 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
TEŞKİLAT-I MAHSUSA NEDİR, NE DEĞİLDİR?
6 Ocak 2020 02:00
İçerideki iktidar oyunlarında söz sahibi olmaya çalışan; dışarıda da boyundan büyük işlere kalkışan Teşkilat-ı Mahsusa, İttihatçıların komitacı ve fedai zihniyetini temsil eder.
İttihatçılar iktidara geldikten sonra, İngiliz sefiri Lowhter’in tavsiyesiyle Yıldız İstihbarat Dairesi’ni lağvetti. Böylece İngiltere rahat bir nefes aldı. Yerine öyle bir teşkilat kurdu ki, esrar perdesi altındaki efsanevi varlığı, bugün bile münakaşa mevzuudur.
Teşkilat-ı Mahsusa adını taşıyan ve Harbiye Nezareti’ne, yani Enver Paşa’ya bağlı çalışan bu istihbarat dairesinin kuruluş tarihi müphemdir. Hakkındaki malumat umumiyetle, Cemal ve Talat Paşa, Kuşçubaşı Eşref, Kâzım Karabekir, Ali İhsan Sabis, Ali Fuad Erden, Galip Vardar, Hüsamettin Ertürk, Fuat Balkan, Arif Cemil, Celal Bayar, Mustafa Ragıp Esatlı gibi İttihatçıların beyanlarından ibarettir. Aslında İttihat ve Terakki’nin kuruluşu, başa gelişi, teşkilatlanışı, bu yolda pervasızca işlediği cinayetler bile gizli servis operasyonu gibidir.
Harbin kaybı üzerine hükûmete gelen İzzet Paşa, ilk iş olarak İttihatçıların kaçışına göz yumarken; öte yandan Teşkilat-ı Mahsusa arşivinin imhasını emretmişti. Buna rağmen bugün ATASE arşivinden 40 bin civarında -tetkike kapalı- vesika mevcuttur.
İşin aslı
Hatıratlarda TM’nin 1913’te veya seferberlikten üç gün önce (1914) kurulduğu anlatılır. Şu hâlde Babıali Baskını, Mahmud Şevket Paşa suikastı, Edirne’nin istirdadı, Garbi Trakya Devleti’nin kuruluşu gibi işlerin, buraya mal edilmesi yanlıştır. Garip olan şudur ki, 30 bin kişiden müteşekkil olduğu söylenen TM’nin kuruluşu hakkında ne bir kanun, ne heyet-i vükela (bakanlar kurulu) kararı, ne de irade-i seniyye (padişah fermanı) vardır. O zamana kadar da fiilen faaliyet gösterdiği anlaşılıyor.
TM’nın kuruluş maksadı, İttihatçıların siyasi iktidarını garantilemek; üç büyükler (Enver, Talat, Cemal) arasındaki güç dengesini temin etmek; hariçte de bu istikamette operasyonlar yaparak tedbirler almaktı. TM mensuplarından Hüsamettin Ertürk hatıralarında, maksatlarını yerine göre Panislamizm ve Pantürkizm olarak veriyor.
İşin içindeki İttihatçılardan Akif Cemil’e göre esas sebep, bir zamandır sivil (Talat) ve askerî (Enver) kanat çekişmesi yaşayan partiyi zayıflatarak, askerî diktatörlük yolunda Enver’in önünü açmaktır. Çünkü TM, Enver’in idaresi altındadır. Nitekim Talat, devamlı Enver’in eli kanlı bir grup tarafından desteklendiğini ileri sürerek onu küçük düşürmeye çalışmıştır.
Mükemmel meziyet
TM’nin başında sırasıyla şunlar bulundu: Süleyman Askerî, Halil Kut, Cevad Kızanlıklı, Tunuslu Ali Başhampa, Miralay Hüseyin Tosun. Teşkilat’ın tasfiyesiyle memur Süvari Yarbayı Hüsamettin Ertürk ise kendisini böyle takdim ettiği için, çok yerde son reis diye bilinir.
Sansasyonel yazar Cemal Kutay, TM’yi Eşref Sencer Kuşçubaşı’nın kurduğunu söyler. Hâlbuki vesikalar onun sadece Arabistan ve Kuzey Afrika şefi olduğunu gösteriyor. Hicaz’da kuşatma altındaki birliklere yardım götürürken esir düşmüş; Malta’ya sürülmüştür. Kuva-yı Milliye’ye katılmış; ancak Çerkez Ethem’in arkadaşı olduğu için 150’likler arasında sürgün edilmiştir. Sonradan hakkında nice efsaneler tertiplenmiştir. Sultan Hamid zamanında Taif’te sürgünde idi. Kendi gibi bir ajan olan kardeşi Sami ile kaçıp, Hicaz Demiryolu inşaatına sabotajda bulunmuş; Surre Alayını soymuştu. Zaten cinayet ve soygun, TM mensubu olabilmek için mükemmel meziyetti.
Son reis Miralay Cevad Kızanlıklı, 1919’da harb suçlularının muhakeme edildiği Divan-ı Harb-i Örfi’de verdiği ifadede Teşkilat’ı İTC Merkez Komitesi’nden Dr. Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir ve Erzurumlu Aziz’in kurduğunu söylemiştir. Teşkilat merkezi, Cağaloğlu’ndaydı. İcra komitesi, (Şemsi Paşa’yı vuran) Atıf Kamçıl, Aziz Bey, Dr. Nazım Bey ve Dr. Bahaeddin Şakir gibi İttihatçı fedailerden müteşekkildi.
Kimler kimler…
Çeşitli zamanlarda şu kişiler TM’ye hizmet etmiştir: Yakup Cemil, Ömer Naci, Mehmed Akif Ersoy, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, İsmail Canbulat, Galip Vardar, Filibeli Hilmi, Nuri Killigil, Ali Fethi Okyar, Kel Ali Çetinkaya, Çerkez Ethem ve Reşit, Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay, Emir Şekip Arslan, Abdülaziz Caviş, Abdürreşid İbrahim, Libyalı Şeyh Sunusi, Said Nursi, Aziz el-Mısri, Zübeyde Şaplı, Ahmet Salih Harb, Hilmi Musellimi.
Enver kimden rahatsızsa, ismini Yakup Cemil’e vermesi kâfiydi. Babıali Baskını’nda başrol oynayarak Enver’i iktidara getiren sadık tetikçi Yakup Cemil, sonradan korkulan kişi olmuş ve Enver’i devirip yerine Mustafa Kemal’i getirmek iddiasıyla 1916’da kurşuna dizilmiştir.
Bu işte İttihatçılar, aşiretlerden, mahkûmlardan, maceraperestlerden ve yeniden teşkilatlandırdığı esnaftan, bilhassa hamallardan çok istifade etmiştir. Zenci Musa, bir hamaldır. TM elinden 4 milyon altın lira geçmiştir. Faaliyetleri için lazım gelen parayı, Müdafaa-i Millîye Cemiyeti ile Harbiye Nezareti tahsisat-ı mesturesinden (örtülü ödeneği) temin etmiştir. Almanya’dan da muntazaman para aktarılmıştır.
Muvaffakiyetler
Gözü kara, aceleci, muhteris fedailer; istihbarat, karşı propaganda ve operasyonlar için, adam kaçırma, suikast, katliam, bombalama, kundaklama, eşkıyalık gibi nice metotları gözlerini kırpmadan kullanmışlardır. Ajanlarının Arnavutluk’tan, Malezya’ya kadar geniş bir coğrafyada faaliyet gösterdiği iddia edilir. Ancak neler yapıldığına dair elde fazla vesika ve açık malumat yoktur.
TM’nin ilk faaliyeti, 1878 mağlubiyeti üzerine Yeşilköy’de dikilen Rus Zafer Âbidesi’nin dinamitle havaya uçurulması oldu. 1914’te Osmanlı Devleti’ni Cihan Harbi’ne sokmak için Rusya’nın tahrik edildiği operasyon, TM’nin işiydi. Goben ve Breslau, Rus limanlarını bombalarken; Ali İhsan Sabis kontrolündeki TM ajanları da Arhavi’den Rusya’ya geçerek sabotajlarda bulunmuştu.
1914 senesinde Ege sahillerindeki Rum nüfusun taciz ve tazyik edilerek Yunanistan’a göçürülmesi işini TM yürüttü. Eşref Sencer ve Celal Bayar’ın aktif rol aldığı bu hâdise sonradan İzmir’in işgaline bahane olmuştur. 1915’te cereyan eden Ermeni Tehciri’nde TM ajanları bizzat veya mahkûmlar ya da aşiretler vasıtasıyla menfur bir rol oynamışlardı. 2 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan’da konuşan Meclis-i Ayan Reisi Çürüksulu Mahmud Paşa, tehcirdeki zulümlerin TM vasıtasıyla icra edildiğini söylemiştir.
1919 İstanbul Divan-ı Harbi’nin iki celsesi TM’ye tahsis edilmişti. TM’nin ve yaptıklarının İttihat ve Terakki ile irtibatını evvela reddeden zanlılar, deliller karşısında bunu itiraf ettiler. Atıf Bey, TM’nin İttihat ve Terakki merkez komitesi nezaretinde bir suç makinesi olduğunu söyledi.
İttihatçı gazeteci Ahmet Emin Yalman, çetelerden mürekkep TM denen ekip, doğrudan bir imha hedefinin arkasından koşmuştur, der. Tehcirde sevk komisyonu başkanı olan İttihat ve Terakki müfettişi tarihçi Ahmet Refik Altınay, hapishanelerden çıkarılan azılı mahkûmların, Harbiye Nezaretinde bir haftalık bir talimden sonra, TM tarafından sınıra yollanarak, tehcirde büyük mezalim icra ettiklerini söyler.
Ya hezimetler?
Irak, Filistin ve Suriye cephesi, TM’nin büyük hezimete uğradığı operasyonların başında gelir. Basra, İngilizlerin eline düşünce; Süleyman Askerî, bir Kürt-Arap çetesiyle İran’a geçip Abadan’daki İngiliz birliklerine saldırdı; petrol kuyularını ateşe verdi. İngiltere buna sert reaksiyon gösterdi. 14 Nisan 1915’te Şuayyibe’de saldırdığı Osmanlı birliklerini hezimete uğrattı. Böylece Irak’ın işgaline ve kaybına yol açan Süleyman Askerî, hezimeti yediremeyip beynine kurşun sıkarak intihar etti.
Ertesi sene 29 Nisan 1916’da Enver Paşa’nın kardeşi Nuri (Killigil) ve Rauf (Orbay) idaresindeki TM birlikleri, İran ve Afganistan’da mahallî birlikler yardımıyla İngilizleri vurmaya çalıştı; ama netice felaket oldu. Liman von Sanders’in de söylediği gibi, Irak’ın kaybının sebebi olmuştur.
TM, Kanal Harekâtı’nda Libyalı Senusileri ve Darfur Sultanı’nı kendi taraflarına çekmeye muvaffak oldu. Mıntıkada ikmal merkezleri kurdu ve mahallî halktan 3 bin kişiyi silahlandırdı. Ancak küçümsedikleri İngilizler, ondan evvel davranıp, İttihatçı hükûmetten bezgin mahalli halkı teşkilatlandırmaya muvaffak oldu. Böylece TM’nin gayretleri boşa çıktı. Eşref Sencer, bunu bir hata olarak itiraf eder. Nitekim Libya’da Nuri (Killigil), mahallî birliklerle Mısır’daki İngilizlere saldırdı; hezimete uğradı. İtalyanlara taarruz etse, Libya belki kurtulurdu.
TM’nın Balkanlarda Sırp ve Yunanlara karşı Bulgar çeteleriyle beraber yürüttüğü operasyonlar, Bulgarlarla birbirlerine girdikleri için; Fas’ta Fransızlara karşı yürüttüğü faaliyetler de Almanlarla ters düştükleri için akamete uğramıştır.
Bitti mi?
Enver Paşa kaçarken, Hüsamettin Ertürk’ü çağırtıp, bundan sonra TM’nin adının Umum Âlem-i İslam İhtilal Komitesi olduğunu deklare etti. Hüsameddin Bey, Ankara ile temasa geçip anlaşarak, Anadolu’ya silah sevkiyatını organize etti. Bunun mukabilinde Ankara Meclisi, 14 Temmuz 1921’de TM fedailerinin işlediği suçlar hakkında umumi af çıkarttı. TM, faaliyetlerine cumhuriyet rejiminde farklı bir isim ve tarzda devam etti.
Yerine göre hem iktidar oyunlarında söz sahibi olmaya çalışan; hem de dışarıda boyundan büyük işlere kalkışan TM, İttihatçıların komitacı ve fedai zihniyetini temsil eder. İktidarın devamı ve ideolojisinin hâkimiyeti için elinden ne geliyorsa yapmış; bu yolda akıl almaz faaliyetler yürütmüştür.
TM mensubu Galip Vardar, Enver Paşa’nın “kimsenin erişemeyeceği” hayalleri uğruna çalıştıklarını söyler. Nizameddin Nazif bunları, “Para, silah, zevk, ölüm; her şey vardı. Ama Sultan Hamid’in dehası yoktu” diye vasıflandırır.
Sonradan kahramanlık hâlesine büründürülmüş parlak şahsiyetler hakkında İttihatçı kalemler tarafından dile getirilen (Zenci Musa’nın 300 bin altını Yemen’e götürmesi gibi) mübalağalı ve çoğu zaman da yanıltıcı efsaneler sayesinde şöhretini sürdürmüşse de, Teşkilat-ı Mahsusa imparatorluğun yıkılışında oynadığı rol sebebiyle millî vicdanlarda hiç de hoş olmayan hatıralar bırakmıştır.
.
HASAN EL-BENNÂ: MÜRŞİT Mİ, AKTİVİST Mİ?
13 Ocak 2020 02:00
Hasan el-Bennâ, Efgani ile başlayan modernist hareketi, aktif sahaya taşıyan bir lider olmuş; misyonu, çoklarına model teşkil etmiştir.
Müslüman Kardeşler Cemiyeti (Cemiyetü’l-İhvâni’l-Müslimîn), 1928 senesinde Mısır’ın İsmailiye şehrinde kuruldu. Kurucusu ilim sahibi bir saatçinin oğlu olan muallim Hasan el-Bennâ (1906-1949) idi. Süveyş Şirketi’nde çalışan işçilerin sefâleti, Bennâ’yı o zaman moda olan sosyalist fikirlere sevk etmişti. Bir yandan da Abduh ve Reşid Rızâ’nın reformist fikirlerinden tesir gördü.
Adını, Bennâ’nın çıkardığı İhvânü’l-Müslimîn mecmuasından alan cemiyet, 1932’de Kahire’ye nakletti. “Mürşid” unvanını alan Bennâ, Melik Fuad’a ve Müslüman idarecilere siyasî ve sosyal hayatta İslâmî kâidelere hassasiyetle uyulması hususunda nasihat mektupları yazarak şöhret kazandı.
Meşru-İllegal
Mısır’da İngilizler çok partili parlamenter monarşiye izin vermişler; ancak partiler ve saray arasındaki dengeye çok dikkat etmişlerdir. İhvân, laik Vefd Partisi’nin kazandığı 1941 seçimlerine katıldı. Meclise giremedi ama, şöhretini iyice arttırdı.
İhvân, meşru ve illegal mücadeleyi paralel yürüttü. Bu sebeple 1944’te feshedildi; malları müsâdere olundu. Eski Başbakan Ahmed Mahir’in öldürülmesinden mesul tutulan Bennâ ve arkadaşları tevkif edildi; ama delil kifayetsizliğinden serbest bırakıldı. Bennâ, İhvân’ın kapatılması sebebiyle Saray’ı, “emperyalizmin kuklası” diyerek ağır dille suçladı.
Bekle-Gör
Aynı sene Abdülmecid Ahmed Hasan adlı bir İhvân mensubu, İngiliz yanlısı başbakan Fehmi Nukraşî’yi öldürdü. 20 gün sonra Hasan el-Bennâ, Müslüman Gençler Cemiyeti (Cemiyyetü’ş-Şübbâni’l-Müslimîn) merkezinden çıkarken öldürüldü. İhvân, misilleme olarak gördüğü bu suikasttan sarayı mesul tuttu. Çünkü İhvân feshedildiğinde, Bennâ burada sorgulanmıştı.
Hâlbuki işin içinde “parçala-hükmet” siyaseti takip eden İngilizler vardı. Faruk, muktedir bir hükümdar değildi; ancak Müslümanlara hiç zararı da yoktu. İpler zaten İngilizlerin elindeydi. İngiliz işgal idaresi, hükümdar ile radikal Müslümanları karşı karşıya getirerek Mısır’ı kargaşaya sürüklemeyi, böylece nüfuzunu devam ettirmeyi hedefliyordu.
Teoriden sahaya
Bennâ’nın katlinden sonra İhvân mutedil ve müfrid iki kısma ayrıldı. Damadı Said Ramazan (Bûtî değil) mutedil kanadı; harekete 1951’de katılan Seyyid Kutub ise müfridleri temsil eder.
O, Efgani ile başlayan modernizm hareketini, aktif sahaya taşıyan bir lider olmuş; memlekette dinî hayatın güçlendirilmesini müdafaa ederken, hiçbir mezhep ve ırk ihtilafının bulunmadığı Mısır’da Müslümanların bölünmesine yol açarak, sonraki yıllarda yaşanan sıkıntıların tohumlarını atmıştır. Misyonu, Türkiye’deki "Gülen hareketi" başta olmak üzere, çoklarına model teşkil etmiştir.
Hasan el-Bennâ bir âlim olmadığı gibi, kitapları da bir ilim kitabı değildir. Kendisi fikirlerini yumuşak bir üslupla dile getirdiği için, çok taraftar toplamış; hatta çok kimse modernist olduğunun farkına bile varmamıştır.
Affedilmez hata
1950’de tekrar faaliyetine izin verilen İhvân; Saray’a karşı darbe yapmak üzere ordu içinde kurulan sosyalist Hür Subaylar ile ittifak kurdu. Melik Faruk 1952’de devrildi. Ancak Hür Subaylar lideri Nâsır sözünü tutmadı. İhvân, 1954’te halkı sokağa döktü.
“Kim zâlime yardım ederse, Allah onu ona musallat eder” hadîs-i şerîfi mucibince, Nâsır, hareket mensuplarından 10 bin kişiyi suikast ithamıyla tevkif edip işkencelere tâbi tuttu; bazısını öldürttü. Sosyalist zâlimleri iktidara taşımak ve böylece Müslümanları zarara uğratmak, politik tecrübe ve basiret sahibi olmayan İhvân’ın affedilmez hatası oldu.
Bennâ’nın İsviçre’de yaşayan torunu Tarık Ramazan, bugün modernizmin önde gelen popüler mümessillerinden olup, Oxford’da hocalık ve ayrıca Britanya parlamentosunda dinî hürriyetler müşavirliği pozisyonuna getirilmiştir. Yakın zamanda bir taciz skandalına adı karışmıştır.
Şeyh-Mürid
Bennâ, gençliğinde Şâzelî şeyhi Abdülvehhab el-Hisâfiyye’ye (1949) intisap etmiş; heyecanlı bir mürid olmuştu. Hatta Cemiyetü’l-Hisâfiyye el-Hayriyye adıyla kurulan müessesesinde hizmet etmişti. Ancak modernistlerle olan teşrik-i mesaisinin tesiriyle olsa gerek, zamanla tasavvuftan soğumuştur.
Bunu, modernistlerin hep yaptığı gibi, tasavvufun hakiki hüviyetinden uzaklaşmasıyla izah eder. Hatıralarında, “İhvân kurulana kadar şeyhimizle münasebetlerimiz iyiydi. İhvan hususunda fikir ayrılığı yaşadık. Herkes görüşünün icabını yaptı” diyerek, şeyhine tâbiyeti hakkındaki fikrini de beyan etmiştir. Bundan haberdar olmayanlar, bugün bile kendisini samimi bir tasavvuf ehli zanneder.
Daha mektepte iken kaleme aldığı bir makalesinde, tasavvufu inkâr etmez; ama mahlûkların hiçbir şeyi ile alakadar olmaktan kalbi alıkoyan bir yol olarak tavsif ederek, tebliğ ve irşadın buna tercih edileceğini söyler.
İmzasız mektuplar
Bennâ, bir yandan siyasetle aktif olarak meşgul olurken, öte taraftan Mısır ordusundaki bazı subaylarla irtibat hâlindeydi. Filistin’in ancak harb ile hürriyetine kavuşacağı fikrindeydi; bu sebeple Mısır’dan buraya silahlı gençler gönderdi. Bu gençler, İzzeddin el-Kassam ile çalıştılar. “Hâlıka isyan olan yerde mahlûka itaat edilmez” düsturunu, Ehl-i Sünnet’e aykırı olarak, hükûmete isyan şeklinde anlıyordu.
Aktivist bir karaktere sahipti. Gençken arkadaşlarıyla gizli cemiyet kurup, dine aykırı hareket ettiğini düşündükleri kimselere imzasız ikaz mektupları yazardı. Sonradan bu tavrını “da’ve” adını verdiği daha açık ve muntazam propagandaya dönüştürmüştür.
Muallim olduğu için, arzu ettiği sisteme ancak yetişmiş bir nesil ile ulaşacağının şuurunda olduğu için, adam yetiştirmeye ehemmiyet verdi. Bizzat İhvan mensuplarının faaliyet gösterdiği mescitler ve mektepler açtı; seyahatler yaptı, nutuklar verdi, mecmualar çıkarttı. Kızlar için mektepler açtı; Müslüman Kızkardeşler ismiyle bir kadın teşkilatı meydana getirdi. Kamplarda gençlere silahlı talimler verdirerek milis kuvvetleri yetiştirdi.
Bir taraftan da ekonomik güç elde etmek üzere, sanayi, ticaret ve matbuat (basın) üzerine faaliyet gösteren şirketler kurdu. Halktan yardım toplama işini sisteme bağladı; mesela 1 kuruşluk yardım pulu bastırdı.
Karizma
Kahire’de iken bayram namazlarının mescidler dışında umumi bir yerde topluca kılınması ve buna kadınların da iştirak etmesi hususundaki teşebbüsü büyük bir fitneye sebep olmuştur. Bir konferansında, İsra ve Mirac’ın, Resulullah’ın ruhunun bedenini istila etmesiyle vuku bulduğuna dair sözleri reaksiyon doğurmuştur.
“Halkı beşinci bir mezhebe çağıran ve bâtıl yollarla insanlardan mal toplayıp yiyen menfaatçiler” olmakla itham edilmiş; malî mevzuat memurların para toplamasını yasak ettiği hâlde mescit ve mektepler için halktan para topladığı ve bu paraları da kendi inisiyatifiyle yakınlarına harcadığı iddiasıyla şikâyete maruz kalmış ise de doğru bildiğinden şaşmamıştır.
Gençliğinden beri dindar ve sünnete uygun bir hayat yaşama iddiasında olmuş; Ramazanın on gününde itikâfa girmeyi bile ihmal etmemiştir. Bir ziyaretinde gümüş zarflı bardaklarda çay ikram eden Mısır müftüsünün ikramını reddedip, normal bardakta çay isteyecek kadar açık sözlüdür. Bu sebeple kitleler nezdinde hep bir karizması olmuştur.
Vehhabiliğe övgü
İlk zamanlarda İhya, Envarü’l-Muhammediyye ve Tenvirü’l-Kulub gibi ananevi kitapları okumayı âdet edinmiş iken, tahsil için geldiği Kâhire’de Reşid Rıza’nın sohbetlerine ve modernizmin merkezlerinden biri olan el-Mektebetü’s-Selefiyyeye devam ederek dünya görüşünü değiştirmiştir.
Memleketin manevi kalkınması cihetiyle Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un koymuş olduğu kaideleri esas alır. Bunların halkı dinen ve ahlaken faydalı bir cihete götürdüğünü; akideyi doğru bir temele oturttuğunu iddia eder. (Hatıralar, 268, 273)
Modernist olduğu halde, hiçbir zaman açıkça reformdan bahsetmedi; netameli mevzulara pek girmedi. Üstatlarının sivri taraflarını kendi şahsiyetiyle örtmeye çalıştı. Bunlardan farklı olarak sadece entelektüelleri değil, halkı da davasına katmaya çalıştı. Misyonunu, hem selefi çizgide hem de ehl-i sünnet ve tasavvuf yolunda diye birbirine mütenakız unsurlarla vasıflandırdı.
1928’de muallim olarak Suudi Arabistan’a gitmeye teşebbüs ettiyse de, olmadı. Ehl-i sünnete ait müesseselerin ortadan kaldırılıp, Peygamber’e ait hatıraların yerle bir edildiğini görmezden gelerek, Vehhâbîliğin resmî ideoloji olduğu Suudi Arabistan’ı “İslâmın ve müslümanların bir umudu olarak ortaya çıkan, Allah’ın kitabı ve resulünün sünneti ile amel etmek ve selef-i sâlihîn yaşayışını ortaya çıkarmak parolasıyla gelişmekte olan bir devlet” diye över. (Hatıralar, 144)
Demokrasi taraftarı
Şer’î hukuk hakkında, “İslâm sadece ana esasları koyar. Meseleleri umumi olarak alır. Meselelerin geri kalan teferruatını ise, zaman ve mekâna bırakır. Meselelerin teferruatı üzerinde pek fazla durmaz. Fer’î hükümler zaman ve mekâna göre yapılacak ictihatla değişebilir” diyerek tarihselcilerin kullandığı misaller verir. (Meselelerimiz, 298)
Mülkiyet hakkını kabul etmekle beraber, zenginlerin mallarından fazla alıp fakirlere dağıtmak; ecnebi şirketleri millileştirmek gibi sosyalist prensipleri de müdafaa eder. Faizi yasakladığını iddia ederek, “Komünist Rusya’nın İslâmî nizamı bizden önce tatbik etmesi, müslüman olarak bizler izin yüz karasıdır” der. (Meselelerimiz, 339, 344)
Bennâ, İslâm’ın idari nizamı ile parlamenter sistem arasında bir tezat olmadığını; Mısır anayasasının İslâmî esaslara ters düşmediğini söyler. (Meseleler, 316) Demokrasi taraftarlığı ile Seyyid Kutub’dan ayrılır. Ancak siyasi partilerin kaldırılmasını ister; halifeliğin ihyasını ve müslümanların birliğini gaye olarak ileri sürer.
.
ÜÇ PERDELİK KOMEDYA TÜRKİYE, BİRİNCİ CİHAN HARBİ’NE NASIL ve NİYE GİRDİ?
20 Ocak 2020 02:00
Türkiye, Alman ilerleyişinin durdurulduğu, yani harbin kaderinin belli olduğu tarihten birkaç gün sonra güçsüzlerin yanında büyük harbe girdi. Bu hâdise üç perdelik bir komedya gibidir...
Dört büyükler arasındaki emperyalist hesaplaşmanın harbe doğru gittiğini hemen herkes fark etmişti. Sultan II. Abdülhamid, hep bir cihan harbinden korkmuş; ne pahasına olursa olsun bu ateşten uzak durup, büyük devletlerin birbirini yiyerek mahvetmesini seyretmeyi, harb sonunda ise yıpranmamış bir hâlde önüne bakmayı ummuştu.
Harbe sömürgeler arzusuyla kıvranan Almanya’nın ölçüsüz güçlenmesi sebebiyet verdi. Savaşa en istekli de oydu. Viyana ve İstanbul’un, hele Sofya’nın ise böyle bir savaştan ne umduğu doğrusu meçhuldür. Türkiye’yi harbe, romantik bir çılgın sürüklemiştir...
