yardım ve nasîhat, emr-i ma’rûf, nehy-i münker yapmağı, kalbinden geçirmelidir. Namazda kusur edenlere, günah işliyenlere, emr-i ma’rûf yapmalı, ortam müsaid ise onlara göz yummamalıdır. Böyle niyet eden kimse hep sevap kazanır. Onun her işi, ibâdet olur. Dünyada kazandığı şeyler de, caba olur. Dünya işlerine çok düşkün olmamalıdır. Meselâ, çarşıya herkesten önce gidip, herkesten sonra çıkmamalı. Tehlikeli işlere girmemelidir. Mu’âz bin Cebel “radıyallahü anh” buyuruyor ki, “Şeytân, pazarda, yalan, hîle, hıyânet ve yemîn ettirerek Müslümanları günaha sokmağa çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır”. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Tüccarın, esnâfın en kötüsü, erken gidip, geç dönenlerdir”. Sabâh namazı kılmadan, Kur’an-ı kerim okumadan ve kitap okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeği âdet edinmelidir. İhtiyacı kadar dünyalık kazanınca, âhıreti kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünkü, âhıret hayatı sonsuzdur ve ona ihtiyac daha çoktur ve âhıret ticaretinde iflâs etmek üzeredir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin hocası Hammâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ticaret yapardı. Baş örtüsü satardı. Hergün, iki habbe kazanınca eşyayı toplar pazardan çıkardı. Büyüklerden bazısı dükkâna, haftada iki gün giderdi. Bir kısmı da, Cum’adan başka hergün gider, öğle namazında geri dönerdi. Bir kısmı nihâyet ikindiye kadar alışveriş ederdi. Hepsi ihtiyacı kadar kazanınca câmi’e gider, ibâdetle, ilim öğrenmekle akşamı yapardı. Herkes çalışmak zorunda 3.2.2003 En az, binlerle insan çalışmayacak olursa, kendisinin birgün bile yaşıyamıyacağını düşünmelidir. Meselâ, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikci ve daha nice san’atkârlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtactır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu? Bu dünyada herkes yolcudur. Geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her Müslüman böyle düşünmelidir. Vazîfesine başlarken, Müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat etdirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. Her Müslüman iyi bilsin ki, bütün sanatler, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir sanate yapışmak, ibâdet etmek olur. Her sanati öğrenmek ve hele, harb vâsıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmağa çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri okullarda, bu niyet ile okutmak ve okumak hep ibâdet olur. Namaz kılan insanın bu niyet ile, her işi ibâdet olur. Namaz kılmıyanların her hareketi de günah olur. O halde, her Müslüman, namazını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazîfesini yapmalıdır. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara fâideli olan bir meslek, bir san’at seçmekdir. Yani, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, Müslümanlar sıkıntı çekerdi. O halde, keyf, oyun ve benzerlerine, san’at dense de ve haram işleyenlere sanatkâr ismi verilse de, bunları yapmak ibâdet olmaz. Hatta, haram olmıyan, mubah olan, fakat insanlara lüzûmlu olmıyan san’atleri seçmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, “En iyi ticaret, bezzâzlıkdır, kumaş satmakdır. En iyi san’at, terziliktir”. Mesleğini memur olarak ta sürdürmek sevaptır. Yûsüf “aleyhisselâm”, insanların sıkıntıda olduğunu görüp, firavndan vazîfe istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O halde, insanlara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazîfeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve Müslümanlara hizmet etmek için, vazîfe istemelidir. Bir iyilik yapamasa da, hiç olmazsa, insanların zararına çalışmağı önlemek de ibâdet olur. Mallarımız ve çocuklarımız 4.2.2003 Dünya işleri, âhıret için çalışmağa mani olmamalıdır. Âhıret için ticaret yeri câmi’lerdir. Münâfıkûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, “Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hâtırlamanıza mani olmasın!” buyuruldu. Hz.Ömer buyurdu ki, “Ey tüccarlar! Önce âhıret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın!” Ticaretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhıret için çalışır, Kur’ân-ı kerîm okur, ders dinler, tevbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Sabah, akşam câmi’lerde bulunurlardı. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar”. Yine buyurdu ki, “Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, giden meleklere, kullarımı nasıl bırakdınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhid olun, onları af ettim buyurur”. Müslüman tüccarlar, sanat sâhibleri, gündüzleri de, ezân sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmi’e koşarlardı. Dînini seven ve kayıran bir imâm bulursa, ona uymalı, dînini dünyaya değişen, ibâdete haram, bid’at karışdıran kimselerden uzak durmalıdır. Büyüklerimiz, “Ticaretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebeb olmaz” âyet-i kerîmesine manâ verirken diyor ki, demirciler vardı. Demir döğerken, ezân okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezân okunsaydı, o halde bırakıp, cemâ’ate koşarlardı. Çarşıda, işte Allahü teâlâyı, unutmamalı, her ân Onu hâtırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyayı verse, bir daha eline geçiremez. Gâfiller arasındaki hâtırlamanın sevapı çok olur. Resûlullah buyurdu ki, “Gâfiller arasında Allahü teâlâyı zikreden kimse, kurumuş ağaclar arasında bulunan yeşil fidân gibidir ve ölüler arasındaki cânlı gibidir ve harbde kaçanlar arasında, arslan gibi döğüşenler gibidir”. Dinini kayıran insanlar aramalı 5.2.2003 Alışverişte, iş ortaklığında iyi insanlar, dinini kayıran insanlar aramalıdır. Herkesle işbirliği etmemelidir. Doğru insan aramalıdır. Bir zaman vardır ki, bir tüccar, her istediği ile alışveriş edebilirdi. Çünkü, herkes, hakka, hukuka dikkat ediyor alışveriş ilmini biliyor ve bildiğine göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zamanlar geldi ki, birkaç kişi ile muâmele edilemezdi. Daha sonraları ise, ancak birkaç kimse ile muâmele edilebilir oldu. Bir zaman gelmek korkusu vardır ki, alışveriş edecek kimse bulunamıyacaktır. Bunu çok zaman önce, söylemişlerdir. Bizler, belki de, büyüklerimizin korkduğu o zamana kaldık. Kim ile olursa olsun, alışveriş edilmektedir. Bunun için elden geldiği kadar diye uygun alışveriş yapmaya çalışılmalıdır. Alışveriş yaptığı kimse ile olan sözlerini, hareketlerini, aldığını, verdiğini iyi ve doğru hesâb etmelidir. Kıyâmette, bunların hepsinden hesâb vereceğini bilmelidir. Büyüklerden biri, bir bakkalı rüyâda görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı dedi. Önüme ellibin sahîfe koydular. Yâ Rabbî! Bu sahîfeler kimlerindir dedim. Ellibin kişi ile alışveriş yapmışsın. Her sahîfe, bunların birisi ile olan muâmeleni göstermektedir dediler. Baktım, her sahîfede bir kimse ile olan muâmelemin inceden inceye yazılmış olduğunu gördüm, dedi. Bir kuruş hîle yapan, bir kuruş hak yiyen, cezâsını çekecektir ve hiçbirşeyin yardımı olmıyacaktır. Hadis-i şerifte buyurdu ki, “Çarşıya giderken, lâ ilâhe illallah, vahde hü lâ şerîke leh, le hül mülkü ve le hül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût, bi yedi-hil-hayr, ve hüve alâ külli şey’in kadîr diyen kimseye, iki milyon sevap yazılır”. Bu hadis-i şerifte olduğu gibi, sevap veya günah miktârını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıklarını ve âhıretdeki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlûkların sayısını bildiren hadis-i şeriflerdeki çeşitli rakamlar, miktâr sayısını göstermek için değil, miktârın çokluğunu anlatmak içindir. Meselâ bir kimseye, birkaç def’a, zahmet çekerek gidip bulamıyarak canı sıkılan biri, o kimseyi görünce, seni on def’a aradım, bulamadım, demesi gibidir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki, “Pazarda çok kimse vardır ki, sôfîler halkasında oturanlardan daha kıymetlidir”. Bir kere de buyurdu ki: “Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda hergün üçyüz rekat namaz kılmakda ve otuz bin tesbîh okumaktadır”. Dine, ibâdetine yardım niyeti ile dünyaya çalışanlara, hep böyle sevap vardır. Yalnız para kazanıp, dünya malı toplamak için çalışanlar, sevapdan mahrûm kalır. Hatta bunlar, câmi’de, namazda iken de, kalbleri dükkânın hesâbındadır. Fikrleri dağınıkdır. “Bir zaman gelir ki...” 6.2.2003 Alışverişte, şübheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zâten âsî, günahkâr olur. Şübhe ettiği şeyleri, Ehl-i sünnet kitaplarından öğrenmelidir. Câhil kimselerden, bozuk kitaplardan öğrenmeye çalışmamalıdır. Kalbine sıkıntı getiren şübheliyi almamalıdır. Zâlimlerle, hîle, hıyânet edenlerle, yemîn ile satanlarla, dükkânında haram şey satanlarla alışveriş etmemelidir. Zâlimlere, fâsıklara veresiye satmamalıdır. Çünkü, öldükleri zaman üzülür. Hâlbuki, zâlimler yani Müslümanlara ve İslamiyete eli ile, dili ile, kalemi ile zarar yapanlar ölünce üzülmek günahdır. Onlara yardım etmek câiz değildir. Meselâ, din ile alay edenlere, yalan yanlış kitaplar yazarak dîni yıkmağa uğraşanlara kâğıd satmak günahdır. Zamanımızda bu yol unutulmuş, bilen de kalmamıştır. Bugün, bunlardan birisini yapana çok sevap verilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir zaman gelir ki, o zamanın Müslümanları, bugün sizin yapdığınız ibâdetlerin onda birini yaparsa, âhıretde azâbdan kurtulurlar”. Sebebini sorduklarında, “Çünkü, sizler hayır işlemeğe çok yardımcı buluyorsunuz. Onlar yardımcı bulamıyacakları gibi, çeşidli engellerle de karşılaşacaklardır. Gâfiller, câhiller arasında garîb kalacaklardır” buyurdu. Bu zamanda, yukarıda yazılanların hepsini kim yapabilir diyerek ye’se düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse çok kâr olur. Âhıretin dünyadan daha iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini de yapabilir. Bunların hepsini gözetmek, yapsa yapsa, insanı fakir yapar. Sonsuz saadete, ebedî rahatlığa sebeb olacak, birkaç senelik fakirliğe elbette katlanılır. Nitekim birçok kimse, birkaç şey kazanmak için, fırtınalı, karlı havalarda, sıkıntılı yolculuklara, bir rütbeye, dereceye yükselmek için de nice mahrûmiyyetlere katlanıyor. Hâlbuki, ölüm gelince, bütün kazancları elden çıkmakda, boşuna didinmiş olmaktadırlar. Yüksek fiyatla satıp, bir kimseyi aldatmakdan sakınmalıdır. Zîrâ piyasada on liraya satılmakta olan bir malı, onbir liradan yukarıya satın almak gaben-i fâhiş ile aldanmaktır. Yani çok aldanmaktır. Yalan söylemekle çok aldatılan bir müşterî, satıştan vaz geçebilir. Alışverişte isâr yapılmalıdır. Îsâr, muhtac olduğu birşeyi almayıp, muhtac olan din kardeşine bırakmakdır. İnsana lâzım olan şeylerde îsâr yapılır. İbâdetlerde îsâr yapılmaz, bunları kendi kullanır. Bunları muhtac olana vermez. Birinci safdaki yerini başkasına vermez. Namaz vakti gelince abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına îsâr etmesi câiz değildir. İbadetlerin kabulü ve helal lokma 7.2.2003 Bütün ibâdetlerin kabûl olması, helâl lokmaya bağlıdır. Büyüklerden çoğu buyurdu ki, ibâdetler on kısmdır: Dokuz kısmı helâl kazanmaktır. Bir kısmı da bildiğimiz bütün ibâdetlerdir. O halde, müminler helâl kazanmağa çalışmalıdır. Haramdan ve şübhelilerden kaçınmalıdır. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Allahü teâlâ güzeldir. Yalnız güzel yapılan ibâdetleri kabûl eder. Allahü teâlâ, Peygamberlerine emrettiğini, müminlere de emretti ve buyurdu ki, ey Peygamberlerim! Helâl yiyiniz ve sâlih, iyi işler yapınız! Müminlere de emir etti ki, ey iman edenler! Sizlere verdiğim rızklardan helâl olanları yiyiniz!”. Resûl “aleyhisselâm” sözüne devam ederek buyurdu ki, “Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göke doğru uzatıp düâ ediyor. “Yâ Rabbî!” diye yalvarıyor. Hâlbuki yidiği haram, içtiği haram, gıdası hep haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?”. Yani haram yiyenin duâsı kabul olmaz buyurdu. İşte haramı, helâli, şübhelileri ve fâizi bilmiyen, bunları birbirinden ayıramıyan, haramdan kurtulamayıp, ibâdetleri boşuna gider. Ticaret, malı artırır. Fakat, rızkı artdırmaz. Rızk, mukadderdir. Rızk, maaşa, mala, çalışmağa bağlı değildir. Böyle olmakla berâber, çalışmak lâzımdır. Çünkü, rızk, sebebler altında tecellî eder. Âdet-i ilâhiyye böyledir. Fakat, bazan, denenilen sebeb elde edilir de, iş hâsıl olmıyabilir. Yahut, sebebsiz de, hâsıl olabilir. Abdüllah bin Mes’ûd “radıyallahü anh” buyuruyor ki, alış veriş, yani ticaret ilmini bilmiyen fâiz yir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Bile bile bir dirhem gümüş değerinde fâiz yimek, otuz zinâdan daha çok günahdır”. Mal müminin yardımcısıdır. Çalışınız, helâl kazanınız! Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, muhtac olursanız, dîninizi verip alırsınız. Dîni verip de yimemek için, alın teri ile yimelidir. Hadis-i şerifte, “Elinin emeği, alnının teri ile yi, dînini satıp yime!” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, “Helâle, harama dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever”. Bir hadis-i şerifte, “Bir dirhem gümüş kıymetinde haram alan kimseyi, yirmibeşbin sene Cehennemde bırakacaklardır” buyuruldu. Haram yemek kalbi karartır 8.2.2003 İbrâhîm Edhem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor. Vecde gelip kendinden geçiyor, dediler. Gencin yanına gidip, üç gün müsâfir kaldı. Dikkat etti, söylediklerinden daha çok şeyler gördü. Kendinin soğuk, hâlsiz, habersiz, gencin ise, böyle uykusuz ve gayretli hâline şaşıp kaldı. Genci, şeytân aldatmış mıdır, yoksa hâlis ve doğru mudur anlamak istiyordu. Yediğine dikkat etti. Lokması helâlden değildi. (Allahü ekber, bu hâlleri hep şeytândandır) deyip, genci evine davet etti. Kendi lokmalarından bir tâne yedirince, gencin hâli değişip, o aşkı, o arzûsu, o gayreti kalmadı. Genç, İbrâhîme sorup, (Bana ne yaptın?) deyince, (Lokmaların helâlden değildi. Yemek yerken, şeytân da midene giriyordu. O hâller, şeytândan oluyordu. Helâl yiyince şeytân giremedi. Asıl, doğru hâlin meydana çıktı) dedi. Haram yemek, kalbi karartır, hasta eder. Aynı kitapda Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyuruyor ki: Kalbin kararmasının dört alâmeti vardır: 1- İbâdetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu, hâtırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, kavrıyamaz. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Bir zaman gelecek ki, insanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp, helâlini, haramını düşünmiyecekler”. O halde, bir Müslüman, her aldığını, helâl mi, haram mı düşünmeli, haram ise almamalıdır. Aldığı şeyde hakkı olanlara vermeği, fakirlere, garîblere yardım etmeği düşünmelidir. Çünkü, insanların iyisi, insanlara iyilik edendir. İnsanların kötüsü, insanlara kötülük edendir. İnsan, kazandığına kanâ’at etmeli, Allahü teâlânın taksîmine râzı olmalıdır. “Kanâ’at eden doyar” buyuruldu. Allahü teâlâ, beş şeyi, beş şey içine koymuştur. Bu beş şeyi alan, içindekine kavuşur: İzzeti, şerefi, ibâdete; zilleti, sefâleti, günaha; ilmi, hikmeti, çok yememeğe; heybeti, i’tibârı, gece namaz kılmağa; zenginliği, kimseye muhtac olmamağı da, kanaate tâbi’ kılmıştır. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki, “İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın Peygamberi Dâvüd “aleyhisselâm” elinin emeği ile kazanıp yerdi”. Helâl yemenin önemi 9.2.2003 Ebû Süleymân-ı Dârânî hazretleri buyurdu ki, helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mide dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mideyi haram ile dolduranların hâli acabâ nasıl olur? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki, yolumuzun esâsı üç şeydir: Helâl yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi’ olmak ve (ihlâs) yani her işi, yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. İbrâhîm Edhem buyurdu ki: Temiz ve helâl ye de, ister sabaha kadar ibâdet et, ister uyu ve ister, hergün oruc tut, ister tutma! İmam-ı Gazali buyuruyor ki: Bu dünya, âhıret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her ân mal kazanmak için uğraşan aldanmıştır. Hem âhıret için hazırlanmalı, hem de dünya ihtiyaclarını kazanmalıdır. Fakat, bunları da, âhıret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır. Kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaclarını helâlden kazanmak, kimseye muhtac kalmamak, cihâd etmektir. Birçok ibâdetlerden daha sevaptır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir sabâh, Eshâbı ile konuşurken, kuvvetli bir genç, erkenden dükkânına doğru geçdi. Bazıları, erkenden dünyalık kazanmağa gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu, deyince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtac olmamak ve ana, baba, çoluk çocuğunu da muhtac etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer, herkese öğünmek, keyf sürmek niyetinde ise, şeytânla berâberdir” buyurdu. Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Bir Müslüman, helâl kazanıp, kimseye muhtac olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacakdır”. “Doğru olan tüccar, kıyâmette sıddîklarla ve şehîdlerle berâber olacaktır”.”Allahü teâlâ, san’at sâhibi mümini sever”.”En helâl şey, sanat sâhibinin kazandığıdır”. “Ticaret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticarettedir”.”Kendini başkasından sadaka istiyecek hâle düşüreni, Allahü teâlâ yetmiş şeye muhtac eder.” İslamiyet ticarete, san’ate, ferdin üretim kapasitesinin genişlemesine, ekonomik sâhada ilerlememizi emredir. “Kardeşinn yaptığı daha kıymetli!” 10.2.2003 Hazret-i Îsâ birine, “Ne iş yapıyorsun?” dedi. İbâdetle vakit geçiriyorum deyince, “Nereden yiyip geçiniyorsun?” diye sordu. Herşeyimi kardeşim veriyor, deyince, “O halde, kardeşin senden daha kıymetli ibâdet yapmakdadır” buyurdu. Hz.Ömer buyuruyor ki, “Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökden para yağdırmaz”. Hz.Lokman hakîm, oğluna nasîhat verirken, “Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtac kalanların dîni ve aklı noksan olur ve iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesden hakâret görür” buyurdu. Büyüklerden birine sordular ki, özü sözü doğru olan tüccar mı, yoksa geceleri namaz kılan, gündüzleri oruc tutan âbid mi yüksektir? “Emîn olan tüccar daha kıymetlidir. Çünkü, şeytânla her saat cihâd etmektedir. Şeytân, alışta, verişte, dartmada onu aldatmağa uğraşmakta, o ise Allahü teâlânın emrini, rızâsını gözetmektedir” dedi. Hz.Ömer buyuruyor ki, “Alışveriş ederken, helâl kazanırken cân vermeği, başka şekilde ölmekden daha çok severim”. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbelden sordular ki, hergün sabâhtan akşama kadar câmi’de ibâdet edip Allahü teâlâ, benim rızkımı nereden olsa gönderir diyen bir kimse nasıl bir adamdır? Cevâbında buyurdu ki, “Bu kimse câhildir. İslamiyetten haberi yoktur. Çünkü, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Allahü teâlâ benim rızkımı, süngümün ucuna koymuştur”. Yani rızkım, islâm dînine ve Müslümanlara saldıran kâfirlerle harb etmekle gelmektedir. İmâm-ı Evzâî, İbrâhîm Edhemi gördü ki, sırtında bir yığın odun götürüyor. Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbirşeye muhtac bırakmıyor dedi. İbrâhîm Edhem, öyle söyleme, hadis-i şerifte buyuruldu ki, “Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur”. Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: “Helâl kazanmak için yorulup, evine dönen kimse, günahsız olarak yatar. Allahü teâlânın sevdiği kimse olarak kalkar”. “Allahü teâlâ buyuruyor ki, haramdan kaçınanlara hesap sormağa utanırım”. “Bir dirhem fâiz almak ve vermek, otuz zinâdan daha günahtır”. “Haram maldan verilen sadaka kabûl edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur”. Çalışıp helal kazanmak gerekir 11.2.2003 İslâm âlimlerin ve Allah dostlarının büyüklerinden Abdüllah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: Çoluk çocuğunun ihtiyaclarını temin için ve fukarâya yardım ve İslamiyete hizmet için, çalışıp helâl mal kazanmak, çok iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve emîr-ül-müminîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve Eshâb-ı kirâmdan bazıları çok zengin idiler. Bu zenginlikleri, Allahü teâlâ indindeki derecelerinin azalmasına sebeb olmadı. Fukarâ-yı sâbirîn ve agniyâyı şâkirînden yani fakirlik mi zenginlik mi hangisinin efdal olduğu ihtilâflıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” fakirliği ihtiyâr etmişti. “Rabbim, beni doyuruyor, içiriyor” buyururdu. Fakirlik, ibâdete ve hizmete mani olursa, tâ’at yapmağa kuvvet hâsıl etmek için, zengin olmak efdaldir. Böyle zenginlik büyük nimetdir. Allahü teâlâ, bu nimeti dilediğine ihsân eder. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Bana, tüccar ol, mal topla diye emir olunmadı. Fakat, Rabbini tesbîh et ve ona secde et. Rabbine ölünciye kadar ibâdet et! diye emir olundu”. Bu hadis-i şerif, ibâdetin, mal kazanmakdan daha iyi olduğunu göstermez. Çünkü, kendinin ve çoluk çocuğunun ihtiyaclarına mâlik olan zengin bir kimsenin, vakitlerini ibâdetle geçirmesi, para kazanmakdan daha sevapdır. İhtiyacı olmıyanların mal kazanmak için uğraşması sevap değildir. Hatta kalbini dünyaya bağlamak olur. Dünyaya bağlamak ise, bütün günahların başıdır. Malı olmıyan, fakat, vazîfe görüp maaş alanların da, mal kazanmak için ayrıca uğraşmaması daha iyidir. Meselâ ilim adamlarının, millete ilim öğretmesi, yani din âlimlerinin, tabîblik, hâkimlik, gibi her türlü faydalı ilimleri bilenlerin ve tesavvuf büyüklerinin, yani kalb gözü açılmış olanların ihtiyacları, hükûmetce veya hayır müesseseleri ve hayır sâhibleri tarafından istenmeden veriliyorsa, bunların halkı irşâd etmeleri, onlara yardım etmeleri, mal kazanmakdan daha sevaptır. Fakat, zaman değişir, bunlara, istemeden, boyun bükmeden birşey verilmez olursa, bunların da çalışarak kazanması daha iyi olur. Çünkü, istemek haramdır. Ancak zaruret hâlinde mubah olabilir. Mal kazanırken helâle, harama dikkat edenin, yani Allahü teâlâyı unutmıyanın, helal kazanması daha iyidir. Çünkü bütün ibâdetlerin rûhu, özü, Allahü teâlâyı hâtırlamakdır. İnsanların en faydalısı 12.2.2003 İnsanın kendine, evlâdına ve ıyâline ve borclarını ödemeğe lâzım olanları helaldan kazanması farzdır. Bunun için çalışan sevap kazanır. Özürsüz terk edene azâb yapılacaktır. Kendilerine nafaka verilmesi vâcib olanlara “Iyâl” denir. Borc ödemek farzdır. Ödeyemeden vefât edenin, ödemek niyeti varsa, günahlı olmaz. Hadis-i şerifte, “Beş vakit namazı kıldıkdan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümana farzdır” buyuruldu. Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hepsi, çalışıp kazanmışlardır. Çalışmayıp, câmi’de oturarak, Allaha tevekkül ediyorum diyene inanmamalıdır. Bu, çalışmağı terk ettiği için, günah işlemektedir. Sâlih değil, fâsıktır. Bunun kalbi, Allahü teâlâya değil, kulların mallarına bağlıdır. Önce sebebe yapışmak, sonra bu sebebin tesîrini Allahü teâlâdan beklemek emir olundu. Muhtac olduğu malı kazandıkdan sonra, fazla çalışmayıp, ibâdet etmek câizdir. Bunun için, çalışmayıp ibâdet edene sû-i zan etmemeli ve kötü bilmemelidir. İkisi de haramdır. İhtiyacdan fazla çalışıp, kazandıklarını, senelerce saklamak mubahdır. Saklamayıp hayra, hasenâta sarf etmek müstehabdır. Nâfile ibâdetlerden daha sevapdır. Hadis-i şerifte, “İnsanların iyisi, insanlara faydası olanlardır” buyuruldu. Öğünmek için, kibirlenmek için, ihtiyacdan fazla kazanmak haramdır. Görülüyor ki, çoluk çocuğunun nafakalarını ve borçlarını ödemek için çalışıp, helâl kazanmak, nâfile ibâdetleri yapmakdan katkat daha sevaptır. Hadis-i şerifte, “Eshâbım için fakirlik saadettir. Âhır zamandaki ümmetim için, zenginlik saadettir” buyuruldu. Zaruret olmadan birşey istemek haram olduğu gibi, ücretsiz olarak başkasına iş gördürmek de haramdır. Başkasının çocuğuna iş gördürmek ise, daha büyük günahdır. Hz. Abdüllah ibni Abbâs diyor ki, çocuklarla oynuyordum. Ansızın Resûlullah geldi. Kapı arkasına saklandım. Yanıma gelip, avucu ile sırtımı okşadı. “Git bana Mu’âviyeyi çağır” buyurdu. Bu hadis-i şerife göre, çocukların, haram olmıyan oyunları oynaması ve çocuğa birisini çağırmak için güvenilmesi ve ufak işlerin yapdırılması câizdir. Kendi küçük oğlunu ve kızını ve torunlarını bir işte kullanmak, fakir olana veya çocuğu yetişdirmek için olursa câizdir. Çocuğun, babasına hizmet etmesi vâcibdir. “Helâl kazanmak farzdır” 13.2.2003 Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Helâl kazanmak her Müslümana farzdır”. Helâl kazanabilmek için, önce helâli öğrenmek lâzımdır. Helâl ve haram meydandadır. İkisi arasında şübheli olanları tanımak güctür. Şübhelilerden sakınmıyan, harama düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilimdir. Müminûn sûresi, elliikinci âyetinde meâlen, “Ey Peygamberlerim. Helâl ve temiz yiyiniz ve bana lâyık ibâdetler yapınız!” buyuruldu. Resûlullah efendimiz bunun için, “Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helâl yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nûr ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini, kalbinden giderir”. Dünyalık kazanmak için çalışmak günah değildir. Dünyalık sevgisi, dünyaya gönül bağlamak günahdır. Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” dedi ki, “Yâ Resûlallah, Düâ buyur da, Allahü teâlâ, benim her duâmı kabul etsin!”. Cevâbında buyurdular ki, “Düâ kabûl olmak için, helâl lokma yiyiniz!”. Bununla ilgili diğer hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: ”Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp düâ ederler. Böyle düâ, nasıl kabûl olunur?” “Haram yiyenlerin ne farzları, ne de sünnetleri kabûl olmaz” (Yani sevapına kavuşamazlar.) “On liralık elbisenin, bir lirası haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz”. “Haram ile beslenen vücûdün ateşde yanması daha iyidir” “Malın helâlden mi, haramdan mı geldiğini düşünmiyenler, Cehenneme, neresinden atılırsa atılsınlar, Allahü teâlâ, onlara acımıyacaktır”. “İbâdet on kısmdır, dokuz kısmı, helâl kazanmakdır”. Hz.Ebû Bekir, hizmetcisinin getirdiği sütü içti. Sonra helâlden olmadığını anlayınca, parmağını buğazına sokarak kay etti. O kadar zahmetle çıkardı ki, ölüyor sandılar. Sonra, “Yâ Rabbî! Elimden geleni yapdım. Midemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!” diye yalvardı. Hz. Ömer de, Beyt-ülmâla âid zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı. Abdüllah bin Ömer buyurdu ki, “Kanbur oluncıya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncıya kadar oruc tutsanız, haramdan kaçınmadıkca, kabûl edilmez, faydası olmaz”. Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, “Haram para ile sadaka veren, câmi’ yaptıran, hayrât yapan kimse, kirlenmiş elbiseyi idrâr ile yıkıyan kimseye benzer ki, daha çok pislenir”. Hakîkî imana kavuşmak için 14.2.2003 Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki; “Hakîkî imana kavuşmak için, dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeble yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmiyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünciye kadar devam etmeğe sabretmek. Veheb ibni Verd hazretleri, nereden geldiğini anlamadan birşey yimezdi. Birgün annesi, buna bir bardak süt vermişti. Sütü nereden aldığını ve parasını nereden verdiğini ve kimden aldığını sordu. Hepsini anlayınca, bu koyun nerede otlamış dedi. Müslümanların hakkı bulunan bir yerde otlamıştı. Sütü içmedi. Annesi, oğlum! Allah sana rahmet etsin, iç! dedi. Ona günah işlemekle rahmetine kavuşmak istemem, dedi ve içmedi. Bişr-i Hâfîye “kuddise sirruh”, ne yiyip, nereden geçiniyorsun? dediklerinde, “Herkesin yediği yerden. Ama, yiyip de gülen ile, yiyip de ağlıyan arasında çok fark vardır” buyurdu Yahyâ bin Mu’az buyuruyor ki, “Allahü teâlâya itâ’at etmek, bir hazîneye benzer. Bu hazînenin anahtarı duâ, anahtarın dişleri de helâl lokmadır”. Haram yiyenlerin yedi azâsı, istese de, istemese de günah işler. Helâl yiyenlerin azâsı, ibâdet eder. Hayır işlemesi kolay ve tatlı gelir”. İslam büyükleri, “Kırk gün şübheli lokma yiyenin kalbi kararır ve lekelenir” buyurmuşlardır. Abdüllah ibni Mübârek buyuruyor ki, “Şübheli olan bir kuruşu sâhibine geri vermeği, bin lira sadaka vermekten daha çok severim”. Helâlin ve haramın dereceleri vardır. Bazı şey helâldir, bazısı helâl ve güzeldir. Bazısı da daha güzeldir. Haramların da bazısı çok fenâ, bir kısmı ise az fenâdır. İslamiyetin haram dediği şeylerden kaçınmak, en aşağı derecedir. Meselâ, birinin malını, fâsid satış ile, gönül rızâsı ile satın almak haramdır. Fakat, zorla gasb etmek, daha haramdır. Yetîmden, fakirden almak ise, daha şiddetli haramdır. Fâiz ile satın almak, hepsinden ziyade haramdır. Haramın şiddeti ne kadar fazla ise, cezâsı da, o kadar çok olur. Nitekim, şeker hastasına bal zarar verir. Fakat şeker daha çok zararlıdır. Şekeri çok yemek, az yemekden daha zararlıdır. Helâllerin, haramların hepsini, fıkıh okuyanlar bilir. Herkesin kendisine lazım olduğu kadarnı ilmihal kitaplarından alışveriş ilimlerini öğrenmesi lâzımdır. Haramlardan o kadar çok korlardı ki... 15.2.2003 İslam büyükleri haramlardan çok korkarlardı. Bunun için, haram ve şübheli olmayıp, helâl olup, fakat şübheli veya harama sebeb olmak korkusu olan şeylerden de sakınmşlardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bir kimse, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlükesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!” Hz.Ömer buyurdu ki, “Bizler harama düşmek korkusu ile, helâllerin onda dokuzundan kaçındık”. Bunun içindir ki, yüz dirhem gümüş alacağı olan bir kimse, doksandokuz dirhem alırdı. Ağır gelmek korkusundan, tamamını alamazdı. Hz. Hasan, çocuk iken zekât malından ağzına bir hurma koymuştu. Resûlullah efendimiz, “Pis pis, onu at!” buyurmuşdu. Halîfe Ömer bin Abdül’azîzin yanına ganimet eşyasından misk getirdiler. Burnunu tıkadı. Bunun fâidesi kokusudur. Bu ise, Müslümanların hakkıdır dedi. Büyüklerden biri, bir gece, bir hastanın başında bekliyordu. Hasta ölünce kandili söndürdü. Kandilin yağı, şimdi vârislerin hakkı oldu dedi. Hz.Ömer, ganîmet malından bir parça miski evine bırakmıştı. Birgün eve gelince, âilesinin baş örtüsünden misk kokusu duydu ve sordu. Miski yerine koyuyordum, elim kokdu. Elimi baş örtüme sürdüm deyince, Hz.Ömer, baş örtüsünü alıp iyice yıkadı, kokusu kalmayınca geri verdi. Bunun zararı yok idi. Fakat, âdet olmasını önlemek istedi. Haram korkusu ile helâli terk ederek, müttekîler sevapına kavuşmak istedi. Ahmed bin Hanbelden sordular ki, hadis-i şerif yazılı bir kâğıd bulan kimse, sâhibine sormadan, bunun kopyasını alabilir mi? Hayır dedi. İnsan, mubah olan dünya işlerine çok dalarsa, şübheli olanları yapmağa başlar. Belki, helâlden çok yiyen, müttekîlerin derecesine eremez. Çünkü, mide helâl ile dolunca, şehvet harekete gelir. Câiz olmıyan şeyler yapılabilir. Kadınlara, kızlara bakmak tehlikesi baş gösterir. Zenginlere, mal, mülk, mevkı’ sâhiblerine imrenerek bakmak da, dünya hırsını artdırır. Onlar gibi olmak ister. Haram toplamağa başlar. Bunun içindir ki, Resûlullah, “Dünyaya gönül bağlamak, günahların başıdır” buyurdu. Yani mubah olan şeylere düşkün olmak, kalbi dünyaya çevirir. Çok mal toplamak ister. Bunu da, günah işlemeden yapamaz. Mal toplamağı düşündükce, Allahü teâlâyı unutmağa başlar. Bütün günahların başı; gaflet 16.2.2003 Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, birisi ile birlikde evin kapısında duruyordu. Önlerinden, süslenmiş bir adam geçdi. Arkadaşı, bu adama bakarken, Süfyân mani olup, eğer sizler bakmamış olsanız, böyle israf yapmaz idi. Bunun israf günahına, siz de ortak oluyorsunuz buyurdu. Sıddîklar, harama sebeb olmak korkusu bulunmıyan helâllerden de sakınır. Bunları meydana getiren sebeblerden birine haram karışmış olmasından çekinirler. Meselâ, Bişr-i Hâfî, zalim sultânların veya adamlarının yaptırdığı çeşmelerden su içmezdi. Bazıları, hacca giderken, sultânların yapdırdığı su kanallarından sulanmış bağların üzümlerini yemezdi. Birinin yolda, na’lını kopmuşdu. Sultân geçiyordu. Gece, onun ışığı ile, na’lınını bağlamadı. Bir gece, bir kadın iplik iğriyordu. Sultân geçdi. İpliğini sultân ışığı ile bükmemek için, sultân geçinceye kadar işlemedi. Zünnûn-i Mısrîyi habsetmişlerdi. Günlerce aç kalmıştı. Bir kadın, iplik parası ile hâzırladığı yemekden gönderdi. Yemedi. Kadın işitince, üzüldü. Helâl para ile yapdığımı biliyorsun, niçin yimedin dedi. Evet yemek helâl idi. Fakat, zâlimin tabağı içinde getirdiler buyurdu. Yemeği zindâncıların tabağında getirmişlerdi. Zâlimden kaçınmak lâzımdır. Zâlim, başkasının hakkını kullanandır. Haram yemekdedir. Fakat, fasık günahkar böyle değildir. Meselâ zinâ yapan kimsenin kazancı zinâdan değildir ki, haram olsun. Haramdan sakınmak vera’dır. Yoksa çamaşır yıkarken, su kullanırken, acaba temiz mi diye vesvese etmek, vera’ değildir. Sıddîklar, böyle vesvese yapmazdı. Her buldukları su ile abdest alırlardı. Elbisenin, suyun temizliğinde vesvese etmek, gösteriş yapmağa yaklaşır ve nefsin hoşuna gider. Yahyâ bin Mu’âz ilâc içmişti. Hanımı, odada biraz dolaş dedi. Gezmeğe bir sebeb göremiyorum. Otuz senedir hesâb ediyorum. Allah rızâsı için olmıyan bir hareketde bulunmadım dedi. Bunlar, din için niyet etmedikce hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmaları niyeti iledir. Her sözleri, Allah içindir. Başka niyetleri haram bilirler. Resûlullah efendimiz buyurdu ki, “İnsanların en kötüsü, köşkler, çeşitli yemekler, renkli elbiseler içinde, boş oturup, herkese hoş gelen, lüzûmsuz sözlerle vakit geçirenlerdir”. “Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!” 17.2.2003 Çok kimseler, dünya malını, hep haram sanır. Bazısı da, dünyadaki şeylerden çoğu haramdır der. Burada, insanlar üç türlüdür: Bir kısmı ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şübheli olmıyan şeyleri yeriz der. Bir kısmı da, tenbel, miskîn oturup, her istediğimizi yeriz, hiçbirşey ayırd etmeyiz der. Üçüncü kısım, herşey yemeli ama, lüzûmu kadar, der. Bunların üçü de yanılmakdadır. Doğrusu şöyledir ki; “Helâl meydandadır. Haram meydandadır. Şübheliler ikisi arasındadır. Kıyâmete kadar böyledir”. Nitekim, Resûlullah böyle buyurmuştur. Dünya malından çoğu haram diyen yanılıyor. Evet, haram çoktur. Fakat, daha çok değildir. Çok başkadır, daha çok, başkadır. Nitekim, hasta çoktur, tüccar çoktur, asker çoktur. Fakat, insanların çoğu değildir. Zâlimler çoktur. Ama mazlûmlar daha çoktur. Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, “Muhakkak helâl olan, Allahü teâlânın helâl bildiği şeyleri yiyiniz!” diye emir olunmadı. Bunu kimse yapamaz. “Helâl olduğunu bildiğinizi yiyiniz!” denildi. Haram olduğu meydanda olmıyan şeyleri yeyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir müşrikin destisinden abdest aldı. Hz.Ömer, hıristiyan kadının destisinden abdest aldı. Eshâb-ı kirâm, kâfirlerin verdiği suyu içerlerdi. Hâlbuki, pis, necs olan şeyleri yimek haramdır. Kâfirler ise, çok kerre pis olur. Elleri ve kapları şarâblı olur. Hepsi leş yer. Yani, Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip başka sûretle öldürülen hayvanları yerler. Fakat, pisliği görülmedikce, temiz deyip yirlerdi. Aldıkları kâfir şehirlerinde, kitaplı kâfirlerden et, peynir satın alır, yerlerdi. Hâlbuki, o şehirlerde Müslüman olmıyanlar arasında içki satan, fâiz alıp veren ve dünyaya gönül bağlıyan yok değildi. Bir kimsenin sâlih mi, fâsık mı belli değilse, meselâ, bir köye gidince, herkesle alış veriş etmek câizdir. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu kabûl etmelidir. Haram olduğunu gösteren bir nişân bulunmadıkca, helâl bilmeli ve satın almalıdır. İyi, sâlih bilinen kimselerin malını yemek câizdir. Yimemek vera’ olmaz. Belki vesvese olur. Yemediğin için, o kimse incinirse, yimemek günah olur. Sâlih kimselere sû’i zan, yani kötü gözle bakmak günahdır. Zâlim kimselerden, hırsızlardan, malının hepsi veya çoğu haramdan olan kimselerden birşey almak câiz değildir. Ancak, helâl olduğu bilinen veya helâl alâmeti bulunan kimsenin malını satın almak câiz olur. “Her yıl daha kötü olacaktır” 18.2.2003 Zamanımızda helâl ve haramı gözetmek, hatta Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok güc oldu. Bu fetvâya göre, malının çoğunun helâl olduğu sanılan kimsenin verdiği hediyyeyi almak, onunla alış veriş ve kirâlamak câiz olur. Malının çoğu helâl olduğu sanılmıyan kimse ile bunlar câiz olmaz. Çünkü, haram olduğu bilinen mal elden ele geçince, haramlığı yok olmaz. (Kâdîhân) fetvâsında diyor ki, “Zamanımızda, şübheli maldan sakınmak imkânsız oldu. Müslümanların, haram olduğunu iyice bildiği şeyden sakınmaları vâcibdir”. Şimdi ise, iş daha güc oldu. Çünkü hadis-i şerifte, “Her yıl, kendinden önceki yıldan daha kötü olacaktır” buyuruldu. Bunun için herkesin elinde bulunan malı onun mülkü bilmekdir. Gasb, zulüm, rüşvet, hırsızlık, fâiz, harac ve hıyânet yollarından biri ile alkollü içki satarak ele geçdiği açıkca bilinen bir malı onun mülkü olmaz. Başka malları, mülkü kabûl edilir. Onları verince almak haram olmaz. Gasb edilmiş veya hırsızlık, hıyânet gibi haram yoldan elde edilmiş olduğu bilinen bir malı, hediyye, sadaka ve ücret olarak almak, kirâ ile kullanmak helâl değildir. Yalnız vârisin, mal sâhiblerini bilmediği zaman, mîrâs kalan böyle malları alması helâl olur. Malın böyle haram olduğu iyi bilinmezse, herkesin alması câiz olur. Malının çoğu helâl olup, haram da karışık bulunan kimsenin malı helâldir. Bunlarla alış veriş etmek câiz ise de, etmemek kıymetli vera’dır. Zulüm ile alınan maldan hayır gelmez. Bunun için zâlim olduğu bilinmiyen, malı belli olmıyan, fakat üzerinde zâlimler alâmeti bulunan kimselerden uzak durmalıdır. Bunların, ellerindeki malın helâl olduğu bilinmedikce, bunlarla alış veriş etmemelidir. Fasık, yani günahkar olan, meselâ, ipek elbise giyer, altın yüzük veya saat gibi haram kullanır. İçki içer. Fakat, yaptıklarının günah olduğuna inanıyor, kendilerini suçlu biliyorlarsa, bunlarla alışveriş haram olmaz. Çünkü, günah işlemekle malları haram olmaz. Ancak, günahdan kaçmıyan, haram maldan da kaçınmaz denilirse de, bu düşünce ile, malına haram denilemez. Zâten, kimse günahsız değildir. Günah işleyip de, kul hakkından korkanlar çoktur
.
MEŞHURLARIN SON SÖZLERİ
MEŞHURLARIN SON SÖZLERİ -------------------------------------------------------------------------------------------------- Sevgili Peygamberimiz; MUHAMMED ALEYHİSSELAM’ın son sözleri Alemlerin efendisi, hastalığı ağırlaşıp, şiddetli ağrılarının olduğu gün, Eshabını mescidde toplayıp,“Ey Eshabım! Bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa, benden istesin. Benim yanımda sevgili olan, benden hakkını istesin veya helal etsin ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım” buyurdu. Sonra evine çekildi. Alemlerin efendisi, artık son anlarını yaşıyordu, mübarek dudaklarından, “Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!.. Ey Allah’ım! Beni yarlıga! Bana rahmetini ihsan eyle!.. Beni Refik-i ala zümresine kavuştur!..” cümleleri döküldü. Cebrail aleyhisselam gelince de ona; “Allahü teâlâ kat üç muradım vardır: Biri; ümmetimin günahkarlarına beni şefaatçı etmesi, ikincisi; dünyada yaptıkları günahlardan dolayı onlara azab etmemesi, üçüncüsü; Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin bana arzedilmesidir.” buyurdu. Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan, bu üç arzusunun da kabul edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladı. Son nefesinde bile “Namaza! Namaza! Ellerinizdeki kölelerinize...” diye tavsiyede bulunmaktan geri durmamakta idi. eygamberimizin en son sözü “Kadınlarınız ve ellerinizdeki köleleriniz hakkında Allah’dan korkunuz!” buyruğu oldu. Rebiül’evvel ayının on ikinci Pazartesi günü kuşluk vakti, Hz. Aişe, şifa bulması için dua edince, Peygamberimiz “Hayır! Ben, Allah’dan, Refik-ı ala zümresine katılmayı Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı dilerim!Ey Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur! Ey Allahım! Bana, rahmetini ihsan et! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur!” diyerek duaya devam ediyordu. Sonra, gözü evinin tavanına doğru dikildi ve “Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kat!” diye dua etti. Sonra da gözlerini kapadı... Veda hutbesi Peygamber efendimiz, miladi 632 hicri 10 yılında, Zilkade ayında hac için hazırlık yapmalarını emir buyurdu. Kırkbini aşkın, Eshabıyla o sene hacca gitti. Arefe günü, Arafatta, devesi Kusva üzerinde, hutbe irad etti. Bu hutbeye Veda Hutbesi denildi. Çünkü bu seneden sonra, bir daha hac etmek nasip olmadı. İşte bu hutbesinde, Resûlullah efendimiz, şöyle buyurdu: Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemiyeceğim. Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur. Eshabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bu günkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulanmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur. Eshabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, o ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allahü teâlânın emriyle, faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü, ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmuttalib’in oğlu (amcam) Abbas’ın faizidir. Eshabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib’in torunu (amcamoğlu) Rebia’nın kan davasıdır. Ey insanlar! Harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki, küfürde çok ileri gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene, helal olarak kabul ettikleri (bir ayı), öbür sene haram olarak ilan ederler. Cenab-ı Hakk’ın helal ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yaparlar. Onlar, Allahü teâlânın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram ederler.Hiç şüphe yok ki, zaman, Allahü teâlânın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür. (Devamı yarın) Veda hutbesi (2) Ey insanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurma gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız! Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları, Allahü teâlânın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile mahremiyetinizi, sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini te’min etmenizdir. Ey müminler! Size bir emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet, Allahü teâlânın kitabı Kur’an-ı kerimdir. (Başka rivayetlerde; “Sünnetim” ve “Ehl-i beytim” diye de bildirilmiştir.) Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz! Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun. Eshabım! Nefsinize (kendinize) de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır. Ey insanlar! Allahü teâlâ her hak sahibine hakkını (Kur’an-ı kerimde) vermiştir. Varise, vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahud efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allahü teâlânın gazabına, meleklerin ve bütün Müslümanların lanetine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adalet ile şehadetlerini kabul eder. Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!...” Eshab-ı kiram; “Allahü teâlânın dinini tebliğ ettin. Vazifeni yerine getirdin. Bize vasiyet ve nasihatte bulundun, diye şehadet ederiz” dediler. Bunun üzerine Resul-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübarek şehadet parmağını kaldırarak cemaat üzerine çevirip indirdiler ve; “Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab!” buyurdular. Hz. Ebu Bekir’in son sözleri Hz. Ebû Bekir’in hastalığı ağırlaşmıştı. Mescide çıkamıyordu artık. Ziyaretine gelenlere o gece gördüğü rüyasını anlattı: “Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem’i rüyada gördüm. İki beyaz elbiseyi giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyorum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti. “Yâ Ebâ Bekir, seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı” buyurdu. Uykuda o kadar ağlamışım ki, evdekiler uyanmışlar. Sonradan bana söylediler. Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim...” Rüyasını anlattıktan sonra Eshab-ı kiramın ileri gelenleri ile istişare edip, hazret-i Osman’a şu vasiyeti yazdırdı: “Ben Ömer ibni’l Hattab’ı hilafete seçtim. Onu dinleyin, ona itaat edin. Sizin için hayırlı olanı tespitte kusur etmedim. Eğer sabır ve adaletle hükmederse beni tasdik etmiş olur. Böyle yapmazsa ben gaybı bilemem, mazurum. Ben ancak hayır murad ettim. Herkes amelinin cezasını bulur. " Kendisinden nasihat istediklerinde,” Yakında size pek ziyade rızık kapıları açılacak. Birkaç günlük ömre aldanıp da yarın Cenab-ı Hakkın huzurunda mahcub olmayın” buyurdu. Hazret-i Ömer, halifeliği müddetince, devlet malı olarak yanında, sadece bir köle, bir deve bir de kaftan bulundurmuştur. Vefat etmeden önce kızı Hz. Aişe’ye şunları söyledi: “ Halife olalıdan beri, Müsümanların parasını kullanmadım. Herkesin yediği sıradan yemekleri yedim. Kaba elbiseler giydim. Devletin malı olarak, Müslümanların ihtiyaçlarını görmek için, bir köle, bir deve bir de kaftan kullandım. Vefatımdan sonra bunları Ömer’e gönder.” Hazret-i Ömer’i çağırıp şunları söyledi: “Ben ümit ediyorum ki, bu gün vefat ederim.Sen hemen halkı cihada davet eyle! Dinin emrini yerine getirmede sizi hiçbir musibet mani olmasın. Resulullahın vefatında benim ne yaptığıımı gördün. Halbuki insanlara onun gibi bir musibet görmemişlerdi...” Dediği gibi oldu. O günün gecesi akşam ile yatsı arasında hasret kaldığı Resulullaha kavuştu. Son sözü: “ Teveffeni Müslimen ve elhıknî bissalihıyn” (Yusuf/101)yani, Ya Rabbi, Müslüman olduğum halde ruhumu al ve beni salihlere ilhak eyle!” ayeti oldu. “Müminlerin sığınağı idin!” Hazret-i Ebu bekir vefat edince, herkes ağladı. Hz. Ali, ölüm haberini işitince, ağlayarak geldi kapı önünde durup şunları söyledi: Yâ Ebâ Bekir! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşâviri idin. Önce İslâma gelen sensin. Senin imânın, hepimizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah’dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idi. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullahın huzurunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na en yakın, sen oldun. İkrâmda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O’na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O’nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda, O’nun huzurunda, harplerde, O’nun yanında idin, O’nun ümmetinin halifesi, O’nun dininin kouyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Resulullahın yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en beliği, edibi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlünh erkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslâma sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, af edici baba idin. İslâm’ın ağır yükünü sen taşıdın. İslâm’ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münafıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler vresin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun” Eshâb-ı kirâmın hepsi, sessizce, Hz. Ali’nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı. “Kendinizi iyi tanıyın!” Hazret-i Ebu Bekir şu nasihatlarda bulundu: “Size her işte, her durumda Allahü teâlâdan korkmanızı nasihat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen durumlarda da hakikate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelam hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helâk olmuştur. Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!.. Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah’ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın.Çünkü, Allahü teâlâ, “ Mahşer gününde herkes,dünyada hayır ve kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyendir.” O halde, Allah’tan korkun, O’nun emir ve yasaklarına iyice kulak verin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzuruna mutlaka çıkarılacak ve küçükbüyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgul olun. Allah’ım! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allahım, sana boyun eymemiz hususunda bize yardımcı olu! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!” “Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanı pişman olur. “ “Allah’tan Af ve afiyet isteyiniz. Çünkü, mümine İslamdan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Allaha teâlâ size dünyayı fethettirecek, açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!” Hazret-i Ömer’in son sözleri Hz. Ömer, 645 yılının son ayında Ebû Lü’lü Firuz adında Yahudi bir köle tarafından namaz kılarken şehid edildi. Bu köle Hz. Ömer’e gelip efendisinden alınan verginin çok olduğunu iddia etti. Hz. Ömer, “Senden alınan miktar fazla değildir” dedi. Hz. Ömer’in bu sözüne razı olmayıp, düşmanlık gösteren Firuz, Hz. Ömer’e kastetmeyi plânladı. Görünüşteki sebep böyle görünmekle beraber işin isası böyle değildi. İran casusu olarak aldığı emri yerine getiriyordu. Hz.Ömer bir gün esnaf teftişinde iken, Firuz’a, “ Duydum ki, senin değirmen yapmanda üzerine yokmuş” deyince, “ Şayet sağ kalırsam,sana öğle bir değirmen yapacağım ki, doğda ve batıda herkeks ondan bahsedecek” demişti. Hz. Ömer ‘de, “ Vallahi bu beni tehdit etti” buyurmuştu. Buna rağmen açıkca suç teşekkül etmediği için cezalandırmamıştı. Hz Ömer ile vergi tartışmasından bir gün sonra elbisesi içine bir hançer saklayıp, sabah namazı vaktinde mescide girdi. Beklemeye başladı. Hz. Ömer safları düzeltip tekbir alarak namaza durur durmaz, Firuz yerinden fırlayıp Hz. Ömer’e arka arkaya altı darbe vurdu. Darbelerden biri karnına isabet etti. Firuz bir kişiyi daha yaralayıp kaçtı ve yakalanmadan önce intihar etti. Hz. Ömer evine kaldırıldıktan bir müddet sonra ayılıp “Katilim kimdir? diye sordu. Ebû Lü’lü Firuz olduğu söylenince “Allah’a şükürler olsun ki bir Müslüman tarafından vurulmadım...” dedi. Ağır öldürücü bir darbe alan Hz. Ömer’e kendisinden sonra oğlu Abdullah bin Ömer’i halife tayin etmesi iistenince, “Bir aileden bir kurban yeter!” buyurdu. Kendinden sonra halife olacak kimsenin tayini için Eshâb-ı kirâmdan, Cennet ile müjdelenenlerden altı kişiyi seçti. Bundan sonra oğlu Abdullah’a “Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’ye git ve O’na Ömer İbni Hattab’ın selâmını söyle, müminlerin emiri deme, ben bugün müminlerin emiri değilim. O’na Ömer, sahibinin yanına defnedilmek için izin istiyor de!” buyurdu. Hz. Âişe, izin verince “Bu benim en büyük dileğimdi” buyurarak çok memnun oldu. Vefat ederken oğluna, “Başımı yastıktan al da yere koy, umulur ki, Cenab-ı hak, beni bu halimden dolayı merhamet edip affeder!” Yaralandıktan yirmidört saat sonra kelime-i şehadet getirerek vefat etti. “Nimetin kıymetini bilin!” Hz. Ömer, kuru arpa ekmeği yer, kalın kumaşlardan elbise giyerdi. Zamanında çok fetihler oldu. O’nun zamanında sekiz bin câmide Cum’a namazı kılınıyordu. Her nereye asker gönderse, zafer bulup, sağ salim olarak ganimetle dönerdi. Ordusunun mağlup olduğu görülmemiştir. Çünkü çok hazırlıklı, tedbirli ve adâletli hareket ederdi. Kuvveti, adâleti, askerleri üç kıtayı titreten İslâm halifesini görmeye gelenleri hayrette bırakmıştı. Kudüse geldiğinde orada bir hutbe okudu ve buyurdu ki: “Allahü teâlâ, bizi İslâm dini ile şerefli kıldı. Muhammed aleyhisselâm ile doğru yolu gösterdi. Bizden dalâleti, sapıklığı kaldırdı. Buğz ve adavetten, ayrılık ve tefrikadan uzaklaştırdı. Ey müslümanlar, bu büyük nimete hamd ediniz. Zirâ böyle yapmamız, nimetin artmasına sebep olur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki: “Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” Sizlere kendisinden başka her şey fâni olan, kendisi Bâki olan, Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. O’na itaat eden evliyasından olur. O’na isyan edenin ahireti yok olur. Ey insanlar, mallarınızın zekâtını veriniz, böylece kalblerinizi ve nefislerinizi temizlersiniz. Allah’tan başka hiçbir mahluktan karşılık ve teşekkür beklemeyiniz. Öğütlerimi iyi anlayınız. Akıllı olan dinini muhafaza eder. Saîd olan başkasının nasihat ve öğüdünü kabul eder. İslâmiyete, Resûlullah’ın sünnetine yapışınız. Kur’ân-ı kerîm’in emirlerine uyunuz. Zira O’nda dertlere deva ve sevâb vardır.” Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir’dir. Ondan sonra Hz. Ömer’dir. Hadîs-i şerifte buyuruldi ki: “Cebrâil bana gelip dedi ki: “Ömer’in ölümü üzerine bütün İslâm âlemi ağlayacaktır.” Hz.Ömer’in nasihatı: “Sâdık arkadaşlar bulun ve onların arasında yaşayın. Dürüst ve samimi arkadaşlar, darlıkta yardımcı, genişlikte süs ve zinetdirler. Dostunun sana düşen işini güzel bir şekilde gör ki, lüzumunda, sana daha güzeli ile karşılıkta bulunsun. Düşmanlarından uzaklaş, her dosta bel bağlama, ancak emin olanları seç. Emin olanlar, Allahü teâlâdan korkanlardır. “İzzeti, şerefi başka yerde aramayız!” Hz.Ömer’in güzel sözleri: “Hz. Ömer bir defasında Şam’a gitmişti. Orada giydiği eski elbiselerden dolayı söz edildiğini duyunca “Biz İslâmiyet ile izzet bulduk, izzeti, şerefi başka yerde aramayız.” buyurdu. Yolu bir mezbeleden geçse, orada durur ve: “İşte hırsla sarıldığımız dünya” derdi. Dul kadınlara, yetimlere sırtında un taşırdı. Bu halini gören biri: Bırakın biz taşıyalım deyince, Hazreti Ömer: “Ya kıyamet günü günahımı kim taşır” buyurdu. “Allah’a itaat eden büyük zatların sözlerine dikkat edin. Çünkü onlara Allah tarafından gerçekler tecelli eder ve onu konuşurlar.” “Çok gülenin heybeti azalır. Çok şaka yapan eğlenceye alınır. Bir şeyi çok yapan onunla tanınır. Çok konuşan çok yanılır, hataya düşer. Böyle kimsenin hayâsı azalır. Hayâsı azalan şüpheli şeylerden az kaçınır. Şüpheli şeylerden az kaçınanın kalbi ölür.” “Hakkımda hangisinin daha hayırlı olduğunu bilemediğim için darlık (fakirlik) ve bolluk (zenginlik) günlerimin hiçbirine aldırış etmedim.” “Amellerin efdali farzları yapıp haramlardan kaçınmak ve Allah katında sâdık niyyetdir.” “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan önce tartınız.” “Âhiret işlerinde zarar etmektense, dünyaya ait işlerde zarar ediniz. Böylesi sizin için daha hayırlıdır.” “Tevbe edenlerle oturun, onların kalbleri yumuşak olur.” “Tevazunun başı, bir müslüman ile yolda karşılaşırsan ilk önce selamı senin vermen, bir mecliste en geride oturmaya razı olman ve şöhretten uzak durmandır.” “İnsanların en cahili, ahiretini başkasının dünyası için satandır.” “Allahü teâlâ başkasına acımayana acımaz, affetmeyin affetmez, özür kabul etmeyenin özrünü kabul etmez.” “Tevbe’den maksad günahı bilip yapmamaktır. Amel-i salihte bulunmaktan maksad, kendini beğenmemektir. Şükürden maksad, aczini itiraf edip kulluğu bilmektir.” “Mescidde oturan kimse, Allahü teâlâ’nın huzurunda bulunuyor demektir.” “Helâlin onda dokuzunu harama düşmek korkusu ile terk ederdik.” “Bana ayıplarımı, kusurlarımı söyleyen kimse Allahü teâlânın merhametine kavuşsun.” Hazret-i Osman’ın son sözleri Dört büyük halifeden Hz. Osman zamanında fitne, anarşi hızla yayılmaya başlamıştı. İslâm düşmanları, çeşitli dedikodular çıkararak, fitne ve fesadı yaymak teşebbüsüne geçtiler. Fitnenin ve fesadın en büyük kaynağı Mısır’da idi. Buradaki fitne hareketini, Yemenli bir Yahudi olan Abdullah İbni Sebe adındaki bir münafık yapıyordu. Kurduğu gizli teşkilâktla, cahil ve başı boş Mısır kıbtilerini aldatarak bir çapulcu alayı topladı. Âsilerden onüçbin kişi, Medine-i münevvere şehrini sarmağa kadar ileri gidip, halifeye, hilâfetden çekilmesini zorladılar. Hz.Osman ise, “ Resulullahın bana giydirdiği elbiseyi, elimle çıkarmam” buyurdu. Fakat, âsîler ısrarlıydılar.Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Kuşatma, kırk gün devam etti. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Abdullah bin Selam hazretleri bu hali şöyle anlatır: “Kuşatmada altında bulunan Hz. Osman’ı ziyaret etmek üzere yanına gittim. Bana rüyasını anlattı: “Kardeşim bu gece rüyamda şu pencereden Resûl-i Ekrem’i gördüm bana “Osman seni muhasara ettiler öyle mi?” diye sordu. Ben de “Evet yâ Resûlallah” dedim. Resûl-i Ekrem “Seni susuz bıraktılar, öyle mi?” diye tekrar sordular. Ben de “Evet yâ Resûlallah” dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem bana bir bardak su verdi ve ben de o suyu içtim. Hatta soğukluğunu göğsümde duyarcasına kandım. Sonra Resûl-i Ekrem bana “İstersen seni onlara galip getirelim. İstersen iftarı bizim yanımızda yap” buyurdu. Ben de Resûl-i Ekrem’in yanında iftarı tercih ettim” dedi. Hz. Osman âsilere sordu: “ Benim de orada bulunduğum bir zamanda Efendimiz, “Ey Şebir dağı dur. Zira senin üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehidden başka kimse yoktur” buyurmadı mı? “ Onlar: “Vallahi doğru söylüyorsun” dediler. Hz. Osman “Allahü Ekber” diye tekbir aldıktan sonra: “Kâ’be’nin abbi hakkı için şahid olun ki, ben şehidim” dedi. Şam valisi Hz. Muaviye, işin ciddiyetini görerek, asker gönderme teklifinde bulununca,”Hasbünallah ve ni’mel vekil” Allah bana kafidir, O ne güzel vekildir, buyurdu. Asiler, komşu duvarından aşarak içeriye girdiler. Hz.Osman oruçlu olup, Kur’ân-ı kerîm okuyordu üzerine saldırıp şehid ettiler. Kan damlaları, “ Allah sana kâfidir” mealindeki ayet-i kerime üzerine düştü. Son sözü, “Yâ Rabbi Ümmet-i Muhammed arasındaki tefrikayı kaldır ve kendilerini birleştir” diye üç kere duâ etmek oldu. Kelimeyi şehadet getirerek vefat etti. Abdullah bin Selâm diyor ki: “Hz. Osman bu şekilde duâ etmeseydi, kıyamete kadar Müslümanlar bir araya gelemezdi.” “Ahlâkı bana en çok benzeyen odur.” Hz. Osman daima adaletli davrandı. Müslümanların rahatı için büyük titizlik gösterdi. Fitne hareketine birtakım ithamlarla başlayan âsilerin her türlü bozuk iddialarına, ikna edici cevaplar verip, delillerini gösterdi. Fakat âsilerin maksadı karışıklık çıkarmak ve fitne yaymak olduğundan Hicret’in 35’nci yılında Hz. Osman’ı şehid ettiler. Peygamber efendimiz onun hakkında “Her peygamberin Cennetde bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman’dır.” buyurmuştu. Birgün Resûlullah efendimiz yakında meydana gelecek fitneleri zikir ediyordu. O sırada oradan bir kişi geçiyordu. Server-i âlem: “O fitne günü bu şahıs hidayet üzere olacaktır.” buyurdular. Kalkıp o şahsa baktım. Osman bin Affân idi. O şahsı Resûl-i Ekrem’e göstererek “Yâ Resûlallah. Bu mudur?” diye sordular. “Evet” buyurdular. Yine aynı hususta Âişe-i Sıddıka’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte “Yâ osman! Allah sana (hilâfet denen) bir gömlek giydirecek. Eğer münafıklar onu soymak isterlerse, bana kavuşasıya kadar sakın onu çıkarma” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîf sebebiyle Hz. Osman muhasara edildiği zaman kendisi halifelikten çekilmemiştir. Hz. Osman, edep, haya timsali bir zattı. Resûlullah kızı Rukıyye’yi Osman’a verdikten bir zaman sonra kızına “Osman bin Affanı nasıl buldun” dedi. Hayırlı, iyi gördüm dedi. “Ey canım kızım. Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur.” buyurdu. Hz. Osman bir defasında Resûlullahın evinde hiç yiyecek kalmadığını işitmişti. Hemen bir semiz koyun, bir miktar bal ve bir çuval un alıp, Hz. Âişe’nin evine götürdü. Hz. Âişe’ye şöyle dedi: “Ey müminlerin annesi, Resûl-i Ekrem’in bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını zannediyorum. Hiç paylaştırmasın çünkü ben onlara da bunların aynısını gönderdim.” dedi. Peygamberimiz eve gelip durumu öğrenince “Yâ Rabbi! Osman’ın geçmiş gelecek, gizli, aşikâr bütün günahlarını affet” diyerek duâ etti. Hz. Osman buyurdu ki: “Ölümü bilip gülene, dünyanın fani olduğunu bilip ona rağbet edene, işlerin takdirle olduğunu bilip, istediği olmayınca üzülene, hesaba inanıp mal toplayana, Cehenneme inanıp günah işleyene, Allahü teâlâya inanıp dünya ile rahatlıyana, şeytanı düşman bilip, ona itaat edene çok şaşarım!” “On şey zayi olmuştur... “ Hazret-i Osman’ın hikmetli sözleri: “On şey çok zayi olmuştur: suâl sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabul edilmeyen doğru görüş, kullanılmayan silâh, içinde namaz kılınmayan mescid, okunmayan mushaf, infâk edilmeyen mal, binilmeyen vasıta, dünyayı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu için azık edinilmeyen uzun ömür” “İnsanların en iyisi Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden razı eden, içine girmeden önce kendi kabrini en güzel yapandır.” “İnsanların en iyisi, dünya onu terk etmeden, dünyayı terk edendir. Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden râzı edendir.” “İbadetin tadını dört şeyde buldum: Allahın farz kıldıklarını yapmada, yasaklarından sakınmada, Allahdan sevâb bekleyerek emr-i ma’rûf yapmada ve Allahın gadabından kaçınarak nehy-i münker etmede.” “Dört şey vardır ki, dışı fazilet, içi farzdır: Sâlihlerle düşüp kalkmak fazilet, onlara uymak farz; Kur’ân okumak fazilet; onunla amel farz; kabir ziyareti fazilet, kabir için hazırlanmak farz, hasta ziyareti fazilet, vasıyyetini almak farzdır.” “Beş vakit namazı vaktinde devam üzere kılana dokuz şey ikram edilir: Allah onu sever, bedeni sağlam olur, melekler onu korur, evine bereket iner, yüzünde salihler simâsı olur, Allahü teâlâ kalbini yumuşatır, sıratı parlak şimşek gibi geçer, Allahü teâlâ “Onlar için korku ve üzüntü yoktur” zümresine onu ilhak eyler, Allahü teâlâ onu Cehennemden korur. Hz. Âişe validemiz anlatır: Resûlullah evinde yatıyordu. Hz. Ebû Bekir kapıya gelip izin istedi. Habib-i ekrem izin vrediler. Hallerini değiştirmediler. Sonra Hz. Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve mübarek baldırlarının bir kısmı açık olarak yattıkları vaziyette sohbet ediyorlardı. Hz. Osman gelip izin isteyince, Resûl-i Ekrem oturdu ve örtündü. Böyle yapmasının sebebini sorduğumda buyurdu ki:: “Meleklerin hayâ ettiği bir kimseden ben hayâ etmez miyim?” buyurdular. Bir rivâyette ise Resûlullah “Osman çok hayâ sâhibi bir kimsedir. Eğer o halde izin verseydim içeri girip söyleyeceğini anlatmazdı.” buyurmuştur. Hazret-i Ali’nin son sözleri Hazret-i Osman zamanında çıkan fitne ateşi Dört büyük halifenin sonuncusu olan Hazreti Ali zamanında da devam etti. Bunun için beş sene süren hilafeti zamannıda sükun ve huzur bulamadı. Zamanındaki fitne ocağı olan Haricilere savaşmış ve hepsini de perişan etmişti. Bunlardan, kin ve intikam ateşiyle dolu olanlar, zaman zaman bir araya gelerek, nasıl intikam alacaklarını planlıyorlardı. Sonunda; Hz. Ali , Hz. Muaviye ve Hz. Amr bin Âs’ı öldürmeğe karar verdileri. Hz. Ali’yi , Abdurrahman bin Mülcem öldürecekti. İbnü Mülcem, Hazret-i Ali’i kollamağa başladı. Bir gün sabah namazından önce Halifenin geçeceği yola pusuya yattı. Hz. Ali’nin geldiğini görünce İbni mülcem âniden arkadan üzerine atılarak zehirli kılıcını indirdi. Hz. Ali ağır yaralıydı. Durmadan kan kaybediyordu. O vaziyette iken bile yanındakilere dönerek, camie gidip sabah namazını kılmalarını, vakti geçirmemelerini söyledi. Namazı kıldırmak için de yerine vekil tayin etti. Oğlu Hz. Hasan’ı yanına çağırarak:“Bunun yemeğini yedirip istirahatini de temin edin. Eğer yaşayacak olursam ya affederim veya cezasını veririm. Eğer ölürsem, cezasını verin fakat aslâ haddi tecavüz ederek Müslümanların kanlarına girmeyiniz. Zira Allah haddi tecavüz edenleri sevmez” buyurdu. Kendisine, “Yâ Emire’l mü’minin, şayet size bir hal olursa oğlun Hasan’ı halife saçelim mi?” diye sordular.