Enverland
Tutulacak taraf da belliydi: Almanya. Enver Paşa, Berlin’de ataşelik yapmış; Alman disiplinine hayran olmuştu. İstikbal, Almanlarındı. Başkumandan Hindenburg’un muavini General Lüdendorf, “Enver, Almanya’nın sadık bir dostudur” der. Öyle ki harb esnasında Alman tren memurları İstanbul’a giden trenlere büyük harflerle Enverland yazardı.
İngiltere’nin dostane politikasından açıkça vazgeçtiği 1880’lerden itibaren Osmanlı hükûmeti, Almanya’ya yanaşarak bir denge siyaseti takip ediyordu. Jön Türkler bu siyaseti aleni ve aşırı bir hâle götürdü. Artık ibre tamamen Almanya yanında idi. Bu siyaset, İngiltere ve Rusya’yı daha da yakınlaştırdı.
Stratejik askerî mevkiler Almanlara verildi. Alman kumanda heyeti, bir harb hâlinde Osmanlı ordusunun nasıl kullanılacağına dair rapor hazırladı. Buna göre harb ilan etmeden Rusya’ya saldırılacak; ardından cihad ilan edilecek; Mısır’a taarruz olunacaktı. 7 Haziran 1914 tarihli raporu hazırlayan General Bronzart, Türkiye genelkurmay başkanlığına getirildi. (Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Genelkurmay Yayını, Y. 1985, C.X, s.82)
Para için
İngiltere ve Fransa’ya nazaran Almanya’nın cömertliği, Jön Türk hükûmetini, ezcümle maliye nazırı Cavit Bey’i hayran etmişti. İflas etmiş bir hazineye, İngiltere ve Fransa’nın vermediği borcu, Almanya kolaylıkla karşılayacak potansiyelde idi.
1918 baharında, gazeteci Yakub Kadri, Cemal Paşa’ya harbe niye girildiğini sorduğunda, “Maaş ödeyebilmek için. Hazine bomboştu” cevabını almıştı (Zeytindağı, 130). İngiltere ve Fransa’nın yüz çevirdiği İttihatçı hükûmete, Almanya, harbe girip sonuna kadar kalmak şartıyla, her sene yüzde 6 faizle 5 milyon altın lira vermeyi taahhüt etmişti. Harb başında 163 milyon olan borçlar, sonunda 304 milyona çıkmıştı.
Balkan Harbi’nde “Sofya’ya!” diye slogan atıp, sonra Edirne’yi bile kaybeden Jön Türkler, harbe çok istekliydi. Harbin, uyuşuk veya kaynayan bir cemiyeti yatıştırmak için en iyi ilaç olduğunu biliyorlardı. Hele harb sonrasında kazanacakları, şimdiden ağızlarını sulandırıyordu.
Şahinler-Güvercinler
1914’de Türkiye’nin başındakiler ikiye ayrılmıştı: Ilımlılar harbden uzak durup kalkınma ve toparlanma arzusunda idiler. Aşırılar ise harbe girerek Alınan galibiyetin nimetlerinden faydalanmak hevesindeydi ve Avrupa’da devam eden bu büyük heyecan verici kumarda şanslarını denemek için sabırsızlanıyorlardı.
Ilımlılar, harbe girmemeyi devletin varlığının devamını garantileyecek bir fırsat görüyordu. Savaşanlar bilerek 1 milyon kişilik tarafsız bir orduya saldırmaya cesaret edemezdi. Onlar birbirlerini yerken, Türkiye güçlü ve dinç kalacaktı. Zira harbe girmesi hâlinde, İtilaf Devletleri kazanırsa, yok olacak; Almanlar kazanırsa, bu sefer Alman sömürgesi hâline gelecekti.
Müttefikler, yani İngiltere Fransa ve Rusya, aptalca bir politika takip ederek İstanbul’dan uzak duruyordu. Almanya da önceleri bu fakir devletle ittifaka hevesli değildi. Tek başına düşmanlarının hakkından geleceğini düşünüyordu. Almanya’da da iktidarı ele geçiren aşırıların ısrarıyla, Türkiye ile ittifaka evet denmiştir.
İlk perde
13 Temmuz 1914’te Avusturya Veliahdinin Bosnasarayı’nda öldürülmesi harbin kıvılcımı oldu. Enver Paşa'nın, Alman sefiri Wangenheim’e yaptığı Almanya ile ittifak teklifi geri çevrilmedi. Bir ay süren gizli müzakerelerden sonra 2 Ağustos’ta anlaşma imzalandı.
Sadrazam Said Halim Paşa’nın yalısında anlaşma imzalandığı gün, Meclis-i Mebusan reisi Halil Menteşe, Harbiye Nâzırı Enver ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa hazırdı. Henüz Fransız taraftarı olduğu için iktidarın üç rüknünden biri olan Bahriye Nazırı Cemal Paşa’ya haber verilmediği anlaşılıyor. Aynı ittifak Avusturya ile de imzalandı. Cemal Paşa hatıralarında, namusu dışında her şeyini kaybetmenin tercih edileceğini söyleyerek sonradan Alman taraftarlığına niye döndüğünü izaha kalkışır.
Bu anlaşmaya göre, Almanya Rusya ile harbe girerse, Osmanlı Devleti de girmiş sayılacaktır. Hâlbuki 1 Ağustos’ta Almanya, Rusya’ya harb ilan etmiş; anlaşma 2 Ağustos’ta imzalanmış; ardından seferberlik ilan edilmiştir. Yani aslında her şey bellidir.
Emsali yok
Aynı gün meclis tatile çıktı; hükûmetin eli rahatlamıştı. Mesele Meclis'te görüşülmedi. Seferberlik ilanı hakkında ne bir kabine kararı, ne de irade-i seniyye (padişah fermanı) vardır. 1919’da harb suçlularının muhakemesinde, harbe giriş kararının İttihat ve Terakki Fırkası merkez-i umumisi tarafından alındığı ortaya çıkmıştır.
Bu işin Türk tarihinde emsali yoktur. Çünkü bütün muharebe kararları bakanlar kurulu yanında, sarayda toplanmış fevkalade harb meclislerince alınırdı. Burada kabinenin çoğunun olup bitenden haberi bile yoktur. Böylece komedyanın 5 kişilik ilk perdesi inmiştir.
Bile bile lades
Müttefiklerin, yani Almanya ve Avusturya’nın coğrafi uzaklığı görmezden gelindi. Alman taarruzunun Marne’da durdurulduğu ve müttefiklerin kaybedeceği anlaşıldığı bir devrede, Almanya'nın yanında savaşa girmek çılgınlıktı. Bir hamlede Fransa’nın işini bitirip şarka dönerek Rusya’yı bitirmek isteyen Alman erkân-ı harbinin meşhur planı çökmüştü. Bundan 50 gün sonra Almanya yanında harbe girmek, ya ahmaklık, ya hıyanet, ya da her ikisidir.
Harbi kazanmak ihtimali neredeyse muhakkak olan İtilaf Devletleri’ne mukabil, zafer ihtimali neredeyse sıfır olan İttifak Devletleri yanında harbe girilmiştir. Harbe girildiğinde İtilaf Devletleri, İngiltere, Fransa, Rusya, Japonya, Sırbistan, Karadağ, Belçika ve Lüksemburg olmak üzere 8 devlet iken; İttifak Devletleri, Almanya ve Avusturya-Macaristan’dan ibaretti. İtalya, İttifak devletlerine dâhildi; harb başlar başlamaz hıyanet edip, karşı tarafa geçti.
Denizlere İtilaf hâkimdir. Sultan Hamid’in, İngiltere’yi kastederek, “Denizlere hâkim olan, dünya savaşının da gâlibi olur” sözü, büyük bir ileri görüşlülüktür. Dünyanın her yerindeki dominyon ve müstemlekeleriyle İtilafçılar, nüfus ve iktisadi kudret cihetinden mutlak üstünlüğe sahiptir. Siyasi vaziyete göre daha çok devletin bunlara katılacağı bellidir. Nitekim Amerika ve İtalya başta olmak üzere yirmiden fazla devlet onların yanında harbe girmiştir. Müttefiklere küçük Bulgaristan’dan başka katılan olmamıştır.
Talat Paşa hatıralarında çok garip bir cümle kullanarak içinde bulundukları dilemmayı dile getirmeye çalışır: “Almanya’nın mağlup olmayacağına inanıyorduk. Ama mutlak zafer kazanacağına da inanmıyorduk.”
Komedyanın diğer iki perdesi sonraya kaldı...
I. Cihan Harbi’nde Almanya, Avusturya ve Türkiye ittifakını sembolize eden bir propaganda kartpostalı. Altında 'Pes etmeyiz' yazıyor.
.jpg)
.
.
BİR OĞLUMUZ OLDU TÜRKİYE’NİN BİRİNCİ CİHAN HARBİ’NE GİRİŞ MACERASI
27 Ocak 2020 02:00
Türk bayrağı çekmiş Alman gemileri Karadeniz’e çıkarak Rus limanlarını bombaladı. Enver Paşa, her şeyden habersiz arkadaşlarına “Bir oğlumuz oldu” diyerek haberi müjdeliyordu...
Daha evvel İttihatçılar arasındaki aşırıların, Türkiye’yi Almanya yanında harbe sürüklediklerinden bahsedilmişti. Bazıları, Jön Türkleri temize çıkarmak için hükûmetin Almanya ile ittifaka mecbur olduğunu; diğer memleketlerin ittifaka yanaşmadığını iddia eder.
İttihatçı gazeteci Hüseyin Cahid hatıralarında der ki: “Harbe girmemiz, Alman diplomasisinin ustalığı veya Jön Türk idarecilerinin hüneri değil; bilakis İngiliz ve Alman diplomatlarının kabiliyetsizliğinin eseridir.”
Göstermelik gayretler
1911 ve 1913’te yapılan iki ittifak talebini İngiltere geçiştirmişti. Cemal Paşa, Ocak ve Temmuz 1914’te Fransa ile temasa geçti; ama müsbet cevap alınmadı. Mayıs 1914’te bir diplomatik yemek esnasında Talat Paşa Rusya’ya ittifak teklif etti; karşılık gelmedi.
Gerçi Jön Türklerin bu gibi memleketlerle ittifak arayışı göstermelikti. Kaç seneden beri Almanya’nın Türkiye’deki pozisyonu belliyken; Türk askerî makamlarına tayin edilen Alman subayları ile aylardır taarruz planları yapılırken başka ne olabilirdi? Yine de Türkiye’yi Almanya’nın, dolayısıyla felâketin kucağına iten biraz da onlar olmuştur.
Sadrazam Said Halim Paşa, İngiliz sefiri Mallet’ye bitaraf kalmak mukabili bazı taleplerde bulunmuştu: “Kapitülasyonlar kalkacak. Yunan adaları iade edilecek. Mısır meselesi hallolunacak. Rusların muhtemel tecavüzünde, İngiltere ve Fransa müdahale edecek.”
Buna İngiltere’nin cevabı şöyle oldu: “Adli olanlar dışındaki kapitülasyonlar kalkabilir. Adalar ve Mısır meselesi harbden sonra çözülebilir. Rusya’nın tecavüz etmeyeceğine dair yazılı teminat verebiliriz. Siz de Boğazları açınız.” Bu cevap hükûmeti ürküttü. (Ali İhsan Sabis, Hatıralar, 241)
Drang nach Osten
Cemal Paşa hatıralarında, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı topraklarına göz diktiğini; hâlbuki Avusturya ve İtalya’nın isteyecekleri bir şey kalmadığını, Almanya’nın da Türkiye’yi sömürgeleştirmesinin coğrafya itibarıyla mümkün olmadığını söyler. Paşa, harbin sebeplerinin farkında değildir.
Müttefikler dünya pazarlarını inhisarlarına aldığı hâlde, Almanya’nın sanayi mamulleri için birer çıkış yeri aradığından, bunun için Drang nach Osten (Şarka Doğru) adını verdiği ve hemen herkesin bildiği 5B (Berlin, Belgrad, Bizans, Bağdad, Bombay) politikasından Cemal’in haberi yoktur. Balkanlardaki Slav çemberi yıkılınca, Türkiye artık bir Alman müstemlekesi olacaktır.
İkinci perde
Seferberliğin ilanı, fiilen harb demekti. İş, bir emirvâkiye kalmıştı. O esnada -nasıl olduysa!- tamamen İngiltere kontrolündeki Akdeniz boyunca İngilizlerden kaçarak Osmanlı karasularına sığınan iki Alman gemisi, Goeben ve Breslau, Enver Paşa’nın yazılı emri ile ve Said Halim Paşa, Talat ve Cemal Paşa’nın bilgisi dâhilinde Çanakkale Boğazı’ndan içeri girdi.
Tarafsızlık kaidesine göre bunların ya 24 saat içinde karasularından çıkarılması veya derhal silahlarından tecrid edilmesi lazımdı. Bu yapılmadığı gibi, Marmara’da ecnebi gemileri aramaya kalkınca, İngiliz ve Fransız sefirleri vaziyeti protesto ettiler. Alman sefir silahtan tecridi kabul etmeyince, hükûmet güya 80 milyon marka (5 milyon altın liraya) gemileri satın alıp, Yavuz ve Midilli adı verildiğini ilan etti.
Dünyada daha pahalıya mal olan bir gemi yoktur. Almanya ile ittifak anlaşmasının imzalandığı gün, İngiltere kendisine sipariş edilip parası ödenmiş iki dritnotu vermediği gibi, parasını da iade etmedi. Bu iki gemi, âdeta onların yerine konulmuştu. Tarihçi İsmail Hami Bey’in “yalan-dolan mecmuası” dediği Talat Paşa’nın hatıratında satışın hakiki olduğu iddia edilirken; Cemal Paşa gösteriş olduğunu söyler.
Bu sefer müttefikler, gemilerin Alman personelden tecridini istediler. Ancak Alman general Souchon bunu kabul etmedi. Gemilerin etrafını torpidolarla sararak çılgınca bir işten alıkoymak isteyen Rauf Bey’i, Enver Paşa derhal Afgan Emîrine mektup götürmek bahanesiyle uzaklaştırdı. Hükûmet, gemidekilere fes giydirerek hükûmet hizmetine aldığını ilan etti. Bu, komedyanın beş kişinin oynadığı ikinci perdesidir.
Harb çığırtkanlığı
Herkes yüreği ağzında bekliyordu. İktidar yanlısı gazeteler var gücüyle harb çığırtkanlığı yaparken, komitenin ileri gelenleri turneye çıkıp harb lehine konferanslar veriyor, nutuklar atıyordu. Cafer Tayyar Paşa gibi “harbe giremeyiz” diyen mütehassısların sözü ağzına tıkılıyordu. Hâlbuki devlet harbe hazır değildi. Said Halim Paşa bile, hiç değilse hazırlıkları ikmal için tarafsızlığı altı ay sürdürmeyi istiyordu.
Ama kabinede Alman menfaatlerinin sözcüsü pozisyonundaki Enver Paşa, Almanya’nın sıkışık vaziyetinden dolayı bir an evvel harbe girilmesinde ısrarcı oldu. Edirne manevralarında, ordunun teçhizatının iyi olmadığı, hatta askerin kaputlarının bile bulunmadığını söylemek cesaretini gösteren kolordu kumandanı Hasan Rıza Paşa, eski dostu Enver Paşa tarafından azarlanarak derhal tekaüde sevk edildi.
Bir adım daha
Bîtaraflığa rağmen, Türk ve Alman askerî heyetleri hummalı bir şekilde Odesa’ya asker çıkarmak yahut Mısır’ı işgal etmek gibi projeler üzerinde çalışıyorlardı. Bulgaristan’ı harbe ikna için Almanlar ve Türkler iki taraftan uğraşıyordu. 8 Eylül’de kapitülasyonlar tek taraflı olarak kaldırıldı. Almanya dâhil bütün memleketlerin şiddetle protesto ettiği bu karar, Türkiye’yi harbe bir adım daha yaklaştırdı.
İttihatçıların Sultan Reşat sarayına koydukları Mabeynci Lütfi Simavi Bey hatıratında der ki: “Hicaz’ı, Irak’ı, Suriye’yi ve Filistin’i kaybettiğimiz bu hâileye işte böyle bir hokkabazlıkla karıştık. İstikbali karanlık gören vekillerin bir kısmı istifa etti. Uğursuz Trablusgarp ve Balkan muharebesinden sonra iyileşmemiş yaralarımıza rağmen hiçbir mecburiyet yokken ve kimse tarafından taarruza uğramadığımız hâlde dünyanın en birinci devletleri aleyhine harbe girişmek, delice olduğu kadar, canice bir siyaset idi.”
Şaka yapmıştım
Amiral Souchon, Karadeniz’e bir an evvel çıkmak için sabırsızlanıyor; bu iki gemiyi Türk gemisi saymayan İtilaf Devletleri ise, çıktığı anda düşman muamelesi göreceğini ilan ediyordu.
Alman gemileri henüz pusuda beklerken, Said Halim, İngiliz sefiri Sir Mallet’e “Bir buhran çıkacak olursa harbiye nazırını tevkif ettiririz” diye teminat vermişti. Görülüyor ki, memleketi ateşe sürükleyen komitacılar, birbirlerine karşı da pusu vaziyetinde idi.
Sir Mallet, Cemal Paşa’ya, Almanlar Türkiye’yi harbe sokmak için gerekirse darbe yapıp kendisini hapse atabileceğini söylediğinde, Cemal Paşa dehşetli bir cevap verdi: “Böyle bir şeyi hissettiğim anda, bahriye nazırı sıfatıyla Çanakkale Boğazı'nı İngiliz ve Fransız donanmalarına açarım!..”
Mahmud Muhtar Paşa’nın "Maziye Bir Nazar" adlı hatıratında anlattığı hâdiseyi Cemal Paşa hatıratında “şaka yapmıştım” diyerek geçiştirir.
Üçüncü perde
İki gemi Enver Paşa’nın emriyle, 27 Ekim 1914’te Alman kumandasında ve mürettebatıyla Karadeniz'e çıktı. 6 Eylül 1914’te General Bronzart ile Enver’in yaptığı askerî planda, bu husus öngörülüyordu. Gemilerin Çanakkale Boğazı’ndan geçiş emrini bizzat veren Enver Paşa, her şeyden habersiz arkadaşlarına “Bir oğlumuz oldu” diyerek haberi müjdeledi.
Amiral Souchon kumandasındaki filo, Odessa, Kefe, Novorossiysk ve Sivastopol limanlarını bombaladı. İki Rus ve bir Fransız gemisini de batırdı. Bunun üzerine 3-5 Ekim arasında Rusya, İngiltere ve Fransa, Türkiye’ye harb ilan etti. Maceranın hemen ertesinde sefirler İstanbul’u terk etti. Ruslar Doğubayezid’den sınırı geçtiği gibi; İngilizler de Akabe limanını topa tuttular.
Her şey yalnızca üç kişinin, Enver, Talat ve Cemal Paşa’nın inisiyatifiyle oldu. Said Halim Paşa güya istifaya kalkışmış; sonra ısrarlara dayanamayarak kalmıştır. Üçüncü perde böylece indi.
Çılgın romantik
Sonradan aşırılar, ilk atışı Rusların yaptığını; hatta Rusların Boğaz önüne torpil dökerek kapatmak istediğini iddia ettiler. Hakikat, az sonra meclis tahkikatıyla ortaya çıktı.
Talat, hatıralarında hâdiseden haberi olmadığını, Enver’in de bilmediğini söyler. Cemal, kararı Enver ile beraber aldıklarını ima eder; o zaman Cavit dışında herkesin harb taraftarı olduğunu söyler. Karabekir, ilk atışın Enver’in emriyle yapıldığını söyler.
Esasen bu taarruz daha 7 Haziran’da Enver ve Alman kurmaylar tarafından kararlaştırılmıştı. Enver’in gemilere verdiği taarruz emrinin orijinali hem Türk (ATASE), hem Alman arşivinde mevcuttur; 1931’de Ahmed İhsan’ın Matbuat Hatıraları’nda; 1993’te de Tarih ve Toplum mecmuasında neşredilmiştir.
Şurası anlaşılıyor ki, başka siyasi, iktisadi ve ictimai sebepler ne olursa olsun, Türkiye’nin Cihan Harbi’ne girişi; hem de Almanların yanında girişi, büyük ölçüde Enver Paşa’nın tek taraflı inisiyatifiyle olmuştur.
Tarihçi İsmail Hami Danişmend der ki: (IV/408) “Türkiye’nin hiçbir lüzum olmadığı hâlde Birinci Cihan Harbi'ne atılmasında ve ondan sonra da çılgınca harp maceralarıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun inkıraza uğramasında en mühim âmillerden biri de işte bu Enver Paşa’dı
.
LOZAN’IN GİZLİ MADDELERİ Mİ VAR?
3 Şubat 2020 02:00
Türkiye’nin Batı ideali üzerine şekillendirildiği Lozan Antlaşması, bazı taahhütler ve tavizler karşılığında imzalanabilmiştir...
Lozan’ın bazı gizli maddeleri olduğu, hatta 100 yıl sonra hükümsüz kalacağı gibi iddialar şimdilerde çokça dile getiriliyor. Bazı kesimlerde de Lozan’da dinî ve millî hüviyetinden vazgeçme mukabilinde sulh yapıldığı kanaati yaygındır. Lozan arifesinde saltanatın kaldırılması ve Bolşeviklerin tutuklanması, halifeliğin kaldırılmasını ve Sovyetlerden uzaklaşılmasını isteyen İngiltere’ye karşı bir jesttir.
Şeriattan vazgeçme taahhüdü
Lozan’da şer’î hukuktan vazgeçilmesi mukabilinde sulh yapıldığına dair kanaat, Türkiye’deki ekalliyetlerin hukuki statüsü hakkındaki müzakereler ve bunun neticesinde imzalanan İdare-i Adliyeye Dair Beyanname’den kaynaklanmaktadır. Bu beyanname Türkiye’nin şeriattan vazgeçme taahhüdünü havidir. Buna göre cemaat mahkemeleri kaldırılacak; ancak cemaatlerin hukukî imtiyazları bir müddet daha devam edecektir.
Ankara hükûmeti, laik hukuk reformunu en kısa zamanda yapmaya söz vermiştir. Buna mukabil Türk mahkemelerinde 5 seneden az olmamak kaydıyla ecnebi temsilciler bulunacaktır. Bu, Türk mahkemelerinde ecnebi hâkimler manasına gelmektedir. İmparatorluk devrinde de dile getirilen, ama şiddetle reddedilen, bir memleketin istiklâli ile asla bağdaşmayacak bu hükmün kabulü şaşırtıcıdır.
Türk heyeti Lozan'da... Avrupalı görüntüsü geleceğin habercisi gibidir
.jpg)
Lozan Muahedesi’nin imzalandığı tarih, uzun seneler bayram olarak kutlanmıştır.
Türk mahkemesine ecnebi hâkim
Bu “hukuk müşavirleri”, Cihan Harbi’ne katılmamış [Hollanda, İsveç gibi] tarafsız devletler arasından Lahey Milletlerarası Adalet Divanı tarafından seçilecekti. Bunlar Türk memuru sayılacaktı. Hem adliye vekâletindeki hukuk reformu çalışmalarına katılacaklar, bir kısmı da çeşitli şehirlerdeki mahkemelerde hazır bulunacaklardı. Ceza hukukuna dair şikâyetleri kabul edebileceklerdi. Mahkemelere müdahale edemeyecekler; adliye vekiline, gördüklerine dair fikirleri ihtiva eden raporlar vereceklerdi. Savcılar, icraatlarından bunları haberdar edecekti.
Türk hükûmeti, 1926’da İslâm hukukunu tamamen kaldırıp İsviçre Medenî Kanunu’nu iktibas edince, Ortodoks, Ermeni ve Musevi cemaatleri, Avrupa’nın baskısıyla, topluca müracaat ederek eskiden beri var olan ve Lozan’da da teyit edilen hukuki imtiyazlarından vazgeçtiklerini Türkiye hükûmetine bildirdiler.
Tavizler-Taahhütler
Osmanlı Devleti’nde gayrı müslim vatandaşların ve ecnebilerin adlî ve hukukî imtiyazları vardı. İslâm hukukundan gelen bu imtiyazlara göre, iki gayrı müslim Osmanlı vatandaşı, şahıs, aile ve miras gibi meselelerde aralarındaki davayı kendi mahkemelerine götürebilirdi. Burada kendi dinlerinin hukuku tatbik edilirdi.
Ruhanilerin vazife yaptığı bu mahkemelere cemaat mahkemeleri adı verilirdi. Suriye, Irak, Ürdün, Filistin (İsrail), Mısır gibi Osmanlı İmparatorluğu vârisi memleketlerde bu usul bugün bile caridir. Ecnebilerin taraf olduğu davalarda da konsolosluklar salahiyettardı. Tarafların tâbi olduğu devlet hukukuna göre meseleyi çözerdi.
Lozan müzakerelerinin 29 Aralık 1922’de başlayan celsesinde bu mesele konuşuldu. Avrupa murahhasları, gayrı müslim Türk vatandaşlarının, eskiden olduğu gibi ahval-i şahsiye meselelerinde hukuki imtiyazlara sahip olması gerektiğini, mesela Ortodoks kilisesinde evlenen birinin bu evliliğinin Türk makamlarınca muteber sayılması lazım geldiğini ileri sürdüler.
Gaflet ve cehalet!
Bu celselerde Rıza Nur, Münir ve Şükrü Beyler hazır bulundu. Türk murahhasları, din ayrımı yapmaksızın bütün Türk vatandaşlarına tatbik edilecek vasıfta bir medeni kanun neşredileceği ve mahkemelerin şer’î değil, laik kanunlar mucibince karar vereceğini taahhüt ettiler. Bu taahhüdü Lozan zabıtlarında görmek mümkündür. (Lozan Barış Konferansı -Tutanaklar Belgeler- Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s.219-235)
İtalyan mümessili Garroni, 28 Aralık’ta Türkiye’nin kısa zamanda modern icaplara tamamen uyan kanunlar ve mahkemeler kuracağına inandığını söyledi. 23 Ocak 1923’te Gazi, Bursa’da, “Zamana ve ihtiyaca uymayan Mecelle’ye bağlı kalamayız. Avrupa kanunlarını alacağız. Yüzlerce yıl evvelki bir cemiyet için yapılan kanunlarla bugünki cemiyeti idareye kalkışmak gaflettir, cehalettir” diyerek karşı tarafa lazım gelen mesajı vermiştir.
İşte bu kadar
Sir Edward Grey, Lordlar Kamarası’nda, “Japonya da 30 sene evvel laik Avrupa kanunlarını kabul edince kapitülasyonlardan kurtuldu” diyerek, Türkiye’nin de bu yolu takip etmesi gerektiğini dile getirmiştir. Aslında kapitülasyonlar, Türkiye’yi dönüştürmek için bahane idi. Çünkü bunlar İngiltere’yi değil, Fransa’ya alakadar ediyordu.
Ama bu bahaneyle Türkiye’yi ananelerinden vazgeçirmek mümkündü. Esasen İngiltere’nin 3 derdi vardı: Boğazlardan serbest geçiş, sömürgeciliği tehdit eden Halifelikten kurtulmak ve Musul’da hâkimiyet. Üçünü de ayrı ayrı elde ettiler.
Neticede Türkiye’nin çözülmesiyle tekrar başlayan müzakereler, 23 Temmuz 1923’te tamamlanmış; sonraya bırakılan Musul meselesi, 1926’da imzalanan bir muahede ile İngiltere lehine çözülmüştür.
Lozan’dan sonra 3 Mart 1924’te Halifelik, şer’iye vekâleti, kadı mahkemeleri ve medreselerin ilgası; 1926’da şer’î hukukun tamamen kaldırılarak İsviçre medeni kanununun kabulü elbette tesadüf değildir. Türkiye Cumhuriyeti, an’anevî hüviyetinden vazgeçmek pahasına kurulmuştur.
1926 tarihinde İsviçre medeni kanunu kabul edilirken, itiraz edenlere, adliye vekili Mahmut Esat (Bozkurt) “Bunu İsmet Paşa Lozan’da kabul etmiştir. Siz de kabul etmek mecburiyetindesiniz” demişti. Bunu o tarihte Van milletvekili olan İbrahim Arvas, Tarihî Hakikatler kitabında anlatıyor (İstanbul 2010, s.101).
Lord Curzon ile İsmet İnönü'yü tasvir eden karikatür. 27.12.1923 Daily Telegraph. Altında şöyle yazıyor: Türkler, acemi bir halı satıcısı gibiydi; ne istediysek kabul etti.
Hilâfet baş belasıdır!
Lord Curzon’un koyduğu “Yakın Şark İşleri Hakkında Lozan Konferansı” ismine, Türk heyeti üzerinde psikolojik baskı teşkil ettiği gerekçesiyle İsmet Paşa itiraz ederek “Lozan Sulh Konferansı” adının verilmesi teklifinde bulunmuşsa da kabul ettirememişti. Bu bile hâdisenin hâlâ bir Şark Meselesi, yani Orta Doğu’nun Avrupa’nın arzu ve menfaatleri istikametinde yeniden tanzimi olarak görüldüğünü gösterir.
1924 meclisinde Van milletvekili olan İbrahim Arvas Bey, Lozan Muahedesi İngiliz parlamentosunda görüşülürken, elliye yakın milletvekilinin söz alıp, nasıl oldu da Türklere istiklal verdiniz, diye tenkitte bulunduğunu; Lozan’da İngiliz murahhası Lord Curzon’un da “Evet istiklâl verdik ama karşılığında maneviyatlarını aldık” dediğini o zamanki İngiliz gazetelerinden naklen anlatmaktadır. (Tarihî Hakikatler, s.102)
Gazi’nin dediği gibi, Türkiye’nin Batı ideali üzerine şekillendirilmesi Lozan’da olmuştur. İsmet İnönü’nün, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin neşrettiği “Lozan Barış Konferansı Tutanaklar Belgeler” adlı kitaba bizzat yazdığı ön sözde kullandığı “Lozan, imparatorluğun tasfiye edildiği bir muahededir” cümlesi, bu hakikati ifade eder.
Lozan’da Hilâfet mevzuu açıkça konuşulmamıştır. Ancak Lord Curzon, mukaddes emanetlerin Hicaz’a iadesini ve Hicaz Demiryolu üzerindeki haklarından vazgeçilmesini teklif etmiş; 1912 tarihli Uşi Antlaşması’nın Libya’da halifenin otoritesi hakkındaki maddesinden bahisle, hilâfetin istikbali hakkındaki menfi fikirlerini ima etmiştir. Ardından da Lozan’da İnönü’nün müşavirliğini yürüten Hahambaşı Hayim Naum Efendi vasıtasıyla hilâfet kaldırılırsa, sulhun önünün açılacağına dair telkinlerde bulunmuştur.
Hâlbuki Lozan’ın ilk devresinde İsmet Paşa hilâfeti İngiltere’ye karşı hep bir koz olarak ileri sürerdi. Zira içeride ve dışarıda hilafetin tesirine ihtiyaç vardı. Ancak bu, İngilizleri daha da endişelendirdi. Nitekim evvelce toplanan Paris Sulh Konferansı, kaybedilen Arap vilâyetlerinde zayıf da olsa devletin hâkimiyetini devam ettirmek isteyen Damat Ferid Paşa’nın hilâfet nüfuzundan bahsetmesi üzerine dağılmıştı.
Bu esnada Lozan müzakereleri kesildi. İsmet Paşa memlekete döndü. 13 Kasım 1922’de başlayan Lozan müzakerelerinin 4 Şubat 1923’te kesilmesi birkaç mesele sebebiyle olmuştur. Bunların başında Kapitülasyonlar ve Musul gelir. Hayim Naum Efendi de İktisat Kongresi için İzmir’e gelen Gazi ile görüşerek, Lozan’da olup bitenler hakkında hususi malumat vermiştir.
Bu vak’a, Büyük Doğu mecmuasının 29. sayısında yer alan “Lozan’ın İçyüzü” başlıklı makalede; ayrıca Sebilürreşad’ın Eylül 1950 tarihli 86. sayısında Kazım Karabekir’den naklen anlatılmış; İsmet Paşa hayatta olduğu hâlde tekzip edilmemiştir. İsmet Paşa’nın memlekete gelene kadar her fırsatta hilâfetten vazgeçmeyeceklerini haykırması, konferansın kilit noktasının hilafet olduğunu gösteriyor.
Gazi, 17 Şubat 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde “Hilâfet, baş belasıdır!” gibi o zamana kadar rastlanmayacak şekildeki ağır sözleri sarf etmiştir. Daha 9 Kasım’da Hind Hilâfet Komitesi’ne TBMM Reisi ve Başkumandan imzasıyla teşekkür mektubu yazıp yardım isteyen Gazi, ne olmuştur da böyle söylemiştir?
Çünki Lozan’da uzlaşma ve çatışma mevzuları belli olmuştur. Artık İslâmiyete ve Sovyetlere ihtiyaç kalmamıştır. Türkiye, Avrupa’nın, yani İngiltere’nin himmetine muhtaçtır. Gazi’nin hem bu sözü, hem de ecnebi sermayenin hüsnükabul göreceği hakkındaki beyanları, öte yandan meclisteki “Musul’da harbi göze alamayız” şeklindeki konuşması, hep İngiltere’nin teskinine matuftur.
Ardından muhalefetin baskısı sebebiyle Ankara’da mülakatı mahzurlu bularak, Eskişehir’de kendisiyle görüştüğü İsmet Paşa’ya lazım gelen talimatı vermiştir. “Sulh yapmak elzemdir; harb göze alınamaz!” Üstelik mecliste muhalifler giderek güçlenmekte, Gazi’nin pozisyonu sarsılmaktadır.
Türkiye heyeti Lozan’a döndüğünde, çok daha mülayim bir Lord Curzon ile karşılaşmıştır. Hilafet hakkındaki niyetlerden haberi olmayan/olan Abdülmecid Efendi, son bir gayretle Mayıs 1923’te hilafetin dünya Müslümanlarınca tanınması için bir kongre tertiplemeye kalkışmış; Gazi, tehlikeli olacağından bahisle bunu engellemiştir. Bu, İngiltere’yi endişelendirmemek kaygısı iledir.
Gazi’nin sınıf arkadaşı ve Edirne Müdafii Şükrü Paşa’nın damadı Ohrili Kemal Bey, İsviçre’den İnönü’ye yazdığı 1947 tarihli mektup/rapor/hatıratta, hilafetin ve medreselerin ilgasına dair Lozan’da İngiltere’ye 4 maddelik gizli bir anlaşma ile yazılı taahhüt verildiğini söyler. Devlet arşivindeki bu rapor, geçenlerde Türk Tarih Kurumu reisi tarafından neşredilmiştir. Lozan’dan hemen sonra Hilâfet kaldırılmış; ancak ondan sonra İngiliz parlamentosu Lozan’ı tasdik etmiştir. “Batılı idealine sahip” Ankara kahramanları, bu tazyik olmasa da hilafeti ve şer’î hukuku kaldırırlardı; ama belki bir zaman sonra… Lozan, işi çabuklaştırmıştır.
.
Vefatının 102. Yılında SULTAN II. ABDÜLHAMİD DEVRİNDE HİÇ TOPRAK KAYBEDİLMEDİ Mİ?
10 Şubat 2020 02:00
Sultan Hamid devri, harbin açtığı felâketlerin önünü almaya çalışmakla geçti. Unutulmamalıdır ki, bu devir, Kanuni Sultan Süleyman devri değildir.
Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı padişahlarının en uzun müddet tahtta kalanlarından biridir. Bu sebeple hakkında söylenenler de çoktur. Seveni kadar, sevmeyeni de vardır. Ama belki en az tanınan padişah olduğu için, her gün hakkında altı doldurulmaya muhtaç yeni rivayetler ortaya atılmaktadır. Kimi, bir karış vatan toprağını vermediğini söylerken; ötekiler de, en çok toprak onun zamanında kaybedilmiştir, diyor.
İpler kimde?
Sultan Hamid 1876’da tahta çıktı. O sene, son zamanlardaki Rusya’ya yakın politikası sebebiyle İngiltere’nin husumetini çeken Sultan Aziz tahttan indirilip öldürülmüş; yerine geçirilen Sultan V. Murad da olup bitenlerden dehşete düşerek hastalandığı için 3 ay sonra tahttan indirilmişti.
Sultan Hamid, bu hâdiselerin aktörlerine, Kanun-ı Esasi, yani anayasa ve parlamento sözü vererek padişah oldu. Böylece Osmanlı Devleti, Avrupaî manada bir taçlı demokrasi hâline geldi. Zaten Tanzimat devrinden beri devleti Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuad Paşa, Rüştü Paşa, Nedim Paşa gibi bürokratlar idare etmekteydi. Artık bu sistemin adı konulmuştur.
Dolayısıyla tahta çıktığında ipler Sultan Hamid’in elinde değildir. Parlamento ve aslında hükûmet, devletin hakiki idarecileridir. Hele Midhat Paşa gibi güçlü bürokratlar, padişaha fazla söz hakkı bırakmamıştır.
"İngiliz Asrı"
Midhat Paşa’nın Sırbistan’daki basit bir sınır tanzimine razı olmayarak ve İngilizlerin desteğine güvenerek memleketi sürüklediği 1877-78 Osmanlı-Rus harbi, Türk-İslâm tarihinin en büyük felâketlerindendir. Halk arasında 93 Harbi diye bilinen bu fâcia, devletin idam fermanı olmuş; padişah cezanın infazını elinden geldikçe geciktirmiştir.
Son bir asır zarfında defalarca Ruslarla savaşan ve her defasında mağlup olan Osmanlı Devleti; İngiltere ve Rusya’yı dengede tutarak hayatta kalıyordu. Sultan Hamid, baba ve amcasının denge siyasetini miras almıştı. Rusya’dan çekinen İngiltere, XIX. asrın ilk yarısında Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak için elinden geleni yaptı. Buna tarihimizde "İngiliz Asrı" denir.
Ancak 1870’lerden itibaren iktidara gelen İngiliz hükûmetleri Rusya’ya yakınlaşarak, Osmanlı Devleti hakkındaki hayırhah politikayı terk etmişti. Mamafih İngiliz hükûmetlerinin de kafası karışıktı. Osmanlı, tamamen ortadan kalksın mı, yoksa parçalansın mı, karar vermemektedir. Şark Meselesi denilen bu mesele hakkındaki karara XX. asrın başında varacaktır.
Midhat Paşa, İngiliz taraftarı idi. Onların sistemine hayrandı. İktidara gelişinde ve yaptığı darbede İngiltere’nin rolü vardı. Ancak kendisinin faal bir vâlilikten öte kabiliyeti ve tecrübesi yoktu. 93 Harbi’nde İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni destekleyeceğini umuyordu. Ama umduğunu bulamadı. 1914’te olduğu gibi hiç girilmeyecek bir harbe sürüklenen devlet, tecrübesiz ellerde mahvolmuştur.
Zafer Âbidesi
Osmanlı askerî tarihinin en feci sahnelerinin yaşandığı 93 Harbi’nde Osmanlı orduları hem garpta, hem şarkta yenildi. Sırp, Rumen ve Yunanların müttefiki Ruslar, Yeşilköy’e kadar geldi. Üstelik buraya bir de zafer âbidesi diktiler. Türk tarihinin en feci antlaşmalarından biri, bugün Yeşilköy denilen Ayastefanos’ta 1878’de imzalandı.
Ancak Rusların fazla güçlenmesinden endişelenen İngiltere devreye girdi. Ayastefanos’un hükümlerini hafifleten bir nihai antlaşma aynı sene Berlin’de imzalandı. Bu yardım karşılıksız değildi elbette. Kıbrıs’ın idaresinin muvakkaten kendisine devredilmesini istedi. Bu aslında onlara bir üs tahsisi demekti. Kıbrıs, yine Osmanlı hâkimiyetinde mümtaz bir eyaletti. Vergiler İstanbul’a gelecekti. Teb’aya Osmanlı hukuku tatbik edilecekti.
Padişah böylece Osmanlıların Avrupa’dan tasfiyesini önledi. Berlin Muahedesi’ne göre bile devletin kaybı az değildi. Bu kayıplar Sultan Hamid’in saltanatı devrine rastlar. Ama bunlardan padişahın doğrudan mesuliyeti olduğu söylenemez. Bir kere padişah bu devirde fiilen idareci değildir. İpler, Midhat Paşa ve avanesinin elindedir. Harbin ve neticelerinin aslî mesulü onlardır. Ne gariptir ki, vatan kahramanı olarak tanınmış; her yere ismi verilmiştir.
Zaten Gitmişti
Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın resmen kaybı, bu muahede ile olmuştur. Ama bunlar zaten XIX. asrın başlarından itibaren tedricen muhtariyet elde etmişti. Harbden evvel neredeyse müstakil birer prenslik idi. 1878’de tam istiklal kazanmışlardır. Bulgaristan’da iki muhtar prenslik kurulmuştur.
Harb esnasında Ruslarca işgal edilen Kars, Ardahan ve Batum elden gitmiştir. Rusya’nın müttefiki olan Avusturya Bosna’yı işgal etmiştir. Muahede, Tesalya’yı da Yunanistan’a vermiştir. Padişah, bu maddenin tatbik edilmemesi için diplomatik yollarla yıllarca direnmesine rağmen, muvaffak olamamıştır.
Bu harbden sonra iyice zaafa düşen Osmanlı Devleti, iki mühim eyaletini kaybetti. Mısır, 1805’ten beri, Tunus ise 1710’dan beri muhtar (otonom) birer eyaletti. Merkezle bağları iyice zayıflamıştı. Fransa, 1881’de bir sınır çatışmasını bahane ederek Tunus’u işgal etti.
Süveyş Kanalı sebebiyle hıdivin aldığı borçları ödeyemeyen Mısır, 1882’de İngiltere tarafından işgal edildi. Osmanlı hükûmetinin Cihan Harbi’ne düşman tarafta girmesini bahane eden İngiltere, 1914’te Mısır ve Kıbrıs’ı ilhak etti. Bu kayıplar ancak Lozan’da tanınmıştır. Mısır ve Tunus’un kaybında da padişahın doğrudan rolü yoktur.
Tahtına mal oldu
Berlin Muahedesi’ne göre, Vilâyât-ı Sitte denilen doğudaki altı vilayette (Erzurum, Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van, Sivas) muhtar bir Ermenistan kurulacaktı. Sultan Hamid, Ermenilerin bu vilâyetlerde ekseriyet olmadığını gerekçe göstererek maddeyi tatbik etmemiş; Hamidiye Alayları vasıtasıyla şarkın kaybedilmesini önlemeye çalışmıştır. Filistin’de Siyonistlerin muhtar bir Yahudi devleti kurmasına da yol vermemiştir. Bu iki ısrarı, tahtını kaybetmesinde mühim rol oynamıştır.
Ödenemeyen eski bir borç sebebiyle Fransız donanması Midilli’yi; Makedonya’daki bir gümrük zammı yüzünden de Müttefikler 12 Adaları işgal etmişti. Padişah, ufak tefek tavizlerle ve geri adım atarak hem Ege adalarını, hem de Makedonya’yı kurtarmıştır.
İtalya’nın gözünü diktiği Libya’da Sultan Hamid muktedir kumandanları vazifede tuttu. Mısır ile Tunus işgal altında olup buradan sevkiyat mümkün olmadığı için, silah ve askerce takviye etti. Yerli halkı silahlandırdı. Böylece Libya’nın 30 sene daha elde kalmasını temin etti ki, İttihatçılar, başa geçince, Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşa, Libya’daki askerleri çekerek buranın İtalyanlarca işgaline yol açmıştır
Al Taviz, Ver Taviz!
Sultan Hamid, İngiltere ve Rusya’ya karşı Almanya’ya yakınlaşarak, yeni bir denge kurmaya çalışmıştır. Rusya’ya tampon gördüğü muhtar Bulgaristan Emâreti’ni taltiflerle hep yanında tutmayı bilmiştir. Bu, Bulgarların da işine geliyordu. Bulgar Prensi, sık sık İstanbul’a gelip Osmanlı yaver üniformasıyla merasimlerde boy gösterir; bahşişini alır giderdi.
Sultan Hamid, 93 Harbi’ni vesile bilip dedesi Sultan Mahmud gibi ipleri elinde tutmaya çalışmıştır, ama iş işten geçmişti. Saltanatı, harbin açtığı felâketlerin önünü elinden geldiğince almaya uğraşmakla geçti.
Unutulmamalıdır ki, bu devir, Kanuni Sultan Süleyman devri değildir. Nitekim Girit’i elde tutabilmek adına 1897’de Yunanlarla harbe girmiş; galip geldiği hâlde, İngiltere’nin müdahalesiyle fazla bir netice elde edilememiştir.
Taviz vermek, geri adım atmak, özür dilemek hoş değil ama, daha büyük kazanç için gayet tabiidir. Ekonomik ve kültürel gücün ön plana geçtiği XX. asırda çok toprak sahibi olmak da, artık ehemmiyet taşımamaktadır.
İslâmcı değil, Halife!
İngiltere’nin Cemaleddin Afgânî’ye kurdurduğu ve Halifeliğin Arapların hakkı olduğunu iddia eden İslâmcılık politikası, 1880’lerden beri Arap topraklarında yayılmıştı. Burada bazı dine uzak Araplar arasında ihtilal cemiyetleri kurulmuştu. Sultan Hamid, burada Halifelik nüfuzunu kullanarak dik durabilmiştir. Sultan Hamid, İslâmcı veya Panislamist değildir; Müslümanların halifesidir.
Kimi zaman gururlarını okşayarak, kimi zaman ihsanlarla sadece Arnavudları değil; Arap ve Kürdleri de merkeze bağlı tutabilmiştir. Mesela Akabe ve Kûveyt gibi İngiltere’nin emperyalist siyasetinde çok üzerinde durduğu iki hassas noktada doğan krizleri ustaca idare edip bu stratejik toprakların kaybını önlemiştir.
Aynı şekilde Hicaz ve Akdeniz’in anahtarı olan Yemen’i de elde tutmuştur. Orduyu ve donanmayı güçlendirmiş; istihkâmlar kurmuştur. Çanakkale, bu sayede müdafaa edilebilmiştir. İnce diplomasisi ile gerek hakk-ı hükümrânîsini ve gerekse hakk-ı hilâfetini vesile ederek, çok vatan toprağını elde tutmayı becermiştir. Fevkalade müşkül bir zamanda devletin birlik ve tamamiyetini muhafazaya muvaffak olmuştur.
Tek kurşun atmadan ver gitsin!
Sultan Hamid’i bu yüzden tenkit edenler; “Makedonya elden gidiyor!”, “Padişah vatan topraklarını satıyor!” diye 1908’de dağa çıkıp ayaklananlar; 9 sene içinde vatan topraklarının onda dokuzunu kaybettiler. Jön Türkler daha iktidara gelir gelmez, 1908’de Bulgaristan ve Bosna elden çıktı. İktidar yolunda kendilerini destekleyenlere borçlarını böylece ödediklerine dair dedikodular etrafı sardı.
1911’de Libya, 1912’de Rumeli ve Ege adaları, 1914’te Kıbrıs ve Mısır, nihayet 1918’de Suriye, Filistin, Irak, Arabistan ve Yemen elden çıktı. Ordu merkezi olan Selânik tek kurşun atılmadan teslim edildi. Harb tehdidi altında olmayan Katar’dan da Jön Türkler 1913’te böyle çekildi. Bunlar olmamış gibi sonra da Türkistan’ı fethedip Turan hayaline dalanların bugünkü takipçileri, Padişah’a bir şey söylemeye pek hak sahibi olmasa gerektir.
.
TEKKELERİ KİM HAVAYA UÇURDU?
17 Şubat 2020 02:00
Müslüman Türk cemiyetini besleyen iki feyiz kaynağından biri olan tekkeler yeni devirde kapatılmış; böylece Batılılaşma programının tatbiki kolaylaşmıştır.
Düzgün ve sıhhatli bir Müslüman cemiyetinin inşaında, medreselerle beraber tekkelerin çok hizmeti geçmiştir. Türkler, yerleştikleri her şehirde, hatta köyde, evvela mabed, ardından medrese ve tekke kurup, herkese İslâmiyetin güzel ahlâkını göstermeyi şiar edinmiştir.
Bunların hepsi vakıf olup, burada faaliyet gösteren şeyh ve müritler, tarla ekip mahsul alan, hayvan besleyen, bir zenaatla uğraşan, helal kazançları ile hem tekkenin idamesini temin eden, hem de fakirlere yardım eden mesuliyet sahibi zatlardır.
İmam Mâlik’in “Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan sapık olur. Her ikisini edinen, hakikate varır” sözü meşhurdur. İmam Ebu Hanîfe, İmam Şâfiî gibi fıkıh öncüleri, tasavvuftan da behredar olmuştur.
Köylere kadar yayılmış medreselerde, hâline münasip bir mikdar dinini doğru olarak öğrenen Müslüman; her köşe başında arz-ı endam eden tekkelerden birine devam ederek imanın vicdanîleşmesi için uğraşırdı. Beyler, paşalar, vezirler, hatta padişahlar bile, evliyanın önüne diz çöküp boyun bükerek feyiz almak istemiştir. Bugün herkesi hayran bırakan Osmanlı terbiyesinin esasını tasavvuf ve tekkeler teşkil eder.
Meclis-i Meşâyıh
Osmanlılar zamanında tekkeler sınıf şuuru çerçevesinde birbirini murakabe ettiği gibi, hükûmet de ehil olmayanların tekkelerin başına geçmesine mâni olurdu. XVII. asırda ham sofu kaba yobaz birkaç vâizin başlattığı Kâdızâdeliler hareketi, tekkelerin tacizi ve halkın isyana tahrikiyle neticelendi. Hükûmetin buna cevabı, sert oldu.
Sultan II. Mahmud zamanında kurulan ve muhtariyeti haiz Meclis-i Meşâyih, tekkelerin otokontrol mercii idi. İttihatçılar, bu meclisi ele geçirerek, tekkeleri kendi menfaatleri istikametinde kullanmaya çalışmıştır.
Bosna'da Blagay Nakşi Tekkesi
Bâtınîler tekkelerde
Moğol valisi Hülâgu’nun birlikleri, 1256’da Bâtınîlerin merkezi olan Alamut’u yerle bir etti; fedaileri imha etti. Kaçabilenler Azerbaycan ve Anadolu’ya gelerek cahil halk arasında Hurûfîlik adıyla yeni Bâtınîlik inancını yaydılar. Zamanla evvela Bektaşî; ardından da başta Melâmî ve Mevlevî olmak üzere diğer tekkelere sızdılar.
Yeniçeri Ocağı’nı ve bununla organik bağı sebebiyle Bektaşî tekkelerini kapattığından dolayı kendisini “Gâvur Padişah” diye anan Bektaşî babalarını, Sultan II. Mahmud, tashih-i akâid (itikat düzeltmek) için Birgi, Hâdım gibi ilim merkezlerine sürgün etti. Tekkeleri, vakıf hukuka gereğince, tarihî silsile itibarıyla en yakın tarikat olan Nakşibendîlere verildi. Bu hâdise, Bektaşîlerin, Nakşîlere karşı kin duymasına sebep oldu. İttihatçılar devrinde, intikamlarını korkunç bir şekilde aldılar. Talat Paşa, Bektaşi idi.
Havaya uçurulan feyiz menbaları
Yeni rejim, dinin zâhirîni öğreten ve koruyan medreseler ile maneviyatını öğreten ve yaşatan tekkeleri hasım addetmiş; bunları ortadan kaldırmadıkça inkılapların yerleşemeyeceğini idrak etmiştir. Tek parti hükûmeti, cemiyetin ruhunu besleyen iki mühim feyiz menbaını havaya uçurduktan sonra, Batılılaşma programını çok daha kolay tatbik imkânı bulmuştur.
30/XI/1925 tarih ve 677 sayılı Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine (Kapatılmasına) ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgâsına Dair Kanun ile tekkeler kapatılmış; tarikatlar ve tasavvuf yasaklanarak, yeraltına inen mensuplarına ciddi takip getirilmiştir. Padişah türbeleri bile kapatılarak harabiyete terk edilmiştir. Halkçılık, bütün sivil cemiyetlerin kapatılarak, halkın tek parti içinde çalışması demektir.
Şeyh ve ailesinin tekkelerin meşrutasında kayd-ı hayat şartıyla oturmasına izin verilmiştir. Hâlbuki bu tekkelerin hemen hepsi vakıf olup, vakfın hükümlerini kimsenin değiştirememesi hukukun umumi prensibi iken, çoğu hususi mülkiyete geçirilip yağma edilmiş, pek azı cami meşrutası (lojmanı) olarak kullanılmıştır.
Sonradan aslî hüviyetini kaybeden bazı tekkelere folklorik olarak izin verilmiş; hatta devlet erkânı bile hususi günlerde burada arz-ı endam ederken; basit Müslümanlar tarikatçılık ithamıyla takibata tâbi tutulmuştur. Bir Hıristiyanlık tarikatı olan Masonluk, İnönü devrinde serbest bırakılmış; Müslüman tekkeleri kilitli kalmaya devam etmiştir.
Boş mekânları kapattılar
Nakşî meşayihinden Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretlerinin, tekkelerin kapatılmasından az evvel söylediği şu sözler dikkat çekicidir: “Bir zamandır şeriatın alâmetleri gizlenmiş ve tarikatın ana caddesi boşalmıştır. Kâfir nefis her yeri istilâ ve şeytanın ordusu her tarafta hükmünü icra etmektedir. Tasavvufun manası bozuldu; ismi kaldı. Erkânı kırıldı, resmi kaldı. Belki de ismi ve resmi de değişikliğe uğradı. Ehli olmayanlar, tasavvufu, yaldızlı kalp para gibi görürler. Tasavvuf ise hakikatlerin madenidir.”
“İstanbul’a geldiğimde (1919) bid’at karışmamış tekke kalmamış gibiydi” buyuran Abdülhakîm Efendi; tekkeler kapatıldığında, “Boş mekânları kapattılar. İlim ve tarikat avamın, nâehillerin eline düştü. Tarikat işi bitti; ancak muhabbet ve muhiblik bâkidir” diyerek, tekke ve medreselerin kapanmasını, kader-i ilahiyye çerçevesinde değerlendirmiştir. Bid’at, dine, tasavvufa sonradan sokulan şey demektir.
Demek ki, silsileye bağlılığı kat’î ve ehil bir mürşid tarafından meşru bir tekkede usul ve erkânına tam uygun seyrü sülûk yaparak velâyet-i hâssayı (hususi evliyalığı) elde etme imkânı, siyasî ve içtimaî sebeplerle ortadan kalkmıştır. Ama itikadı düzeltip farz ve nafileleri yerine getirip zikr-i ilahî ile meşgul olduktan başka bir Allah dostuna muhabbet edip ondan feyz almak suretiyle velâyet-i âmmeye (umumi evliyalığa) erişmek mümkündür. Bunun için tekkeye lüzum yoktur.