“Ben bu hususta sizlere ne emrederim ve ne de nehyederim. Siz işinizi daha iyi bilirsiniz. Resûl-i Ekrem’in bu meseleyi bıraktığı gibi ben de bırakacağım.” buyurdu. Durumu gittikçe ağırlaşyordu. Devamlı olarak kelime-i tevhid ile âyet-i kerimeler okuyordu. Bir ara yanına oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i çağırdı. Onlara şu şekilde nasihatta bulundu: “Evlâtlarım! Sizlere Allah’a karşı müttaki olmanızı vasiyet ederim. Daimâ doğru söyleyin ve yetimlere acıyın. Âhiret için iyi ameller işleyerek sıkıntıya düşenlerin imdâdına koşun. Zâlimin hasmı olup mazluma daimâ yardım edin. Allah'n kitabı ile amel edin ve Allah yolunda olmaktan sizi hiçbirşey alakoymasın.” Bu nasihatlerden sonra Hz. Ali âyet-i kerimeler okumağa başladı. Vefatında, son sözü “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” oldu. “Benim gördüklerimi sen görmüş olsan...” Hicretin kırkıncı yılının Ramazan-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü sabah namazına giderken İbni Mülcem adlı bir haricî tarafından başına zehirli bir kılıçla vurularak yaralanan Hz.Ali iki gün sonra altmışüç yaşında iken şehid edildi. Techiz ve tekfini, oğlu Hz. Hasan tarafından yapılmış ve namazı edâ olunduktan sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e defnedilmiştir. Amr İbni zi-Mürr el-Hemadânî şöyle anlatır: Hz. Ali, Kûfe’de kılıç darbesini aldıktan sonra huzuruna girdim. Başını bir şey ile sarmıştı. Dedim ki: “Ey mü’minlerin emiri! Yarayı bana gösterir misin? Hemen sargıyı açtı. Baktım. Bir şey yok, hafif bir yaradan ibâret, dedim. Hz. Ali: “Evet sizden ayrılmaktayım” dedi. Kerîmesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Hz. Ali: “Kızım sükût et! Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın” dedi. “Yâ Emire’l-Mü’minin, ne görüyorsun?” diy esordum. Buyurdu ki: “İşte bunlar melekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed aleyhisselâm! Yâ Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hâl, şu içinde bulunduğun halden daha hayırlıdır, diye buyuruyor.” Hz. Ali, İbni Mülcem tarafından yaralandığında oğlu Hz. Hasan ağlayarak yanına girdi. Hz. Ali: “Seni ağlatan nedir oğulcuğum” dedi. “Nasıl ağlamayayım, sen vefat üzeresin” dedi Hz. Ali: “Yaptığında sana zarar vermeyecek sekiz tavsiyemi ezberle oğulcuğum” dedi. Hz. Hasan: “Onlar nedir? babacığım” deyince şöyle buyurdu: “Zenginliğin en iyisi akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık kendini beğenmektir. En büyük şeref güzel ahlâktır.” Hz. Hasan “Babacığım bu dört tanesi. Bana diğer dördünü öğret" dediğinde ise Hz. Ali şöyle buyurdu: "Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Sana faydalı olmak isterken zararı dokunur. Yalancı ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Cimri ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o kendisine en çok ihtiyaç duydğun anda senden uzaklaşır. Fâsıkla, kötü kimse ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o, çok değersiz bir şeye seni satar.” “Kendinize Allah yolunda kardeşler edininiz. Çünkü onlar dünya için de, âhiret için de lâzımdır. Cehennem ehlinin “Artık bizim için, ne şefâatçiler, ne de candan bir dost yok.” (Şuarâ, 100-101) sözlerini işitmiyor musunuz?” Hadîs-i şerîfte de şöyle gelmiştir: “Bir kul, Allah yolunda yeni bir kardeş edindimi, Allahü teâlâ da Cennette onun için bir derece ihdas eder.” “Öyle zaman gelecek ki... “ Hazret-i Ali vefatından önce ileride olacakları şöyle haber verdi: “İleride öyle zamanlar gelecek ki, kıtâl ve zulümsüz hükümdarlık etmeyen kalmayacak; çılgınlık ve cimrilik etmeden zengin olmak mümkün olmayacak; kişilerin arzularına uymadıkça da insanlarla sohbet etmek mümkün olmayacak. Bu zamana kim yetişecek olur da sohbet ve metânet gösterir ve kendisini korursa, Allahü teâlâ ona elli sıddîk sevâbı verir.” “Âhir zamanda bir mü’min, halk arasında adını unutturmadıkça rahat edemeyecektir.” “Öyle zamanlar gelecek ki kötülükleri men edenlerin sayısı, insanların onda birinden az olacaktır. Sonra bunlar da gider ve artık kötüyü yasaklayan tek kimse bulunmaz.” “Her fenalıktan uzak kalmanın yolu, dili tutmaktır.” “İki şey aklı ve tedbiri bozar. Biri acele etmek, biri de olmayacak şeyi istemek.” “Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref olmaz” “Dünya bir cîfedir, leştir. Ondan bir şey isteyen köpeklerle dolaşmaya dayanıklı olmalı.” “İyilik bilmez birisi de olsa, sen iyilik yap! Zira o, mukâbilinde teşekkür edene yapılan iyilikten mizanda daha ağır basar.” “Arkadaşlarımdan bir grup toplayıp kendilerine bir ziyafet vermem, benim için bir köle azad etmekten daha sevimlidir.” Peygamber efendimiz, Hz. Ali’ye buyurdu ki: “Yâ Ali altıyüz bin koyun mu istersin, yahut altıyüzbin altın mı veyahut altıyüz bin nasihat mı istersin?” Hz. Ali, “Altıyüzbin nasihat isterim.” deyince, buyurdu ki: “Şu altı nasihata uyarsan, altıyüz bin nasihata uymuş olursun.” 1. “Herkes nafilelerle meşgûl olurken, sen farzları ifâ et. 2. Herkes dünya ile meşgûl olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla. Yani din ile meşgul ol, dine uygun yaşa, dine uygun kazan, dine uygun harca! 3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol! 4. Herkes, dünyayı imâr ederken, sen dinini imâr et, zînetlendir. 5. Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözet. Allahü teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara! 6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!” “Yâ Rabbi, ilimle doldur yumuşak huylu eyle!” Hz. Muâviye, uzun boylu, beyaz tenli, heybetli, idi. Güzel konuşur, güzel idâreli davranırdı. Çalışkan, gayretli, azimli idi. Arabistan’da şöhret yapmış dört Sahâbiden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmışdı. Hattâ Hz.Ömer, Hz. Muâviye’de her bakışta “Bu, ne güzel bir Arab Sultânıdır” derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbislere giyerdi. Fakat Resûlullah’ın sohbetinin bereketi ile dinden hiç ayrılmazdı. Hz. Ali onun hakkında “Muâviye’nin hakimliğini kötülemeyiniz! O giderse başların koptuğunu görürsünüz” buyurmuştur. Birgün Resûlullah hayvanına binip Hz. Muâviye’yi arkasına bindirmişti. Giderken “Yâ Muâviye, bana en yakın hangi uzvundur?” uyurdu. Karnım, deyince “Yâ Rabbi, bunu ilimle doldur ve yumuşak huylu eyle” diyerek hayır duâ buyurdu. Af ve ihsânı hikâyeler teşkil etmiştir. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü hâline gelmiştir. Birgün Hz. Hasan borçlarının çok olduğunu söyleyince, seksen bin altın hediyye etti. Amr İbni Âs’dan gelen bir mektuba yazdığı cevabta şöyle buyurdu: “Bilmiş ol ki, iyi işlerde düşünerek hareket etmek, insanı daha doğru neticelere ulaştırır. Hedefine ulaşan, acele etmiyendir. Acele eden, hüsrandadır. İşinde sebat eden, isabet eder veya hedefe yaklaşır. Acele olan hataya düşer yahud hataya yaklaşır. Yumuşaklık kendisine kâr etmiyen kimseye, hiddet zarar verir. Tecrübelerden ders almayan şeref kazanamaz.” Vefatına yakın oğlunu çağırıp şu vasiyeti yaptı: “Oğlum, seni harblerde, yollarda yormadım. Düşmanları yumuşattım. Arapları sana itaat ettirdim. Hicaz halkını gözet, onlar senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi onlardır. Irak’dakileri de gözet! Memurların azlini isterlerse azlet. Şamlıları da gözet ki onlar senin yardımcılarındır. Hüseyn bin Ali mübârek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Onu, iyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlullahın torunudur” dedi. Buyudu ki: “Herkesi memnun etmek, mümkündür, yalnız hasetçi olanı memnun etmek zordur. Çünkü o ancak haset ettiği şeyin yok olması ile memnun kalır.” “Yumuşaklık gösterin ve tahammül ediniz ki, daima fırsat sizin elinizde olsun. Fırsatı ele geçirdikten sonra dilerseniz hakkınızı alırsınız, dilerseniz af edersiniz.” “Kötülük yapanları da af eyle!” Hazret-i Muaviye İslamın yayılmasında çok kıymetli hizmetlerde bulundu. Sicistan, Sudan, Afganistan, Buhara, Hindistan’ın kuzey kısmı, Tunus bunun zamanında alındı. Kıbrıs Bisanstan kurtarıldı. Kudüs geri alandı. Yine zamanında, İstanbul kuşatıldı; her sene yüklü vergi vermek şartıyla kuşatma kaldırıldı. Peygamber efendimiz kendisine , “ Benden sonra ümmetimin yerine hakim olursun. O zaman iyilere iyilik et! Kötülük yapanları da af eyle!” buyurmuştu. Resulullahın bu hayır duasının bereketiyle, İslamiyet Hz. Muaviye zamanıda bu kadar yayıldı. Büyük İslâm âlimi Abdullah ibni Mübârek’e “Hz. Muâviye ile Ömer bin Abdülaziz’den hangisi efdaldir?” diye soruldukda “Resûlullah’ın yanında giderken, Hz. Muâviye’nin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den yüzlerce defa daha kıymetlidir” buyurmuştur. Hz. Muâviye, Peygamberimizden çok hadîs rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şunlardır: “Allahü teâlâ kime iyilik murâd ederse, onu din âlimi yapar ve dinene zarar verecek şeyleri ona bildirir. Ona doğruyu gösterir.” “Amel bir kab gibidir, sonu iyi olursa evveli de iyi olur.” “Ehli kitab, dinlerinde 72 fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise 73 fırkaya ayrılacak, hepsi Cehennemde olacak, yalnız bir tânesi müstesnâ, o da Ehl-i sünnet velcemâattır. Ümmetimden bir kavim ortaya çıkacak ki, bunlar, köpeğin sâhibi peşinden koştuğu bir nefsin arzularına uyacaklardır.” “Bütün günahları Allah’ın bağışlaması umulur, yalnız müşrik olarak ölenin ve kasden bir mü’mini öldürenin afvolması umulmaz.” “Ben sâdece bir haznedârım. Her kime gönül hoşnutluğu ile bir şey versem, Allah onu ona hayırlı kılar. Yine her kimse bir şeyi, isteği ve aç gözlülüğü sonucu verirsem, onun durumu yiyip yiyip doymayana benzer.” “Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur!” Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı kiramın hepsinden razı olduğunu bildiriyor. Eshâb-ı kiram aralarındaki bazı meselelere rağmen birbirlerini çok severlerdi.İstisnasız Eshabın hepsini sevmek Ehli sünnetin şartıdır. Hz. Muaviye de Eshâb-ı kirâmdan hatta büyüklerindendir. Ayrıca Resulullah efendimizin kayın biradedir. Bunun için O’nun da son sözlerine yer vermeden geçemedik. Peygamberimizin, “Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl” ve “Yâ Rabbi! Muâviye’ye yazı ve kitab öğret, onu azabından koru” “Yâ Rabbi! Onu memleketlere hakim kıl” duâlarıyla şereflenmiştir. Hz. Muaviye vahy katibidir. Vahy katibliğine alınması, Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi ile olmuştur. Hz. Cebrâil’in getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve Peygamberimiz’in mektublarını yazardı. Peygamber efendimiz namazda rükûdan kalkarken “semiallahü limen hamideh” okuduklarında, ön safta bulunan Hz. Muâviye “Rabbenâ lekelhamd” derdi. Bunu söylemek bütün müslümanlara sünnet olarak kaldı. Hz. Muâviye Huneyn gazâsında Resûlullah’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük gazvesine katıldı. Vedâ Haccında bulundu. Hz. Muâviye ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi: “Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Ben de sizden usandım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes’ud eyle!” Hastalığı arttğında “Resûlullah bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bu güne kadar sakladım. Bir gün kesteği tırnaklarıda bu şişe içine koyup saklamıştım. Vefat ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hürmetine cenâb-ı Hak beni affeder” dedi. Sonra da “Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsanda kalmaz, çok kimselerin gelirleri kesilir. İsteyenler eli boş döner. Keşke Zî Tûva denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da emirlki, hâkimlik ile uğraşmasyadım” diyerek 680 senesinin Receb ayında Şam’da hayata gözleni yumdu. Ebû Ubeyde hazretlerinin son sözleri Hz. Ebû Ubeyde, Cennet ile müjdelenen on kişiden biridir. Peygamber efendimiz tarafınhdan, “Ümmetin Emini” sözü ile övülmüştür. Hz. Ebû Ubeyde, bütün savaşlarda bulunup kahramanlıklar gösteren bir kimsedir. Uhud savaşında, Resulullahın mübarek yanağına batan iki demir halkayı dişleri ile çıkardı. İmana geldiğinde 31 yaşındaydı. O günden vefatına kadar malıyla, canıyla, mevkisi ile İslamiyeti yaymak için çalıştı. Şam orduları komutanı iken adaletiyle Rum halkını hayretler içinde bıraktı. Hz. Ebû Ubeyde, Uhud, Hendek, Hayber gazâlarında görülmemiş şekilde cenk etti. Mekke’nin fethinde de Peygamber efendimizin yanlarında bulundu. 630 senesinde Peygamberimizin huzuruna Necran’dan bir hıristiyan heyeti geldi. Uzun konuşmalardan sonra Resûlullah’ın Peygamber olduğunu kabul ettiler... Ve: “Yâ Muhammed! Senden râzıyız ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle beraber gönder, vergilerimizi ona verelim!” dediler. Peygamberimiz de yemin edip, “Gayet emîn bir kimseyi sizinle gönderirim” buyurdu. Eshâbı kirâm emin olarak kimin şerefleneceğini merak ediyorlardı. Resûlullah “Kalk yâ Ebâ Ubeyde!” buyurdu. “Ümmetimin emini budur” diyerek beraber gönderdi. Hz. Ebû Ubeyde bu müjdeye kavuşunca sevincinden ağladı. 639 senesinde Şam’da veba hastalığı salgın haldeydi. Çok müslümanın ölümüne sebep olmuştu. Hz. Ebû Ubeyde de bu salgına yakalandı, öleceğini anlayınca orada hazır ulunanlara bir vasiyetinin olduğunu bildirdi: “Namazınızı kılınız. Orucunuzu tutunuz. Sadakanızı veriniz, Haccınızı yapınız. Birbirinize iyilik yapınız. Âlimlere ve büyüklerinize itaat ediniz. Dünyaya aldanmayınız. İnsanların en akıllısı Allahü teâlânın emirlerini yerine getirenlerdir. Hepinize Allahü teâlânın selâmı ve rahmetini, lütuf ve bereketini niyaz ederim. Haydi, yâ Muaz, cemaate namazı kıldır” diyerek gözlerini yumdu. Vefat ettiğinde 58 yaşında vefât etti. Muaz bin Cebel hazretleri cemaate bir hutbe okudu: “Yemin ederim ki, bugün siz öyle bir kimseyi kaybettiniz ki, ondan daha dînine bağlı, daha temiz ve merhametli bir kimse görmedim. Dünyaya hiç meyletmeyen, halkına hep iyiliği ve birbirlerini sevmeyi emreden bu mubârek Ebû Ubeyde Hazretlerine hakkınızı helâl edin ve duâ ediniz!” Hıristiyanları bile şaşırtan adalet! Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde’yi baş kumandan olarak fetihlere devam etmesini emredince, Ebû Ubeyde ordusuyla Humus’a hareket etti. Barış ile Humus’u aldı. Rum Kayseri Herakliyüs’ün büyük ordularını perişan eden İslâm askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrah, zafer kazandığı her şehirde adamlarını bağırtarak Rumlara halife Hz.Ömer’in emirlerini bildirdi. Humus şehrini alınca da “Ey Rumlar! Allahın yardımı ile ve halifemiz Ömer’in emrine uyarak bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretenizde, işinizde, ibadetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza kimse dokunmıyacaktır. İslâmiyetin adaleti, aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gleen düşmana karşı müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslümanlardan hayvan zekatı ve uşr aldığımız gibi sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir” dedi. Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytül-mal emîni Habib bin Müslim’e teslim ettiler. Bir müddet sonra, Herakliyüs’ün, bütün memleketinden asker toplıyarak Antakya’ya hücuma hazırlandığı haberi alınınca, Humus şehrindeki askerin de merkezdeki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde hazretleri, şehirde memurlar bağırtıp: “Ey hıristiyanlar! Size hizmet etmeği, sizi koumağı söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halifemiz Hz. Ömer’den aldığım emir üzerine, Herakliyus ile gazâ edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için hepiniz Beytül-mala gelip, cizyelerinizi geri alınız. İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır” dedi. Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hıristiyanlar, müslümanların bu adaletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve sev emüslüman oldu. Kendi arzuları ile Rum ordularına karşı İslâm askerine casuluk yaptılar. Ebû Ubeyde böylece, Herakliyus ordularının her hareketini günü gününe haber alırdı. “Ey kardeşim, dünya seni değiştiremedi” Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah, faziletlerin timsali bir zâttı. Allahü teâlânın emirlerinden dışarı çıkmazdı. Hz. Peygamberimize muhabbeti pek ziyade idi. Peygamber efendimizden aldığı bir emri yerine getirmek için, canını fedâdan çekinmezdi.Zühd ve takvâ sahibi ve pek merhametli idi. Askerlerine ve halkına çok şefkatli bir baba idi. Hz. Ömer, Şam’a gittiği zaman, Onu karşılayanlara “Kardeşim Ebû Ubeyde nerede?” diye sordu. “Geliyor efendim” diyerek gelmekte olan Hz. Ebû Ubeyde’yi gösterdiler. Sağlığında, Cennet ile müjdelenen iki sevgili, selâmlaştılar. Hz. Ömer, Ona: “Haydi senin evine gidelim” deyince Hz. Ebû Ubeyde Ona: “Buyurunuz yâ Emir-el-Mü’minin” diyerek evine götürmüştü. Hz. Ömer, Ebû Ubeyde’nin evinde bir şey görememiş, Ona “Nerede senin eşyan? Burada bir keçe, bir kırba gibi şeylerden başka bir şey yok. Sen Emirsin, senin burada yiyecek bir şeyin yok mu?” dediğinde, Hz. Ebû Ubeyde Ona bir zenbil getirerek birkaç lokma çıkardığında Hz. Ömer ağlamıştı. Sonra da “Ey kardeşim Ebû Ubeyde, dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi” buyurmuştu. Bir defa Hz. Ömer, Hz. Ebû Ubeyde’nin şahsına dört bin dirhem göndermiş, bu parayı Ona götürecek elçiye “Dikkat et, bakalım, bu parayı ne yapacak?” diye tenbih etmişti. Hz. Ebû Ubeyde bu parayı aldıktan sonra onu hemen askerleri arasında taksim etmişti. Elçi, geri dönünce hâdiseyi anlatmış. Hz. Ömer de “Hamd olsun ki müslümanlar arasında böyle insanlar var.” demişti. Resûlullah efendimiz Ebû Ubeydeyi Cizye mallarını toplaması için Bahryen’e göndermişti. Eshabı kiram Medine dönüşünde bir sabah namazı vakti kendisini karşılamaya çıktılar. Resûlullah efendimiz eshâbını bu halde görünce, gülümseyerek onlara: “Öyle sanıyorum ki siz, Ebû Ubeyde’nin hayli dünyalıkla geldiğini duydunuz, Onu sevinçle karşılıyorsunuz!) buyurdu. Onlar da: “Evet yâ Resûlallah” diye tasdik ettiler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz “Şâd olunuz ve sizi sevindirecek nimetleri bundan böyle her zaman umunuz! Vallahi bundan sonra sizin, fakir olacağınızdan korkmam. Fakat sizin için korktuğum bir şey varsa o da sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya nimetlerinin yayıldığı gibi sizin önünüze de yayılarak onların birbirlerineh haset ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi sizin de birbirlerinize düşmeniz ve onların helâk oldukları gibi sizinde mahvolup gitmenizdir." buyurdu. Hz. Sa’d Bin Ebi Vakkâs’ın son sözleri Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve İran’ı fetheden ordunun kumandanıdır. Sağlığında Cennetle müjdelenen on sahabîden biridir. Nebesi hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber efendimizle birleşir. Hazret-i Sa’d, heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömert olup, sadeliği severdi. Hazret-i Sa’d, Veda Haccı’ndan sonra hastalandığında, Peygamber Efendimiz kendisini ziyarete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden duâ almak için Peygamberimize “Yâ Resûlallah siz Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi. Peygamber efendimiz de “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalırda Sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecan artar, merteben yükselir. Umarım ki: Sen uzun zaman yaşayacaksın! Öyleki senden, bir takım kavimler faydalanacak, bir takımları da mahrum kalacak” dedi. Ve “Yâ Rab! Eshâbımın Mekke’den Medine’ye dönüşünü tamamla!” diyerek duâ etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medine’ye döndü. Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu halde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrafına toplanıp, “Bana duâ et, bana duâ et” deyince hepsine duâ ediyordu. Abdullah bin es-Sâib anlatır: “Ben genç idim, bir ara O’na yaklaştım ve kendimi tanıtmağa çalıştım. Beni tanıdı ve “Ben Mekke’nin en iyi okurlarından birisin” dedi. Ben de “Evet” dedikten sonra bir ara: “Amca senin duân makbul, herkese duâ edip duruyorsun, kendin için duâ etsen de gözlerin acılsa olmaz mı?” dedim. Sa’d gülümseyerek “Oğlum Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdiri (gözümün görmemesi), gözümün görmesinden daha güzeldir” buyurdu. Hayatının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 675 yılında vefat etti. Mübarek cesedi Medine-i Münevvere’ye götürüldü. Namazını Medine Valisi Mervan kıldırdı. Son arzusu, “ Bedir Harbinde giymiş olduğum elbisesi ile defnedin” oldu. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Cennetle müjdelenen on sahâbiden (aşere-i mübeşşereden) en son vefât edendir. “Ey Anne, senin yüz canın olsa..” Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri ilk Müslüman olanların yedincisidir. Annesi oğlunun Müslüman olduğunu duyunca ok sinirlenip, Onu İslâm dîninden döndürebilmek için çeşitli yollara müracaat etti. Oğlu Sa’d’ın kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden İslâm dîninden döndürebilmek için; “Allahın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya daima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değilmisin?” dedi. Hazret-i Sa’d da “Evet” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi: “Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helâk oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne kâtili olarak insanlarca ayıplanacaksın.” O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne bütün kalbiyle inanmış ve bağlanmış olduğundan bu îmân kuvveti üstün geldi, annesinin isteğini kabul etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce, şöyle dedi: “Ey Anne, senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme.” Annesi Hazret-i Sa’d’ın dînine bağlılığını, îmânındaki sebâtını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı. Sa’d bin Ebi Vakkas hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra Allahü teâlâ evladın anne ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût sûresi, sekizinci âyeti kerimesini göndererek; “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu hususta) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size vereceğim” buyurdu. “Anam, babam sana fedâ olsun!” Hazret-i Sa’d bütün gazâlarda bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Uhud Harbinde de, müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle çarpışmış, Peygamberimizin yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır. Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Her attıağı ok isabet ediyordu. İslâmiyette, Allah yolunda ilk ok atan sahâbi olup, okçuların (kemankeşlerin) reisiydi. Uhud Harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamberimiz tarafından, büyük iltifatlara ve duâlara mazhar oldu. Peygamberimiz ok atarken Ona, “At ya Sa’d! Anam, babam sana fedâ olsun!” diye duâ etmiş, her ok atışında “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allahım sana duâ ettiğinde Sa’d’ın duâsını kabul eyle” diye duâ etmiştir. Peygamber efendimiz, hayatında “Anam, babam sana fedâ olsun” diye sadece Hazreti Sa’d için duâ etmiş, bunun dışında hiçbir kimseye böyle duâ etmemiştir. Hazret-i Âişe anlatır: Resûlullah gazvelerin birinde, geceleyin Medine’ye dönüp geldiğinde “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!” buyurdu. Birden bir silâh sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas” dedi. Peygamberiniz “Seni buraya hangi şey getirdi” yâni buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d: “İçimden bir ses Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Bunun için O’nu korumağa ve hizmetine geldim.” Bunun üzerine Resûlullah ona duâ etti ve uyudu. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatlarda bulunurdu. Resûlullah her namazın ardından; “Allahım, korkaklıktan, cimrilikten sana sığınıyorum. Rezil bir hayata düşmekten, dünyanın ve kabrin imtihanınından sana sığınıyorum.” diye dua ettiğini bildirmiştir. “Duâ kabûl olmak için helâl lokma yiyin” hadis-i şerifini de rivayet etmiştir. Peygamberimiz Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerine duâsı kabul olması için dua ettiğinden müslümanlar O’nun duasını almaya çalışırlardı. Düşmanlar da, her attığı ok isabet ettiğinden, çok korkarlardı. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri buyurdu ki: Hayatımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekrem’in vefât ettiği zaman, ikincisi Hazret-i Osman’ın şehid edildiği zaman, üçüncüsü de Hakka sığınırken ağladım.” Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa sabaha kadar duâ eder.” Hz. Talha bin Ubeydullah’ın son anları Hz. Talha bin Ubeydullah, İlk îmâna gelenlerden ve aşere-i mübeşşeredendir. “Talha, ile Zübeyr, Cennette komşularımdır” hadîs-i şerîfi ile medhedildi. Son derece sevimli idi. Orta boylu, geniş göğüslü, yakışıklı bir zattı. İsraf ve aşırılığa kaçmadan iyi giyinirdi. Onun ahlâkının güzelliğine bir misâl olarak şu hadise anlatılır: Eshâb-ı kirâmdan bir çok zât Ümmi Ebân hatunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat O hiç birisini kabul etmedi. Talha bin Ubeydullah teklifte bulununca kabul etti. Sebebi sorulduğu zaman: “Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim olarak çıkar. Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusur görünce affeder.” diye cevap vermiş ve Hz. Talha ile evlenmişti. Hz. Talha çok büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen gayet az yer, son derece sade giyinirdi. İsraf etmez ve israf edenleri sevmezdi. Bazen de çok güzel elbiseler giyerdi. Hz. Talha ahlâk, edep ve fazilet bakımından çok yüksek idi. Kalbi Allahü teâlâ’nın korkusuyla ve Resûlünün muhabbetiyle doluydu. Bu muhabbeti aşk derecesinden de çok ötelerde idi. O bu aşkının en güzel isbâtını Uhud ve diğer gazâlarda göstermiştir. Uhud savaşında aldığı ağır yaralar sesebiyle komoya girdi, Resulullahın duasıyla iyileşip, Resulullahla birlikte Medine’ye döndü. Resulullahın vefatından sonra da çok üzülüp tenha bir köşeye çekildi. Yıllar sonra Cemel vakası şehid oldu. Hz. Ali hap meydanını gezerken Hz. Talha’yı maktüller (ölenler) arasında görünce çok üzüldü, çok pek çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve “Ey Ebû Muhammed (Talha) semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serilmiş olarak görmek bana pek ağır geldi, beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim” buyurdu. Hz. Ali, Hz. Talha’nın namazını kendi kıldırdı. Vefâtından yirmi yıl sonra kızı Âişe bir gece rüyâsında Hz. Talha’yı gördü ve Ona “Yâ Âişe kabrimin bir tarafından sızan su bana eziyyet veriyor, beni buradan çıkar da başka yere defnet”, diye tenbih buyurdu Bunun üzerine kızı Âişe çok üzüldü ve akrabalarından bazılarını alarak kabr-i şeriflerini açtılar. Sızan sudan dolayı vücûdunun bir tarafı hafif yeşillenmiş ise de, diğer yerleri yeni defnedilmiş ve bir kılına dahi zarar gelmemiş olduğu halde buldular. Başka bir kabre naklettiler. Gelen oka karşı elini kalkan etti Hz. Talha bin Ubeydullah Uhud savaşında üstün gayretler, kahmanlıklar göstermişti. Savaş anına kendisi şöyle anlatır: “Gördüm ki, Eshâb-ı kirâm dağıldı. Müşrikler hücûm ettiler ve Resûlullahı her taraftan kuşattılar. Resûlullahın önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı gelen taarruzlara karşı duracağımı bilemiyordum. Bir önden gelenlere bir arkadan gelenlere koştum onları uzaklaştırdım. Nihayet dağıldılar.” Hz. Talhanın, Uhud’un bu anında vücûdunun her yeri heyecandan ve Resûlullaha bir zarar gelir korkusundan tirtir titriyordu. O Uhud günü Resûlullah’a bir zarar gelmemesi için en çok uğraşan en fazla canını hiçe sayanlardan idi. Eshâb-ı kirâmdan birçoğu bazı anlar Resûlullahın yanından ayrıldıkları halde Hz. Talha bir an ayrılmamış idi. Sa’d bin Ebî Vakkas bu hali haber verdikten sonra; “Biz Resûlullahın yanına döndüğümüz zamanlar Hz. Talha’yı hep O’nun etrafında dönerek çarpıştığını ve kendisini Resûlullaha kalkan yapıp koruduğunu gördüm.” buyurmuştur. Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran bir okcu vardı. Bu Malik bin Zübeyr idi. Bu hain Peygamberimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullahın başına doğru gelen bu oka başka hiçbir şekilde karşı koyamıyacağını anlayan Hz.Talha elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi. Elinin kemikleri kırıldı. Atılan oka elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş bir aşkın, kemâle gelmiş bir imânın, muhabbet ile yanan, anlatılamayan hakikî bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır. Hz. Peygamber “Eğer Talha oka elini beni korumak için tutarken Bismillah deseydi, insanların gözü önünde Cennete giderdi.” Başka bir rivâyette ise Talha’ya “Eğer Bismillah deseydin insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi.” buyurmuşlardır. Yine “Uhud günü yer yüzünde sağımda Cebrâil solumda Talha bin Ubeydullah’dan başka bana yakın bir kimse bulunmadığını gördüm” buyurmuşlardır. Hz. Talha, “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah ile olan ahidlerine (harp meydanlarında sebat) gösterirler. Onların bir kısmı ahdini yerine getirdi (şehid oldu), bir kısmı ise şehid olmayı bekliyor” (Ahzab 23) âyet-i kerîmesine muhatap olmakla şereflendi. “Allahım ona şifâ ver kuvvet ver!” Uhud savaşında, Hz. Talha bin Ubeydullah’ın her yeri kılıç ve ok darbeleriyle delik deşik olmuş, vücûdunda yaralanmayan ve kana bulanmayan bir yer kalmamış idi. O gün vücûdunda altmışaltı büyük yara açılmıştı. Küçükler ise vücûdunda sayılamıyacak kadar çoktu. Bu haliyle dahi savaşa devam ediyordu. Sonunda, başından aldığı şiddetli iki kılıç darbesi kendinden geçerek bayıldı. Bunu gören Peygamberimiz yanına gelen Hz. Ebû Bekir’e hemen Hz. Talha’ya yardıma koşmasını emrettiler. Hz. Ebû Bekir onu baygın bir vaziyette buldu. Hemen başını kaldırdı ve yüzüne su serpti. Hz. Talha ayıldı. Ayılır ayılmaz ilk sorduğu soru “Resûlullah nasıl, ne yapıyor?” olmuştur. Böylece sevgi ve bağlılığın en güzelini göstermiştir. Eshâb-ı kirâmda bu aşk, bu muhabbet, bu imân olduğu için, Resûlullaha böyle gönül verdikleri için Peygamberlerden sonra insanların en en üstünü olmuşlar, onun için onların verdiği bir avuç arpa sadaka, onlardan olmayanların verdiği Uhud Dağı kadar altın sadakadan daha kıymetli olmuştur. Hz. Ebû Bekir, “Resûlullah iyidir. Beni sana O gönderdi.” deyince Hz.Talha “Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her musibet hiçtir.” buyurdu. İşte bu sırada âlemlerin efendisi, iki cihanın sultanı Hz. Muhammed Mustafa oraya teşrif ettiler. Hz. Talha’nın bütün vücûdunu mübârek elleriyle mesh ettiler, sıvazladılar ve ellerini açıp “Allahım ona şifâ ver, Ona kuvvet ver” diye duâ buyurdular. Hz.Talha biraz sonra sapa sağlam kalktı ve düşmanla yine harbetmeye başladı. Müşriklerden Ebû Zâtülyed, bir ata binmiş “Ben Ebû Zâtülyed’im. Bana Muhammed’i gösteriniz” diye bağırarak Resûlullah’a doğru geliyordu. Hz.Talha onun önünü kesti, mızrağını bu müşrikin göz bebeğine sapladı ve onu bağırtarak öldürdü. Resûlullahı sırtına alarak Uhud kayalığına taşıdı. Hz. Talha işte bu Uhud günü Talhat-ül Hayr (hayırlı Talha) lâkabı ile şereflendi ki ona bu lâkabı Resûlullah vermiştir. Kayalıklara gelince Peygamberimiz bir kayanın üzerine çıkmak istedi. Fakat gayet zayıflamış ve üst üste iki zırh giymiş ve kendisine yetmişten ziyade kılıç vurulmuş olduğundan takat getiremedi. Bunun üzerine Talha oturdu ve Resûlullah omuzuna basarak taşın üzerine çıktı. O zaman Resûlullah efendimiz “Talha Resûlullaha yardım ettiği zaman Cennet ona vacib oldu” buyurdular. Hazret-i Fatıma’nın son anları Hazret-i Fâtıma, Resûlullah efendimizin mübarek kızıdır. Hz. Meryem’den sonra, bütün kadınların en üstünüdür. Aklı, zekâsı, hüsnü cemâli (güzelliği) zühdü (dünyaya düşkün olmaması) takvası ve güzel ahlâkı ile bütün insanlara çok güzel bir örnektir. Yüzü pek beyaz ve nurlu olduğundan “Zehrâ” denildi. Zühd ve dünyadan kesilmekte en ileri olduğu için de, “Betül” çok temiz denilmiştir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile medhedilmiştir. Resûlullahın efendimizin vefâtından sonra güldüğü hiç görülmedi. Ayrılık ateşi ile daima yanmış ve Resûlullah efendimizin verdiği müjde zamanını bekler olmuştur. Bu, Resûlullahın, vefatları esnasında kızları Hazret-i Fatıma’ya: “Ehl-i beytimden en önce bana sen kavuşursun” müjdesiydi. Gerçekten altı ay sonra Hazret-i fatıma da vefat etti. Ömrünü, gündüzleri oruç tutarak geceleri diğer ibâdetlerle geçirmiştir. Vefât edeceğine yakın: “Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum” buyurmuştu. Esma binti Ümeyr şöyle anlatır: Habeşistan’da iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüştüm, bu üzüntüsünü görünce, Hz. Fâtıma’ya bunu anlattım. “Bunu yanımda yap da göreyim” dedi. Yapıp gösterdim, çok hoşuna gitti ve duâ etti. “Öldükten sonra beni sen yıka, Ali de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin!” diye vasiyet etti. İşte bunun için de Hz. Ali cenazesine kimseyi çağırmadı. Ehl-i beytden birkaç kişi ile cenaze namazını kılıp, gece defin ettiler. Ertesi gün Ebû Bekri Sıddîk, Ömer Farûk ve bir çok sahâbi hasta ziyareti için, Hz. Ali’nin evine geldiler. Vefat edip defnedildiğini öğrenince,”Bize niçin haber vermedin? Namazını kılardık. Hizmetini görürdük” diyerek üzüldüklerini bildirdiler. Hz. Ali kendisini erkeklerin görmemesi için, gece defin olunmasını vasiyet ettiğini, vasiyeti yerine getirmek için böyle yapıldığını söyliyerek özür diledi. Ebû Bekr Sıddîk , “Allahü teâlâ, ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile süslerim. Biri Peygamberlerin üstünü Muhammed’dir (aleyhisselâm), Biri Allah’tan korkanların üstünü Ali’dir. Üçüncüsü kadınların üstünü, Fâtıma-tüz Zehra’dır. Dördüncü köşedeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin’dir” buyurduğunu bildirmiştir. Hz. Fâtıma, Resûlullahın vefâtından altı ay sonra, Ramazan-ı şerîfin 3. Salı gecesi akşam ile yatsı arasında vefât etmiştir. Vefâtında yirmidört yaşında idi. “Ben de hanımlara şefâat edeyim!” Hazret-i Fatıma’nın evlenmesi şöyle oldu: Cebrail aleyhisselam gelip; “Ya Resulallah, Hak teâlâ selam etti. “ Ben habibimin kızı Fatıma’yı Ali’ye verdim. Arş-ı a’zamda nikah ettim. Habibim de Eshab-ı Arasında nikah etsin. Cennet elbiselerini de giydirsin!” emrini getirince, Resûlullah şükür secdesi etti. Eshâb-ı kirâmın toplanmasını emir buyurdu. Cebrâil aleyhisselâma:“Kızım benim hatırımı kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyada giymeğe değmez. Bunları tekrar Cennete geri götür.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm toplanmış kimlerin vekil olacağını merak ediyorlardı. Bir duraklama olmuştu. Derhal Cebrâil aleyhisselâm geldi. “Yâ Resûlallah Hak teâlâ sana selâm ediyor. Hazreti Ali’nin yerine hiç kimsenin vekil olmamasını, nikâhda bizzat kendisinin bulunmasını emir buyurdu.” dedi. Dört yüz akça mehr ile nikâh yapıldı. Müjdeciler, Hazreti Fâtıma’ya müjde götürdüler. Fâtüma-tüz Zehra râzı olmadı. Hemen Cebrâil aleyhisselâm geldi. “Yâ Resûlallah! Fâtıma dörtyüz akçeye razı olmuyorsa, dörtbin akçe olsun.” dedi. Hazreti Fâtıma bunu kabul etmedi. Yine razı olmadı. Cebrâil aleyhisselâm tekrar geldi. “Dörtbin altın” olsun dedi. Fâtıma-tüz Zehra dörtbin altına da râzı olmadı. Cebrâil aleyhisselâm bir daha nâzil oldu. “Yâ Resûlallah! Hak teâlâ bu sefer senin bizzat gidip Fâtıma’nın maksadının ne olduğunu öğrenmeni emir buyurdu.” dedi. Resûl-i ekrem temiz kerîmesinin yanına vardı, maksadını sordu. Hazreti Fâtıma “Babacığım, kıyâmet günü sen, mü’minlerin günâhkârlarından ne kadar kimseye şefâat edersen, ben de onların hanımlarına şefâat etmek istiyorum. Muradım budur.” dedi. Resûl-i Ekrem kızının isteğini Cebrâil aleyhisselâma söyledi. Cebrâil aleyhisselâm, Hak teâlânın, Hz. Fâtıma’nın arzusunu kabul ettiğini, onun da hesap günü şefâat edeceğini bildirdiğini söyledi. Fâtıma-tüz Zehra: “Babacığım! Senin âhirette şefâat edeceğine Kur’ân-ı kerîmin âyet-i kerîmeleri delildir. Benim şefâat edeceğimin delili nerede?” diye sordu. Resûlullah “Ey Ciğerpârem! Cenâb-ı Hakka murâdını arz edeyim. Ne ferman buyurursa, sana söylerim” buyurdu. Dışarı çıkıp Cebrâil aleyhisselâma, Hz.Fâtıma’nın istediğini bildirdi.” Cebrâil aleyhisselâm, tekrar geldiğinde elinde bir beyaz ipek vardı. Burada “Kıyâmet günü günahkâr mü’min kadınlara Fâtıma kulumu şefâatçi tayin ettim. Bu huccet elinde bâki kalsın” yazılı idi. Hzret-i Fâtıma bu senedi görünce, nikâha râzı oldu. Bu senedi vefatına kadar sakladı. “Bu Cennet yemeklerindendir!” Hazret-i Fatıma’nın, diğer Ehl-i beytin fazilet ve üstünlüğü pek çoktur. Saymakla bitmez. Onları anlatmağa, medh etmeğe insan gücü yetişmez. Onların kıymetleri ve büyükleri, ancak âyet-i kerîme ile anlaşılmaktadır. Ehl-i beyti sevmek her mü’mine farzdır. Son nefeste imân ile gitmeğe sebep olur. İmâm-ı Şâfiî bunu çok güzel bildiriyor, diyor ki: “Ey! Ehl-i beyti Resûl, sizi sevmeği, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde emr ediyor. Namazlarında size duâ etmeyenlerin namazlarının kabul olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor.” Bir gün, Resûlullah efendimiz Hz. Ali’ye: “Yâ Ali! Allahü teâlâ hazretlerini sever misin?” diye sordu. Hz. Ali “Evet severim” dedi. “Beni sever misin?” buyurdu. Hz. Ali de: “Evet” dedi. “Hasan ve Hüseyin’i sever misin?” buyurdu. Hz. Ali yine: “Evet severim” dedi. Habib-i Ekrem: “Yâ Ali! Bu kadar sevgiyi bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?” buyurdu. Hz. Ali buna bir cevap veremiyeceğini söyledi. Hz. Fâtıma’ya durumu anlatınca: “Bunda düşünecek ve üzülecek ne var? Hak teâlâyı ve Resûlünü sevmen imândandır. Beni sevmen nefsin içindir. Hasan ve Hüseyin’i sevmen tabiatındandır.” dedi. Hazreti Ali bu cevabı Resûlullaha söyledi. Resûl-i ekrem “Bu meyve ancak Peygamberlik ağacından alınmıştır” buyurdular. Yani bu cevap senden değil Fâtıma’dandır,demek istediler. Hz. Osman, Resûlullaha ziyafet vermişti: Hz. Ali ziyafetten çıkıp eve geldi. Hz. Fâtıma, Hz. Ali’yi üzüntülü gördü. Sebebini sordu. Hz. Ali “Yâ Fâtıma! Biz de biraz zengin olup da, Resûlullahı davet etseydik. Fâtüma-tüz Zehrâ : “Biz de davet edelim. O, Allahü teâlânın sevgilisidir. Hak teâlâ Ona yemek verir” dedi. Hz. Ali, Resûlullahın huzuruna vardı: “Yâ Resûlallah! Kerimeniz Fâtıma, sizi evine davet ediyor”, dedi. Resûlullah Eshâb-ı ile kalkıp, Hazreti Fâtıma’nın evine teşrif ettiler. Fâtüma-tüz Zehra, “Yâ Rabbi! Biliyorsun, Habîbin ve Eshâbı bu miskinin evini şereflendirdiler. Onlara ikrâm edecek bir şeyim yok. Sen onlara ihsân, ikrâm et, ni’metler ver!” diye duâ etti. Bir tenceresi vardı. Ocağa koydu. Hak teâlâ, lütfederek tencereyi yemekle doldurdu. Hazreti Fâtıma bu yemeği Resûlullahın huzuruna götürdü. Eshâb-ı kirâm ile beraber yediler.Az bir yemek olmasına rağmen herkese yetti. Resûlullah, “Bu Cennet yemeklerindendir.” buyurdu. “Ey Abdullah! Böyle yapma!” Abdullah bin Amr bin Âs, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olan Amr bin As’ın oğludur. Babasından önce iman etmiştir. İlim, ibâdet ve zühdü çok olan bir zâttı. Kur’ân-ı kerîm’in tamamını ezberleyen hâfızlardandı. Resûlullah efendimizden çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ömrünün tamamını ibâdet yapmakla geçirmişti. Gündüzleri oruç tutardı. Gece de sabahlara kadar namaz kılardı. Hatta o kadar ki, geceleri lâmbayı söndürür, daima ağlardı. Ağlamaktan gözleri hastalanmış, ömrünün sonuna doğru görmez olmuştu. Annesi, Abdullah bin Amr için göz ilâcı ve sürme yapar, ona verirdi. Abdullah bin Amr bin Âs hazretleri, çok ibâdet yapardı. Bütün hayatını ibâdet etmeye vakfetmişti. Zühd ve takvâsı çoktu. Hatta bu hâli sebebiyle evlendiği zaman, günlerce hanımının yanına varmadı. Babası Hz. Amr bin Âs, bu durumu Resûlullah’a arz ederek, evlilikten de nasibini almasını istemişti. O kadar ibâdet yapma arzusu vardı ki, hayatta bulundukça her gün oruç tutmak ve her gece namaz kılmak üzere Allah’a yemin ederek nezirde (adakta) bulundu. Onun bu halini Resûlullah efendimize haber verdiklerinde, Ona: “Ey Abdullah! Böyle yapma! Bazı günlerde oruç tut, bazı günlerde iftar et, oruç tutma! Gecenin bir kısmında uyu, bir kısmında da namaz kıl! Çünkü şu bedeninin senin üzerinde hakkı vardır; gözünün de bir hakkı vardır, hanımının bir hakkı vardır, komşunun da bir hakkı vardır. Binâenaleyh, bu hakların hepsini yerine getirerek her ayda üç gün oruç tutmak sana kâfidir. Her yapılan iyiliğe ve her hayır ve ibadete karşılık olarak on misli sevap ve mükâfat verileceğine göre, her ayın üç gün orucu, bütün sene orucu demektir” buyurdu. Hz. Abdullah da: “Yâ Resûlallah! Ben bundan daha fazla ibâdet etmek için kendimde kuvvet buluyorum” dedi. Resûlallah, “Öyle ise Davud aleyhisselâmın orucu gibi oruç tut, fazla tutma!” buyurdu. O da: “Davud peygamberin orucu ne kadardır?” diye sordu. Resûlullah efendimiz cevabında buyurdu ki: “En makbul oruç, kardeşim Davud aleyhisselâmın orucudur. Bir gün yer, bir gün tutardı.” Allahü teâlâya yemin vererek adak verdiği için ömrünün sonuna kadar böyle ibâdet yapmıştır. Yaklışık 100 yaşındalken, 684 yılırda Şam’da vefat etmiştir. Vefat tarihi ve yeri hakkında değişik rivayetler vardır. “Müslümanın hangisi hayırlıdır? Eshab-ı kiramdan, en çok hadis-i şerif ezberleğenlerden biri de Abdullah bin Amr bin Âs hazretleridir. Bizzat Peygamber efendimizin mübârek ağızlarından işiterek çok ilim öğrenmiştir. Bizzat Peygamberimizden birçok ilimleri öğrenmeye aşırı derecede meraklı idi. O’ndan işittiği her şeyi yazmak için izin istemiş ve aldığı müsâade üzerine pekçok hadîs-i şerîf yazmıştır. Eshâb-ı kirâmdan ençok hadîs-i şerîf rivâyet eden Hz.Ebû Hüreyre Onun ilminin çokluğunu itiraf buyurarak: “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, benden çok ezberleyen ve rivâyet eden olmamıştır. Fakat Abdullah bin Amr, benden daha çok ezberlemiştir. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım” dedi. Abdullah bin Amr’ın, Resûlullah’tan her işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kirâmın ileri gelenleri, O’na: “Sen Resûlullah’tan her şeyi yazıyorsun. Halbuki Resûl-i Ekrem bazan gazab, kızgınlık halinde, bazan da sevinçlilik halinde bulunup söz söyleyebilir.” dediler. Bunun üzerine Hz. Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek hususunda tereddütte kalmış ve meseleyi Resûl-i Ekrem’e arzetmişti. Resûlullah efendimiz, Onu dinledikten sonra, buyurdu ki: “Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü tealâya yemin edeim ki, ağzımdan hak (yani doğru, gerçek) Olandan başka bir şey çıkmamıştır.” Resûlullah’tan işittiği bütün hadîs-i şerîfleri, “Sahife-i Sâdıka” adı verilen bir kitapta toplamıştır. Bu eserinde, bizzat Resûlullah’dan işiterek aldığı hadîs-i şerîfler mevcuttur. Kendisine bir suâl sorulduğunda, yazdıklarına bakararak cevap verirdi Bir gün kendisine, Kostantiniyye (İstanbul) ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel fethedileceği soruldu. Hz. Abdullah suâli dinledikten sonra bir sandık getirtmiş ve şu cevabı vermişti: “Bir gün Resûlullah’ın etrafında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Derken Resûl-i Ekrem’e şöyle soruldu: Kostantiniyye veya Roma şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek? Resûlullah buyurdu ki: “En önce Herakliyus’ün şehri olan Kostantiniyye (İstanbul) feth olunacaktır.” Birgün kendisine, “Şerrin en fenası ve hayrın en iyisi hangisidir?” dediler. Buyurdu ki: “Hayrın en iyisi doğru söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itaat eden hanımdır. Şerlerin de en fenası yalan söz, fena kalb ve itaat etmiyen hanımdır.” Kendisi şöyle bildiriyor: “Bir gün Resûl-i Ekrem’e, “Yâ Resûlallah! Müslümanın hangisi hayırlıdır?” diye sordum. Buyurdular ki: “Fakirleri doyuran, tanıyıp tanımadığı her müslümana iltifat eden.” “Eğer gerçeği bilseydiniz çok ağlardınız!” Eshab-ı kiramın meşhurlarından Abdullah bin Amr hazretleri son derece cömert idi. Eline geçen herşeyi hemen dağıtırdı. İlme de çok önem verir, Resulullahtan öğrendiği bilgileri yayardı. Bunun için dinin öğrenilmesinde önemli bir görevi ifa etmiştir. İbadete çok önem verirdi. “Çok ağlayın! Ağlayamazsanız, ağlamaklı bir halde bulunun. Eğer hakikatı bilseydiniz, sesiniz kesilinceye kadar ağlar ve beliniz kırılıncaya kadar namaz kılardınız.” buyururdu. Anne baba hakkının önemi ile ilgili şunları anlattı: Bir gün birisi Resûl-i Ekrem’e geldi ve: “ Geride ana ve babamı ağlar bıraktım, sana geldim” dedi. Resûl-i Ekrem ona “Geri dön, onları ağlattığın gibi güldür.” buyurmuştur. Birisi de Resûl-i Ekrem’e gelip, cihad için müsâade istemişti. Resûl-i Ekrem sordu: “Senin ebeveynin (anne, baban) hayatta mı?” Gelen adamı: “Evet”, dedi. Resûl-i Ekrem emretti: “Gön ve onlara bak.” Abdullah bin Amr hazretleri bunlar gibi çok hadis-i şerif bildirmiştir. Bildirdiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlardır: “İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.” “Cebrâil bana komşu haklarından o kadar çok bahsetti ki, komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim.” “Namazı şartlarına uygun olarak kılanlara, o namaz kıyâmet günü delil ve kurtuluş olur. O’na devam etmeyenler kıyâmet günü perişan olurlar.” “Cemâatle namaz kılmak için yola çıkan kimsenin, attığı her adımda bir günahı silinir ve amel defterine bir sevâb yazılır.” “Allaha ve âhiret gününe imân eden, misafirine ikram etsin. Allaha ve âhiret gününe inanan, komşusuna hürmet etsin. Allaha ve âhiret gününe imân eden, hayrı söylesin, yahut sussun.” “Cehennemden uzaklaşıp, Cennet’e girmek isteyen kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyleri başkasına yapsın.” “Dört sıfata sahip olduktan sonra dünyadan başka bir şey kazanamadığına ehemmiyet verme! Bunlar, emaneti muhafaza etmek, sözün doğrusunu söylemek, güzel huylu olmak, afif olmak.” Abdullah bin Mes’ud’un son sözleri Abdullah bin Mes’ud hazretleri, Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından ve İslâma gelenlerin altıncısıdır. Genç iken imân etti. Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîf ezberlerdi. İki kerre Habeşistan’a ve Medine’ye hicret etti. Bütün gazâlarda ve Yermük muhârebesinde bulundu. Cennetle müjdelendi. Abdullah ibni Mes’ud, Peygamberimizin müşaviri olup, her zaman Peygamberimizin huzuruna hatta evine girmeye izin verilmiş, eshâbın seçilmişlerinden idi. Her zaman Resûlullahın yanında bulunarak Kur’ân-ı kerîmi iyi öğrendiği gibi pek çok hadîs-i şerîf de dinlemiş ve ezberlemiştir. Abdullah bin Mes’ud, Resûlullahın sünnetine tamamen uyardı. Son derece misafirperverdi. Çok namaz kılardı. “Ben nafile oruç tutunca namaza zayıf kalıyorum. Halbuki namaz benim için nafile oruçtan daha kıymetlidir.” Derdi. Adalete çok dikkat ederdi. Buyururdu ki: “Zalimi seven kimse, Kâbe’den 70 yıl ibâdet etse, yine de kıyamet günü Allahü teâlâ onu o zalim ile beraber bulunduracaktır.” Bir gün kendisine: “Ey İbn-i Mes’ud! Emr bil-mâ’rûf ve nehy ani’l-münker’e riâyet etmeyenler helâk olur” demişlerdi. O da “Hayır, kalbini ma’rûf ile doldurmayanlar helâk olur” cevabını vermişlerdir. İbn-i Mes’ud Hazreti Osman’ın hilâfetine kadar Kûfe’de kalıp, O’nun da’veti üzerine Medine-i Münevvere’ye döndü. Altmış yaşları civarında hastalandı. Rüyasında Peygamberimizi görmüş, Resûlullah onu kendi tarafına davet etmiş, o da bu daveti büyük bir şevkle kabul etmişti. Bundan çok az bir zaman sonra da vefat etti. Bakî’ mezarlığına defnolundu. Abdullah bin Zübeyr ve oğlu Abdullah techiz ve tekfin etmişler ve bütün vasiyyetlerini yerine getirmişlerdir. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmış, Osman bin Mazun da kabre koymuştur. Hastalandıkları zaman Hazreti Osman hususî olarak yanına gelip, “Allahü teâlâya kavuşma halin yakın; bir sıkıntın, şikâyetin, isteğin var mıdır?” dedi. Cevâben: “Günahımdan şikâyet ediyorum, rahmet-i ilahiyyeyi isterim” buyurdular. “Bir tabib getirelim mi?” deyince “Hacet yok, beni hasta eden Tabîbdir” cevâbında bulunmuştur. Abdullah ibn-i Mes’ud hazretlerinin kız evlâdı çoktu. Hazreti Osman’ın; “Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların geçimleri dardır.” Demesiyle “Ben onlara Vâkıa’ sûresini öğrettim. Ben Cenâb-ı Peygamberden işittim ki: “Her kim geceleri, akşamdan sonra, Vâkıa’sûresini tilâvet ederse fakirliğe, darlığa düçâr olmaz.” cevabını vermiştir. “Sen muallim olacak bir gençsin!” Abdullah bin Mes’ud hazretleri, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki Resûl-i Ekrem’in Ehl-i Beyt’inden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi. Resûlullahın hususi hizmetinden ve O’na yakınlığından meclisine müsâdesiz girerdi. Her emrini yerine getirirdi. Resûlullah Onun için, “Sen muallim olacak bir gençsin” buyurmuştur. 70 sûreyi Resûlullahın mübarek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kısâi, Halef, A’meş gibi meşhur kıraat imamlarının silsilesi İbni Mes’ud’da son bulmaktadır. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes’ud’u Kur’ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı. “Kur’an-ı kerîm’i, İbni Mes’ud, Sâlim, Ubey bin Ka’b ve Muaz bin Cebel’den öğrenin!” buyururdu. Resûl-i Ekrem Kur’ân-ı kerîm’i ondan dinlemeyi çok severdi. Sesi çok güzel idi. Birgün, “Nisa sûresini oku, Dinleyelim” buyurdu. İbni Mes’ud, “Kur’ân-ı kerîm size indi. Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik” dedi. Resûl-i Ekrem, “Evet öyledir. Fakat ben Kur’ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim” buyurdu. İbni Mes’ud okumaya başladı. 41. Âyet-i kerîme olan, “Halleri ne olacak! Her ümmetten şahid getireceğimiz. Seni de onların üzerine şâhid getireceğimiz zaman...” âyet-i kerîmesine gelince, Resûlullah’ın mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. İbni Mes’ud gençliğinde fakir idi. Bundan dolayı Ukbe bin Ebi Huayf’ın koyunlarını güderdi. Bir gün koyun güderken Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. Peygamberimiz “Ey genç, içmemiz için sütün var mı?” diye sordular. Olmadığı cevabını alınca; Peygamber efendimiz hiç yavrulamamış bir koyunun memesini mübarek elleri ile sıvazladı ve bir duâ okudu. Koyunun memeleri derhal süt ile doldu. Hz. Ebû Bekir derince bir toprak çanak getirdi. Peygamberimiz onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra Hz. Ebû Bekir içti, sonra İbni Mes’ud içti. Sonra Peygamberimiz “Çekil, büzül” buyurdular. Koyunun memeleri büzüldü, eski halini aldı. Bundan sonra Abdullah bin Mes’ud Resûlullahın yanına geldi. “Yâ Muhammed o söylediğin sözden bana da öğretir misin?” dedi. Resûlullah İbni Mes’ud’un başını sıvazladı ve “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen (hakkı) öğrenebilecek bir çocuksun” buyurdu. Abdullah ibni Mes’ud hemen orada müslüman oldu. Böylece altınca olarak imân etmiş ve Sâbikûn-el evvelîn (ilk müslüman olanlardan) olmuştur. “İktisâda riayet eden fakir olmaz.” Abdullah ibn-i Mes’ud hazretlerine Resûlullah sorulduğu zaman tir tir titrer ve ter içinde kalırdı. Çünkü O’nun hakkında yanlış bir şey söylemekten korkardı. Konuşurken gayet yavaş, ihtiyatlı, ağır ağır ve sözlerini düşünüp tartarak konuşurdu. Vücudları çok zayıf, bacakları ince idi. Resûl-i Ekrem, birgün eshâba hitâben: “Siz İbn-i Mes’ud’un vücutca zayıf olduğuna bakmayın, mizânda hepinizden ağırdır” buyurdular. Hikmetli veciz sözleri çoktur. Bunlardan bazıları: “İnsana helaldan olan fakirlik hali, haramdan gelen zenginlikten hayırlı olmadıkça, imânın hakikatına vâsıl olamaz.” “Kâmil insan, övüldüğü veya kötülendiği vakit hali değişmeyendir” “Hayır eken büyük mahsül alır. Şer eken nedâmet biçer. “Dünyada büyük fenâlık şirret-i lisandır (kötü dilli olmak) “ “Sıkıntısı olan kimse, çok istiğfâr okusun.” “Bir gün Peygamber efendimiz bize bir doğru çizgi çizdi ve “Bu insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan doğru yoldur” buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, “Bunlar da, şeytanların saptırdığı yollardır” buyurdu. O halde, bir kimse Peygamberlere, sünnete tabi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse istidracdır. Ya’nî sonu zarar ve ziyandır. Peygamber efendimizden bizzat işiterek bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları da şunlardır: “İktisâda riayet eden fakir olmaz.” “Said olan kimse başkalarından nasihat alandır.” “Dünyayı âhirete tercih eden kimseye Allahü teâlâ üç tane belâ verir: Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamayacağı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs.” “Allahü teâlâ dünyayı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhireti ise ancak sevdiğine verir.” “İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsan eder ve bu da her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği yerlerde harçar.” Abdullah bin Ömer hazretleri Abdullah bin Ömer hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve fıkıh, tefsir, hadîs ilminde en üstün olanlarındandır. Müslümanların gözbebeği Hz. Ömerü’l-Faruk’un oğludur. Abdullah bin Ömer, Peygamber efendimize çok bağlıydı. O’nun yolunda gitmek, ahlâkı ile ahlâklanmak tek arzusuydu. Huzur-u seâdetinden ayrılmak istemezdi. O’nu daima takib ederdi. Resulullah nerede namaz kılsa izini takip ederek oraya giderdi. Beraber namaz kılardı. Sünnet-i seniyeyi yerine getirmek için Resûlullah’ı daima taklid ederdi. Pek çok hâdiseye şâhid olup, hadîs-i şerîf dinlemekle şereflendi. Eshâb-ı kirâm içinde en fazla hadîs-i şerîf rivâyet edenlerden oldu. İbâdet, sohbet ve gazâlarda, Vedâ Haccı’nda hep Resûlullah ile beraber bulundu. Resûlullah’ı görmek, sohbetinde bulunmak, O’na hizmet etme şerefine nail olduğu ve fıtrâten üstün hâllere sahip olması sebebiyle bütün ilimlerde mahir üstad idi. Haram ve şüplelilerden sakınması, ilmi dünyâya düşkün olmaması örnek durumdaydı. Her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri hususunda sahâbenin ileri gelenlerinden idi. Helala ve harama âit hadîs-i şerîflerin çoğunu O bildirmiştir. İşittiği hadîs-i şerîfleri yazardı. Ali’den rivayet edildiğine göre, bir sohbetinde, “Kıyamet gününde aksaklar diye çağırılacak kişiler vardır” dedi. Cemaat, “Aksaklar kimlerdir?” diye sorduklarında, “Sağa sola bakmak ve hareketler yapmak suretiyle namazlarını eksilten ve aksatan kişilerdir” cevabını verdi. İlk imâna gelenlerdendir. Babası İslâmiyetle şereflenince, çocuk yaşta müslüman oldu. Medine-i Münevvere’ye hicret etti. İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğundan Bedir ve Uhud gazâlarına götürülmedi. Resûlullah ile diğer gazâlara katıldı. İlk önce Hendek gazasında bulundu. Mûte ve Yermük gazâlarıyla Mısır ve Kuzely Afrika’nın fethinde bulundu. Horasan ve Taberistan seferlerine katıldı. Devlet kadrosunda vazife almaktan uzak durdu. Babası şehadetinden önce kendisine veliahd olarak oğlunu göstermesini isteyenlere; “Bir evden bir şehid yeter” buyurdu. Seçilmemek şartıyla Şûra üyeliğinde bulundu. Abdullah bin Ömer, Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve Resulullahın kayın biraderi Hz. Muâviye’nin hilâfetinde Bizans seferine katıldı. Eyyüb Sultan hazretleriyle İstanbul surları önünde Bizanslılar ile savaştı. Mekke-i Mükerreme’de hicretten ondört (m.608) sene önce doğup, aynı yerde 692 yılında vefat etti. Kabri Muhasseb’dedir. “Veren el alan elden hayırlıdır!” Abdullah bin Ömer, iyilik etmesini, hayrı, sadakayı, köle azad etmesini çok severdi. İyi ve güzel huylu olup, kötülükten uzaktı. Her işini ve her şeyini Allah için yapardı. Yüzüğünün taşında “Abede’l-lâhe lillah” (Allahü teâlâya Allah için, hâlis ibâdet etti) yazılı idi. Dünya malına hiç gönül bağlamazdı. Câbir bin Abdullah der ki: “Hz. Ömer ve oğlu Abdullah’dan başka içimizde dünyaya meyli olmıyan kimse yoktur.” Abdullah bin Ömer, “Müslümanlıkla şereflendikten sonra en büyük sevinç ve neş’em, gönlümün, herkesi peşinden koşturan bir takım istek ve arzûlara meyletmemiş olmasıdır” buyururdu. Azadlılarından olan İmâm-ı Nâfî efendisi ile ilgili olarak buyurdular ki: “Abdullah bin Öber, bin kişi azâd etmeyince, ruhunu teslim etmedi. Bazan bir ay geçerdi de bir parça et yemezdi. Ancak, misafiri bulunduğu veya Ramazan-ı şerîfte yerdi.” Allah rızâsı için, bir ihtiyacı olana verirdi. Bu meyanda Allahü teâlânın, “Beğendiklerinizden çıkarıp vermedikçe zinhâr iyilik mertebesine erişemezsiniz!” âyet-i celîlesiyle amel ederdi. Birgün, Hz. Abdullah’ın canı balık istemişti. Kızartıp önüne koydular. Tam bu sırada bir fakir geldi ve Hz..Abdullah, balığı o fakire verdi. Abdullah bin Ömer’in akşam yemeklerini yalnız yediği hiç vâki değildir. Mutlaka misafir arar, bulurdu. Bir yerde misafirliği üçgünü geçince, kendi parasını harcamaya başlardı. Zamanının zenginlerinden Abdülaziz bin Hârûn, “Her ne ihtiyacın varsa bana bildir”, diye Abdullah bin Ömer’e mektup yazmıştı. Ona şu cevabî mektubu gönderdi: “Resûlullah’dan; “Önce geçindirmekle yükümlü olduğun kişilere ver; yüksek el, alçak elden hayırlıdır!” buyurduklarını işittim. Yüksek elin ancak veren el, alçak elin de ancak alan el olduğunu sanıyorum. Senden herhangi bir isteğim yoktur. Allahü teâlânın bana sevkettiği bir nimeti de geri çevirmem...” Hz. Abdullah, temizliği seven ve bu konuda titizlik gösteren bir sahâbiydi.Cuma namazına gitmeden önce mutlaka yıkanır ve güzel kokular sürünürdü. Bayram namazları için de aynı şeyi yapardı. İhram için, Mekke’ye giriş için ve Arafat’ta vakfe için de yıkanırdı. Günde iki defa güzel koku sürünürdü. Elbiselerinin daima tertemiz ve kokusunun güzel olmasına dikkat ederdi. Hz. Nâfî’e Hz. Abdullah’ın evindeki hayatı sorulduğunda şöyle anlattı: “Her namaz için abdest alır ve bunların arasında Kur’ân-ı kerîm okurdu. “Allah için seni hiç sevmiyorum!” Abdullah bin Ömer hazretleri gündüzleri çok namaz kılardı. Sonra geceleri de çok namaz kılmaya başladı. Gece namazına başlamasını kendisi şöyle anlatır: “Asr-ı seâdette bir rüya görmüştüm. Güyâ elimde ipekli bir kumaş parçası var ve ben Cennetden nereyi istiyorsam bu ipekli kumaş parçası sayesinde oraya uçuyorum. Derken iki kişi beni tutup Cehenneme götürmek istediler. Derhal karşılarına bir melek çıktı. Ve bana “Korkma!” dedi. Bunun üzerine beni bıraktılar. Hz. Hafsa benim bu rüyâmı Resûlullah’a anlattı. Cenâb-ı Peygamber, “Abdullah ne iyi insandır! Keşke geceleri de namaz kılsa!” buyurdular. O tarihten itibaren gece namazlarına da başladım. Geceleri sabahlara kadar namaz kıldım. Takva sahibi idi haramlardan çok korkardı. Tâbiînin büyüklerinden ı Nâfî’ hazretleri anlatır: “Abdullah bin Ömer ile beraber gidiyorduk. Ney sesi işittik. Abdullah kulaklarını parmakları ile kapadı. Oradan hızla uzaklaştık. “Ney sesi daha işitiliyor mu?” dedi. “Hayır işitilmiyor” dedim. Parmaklarını kulaklarından ayırdı. “Resûlullah de böyle yapmıştı” dedi. Birisi İbni Ömer hazretlerinin yanına gelip, “Allah için, seni çok seviyorum” deyince. Ben de “Allah için, seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen, ezânı, tegannî ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun” buyurdu. Allah’tan başka kimseden korkmazdı. Bir günde yolculukta önlerine bir yırtıcı hayvan çıktı. Yanındakiler çekinerek yürümediler. Abdullah bin Ömer hayvanın yanından korkmadan yürüyüp geçti. Sonra da yanındakilere, “Resûlullah’tan işittim. İnsanoğlu Allah’dan başkasından korkmazsa Allahü teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez.” buyurdu. Dostlarından birisi ona bir ilâç hediye ederek. “Bu önemli bir ilâçtır! Sana Irak’tan getirdim” dedi. “Bu ilâç neye kullanılır?” diye sordu. O kimse, “Hazmı kolaylaştırır” deyince, İbni Ömer gülümsedi ve dostuna şu mukâbelede bulundu: “Hazmı kolaylaştırır mı? Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasına yemedim. Benim hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum.” Yani çok az yerdi. Acıkmayınca da bir şey yemezdi. Hz. Abdullah kötülüğe karşı iyilikle mukâbele ederdi. Zeyd bin Eslem’den rivâyet edilmiştir. Bir kimse yolda Abdullah bin Ömer’e sövüp saymaya başladı. Hz. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu dinledikten sonra adama dönerek. “Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz” buyurdu. Adam çok mahcub olup özür dileyip yanlarından ayrıldı. “İnananların en akıllısı kimdir?” Abdullah bin Ömer hazretleri Eshab-ı kiramın en çok hadis-i şerif rivayet edenlerindendir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ve Peygamberimizden gördüklerinin bazıları şunlardır: Sa’d bin Ebî Vakkâsı abdest alırken, Resûlullah gördü. “Yâ Sa’d! Suyu niçin isrâf ediyorsun?” buyurdu. “Abdest alırken de israf olur mu?” dedik de, “Büyük nehirde de olsa, abdestde fazla su kullanmak israf olur.” buyurdu. Bir genç ayağa kalktı ve “Yâ Resûlallah” dedi. “İnananların en akıllısı kimdir?” Peygamber efendimiz şöyle buyurdular: “Ölümü en çok hatırlayan ve gelmeden önce ona en iyi hazırlananlar; işte en akıllıları onlardır!..” “Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında densiz ve değersizdir, ama yarın kurtulacaktır! Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde kurtulamıyacaktır!” “İstediğini ye, istediğini giyin! Fakat isra etme! İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür.” “Nasihat olarak ölüm yeter.” “Allahım Senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk isterim.” “Ancak iki kişiyi gıbta edilir. Bunlardan birine Allah servet vermiş, o da bur serveti hak yolunda sarf etmiştir. Diğerine de ilim vermiş o da ilmiyle amel etmiş ve başkalarına da “Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş, Allah için bozul, velîlik mertebesini ancak bununla elde edebilirsin. Namazı ve orucu çok olsa bile bu minvâl üzere olmayan kişi imânın tadını alamaz.” “Abdullah! Sabahladığı zaman akşam için kendini kaygılandırma ve akşamladığın zaman, sabah için kendini kaygılandırma! Sağlında hastalığın ve hayatında ölümün için tedbir al...” “Abdullah! Dünyada bir yabancı veya yolcu gibi ol ve kendini kabir halkından say!” Abdullah bin Ömer hazretlerinin hikmetli sözlerinin bazıları: “Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, harâmdan kaçınmadıkça kabul olunmaz.” “Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.” “İnsanın mahiyeti arkadaşından anlaşılır.” “Kendinden üsttekine hased, aşağıdakine tahakküm eden ehl-i ilim sayılmaz.” “Bana kesin söz vermelisiniz!” Abdullah bin Revâhâ hazretleri, Peygamber efendimizin, eshâbı içinde çok sevdiği, şairlerdendir. Hz. Abdullah bin Revâha, ikinci büyük Akabe bîatında müslüman oldu. Peygamber efendimiz ikinci Akabe gecesinde, İslâm’a dâvet ve teşvik ettikten sonra iki şartını bildirdi: “Yüce Rabbim için şartım: O’na hiçbir şeyi eş ortak koşmaksızın ibâdet etmeniz, namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteğim de: Allahü teâlâ’nın Resûlü olduğuma şehâdet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.” buyurdu. Abdullah bin Revâha, “Böyle yaptığımız zaman bize ne var?” diye sordu. Peygamber efendimiz: “Cennet var”buyurdu. Orada bulunanlar bu dâveti kabul edip, “Yâ Resûlallah! Sana nasıl bîat edelim, söz verelim” dediler. Peygamber efendimiz: “Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve benim Resûlullah olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, mallarınızın zekâtını, sadakasını vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinliyeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda Allah için hakkı söyliyeceğinize, iyiliği buyurup kötülüklerden sakındıracağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz.” buyurdu. Bunun üzerine, orada bulunanlar Peygamber efendimize bîat ettiler. Hz. Abdullah bin Revâha: “Biz, Allahü teâlâ’dan ve O’nun Resûlünden geleni kabul ettik...” dedi. Ömrü boyunca bu sözünde durdu. Mute savaşında şehid olduğunda Resulullah efendimiz çok üzüldü. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak; “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehid olmaları idi. Bu hal, onları Cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Nihayet şehid edildi. O şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Cafer bin Ebî Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehid oldu. O, şehid olarak Cennette girdi ve yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Câfer’den sonra sancğı Abdullah bin Revâha aldı. Elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehid oldu ve Cennete girdi. Onlar, Cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi.” buyurdu. “Yâ Ömer! O’na mâni olma!” Hz. Abdullah bin Revâha, Hayber’in fethinde, Resûl-i Ekrem’in maiyetinde bulunmuş, daha sonra Hudeybiye andlaşmasının olduğu yıl yapılamıyan Umre haccını yapmak üzere Mekke’ye gitmişti. Peygamber efendimiz , Kusvâ adındaki devesinin üzerinde bulunduğu ve devenin yuları Hz. Abdullah bin Revâha’nın elinde olduğu halde en sadık arkadaşları da çevrelerinde, kılıçlarını kuşanmış bir şekilde, yürüyerek Mekke’ye girdiler. Peygamber efendimiz umre için Mekke’ye gittiğinde, Müşriklerin ileri gelenleri; yürekleri kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak, Peygamber efendimizi gözetlemek için Handeme, Kuaykıan dağına çıkmışlardı. Mekkeli erkek, kadın, çoluk çocuklar da, Peygamber efendimizle Eshâbını seyretmek için Darünnedve’de sıralanmışlardı. Hz. Abdullah bin Revâha Kusvâ’nın yularını çekerek Peygamber efendimizin önlerinde yürümekte ve müşrikleri kötüleyen şiir söylemekte idi. Hz. Ömer; “Ey İbn-i Revâha! Sen Resûlullah’ın önünde ve Harem-i Şerifte nasıl şiir okuyabiliyorsun” deyince, Peygamber efendimiz : “Yâ Ömer! O’na mâni olma. Allahü teâlâya yemin ederim ki, O’nun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağıdrmakdan daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revâha devam et” buyurdu. Hz. Ömer sustu. Peygamber efendimiz biraz sonra Hz. Abdullah bin Revâha’ya: “Allahü teâlâ’dan başka ilah yoktur! Bir olan O’dur. Va’dini gerçekleştiren O’dur! Bu kuluna yardım eden O’dur! Askerlerini güçlendiren O’dur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız O’dur!” de! buyurdu. Abdullah bin Revâha da şöyle devam etti: “Allahü teâlâdan yoktur başka bir ilâh,/Yoktur O’nun şeriki, lâ ilâhe illallah./O’dur müslümanların, askerlerine güç veren,/Ve O’dur kâfirleri, dağıtan, mağlub eden.” Peygamberimiz, Hz. Abdullah bin Revâha’yı çok sever, hastalandığı zaman hemen ziyaretine gider, hâl ve hatırını sorardı. Bedir’den başlıyarak, şehid olduğu Mûte savaşına kadar Peygamberimizin iştirak etmiş olduğu bütün savaşlarda bulunan Hz. Abdullah bin Revâha, Peygamber efendimizin şâir ve hatiplerindendi. Kendisi “Vahiy katibiydi.” Şâirlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve takdir edilirdi. Peygamber efendimiz , onun şiirlerini beğenirdi ve bu işirlerin düşmana ok atmadan daha tesiril olduğunu beyan ederdi. Peygamber efendimiz onunhakkında, “Cenâb-ı Hak, Hz. Abdullah bin Revâha’ya rahmet eylesin. Melâike onun meclisi ile iftihar ederlerdi” buyurdu. “Kadınlara, çocuklara, yaşlılara dokunmayın!” Hicretin sekizinci senesinde, Mûte savaşı oldu. Resûl-i Ekrem Busra reîsi olan Emîre bir mektup göndererek O’nu İslâmiyyete davet etmişti, bunlar, Resûl-i Ekrem’in elçisine hüsn-i kabûl göstereceklerine elçiyi katletmişler, müslümanlara karşı harp yapacaklarını ilân etmişlerdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem 3000 kişiden, meydana gelen bir kuvvet hazırlamış onu Zeyd bin Hârise’nin kumandasına vermişti. Ordu gitmeğe hazırlandığı sırada, Hz. Abdullah bin Revâha, peygamber efendimizin yanına varıp vadalaştıktan sonra: “Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şeyi emir ve tavsiye buyurur musunuz? dedi. Peygamber efendimiz O’na: “Sen, yarın Allah’a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın, orada secdeleri, namazları çoğalt!” buyurdu. Hz. Abdullah bin Revâha, “Yâ Resûlallah! Bana, nasihatini artırır mısınız? dedi. Peygamberimiz : “Allahü teâlâyı dâima zikret, hatırla çünki, Allah’ı zikir, umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu. Peygamber efendimiz , Seniyyet’ül Vedâ’da mücahidlerle vedalaştı. Onlar; “Haydi Allah’ın ismi ile gazâ ediniz. Allah’ın ve sizin Şam’da bulunan düşmanlarınızla çarpışınız! Orada nasrânîlerin kiliselerinde, halktan ayrılmış kendilerini ibâdete vermiş, bir takım kimseler bulacaksınız, sakın onlara dokunmayınız! Siz, ne bir kadını, ne süt emen bir çocuğu, ne yaşlanmış bir pîr-i fâni’yi öldürecek, ne bir ağaç yakacak veya kesecek, ne de bir ev yıkacaksınız.” buyurdu. Hz. Abdullah bu savaştan geri dönemedi, şehid oldu. Hz. Abdullah bin Revâha, dinine son derece bağlı, dünya malına ve rütbesine kıymet vermezdi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve Peygamber efendimizin emirlerini ölüm pahasına da olsa yerine getirmekte eşine az rastlanırdı. Şehid edildiği Mute savaşında bunu gösterdi; 3 bin kişilik asker ile 100 bin kişilik Rum askerin üzerine yürümekten çekinmedi. Tarihte eşine az rastlanır kahramanlıklar gösterdi. Bir defasında, Peygamber efendimizin , hutbe okurken cemaate “oturunuz” buyurduğunda, Hz. Abdullah bin Revâha, mescidin dışında bir yerde bulunuyordu ve hemen olduğu yerde oturdu, hutbe bitinceye kadar, hiç kımıldamadan orada bekledi. Onun bu hareketi, Peygamberimize ulaştırılınca, Peygamber efendimiz, “Allahü tealâya ve Resûlüne gösterdiğin itaatde Allahü teâlâ hırsını artırsın” buyurdu. “İnsanlar uykuda iken namaz kılınız!” Cennetlik olduğu hadîs-i şerîfte bildirilen Hz. Abdullah bin Selâm, Hz.Yusuf’un soyundan ve Medine’deki Yahudi Benî Kaynuka kabilesinden idi. Cahiliyyet devrinde Husayn olan ismini Müslüman olunca Resûlullah “Abdullah” olarak değiştirdi.Tevrat ve İncil’i iyi bilen Hz. Abdullah bin Selâm iman etmeden önce Yahudi âlimlerindendi. Hz. Abdullah bin Selâm’ın müslüman oluşu ibretlidir. Kendisi müslüman oluşunu şöyle anlatır: “Ben Tevrat’ı ve tefsirini babamdan okumuş, öğrenmiştim. Birgün âhir zamanda gelecek olan Peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işleri bana anlattı ve “Eğer o, Harun evlâdından gelecek olursa ona tabi olurum, yoksa tabi olmam!” dedi ve Resûlullah’ın Medine’ye gelişinden önce öldü. Resûlullah’ın Mekke’de nübüvvetini ilân ettiğini işittiğim vakit onun sıfatlarını ismini ve geleceği vakti biliyordum. Bu sebeple O’nu gözleyip duruyordum. Resûlullah’ın Medine yakınında Kuba denilen yerdeki amr bin Avf oğullarının evinde misafir olduğnu birinden öğreninceye kadar bu halimi yahudilerden saklayıp sustum. Birgün ben kendi hurma ağacımın üzerinde uğraşıp, yaş hurma toplarken, Nadir oğullarından birisinin “Bugün, Arapların adamı geldi” diye bağırdığını duydum. Beni bir titreme tuttu. Hemen “Allahü Ekber” diyerek tekbir getirdim. O anda halam Halide binti Hâris, hurma ağacının altında oturuyordu. Kendisi çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince: “Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Musa bin İmran’ın geleceğin işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin!” diyerek bana çıkıştı. Ona dedim ki: “Ey hala! O, vallahi Musâ bin İmrân’ın kardeşidir ve O’nun gibi bir peygamberdir. Onun dininedir ve onun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir” dedim. Bunun üzerine bana: “Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o kıyamete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?” dedi. “Evet” dedim. “Öyleyse haklısın” dedi. Resûlullah Medine’ye hicret ettiği zaman halk etrafına toplandı. “Resûlullah geldi!” denilince O’nu görmek için hemen halkın arasına karıştım. O’nu görür görmez: “O’nun yüzü yalancı bir yüz olamaz!” dedim. Resûlullah toplanan insanlara İslâmiyeti anlatıyor, nasihatler veriyordu. Burada Resûlullah’tan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur: “Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabaları ziyaretediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet’e selametle girersiniz.” “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir!” Resulullah efendimiz, Hz. Abdullah bin Selam’ı daha ilk gördüğünde: “Sen Medine âlimi İbni Selâm değil misin?” diye sordu. O da: “Evet” deyince, Peygamberimiz: “Yaklaş” buyurarak, şu suâli sordu: “Ey Abdullah, Allah için söyle! Tevrat’ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?” Abdullah dedi ki: “Allah’ın sıfatları nelerdir söyler misiniz?” Bu suâle karşılık Resûlullah biraz bekledi ve Cebrâil İhlâs sûresini indirdi: “De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.” Abdullah bin Selâm bu âyet-i kerîmeleri işitince Peygamberimize hemen: “Evet yâ Resûlallah! Doğru söylüyorsun, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Sen O’nun kulu ve Resûlüsün” diye kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Hz. Abdullah bin Selâm bundan sonrasını şöyle anlatır:, “Resûlullah ismimi sordu. Ben “Husayn bin Selâm” dedim. Hayır, Abdullah bin Selâm” buyurdu. Ben de “Evet, Abdullah bin Selâm, seni hak ile gönderen Zâta yemin ederim ki, bugünden sonra başka bir ismimin olmasını istemem” dedim. Bundan sonra devam ederek: “Yâ Resûlallah! Yahudiler, insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftiralar eden, zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar benim müslüman olduğumu duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftirâda bulunur! Siz önce beni onlardan sorunuz!” dedim ve evin bir tarafına saklandım. Onun peşinden bir grup yahudi ileri gelenleri içeri girdi. Bu esnâda Resûlullah yahudilere: “Aranızdaki Husayn bin Selâm nasıl bir adamdır?” diye sordu. Yahudiler de: “O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin de oğludur! İbni Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!” dediler. Bunun üzerine Yahudilere: “Eğer o müslüman olduysa siz buna ne dersiniz?” diye sordu. Yahudiler: Allah onu böyle birşeyden korusun! diye karşılık verdiler. O sırada Hz. Abdullah bin Selâm saklandığı yerden çıkıp, Müslüman olduğunu söyleyince, Yahudiler: “O bizim en kötümüzdür ve en kötümüzün de oğludur! dediler. Resûlullah yahudilere: “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur,” buyurdu. Hz. Abdullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyet’e davet etti. Halası da dahil hepsi müslüman oldular. Kin beslemez, boş söz söylemezdi Abdullah bin Selâm hazretleri anlatır: Hz. Peygamber zamanında bir rüya görmüştüm ve Resûlullah’a arzetmiştim. Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü rüyamda kendimi sanki bir bahçede gördüm. O bahçenin bir tarafında demirden bir direk vardı. Bu direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında da tutacak bir kulp, bir çember vardı. Bana “Haydi bu direğe çık!” denildi. Ben de “Gücüm yetmez!” dedim. Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi gelerek sırtımdaki elbisemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ tepesine kadar çıktım. Kulpu tuttum. Bana “Halkayı iyi tut, bırakma!” diye tenbih edildi. Böylece direğin kulpu elimde olarak uyandım. Resûlullah’a rüyayı anlattım, dinledikten sonra buyurdular ki: “Gördüğün bahçe İslâm dinidir. Direk de İslâm dininin direği (tevhid) dir. O kulp da çok sağlam olan (imân) dır. Sen ölünceye kadar İslâm dini üzerine yaşayacaksın (Cennetlik olacaksın!)” Resûl-i ekrem bir defasında: “Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden (Cennetliklerden) biridir” buyurdu. Biraz sorna Abdullah bin Selâm içeri girdi. Eshâb-ı kirâm Resûlullah’ın bu müjdeli haberini kendisine bildirdiler ve hangi ameli ile bu dereceye kavuştuğunu sordular. Hz. Abdullah, “Ben zayıf bir kimseyim. Benim en kuvvetli ümidim, kalb selâmeti, yani kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terketmemdir. Bundan başka (beni kurtaracağından ümitli olduğum) bir amelim (işim) yoktur” dedi. O, nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmek için çalışırdı. Kendisi zengin olduğu halde bazan Medine çarşısında sırtında bir yük odunla dolaştığı görülürdü. Yine birgün, onu bu halde görenler kendisine: “Çocukların ve hizmetçilerin var, onlar senin bu kadar işini göremiyorlar mı?” diye sorduklarında Hz. Abdullah “Evet var ve bu işimi yaparlar, fakat ben kendimi tecrübe etmek isedim. Acaba bu işi yapmak nefsime ağır gelecek mi? diye düşündüm. Eğer bende kibir varsa ondan kurtulmak istiyorum. Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse Cennete giremiyecektir” cevabını verdi. Başka bir zamanda: “Meyva veya herhangi birşeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır” buyurmuştur. Resulullahın müezzini Bilâl-i Habeşî Bilâli Habeşî hazretleri, ilk imân edenlerden idi. Müşriklere karşı müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi Sahâbiden biridir. Müslüman olmadan önce Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin ileri gelenlerinden Ümeyye bin Halefin kölesi idi. Bilâli Habeşî yine bir kervanla Ümeyye bin Halefin mallarını satmak üzere Şam’a gitmişti. Bu kervanda Hz. Ebû Bekir de vardı. Bu ticaret seferi, Hz. Ebû Bekir ile Bilâli Habeşi arasında dostluk krulmasına sebep oldu. Hz. Ebû Bekir, Şam’da bulunduğu sırada bir rüyâ görmüştü. Bu rüyâsını tâbirettirmek üzere giderken yanında Bilâli Habeşi’yi de götürmüştü. Rüya tabircisi, Hz. Ebû Bekir’e “Senin rüyân sadık bir rüyâdır. Bir peygamber gönderilecek sen onun hayatında yardımcısı, vefâtından sonra da halifesi olacaksın,” dedi. Bilâli Habeşi, bu sözleri ibret ve hayretle dinledikten sonra, “Putlar mı gönderecek?” dedi. Tabirci, “Hayır, semâvâtı, arzı ve herşeyi yaratan Allah önderecektir. O peygamber, eşi ve benzeri olmayan Allaha ibadet etmeyi ve putların kırılmasını emredecek” dedi. Bilâli Habeşi derin derin düşündükten sonra “Putların kırılacağı gün,” diye mırıldandı. Tabirci, “ evet onların hepsini kıracak!” dedi. Bu kervan Şam’dan Mekke-i Mükerremeye döndüğünde artık İslâmın nuru alemi aydınlatmıştı. İnsanlar birer ikişer müslüman oluyordu. Bilâli Habeşî bir gece yarısından sonra kaldığı evin kapısının yavaş yavaş çılındığını ve “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan bir ses duydu. Gecenin bu saatinde nedir bu ses diye doğruldu. Yine “Bilâl! Bilâl!” diye fısıldayan ses işitti. Karanlıkta ürpererek sesin geldiği yere yaklaştı. “Kimsin? “dedi. Ben Ebû Bekir deyince, “Bu saatte ne istiyorsun? Ne söyleyeceksen sabah söyleyemez miydin?” dedi. Hz. Ebû Bekir “Hayır ya Bilâl! Söyleyeceğimi, sâhibinin yanında sana açamam,” dedi. Bilâli Habeşi, “Nedir öyleyse o haber?” dedi. “Bu ümmetin Peygamberi geldi. Bilâli Habeşi bu ümmetin Peygamberi!” diye tekrar edince, “ evet Yâ Bilâl” dedi. “Kimdir o?” deyince Hz. Ebû Bekir, “Muhammed bin Abdullah”dır dedi. Bilâli Habeşî, “Nasıl bildin?” dedi. Ben kendisine sordum. Bana,” Evet Yâ Ebâ Bekir! Rabbim beni insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hz. İbrahim’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi,” diye cevap verdi. Ben de, “Sen yüksek bir ahlâka sahipsin yalan söylemezsin” dedim. Elini uzattı ben de elini tuttum ona tabi olup, müslüman oldum. Bilâli Habeşî başını eğip, bir müddet sessizce bekledi. Yolculuktaki rüyayı hatırladı. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in bildirdiği gibi kelimeyi şehâdet getirerek müslüman oldu. “Zengin olarak değil fakir olarak öl Medine-i Münevvereye hicretten birmüddet sonra Mescid-i Nebi yapıldı. Peygamberimiz Eshâb-ı kirâma beş vakit namazı cemaatle bu mescidde kıldırıyordu. Namaz vakti gelince “Essalâtü câmia” denilerek namaz vaktinin girdiği bildiriliyordu. Daha sonra ezan okunması bildirilince, Hz.Blâl, Resulullahın müezinini oldu. Hz. Bilâli Habeşi’nin sesi gür çok güzel ve pek tesirliydi. O, ezan okumaya başlayınca, herkes büyük bir aşk ve vecd içinde dinler kendinden geçerdi. Ezan okurken herkesi ağlatırdı. Peygamberimizin vefâtına kadar müezzinliğe devam etti. Bilâli Habeşî’nin müezzinlikten başka bir vazifesi daha vardı. O da bayram namazlarında “Anaze” denilen mızrağı taşırdı. Bu âsâyı Peygamberimiz namaza veya duâya durunca önüne dikerdi. Mekke’nin fethedildiği günde Peygamberimiz has müezzini Bilâli Habeşi’yi yanında bulundurmuştur. Mekke-i Mükerreme fethedilip, Ka’be putlardan temilenince Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye, Ka’be’de ilk ezanı okutturdu. Onun tatlı ve gür sesiyle tevhid sedaları dalga dalga Mekke semalarında yayıldı. Bunu işiten Eshâb-ı kirâm artık küfrün ortadan kaldırıldığını, hakkın gelip bâtılın silindiğini görerek sevinç gözyaşları döktüler. Peygamberimizin vefâtından sonra Bilâli Habeşî ayrılık acısına tahammül edemez olmuş, artık bir daha ezan okumamıştır. Resûlullah’a olan muhabbetiyle hergün yanıp, tütüyor gözyaşı döküyordu. Sonra da Medine’de kalmaya tahammül edemediği için Şam’a gitmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir kalmasını arzu edince, “Yâ Ebâ Bekir sen beni âzad etmemişmiydin, eğer kendin için âzad etmişsen kalayım, Allah için âzad etmişsen müsâade et gideyim” dedi. Hz. Ebû Bekir “istediğin yere gidebilirsin” diyerek müsâade etti. Böylece Şam’a gidip orada yerleşti. Hz. Ebû Bekir devrinde orada yapılan savaşlara katılıp cihad etti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra da Şam’da kalıp, Hz. Ömer’in Şam taraflarında yaptığı savaşlara katıldı. Hicretin onaltıncı senesinde Hz. Ömer ordusuyla Şam’a gelmişti. Bilâli Habeşî de orduya katılıp Kudüs’e gitmişti. Burada Hz. Ömer, Peygamberimizin vefatından beri ezan okumayan Bilâli Habeşî’ye ezan okumasını rica etmişti. Hz. Ömer’in ısrarına dayanamayıp ezan okumaya başlamıştı. O ezan okumaya başlar başlamaz Hz. Ömer ve orada bulunan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin zamanını hatırladılar. Hepsi kendinden geçmiş gözyaşı döküp ağlamışlardır. Hz. Bilal, şu hadisleri rivayet etmiştir: “Gece badetine devam edin; zira bu, sizden önceki salihlerin ibadetidir. Çünkü, gece ibadeti, Allah’a yakınlık ve günahlara kefaret olup, insanın bedenini hastalıklardan korur ve günahlardan uzaklaştırır.” “Ey Bilâl, zenin olarak değil fakir olarak öl” buyurdu. “Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl” Bilâli Habeşî hazretleri, Şam’da iken bir gece rüyasında Peygamber efendimizi görmüştü. Peygamberimiz “Beni ziyaret etmeyecek misin Yâ Bilâl” buyurdu. Bunun üzerine hemen Medine yoluna düştü. Medine-i münevvere’ye gelince doğruca Peygamberimizin kabri şerifine gidip, Ravda-i mutahharaya yüzünü, gözünü sürerek ziyaret etti. Resûlullah ile geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları dökerek uzun müddet ağladı. Bu sırada Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu görüp boynuna sarıldı. Bilâli Habeşî’nin Medine’ye bu gelişinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir ezan okuması için çok ısrar etti. Bilâli Habeşî bu ısrara dayanamayarak bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başladı. Peygamberimizin mescidinden Bilâli Habeşî’nin sesiyle yükselen ezanı duyan Eshab-ı kirâm yerlerinden fırlayıp, kadın, erkek, çoluk, çocuk hep sokaklara dökülmüşlerdi. Hepsi Resûlullah ile yaşadıkları saâdetli günleri, Bilâli Habeş^ı’nin okuduğu ezan sedalarıyla hatırlayıp ağlaşmışlardı. Fakat Bilâli Habeşî ezanda “Eşhedü enne Muhammeden resûlullah” derken, Peygamber efendimizin mübârek ismi geçince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ezanı tamamlamak için kendini zorladı, gene gözyaşlarını tutamadı. Böylece ağlaya ağlaya ezanı bitirdi. O gün Eshab-ı kirâm sanki Resûlullahın bulunduğu günlerden bir gün yaşadı. Peygamberimize olan hasretleri ve derin muhabbetleriyle ağlaştılar, o günleri yâd ettiler. Bu ezan Bilâli Habeşî’nin okuduğu son ezan oldu. Birkaç gün Medine’de kaldıktan sonra Şam’a döndü. Fakat yolda çok hastalanıp evine güçlükle varabildi. Bu hastalıkla ömrünün son günlerini geçirdi ve vefât etti. Vefât edeceği sırada büyük bir sevinç içinde “Oh ne tatlı artık Resûlullah ve arkadaşları ile buluşacağım” demiştir. Bilâli Habeşî bir gün Mescidi Nebîde iken büyük bir neş’e ile coşuyor, yerinde duramıyordu. Hz. Ömer bu halini görüp ne yapıyorsun Yâ Bilâl Mescidde böyle yapılır mı? Dedi. Bu sırada Peygamberimiz de Mescidde oturuyordu. Bilâli Habeşî Resûlullaha soralım Yâ Ömer dedi. İkisi birlikte Peygamberimizin yanına varıp oturdular. Durumu arzettikten sonra Peygamberimiz Bilâli Habeşî’ye bu halinin sebebini sordu. Bilâli Habeşî nasıl sevinip, neşelenmeyeyim Yâ Resûlallah , Allahü teâlâ bana hidayet nasib etti. Halbuki Kureyşin ileri gelenlerinden niceleri inadları sebebiyle bu hidayetten ve ebedi seadetten mahrum kaldılar. Onlara da hidayet nasib olmadı, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona dokunulmamasını ve sevinip neşelenmesinde serbest olduğunu tasdik buyurdu. İki kanatlı Ca’fer-i Tayyar hazretleri Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbas’a bir gün: “Ey amcam biliyorsun ki, kardeşin Ebû Tâlib’in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Tâlib’e gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen yanına alırsın. Evlatlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir” diye buyurdu. Hz. Abbâs: “Olur” deyince, kalktılar. Ebû Tâlib’in yanına vardılar. Ona; “Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.” buyurdular. Ebû Tâlib, “Oğullarımdan Akâl’i ve Tâlib’i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz” dedi. Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, Hz. Abbâs da Hz. Câfer’i yanına aldı. Birgün Ebû Tâlib, oğlu Câfer ile şehrin dışında yürürken Hz. Peygamberimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib oğlu Cafer’e, “Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla” dedi. Câfer gidip, Hz. Ali’nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ etti. “Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın” buyurdu. Allahü teâlâ bu duâyı kabul etti. Hz. Câfer, Mü’te gazâsında, şehid olmakla şereflendi Hicri 8. (m. 629) yılda, üçbin askerle, Şam civarında (Mû’te) denilen yerde Rumlarla harb ederken şehid olduğunda, 41 yaşındaydı Hz. Cafer. O gün yetmişden fazla yara almıştı. Hz. Cafer’in bir özelliği de, görünüş olarak ve güzel huyları ile Resûlullah’a çok benziyen yedi kişiden biri olmasıydı. Peygamberimiz Hz. Cafer’in bu savaşta şehid olduğunda “Cafer’i Cennette uçları kana boyanmış iki kanatlı bir halde gördüm” hadîsiyle müjdeledi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs cennetinde uçmaktadır. Bu sebeple kendisine Ca’fer-i Tayyâr denir. “Ben inandım ki, o Allahın Resûlüdür” Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâma karşı revâ gördükleri zulüm ve işkencelerden sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım eshâbın Habeşistan'a hicret etmelerine müsaade etmişti. Kâfilenin başkanı olarak Ca'fer-i Tayyâr hazretlerini tayin etmişti. Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca, Habeşistan Melîki Necâşî'ye çok kıymetli hediyeler hazırlıyarak elçiler gönderdiler. Hediyeleri takdim eden elçiler: “Ey Melîk! İçimizden birtakım kimseler sizin memleketinize iltica etmişlerdir. İsteğimiz, bunların iâde edilmeleridir” dediler. Necâşî bunları dinledikten sonra, bu defa Ca'fer-i Tayyâr hazretlerine sordu:” Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kabûl ettiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz. Üstelik niçin öyle selâm verdiniz ve secde etmediniz?” Ca'fer-i Tayyâr hazretleri şöyle cevap verdi: “Ey Hükümdâr, biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Hayvan leşi yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Kuvvetli olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden, doğruluğunu, emînliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O Peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O'na ibâdete, bizim ve atalarımızın taptığı taşları ve putları bırakmaya da'vet etti. Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi, herkesle güzel geçinmeyi, Allahü teâlâya ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi, bize emretti. Biz de kabûl ettik ve O'na îmân ettik. Bu yüzden kavmimiz bize düşman olup, zulmettiler. Dînimizden döndürmek için her türlü işkenceye başvurdular. Biz de yurdumuzu, yuvamızı bırakarak ülkenize sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Yanınızda haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız. Selâm verme işine gelince, biz sizi Resûlullahın selâmı ile selâmladık. Birbirimize de öyle selâm veririz. Biz Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz.” Necâşî bunun üzerine dedi ki: “ Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim. Ben inandım ki, o Allahın Resûlüdür. Zaten biz, onu İncil'de görmüştük. Eğer O buralarda olsaydı, gidip ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım. Sonra elçilere dönerek şöyle devam etti: “Vallahi, ben onları size teslim etmem ve haklarında bir kötülük düşünmem. Şu hediye diye getirdiğiniz rüşvetinizi de alarak derhal buradan uzaklaşın! “ Necâşî'nin bu sözleri üzerine elçiler başka bir şey diyemediler. Perişan hâlde geri döndüler. Hz. Cafer nihayet arzusuna kavuştu Hazret-i Cafer-i Tayyar, Habeş hükümdarı Necaşi’nin Müslüman olmasına vesile oldu. Hz. Cafer’in İslamiyeti, tanıtan anlatan konuşmasından, yaşayışından çok etkilenmişti. Bir gün Necâşî eski elbiselerini giyip sarayından çıkdı. Başında tac ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Cafer’i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik’i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hz. Cafer’e “Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş. Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bin Rebia, ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar dedi. Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra: “Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?” dedi. Necâşî; “İncilde gördüm ki, Hak tealâ kullarına bir nimet verdiği vakit bu nimeti başkasına haber veren kimsenin tevazu yapması gerekir. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsan eylemliş, bunu size haber vermek için böyle yaptım” dedi. Peygamber efendimizin amcası Ebû Talib’in oğlu Hz. Cafer ve beraberindeki müslümanlar, bu haberden sonra Habşistan’da Medine’ye geldiler. Dönüşleri hicretin yedinci yılında (m. 628), Hudeybiye’den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber’de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz, Cafer bin ebî Talib ile karşılaşınca, Hz. Cafer’in alnından öpüp bağrına bastı ve “Ben Hayber’in fethine mi, yoksa Cafer’in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine hem de yurduma hicret ettiniz” buyurdu. Hz. Peygamberimiz, mescîdinde, öğle namazından sonra Eshâb-ı kirâm ile birlikte oturdular. Müslümanlar, Allah yolunda cihada çıkacaklardı. Peygamber efendimiz: “Zeyd bin Hârise’yi, cihada çıkacak olan şu insanların başına kumandan tayin ettim. O şehid olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin, O da şehid olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehid olursa, müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar.” buyurdu. Cihad aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Cafer, bu habere çok sevindi. Hazırlanıp hemen savaşa katıldı. Bir müddet sonra da, Cebrâil aleyhisselam gelerek, Hz. Cafer’in şehid olduğunu, kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yakuttan iki kanat ihsan olunduğunu, o kanatlarla Cenette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Cafer’in ailesine “Ey! İki kanatlı mesûd kimsenin çocukları” diyerek bu durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Cafer, Tayyar=uçan ismiyle tanınmıştır. Eshâb-ı kirâmdan Hz. Ebû Hureyre O’nun özellikleri şöyle bildirir: “Cafer, fakirleri sever, onlarla otururdu. Onlarla konuşur ve onları dinlerdi. Peygamber efendimiz, O’nu “Fakirlerin babası” diye künyelendirmişti.” Dıhye-i Kelbî ve Cebrail aleyhisselâm Cebrâil aleyhisselam çok defa Resûlullahın huzuruna Hz.Dıhye-i Kelbî’nin sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz Beni Ümeyye’den üç kimseyi üç kimseye benzetir: “Dıhyet-ül Kelbî, Cebrâil’e; Urve bin Mes’ud-es-Sekâfi, İsâ’ya ; Abdül üzzi ise Deccâl’a benzer.” buyururdu. Hz.Dıhye-i Kelbî’nin bu benzerliği bazan karışıklıklara da sebep olurdu. Bir gün Cebrâil aleyhisselam Hz. Dıhye sûretinde Resûlullaha geldi. Bu arada Resûlullah Mescid-i Nebî’de bulunuyordu. Daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Hz. Cebraili Dıhye zannedip hemen ona doğru koştular. Ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz, “Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edepsiz zannetme. Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediyye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.” buyurdu. Hz. Cebrâil bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini bur uzattı Cennetten bir salkım üzüm kopardı Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar kopardı. Hz. Hüseyin’e verdi. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca Dıhye zannettikleri Cebrâil’in yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı elinde baston, toz-toprak içerisinde beli bükülmüş ihtiyar bir kimse geldi, “Yavrularım günlerdir açım, Allah rızası için yiyecek bir şey verin” dedi. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, biri üzümü diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyarı böyle görüne, hemen yemekten vazgeçip ihtiyara vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Hz.Cebrâil gördü: “Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona haramdır” buyurarak şeytanı kovdu. Hz. Dıhye-i Kelbî ticaretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullahı severdi. Ticaret için Medine’den ayrılıp her dönüşünde Resûlullahı ziyaret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peyamberimiz efendimiz bunlara kıymet vermez ve “Yâ Dıhye eğer beni memnun etmek istiyorsan imân et. Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, O’nun imân etmesini isterdi. Dıhye ise zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi. Bedir gazâsından sonra birgün Cebrâil Dıhye’nin imân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. İmânla şereflenmek için huzur-u saâdetlerine girince Resûlullah üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye-i Kelbî, Resûlullaha hürmeten Hırka-i Seâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde imân nuru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti. Böylece Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden oldu. Simâ olarak en güzellerindendi. Doğum yeri ve tarihi bilinmemektedir. 672 senesinde vefat etti. “Biz Müslümanlar kula secde etmeyiz!” Dıhye-i Kelbî hazretleri, Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah onu Bizans’a Sefir olarak gönderdi. Resûlullah Bizans Kayseri Heraklius’u İslâm’a dâvet için bir mektup yazdırdı. Mektubu Dıhye’ye verdi. Mektubu Bizans Kayserine sunması için Busrâ emirine vermesini emretti. Hz.Dıhye , Peygamberimizin mektubunu Kaysere sunması için Busrâ’daki Gassan emîri Hâris’e başvurdu. Hâris, Dıhye’yi Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazifelendirdi. Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius’da Kudüs’te bulunuyordu. İmparatorun adamları kendisine “Kayser’in huzuruna çıktığı zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de asla başını yerden kaldırmayacaksın.” dediler.Dıhye onlara,“Biz müslümanlar! Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi insanın yaratılışına terstir.” dedi. “Madem ki Kayser’e secde etmeyeceksin, o zaman şöyle yap: Kayser’in sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Hergün öğleden sonra bu avluya çıkar oraları dolaşır. Orada bir minber vardır, onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de şimdi git hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin” dediler. Bunun üzerine Dıhye mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı; Arapça bilen bir de tercüman çağırttı. Tercüman Resûlullahın mektubunu okumaya başladı: “Bismillâhirrahmânirrahîm Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Rumların büyüğü Herakl’e, Allahü teâlânın hidayetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; Ben seni İslâm’a davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey ehl-i kitab sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse: “Şahid olunuz. Biz müslümanız”, deyiniz.” Resulullahın mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektub bitince “Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlıyan bir mektub görmemiştim” dedi. Ne yapacağına karar veremedi. Bunun için çevresine sormaya karar verdi. “ Allah helâk edici ve nimetleri değiştiricidir” Resulullahın kendisini İslama davet mektubu hakkında bir karar veremeye Heraklius, Hıristiyanların reisi ve kendisinin danışmanı Uskuf’a fikrini sordu. O, “Vallâhi O, Mûsa ve İsâ’nın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz O’nun gelmesini bekliyorduk” dedi. Heraklius, “Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?” diye sordu. Uskûf, “O’na tâbi’ olmanı uygun görürüm.” dedi. Heraklius “Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O’na tabi olup, müslüman olmağa gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdarlığım gider hem de beni öldürürler.” dedi. Sonra Hz. Dıhye’yi ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Dıhye kendisine “Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tabi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku’ bulmuştur.” dedi. Bundan sonra Heraklius, Hz. Peygamber hakkında araştırmaya başladı. Şam vâlisine emir verip Hz. Peygamberin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen Roma’daki bir âlime de mektup yazıp bu meseleyi sordu. Roma’daki dostundan bahsettiği zâtın âhir zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektub geldi. Bu arada Şam Valisi, ticaret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyan da vardı. Ebû Süfyan”a “Siz şu Hicaz’daki zâtın kavminden misiniz?” diye sordu. “Evet” cevabını verince, “Haydi bizimle beraber imparatorun yanına gideceksiniz.” dedi. Ebû Süfyan’la yanındakileri Şam’a götürdü. Şam Valisi Ebû Süfyan’ı ve yanındakileri Heraklius’ün yanına çıkadı. O’na bazı sorular sordu. Aldığı cevapların hepsi müspet oldu. Sonra tekrar Hz. Dıhyeyi çağırttı. Dıhye İmparatora o mübarek güzel sesiyle şunları söyledi: “ Ben seni, Mesih’in kendisine namaz kılmış olduğu Allah’a davet ediyorum. Ben seni Mesih’in daha annesinin karnıda iken gökleri ve yeri yaratan ve onlara hakim olan Allah’a davet ediyorum. Seni, Hz. İsâ’nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği Peygambere imâna davet ediyorum. Eğer bu hususta sen bir şey biliyorsan ve eğer kendin için dünya ve âhiret seâdetini kazanmak istiyorsan onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhiret saâdetin elinden gider. Dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bilki, senin Rabbin olan Allah cebbbârları helâk edici ve ni’metleri değiştiricidir” dedi. “Biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi” Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu okuyunca öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da Hz. Dıhye’ye “Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana Mesih’in kendisine namaz kıldığı zâtı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver” dedi. Herakliüs daha sonra Dıhye’yi yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhar etti. Dedi ki: “Ben biliyorum ki seni gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman peygamberidir. Yalnız ben O’na uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler, ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o imân ederse, bütün hepsi ona uyup imân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve itikadımı açığa vururum.” Bundan sonra Herakliüs bir mektup yazıp, Dıhye’ye verip Safâtır’a gönderdi. Safâtır, Peygamberimizin vasıflarını işitince Hz. Mûsâ’nın ve Hz. İsâ’nın geleceğini haber erdikleri âhir zaman peygamberi olduğunda hiç şüphesi olmadığını söyledi ve imân etti. Evine gitti, kapandı ve her Pazar yaptığı vaazlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar “Safâtır’a ne oluyor ki o arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz” diye bağırdılar. Safatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi ve eline âsâsını alıp kiliseye geldi.O beldedeki Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp: “Ey Nasârâ, biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki; “O Allahü tealânın hak resûlüdür” dedi Hıristiyanlar bunu işitince hepsi Safatır’ın üzerine hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler. Dıhye gelip, durumu Herakliüs’e haber verdi. Herakliüs “Ben sana söylemedim mi? Safâtır, Nasârâ katında benden daha sevgili ve azizdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katl ederler” dedi. Bir mektup yazıp,Dıhye ile Peygamberimize gönderdi. Mektupta şöyle diyordu: “Hz. İsâ’nın müjdelediği Allah’ın Resûlü Muhammed’e, Rum hükümdarı Kayser’den; “Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allah’ın hak resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. İsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana imân etmeğe davet ettim. Fakat imân etmeğe yanaşmadılar. Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum.” Buhârî’nin Sahîhi’nde zikrettiği ve Zührî’nin rivayet ettiği haber ise şöyledir: “Herakliüs Humus’daki köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve “Ey Rum cemâatı sizler seâdete, huzura kavuşmayı veh âkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. İsâ’nın söylediğine uymayı ister misiniz?” dedi. Rumlar, “Ey bizim hükümdarımız, bunları elde etmek için ne yapalım” diye sordular. Herakliüs; “Ey Rum cemâtı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım: Bana Muhammed’in mektubu geldi. Beni dine davet ediyor. Vallâhi o, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz O’na tâbî olalım da dünyada ve âhirette selâmet bulalım” dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söylelyip homurdanarak dışarı kaçmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Herakliüs Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve “Ey Rum cemâatı benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dininize olan bağlılığınızı ölçmek içidi. Dininize bağlılığınız ve beni sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm” dedi. Bunun üzerine Rumlar Herakliüs’e secde ettiler, köşkün kapıları açıldı çıkıp gittiler. Herakliüs, Dıhye’yi çağırdı olanları anlattı. “Yalan söylüyor dininden dönmemiştir” Hz. Dıhye, Herakliüs’den ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Cüzâm vadilerinden Şenar vadisinde Huneyd bin us oğlu ve adamları Dıhye’yi soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve Kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us’ ve kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhyeden aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar. Daha sonra Resûlullah Zeyd bin Haris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. Bu mesele böylece kapandı. O beldede olanların hepsi îmân etti. Hz.Dıhye Medine’ye gelince evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz, “Kim o?” diye sordu. Dıhye “Dıhyet-ül Kelbî” dedi. Peygamberimiz “içeri gir” buyurdu. Dıhye içeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimiz Herakliüs’ün mektubnu okuttu. “Onun için bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir” buyurdu. Herakliüs daha sonra da Peyamberimize imân ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah “Yalan söylüyor. Nasrânî dininden dönmemiştir” buyurdu. Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Herakliüs ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektub ellerinde blunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakikaten de öyle olmuştur. Dıhye Medine’deki dahi sokakta gezerken, Resûlullah’ın emriyle yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayırmazdı. Eshâb-ı kirâm, Dıhye’yi gördükleri zaman Dıhye mi yoksa Cebrâil mi olduğunu anlayamazlardı. Hz. Cebrail ile karıştırılması bir çok kere olmuştu: Hicretin beşinci senesi Resûlullah , Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâta rastladılar ve onlara şöyle dedi: “Size kimse rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah buyurdu ki: “Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku atsın diye...” Resûlullahın Bedir gazâsı dışındaki bütün gazvelerine iştirak eden Hz.Dıhye; Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muâviye zamanında Şam’da 50 (m. 672)’de vefât etti. Hz.Ebüdderdâ’nın son sözleri Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından olan, Ebüdderdâ hazretleri, Hicretin ikinci senesinde müslüman oldu. Daha önce ticaretle uğraşırdı. Bu sebeble çok yer gezmiş ve çok kimseler görmüştü. Öğrendiği bir çok mâlûmat neticesidne ticaretten vazgeçip, kendi kendine ibâdet etmeye başlamıştı. Peygamberimiz Medine’ye hicret edince, Ebüdderdâ, İslâmiyetin üstünlüğünü görerek müslüman oldu. “Ticaretle ibâdeti birleştirmek istedim mümkün olmadı. Ticareti bırakıp ibâdete yöneldim.” buyurmuştur. O müslüman olmadan önce Bedir savaşı yapılmıştı. Uhud savaşında ve diğer savaşların hepsinde bulundu. Uhud savaşında gösterdiği cesâret ve kahramanlığı çok dikkati çekmiştir. Peygamberimiz onu methetmiştir “Ne mükemmel süvâridir” buyurmuştur. Ebüdderdâ Hendek savaşında, Hudeybiye andlaşmasında, Hayber’in fethinde, Mekke’nin fethinde, Huneyn ve Tebük gazvelerinde ve Veda Haccında da bulunmuştur. Peygamberimizin zamanında Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiştir. Âyet-i kerîmelerin çoğunun tefsirini bizzat Peygamber efendimize sorarak öğrenmiştir. Ebüdderdâ , Peygamberimizin vefâtından sonra Medine’de kalmaya tahammül edememiştir. Dolaştığı her yerde Resûlullahın hatırasını görüp, dayanamadığından Şam’a gidip, orada yerleşti. Hz. Ömer’in isteği üzere Şam’da ders vermeye başladı. Çok sayıda âlim yetiştirdi. Tefsir, hadîs, fıkıh ilimlerini öğretmesinin yanında, verdiği Kur’ân-ı kerîm dersleri meşhûrdur. Ebüdderdâ, ömrünü dîne hizmet etmekle geçirdi. Nübüvvet kaynağından aldığı ilmi yaydı. Hz. Osman’ın halifeliğinin son yıllarında vefât etti. Abdullah bin Selâm’ın oğlu Yusuf şöyle anlatmıştır: “Ebüdderdâ vefât edeceği sırada ben yanında idim. Bana “Kalk benim vefât etmek üzere olduğumu halka ilân et” dedi. Ben kalkıp insanlara durumu bildirdim. İşitenler evine geldiler. Evin içi dışı insanla doldu. Sorna beni dışarı çıkarınız demesi üzerine dışarı çıkardık. Beni oturtunuz dedi. Oturttuk. Evinde toplanan büyük kalabalığa karşı şöyle dedi: “Ey insanlar Resûl-i Ekrem’den işittim şöyle buyurdu: “Kim kusursuz ve noksansız bir abdest alır, sonra da tam bir ihlâs ile namaz kılarsa Allahü teâlâ onun istediklerini ona ihsân eder.” Bundan sonra gelenlere namazla ilgili bir miktar daha nasihâtta bulundu. Son sözleri bunlar oldu. 652 senesinde Şam’da vefât etti. “Ümmetin hâkimi Ebüdderdâ’dır” Ebüdderda hazretleri ömrü boyunca ilimle uğraştı. Derslerinde kırâat ilmi üzerinde durmuştur. Şam’da Câmii Kebir’de verdiği bu derslerine pek çok sayıda talebe katılırdı. Talebelerine onar kişilik halkalar halinde ders verirdi. Her ders halkasını ayrı ayrı kontrol ederdi. Bir defasında talebeleri sayıldığında binaltıyüz civarında oldukları görülmüştür. Ebüdderdâ ayrıca tebabet ilmini de bilirdi. Hastalarını tedavi eder, gerekli ilâçları yapardı. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında bir ara Medine’ye döndü. Hz. Ömer, O’na Bedir Eshâbından olanlara verilen maaş kadar maaş bağladı. Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Şam’a vali tayin edilen Hz. Muaviye, halifeden bir kâdı istemişti. Hz. Osman bu vazifeyi en iyi Ebüdderdâ yapar buyurarak Ona verilmesini emretti. Bu vazifesi sırasında da ilim yaymaya devam etti. Şam’da bulunduğu sırada Kûfe’den ve diğer yerlerden çok kimse Ona fıkhî meseleler sormak üzere gelir, fetvasını alırdı. Peygamber efendimiz “Her ümmetin bir hâkimi vardır. Bu ümmetin hâkimi de Ebüdderdâ’dır” buyurmuştur. Muaz bin Cebel de vefât ederken talebesi Amr bin Meymun’a, Ebüdderdâ’nın ilminden istifâde edilmesini vasiyet ederek, “Yeryüzü ondan daha âlim bir kimse taşımadı” buyurmuştur. Herkese iyilikle muamelede bulunurdu. Kızgınlıkları ve kırgınlıkları yatıştırır, hep güler yüz gösterirdi. Kimseyi incitmez kimseden incinmezdi. Çok tok gönüllü ve cömert idi. Kendisini ziyarete gelen her misafire çok ikramda bulunur, bizzat kendisi hizmet ederdi. İlmi, takvası, üstün ahlâkıyla ve daha bir çok vasıflarıyla çok sevilip, hürmet gösterilmiştir. Hanımı Ümmü Derdâ şöyle anlatmıştır: “Ebüdderdâ bir şey anlatırken ve bir hadîs-i şerîf naklederken daima tebessüm ederdi. Bir gün sebebini sordum. “Resûl-i Ekrem her hadîs-i şerîf söyledikçe tebessüm ederdi.” dedi. Gelenlere, ilim öğrenmek için mi yoksa başka maksatla mı geldiklerini öğrenir sonra, pekiyi o halde dinle diyerek şu hadîs-i şerîfi okurdu. “Bir insan ilim kazanmak için bir yola giderse, Allahü teâlâ ona Cennete doğru bir yol açar. Melekler, ilim peşinde koşanlardan hoşnut oldukları için kanatlarını onun altına gererler. İlim sahipleri için yerdekiler ve gökdekiler mağfiret niyâz ederler. Denizin diplerindeki balıklar bile ona duâ ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü, ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Peygamberlerin vârisleri âlimlerdir. Bunlar dirhem ve dinar (para peşinde) koşmazlar. İlme koşarlar. Onun için onlar ilimden ne kadar fazla pay almak mümkünse o kadar alırlar.” “Bir Müslüman hakkını helal ederse...” Bir gün Ebüdderdâ hazretlerinin evine bir zât geldi. Ona eğer burada kalacaksan sana bir yer hazırlayayım yolcu isen geçip gideceksen sana azık hazırlayayım dedi. O zât yolcuyum gideceğim dedi. Ebüdderdâ öyle ise sana en güzel azığı hazırlayayım, bundan daha kıymetli azık olsa idi onu sana verirdim dedi. Sonra şöyle devam etti: “Bir gün Resûlullahın huzuruna gitmiştim. Dedim ki, yâ Resûlallah zenginler dünyayı da ahireti de kazandılar, onlar hem namaz kılıyor hem oruç tutuyorlar, hem sadaka verebiliyorlar. Fakat biz fakir olduğumuz için sadaka veremiyoruz. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Sana bir şey söyleyeyim mi? Sen onu yapınca kavuştuğun şeye ancak onu yapanlar kavuşabilirler. Yapmayanlardan hiçbiri ona yetişemezler. Her namazdan sonra otuzüç kere tesbih (subhanallah) otuzüç kere tahmid (elhamdülillah) otuzüç kere tekbir (Allahü ekber) getir.” Bir defasında Kureyş’ten bir zât Ensârdan bir zâtın dişini kırmıştı. Dişi kırılan zât Hz. Muaviye’ye gidip şikâyet etti. Hz. Muaviye helâllaşmalarını tavsiye etti. Fakat şikâyet eden kabul etmedi. Hz. Muaviye, o zâta Ebüdderdâ’yı göstererek bak bu zâta sor dedi. Bunun üzerine Ebüdderdâ şöyle dedi: Resûl-i ekrem’den işittim “Bir müslümanın bedenine bir zarar gelirde, buna sebeb olanı (yapanı) affeder, hakkını helâl ederse, Allahü teâlâ onu bir derece yükseltir. Onun bir hatasını affeder.” buyurdu. Bunu dinleyenzât Ebüdderdâ’ya bakarak sen bunu bizzât Resûl-i ekrem efendimizden duydun mu? dedi. Evet kulaklarımla işittim, kalbimle kavradım dedi. Bunun üzerine o zât o halde ben şikâyetimden vazgeçiyorum, hakkımı da helal ediyorum dedi. Ebüdderdâ bir gün Şam’da mescidde oturuyordu. Bir kişi mescide girdi ve şöyle duâ etti. Yâ Rabbi! Yalnızlıkta bana yardımcı ol, garibliğimde bana acı. Bana aziz ve sevimli bir dost ihsan et dedi. Ebüdderdâ bu sözlerini duyunca o zâta dönüp şöyle dedi. Resûlullah’den işittim buyurdu ki: “İnsanlar içinde kendine zulmedenler var, bunlar gam ve keder içindedirler. İnsanlar arasında israftan sakınanlar var, bunlar iktisadlı ve mutedil hareket ederler. Bunların hesabı kolaydır. Sonra insanlar arasında hayır işlemek için yarışanlar var bunlar hesapsız Cennete girerler.” “Üç şey olmasa yaşamak istemem!” Ebüdderdâ hazretleri; bir şahsın işlemiş olduğu bir kötülükten dolayı insanlar tarafından sövülüp, kötülendiğine tesadüf etti. “Bu adam bir kuyuya düşmüş olsaydı, siz onu çıkarmak istemez miydiniz?” dedi. İnsanlar, evet çıkarmak isterdik, deyince Ebüdderdâ “Öyle ise, onu kötülemeyiniz, dil uzatmayınız, onun işlemiş olduğu kötülükten sizi korumuş olan Allahü teâlâya hamd ve şükr ediniz.” dedi. “Sen ona buğz etmez misin” diye sordular. “Ben onun kendisine değil yaptığı fenalığa buğz ederim” buyurdu. Ebüdderdâ’nın rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı da şunlardır. “Cömertlik, imân sağlamlığından gelir. İmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik de şek ve şüpheden gelir. Şüphe içinde olan Cennete giremez.” “Mizâna konacak amelleden en ağır geleni, güzel ahlâktır.” “Zamanımızda şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır.” “Dertli mü’minin duâsını ganimet bilin.” “Kul bir şeye lânet ettiğinde, o lânet göğe çıkar. Gök kapıları kapanır. Giremez yere döner, yerin kapıları kapanır giremez, sağa sola gider. Gidecek bir yer bulamayınca lânet edilene gider. Lâyıksa onda kalır, lâyık değilse lânet edene döner.” “Ey Ebüdderdâ! Cehennem ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her böbürlenen, kaba, büyüklük taslıyan, mal toplıyan, iyiliğe mâni olan kimsedir. Cennet ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her fakir kimse ki, Allah’a yemin etse, Allah onu doğru çıkarır.” Ebüdderdâ hazretlerinin veciz sözlerin bazıları: “Üç şey olmasa bir gün bile yaşamağı istemezdim. Bunlar sıcak ve uzun günlerde Allah için oruç tutup susuz kalmak, gece ortasında Allah için secde etmek ve meyvelerin iyisi arandığı gibi sözlerin de iyisini arayan kimselerle sohbet etmektir.” “Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü dünyalıktan eline bir şey geçtiği vakit sevinir, fakat ömrünün azaldığına üzülmez.” “Bir âlim ilmiyle amel etmedikçe âlim sayılmaz.” “Hayır, malı ve evlâdı çoğaltmakta değildir. Hayır, kulluk yükünün büyüklüğünü anlamak, ameli çoğaltmak, insanlarla oyalanmayı bırakıp, Allahü teâlâya ibâdete yönelmektir. Eğer iyilik yaparsan Allahü teâlaya hamd et, günah işlemişsen istiğfar et.” “Ölümden sonra neler göreceğinizi, başınıza gelecekleri bilseydiniz, isteyerek ne yemek yiyebilir ne de su içebilirdiniz.” “Ölümü çok hatırlayan taşkınlıktan ve hasedden kurtulur.” “Bu kılıcı benden kim alır?” Ebû Dücâne hazretleri, Resûlullah efendimizin bütün gazâlarına iştirak etmiş ve canını Resûlullah ve din-i İslâm için hiçe saymış, edîp, şecâatlı ve kahraman bir zât idi. Bilhassa Uhud’da göstermiş olduğu kahramanlığı İslâm tarihinde dillere destan olmuştur. Bundon dolayı Peygamberimizin İltifâtına mazhar olmuştur. Bu savaşta göstermiş olduğu kahramanlıklarla herkesi hayran bıraktı. Uhud Harbi’nin kızıştığı sırada Peygamberimiz elinde tuttuğu ve üzerinde “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibâr var. İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz” beyti yazılı kılıcını göstererek “Bu kılıcı benden kim alır?” buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan bir çokları “Ben, ben, ben” diye almak için ellerini uzattılar. Peygamberimiz tekrar “Bunun hakkını vermek üzere kim alır?” deyince Eshâb-ı kirâm sustular ve geri durdular. Kılıcı hararetle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm “Ben alırım Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz kılıcı Hz. Zübeyr’e vermedi. Hz. Ebû Bekir, Hz.Ömer, Hz.Ali’nin istekleri de Peygamberimiz tarafından kabul edilmedi. Ebû Dücâne “Yâ Resûlallah bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu. Peygamberimiz “Onun hakkı eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onunh hakkı müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahud şehidlik nasib edinceye kadar Allah yolunda çarpışmandır” buyurdu. Ebû Dücâne “Yâ Resûlallah ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum” dedi. Peygamberimiz elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne kılıcı alınca, harp meydanına doğru çalımlı ve gururlu bir şekilde yürümeye başladı. Ebû Dücâne hazretlerinin bu şekilde yürümesi Eshâb-ı kirâm arasında pek hoş karşılanmadı. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Bu bir yürü yüştür ki, bu yerler (harp meydanları) dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir.” buyurarak yalnız düşmana karşı çalımlı yürümenin câiz olduğunu, izin verildiğini beyan ettiler. Savaşta Resulullah efendimiz yaralanmış mübarek yanaklarından ve yüzünden akan kan, sakal-ı şerîflerini ıslatmıştı. Bu halde bile “Yâ Rabbi kavmimi affet. Çünkü onlar bilmiyorlar” diye duâ buyuruyordu Ebû Dücâne savaşın en şiddetli zamanında Peygamberimizin üzerine eğilip atılan oklara karşı O’nu vücuduyla korumakta ve atılan oklar sırtına çarpıp düşmekte idi. Peygamberimiz bu olanları görüyordu ve “Allahım Ebû Dücâne’den ben nasıl râzı isem, Sen de râzı ol” diye duâ buyurmuştu. Savaşın hezimetle neticelenmemesinde, Hz. Dücanenin büyük katkısı oldu. Ömrü savaş meydanlarında geçti Hz. Ebû Dücâne Uhud’da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah Uhud gazâsından salimen dönünce, Peygamberimiz, Hz. Ali’ye “Sen muharebede sadakat gösterdin; Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de sadakat gösterdi” buyurarak Ebû Dücâne ve Sehl hazretlerinin yapmış olduğu üstün hizmeti beyan buyurmuşlardır. Hz. Peygamber, Uhud gazâsından sonra müslümanlara ihanet eden ve Resûlullaha verdikleri sözde durmayan ve Resulullahı öldürmeye teşebbüs eden Beni Nâdir yahudilerinin üzerine yürüdü. Yahudiler yenildiler. Yahudilere hiçbir mal götürmemek şartıyla eman verildi. Resûlullah Beni Nâdir yahudilerinin terkettiği malların hepsine el koydu. Bu ganimet mallarının hepsini muhâcirlere dağıtmak için istişâre etti. Böylece muhâcirler, ensârın evlerinde oturmakdan kurtulacaklardı.Ensârdan Sa’d bin Ubâde ile Sa’d bin Muaz: “Ya Resûlallah! Sen Benî Nâdir’in mallarını muhâcirlere dağıt. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya devâm etsinler” buyurdular. Resûlullah ensârdan Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne hazretlerine fakir oldukları için bu ganimetlerden onlara da pay verdi. Ebû Dücâne hazretleri Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıkan irtidât, dinden dönme fitnelerinin ortadan kaldırılmasında da çok büyük hizmet görmüştür. Dinden dönenlerin başında bulunan Müseylemet-ül Kezzâb, peygamber, olduğunu ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı. Hz. Halid bin Velid komutasındaki İslâm ordusu bu fitnecinin üzerine sevk edilmişti. Harp esnasında Hz. Ebû Dücâne düşmana çok şiddetli hücum ediyordu. Mürtedler, Hz. Halid bin Velid’in çadırına girip yağma yapmaya başlamışlardı. Bu sırada İslâm askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile Müseylemet-ül Kezzâb’ın ordusunu bozdu. Hz. Vahşi, Müseylemet-ül Kezzâb’ı katletti. Müseylemet-ül Kezzâb’ın ordusunu teşkil eden Beni Hanife kabilesi yenilince etrafını duvarlarla çevirip tahkim ettikleri büyük bir bahçeye sığınmışlar ve kapısını kapatmışlardı. Bu bahçeye duvardan ilk atlayarak giren Ebû Dücâne idi. Aşağı atlarken ayağı kırıldı. Buna rağmen gayretine zerre kadar eksiklik getirmeyerek, o muhkem bahçenin kapısını bekleyen müşrikleri dağıtıp, İslâm askerine bahçenin kapısını açtı. Tekrar düşmanın üzerine hücum etti ve şehâdet şerbetini içinceye kadar savaştı ve burada hicretin onbirinci yılında şehid oldu. “Güvenebileceğim iki amelin var!” Hazret-i Dücane’nin şehid düştüğü Yemame savaşında, Müseylemet-ül Kezzâb’ın kırkbin kişilik ordusundan yirmi bini katledilmiş, fakat müslümanlardan da iki binden ziyade şehid verilmişti. Bunun üçyüzaltmışı muhâcirden, bir o kadarı da ensârdan ve kalanı da tabiînden idi. Şehid olanların içerisinde yetmişten ziyade hafız vardı. Ebû Dücâne hazretleri cesaret ve kahramanılğı kadar da fazilet sahibi olup, hiç kimseye kötülük düşünmez ve boş ve faidesiz şey (mâlâya’nî) ile meşgûl olmazdı. Zeyd bin Eslemi diyor ki, Ebû Dücane hazretleri hasta idi ve yüzü nurla parlıyordu. Huzuruna gelenlerden birisi “Bu yüzünüzün böyle nurlu olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Buyurdu ki: Güvenebileceğim beni kurtaracak iki amelim var. Birisi mâlâya’nî ile meşgûl olmazdım. İkincisi hiçbir müslümana kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmazdım ve hiçbir müslümana kötülük düşünmezdim. Ebû Dücâne hazletleri anlatır: Yatıyordum; değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi bir ses duydum ve şimşek gibi bir parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şeyin yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım, kirpi derisi gibi idi. Yüzüme kıvılcım gibi birşeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullaha gidip olanları anlattım. Buyurdu ki, “Yâ Ebû Dücane Allahü teâlâ, evine hayır ve bereket versin!” Sonra, kalem ve kâğıt istedi. Hz. Ali’ye bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp, eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryad eden bir ses beni uyandırdı. Diyordu ki, Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektupla beni yaktın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan kaldırmakdan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık seninle komşularının evine gelmiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz” Ona dedim ki, “sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam.” Cin ağlamasından, feryadından, o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namâzını mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini Peygamberimize anlattım. Resûlullah buyurdu ki: “O mektubu kaldır, yoksa, mektubun acısını kıyamete kadar çekerler.” Bir müslüman bu mektubu yanında taşısa veya evinde bulundursa; bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup, zarar veren cin de gider. Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri Peygamberimizin mihmandan, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Ensârdandır.Türkiye’ye “Eyyûb Sultân” olarak tanınır. Resûlullah, hicrette Kubâ’dan, Cuma namazını kılıp, Medine’ye geldiklerinde yolun iki tarafını dolduranlar “Resûlullah geldi! Resûlullah geldi!” deyip, sevinç göz yaşları döküyorlardı. Herkes kendi evlerine gelmesini istiyordu. Resûlullah da “Deveyi kendi haline bırakınız. Çünkü, o me’murdur. Emir olunduğu yere gider; ona yol verniz!” diye onlara teşekkür ediyordu. Deve, sonunda Neccâroğulları yurduna gelip çöktü. Peygamberimiz, “Akrabamız evlerinden hangisinin evi daha yakındır?” diye sorunca Neccâroğulları’ndan Ebû Eyyûb-i Ensârî: “Yâ Nebiyyallah! Benim evim yakındır. İşte şu evim, bu da kapısı”, diye göstererek Resûlullahı evine davet etti. Peygamberimiz Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evinde Mescid-i Nebevi, hücreler ve odalar bitinceye kadar kaldı. Resûlullah,Medine-i Münevverede bir kuşluk vakti, müslümanların iki gözbebeği Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Hz. Ömer-ül Faruk ile karşılaştı. Üçü beraber Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evine gittiler. Evde olmadığını öğrenince, nerede olduğunu sordular. Bahçede çalışmakta olan Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri, Resûlullah’ın sesini işitip koşarak eve geldi. “Merhaba Yâ Resûlallah! Hoş geldiniz. Arkadaşlarınızla beraber safa geldiniz” diyerek karşıladı. Bahçede çalıştığını beyan edip, hurma ağacından bir salkım kopararak geldi. Salkımda üç çeşit hurma vardı. Hz. Resûlullah “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu salkımdaki kuru hurmaları ayır” byurunca; “Yâ Resûlallah! Emir sizindir. Ancak, size hayvan kesip, et ikrâm edeceğim.” Resûlullah da; “Eğer hayvan keseceksen, sütlü hayvan kesme” buyurdu. Eyyûb-i Ensârî oğlak kesip, Ümmü Eyyûb da yarısını söğüş, diğer yarısını da kızarttı. Etleri ekmeğin üzerine koyup, sofraya getirdi. “Yâ Resûlallah, buyurunuz” deyince, Resûlullah, “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu ekmek ile etten bir parça da kızım Fâtıma’ya götür, çünkü ben biliyorum ki; epey zamandan beri Fâtıma bu yemeği yememiştir.” Emir yerine getirilip, sofra kalktıktan sonra Peygamberimiz “Bütün bu nimetler, ekmek, et, hurma, taze hurma ne güzel. Bu nimetler şükür ister.” buyurup ağladılar. “Nefsim, yed’i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu nimetler yüzünden, yarın kıyâmet gününde siz suâl olunacaksınız” buyurduktan sonra ilâve ettiler; “ancak, sağlığınızda elinize geçen ni’metleri yemeğe başlaren “Bismillah”, doyduğunuz zaman da “Elhamdülilla-hil lezi eşbaanâ ve en âme aleynâ feefdâle” diyerek Cenâb-ı Hakk’a şükür ve duâ ediniz. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızık, bu sebeple, size kifâyet eder.” Dünyayı sevmez dünyalıktan hoşlanmazdı. Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri çok cömert idi. Evi herkese açıkdı. Eline geçeni Allah yolunda verirdi. Köleleri ve câriyeleri azâd eder, onlara ihsânda bulunurdu. Sünnet-i seniyyeye çok bağlı idi. Dünyayı sevmez, dünyalıktan hoşlanmazdı. Resûlullah’ın vefâtından sonra sık sık Ravda-i mutahhara’ya gidip, ağlardı. Bir defa imâm olup, yanındakilere namaz kıldırdıktan sonra, arkadaşlarına: “Şeytân kalbime vesvese etti ve bana, bu insanların arasında imâmlığa müstehak senden başka bir ferd yoktur. Sen şimdi insanların hepsinden efdalsin, bu açık bir hâldir dedi ve bundan sonra mecbûr olmadıkça imâmlık yapmayacağıma kalbimi ucub ve riyâdan koruyacağıma söz verdim” buyurdu. Ebû Eyyûb-i Ensârî aynı zamanda ilim ve takvada da çok ileri idi. Vahiy kâtipliğinde bulunmuştur. Hemen birçok Sahâbi kendisinden ilim ve hikmet dersleri almış, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru anlaşılmasında kendisine müracaatta bulunulmuştur. Kurraî Kirâm’dan yani, Kur’an-ı kerîmi ezbere bilenlerin meşhurlarından olup, Tâbiînin kıraat âlimi idi. O her gittiği yerde “Mihmandar-ı Nebevi” olarak büyük alâka ve hürmet görmüştür. Bir ara Mısır’ı da ziyaret eden Ebû Eyyûb-i Ensârî burada da büyük hürmet ve alâka ile karşılanmıştır. Burada akşam namazı geç kılınınca Resulullahın şu hadis-i şerifini nakletti: “Ümmetim akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır üzeredir, yahut fıtrat üzeredir.” Onun mısır seyâhatinin asıl sebebi bir hadîs-i şerîfi, validen tahkik etmekti. Resul-i Ekrem’den rivâyet edilen hadîsi bizzat Peygamberden duyan Hz. Ukbe’den başkası hayatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, durumu Ukbeye bildirip, kendisini dinlemek istediğini söyledi. Ukbe mezkûr hadîs-i şerîfi şu şekilde anlattı: Resûl-i Ekrem buyurdu ki: “Her kim bu dünyada bir mü’minin kusurunu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onun kusurunu örter.” Hz. Ebû Eyyûb böylece bir hadisi tahkik etmenin gönül huzuru ile Medine’ye dönmüştür. Hz. Ebû Eyyûb, dört halife devrini de idrak ederek nihayet Hz. Muaviye’nin İstanbul fethi için teşkil ettiği orduya da yetişmiştir. Resûlullahın İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen bu müjdeye kavuşma şerefi ve heyecanıyla dolu idi. Hicretin ellinci (m. 670) senesinde Mısır’a gelerek bizzat katıldığı bu ordu ile istanbul önlerine kadar geldi. Eyyub Sultan hazretlerinin son sözü İstanbul’un fethi için gelen Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce iyileşip, savaşmayı arzuluyordu. Ordu kumandanı Yezîd bin Muaviye kendisini bizzat gelip ziyaret etti. İyi olması temennisinde bulundu. Yezîd’in ziyaretinden memnun olan Ebû Eyyûb-i Ensârî ecelinin yaklaştığını hissederek, Peygamber efendimizin “Kostantiniyye’de kalenin yanında salih bir kimse defin olunacakıtr” hadîs-i şerîfini naklederek son sözü şu vasiyeti oldu: “Şayet burada vefât edersem, cenazemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin.” Mihmandâr-ı Nebevî, demek ki, manevî olarak defnedileceği yeri görmüş ve müslümanların hayâli olan İstanbul fethine bir adım daha yakınlaşmak istemişti. Gerçekten bir müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî ruhunu Rahman’a teslim eyledi. Vasiyeti üzerine askerler nâşını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar. Tekbir ve duâlarla defnettiler. Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî sağlığında göremediği o fethi vefâtından sonra kabrinden temaşa etmek istemişti. Bu bakımdan İstanbul’un manevi fatihi olarak kabul edilen Ebû Eyyûb-i Ensârî, bu toprakları asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmıştır. Onun defnedilmesinden sonra ordu kumandanı Yezîd, mezarına bir zarar gelmemesi için, Bizans Kayserine bir elçi gönderdi. Orada yatanın Peygamber Mihmandârı olduğunu ve Ona gelecek en küçük bir zararın, İslâm dünyasında bulunan bütün kiliselerin yıkılıp yerle bir olmasına sebep olacağını ihtar etti. Gerek bu tehdit, gerekse Hz. Peygamberin büyük Sahâbisi olması sebebiyle, Hıristiyanlar onun mezarına zarar verememiş, hattâ müslümanlar gibi onun mezarını ziyaret ederek manevi yardımını dilemişlerdir. Zamanla o mezarda yatan zatın hüviyeti Bizanslılarca unutulmuş, fakat manevi havası sonraki asırlarda da devam etmiştir. Bundan sonra İstanbul üzerine daha pek çok sefer tertip edilmiştir. Ancak her defasında muhkem kalelerle korunan şehir fethedilememiş, bu şeref Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed Han ve askerlerine nasip olmuştur. Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mhemed Hân (1451- 1481) İstanbul’un fethini gerçekleştirdikten sonar devrin byük âlim ve gönül sultanlarından Akşemseddin hazretlerine: “Ey benim muhterem Hocam! Tarih kitaplarının yazdığına göre, Peygamberimiz Muhammed Mustafa efendimiz hazretlerinin mihmandarı Ebû Eyyûb elEnsârî’nin mübârek kabri, burada (İstanbul) kalenin yakın bir yerindeymiş. Himmetinizle kabri şerifin yerini bulmak ve bilmek arzusundayım” dedi. “Beni küfrün zulmetinden kurtardın!” Fatih Sultan Mehmet, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabrinin bulunmasını isteyince Evliyanın büyüklerinden Akşemseddin hazretleri, Sultana hitaben; “Sultanım ben geceleri şu semtte bir yere nur inmekte olduğunu görüyorum. Zan ederim ki, o nurun indiği yerde, o mübâreğin kabri şerîfi olsa gerektir” buyurdu. Beraber bugünkü türbenin bulunduğu yere geldiler. Akşemseddin hazretleri bir müddet teveccühte bulunduktan sonra: “Evet, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin ruhu şerifi ile şimdi mülâkat ettim. İstanbul’un fethini tebrik edip, “Beni küfrün zulmetinden kurtardın.” buyurarak ferah ve sürurunu belirtti buyurunca, Fatih Sultan Mehmed Hân ve Akşemseddin ile maiyeti hep beraber, işaret edilen yere geldiler. Sultan Fatih, Akşemseddin hazretlerine; “Efendim! Kabri şerifin yerini tayin buyurunuz ki, üzerine türbe yapalım” dedi. Akşemseddin hazretleri şimdiki türbenin bulunduğu yerde bir müddet teveccüh ve murâkabede bulunduktan sonra, mezarın baş tarafından bir yeri göstererek: “Burasını kazınız. İnşâallahü teâlâ, iki arşın sonra yazılı bir mermer çıkacaktır. İşte orası Hz. Mihmandar-ı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabri şerifidir” buyurdu. İşaret edilen yer kazıldı. Buyurduğu gibi yazılı mermer bulundu. Sultan Fatih, Akşemseddin hazretlerinin kerâmetine hayran kalıp, ziyâdesiyle memnun oldu. Fatih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe ve yanına da camii şerif bina ettirdi. Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber efendimizden bizzat işiterek 150 hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bunlardan bazıları şunlardır: “Kim Allaha ortak koşmadan ibâdet eder, namazı kılar, zekâtı verir. Ramazan ayında oruç tutar ve büyük günahlardan sakınırsa, muhakkak onun için Cennet vardır.” “Kılınan her namaz hatalara bir set çeker.” “Sadakanın efdali, akrabaya verilendir.” “Sizden birisi helâya gittiğinde kıbleye yönelmesin ve kıbleye dönmesin.” “Bir müslümana, din kardeşini, üç günden daha fazla terk etmek, karşılaştıklarında birbirinden yüz çevirmek helal olmaz. Bunların en hayırlısı ilk önce selâm verendir.” Bir adam Resûlullaha gelerek, “Yâ Resulallah, bana veciz şekilde nasihat eder misin?” dedi. Bunun üzerine Resûlullah nasihat isteyen o adama şöyle dedi: “Namazını kıldığın zaman, sanki dünyaya veda ediyormuşsun gibi ol, yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes.” En çok hadis-i şerif rivayet eden Sahabi Ebû Hureyre hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında ençok hadîs-i şerîf bilen ve rivâyet edenlerdendir. İsmi Abdurrahman bin Sahr’dir. Künyesi Ebû Hureyre’dir. Bu künyenin verilişi hakkında kendisi şöyle demiştir. “Birgün kaftanımın içinde küçük bir kedi taşıyordum. Resûlullah gördü. “Nedir bu?” buyurdu. Ben de, “kedicik” dedim. Bunun üzerine Resûlullah bana “Ey kedicik babası” buyurdu.” Ebû Hureyre , Peygamber efendimizin yanına geldikten sonra artık O’ndan hiç ayrılmadı. Ticaret, mal, servet gibi hiçbir meşgâlesi yoktu. Bunlarla hiç uğraşmadı. Eshâb-ı kirâmın en fâkiri olup, Eshâb-ı Suffa arasına katıldı. Eshâb-ı Suffa, Mescid-i Nebî’de kalır hep ilimle meşgûl olurdu. Ebû Hureyre, Peygamberimizin hep huzurunda bulundu. Bu hal Peygamberimizin vefâtına sürdü. Peygamberimizin yanında devamlı bulunduğu için pekçok hadîs-i şerîf işitmiş ve rivâyet etmiştir. Bir gün Peygamberimize şöyle demiştir: “Yâ Resûlallah senden işittiklerimi hâfızamda fazla tutamıyorum.” Bunun üzerine Peygamberimiz “Örtünü uzat” buyurdu. O da ridasını uzattı. Resûlullah Ona duâ etti, iki mübarek eliyle üç defa O’na doğru nûr saçtı ve “Örtünü göğsüne sür” buyurdu. O da sürdü. Böylece Allahü teâlâ O’na öyle bir hafıza ihsan etti ki, işittiği hiçbir şeyi unutmadı. Ömrü de uzun oldu. Böylece çok hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bir zât, İbn-i Ömer’e “Ebû Hüreyre Resûlullahtan bu kadar çok hadîs rivâyet ediyor doğru mu?” dediğinde İbn-i Ömer “Yemin ederim ki, hiç birinde şek ve şüphe yoktur, çünkü Ebû Hureyre her zaman Resûlullaha suâl sorar, aldığı cevapları ezberlerdi.” demiştir. Eshâb-ı kirâm arasında Muhacirin ve Ensarın bir çoklarının bilmediği hadîs-i şerîfleri Ebû Hureyre bilirdi. Çünkü Eshâb-ı kirâmın çoğu iş güç sahibi olduğundan, bir kısmı çarşıda, pazarda çalışır, bir kısmı ziraatle meşgûl olurdu. Bu sebeple her zaman ve her saat Resûlullahın yanında bulunma fırsatını elde edemezlerdi. Eshâb-ı kirâmdan bir kısmı ise kendini tamamen ilme vermiş olup, Resûlullahın huzurunda bulunurdu. Bunların en başında gelen Ebû Hureyre idi. Bu bakımdan o herkesin duymadığı hadîs-i şerîfleri işitip rivâyet etmiştir. Onun bu hali Eshâb-ı kirâmın ileri gelenleri tarafından da bildirilmiştir. Ebû Âmir buyurdu ki: O, hergün Resûlullahın huzurunda ve hizmetinde bulunmuştur. Biz eşlerimizle ve ailemizle, evimizde oluyorduk. Onun böyle bir meşgâlesi yoktu. Bu bakımdan O bizden daha fazla hadis-i şerif bilir ” “Buraya gelmenizin sebebi nedir?” Ebû Hureyre hazretleri, gece-gündüz Resûlullahın huzurundan ayrılmamış, bütün işini gücünü bırakmış, hep Peygamberimizin buyurduklarını dinleyip, hıfzetmiştir (ezberlemiştir.) Hatta günlerce aç kaldığı halde dîni öğrenme gayretiyle buna katlanmıştır. Bu hususta kendisi şöyle anlatmıştır: “Bir gün açlığa dayanamayarak evimden çıkıp mescide gittim. Günlerce bir şey yememiştim. Oraya varınca bir grup Eshâbın da orada olduğunu gördüm. Yanlarına varınca “Bu saatte niçin geldin Yâ Ebâ Hureyre” dediler. Ben de “Açlık beni buraya getirdi” dedim. Onlar, “Biz de açlığa dayanamayarak buraya çıkıp geldik” dediler. Bunun üzerine hep birlikte Resûlullahın huzuruna gittik. Huzuruna varınca “Bu saatte buraya gelmenizin sebebi nedir?” buyurdu. Biz de “Açlık Yâ Resûlallah” dedik. Bir tabak hurma getirdi. Hepimize ikişer tane hurma verdi. Ben birini yedim, birini sakladım. Resûlullah görüp, “Niçin onu da yemedin?” buyurdu. “Birini de anneme ayırdım” dedim. Resûlullah “Onu da ye sana annen için iki tane daha vereceğiz” buyurdu. Annem için iki tane daha verdi. “Bir gün Resûlullaha bir kase süt hediye getirildi. Ben o gün çok açtım. Resûlullah bana “Git Eshâb-ı Suffayı çağır” buyurdu. Çağırmaya gittim. Giderken bir sütün hepsi bana ancak yeter diye aklıma geldi. Eshâb-ı Suffa’yı çağırdım, yüz kişi kadar vardı. Resûlullahın emri üzerine o süt kasesini alıp her birine ayrı ayrı verdim. Hepsi doyasıya içti. Resûlullahın mu’cizesi ile artıyordu. Sonra Resûlullah “Ben ve sen kaldık iç.” buyurdu. Ben de biraz içtim. “İç” buyurdular. Tekrar içtim. İçtikçe “İç” buyurdular. O kadar içtim ve doydum ki, artık hiç içecek halim kalmadı. Sonra da kâseyi alıp Resûlullah içti..” Ebû Hureyre, Peygamberimizden bizzat öğrendiği din bilgilerini ve işittiği hadîs-i şerîflerin İslâm dünyasına yayılması hususunda çok büyük hizmet yapmıştır. Her Cum’a günü namazdan önce hadîs-i şerîf dersleri verirdi. Hadîs-i şerîf öğrenmek için gelenler onun etrafında toplanırdı. Onun ders meclisi pek geniş olup, bir çok kimse ondan ilim öğrenip, ilimde yükselmiş ve hizmet etmiştir. Ebû Hureyre fazileti ve İslâmı yaşamasıyla en mükemmel bir numûne idi. Çok geceleri ibâdet ile geçirir, sabaha kadar namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Her ayın başında üç gün oruç tutardı. İbâdetlerde çok ihtiyatlı hareket ederdi. Hep abdestli bulunur ve Resûlullah “Abdestli olan vücûd a’zasına Cehennem ateşi dokunmaz” buyurdu, derdi. Ebû Hureyre hazretlerinin son sözü Ebû Hureyre hazretleri her gün onbir bin tesbih çekerdi. Ölümü yaklaştığında ağladı. Sebebi sorulunca “Ahiret azığının azlığından ve yolculuğun zorluğundan” demiştir. Allah korkusu, mahşer gününün hesâbından bahsedilince titremeye başlar, bazan ağlayarak kendinden geçerdi. Şakya Eshahi şöyle anlatır: “Bir defasında Medine’ye Ebû Hureyre’yi ziyaret için gelmiştim. Resûlullahın kıyamet gününe dair bir hadîs-i şerîfini rivâyet ederken, birden bire feryad edip, kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelince neden böyle yaptığını sordum. Biliyormusun? Kıyamet günü için Resûlullah buyurdu ki: “Kıyamet günü Allahü teâlânın insanları hesaba çekeceği gündür. Kur’ân-ı kerîme, O’nun emirlerine uyanlar (hakyolu tutanlar) makbul olup, uymayanlar cezalandırılacaktır. Kur’ân-ı kerîmi bilip okuyan, öğrenip öğretenlerden amel etmeyenlerin vay haline” Kur’ân-ı kerîmde insanlara emirler vardır. Fakiri himâye etmek, sadaka vermek, akrabâyı ziyâret etmek... Bunların hepsini yerine getirmek gerekir. İşte bunun için kıyamet gününden korkarım dedi.” Ömrünün son günlerinde hastalandı. Hastalığını duyanların ziyarete gelmesiyle büyük bir kalabalık toplandı. Hastalığı ağırlaştığında “Allahım sana kavuşmayı seviyorum. Bunu bana nasib eyle” demiştir. Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır: “Bir kimse bir mü’minin dünyaya üzüntülerini giderip ferahlandırırsa, Allah da kıyamet günü onun üzüntülerinden birini giderir.” “Her kim eli dar olan borçluya kolaylık gösterirse, Allah da dünya ve âhirette ona kolaylık gösterir.” “Bir kul din kardeşine yardımda bulundukça, Allah da ona yardım eder.” “Bir kimse ilim tahsili için yola çıkarsa, bundan dolayı Allah ona Cennet yolunu kolaylaştırır.” “Ameli kendisini geride bırakan kimseyi, nesebi ileri götüremez.” “Müslümanın müslüman üzerinde hakkı beştir. Bunlar: Selâm almak, hastayı ziyaret etmek, cenâzeyi teşyi etmek, davete icabet eylemek (kabul edip, gitmek) aksırana “Yerhamükellâh” Allah asna rahmet etsin, demek.” “Birbirinize hased etmeyiniz. Alış verişte birbirinizi aldatmayınız. Birbirinize dargın durmayınız ve birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Birinizin bitmek üzere olan pazarlığını bozmayınız. Allahın kulları kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, ona hor bakmaz.” “Müflis kime nedir biliyor musunuz?” Ebû Hureyre hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Resûl-i Ekrem üç defa göğsünü işaret buyurarak,“Takvâ işte buradadır. Bir kimsenin şerir, kötü olması için müslüman kardeşini hor görmesi kâfidir.” buyurdu. “İnsanların Cennete girmelerine en çok yardımcı olan, takvâ, Allah korkusu ve güzel ahlâktır.” “Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek, elbisesi giyen kadın la’net olsun.” “Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. Dini bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur’ân-ı kerîmi mizmarlardan, ya’ni çalgılardan, şarkı gibi okurlar. Allah için değil keyf için okurlar. Allahü teâlâ bunlara lâ’net eder. Azab verir.” “Mü’milerin imân bakımından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanlarıdır ve hayırlı olanlarınız da, kadınlara karşı hayırlı olanlardır” “Allaha ve Kıyamet Günü’ne imân edenler, komşusuna eziyet etmesin. Allaha ve Ahiret Gününe imânı olan, misafire ikram etsin. Allaha ve Ahiret Gününe imân etmiş olan, ya hayır söylesin ya sussun.” “Kadın dört şey için nikâh edilir. Malı, soyu, güzelliği ve dîni. Sen dindar kadını seç, mes’ûd olursun.” “Yedi sınıf insan vardır ki, Allahü teâlâ onları hiçbir gölge bulunmayan günde (Kıyamet Gününde) Arş’ının gölgesinde gölgelendirir. Adaletli Devlet Reisi, Allaha ibâdet ederek büyüyen genç. Kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için birbirini seven ve bu uğurda birleşip bu sevgi ile ayrılan iki kişi, mevki sahibi olan güzel bir kadın tarafından zinaya çağırıldığı halde “Ben Allah’tan korkarım” cevabı ile mukabale eden kimse, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli duymayacak surette gizli sadaka veren kimse, tenha yerde Allahı zikrederek, gözleri yaşla dolup taşan kimsedir.” “Sadaka, malı eksiltmez. İnsan afvettikçe Allah da onun izzetini ve şerefini arttırır. Her kim Allah için tevazu ederse, Allah onu yükseltir.” Birgün Eshâb-ı kirâma karşı “Müflis kime nedir biliyor musunuz?” buyurunca, Eshâb-ı kirâm “Parası ve malı olmayan kimseye diyoruz.” dediler. Resûlullah buyurdu ki: “Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü defterinde, çok namaz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, dövmüş. Sevâbları, bu hak sâhiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevâbları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır.” Ebû Mûsel-Eş’arînin son sözleri Ebû Musa el-Eş’ari hazretleri, Resûlullahın vâlilerindendir. Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu; “Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.” Resulullah ile Zâtü’r-Rika gazâsında, Mekke’nin fethinde, Huneyn gazâsında bulundu. Hz. Ömer’in hilâfetinde Kûfe, Basra valiilklerine tâyin olundu. Burada vâli iken Ehvaz, İsfehan ve Nusaybin fethedildi. Hz. Osman’ın halifeliği esnasında önce Basra daha sonra da Kûfe vâliliğine tayin edildi. Hz. Ali zamanında da Kûfe valiliğine devam etti. Cemel vak’ası’na katılmadı. Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekli oldu. Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sürelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi.Safvân bin Süleyman diyor ki; “Resûl-i ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.” İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu. Her an son nefesini düşünürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında son sözü ; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyurdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefat etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu. Ebû Musa el-Eş’arî, üçyüzaltmış hadîs-i şerîf rivâyet etti. Resûlullah’ın kendisine Hz. Osman’ın başına felâket gelceğini ve Cennete gireceğini haber verdiğini rivâyet etti. Güneş tutulunca Resûlullah Mescid-i şerife gelip, namaz kıldıktan sonra “Allahü teâlâ’nın irsâl ettiği bu âyetler hiçbir kimsenin ne ölmesinden ne de hayatından dolayıdır. Lâkin Allahü teâlâ bu âyetlerle kullarını tahvif eder (korkutur.) Bu kabilden (tabiî) bir hâdise gördüğünüzde Allah’a niyaza, Allaha karşı istiğfara (koyulup) iltica ediniz (dönünüz.)” buyurduğunu nakletmiştir. Allahın onları, onların Allahı sevdiği kavim Ebû Musa el-Eş’arî hazretleri olan müslüman olmasını şöyle anlatır.“Biz Yemen’de iken Peygamber efendimizin ortaya çıkışı haberi bize ulaştı. Ben ve iki ağabeyim ve Eş’ari kabilesinden 52 veya 53 kişi bir gemiye bindik ve Resûlullah’ı görmek için yola çıktık. Ancak gemimiz hava muhalefeti sebebiyle bizi Habeşistan’a çıkardı. Orada Cafer bin Ebî Tâlib ile buluştuk ve müslüman olduk. Cafer “Resûlullah bizi, buraya gönderdi. Burada bir müddet oturmamızı emretti. Siz de bizimle burada bir müddet oturunuz” dedi. Bunun üzerine, biz de orada oturduk.Daha sonra Resûlullah’ın müsadesiyle Habeşistan hükümdarı Necâşi bizi iki gemiye bindirip Medine’ye gönderdi.” Eş’ariler, Medine’ye gelmekte oldukları sırada Resûlullah eshâbına “Yanınıza öyle bir kavim gelecektir ki onlar, İslâmiyet için, sizden daha yufka yüreklidirler” buyurdu. Müslümanlar arasında ilk defa müsâfehayı yapanlar onlardı. Resûlullah onları Medine’de Botham Meydanlığı’na yerleştirdi ve onlara buyurdu ki: “Sizin hicretiniz iki defadır. Biri Necâşî’nin ülkesine, ikincisi de yurduma yapılan hicrettir.” Eş’arîler yatsıdan geç vakitlere kadar ibâdet ettiklerinden, Peygamber efendimizin yanına giderler ve Resulullah da onların yanına gelirdi. Resûlullah Eş’ariler’e namaz kıldırdıktan sonra; “Allahın siz olan nimetlerindendir ki, insanlardan bu saatte başka bir kimse namaz kılıyor değildir. Bu namazı sizden başka kılan kimse yoktur!” buyurur, onları takdir ve teşvik ederdi. Ebû Mûsel-Eş’arî bu iltifatlardan çok memnun olur, Allahın resûlüne ve müslümanlara sevgisi kat kat artardı. Kur’ân-ı kerîm’in Mâide sûresi 54. âyet-i kerîmesindeki “Allahın onları seveceği ve onların da Allah’ı seveceği bir kavim getirir” buyruğu hakkında Peygamberimiz “Onlar işte bunun! Yani Ebû Mûsel-Eş’arî’nin kavmidir” yine: “Seferlerde yoldaşlık eden Eş’ari cemâatinin gece vakti evlerine girdikleri zaman okudukları Kur’ânı, seslerinden çok iyi tanırım. Sefer halinde, geceleyin onların kondukları yerleri de gündüz görmemiş olsam bile Kur’ân seslerinden anlarım” buyurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Aişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş’arî’nin evinin hizâsına gelince durdular. O Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Hz. Resûlullah, O’nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına “Buna muhakkak Davud’un güzel seslerinden bir ses verilmiş” buyurarak meth etti. “Kim işine geldiği gibi mana verirse...” Ebû Mûsel-Eş’arî hazretlerinin çok güzel Kur’ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biir olan Ebûl-Hasan-i Eş’arî hazretleri de Eş’arî kavmindendir. Bir vazında buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur’ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur’ân-ı kerîme uyun. O’nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur’ân-ı kerîm’e uyarsa, Kur’ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecektir. Kim Kur’an-ı kerîmi’ kendine uydurursa, anladığı ve işine geldiği gibi mânâ verirse Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.” Yine buyurdu ki: “Ademoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereyi doldurmaya çalışır. Adem oğlunun karnını birazcık toprakten başka bir şey doldurmaz.” “İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır.” “İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular.” “Kıyamet günü güneş, insanların tepeside olacak ve iyi ameller de gölge edecek.” Kıyâmet günü, ibâdet ehli müminlerin, Allahü teâlânın cemâlini göreceği hususunda; Resûlullah’ın gökyüzündeki aya bakıp: “Şu ayı nasıl hiçbiriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz.” hadis-i şerifini bulundu. Rivayet ettiğini diğer hadis-işeriflerden bazıları şunlar: “Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder.” “Dünyayı seven Ahiretine zarar verir, Ahiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz.” “Mü’minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir.” “Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır.” “Kişi sevdiği ile berâberdir.” “Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet hertarafı kaplar ve öldürme olayları artar.” “Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımalrı seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır.” Kölelikten âzâd edildiği için ağladı Ebû Râfî hazretleri ilk müslümanlardandır. Önce Resûl-i Ekrem’in amcası Hz. Abbas’ın kölesi idi. Hz. Abbas onu Resûlullaha verdi. Böylece Resûlullahın aile efradı arasına girme saadet ve şerefine kavuştu. Resul-i ekrem efendimiz, amcası Hz. Abbas müslüman olunca, sevincinden onu âzâd edip, Selmâ ismindeki azâdlısı ile evlendirdi. Ondan Abdullah adında bir oğlu oldu. Bu oğlu büyüyünce Hz. Ali’nin kâtibi olma şerefine kavuştu. Ebû Râfi âzâd edildiği zaman ağlamış, “Yâ Resûlallah! Beni niçin bırakıyorsun, bundan sonra da yanında kalacağım” demiştir. Kölelikten azad edildiği için üzülen, hatta ağlayan insanlık tarihinde başka bir örneği var mıdır? Resulullah merhamet buyurmuş; hür iken de Resulullahdan ayrılmamış, harb ve sulh zamanlarında da, Resûl-i Ekrem’in hizmetinde bulunma nimetine kavuşmuştur. Seferlerde Resûlullahın çadırını o kurardı. Peygamber efendimiz Erkam bin Ebi-l-Erkam’ı, zekât memuru olarak göndermişti. O zaman Erkam ebû Râfi’e “Bana bu işte yardımcı olursan, sana, toplanan zekâttan, toplayanlara ne verilirse, onu sana veririm” dedi. Ebû Râfî bunu Resûlullaha arz edince, “Yâ Ebâ Râfi! Biz Ehl-i Beyt’teniz. Onun için bize sadaka (zekât) helâl değildir. Kavmin kölesi, kendilerinden sayılır.” buyurdu. Ebû Râfi , Bedir gazâsından sonra Medine’ye hicret etti. Daima Peygamber efendimizin himâyesinde olup, devamlı sohbetinde bulunan Eshâb-ı Suffa arasına katıldı. Ebû Râfî , Uhud ve Hendek gazvelerine iştirak etmiş, Hz. Ali’nin kumandasında Yemen’e gönderilen Seriyye’de bulunmuş, bu seriyye de Hz. Ali’ye yardımcılık vazifesi yapmıştır. Râfi , Hz. Ebû Bekir zamanında mürtedlerle yapılan muharebelerde bulunup, Hz. Ömer devrinde de fetihlere iştirak etmiştir. Hz. Osman’ın zamanında, kendi halinde, sâkin bir hayat yaşamış, ilimle meşgûl olup, pek çok talebe yetiştirmiştir. Ebû Râfi’nin çok talebesi vardır. Oğullarından, Hasan, Râfi, Ubeydullah, Mutemer, torunlarından, Hasan, Sâlim ve başkalarından Ata bin Yesâr, Süleyman bin Yesâr bunlardandır. Ebû Râfi’den 68 hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Ebû Râfî : “Resûlullah efendimiz abdest aldığı zaman, parmağının tamamen ıslanması için yüzüğünü hareket ettirdiğini, bildirmektedir.” Yine Resûlullah’dan şu hadîs-i şerîfi nakleder: “Sizden birinin kulağı çınlasa, beni zikretsin ve bana salevât okusun.” “Allahü teâlânın kullarının en iyisi...” Ebû Râfi hazretleri, Resûl-i Ekrem’in sünnet-i seniyyesini ve yüksek ahlâkını çok iyi bilirdi. Eshâb-ı kirâm, ondan bu konuda çok istifade etmişlerdir. Hatta İbn-i Abbas bir kâtip tutup, onun bu hususta verdiği bilgileri yazdırmıştır. Allahü teâlâ, Adem aleyhisselâma olan ikramdan daha fazlasını Peygamber efendimize ihsan etmiştir. Çünkü Adem’e yalnız isim bilgisi verildi. Peygamber efendimize isim bilgisi verildikten sonra, bu isimlere ait şahıslarda bildirildi. Ümmetinden ne kadar kişi gelecekse hepsinin sûretleri kendisine sunulmuştur. Bu konuda Ebû Râfî şu hadîs-i şerîfi bildirir,“Adem su ile çamur arasında iken, ümmetimin sûretleri bana sunuldu. Adem’e bütün isimler öğretildiği gibi bana da bütün isimler öğretildi.” Hz. Resûl-i Ekrem’in mübarek hanımlarından olan Mâriye’den İbrahim isminde bir oğlu dünyaya teşrif etmişti. Ebû Râfi , Resûl-i Ekrem’e müjde haberini getirdiğinde Peygamber efendimiz, Ebû Râfi’e bir köle bağışlamıştır. Ebû Râfi’nin Peygamber efendimizden, rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: “Allahü teâlânın kullarının en iyisi, borcunu en iyi ödeyenlerdir.” Ebû Rafi, İslâmın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen müşriklerin şerrinden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmamıştı. Bedir muharebesine kadar, Mekke’de kaldı. Bedir muharebesi olmuş, müşrikler mağlup olarak Mekke’ye dönmüşlerdi. Ebû Râfi bu sırada Zemzem kuyusunun yanında kendi işi ile uğraşıyordu. Yanında Hz. Abbas’ın zevcesi Ümm-i Fadl var idi. Ümm-i Fadl da müslüman idi. Bedir’de müslümanların, müşrikleri, büyük bir hezimete uğrattıklarını duyunca, çok sevinmişlerdi. Ebû Râfi ile Ümm-i Fadl bu sevinçli haberden konuşuyorlardı. Bu srada oraya Ebû Leheb gelince, konuşmalarını kestiler. Ebû Leheb, Bedir gazasına gitmemiş, yerine As bin Hişâm bin el-Mugire’yi göndermişti. O zamanın âdetine göre harbe gitmiyen bir kimse, yerine başkasını göndermesi gerekiyordu. Ebû Leheb, gelince, kendisine Kureyş’in mağlubiyet haberini verdiler. Bunun üzerine orada bir yerde oturdular. Ebû Râfi ile Ebû Leheb’in sırtları birbirine dönük bir vaziyette idi. Ebû Süfyân da Bedir’den dönmüştü. Hemen yanına çağırıp Bedirdeki yenilgi hakkında bilgi aldı. Ebu Rafi sevinç içinde bunları dinliyordu. Müşriklerin perişan halini duydukça sevinçten uçacak hale geliyordu. Fakat durumunu da belli etmemeye çalışıyordu. (Devamı yarın) “Vallahi onlar meleklerdir” Ebu Rafi hazretleri ile Ebu Leheb Zemzem kuyusunun yanında beraberken, Ebu Lehebi görenler, “İşte Ebû Süfyân geldi “ diye haber verdiler. Ebû Leheb, Ebû Süfyan’a “Ey kardeşimin oğlu! Yanıma gel”, diye çağırdı. O’ndan, Bedir harbi hakkında bilgi istedi. “Anlat bakalım, nasıl oldu” diye suâl etti. Ebû Süfyân orada bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyân şöyle anlattı: “Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Vallahi ben bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünki, o sırada öyle kimselerle karşılaştık ki, yer ile gök arasında siyah beyaz atlar üzerinde beyazlara bürünmüşlerdi..” Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Râfi farkında olmadan “Vallahi onlar meleklerdir” deyiverdi. Ebû Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli onu dövdü. Bunun üzerine, orada bulunan Ümm-i Fadl, odanın direklerinden birini alıp, şiddetle Ebû Leheb’e vurdu. Ebû Leheb’in başından yaralandığını görünce, “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” dedi. Ebû Leheb, zelîl, hakîr ve horlanmış bir vaziyette dönüp, gitti. Bundan sonrasını Ebu Rafi şöyle anlatır: Yedi gün geçmişti ki, Allahü teâlâ ona, kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalık onu öldürdü. Oğulları onu iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihayet pis bir şekilde kokmaya başladı. Herkes, Ebû Leheb’in yakalandığı hastalıktan, tâundan kaçar gibi, kaçıyor ve sakınıyorlardı. Bunun üzerine Kureyş’den bri, Ebû Leheb’in oğulların: “Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin” dedi. Oğulları o şahsa şöyle cevap verdiler: “Biz ondaki cerâhtlenmiş çıban ve sivilcelerden korkuyoruz” dediler. Bu defa adam onlara Siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım” dedi. Sonra, üçü bir araya geldiler. Onu yıkamadılar. Sadece yanına yaklaşmadan, uzaktan üzerine su serptiler. Yüklenip, kenar bir yere gömdüler. Leşi görünmeyinceye kadar, üzerine taş attılar. Ebû Leheb böylece ebediyyen azap ve ateşler içerisinde kalacağı yurduna, geçiş âlemi olan, karanlık ve Cehennem çukuru kabrine girmiş oldu. Ebû Talha el-Ensari Hz. Ebû Talha, İslâm güneşinin Mekke-i Mükerremede doğup cihanı aydınlatmaya başladığı sırada 20 yaşına erişmiş tam gençlik çağını yaşıyordu. Resûl-i ekrem efendimiz, İslâmiyeti Medinelilere öğretip yaymak için Mus’ab bin Umeyr’i görevlendirmişti. Bu, Ebu Talha ile görüşüp, Onu da, bu dîne girmeye davet etmişti. Hz. Ebû Talha da İslamiyeti kabul etti. Sonra Mekke-i Mükerreme’ye giderek Resûlullah efendimiz ile görüşüp, Onunla konuşmak, sohbetinde bulunmak şerefine de kavuşmuştu. Mekke’de, Resul-i Ekrem’e bîat ettikten sonra tekrar Peygamberimiz tarafından, Medineye gönderilmiş ve oradaki Ensâra İslâmiyeti tebliğ etmek, açıklayıp öğretmek için ta’yin olunan nakiblerden (temsilcilerden) biri olmuştu. Resûlullahın âhirete irtihalinden sonra, Eshab-ı kirâmın her biri, onun ayrılık acısına dayanamayarak başka şehirlere hicret etmişlerdi. Hz. Ebû Talha da, ayrılık üzüntüsü sebebiyle Şam’a gitti. Burada uzun müddet kaldı. Medine’ye dönüp, Resûlullah’ın kabr-i şerîfini ziyaret etmek arzusu her geçen gün fazlalaşmasına rağmen, ancak Hz. Ömer’in şehid edilmesine yakın bir zamanda gelebilmişti. Hz. Ömer de, Ebû Talha’yı çok sever, ona çok güvenirdi. Sarsılmayan bir itimadı vardı. Nitekim Hz. Ömer, kendisinin efâtından sonra halife olacak kimsenin seçimini 6 kişilik bir şûrâ’ya (heyete) havale etmişti. Bunların içinde Ebu Talha da vardı. 70 yaşında bulunduğu sırada, bir gün Berâe (Tevbe) sûresini okurken 41’nci: “Ey mü’minler gerek hafif (süvari) gerek ağırlıklı (piyâde) olarak seferber olun ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda muharebe edin! Eğer bilirseniz, bu sizin için pek hayırlıdır” âyet-i kerîmesi gelince, şecaat ve kahramanlık damarı kabarıp: “Rabbim beni gerek gençliğimizde, gerekse ihtiyarlığımda kâfirler ile harbe ve cihada davet ediyor. Çabuk beni harp için techiz ediniz ve yolculuk için lâzım olacak şeyleri hazırlayınız. Harbe gideyim!” dedi. Oğulları da: “Ey Babacığım! Resûlullah ile birlikte, O âhirete göç edinceye kadar cihadda bulundun. Sonra da Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer zamanlarında harblere katıldın. Şimdi harb etmek sırası bizimdir. Sen otur, biz gidelim” dediler ise de, Hz. Ebû Talha: “Hayır, hayır! Ben gideceğim!” diyerek evvelki sözünden vazgeçmedi. Bir deniz harbi için hazırlanan orduya katıldı, fakat gemiye bindikten ve denize açıldıktan bir müddet sonra vefât etti. Vefâtından sonra yedi gün kara parçası bulunamadığı için defn edilemedi, bu kadar uzun süre dışarıda kalmasına rağmen sanki hayatta imiş gibi mübârek cesedinin bozulmadığı görüldü. Gemi sahile yanaşınca karada bir yere defnedildi. “Sevdiğiniz mallarınızdan vermedikçe...” Hz. Ebû Talha, Medine’deki Sahâbilerin en zenginlerindendi. Medine içinde onun kadar malı mülkü olan pek azdı. Bütün malları, havyanları Berha mevkiinde bulunuyordu. Burası Medine’deki Mecsid-i Nebi’ye çok yakındı. Resûlullah efendimiz sık sık buraya uğrar, manzarasını seyreder ve meşhur olan suyundan içerdi. Yine bir gün buraya uğradığında, Kur’ân-ı kerîmden Al-i İmrân 92’nci, “Sevdiğiniz mallarınızdan infak etmedikçe, hayra nâil olamazsınız” âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bu âyet-i kerîmeyi işiten Hz. Ebû Talha, hemen Resûlullaha başvurarak, mallarının hepsini kendisine bağışlayıp istediği gibi kullanmasını teklif etti. Resûlullah efendimiz de bu malları akrabasına dağıtmasını isteyince emir buyurduğu şekilde, bütün mallarını akrabalarına sadaka olarak dağıttı. Bundan önce de, birçok defa mallarının hepsini Resûlullah’a bağışlamıştır. Hz. Ebû Talha’nın, Resûl-i Ekrem efendimize öyle bir sevgisi vardı ki, ona bir zarar gelmesinden çok korkardı. O’nun evinden sokağa çıktığını görünce, hemen o da dışarı çıkar, O’nu takibederdi. Bir aralık, Medine-i Münevvereye bir düşman saldırısı söz konusu olmuştu. Müslümanların korkusu ve telâşı artınca, Peygamberimiz durumu incelemek için, bir gece hayvanının sırtına binerek dışarıya çıkmıştı. Hz. Ebû Talha da hemen çıkıp O’nu takibetti. Merak edilecek bir durum bulunmadığını görünce geri döndüğünde, Ebû Talha ile karşılaştı. Hz. Ebû Talha’nın bu yakınlığı Resûlullah efendimizin, O’nun evini sık sık ziyaretetmesinden de anlaşılmaktadır. Hz. Ebû Talha’nın üvey oğlu Enes bin Mâlik , Resûl-i Ekrem’in bu sevgisini şöyle anlatıyor: “Resûlullah efendimiz, daima evimize gelip gider ve bizi memnun etmek için her şeyi yapardı. Resûl-i Ekrem’in bizimle olan yakınlığı o dereceye varmıştı ki, hepimizi ayrı ayrı sevindirir, benim ana tarafından kardeşim olan bir çocuğu, çeşitli latîfeleriyle eğlendirip neş’elendirirdi. Namaz vakti geldiği zaman, biz de Resûl-i Ekrem’e bir seccade yayar, arkasına dizilir, namazımızı kılardık.” Hz. Ebû Talha’nın fazileti, üstünlüğü ve kemâli çoktu. Resûl-i Ekrem’in yanında hususi bir yeri vardı. Onu bağlılığı ve muhabbeti ile tanınmıştı. Resûlullah’ın uğrunda katlanmayacağı hiçbir fedakarlık yoktu. Bütün harblerde, gözü ile Resûlullah’ı takibederdi. O’na bir zarar gelmemesi için, en sıkışık anlarında Onun yanına koşar ve vücudu ile Ona siper olmaya çalışırdı. Sohbet etmenin üç hakkı Hz. Ebû Talha’nın evinde güzel bir yemek pişirildiğinde mutlâka Resûl-i ekrem efendimiz hatırlanır, onun bu yemeğe iştirakini isterlerdi. Hz. Enes şöyle anlatıyor: “Bir gün, üvey babam Ebû Talha tavşan avlamıştı. Tavşan evde pişirilmiş, Resûl-i Ekrem efendimiz için bir hisse ayrılmıştı.” Resûl-i Ekremin bunu yiyip yimediği sorulunca da: “Evet, Resûlullah, onu yidi” demiştir. Hz. Enes’in annesi ve Ebû Talha’nın hanımı olan Ümmü Süleym (Rumeysa), bu gibi fırsatların hepsini hemen değerlendirirdi. Hz. Enes bin Mâlik diyor ki: “Annem Ümmü Süleym, beni bir gün, Resûl-i ekrem efendimize göndererek elime, taze hurmalarla dolu bir kap vermişti. Resûlullah efendimiz, bundan mübârek elleriyle alarak, hanımlarından herbirine gönderiyordu. Peygamberimiz, bunlardan arzu ettiği kadarını gönderdikten sonra geriye kalan hurmaları oturup yedi. ” Hz. Ebû Talha’nın fazileti, üstünlüğü ve hadîs-i şerîf rivâyetindeki son derece ihtiyatı ve titizliği, bu ilmin âlimlerince kabul ve sağlam görülmüştür. Resûlullah efendimizin 92 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: Bir gün Resûlullah’ın huzuruna girmiştim. Onu, tarif edilemiyecek bir şekilde meşeli ve güleryüzlü gördüm. Sebebini sorduğumda, buyurdu ki: “Yâ Ebâ Talha! Nasıl memnun olmayayım ki, biraz önce Cebrâil aleyhisselâm gelip, ümmetimden senin üzerine bir kerre salât ve selâm getiren kimse üzerine, Allahü teâlâ ve melekleri on kerer salât ve selâm getirir” diye müjde vermek için Allahü teâlâ tarafından gönderildiğini söylemişti. “İçinde köpek ve canlı resim bulunan eve melekler gelmez.” “Bir müslümanın şerefi ile oynandığı, onun aleyhinde konuşulduğu yerlerde, kim ona yardım ederse, Allahü teâlâ da yardıma muhtaç olduğu gün kendisine yardım eder. Bir kimse, din kardeşini insanlar içinde aleyhinde konuşarak rezil edip, kusurlarını teşhir etmeye kalkarsa, yardım edilmeye muhtaç olduğu günde, Allahü teâlâ da onu rezil eder.” Bir gün, bir cemaat ortasında oturuyorduk. Resûlullah geldi ve bize: “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Dedik ki, “Yâ Resûlallah! Oturduk, konuşuyoruz, sohbet ediyoruz.” Bunun üzerine Resûl-i Ekrem efendimiz: “Böyle oturduğunuz zaman, sohbetlerin hakkını veriniz!” buyurdu. Kendisinden: “Sohbetlerin hakkı nedir! Yâ Resûlallah!” diye istirhamda bulunduk. Buyurdular ki: “Gözü yummak, yani arkadaşlarının kusurunu görmemek, selâma cevap vermek ve güzel söz söylemektir.” Ebû Zer Gıfârî hazretleri Ebû Zer Gıfârî hazretleri, Eshab-ı kiramın meşhurlarından olup, zahidliği, yalnızlığı ve sözünde durmadaki sadakatiyle meşhurdur. Resûlullah efendimize bi’at ederken “Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına” söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah efendimiz, “Dünyaya Ebû Zer’den daha sadık kimse gelmedi” buyurmuşlardır. Ebû Zer, dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkâr, fakir ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz bu sebeble ona “Mesîh-ül-islâm” lâkabını vermişti. Peygamberimize tam bağlanıp, O’nun sevip, beğendiğini seven, Onun sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer, Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin vefâtından sonra Şam’a çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Tebük muharebesinde Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasıda devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişti. Alnız başına tenha bir yere oturdu. Peygamberimiz , Hz. Ebû Zer’i böyle tenhada görünce “Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek olan ve yalnız başına haşrolunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin” buyurmuşlardır. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı. Herkesin böyle yapmasını isterdi. Fakat oranın zenginleri Ebû Zer’in bu durumunu beğenmediler. Oradan gitmesi için Hz. Osman’a mektup ile bildirdiler. Böylece Medine-i Münevvre’ye davet edildi. Hz. Osman, Şam halkının kendisinden şikayet sebebini sordu. Ebû Zer de hâdiseyi olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman “Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Benim vazifem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.” buyurdu. Sonra Ebû Zer, Resûlullah bana “Binalar Seldağı’na ulaştığı zaman, sen Medine’den ayrıl” diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medine’den gideyim dedi. Hz. Osman müsaade buyurdular ve bir deve sürüsü ile, iki köle verdiler. Yetecek miktarda yiyecek ve hediyeler ile Medine-i Münevvereye yakınlarındaki (ebeze) adındaki köye gitmesini söylediler. Ailesi de Şam’dan buraya gönderildi. Ebû Zer Gıfâr hazretleri buraya bir mescit yaptırdı. Vefât edinceye kadar, gelenlere İslâm dînin öğretti. Adîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan ömrünü burada geçirdi ve orada da vefât etti. “Bana elbise değil kefen lâzım” Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin yalnız, garip bir hayatı oldu. Hayatı gibi vefâtı pek garip oldu. Vefatına yakın hanımı, kendisinin doğru dürüst giyecek bir elbisesi ılmadığı için ona bir elbise aradığında, “Bana elbise değil kefen lâzım” deyip, Resûlullahın kendisine nasıl vefât edeceğini söylediğini bildirdi. “İyi bir haber var, yakında Resûlullaha kavuşacağım” ve “Ey ölüm çabuk gel ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor” dedi. Sonra, kızı veya hanımına dönüp, “Dışarıdan gelen olup olmadığını” sordu. Dışarı çıkıp baktıklarında bir şey görünmediğini bildirdiler. Bunun üzerine “Vefât zamanım henüz gelmedi. Şimdi siz bir koyun kesip hazırlayın. Cenazemde sâlih bir topluluk bulunacak. Onlara ikrâm edersiniz. Yemeden gitmemelerini benim tenbih ettiğimi söylersiniz” buyurdu. Arzusu yerine getirildi. Tekrar kızına veya hanımına dışarı çıkıp gelenlerin olup, olmadığına bakmasını isteyince, dışarı çıktılar. Uzaktan bir topluluğun gelmekte olduğunu görünce içeri grip haberi verdiler. Bunun üzerine kendisinin kıbleye karşı çevrilmesin istedi. Kıbleye döndükten sonra Hz. Ebû Zer, “Bismillahi ve billahi ve alâ milleti Resûlullah” diyerek ruhunu Hak teâlâya teslim etti. Gelen misafirler karşılanıp Ebû Zer Gıfârî’nin vefât ettiği bildirildi. Bunlar, “Böyle mübarek bir zâtın cenazesinde bulunmak, Allahü teâlanın bize hususi bir kerem ve lütfudur”, diyerek, Ebû Zer’i gasl, techiz ve tekfin edip namazını kıldılar ve defnettiler. Tam gitmek üzereyken, Ebû Zer Gıfârî size selâm etti, yemek yemeden gitmemenizi tenbih eyeldi diye bildirilince, hepsi oturup yemek yediler. Sonra durumu gidip halifeye bildirdiler. Ebû Zer vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu. Ebû Zer Gıfârî hazretleri, Peygamberimizden bizzat işiterek ikiyüzseksenbir hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır: “Akıllı olan kimse zamanını üçe bölmeli, bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhasebesi ile diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir.” “Nerede olursan ol takva üzerine bulun, Allahtan kork.” “Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır.” “Amellerinizin faydası kendinizedir” Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadis-i kudsî şöyledir Allahü teâlâ buyurdu ki: “Ey kullarım! Şüphesiz zulüm kendime haram kıldım. Yani zulümden münezzehim. Bunu size de haram kıldım. Sakın kimseye zulüm etmeyin. Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak sizden hak yoluna hidayet ve imân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidayete kavuştu, dalâletten kurtuldu. Benden hidayet isteyiniz, sizi hidayete kavuşturayım.” “Ey benim kullarım hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden yiyecek içecek talep ediniz ki size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım.” “Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz ki sizi giydireyim. “Ey benim kullarım! Siz gece-gündüz kast ile hata edersiniz. Ben ise şirkden başka bütün günahları affediciyim. Bana istiğfar ediniz ki sizi mağfiret edeyim.” “Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiçbir zarar veremezsiniz ve bana hiçbir fâide sağlayamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. En ganiyy-i mutlakım siz de fakir-i mutlaksınız.” “Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvânın en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvânızın fâidesi yine sizedir.” “Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en âsî bir kimse gibi hep, isyânkâr ve günâhkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların zararı, ziyânı size ulaşır." “Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde biryerde el kaldırıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülkümden bir şey eksilmiş olmaz. İğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden bir şey eksilir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır.” “Ey kullarım! Sizin amel ve ibadetlerinizi, her işinizi, ümi ezelîm ve hafaza meleklerim ile zapt ve hıfz ederim. Sonra işlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim bir hayır işlerse, bana hamd-ü senâ eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler de beni değil, kendi nefislerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz’iyyeleri ile kendi nefslerine uyarak günah işliyorlar.” En olgun mümin kimdir? Ebû Zer Gıfârî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir gün mescide girdim. Resûlullah yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturup sordum: Yâ Resûlallah imân bakımından en kâmil mü’min hangisidir? “Ahlâkı en güzel olanıdır” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah mü’minlerin en emini kimdir? “İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdâl hicret hangisidir? “Günahlardan uzaklaşmaktır.” Buyurdu. Sadakanın en efadli hangisidir? Yâ Resûlallah dedim. “Az da olsa fakirin gönlünü almak için verilendir.” Buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir? “Âyet-el kürsîdir.” buyurdu. Yâ Resûlallah bana nasihât et dedim. Buyurdu ki: “Sana Allah’tan korkmayı tavsiye ederim. İşin başı budur.Sana Kur’ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nur, gökte meleklerin övgüsüdür. Çok gülmeyi terket, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nurunu giderir. Susmayı tercih et sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur. Miskinleri (fakirleri) sev onlarla bulun. Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin için nimettir. Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeselerde. Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına aldırma. Acı da olsa Hakkı söyle!.” Biraz daha istedim.” Sonra da elini göğsüme koydu ve şöyle buyurdu: “Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.” buyurdu. Ebû Zer hazretleri buyurdu ki: “Malının iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde eğer malından nüsibi enaz olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlâ’nın yolunda sarfet.” “Fakir yani, ihtiyaç hali benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir.” Bu söz yüksek derecelerini göstermektedir. “İnsan ne kadar dünya malı toplarsa o kadar dünyaya düşkün olur.” “Yalnızlık kötü arkadaşla bulunmaktan iyidir. İyi arkadaşla beraber olmak da yalnızlıktan iyidir.” “En garip ve en çok muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.” Ebû Said-i Hudri hazretleri Ebû Said’i Hudri hazretleri Eshab-ı kiramın meşhurlarındandır. Babası Hz. Malik bin Sinan da Uhud gazâsında, Resûlullah efendimiz yaralanınca, mübarek yanaklarından akan kanı emmekle şereflenmişti. Bunun üzerine Peygamberimiz, Hz. Malik için: “Kanım, kanıma dokunan, karışan kişiye Cehennem ateşi dokunmaz.” buyurdu. Babası Malik bin Sinan bu savaşta şehid oldu. Uhud gazâsından dönüşte Peygamberimizi nasıl karşıladıklarını Ebû Said’i Hudri şöyle anlatmıştır: “Annem ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamağa, O’nun mübarek cemâlini görmeğe gittiğimizde, babamın şehid olmakla şereflendiğini öğrenmiştik. Peygamberimize bakarken O da bizi gördü. Bana buyurdu ki: “Sen, Sa’d bin Malik misin?” Ben de: “Evet babam, anam sana feda olsun. Yâ Resûlallah” dedim. At üzerinde idi yanına yaklaştım, mübarek dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana: “Allahü teâlâ, babana ecrini versin” buyurdular. Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hz. Ebû Said’in omuzlarına yüklendi. Evin geçimini sağlıyacak kimse olmadığı için, ailesi ibr hayli sıkıntıya düştü. Annesi ile çoksabırlı olduklarından dertlerini sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş bağlayarak, açlıklarını gidermeye çalışırlardı. Bir gün annesi dayanamamış: “Evlâdım, Resûlullah efendimiz kendisine başvuranları hiç geri çevirmiyor, onlara yiyecek bir şey bulup veriyor. Sen de git, belki hakkımızda hayırlı olur" diyerek Ebû Said’i, Resûlullaha gönderdi. Resulullah efendimiz Eshabına nasihat veriyordu. Oturup dinlemeğe başladı. Bir ara Resûlullah efendimiz, “Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ onu, ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün bir rızık yoktur. Eğer sabra razı değilseniz isteyiniz vereyim” buyurdu. Bu mübarek sözleri işiten Hz. Ebû Said’i Hudri, Peygamber efendimizden bir şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı. Ebû Said’i Hudri’nin bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medine’nin en zenginlerinden oldu. Ebû Said’i Hudri buyuruyor ki, Peygamber efendimiz, neşelenip eğlenen bazı insanları görünce buyurdu ki “Eğer ölümü düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz şu halden ayrılırdınız.” Hz. Ebû Said’i Hudri hazretleri, doğru bildiği bir hususu söylemekten çekinmezdi. Çok cesur, fedâkâr ve sabırlı bir zât idi. Temiz ve sade bir yaşayışı vardı. Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye ederdi. Peygamber efendimizin âhirete irtihalinden sonra her türlü fitneden uzak olmaya çalıştıysa da bozuk fırkalardan Haricilerle yapılan Nehrevan harbine katıldı. Bu savaştan sonra Sevgili Peygamberimiz ile beraber olduğu günlerdeki bir hadiseyi hatırladı. Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına, bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam gelip: “Yâ Resûlallah! Adalet üzere hareket et” dedi. Peygamber efendimiz de: “Ben adalet etmezsem, kim eder?” buyurdu. Bu hadise esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha dönerek: “Yâ Resûlallah! Müsâde buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım” dedi. Resûl-i ona dönerek: “Hayır, bırak. Onun bir takım arkadaşları olacak ki onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar fetret devrinde iken zuhur edeceklerdir.” (meydana çıkacaklardır) buyurdukları sırada, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken seni kaşla gözle muaheze ederler” âyet-i kerîmesi nazil oldu. Hz. Ebû Said’i Hudri, “Ben, Peygamberimizin işaret buyurduğu bu adamı, Hz. Ali’nin öldürdüğünü gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin tarif ettiği gibiydi.” buyurdu. Hak ve hakikati müdafaa etmek hakkında duymuş olduğu bir hadîs-i şerîfi hemen her yerde rivayet ederdi. Fakat, “Hak ve hakikate hizmette kusur ederim” endişesiyle ağlardı. Rivayet ettiği, herkes tarafından tanınmış olan bir hadîs-i şerîfde Peygamberimiz buyurdular ki: “İçinizden biri, bir münkeri (yasak edileni) görürse ve ona eliyle mani olabilirse, hemen ona mani olsun. Eliyle mani olamazsa diliyle, dili ile de mani olamazsa onu kalbiyle yapsın. Bu da imânın en zayıfıdır.” Hz. Ebû Said’i Hudri anlatıyor: “Resûlullahın huzuruna gittim. Kadife ile örtünmüş idi. Sıtma harareti o kadifeden çıkıp, his olunurdu. Elimizi, mübarek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Peygamberimiz buyurdu ki: “En şiddetli sıkıntı Peygamberlere olur. Ama peygamberlerin sıkıntılara sevinmesi, sizin ihsanlara sevinmenizden fazladır.” “Kullarımı nasıl buldunuz?” Ebû Said’i Hudri hazretleri, hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün derecelere sahipti. 1170 adet hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şöyle: “İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka meleklerde vardır. Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler: “Buraya geliniz, buraya geliniz derler.” Kanadları ile, onları sararlar. O kadar çokdurlar ki, göke varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak: (Kullarımı nasıl buldunuz?) buyurur. (Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar ve senin büyüklüğünü söylüyorlar) derler. (Onlar beni gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbih ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi) derler. (Onlar benden ne istiyorlar?) buyurur. (Yâ Rabbi! Cennetini istiyorlar) derler. (Onlar Cenneti gördüler mi?) buyurur. (Görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden korkuyorlar. Sana sığınıyorlar) derler. Allahü tealâ; (Onlar Cehennemi gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Görselerdi daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı) derler. Allahü teâlâ, meleklere: (Şahid olunuz ki onların hepsini affeyledim) buyurur. (Yâ Rabbî o zikredenlerin yanında, filan kimse zikir etmek için gelmemişti. Dünya çıkarı için gelmişti) derler. (Onlar benim misafirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler) buyurur.” “Bir kimse, hoşlandığı bir rüya görürse, o, Allah’tandır. Allah’a hamdetsin. Onu sevdiği kimseye anlatsın. Sevmediği bir rüya görürse, o da şeytandandır. Şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın. Bu rüyasını da hiç kimseye anlatmasın. Böyle yaparsa, görmüş olduğu kötü rüya kendisine zarar vermez.” “Merhamet etmiyene merhamet olunmaz.” “İki huy vardır ki, bir mü’minde bulunmazlar. Biri cimrilik, diğeri de kötü ahlaktır.” “Hastaları ziyaret ediniz, cenazeleri de takip ediniz. Bu size ahireti hatırlatır.” Bir rivayete göre; Hz. Ebû Said’i Hudri, İstanbul’un fethi için gelen asker arasında idi. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civarında şehid oldu. Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddin hazretleri keşfetti. Kabri, eskiden kilise olup, camiye çevrilen Kariye Camiinin bahçesindedir. Bir rivayete göre de; 74 (m. 693) senesinde bir Cuma günü vefat etti. Medine’de Baki kabristanına defnedildi. “Size günahı emredene itaat etmeyiniz.” Alkame bin Muhrez’in emri altında küçük bir sefere çıkılmıştı. Bu seferi Hz. Ebû Said’i Hudrî şöyle anlattı: “Resûlullah Alkame’yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde bulundum. Hedefe yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı. Bir kısmını Abdullah bin Huzafe’ye verdi. Ben de onunla birlikte idim. Abdullah bin Huzafe Bedir gazasına katılmış kahramanlardan olup, çok şakacı bir kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz ateşle ısınıyor, kimimiz de ateşte bazı işlerimizi göryorduk. Bir ara Hz. Abdullah askerlere dedi ki: “Sizler bana itaat etmekle vazifelisiniz, öyle değil mi?” Onlar da: “Evet” dediler. Hz. Abdullah: “Öyleyse her dediğimi yapmalısınız”, deyince, onlar da: “Elbette yaparız” dediler. Hz. Abdullah: “Şimdi size emrediyorum. Hepiniz bu yanan ateşe giriniz” dedi. Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ateşe atılmaya hazırlandılar. Hz. Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itaatteki gayretlerini görüp çok sevindi ve buyurdu ik: “Durunuz! Ben sizin itaatinizi denemek için böyle söyledim.” dedi. Bu seferden dönüşte, bu ateş hadisesini Peygamber efendimize anlattık. Buyurdular ki: “Size bir günahı emredene itaat etmeyiniz.” Rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şu: “Sizden evvelkiler içinde bir adam vardı. Doksandokuz kişi öldürmüştü. Sonra (Dünyanın en büyük âlimi kimdir) diye soruşturdu. Ona bir rahib gösterildi. Bunun üzerine rahibin yanına gitti. (Doksandokuz adam öldürdüm, tevbe etsem olur mu?) diye sordu. Rahip: (Tevben kabul olunmaz) dedi. Bunun üzerine o adam, rahibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra yer yüzü halkının en büyük âlimini sorup araştırdı. Ona âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu. (Yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabûl olur mu?) Âlim: “Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir? Filan yere git, orada Allahü teâlâya ibadetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber Allahü teâlâya ibadet et. Memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir) dedi. Bunun üzerine adam yola çıktı. Yarı yola vardığında öldü. Rahmet melekleri ile azab melekleri bu adam hakkında münâkaşa ettiler. Rahmet melekleri (Bu adam candan tevbe ederek geldi.) dediler. Azab melekleri, (Bu adam hiçbir iyilik işlememiştir) dediler. Bunun üzerine insan kıyafetinde bir melek bunların yanına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi: (İki taraftaki mesafeyi mukayese ediniz. Hangi tarafa daha yakın ise adam o tarafındır.) Mesafeyi ölçtüler. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar.” Enes bin Mâlik hazretleri Enes bin Mâlik hazretleri, Resûlullah efendimiz , Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde 9-10 yaşlarında idi. Hemen vâlidesi annesi Ümm-i Süleym kendisini alıp, Resûlullah’ın huzur-u saâdetlerine getirdi. Hizmetlerine kabul buyurmasını istedi. “Yâ Resûlallah! Ensâr erkek ve kadınlarından sana hediye vermiyen kalmadı. Bu oğlumdan başka sana hediye verecek bir şeyim yok. Bunu al. Sana hizmet etsin” dedi. Validesinin bu isteği kabul buyuruldu. Bunun üzerine annesi: “Yâ Resûlallah! Şu hizmetçiniz Enes’e duâ buyurunuz” deyince, Resûlullah efendimiz de “Yâ Rabbi! Enes’in malını ve evlâdını mübârek ve yümünlü eyle, ömrünü uzun eyle, günahlarını af eyle” şeklinde duâ buyurdular. Hz. Ebû Bekir devrinde, Bahreyn havâlisinin zekâtını tolamakla görevlendirimişti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtında, Bahreyn’de bulunuyordu. Daha sonra Medine’ye geldi. Hz. Ömer’in zamanında Medine’de kaldı. Hz Ömer, onu, meşveret meclisine (Danışma kuruluna) aldı. Onun kıymetli tasiyelerinden istifâde eti. Bu sırada Medine’de kaldığı müddetçe, fıkıh dersi vermekle meşgul oldu. Yine bu devirde Enes bin Mâlik , Toster’de yapılan muharebede elde edilen ganimetin ve Hz. Ömer’e gönderilme şartı ile teslim olmayı kabul eden İran ordusu kumandanı, Hürmüzan’ın, Medine’ye getirilme işini üzerine almıştı. Medine’den Basra’ya gitmiş, Hz. Ömer’in vefatını burada öğrenmiştir. Hz. Osman zamanında da Basra’da kalan Enes bin Mâlik fıkıh dersleri vermeye devam etti. Hz. Osman’ın vefâtını Medine’ye gelirken yolda öğrenmiştir. Enes , Hz. Ali’nin halifeliği zamanına yetiştiği gibi, Emevî halifelerinden bir kısmını da görmüştür. Hz. Enes, zulme ve haksızlığa dâima karşı olmuştur. Bu konuda çekinmemiştir. Onun için Haccâc’ın yaptığı zulümleri görünce, Halife Abdülmelik’e şikâyette hiç tereddüd göstermemiştir. Buna rağmen, Haccâc, ona darılmamış, onun rızasını kazanmak için elinden gelen gayreti sarfetmiş ve derslerine de devam etmiştir. Bu sırada Sahâbe-i kirâm’ın sayıları azaldığı için yaşayan Sahâbilerin kıymeti dahada artımştı. Halk, böyle mübârek zâtları arayıp buluyor, onların sohbetlerinden istifâde etmeye çalışıyorlardı. Çünki bunlar, bizzat Resûlullahı görüp, ruhlara gıdâ olan mübârek sözlerini, Onun mübârek ağzından dinlemişlerdi. Bu bakımdan herkes onlara gerekli hürmet ve saygıda kusur etmemeye gayret ediyorlardı. Fıkıh ilmine büyük hizmeti oldu Enes bin Mâlik hazretleri uzun ve bereketli bir ömür yaşamıştır. Basra’da vefâtına yakın hastalandı. Halk, gece-gündüz ziyâretine geldi ve yanında Bulundular. Basra’da vefât eden en son Sahâbe odur. Basra’ya 9-12 km. mesâfede bulunan Tat mevkiinde vefât etti. Muhammed bin Sîrîn tarafından gasl, techiz ve tekfini yapıldı. Vefât ettiği yere defnedildi. Vasiyeti üzerine, Resûlullah’ın saçlarından bir miktar kabrine kondu. Hz. Enes bin Mâlik, Peygamber efendimizin uzun seneler hizmetinde bulunması sebebiyle Kur’ân-ı kerîmin tefsirini çok iyi öğrenmişti. Âyetlerin tefsirine dair bildirdiği rivâyetler tefsir kitaplarını süslemektedir. Hz. Enes, Sahâbe-i kirâm arasında, Peygamber efendimizin hallerini, sözlerini ahlâkını, işlerini bildirme bakımından en önde gelenerinden idi. Dokuz yaşında Resûlullah’ın hizmetine başladı. Resûlullah’ın vefâtına kadar yanlarından hiç ayrılmadı. Peygamber efendimizden 2230 hadîs-i şerîf bildirdi. Hadîs rivâyetinde çok titiz davranırdı. Bu durumu talebelerine de ısrarla tavsiye ederdi. Bu bakımdan hadîs ilmine hizmeti büyüktür. Hadîs ilminn yayılmasında önde gelenlerdendir. İlim öğrenmek gayesinde olanlar onun meclisine devam ederlerdi. O “Kâle Resûlullah”, (Resûlullah şöyle buyurdu) derken meclistekiler, derin bir huşû ve huzur içinde dinlerlerdi. Birçok yerde ilim halkası kurmuştu. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Basra, Kûfe ve Şam, ders verdiği mühim merkezlerdi. Zamanın haliesi bile onun derslerine gelmeyi gönülden arzu ederdi. Her yönden bereketli ve çok mübârek bir zât idi. Bu da, Resûl-i Ekrem’in duâlarının bereketiyle idi. Onun ilim deryasından istifâde edenler çoktur. Hasen-i Basrî, Sleyman Teymî, Ebû Kulâbe, Ebû Bekir bin Abdullah el-Müzenî bunlar arasındadır. Enes bin Mâlik’in, hadîs ve tefsir ilminde olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük hizmeti olmuştur. Müstakil bir eser teşkil edecek kadar, fetvâ ve ictihadları vardır. Hz. Enes ile Muhtar bin Fülgül arasındaki konuşma ve Muhtara verdiği cevabın İslâm Hukuku’nda mühim bir yeri vardır. Hz.Enes’e : “Resûl-i Ekrem’in nehyettiği (yasak ettiği) içkiler nelerdir? diye soruldu. Hz. Enes cevaben Resûl-i Ekrem’in “Her sarhoş eden şey harâmdır” buyurduğunu söyledi. Bunun üzerine şöyle soruldu: Doğru söylüyorsun. Sarhoş olmak haramdır. Bir iki yudumluk bir şey içmek hakkında ne dersin” Hz.Enes, “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır” cevabını verdi. “Kolaylaştırınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” Enes bin Mâlik hazretleri yüksek bir ahlâka sâhipti. Son derece nâzik, güzel sözlü ve güler yüzlü idi. Resûlullah’ı çok sever, sünnete uymaya çok dikkat ederdi.Sabah namazının vakti girmeden önce uyanır, Mescid-i Nebeviye gider, Resûl-i Ekrem’e hizmet için can atardı. Resûlullah’ın sesini duymak ve Onah izmet, onun için en büyük sürür ve neş’e kaynağı idi. Resûl-i Ekrem de onun hakkında iyilikle bahsedip, yaptığı hizmetlerden dolayı duâ buyururlardı. Resûlullah’ın âhirete teşriflerinden sonra, verdiği derslerde Resulullah’ın devrini, tekrar o günleri yaşar gibi, neş’e ve zevkle anlatır, talebeler üzerinde büyük tesir uyandırırdı. Bu yüzden talebelerinde Resûlullah’ın sevgisi apaçık görülürdü. Enes bin Mâlik Emr-i bil-Ma’rufa (iyiliği emretmek) son derece ehemmiyet verirdi. Çünkü bu ümmeti, en hayırlı ümmet yapan sıfat budur, ya’nî, iyiliği emredip, kötülüğe mâni olmak. Enes bin Mâlik yakışıklı ve nûrânî idi. Servet sâhibi olduğu halde, çok sade bir hayat yaşadı. Dünya zînet (süs) ve lezzetine, dünyâlığa ehemmiyet vermedi. Fakirleri ve yoksulları gözetir, onlara gerekli yardımda bulunurdu. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi temin ederdi. Resûlullah’a olan sevgisini her fırsatta dile getirirdi. Peygamber efendimiz , Enes bin Mâlik hakkında şöyle buyurdular: “Ey Enes, bir iş yapmak istediğin vakit, yedi defa Rabbine istihâre et. Sonra kalbinin meylettiği tarafı yap. Hayır ondadır.” “Ey Enes, biliyor musun, mağfireti (bağışlamayı) gerektiren hususlardan biri de, müslüman kardeşini sevindirmendir. Onun üzüntüsünü giderirsin, yahut içini rahatlatırsın, yahut ona bir mal verirsin veya borcunu ödersin, yahut kendisi olmadığı zaman, çoluk çocuğuna göz kulak olursun.” Enes bin Mâlik’in bizzat Resûl-i Ekrem efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı aşağıdadır: “Kolaylaştırınız, (zorlaştırmayınız) güçleşdirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” “Herhangi biriniz kendi nefsi için istediğini, müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz.” “Birbirinize buğz etmeyiniz, hased etmeyiniz (kıskanmayınız) birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslüman için kardeşini üç günden fazla terk etmek (küsmek) helâl olmaz.” Hesabı sorulmayan dört şey! Enes bin Malik’in rivayet ettiği Hadis-i şerifler: “Şu dört şeyin sarf edilmesinden, kul kıyâmet gününde hesaba çekilmez. Bunlar: Ana, babasına sarf ettiği, iftar için sarf ettiği, sahur için sarf ettiği, çoluk-çocuğu için sarf ettiği nafakalardır.” “Sizden bir kimse başına gelen bir musîbetten dolayı ölümü istemesin. Ölümü isteyecek kadar sıkıntılı bir durum içerisine d üşmüş olanlar, Yâ Rabbi! Hayat hakkımda hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, yoksa, ruhumu kabzeyle, desin.” “Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim bunu istemezse, Allahü teâlâ da istemez.” Bunun üzerine biz, Yâ Resûlallah, hepimiz ölümü istemeyiz, dedik. Resûlullah şöyle cevap verdiler: “Bu ölümü istememek değil, mü’min dünyadan ayrılacağı zaman, âkıbetinin iyi olacağına dair müjdeler kendisine verilir, böylece Allahü teâlaya kavuşmak ister. Bu kavuşma, onun en çok istediği şeydir. Fakat kâfir ve fâcir son nefesinde, sonunun iyi olmadığını görür ve cenâb-ı Hakka kavuşmağı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı istemez.” “Kendisinde şu üç sıfat bulunan imânın tadını duyar: Allahü teâlâ ve Resûlünü başkalarından daha çok sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, küfürden kurtulup hidâyete kavuştuktan sonra, ateşe atılmayı ne kadar istemezse, küfre dönmeyi de o derecede kerih ve kötü görmek.” “Kıyamet günü bir komşu diğer komşuyu yakalar, onu salıvermez ve şöyle der: “Yâ Rabbi! Sen buna çok ihsanda bulundun. Bana ise az verdin. En aç idim. O tok olarak uyudu. On: “Bana kapısını niçin kapadığını, kendisine verdiğin rızıktan beni niçin mahrûm ettiğini sor der.” “Bir kimse dünyada ipekli elbise giyerse, ahirette giyemez.” “Mi’raca çıktığım gece, dudakları makasla kırpılan bazı kimseler gördüm. Cebrâile, bunların, kimler olduğunu sordum. Cebrâil “Bunlar, ümmetinden, herkese, iyiliği emredip, kendilerini unutan ve Kur’ân-ı kerîmi okuyup da ona uymıyan, onunla amel etmeyenlerdir, cevabını verdi.” “Allahü teâlâ, bütün insanlar arasında beni seçti, ayırdı. İnsanların en iyisini bana Eshâb olarak seçti. Bunların arasından da, bana akraba ve yardımcı olarak en üstünlerini ayırdı. Bir kimse beni sevdiği için bunlara hürmet ederse, Allahü teâlâ onuh her tehlikeden korur. Onlara hakâret ederek beni incitenleri de incitir.” Enes bin Mâlik’e nasihatleri Resûlullah’ın, Enes bin Mâlik’e nasihatleri: “Ey oğul! Elinden geldiği kadar abdestli ol. Çünki kim abdestli olarak ölürse ona şehidlik sevâbı verilir.” “Ey oğul! Kimse hakkında kötülük belemeden sabahlamaya ve akşamlamağa çalış. Bunu başarırsan, hesabın çok kolay olur.” “Müslümanlardan büyüklere hürmet, küçüklerine merhamet et.” Hz. Katâde, Hz. Enes’e, Resûlullah’ın en çok yaptıkları duânınne olduğunu sorunca, “Allahümme Rabbenâ âtina fiddünyâ haseneten ve fil âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr” duâsını çok okuduklarını bildirdi. Katâde , Hz. Enes’in duâ edeceği zaman, bununla duâ ettiğini veya duasına, bu duâyı da ilâve ettiğini nakleder. Enes buyurur ki: Bir gün bir A’rabî, Resûl-i Ekrem’e gelip, “Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacak? Diye sormuştu. Bu sırada ikâmet okunduğu için, Resûlullah cevap vermeden namaza durmuşlardı. Namazdan sonra, kıyâmeti soranın nerede olduğunu sordular. A’rabî, “Benim Yâ Resûlallah” dedi. Resûl-i Ekrem ona kıyâmet için ne hazırladığını sordu. A’rabî, fazla bir hazırlığı olmadığını, ancak Allahü teâlâ ve Resûlünü sevdiğini, söyleyince, Resûlullah “Kişi sevdikleri ile beraberdir” cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm bu mübârek hadîsi işitince çok sevinmişler, buna sevindikleri kadar başka bir şeye sevinmemişlerdir. “Üç şey ölünün peşinden kabre kadar gider. Çoluk çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan, ailesi ve malı döner. Onunla sadece ameli kalır.” Peygamber efendimizin zevcelerinin birine üç kişi gelip, Peygamber efendimizin ibâdetini sordular. Ne kadar yaptığını öğrendikleri zaman, bunu az gördüler. “Peygamberin yanında biz neyiz? Onun geçmiş ve gelecek bütün günâhları bağışlanmıştır” dediler. Bunlardan birisi, “Devamlı bütün gece namaz kılacaım.” dedi. Diğeri, “ömrüm boyunca oruç tutacağım hiç oruçsuz olmayacağım” dedi. Üçüncüsü ise, “Kadınlardan uzak kalacağım, hiç evlenmiyeceğim” dedi. Bu sırada Peygamber efendimiz teşrif buyurdular: “Şöyle şöyle diyenler, sizler misiniz? Bakınız! Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en fazla sakınananız benim. Buna rağmen, bazen oruç tutuyorum, bazen tutmuyorum. Namaz kılıyorum, uyuyorum. Kadınlarla evleniyorum. Kim, benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.” “Zalim, mazlum herkese yardım edin!” Hz. Enes bin Malik’in bildirdiği hadis-i şerifler: Peygamber efendimiz “İster zâlim olsun, ister mazlum olsun, mü’min kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Eshâb’dan birisi: “Yâ Resûlallah! Mazlum olan kimseye yardım ederim fakat zâlime nasıl yardım edebilirim? dedi. Resûlullah efendimiz, “Zâlimi, zulüm yapmaktan alıkorsun, işte bu ona yardımdır.” buyurdular. Bir gün Resûlullah benzerini hiç duymadığım bir hutbe okudular: “Eğer, siz benim bildirdiklerimi bilmiş olsaydınız, herhalde az güler, çok ağlardınız” buyurdu. Bunun üzerine, Resûlullah’ın eshâbı yüzlerini kapayarak ağladılar.” “Kâfir bir iyilik yaptığı zaman, ona karşı dünyalık verilir. Fakat mü’mine gelince, Allahü teâlâ, onun iyiliklerini âhirete saklar. Dünyada da taatına göre rızık verilir.” Resûlullah buyurdu: “Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Sen bana duâ edip, benden istediğin müddetçe, sende bulunan günahları bağışlarım. Onların çokluğuna ve ağırlığına bakmam. Ey Âdemoğlu! Günahların yerle göka rasını dolduracak kadar bile olsa, fakat benden günahlarının bağışlanmasını istesen (istiğfar etsen) senin bu günahlarını bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Yeryüzünü dolduracak günahlarla huzuruma gelsen, şirk koşmadan bana kavuşsan, yeryüzünü dolduracak bir mağfiret ve af ile seni bağışlarım.” Resûlullah’ın yanında iki kişi aksırdı. Birine, “Allah sana merhâmet eylesin” buyurduğu halde, diğerine bu mukâbelede bulunmadı. Yâ Resûlullah, allah’dan, buna rahmet diledin, niçin öbürüne dilemedin denilince, “Bu Allahü teâlâya hamd etti (Elhamdülillah dedi) öbürü ise hamd etmedi” buyurdu. Hz. Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Üç sınıf insan, hesap gününde allahü teâlânın rahmetine kavuşur: 1. Akrabasını ziyaret eden. 2. Kocası ölüp yetimlerle kalan ve ölünceye kadar onlara bakan kadın. 3. Ziyafet sofrası kurulup, yetimleri ve kimsesizleri davet eden kimse.” Enes bin Mâlik hazretleri: “Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâhavle ve lâ-kuvvete illâ billâhil” aliyyil’azîm” okumanın sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi geldiğini haber vermiştir. Allah’ın kılıcı; Hâlid bin Velid Hâlid bin Velid hazretleri, Eshâb-ı kirâmın ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. Peygamber efendimizden “Seyfullah = Allah’ın kılıcı” ünvanını almıştır. Bedir ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hz. Halid bin Velid’in kardeşi Velid, Bedir’de esir edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü. Ondan, Hz. Halid bin Velid’in müslüman olması için teşvik edici mektublar gönderdi. Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke’ye gidince, Hz. Halid bin Velid saklandı. Hz. Peygamberimize görünmedi. Hz. Halid bin Velid’in kardeşi Velid de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyodu. Sevgili Peygamberimiz ona “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık” buyurdu. Resulullah efendimiz, böylece yakında müslüman olcağı müjdesini de vermiş oldu. Gerçektenbir müddet sonra da müslüman oldu. Savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi. Resulullaha büyük hürmeti vardı. Peygamber efendimiz, Veda Haccı’nda mübârek saçlarını tıraş ettiriyordu. Bütün Ehsâb-ı kirâm etrafında toplanmış saçları yere düşürmemek için havada yakalıyorlardı. Mübârek alınlarındaki saçlarına sıra gelince Hz. Halid bin Velid, “Anam, babam, canım sana feda olsun Yâ Resûlallah, ne olur, mübârek alnınızdaki saçları bana verir misiniz” diyerek o kadar yalvardı ki, Hz. Peygamberimiz onu kıramadı.Tebessüm buyurdular: Mübârek saçları alan Hz. Halid, öptü kokladı, yüzüne gözüne sürdü ve sarığının içine yerleştirdi. Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp içindeki mübârek salar sayesinde olduğunu söylerdi. Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerifini, salâtü selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsaade etmezdi. Bütün Eshâb-ı kirâm gibi, o da, sevgili Peygamberimizin rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı. Bunun için her şeylerini feda eder, hiçbirşeyden çekinmezdi. Cesâret ve şecaatini ve askerlikteki tecrübelerini İslâmiyetin her tarafa yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber efendimiz tarafından methedilmişti. Bir gün, Peygamber efendimiz kendisi için “Allahın iyi kullarından biridir” diye söylemişlerdir. Hz. Halid hitâbet ve fesâhatta da çok mâhir idi. Hz. Halid’in Resulullaha mektubu Hz. Halid bin Velid’in kahramanlıkları meşhurdur. Birçok kavmin müslüman olmasına sebep olmuştur. Üzerlerine gittiği, Haris bin Kâ’b oğullarının İslâm’a gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir: “Bismillahirrahmanirrahim. Allahü teâla’nın Resûlü, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’a Halid bin Velid tarafından.Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah. Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâ’ya hamdederim. Yâ Resûlallah, beni Haris bin Kâ’b Kabîlesine gönderdiniz. Onlarla üçgün muharebe etmememi ve İslâm’a davet etmemi, Müslüman olurlarsa aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlâ’nın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer müslüman olmazlarsa muharebe etmemi emir buyurmuştunuz. Ben de, emri şerifleriniz üzere hareket ederek, Haris bin Kâ’b oğullarına üçgün nasihat edip, İslâm’ı tebliğ ettim. Süvarilerim “Ey Benî Harisler! Selâmete ermek isterseniz, Müslüman olunuz” diye onları İslâm’a davet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlâ’nın emirlerini Resûl Aleyhisselâm’ın sünneti şeriflerini öğrettim. Ya Resûlallah. Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emri şerifiniz gelinceye kadar burada bekliyeceğim. Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah.” Peygamberimiz de, Hz. Halid bin Velid’in mektûbuna şöyle cevap yazdırdılar: “Bismillâhirrahmanirrahim. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâmdan, Halid bin Velid’e, Esselâmü aleyke Yâ Halid, allahü teâlâya Hamdederim. Benî Haris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan müslüan olup, Allahü teâlâ’nın birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidayete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz bana getirdi. Onları, Allahü teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse âhıret ni’metleriyle müjdele. Eğer aykırı hareket ederlerse âhıret azâblarıyla korkut. Sonra buraya gel. Onların elçileri de seninle beraber gelsin.Vesselâmü aleyke ve Rahmetullâhi ve berekâtühü.” Bundan sonra, Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, bir müfreze ile Yemen’e arkasından O’na yardım etmeleri için, Hz. Halid bin Velid’i de bir müfreze ile gönderdi. Hz. Ali’ye ulaştıkları zaman, ona tâbi olmalarını tenbih etti. Gittiler. Yemen halkı biraz karşı koydu ise de az bir çarpışmadan sonra, İslâm’ı kabul ettiler. Zehir tesir etmedi Hz. Halid bin Velid, Hire üzerine yürüyüp kaleyi kuşattıktan sonra, görüşmek üzere bir kimse istedi. Hireliler: “Öldürmezseniz göndeririz” dediler. Hz. Halid bin Velid öldürmeyeceklerini söyleyince Abdülmesih bin ayyam bin Bukayle ile Hîre valisi, Hz. Halid’in huzuruna geldiler. Hz. Halid onlara: “Sizi Allah’a ve İslâm’a davet ediyorum. Eğer müslüman olursanız, müslümanlara ait olan haklara sahip olursunuz ve müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz, cizye (vergi) verirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehid olmaya karşı hırslı olan bir orduyla geldim” dedi. Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe gördü, şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi. “Yâ Hz. Halid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzularımıza ugyun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzularına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim.” Hz. Halid bin Velid, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillâhillezi lâ yedurru ma’asmihi şey’ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm.” diyerek sonuna kadar içti. Abdülmesih ve Hîre valisi, Hz. Halid bin Velid’i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra Abdülmesih ve Vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara: “Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum” dedi. Kavmiyle istişare edip tekrar Hz. Halid bin Velid’in yanına gelerek: “Biz, sizinle harp edemeyiz. Fakat dîninize de giremeyiz. Size cizye vermeğe hazırız” dedi. 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar. Hz. Halid bin Velid, Hirelilerle yaptığı sulhnameyi bitirince İran hükümdarına ve erkanına bir mektup azdı. Bu mektup aynen şöyledir: “Bismillahirrahmanirrahim, Halid bin Velid’den, Rüstem, Mihran ve Acem reislerine. Selâm, hidayete kavuşanlara olsun. Allahü teâlâ’ya hamdederim. Onun kulu ve Resûlü olan Hz. Muhammed aleyhisselâma salâtü selam olsun. Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hakimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.” Daha sonra antlaşma sağalanamadığı için kılıç zoruyla bu toprakları aldı. Hz. Halid bin Velid’in son anları Hz. Halid bin Velid, 21 (m. 642) yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra: “Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Halid’in yatakta ölmesidir. Resûlullah’ın hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Din-i İslâmı yayarken garib olarak şehid oldu. Ah... Halid!... Şehid olamıyan Halid! Harb, benim etimi çiğneyemedi. Şehidlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü, Din-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü, harb meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehid olarak beklerdim.” dedi. Sonra Yermük savaşını hatırlayarak: “Ah... Yermük günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük!... Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan ayğmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı birliğinde baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah... Yermük harbi... Üç bin yiğitle, yüzbin küffara karşı zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdun!.. Ey yakınlarım! Cihada sarılın. Bu topraklar ancak Cihad etmekle korunabilir. Yermûk, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin!... Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermûk Vâdisi'’de hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazâda diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeiy isterim..."”dedi. Sonra “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın..."deyince ayağa kaldırdılar. "Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı: “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman atımı muharebede tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı, bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır”, dedi ve yatağına düşüp kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. “Kötülüklere mani olacağınıza söz verin!” Ebû Lübâbe hazretleri, Eshâb-ı kirâm’ın meşhurlarındandır. En çok da kendini ağaca bağlaması olayı ile anılır. İkinci Akabe bîatında, Medine’den gelenler arasında Ebû Lübâbe de vardı. Peygamber efendimiz onlardan şu hususlarda bîat (söz) aldı: “Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına, benim de Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet getirip, namazı kılacağınıza, zekât vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamen boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaclara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz. Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize, yanınıza vardığımda; kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden, beni koruyacağınıza da söz vereceksiniz” buyurdu. Bundan sonra Peygamber efendimiz onlara “Aranızdan, her hususta, kavimlerinin, benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz Hz.Mûsa da İsrâiloğullarından 12 kişi almıştı.” buyurdu. İşte bu oniki kişi arasında Ebû Lübâbe de vardı. Ebû Lübâbe Peygamber efendimizin bir çok gazâlarına katıldı. Bunların ilki olan Bedir gazâsında büyük kahramanlıklar gösterdi. Ebû Lübâbe Beni Kaynuka, Sevik ve hicretin beşinci yılında yapılan Hendek gazâlarına da katıldı. Daha sonra Benî Kureyza gazâsına iştirak etti. Bu gazânın sebebi şu idi: Peygamber efendimizle Benî Kureyza Yahudileir arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde müslümanlarla beraber, Medine’yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nâzik bir zamanında müşriklerle işbirliği yaptılar. Bununla da yetinmeyip, Medine üzerine baskınlar düzenlediler. Hendek muharebesinde, on bin kişilik müşrik ordusunun büyük zayiat vererek geri çekilmesi Kureyza Yahûdilerini hayâl kırıklığına uğrattı. Sonra Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan kalelerine çekildiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı. Nitikim korktukları başına geldi. Allahü tealanın emri üzerine, Resulullah bunların üzerine yürüdü. İşte bu yürüme esnasında yaptığı bir hatadan dolayı Ebu lübabe hazrtelerinin kendini ağaca bağlama hadisesi oldu. Ebu Lübabe hazretleri bu olay ile meşhur oldu. Bu hadiseyi de yarın anlatalım. Kendini ağaca bağladı Peygamber efendimiz, Hendek savaşından dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhı çıkardı. Öğle vakti idi. Yıkandıktan sonra, buhurlanmak için buhurdanlığını getirdi. Bu arada, atlas ile örtülü bir katır üzerinde ve başında sarık olduğu halde Cebrâil aleyhisselam, geldi. Sarığının ucu iki omuzunun arasında ve üzerinde zırhdan gömlek vardı. Peygamber efendimize, kendisi ve diğer meleklerin silâhlarını çıkarmadıklarını, söyledi. Bundan sonra Hz. Cebrâil Resûlullah’a şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Kalk onların üzerine yürü.” Peygamberimiz “Kimin üzerine yürüyeyim?” diye sorunca Cebrâil “İşte oraya” diyerek, eliyle Benî Kureyza tarafını gösterdi. Resûlullah “Eshâbım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenmeleri nasıl olur” buyurunca, Cebrâil aleyhisselam “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ, hemen Benî Kureyzâ kabîlesi üzerine yürümeni emir ediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklere berâber, Kureyza Yahûdîlerinin kalelerine gidiyorum. Allahü teâlâ onları helâk edecektir” dedi. Peygamber efendimiz , Hz. Cebrîl gidince, Hz. Bilâle “İşitip, itaat eden kişi, ikindi namazını Benî Kureyza yurdundan başka yerde kılmasın” diye seslenmesini emretti. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm silahlandılar. Resûlullah efendimiz Hz.Cebrâilin izini takip ederek yola çıktılar. Benî Kurayza yahûdilerini olduğu yere geldiler. Kalelerinin çok yakınına kadar yaklaştılar. Benî Kureyza yahûdîleri iyice muhasara altına alındı. Muhasara son derece şiddetlenmişti. Yahûdiler, Peygamber efendimizden kendisiyle görüşmek üzere Ebû Lübâbe’yi istediler. Ebû Lübâbe’nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kureyza yurdunda idi. Peygamberimiz, Ebû Lübâbeyi onların yanına gönderdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmağa, çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahûdiler, Ebû Lübâbe’ye “Muhasara bizi mahvetti. Muhammed (aleyhisselam) müsaade etse de buradan çıkıp, Şam’a veya Hayber’e gitsek bizim çarpışmağa gücümüz yok” “Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak” diye sordular. O da elini boğazına götürmek suretiyle kesileceklerini ifâde eden bir işaret yapmıştı. Ebû Lübâbe “Vallahi onların yanından da henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allah’a ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamıştım.” dedi. Selâhiyetli olmadığı,gizli kalmas gereken bir şeyi söylemişti. Ama bir kerre ağzından çıkmıştı. Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Kalenin arkasından bulduğu bir yolla, doğru Medine’ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı. “Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin!” Mescid-i Nebevi’de kendini direğe bağlatan Ebu Lübabe hazretleri, Allahü teâlâ hakiki bir tevbe nasib edip, tevbe edinceye kadar yerinden ayrılmıyacağını, böyle olmadan Resûlullah’ın yüzüne bakamıyacağını, yemin ederek, artık içinde Allah ve Resûlüne karşı hata işlediği bir memleketi görmek istemediğini söyledi. Ebû Lübâbe’nin düştüğü bu hata ile ilgili olarakşu âyet-i kerîme nazil oldu. “Ey imân edenler! Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hainlik etmeyin.” Ebû Lübâbe Resûlullah’ın zevce-i mutahharası Ümm-i Seleme’nin kapısı önündeki direğe kendisini bağlatmıştı. Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemiyecek hale geldi. Ebû Lübâbe bu durumları yaşarken, müslümanlar da onun, yahûdilerin kalesinden dönmesini bekliyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Ebû Lübâbe dönmedi. Nihâyet durumdan haberdâr olunup, Resûlullaha arz edildi. Peygamber efendimiz “Eğer doğruca, yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahü teâlâdan dilerdim. Madem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahü teâlâ tevbesini kabul edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım” buyurdu. Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı olarak altı gece kaldı. Ancak, her namaz vaktinde bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra, yine direğe bağlanırdı. Peygamber efendimiz Ümm-i Seleme’nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabul olduğuna dair âyet-i kerîme nâzil oldu.Âyet-i kerîmede “Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler ve (evvelce yapmış oldukları) iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü (nifak) ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah, Gafûr’dur (çok bağışlayıcı), Rahîm’dir” buyuruldu. Ümm-i Seleme vâlidemiz, seher vakti Peygamber efendimiz’in güldüğünü işitti. “Niçin gülüyorsun Yâ Resûlallah!” diye sordu. O zaman, Ebû Lübâbe’nin tevbesinin kabûl olduğunu buyurdular. Ümm-i Seleme müjdeliyeyim mi? Yâ Resûlallah!” diye sordu. “Olur! Müjdelemek istiyorsan, müjdele” buyurdu. Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe’ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabûl etmedi.” Vallahi! Resûlullah bizzat kendi eli ile beni bırakmadıkça buradan ayrılmam” dedi. Peygamber efendimiz namaza giderken, uğrayıp salıverdiler. Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi. İz olarak kollarında kaldı. “Sevindirin nefret ettirmeyiniz!” Ebû Mûsel-Eş’arî hazretleri, güzel sesle Kur’an-ı kerim okurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Âişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş’arî’nin evinin hizasına gelince durdular. O Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Hz. Resûlullah, O’nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına “Buna muhakkak Davud’un güzel seslerinden bir ses verilmiş” buyurarak meth etti. Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biri olan Ebûl-Hasan-i Eş’arî hazretleri Eş’arî kavmindendir. Ebû Musa el-Eş’arî’nin amcası Ebû Âmir de, Resûlullah’ın kumandanlarındandı. Mekke-i mükerreme’nin fethinden sonraki Huneyn gazâsındaki Evtaş Mevkiindeki harbe amcasıyla katıldı. Ebû Âmir İslâm Ordusu’nun Evtâş’taki birlik kumandanıydı, bu harbde yaralandı. Ebû Mûsel-Eş’arî amcasını yaralayanı öldürdü. Amcası, Resûlullah’a selâm, istiğfar etmesi vasiyetiyle, Onu mücahitlerin kumandanı tayin ettikten sonra şehâdet şerbetini içti. Evtâşi’de zafer kazanan Ebû Mûsel-Eş’ari Resûlullah’ın yanına dönüp, durumu arz edip amcasının vasiyetini de söyledi. Bundan sonrası Ebû Mûsel-Eş’arî şöyle anlatır: (Bunun üzerine Resûlulah abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra ellerini kaldırıp: “Allah’ım! Kulcağızın Ebû Âmir’i afv eyle! Diye duâ etti. Duâ ederkin” (ellerini o kadar kaldırmıştı ki) ben iki koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra Resûlullah: Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âlî bir makamda kıl” niyazında bulundu. Bunun üzerine “Yâ Resûlallah, benim için de mağfiret dile! diye duâ istedim. Resûlullah benim için de: Rabbim, Abdullah ibni Kays’ın günahını afv eyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makama koy! diye duâ buyurdu.” Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu: “Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.” Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekili oldu. Hz. Mu’âviye’nin hilâfeti zamanında vefât etti. “Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa... “ Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi. Safvân bin Süleyman diyor ki; “Resûl-i Ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.” İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu. Her an son nefesini düşnürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyururdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefât etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu. Çok güzel Kur’ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki: “Kur’ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur’ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur’ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecekir. Kim Kur’ân-ı kerîm’i kendine uydurursa (anladığı ve hesabın geldiği gibi kabullenmek, mânâ vermek) Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir.” “Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereye doldurmaya çalışır. Âdem oğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz.” “İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır.” “İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular.” “Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek.” Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Kıyâmet günü, ibâdet ehli müminlerin, Allahü teâlânın cemâlini göreceği hususunda; Resûlullah’ın gökyüzündeki aya bakıp: “Şu ayı nasıl hiçbiriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz. Artık güneşin tulû’unda da, gurûbunda da evvelki namazların hiç birinden alıkonmamak elinizden gelirse (ona) çalışınız” rivâyetinde bulundu. “Cennet hazinelerinden bir hazine” Birgün Peygamberimiz Ebû Musa el-Eş’ari’ye “Cennet hazinelerinden bir hazineye seni irşad edeyim mi?” Evet Yâ Resûlallah irşâd buyurdu, demesi üzerine Resûlullah: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” de diye buyurdu. “Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tevbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder.” “Dünyayı seven Âhiretine zarar verir, Âhiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz.” “Her kim Allahın rızasını kazanmak için bir mescid binâ ederse, Allahü teâla da ona Cennet’te onun gibi bir ev binâ eder.” “Mü’minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir.” “Bana gelip benden soran ve bazı ihtiyaç dileğinde bulunanlar olur. Yanımda bulunan sizler de onlara yardımcı olun ki, ecir kazanasınız. Allahü teâlâ sevdiği şeyi, Peygamberlerin elinde kazâ eder.” “Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır.” “Kişi sevdiği ile berâberdir.”“Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet hertarafı kaplar ve öldürme olayları artar.” Ev ziyâreti hususundaki Âdâb hakkında: “İzin talebi üç defadır. Birincide susar ve gelenin kim olduğunu öğrenmek için dinlenir, ikincide hazırlanır, üçüncüde de kabul veya reddeder.” “Biriniz üç kere selâm verdikten sonra cevap alamazsa dönsün.” “Yaşlılara saygı göstermek, Allahü teâlâyı tazimdendir.” “Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır.” “Dirinin ağlamasıyla muhakkak ölü azâb olunur.” Peygamber efendimiz ipeği sağına, altını soluna koydu ve “Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır” buyurdu. “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız!” Peygamberimiz , Mekke fethinde görüldüğü yerde öldürmelerini emir buyurdukları kimselerin içerisinde Hind binti Utbe de vardı. Hind binti Utbe, Kâ’be-i Muazzamanın örtüsü altına sığındı. Yanında bir çok kadınlar da vardı. Hepsi imân ettiklerini bildirdiler ve Resûlullah’a biât ettiler. Peygamberimiz Mekke’de kendisine ezâ ve cefâ yapan kadınların başında gelen, Mübârek amcası Hz. Hamza’yı öldürten Hind binti Utbe’yi affetti ve öldürülmemesini emir buyurdular. Hind; Mekke’nin fethedildiği gün, Kâ’be’deki bütün putlar yıkılmış, kırılmış ve dışarı atılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâmın sabaha kadar namaz kıldıklarını görmüş, kalbinde imân nuru parlamış ve bunu kocası Ebû Süfyân’a söylemişdi. Tanınmamak için kılık kıyâfet değiştirmiş, yüzünü örtmüştü. Resûlullah’a geldi. “Yâ Resûlallah el tutup sana biât edeyim mi?” diye sordu. Peygamberimiz, “Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına hitap etmem, her bir kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir” buyurdular ve kadınların biâtı söz ile oldu Burada Peygamberimiz, Hz. Ömer’e “Söyle o kadınlara Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak üzere Resûlullah’a biât edeceklerdir” buyurdu. Hind’in yanındaki kadınlar sustular. Onlar namına Hind konuştu ve Resûlullah’a: “Erkeklerden istemediğin bir teahhüdü, kadınlardan niçin istiyorsun. Ben iyice anladım ki, eğer Allah ile birlikte başka ilâh, tanrılar bulunsaydı, başımıza gelenlerdin bizleri korurdu” dedi Peygamberimiz, Hind’e baktı ve Hz. Ömer’e, “Söyle onlara; hırsızlık da etmeyecekler” buyurdu. Hind, “Yâ Resûlallah, Ebû Süfyân cimri bir kimsedir. Ben ondan habersiz malından bir şeyler çalıyordum. Bu benim için helâl mi, değil mi bilmiyorum. Ebû Süfyân ne ban ne oğluma yetecek kadar bir şey vermiyor.” dedi. Peygamberimiz “Onun malından kendine ve oğluna yetecek kadar bir şey alabilirsin” buyurdu. Bu sırada Ebû Süfyân, Hind’e “Senin şimdiye kadar çaldığın geçti gitti. Bundan sonrakiler de helâl olsun” dedi. Peygamberimiz güldü. Hind’i yanına çağırdı. “Demek sen Hind binti Utbe’sin?” buyurdu. Hind radıyallahü anha “Evet” dedi. “Allaha şükür olsun ki, kendisi için seçip beğendiği dînini üstün kıldı. Yâ Muhammed elbette ki bana rahmetin dokunacaktır. Şimdi ben Allah’a imân etmiş ve Onun Resûlünü tasdik etmiş bir kadınım” dedi. Kadınların Resulullah ile sözleşmeleri Müslüman olup yanında diğer kadınlarla beraber biat etmek üzere Resulullahın huzuruna giden Hind radıyallahü anha’ya, Peygamberimiz, “Hoş geldin” dedi. Hind, “Ya Resûlallah, vallâhi dün senin çadırındakiler kadar zillet ve hakarete uğramasını istediğim bir çadır halkı yoktu. Bu gün ise yeryüzünde senin çadırındakiler kadar izzet ve şeref içerisinde olmasını istediğim bir çadır halık (ev halkı) yoktur” dedi. Peygamberimiz , “Öyledir vallahî, ben sizlere çocuklarınızdan, ana ve babalarınızdan daha sevgili olmadıkça imânınız kâmil olmaz” buyurdu. Hind radıyallahü anha ve berâberindeki kadınlar zinâ etmeyeceklerine dair de biât ettiler. Hind, “Yâ Resûlallah hür kadın zinâ eder mi?” dedi. Resûlullah “Hayır vallahî, hür bir kadın zinâ edemez” dedikten sonra Ömer’e “Söyle onlara çocuklarını öldürmeyecekler” buyurdu. Hind, “Küçük iken onları biz büyüttük yetiştirdik. Büyüyünce siz onları öldürdünüz. Bize, Bedir günü öldürmedik genç bıraktın mı ki, onları öldürelim dedi. Hind binti Utbe’nin Hanzala adlı bir oğlu Bedirde müşrik olduğu halde öldürülmüştü. Hz. Ömer, “Sen bize Bedir günü öldürülmedik genç bırakmadın ki” sözüne çok güldü. Peygamberimiz ise gülümsedi. O gün kadınlar ve onların başı olarak Hind radıyallahü anha Resûlullaha iftira etmeyeceklerine ve Peygamberimizin her emrine itaat edeceklerine dair Resûlullah’a biât ettiler. Kadınların, Resûlullah’a söz verdiklerini, biât ettiklerini bildiren Mümtehine sûresindeki âyet-i kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmiştir. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mübârek eli, kadınların ellerine dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken, erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan kaçınmak lâzım geldiğini bildirdi. Bu biât ve bununla ilgili ahkâm; büyük İslâm âlimi, dînin bekçisi İmam-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin mektûbâtının üçüncü cildi, kırkbirinci mektûbunda uzun yazılıdır. ( Bu mektubun tercümesi, Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının üçüncü kısım ikinci maddesinde vardır. Bir müslümana lazım olan bütün bilgilerin içinde bulunduğu bu kıymetli kitap, Hakikat kitabevi (0212 523 45 56) temin edilebilir.) “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin!” Hind binti Utbe radıyallahü anha iman ile şereflendikten sonra Peygamberimiz Mekke’de, Etbah mahallesinde bulunurken iki küçük oğlağı kestirmiş kebab yapmış, Peygamberimizin azâdlı kölesi olan bir kadınla göndermişti. Hizmetçi kadın Peygamberimizin çadırına vardı. Selâm verdi içeri girmek için izin istedi, izin veriilnce içeri girdi. İçerde Peygamberimizin mübârek zecesi Ümmü Seleme ve Meymûne ve Abdülmuttalip oğullarından Peygamberimizin yakın akrabası olan kadınlar bulunuyordu. Hizmetçi kadın Resûlullah’a : “Hanımım bu hediyyeyi size gönderdi: “Bu yıllarda koyunlarımız çok az kuzuluyor” dedi. Senden özür diledi, “Kuzu kebabı yapamadığı için” dedi. Peygamberimiz “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarını artırsın” diye duâ buyurdu. Hizmeti kadın Hind’in yanına döndü. Peygamberimizin duâsını bildirdi. Hind buna pek çok sevindi. Bir müddet sonra koyunlarının kuzulayıcı olanaları o kadar arttı ki ne yakın zamanda ne de ondan önce böylesi hiç görülmemişti. Hind radıyallahü anha: “Bu, Resûlullah’ın duâsı bereketiyle olmuştur. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi İslâmiyyete hidâyet etti, kavuşturdu. Müslüman olmakla şereflendirdi” buyurdu. Mekke’de umûmî putlardan başka, ayrıca her ailenin kendi evinde taptıkları husûsî putlaır da bulunurdu. Mekke feth olunduğu gün Peygamberimizin münâdisi: “Allaha imân eden kişi evinde kırmadık, yakmadık put bırakmasın. Putların parası da haramdır” diye herkese ilân etti. Mekke’de bu ilân edildikten sonra yeni müslümanlar evlerindeki putları kırdılar. Hind binti Utbe de evindeki putu kırmış ayağıyla parçalarını vurup yuvarlamış ve “Biz senden dolayı ne kadar gurur ve aldanış içinde idik” demiştir. Hind binti Utbe, müslüman olduktan sonra Peygamberimizin hayır duâsını almıştır. Hz. Ömer zamanındaki meşhur Yermük savaşına kocası Ebû Süfyân ile katılmış ve bizzat çarpışmıştır. Hind, gayet keskin görüşlü ve akıllı bir kadındı. Son derece cömertti. Hz. Ömer zamanında 635, Muharrem ayında vefât etti. Zikrettiğimiz sözleri ve Peygamberimize altı hususta bî’atı hadîs kitaplarında geçmektedir. Resulullahın sırdaşı; Hz.Huzeyfe Huzeyfet’übnü Yemân hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olması vasfı ile meşhurdur. Peygamberimiz Ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münafıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir. Bundan başka vuku bulacak hadiseleri de bildirmişti. Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Resûlullah’ın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Huzeyfet’übnü Yemân’a söyledi. Buyurdu ki: “Resulullah efendimiz, âlemin yaratıldığı zamandan, yok alacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bildirdi. Bunlardan bildirilmesi caiz olanları size bildirdim. Örtmesi lâzım olanları, sakladım bildirmedim.” Peygamber efendimiz vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Huzeyfe’yi ordu kumandanı olarak tayin etti. Umman’daki mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak üzere Umman’a gönderdi. Kendisine katılan İkrim’e komutasındaki ordu ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman’da önce zekâtları toplamakla sonra da vâli olarak orada vazifelendirildi. Hz. Ömer halifeliği sırasında Onu Umman’dan Medine-i Münevvere’ye çağırdı. Bir müddet müşavere (danışma) heyetinde bulundurdu. Sonra da Mezopatamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak’ın ve İran’ın fethinde bulundu. Nihâvend savaşında Nu’man bin Mukarrin şehid olunca, İslam sanağını Huzeyfe eline alarak Memedân, Rey ve Deynura’yı fethetmişdir. Cezire’nin fethinde bulunarak, Nusaybin Valiliği’ne tayin olundu. Selmân-ı Fârisî ile birlikte Kûfe şehrinin yerini seçip, orada şehir kurulmasını kararlaştırdı. Böylece Kûfe şehri kuruldu. Huzeyfet’übnü Yemân emniyeti ile şöhret bulmuştur. Hatta Hz. Ömer yeni feth edilen memleketlere: “Huzeyfe ne isterse veriniz” diye emir buyurmuş olduğu halde, kendisi kendi yiyeceğinden ve atının yiyeceği yemden fazlasını almamıştır. Medayin şehrinde uzunmüddet valilik yaptı. Oranın halkı onun idaresinden son deerce memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Döndüğü zaman, Hz. Ömer O’nun halini değiştirmediğini görerek boynuna sarılmış ve “Sen benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim” buyurmuştur. Hz. Ömer halife iken Huzeyfet-übnü Yemân’ın bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, O’na niçin kılmadığını sordu. O da ölen kişinin münâfık olduğunu söylemiş ve bu sebeple cenaze namazını kılmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer, memurları arasında münâfık bulunup bulunmadığını sormuş o da bir tan var demiş, fakat Hz. Ömer’in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münafık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer Huzeyfe’nin gitmediği cenazeye gitmemiştir. Çünkü O’nun gitmemesini ölenin münâfık olduğuna işaret sayardı. “Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?” Birgün Hz. Ömer huzurunda bulunan bazı Eshâb-ı kirâma: “Resûlullah efendimiz’in fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı? diye sordu. İçlerinden Huzeyfe ey müminlerin emiri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır ki, “Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçar olur. Böyle günahlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek keffâret olur.” buyurdu, diye cevap verdi. Hz. Ömer “Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum” deyince, Huzeyfe: “Ey müminlerin emiri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var.” diye cevap verdi. Hz. Ömer “Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?” diye sorunca Huzeyfe “O kapı kırılacak diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer “Desene Ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek!” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Daha sonra Huzeyfe’ye o kapının ne olduğu sorulduğunda “O kapı Hz. Ömer idi” diye cevap vermiştir. Daha sonra Hz. Ömer şehid edilmiştir. Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Azerbeycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Bu hizmetlerinin yanında mühim bir hizmetide Kur’ân-ı kerîm nüshalarının çoğaltılmasına sebeb olmasıdır. Çünkü o, Azerbeycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde Kur’ân-ı kerîm’in değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur’ân-ı kerîm’in Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman’a teklif etti. Bunun üzerine Hz. Osman Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltıp; belli merkezlere gönderdi. Hayatının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfet’übnü Yemân Hz. Osman şehid edildiğinde Medine’de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Hz. Osman’ın şehid edilmesine çok üzüldü. Onun şehid edilmesinden kırk gün sonra vefât etti. Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit “Dost ânî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.” diyerek duâ etmiştir. Huzeyfet’übnü Yemân Peygamberimiz’den yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadîs kitabında yer almıştır. “Fitne zamanında bir kenara çekil; yalnız yaşa!” Peygamberimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: “Resûlullah’a ileride hasıl olacak fitnelerden sordum, çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. “Yâ Resûlallah, biz, müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu seadet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi” dedim. “Evet gelecek” buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler yine gelir mi dedim. Yine “Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur” buyurdu. Bulanıklık ne demektir dedim. “Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmayan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günah da işlerler” buyurdu. Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu dedim. “Evet Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır” buyurdu. Yâ Resûlullah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. “Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar” buyurdu. Onların zamanlarına yetişirsem, sığınacak iyi insan bulamazsam ne yapmamı emir edersiniz dedim. “Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma ölünceye kadar yalnız yaşa!” buyurdu. Bildirdiği diğer hadis-i şerifler şunlar: “Benden sonra Hz. Ebû ekir ve Hz. Ömer’e uyunuz.” “Bütün iyilikler sadakadır.” “Utanmazsan, istediğini yap.” “Nemmam (söz taşıyan) Cennete giremez “Gümüş ve altın kaplardan bir şey içmeyiniz, ipekli elbise giymeyiniz.” “Bir kimse, İslâm’da sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların sevablarına kavuşur. Bir kimse İslâm’da bir bid’at, (kötü) çığır açarsa, bunun günahı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.” “İki arkadaşın, Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik (şefkatli) davranandır.” “Şehvet nazarı ile bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah korkusu ile, onu terk eder, yâni şehvet gözü ile bakmazsa, Allahü teâlâ ona öyle bir imân nasib eder ki, zekini kalbinde duyar.” “İçinizdeki fenâları yola getirmeğe çalışmazsanız. Yani Emr-i Ma’rûf ve nehyi ani’l münker yapmazsanız Cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir ki, bu belâlardan kurtulabilmek için artık iyilerinizin Allah’a yalvarması da fayda vermez.” “İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki..” Huzeyfe şöyle anlatmıştır: “Resûl-i Ekrem ile namaz kılıyordum. “Bekara” sûresinden okumaya başlamıştı. Rahmet âyeti geldiği vakit allah’dan rahmet diler, azâb âyeti geldiği zaman Allahü teâlâ’ya sığınırdı. Tenzih âyeti geldiği vakit, Allahü teâlâ’yı tesbih ve takdis ederdi. Kur’ân-ı kerîmi bitirdiği zaman Resûlulah şöyle duâ okurdu: “Allahım! Kur’ân-ı kerîm hürmetine bana rahmet eyle, Kur’ânı bana îmân, nûr, hidâyet ve rahmet kıl, Allahım Kur’ân-ı kerîmden unuttuğum oldu ise bana hatırlat, anlamadığım olduğu ise bana anlat, gece ve gündüzde Kur’ân okumayı bana nasib et, Kur’ân-ı kerîmi lehimde hüccet kıl. Ey âlemlerin Rabbi.” Bildirdiği diğer iki hadis-i şerif ise şöyle: “Her ümmetin taptığı bir buzağı, putu var. Benim ümmetimin putu ve tapdığı da altın ve gümüştür.(Para, mal,mülktür.)” “Dünyayı ahiret üzerine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ üç şeye mübtela kılar. Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı. Hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs” Huzeyfet’übnü Yemân buyurdu ki: “Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, sizden biriniz bildiğinin onda dokuzu ile amel edip birini terk ederse helaka gider. Öyle bir zaman gelecek ki, o zaman bildiğinin yalnız onda biriyle amel eden kurtulacaktır. Çünkü o zaman, amel edenler çok azalacaktır.” Bir kişi Huzeyfet’übnü Yemân’a “Ben nifaktan korkuyorum” deyince, Huzeyfe “Eğer münafık olsaydın nifaktan korkmazdın, çünkü münafık nifaktan emindir korkmaz.” buyurdu. “Eğer gönüller manevî pisliklerden temiz olsaydı, Kur’ân-ı kerîmin zevkine doymazlardı.” Huzeyfet’übnü Yemân’a sordular: “Hayatta olduğu halde ölü sayılan kişiler kimlerdir?” Huzeyfet’übnü Yemân “Gördüğü kötülüğe eli ve dili ile mani olmayan veya kalbi ile buğz etmeyen kimselerdir” buyurdu. “İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki; bir kişi için, ne kibar ve ne akıllı, diyecekler. Halbuki onun kalbinde zerre kadar imân izi olmayacaktır.” Münafık kimdir denildiğinde “İslâmiyyetten bahsedip de onunla amel etmeyen, O’na uymayandır” buyurdu. Meşhurların ölüm deşeğindeki sözleri Hazreti Selmân-ı Farsî de ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara, “Dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Peygamber Efendimiz: “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol azığından fazla olmasın” demişti. İşte buna ağlıyorum” dedi. Hâlbuki öldüğü vakit hesab ettiler, bütün serveti on dirhem civarıda idi. Meşhur Haccac da ölümü esnasında: “Allah’ım, insanlar diyorlar ki, “Sen beni mağiret etmezsin.” Sen beni mağfiret eyle” dedi. Bu söz, Ömer bin Abdülâziz’in hoşuna gitti ve ona gıbta etti. Bu sözü Hasan-ı Basrî’ye naklettikleri vakit: “Gerçekten Haccac böyle söyledi mi?” dedi. “Evet, söyledi” dediklerinde, o: “Öyle ise umulur ki Allahü teâlânın af ve merhametini kazanmıştır” dedi. Muâviye bin Ebû Süfyan radıyallahü anh, ölüm döşeğine yattığı vakit: “Beni oturtun” dedi. Kendisini oturttular. Allahü teâlâyı tesbîh ederek andı ve ağlayarak: “Ey Muâviye, ihtiyarlayıp çöktün.Gençlik dallarının bol su aldığı ve yapraklarının henüz yemeşil olduğu zaman geçtig.” diyerek yüksek sesle ağlamağa başladı. Sonra da şöyle dua etti: “Ey Rabbim, şu ihtiyar kuluna merhamet et. Allahım, kusurlarnı at, sürçmelerini bağışla. Senden başkasında ümidi olmıyana lûtfunla muâmele et!” Ölüm hastalığında bâzı kimseler kendisini ziyâret etmişti. Onlara, Alahü teâlâya hamd ü senâ ettikten sonra: “Topyekun dünya, görüp tecrübe ettiğimizden başka bir şey değildi. Vallahi, iyi biliniz ki, onun yeşilliklerini neş’e içinde karşıladık, yaşayışımızdan zevk aldık. Dünya ise durmadan yavaş yavaş bu zevk ve neş’elerimizi bozdu. Nihâyet bir gün dünya bizi kocalttı ve terketti. Bizi elem ve kederlendirdi. Vah bu dünyaya, vay bu dünyaya” dedi. Hastalığında verdiği bir hutbesinde: “Ey insanlar, ben, harman olmuş bir ekinim. Ben, benden önce size halifelik edenden daha iyi olmadığım gibi, benden sonra da size benden iyisi değil, benden kötüsü gelecektir. Ben öldüğüm vakit beni aklı başında bir adam yıkasın. Zîra akıllıların Allah katında bir değeri vardır. Beni güzel yıkasın ve âşikâre tekbir alsın” dedi. Sonra dolaptaki bir bohçayı getirtti. İçinde Peygamber Efendimiz’e ait bir elbise, bir miktar saç ve tırnak kırıntıları vardı. “Bunları, ağız, burun, kulak ve gözümün üzerine koyun. Peygamber Efendimiz’in giydiği bu elbiseyi de kefenimin altından bana giydirin. Allahü teâlânın ana-baba hakkındaki emirlerine riâyet edin. Beni böylece mezarıma koyduğunuz vakit, Allah’ın rahmeti ile beni başbaşa bırakın” dedi. Ölüm döşeğinde iken, “Keşke ben zî Tuva’daki Kureyş’den bir ferd olsaydım ” dedi. “Zehir içmeyenlere de garanti verme!” Ömer bin Abdülâziz’in hanımı Fâtıma: “Ben Ömer’i, ölümü esnasında, “Allah’ım, kısa bir süre de olsa ölümümü adamlarımdan gizle” diye duâ ettiğini duydum. Bir ara kapuyu açarak kendi odama girdim. “Bu ahiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Kasas: 83) mealindeki âyetini okudu, sonra sesi kesildi. Ne bir hareket, ne de bir ses duymayınca, hemen hizmetçilerinden birini gönderdim. Adam: “Çoktan öldü” diye bağırdı. Zehirlendiğinde doktor çağırdılar. Doktor:” Buna zehir verilmiş. Bunun için ben bunun hayatı hakkında te’minat veremem, dedi. Ömer bin Abdülâziz gözünü açarak, “ Bana değil, zehir verilmeyenlere ve yaşayacaklarına dair te’minat verme!” dedi. Doktor,” Zehir verildiğinin farkında mısın?” diye sordu. “Evet, mideme inince anladım” dedi. Doktor,”O hâlde hemen tedâviye başlayalım” dedi ise de, Ömer bunu reddederek,”Tedâvisi kulağımın ardında olsa da elimi kaldırıp onu almam. Rabbime ulaşmak benim için daha iyidir,” dedi. Ve birkaç gün sonra öldü. Ölüm döşeğine yatınca ağlamağa başladı. Etrafındakiler, “Senin için ağlanacak ne var, Allahü teâlâ seninle nice sünnetleri ihyâ etmiştir. Adâletin ise son haddine yükselmiştir” dediler. O tekrar ağlayarak,” Değil mi ki Allahın huzurunda bütün bu milletin hesabını vermek için durdurulacağım. Hepsi hakkında âdil adavranabilmekten emîn değilim, yaptığım kusurlar da ayrı. Elbette bunlara korkar ve ağlarım” diyerek yine ağladı ve az sonra öldü. Ömer bin Abdülâziz ölümü yaklaştığı vakit, “Beni oturtun” dedi. Oturttular. O, “Ben o kimseyim ki bana emirlik verdin, ben kusur ettim. Beni nehyettin, ben ise isyân ettim” diye üç kere söyledi. Sonra da: “Lâ ilâhe illâllah, ibâdete lâyık ancak Allah’tır” dedi. Başını göklere çevirdi ve dikkatle baktı. Kendisine, “Ne bakıyorsun?” diye sorduklarında, o, “Ben öyle kimseleri görüyorum ki, onlar ne insan ne de cindir” dedi ve böylece ruhu bedeninden ayrıldı. Hazreti Bilâli Habeşi ölürken karısı: “Vay başıma gelenler” diye ağlamağa başlayınca, Bilâl: “Hayır, ne mutlu bize ki, yârın dostlarımız Hz. Muhammed ve arkadaşlarına kavuşacağım” dedi. Amir bin Abdülkays de ölüm anında ağladı ve: “Ağlamamın sebebi, boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir"”dedi. Hz. Fudayl de ölümü esnasında bayıldı. Sonra gözünü açınca: “Âh uzun yolculuk ve ah az azık” dedi. “Allah müttakîlerin ibâdetini kabûl eder” Halife Hârun Reşîd ölümü esnâsında bizzat kendi eliyle kefenini hâzırladı ve: “Malım bana fayda vermedi. Bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu” (Hâkka: 28, 29) âyet-i celîle’lerini okudu. Me’mun da ölümü esnâsında yaslanarak: “Ey mülkü, dâim olan Allah’ım, mülk ve memleketini ve hattâ her şeyini kaybeden kuluna merhamet et” dedi. Mu’tasım da 44 yaşında ölürken: “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bileydim hiçbir şey yapmazdım” demiştir. Muntasır da ölümü esnasında sıkıntı içerisinde kıvranıyordu. Kendisine: “Bu o kadar önemli değil” dedilerinde, o: “Sıkıntım, dünya hayatının sona erip âhiret hayatının başlaması içindir” dedi. Abdülmelik bin Mervan ölüm döşeğine yattığı vakit, elbise yıkayıcısının nasıl çamaşırı yıkayıp eli ile sıktığını görünce: “Keşke ben de çamaşır yıkayıcısı olsaydım da her günkü el emeğimle günlük nafakamı temîn etseydim ve dünya işlerine karışmasaydım” demiştir. Abdülmelik bin Mervan’a: “Ey mü’minlerin emîri, kendini nasıl buluyorsun?” diye sorduklarında, Abdülmelik, Allahü teâlânın:“Andolsun ki sizi ilk def’a yarattığımız gibi, âhirette de yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsân ettiğimiz şeyler, de sırtlarınızın arkasında bırakmışsınızdır” (En’am: 94) buyurduğu gibi buluyorum, dedi ve öldü. Hz. Muaz ölümü esnasında: “Allah’ım, şimdiye kadar senden korkuyordum, fakat şimdi sana ümid besliyorum. Allah’ım, ben sular akıtıp ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istemediğimi, susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, ulemâ sohbetine devam edip onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetleşip baygınlıklar geçirip ayıldıkça: “Allah’ım, beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır. Bilirsin ki kalbim sana bağlıdır, seni sever” dedi. Abdullah bin Mübârek ölümü esnasında gözünü açtı ve gülümseyerek,“Artık çalışanlar da bunun gibi çalışmalıdır” (Sâffât: 61) âyetini okudu. Büyüklerden birisi ölümü esnasında ağlayıp, sebebini kendisinden sorduklarında, “Beni ağlatan Kur’ân-ı kerimdeki,“Allah ancak müttakîlerin ibâdetini kabûl eder” (5 – Mâide: 27) âyet-i celîlesidir” dedi. Fakir olarak ölmeyi istedi! İbnü’l-Münkedir ölürken ağladı. Sebebini soranlara, “Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın asıl sebebi, önemsemiyerek yaptığım bir hatânın Allah katında büyük bir günah olmasından korkarak ağlıyorum” dedi. İbnü’l-Mübârek de ölümü esnasında âzadlı kölesi olan Nasr’a “Başımı toprağa koy” dedi. Nasr ağladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince, “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü hâtırlayarak ağlıyorum” dedi. İbnü’l-Mübârek: “Ağlama, zîra ben Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu tekrar etme” dedi. Cerirî diyor ki: “Son nefesinde Cüneydi Bağdadi’nin yanında bulunuyordum. Cum’a günü idi. Kur’ân-ı azîmi okuyordu ve hatmetmişti. Ben de kendisine: “Bu durumda da mı okuyorsunuz?” dedim. O da: “Bu işe benden daha ihtiyaç sahibi olan kimdir. İşte defterim dürülmektedir, hiç olmazsa hatim ile dürülsün” dedi. Rüveym diyor ki: “Ebû Saîd el-Harraz’ın ölümü ânında yanında bulunoyrdum. O ise: “Âriflerin gönüllerinin Allah’ı zikre olan iştiyâkı ve gizli münâcât hâlindeki hâtırlamaları, ölüm ve ümid dolu şerbet bardaklarını onların üzerlerine serpti de şükredip az ile kanâat eden veya doyan gibi dünyadan yüz çevirdiler. Onların maksad ve üzüntüleri bir askerî karargâha, orduya katılmaktır ki, orada parlak yıldızlar gibi Allah’ın dostları vardır. Cisimleri yeryüzünde O’nun sevgisi ile ölüp giderken ruhları perdeler arasında yükseklere doğru seyreder. Onlar ancak habiblerinin civarında istirahata çekildiler. Zorluk ve zahmette aksaklık göstermezler” dedi. Cüneydi Bağdadi de, Ebû Saîd el-Harraz’ın ölüm ânında vecde çok geldiğini söylediklerine, onun ruhunun hevesle uçması şaşılacak bir şey değildir” dedi.Ölümü ânında zâtın birisine: “Allah de” dediklerinde, “Siz ne vakte kadar Allah diyeceksiniz? Hâlbuki ben Allah aşkı ile yanıyorum” dedi. Yine zâtın birisi diyor ki: “Memşadi’d-Dînûrî’nin yanında bulunuyordum. Fakirin biri geldi selâm verdi ve: “Burada insanın ölebileceği temiz bir yer bulunur mu?” diye sordu. Ordakiler kendisine yer gösterdiler. Ayrıca orada göze suyu da vardı. Fakir abdestini tazeledi. Bir miktar namaz kıldı, sonra da gösterilen yere giderek yattı, ayaklarını uzattı ve öldü. Ebû’l-abbâs ed-Dînûrî bir meclisde konuşuyordu. Kadının biri sözlerinden vecde gelerek haykırdı. Bunun üzerine Ebû’l-Abbâs kendisine: “zamanın geldi öl” dedi. Kadın kalktı kapuya doğru yürüdü ve çıkarken Ebû’l-abbâs’a döndü: “Sözünü tutuyor ve ölüyorum” diyerek yattı ve öldü. “O’nu unutmadım ki hâtırlayayım” Hazreti Şiblî’nin hizmetçisi Câfer bin Nusayr’a, “Şiblî son deminde ne gördü?” dediklerinde, dedi ki: “Şiblî son deminde, “Birisinin bende bir dirhem hakkı vardı, onun için binlerce dirhem verdim. Hâlâ korkum odur” dedi ve sonra bana, kendisine abdest aldırmamı söyledi. Ben de abdestini aldırdım. Yalnız sakallarını hilâllemeyi, aralarına su vermeyi unuttum. Dili tutulmuştu. Elimi tuttu ve sakallarının arasına soktu. Sakallarını hilâlledim ve böyel öldü. Yâni son nefesinde bile abdestin edeblerinedn hiç birini terketmediğini söyledi. Ölüm döşeğinde yatan Bişr bin El-Hâris’e: “Ölüm ağır geldiği için hayatı mı seviyorsun?” diye soranlara, “Allah’a gitmek kolay değildir” dedi. Son deminde Cüneydi Bağdadi’ye “Lâ ilâhe illâllah” demesi telkin edildiği vakit, “Ben O’nu unutmadım ki hâtırlayayım” demiştir. Sâlih bin Mismar’a: “Oğlunu ve aileni birine vasiyyet etmiyor musun?” dediklerinde, “Onları Allah’tan başkasına emânet etmekle Allah’tan hayâ ederim” demiştir. Ebû Süleyman ed-Dârânî de ölüm döşeğine yattığı vakit ziyâretine gelenler ona: “Sana müjdeler olsun ki, mağfireti çok, merhameti bol olan Allah’a gidiyorsun” dediler. O da: “Öyle diyecek yerde, iğneden ipliğe her şey’in hesâbını görüp kusurlarından dolayı seni azab edecek olan bir Allah’ın huzuruna gidiyorsun desenize?” demiştir. Ebû Bekir el-Vâsıtî de hastalandığı vakit, “Bize vasıyyette bulun” diyenlere, “Allahü teâlânın sizden istediği hakkına, riâyet edin” dedi. Yine birisi ölüm döşeğine yattığında ailesi ağlamağa başladı. Onun ağladığını gören kocası sebebini sorunca, kadın, “Senin için ağlıyorum” dedi. Adam, “Sen kendin için ağla, zîra ben kırk yıl bugün için ağladım” demiştir. Cüneydi Bağdadi diyor: “Ölüm hastalığında Sıriyyü’s-Sakatî’yi ziyârete gittim ve: “Nasılsın?” diye kendisinden sordum. O da: “Bendeki hastalıktan tabibe nasıl şikâyet edeyim? Zîra bana gelen, ondan geldi” dedi. Bunun üzerine yelpaze ile kendisini biraz serinlendirmek istedim. O da: “Ciğerleri yanan bir adam yelpazeden ne anlar” diyerek yine şu meâldeki şiirleri söyledi: “Kalb yanıyor, gözün yaşları akıyor, sıkıntılar toplandı sabırlar ayrıldı.” “Gönül varlığı heves ve arzûları, kendini huzursuz eden adamın istikârı olabilir mi?” “Ey Rabbim, enim için kurtuluş yolu olan bir şey varsa da, bir nefesim dahi kalmışsa, onu bana ihsân eyle.” “Cömerde karşı yumuşaklık gösteririm” Şiblî hazretleri ölümü ânında adamlarından bâzıları yanına girerek ona şehâdet kelimesini telkîn ettiklerinde, şu meâlde konuştu: “Bir beyt ki içinde sen varsın, artık oranın ışığa ihtiyacı yoktur.” “İnsanlar hüccet ve delilleri ile geldikleri vakit, bizim hüccetimiz sensin.” “Senden yardım istediğim vakit, Allah bana yardım etsin.” Ebûl’l-Abbâs bin Atâ, Cüneydi Bağdadi’nin yanına girdi. Hazret can çekişiyordu. Ona selâm verdi. Selâmını geç aldı ve: “Beni mâzur gör, virdim ile meşgul idim” dedi. Sonra kıbleye dönerek tekbir aldı ve öldü. Ölüm döşeğinde yatan Kettânî’ye: “Ne gibi amelin var?” diye sorduklarında, “ölümüm yakın olmasa size amelimden bahsetmezdim. Ama mâdemki ölmek üzereyim, söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Ne zaman Allah’tan başka bir şey kalbime girmek istedi ise onu hemen kovdum” demiştir. Mu’temir diyor ki: “Hıkem bin Abdülmelik’in ölüm esnasında yanında bulunanlardan biri idim. “Allah’ım, bu şöyle böyle, iyi bir insan idi. Sen bunun ölüm acısını kolaylaştır” diye duâ ettim. Bir müddet sonar ayıldı ve: “O duâyı yapan kim?” diye sordu. Ben de: “O duâyı ben yaptım” dedim. Bunun üzerine dedi ki: “Azrâil bana, “Ben her cömerde karşı rıfk ile davranırım” dedi ve sonra da öldü. Yûsuf bin El-Esbât ölüm döşeğinde yattığı vakit, Huzeyfe ziyâretine gitti ve onu fazla ıztırap içinde gördü. “Şimdi feryâd ü figan zamanı mı dır?” deyince, Yûsuf, “Ne yapayım, vallahi yapmış olduğum amelleri sıdk u ihlâs ile yapıp yapmadığımı bilemiyorum, ona ağlarım” dedi. Huzeyfe: “şu sâlih adama bakın, amelindeki ihlâsından korkuyor” dedi. Ahmed Megazilî diyor: “Suffa adamlarından ihtiyar bir malûlün ziyaretine gittim, ölüm döşeğinde idi. Allahü teâlâya hitâben: “Bana dilediğin gibi muamele etmeye muktedirsin, bana rıfk ile muâmele et yâ Rab” diyordu. Ölümü esnâsında Şeyh’in biri Memşâdü’d-Dînûrî’nin yanına gitti ve: “Allah sana iyi muâmelede bulunsun” diye duâ etti. Bunun üzerine Memşad gülümseyerek: “Otuz yıl önce Cennet bütün varlığı ile bana arzedildi ve fakat ben ona iltifat etmedim” dedi. Yine Rüveyme ölümü esnasında kendisine şehâdeti telkîn ettikleri vakit, “Zâten ben ondan başkasını söyleyemem” dedi. “Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz” Tâbiîn’in yani Eshab-ı kiramı görenlerin meşhurlarındandır. Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Resûlullah Efendimizin zamanına yetişti. Ancak müslüman olma nimetine kavuşamadı. Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. Kıymetli söyleri meşhurdur. Bunlarından bazıları şunlardır: “Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyayı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyada rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı deercelerine düşürür." “Fakir kimseler, ihtiyaçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan önce, sizler gireceksiniz.)” “Peygamberler bir şeye muhtaç oldukları ve bir belâya uğardıkları zaman, sıkıntısız oldukları zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı.” “Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.” “Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.” “Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.” “Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim.” “Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak suretiyle nurlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, “Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor” derler.” “Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesile (çâre, yol)’dir.” “Allahü teâlâ, yersiz güleni; bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez.” “Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.” “İdarecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.” “Allahü teâlâya yemin ederim ki...” Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri: “Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.” “Cehennemde dört köprü vardır: Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınılk ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.” “Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün.) Böyle yaparsa, âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.” “Allahü teâlaya yemin ederim ki, şu kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir.” “Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür.” “Eğer sizden biriniz, iki rekat nafile namazın sevabını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.” Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul! Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de çok sarıl. Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden tasadduk et (hayra ver.) O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazap etmez. Fakir komşuna, yoksa, köleye, esire, korkana merhâmet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.” “Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki...” Ka’b’ül-Ahbâr’ın veciz sözleri: “Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevkii sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyayı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Bildiklerine aykırı hareket edecekler. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.” Biri gelip, Ka’b’ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedavisi olmayan hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında “ölümdür” buyurdu. “Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünya belâ ve musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.” “Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehidlik o kadar güzel ki, tekrar dünyaya döndürülüp, üç defa daha şehid olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehid olamadığım için ağlıyorum.” “Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve numûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızasına uygun yaşayan, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.” “Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.” “Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sadece övünmeleridir.” “Kuşlar ve yerde bulunan canlılar, Cum’a günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler.” “Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.” “İlim meclisinde bulunmanın sevabı çoktur. İnsanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki sevabı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.” “Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Hz. Eyyûb’a verilen sevabtan verir.” “İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmiyen, onlara karşılık vermeyi terketmiyen kimse sabırlı sayılmaz.” Cenab-ı Hakkın sevdiği dört kişiden biri Peygamber efendimiz, kumandanlarından olan Hz.Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Peygamberimiz onun hakkında şöyle buyurdu: “Allah bana Eshâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emir buyurdu ki bunlar: Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer’dir.” Mikdâd bin Esved, Eshâb-ı kirâmdan olmayan müslümanlardan birinin kendisine hayıflanarak sizlere “Ne mutlu sizin gözlerinize! Resûlullah’ın zamanında yaşadınız! O’nu görmekle şereflendiniz!” şeklinde konuşması üzerine O’na şunları söylemiştir: “Sizleri bunu istemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınız ne olacağını bililyor musunuz? Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah kendisine uymayan ve tasdik etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Halbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle Resûlullahın size getirdiklerini tasdik ederek, yalnız Allah’ı biliyor ve ona iman ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti. İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah ise insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları cahiliyet ve vahşet devrinin en korkuncunda gönderilmişlerdir. O Kur’ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı.O kadar ki; bir kimse, kalbine imân yerleştikten sonra imân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu. Dostunun Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve iman etmesini arzular, bunun için çırpınır. Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu hususta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74’üncü âyet-i kerîmesinde şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.” Hz. Mikdâd bin esved, gittiği yerlerde insanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretmiş ve hadîs rivâyetinde bulunmuştur. Onun Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: “Kıyamet günü güneş insanlara bir mızrak mesafe kalıncaya kadar yaklaştırılır.” “İnsanlar kıyamet gününde günahlarına göre tere batacaklardır. Ter kiminin topuğuna kadar, kiminin dizlerine, kiminin beline kadar, bazısının da ağzına kadar yükselir.” Kimseyi incitmez, herkese iyilik ederdi Hz. Mikdâd bin Esved, çok sade bir hayat yaşar, herkes O’na imrenirdi. Eshab-ı kirâmdan. Abdullah bin Amr ve Abdullah bin Mes’ûd bunlardandı. Kimseyi incitmez, herkese iyiliği, emirleri ve yasakları öğretirdi. Resûlullahın sünnetinden ayrılmazdı. En büyük arzusu ve emeli buydu. Her müşkülünü hemen gelip Resûlullaha sorardı. Birgün, Resûlullaha gelip: “Yâ Resûlallah! Kâfirlerden birine rast gelecek ve onunla döğüşecek olursam, kâfir bana hücûm ederek, kılıcı ile bir kolumu kestikten sonra bir ağacın arkasına geçerek Kelime-i şehâdet getirerek “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da O’nun kulu ve Peygamberi olduğuna inandım” diyecek olursa, O’nu öldürmek benim için câiz midir?” diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap vererek: “Hayır, öldürme!” dediler. Hz. Mikdâd tekrar sordu: “Fakat o adam benim kolumu kesmiş, ondan sonra da Kelime-i şehâdet getirmişti. Böyle olduğu halde onu öldürmeyeyim mi?” Resûlullah efendimiz ona tekrar şu cevabı verdi: “Onu öldürme! Onu Kelime-i şehâdet getirdikten ve böylece müslüman olduktan sonar öldürecek olursan, Onun şehâdetten evvelki haline dönersin, O da senin öldürmeden evvelki haline döner!” Resûlullah efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Onu kendi amcasının kızı Hz. Dıbâa ile evlendirmiştir. O, hayatının bir kısmını Resûlullah efendimiz ile birlikte geçirmiştir. Bu hususta rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf, Onun bu halini tasvir etmektedir. (... Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi rehber edinirse Kur’ân onu Cennete götürür. Kim de Kur’ân’a sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur’ân, en hayırlı yolu gösterir. Emirleri açık ve kesindir. Boş sözler değildir... Ma’nâları çok derindi. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. Oh akikate ulaşmak için Allah’ın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân’ı duydukları zaman hayretten “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakikattir...) “Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir!” Mikdâd bin Esved hazretleri anlatır: “Bir gün iki arkadaşımla birlikte, yorgunluk ve açlıktan gözlerimiz kararmış, kulaklarımız sağırlaşmıştı. Eshâb-ı kirâmdan bir kaçına müracaat ettik. Fakat kendilerinde ikram edecek bir şeyleri bulunmadığı için bizi kabul edemediler. Biz de kalkıp, Resûlullaha gittik. Bizi alarak hâne-i seâdetine (mübârek evine) götürdü. Resûl-i ekrem bize bakarak: “Bunları sağınız da aranızda taksim ediniz!” buyurdu. Biz hergün bu keçileri sağar, keçilerin sütünü aramızda taksim eder, kendi payımızı içer, Peygamberimizin hissesini de saklardık. Resûlullah efendimiz, geceleyin gelir, uyuyanları uyandırmayacak bir şekilde uyanık olanlara selam verir, namaz kıldığımız yerde namazını kılar ve ondan sonra da sütünü alıp içerdi. Bir gece Resûlullah için ayırdığımız hisseyi içtim. Fakat sütü içtikten sonra, akım başıma geldi. Gözüme uyku girmiyordu. İki arkadaşım kendi paylarını içip uyumuşlardı. Derken Resûlullah çıkageldi. Her geceki gibi selâm verdi. Namazını kıldı. Sonra süt kabının kapağını açtığında içinin boş olduğunu gördü. Sonra, “Yâ Rabbi! Beni doyuranları, sen de doyur! Bana içirenleri, sen de susuzluktan kandır!” diye duâ etti. Hemen kalkıp yeni sağdığımız keçilerin yanına gittim. Baktığımda, bütün keçilerin memeleri sütle doluydu. Hemen döndüm, süt kabını aldım. Sütü, Resûlullah’a getirerek uzattım: Bana,“Ey Mikdâd! Siz, bu gece sütünüzü içmediniz mi?” buyurdu. Ben: “İçiniz, Yâ Resûlullah!” dedim.Resûlullah efendimiz bana bakarak: “Ne oldun, ey Mikdâd?” dedi. Ben de, bütün olanları anlattım. Bana cevap vererek: “Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir. Madem ki, Allahü teâlânın bu rahmetine nâil olduk! Niçin uyuyan arkadaşlarımızı uyandırmak için bana haber vermedin? Onlar da hisselerini alırlardı.” buyurdu. Bir gün Hz. Mikdâd bin Esved, halife Hz. Osmanın yanında bulunuyordu. Onun yanına birkaç kişi gelerek, Hz. Osman’ı yüzüne karşı methetmeye, övmeye başladılar. Hz. Mikdâd, bunların sözlerini dinlerken yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne savurdu. Ona niçin böyle yaptığıın sordukları zaman, şu ceabı vermişti: Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “İnsanı yüzüne karşı övenler türediği zaman, onların yüzünü toprakla bulayınız!” Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerinin neticesine bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dair Resûlullah’dan bir şey sorulmuştu da, şu cevabı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!” “Mazlumun ahını almaktan kork!” Muaz bin Cebel hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyükleirnden, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerdendi. İkinci Akabe bîatında, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İlâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir. Onsekiz yaşında iken müslüman oldu. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz bin Cebel de, Abdullah bin Mes’ud ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu. Peygamber efendimiz müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirama dönerek: “İçinizden hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir: “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz biraz sonra tekrar: “İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz “Ey Muaz! Bu vazife senindir.” buyurdu. Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, Yemen’de valilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde tolanan zekât mallarını vazifelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu: “Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin “aleyhisselam” Allahın Resûlü olduğunu tasdike (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Alah’ın beş vakit namaz farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allah’ın zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse zekât alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlumun ahını almaktan kork. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını) hemen kabul eder.” “Belki beni bir daha göremezsin!” Muaz bin Cebel hazretleri, Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz yanında bir miktar yürüdü ve vedâlaşırken “Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyarete gelirsin” buyurdu. Bunu işiten Muaz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz, “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar, (tam bağlı olanlar) nerede olursa olsunlar, Allah’a hakkıyla kulluk edenledir.” buyurdu ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâvâ getirilip insanlara rasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hz. Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi. “Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İçtihad ederek, anladığımla hükmederim” dedi. Peygamberimiz Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kolarak mübârek elini O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına uygun eyledi.” Buyurdu. Sonra Hz. Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musibetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için dünyadan hayırlıdır.” buyurdu. Hz. Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi. Peygamberimizin vefatını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medine’ye dönen Muaz bin Cebel , Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe Hz. Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti. Çok cömerti, az ve hikmetli konuşurdu Hz. Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah Efendimiz bir çok hadîs-i şerîflerinde methetmiş, övmüştür: “Muaz bin Cebel , ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.” “İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve haram ettiklerini en iyi bilen Muâz bin Cebel’dir.” “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel , Ubey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ud ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.” “Muaz kıyamette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.” Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır: Ubey bin Kâ’b, Muaz bin Cebel , Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensardandır. Hz. Ömer’e: “Bize kimi halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şâyet Muaz bin Cebel sağ olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halife bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın “Muaz, kıyamet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.” Abdullah bin Mes’ud buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itaat eden, doğru yolda bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O’nu İbrahim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allah’a ve Resulüne de itâat ederdi.” Eîzullah bin Abdullah şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada, Resûlullah’ın 30 kadar Sahâbisi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepis kanaat getirir ve onda ittifak ederlerdi. Hiç birisi Oan itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen kimsin, ey Allah’ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki:(Ben Muâz bin Cebel’im!) Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi. Dili korumak en makbul amel Eshab-ı kiramın büyüklerinden Muâz bin Cebel’i, Muhammed bin Ka’b şöyle anlatır: Ben Muâz bin Cebel’i gördüm. Genç ve etine dolgun aykışıklı bir kimseydi. Kerem sahibi olup, çok cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı. Elinden geldiği kadar temin edip, ona verirdi. O, malının tamanını fakirlere sadaka olarak dağıtır, kendisi borçlu olarak yaşardı. Hatta bir kerresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber almıştı. Muâz bin Cebel’in alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını kendisine hediye etmelerini söyledi, hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler. Sonra, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzuruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun üzerine Muâz bin Cebel , gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın huzuruna geldi. Alacaklılar da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve mülkü kalmadı. Muâz bin Cebel , Peygamebrimizden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Muâz şöyle anlatıyor: Bir gün Resûl-i Ekrem bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey Muâz” diye seslendiler. Ben de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kere ismimi söyledikten sonra: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedim. Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibadet etmeleri ve başka hiçbir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak: “Kullar bu vazifelerini yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara vadettiği) nedir, bilir misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu takdirde kulların Allahü zerindeki hakkı (Onlara vadettiği) nimet, O’nun kullarına azap etmemesidir...” Hz. Muâz, Resûl-i Ekrem’e, “Hangi amel daha makbuldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem mübarek dilini ağızndan çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en makbul bir ameldir” buyurmuştur. Muâz bin Cebel’in bildirdiği bir hadîs-i şerîf şudur:“Allah’ım! Kötü insanları (facirleri) bana ikrâm ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.” “Doğru konuş, sözünde dur!” Resulullah Efendimiz, Muâz bin Cebel’e bir nasihatında buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan korkmayı, O’na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı kerîmi okuyup anlamayı, ahireti sevmeyi, ahiret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeği tavsiye eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günahkâra itâatten, âdil hükümdara isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni nehyederim, (sakındırırım.) Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günah işlediğin zaman gizli, âşikâre günah işlediğin zaman âşikâre tövbe edersin.” Hz. Muâz, Peygamberimizden tekrar nasihât istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibâdet et ve kendini ölmüş gibi bil! İstersen bütün bunları içine lan daha mühimini bildireyim: Dilini tut?” buyurdu. Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Muâz bin Cebel’e: “Seni allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel: “Sana müjdeler olsun! Ben Resûl-i Ekrem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kıyamet günü arşın etrafında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryad ederekn onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın gerçek dostlarıdır” buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için birbirlerini seven kimselerdir.” Buyurdu. Peygamberimiz Hz. Muâz’a: “Yâ Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı terk etme! Buyurdu ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî alâ zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.” Yâni, “Allahım! Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et.” “Ey Allah’ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasib et ve senin sevgini (sıcak ve harâketli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl!” “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” Muâz bin Cebel hazretleri şöyle anlatır: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bir adamın çok aciz bir kimse olduğunu söylediler. Resûlullah Efendimiz: “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” buyurdu. Onlar: “O, dediğimiz gibidir” dediler. Bunun üzerine Resûlullah: “Öyle olmasa o zaman iftira etmiş olursunuz” buyurdular. Rivayet ettiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlar: “Allahü teâlâ kıyamet günü mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar da: “Severiz, Yâ Rabbi!” derler. Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve mağfiretini ummak için!” derler. Cenâb-ı Hak da: “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim buyurur.” “Her insanın dört gözü vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünya işlerini görür. Diğer ikisi de kalbindedir. Bunlarla da ahiret işlerini görür.” “Bir kimse, deve üstünde düşmanlar dövüşürse, Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden doğru olarak şehit olmayı ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehit sevâbı vardır. Bir kimse, Allah yolunda yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir ernkli ve misk kokulu olarak gelir.” “Üç şey var ki, onlar dünyada bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan Mushaf.” “İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz: 1- Ömrünü nerede tükettiği, 2- Gençliğini nerede harcadığı, 3- İlmi ile ne gibi amel işlediği, 4- Malını nereden kazanıp nereye harcadığı.” “Muhtekir, (karaborsacılık yapan) ne fenâ bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar.” “Bid’at sahibine hürmet etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.” “Her kim kırk gün ümmetimin nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra da bu kazancını sadaka olarak dağıtırsa, onun bu sadakası kabul edilmez.” İlim talep edeni bulur! Abdullah bin Seleme hazretleri şöyle anlatıyor: Muâz bin Cebel tâûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyarete geldi. Durumunun çok ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hz. Muâz, Ona: “Niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu. O da: “Ey Muâz! Allah’a yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımında bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dînimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dînimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.” Bunun üzerine Muâz bin Cebel buyurdu ki: “Hayır, bundan korkma! İmân ve ilim, kıyamet gününe kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur’ân-ı kerîm ve Peygamberimizin sünneti, kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâla ilmi ve imânı İbrahim aleyhisselâma ihsan etmiştir. Halbuki o zaman, imânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrahim aleyhisselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O’na ihsân etti. Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkatı kim bildirirse kabul ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu reddediniz!” Muâz bin Cebel buyurdu ki: “Âlimlere Cennette de ihtiyaç vardır. Çünkü Cennet ehline ne isterseniz isteyin denildiğinde, onlar ne isteyeceklerini eve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlere soracaklar.” Bir gün, birisi Hz. Muâz bin Cebel’in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı sırada, Ona buyurdu ki: “Ey falan! Dünyadaki nasibin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyadaki nasibinden daha çok âhiret nasibine muhtaçsın. Âhiret nasibini, dünya nasibine tercih et! Hatta öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhiret servetine sahip olasın! Dünya nimetleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir.” Yine buyurdu ki: “İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlumların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulüm etme!” “Cennet ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allahü teâlâ’yı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir.” “Üç şey, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur, bunlar: Hikmetsiz gülmek, uykusu gelmediği halde sabaha kadar ibâdetsiz vakit geçirmek ve karın acıkmadığı halde fazla yemek yemek.” Hz. Muâz bin Cebel’in vasiyeti Muâz bin Cebel hazretlerinin vasiyeti: “Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira Allah rızası için öğrenilen ilim, takvâyı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâ’ya yakınlıktır. Zira ilim, helâl ile haramın terazisi, Cennet ehlinin minâresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim sahibine delildir. İlim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. İlim, büyükelerin yanında dindir. Dostlarının yanında insanın süsüdür. Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir. İnsanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itaat ederler. Melekler dahi ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler. Canlı ve cansız her ne varsa, hatta denizlerdeik balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istiğfar ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir nurdur. İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makamlarına yükselir. İlim sahipleri, dünya ve âhirette yüksek derecelere erişir. İlimde tefekkür, nafile oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nâfile namaz kılmaktan sevaptır. İlim ile, helâl ve haram olan şeyelr ayırdedilebilir. İlim, amellerin imâmıdır. Amel, ilme tâbîdir. İlimsiz amel olmaz. İlim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrum kalanlardır. Dünya ve âhiret saadetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir.” Hz. Muâz bin Cebel oğluna da şöyle vasiyet etmişti: “Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!” “Ey oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş ar asında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.” “Şeytanın oyununa gelme! Şeytan, pazarda, yalan, hile, hıyanet ve yemin ettirerek müslümanları günaha sokmaya çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır.” “Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?” Ebû Bahiri şöyle anlatıyor: Bir gün Humus şehrinde camiye gitmiştim. Muaz bin Cebel da, orada bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir imânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit namazı camide cemaatle kılmak, hidayet yollarından olup, hemde Peygamberimizin mühim sünnetidir. Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum, demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullah’ın sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir.” Hz. Muâz bin Cebel’e: “Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?” diye sorlunca, buyurdu ki: “İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbûldürler.” Meymûn-i Evdî anlatıyor: Muâz bin Cebel bir gün ayağa kalktı ve buyurdu ki: “Ey Evd kabîlesi! Ben Resûlullah’ın elçisiyim. Sizlere bir şeyler öğretmek istiyorum. Hepiniz biliniz ki, dönüşünüz Allahü teâlayadır. Dönüşten sonra da, ya Cennet veya Cehennem vardır. Cennet ve Cehennemin ikisi de ebedîdirler. İkisinde de ölüm ve yok olmak yoktur.” Yezîd bin Câbir diyor ki: Ben Muâz bin Cebel’den şöyle işittim. Buyurdu ki: “Ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevap alamazsınız.” “Allahın buğzettiği kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah’ın evlerinde, yüce ve münezzeh olan Allahtan değil de, başaklarından isterler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahlarına girmiş olurlar.” “Bir din kardeşini sevdiğin zaman onunla münâkaşa etme! Ona fena harekette bulunma ve onun hakkında, başkasına; (Bu nasıl adamdır?) diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşıısın da, onda olmayan bir şeyi sana bildirir. Böylece seninle onun arasını açmış olur.” Birisi Muâz bin Cebel’e : “Bana öğüt ver!” deyince, “Merhametli ol ki, ben de senin Cennet’e girmene kefil olayım” buyurdu. İmâm-ı Tâvus bin Keysân, geceleri ibâdet ve zikir ile geçirir, tefekkür ederdi. Sabaha kadar kıbleye karış otururdu. Ve “Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu unutturmuştur” buyururdu. Bir defasında Muaz bin Cebel’i de , ağlarken gördü ve “Niçin ağladığını?” sordu. Buyurdu ki: “İnsanlar iki gruptur. Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. Acaba ben hangisinden olacağım? diye ağlıyorum.” “Ey Muâz! Bu akşam nasıl sabahladın?” Muâz bin Cebel hazretleri şöyle anlatıyor: Birgün Resûlullah’ın huzuruna varmıştım. Bana: “Ey Muâz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?” buyurdu. Ben de: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ’ya imân etmiş olarak sabahladım” dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: “Ey Muâz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir?” buyurdular. Ben de şöyle cevap verdim “Yâ Resûlallah! Ben, geceden, gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşr olunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azâplarını ve Cennetteki insanların nimetlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey Muâz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç ayrılma!” Muâz bin Cebel : “Sırat köprüsünü geçinceye kadar mü’minin huzuru olmaz” buyurdu. Muâz bin Cebel , ölümü esnasında: “Allahım, şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi bana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça: “Allah’ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever” buyurdu. “Allahü teâlâ bir kulunu hastalığa müptelâ kıldığı zaman, sol yandaki meleğe şöyle buyurur: “Kalemi ondan kaldır!” sağ yandaki meleğe ise, şöyle buyurur: “Bu kuluma sağlığında işlediği amelden daha iyisini yaz! Çünkü o, teminatım altındadır.” Abdullah bin Selem’ye şöyle nasihat etti: “Allahü teâlânın emrettiği beş vakit namazı kıl, ye, iç ve uyu!” Helâl kazan, günahkar olma! Müslüman olarak öl! Mazlumun ahından ve bedduâsından sakın!” Hz. Muâz bin Cebel’e bir taziye mektubu Peygamber Efendimiz, çocuğunun ölümü üzerine Hz. Muâz bin Cebel’e bir taziye mektubu göndermişti. Bu taziye mektubu şöyledir: “Allahü teâlâ sana selâmet versin! Ona hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabr etmeni nasîb eylesin! O’nun ni’metlerine şükür etmenizi ihsân eylesin! Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız ni’mitlerinden, tatlı ve faideli ihsanlarındandır. Bu ni’metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allahü tealâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükür etmemizi, vakit gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabr etmemizi emir eyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevap, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana kavuşabilmek için sabır etmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, seaba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belayı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabır etmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.” Peygamber Efendimiz ölünün durumu ile ilgili bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu: “Ölünün mezardaki hali, imdat diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, ölü de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Ona bir duâ gelince, dünyaya ve dünyada olanların hepsine kavuşmaktan daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşıyanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir.” ( Bundan anlaşılıyor ki, 40., 52. veya 53. günü helva ve benzeri şeyler dağıtmak doğru değildir. 7. ve 40. gününde yapılan hatim ve sadaka gibi hediyeleri öldüğü gün hemen göndermeli, birinci günü yaparak imdadına bir an önce yetişmelidir. 7. veya 53. gecelerine bırakmak, boğulmak üzere olan birine, "Biraz bekle, yardıma birkaç gün sonra geleceğim" demeye benzer. Bunun belli gün veya gecede yapılmasının aslı yoktur. Ölüler için sadaka, mevlid gibi hayratın belli günlerde yapılması hıristiyanlardan geçmiştir. “Kırkıncı gün, burnu düşer, elliüçüncü gecesi çürümeye başlar” gibi sözler doğru değildir.) “Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız!” Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken, kızı Hz.Âişe yanına gelerek, “Ölüm gelip çattığı ve göğüs sıkıştığı vakit, artık servet bir fayda vermez” meâlindeki beytini okuyunca, Hz.Ebû Bekir gözünü açarak: “(Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiş. İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir” (50 – Kaaf: 19) ayetini okudu. Ve sonra da: “Şu iki elbisemi yıkayın, bunları kefen olarak kullanın. Zîra hayattakilerin yenilere ihtiyacı daha çoktur” dedi. Yine Hz. Âişe: “Yüzü suyu hürmetine yağmur yağan, yetimlerin baharı ve dulların koruyucusu” meâlindeki beytini söyleyince, Hz. Ebû Bekir: “O, dediğin, Resûl-i Ekrem’dir” buyurdu. Ebû Bekir’in hastalığı ağırlaşınca yanındakiler: “Bir doktor çağıralım da sena baksın” dediler. Hz. Ebû Bekir:” Benim tabibim bana baktı ve ben dilediğimi yaparım diye söyledi” dedi. Selman-ı Farsî ziyâretine gelerek: “Bize öğüt ver” dedi. Hz. Ebû Bekir: “Allahu teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapularını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız. Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah’ın himâyesindedir. Allah’ın hakkını küçümseme, zîra yüzüstü seni Cehennem’e atar” dedi. Hastalığı ağırlaşıp artık iyileşmek ümidi kesildiği vakit, Hz. Ömer’i çağırtarak ona şöyle öğüt verdi: “Bilmiş ol ki; Allahu teâlânın, insanlar üzerinde gündüzde hakkı var, onu gece kabûl etmez; gece hakkı var, onu da gündüz kabûl etmez. Farzlar ödenmedikçe nâfileleri kabûl etmez. Kıyâmet günü mîzânın ağır gelmesi, dünyada hakka uymak ve hakkı ağır getirmekle mümkündür. Ağır gelmesi için mîzânın hakkı, ona ancak hakkı koymaktır. Kıyâmet gününde terâzisi hafif gelenler, bâtıl olan şeye uyanlardır. Hafif gelmemek için mîzânın hakkı, ona bâtılı koymamaktır. Allahu teâlâ Cennet ehlini güzel amellerle, Cehennem halkını da çirkin işleri ile anmıştır. Onların iyi amellerini onlara iade etti de onlar birbiri arasında, “Ben falancadan iyiyim” dedi. Allahu teâlânın rahmet ve azab âyetlerini bir arada anmasındaki hikmet, kulun korku ve ümid arasında yaşaması ve kendisini tehlikeye atmayıp boşu boşuna Allaha ümid beslememeleri içindir. Şâyet bu vasıyyetime riâyet edersem, ölümden daha sevimli olarak ulaşacağın bir yitiğin olmaz ki, ölüm muhakkak seni de bulacaktır. Şâyet dediklerime riâyet etmezsen, ölümden daha arzulamadığın bir kaybın olmayacak. Hâlbuki o yine seni yakalayacaktır. Ondan kendini kurtaramazsın” dedi. “Allahın, göğsümü iman nûru ile genişlet!” Saîd İbnü’l-Müseyyeb de şöyle anlatır: “Hz. Ebû Bekir ağırlaşınca, bâzı kimseler yanına girerek: “Bize bir şeyler ver, tavsiyelerde bulun. Zîra biz senden endişe ediyoruz” dediler. Hz. Ebû Bekir de: “Ölmeden önce şu anlatacaklarımı okuyanların ruhu ufûk-ı mübîne yükselir” dedi. Onların: “Ufûk-ı mübîn nedir?” diye sormaları üzerine, Hz. Ebû Bekir: “O, Arş’ın önünde geniş bir ovadır. Akar suları, bahçeleri ve bol meyveleri vardır. Buraya her gün yüz rahmet iner. Şu duâya devam edenin, ölünce ruhu bu makama yükselir. Dua şudur: “Allah’ım, hiçbir ihtiyacın olmadan ve karşılıksız olarak mahlûkatı yarattın. Sonra da birini Cehennem’lik, diğerini de Cennet’lik olarak ikiye ayırdın. Sen beni Cehennem’liklerden değil, Cennet’liklerden kıl. Allah’ım, insanları yaratmadan önce fırkalara ayırdın. Kimini şakî, kimini saîd, bir kısmını azgın ve sapık, bir kısmını da doğru yolda kıldın. Sana isyân ile beni azdırma. Allah’ım, herkesin ne yapacağını, onları yaratmadan önce de bilirdin. Senin bilginde değişiklik olmaz. Ve ilminin dışına çıkılmaz. Sen beni, ibâdetinde dâim kullarından eyle. Allah’ım, sen dilemedikten sonra kimse dileyemez. O hâlde benim sana yaklaşmamı dilememi dile. Allah’ım, kullarının bütün hareketlerini sen takdîr ettin. Senin iznin olmadan bir şey kımıldayıp hareket edemez. Bütün hareketimi senin rızâna uygun kıl. Allah’ım, hayrı – şerri ve her birini işleyecekleri sen yarattın. Beni, bu iki kısmın iyilerinden, hayır işleyenlerinden kıl. Allah’ım, Cennet ve Cehennem’i sen yarattın. Herbirinin adamlarını da yarattın. Beni Cehennem halkından değil, Cennet ehlinden eyle. Allah’ım, bâzı kimseler hakkında sapıklığı irâde ettin ve onların göğüslerini daralttın. Sen benim göğsümü iman nûru ile genişlendir ve kalbimi îmân nûru ile süsle. Allah’ım, bütün işleri sen sevk u idâre edersin ve sana yönelirler. Öldükten sonra beni temiz bir hayâta ulaştır ve beni sana yaklaşanlardan kıl. Allah’ım, başkalarına güvenerek sabahlayıp akşamlayanlar varsa da, benim îtimadım her an sanadır, ümidim sendedir. Kuvvet ve kudret senindir. Sana güveniyorum, Allah’ım” de, dedi ve bütün bunların Allahü teâlâ’nın kitâbında olduğunu bildirdi. “Adâleti zirvesine ulaştırdın” Amr bin Meymun anlatıyor: Hz. Ömer sû’-i kasde uğradığı vakit, onunla aramızda Abdullah bin Abbâs vardı. Hz. Ömer namazı kıldıracağı zaman saflar arasına durur, safları düzeltir ve bu iş tamam olduktan sonra tekbir alarak namaza dururdu. Cemâatın yetişmesi için çoğunlukla sabah namazının ilk rek’atında Yûsuf, En-Nahl ve benzeri uzun sûreleri okurdu. O sabah da tam safları düzeltip tekbir aldığı sırada Mugîre bin Şûbe’nin mecûsî olan kölesi Ebû Lü’lü’ onu bıçağı ile yaraladı. Hz. Ömer, Abdurrahman bin Avf’ı imamlığa geçirdi. Benim gibi, Ömer’e yakın olanlar durumu müşâhede edebiliyordu. Fakat arak saflarda olanlar durumu göremiyor ancak Hz. Ömer’in sesini duymadıkları için, “Sübhânellah, sübhânellah” deyip duruyorlardı. Abdurrahman namazı kısa surelerle kıldırdıktan sonra, Hz.Ömer Abdurrahman’a: “Bak bakalım, beni kim bıçakladı?” diye sordu. Abdurrahman da Muğîre’nin kölesinin bıçakladığını öğrendi ve Hz. Ömer’e haber verdi. Hz. Ömer de: “Allah müstehakını versin, ona ben iyilik yapmıştım” dedi ve devamla: “Allah’a hamdolsun ki beni bir müslüman değil de, müslüman olmayan öldürmüştür” dedi ve devamla: “Sen ve baban bu gayr-ı müslimleri Medine’de çoğaltmamızı isterdiniz. Onlara en çok acıyanı da Abbâs idi” dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs, “Emredersen hepsini öldürelim” dedi. Hz. Ömer: “Dilinizi konuşup, dîninizi kabûl edip, kıblenize döndükten ve Haccınızı yaptıktan sonra böyle şey olur mu?” dedi. Hz. Ömer’i evine götürdüler. Biz de beraber gittik. İnsanlar sanki böyle bir felâketle daha karşılaşmamış gibi şaşkına döndüler. Bir kısmı yarası önemli değil, bir kısmı ise tehlikelidir, deyip duruyordu. Sonra doktor bir hurma suyu getirtti, içirdiler, fakat su karnından çıktı.Süt içirdiler o da aynı şekilde çıktı. Bunun üzerine herkes öleceğini anladı. Bu arada genç bir delikanlı: “Ey mü’minlerin emiri, sana müjde olsun ki, sen, Resûl-i Ekrem’in sohbetinde bulunmuş, ilk müslümanlardan olup İslâmiyet uğrunda çalışmış bahtiyar bir insansın. Sonra idâreyi eline alarak adâleti zirvesine ulaştırdın ve en sonunda şehâdet mevkiine ulaştın” dedi. Delikanlı bunları söyleyip oradan ayrılmak üzere geri dönünce, kibir alameti sayılan eteklerinin yerlere süründüğünü görüldü. Hz. Ömer: “Delikanlıyı bana çağırın” dedi. Delikanlı geldi. Hz. Ömer: “Yeğenim, eteklerini yerlere sürdürme onları topla. Hem elbisen daha çok dayanır, hem de kibirden uzaklaşmakla Rabbine karşı daha saygılı olursun” dedi. Ölüm halinde bile emri marufu bırakmadı. “Herkese iyi davranmasını vasiyet ederim!” Hazret-i Ömer ölüm döşeğinde iken, emri üzerine borcunu hesâb ettiler, seksen altı bin dirhem civarında borcu çıktı ve Hz. Ömer: “Çocuklarımın serveti buna kâfi gelirse borcumu ödesinler. Şâyet yetişmezse Adiy kabilesine mürcâat edin. Şâyet bu da yetişmezse Kureyş’den bu borcu te’mîn edin ve başkalarına baş vurmayın” dedi. Hz. Ömere: “Ey mü’minlerin emiri, bize vasiyet et, dedik. Hz. Ömer, “Benden sonra halife olacak zâta tavsiylerimden birisi, ilk muhacirlere hürmet edip saygı göstermesidir. Ayrıca ilk îmânı kabûl edip servetlerini muhâcirlere bölüşen Ensar’a karşı iyi davranmasını iyiliklerini takdirle karşılayıp, kusurlarını bağışlamasını tavsiye ederim. Bütün şehir halkına karşı iyi davranmasını tavsiye ederim. Zira onlar İslâmiyetin yardımcıları ve orduyu ayakta tutan servet kaynakları ve aynı düşmanın kızdıkları kimselerdir. Onlardan ancak kendi rızaları ile mallarının fazlasını almalıdırlar. Ayrıca Bedevîlere de iyi muâmelede bulunmasını tavsiye ederim. Onların mallarından aldıkları zekât ve sadakaları, onların yoksullarına dağıtmalıdır. Ayrıca zimmîlere (Gayri müslimlere) karşı da iyi davranmasını, onlara karşı verdiği sözde durmasını, güçlerinin yetmiyeceği ağırlığı onlara yüklememesini tavsiye ederim” dedi. Her fânî gibi o da ruhunu teslim edince, gerekli işlem yapıldıktan sonra cenâzeyi alarak Hz. Âişe validemizin kapısına geldik. Oğlu Abdullah izin istedi. Hz. Âişe müsaade etti ve biri Resûl-i Ekrem, diğeri de Sıddîk-ı a’zam olan iki arkadaşının yanına defnedildi. Abdullah İbn Abbâs’ın anlattığına göre Hz. Ömer bir musalla üzerine kondu. Oradan kaldırılmadan cemâat namazını kıldı ve kendisine duâ ettiler. Ben de o arada bulunuyordum. Benimle kimse ilgilenmiyodu. Bu arada Hz. Ali’yi gördüm. Hz. Ömer’in tabutuna üzüntü içinde bakıyordu. Kendi kendine şunları söylüyordu: “Senin amelin gibi amel ile Allah’a mülâki olacak kimseyi geride bırakmadın. Senin, o iki arkadaşınla beraber olacağına kat’î kanaatım vardır. Çünkü ben çok def’a Resûl-i Ekrem’in, “Ben, Ebû Bekir ve Ömer gittik. Ben, Ebû Bekir ve Ömer çıktık. Ben, Ebû Bekir ve Ömer girdik” dediğini, yâni her ikisini daima bir arada andığını duyardım. Ümid ederim ki Allahü teâlâ seni de onların arasına alacaktır” “Yâ Rabbi, ilimle doldur yumuşak huylu eyle!” Hz. Muâviye, uzun boylu, beyaz tenli, heybetli, idi. Güzel konuşur, güzel idâreli davranırdı. Çalışkan, gayretli, azimli idi. Arabistan’da şöhret yapmış dört Sahâbiden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmışdı. Hattâ Hz.Ömer, Hz. Muâviye’de her bakışta “Bu, ne güzel bir Arab Sultânıdır” derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbislere giyerdi. Fakat Resûlullah’ın sohbetinin bereketi ile dinden hiç ayrılmazdı. Hz. Ali onun hakkında “Muâviye’nin hakimliğini kötülemeyiniz! O giderse başların koptuğunu görürsünüz” buyurmuştur. Birgün Resûlullah hayvanına binip Hz. Muâviye’yi arkasına bindirmişti. Giderken “Yâ Muâviye, bana en yakın hangi uzvundur?” uyurdu. Karnım, deyince “Yâ Rabbi, bunu ilimle doldur ve yumuşak huylu eyle” diyerek hayır duâ buyurdu. Af ve ihsânı hikâyeler teşkil etmiştir. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü hâline gelmiştir. Birgün Hz. Hasan borçlarının çok olduğunu söyleyince, seksen bin altın hediyye etti. Amr İbni Âs’dan gelen bir mektuba yazdığı cevabta şöyle buyurdu: “Bilmiş ol ki, iyi işlerde düşünerek hareket etmek, insanı daha doğru neticelere ulaştırır. Hedefine ulaşan, acele etmiyendir. Acele eden, hüsrandadır. İşinde sebat eden, isabet eder veya hedefe yaklaşır. Acele olan hataya düşer yahud hataya yaklaşır. Yumuşaklık kendisine kâr etmiyen kimseye, hiddet zarar verir. Tecrübelerden ders almayan şeref kazanamaz.” Vefatına yakın oğlunu çağırıp şu vasiyeti yaptı: “Oğlum, seni harblerde, yollarda yormadım. Düşmanları yumuşattım. Arapları sana itaat ettirdim. Hicaz halkını gözet, onlar senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi onlardır. Irak’dakileri de gözet! Memurların azlini isterlerse azlet. Şamlıları da gözet ki onlar senin yardımcılarındır. Hüseyn bin Ali mübârek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Onu, iyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlullahın torunudur” dedi. Buyudu ki: “Herkesi memnun etmek, mümkündür, yalnız hasetçi olanı memnun etmek zordur. Çünkü o ancak haset ettiği şeyin yok olması ile memnun kalır.” “Yumuşaklık gösterin ve tahammül ediniz ki, daima fırsat sizin elinizde olsun. Fırsatı ele geçirdikten sonra dilerseniz hakkınızı alırsınız, dilerseniz af edersiniz.” “Kötülük yapanları da af eyle!” Hazret-i Muaviye İslamın yayılmasında çok kıymetli hizmetlerde bulundu. Sicistan, Sudan, Afganistan, Buhara, Hindistan’ın kuzey kısmı, Tunus bunun zamanında alındı. Kıbrıs Bisanstan kurtarıldı. Kudüs geri alandı. Yine zamanında, İstanbul kuşatıldı; her sene yüklü vergi vermek şartıyla kuşatma kaldırıldı. Peygamber efendimiz kendisine , “ Benden sonra ümmetimin yerine hakim olursun. O zaman iyilere iyilik et! Kötülük yapanları da af eyle!” buyurmuştu. Resulullahın bu hayır duasının bereketiyle, İslamiyet Hz. Muaviye zamanıda bu kadar yayıldı. Büyük İslâm âlimi Abdullah ibni Mübârek’e “Hz. Muâviye ile Ömer bin Abdülaziz’den hangisi efdaldir?” diye soruldukda “Resûlullah’ın yanında giderken, Hz. Muâviye’nin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den yüzlerce defa daha kıymetlidir” buyurmuştur. Hz. Muâviye, Peygamberimizden çok hadîs rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şunlardır: “Allahü teâlâ kime iyilik murâd ederse, onu din âlimi yapar ve dinene zarar verecek şeyleri ona bildirir. Ona doğruyu gösterir.” “Amel bir kab gibidir, sonu iyi olursa evveli de iyi olur.” “Ehli kitab, dinlerinde 72 fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise 73 fırkaya ayrılacak, hepsi Cehennemde olacak, yalnız bir tânesi müstesnâ, o da Ehl-i sünnet velcemâattır. Ümmetimden bir kavim ortaya çıkacak ki, bunlar, köpeğin sâhibi peşinden koştuğu bir nefsin arzularına uyacaklardır.” “Bütün günahları Allah’ın bağışlaması umulur, yalnız müşrik olarak ölenin ve kasden bir mü’mini öldürenin afvolması umulmaz.” “Ben sâdece bir haznedârım. Her kime gönül hoşnutluğu ile bir şey versem, Allah onu ona hayırlı kılar. Yine her kimse bir şeyi, isteği ve aç gözlülüğü sonucu verirsem, onun durumu yiyip yiyip doymayana benzer.” “Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur!” Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı kiramın hepsinden razı olduğunu bildiriyor. Eshâb-ı kiram aralarındaki bazı meselelere rağmen birbirlerini çok severlerdi.İstisnasız Eshabın hepsini sevmek Ehli sünnetin şartıdır. Hz. Muaviye de Eshâb-ı kirâmdan hatta büyüklerindendir. Ayrıca Resulullah efendimizin kayın biradedir. Bunun için O’nun da son sözlerine yer vermeden geçemedik. Peygamberimizin, “Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl” ve “Yâ Rabbi! Muâviye’ye yazı ve kitab öğret, onu azabından koru” “Yâ Rabbi! Onu memleketlere hakim kıl” duâlarıyla şereflenmiştir. Hz. Muaviye vahy katibidir. Vahy katibliğine alınması, Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi ile olmuştur. Hz. Cebrâil’in getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve Peygamberimiz’in mektublarını yazardı. Peygamber efendimiz namazda rükûdan kalkarken “semiallahü limen hamideh” okuduklarında, ön safta bulunan Hz. Muâviye “Rabbenâ lekelhamd” derdi. Bunu söylemek bütün müslümanlara sünnet olarak kaldı. Hz. Muâviye Huneyn gazâsında Resûlullah’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük gazvesine katıldı. Vedâ Haccında bulundu. Hz. Muâviye ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi: “Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Ben de sizden usandım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes’ud eyle!” Hastalığı arttğında “Resûlullah bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bu güne kadar sakladım. Bir gün kesteği tırnaklarıda bu şişe içine koyup saklamıştım. Vefat ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hürmetine cenâb-ı Hak beni affeder” dedi. Sonra da “Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsanda kalmaz, çok kimselerin gelirleri kesilir. İsteyenler eli boş döner. Keşke Zî Tûva denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da emirlki, hâkimlik ile uğraşmasyadım” diyerek 680 senesinin Receb ayında Şam’da hayata gözleni yumdu. “İşte benim gerçek kulum !” Tabiinden olan Mutarrif bin Abdillah hazretleri hadis ve fıkıh âlimidir. İlim ve amel bakımından zamanın bir tanesi idi. Zamanındaki insaların hepsinden hürmet ve saygı görürdü. Sözleriyle onların hak yoluna kavuşmasına, nefislerinin insanı dünya ve ahirette felakete götüren fenalıklardan kurtulmalarına sebep olmuştur. Sultanlara, devlet adamlarına nasihat eder, tesirli sözleriyle onların, uygunsuz işler yapmalarına mânî’ olur, Allahü teâlâ’nın râzı olduğu hâle gelmelerine sebep olurdu. Hiç kimse hakkında kötü düşünmez herkes tarafından sevilirdi. Allahtan çok korkardı. Allahü teâlâ’nın korkusundan ve O’na hesap verme endişesinden toprak olmayı ister ve: “Rabbim tarafından biri gelip Cennet veya Cehenneme girmek yâhut toprak olmak arasında bana tercih hakkı verseydi, toprak olmayı tercih ederim” buyurdu. Son derece sabırlı ve tevekkül sahibi olup, kadere razı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü. Zâhirde hiç üzüntülü hâli görünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi. Bazıları buna hayret ettiler. Bu hareketlerinin sebebini sordular. Cevâbında “Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyorsunuz? Rabbime yemin olsun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yudum suyu (kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç düşünmeden hemen verirdim. O bir yudumsuyu, bu dünya ve içindekilerin hepsine tercih ederdim” buyurdu. Geceleri daha iyi ibâdet ve Allahü teâlâ’nın kullarına hizmet edebilmek için uyur ve “Gecemi uyuyarak geçiririm. Pişman olmuş olarak sabahlarım. Bu hali; bütün geceyi ibâdetle geçirip, sabaha kendini beğenmiş olarak çıkanın halinden daha fazla severim” derdi. İçi dışına, dışı içine uygun bir zât olup “Bir kulun dışı içi bir olunca; Cenâb-ı Hak: “İşte benim gerçek kulum budur” buyurur” derdi. Mutarrif bin Abdillâhi çekemeyenler onu Ziyad bin Ebîh’e şikâyet ettiler, çirkin iftirâlarda bulundular. Ziyad da eskerlerine Mutarrif hazretlerini getirmelerini emretti. Bu sırada kendisi Basra’da idi. Hz. Mutarrif’i Ziyad’a getirdiler. Ziyad adamlarına sordu: “Siz onu çağırırken şeklinde hâlinde bir değişiklik oldu mu?” “Hayır” dediler. Bunun üzerine: “O halde bu hal ancak sâlih kimselerde bulunur. Onu derhal serbet bırakın ve özür dileyin” diye emretti. Kalb, amel ve niyet doğruluğu Mutarrif bin Abdillah hazretleri, Müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünya işlerini yapmayı vazife bilirdi. Buyurdu ki: “Kimin bende bitecek, benim yapacağım bir işi olursa, bir kâğıda yazsın ve bana göndersin. Çünkü ben müslümanın yüzünde dilencilik zilletini görmek istemiyorum. Zira lütuf ne kadar büyük olursa olsun, istemek ondan daha ağırdır.” İnsanlar beğensin diye Kur’ân-ı kerîm okuyan hafızlardan hoşlanmazdı. “Zamanımızda Kurrâ “hafız” kalmadı. Hepsi okuyuşlarıyla” dünya ni’meti toplamaya çalışıyorlar” buyurdu. Kimseyi gıybet etmez ve gıybet edilmesini istemezdi. “Yanımda gıybet yapan benim arkadaşım olamaz” buyururdu. Ehil olmadan, anlamadan veya dünya için yazı, kitap yazanların hâline acır ve bunlara nasihat ederdi. Buyurdu ki: “Kıyamet günü bir takım insanlar olacak; dünyada yazdıkları uygunsuz şeyler için; ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık diyecekler.” Buyurdu ki: “Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat seâdete kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim. İyi biliniz ki; Allahü teâlâ bir kuluna, imân ile ruhunu teslim etmekten, iman ile ölmekten daha büyük bir ni’met vermemiştir.” “Kalbin doğruluğu amellerin doğruluğu iledir. Amellerin doğruluğu da niyetin doğruluğu iledir.” Allahü teâlâ’ya ve Resûlullah’a son derece ta’zim edenlerden idi. Kötü şeyler içerisinde onların ism-i şerîflerinin zikredilmesini uygun görmezdi. Buyurdu ki: İçinizden bazıları hayvanına (köpek ve merkebine... v.s) kızdığı zaman: “Allah cezânı versin, seni şöyle yapsın böyle yapsın der. Halbuki bu uygun değildir. Allahü teâlâ’nın ism-i şerîfine ta’zim ediniz. Hayvanın (köpek, merkep... v.s) yanında O’nun mübârek ismini ağza almaktan korkunuz.” Allahü teâlâ’ya şöyle yalvarırdı: “Allah’ım, ihlâs ile yapmış olduğum her amelim için senden afv ve mağfiret dilerim. Çünkü ben yalnız senin rızânı istiyorum.” O daima Allahü teâlâ’nın merhametine sığınır ve hakiki mü’minlerin hali olan “Beyn’el-Havfî ver-recâ” korku ile ümid arasında yaşar ve şöyle yalvarırdı: “Allah’ım bizden razı olmasan da affet. Çünkü efendi, kölesinden razı olmasa da affeder.” Buyurdu ki: “İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur.” “Vera’ (Şüpheli şeyleri terketmek), yalnız kendini bu hâle ehil kılanlara (farzları yapıp, haramlardan sakınan ve Allahü teâlâ’nın rızasını isteyenlere) gelir.” “İşlerin en hayırlısı orta yolda olmaktır” Mutarrif bin Abdillah hazretleri bir gün Resûlullahın sünnetinden bahsederken, kendisine; “Bize yalnız Kur’ân-ı kerîm’den bahsediniz” denildi. Cevâbında “Vallahi biz Kur’ân-ı kerîm’in bir benzeri, bir mukâbili olduğunu söylemiyoruz. Fakat Kur’ân-ı kerîm’i bizden iyi bilen kendisine vahiy gelen, murâd-ı ilâhîye tam vâkıf bir zâtın (Hz. Peygamberin) bulunduğunu söylüyoruz. Kur’an-ı kerim ona geldi. Muhatap o idi. Bunun için bizim değil onun anladığı önemli. ” buyurdu. Arafat’taki duâsında “Allah’ım benim yüzümden buradakilerin duâsını, reddetme, kabul eyle” diye yalvarırdı.Halbuki halk onu vesile ederek duâ eder duâlır kabûl olurdu. Basra’da duâsının hemen kabul edilmesi ile tanınırdı. Herkesin kendi aybını görmesini isterdi. Eğer insan kendi ayıblarıyla meşgul olursa; başkalarının ayıblarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamayacağını beyan eder ve “İnsanların pek çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarını unutup, başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir.” buyurdu. “Dâima şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arzetmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.” “Sıddıkların kalbine gaflet gelmeseydi kendilerine Allahü teâlâ’dan gelen tecellilere dayanamaz, can verirlerdi.” Herkese acır, günah işleyenlere de ıslah olmaları için duâ eder, herkesin de duâ etmesini isterdi. “Günahkârlara karış nefsinde merhamet duyamyan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zirâ yeryüzündekilere Allahü teâlâ’dan mağfiret dilemek meleklerin ahlâkındandır. Kendisi çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu. Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. “Şehvetlerini ve yemek içmeyi terkeden kimse kerâmet sahibi olur” buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda idi. “İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır” buyurmuştur. İlme amelden çok ehemmiyet verir, âlimi abidden (çok ibadet eden) üstün tutar ve “ilim bana göre ibadetten daha faziletlidir. Dinimizde en hayırlı amel vera’dır (şüpheli şeylerden kaçınmak)tır” buyurmuştur. O fitne ve fesattan son derece kaçınır, fitneye bulaşmaktan korkardı. Hz. Hasen’in fitneden kaçmasını selden boğulmamak için kaçan bir insana benzetmiş, “Fitne insana hidayet etmek için gelmez. Fakat nefsiyle çarpışanın nesin arzularını terk etmesi için gelir” demiştir. Yanına gelen huzur bulurdu İnsanlar Mutarrif bin Abdillah hazretlerinin yanına gittiği zaman rahatlar, huzûr bulurdu. Çünkü o hep âhiretten bahseden ve âhireti taleb eden (isteyen) bir zât idi. İnsanlardan uzak şehir dışında yaşardı. Cuma günü olunca hayvanına biner şehre Cuma namazı için gelir, kabirleri ziyaret eder, o sırada hafifçe uyuklar, uykusunda kabristanda yatanların hepsinin hâlini görürdü. Yine bir Cuma günü Cum’a namazı için gelmişti. “Cuma gününü tanıyabilir musunuz, bu gün kuşların söylediklerini anlıyor musunuz” diye sordu. Basra ahâlisi “Ne söyler” diye sordular. “Selâm olsun, selâm olsun sâlih (duâların kabul edildiği, tevbelerin kabul olduğu mübârek) bir güne” derler buyurdu. Mutarrıf hazretlerini bir kimse bir meseleden dolayı yalancılıkla suçladı. O da ellerini kaldırdı “Yâ Rabbi eğer bu kimse sözünde yalancı ise onu helâk et” diye duâ etti. Bu kimse orada cemâatın içinde can verdi. Askerler Mutarrıf hazretlerini kadıya götürdüler. Kadı “Sen adam öldürmüşsün” dedi. Mutarrıf hazretleri “Hayır ben sadece duâ ettim ve duâm o kimse hakkında kabul olundu” diye cevap verdi. Bunun üzerine durum anlaşıldı ve müslümanların Mutarrıf hazretlerine sevgi ve muhabbetleri bir kat daha arttı. Yezîd bin Abdillah’a soruldu: “Müslümanlar arasında fitne çıktığı zaman ne yapalım?” Şöyle cevap verdi. “Evinize kapanın ve hiçbir tarafa yaklaşmayın. Ortalık açılıp fitne ortadan kalkmadıkça kimse ile görüşmeyin. ” Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim” buyurmuştur. “Beni medheden kimse ancak beni ve nefsimi kaçültmüş olur” “Sâlih kalb; salih amel ile elde edilir. Salih amel de ancak niyyetin salih (doğru olmasıyla) ele geçer.” Buyurmuştur kİ: “Keramet sahibi bir zâtı yalancılıkla itham eden; en büyük yalancıdır.” Haccâc habs etmişti. Mutarrıf hazretleri Geylân bin Cerir’e dedi ki: “Gel Allahü teâlâ’ya Mevrük’ü zindandan kurtarması için duâ edelim.” Muttarıf hazretleri Mevrük’un kurtulması için duâ etti, yalvardı. Biraz sonra Mevrûk kurtuldu. Haccâc yatsı vakti dışarı çıktı ve insanların içerisine karıştı. Bir de ne görsün Mevrûk’a çok benzeyen bir kimse, bu zâtı Mevrûk’un babası zan etti. Halbuki gördüğü Mevrûk’un kendisi idi. Hemen muhafızını çağırdı: “Hemen zindana git ve şu ihtiyarın oğlunu serbest bırak da babasına gönder” diye emir verdi. Halbuki Mevrûk daha önce kurtulmuş idi. Kimseye bedduâ etmezdi Rebî’ bin Heysem hazretleri, kimseye bedduâ etmezdi. O, herşeyi Rabbi’nden bilir, O’ndan gelen herşeye sabır eder, tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmi bin dirhem değerindeki atının çalındığını gördü. Fakat ne namazı bozdu ve ne de üzüldü. Yanında bulunanlar: “Nasıl oldu bu iş, yazık oldu atına!” diye kendisini teselli ediyorlardı. O ise, “Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm” dedi. Onların “O halde niçin mâni olmadınız?” demeleri üzerine, “Atımdan daha sevimli olan bir şey ile, yani namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım, onun için” dedi. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî’ onlara dedi ki: “Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediyye ettim. Sadakam olsun” dedi. Rebî’ bin Heysem, gözünü haramlardan o derece korur ve etrafına bakınmazdı ki, bazıları onu kör zannetmişlerdir. Yirmi sene Abdullah ibn-i Mes’ud ile beraber bulundu. Hatta ibn-i Mes’ud’un cariyesi onu görünce “A’mâ dostun geliyor” derdi. İbn-i Mes’ud hazretleri de onun bu sözüne gülerdi. Çünkü onu içeri almak için kapıyı açtığı zaman gözlerini kapamış ve başını yere eğmiş görürdü. İbn-i Mes’ud ona bakınca; Hac sûresinin 34’ncü “Tevazu ile yalvaranları müjdele!” âyetini okur. “Vallahi Peygamber efendimiz seni görseydi sevinirdi” buyurdu. Birgün İbn-i Mes’ud ile demirciler çarşısına gitti. Orada körüklerini üfürülüp ateşlerin alevlendiğini görünce, Cehennem ateşini hatırlayarak düşüp bayıldı. İbn-i Mes’ud , namaz vaktine kadar başı ucunda beklediyse de, ayılmadığını görünce, onu arkasına alarak evine getirdi ve tam 24 saat baygın kaldı. Bu sebepten beş vakit namazını kılamadı. İbn-i Mes’ud “İşte Allah’tan böyle korkulur” demiştir. Kimseyle münakaşa etmez, kimseye kötü söylemezdi. Birgün kendisine biri kötü sözler söyleyince Ona, “Söylediklerini Allahü teâlâ duyuyor. Şayet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennete girersem, senin sözlerinin bana zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarımki; söylediklerinden de kötü bir insanım” buyurdu. Rebi’ bin Heysem, bir mecburiyet olmadıkça evinden dışarı çıkmazdı. Bir gün hava almak için kapının önüne çıkmıştı. Bu sırada atılan bir taş alnına gelip alnını kanattı. O, bir taraftan kanı silerken, bir taraftan da kendi kendine: “Ey Rebî’! Bu taş sana ders olsun. Bir daha kapıya çıkma!” deyip içeriye girdi ve ölünceye kadar bir daha zaruretsiz dışarı çıkmadı. “İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür!” Rebî bin Heysem hazretleri, Allahü teâlâ’nın verdiği nimetlerden şükrünü ifâ edebilmek ve ömür sermayesini kullanarak âhiret için dünyadan azık toplamak lâzım olduğunu bilir ve bu yollardan, Rabbini tanıyıp ona kavuşmaya çalışırdı. Hatta evinde bir mezar kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü'’inûn sûresi 99.ncu "Ey Rabbim! Beni dünyaya gönder de, iyi amelde bulunayım” âyetini okur, sonra kalkar ve kendi kendine “Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemiyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganîmet bilerek Rabbine ibâdet eyle” derdi. Rebî bin Heysem’e “Nasıl sabahladın?” diye sorulduğunda, “Zayıf ve günahkâr olduğumuz halde sabahladık. Rızkımızı yiyor ve ecelimizi bekliyoruz” derdi. Hikmetli sözleri çoktur. Kalblere tesir eden sözlerinden bazıları şunlardır: “Bir âlim, nasıl olur da ilmine riyâ karıştırabilir? Çünkü o bilir ki, Allah’ın rızası olmaksızın elde edilen ilim, başından bozuktur. O halde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?” Bir bayram günü kurbanını kestiği zaman, “Ey Allahım, senin rızânı kazanmanın, kendi nefsimi kurban etmekte olduğunu bilsem, izzet ve celâlin hakkı için söylüyorum ki, onu kurban ederdim!” “İnsan ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, ruhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtiraslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyaret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için “lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu.” “Bazan kendi kendine şöyle derdi: “Ey Rebî! Dağlar ve yeryüzü müthiş bir sarsıntı ile sarsılıp parça parça dağılarak kıyâmet koptuğu zaman, senin halin nice olur?” “Dünyada bir kimsenin hüznü, müslümanın hüznünden daha fazla olamaz. Çünkü mü’min, hayatta lâzım olacak nafakasını kazanmak hususunda, dünya ehlinin çektiği hüzün ve meşakkatlara katlanmaktadır. Bir de onun, dünya ehlinden fazla olarak âhiretini kazanmak hüzün ve kederi vardır.” “İnsanın beklediklerinde, ölümden daha hayırlısı yoktur.” “Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine ve hem de kabirdekilere ihanet etmiş sayılır.” ============== Sa’d bin Muaz Eshab-ı kiramın meşhurlarından olan Sa’d bin Muaz hazretlerinin savaşta aldığı yara ağırlaşınca Peygamber efendimiz yanına gelip onu kucakladı ve “Allahım; Sa’d, senin rızan için senin yolunda cihad etti. Resûlünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle...” buyurarak duâ etti. Sa’d bin muaz Peygamberimizin bu sözlerini duyunca gözlerini açıp şöyle fısıldadı. “Yâ Resûlallah! Sana selâm ve hürmetler ederim. Senin, Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ederim.” Bundan sonra Sa’d bin Muaz’ın yakınları onu kaldığı çadırdan Abd’ül-Eşhel oğullarının evine götürdüler. O gece durumu çok ağırlaşmıştı. Cebrail alehisselâm Peygamber efendimize gelip “Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz hemen Sa’d bin Muaz’ın halini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamberimiz yanında Eshâb-ı kirâmdan bazıları olduğu halde süratle Sa’d bin Muaz’ın yanına gitti. Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kirâm yorulduk Yâ Resûlallah dediler. Melekler Hanzala’nın cenazesinde bizden önce bulundukları gibi Sa’d’ın da cenazesinde bizden önce bulunacaklar. Biz önce yetişemeyeceğiz, buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamberimiz Sa’d bin muaz’ın yanına gelince Onu vefât etmiş olarak buldu. Baş ucuna durup; as’d bin muaz’ın künyesini söyleyerek “Ey Ebû Amr! Sen reislerin en iyisi idin. Allah sana seâdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana vadettiğini verecektir.” buyurdu. Bu sırada Sa’d bin Muaz’ın annesi ağlayarak şu beyti okudu: “Nasıl dayanabilir vah yazık annesine, Tahammül ister, ağlarım başıma gelene...” Eslem bin Haris şöyle anlatmıştır: Resûlullah Sa’d bin Muaz’ın evine geldi. Biz kapıda bekliyorduk. Resûl-i Ekrem içeri girdi. Biz de peşinden yürüdük. İçerde Sa’d bin Muaz’ın cenazesi vardı. Başka kimse yoktu. Resûlullah adımlarını gayet geniş açarak yürüyordu. Bu durumu görünce yavaşladım. Durmamı işaret edince de durdum. Sonra da geriye döndüm. Resûlullah içerde bir müddet durdu. Sonra dışarı çıktı. Çıkınca Yâ Resûlallah niçin adımlarınız geniş yürüdünüz dedim. “Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım, (Melekler dolmuştu) Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle oturabildim,” buyurdu. Sonra: Sa’d bin Muaz’ın lâkabını söyleyerek, “Sana âfiyet olsun Yâ Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun Yâ Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun Yâ Ebâ Amr” buyurdu. Sa’d bin Muaz’ın vefâtı Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm’ı çok üzmüştü. Gözyaşı döküp ağladılar. Cenazesinde bütün Eshâb-ı kirâm toplandı. Peygamberimiz cenaze namazını kıldırdı, cenazesini taşıdı. Eshâb-ı kirâm Sa’d bin Muaz’ın cenazesini taşırken, Yâ Resûlallah biz böyle kolay taşınan cenaze görmedik dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz melekler indi onu taşıyorlar buyurdu. Cenazesi giderken münafıklar da kötülemek için ne kadar da hafif dediklerinde, Peygamberimiz Sa’d’ın cenazesine yetmişbin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalıkh alde inmemişlerdi, buyurdu. Ebû Said’il Hudri dedesinin şöyle dediğini nakletmiştir: “Sa’id bin Muaz’ın kabrini kazanlardan biri de bendim. Ona kabir kazmaya başlayınca biz kazdıkça etrafa kabirden misk kokusu yayıldı.” Sa’d bin Muaz defnedilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu. Cenazesi kaber indirilirken Peygamberimiz kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı ve mübârek sakalını eliyle tutup çok üzüldü. Hadîs-i şerîfte “Sa’d İbn-i Muaz’ın ölümünden dolayı arş titredi.” Buyuruldu Bir defasında Peygamberimize çok kıymetli bir elbise hediye edilmişti. Eshâb-ı kirâm ne kadar güzel dediklerinde “Sa’d bin Muaz’ın Cennetteki mendilleri bundan daha güzeldir.” buyurdu. Sa’d bin Muaz’ın şehid olması mühim bir hâdise idi. O daha ilk müslüman olduğu sırada onun vasıtasıyla emiri bulunduğu Medine’deki Evs kabilesi tamamen müslüman olmuştu. Bütün güçleriyle İslâma hizmet ettiler. Sa’d bin Muaz ancak beş sene kadar Resûlullah (s.a.v) ile beraber bulunu, daima cihad etti. Seâdetle yaşadı. 37 yaşında olduğu halde genç olarak şehid oldu ve rahmete kavuştu. Hz. Âişe validemiz, Sa’d bin Muaz’ın (r.a) vefâtı Eshâb-ı kirâm’ı çok üzdü. Odamda olduğum halde Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Ömer’in O’nun için ağladıklarını işittim, buyurmuştur. Sa’d bin Muaz hazretleri, buyurdu ki: “Müslüman olduğum günden beri namaz kılarken hatırıma hiçbir şey getirmedim. Resûl-i ekremin her söylediğinin hak olduğuna inandım, kabul ettim.” “Ben üç şeyde kuvvetli olduğum kadar, hiçbir şeyde kuvvetli olmadım. Birincisi namazdadır. Müslüman olduğumdan beri başladığım hiçbir namazda, bir an önce bitirsem diye hatırıma bir şey gelmedi. İkincisi; bir cenazeye yardıma çıktığımda cenaze defin edilinceye kadar, ölümden başka hatırımdan hiçbir şey geçmezdi. Üçüncüsü; Resûlullah’ın her buyurduğunu kabul ettim, bunda hiç tereddüt etmedim.
.