Mürşid-i kâmil-i mükemmil, ilimde ictihad; tasavvufta velâyet-i hâssa-ı Muhammediyye mertebesinde bulunmalıdır ki, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayırabilsin. Mukayyed halife ise, ancak mürşidi arada oldukça faaliyette bulunabilir. Her şeyi mürşidine arz ederek yapar. Tek başına iş göremez. Şeyhinin vefatından sonra da onun usulünden dışarı çıkamaz. Mürşid-i kâmil (kemale gelmiş) olsa bile, mükemmil (kemale getirici) değildir.
Bir de sefir vardır ki, bu zamanda mecâzen halife deniyor. Tarikat işlerinin tamamında emre tâbidir. Kendi görüşüne hiçbir şey verilemez. Ancak zikr telkini ve hatm-i hâcegân yaptırabilir. İmparatorluğun son zamanlarında ve cumhuriyet devrindeki tekke şeyhlerinin çoğu böyle idi.
Evliya nereden yetişecek?
Karababa Dergâhı şeyhi Ahmed Yivlik Baba’nın anlattığına göre, Bakırköy tımarhanesi baştabibi Dr. Mazhar Osman, İnönü’ye der ki: “Paşam hastanede yer kalmadı. Bunların çoğu bizlik değil. Tekkeleri kapattınız; hastaları çoğalttınız. Bari bu şeyh efendileri bize verseniz; hastaların dörtte üçü iyileşir.” İnönü; “Ne bunu sen söylemiş ol, ne de biz bunu duymuş olalım” diyerek meseleyi kesip atar.
“Efendim tekkeler kapatıldı. Evliyâ nereden yetişecek?” şeklinde vâki sualine karşı Abdülhakîm Arvasî, “Şimdi alnı secdeye gelenler, zamanın evliyâsıdır” cevabını vermiştir. Hakkıyla namaz kılmak da, herkesin harcı değildir.
Tasavvuf için mutlaka bir tekkeye lüzum olmadığına göre, bu münasebetle Ahmed Celâleddin Dede şu kıtayı söylemiştir:
Âsumandır kubbesi, hep ahterân âvizesi,
En ziya-bahşâ kanâdili, güneşle mâhdır.
Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak,
Cümle mevcûdât zâkir, kâinât dergâhtır.
.jpg)
Mevlevi Şeyh ve dervişleri
Ne Hind, ne Yunan!
İlk zamanlarda tasavvuf faaliyetleri için hususî mekânlar yoktu. Müslüman cemiyetin çeşitli cihetlerden inkişafıyla, nasıl tedrisat, câmilerden, medreselere intikal ettiyse; tasavvuf faaliyetleri için de muayyen mekânlar teşekkül etmiştir.
Tekke, zâviye, dergâh ve hângâh birbirinin yerine kullanılmış olsa da aralarında fark vardır. Tekke (tekye), Arapça “sırtını dayamak” kökünden gelir. Bunun muadili olan Farsça dergâh, “kapı mahalli, kapılanan yer” demektir. İlk tekke VIII. asırda Remle’de Ebu Hâşim Sôfî için yaptırılmıştır.
Zâviye, Arapça “ibadet için çekilinen köşe” manasına gelir. Burada şeyh bulunmaz; dervişler kalır; tarikatın diğer mensupları muayyen zamanlarda bir araya gelerek tarikat âyinlerini icra ederler. Misafirhane manasına hângâh, Farsça bir tabirdir. Tarikatın merkez tekkesi için kullanılır. Buna âsitâne de denir ki Farsça “eşik” demektir.
Tekkenin başında şeyh bulunur. Silsilesi ta Resulullah’a kadar uzanan bir şeyh tarafından o tarikatın usullerine göre kendisine başkalarını irşad etme salahiyeti verilen zattır. Böyle olmayan biri, başkasını irşad edemez, ilahi yolu gösteremez. Şeyhin, başkalarını irşad etme salahiyeti tanıdığı çok sayıda halifesi olabilir. Bunlardan biri merkez tekkede faaliyet gösterir ki postnişin diye anılır.
Tasavvuf, Asr-ı saadetten beri var olan bir disiplindir. Hind veya Yunan felsefesinden gelmiş değildir. Bunlarda da benzeri bulunabilir; ama İslâm tasavvufu mana ve şekil cihetiyle çok farklıdır.
Şah Veliyyullah Dehlevî hazretlerinin de beyan ettiği üzere, Resulullah aleyhisselâmın üç çeşit vazifesi vardı. Birincisi dinin emirlerini insanlara anlatmak (tebliğ). İkincisi bunları icabında zorla yaptırmak (saltanat). Üçüncüsü bu hükümleri dileyenlerin kalbine akıtmak (irşad).
Resulullah’tan sonra raşit halifelerden her biri, bu 3 vazifeyi tam olarak yaptı. 30 yılın sonlarında fitneler ve bid’atler çoğaldı. İslâmiyet üç kıtaya yayıldı. Peygamberlik nuru, yeryüzünden uzaklaştı. Sahabe azaldı. Bu 3 vazifeyi, bir kişi yapamaz oldu.
Bu 3 vazife, 3 sınıfa ayrıldı. Tebliğ vazifesi, din imamlarına, yani müçtehitlere verildi. Saltanat işini ise halifeler üstlendi. İrşad, yani dileyen Müslümanları, Kur'ân-ı kerimin manevi ahkâmına kavuşturmak, tasavvuf büyüklerine verildi.
Bir tarikata intisap etmek kolay değildir. Bunun için bazı şartlar aranır. Bu şartları haiz olup, şeyh tarafından kabul edilen kişiye mürid (şeyhin irşadını irade eden) veya derviş denir ki Farsça’da “dünya malından yüz çeviren” manasına diriguş’dan gelir. Arapça ve sair lisanlara geçmiştir.
Şeyhin tekkede oturması şart değildir. Burada talebeleri yetiştirir. Onların hâlleriyle meşgul olur. Tarikatın rutin âyinlerini icra eder. Sohbet eder. Misafir kabul eder. Tasavvufun esası zikr olduğuna göre, toplu veya ferdî, hafî veya cehrî zikr, tarikatın esas ritüelidir. Sohbet ve râbıta (şeyhini hatırlamak) da, dervişlerin yetiştirilmesinde çok mühim bir rol oynar.
Tekkeler, her hâliyle bir edep ve terbiye merkezidir. Bilhassa divanhane denilen salona asılmış levhalar, sanat eseri olduğu kadar; birer irşad vasıtasıdır. Bunlardan biri, umumiyetle tekke pirinin isminin istiflenmiş hâli olur; bakan, onu hatırlar. Hadis-i şerifte geldiği üzere “Allah adamlarını görenler, Allah’ı hatırlar.”
“Edeb Ya Hû” gibi tasavvuf kültürüne yakışır levhalara tekkelerde daha çok rastlanır. Çünki “Hiçbir bî-edeb, vâsıl-ı ilallah olamaz.” Bağdadlı Rûhî’nin;
Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der!
Dün tekkeye vardı, bugün üstâd olayım der! beyiti dervişe sabrı öğretir
.
AKDENİZ ve TÜRKLER
24 Şubat 2020 02:00
Ufuklara kadar açık deniz, Türklerin maceracı karakterlerini coşturmuştur. Akdeniz bir Türk gölü olmuştur. Ama ne pahasına?
Akdeniz, her zaman dünya gündeminin ilk üç sırasında yer alıyor. Orta Doğu’da harareti yükselten ateşin fitili buradan geçiyor. Osmanlı tarih ve coğrafyasında hep ehemmiyetli bir yeri olmuştur. Bütün dünya milletleri için Akdeniz çok şey ifade etmiştir. Orta Doğu, eskiden de şimdi de dünyanın merkezidir. Akdeniz de buraya ulaşmanın yegâne yoludur. Ege, Tiren, Adriyatik gibi nice iç denizlere; Cebelitarık, Messina, Dardanel ve Bosfor gibi nice boğazlara; Kıbrıs, Girit, Sicilya, Malta gibi nice kocaman adalara sahiptir.
Akdeniz, sıradan bir deniz değildir. Eskiden Orta Deniz manasına Mediterraneum diye anılırdı. Ak, kara, gök (mavi) ve kırmızı, eski Türklerde aynı zamanda cihet ifade eder. Akdeniz de Batı Denizi demektir. Aynı zamanda “kara”, yukarı; “ak”, aşağı için kullanılır. Ama Arapların Bahrülebyad ve Farsların Bahr-i Sefid dediğine bakılırsa, buradaki ak, beyazı ifade ediyor gerektir. Nitekim Akdeniz, tuzluluğu fazla olan ve hep tepesindeki güneş sebebiyle açık renkli gözüken bir denizdir.
Mare Nostrum
Denizcilikte üstün olan herkes, Akdeniz’de hâkimiyet kurduğu ölçüde Orta Doğu’da söz sahibi olmaktadır. Mesela Lübnan’ın yerlileri Fenikeliler, bir Sami kavmi olmalarına rağmen Antik Çağ'da muazzam bir medeniyet kurdular. Bugün kullanılan alfabeler hep onlardan gelmedir.
Hafif gemilerle bilinen eski dünyada muazzam ticaret yaparlardı. Kartacalılar, Fenikelidir. Kadiz gibi Akdeniz sahillerinde küçük Fenike kolonileri ve limanları teşkil ettiler. Yetmedi, Cebelitarık’tan geçip İzlanda’ya kadar geçtiler. Ama fazla bir ticaret imkânı görmedikleri için geri döndüler. Fenikeliler fatih değil, tüccar idi.
Romalılar, Kartacalıları mağlup edince, Fenike medeniyeti söndü. Bütün Akdeniz Romalıların eline geçti. Tarihte bunun bir benzeri daha olmamıştır. Bütün Akdeniz sahilleri artık Roma elindedir. Hakiki manada bir iç deniz olmuş; öyle ki Romalılar buna Mare Nostrum (Bizim Deniz) adını vermiştir. Artık zahire ve asker sevkiyatı sayesinde Roma’nın hayatiyetini Akdeniz tayin eder olmuştur. Mare Nostrum olmaktan çıktıkça, Roma da zayıflayıp yıkılmıştır.
Hayat saçan deniz
Akdeniz’in ehemmiyeti üç kıtanın tam ortasındaki mevkiinden geliyor. Etrafına maddi ve manevi bereket saçıyor. İklimi yumuşattığı için etrafını yaşanır hâle getiriyor. Dünyanın en güzel yaşanacak yerleri Akdeniz ve çevresidir. Hele Rivyera’nın eşi yoktur. Hem havası mutedildir; hem yeşildir; hem ziraate elverişlidir; hem de su kaynakları boldur. Deniz, kolay bir nakliye imkânı verdiği için, etrafına hayat saçar. Deniz nakliyatı, karaya nisbetle, ucuz ve emniyetlidir.
Bilinen bütün peygamberlerin Akdeniz havzasında gelmesi boşuna değildir. Bunlardan gelen bilgiler, buradaki zenginlikle birleşerek “Akdeniz Medeniyeti”ni meydana getirmiştir. Yunan medeniyeti, Yunanlardan değil, Akdeniz’den gelir. Ticari ve askerî münasebetler vasıtasıyla Mısır, Girit ve Anadolu kültürü bu medeniyeti inşa etmiştir.
Yakın zamana kadar garpta medeniyet, Yunan, Roma ve bugünkü Avrupa kültürü olarak bilinir ve tanıtılır. Hâlbuki Mısır, Girit, Fenike gibi medeniyetler, hatta Mezopotamya ve Pers kültürü, Yunan ve Roma medeniyetinin beslendiği ciddi kaynaklardır. Yunan medeniyetini yücelten filozofların söyledikleri de Akdeniz havzasındaki peygamberden gelen hikmetli sözlerdir.
Arap kıskacı
Akdeniz’e deniz deyip geçmemelidir. Stratejik, lojistik ehemmiyeti ve enerji kaynaklarına ev sahipliği yapması, sebebiyle herkeste Akdeniz’i sahiplenme hissi yerleşmiştir. Buraya hâkim olan, dünyanın büyük bir kısmında askerî, ticari ve içtimai olarak söz sahibidir. Bu sebeple Akdeniz’den gelip geçmeyen kalmamıştır. Normanlar bile Sicilya’da bir krallık kurdular. Haçlılar, Levant’ı, yani Doğu Akdeniz’i yüz yıl ellerinde tuttular.
Araplar, daha imparatorluğun kuruluşunun 100 yıl geçmeden, bir kıskaç içine aldıkları Akdeniz’in kuzeyi dışındaki her yerine hâkim olarak dünyadaki siyasi dengeyi değiştirmişlerdi. Türklerin de yeni bir yurt arayışı saikiyle Batı'ya doğru gidişlerinde hep Akdeniz’e ulaşma emeli vardır. Bunda da muvaffak oldular.
Selçuklular, İzmir’e kadar geldiler. Güneyde de Suriye ve Filistin yoluyla daha XI. asırda Akdeniz’in büyük bir kısmına hâkim oldular. Çaka Bey gibi denizciler yetiştirseler de, denizciliğe fazla ehemmiyet verebilecek hâlleri yoktu. Haçlılar, Moğollar ve Bâtınîlerin açtığı başka problemlerle uğraşmak mecburiyetinde idiler.
Gemileri yakmak
Selçuklu vârisi olsalar da Osmanlılar, denizlere dair bambaşka bir siyaset takip ettiler. Bu topraklarda tutunabilmek için baştan beri Akdeniz’i bir ideal olarak gördüler. Osman Gazi’nin Rodos’a kadar akın yaptığı, Osmanlı mehazlarında sükût geçse de, Garp menbalarında anlatılır. Orhan Gazi zamanında güçlü bir donanma kuruldu.
Bugün bile Türkler o kadar denize düşkün değildir, hatta mesafelidir. Denize açılmak, karalı milletleri ürkütmüştür. Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakması da bundandır. Ama deniz kenarında yaşayanlar böyle değildir. Ufuklara kadar açık deniz, onların maceracı karakterlerini coşturmuştur.
Osmanlılar, XV ve XVI. asırda Kemal Reis, Burak Reis, Oruç Reis, Hızır Reis, Piri Reis, Seydi Ali Reis gibi dünyanın en büyük denizcilerini yetiştirdiler. Bunların ekserisi Anadolu sahillerinde yaşayan Türk çocuklarıdır. Merkezi Çanakkale olan Kaptan Paşa Eyaleti’nin en büyük misyonu, denize alışık olan sahil çocuklarından denizci yetiştirmekti.
Bunlar, sadece birer deniz subayı değildir. Akıncıların donanmadaki muadili olan deniz piyadesidir. O zaman korsan deniyordu ki deniz haydudu demek değildir. Hemen hepsi aynı zamanda müstesna eserler kaleme alan birer denizcilik bilgini; coğrafyacı ve kartograftır.
Altın Çağ
Böylece XVI. asır, Sultan Kanuni ve onu takip eden birkaç padişah devri, denizlerde Türk asrı olmuştur. Burada da hedef Akdeniz’in bir Türk gölü haline getirilmesidir. Bunun da iki âmili vardır: Birincisi siyasi ve askeri emniyet; ikincisi ticari hâkimiyet yoluyla memleketi refaha kavuşturmak.
Anadolu sahilleri zaten ilk zamanlarda ele geçirildi. Yunanistan, Dalmaçya, hatta İtalya’nın topuğu, Sultan Fatih zamanında alındı. Sultan Selim zamanında Suriye, Filistin ve Mısır; Sultan Kanuni zamanında Cezayir ve Libya; Sultan II. Selim zamanında Tunus ve Kıbrıs’ın fethi; ardından Fas’ın Osmanlı tâbiyetine geçmesi ile Kuzey Afrika tamamen kontrol altına alındı.
Osmanlı fetihleri olmasaydı, Kuzey Afrika bugün Malta gibi Arapça konuşan Katoliklerden müteşekkil olurdu. Zira bu topraklar İspanyollardan alınmıştır. Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyeti, havzanın beşeri karakterine ciddi tesirde bulunmuştur.
Çok mal başa bela
Fakültede hocamız Coşkun Üçok, Akdeniz’in Türk gölü diye anılmasını kabul etmez; İspanya, Fransa ve İtalya elde değilken nasıl böyle söylendiğine şaşardı. Hâlbuki burada kastedilen toprak hakimiyeti değil, siyasi hâkimiyettir. Nitekim 1538 tarihindeki Preveze Zaferi’nden sonra Osmanlılar Akdeniz’de kuş uçurtmamıştır. Bunu bozmak için 30 sene sonra tertiplenen İnebahtı Harbi’nde Osmanlılar ağır mağlubiyete uğradığı hâlde, bu statü değişmedi. Hatta Akdeniz’deki Osmanlı hâkimiyeti Kıbrıs ve Girit’in fethiyle iyice pekişti.
O zaman ne petrol ne de gaz vardı. Balıkçılık ne ifade edecekti? Ama Akdeniz’e hâkimiyet, dünya ticaretinin kalbini elde tutmak demekti. Bu, Osmanlılara kısa vadede çok şey kazandırdı. İpek Yolu’nun Osmanlı topraklarından çekilmeye başladığı bir devirde, Sultan Kanuni, hem bu sayede, hem de kapitülasyonlar vesilesiyle ticareti güçlendirmeye çalıştı.
Çok mal başa beladır derler. Akdeniz’in Türk gölü olması, Osmanlılar için uzun vadede menfi netice doğurdu. Avrupalıları başka yollar bulmaya sevk etti. Yeni Dünya’nın keşfi bunun neticesidir. Böylece Rönesans, Aydınlanma Çağı ve Sanayi İnkılabı ile Avrupalılar ileri gittiler. Osmanlılar bisikletle giderken, yaya gidenler otomobil bulup onu geçtiler. Medeniyet bir bayrak devridir. Ama Türkler olmasaydı dünyada olmayacak şeyler çoktur.
Deniz ve Emniyet
Akdeniz, petrol ve gaz yatakları ile bugün bir enerji havuzu olarak görülüyor. Bu da ehemmiyetini daha da arttırmıştır. Enerji kaynaklarını elinde tutan, dünyaya da hâkimdir. Bu kaynakların da ekserisi Akdeniz havzasındadır. İran, Irak petrollerinin bile çoğu buradan sevk edilmektedir. Süper güçlerin petrole ihtiyacı var ama, bunları rahatça satın alacak imkânları da vardır.
Esas maksad, enerji kaynaklarının nereye ve kime akacağında söz sahibi olmaktır. Başta İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya ve Amerika, XX. asır başından itibaren bu kaynakların musluğunun kendi ellerinde olmasını istemiş; dünyayı yeniden dizayn etmişlerdir. Bunlara ilaveten İtalya ortaya atılmış; Libya, Habeşistan ve Somali’yi işgal ederek Akdeniz’de daha fazla söz sahibi olmak istemiştir.
Son olup biten hâdiseler de, tarih boyunca Akdeniz’in ehemmiyetinden kaynaklanmaktadır. Doğu Akdeniz’de İsrail’in kuruluşu, Akdeniz’de ayrıca bir emniyet endişesini beraberinde getirmiştir. Garplılar bunu Akdeniz’in muhtelif yerlerindeki üsleri vasıtasıyla yerine getirmektedir. Nitekim Cebelitarık, Malta, Kıbrıs, Mısır ve Filistin’i elinde tutan İngiltere, bu emniyeti de kendince temin ediyordu. Şimdi Akdeniz’in emniyeti, askerî deniz filolarından soruluyor. Global güçlerin faaliyet merkezinin ortasındaki Akdeniz, kolay kolay bu pozisyonunu kaybedeceğe benzemiyor
Akdeniz Diyeti
Akdeniz, insanı medenileştiren bir denizdir. Halkını bazen din, bazen ticaret, bazen evlilik, bazen göçlerle belli bir kalıba sokmuştur. Harplerin de karadan çıkıp denize geçmesine; ticaretin büyürken sanat ve ilimin de büyümesine yol açmıştır. “Akdenizli” denilen bir insan tipi meydana getirmiştir.
Sıcakkanlı, dışa dönük, intibak kabiliyeti güçlüdür. Ama hırslı, metaneti zayıf; çalışkan, ama dinlenmeyi sever, rahatına ve yaşamaya düşkündür. En sağlıklı gıda tarzı, Akdeniz diyetidir. Akdeniz bir zeytinyağı ve üzüm medeniyetidir. Bu, Akdeniz insanının farklı biyolojik hususiyetlere sahip olması neticesini doğurmuştur.
.
MÜLTECİLİK ZOR İŞ!
2 Mart 2020 02:00
Tarih boyu Osmanlı yurdu ümitsiz insanların iltica yeri oldu. Oğuz töresi, kim olursa olsun kendisine sığınanı geri vermeyi yasaklar.
Mültecilik, daha ziyade I. Cihan Harbi’nden sonra çıkan bir meseledir. Ama bizim için çok daha eskidir. 1848 ihtilâlinden sonra giriştikleri istiklâl mücadelesinden mağlup çıkan Macar ve Leh vatanseverleri, Avusturya ve Rusya’nın elinden kaçıp Osmanlı ülkesine iltica etmişti. Bâbıâli, kendisini çok kritik siyasi vaziyete düşüren bu mültecileri, her ne pahasına olursa olsun iade etmeye yanaşmadı.
Bu hadise, İngiltere ve Fransa gibi hürriyete düşkün yerlerde çok müspet karşılandı. Hatta Londralı gençler, Osmanlı sefirinin arabasının atlarını çözüp kendileri çekerek tezahürat gösterdi. Bu mültecilerden bazısı, Müslüman olarak Osmanlı hizmetine girdi. İçlerinde nice meşhur devlet adamı ve askerler vardır. İstanbul yakınlarındaki Polonezköy (Adampol), o zaman Osmanlı Devleti’ne iltica eden Polonyalı mülteciler tarafından kurulmuştur. Bu hadise tarihte Mülteciler Meselesi diye bilinir.
Oğuz töresi
Dünya Müslümanları, dârülislâm olarak gördükleri Osmanlı ülkesine hicret etmek istedikleri zaman, Osmanlı hükûmeti kapılarını açmakta tereddüt etmemiştir. Kırım, Balkanlar ve Kafkasya’nın istilası üzerine, buradaki Müslümanlar, deniz veya kara yoluyla Anadolu’ya hicret etti. Yolda binlercesi öldü. Anavatana varabilenler, boş köy ve kasabalara yerleştirildiler. Bu büyük göç ve iltica dalgası, Demirperde’nin yıkılışından az öncesine kadar devam etti.
Sadece Müslümanlar değil, gayrimüslimlerden de bulunduğu yerde, inancı, ırkı veya yaşantısı sebebiyle ayrımcılığa maruz kalan kişi ve topluluklar, çareyi Osmanlı ülkesine sığınmakta gördü. Kendilerinden çok farklı bir kültüre sahip Osmanlı cemiyeti tarafından, hüsnü kabulle karşılandı. Hayatlarını istedikleri şekilde ve korkusuzca devam ettirme imkânı buldular. Hatta hükûmet, bu mültecilere karşılıksız vatandaş statüsü tanıdı.
Zira Osmanlı kültürünün esaslarından biri olan Oğuz töresi, kim olursa olsun misafire hizmeti emreder; kendisine sığınanı, düşmanına teslim etmeyi yasaklar. Bu sebeple eline silahı alıp gece boyu evin etrafında nöbet tutarak misafirini koruyan ev sahipleri çoktur. Osmanlı hükûmeti de, çok zaman bu uğurda savaşı bile göz almıştır. İslam kültürü de bunu emreder. Yıldırım Sultan Bayezid’in, Timur ile harbe girişmesinin bir sebebi budur.
Avrupalı mülteciler
Sultan II. Murad zamanında Fransa’dan tardedilen Yahudiler; 1470’de de Bavyera kralının ülkesinden kovduğu Aşkenaz Yahudiler; 1492’de İspanyolların elinden kaçan Endülüs Yahudileri (Sefaradlar); 1660’da Polonya ve Ukrayna’daki katliamdan kurtulan Aşkenazlar da Osmanlı ülkesine iltica etti. Yahudi tarihini anlatan kitaplar, tazyik altındaki Yahudilerin en çok iltica ettiği ve rahat yaşadığı yerin, Osmanlı ülkesi olduğunu açıkça yazar.
Sadece Yahudiler mi? Teslisi reddeden Üniterist mezhebinden Hıristiyanlar, Katolik tazyikinden kaçarak 1577’de Osmanlı hükûmetine tabi Erdel’e iltica ettiler. 18. asırda Rus Çarı I. Piyotr’un sakal yasağından kaçan Kazaklar, Rusya’yı terk ederek Osmanlı ülkesine iltica ettiler ve Manyas’a yerleştiler. Perhiz günlerinde de süt içmek gibi bazı inançlarında Ortodoks Ruslardan ayrılan Molokanlar da Osmanlılara iltica ederek sınırdaki Kars şehrine yerleştiler.
Gurbeti kim ister?
Memleketi terk etmek nadiren gönüllü olur; ekseriya ya iktisadi sebeplerle, daha da çok uğradığı baskı ve eziyet sebebiyle olur. Namık Kemal’in,
“Vatana me’luf olan, bisebeb terk-i diyar etmez
Zaruretsiz cihanda kimse gurbet ihtiyar etmez” beyiti meşhurdur.
Mülteci, iltica eden (sığınan) demektir. Dinî, etnik veya politik sebeplerle vatanından ayrılmak mecburiyetinde kalanlara denir. Bunlar da iki kısımdır: 1-Mensubu olduğu devlet tarafından vatandaşlıktan çıkarılanlar. 2-Baskı sebebiyle memleketini terk etmek mecburiyetinde kalanlar.
Pasaportun olmadığı zamanlarda, iltica hakkı hürmet görürdü. Mamafih bir memleket istilaya uğrayınca, halkı ya orayı terk eder, büyük ekseriyeti hayatına devam ederdi. Yeni hâkimlerin halkla bir problemi olmazdı. Onlar hayatın eskisi gibi yürümesini isterdi.
İltica meselesinin esasında dinî ve etnik müsamahasızlık yatar. Koyduğu keyfî kaidelere, istisnasız herkesin uymasını isteyen otorite, bunu temin edemeyince, ya imhaya, ya da topyekûn sürgüne müracaat ederdi. Mesela 1685’de bütün mezheplere hürriyet veren Nantes Fermanı’nın ilgası üzerine, Huguenot denen Fransız Protestanları mülteci mevkiine düştü. O devirde bir numaralı melce (ilticagâh) Osmanlı memleketleri olmuştur.
Ne para, ne ümit!
Eski haysiyet telakkisinin ortadan kalktığı ve insani meselelere hassasiyetin azaldığı XIX. asır sonlarında iltica hakkı ananesi bozuldu. Devlet sınırlarının daha sıkı korunması, kitle imha silahlarının artması ve kavmiyetçiliğin yayılması sebebiyle mültecilik problemi ortaya çıktı. İç savaşlar, etnik çatışmalar, totaliter rejimlerin çoğalması, mülteci meselesini alevlendirdi. Milyonlarca insan, işsiz, parasız, çaresiz ve ümitsiz bir şekilde vatanından ayrılmak zorunda kaldı.
1917 tarihli Rus ihtilalinden sonra, Çar taraftarları ile komünistler arasında iç savaş çıktı. Çar taraftarı Beyaz Ordu savaşı kaybedince, antikomünist Ruslar, savaş sebebiyle büyük sıkıntı içindeki Osmanlı Devleti’ne iltica etti. Gemiler 1917-1921 yılları arasında 200 bin civarındaki mülteciyi İstanbul ve Gelibolu’ya taşıdı. Cumhuriyet idaresi kurulunca, müttefik Sovyet Rusya’nın baskısı ile bunlar sınır dışı edildi. Çoğu Avrupa ve Güney Amerika’ya iltica etti. Bolşeviklerin elinden kaçarak mülteci olanların yekûnu 1,5 milyondur.
Naziler geldikten sonra Almanya, Avusturya ve Çekoslovakya’dan yüz binlerce şanslı! Yahudi Batı’ya iltica etti. 1936 İspanya İç Savaşı esnasında yüz binlerce kişi Fransa’ya; komünistlerin 1949’da Çin’e hâkim olmasıyla 2 milyondan fazla Çinli, Tayvan ve Hong Kong’a iltica etti. 1945’te Potsdam Konferansı kararı üzerine, çeşitli Avrupa memleketlerinde yaşayan Alman azınlıklar mülteci oldular. 12 milyon Alman, Doğu ve Batı Almanya’ya yerleştirildi. Yıkıldığı 1990’a kadar Demir Perde ülkelerinden binlerce kişi Batı’ya iltica etti.
Cinnah’ın hırsı
Tarihin en büyük mülteci meselelerinden biri 1947’de Hindistan’da ortaya çıktı. Bir asır devam eden İngiliz hâkimiyetinin yıkılması üzerine, aslında Müslümanların menfaatine Birleşik Hindistan fikrine karşı çıkarak, kıtadaki Müslüman ve Hinduların ayrı iki devlet kurması fikrinde ısrarcı olan ve bunu İngilizlere de kabul ettiren Şii-İsmaili lider Cinnah, bu dramın müsebbibidir. Kıtanın Müslümanlara verilen fakir toprağı Pakistan’daki Hindularla, bereketli taraftaki Müslümanlardan 18 milyondan fazla kişi mülteci oldu. Çoğu öldü. Ardından Doğu Pakistan’ın, Bengaldeş adıyla Pakistan’dan ayrılması esnasında (1971) 10 milyon kişi mülteci oldu.
Yunan İç Savaşı (1949), Kore Harbi (1950-1953), Macar İsyanı (1956), Küba İhtilali (1959), Komünist Çinlilerin Tibet’i işgali (1959), Vietnam’ın komünistlerce işgali (1975), Afganistan’ın Sovyetlerce işgali (1979) milyonlarca kişiyi evinden barkından edip mülteci yaptı. Almanya’nın bölünmesinden (1945), Berlin Duvarı’nın inşasına (1961) kadar 3,7 milyon kişi mülteci oldu.
Bir başka dram da Filistin’de yaşandı. 1948’de İsrail’in kuruluşu üzerine yüz binlerce Filistinli, Lübnan, Ürdün, Mısır ve Suriye’ye iltica etti. Şu anda üçüncü neslin acıklı bir hayat yaşadığı mülteci kampları hâlâ mevcudiyetini devam ettirmektedir.
Vatansızlara pasaport
Sömürge imparatorluklarının dağılması, nesiller boyu sömürgelerde yaşayan binlerce ana vatanlının mülteci vaziyetine düşmesine yol açtı. Asya ve Afrika’dan İngilizler, Çin Hindi ve Kuzey Afrika’dan Fransızlar, Libya’dan İtalyanlar, Endonezya’dan Hollandalılar kafileler hâlinde memleketlerine döndü. 1950’lerden sonra Asya ve Afrika devletlerinin istiklalini kazanması üzerine 1980’de 4 milyonu bulan büyük mülteci dalgaları doğdu. Kafkasya ve Balkanlardaki huzursuzluklar ve çatışmalar yüzünden binlerce insanı mülteci oldu.
Bu sefer Milletler Cemiyeti bu meseleye sahip çıktı. Haymatlos denilen vatansızlara verilmek üzere 1922’de Nansen Pasaportu ihdas edildi. Norveçli diplomat Nansen, Milletler Cemiyeti Mülteciler Komisyonu direktörü idi.
1936’da Nazilerden kaçanlar için yardım büroları kuruldu. 1938’de Evian’da kurulan Mülteciler Komitesi, birçok devleti bir araya getirdi. Ama bunlar fazla bir varlık gösteremedi. II. Cihan Harbi’nden sonra BM’e bağlı Mülteciler Yüksek Komiserliği kuruldu. O zamandan bu güne dünyanın her tarafındaki mültecilerle imkânlar nispetinde alakadar olmaktadır. Mülteciler meselesini tanzim eden1951 tarihli Cenevre Mukavelesi’ni Türkiye 1961’de kabul etmiştir.
Tek Parti’nin mülteciler karnesi
Cumhuriyet devrinde Tek Parti idaresinin mülteciler karnesi, selefleri gibi değildir. Bilakis 1908’de iktidarı ele geçiren Jön Türkler, milyonlarca Osmanlı vatandaşının mülteci statüsüne düşmesine yol açmıştır. İttihatçıların fikriyatını beğenmediği münevverler, çareyi Avrupa’ya iltica etmekte bulmuş; kaçamayanlar ya asılmış, ya hapse tıkılmış veya sürgüne yollanmıştır.
Bir yandan kaybettikleri Rumeli topraklarından gelen yüz binlerce Müslüman mülteciye mukabil, 1913’ten itibaren evvela Rum, ardından Ermeni asıllı yüz binlerce Osmanlı vatandaşlarını yurtlarından ederek büyük bir mülteci meselesi meydana getirdiler. Lozan Muahedesi icabı yapılan 1924 mübadelesiyle, Yunanistan’da yaşayan 400 bin Müslüman ile, Türkiye’de yaşayan 1 milyona yakın Ortodoks yer değiştirerek mülteci vaziyetine düştüler. Bu devirde Türkiye’ye iltica eden nadir meşhur mültecilerden biri komünist lider Troçki, Stalin tarafından kovularak, 1929’da Türkiye’ye iltica etti. Bir müddet İstanbul’da yaşadı.
Niye savaşmadınız?
Başta Osmanlı hanedanı olmak üzere, eski devrin adamı sayılan niceleri sınır dışı edilerek mülteci sıfatıyla yaşamıştır. Tek Parti ve onu takip eden kontrollü demokrasi yıllarında fikirleri resmî ideolojiye uymayan nice ilim, fikir, sanat ve siyaset adamları, Avrupa’ya iltica etmiştir. Hükûmete karşı askerî bir komplo olduğu ortaya çıkan 6-7 Eylül 1955 hâdiseleriyle başta Rum olmak üzere çok sayıda Türk vatandaşı gayrimüslim yurt dışına iltica etmek zorunda kalmış; Kıbrıs hadiselerinin ardından çıkarılan 1964 Kararnamesi ile 50 bin kadar Rum sınır dışı edilerek mülteci pozisyonuna düşmüştür.

1936, 1950, 1978 ve 1989 anlaşmaları ile Bulgaristan’dan milyona yakın muhacir kabul edildi. Yugoslavya ve Romanya’dan da çok sayıda muhacir kabul edilmiştir. Bugün Türkiye’de yaşayan nüfusun yüzde 25’i yakın zamanda göç veya iltica yoluyla buraya gelmiştir. Diğerleri de IX. asırdan beri bu topraklara iltica eden halkların soyundandır. Anadolu Türklerinin ekseriyeti XIII. asırda Moğolların önünden kaçarak bu topraklara gelen mültecilerin soyundandır. 1828’den itibaren 2 milyondan fazla Müslüman Kafkasya’dan; 1877’den beri 1 milyonu aşkın Müslüman Rumeli’den Anadolu’ya sığınmış; kimse onları “Niye savaşmadınız?” diye suçlamamıştır.
En fazla mülteci Türkiye’de
Türkiye’nin kendi ırkından olmayanları mülteci olarak kabul etmesi 1980’lerden sonraki demokratikleşme hareketinin bir neticesidir. Saddam’ın zulmünden kaçabilen Kuzey Iraklı Kürtler birkaç dalga hâlinde Türkiye’ye iltica ettiler. Arkasında dış güçlerin de rolü bulunan Suriye İç Savaşı’nın başından beri milyonlarca Suriyeli, Türkiye başta olmak üzere komşu ülkelere ve Avrupa’ya iltica etmek mecburiyetinde kalmıştır.

Türkiye’deki sayısı 1,7 (gayriresmî 4) milyon olduğu tahmin edilen bu mültecilerin bir kısmı meslek veya servet sahibi olduğu için, göze çarpmadan hayatını sürdürmektedir. Böyle olmayanlar ise mülteci kamplarında acıklı bir hayat yaşamaktadır. Dalganın kendisine bulaşmasını istemeyen Avrupa Birliği bu mülteciler fon ayırmıştır. 2016’da AB ile Türk hükûmeti arasında imzalanan mülteci mutabakatına göre yürümektedir. Bununla AB, 6 milyar avro yardım taahhüdünde bulunmuş; 2016-2017’ye ait 3 milyarlık kısmı ödemiştir. 2018-2019 için tahsis edilen 3 milyar da tedricen ödenmektedir.
Bu yardımlar Kızılay gibi müesseselerce mültecilere ulaştırıldığı için, göze gözükmemekte; bazılarını nedense rahatsız etmektedir. İnsanların empati yapmadan, kendilerine benzemeyenleri ötekileştirmesi normaldir. Hele menfaatine dokunduğunu hissederse, kendinden olanı bile ötekileştirebilir. Türkiye’ye gelen Çerkez, Tatar, hatta Rumeli muhacirlerine hükûmetin verdiği sınırlı imkânlar bile yerli halkın kıskançlığına sebep olmuş, bunlar Türk ve Müslüman olduğu hâlde rahatça ötekileştirilmiştir. Hâlbuki coğrafya bir kaderdir. Gerek bunun, gerekse millî vicdanın icabı olarak bazı sıkıntılara katlanmak zaruridir.
Türkiye, dünyada en fazla mülteci barınan ülkedir. Resmî rakamlara göre Pakistan’da 1,4; Uganda’da 1,1; Almanya’da 1 milyon; İran’da 980; Lübnan’da 974; Bengladeş’te (çoğu Arakanlı) 943; Etiyopya’da 920; Sudan’da 908 bin mülteci vardır. Nüfusu 10 milyon olan Ürdün’de 3 milyon Filistinli ve Suriyeli mülteci olduğuna göre, nüfusun 1/3’i mülteci demektir ki, yükü Türkiye’den daha ağır olduğu hâlde, Ürdün halkının pek sesi çıkmamaktadır. Türkiye’de 1.000 vatandaşa 45 mülteci; Lübnan’da 156 mülteci düşüyor.
.
MODERN EKONOMİ ve FAİZ YASAĞI
9 Mart 2020 02:00
Zaruretler memnuları mübah kılar kaidesince, bazen faiz, memnu olmaktan çıkar. Ama bunun şartları vardır.
XIX. asırda sanayi inkılabı, modern sömürgecilik ve pazar arayışı, Avrupa’nın şarka alakasını arttırdı. İslâmiyetin yasak ettiği ribâ yeni emperyalizmin meselesi olmuştur. Buna göre, “Modern ekonomide faiz yasağının yeri olamazdı. Faiz yasak oldukça, şarkta ticaretin tadı yoktu.” Hâlbuki Hıristiyanlık ve Yahudilikte de faiz haram edilmiştir.
Faiz hakkındaki hükümleri, İslâm hukukunun bütünü içinde ele almalı ve kurmayı hedeflediği cemiyet nizamı ile bir arada değerlendirmelidir. Bir sistemin bütününden, bir parçayı çekip çıkararak tahlil ve tenkide tâbi tutmak çok yanıltıcıdır. İslâm hukukunun hükümleri, bir bütünün içinde gayet tutarlıdır.
Hayatın zehri
İslâmiyet, bir müminin günlük hayatını en ince teferruatına kadar tanzim etmiştir. Ticarî hususlar da böyledir. Nerede yaşanırsa yaşansın, dindar bir insan için, alışveriş olsun, nikâh olsun, kira olsun, vekâlet olsun, bütün akitler, şer’î kaidelere göre yapılmalıdır. Yapılmadığı takdirde, bu akit ya bâtıl, ya fâsid olur, yani bozulur. Yapan da günaha girer.
Akit esnasında garer (belirsizlik) varsa yahut taraflardan birinin ötekine faiz (karşılıksız olarak bir şey) vermesi şart edilirse bu akit bozulur. Bu fazlalık para, mal ya da bir menfaat olabilir.
Mesela 100 lira borç verip 120 lira istemek; bir teneke buğdayı iki teneke buğdaya satmak faiz olduğu gibi; “Bana borç vermen şartıyla sana bu arabayı sattım” veya “Bir ay oturmak şartıyla evimi sana kiraya verdim” şeklindeki akitler de faizlidir. Meselâ, 120 lira ödemesi şartı ile 100 lira ödünç verilse, borç alanın 20 lirayı ödemesi icap etmez; ödemişse borç verenin iade etmesi lazımdır.
İki çeşit faiz
Faiz, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerle yasak edilmiştir. Faiz, Arapça fazlalık demektir. Kur’ân-ı kerîmde bunun için aynı manada ribâ kelimesi kullanılır. Mamafih her ribâ faizdir; ama her faiz ribâ değildir. Osmanlılarda şer’an yasak olan ribâ için de; meşru olan çeşitli kâr payları için de faiz kelimesi kullanılmıştır. Bu, şer’î hukuku bilmeyen bazı tarihçileri yanıltmış; Osmanlılarda faize cevaz verildiği vehmine sürüklemiştir.
Ribâ iki çeşittir: Ribâ el-Fadl (fazlalık faizi), tartı veya hacim ile ölçülen aynı cins iki malı peşin olarak birbirine satarken, birinin fazla olması demektir. Bir teneke tohumluk buğdayın, iki teneke ekmeklik buğdaya peşin satılması böyledir. Hazret-i Peygamber (aleyhisselam) pazarda bir sepet iyi cins hurmayı, iki sepet adi hurmaya satan Bilal Habeşî’yi menetmiş; berikini satıp, bu parayla ötekini satın almasını emir buyurmuştur. Tartı ve hacim ile ölçülmeyen mallarda fazlalık faizi cereyan etmez. Mesela bir yumurta, iki yumurtaya; bir metre pazen, iki metre pazene peşin satılabilir.
Ribâ en-Nesîe (veresiye faizi), tartı, hacim, sayı veya mezura ile ölçülen her çeşit malı, aynı miktarda da olsa, birbirine veresiye satmaktır. Bir teneke buğday, bir teneke buğdaya bir ay vadeli satılamaz.
Faiz malları
Hangi mallarda fazlalık faizi cereyan edeceği hususuna mezhepler arasında ihtilaf vardır. Hanefî’de hacim ve tartı ile ölçülen her malda olabilir. Şâfiî mezhebinde ayrıca yenilebilen; Mâlikî’de ise buna ilaveten bir sene saklanabilen mallarda cereyan edebilir. Mesela bir teneke kireci, iki teneke kirece satmak, Hanefî’de faiz iken; diğer mezheplerde değildir.
Bir teneke taze hurmayı iki teneke taze hurmaya satmak Hanefî ve Şâfiî’de faiz iken, Mâlikî’de değildir. Ama altın ve gümüşün kendi aralarında mübadelesinde fazlalık, mesela 10 gram altını 9 gram altına satmak veya 10 gram gümüşü bir ay vadeyle 10 gram gümüşe satmak dört mezhepte de faizdir.
Kâğıt parada faizin hükümleri, altın ve gümüş gibi değildir. Para bozdurmak, mesela 100 liralık banknot verip, 98 tane 1’er lirayı peşin almak caizdir.
Almak mı, kaçınmak mı?
Faiz, birkaç hâlde haram olmaktan çıkar.
1-Bunlardan ilki zaruret hâlidir. Zaruret, memnuları mübah kılar. Bir kimse nafaka için karz bulamıyorsa, muamele satışı imkânı da yoksa, ihtiyacı kadar faizli kredi alabilir. Bu sebeple hiç evi olmayanın, faizli kredi ile ev almasına bazı ulema izin vermiştir. Nitekim zamanımızda kirayla ev tutmak çok zor; kira öder gibi kredi faizi ödemek ise ehvendir. Şu hâlde böyle krediyi almak fetvâ, almamak takvâdır.
2-Şer’î hukukta esas para altın olup, kâğıt paranın kıymeti altına endeksli olduğu için, kâğıt paranın altına göre kıymeti düşerse, alacaklının altın kıymeti istemesi caizdir. Mesela 1 gram altın 100 lira iken, 100 lira borç alan kimse, 1 gram altının kıymeti 200 liraya çıksa, 200 lira ödemesi icap eder. Bu, faiz değildir. Aksi takdirde alacaklı zarara uğrar. Vadeli alışverişlerde de böyledir. Ama altının değeri düşerse, daha aşağı bir banknot veremez. Burada bazılarının dediği gibi enflasyon değil, altın kıymeti nazara alınır. Banka faizlerinin büyük kısmı bu kaybı ancak karşılamaktadır.
3-Dârülislâm vatandaşı bir Müslümanın, dârülharbde, harbî, yani dârülharb vatandaşı gayrimüslim veya orada Müslüman olup dârülislâma hicret etmemiş (dârülharb teb’ası) Müslüman ile alışverişte faiz cereyan etmez. “Dârülharbde Müslüman ile harbî arasında faiz cereyan etmez” hadîsi (Nasbü’r-Râye) bunun delilidir. Ayrıca Hazret-i Ebu Bekr ile Ubeyy bin Halef’in Romalılarla Farslar arasındaki muharebeye dair iddialaşması; bir de Cenab-ı Peygamber ile Rügâne’nin güreş hadisesi bu hükmün delilleridir. Dârülharbdeki bir Müslümanın, dârülharb teb’asının mallarını gadretmeden ve aldatmadan, rızâsı ile faiz, fâsid bey, ikramiyeli ve piyangolu satış gibi yollardan alması câiz olur. Ancak bu yollarla mal vermesi, yani zarar etmesi câiz değildir.
Osmanlılar zamanında şeyhülislâmlık, “Dârülharbde bir bankaya para yatırıp faiz almak şer’an helâl olur” meâlinde fetvâ vermişti (Ceride-i İlmiyye, S. 55, 9 Cemâziluhrâ 1338, 29 Şubat 1336, s. 1744). Yani bir Osmanlı vatandaşı, mesela Viyana’daki bankaya para yatırıp faiz alabilir; ama kredi çekip faiz veremez.
4-Muamele satışının fazlalığı da faiz değildir. Kredi ihtiyacı olan kimseye, ayrıca ucuz bir malı yüksek bir fiyatla satmak caizdir. Böylece mesela 100 lira krediye ihtiyacı olan kimse, 100 lira karzdan ve 10 lira da bir kitap (kalem, defter vs.) satışından borçlanır. Burada iki ayrı akit vardır. Ulema buna cevaz vermiştir. Osmanlılarda para vakıfları ve bankalar böyle çalışırdı. Satılacak malın fiyatının borca nisbetini, hükûmet tesbit eder.
Avrupalılar nasıl gevşetti?
Tevrat faizle ödünç vermeyi yasaklar. Ancak yabancıya faizle ödünç verilebilir (Çıkış 22/25; Tesniye 23/19-20; Hezekiel 18/8). Müslümanlıkta olduğu gibi Yahudilik de dârülharbde faizli muamelelere izin vermiştir. İşte bu sebepledir ki dünyanın dört bir yanına sürülen Yahudiler bu izinden istifade ederek en serbest bir şekilde ticaret yapmış, hatta bankerlik ve tefecilikle uğraşarak çok büyük servet sahibi olmuşlardır.
Faiz yasağını Luka İncili de teyit eder. (6/34-35). Thomas d’Aquinas, faiz yasağını hafifletmiş; emanet ve kullanmak maksadıyla bir şey alınması hâllerini birbirinden ayırt ederek, 2. hâlde faiz ödenmesini meşru görmüştür. 1198-1216 arasında papalık yapan III. Innocentus, tacirlere verilen kredinin kârının pay almakta mahzur olmadığını ilan etmiştir.
Calvin, Luther ve Zwingli gibi reform liderleri esasen faize karşı oldukları hâlde, zamanla Protestanlar faizi ekonominin vazgeçilmez şartı olarak görmüşler ve meşru saymışlardır. Bu arada kendi parasını faiz karşılığı işleten kilise de bu emrivâki üzerinde fazla durmamaya başlamıştır.
İngiltere’de bir ara 1545 yılında faiz yasağı getirilmiş ve Kral VIII. Henry’nin krallığı boyunca devam etmişse de, bilahare bir tefrik yapılarak kanunî hadler (%10 gibi) altında kalan fazlalıklara interest denilerek cevaz verilmiş; yasak bu hadlerin üzerindeki fazlalığa (usury) inhisar ettirilmiştir.
Modernistlerin hizmeti!
XIX. asırda global sermaye, İslâm dünyasındaki modernistler eliyle faiz yasağına harb ilan etti. Modernistlere göre, İslâmiyetin, modern dünyadaki teknik ve ilmî gelişmeler karşısında meydan okuyan üstün kuvvet “Batı”ya karşı koyması artık mümkün değildir. Öyleyse geri kalmanın esas sebebi olarak düşündükleri “nassların klasik tefsiri”ni bırakarak, bu yeni sistemin prensipleri istikametinde tanzimlerde bulunması lâzımdır. Çok kadınla evlilik, harem-selâmlık, kadının miras hissesi, çalışması ve şahitliği gibi, faiz yasağı da ele alınmalıdır.
Modernistlerden Reşid Rızâ, Abdülaziz Çaviş gibi bir grup, fazlalık faizinin haram olmadığını; sadece veresiye faizinin haram olduğunu söyler. Abduh ve Hallâf, yatırım kredisi faizini, müdârebe şirketinin kârına benzetip mübah görür. Maruf Devâlibî ise 1951’de iştirak ettiği bir konferansta, faiz yasağında maksada bakılması icab ettiğini; bu sebeple ticareti teşvike matuf gördüğü banka imalat kredilerinde faizin haram olmadığını ileri sürmüştür.
Senhûrî, zamanımızda cari kapitalizm sistemi sebebiyle faizsiz kredi bulmanın mümkün olmadığını; esasen, Kur’ân-ı kerîmde menedilen faizin, yalnızca ribâü’l-mudâaf (mürekkep faiz, yani faize faiz yürütme) olduğunu söyler. Türkiye’deki modernistlerin öncülerinden İzmirli İsmail Hakkı, Kur’ân’daki yasağı, mürekkep faize; Mansurîzâde Said de tefeciliğe hamlederek faize cevaz verir. Cumhuriyetle beraber faiz yasağı kaldırılmıştır.
.
KORONAVİRÜSE GELENE KADAR NE SALGINLAR GÖRDÜ BU DÜNYA
16 Mart 2020 02:00
Düşman siperlerine mancınıkla atılan vebalı cesetler, dünya nüfusunun yarıya yakınını silip süpüren bir salgına sebep oldu: Kara Ölüm!..
Tarih boyunca yangın, zelzele, sel gibi felaketlerden insanlar çok korkmuş; medeniyet nice zararlara uğramıştır. Mamafih bunlar ârizi olduğu için, bir şekilde kurtulmak mümkündür. Veya öldürdüğünü hemen öldürür. Ama sâri hastalıklar, kaçmakla kurtulmak mümkün olmadığı ve yakaladığını yere serdiği için hepsinden daha korkutucu olmuştur. Bunların cemiyete tesiri de ötekilerden daha fazladır.
Sâri, sirâyet eden (bulaşıcı) demektir. Sâri hastalıklar, azgın cemiyetlere ilahi gazap olarak görülmüştür. Mukaddes kitaplarda böyle yazar. Ama elbette ki bu mutlak değildir. Yani her azgına sâri hastalık gelmediği gibi; her sâri hastalık da azgınlık cezası değildir.
İçe kapalı-Dışa açık
İçine kapalı cemiyetlerde irsî hastalık az; ama sâri hastalıklar fazla görülür. Bu, virüslere karşı mukavemet ve muafiyetin (bağışıklığın) zayıflığından kaynaklanır. Dışarıya açık, mesela dışarıdan evliliğin fazla olduğu yerlerde irsî hastalık çeşitliliği fazla; sâri hastalıklara mukavemet de güçlüdür. Bu gibi hastalıkların ekserinin Çin gibi kapalı bir cemiyette çıkması; buna mukabil Anadolu ve Akdeniz gibi dışa açık yerlerde fazla tahribat yapmaması bununla izah edilir.
Temizliğe hakkıyla dikkat etmemek, umumiyetle hastalığı doğurur. Ticari seferler ve askerî sevkiyat, hastalığı dünyaya yayar. Bütün sâri hastalıklarda hep aynı tedbirler alınmıştır. Hastayla teması aza indirmek; hastalık olan yeri tecrit etmek, hastalık olan yere giriş ve çıkışları menetmek.
Ölüleri yiyen insanlar!
Tarih boyunca veba, kolera, tifo, tifüs, çiçek, cüzzam gibi çok ve çeşitli sâri hastalıklar görülmüştür. Bunların bazısı çok dehşetli olmuş; çoğu zaman tarihin seyrini değiştirmiştir. ME 430’da Peloponez harbleri esnasında tam Atina kazanacak derken, bu şehirde ortaya çıkan veba binlerce kişiyi yere sererken, Atina’yı da mahvetti.
Kartacalılar, ME 396’daki Siraküza kuşatmasını veba yüzünden kaldırdılar. Akdeniz üzerindeki hâkimiyetleri bu sebeple zayıfladı. Zamanla Roma lehine kaybedildi.
Iustinianus vebası denilen hastalık (541), bilinen en çok kaybın verildiği sâri hastalıktır. İstanbul nüfusunu neredeyse bitirdi. İmparatorun da hayatını kaybettiği bu hastalık sebebiyle, Bizans’ın yıldızı söndü.
Veba, cüzzam ve sair sâri hastalıklar, Haçlı ordularını perişan ederek seferlerin sonunu getirdi. Haçlılar Filistin’de tutunamadılar. İmparator II. Friedrich kolera salgını yüzünden geri döndü.
"Kara Ölüm!"
Korkunç bir veba salgını XIV. asırda Avrupa’yı kasıp kavurdu; nüfusun üçte birini yok etti. Deri altı kanamalar sebebiyle ölenin cildi siyaha döndüğü için "Kara Ölüm" diye bilinir. Moğollar, 1347’de Kırım Kefe’de kuşattıkları Ceneviz kalesine vebalı cesetleri mancınıkla attılar. Çin’de başlayan veba, böylece bütün Avrupa’ya yayıldı.
Hastalıktan korunmak için göz yeri camlı, içine mikrop öldürsün diye karabiber ve baharatlar konan karga gagasına benzeyen deri bir maske takarlardı. Şimdi Venedik karnavalının kostümleri arasında görülebilir. Ölüler ortada kalıyor; kokuyor, hastalığın yayılmasına sebep oluyordu. Hükûmet, mahkûmlara, çingenelere bunları zorla toplattı. Kirece bulanmış umumi kuyulara attırdı.
Anı yaşamalı
Kara Ölüm, Avrupa’nın sosyal, siyasi ve ekonomik bünyesini değiştirdi. Hastalara bakanlar hep din adamlarıydı; hastalanıp öldüler. Dine itimat azaldı. Hedonizm (hazcılık) yayıldı; “madem ölüm bir nefes kadar yakın, günümüzü gün edelim” anlayışı hâkim oldu. Boccaccio’nun Decameron (Gece Hikâyeleri) adlı eseri bu günleri tasvir eder. İçinde bir eve kapanıp gününü gün eden kadın-erkek 10 kişinin 10 gün boyunca anlattığı 100 kadar hikâye vardır.
Bu salgında çok asiller de öldü. Başta Yahudiler olmak üzere azınlıklar "günah keçisi" ilan edildi ve bunlara zulümler başladı. Hastalık o kadar ilerledi ki, artık bulaşır bulaşmaz başkasına geçmeden hemen öldürdüğü için, giderek yavaşladı, ortadan kalktı.