EVLİLİK REHBERİ
.Evlilik Rehberi (Dinibilgiler.org’dan alınmıştır) Evlilik bilgileri her gence lazım olacak bilgilerdir. Bu bilgiler, müslümanların yazdığı yazılardan değil de piyasadaki dinsizlerin yazdığı kitaplardan öğrenilirse, bunlar dinî ölçülere göre hazırlanmadığı için hatta dinî yıkmak hayayı yok etmek gayesiyle yazıldığı için insan yanlış yola sapıklıklara girmiş olur. Sorup öğrenmeyen de Cima' (ilişki) konusunda bilgisizlikten bunalımlara düşmektedir. Bunun için önce cimânın ne olduğunu iyi bilmek gerekir. İyi bilinmez ve yanlış yapılırsa huzursuzluk zamanla artarak ailenin yıkılmasına sebep olur. Bunun için bu mahrem bilgileri ehlinden öğrenip tatbik etmek gerekir. Dünyada Cenab-ı Hakkın yarattığı en zevkli şey cimadır. Çünkü insanlık bu yolla devam etmektedir. Bu arzu olmazsa nesiller devam etmez. Bu zevk içindir ki, nice cinayetler işlenmekte, nice ocaklar sönmektedir. Bu zevki dinimiz yasaklamadığına hatta emrettiğine göre bunu meşru yolla yani dinimizin bildirdiği ölçüler dahilinde elde etmeye çalışmamız şarttır. Bunun için de bu bilgileri bilmemiz gerekir. Bu arada önce kısaca flörtten de bahsedelim. Flörtten kaçmalıdır! Flört; kız ve erkeğin arkadaşlık kurmasıdır. Gerçekte evlenecek gençlerin böyle bir arkadaşlığa asla ihtiyaçları yoktur. Dînen de câiz olmayan bu arkadaşlığın, birçok mahzurları vardır. Flörtte bir tuzak vardır. Flörtte çok defa, kız, erkek tarafından kandırıldıktan sonra terkedilir. Flört, gençlerde gafilce tecrübelere yol açar. Bu tecrübelerin çoğu, kötü bir mâcerayla sonuçlanır. Ateşe atılanın yanacağını bilmesi başka, tecrübe için kendini ateşe atması başkadır. Yılan acaba nasıl sokar diye yılanla oynanmaz. Ataşle barut bir arada durmaz. Flört, akıl-mantık hislerini altüst eder. Flörtün en mühim özelliği de, sık sık arkadaş değiştirmektir. Kızı kandırıp terkeden erkek hâin, kandırılan kız da maskara durumuna düşer. Flörtte çok defa, iffet elden gider. Namuslu müslüman bir kız için bundan büyük felâket olmaz. Flörtle meydana gelen tahrîk, gençleri huzursuz, rahatsız ve saldırgan hâle getirir. Flört, birçok gençleri serseri, müsrif ve perişan hâle sokar. Flört, gençler arasında aşağılık kompleksi, kıskançlık, kin, nefret, karamsarlık, düşmanlık, anarşi ve çeşitli rûhî bunalımlar doğurur. Hattâ intiharlara sebep olur. Flört arzusu, tenhada buluşmaya dâvet eder. Sonunda, birçok gencin başı belâya girer. Flörtte iş eğlenceye dökülünce, genç erkeğin güveni sarsılır. Önce kızı zorlar, arzusuna kavuşunca da kızı ayıplar, düşük karakterli diye ona hakaret eder. Genelde bu hissî eğlencelerden sonra hep soğukluk olur. Genç erkek, kokladığı çiçekten hemen doyar, sonra başka bir renk, başka bir çiçek arar. Artık bu sahne onu avutmaz, ondaki esrar, onu çeken câzibe, bağ ve düğümler çözülmüştür. O artık başka bir câzibe, daha esrarlı bir düğüm ister, başka bir eğlenceleri kovalar. Onun için bu hususta kız ve kadın, çok hassas olmalıdır. Bunları yazdık ama, gençlere bunlar manasız gelir. Çünkü birisine gönlünü kaptıran gence verilecek nasihat, deli saçması kasul edilir. Ounun için Peygamber efendimiz, (Sevgi insanı sağır ve kör eder) buyurmuştur. Sağıra ne anlatsanız duymaz. Ne bâriz olayları gösterseniz görmez. Gençlere tavsiyemiz,. sâlih ana-babanın tavsiyelerine mutlaka uymalıdır! Ana-baba, oğlunun veya kızının evleneceği kişiye, evlatlarının gözü ile bakmaz. Acı tecrübelerin verdiği firâsetle bakar. İlk Gece: İlk İlişki konusunda çok kimse bilgisizlikten bunalımlara düşmektedir. Bunun için önce cimânın ne olduğunu iyi bilmek gerekir. İyi bilinmez ve yanlış yapılırsa huzursuzluk zamanla artarak ailenin yıkılmasına sebep olur. Bunun için bu mahrem bilgileri ehlinden öğrenip tatbik etmek gerekir. Nikâhtan sonra, zifaf (gerdek) gecesi, evlilik hayatının en mühim bir devresidir. Eşler mümkün mertebe temizliğe riâyet etmelidir. Temiz ve güzel kıyâfet, ilk gecede tesirli olur. Zifaf odası tenha, emniyetli bir yerde olmalıdır. Dâmadın, evlilik tecrübesi olan, güvenilir bir sağdıçın tavsiyelerinden istifâde etmesinde mahzur yoktur. Fakat, sağdıç olmasa da olur. Bu gecede eşler birbirine çok samimî, nazik ve yumuşak davranmalı, sevgi ve şefkatle yakınlaşmalıdır. Erkek, eşini gerdeğe psikolojik yönden iyice hazırlamalıdır. Ona cesaret vermeli; endişelerinin yersiz olduğunu, onu da rahat bir atmosferde konuşturarak izah etmelidir. Eşini incitecek küçük davranış, hattâ imâdan sakınmalıdır. Eşinin, özellikle bu gecede sevgi ve şefkat görmeye, iltifat işitmeye çok ihtiyacı olduğu bilinmelidir. Erkek aceleci ve kaba olmamalıdır. "Artık evlendik, ona istediğim gibi sahip olurum" gibi bir düşünce son derece yanlıştır. Cima', aşk oyunları sırasında meydana gelen bir hâdisedir. Temasa her iki tarafın da aktif şekilde katılması gerekir. Nitekim Peygamber aleyhisselam da bu hususa dikkat çekerek, erkeğin, eşinin haklarına da riayet etmesini istemiştir. Cinsî tatmin, kadının da hakkıdır. Genç kız da eşinin heyecan ve sevgisini paylaşmalı, kendisini ona tabiî ve fıtrî bir şekilde, isteyerek teslim etmelidir. Cima'nın bir yaratılış vazifesi olduğunu düşünmeli, mânâ ve hikmetlerini hatırlamalı, sevgisine ve yaratılış özelliklerine güvenip, yersiz korku ve endişelerden sıyrılmalıdır. Düğünün stresli ve gergin ortamından sonra eşler, uykusuz, yorgun düşebilir. Bu bakımdan cima'ya çoğu zaman hazır olmazlar. Bu durumda, ilk cima' te'hir edilebilir. Bunun hiç mahzuru yoktur; aksine çok faydası olabilir. Bilhassa dâmad düğünden önceki gün iyi bir uyku çekmeli, düğün günü de gıdasına ve bilhassa tatlı şeyler yemeye dikkat etmelidir. İlk gece, eşler için en meraklı heyecanların yaşandığı andır. Yıllar yılı beklenen, hasretle gözetlenen, genç kız ve delikanlının rüyâlarını süsleyen, sevinçli, tatlı ve heyecanlı bir zaman. Daha önce gayrı meşrû hayat yaşayan bu duygudan mahrum kalır. Dâmad, tebessüm ve nezâketle içeriye girmeli, geline selâm vermeli ve onu tebrik etmelidir. Moral verici sözlerle gelinin gönlü alınmalı, heyecanını yatıştırmaya çalışmalıdır. Gelin de ona güleryüzle karşılık vermeli, lüzûmsuz somurtkanlık ve çekingenlik göstermemelidir. Bu gece, iki rek'at nâfile namaz kılıp duâ edilir. Ayrıca ilk gece kılınacak iki rek'at namazdan sonra "Allahümme bârik lî fî ehlî ve bârik li-ehlî fiyye. Allahümme'rzuknî minha ve'rzukha minnî. Allahümme'cma' beynena ma cema'te fî hayrin ve ferrık beynena izâ ferrakte fîhayrin." duasını okumalıdır. Gelinin ayağı bir leğende yıkanır, odanın köşelerine serpilir. Bugünlerde kavuşmanın şükrü ve gelecek günlerin saâdeti için, Allahü teâlâya duâ edilir.Bu gece yapılan dualar makbul olduğu için fırsatı iyi değerlendirmelidir. Evliliğin hayırlı olması için Allaha yalvarılmalıdır. Bu arada, oturup, bir müddet sohbet etmelidir. Böylece, fazla heyecan atılmaya çalışılır. Her kız, bu ilk gecede, az-çok ürkeklik ve çekingenlik gösterir, utanır, sıkılır. İlk defa bir erkekle başbaşa buluşmanın, ona açılmanın utancını hisseder. Bu hâli, gayet tabiîdir, hoş karşılanmalıdır. Erkek kızı hiç sıkmadan ve zorlamadan, samimî bir yakınlık göstermeli, ürkekliğini gidermeye çalışmalıdır. Kız konuşmaktan, ona açılmakdan çekinse bile, erkek samimi sohbet ve yakınlığı sabırla sürdürmeli, onun gönlüne yavaş yavaş girmelidir. Kızın sessizce dinlemesi ve arasıra hafif karşılık vermesi de kâfidir. Dâmad, güler yüzle yaklaşmalı, gönül alıcı sözler söylemeli, iltifat etmeli, eşini kutlamalıdır. Bu tavır genç kızın heyecanının teskininde çok faydalı olur. Bütün mesele, öpüp okşayarak kızı cima'ya hazır vaziyete getirmektir! Acele etmemelidir. İlk gecenin değişmez bir ölçü olmadığı unutulmamalıdır. İlk gece yalnızca bir başlangıçtır. İlk deneme başarısız olabilir, bu normal kabul edilmelidir. İnancı gereği kadından uzak kalan erkek, çoğu zaman kadını yakından gördüğünde, veya dokunmasıyla hemen boşalabilir. Ümitsizliğe kapılmayıp, bir müddet sonra ön hazırlıktan sonra, tekrar harekete geçilir. İkinci halde ilk heyecan geçip hemen boşalma olmayacağı için ön hazırlık daha rahat şekilde yapılabilir. Bu durum çok önemlidir. Bu durumu bilip kendilerini buna göre ayarlayan eşler rahat eder. Olduydu olmadıydı endişesine kapılmaz. Çünkü bu normal bir olaydır. Birkaç saat dinlenilebilir veya ertesi güne tehir edilebilir. Böyle bir durumda genç kız da durumu kabul etmeli, anlayışla karşılamalıdır. Temas başarıyla neticelenince, erkek mutluluk hislerini eşiyle paylaşmalı, ona teşekkürlerini sunmalı ve bütün bir hayat boyunca saadetlerinin devamı için duâ etmelidir. Zifaf gecesinde kızda ürkeklik ve çekingenlik görüldüğü zaman, erkek, ilk karşılaşmanın normal bir neticesi olan bu hâli hoş karşılamalı, lüzumsuz telâş ve sabırsızlık göstermemelidir. İlk geceki kabalıktan doğacak ürkeklik, incinme ve tatsızlık, daha sonra uzun müddet silinmeyen tesirini gösterir. Bunun gibi, o gecenin sabır ve nezâketinin mükâfatı da sonradan görülür. İlk olarak bir erkekle buluşmak, yıllarca barındığı âilesinden ayrılıp, yeni bir âile hayatına girmek, bir kız için elbette çok mühim bir olaydır. O anda, erkeğin geniş şefkat ve sevgi kanatlarına ihtiyacı vardır. Bir kadın, kendisiyle buluştuğu ilk erkeği asla unutmaz. Eğer kadın ilk zifaf gecesinde tatlı heyecanlar yaşamışsa, sevgi, sabır, nezâket ve geniş bir anlayışla karşılaşmışsa, o erkeğe ömür boyu minnettar kalır. Bu ilk hâdise, kadın için unutulmaz bir hâtıradır. Hattâ o adam o kadını sonradan terketse, hayâl kırıklığına uğratsa bile, kalbindeki o esrarlı hâtıra dâima yaşar. Gerdek gecesi, erkeklik gösterisi sanılan, "kedinîn bacağını ayırmak" gibi kabalık uygun değildir. Bilhassa bu gece, erkek de çok nazik olmalıdır! Kadını yaralıyacak, "zayıfsın, şişmansın, uzunsun, kısasın, yaşlısın" gibi sözlerden uzak durmalıdır! Beklediğimden daha güzelmişsin gibi sözlerle iltifat etmeledir. Gerçekten de cinsî temasa her iki tarafın da ruhen ve bedenen çok iyi hazırlanmış olmaları, erkeğin eşini başarılı bir şekilde uyarması ve her ikisinin de cinsî heyecan bakımından tatminkâr bir seviyeye çıkmaları hâlinde neredeyse hiç acı duyulmaz. Aşırı heyacan, aşırı zevk ağrı hissini ortadan kaldırır. Savaşta ve kavgada yaralanma, neden sonra kan görülmesi ile anlaşılır. Bu arada, eşlerin birbirine yardımcı olması, bilhassa erkeğin çok sabırlı, anlayışlı ve şefkatli olması gerekir. Bir kadın, sevmediği bir erkekle evlenmişti. Çocukluğundan beri aldığı terbiye, cinsî ilişkinin utanılacak ve korkulacak bir iş olduğunu telkîn etmişti . Hoşlanmadığı kocasıyla zifaf gecesinde ilk defa yalnız kalınca, ruhunda büyük bir sarsıntı duymuştu. Kocası, kendisine hodbince bir ihtirasla sarılmış, hiçbir okşama ve sevme hareketi göstermeden, cinsî temasa başlamak istemişti. Bu zâlim ve sert harekete karşı koymuş, fakat biraz sonra mukavemeti kırılarak, kendisini onun hayvanca arzularına terketmişti. Kocası vahşi bir istekle ve kadının inlemeleri, kıvranmaları ve gözyaşları arasında, cinsî teması te'mîn etmişti. Kadın bu temastan müthiş bir acı duymuştu. Evlilik müddetince birkaç defa daha vukua gelen cinsi temas esnâsında ve temastan sonra da saatlerce devam eden ağrılar çekmiş, hiçbir defasında en ufak bir zevk duymamıştı. Gerek ilk gecenin te'siriyle, gerek sonraki temasların verdiği acı dolayısıyla, genç kadının ruhunda cinsî temasa karşı müthiş bir korku ve nefret hissi yerleşmişti. Bu yüzden hayatları tahammülsüz bir hâle gelerek, evlendiklerinden altı ay sonra ayrılmışlardı. Zifaf gecesinde acı duymak korkusu, yabancı bir erkekle en mahrem buluşmanın verdiği utanma hissi ve kızlıktan kadınlığa geçiş gibi, çok mühim bir dönüm noktasında bulunuşu dolayısıyla, kadının göstereceği çekingenliği anlayışla karşılamalıdır. Onu samimiyetle kendisine alıştırdıktan ve ürkeklik hislerini teskîn ettikten sonra, nâzik ve yumuşak bir sûrette birleşmelerini te'mîn etmek, erkeğin vazîfesidir. Netice olarak; zifaf gecesinin ilk teması ve sonrasında, dikkatli, sabırlı ve ihtiyatlı olmalıdır. Bu hususlara dikkat edilmezse, cinsî temastan kadın, zevk yerine acı ve ıztırab duyabilir. Ön Hazırlık: Gerdek gecesinde diğer mühim husus da, ön hazırlığın gelini ürkütecek ve gönlünü soğutacak bir vaziyette olmamasıdır. Bunun için bir de, soyunma sırasında dikkatli olmak gerekir. Bir kere dâmâd, gelini kendi eliyle soymaya kalkması doğru değildir. Kız isterse soyabilir. Gelin ve dâmâd, kendi kendine soyunmalıdır. Gelinin karşısında çırılçıplak soyunmak da uygun değildir. Ekseriya gelin, erkeğin karşısında ilk defa çıplak olarak görünmekten ve erkeği çıplak olarak görmekten dehşet ve sıkıntıya düşebilir. Soyunma sırasında, utanma hislerinin muhafazası için, bu işin de perdelenmesi gerekir. Bunun için ya lâmba söndürülmeli veya az ışıklı gece lâmbası bulundurulmalıdır. Çıplak vücudla ortada görünmenin vereceği sıkıntıyı hesaba katmalıdır. Bu durum edebe de aykırıdır. Ba'zı erkekler, zifaf gecesinde hem kendi vücudlarını teşhir eder, hem de kadını tamâmen soyarak, kaba ve hoyratça davranışlarıyla, gelini sıkıntı içinde bırakırlar. Bundan dikkatle sakınmalıdır. Soyunma olayında, ayakta büsbütün soyunmaya kalkışmamalı, yalnız üstteki kaba elbiseler çıkartılmalıdır. İç çamaşırları, yorgan altına girdikten sonra çıkarılmalıdır. Cinsî temasa başlamadan evvel euzü besmele söylemeli ve "Allahümme cennibna'ş şeytane ve cennibiş-şeytane ma razektena" duasını söylemelidir. Bu duayı ezberlemeli ve her zaman temasdan evvel okumalıdır. Ve yine bu geceye mahsus olmak üzere temasdan evvel "Allahümme bismike estehlaltü ferceha ve bi-emânetike ehaztüha. Allahümme fema kadayte şey'en min rahmiha fec'alhü bârren takıyyen, vec'alhü müslimen seviyyen ve la tec'alhü müfsiden şerîken li'ş şeytan" şeklinde dua etmelidir. Bu dua başka zamanlarda da temasdan evvel yapılabilir. İlk Temas: Zifaf gecesinde aşk oyunu önemlidir. Aşk oyunu nâzikâne, erkeğin gelini heyecana getirme tekniği mükemmel olduğu zaman, kadın ne kadar utangaç olursa olsun, yavaş yavaş eşine itimadı çoğalmaya ve rahatlamaya başlar. Ondan sonra teslimiyet duygusu artar, çekingenlik yerine arzu doğmaya başlar. Birçok gelini inciten ve ürküten şey, eşlerinin bu gece kaba ve anlayışsız davranmalarıdır. Henüz mahcûbiyet içinde bulunan bir gelini, evlilik hayatına yavaş yavaş alıştırılmalıdır. Dâmâd, gelinde arzu uyandırma yollarını aramalı, utangaçlık hislerinden kurtulmasına yardımcı olmalıdır. Normal bir kadın, belki kocasının arzusunu tahrîk etmek için önce çekingen davranır. Aslında o, fethedilmekten hoşlanır. Fakat mukavemetin kaba bir şekilde kırılma teşebbüsünü asla hoş görmez. Bunun için güvey, nezâket, sabır ve incelik hususlarını asla gözden uzak tutmalıdır. Gelin de, hayatının belki en heyecanlı anlarını yaşayan eşinin başarısını baltalayacak davranışlardan, mümkün olduğu kadar kaçınmalıdır. Bekâretin İzâlesi: Normal vasıfları taşıyan kız ve erkek için, bunun bir zorluğu olmaz. Yapılacak iş; aşk oyunlarıyla temas ortamı hazırlanır, gelin o safhaya geldikten sonra, ya'nî münasebeti kolaylaştırıcı kaygan sıvı gelince, üstten aşağı hafif kuvvette bir tazyikle zifaf münasebeti tamamlanır. Böyle kaygan sıvı gelmese de, bu iş rahatça gerçekleşir. Cinsîyet organlarına bir miktar vazelin sürmek bu işi kolaylaştırır. Zaman ilerledikçe kadının aletinde kaygan sıvılar ifrazı artacağından münasebet daha kolay olacak, kadın da gittikçe daha az acı hissedecek, acı zevke dönüşecektir. Kızlık zarının yırtılmasında, kanama ve acının hafifletilmesi için eşlerin yatakta alacakları pozisyon önemlidir. Bunun için, genç kız bacakları ayrık ve dizleri bükülmüş vaziyette sırt üstü yatmalı; erkek diz ve dirseklerinin desteğini kullanarak, cinsîyet uzvunu eşinin döl yoluna üst taraftan ve üst kenarı boyunca, aşağı doğru kaydırarak sokmalıdır. Burada cinsîyet organının hazneye girişinde, eşinin hazne ağzının tabiî açıklığı yardımcı olur. Bu esnada zar gerilir ve yapılan basınçla, umumiyetle iki yerden ve arkaya doğru yırtılır. İşte, sözü geçen çok hafif ağrı bu anda, zarın direnci ile erkeğin cinsî uzvunun yapacağı güçlü tazyik karşı karşıya geldiğinde duyulur. Böyle bir durumda genç kızın kalçalarını küçük bir hareketle kasarak eşine yardımcı olması iyi olur. Aslında temas öncesinde, genç kızın cinsî bakımdan başarılı bir şekilde uyarılması, temasın her iki taraf için de kolayca tahakkukuna yeterlidir. Cinsî tatmine erişen genç kızın ve erkeğin cinsî organlarından gelen kaygan sıvılar işi kolaşlaştırır Böylece erkeğin cinsî organı, eşininkine kolayca girer. Ama asıl çözüm, temas öncesi hazırlığın ideal şekilde yapılmasıdır. Kadın, okşama ve sevişme ile hazır vaziyete gelmiş olmadır! Bu olursa, başka bir tedbire ihtiyaç duyulmaz. Çoğu zaman ilk birleşmede kadının heyecanlanarak veya acemilikden dolayı kendisini kasması, penisin içeri girişine mani olur. Bu durumlarda kadının erkeğin üzerine oturması, penisin kadının cinsî organına daha rahat girmesini ve böylece ilk birleşmenin daha kolay başarılmasını temin edebilir. Penisin girişinden sonra umumiyetle bir çorba kaşığı dolusu kan gelir. Bu kanın gelmesiyle kadın kendisini çeker, çoğu zaman birleşme burada biter. Erkeğin eğer inzal vâki olmamışsa, burada kendi kendinî rahatarak işi bitirmesi uygun olur. Zarın yırtılmasıyla gelen kan durmazsa telâşa mahal yoktur. Genç kız sırt üstü vaziyette dizlerini kaldırıp bacaklarını kasarak bitiştirirse, kanama çoğu zaman kendiliğinden durur. Nadiren de olsa durmayıp aktığı görülür. Bu takdirde derhal bir doktora müracaat edilmelidir. Tahrişten dolayı aşırı acıma olursa, kadın ızdırap duyuyorsa sonraki temaslar için bir-iki gün ara vermek iyi olur. Ama bu da şart değildir. Karşılıklı istek varsa, ertesi gün veya birkaç saat sonra temas yapılabilir. Aşırı istek acıyı hissettirmez. Hatta bu acı tatlı gelir. Kadınlarda evliliğin başlarında her temasda hafif acılar hissedilir, bu acılar giderek kısa bir müddet, bazen de bir ay kadar sonra kaybolur. Gerçekten de cinsî temasa her iki tarafın da ruhen ve bedenen çok iyi hazırlanmış olmaları, erkeğin eşini başarılı bir şekilde uyarması ve her ikisinin de cinsî heyecan bakımından tatminkâr bir seviyeye çıkmaları hâlinde neredeyse hiç acı duyulmaz. Aşırı heyacan, aşırı zevk ağrı hissini ortadan kaldırır. Savaşta ve kavgada yaralanma, neden sonra kan görülmesi ile anlaşılır. Bu arada, eşlerin birbirine yardımcı olması, bilhassa erkeğin çok sabırlı, anlayışlı ve şefkatli olması gerekir. Zifaf gecesinde acı duymak korkusu, yabancı bir erkekle en mahrem buluşmanın verdiği utanma hissi ve kızlıktan kadınlığa geçiş gibi, çok mühim bir dönüm noktasında bulunuşu dolayısıyla, kadının göstereceği çekingenliği anlayışla karşılamalıdır. Onu samimiyetle kendisine alıştırdıktan ve ürkeklik hislerini teskîn ettikten sonra, nâzik ve yumuşak bir sûrette birleşmelerini te'mîn etmek, erkeğin vazîfesidir. Netice olarak; zifaf gecesinin ilk teması ve sonrasında, dikkatli, sabırlı ve ihtiyatlı olmalıdır. Bu hususlara dikkat edilmezse, cinsî temastan kadın, zevk yerine acı ve ıztırab duyabilir. Şunu da belirtelim ki, ilk zifaf ilişkisinde, arzulanan cinsî zevkin bulunamaması olağandır. Yeter ki daha sonrasında, noksanlar tamamlansın! Zifaf Engelleri: Zifaf gecesi, ciddî bir engelle karşılaşıldığı zaman, ilişkinin daha sonraki gecelere te'hîr edilmesi gerekir. Meselâ kızın hayız hâli devam ediyorsa, beklemeyi tercih zarureti vardır. Esâsen gerdek gecesinin, kızın hayızdan temizlendiği zamana getirilmesi gerekir. Zifaf ilişkisinin de, illâ ilk gecede tamamlanmış olması gerekmez. Sabır ve anlayışla hareket edilirse, sonraki gecelerde güçlük ve engeller ortadan kalkar. Ba'zı erkekler, bu gece kapıldıkları aşırı heyecan sebebiyle, geçici iktidarsızlığa düşebilirler.İlk öpmede, sarılmada boşalabililer. Kız da bunu normayl karşılamalıdır. Gerdek gecesi böyle bir olayla karşılaşılırsa, teşebbüsü birkaç saat geciktirmek veya sonraki gecelere bırakmak gerekir. Çünkü bu durum geçici bir başarısızlıktır; bir müddet sonra heyecan geçer. Vaziyete göre birkaç saat veya birkaç gece sürebilir. Zifaf engellerinin başlıcaları: Kızın aşırı ürkekliği: Bu durum, birçok kızların öteden beri sâhib olduğu zifafın çok sıkıntılı geçeceği gibi ba'zı yanlış kanâatten dolayı olabileceği gibi, o gece erkeğin kaba bir "erkeklik" gösterisiyle, sabırsız, nezâketsiz ve hoyrat davranışlarından da ileri gelebilir. Erkeğin endişesi: Ba'zı erkeklerin, zifafta başarısız kalma endişesinin içlerinde yer etmesi, bu hisler içinde telâş ve heyecan göstermesi; ayrıca temas esnâsında "erken boşalma" hâliyle karşılaşmaları, geçici bir başarısızlık sebebi olabilir. Çeşitli tesirler: Birçok yerlerde görülen zifaf neticesini bekleme âdetlerinin, erkek üzerindeki psikolojik baskısı, zifaf mekânının elverişsiz, gürültülü ve görüntülü bir yerde oluşu, o anda kadında beklenmedik tatsız bir hâlin görülmesi, o kadına karşı duyulan sevgi, şefkat ve hürmet hislerinin aşırı dereceye varması, geçici iktidarsızlık sebeplerine dâhildir. İşte bu gibi hallerle gerdekte cinsî başarısızlığa uğrayan, bunun geçici olduğunu idrâk edip, ilişkisini daha sonraki gecelere ertelemelidir. Bekâret Hususiyetleri: Bâkire kızın zifaf gecesinde, yanlışlıkla haksız bir muâmeleye uğramamasına dikkat etmelidir. Ba'zı kızların zifafında - kızlık zarının özelliğinden dolayı- zedelenme ya'nî yırtılma olmaz, bekâret işâreti açıkça görülmez. Bu incelik bilinmezse, yanlışlıkla töhmet ve hataya düşülebilir. Böyle bir duruma meydan verilmemelidir. Bekâret hususunda kuvvetli şüphe hâsıl olup da, iffetsizlikle itham durumu ortaya çıkarsa, kadın doktoruna başvurulabilir. Sayıları, % 5 gibi az da olsa, ba'zı kızların ilk cinsî temasında, bekâretlerinde bir değişiklik olmadığı bilinmektedir. Bunlar daha çok "halkalı, hilâlli" kızlık hâllerinde olur. Bunlardan bir kısmı, ilk doğuma kadar bâkire kalabilir. Tabiî ki bu özelliklere sâhip olup da zifaf hâlinde zedelenme olmıyan kızlıklardan, genelde beklenen kan işâreti de görülmez. İşte böyle bir durumda, bu işin inceliğini bilmeyen ve "bâkire" bir kızla evlendiği inancıyla zifafa giren bir erkek, burada beklediği işâreti göremeyince, telâş ve endişeye kapılabilir. Ortada kesin deliller olmadan, nâmusli bir kadını "fâhişe" olarak itham etmek de, büyük günahtır. Bütün bunlar hesaba katılınca, mutlak bir işâret görülmedi diye ortalığı karıştırmak da, gerçekten lüzumsuz ve mes'uiyetli bir durumdur. Ne var ki, zifafta eşini bâkire olarak bekliyen bir adam da, aradığını bulamayınca, en azından vicdânen şüpheli ve huzursuz olacaktır. Bunun sıkıntısından kurtulmak için: Ya yukarıdaki ihtimâlleri düşünerek hüsn-i zanla davranmak ve bir mes'ele çıkartmamak; yahut şüphe ve sıkıntıyı atmak için, gelin-dâmad arasında, özel bir kontrol ve anlaşmayla, mâkul ölçülerde neticeyi tatlıya bağlamak; veya lüzum görülürse, uzman bir hekime gösterip işin mâhiyetini öğrenip gereğini yapmak gerekir. Bir zifaf olayı: Muâyene odamın kapısı açıldı. İçeriye, etrafına ürkek bakışlarla giren ve bana doğru yaklaşan bu delikanlı, kısa boylu, kravatsız, esnaftan olması muhtemel. Rengi, asabî insanlara has soluklukta. Yüzünde, büyük ruhî bir sıkıntının ıztırabları okunuyor. Selâm vererek gösterilen sandalyeye oturdu; hayır oturmadı, kendini âdeta bir et yığını gibi bırakıverdi. İsim ve hüviyeti müşâhede defterine kaydedildikten sonra, şikâyeti sorulduğu zaman: - Karım olacak kız, namuslu bir âilenin kızı. Epey zamandır mahallemizdeler. Her türlü hâlini inceledikten sonra,evlendik. Nihâyet zifaf gecesi geldi çattı. İşte felâket burada başlıyor doktor bey! Bir de ne göreyim? Bekareti yok. Sanki bu anda ânî bir yıldırım çarpmışcasına deli gibi fırladım: "Sen kız değilsin, sen bir yalancısın! Söyle niçin bana bu oyunu oynadın?" diye bağırmaya başladım. Şuurumu kaybetmiştim. Onun boğazına sarılmak, sımak sıkmak, cansız yataktan atmak istiyordum. Ne oldu bilmiyorum. Bizde âdet olduğu üzere, zifaf kapısı arkasında bekliyen yenge ve akrabalar bulunur. Onlar odaya girip elimden kızı kurtarmışlar. Kızı geceyarısı, anasına teslim ederek kovdum. Sabahı zor ettim. İşte felâketim bu!.. Büyük bir sükûnetle dinlediğim bu gence, çok acıdım. Mutlaka kızı bana getirmesini, belki de müjdeli bir haber verebileceğimi söyledim. Söyledim ama, o çok ümidsizdi. Ayrıldı, gitti. İki saat geçmeden, sekiz kadın geldi. İçlerinde orta yaşlısı da var, ihtiyarı da. Bunlardan bir kısmı oğlan tarafı, diğerleri kız. Muâyene bekleme odasında, birbirine garez gibi öyle haşin bakıyorlardı ki... İki kişi ağlıyor; kız ve annesi. Genç güvey heyecanlı ve asabî. Kız ve erkek tarafından üçer kadını muâyene odasına aldım. Kızı muâyene edince, çocuk gibi seviniyordum. Bu mâsum çehreli kız bâkire idi .Bekâreti halka hâlinde idi. İki tarafın şâhidlerini çağırıp dedim ki: Kızlık zarı sizin zannettiğiniz gibi, tam kapalı bir perde hâlinde değildir. Bunun üzerined âdet kanının akması için, Cenâb-ı Hak tarafından açılmış, her şahsa göre şekil değiştiren açıklıklar vardır. Bütün insanlardaki bu çeşitler, 6-7 şekilde toplanabilir. İşte sizin kızınızda da halka şekli vardır. Ancak bu kız doğumda bu yırtılır. Ne kadar haksız muâmele ettiğinizi anladınız mı? Birbirlerini bir kaşık suda boğacak kadar kinli olan bu çehreler, değişivermişti; gözlerinin içi gülüyordu. Biraz sonra, bekleme salonunun kapısını açtım. Bu sahneyi hayatımda hiç unutamıyacağım. Muhteşem bir sahneydi bu... Olayı, ortada bir kere daha izah ettim. Kız, hıçkırıklar içersinde, koridorda insanlardan kaçar gibi bir hâli olan, zavallı bir annenin boynuna atılmış; anne onu bütün şefkatiyle kolları arasında sıkıyor: "Benim kızım, yavrum, çok şükür Cenâb-ı Hakk'a. Ben zâten başka bir ihtimâl vermemiştim. Ben seni çok iyi biliyordum." Diğer taraftan dâmadın annesi, oğlunun boynuna atıldı; onlar da bir âlem. Dâmadın elleri sıkılıyor, "Büyük geçmiş olsun" deniliyor. Bu esnâda, artık benim müdâhalem lâzımdı. Dâmada: Artık herşeyi öğrendin değil mi? Bu temiz kızla iftihar et, kızdan af dile. Ben bunu işitmeliyim, haydi dedim. Dâmad kıza koştu, ellerine sarıldı ve gözleri yaşlı, ondan af diledi. Kız onun boynuna atıldı, barıştılar. Bir bayram havası, bu tablonun azameti yanında hiç kalırdı. Zifaf Adetleri: Her memleketin, çeşitli ve farklı özelliklerde evlenme ve zifaf âdetleri vardır. Bunların kimi normal ve zararsız, kimi anormal ve lüzumsuzdur. Yerleşmiş örf ve âdetlerin yanlış ve zararlı da olsa, tamâmen silinip atılmasının kolay olmaz. Ne var ki, akıllı insan da, kendisini bir takım bozuk ve çarpık âdetlerin esiri gibi kabûl etmeye, hayatını edeb dışı ve kaba-saba âdetlere uydurmaya mecbur değildir. Kendisini menfî ve mahzurlu âdetlerin yaşandığı bir çevrede bulanlar, imkân nisbetinde bunlardan uzak kalabilmenin veya en az zararla çıkabilmenin çâresini aramalıdır. Zifaf gecesinde, gelin ve güveyin yakınları tarafından dışarıda nöbet tutulması veya sabahleyin çarşaf kontrolü gibi tuhaf ve kaba bir âdettir. Bu bekleyişten asıl maksad, gerdek sonrası bekâret kanını müşâhede etmektir. Ba'zılarında ise, neticeyi ilân cinsînden silâh atma, belli bir işâret ve alâmet gösterme gibi farklı usûller vardır. Bunun doğuracağı zararlar: 1- Gerdeğe giren eşler, o akşam heyecanlı olur. Erkek, bir kontrol durumuyla karşılaştığı zaman daha da endişe duyacak, belki bu sebeble o gece iktidarsızlık görecektir. 2- O gece kapı bekleyenler, ilişkinin vâki olmadığını anladıkları zaman, hem dâmadın mâneviyatını kıracaklar, hem de yanlış bir kanâatın dedikodusunu yapacaklardır. Halbuki herşeyin illâ ilk gecede bitmesini beklemek, lüzûmsuz bir gayrettir, fenâ netice verebilir. 3- Böyle bir baskı ve kontrol altındaki ilişkiden, beklenen netice alınamayınca, gelin-dâmad ve diğer akrabalar arasında, üzücü ve kırıcı olaylar ve kavgalar meydana gelebilir. 4- Zifafta kızlığı yırtılmıyan ve bekâret işâreti açıkça görülmiyen ba'zı kızlar da vardır. Kızlık için mutlaka böyle bir işâret bekleyenler, bunu göremedikleri zaman yanlış hüküm verebilirler. Böylece evliliğin başında, günahsız bir kızın, "iffetsiz" olarak ilân edilmesine sebeb olurlar. Bu da nâmuslu bir kız için, gerçekten çok çirkin bir ithâmdır. 5- Eşler arasındaki mahrem sırların, çevreye yayılması çok mahzurludur. Bu âdetler ise, yeni evlilik ve bekâret mahremiyetinin, halk arasında yanlış ve haksız bir şekilde ifşâ edilmesine sebebiyet verir. Bunun çâresi: Zifaf gecesinin mahremiyeti, Gelin-güvey arasında kalmalıdır. Şâyet gerdek sonrası, nâmus üzerinde ciddî şüpheler hâsıl olup da, erkek müşkûl durumda kalırsa, ifşaatta bulunmaksızın, bu mes'eleden anlıyan kadınlara veya gerekirse doktora gidip, mahrem çerçevede hakikati öğrenebilir. Aslıda gerdekteki eşlerin, bekâret mahremiyetini müşâhede maksadıyla bir kontrole tâbi tutulması cidden ayıp ve çirkindir. İslâmî edeb ve nezâkete aykırıdır. İffet ve Bekâret: Evlilik hayatına bekâretini kaybetmiş olarak giren genç kızları, üç gruba ayırmak gerekir. Bir takımları vardır ki, iyi bir âile terbiyesi almamış oldukları, ruhî-uzvî yapılarında bir anormallik bulunduğu için, şehevî tahrikler karşısında kolayca baştan çıkar ve bir kere baştan çıktıktan sonra, zinaya devam ederler. Bu zina ne kadar tekerrür ederse, içlerindeki ahlâk duygusu o kadar zayıflar ve nihâyet mânevî hayatları tamâmen kurur. Bu gibi kadınları, yüzlerine bakarak teşhis etmek de kabildir. Zira insanın yüzü, iç dünyasını çok sâdıkane bir şekilde aksettirir. Bunların kalbi, sevgi ve sadâkat gibi ahlâkî ve mânevî duygulara karşı tamâmen kördür. Yüzleri kızarmak nedir bilmez. Evliliği ciddi bir müessese olarak kabûl eden ve kadının herşeyden önce ahlâkî şahsiyetine değer veren müslüman bir erkek için, böyle bir kadınla evlenmek, cidden bir bedbahtlık ve tahammül edilmez bir felâkettir. Bir de ikinci grup vardır. Genç bir kızken tamâmen saf duygularla, bir erkeğe karşı sevgi ile bağlanmıştır. Bu yaklaşma esnâsında, vicdanî mes'uliyet duygusundan mahrum bir erkek, tecrübesiz genç kızın hislerini istismâr ve zaafından istifâde ederek, hâince bir teşebbüste bulunur, onu iğfal etmeye muvaffak olur ve ekseriya bir daha görünmez. Fakat genç kız, o bir anlık zaafının ve tecrübesinin vücudunda bıraktığı izi, ebediyyen saklamaya mahkûmdur. Bir üçüncüleri de vardır ki, bir kaza neticesi bekâretleri bozulmuştur. Bisiklete binmek v.s. gibi. Elbette bunlar birbirinden çok farklıdır. Cinsî temas günleri: Cinsî temas prensip itibariyle her zaman caizdir, ancak kameri ayların ilk, orta ve sonuncu gecelerinde temas mekruhdur. Ancak şehvetlenip mesela yabancı kadınlara bakması, hatta zinaya düşmesi tehlikesi varsa mekruh da olmaz. Bu gecelerin sabahında yapılırsa hiç bir mahzur kalmaz. Kadının istediği zaman temas etmek çok iyidir, kadının arzusunu geri çevirmemelidir. Bunun haricinde âdab kitablarında yazan günlere riâyet edilmese mahzuru olmaz, edilse iyi olur. Perşembe gününü cuma gününe bağlayan gece, yani cuma gecesi, ayrıca pazarertesi, salı, perşembe geceleri ve cuma günün öğleden evvel temas çok iyidir, müstehabdır. Cumaertesiyi pazara bağlayan gece ve salıyı çarşambaya bağlayan gecelerde, ayrıca ramazan ve kurban bayramının ilk geceleri (yani arefe gününü bayrama bağlayan gece), berat gecesi (Şaban'ın onbeşinci gecesi), yola çıkılacak gece, gündüz öğlenden sonra temasda bulunmak tavsiye edilmemiştir. Öte yandan hanımının rızası olmadan zorla temasda bulunmak, başka bir insan, çocuk veya hayvanın önünde, abdest bozma sıkıntısı varken, fazla tokluk, hastalık veya yorgunluk hallerinde, çok sıcak veya çok soğuk hallerde de cinsî temas tavsiye olunmamıştır. Temas Zamanı: Aşk oyunları bir neş'e, karşılıklı bir zevk ve istekle olunca, bunların verimi, zevk mahsûlleri de şen, sevimli, güzel olur. Bu zevk ânında olun çocuk, kadın-erkeğin her türlü his ve husûsiyetlerini kapar... Maddî-manevî her türlü yorgunluk, bu aşk üzerinde menfî bir te'sîr yapar. Bu sebeble kadın-erkek, yorgun, hasta, üzgün iken bu zevk oyunlarından uzak kalmalıdır. Temas için en zevkli zaman gecenin ilerleyen vakitleridir. Ardından uzunca bir müddet uyuyup dinlenme imkânı vardır. Ancak çoğu zaman uykusuz kalmak ertesi gün işe yetişmek zorunda olanlar için menfi bir durum olduğu gibi, uyuyup kalarak sabah namazı vaktini geçirmek tehlikesi de vardır. Bunun için kitaplarda gecenin geç vaktinde temas tavsiye edilmemiştir. İmkan varsa sabah namazının kıldıktan sonra temasda bulunup, biraz dinlendikten sonra yıkanıp işine gitmektir. Fakat hangi mevsimde olursa olsun yıkanıp dışarı çıkmanın da sıhhi mahzurları gözden ırak tutulmamalıdır. Öte yandan temas için zaman tahsis etmek de zevkli bir durum değildir, bu bir gönül ve arzui işi olduğundan, imkan varsa canı istediği zaman yapmalıdır. Ay (hayız) hâllerinde, erkekle bir araya gelmemelidir. Büyük günahlardandır. Erkek hanımına hayızını sormalı, utanmamalıdır. Hatta bunu muntazaman bir yere yazmalıdır, kadın bunu ihmal ederse erkek dikkat etmelidir. Kan kaybeden, büyük bir sarsıntı geçirmekte olan kadın, bu zaman az çok rahatsız bilinmeli ve bilhassa cinsî temaslardan uzak kalmalıdır. Ay hâlinde, kadının tenâsül yolları kanla dolgun, rahmin damarlarının ağzı açık, az çok bereli bir hâldedir. En titiz ve temiz olanlarda bile, bu yollarda uyuşuk, sinsi bekleyen milyonlarca mikroplar vardır. Ay (hayız) hâllerinde bunlar hemen sür'atle ürer, çoğalır, kuvvetlenir; fırsat kolar ve en ufak bir sebeble hemen bereli bulunan tenâsül uzuvlarına, rahim ve yumurtalıklara sarar. Bu ara vuku bulan cinsî yakınlık, mikropların her yana yayılmasına sebeb olur. Bu hâl kadını örseler, hasta eder. Devamlı olursa fazla kan boşanmalarına, bel ve kasık ağrılarına, ciddî birçok kadın rahatsızlıklarının uyanmasına sebeb olur. Sonra, âdet kanının kendine mahsus ağır bir kokusu vardır. Bu koku, pek temiz kadınların bile ter ve tenini kaplar. Bu kokudan kadın kendisi bile tiksinir. Bu sırada vuku bulan cinsî temasda, bu ağır koku erkeği de tiksindirir. Kadın bunları bilerek, temizliğe bu zamanda daha çok dikkat etmeli ve eş oynaşından hep uzak kalmalı, yakınlıkta bulunmamalıdır. Lohusa iken de, yakınlıkta bulunmaktan sakınmalıdır. Bu da haramdır. Zira doğum esnâsında tenâsül uzuvları, bilhassa rahim, hazne berelenir, çok defa yırtıklar husûle gelir. bu sırada kadınla yakınlıkta bulunmak, kadını pek fena örseler. Mikropların hemen faaliyete geçmesi birçok önemli kadın hastalıklarının tekevvününe (meydana gelmesine) sebeb olur. Onun için rahim ufalmadan, kadının tenâsül uzuvları tabiî hâlini almadan, kat'iyyen kadına yanaşmamalıdır... Gebelik sırasındaki cinsî yakınlıkta da ihtiyatlı olmalıdır. Son bir ay içinde, bilhassa gebeliğin son üç haftasında ilişki kadın için zararlı olabilir, bundan sakınmalıdır. Çoğu kadınlarda bilhassa ilk gebelikde çocuğun rahimde sağlam kalabilmesi için gebeliğin ilk bir-iki ayında münasebete dikkat etmek ve kadının ağır işlerden kaçınması yerinde olur. Bir defa düşük oldu mu sonraki hamilelikler zorlaşmakdadır. Kadın hayızlı iken fazla sirke yememelidir, hayız zahmetli olur ve temizlenmesi uzar. Ekşi elma yemek hayız kanını keserse de başka hastalıklara sebeb olabilir. Kadın hayızlı iken beraber aynı yatakda yatmak ve aynı sofrada yemek yemek müstehabdır, çünki Mecusiler bundan kaçınırlar, böylece onlara muhalefet edilmiş olur. Ayrıca kadın hayızlı iken erkek kadının vücudunun sadece avret yeri, bir kavilde de göbekle diz arası hariç her tarafından faydalanabilir, yani öpüp okşayabilir. Avret yeri veya diğer kavle göre göbek ile diz arası ise örtülü olmalıdır, örtünün üzerinden faydalanılabilir. Kadının bu devrelerinde erkek hanımının eliyle istimna yapabilir, yani kadın kocasının penisini okşayarak onun boşalmasını ve böylece rahatlamasını sağlayabilir. Hayız bittikten sonra kadın gusletmeden cinsî temas Hanefilerde caizdir, ancak Şâfiîlerde caiz değildir, guslettikten sonra yapabilirler. Pozisyonlar: Evlilik hayatı boyunca cinsî münâsebetlerin, şeklen değişmeyen bir vaziyette devam etmesi bıkkınlığa sebeb olabilir. Bunun içindir ki, zaman zaman farklı şekil ve vaziyetleri kullanmaya ihtiyaç görülür. Yirmi-otuz civarında ilişki vaziyetleri sayılabilirse de, burada izahına hâcet yoktur. Zamanla değişen lüzum ve ihtiyaca göre, kadına zahmet vermeden daha uygun vaziyetler seçmek, (sırtüstü, yanüstü, dizüstü çeşitli haller) eşlerin tercihine kalmıştır. Genel tercîhler kadın altta yüzyüze ve malûm vaziyette olmakla beraber -iki çıkış arasındaki döl yolundan(vajinadan) olmak şartıyle- çeşitli şekiller mümkün ve meşrûdur. Kur'ân-ı Kerîm, bu vaziyetlerdeki serbestliği belirtir: “Kadınlarınız sizin tarlarınızdır; tarlanıza meşru yoldan dilediğiniz gibi geliniz" (Bekara 223) Cinsî temasta çeşitli pozisyon ve usuller tatbik edilebilir. Ama genellikle tatbik edilen pozisyonlar iki çeşittir. Birincisinde kadın sırt üstü yatar, erkek kadına yüzü dönük olarak üstten yaklaşır. İkinci pozisyonda ise, kadın üstte olur ve serbestçe hareket ederek cinsî temasta motor rol oynayabilir. Bu pozisyon bilhassa ilk gecedeki temasda kullanılabilir, ayrıca bundan sonra her temasa bu pozisyonun kısa bir müddet tatbik edilerek başlanması da kadının daha kolay orgazm olmasına yardım eder, çünki burada erkeğin aleti daha derine girerek kadını iyice uyarmaktadır. Orgazma (boşalmaya) yakın pozisyon değiştirmek iyi olur. Boşalma anında kadının üste olması her ikisine de sıkıntı verir. Boşalma esnasında kadının altta erkeğin üste olup, boşalmadan sonra bir müddet o halde kalmaları eşleri rahatlatır. Fakat bütün ağırlık kadının üzerine verilirse, rahat, huzurlu olması gereken hassas bir zamanda kadına sıkıntı verilmiş olur. Bunun için erkeğin diz ve dirsekler ile yataktan destek alıp yükünü hafifletmesi gerekir. Her ikisi de ayakta iken yapmak da pek uygun değildir, bu şekilde birleşilirse doğacak çocuğun idrarını tutamayacağı bildirilmiştir. Bir müslüman için bırakın teşebbüsü aklından bile geçirmeyeceği için, sapık kimselerin yaptığı kadına makattan yaklaşma mevzuu üzerinde durmaya aslında hiç gerek yoktur. Çünkü, bu büyük günahtır, böyle kimse lanetlenmiştir. Bu iş zinadan daha kötüdür. Temasa Başlangıç: Daha evvel de zikredildiği üzere temasa başlamadan euzü besmele söylenmeli ve yukarıda geçen "Allahümme cennibna'ş şeytane ve cennibi'ş şeytane ma razaktena" duası okunmalıdır. Temasa başlamadan erkek ve hanımın bez bulundurarak yaşlıkları kurulamaları iyi olur. Kaldı ki zaten çarşafın üzerine temasdan evvel geçici bir örtü sermek de uygundur. Münasebetlerde, başlangıç safhasının iyi hazırlanması gerekir. Bu hazırlığı terketmek erkek için kabalık, kadın için eziyettir. Bunun içini "beş duyu"dan gerektiği kadar istifâde etmek gerekir. Görme ve duyma: İlişki öncesinde gözler malûm hisleri kamçılayıcı meşrû şeyler görmeli, duygulara kötü te'sir edecek görüntülere takılmamalıdır. Meselâ bu vakit gece ise, o andaki mekânın fazla ışıklı olmaması, ışığın söndürülmüş veya -gece lâmbası gibi - azaltılmış olması uygun olur. En önemlisi, kadında veya erkekte ister giyinik ister çıplak, gözleri rahatsız edecek, azçok bir soğukluk yapacak görüntülere yer vermemeli, görme hissini okşayıcı bir kıyâfetle görünmelidir. Kadının -dışarıya değil- kendi erkeğine karşı süslenmesi gerekir. Çiftler yukarıda da geçtiği üzere çırılçıplak soyunmuş iseler temas sırasında üstlerini muhakkak örtmelidir. Ayrıca çiftlerin ayaklarını kıbleye karşı uzatmamaları da lazımdır. Temas öncesinde can sıkıcı sözler duyulmamış olmalı, münâkaşaya veya üzücü lâflara yer verilmemelidir. O anda gönül alıcı fısıldaşmalar, başbaşa tatlı bir sohbet, sevgi dolu birkaç söz faydalıdır. Tam temas halindeyken konuşmak ve öpüşmek -eğer çocuk için tedbir alınmamışsa- pek uygun değildir, doğacak çocuğun ahlakına menfi tesir edebilir. Yine tam cima' anında avret yerine bakmak da hoş değildir. Cima' yaparken bakmaya mübah, ancak inzal anında bakmak uygun değildir de denilmiştir. Devamlı meniye de bakılmaz. Koklama ve tatma: Temas başlangıcında - misk ve lâvanta gibi - güzel kokular, zevk alan erkekler için genelde etkileyicidir. Bu inceliği bilen kadın, o anda güzel kokularla kokulanmayı da ihmâl etmez. Bedenin temizliği ve çirkin kokudan aranmış olması da kâfidir. Çünkü eşlerin temiz vücudlarından birbirine verdiği fıtrî ve tabii koku, başlıbaşına te'sirli bir güce sâhibdir. En çok rahatsız edici kokular, ağız kokusu ile ağır ter kokusudur. Öyleyse, vücudda fazla ter toplayan koltukaltı ve kasık bölgeleri, haftada bir tıraş edilmeli ve yıkanmalıdır. Dişler sık sık fırçalanmalı ve daha iyisi misvâklanmalıdır. Ağızda soğan sarmısak veya sigara kokusu rahatsız edici olduğundan, böyle pis kokulu bir havada temasa girmekten sakınmalıdır. Cinsî münasebetin başında ağız bölgesinin, dil ve dudaklar çevresinde yaptığı gerekli temaslar da, tatma hissinden lûzumlu hazzı almaya kâfidir. Dokunma ve okşama: Cima'ya hazırlanmada "aşk oyunları" denilen en te'sirli oyunlar, vücudun muhtelif yerlerine tatbik edilen dokunma ve okşama işidir. Bunun için önce yeteri kadar soyunmuş olmalıdır. Üst vücudda bir iç elbisesinden başkasını bırakmamak, hattâ vaziyete göre, yatak içinde soyunmuş olmak, temas zevkinin ziyâdesiyle yaşanmasını sağlar. Diğer hususlarda olduğu gibi, dokunma ve okşama vazifesi, kadından çok erkeğe düşer. Kadında omuz ve dizlerden mahrem yerlere kadar birçok bölge, okşanmaya karşı hassastır. Temas ve taramalar, çevreden merkeze doğru kayarak, kadında asıl temâs için kuvvetli bir arzu belirinceye kadar devam etmelidir. Hassas bölgeler: Öpüşme; hem cinsî beraberliği başlatır, hem de orgazma varmada mühim bir rol oynar. Dudaklar ve dil, en hassas bölgelerdendir. Özellikle alt dudakların ve dilin emilmesi, kadınlar için cinî hazzı artırıcı etki uyandırır. Kadının saçlarını okşamayı da ihmal etmemelidir. Ayrıca göğüs ve göğüs uçları da çok hassas olup öpülmesi, emilmesi ve okşanması faydalıdır. Bu bakımdan, eşler sevişme ve birleşme sırasında yapacakları hareketlere çok dikkat etmeli, münasebeti bir işkenceye çevirmemelidir. Esas itibariyle, kadın vücudu hassas ve cinsî uyarılmaya açıktır, bu açıdan, kadın vücudunun hemen her noktası, aynı zamanda bir haz noktasıdır. Ancak, cinsî zevk açısından bazı bölgeler daha gelişmiştir. Bunların başında "klitoris" gelir. Bu, kadınlık organının üst tarafında bulunan bir çıkıntıdır. Bu organ, erkeğin penisi gibi bir yapıya sahiptir ve cinsî uyarma sonucu kabarır. Kadın vücudunun en hassas noktası olduğu için, klitorisi sürekli uyarmak, üzerine baskı tatbik etmek yanlıştır ve bu zevkten çok acı verebilir. Klitorisi, hafifçe okşamalıdır! Bunun için erkek aleti sertleşdikten sonra kadının üzerine çıkar ve aletini içeri sokmadan kısa bir müddet bu mahalle dışarıdan hafifçe sürterse kadın çok zevk alır. Erken boşalmadan korkulursa erkek bu tahriki eliyle hafifçe yapabilir. Cinsî organ dışındaki haz ve uyarı bölgelerinin başında, göğüsler gelir. Kadınların meme uçları adeta birer klitoris görevi görür ve okşayarak uyarılmaları kadına büyük haz verir. Aynı şekilde, memelerin koltuk altlarına doğru uzanan yan kısımları ile iki memenin ortası, bir de altlarındaki yuvarlıklar, hassas ve uyarıya açık bölgelerdir. Kadın vücudunun geri kalan hemen tüm kısımları da, kadından kadına değişen bir biçimde, yüksek hassasiyete sahip olabilir. Bunlar, bacak araları, göbek yuvarlağı, kulaklar, boyun, ense, sırttır. Cinsî temasdan evvel, hassas bölgelerin hafif okşamalarla tahrik edilmesi gerekir. Ama bu okşamaya da, belirtilen en hassas bölgelerden başlanmaz. Daha az hassas bölgelerden başlayarak, en hassas bölgelere, merkeze doğru kaydırılan yumuşak bir okşama idealdir. Son zamanlarda, sapık kimseler arasından yaygınlaşan oral seks denilen, erkeklik uzvunu kadının ağzına alması, erkeğin kadının uzvunu yalaması gibi çirkin şeyler, sağlık açısından da tehlikelidir. Yapılan araştırmalarda, aids hastalığının bu yolla da bulaştığı tespit edilmiştir. Temas Safhası: Eşlerin ihtiyacına göre uzunca veya kısaca icra edilen başlangıç oyunlarından sonra, şehvet hislerinin iyice uyanmasıyla, kadının mahrem bölgesinde birleşmeyi kolaylaştırıcı mezi denilen sıvı çıkar. Kadın o anda cinsî his bakımından zayıf olur veya yeterince tahrîk edilmemiş bulunursa, böyle bir sıvı görülmez. Bu safhada eşler, arzu ettikleri temas şeklini tercih ederler. Her cinsî münasebetde değişik şekiller seçmek mümkün olduğu gibi, bir cinsî münasebet sırasında da farklı vaziyetler kullanılabilir. Eşler bu konuda gayet serbest kalmalı, birbirine anlayış göstermelidir. Temas safhasında en mühim mes'ele, erkeğin acele etmemesidir. Sabırla idâre etmesini bilmek, erkeğe düşen önemli bir vazifedir. Eğer erkek, kadının hâlini düşünmeden sâdece kendi zevki için davranırsa, bir-iki dakika içinde zevkin sonuna geliverir. Bu durum ise, henüz uyanmış olan kadının yarı yolda terkedip, sıkıntı içinde bırakır. O halde erkek, zaman zaman duraklamalar ve ihtiyatlı tavırlarıyla, sondaki "orgazm" haline gelmeyi geciktirmeli, bu noktada kadınla beraberliği sağlamaya çalışmalıdır. Zevkin heyecanlı zirvesi olan orgazm seviyesine varıncaya kadar devam eden temas hâli de, sâkin ve ferah bir zevk hâlinde sürüp gider. Esas itibariyle birleşmenin sorumluluğu da erkeğe düşer. Erkek, birleşmeye doğru yönelirken, kadının bu anlayacağını sağlayacak hareketler yaparak onu hazırlamalı, aynı zamanda da, yavaş hareketlerde bulunarak "birleşme" durumuna geçmelidir. Aşk oyunları sonucu uyarılmış bir durumda olan kadın, zevk içinde olduğu kadar, "şefkat" ihtiyacı da içindedir. Bu bakımdan, erkek hangi pozisyona geçecekse, bu arada kadının dudaklarından öpmeyi ve vücudunun çeşitli yerlerini, bilhassa göğüsleri okşamayı ihmal etmemelidir. Birleşme sırasında da, kararlı ama yumuşak olmaya çalışmalı, tedricen yaklaşmalı, başlangıçtaki yavaş hareketlerin temposunu yavaş yavaş artırmalıdır. Yeterli ön hazırlık ve aşk oyunları izlenince, uygun bir birleşme, birleşmenin en önemli noktası olan "birleşmede orgazm" veya "aynı anda orgazm" denen sonucu sağlar. Orgazmın verdiği yorgunluk ve "uyuşukluk" içinde, çok yavaş hareketlerle öpüşme ve okşamaları sürdürmek, bu arada da hafif ve müşfik bazı sözler söylemek, eşler için hem tam ma'nasıyla orgazma vardırıcı, hem de onları rahatlatıcı olur. İnzal (Boşalma): Temas zevkinin zirvesine çıkıldığı zaman, erkekte ve kadında cinsî boşalma olayı yaşanır. Buna inzâl (orgazm) denir. Orgazm ânında; kadının malûm bölgelerde saniyelik aralıklarla ve yüksek bir zevk dalgasıyla, beş-on ritmik kasılma hâlinde, tazyikli bir cereyanla şehvet sıvıları boşanır. Tarifi mümkün olmayan bir zevk hasıl olur; bunu ancak tadan bilir tarifle mümkün değilidr. Hemen peşinden heyecan düşmesi ve çözülme başlar, vücudu tatlı bir yorgunluk ve tatlı bir rahatlık kaplar. Bu en yüksek zevk heyecanı (vuslat) ise, on-onbeş sâniye gibi kısa bir zaman devam eder. İnzal anında zihninde güzel ve sağlıklı bir çocuk düşünülürse, bunun böyle bir çocuğa sahip olmakta fayda sağladığı söylenmiştir. Ayrıca erkeğin bu anda annesi, kızkardeşi, teyzesi, halası, kızı ve gelinleri gibi mahrem akrabasını düşünmesi, zihninden geçirmesi de iyi değildir. Kadının orgazm hâline gelmesi, erkeğe nisbetle daha geç ve yavaş olduğundan, başlangıçta gerekli tahrîk oyunlarıyla bu zamanı hızlandırmak ve kısaltmak gerekir. Erkekle beraber kadının da tatmini (doyumu) için, orgazm devresinin hemen hemen aynı anda -veya erkekten önce- olması gerekir. Bu da hazırlanış safhasının iyi tanzîmine, devamının sabırla idâre edilmesine bağlıdır. Cinsî temasın baştan sona normal bir bütün hâlinde, onbeş-yirmi dakika sürmesine ihtiyaç vardır. Bu müddet, duruma göre uzayıp kısalabilir. Hatta erkek temas öncesinde uygun şekilde aşk oyunlarında bulunursa kadın çoğu zaman orgazmı daha erkeğin aleti içeri girmeden, bir başka tabirle münasebete girişmeden tadar. Zaten kadınların bir münasebetin tamamında birkaç kere orgazm olmaları mümkün, hatta yaygındır. İnzâl olayından sonra erkek, hemen çekilmemeli, bir müddet daha kadınla berâber beklemede kalmalıdır. Hatta kadın orgazm oldukdan sonra bile kadının üzerinde kısa bir müddet hareketsiz yatmağa devam etmelidir. Ba'zı erkekler birinci inzâlin hemen peşinden, bir gevşeme görmeden ikinciye de teşebbüs edebilirler. Ba'zıları on-onbeş dakika sonra, kimisi yarım saat veya birkaç saat -hattâ birkaç gün- sonra tekrarlamaya geçebilir. Kişiye göre, bunların hepsi normaldir. Ancak makul bir müddet verilmeden ikinci ve üçüncüye teşebbüs etmek, sabahleyin kasıklarda veya husyelerde hafif ağrılar yapabilir. Orgazm sonrası zaman içinde, umumiyetle tekrarına hâcet kalmadığı gibi, arzuya göre tekrarlamada bulunmak da mümkündür. Orgazmdan sonra genel olarak erkekler, başlangıçtakine benzer bir sevgi ve ilgi göstermeyi ihmâl ederler. Kadın ise bu ândan sonra da, sevgi kucağında bir miktar daha eğlenmeyi arzular. Bu kısa bekleşmenin ihmâli, kadının canını sıkar. Onun cinsî yakınlıktaki hissesinin mühim bir kısmı da, sonundaki muâmelenin güzelce neticelenmesine bağlıdır. Öyleyse erkek, eşinin bu ândaki haklı arzusunu da ondan esirgememelidir. Son safhaki bu tabiî arzuya cevap vermek için, yerine göre bir kendine çekiş, kucaklayış, bir bûse ve okşayış da kâfi gelebilir. Mühim olan, boşalmadan sonra hemen çekilmeyip, az da olsa bir sevgi ve ilgi gösterilmelidir! Cinsî temas bittikten sonra eşlerin tercihen sağ taraflarına yatıp imkan varsa bir mikdar uyumaları iyi olur. Bu işi el ve cinsî organın yıkanmasından sonra yapması daha iyidir. Cünüp, bir namaz vaktini geçirmeden yıkanması şarttır. Fakat bir vakit dâhilinde birkaç defa temasta bulunan kimsenin, herbiri için ayrı ayrı yıkanması gerekmez; sonunda yıkanması kâfidir. Cinsî temasdan sonra küçük abdest bozmalı, el ve avret yerini yıkamalıdır, bir şey yenilip içilecekse ağız da yıkanır. İhtilam oldukdan sonra da cinsî temas yapılacaksa böyle davranmalıdır. Temasdan sonra uyumak isteyen de böyle yapar. Temasdan sonra gusletmeden uyumak câizdir, gusletmek ise en güzelidir. Yine, cünüpken tırnak kesilmesi, vücuddaki tüylerin ve sakalların giderilmesi de uygun değildir. Eşlerin Tatmini: Cinsî yakınlıkta erkeğin tatmîn olmasında fazla zorluk yoktur. Birçok kadınlar, evlilik münasebetlerinde tatmîn edilmemiş vaziyette kalırlar. Hakikatte erkeğin cinsî başarısı ve eşini tatmîn için, fazla kudret ve uzvî ölçülere ihtiyacı yoktur. Biraz cinsî teknik ve normal erkeklik vasfını taşıyan, ilişkilerde gerekli faaliyet gücünü kendinde bulan her erkek, bu yolda başarı imkânına sâhibdir. Kadının zevk bölgesi yüzeye çok yakın olduğu için erkeklik organı normaldan küçük bile olsa cinsî tatmine mâni' değildir. Evlilik hayatında pek az tatmîn olabilen, hattâ hiç olmayan kadınlar da vardır. Kadının bu hâlden mahrumiyeti, ara-sıra ve bilhassa kadın daha uyanmadan oluyorsa, pek zarar vermez. Esâsen orgazma ulaşmadan da acele edilmedikçe kadının kâfi derecede zevk ve rahatlığa kavuşması mümkündür. Fakat sık sık tatmînsiz bırakılırsa ve bilhassa iyice duygulanma safhasında temas kesilirse, kadının huzurunu kaçırır. Bu da, evlilik saâdetine zarar verir. Cinsî tatmînsizliğe mâruz kalan kadın, sinir gerginliğinin verdiği ıztırabla, çok zaman uykusuz kalır. Gittikçe erkeğiyle münasebete çekinmeye başlar; ona olan sevgi ve itimâdı sarsılır. Neticede sıkıntı, sinir bozukluğu ve ba'zı sabırsız kadınlarda ihânete yol açar. Bu durum devam ederse, evlilik hayatı tadını kaybeder. Erkeklerin pek çoğu, bu noktada gaflete düşüyorlar. Yapılan tesbîtlere göre, evli erkeklerin ancak yüzde yirmisi, bu hususta gereken şartlara riâyet etmektedir. Erkekleriyle geçinemeyen kadınların yüzde doksanı da, cinsî tatmîni bulamayan kadınlardır. Tabiî ki, çeşitli anlaşmazlıklar da bu tatmînsizliğe sebeb teşkîl eder. Temasda kadının boşalması ve tatmîni: Sık nefes, mahrem bölgede hafiften kasılmalar ve gevşeyip rahatlama gibi hâllerden belli olur. Bunlar sezilmiyorsa, onun tatmîn olmadığı bilinmelidir. Kadındaki bu hâlin birkaç sebebi olmakla beraber, en mühim sebeb, erkeğin sabırsızlık ve dikkatsizliğidir. En önemli çâresi de, erkeğin cinsî temas tekniğini gerektiği kadar bilmesi ve dikkat etmesidir. Bu teknik için verdiğimiz izahat kâfidir. Ancak bu iş, evlilik hayatında zamanla kazanılan tecrübelerle gelişir. İlk safhada mükemmellik beklenmez. Orgazm: Orgazm beraberliğin en mühim hadisesidir. En başta gelen problem de budur. Bunu beceremiyen neticeye varamaz. Bunun için, damdan düşer gibi yapılan bir temas, kadın için büyük hayal kırıklığı ve tatminsizlik demektir. Birleşmede orgazma ulaşan kadın sayısı oranı hayli düşüktür. Ömründe orgazm olmamış kadın sayısı az değildir. Orgazma ulaşamamanın sebebi, ekseriyetle, psikolojik gerginliktir. Cinsî temasın başarısında psikolojik yakınlık ve hazırlığın yanı sıra, uygun yer ve zamanın da büyük önemi vardır. Kaba ve sert olmadan, tatlı bir şekilde yapılan tenbihler (uyarmalar) mutlaka tesirli olur. Sabır, güven, anlayış, sevgi, şefkat, zaman. Bunlar uzun ömürlü ve mutlu bir evliliğin önde gelen şartlarındandır. Bu arada sık sık boşalma noktasına gelebilir. Böyle durumlarda, kendisi hareketi durdurur, eşinin de durmasını, hareket etmemesini söyler ve eşi de ona yardımcı olursa, erken boşalmayı önlemek mümkün olabilir. Sakinleştikten sonra, tekrar devam ederler. Sakinleşmenin, boşalmaya geciktirmenin başka bir yolu da zihni başka yönlere kaydırmaktır. Sanki o anda hanımı ile beraber değil