Kolera pandemisi
Sonraki yıllarda Asya’daki sömürgelerden gelen hastalık mikropları, Avrupa’yı titretti. İtalya’da (1629), Londra’da (1665), Viyana’da (1679), Marsilya’da (1720) ve Moskova’da (1771) görülen salgınlar, tahribata sebep oldu; ama şehircilik ve hıfzıssıhha (halk sağlığı) telakkisini değiştirdi.
Bilhassa XIX. asırda 2 milyon ölüme sebep olan kolera salgınları, şehrin içinde akan kirli sulardan kaynaklandığı için, kanalizasyonlar ve daha temiz binalar yapılmaya başlandı. Avrupalıların alkole düşkünleri de mikroplu sulardan korktukları içindir.
Yine de ölümcül hastalıklar yok olmadı. Rus gribi (1889), 1 milyon; Çin vebası (1894-1903), 10 milyon; İspanyol gribi (1918-1920), 50 milyon, Asya gribi (1957), 2 milyon, AIDS (1960-) 40 milyon; domuz gribi (2009), 284 bin can aldı. Bu asrın başındaki Sars ve Ebola salgınları, birkaç bin kişiyi öldürdüyse de, çok ses getirdi.
İspanyol gribi, I. Cihan Harbi’ni bitirdi. Yaşlı ve yoksullardan fazla, genç ve zenginler zarar gördüğü için, sâri hastalıklara bakış açısını değiştirdi. Hıfzıssıhha inkişaf etti; ücretsiz sağlık hizmeti doğdu.
Zengin fakir aramam
Sâri hastalık, fakir zengin ayırmaz. Halifelerden Mervan bin Hakem, Yezid bin Velid, Hâkim Biemrillah hep vebadan öldüler. Osmanlı sarayından çokları, mesela Sultan Kanuni’nin sevgili oğlu Şehzade Mehmed çiçekten öldü. (1543)
Günde 350 kişinin öldüğü 1592 vebasında, dükkânlar kapanmış; halk dağlara çıkmış veya Boğaz köylerine çekilmiş; padişah sarayı terk etmiş; mahkûmlar serbest bırakılmıştır. Sadrazam Hersekzade Ahmed Paşa, Haleb Valisi Hızır Paşa ve 16 sultan vebadan öldü (1596). 1429’da Bursa’daki veba salgınında Emir Sultan, Molla Fenari, Ivaz Paşa ve üç şehzâde vefat etti.
Osmanlılarda sâri hastalıklar daha çok ecnebilerle münasebetlerin arttığı XVI ve XVII. asırda arttı. Çiçek aşısını Türklerin bulup tatbik ettiği, Avrupalıların bunlardan öğrendiği bilinen bir hakikattir.
Suriye’de 639’da Amvas Vebası’nda 25-30 bin kişi vefat etti. Ebu Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel, Fadl bin Abbas gibi sahabiler bunlardandır. Halife Ömer’in gönderdiği Amr bin Âs, insanları gruplara ayırıp dağlara yerleştirdi. Birbirleriyle teması önledi. Böylece salgının hızını kesti.
688’de Basra’da çıkan Carif Vebası’nın 3 günde 70’er bin kişiyi öldürdüğünü Mir’at-ı Kâinat yazar. Enes bin Mâlik’in ailesinden 80 kişi de bunlar arasındaydı. O sırada cuma namazını Büyük Câmi'de 8 kişi kıldı. 1057’deki veba salgınında Mâveraünnehir’de yüz binlerce kişi öldü. Avrupa’daki Kara Ölüm, Mısır ve Şam’da da görülmemiş tesirler icra etti.
Savaşın gerçek galibi
Nice güçlü ordular, sâri hastalıklara yenildiler. İstanbul’u ilk kuşatan İslâm ordusu, tam şehri fethedecekken, asker arasında çıkan kolera salgını sebebiyle kumandan Yezid kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Eyüp Sultan bu hastalıktan vefat etti. 1331’de İznik’in fethi, şehirde çıkan veba salgınıyla kolaylaşmıştır.
Napoléon’un 1812 Rus seferindeki muhteşem ordusunu soğuk ve kıtlık kadar, tifüs ve kolera mahvetmişti. Kırım Harbi’nde (1854-1856), Fransız askerlerinin 20 bini muharebede, 50 bini hastalıklardan öldü. İngilizler 5 bin askeri muharebede, 17 bin askeri sâri hastalıklardan kaybetti. Hatta Fransız ve İngiliz ordu kumandanları bile sâri hastalıktan öldü. 38 bin Rus askeri muharebede, 37 bini hastalıktan öldü.
Amerikan iç savaşında (1861-1865) Kuzeylilerin 220 bini tifo, dizanteri, verem gibi hastalıklardan öldü ki, muharebelerde kaybettiği asker sayısının bir mislinden fazladır. I. Cihan Harbi’nde bilhassa Türk ordusunu tifo, tifüs ve kolera yere sermiştir...

.
.
KORONAVİRÜS SALGINI BİR KOMPLO MU?
23 Mart 2020 02:00
Koronavirüs furyası, bazılarınca yeni bir dünya düzeninin provası olarak görülüyor. Masonların çok sevdiği tabirle “ordo ab chaos”. Eski tabirle “Sular bulanmadan durulmaz!”
Sâri hastalıklar bugün bir terör faaliyetine dönüşmüş gibidir. Hemen duyulması iyidir, tedbir alınmasını temin eder; kötüdür, halkı paniğe sevk eder, terör tesiri yapar. Bugün, zararı az olsa bile, halkın gözünü öyle korkutmaktadır ki, ekonomi başta olmak üzere hemen her sahada büyük tesirler doğurmaktadır.
Yaşlı nüfus, ağır yük
Harpler, tabii afetler nüfusu kırdığı gibi; sâri hastalıklar hepsinden fazla nüfusu eritir. Hatta bugün global güçlerin, giderek artan ve gençler için bir yük hâlini alan yaşlı nüfusu yok etmek istediği; onun için hastalıklardan medet umduğu kanaati vardır. Nitekim koronavirüs, daha çok yaşlıları vurmuştur.
Hastalıklar kıtlığa ve pahalılığa yol açmış; nüfusu eritmiş ve göçlere yol açmıştır. Vurduğu yerin sosyal, ekonomik, siyasi bünyesini değiştirmiştir. Harplerin bitmesine, hükûmet değişikliklerine sebebiyet vermiştir. Tıbbi çalışmalara sürat ve revaç vermiştir. Sâri hastalıklara aşılar bulunmuştur.
Çin oyunu
Koronavirüs çok can almadı ama, kitle muhabere vasıtaları sebebiyle yaygarası fazla oldu. Zaten maksat bu değil midir? Bazıları, koronavirüs gibi hastalıkların, yeni dünya düzeni için kullanılan bir proje olduğu kanaatindedir. Sayısı giderek artan ve kapitalist cemiyete yük olarak görülen yaşlılar feda edilecek; sonra aşısı bulunarak yeni düzenin kurulması safhası başlayacaktır.
Kimine göre ticaret hacmi son birkaç yılda birkaç misli büyüyen, öte yandan vatandaşlarına çip takan, onları sosyal puan vererek fişleyen Çin, bunun için elverişli bir platodur. Vuhan, dünyanın en büyük 500 şirketinin 300’üne ev sahipliği yapıyor.
Dünya ekonomisindeki payı %4’ten, 15 senede %16’ya çıkan; dünya ekonomisini sorgulayan ve ABD karşısına farklı bir ekonomik modelle dikilen Çin’e haddi bildirilmiş; kurmak istediği Çin-Rusya-İran-Türkiye ekseni kırılmış olacaktır. Bu, Çinli turistleri, Çin’den ithalatı ve global şirketlerin tedarik zincirini kıracaktır ama, Çin’i dize getirmek uğruna göze alınacak risklerdir.
Kimine göre işin altında global liderliğe oynayan Çin vardır. Virüsü 2 ay saklamış; rejim muhaliflerinin merkezi Vuhan’ı hizaya getirmiş; sonra da hiçbir şey olmamış gibi başa dönmüş bir Çin yok mudur ortada? Bir yandan Avrupa’ya, öte yandan Rusya’ya ağır bir darbe vurulmaktadır. Bu senaryoya göre, en az Mao kadar güçlü komünist lider Şi Cinping, nüfusu dengelemiş; havasını temizlemiş; muhalifleri sindirmiş; krizden güçlenmiş olarak çıkacaktır.
Tarih yazan salgınlar
XIV. asırdaki Kara Ölüm, yani veba salgını bütün Avrupa’nın düzenini değiştirmişti. Köylü nüfusun çoğunun ölümü, geride kalan köylülere pazarlık gücü kazandırdı. Feodal sistem zayıfladı. Bu da ticaret merkezli ekonomiyi doğurdu. Açık denize çıkmaktan korkan Avrupalılar, ilk defa bu hastalıktan sonra Atlas Okyanus’una açıldılar. Bu, keşiflerin başlangıcı oldu.
Salgın hastalıklar, orduların yapamadığını yapmıştır. Çin’in kuzeyinde 164’te çıkan veba salgını muazzam can kaybına sebep oldu. Halkın %20-40’ı öldü. Geri kalan halk açlık sebebiyle ölülerin cesetlerini yediler. Bu kaos, 300 yıl Çin’i idare eden Ming hanedanını yıktı. Kuzeyden gelen haydutlar iktidarı ele geçirdi.
Haiti’de 1801’de meydana gelen sarıhumma, Fransız sömürgecilere karşı isyanı doğurdu. İsyanı bastırmaya gelen 50 bin subay, asker, doktor salgından öldü; ancak 3500’ü kurtulup geri dönebildi. Böylece Fransa sadece Haiti’yi değil, bugün ABD eyaletlerinden olan Louisiana da dâhil, Amerika kıtasındaki bütün sömürgelerini kaybetti.
1888’de başlayan sığır vebası, Afrika’yı sardı. Kıtlık ve açlık, kıtayı mahvetti. Bu da Avrupalıların Afrika’yı sömürgeleştirmesini kolaylaştırdı.
Ordo ab chaos
Alvin Toffler’in Üçüncü Dalga kitabında da anlatıldığına gör, insanlık üç safha geçirmiştir: Ziraat cemiyeti, su kenarlarında, köylük yerlerde yaşamıştır. Sanayi cemiyeti, şehirlere dolmuştur. Üçüncü safha, bilgi çağıdır. Artık insanlar taşraya göçecekler. Bir yandan da şehirlerde trafik, hava kirliliği ve gürültü azalacaktır.
İnsan hayatında robotların yeri giderek artıyor. Robotik depolar sayesinde, el değmeden mal yerleştirme ve sevkiyatı mümkün oluyor. Artık insanlar ofislerde değil, evlerinde çalışacak; dijital şirketlerin yıldızı iyice parlayacaktır.
Bu vesileyle, kripto para parlayacaktır. Zira virüs daha çok kâğıt paradan yayılıyor. Kripto para, bir cihetten bankaları by-pass ederek, ekonomik faaliyetleri hızlandıracaktır. Globalleşme, klasik bankacılıktan rahatsızdır.
Bu çerçevede koronavirüs furyası, bazılarınca yeni bir dünya düzeninin provası olarak görülüyor. İster komplo olsun, isterse bazı global güçler vaziyetten vazife çıkarmış olsun, bu hastalığın dünya düzenini esaslı şekilde değiştireceğine şüphe yoktur. Masonların çok sevdiği tabirle “ordo ab chaos”, eski tabirle “Sular bulanmadan durulmaz!”
Veba olan yere girmeyin
Hazreti Peygamber, “Bir yerde sâri hastalık olduğunu duyarsanız, oraya girmeyin. Olmuşsa, oradan çıkmayınız” buyurmuştur. Bu, karantina demektir. Suriye’de iken Hazret-i Ömer’e Şam’da tâun (veba) olduğu söylendi de hemen geri döndü. “Allahın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyenlere, “Allahın kaderinden Allahın kaderine kaçıyorum” diye cevap verdi. Nitekim tevekkül, tedbire mâni değildir. Mekke’de çocukları sâri hastalıktan korumak için bâdiyedeki (kırlık yerlerdeki) sütannelere verirlerdi.
Eceli gelmeyen ölmez. Hastalık mutlaka bulaşacak diye bir şey de yoktur. Hatta hastaya bakan, eğer sağlamsa, temizliğe de dikkat ederse antikorlar inkişaf eder (aşılama), hasta olmaz; olsa bile kolay geçirir. Aksi hâlde intaniye doktorlarının hepsinin ölmesi lazımdı.
Hastaların iyileşip de, kaçanların hastalanıp öldüğü çok vâkidir. Kur’ân-ı kerimde, eski zamanlarda tâun (veba) bulunan şehirden kaçanların hepsinin yolda öldüğü anlatılır (Bakara suresi, 243). Hadis-i şeriflerde, “Tâundan kaçan, harp meydanından kaçan gibidir” ve “Tâundan ölen, şehit olur” buyurulmuştur. Önceki cemiyetlere azap ve ceza olan tâun, Müslümanlar için rahmete dönüşmüştür.
Bu sebeple Türkler öteden beri karantina usulünü takip ettiler. Dışarıdan gelenler limanlarda veya gümrüklerinde tahaffuzhanede karantinaya alınırdı. Mesela Kız Kulesi karantina yeridir. Eşya ve elbiseler “tebhirhane”de buhara tâbi tutulur; evler dezenfekte edilirdi. Denizaşırı mektuplar postanelerde “etüv”den geçirilirdi.
1831’de karantina nizamnamesi çıkarıldığı için, Osmanlılarda karantina usulünün bu zamanda başladığını zannedenler çoktur. Bu tedbirler sayesinde İstanbul ve taşrada salgınlar büyümeden önlenmiştir.
Salgında cuma namazı
Eski Müslümanlar temizliğe dikkat ettiği için, sâri hastalıklar ya az görülmüş ya da az tahribat vermiştir. Yakında Avrupa’da yapılan bir istatistiğe göre, heladan sonra el yıkayanların başında Boşnak, Arnavut ve Türkler geliyor ki hepsinin müşterek noktası Müslümanlıktır. İslâm dini hem sıhhatin muhafazasına ehemmiyet vermiş hem de tedavi olmayı emretmiştir.
Güneş ve ay tutulması, şiddetli rüzgâr, gündüz şiddetli karanlık ve gece şiddetli aydınlık olduğu, korku galebe çaldığı ve buna benzer korkunç alametlerden zelzele, yıldırım, kesilmeyen kar, yağmur ve umumi hastalıklar zuhurunda cuma ve cemaatle namazın terkine cevaz vardır. (Reddü’l-Muhtar)
Her duada tâun-u vebadan koruması için Allah’a sığınılır; Kureyş suresi, salgın gibi korkulu hallerin ilacı olarak görülür; sabah ve akşam namazlarının son rek’atinde rükûdan doğrulunca kunut duaları okunur; halka “salâten tüncinâ” okuması tamim edilirdi.
Evliya Çelebi der ki: “Bayezid Hamamı’nın zemininde bin parçalı dört köşeli bir sütunun şehri vebadan koruduğuna inanılırdı. Hamam yapılırken bu sütunun kırılmasıyla şehir veba salgınlarına uğramıştır.”
Vebalı cesetler düşman siperlerinde
Sâri hastalıklar, biyolojik harp vasıtası olarak kullanıldı. Kartacalı Hannibal’in ME 190’da Bergama donanmasını alt etmek için yılan zehri kullandığı biliniyor. Harplerde vebalıların elbiseleri, örtüleri, hatta cesetleri düşman tarafına atılır; sular mikroplarla zehirlenirdi. 1347’de Moğollar, Kırım’da Kefe’yi kuşattılar. Cenevizlilerin üzerine vebalı cesetleri mancınıkla attılar. Dünya nüfusunun dörtte birini yok eden Kara Ölüm böyle yayıldı.
Amerikan yerlilerine tatbik edildiğinde, tifo, çiçek, tifüs, kızamık gibi hastalıklara hiç mukavemeti olmayan yerlilerin hepsi kırıldı; nüfusun %85’i öldü. İngiltere-Fransa arasındaki "7 Yıl Harpleri"nde (1756-1763) birbirlerinin siperlerine çiçek hastalığı bulaşmış battaniyeleri atmışlardı. I. Cihan Harbi’nde Almanlar, düşmanın at ve sığırlarına şarbon ve ruam bulaştırdı.
Biyolojik silahla en çok meşgul olan Japonlardır. 1932-1945 arasında üzerinde tetkik yaptığı on binlerce harp esiri, şarbon, menenjit, kolera ve vebadan öldü. Onlarca Çin şehrine biyolojik taarruzda bulundu. Tifo, kolera ve veba salgınları; ayrıca suların ve gıdaların zehirlenmesi suretiyle on binlerce insanın ölümüne sebep oldu. Veba mikrobu taşıyan pirinç tayyarelerle Mançurya’ya atıldı. Bunu yiyen fareler, taşıyıcı hâle geldi.
Bunu tetkik için Mançurya’ya gelen Milletler Cemiyeti heyetinin yiyeceklerine de Japonlar kolera bulaştırmaya teşebbüs etti. II. Cihan Harbi’nden sonra Japonya biyolojik silah programını bitirdi, tesisleri imha etti ve üzüntülerini bildirdi. Ama bu sefer ABD bu işe el attı; 1969’a kadar da sürdürdü.
1972 Biyolojik Silahlar Anlaşması ile yasaklanmasına rağmen Rusya gizliden gizliye sürdürdü. 1979’da bir askerî üste yanlışlıkla şarbon sporu havaya yayılıp 70 kişi ölünce, iş ortaya çıktı. Şimdi terör saldırılarında kullanılıyor.
.
YILDIZ FALI NE DİYOR BU İŞE!.. FALIN TARİHİ… MÜNECCİM ve YILDIZNAME
30 Mart 2020 02:00
Tarihin müneccimlerin sözüyle yazıldığı iddiası, astronomi ile astrolojiyi birbirine karıştırmaktan doğar.
İnsanlar, gayptan haber almayı her zaman merak etmiştir. Cinler, periler gibi metafizik varlıklardan, kâhin, müneccim, falcı, medyum gibi fevkalade kabiliyet sahibi insanlardan medet ummuştur. Burçlardan, gök cisimlerinin hareketlerinden, donmuş kurşundan, kumdaki çizgilerden, suyun hareketinden, çakıl taşından, bakla ve hurma çekirdeğinden, kuşların uçuşundan veya ötüşünden, hatta sıradaki şarkıdan manalar çıkarmaya çalışmıştır.
Gaypları bilen Allah, bu bilgiyi kullarından saklamıştır. Kur’ân-ı kerim, geleceği Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceğini; hatta peygamberlerin dahi, ancak kendilerine bildirildiği kadar bileceğini söyler. Bu, bir itikat kaidesidir.
Astronomi, Astroloji…
Çoğu zaman astronomi (ilm-i nücûm) ile astroloji (ilm-i tencîm) birbirine karıştırılır. Birincisinde gök cisimlerinin hareketi ilmî usullerle tedkik edilir; ikincisinde bundan geleceğe dair manalar çıkarılır. Birincisi dinen makbuldür; ikincisi değildir. Necm, yıldız; nücûm, yıldızlar; müneccim de astronomi âlimi demektir.
Osmanlılar medresede okuttukları astronomide çok ileri gitmiş; ciltlerle kitap yazmıştır. Sultan Fatih devrinin sonlarında astronomi işlerini resmî şekilde yürütmek üzere müneccimbaşılık makamı tesis edildi. İlmiye sınıfından gelen müneccimbaşılar arasında eser vermiş ehemmiyetli astronomi âlimleri bulunur.
Müneccimbaşı ne iş yapar?
Müneccimbaşı, saray ve devlet ricali için -Uluğ Bey usulüne göre- takvim, imsakiye ve zâyiçeler hazırlar. Zâyiçe (zîc), yıldızların hareketlerini gösteren dairelerdir. Yıldızname diye de bilinir.
Dinî günler, kamerî takvime göre başladığı ve bu aylar da yeni doğmuş hilalin rüyeti (görülmesi) ile sabit olduğundan, müneccimbaşının işi mühimdir. Kuyruklu yıldızların geçişi, güneş ve ay tutulması gibi mühim astronomik hâdiseleri takip eder; tabirleri ile beraber saraya bildirir.
Hemen her şehirde namaz vakitlerinin tayini ile meşgul olan muvakkithane ve belli yerlerde bulunan rasathaneler müneccimbaşına bağlıdır.
Yıldızname
Müneccimbaşıyı bugün merak mevzuu hâline getiren şey, bunların eşref saat (uğurlu an) tesbitine dair faaliyetleridir. Cülus (tahta çıkma), harb, doğum, düğün, denize gemi indirilmesi, has atların çayıra salınması, padişahın yazlık ve kışlığına gitmesi gibi ehemmiyetli-ehemmiyetsiz birçok hadisede müneccimbaşılar ve bazen müneccim-i sânîler eşref-i saat tesbit ederlerdi.
Zâyiçeleri isabetli çıkan müneccimbaşı, ihsanlara kavuşmuştur. Gerçi padişahlar eşref saat ve zâyiçeye pek iltifat etmezdi; ama halk psikolojisini gözeterek buna açıkça tavır da almazdı. Vesikalarda eşref saate itibar edildiği görülür; ama bu, böyle bir kaide olduğunu göstermez. Sembolik bir değer taşır.
Hangi 3 müneccim?
Sultan III. Mustafa, Küçük Prusya’yı güçlü bir devlet haline getiren Büyük Friedrich’e gönderdiği elçi Resmî Efendi vasıtasıyla güya kralın muvaffakiyetinin sırrı olarak gördüğü müneccimlerden üç tane istemiş, o da “3 müneccim değil ama, 3 nasihat vereyim: Tarih okumak, hazineyi dolu tutmak, güçlü bir ordu” demiş.
Osmanlıları aşağılamak için mektep kitaplarına kadar girmiş bu efsaneyi, o sıralarda Osmanlı hükûmetini kendi yanlarında harbe çekmeye çalışıp, muvaffak olamayan Fransız sefiri raporunda yazıyor. Ama Resmi Efendi’nin sefaretnamesinde geçmiyor. Bilakis İstanbul Teknik Üniversitesinin kurucusu olan Sultan III. Mustafa, müsbet ilimlere meraklı bir padişahtı.
Amerika niye böyle güçlü?
Tarihteki bilinen bütün hâdiselerin, hangi tarihlerde cereyan ettiği yıldıznamelerde yazılıdır. Bir nevi istatistik gibi, zaferlerin ve iyi hâdiselerin, müştereken umumiyetle hangi burçta olduğu tesbit edilir. Buna eşref saat denir. İşe o zaman girişilir. Bunun gayb ile alâkası yoktur. Fal ise tamamen tahmine dayalıdır.
Eclipse, yani iki gezegen/yıldız üst üste geldiğinde olan şey, güç ifade eder. Dünyaca meşhur fen âlimi Benjamin Franklin, ABD’nin kuruluşunu, 4 gezegenin üst üste geldiği 4 Temmuz 1776 saat 16.50’de ilan ettirmişti. Güneş, Jüpiter’in; Mars, Alphecca’nın; Venüs, Tejat Posterior ve Jüpiter de Nepsula yıldızının üstüne gelmişti. Bu, astrolojide çok parlak bir talih demektir. Jüpiter, ebedilik; Mars, güç sembolüdür. Mesela 29 Ekim 1923’te gökyüzünde hiç yıldız hareketi yoktur.
Aynı burçta doğan insanların benzer karakterlere sahip olması ve bunun neticesi olarak benzer hâdiseler yaşaması, belki ay ve dünyanın çekim gücü ile izah edilebilir. Ancak genetiğin bile insan karakterinde en fazla %30 tesiri varken, burçların tesiri, hemşerilerin veya meslektaşların benzerliğinden öte bir kıymet taşımaz.
İnsan fizyonomisinden, mimiklerinden ve uzuvlarının seğirmesinden mana çıkaran ilimler şark dünyasında pek yaygındı. Şimdi kriminoloji denen bu ilme, ilm-i kıyâfe ve ilm-i ihtilaç denir. Buna dair kitaplar, hatta şiirler vardır. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin manzum Kıyafetname’si meşhurdur. Yıldızname de bunun gibidir.
Kurtulduk!
Câhiliyye devri insanları, bir şey yapmak istedikleri zaman, sol tarafından bir kuş uçsa yahut uğursuzluk saydığı bir şey görse, bunu kötüye alamet sayarlar ve bu işten vazgeçerlerdi. Cenab-ı Peygamber, kuşun ötmesinden ve uçmasından teşeüm etmeyi, ufak taşlarla fal açmayı, kum üzerine hatlar çizmeyi ve bunlardan geleceğe ait hükümler çıkarmayı, uğursuz sayarak sefere çıkmaktan vaz geçmeyi men etmiştir. (Ebû Dâvud, Neseî, İbn Hibbân, Beyhakî, Taberânî)
Resul-i Ekrem, “İslâmiyette teşeüm (uğursuzluk) yoktur; tefeül vardır” buyurdu. Tefeül nedir, diye soranlara “Duyduğunuz güzel sözdür” diye cevap verdi (Buhârî). Bir işe girişenin, ey yol bulan, ey işini beceren gibi bir söz duyması böyledir.
Cenab-ı Peygamber, tefeülü, yani gördüğü şeyi hayra yormayı severdi. Hicret yolunda arkadaşları ile önüne çıkan Büreyde’ye ismini sordu. Öğrenince, “İşimiz soğudu” (yani artık bizi takip edemezler); yanındakinin Eslem kabilesinden olduğunu öğrenince, “Kurtulduk” buyurdu. Büreyde’nin kökü berd, soğuktur; Eslem, selâmet ile aynı köktendir. Hudeybiye Muahedesi’nde Kureyş’ten Süheyl’in murahhas olarak geldiğini görünce, “İşimiz kolaylaştı” buyurdu. Süheyl’in kökü olan sehl, “kolay” demektir.
Eskiler bir iş yapacağı zaman, bir çocuğa isim koyacağı zaman, başta Kur’an-ı kerim olmak üzere mübarek kitapları, hatta divanları rastgele açarak okumaya başlar veya önceden baştaki, ortadaki veya sondaki cümleyi ya da beyti kast ederek fal tutardı. Halk, tefeüle, fal da dediği için, sonra gelenlerde yanlış bir kanaat hâsıl olmuştur.
Çarşambanın gelişi…
İslâmiyette uğursuz değil, ama uğurlu günler ve zamanlar vardır. Mesela Pazartesi ve Perşembe uğurludur; Resulullah Efendimiz, sefere çıkmak için bu günleri tercih ederdi (Mesâbih). Eski metinlerde geçen “uğursuzluk” tabiri; bereketsizlik manasınadır.
Bir işe, eşref saatte, yani uğurlu bilinen muayyen bir zamanda başlamak, eskiden beri âdettir. Mesela “Çarşamba günü başlanan iş tamamlanır” mealinde bir hadis-i şerif vardır (Zernûcî).
Karar vermek en zor iştir. Hele meşveret edecek kimse yoksa. Bir işe girişmeden istihare yapmak; rüyada yeşil, beyaz veya parlaklık görürse yahut uyandığında yapmak arzusu artmışsa, hayır sayıp bu işe girişmek sünnettir. Kırmızı veya siyah görür yahut kalbindeki meyli azalırsa, yapmaktan vazgeçer. Resulullah, “İstihare eden yanılmaz” buyurmuştur.
.
HİNDİSTAN’DA MÜSLÜMANLARA OYNANAN OYUN
6 Nisan 2020 02:00
*Hindistan’da bir zamandır salgın gölgesinde kalıp unutulan hâdiseler yaşanıyor; câmilere tecavüzler yapılıyor, Müslümanlar taciz ediliyor...
*Bunun en mühim sebebi, İngiltere’nin vaktiyle takip ettiği “Parçala, hükmet!” siyaseti ile buna âlet olan millî(!) kahramanlardır...
XI. asırda İslâmiyetle tanışan ve nüfusunun haylisi Müslüman olan Hindistan kıtasını asırlardan beri Müslüman Türkler idare etti. XVII. asır sonlarından itibaren ticaret vesilesiyle Avrupalı sömürgecilerin iştahını çeken kıta, yavaş yavaş İngiliz hâkimiyetine girdi. 1858 tarihinde son hükümdar Bahadır Şah tahttan indirilip sürgüne gönderilerek Hindistan tamamen İngiliz müstemlekesi oldu. Zenginlikleri sebebiyle, tacın en kıymetli incisi idi. Hindistan deyince, bugünki Pakistan, Bangladeş, Burma (Myammar) ve Nepal’i de anlamak lazımdır...
İngiliz Hindliler
İngiliz idaresi, karmaşık Hind cemiyetinde yeni dinamikler meydana getirdi. Yeni kurulan mektepler ve üniversitelerde yetişen, hatta İngiltere’de tahsil gören Hindli gençler, İngiliz gibi yaşamaya ve düşünmeye başladılar. Memuriyetlerde istihdam edildiler. Avukatlık, gazetecilik, öğretmenlik yaptılar.
Bu, muhafazakâr kitlede reaksiyona sebebiyet verdi. 1885’te Bombay’da yapılan ve katılanların beşte dördünün Hindu olduğu Millî Kongre, İngiliz hükûmetine ultimatom verdi. Londra’nın ciddiye almadığı hareket giderek büyüdü. Lord Curzon’un baskıcı valiliği, Kongre Partisi’ni güçlendirdi ve radikalleştirdi. Ekonomik boykot, İngiliz idaresini sarstı. 1906’da istiklal talebi dile getirildi. Kongre Partisi’ne mukabil Müslümanlar da Müslüman Ligi’ni kurdu.
İngiltere, kıtayı kaybetmemek için yumuşak bir siyasete döndü. Halka bazı siyasi haklar tanındı. I. Cihan Harbi’ne 1 milyon Hindli asker sürüldü; 100 bini öldü veya sakat kaldı. Hilafet Hareketi, İngilizlerin Osmanlı halifeliğine karşı tavırlarına karşı çıktı. Bu, İngiltere’nin Anadolu’daki siyasetini Ankara lehine değiştirmesine sebep oldu.
Parçala, hükmet!
Kongre Partisi reisi Ghandi, 1920 senesinde memleket çapında "Satyagraha" denilen bir sivil itaatsizlik hareketi başlattı. İngiliz malları, mektepleri, mahkemeleri, unvanları, vergileri ve seçimlerini boykota çağırdı. Bu daveti büyük kabul gördü. Gandhi, fanatik bir Hindu değildi; üstelik yakınlık duyduğu Müslümanları da bu harekete almak istedi, ama Cinnah karşı çıktı.
Gandhi 1922’de tevkif edilerek hapse atıldı. Bayrağı Nehru aldı. İki meclisli parlamentoya sahip merkezî bir dominyon statüsünü müdafaa etti. Eyaletlere otonomi tanınmasına dair gevşek bir federasyondan yana olan Cinnah, Ağa Han’ın tesiriyle buna karşı çıktı.
Gandhi 1931’de siyasi mahkûmların serbest bırakılması mukabilinde sivil itaatsizlikten vazgeçti. Londra ile anlaşmaya yöneldi. Bu sefer Nehru, Kongre’den ayrılıp sosyalist partiyi kurdu. Hindularla Müslümanların ittifakını bozan İngiltere, “Parçala, hükmet!” politikası çerçevesinde Hinduları da böldü.
II. Cihan Harbi esnasında Ghandi, “Hindistan'dan elinizi çekin!” sloganıyla İngilizlere karşı çıktı. Gandhi, Hindistan’ın birliğinden, Cinnah ise bölünmesinden yana idi. İngiltere, Birleşmiş Milletler (yani dünyanın yeni efendisi ABD) baskısıyla sömürgelerinin çoğunu bırakmak mecburiyetinde kaldı. Her yerde olduğu gibi, giderayak hiç değilse kendi yetiştirdiği kimseleri bırakmak, böylece kendisi için en menfaatli statüyü muhafaza etmek, İngiliz emperyalizminin âdeti olmuştur.
Arslan payı
Son vali Lord Mountbatten, iki tarafa da ülkenin bölünmesine dair teklifi kabul ettirdi. Kongre Partisi’nin elindeki eyaletlerin Hinduların elinde kalması, Müslüman Ligi’nin ekseriyette olduğu Sind, Belucistan ve kuzeybatı Hindistan ile Pencap ve Bengal’de referanduma gidilmesi kararlaştırıldı. Böylece 15 Ağustos 1947’de Hindistan ve Pakistan adında iki ayrı devlet kuruldu.
İş bu kadar basit değildi. Maddi varlıkların taksimi, memuriyetlerin ayrılması, Pencap ve Bengal’de sınırın çizilmesi ve 600 civarındaki otonom devletin pozisyonunun tayini gibi mühim meselelerin aşılması lazımdı. Bunun için bir komisyon kuruldu. Tabii kaynakların ve yatırımların çoğunun yer aldığı Hindistan bundan kazançlı çıktı. Müslümanların elinde fakir mıntıkalar kaldı.
Memuriyetlerin ayrılması şahsi tercihe bırakıldı. Sınırların tesbiti çok daha zor oldu. Bütün otonom eyaletlerin hükümdarları, tahtlarını kaybettiler. Hindulara verilen, ama ekseriyeti Müslüman olan Keşmir, iki devlet arasında kanlı çarpışmalara sebep oldu ve bugün bile ihtilaf sebebidir (İngiliz siyaseti).
En acısı, tarihin en büyük mülteci problemi doğdu. İki taraftan da 18 milyon mülteci yer değiştirdi. Bu esnada çıkan müsademelerde 200 bin kişi hayatını kaybetti. 1971’de Doğu Pakistan (Bangladeş), ayrıldı. Bu esnada 10 milyon kişi mülteci oldu.
Mr. Cinnah
Muhammed Ali Cinnah (1876-1948), Şia’nın aşırı kollarından İsmailiye mezhebine mensup Karaçili zengin bir tüccarın oğlu idi. İngiltere’de tahsil görüp, avukat oldu. 1896’da memlekete dönüp Bombay’da avukatlık yaptı. Bombaylı bir Zerdüşt milyonerin kızı ile evlendi. İngiliz siyasi müesseselerine hayrandı. Evvela Kongre Partisi’ne katılarak siyasete girdi. 1930’da İngiltere’ye gitti. 5 sene sonra döndü. Artık orada ne olduysa oldu; Hindu ve Müslümanların beraberce yaşayacağı "birleşik Hindistan" fikrine karşı çıktı. Müslümanların lideri olmak hevesine kapıldı. İslâmî bir davası hiç olmadı.
İngiltere, görünüşte Hindistan birliğinden yana idi. Ama el altından Cinnah’ı destekliyor; Gandhi’yi engelliyordu. Cinnah, politikasını öyle ustalıkla yürüttü ki, İngiltere de, Kongre Partisi de bölünmeye razı oldu. Cinnah, Pakistan adı verilen yeni devletin reisi oldu. (Pakistan: Pencap, Afganya, Keşmir ve Sind ülkesi)
Cinnah, soğukkanlı ve mantıklıydı. Oyunu kaidelerine göre oynardı. Çok kibardı. İngiliz aristokratları gibi giyinirdi. İngiliz gibi düşünen ve yaşayan bir şahsiyetti. Bu sebeple çevresinde "Mr. Cinnah" diye anılırdı. Ana dilini iyi bilmez, konuşmalarını daha ziyade İngilizce yapardı.
Gerek şahsiyetinde, gerekse takip ettiği politikada kendisine en çok tesir eden kişinin Atatürk olduğunu söylerdi. Bu sebeple Pakistan Meclisi kendisine kâid-i azam (ulu önder) unvanı vermiştir. Bu esnada yaptığı konuşmada Liyakat Ali Han kendisini “Devletimizin Atatürk’ü” diyerek alkışlamıştır. Millî kahramanların ekserisi siyasi suç sebebiyle hapse atılmış, sürgün edilmiş, hatta idama mahkûm edilmiş olmasına rağmen, Müslümanlar o kadar saf ve çaresizdi ki, Cinnah hiç bunlara ihtiyaç kalmadan "millî kahraman" olmayı becermiştir.
Yarı çıplak derviş
Churchill’in "yarı çıplak derviş" diye andığı Mahatma Gandhi, Cinnah gibi Londra’da hukuk okudu. Bombay’da avukatlık yaptı. Irkçılıkla mücadele etti. 1919’dan itibaren İngiliz hâkimiyetine karşı çıktı. Kongre Partisi’ni teşkilatlandırdı. Pasif direnişi kitle hareketine dönüşünce, 6 yıl hapse mahkûm oldu. Birleşik Hindistan için uğraştı. Hindistan’ın bölünmesi onu hayal kırıklığına uğrattı. 1948’de bir Hindu terörist tarafından öldürüldü. İngiliz İmparatorluğu’nun dağılmasında mühim bir rol oynamıştır.
Felsefesinin esasını fakir görünmek ve teknolojiye muhalefet teşkil ederdi. İnsanlık adına acı çeken, fedakâr, saf ve pasif bir politikacı imajı vermiştir. Kimine göre bu hayat tarzı, bir sosyal projeden, şuurlu bir gösteriden ibaretti. Zira insanlar, sade yaşayanlara saygı duyar. Hâlbuki böylelerinin çoğunun nefsi bundan zevk almaktadır...
İngilizlerin hayranlık, kızgınlık, alay ve şüphe ile karışık baktığı Gandhi’nin doğumunun 100. yılında (1969) Londra’da bir heykeli dikilmiştir. Barışçı, aydın ve liberal politikanın sembolü olmuştur. Gandhi bölünmeye hep karşı çıkarken, Nehru razı olmuş; böylece ölene kadar Hindistan’ın başında kalabilmiştir. İndra Gandhi, Nehru’nun kızıdır.
.
TEKÂLİF-İ MİLLİYE, NAM-I DİĞER HARB VERGİLERİ
13 Nisan 2020 02:00
Ordunun finansmanı, hükûmetleri her zaman düşündürmüş; çoğu zaman da harplerin neticesini tayin etmiştir...
Tekâlif, külfetten gelen teklif’in çokluk hâlidir ki, mükellefiyet ve vergi demektir. Hükûmetler, harp ve benzeri hâller vesilesiyle ekstra vergi toplamayı, mevcut vergileri arttırmayı ve halkın elindeki stratejik mallara el koymayı âdet edinmiştir.
Balkan Harbi arifesinde 13 Ağustos 1912 tarihinde çıkarılan Harb Vergisi Hakkında Kanun, yeni vergiler getiriyor; mevcut vergileri de 3 yıllığına arttırıyordu. Seferberlik üzerine 9 Ağustos 1914’te çıkarılan Tekâlif-i Harbiye Kanunu, vergileri arttırdığı gibi, ahalinin malına el koyma salahiyeti getiriyordu.
Cemal Paşa’nın da ifade ettiği gibi, Cihan Harbi ateşine hevesle atlayan hükûmetin, kasasında beş parası yoktu. Harp masraflarının bir kısmını Almanya karşılamış; geri kalanı halkın sırtına yüklenmiştir.
Kanun, hangi mallara el konacağını söylememiş; askerî ve mülkî azalardan müteşekkil tekâlif-i harbiye komisyonunun takdirine bırakmıştı. Komisyon, istediği mala fiyat biçip, tüccarın veya ahalinin eline bir makbuz verecek; seferberlik bitince parası ödenecekti. Tekâlif-i harbiyeye uymayanlar, divan-ı harbe (sıkıyönetim mahkemesine) çıkarılacaktı.
Askere havyar
Tekâlif-i harbiyenin toplanış tarzı çok garip bir şekilde cereyan etmiştir. Mesela bir mülâzım (teğmen), birkaç askerle beraber bir büyük mağazaya gidip ne bulursa alır; tüccarın eline uyduruk bir mazbata verirdi. Harp vergisi olarak zapt edilen eşyanın arasında havyar da vardı. Bazıları hastalara ve nekahatte bulunan askerlere verilebileceğini düşünerek hayra yormuştu.
Sonradan görüldü ki, bebek bezleri, dantelalı yatak takımları, ipek kadın çorapları, kadın çamaşırları, çocuk ayakkabıları, şampanya, konyak, mutfak ve sofra takımları, elhasıl çarşı ve mağazalarda satılan her nevi yiyecek, içecek, giyecek, birtakım alat ve edevat, tekâlif-i harbiyeye dâhil olmuştu. Sonradan şurada burada, ambarlarda meydana çıkıp, maliye tarafından satılan eşya, neler cereyan ettiğini gösterdi.
Boğulan feryatlar
Her nevi ehli hayvanlara el konulmuştu. Yiyeceğe ait her türlü maddenin nakli yasaktı. Bir yolcunun yolluk olarak yanına aldığı gıda da müsadere edilirdi. Sahibine para ödenmediği gibi, bunlar devletin depolarına da konmuyor, alanlar yiyip içip, artanı satıyorlardı.
Evler de müsadereden nasibini almıştır. Çok kişi, evine yerli yersiz el konularak sokağa atılmıştır. Mahalle aralarında kocaman konaklar üzerinde “filan bölüğün ikinci takım kumandanlığı karargâhı” gibi garip levhalar görülüyor; bazı evlerin kapı ve pencereleri sökülerek götürülüyordu. Ecnebilere ait mektep ve sair binalara da el konuldu ki, harp kaybedilince galipler bunun acısını çıkaracaklardır!..
Mesela askeriyenin 9 kuruşa el koyduğu yünü, 25 kuruşa sattığı, 1916’da mecliste dile getirilmiştir. Kanunun kötü tatbik edildiğini, bunun da herkeste derin bir şikâyet ve feryat uyandırdığını İttihatçı Maliye Nazırı Cavit Bey bile hatıralarında dile getirmektedir. Ancak sansür sebebiyle, halkın feryatları hiçbir yere ulaşamamıştır. İttihatçı gazeteci Ahmet Emin Yalman, "Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye" kitabında, Tekâlif-i harbiyenin, düzensiz, kanunsuz ve ayrım yapmaksızın tatbik edildiğini söyler.
Harb zengini
Hükûmetin 4 yıl boyunca harbe harcadığı 320 milyon liranın 50 milyonu tekâlif-i harbiyeden karşılanmıştır. Bir de bütçeye girmeyen vurgunlardan söz edilebilir. Nitekim bunun mühim bir mikdarının suiistimal edildiği sonradan ortaya çıkmış; 1930’larda buna dair 5 milyonluk bazı davalar görülerek, faillerine ceza verilmiştir. Bunlar o zamanki gazetelerde haber olarak çıkmıştır...
Harbin mağlubiyetle bitip, mesullerinin yurt dışına kaçmasından sonra Tekâlif-i harbiye geri ödenememiş; harbin getirdiği felâketler yanında bunlar da halkın sırtında tamiri imkânsız bir yük olarak kalmıştır. Komitecilere olan yakınlığı sebebiyle harp zamanı karaborsacılık, vagon ve koli ticareti yoluyla vurgunu vuranlardan, harp zengini veya yeni zengin adıyla yeni bir sınıf türemiştir...
Hokkabazın tılsımlı değneği
Hüseyin Rahmi, Cihan Harbi esnasındaki Tekâlif-i harbiyeyi, Hakka Sığındık romanında bakın nasıl anlatıyor:
“Bir zâbit elinde Tekâlif-i harbiye kamçısıyla bir ticarethaneden, bir depodan içeri girdi mi, hokkabazların tılsımlı değnekleri gibi bunun ucunu nereye uzatsa, önünde yüzlerle fıçı fıçı yağlar, teneke teneke gazlar, çuval çuval şekerler, küfe küfe pirinçler, balya balya yünler, pamuklar, kumaşlar, işaret ettiği yere doğru akıp gidiyordu. Bu eşya arasında kimi kez askere hiç yaramayan, yarayacağı düşünülmeyen danteller, yelpazeler, ajurlu ipek çoraplar, kolonyalar ve benzerleri vardı. Bu zâbit, bir kâğıdın üzerine iki üç rakam çızıktırınca, piyasadaki eşyanın tümünü kaldırabilirdi. Fevkalade salahiyeti vardı, buna gücü yeterdi...”
10 Emir!..
Ankara Kuvvetleri, Yunan ordusu karşısında gerileyip, Sakarya Nehri kenarında mevzilendiği sırada; Mustafa Kemal Paşa, Meclis'ten Başkumandanlık salahiyeti almış; ilk işi 7-9 Ağustos 1921 tarihinde Tekâlif-i milliye denilen 10 tane emri çıkarmak olmuştur.
O zamana kadar Kuvva-i Milliye zaten halktan hem asker toplar, hem de ahalinin elindeki mallara el koyardı. Bu ise memleketin her köşesinde kanlı bir şekilde bastırılan isyanlara sebep olurdu. Şimdi bu müsadereler, kanuni bir zemine oturtulmuş oluyordu.
Buna göre her ev birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp komisyona verecektir. İnkılap tarihi kitaplarında sadece bu cümle vardır. Ayrıca halkın elindeki her çeşit bez, kumaş, yün, tiftik, pamuk, kösele, deri, ayakkabı, çivi, iplik, nal, demir, hayvan koşumları, ip ve urgan, hububat ve bakliyat, hayvani yağ, gazyağı, sabun, tuz, çay, mum, otomobil ve kamyon lastiği ve parçası, makine yağı, telefon makinesi, kablo, tel, pil, asit, tutkal gibi maddelerin %40’ı; her çeşit binek ve yük hayvanı ile araba ve kağnıların %20’si, bedeli sonradan ödenmek üzere müsadere edilecektir.
Vatana hıyanet
Halk, elindeki silah ve cephanenin tamamını askeriyeye teslim edecektir. Demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç ve arabacılar askeriye hizmetinde çalışacaktı. Maaşlar bir ay verilmedi; verilenlerden de her ay yüzde yirmi tevkif edildi. Sürgün edilen gayrimüslimlerin veya Ankara Hareketini desteklemediği için İstanbul’a kaçanların bıraktığı mal ve mülklere (emvâl-i metrukeye) de el konmuştur.
Her yerde Tekâlif-i Milliye Komisyonları kurulmuştur. Bu emirlere uymayanları cezalandırmak üzere Ankara’dan başka birer İstiklal Mahkemesi, Kastamonu, Samsun, Eskişehir ve Konya mıntıkasına gönderildi. Mamafih Tekâlif-i milliyenin toplanmasında her zaman bu nispetlere dikkat edilmiş değildir. Umumiyetle Tekâlif-i milliye komisyonlarının suiistimali sebebiyle, bazı yerlerde ahalinin elindeki malların neredeyse tamamına el konulmuştur.
Ödendi mi?
12 Nisan 1923’te el konulan malların kıymetinin ödenmesi için “Düyûnât-ı sâbıkanın sureti tediyesine dair kanun” çıkarıldı. Bu eski borçlar, alacaklıların hükûmete olan borçlarıyla takas ve mahsup edilecekti. Borcu olmayanların, 100 liraya kadar olan alacakları def’aten; 100 liradan fazlasının ise sadece %25’i ödenecekti. Kanun müzâkereleri esnasında, gayrimüslimlere ödeme yapılmayacağı açıkça beyan olundu.
Böylece Ankara Hükûmetinin, Tekâlif-i milliye borcu -maliye vekili Hasan Fehmi Bey’in Meclis konuşmasında beyan ettiği üzere- 6.361.634 lira iken, 1924 bütçesine bunun için sadece 3 milyon lira tahsisat kondu. Bununla borçların bir kısmının bile ödendiğine dair bir bilgi ve vesika yoktur. Sonraki yılların bütçesinde de böyle bir kalem bulunmamaktadır...
.
ANKARA MECLİSİ 100 YAŞINDA
20 Nisan 2020 02:00
23 Nisan 1920’de vatanı düşmandan, padişahı esaretten kurtarmak üzere açılan Ankara Meclisi, birkaç sene sonra padişahın da ipini çekmişti!..
Türkiye’nin parlamento mazisi 1876’ya kadar uzanır. İlk parlamentonun ömrü Rus harbi sebebiyle kısa sürmüş; 1908’de tekrar açılan parlamento ve demokrasi 1920 senesine kadar patırtılı da olsa varlığını devam ettirmiştir.
Alternatif hükûmet
1918, Osmanlı Devleti’nin felâket yılıdır. Ordu mağlup olmuş; İstanbul fiilen işgal edilmiştir. İttihatçıların ekseriyette olduğu meclis feshedildi. Kendilerinden hesap sorulacağından korkan komitacı liderler yurt dışına kaçarken, geride kalanlara iktidar mücadelesini sürdürme talimatı verdi. Bunlar, mukavemet perdesi altında mücadeleye girişti.
Bu arada Karadeniz mıntıkasında çetelerin Rumlara baskı yaptığı haberi geldi. Bu, müttefikleri tahrik edip, işgali genişletebilirdi. Bundan korkan İstanbul, bu hareketi kontrol altına alıp, sulh müzakerelerinde elinde bir koz tutmayı düşündü.
Bunun için Anadolu’ya gönderilmek üzere seçilen kişi, padişahın yaverlerinden, yani askerî müşavirlerinden Mustafa Kemal Paşa’dır. İttihatçı maziden gelen Paşa, popülaritesi ve Enver Paşa’ya muhalefeti sebebiyle müttefiklerin de kabul edebileceği bir isimdi.
Ama işler, İstanbul’un arzusu gibi gitmedi. Paşa, sivil ve askerî mukavemet hareketini arkasına alarak Sivas’ta Heyet-i Temsiliye adıyla alternatif bir hükûmet kurdu. Ayrıca seçimlerin yenilenmesi kararı çıktı.
Heyet-i Temsiliye, içten içe seçime karşıydı. Zira yeni meclis toplanınca, işi bitecekti. Bu sebeple Paşa, meclisin İstanbul’da değil, demir yolunun geçtiği merkezî bir şehir olan Ankara’da -kendi kontrolünde- toplanmasını istedi; muvaffak olamayınca, başka bir yol izledi.
Planlı bir oyun
1919’da yapılan seçimlerde, Ankara’daki yeni hareket, kendi yandaşları dışında kimsenin seçime katılmasına izin vermedi. İki kişi dışında, seçilen 140 mebusun hepsi Ankara’nın adamıydı. Kemal Paşa, seçildi; ama tevkiften korktuğu için gitmedi. Mebusların 1/3’i Meclis'e katılmadı.
12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Meclis-i Meb’usan, mübalağalı bir sulh manifestosu Misak-ı Millî’yi kabul edince, 16 Mart’ta İngilizler Meclis'i dağıtarak Ankara’nın önünü açtı.
İşi, Ankara’dan gönderilen Rauf Bey (Orbay) yürütmüştür. Nitekim hatıralarında, canını ortaya koyarak İngilizleri tahrik edip meclisi basmaya ikna ettiğini; bunu önceden Paşa ile kararlaştırdıklarını anlatır.
Mebusların ileri gelen birkaçı İngilizlerce Malta’ya sürülmüş; bir kısmı Ankara’ya kaçmıştır. Ankara’nın istediği de budur. Böylece Ankara, mukavemetin merkezi; Mustafa Kemal de münakaşasız lideri hâline gelmiştir.
İşleri meşveret iledir
Yeni meclis, 23 Nisan 1920’de, Ulus’taki İttihat ve Terakki Lokali olan Ankara taşından 2 katlı yeni ve abidevi bir binada 115 kişiyle toplandı. Ankara’yı işgal eden Fransızlar, kışla olarak kullandığı bu binayı boşalttı. Çatı kiremitleri evlerin damlarından, milletvekili sıraları Ankara Muallim Mektebi’nden, mobilyalar resmî dairelerden, gaz lambaları kahvehanelerden getirildi.
Meclis'in açılışı cuma gününe getirildi. Açılmadan evvel, Hacıbayram Câmii’nde namaz kılınıp, dua edildi. Adaklar kesildi, Buhârîler okundu. Meclis salonunun duvarında, “Onların işi meşveret iledir” mealindeki âyet-i kerime asıldı. Bunlar, Osmanlı Devleti’nde bile rastlanmayan gösterilerdi.
Bir yandan padişaha hürmetkâr; ama İstanbul hükûmetlerini ağır itham eden bir politika takip edilmiş; Anadolu vilâyetleri, yavaş yavaş güzellikle veya zorla Ankara’ya bağlanmıştır.
Meclis Hükûmeti
Meclis'in reisliğine Mustafa Kemal Paşa getirildi. İlk konuşmasında, padişahı övdü ve kendilerinin onun itaatkâr kulları olduğunu beyan etti: “İnşallah padişah-ı âlempenah efendimiz hazretlerinin sıhhat ve âfiyetle ve her türlü kuyûdât-ı ecnebiyyeden âzâde [ecnebi baskısından kurtulmuş] olarak taht-ı hümâyunlarında dâim kalmasını eltâf-ı ilahîden tazarru eylerim [Allah’tan dilerim].”
Meclis, İstanbul’dakinin devamı gibi davranıyordu. Nitekim ilk olarak, Meclis-i Meb’usan’ın tamamlayamadığı ağnam vergisi ile alâkalı teklifi görüşmeye açmıştır. Böylece Meclis'e bir meşruluk temeli bulunmuş; hareketin isyan olmadığına dair imaj verilmiştir.
Bununla beraber memleketteki bütün icraatın yegâne mercii olarak meclis gösterildi ki, bu, Ali Şükrü Bey’in tabiriyle, bir ihtilal meclisidir. Hatta Hasan Basri Çantay, Ağustos 1920’de meclis kürsüsünden halifeyi tanımadığını açıkça söyleyebilmiştir.
Meclis, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu ile yasama, yürütme ve yargı gücünü elinde tuttuğunu deklare etti. Bunda bulunmayan hükümler için, Osmanlı Kanun-ı Esasî’si tatbik olunuyordu.
Meclis Hükûmeti adı verilen bu sistemde, parlamento güçlüdür; Meclis çatısı altında faaliyet gösteren bir heyet, kabine gibi icra işlerini yürütür. Ayrıca başbakan ve cumhurbaşkanı yoktur. Zira Rousseau’nun tesirindeki Kemal Paşa, kuvvetler ayrılığına şiddetle karşıdır.
Neo-İttihatçılık?
Meclise evvela Millet Meclisi deniyordu. Sonradan Meclis-i Meb’usan’a ilaveten, “genişletilmiş meclis” manasına Büyük Millet Meclisi; 1921'de Türkiye kelimesi eklenerek Türkiye Büyük Millet Meclisi dendi.
Mensuplarına artık mebus değil, milletvekili deniyordu. Bunları müdafaa-i hukuk cemiyeti direktifiyle, -halk değil- vilayet, sancak, belediye meclisi ve ikinci seçmenler seçmiştir.
Meclisin yekûnu 437’dir. 66 sancaktan peyderpey 349 kişi ve dağıtılan İstanbul meclisi âzâlarından 82’si Ankara’ya geldi. 1922’de Malta’dan dönen 14 eski İstanbul meclisi âzâsı da katıldı. Gelmeyen veya gelemeyenler 30 kişidir.
Meclis'te, sonradan Sovyetlere verilen Batum temsilcileri bile vardır Bugün kaza olan Biga, Doğubayezid, Ergani, Gelibolu, Genç, Oltu ve Şebinkarahisar, o zaman sancak olduğu için milletvekili göndermiştir.