de başka yerde, başka işlerle ilgileniyormuşcasına zihnini dağıtır. Meselâ, yarın yapacağı işleri düşünür. Geçmişteki hoşlanmadığı olayları düşünür. Önce uyarma, sonra gerilimi sona erdirme safhalarından meydana gelen bu metodda, birbirini takip eden tenbih ve durma seansları sırasında, erkek boşalmaksızın, yani orgazma ulaşmaksızın cinsî heyecanın en üst mertebesine çıkmayı öğrenebilir. Bunu geciktirmek, tecrübeyle zamanla öğrenilir. Bu süre ne kadar uzun sürerse, o kadar iyi netice alınmış olur, o kadar faydalı olur. Bu esnada erkek boşalsa bile bu geciktirmeden dolayı organının sertliliği hemen kaybolmaz. Dolayısıyla kadın orgazm olamamış ise bu sırada o da orgazm olmuş, rahatlamış olur. Kısacası erkek kendine her ne metodla olursa olsun hâkim olup, boşalmayı istediği zaman, kadının durumuna göre gerçekleştirmesi gerekir.. Erkek sabırlı davranıp, eşinin hassas bölgelerini tahrik ederek, onun da cinsî tatmine erişmesi için gayret gösterirse, zamanla kendi orgazmını geciktirmeyi öğrenebilir. İradesine hâkim olarak, gerekli ayarlamayı yapabilir. Genellikle penisin hazneye girmesi ile iki-üç dakikayı bulmadan boşalma mümkündür. Buna meydan vermemek için, erkeğin iradesine hakim olarak penisi dışarı çekmesi veya hareketsiz durması gerekir. Bu esnada 10-30 saniye kadar derin derin nefes almalıdır. Yarım dakikalık bir duraklama, genellikle boşalma isteğini geriletir. Bu hususta bir başka tavsiye, sıkma metodudur. "Tehlikeli" an gelmeden önce, penisin dibi, yani torbaların altı ile makat arasındaki perine bölgesi sıkılır. İşaret ve orta parmak kullanılarak yapılacak bu tazyik, boşalmayı geciktirici bir tesir yapar. Şu da unutulmamalıdır ki, kadının mutlaka orgazm olmasını beklemek de yanlıştır. Belirtilen şartlarda yapılan bir birleşemede kadın rahatlar. Zaten her defasında kadının orgazm olması da çok zordur. Her defasında orgazm olması kadını yıpratır. Bunun için kadın zaten her beraberlikte bunu beklemez. Psikologlar "mutlaka orgazm" demenin yanlış olduğu belirtmektedirler. Orgazm önemli olmakla beraber dikkatin devamlı orgazm üzerine çekmek de yanlış olur. Bu konudaki zorlama cinsî beraberliğe menfi tesir edebilir. Kısacası "cinsî birleşme eşittir orgazm" demek değildir. Orgazmda mühim olan bunun ehemmiyetini bilip kadını bundan tamemen mahrum etmemektir. Tekerrür Zamanı: Cinsî yakınlığın tekerrür zamanı ve mikdârı hususunda kesin rakam söylemek mümkün değildir; ahvâl ve şartlara göre değişik olur. Ancak bundaki umumî ölçü şudur: Kendiliğinden uyanan ve sonunda yorgunluk vermeyen, insana ferahlık ve zindelik kazandıran münasebetler, tabiî ölçüde demektir. Hâli ve yaşı müsâid kimseler için bunun muayyen bir sınırı olmamakla beraber, aradan dörtbeş gün geçmeden tekrar edilmemesi yerinde olur. Çünkü erkek, boşalttığı cinsî enerjiyi, ancak bu müddet zarfında kâfi mikdâr doldurur. Cinsî temasların, evli eşler için kırk yaşına kadar, ortalama haftada iki defa normal sayılırken, kırkından sonra haftada bir, ellisinden sonra iki haftada bir, altmıştan sonra ayda bir olması tabiî ölçüde sayılmaktadır. Ancak bunlar kesin ölçüler değildir; her insanın hâl ve şartlarına göre değişiklik gösterir. Kadın haklı olarak, câzib hâlleriyle erkeğine karşı cinsî arzusunu hissettirince, erkeğin onu ihmâl etmeden, yakınlıkta bulunması gerekir. Cinsî münasebetlerin fazla olması, erkeği sıkıntıya sokar. Yorgunluk, hâlsizlik ve dermansızlık yapar. Hele pek genç yaşlardan itibâren bu yoldaki aşırı faaliyetlerle yıllarca israfta bulunanlar, zamanla cinsî kudretlerini kaybedebilirler. Fazlası iyi olmadığı gibi, lüzumsuz cinsî perhiz de iyi değildir. Kullanılmayan kuyunun suyu çekilir, derler. Ayrıca aynı gece peşpeşe cinsî temasda bulunmak bazılarında hâmile kalmaya da engel olabilmektedir. Ayrıca sağda solda çok cima' etmekle öğünmek, ayrıca hanımıyla arasında geçen bu kabil mahrem hadiseleri herkese anlatmak uygun değildir. Yeni evliler ilk gün ve sonraki aylarda çok sık temasta bulunmak gerektiği yolundaki söylentilere kulak asmamalıdır. Bu tür söylentiler hep abartmalarla doludur. Kendi istek, kapasite ve güçlerine göre durumlarını ayarlamalıdırlar. Kendilerini olduklarından fazla "verimli ve randımanlı" göstermek için zorlamaları son derece yanlıştır. Bu bakımdan, rakamlarla uğraşmakta hiçbir fayda yoktur, aksine zararlıdır. Cinsî hayatın sağlıklı bir şekilde devamında beslenmenin büyük önemi vardır. Kötü beslenen şahıslada cinsî istek azalır. İyi beslenenler ise çok ileri yaşlarda bile cinsî iktidarlarını korurlar. Keza yetersiz beslenmenin kadında yumurtlamayı ortadan kaldırarak kısırlığa yol açabildiği de bilinmektedir. Münasebet hamile kadınlarda biraz sınırlı olmalıdır. Hâmile kadın her türlü stresten uzak durmalı ve fazla heyecanlanmamalıdır. Aşırı heyecan ve hareket, zararlı olabilir. Temas sırasında yan pozisyon tercih edilmelidir. Hazneye çok girmemelidir. Ağır, yorucu pozisyonlardan kaçınmaladır. Kadın yan yatmalı, erkek karşısından yine yan yatarak girmelidir, kadın yine yan yatarak bu defa arkasını dönse, erkek de yine yan olarak girse alet çok derine girmeyeceği için çok uygun olur. Karın büyüdükçe pozisyonun şekli daha da önem kazanır. Hamileliğin ilk haftalarında bilhassa günümüzdeki hanımlar çok narin yapılı olduğu için temasdan kaçınmak uygun olabilir, çünki ilk haftalarda düşük yapma ihtimali fazla ve çevrede de yaygındır. Kadın bir kere düşük yapdı mı tekrar sağlıklı bir şekilde hamile kalması zorlaşmaktadır, rahim arızalandığından çocuk rahimde tutunamamakda ve sık sık düşük olmaktadır. Son haftalarda, bilhassa doğuma altı hafta kaldığında doktorlar temasta bulunulmamasını tavsiye ederler. Bu, özellikle enfeksiyon tehlikesine karşı bir tedbirdir. Çocuğun sağlığı ve emniyeti için önem taşır. Gerçi çocuk kuvvetli bir zar ve amnion sıvısı içinde emin bir vasattadır, ama yine de iltihap ihtimaline karşı dikkatli davranılmalıdır. Eşlerden birinin ciddî şekilde hastalanması, ameliyat olması halinde, diğeri anlayışlı olmalı, dikkatli davranmalıdır. Böyle durumlarda doktor tavsiyelerine mutlaka uyulmalıdır. Bu hallerde erkek, kadının göğüslerinden, bacak aralarından istifade ederek boşalıp rahatlayabilir. Şehvetini bu şekilde gidermelidir. Bu halde de olsa kadında aşırı istek varsa, dikkat ederek ilişkiye girmeli onu da rahatlatmalıdır. Bunlar bir tavsiyedir mutlaka uyulacak, ilişki kurulmayacak demek değildir. Cinsel yönden rahat olmayan kadın veya erkek huzursuz olur, sterese girer. Ruhi dengeler bozulur. Ruhen bedenen en güzel rahatlama cimada meydana gelir. Erken Boşalma Meselesi: Erken erken boşalma, ilişkilerde gerçekten bir sıkıntı kaynağıdır. Erkeklerin yarıdan çoğu, erken boşalmadan şikâyetçidir. Bu hâlin devam edip gitmesi -bilhassa kadın hakkında- tatminsizlik ve huzursuzluk doğurur. Erken boşalmanın başlıca sebebleri; acelecilik, yanlış teknik ve fazla heyecan olarak özetlenebilir. . a) Acelecilik: Normal olarak erkeklerde cinsî boşalma, kadından daha hızlıdır ve birkaç dakikada gerçekleşebilir. Bazı kadınların orgazmı da kısa zamanda gerçekleşmekle beraber, çoğunda beş-on dakikalık zamanı alır. Eğer erkek bu noktada acele davranırsa, bir-iki dakika içinde orgazm olup münasebeti bitirir. Halbuki kadın, henüz arzulanan zevk seviyesine yaklaşmamıştır... Bu vaziyetten kurtulmak için, erkeğin ağır davranması zarurîdir. İlk temas başladığı an, bir müddet bekleyip nefes alınır. Sonraki kısımda ise, ihtiyatlı hareketler ve yer yer duraklamalarla kendinî emniyete alarak, boşalmanın geciktirilmesine çalışılır. b) Yanlış teknik: Münasebetin başında gerekli olan heyecanlandırma oyunları ihmâl edilirse, normal olarak kadının orgazmı gecikeceğinden, erkek elbette ki ondan önce inzâl durumuna gelecektir. Bunun için başlangıç oyunlarını gerektiği ölçüde yerine getirmek sûretiyle, aradaki mesâfeyi kapatmak mümkündür. Ayrıca erkekte idrar sıkıntısı varken temasa geçmek de, erken inzâle sebeb olur. O hâlde temasdan evvel abdest bozmak ve avret yerlerini soğuk suyla yıkamak da, inzâlin geciktirilmesinde yardımcı olur. Bir de kendinî arada bir sıkmak sûretiyle, orgazmın hızlanması önlenebilir. Yukarıda da geçtiği üzere, bu sırada başka bir şey, yarın yapacağı iş, geçmişte hoşlanmadığı şeyler, mesela yeni aldığı elbiseyi, okuduğu kitabı, gittiği şehri vs... düşünmek de fayda eder. c) Fazla heyecan: Lüzumsuz telâş ve heyecan, erken inzâli kamçılar. Bu hâl, daha ziyâde zifaf gecesinde ve ilk temaslarda görülür. Merak ve heyecandan itidâlini koruyamayan erkek, erken boşalmayla o anda bir başarısızlığa düşebilir. Fakat bundan telâşlanmaya hâcet yoktur. Zifaf bahsinde belirtildiği gibi, bu olay o an için normaldir ve daha sonra normal dengesini bulacaktır... Cinsî temasdan uzunca bir zaman uzak kalan eşler de, erken boşalmaya daha müsâid duruma gelirler. Bu yüzden erken inzâl engeline takılan erkek, bir müddet sonra ikinci bir teşebbüsle de noksanını tamamlayabilir...İnzâlden sonra bedenleri ayırmadan, bir süre daha tahrîk hâlinde bekleşmek de kâfi gelebilir. Bu ölçüler içinde sabır alışkanlığına devam edilirse, ilişkileri 20-30 dakikaya kadar uzatmak ve birkaç ay içinde erken boşalma sıkıntısından kurtulmak mümkündür. Erken Boşalma Sorunundan Nasıl Kurtuluruz? Prof. Dr. Sabahattin Aydın Bu soruya cevap verebilmek için önce kısa bir şekilde erken boşalmaya yol açan veya zemin hazırlayan etmenlere bir göz atmakta yarar görüyorum. Erkeğin boşalmasını hızlandıracak çeşitli etmenler söz konusudur. Ne kadar genç olursa, o derecede erken boşalması beklenir. Yine heyecan düzeyine bağlı olarak ve bununla ilişkili bir şekilde eşinin daha istekli, uyarıcı olması ve heyecan uyandırması ile boşalma süresi kısalır. Önceki boşalmadan sonra aradan geçen süre uzunsa, erkeğin boşalmasını kontrol etmesi zorlaşır ve daha çabuk orgazma ulaşır. Birleşme esnasındaki gidip gelmeler hızlandıkça boşalma ihtimali de artar. Kaygılı, sinirli ruh hali erken boşalma nedenleri arasındadır. Sonuçta yeni evlenmiş, uzun süredir veya hiç cinsel ilişkide bulunmamış, genç, cinsel heyecanı yüksek, istekli bir adam, biraz heyecanlı, biraz tedirgin bir şekilde hızlı bir cinsel birleşmeye meylederse erken boşalma riski altındadır. Evliliklerin çoğunda böyle anlar olması hiç de şaşırtıcı olmamalıdır. Peki karşılıklı memnuniyet içinde bir cinsel hayat sürdürürken birden ortaya çıkan erken boşalma sorunu neden oluyor? Cinsel ilişkide rol alan tüm fizyolojik olayların zihinsel fonksiyonların ve duyguların kontrolü altında olduğunu unutmamak gerekir. İnsan cinsel işlevi yerine getiren bir robot değildir ki, programlandığı şekilde devam etsin. Her şey normal seyrinde giderken bir akşam eve günün stresinden bunalmış, yorgun ve sıkıntılı bir halde gelmiş bir erkek düşünün. Eşiyle cinsel ilişki içine girdiği zaman dahi bir yığın sorun zihnini kurcalamaya devam ediyor. Kısa süren bir sevişme erken boşalma ile sonlanıyor. Daha sonraki gecelerden birinde eşiyle tekrar yatağa girdiğinde aynı stresi yaşamıyor, ama bu sefer acaba yine başarısız mı olacağım, boşalmamı kontrol edebilecek miyim? gibi sorular aklına geliyor. Bu kaygı söz konusu şahsın öncekinden daha erken boşalmasına yol açacaktır. Böylece bir kısır döngü içine girer: başarısızlık korkusunu takip eden performans anksiyetesi ve onun sonucunda yine başarısızlık olan bir kısır döngü. Boşalmayı geciktirmek amacı ile çeşitli ilaçlar denenmiştir. Lokal uyuşturucu kremler veya spreyler bunların başında gelmektedir. Ancak sadece penisin üzerindeki sinir uçlarını uyuşturmak fazla yarar sağlamaz. Ereksiyon ve ejekülasyonun tüm otonom sinir sistemini ilgilendirdiğini unutmayalım. Esas büyük cinsel organın iki bacak arasında değil, iki kulak arasında olduğunu söyleyenlerin iddiasını hafife almamak gerekir. Ayrıca bu tür ilaçlar, lokal uyuşturucu etkisi ile boşalmayı geciktirmekten çok penisin duyarlığını azalttığı için, temastan duyulan cinsel zevki azaltmaktadır. Bu lokal uyuşturucu maddeler cinsel birleşme esnasında vajen duvarından emilerek bu dokuların hassasiyetini azalttıklarından, kadının orgazm olmasında gecikmeye yol açmakta ve sorunu adeta pekiştirmektedir. Bu yüzden bu tür sprey ve kremler tıbbi pratikte çok yaygın kullanım alanı bulmamaktadır. Ancak, bütün bunlara rağmen evliliğin ilk günlerinde bunları, organlara vazelin sürerek (vazelin, kayanlığı sağladığı için birleşme kolay olur) geçici olarak prezervatif ile kullanmakta fayda vardır. Prezervatif kullanılmasının boşalmayı geciktirmede yararlı olduğunu bilinmektedir. Bal, pekmez, fındık, ceviz gibi kuvvetli gıdalar ile de takviya yapılmalıdır. Uyku tam ve düzenli olmalıdır. Son zamanlarda depresyon tedavisinde kullanılan bazı ilaçların yan etki olarak boşalmayı geciktirdiği fark edilmiş ve bu ilaçlar tedavide kullanılmaya başlanmıştır. Bu ilaçlardan hastalar yarar görmektedir. Ancak boşalma kontrolunda sırf ilaca dayalı bir tedavi yararlı olsa da, ömür boyu ilaç kullanmanın zorluğu nedeniyle cazip görülmemektedir. Aslında boşalmayı kontrol edebilme bir öğrenme sorunudur. Hastanın bu öğrenimine yardımcı olmak amacıyla ilaçla tedavi edilmesi, veya daha doğru bir ifade ile, tedaviye ilaç eklenmesi doğru bir yaklaşımdır. Yani esas olan, erkeğin kendini ve eşini memnun edecek şekilde boşalmasını kontrol edebilmeyi öğrenmesidir. Asıl problem, erken boşalmanın bir hastalık olarak kabul edilmesindedir. Erken boşalma tanısına yol açan boşalma zamanı ile ilgili erken ve geç kavramları göreceli olduğuna göre, erkeğin orgazm olarak boşalabilmesi, ister geç kabul edilsin ister erken, cinsel işlevin doğal olduğunu gösterir. Genç ve yeni evli olanlar başta olmak üzere erkeklerde çok sık görülen erken boşalma yakınması, yanlış bir şekilde, cinsel işlev bozukluğu olarak kabul görmektedir. Bu yaklaşım doğal bir olayı bir hastalığa dönüştürmektedir. Olay bir bozukluk, bir hastalık kabul edilince, bu yakınmayla doktora başvuran erkekler, verilecek bir ilaçla tedavi edilecekleri beklentisi içine girerler. Her erkeğin aynı duyarlıkta olmadığı, aynı cinsel tepkiyi vermediği bir gerçektir. Yukarıda belirtildiği gibi, fazla cinsel heyecan duyan ve psikolojik anksiyete içindeki erkekler daha erken boşalır. Öyleyse, boşalmayı kontrol etmek öğrenimi içinde öncelikle cinsel heyecanı yatıştırma ve sakinleşmek gelir. Hem zihnen hem bedenen gevşemek, sakinleşmek önemli oranda yardımcıdır. Sık cinsel birleşmede bulunmak boşalma aralarını ve dolayısı ile duyarlılığı azaltacaktır. Cinsel birleşme anında erkeğin pozisyonunun boşalma üzerine etkisi vardır. Bu yüzden bazı pozisyonlarda boşalma daha hızlı olmaktadır. Erkeğin üstte olduğu klasik cinsel birleşme pozisyonu (misyoner pozisyonu) boşalmanın geciktirilmesi için elverişli bir pozisyon değildir. Daha rahat olduğu, kolay gevşeyebildiği ve efor harcamadığı bir pozisyonda erkek boşalmasını daha rahat kontrol edebilir. Tedavi için önerilen en basit yöntem, sevişme esnasında erkeğin boşalma anına yaklaştığını hissettiği zaman, penisin ucunu (glans) iki parmağı arasında sıkarak vücuttaki cinsel heyecanın azalmasını bir süre beklemesi ve yeteri kadar gevşedikten sonra tekrar sevişmeye başlamasıdır. Bu yöntem uygulanırken bekleme anında derin derin nefes alınmasının da yararı olmaktadır. Bu amaçla telkin edilen egzersizlerin başında ‘başla-dur’ (start-stop) metodu gelmektedir. Bu metodda erkek kendi durumunu, beden fonksiyonunu gözleyip, dönülmez yola giriş anını iyi belirlemeli ve bu ana odaklanmalıdır. Kendi iç değişikliklerini iyi tanıması ve vücudunun kontroldan çıkarak üstünden atlayıp orgazma ulaşacağı eşiğe yaklaşmakta olduğunu fark etmelidir. Bunun için gevşemek ve kendi bedenine konsantre olmak gerekir. Eşinin cinsel tepkilerini, kendine karşılık verişini düşünmeden, adete kendini bedenine hapsedip, cinsel uyarılarla kendinin çözülüşünü seyretmelidir. Bu şekilde boşalma olmadan önce sevişmeyi, cinsel uyarılmayı durdurur. Zirveye varıp hızlı bir inişe geçmek üzere dağın dik yamacından gittikçe yükselirken, tam zirve öncesi yeniden geriye doğru kayarcasına orgazmdan uzaklaşır. Biraz durup geri kayışını iyice gördükten sonra yeniden sevişmeye, uyarılmaya başlar. Her sevişmede bu şekilde dört, beş denemeden sonra boşalacak şekilde kendini gevşek bırakır. Uyumlu bir eşin yardımıyla uygulanan başla-dur tekniği iyi sonuç vermektedir. Bu yöntemlerle sonuç alınamazsa, bir terapistin kontrolunda eşlerin birlikte yerine getirebileceği uygulamalar vardır. Bu uygulamalar eşlere tarif edilerek ‘ev ödevi’ şeklinde yapmaları istenir. Öncelikle cinsel birleşme yasaklanıp erkeğin boşalma refleksini kontrol etmeyi öğrenmesini sağlayacak egzersizler yaptırılır. Herhangi bir kaydırıcı kullanmaksızın kuru olarak eşinin elle penisi uyarması istenir. Birkaç denemeden sonra bu uyarmada kaydırıcı kremler kullanılması önerilir; ancak uyarı yine elle yapılır. Tüm bu uyarılarda yukarıda anlatıldığı şekilde dönüşümsüz orgazm eşiğine varmadan uyarı kesilip duyarlığın azalması beklenir. Burada erkek yeteri kadar sakinleştiğini eşine belirterek yeniden uyarıya başlamasını sağlar. Dolayısı ile bu egzersizlerde ne zaman başlanacağı ve ne zaman durulacağını bilmek için eşlerin iyi iletişim içinde olmaları gerekir. Görüldüğü gibi bu egzersizler esnasında cinsel ilişkiye devam edilmekte ama cinsel birleşme (duhul) yasaklanmaktadır. Eşler cinsel ilişkilerini cinsel birleşmeye hedefli bir eylem olarak ele almaktan uzak duracaklardır. Erkek dönüşümsüz ana yaklaştığını iyi fark etmeyi öğrenip, heyecanını daha iyi kontrol altına aldığı ve gevşemeyi öğrendiği zaman ikinci basmak ödeve geçilir. Hareketsiz ve tamamen gevşemiş bir şekilde sırt üstü yatar vaziyette iken eşi eliyle bir iki kez başla-dur egzersizini uyguladıktan sonra, kadın üste çıkar ve oturur vaziyette penisin vajen içine girişi sağlanır. Bu esnada eşlerin her ikisi de heyecana kapılarak hareket etmekten kaçınırlar. Bu sükunet erkeğin kendisini tamamen gevşemiş ve boşalmanın kontrol altında olduğunu hissetmesine kadar devam eder. Sonra kadın, erkeğin orgazma giden seyahatte bulunduğu yeri kontrol ederek vücut hareketleri ile uyarmaya başlar. Bu esnada erkek sakin olmalı ve kendi durumu ve bulunduğu düzeyle ilgili olarak gerekirse kadını yönlendirmelidir. Kalçalarından eli ile tutarak kadının hareketlerini kolaylıkla kontrol edebilir. Bu tür egzersizler yardımı ile öğrenme haftalarca sürebilmektedir. Bu konuda eşlerin istekli ve sabırlı olmaları gerekir. Erken boşalma yakınmasıyla doktorunuza başvurduğunuzda, bu egzersizlerle ilgili çok daha detaylı ve kapsamlı bilgiler edineceğinizi umarız. Bu egzersizler sonucunda boşalmada yeteri kadar geciktirme sağlanınca, ‘iyileştim’ ön yargısı ile hareket etmek doğru değildir. Israrla vurguladığımız gibi erken boşalma bir hastalık olmadığına göre, boşalmanın geciktirilmesi, bir hastalıktan kurtuluş değildir. Böyle bir yargı, ardından gelen cinsel ilişkilerde öğrenilenlerin ihmal edilmesiyle heyecanın artmasına ve sorunun tekrarlamasına yol açabilir. Aslında en doğru olanı, erkeklerin boşalma kontrolü sağlamayı öğrenmesi ve bu tecrübelerini her cinsel ilişkide kullanmaya çalışmasıdır. İktidarsızlık: Esas itibariyle, yaşı geçkin olmayan erkeklerin "ereksiyon", yani cinsî organın sertleşmesinde zorluk çekmeleridir. Bunun bir şekli de, ereksiyona geçme, ancak cinsî temasın ortasında penisin "yumuşama"sıdır. Bu bozukluğun bazen penise kan iletimini düzenleyen prostat bezinden kaynaklanan fizyolojik bir temeli vardır. Ancak çoğunlukla nedeni fizyolojik değil, psikolojiktir. Bunun ölçüsü de, erkeğin, her sağlıklı erkekte görülen "sabah erken" ereksiyonunda bulunup bulunmadığıdır. Yani sabahleyin kalkdığında aletini sertleşmiş bulup bulmadığıdır. Bulunabiliyorsa, iktidarsızlığın nedeni fizyolojik değil psikolojiktir. Başta kendine itimadsızlık, suçluluk hissi, eşinden bıkma gibi sebeblerle gelir, ancak çok çeşitli etmenlerin yol açabileceği iktidarsızlığın önemli bir kaynağı da alkol ve sigaradır. Öte yandan, yaş ilerledikçe, erkeklerin penislerini hem dikelme açısı hem de ereksiyonda bulunabilme süresi, penisi sertleştiren damarların deformasyonu sonucu, azalır. Erken boşalma aslında fizyolojik bir bozukluk değildir ve birçok durumda, erkek ile kadın arasındaki orgazm müddetinin farkından kaynaklanan bir hususdur. Erken boşalan erkek, umumiyetle çok çabuk uyarılabilen ve çok hızlı bir ereksiyona sahiptir. Aşırı heyecan neticesi, daha soyunmaya bile fırsat bulamadan boşalan erkekler görülmüştür. Ancak, sahici bir bozukluk olmadığından, eşlerinin de anlayış göstermesiyle erken boşalan erkekler kendi kendilerini terbiye edebilirler. Burada mühim olan, aşırı uyarıcı durumlardan kaçınmak, sakin olmaya çalışmak ve cinsî teması mümkün olduğu kadar yavaş yavaş hareketlerle gerçekleştirmektir. Cinsî istekte tutukluk, penisin sertleşmemesi veya sertleşmenin kısa sürmesi, normal bir cinsî temas devam ederken isteğin âniden kaybolması gibi iktidarsızlık hallerinin çoğu, psikolojik sebeplere dayanır. bunun altında çoğunlukla başaramama korkusu ve yanlış saplantılar yatar. Sağlıklı ve kâfi bir cinsî terbiye alınamayışından da kaynaklanan bu korku, genç yaştaki erkeklerde geçici iktidarsızlıklara meydan verebilir. Nitekim sinirli, heyecanlı, hassas ve evhamlı şahıslarda iktidarsızlık çok görülür. Bu gibi erkekler bir defa başarısız olduktan sonra, korkuları ve heyecanları iyice artar. Hattâ aşağılık kompleksine bile kapılabilirler. Çünki her münasebette hormonlar yeniden faaliyete geçirildiğinden, evlilik hayatında belirli ve düzenli aralıklarla devam ettiren cinsî hayat, cinsî iktidarın da uzun ömürlü olmasını sağlar. Yeni evli erkek ilk gecenin psikolojisiyle böyle bir problem yaşayabilir, cinsî arzu duyduğu halde î arzu duyduğu halde âleti sertleşmeyebilir. Bu husus bir müddet de devam edebilir. Bunun sebebi de psikolojiktir. Ayrıca büyü ve nazarın da rolü olabilir. Bu durumda bir doktora gidip ilaç almak faydalı olur. Cinsî gücü arttırmaya dönük ilâçların tesiri bir yere kadardır. Ve bu gibi ilâçlar da rast gele kullanılmamalı, mümkün mertebe tabiî ve fıtrî tedbirlere müracaat edilmelidir. İktidarsızlıklığın sebebleri topluca şöyledir: 1- Uzun müddet, aşırı derecede münasebette bulunmanın sebeb olduğu fazla israf; 2- Sinir yollarını tahrib eden ve vücudu eriten ba'zı yıpratıcı hastalıklar; 3- İlmî ve fikri mes'eleler üzerinde, fazla çalışma neticesinde hâsıl olan yorgunluğa bağlı geçici ârıza; 4- Gebeliğe mâni olmak için, ba'zı erkekler tarafından kullanılan prezervatif. Çocuk olmasını istemiyen eşlerin o esnada ya hamile kalırsa endişesi de soğukluk meydana getirir. Bunun için önceden eşler anlaşıp tetbir alıp almıyacaklarına karar vermelidirler. 5- Yaşlanmaktan dolayı ortaya çıkan tabiî iktidarsızlık . 6- Çeşitli sebeblerle ortaya çıkan şiddetli korku ve endişeler; 7- Fazla duygulanma ve sinirlenmelere bağlı heyecan ve asabiyet; 8-Tiksinmekten doğan nefret, hissi veya aşırı sevgi ve şefkat hâlinde beliren hürmet hissi.. İktidarsızlık sebebleri sâdece bunlar değildir. Ruhî ve bedenî daha başka sebebler de bahis konusudur. Meselâ gıdasızlık, vücud yorgunluğu, alkollü içkiler, sigara düşkünlüğü, keyif verici ve uyuşturucu maddeler, ba'zı tatsız hâtıralar, hattâ sihir de iktidarsızlık sebebi olabilir. Kendine mahsus tedâvisi vardır. İktidarsızlık ârızaları -ihtiyarlık hâriç- ekseriyetle geçicidir ve hemen hemen hepsinin de çâresi vardır. Doğru teşhis konduktan sonra, yarı yarıya tedâvisi sağlanmış demektir. a) Bedenî tedâvi: Bedenî ârızalar içindir. Kuvvetli gıda, muntazam uyku ve istirahat, bir müddet cinsî yakınlıktan uzak kalmak, temiz hava seyahatleri, ılık su, deniz ve kaplıca banyoları... Ayrıca cinsî arzuyu arttıran kuvvet macunları ve faydalı ilâçlar da vardır. Fakat ilâçlar son çâredir; mecbur kalmadıkça başvurmamalı, daha ziyâde tabiî maddelerle gıdalanmalıdır. b) Ruhî tedâvi: Ruhî hâdiselerden dolayı zuhûr eden iktidarsızlığın tedâvisinde en iyi hekim, yine o şahsın kendisi sayılır. İktidarsız olduğuna iyice inanan, hakikaten öyle oluverir. Böyle bir kanâatten sıyrıldığı zaman da, bu dertten kurtulabilir. Bir de adamın anlayışlı hanımı, bu derdin devâsında yardımcı olabilir. c) İlaç ve besin takviyesi Beslenme ve vitamin takviyesi yararlıdır. B6 ile birlikte diğer B vitaminleri, A vitamini, F vitamini, demir ihtiva eden gıda ve ilâçlar, proteince zengin gıdalar faydalıdır. Padişah macunu diye bilinen gıda ve ilâçlar genel olarak kalori bakımından zengin ve beslenme yetersizliğinden doğan ciddî problemleri bertaraf edebilecek vasıftadır. Aynı şekilde bal, pekmez, helva gibi besinler de faydalı olur. Burada dikkat edilmesi gereken bazı hususlar şunlardır:Beslenmeye ve vitamin eksikliklerine dikkat edilmelidir.Psikolojik faktörlerin rolünü düşünerek, asabî gerginlik, endişe ve korkulardan uzak durulmalıdır. Aşırı ve ihtiraslı çocuk isteğinin dahi geçici kısırlık sebebi olabileceği bilinmelidir. Bilhassa genç kızlar ve kadınlar taş ve rutubetli zeminlerde çalışmamalı, oturmamalı, ayaklar başta olmak üzere vücutlarını soğuktan korumalıdırlar. Banyo, deniz, kaplıca sonrasında ıslak dolaşmamalı, hemen kurulanmalıdır. Âdet zamanlarında denize, havuza, kaplıcaya girmemeli, bugünlerde temizliğe âzamî dikkat etmelidir. İçi su dolu küvette banyo yapmamalıdır. Yağmurlu, karlı ve soğuk havalarda ayaklar sıcak tutulmalı, tercihen yün çorap ve çizme giyilmelidir. Naylon veya sentetik iç çamaşırlarından sakınmalı, yünlü ve sıcak tutan iç giyimler tercih edilmelidir. Âdet günlerinde kullanılan bez, pamuk ve petler sık sık değiştirilmelidir. Muayyen günlerde aşırı yorucu beden faaliyetlerinden kaçınmalı, istirahat etmelidir. Ba'zı kadınlar, cinsîyet hissi bakımından soğuk olurlar, münasebetlerinden bir zevk almazlar. Bu durum: Kadında üreme uzuvlarının olgunlaşmaması, erkeğin, cinsî temasda kabalık gösterip kadını hırpalaması, onun cinsî hayatta devamlı tatmînsiz bırakılması... gibi çeşitli sebeblerden ileri gelebilir. Bilhassa erkeğin zevcesine karşı samimî sevgi ve alâkasının, bu menfî soğukluğu gidermekte mühim te'sîri vardır. Bir iktidarsızlık olayı: Bir genç endişeli ve kederli hâlet-i ruhiye içinde sordu: - Doktor bey, hiç ümit yok mu? Eski kudretimi tekrar elde etmek için bir çâre bulunamaz mı? Bana cinsî iktidarını kaybettiğini söyleyerek mürâcaat eden erkek, sağlam yapılı, atletik vücutlu, 35 yaşında entellektüel gençti. Evleneli 2 yıl olmuş, ilk yıl, hiçbir iktidarsızlık alâmeti görülmemiş. - Altı aydanberi kendimi iktidarsız hissetmeye başladım. Bütün tenbihlere rağmen, hafif derecede bir uyanmayı müteakip hemen inzâl oluyorum. Bu hâl, karımın âsabını bozduğu gibi, beni de son derece üzüyor. Geceleri uyuyamıyorum! Gündüzleri istekle işime devam edemiyorum. Bütün hayat neş'emi kaybettim. Bu yüzden bozulan sinirlerim beni perişan ediyor. Cinsi temas hususundaki cesaretim o kadar kırıldı ki, karımla yüz yüze gelmekten çekiniyorum. Bir yatakta yatmaktan korkuyorum. Mürâcaat ettiğim doktorlar, ba'zı iğneler verdiler. Onları yaptırdım. Ağızdan daha birtakım ilâçlar aldım. Hiçbiri fayda vermedi. Hasta, esaslı bir muâyeneye tâbi tutuldu. Uzvî bir bozukluk bulunamadı. - İktidarsızlığa sebeb olan organik sebeblerden hiçbiri sizde mevcut değil. Hiçbir uzvî kusur müşâhede edilmediğine göre, bu iktidarsızlığın sebebi ruhîdir. Hastamızla böyle konuşurken, çocuğu olup olmadığını sordum. Benim bu suâlim cevapsız kaldı. Aynı suali tekrar ettiğim zaman, uzuncu bir sükûttan sonra tereddütle, olmadığını söyledi. Bu sükût ve tereddüt beni düşündürdü. Niçin olmadı suâlimi de cevapsız kalınca, mühim bir nokta üzerinde bulunduğumu anladım. - Siz mi çocuk yapmak istemediniz, yoksa istediniz de olmadı mı? - Bunun hastalığımla bir irtibatı yok, diyerek sözümü başka mecraya dökmek istedi. Bence bu sükût, tereddüt ve bahsi değiştirmek isteği, mühim bir ipucu olabilirdi. Bunun için hastayı incitmeden zorladım. Şöyle anlattı: - Evliliğimizi takibeden bir buçuk sene zarfında, çocuk yapmamak için ilişkilerde tedbir aldık. Evliliğimizin bu ilk senelerinde çocuk yapmak istemiyordum. Bu müdet içinde her ikimiz de tam bir tatmîn duyuyorduk. Bir akşam bir dostumuz bize ziyârete geldi. Bunların sevimli bir çocukları vardı. Her ikimiz de çocukla alâkadar olduk. Bilhassa karım, ona kaşı aşırı derecede bir sevgi gösterdi. Misafirimiz gittikten sonra, "Bizim de bir çocuğumuz olsa, ne kadar iyi olur. Artık bir çocuk yapmak zamanımız geldi" dedi. O gece ilk defa olarak kendimde bir acz hissettim. Bütün arzuma rağmen, zorla cinsî teması te'mîn edebildim. Müteakip gecelerde, bâriz bir iktidarsızlık içine girdim. Bu hâl, son derece asâbımı bozdu. Ve işte artık mahvolmuş bir insanım. Bu iktidarsızlığın, karısının çocuk yapma arzusunun şiddetle tezahür ettiği gece birdenbire başlamış olması, üzerinde durulacak önemli bir nokta idi. - Anlattığınıza göre, karınızın çocuk yapma isteği sizde mühim bir ruhî sarsıntı yaparak bir iktidarsızlık tevlîd etmiş. Acaba hayatınızda sizi çocuktan nefret ettiren bir sebeb mi var? - Hayır, bilâkis çocukları çok severim. Ve benim de bir çocuğum olmasını çok isterim. - O halde neden karınızın bu isteği, sizde böyle bir iktidarsızlık şeklinde tecelli etmiştir? Hastamız yine bir sükût vakfesi geçirdi. Sözüme devam ettim: - Bu hususta ne düşünüyorsunuz? Gözleri, uzaklardaki bir noktaya takılmış olarak, yine uzunca bir sükûtten sonra konuştu: - Ben evlenmeden on sene önce, belsoğukluğu hastalığına yakalanmıştım. Hemen tedâvi ettirdim. Tedâvi bittikten sonra doktor, benim çocuğumun olmayacağını söyledi. Bu söz, bende büyük bir te'sîr yaptı. Başka bir doktora gittim. Bu da muâyene yaptıktan sonra, meninin içindeki hayvancıkların büyük bir kısmının cansız olduğunu ve çocuk yapma kabiliyetimin, hemen hemen kaybolduğunu söyledi. Bu teşhîs beni son derece üzdüyse de, bir müddet sonra buna alıştım. Gençtim. Belki bir gün menimin çocuk yapma kabiliyetini kazanabileceğini düşünerek, bu olayı unuttum. Başka bir kusurum yoktu. İktidarım yerindeydi. Fakat kısırlık kusuru dolayısıyla, emsâlim arasında daha dün bir mevkide bulunduğum düşüncesi, zaman zaman beni rahatsız ediyordu. Kendimi küçük ve âciz görmeye başladım. Bu his, evlenmek hususunda beni dâima tereddüte sevk ediyordu. Evlenmeye cesâret edemiyordum. Şimdiki karımla evlendim. Evlendikten sonra, bir müddet çocuk yapmamak için karımı ikna ettim. O da uygun buldu. Lâkin bir gün, biraz önce anlattığım olay vuku buldu. Ve beni bugün gördüğünüz perişan duruma sürükledi. Mes'ele anlaşılmıştı. Hastaya bir meni muâyenesi yapılması lüzumu bildirilerek, selâhiyetli bir arkadaşla birlikte misroskopik muâyene yapıldı. Mikroskop altında spermlerin canlı ve hareketli şekilleri görülüyordu. Hastaya da bu hareketli mahlûklar gösterildi. Bunun, hiçbir zaman kısır bir insanda mevcud olamayacağı söylendiği zaman yüzünde büyük bir sevinç ifâdesi belirdi. - Gözlerinizle gördünüz ki sizde canlı spermler mevcud. Önceki muâyene belki acele ile yapıldığından, bu hareketli şekiller görülmemiştir. O zaman çocuğunuz olmayacağı düşüncesi, ruhunuzda bir sarsıntı yapmış ve bu, zamanla şuur altınızda baskıya uğrayarak, siz de bir kompleks (aşağılık duygusu) oluşturmuş. Diğer erkekler gibi olmadığınız, kusurlu olduğunuz fikri zihninizde sâbit bir kanâat hâlinde yerleşmiş. Ve bu yüzden evlenmeyi geciktirdiğiniz gibi, karınızın çocuk yapma arzusunu söndürmeye çalışmışsınız. Nihâyet bu kompleks, o gece karınızın çocuk yapma isteği karşısında, şuurunuza bir cinsî iktidarsızlık hâlinde çıkmıştır. İktidarsızlığa sebeb olan, böyle bir şeyin sizde mevcud olmadığı anlaşıldı. Siz iktidarsız bir erkek değilsiniz. Kendisine hiçbir ilâç tavsiye etmedim. Hastayı tekrar gördüğümüzde, iktidarsızlıktan eser kalmadığını, büyük bir şükran hissiyle söyledi. Doğum Kontrolü: Doğum kontrolüne izin verecek olan kadındır, nitekim kaynaklarda bir kadın râzı olmadan bu yola gitmenin dinen uygun olmadığı bildirilmektedir. Burada ta'kib edilen yolların en eskisi azl yani meniyi tam inzal anında dışarı akıtmaktır. Bu, usul çoğu zaman müsbet netice vermemektedir. Birkaç damla meninin içeri gitmesi hamilelik için yetebilir. Öte yandan bu husus temas anında sıkıntı, stres doğurmakta, tam manasıyla lezzet almayı çoğu zaman engellemektedir. Prezervatif kullanmak hem kolay, hem ucuz ve hem de emin olup kadına fazla eziyet vermeyen bir usuldür. Ancak ilk zamanlar temas zevkini azaltıcı tesiri vardır. Bu takdirde erkek oturup kadını kucağına alarak temasda bulunursa penis kadının organında daha sıkı bir sürtünmeye maruz kalacağı ve boşalma yukarıya doğru olacağı için alınacak zevk de kadın altta erkek üstte yatarak yapılan temasdakinden daha fazla olacaktır. Burada kaliteli ve ince olanlarının kullanılması tavsiye edilir, böyle olmayanları hem kadın ve erkekde tahriş, yanma ve allerjiye sebebiyet verebilmekte, hem de temas zevkini azaltmaktadır. Bunun haricinde kalan doğum kontrol hapı, spiral, fitil gibi korunma metodları hem prezervatif kadar avantajlı değildir, hem de kadına az da olsu sıkıntı verir. Spiralin haplara nazaran koruma oranı daha yüksektir. Senelerce de kullanılabildiği için çoğu kadın kimse bunu kullanmaktadır. Fakat bazılarına bu zararlı olmaktadır. Beden kabul etmemektedir. Böyle durumda diğer metodrlar kullanılır. Ayrıca lavaj denilen kadının temas sonrası aletinin içini su ile yıkaması da emniyetli olmadığı gibi soğuk almakdan mütevellid bir takım hastalıklara sebebiyet vermektedir. Takvim metodu yani döllenmenin olmadığı tarihleri tesbit edip bu tarihlerde temasda bulunmak ise her zaman müsbet netice vermemektedir, çünki çoğu kadının âdet ve döllenme takvimi çoğu zaman değişken bir hususiyet taşımaktadır. Çocuğunu emziren kadının da çoğu zaman hâmile kalmadığı inancı halk arasında hâkimdir, ancak buna itimad etmemelidir, böyle kadınların da hâmile kaldığı çok olmuştur. Yeni evlilere yapılacak tavsiye ilk başlarda doğum kontrolü yapmamalarıdır. Aksi takdirde ileride çocuk olma ihtimali düşmektedir. Başta doğum kontrolü yapan çoğu çiftin çocuk istediklerinde buna muvaffak olamadıkları görülmüştür. Evliliğin ilk zamanlarında çocuk sahibi olmak, hem kadın için bir meşgale, hem de çiftler arasında uyumu sağlayan bir vesile teşkil etmektedir. Ayrıca kadının turşu, yoğurt, ayran gibi şeyleri çokça yemesi rahimde çocuk teşekkülüne mâni olabilmektedir. Evlilik ve Cinsiyet: Amerika Birleşik Devletleri'nde halkın cinsî bilgiler bakımından en çok aydınlanmış olduğu bu devirde, boşanma nisbetinin görülmemiş bir seviyeye yükselmiş olması çok garip görünebilir. İlk bakışta, bunun tamâmen aksi olması lâzım gelir gibi görülüyor. Hemen dâima boşanmanın, cinsî anlaşmazlıktan ileri geldiğine inanılmıştır. Fakat, cinsî bakımdan mesud bir şekilde anlaşmak için, halkın pek çok samimi ve açık bilgiler edinmiş olduğu bu devirde, boşanma nisbetinin birdenbire düşmüş olması icâb etmez miydi? Bu sualin cevabı şudur: Cinsiyetin evlilikteki rolü, çok mübâlağa edilmiştir. Bilhassa bekârlar tabii olarak evliliği sadece cinsiyetten ibaret zannederler. "Ölüler zanneder ki diriler hep helva yiyor" sözü meşhurdur. Halbuki evlendikden sonra da görüleceği gibi yalnız başına cinsîyet, evliliği meydana getirmez ve getiremeyecektir. Sırf arkadaşlık için evlenen yaşlı çiftler müstesnâ, eşler arasında mes'ud cinsî münâsbetlerin yokluğunun, evlilik hayatını başarısızlığa veya huzursuzluğa mahkûm ettiği doğrudur. Fakat cinsîyetin, aşkın yerini alamayacağı da aynı derecede doğrudur. Halbuki sevgi, evlilikte saâdetin daha zarurî unsurudur. Son yıllarda, mütehassısların, birleşme tekniği bahsine çok ehemmiyet vermeleri, evli çiftleri, evlilikte cinsî ihtisasın, bütün mes'eleleri haledecek sihirli formül olduğu kanaatine sevketmiştir. Cinsî bakımdan soğuk zevceler, beceriksiz kocalar, rûhî baskıların ve tutuklukların tehlikeleri, lüzûmsuz utangaçlık gibi şeylerin pek çok bahsedildiği işitilmekdedir. İşitilen herşey, evlilik saâdetinin yatak odasında kazanıldığı veya kaybedildiği kanâatini uyandırmakdadır. Cinsiyete verilen bu mübâlağalı önem, önceleri mâkul bir şekilde mes'ud olan birçok çiftler arasında soğukluk aşılamıştır. New York'un seçkin kadın hastalıkları mütehassıslarından, Dr.Abraham Stone şöyle der: Bir kadının çok kuvvetli ve derin bir heyecan duymaması, temasdan çok zevk almadığına ve tatmin olmadığına delâlet etmez. Gerçekten ba'zı kadınlar, bir tanıdıktan işitinceye veya bir kitaptan okuyuncaya kadar, bir orgazm mes'elesinin varlığından haberdar değildir. Fakat bir kere bu mes'eleden haberdar olunca, kendi temaslarından tam bir tatmîn elde etmediklerine inandıkları için, telâş ve üzüntüye kapılırlar. Aynı şey, kocalar için de doğrudur. Kadınların temaslar esnâsında nasıl kendilerinden geçtiklerine dâir hayâlî veya gerçek, fakat mübâlağalı veya ballandırılmış yazılar okuyarak, kendi karılarının heyecanlanış tarzına karşı memnuniyetsizlik gösterirler. Aldatıldıklarını hisseder ve karılarının yeter derecede ihtiraslı olmadığından şübhe ederler. İşte bu şübhe ve kederle ba'zı kocalar, karılarında bulamadıkları bu ihtiraslılığı, başka kadınlarda aramaya kalkışır. Evlilikte cinsîyete verilen bu yeni ehemmiyet, evli çiftleri aynı zamanda, vasıf yerine mikdâr üzerinde durmak hatasına sevketmiştir. Birçok kocalar, karılarının cinsî arzularındaki normal iniş ve çıkış devrelerine hiç aldırmadan, her gece cinsî temasda bulunmayı taleb ederek, onlara azâb vermektedirler. Bu erkeklerin çoğu, içlerinden gelen hakikî arzularla değil, fakat sırf erkeklik kudretlerini isbat etme gayesiyle, böyle sık sık talebde bulunmaktadırlar. Cinsî temas tekniklerini inkişaf ettirmeye çalışan ve saâdetini ancak bu yoldan koruyabileceklerine inanan ba'zı çiftlerin, tatmîn edici ve saâdet verici cinsî temasların, herşeyden önce eşlerin ruhî münasebetlerine dayandığını bilmemeleri de tuhaftır. Meselâ kadın, hiç durmadan kocasına dır-dır eder, sonra da onun neden gittikçe iktidarsız kaldığına şaşar. Erkek, akşamları eve geldiği zaman geceyi gazete okumakla geçirir, karısının suallerine mırıldanarak cevap verir, sonra da onun yatakta kendisine karşı soğuk davranmasını acayib karşılar. Hiç şübhe yok ki, cinsiyet mes'eleleri hakkındaki batıdaki eski müteassıb görüş zararlı ve hatalı idi. Fakat birçok ıslahatlarda olduğu gibi, bu sahada da bir uçdan öbür uca sıçranmıştır. Bunun neticesi olarak, evlilikteki saâdeti sâdece cinsiyette aramak yoluna gidilmiş, bu yüzden de evliliğin asıl temeli ve kaynağı olan aşk ve sevgi unutulmuştur. Öbür taraftan, evlilikteki "ideal" cinsî hayatla, yaşanan gerçek cinsî hayatın mukayesesi de, birçok çiftleri memnuniyetsizlik ve tatminsizliğe sevketmektedir. Cinsiyet mes'elesi etrafında koparılan bu gürültü, evlilik mâcerasına yeni atılan birçok gençlere de yanlış bir fikir aşılamıştır. Bütün dikkatlerini, kendilerine birbirine yaklaştıran ve evliliklerini bütün fırtınalara karşı koruyacak olan sevgiye, aşklarının kuvvetlendirilmesine hasredecek yerde, zamanlarının ve enerjilerinin çoğunu, cinsîyet mütehassısları olmak için sarfetmektedirler. Kadın şuna inanıyor: "Eğer cinsî temaslarda ona iyi bir eş olursam, kocam başka kadınlara bakmayacak." Erkek ise şöyle düşünmektedir: "Eğer karımı her zaman tatmîn edersem, ben yanında olmadığım zaman kendisine güvenebilirim." Bu düşüncelere ne tamamen doğru ne de tamamen yanlış denilemez. Yapılan araştırmalar, sadâkatsizliğin başlıca sebebinin her halükârda cinsî değil, ruhî tatminsizliğin de büyük ehemmiyeti olduğu ortaya çıkmıştır. Öyleyse, ızdırabın kökü buradadır. İnanç zayıflığı varsa erkek sevilmediğini veya takdir edilmediğini hissettiği anda, başka bir kadın arama arzusuna kapılır. Kadın için de aynı şey doğrudur. Cinsî âmil, hemen dâima ikinci derecede rol oynamaktadır. Yalnızca cinsiyet yoluyla evlilikte devamlı ve derin bir tatmîn bulma gayreti, boşuna gidecektir. Cinsiyet haftada bir veya iki, nihâyet üç günümüzün yarım, nihâyet bir saatini işgal edebilir. Fakat her hafta uyanık geçirdiğimiz yüz oniki saatin yüz onunu, daha sağlam bir evlilik cevheriyle doldurmak mecburiyetindesiniz: İş, proje, dostluk vs. gibi. İşte bu sahadadır ki, izdivâclar saâdet içinde gelişir veya sefâlet içinde dağılır. Eğer günlük hayatınızda siz kocanıza sevgi gösterir, kocanız da size sevgi ile mukabele ederse, cinsî temaslarınız da bu sevgiyi aksettirecek ve zenginleşecektir. Şimdiye kadar keşfedilmiş olan en iyi temas tekniği, evlendiğiniz insana karşı sıcak, derin bir sevgi ve bağlılık göstermektir. Zinanın başlıca sebebi, ruhî tatminsizliğin büyük önemi olduğu ortaya çıkmıştır. Öyleyse, ızdırabın kökü buradadır. İnanç zayıflığı varsa erkek sevilmediğini veya takdir edilmediğini hissettiği anda, başka bir kadın arama arzusuna kapılır. Kadın için de aynı şey doğrudur. Cinsî âmil, hemen dâima ikinci derecede rol oynar. Eğer günlük hayatında karı koca birbirine sevgi ile mukabele ederse, cinsî ilişkiler de bu sevgiyi aksettirecek ve zenginleşecektir. Şimdiye kadar keşfedilmiş olan en iyi ilişki tekniği, evlendiği insana karşı sıcak, derin bir sevgi ve bağlılık göstermektir. İlişki adabı: Her şehvetin neticesi, kalbi kararttığı ve bunalttığı hâlde, meşrû olarak yapılan cimâ [ilişki], kalbde ferahlık, ruh ve bedende sükûnet ve rahatlık temin eder. Cimâdan asıl maksad, nesil üretme gayesidir ve bundaki zevk de, böyle bir maksada binâen lütf-i İlâhî olarak verilmiştir. Âdâbına riâyet ederek cimâda bulunan eşler, bununla ibâdet sevâbı da kazanır. Nikâhlı olarak yapılan ilişkiye "cimâ" denir; nikâhsız olana "zinâ" denir. Kadının meşru mazeretsiz olarak ilişkiyi kabul etmemesi büyük günahtır. Peygamberimiz, devenin üzerinde bile istese kadının hayır dememesini bildirdi. Dinimize göre kadının birinci vazifesi, daha doğrusu esas görevi budur. Kadın bu görevi gereği gibi yapmaz, erkek zinaya düşerse bu günaha kadın da ortak olur. Bunun için kadın bu görevi eksiksiz yapabilmek için elinden gelen gayreti göstermesi lazımdır. Bu maksatla kadının süslenmesi, kendini cezip hale getirmesi sevaptır. İtici değil çekici olması gerekir. Kılık kıyafetine, temizliğine dikkat etmesi, bunlara dikkat eden yabancı kadınlara kocasının imrenmesine mani olmalıdır. İhtiyaç olduğunda, kadın hayz halinde iken de diz ile göbek arası dışındaki yerlerinden istifâde ederek boşalmak câizdir. Bir kavle göre de, vajinaya değdirmeden buralardan da istifade edebilir. Bütün bunlardan maksat, haram işlemeden şehvetin giderilmesidir. Zinaya veya göz zinasına sebep olacak kapıları kapatmaktır. Cimâda müstehab olanlar: 1- Cimâya Eûzü-Besmele'yle başlamalıdır. Niyeti kendini ve hanımını zinâdan korumak ve hayırlı evlat yetiştirmek olmalıdır! 2- Cimâ başlamadan önce, kadınla kâfi mikdâr oynaşmak ve kadında kuvvetli bir arzu belirdikten sonra başlamak gerekir. Böyle bir başlangıç olmadan cimâda bulunmanın, kadın için cefa olacağı hadîs-i şerifte belirtilmiştir. 3- Cimâ ânında acele etmemeli, kadının tatmin olmasını da beklemelidir! 4- Cimâ bitince hemen çekilmemeli, biraz daha birlikte kalmalı; kadının zevkinin ifâsı için bir miktâr daha eğlenmelidir. 5- Cimâdan sonra tekrar ilişkite bulunmak veya uyumak için, hemen avret yerlerini yıkamalıdır. Ayrıca abdest almak veya gusletmek lâzım değilse de iyi olur. Cimânın pazartesi ve cum'a geceleri olması iyidir. Diğer geceler de câizdir. Cimâda mekruh olanlar: 1- Cimâ esnasında kıbleye ayak dönmek mekruhtur. 2- Yorgan ve benzeri bir örtü olmadan, açıkta çırılçıplak cimâ etmek mekruhtur. 3- Tam cimâ hâlindeyken konuşmak, gülmek, sesi yükseltmek mekruhtur. Bu hâlin çocuk için konuşma aksaklığına sebep olacağı söylenmiştir. Bu konuşmalar, cimâ zevkini kısar ve tatsızlık doğurur. Konuşma ve fısıldaşmalar, başlangıç sırasında olmalıdır. 4- Eşinin ve kendinin avret uzvuna ihtiyaçsız, luzumsuz bakmak mekruhtur. İhtiyaç hâlinde karı koca birbirine tepeden tırnağa bakabilir, okşayabilir. 5- Kamerî ayların ilk, orta ve son gecelerinde cimâ etmemelidir! Şehvetlenip haram işlemek mesela yabancı kadında şehvetle bakma tehlikesi varsa cimâ edilir. Eşler arasında geçen cinsî ilişkilerle ilgili mahrem sırların başkalarına ifşâ edilip yayılması haramdır. Cimâ âdâbı: Ba'zı âdâb kitablarında, cimâ vakitleriyle ilgili zamanlardan ve bu vakitlerin doğacak çocuklar üzerindeki te'sirlerinden bahsedilmiştir. Bunlar dinî bakımdan uyulması gereken bağlayıcı hükümlerden değildir. Fakat bahsedilen vakitlerin gözetilmesi zararlı olmaz, faydalı olur. Cimâ için tavsiye edilen vakitler: Pazartesi, salı, perşembe, cum'a geceleri ve gündüz öğleden önce. Tavsiye edilmeyen vakitler: 1- Hafta içinde pazar gecesi ve çarşamba gecesidir. 2- Kameri aylarının birinci, onbeşinci ve sonuncu geceleri. 3- Ramazan bayramı ve Kurban bayramı geceleri, 4- Berât gecesi; 5- Yola çıkılacak gece; 6- Gündüz öğleden sonra. Bunlar da bir tavsiyedir. Şehvetlenip haram işlemek mesela yabancı kadında şehvetle bakma tehlikesi varsa mekruh olmaz. Bilakis beraber olmak lazım olur. Güne, zamana bakılmaz. Cimâ için yasak olmamakla beraber uygun görülmeyen hâller: 1- Zevcenin rızâsı yoksa. 3- Abdesti sıkışıksa.4- Fazla tok, hasta ve yorgun ise. 5- Çok soğuk ve çok sıcaksa. Tehir etmek iyi olur. Cimada diğer edebleri: Kendini haramdan korumayı, halâl ile yetinmeye niyyet etmeli, cima ederken şeytandan Allahü teâlâ'ya sığınıp, (Bismillâhi Allahümme cennibnâ-ş-şeytâne ve cennibi-ş-şeytâne mâ razaktenâ) demelidir. Bu durumda hâmile kalırsa, şeytan ona zarar vermez. Resûlullah efendimiz, (Cima' da Besmele söyle. Cünüblükten temizleninceye kadar sana sevab yazılır. Bu cima'da çocuğun olursa sana, bu çocuğun nefesleri sayısınca ve onun neslinin nefesleri sayısınca sevâb yazılır) buyurdu. Hanımda şehvet, istek belirinciye kadar onunla oynaşmalı. Bunda bedenin rahatlığı ve doğacak çocuğun kusursuz olması faydaları vardır. Acele etmemelidir. Hadîs-i şerîfte, (Erkek hanımı ile cima' ederken, horoz gibi, atlayıp inmesin. Kendisi rahatladığı gibi, hanımı da rahatlayıncaya kadar, karnı üzerinde kalsın) ve (Kadın rahatlamadan, sen rahatlarsan, o günün kalan kısmı, kadın için uyuşuk ve tenbellikle geçer) buyuruldu. Hayz hâlinde olan kadın, kocasının rağbetini azaltmak için, eski elbiseler giymeli. Hanıma arkadan ya'ni dübüründün yaklaşmak büyük günahtır. Hadîs-i şerîfde (Hanımına, arkadan yaklaşan mel'undur) buyuruldu. Cima'dan sonra bir parça uyumalıdır. Resûlullah efendimiz Hz. Alîye, Hz. Fâtımâ ile evlendiklerinde şu tavsiyelerde bulunmuştur: -Yâ Ali! Gelin eve gelince onun ayaklarını yıka, suyunu evin her köşesine saç. Böylece Allahü teâlâ bu evden 70 türlü fakirliği çıkarır ve 70 türlü bereketi eve sokar, 70 rahmet indirir. Gelinin bereketi evin köşelerine kadar girer. Gelin cüzzâm, delilik ve diğer hastalıklardan emîn olur. Geline ilk hafta yoğurt, ayran, sirke, turşu ve ekşi yemek verme! Bunlar çocuk olmasına engel olur. Sirke yiyen kadının hayz görmesi zahmetli olur ve temizliğe uzar. Ekşi elma yemek hayz kanını keser. Bu da başka bir hastalık meydana getirir. - Başka bir kadın şehvetiyle ehline yaklaşma! Perşembe günü öğleden önce hanımına yanaşırsan, hâsıl olan çocuğa şeytan, ölünceye kadar yanaşamaz. Dünyâda ve âhıretde selâmetde olur. Cum'a gecesi ve günü hanımına yaklaşırsan meydana gelecek çocuk hâfız-ı Kur'ân veyâ hatîb veya vâiz olur. Alim olup, dindarlığı ile tanınıp, meşhûr olur. BOŞANMAK Boşamak için kullanılan kelimeleri erkeğin hanımına karşı söylemesi ile talâk yani boşama hâsıl olur. Boşamak için kullanılan sözler iki çeşittir: Açık sözler ve kinayeli sözler. "Sen benden boş ol", "Ben seni boşadım", gibi sözler açık sözdür. Bu sözler, şaka olarak veya şaşırarak da söylediği anda, manasını bilmese bile, boşamış olur. "Seni bıraktım, seni terk ettim" kelimeleri açık söz kabul edilir Evlilikte üç bağ vardır. Yani, boşama sözleri üç defa takrarlanırsa, "seni boşadım, boşadım, boşadım" derse, veya "seni üç defa boşadım" derse üç bağı birden koparmış, geri dönüşü olmayacak şekilde boşamış olur. Bu sözlerden herhangi biri bir defa söylendiğinde, pişman olunmuş ise, eski nikaha dönmek niyetiyle hanımının elini tutar veya öperse, tekrar nikah yapmadan iki bağ ile evliliğe devam eder. "Babanın evine git!", "Defol git!", "Cehenneme git!", "Senin kocan değilim artık", gibi, başka manalarda da kullanılan sözler kinayeli, kapalı sözlerdir. Bu sözler, boşamak niyeti ile söyleyince boşamış olur. Buna bain talak yani iddet müddeti içinde geri dönüşü olmayan boşama denir. Bu şekilde boşamada, iddet müddeti geçip yeniden nikah yapılmadıkça bir araya gelinemez.. Kayın pederine"Ben senin kızını istemem, kime ister ise varsın" demek ve hanımı gezmek için izin istediğinde, "Ben seni ip ile bağlamadım git" "İstediğin yere gidersin. Bana hanım olmazsın" veyâ "Artık ben seni istemem. "Seni boşamak istiyorum" gibi şeyler söylese, boşamak niyet etmedikce, boşamış olmaz. "Şart olsun", "Dilediğini yap!" sözleri, boşamak manasına kullanılan yerlerde, hanımına böyle söyleyince, niyet etmese bile, bir bâin talâk olur.Hanımına, anam, kızım, kardeşim demekle boşama olmaz. Fakat şimden sonra kardeşim ol derse boşama olur. Kinayeli sözle boşamada, bâin talâk iddetinde, hanımının odasına giremez. Kadın süslenemez. İddet sonunda yeniden nikâh lâzımdır. Boşamada, sayı bildirilmezse bir boşama olur. Üç veya fazla sayı söylerse, üç talâk ile boşamış olur. "Bedenimdeki kıllar adedince" veyâ "Denizdeki balıklar adedince" yâhud "Gökdeki yıldızlar kadar" veya "üçten dokuza" deyince, yine üç boşama olur. Hanımını boşayan erkeğin akıllı ve uyanık olması lâzımdır. Serhoşun, hastanın ve tehdîd edilen kimsenin sözü ile veyâ mektûbu ile boşama geçerli olur.. Mektûb kadının eline vardığı anda, boş olur. Delinin, bunağın, baygının, uyuyanın ve hastalıkla ve kızarak dalgın olanın söylemesi ile boşama olmaz. Kızarak dalgın olmak, söylediğini bilmemek demektir. Bu da iki türlü olur: Manâsını bilmeden, kast ve arzû etmeden söyleyince,boşama olmaz. Manâsını bilerek ve istiyerek söyleyip, sonra söylediğini bilmemek, hâtırlamamaktır. Bu sözünü iki şâhid işitip, sonra söylerlerse, boşama olur. Hiç ilişki olmamış veya bir odada veya tenha bir yerde hiç beraber kalınmamış ise, bir kere boşayınca, kadın iddet beklemeden aynı gün bile, başkası ile evlenebilir. Kocasına veya başkalarına dili ile, hareketleri ile sıkıntı veren, herhangibir farzı yapmıyan, meselâ farz namazları kılmıyan, fuhuş şüphe olunan kadını boşamak şart değildir müstehabdır, boşamak iyi olur. Farzı yapmıyan mesela namazın farz olduğuna inandığı halde kılmayan kadını boşamamak günâh değildir. Evlilik vazîfesini yapamıyan, meselâ sihir yapılmış, ilişkiden âciz olan erkeğin hanımı ayrılmak isterse, bunu boşaması vâcib olur. Hanımına başka başka üç zamânda birer kerre boşarsa veya bir def'a, "Üç kerre boşadım" derse, geri dönüşü olmayacak şekilde nikah bozulmuş olur. Bu kadını tekrâr alabilmek için, hulle lâzım olur. (Hulle) demek, kadın başka erkekle nikâhlanıp, düğün olup, ilişki olup, o erkek de boşayıp ve bundan sonra, tekrâr iddet zamânı geçmek demekdir. Ancak bundan sonra, birinci kocası ve ancak yeni bir nikâh ile tekrâr alabilir. Bu ise, bir erkek için zillettir, aşağılıkdır. Allahü teâlâ, erkeklere boşamak hakkını verdi ise de, bu hakkı gelişi güzel kullanmamaları ve kadınlar, erkeklerin elinde oyuncak olmamaları için, erkeklere bu hulle zilletini yüklemiştir. Hulle korkusundan müslümân bir erkek, boşama lâfını ağzına bile alamaz. Âile arasında boşanmak lâfı, şakası olamaz. Korkutmak için şaka için de olsa boşama sözlerini hiç kullanmamalıdır. Hatta ayrılmaya karar verilse bile yine bu kelimeleri kullanmamalıdır. Daha sonra ayrılmaktan vazgeçilebilir. Yakınları ile dostları ile istişare edip ayrılmaya kesin karar verildikten sonra bir talak vermelidir. Hiçbir zaman üç talak birden vermemelidir. Zaten üç talak birden vermek günahtır. Hayat şartları insanı birçok şeye katlanmayı gerektirebilir. Olmaz denilen şey olabilir. Bir talakla boşama yapılırsa kapı tamamen kapatılmamış olur. Boşamamak bir risk getirmez; ancak boşamak hele üç talak vermak çok büyük risktir. Telefisi mümkün olmayabilir. İddet, boşanmadan sonra, kadının yeniden evlenmesi harâm olan zamandır.İlk temizlik başından, üçüncü hayzın sonuna kadar olan zamândır. Hayz görmiyorsa, talâk için üç ay, ölüm için dört ay on gündür. Şu kısa nasihatla konuyu bitirelim: Hanıma karşı iyi huylu, güler yüzlü olmalı. Onun yanlış hareketlerine, akla uymıyan sözlerine ve işlerine sabr etmelidir. Onunla tatlı konuşmalı. Onun seviyyesine ve aklına uymalıdır. Onunla şakalaşmalı, oynamalıdır. Yimede, giyinmede, gücü yettiği kadar eli açık olmalıdır. Dinde, müslimânlıkda, kadınların bilmesi farz olan şeyleri, elbette öğretmelidir. Hanımının giyinmesinde, evden dışarı çıkmasında, çok sıkı davranmamalı ve başı boş da bırakmamalıdır. Kendini ve zevcesini şübheye, iftirâya düşürecek hâllerden sakınmağa çok önem vermelidir. Hanımını, yabancı erkeklerin bulunduğu yerlere göndermemeli, yabancıları görmesine onlarla içli dışlı olmasına mâni' olmalıdır. Ev işleri ile vakit geçirmesi, onun zevki olmalıdır. Ona sert davranmamalıdır. Şaka olarak da, kızgın olunca da, hiçbir zemân boşamak, ayrılmak lâfını ağza almamalı, bir defa daha evlenmek lâfı etmemelidir.
.
.
.
..
|
Bugün 318 ziyaretçi (1342 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|