Milletvekilleri, memur (%36), serbest (%34), asker (%15), ulema (%9) olmak üzere çeşitli meslek ve sosyal sınıflara mensuptur. %42’si yüksek tahsillidir. %60’ı ecnebi lisan bilmektedir. %42’si 35-40 yaş arasındadır. Sarıklı, fesli, kalpaklı, poşulu hâlleriyle mütecanis gözükmeyen milletvekillerinin zihniyetleri aslında birbirine yakındı.
İktidarı 10 sene elinde tutan İttihat ve Terakki Fırkası, taşrada teşkilatlanma imkânı bulmuştu ve güçlüydü. Bu sebeple milletvekillerinin büyük ekseriyeti ya bizzat İttihatçı, ya da sempatizan idi. Ankara Hareketi, bir manada Yeni-İttihatçı bir hareket olarak görülmüştür. İstanbul’un Ankara’ya karşı temkinli duruşunun ve halk isyanlarının bir sebebi de budur.
Nüfusun hâlâ mühim bir kısmını teşkil ettiği hâlde, bir tane bile gayrimüslim milletvekili yoktur. Bu da Meclis'in demokratikliğine gölge düşüren başka bir husustur.
Kız gibi meclis...
1921’de askerî vaziyet kritikleşince, Meclis'in salâhiyetleri başkumandan sıfatıyla Kemal Paşa’ya devredilmiş; 1922’deki 3. uzatmadan sonra bu salâhiyeti geri almak isteyen Meclis'e meydan okuyarak devletin fiilî hâkimi hâline gelmiştir.
Duvardan “Onların işleri meşveret iledir” âyeti indirilip, yerine “Hâkimiyet milletindir” yazısı asılmıştır. Böylece vatanı düşmandan, padişahı da esaretten kurtarmak üzere açılan Ankara Meclisi, 2 sene sonra 1 Kasım 1922’de padişahın da ipini çekmiş; sivil bir darbe ile rejimi tamamen değiştirmiştir.
İlk Meclis'te siyasî partiler mevcut değildir. Meclis'te sonradan Halk Partisi adını alacak olan Birinci Grup hâkimdir. Karşısında İkinci Grup diye bilinen sert bir muhalefet vardır. Bunlar, tutucu kişiler değildir. Bilakis şahıs diktatoryasına karşı, demokrat ve liberaldir.
Ateşli muhaliflerden Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, hususi muhafız Topal Osman tarafından katledilmiştir. Bu cinayet, ilk Meclis'in şerefine gölge düşürmüştür.
Birinci Grup bazen öyle sıkıştırılmıştır ki, Gazi, 28 Haziran 1923’te Meclis'i dağıtıp kendi tabiriyle “Kız gibi bir meclis” kurarak, tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir Meclis kurdu. Lozan’ı bu Meclis'e kabul ettirebilmiştir. Ertesi sene yeni binasına taşınan ve Büyük Önder’in talimatları istikametinde inkılâpları yapacak olan Meclis, artık budur..
.
PEYGAMBERİN ARKADAŞLARI, GÖKTEKİ YILDIZLAR GİBİDİR
27 Nisan 2020 02:00
Sahabe-i kiram sayesinde İslâmiyet, bugüne kadar değişmeden saf ve doğru bir şekilde intikal etti.
Tarih boyunca her peygamberin yardımcıları olmuş; bu müstesna insanlar, o dini yaymak hususunda gayret göstermiştir. İsa aleyhisselamın arkadaşları olan havâriler Kur’ân-ı kerimde övülür. Ama bunların hiçbiri Muhammed aleyhisselamın arkadaşları kadar faydalı olamamış; onların derecesine ulaşamamıştır.
Sahâbî, sohbet (arkadaşlık) kökündendir. Çokluk hâli sahâbe veya ashâb gelir. Peygamber’in vefatından sonra ashâbı, İslâmiyetin hükümlerini yaymak için yeryüzüne dağıldı. Başka memleketlere yerleşti.
Hazret-i Ali, Sa’d bin Ebî Vakkas, Abdullah bin Mes’ûd, Ammâr bin Yâsir, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Mugîre bin Şu’be, Enes bin Mâlik, Huzeyfe bin el-Yemân, Abdullah bin Abbâs, İmrân bin Husayn Kûfe’ye yerleşti.
Muaz bin Cebel, Ebu’d-Derdâ, Muâviye bin Ebî Süfyan, Şam’da; Amr bin el-Âs ve oğlu Abdullah, Mısır’a; Ukbe bin Âmir, Muâviye bin Hadîc, Ebû Lübâbe, Ruveyfi bin Sâbit, Kuzey Afrika’da yurt tuttu.
Peygamber hanımlarından başka, Zeyd bin Sâbit, Abdullah bin Ömer, Übeyy bin Kâ’b, Talha bin Ubeydullah, Abdurrahman bin Avf, Ebû Hüreyre gibi sahâbîler ise Medine-i Münevvere’de kaldı.
Yüksek hocalar
Sahâbenin her biri, gittikleri şehirlerde ders halkası kurarak talebe yetiştirdi. Meselâ, Kûfe’de Abdullah bin Mes’ud, Medine’de Abdullah bin Ömer, Mekke’de Abdullah bin Abbâs, Basra’da Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Mısır’da Abdullah bin Amr bin el-Âs, Şam’da Muaz bin Cebel en meşhur ders halkalarının üstadları idi.
Bu sahâbîler, bulundukları şehirlerdeki büyük mescidlerde, Hazret-i Peygamber devrindeki usule uygun olarak ders verdiler. İslâm dininin esaslarını, Kur’ân-ı kerîmin okunuşunu ve tefsirini, Peygamber’in hayatını ve sünnetini insanlara bildirdiler.
Böylece Kûfe medresesi, Hicaz medresesi, Şam medresesi gibi farklı ilmî usullere ve çeşitli hukukî telâkkilere sahip ekoller belirmeye başladı. Nitekim bunlardan bir kısmı reye sıkça müracaat etmekte; diğer bir kısmı ise ihtiyaç olmadıkça reyden kaçınmaktadır. Sahâbenin ancak bir kısmı fıkıhta öne çıkmış; bir kısmı yalnızca hadîs rivâyeti ile tanınmıştır.
İslâmiyet, sahâbe sayesinde bugüne kadar değişmeden saf ve doğru bir şekilde intikal etti. Kur’ân-ı kerimi mushaf hâline getirerek tahriften kurtardıkları gibi, peygamberin sünnetini de yazılı ve sözlü olarak titizlikle muhafaza ettiler. Günümüze kadar intikal eden bilgiler hep bunlardan gelmektedir. Bu sebeple sahâbenin hizmeti pek büyüktür. Hadis-i şerifte, “En hayırlı devir, beni görenlerin devridir” buyuruldu. (Müslim, Ebû Dâvud, Ahmed)
Kur’ân-ı kerimde Allah’ın onlardan, onların da Allah’tan razı olduğu beyan edilir. Allah’ın sıfatları ezelî ve ebedî olduğuna göre, Allah onları Cenab-ı Peygamber’e layık arkadaş olarak yaratmıştır. Beşeriyet hasebiyle işledikleri kabahatleri de affetmiştir. Resul-i Ekrem, “Eshâbım bir hata işlese, Allah benimle olan alakalarından dolayı onları mağfiret eder” buyurdu. (İbn Asâkir)
Sahâbî kimdir?
Sahâbî, Hazret-i Peygamber’i diri ve peygamber iken bir an gören ve bu şekilde iman ile vefat eden erkek ve kadın, büyük ve küçük Müslümanlardır. Müslüman olmadan görüp, Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra Müslüman olana, Sahâbî denmez.
Rivayet olunur ki, Hazret-i Peygamber'in vefatında 124 binden fazla sahâbî vardı. Sahabenin hayatını anlatan nice kitaplar vardır. İbn Esir’in Üsüdülgâbe, İbn Sa’d’ın el-İstiâb ve İbn Hacer’in el-İsâbe kitabı en meşhurdur. Bunlarda 10 bine yakın sahâbînin ismi vardır.
Sahâbenin en üstünü, sırasıyla cennetle müjdelenen on kişidir: Hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali, Talha, Zübeyr, Saîd bin Zeyd, Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh, Sa’d ibn Ebî Vakkâs, Abdurrahman bin Avf. Bunları takiben Ehl-i Bedir, Ehl-i Uhud ve Ehl-i Bîat-ı Rıdvan gelir. Sonra Mekke'nin fethi ve akabinde müslüman olanlardır.
Sahabe ve ictihad
Sohbet-i nebevîde bulundukları, vahyi ve sünneti bizzat müşahede ettikleri için, İmam Busayrî ve İbn Hacer el-Heytemî gibi âlimler sahâbenin hepsini müctehid kabul eder. “İşlerinde onlarla istişâre et!” âyet-i kerimesi (Âl-i İmrân, 159) ve “Eshâbımın hangisine uyarsanız, hidâyeti bulursunuz” (Beyhekî, Ebû Nasr) hadîs-i şerifi gösteriyor ki sahâbenin hepsi müctehiddir.
Ebû İshak eş-Şirâzî ve İmam Gazâlî gibi âlimler ise sahâbenin ancak fetvâ verenlerinin müctehid olduğunu söyler. Bu iki sözün arası şöyle bulunur: Ancak hakikatte, fıkıhta derinleşmiş olan bazısı ictihadda bulunmuş; diğerleri ictihad etmeyerek onları taklid etmiştir. Müctehid ictihad etmemişse, başka bir müctehidi taklid edebilir.
Sahâbî Kavli
Sahâbe’nin rivâyet ettiği hadîslerin ve bunlardan ittifakla rivâyet edilen görüşlerin şer’an bağlayıcı olduğunda şüphe yoktur. Çünkü bunlar sünnet ve icmâ demektir.
Fakihler içtihat ederken, Kur’ân, sünnet ve icmâda bir hüküm bulunmadığı zaman Sahâbîlerin fetvalarına, yani fıkhî görüşlerine müracaat ederdi. Çünkü bunların Kitap ve Sünnet’e dayanmak ihtimali çok yüksektir. Nitekim “Muhacirler ve ensarın ilkleriyle onlara güzellikle uyanlardan (ittibâ) Allah razı olmuştur” (Tevbe, 100) meâlindeki âyet ve “Benden sonra sünnetime ve râşid halîfelerimin sünnetine uyun” (Tirmizî, İbn Mâce, Ebû Dâvud, Ahmed) hadîsi buna delâlet eder.
İmam Ebû Hanîfe, “Bir meseleye dair Kur’ân, sünnet ve icmâda hüküm yoksa Sahâbe’nin kavillerini araştırırım, bunlardan herhangi birini seçerim” buyurmuştur. En fakih olanlarından, nasslara ve kıyasa en yakın bulduğu kavli seçerdi.
Kıyasla anlaşılamayan hususlarda sahâbî kavli mutlaka hüccettir. Meselâ, hayzın asgari müddetinin 3, azami müddetinin 10 gün olduğu Enes bin Mâlik ve Osman bin Ebi’l-Âs’ın, nifasın azami müddetinin 40 gün olduğu da Osman bin Ebi’l-Âs’ın kavlidir.
Fıtra olarak buğdaydan yarım sa’ (1750 gr) verilmesi, Hazret-i Ömer ve Hazreti Muaviye’nin kavlidir. Dede varken, kardeşlerin miras alamaması, Hazreti Ebû Bekr, Ömer ve İbn Abbas kavlidir. Gusülde ağzı ve burnu yıkamanın farz olması, İbn Abbas kavlidir. Bir gün ve geceden az süren baygınlıkta namazların kaza edilmesi, Ammar kavlidir. (Radıyallahü anhüm)
.
SULTAN GENÇ OSMAN’IN HAZİN HİKÂYESİ
4 Mayıs 2020 02:00
Memleketin buhranlı zamanında padişah olan Sultan II. Osman, deha sahibiydi. Zihninde nice projeler vardı. Ama yaşı icabı tecrübesizdi. Bu, felâketi oldu.
Sultan I. Ahmed 1617’de vefat ettiğinde, tahta oğlu Şehzâde Osman’ı değil de, padişahın acıyarak hayatta bıraktığı kardeşi Şehzâde Mustafa’yı padişah yaptılar. İlk defa Osmanlı tahtına bir padişahın oğlu değil de kardeşi geçiyordu.
Bunda zamanın sadrazamı ve şeyhülislâmı yanında, Şehzâde Osman’ın üvey annesi olup, öz oğullarının canını kurtarmak isteyen Mahpeyker Haseki’nin de rolü olduğu söylenir. Sultan Osman’ın annesi, Mahfiruze Haseki’dir.
Sultan I. Mustafa rahatsızlığı sebebiyle kısa bir müddet tahtta kaldıktan sonra, yine aynı zevat tarafından tahttan indirildi (1618). 14 yaşındaki Şehzâde Osman, Sultan II. Osman adıyla tahta geçti ki tarihimizde Genç Osman diye anılır. Ancak babası gibi o da erken olgunlaşmıştı. (Bağdat fethinde şehit düşen asker Genç Osman başkadır.)
Benim hakkımdı!
Tahta hep önceki padişahın oğlunun geçmesinin bir anayasa geleneği (kanun-ı kadîm) olarak görüldüğü, Sultan II. Osman’ın orduya hitaben yazdığı hatt-ı hümâyunundan anlaşılmaktadır:
“Babam Sultan Ahmed’in irtihâlinden sonra saltanat, kanun-ı kadîme tevfikan bana tevârüs etmek lâzım gelirken, benden birkaç yaş müsinn olmasına mebni Sultan Mustafa tahta çıkarılmıştır.” [Babam Sultan Ahmed’in vefatından sonra anayasa an’anesine göre padişahlığın bana geçmesi gerekirken, benden birkaç yaş büyük olmasından dolayı Sultan Mustafa tahta çıkarılmıştır.]
Sultan Osman çok iyi bir tahsil görmüştü. Arapça ve Farsça’dan başka, klasiklerden tercüme yapacak kadar Latince, Yunanca ve İtalyanca öğrenmişti. Usta bir sporcuydu. Binicilik, okçuluk ve yüzmede ustaydı, Boğaz’da ve Haliç’te yüzerdi. Çok sevdiği atı “Süslü Kır” için mezar yaptırmıştı. Deha sahibiydi. Fakat gençti. Bu sebeple ilmini ve dehasını yerinde kullanamadı.
Abaza Kesimi
Dünyanın değiştiğinin, memlekette bazı şeylerin iyi gitmediğinin farkındaydı ve bunu düzeltmek için planları vardı. İşe kıyafetten başladı. Eski ağır elbise ve serpuşların yerine, ata inip binmeyi ve hareketi kolaylaştıran Abaza Kesimi namında bir kıyafet giymeye başladı. Bu bazı mutaassıp kesimlerde reaksiyona sebep oldu.
Cariyelerle evlenme an’anesini terk edip, hür kadınlarla evlenmeyi tercih etti. Peş peşe Pertev Paşa’nın ve Şeyhülislâm Es’ad Efendi’nin kızları ile evlendi ki, tarihçi Naima’nın da tabiriyle bu hareketi aleyhine olacaktır.
Lehistan’ı ele geçirip Baltık Denizi'ne çıkmak, orada bir donanma kurmak, bu suretle Atlas Okyanusu’na geçip Katolik dünyasını hem Akdeniz, hem Okyanus donanmalarıyla çember içine almak istiyordu. Dedesi Sultan Fatih’in Ortodoksları himaye altına aldığı gibi, Almanya’ya karşı Osmanlı’ya temayül gösteren Protestanlığı da himâyesi altına alıp, Hristiyanlığı parçalamayı düşünüyordu.
Hotin fatihi
Bu işlerin zor olduğunu bilen padişah, payitahtı muvakkaten Bursa’ya taşımayı bile düşündü. Hocası Ömer Efendi, padişahın bu husustaki en büyük müşaviri idi. Ancak esas fikirlerin padişahtan çıktığı anlaşılmaktadır. Hatta Şeyhülislâm bu devirde fonksiyonunu Ömer Efendi lehine kaybetmişti.
Tahta çıktığında İran ile muharebe devam ediyordu. Harb bitip şark sınırı emniyet altına alınınca, 1621’de Lehistan üzerine yürüdü. Kazakların, Leh yardımıyla Karadeniz sahillerini vurmalarına son vermek icab ediyordu.
Bu arada seferi destekleyen Sadrazam Güzelce Ali Paşa vefat etti. Sefere çıkılırken güneş tutuldu. Bazıları bunu uğursuzluğa yordu ise de, padişah aldırmadı. Kazak, Alman ve Macarların da yer aldığı 100 bin kişilik Leh ordusu zorlu bir muharebe neticesi yenildi; Hotin düştü. Antlaşma yapan 17 yaşındaki padişah İstanbul’a döndü.
Ömrün berbad olsun
Sefere çıkmadan evvel arkasını emniyete almak için, Fatih Kanunnamesi mucibince, bir yaş küçük biraderi Mehmed’i idam ettirdi. Biçare şehzâde, “Osman, Allah’tan dilerim ki ömr-ü devletün berbâd olup beni ömrümden nice mahrum eyledün ise sen dahi behremend olmayasun!” diye beddua etmişti.
Aynı sene Boğaz dondu; gemiler yanaşamayınca İstanbul’da pahalılık ve kıtlık baş gösterdi. Bunun suçu da padişahın üzerine atıldı.
Devletin ve milletin dirliği için başta ordu olmak üzere devlet müesseselerinde ıslahat yapılmasına kanaat getiren genç padişah, akıl almaz bir plana girişti. Bu teşebbüsü, hem tahtını, hem de canını kaybetmesine yol açacaktır.
Niyetim devlete hizmettir!
Sultan II. Osman, Fâris mahlasıyla şiir yazardı. Divan’ı, Millet Kütüphanesi’ndedir. Yaşından umulmayacak zarif ve lirik şiirleri vardır. Şu beyiti ibretlidir:
Niyetim hizmet idi saltanat ü devletime,
Çalışır hâsid ü bedhâh aceb nekbetime.
Aşağıdaki gazeli, pek mükemmeldir:
Nevruz olıcak diller şâd olmıya yaklaşdı.
Dilde gâm u gussa berbâd olmıya yaklaşdı.
Virâne gönül varsa cevr ü gâm-i dilberden,
Müjde ana ol mülk âbâd olmıya yaklaşdı.
Üstâda çıkıp dilber öğrendi vefâ resmin,
Âşıklara lütfa mu’tâd olmıya yaklaşdı.
Seyr-i güle çıkdıkda ol ruhleri gülrengim,
Kâri dil-i zârun feryâd olmıya yaklaşdı.
Çok âşık u meftûnu var sen gibi Şirîn’ün,
Fâris kulun ammâ Ferhâd olmıya yaklaşdı.
(Bu talihsiz padişahın başına gelenleri inşallah gelecek yazımızda ele alalım..
.
“ŞAH-I CİHAN’A KIYDILAR” SULTAN GENÇ OSMAN’IN FECİ SONU
11 Mayıs 2020 02:00
Sultan Genç Osman’ın feci sonu, Kerbelâ Fâciasına benzetilmiş; sadece Osmanlı memleketinde değil, uzak beldelerde dahi büyük teessüre sebep olmuştur.
Sultan II. Genç Osman, Hotin Seferi’nde tam muvaffakiyet elde edilememesinin sebebini ordunun gayretsizliğine bağladı ve dönüşte yoklama yaptırdı. Ocağın mevcudunu, maaş defterindekinden az bularak parayı kesti. Bu da mevcut olmayan askerleri var gibi göstererek yevmiyelerini alan zabitleri ortaya çıkardı.
Hacca azimet
Orduda ıslahat projesini hakikate dönüştürebilmek için hacca gitmeye niyetlendi. Hac dönüşü, Suriye, Mısır ve Anadolu’dan Türk asıllı askerler toplamayı düşünüyordu. Bu fikrini Şeyhülislâm Esad Efendi’nin kızı olan zevcesine açmış; o da babasına söylemişti.
Gerek Şeyhülislam, gerekse şeyhi Aziz Mahmud Hüdâî, padişahlara haccın farz olmadığını izah ederek kendisini vazgeçirmeye çalıştıysa da dinlemedi. Hocası Ömer Efendi onu teşvik ediyordu. Haber hemen duyuldu. Padişah otağı Üsküdar’a kurulacağı gün, yeniçeriler ayaklandı.
Akşam işin vahametini anlayan padişah hacca gitmekten vazgeçtiğini ilan ettiyse de, hocasını azletmeye yanaşmadığı için isyan süratle büyüdü. Ertesi gün isyancılar huzura çıkıp 6 kişinin kellesini istediler. Padişah bu istidayı getiren ulema mümessillerini hapsetti.
Bunun üzerine isyancılar duvardan iplerle saraya girdiler. Sadrazamı ve kızlar ağasını öldürdüler. Padişahın acıyıp öldürtmediği amcası önceki padişah Sultan Mustafa’yı tekrar tahta çıkarttılar. Sarayburnu’ndan Mudanya’ya geçip mukavemete devam etmek isteyen padişah, bütün teknelere el konulduğunu gördü.
İntikam
Tek başına kalan Padişah, vezir Ohrili Hüseyin Paşa’nın ahmakça tavsiyesiyle Yeniçeri Ocağı’na sığındı. Onlara nasihat vermeye kalkıştı, ama kulak asan olmadı. Hatta arayı bulmaya çalışan yeniçeri ağası bile katledildi.
Aslında isyancılar padişaha ilişmek istemiyorlardı. Onu tahttan indirip saraya kapatacaklardı. Ama Sultan Osman’ın ilk fırsatta kendisini cezalandıracağın düşünen bir zümre, başlarında Sadrazam Kara Davud Paşa olduğu hâlde padişahın defterini dürmüştü.
Davud Paşa, bazı yeniçeri zabitlerini elde edip padişahı Yedikule’ye götürdü. Hiçbir hanedan mensubuna yapılmamış fena muamelelere ve işkencelere maruz kalan Sultan Osman, üzerine yürüyen 10 cellada karşı nefsini müdafaa edip üçünü yere serdiyse de, atılan bir kemendle devrildi. İçlerinden biri hayalarını sıkmak suretiyle kendisini şehid etti. 18 yaşındaki genç ve talihsiz padişah, Sultanahmed’de babası Sultan I. Ahmed’in yanına defnedildi.
Kutu
Yok olsun!
İlk defa bir padişah darbe ile tahttan indirilip öldürülüyordu. Yeniçeriler hemen padişahın şehadetiyle alakaları olmadığını söylediler ve faillerin cezalandırılmasını istediler. Büyüyen hadiseler neticesinde isyanın tertipçisi Kara Davud Paşa idam edildi.
Faciadan dolayı şuuruna büsbütün halel gelen ve saray dehlizlerinde Sultan Osman’ı çağırıp, “Gel, beni bu yükten kurtar” diye feryad eden Sultan Mustafa tahttan indirildi.
Tahta çıkan Sultan IV. Murad, ağabeyinin katlinde medhaldar olan yeniçeri ortasını (bölüğünü) kaldırdı; masum olanları başka ortalara dağıttı. Bundan sonra her 3 ayda bir ulufe (maaş) dağıtılırken bu 65. ortanın ismi okunup, “yok” cevabı verilince hep bir ağızdan “yok olsun” diye bağırmak âdet oldu. Kapıkulu askerleri uzun zaman insan içine çıkamadı.
Yeni padişah, ağabeyinin yolunda yürüdü; ama onun hatalarına düşmedi. Sultan III. Selim’e kadar da Sultan Genç Osman gibi ıslahatçı bir padişah gelmedi. Bu, Türk tarihi için büyük bir kayıptır.
Gururu, hazineyi korumak adına cimriliğe varan tutumluluğu, disiplin adına yersiz sertlikleri, askerî ve ilmî bürokrasiyi karşısına aldı. Daha tecrübeli olsaydı ve aklı başında müşavirleri de bulunsaydı, muvaffak olabilirdi.
Kutu
Tokat
Sultan Osman hacca gitmeden az evvel bir rüya görmüştü. Herkese anlattığı için tarihe geçen rüya şöyledir: Padişah, üzerinde zırh, tahtında oturup Kur’ân-ı kerim okurken, Resulullah aleyhisselâm geliyor. Sırtından zırhını ve elinden Kur’ân-ı kerimi alıp bir tokat aşkediyor. Yüzüstü kapaklanan padişah, ayaklarına kapanmak istiyorsa da, Cenab-ı Peygamber dönüp gidiyor.
Sultan rüyasını önce hocasına tabir ettirdi. O;
-Hacca gitme niyetinizde terk tereddüdü olduğu için tembihtir. Rüyada ayağına yüz sürmeye kavuşamadınızsa da, inşallah kabr-i şeriflerine yüz sürersiniz, şeklinde tabir etti.
Kalbi mutmain olmayan padişah bir de Aziz Mahmud Hüdâî’ye sordu. O da İstanbul’dan ayrılmasının büyük ve felâketli hâdiselere sebep olacağını söyleyerek uzun ve manalı nasihat etti. Padişah bunun üzerine evliya türbelerini ziyaret edip, adaklar kesti ve affı için Allah’a yalvardı. Ama hacca gitmekten vazgeçmedi.
Kutu
İkinci Kerbelâ Fâciası!
Hâile-i Osmaniye diye anılan ve bazı menbalarda Kerbelâ Fâciası’na benzetilen bu elim hadise, sadece Osmanlı memleketinde değil, uzak ecnebi beldelerde dahi büyük teessüre sebep oldu. Millet buna sebep olanları lanetledi. Sipahiler kanını dava ederek ayaklandı; ardından Anadolu’da isyanlar çıktı. Abaza Destanı’ndaki şu beyitler enteresandır:
Al kanla yatar ol nâzük teni
Mecruh edip uçurdular canını
Gâzi Sultan Osman Han’ın kanını
Ölünce çalışır alırım demiş
Kutu
Kıyamet alameti
Şairler, şehid padişaha mersiyeler yazdılar ki en meşhuru Nev’î’ye ait olanıdır:
Bir şâh-ı âlişân iken, Şâh-ı cihâna kıydılar
Gayretli genç arslan iken, Şâh-ı cihâna kıydılar
Gâzi bahâdır hân idi, Âli-neseb sultan idi.
Nâmiyle Osman Han idi, Şâh-ı cihâna kıydılar.
Hükmetmeğe kâdir iken, emr-i Hakk’a nâzır iken
Haccetmeye hâzır iken, Şâh-ı cihâna kıydılar.
Ey dil ciğerler oldu hûn, derdim bir iken oldu on
Kan ağladı ehl-i fünûn, Şâh-ı cihâna kıydılar.
Eşrât-ı sâatdir bu dem, rûz-ı kıyâmetdir bu dem
Kula nedâmetdir bu dem, Şâh-ı cihâna kıydılar
.
Kim demiş Sultan Fatih tefsir bilmezdi diye! HUZUR DERSLERİ
18 Mayıs 2020 02:00
Osmanlı sarayında her ramazan ayında âlimler toplanıp tefsir dersleri icra edilirdi. Padişah ve saray erkânı, dizlerinin üzerinde hürmetle dinlerdi.
Geçenlerde bir din adamı, Sultan Fatih hakkında, “Bu kadar lisan öğreneceğine, tefsir okusaydı” demiş. Bu vahim söz, ya bir cehlin, ya da bir garezin ifadesi olsa gerektir. Bir hükümdar için ecnebi lisan ile tefsir bilmenin hangisinin daha lüzumlu olduğu bir yana, ecnebi lisan öğrenmek, dinin emridir. “Kim bir kavmin lisanını öğrenirse, hilesinden emin olur” hadis-i şeriftir.
Kur’ân’ın emirlerinin özü Allah’a kulluk etmek olduğuna göre, ilmihalini bilen, Kur’ân’ın manasını da öğrenmiş demektir. En iyi tefsir, fıkıh kitaplarıdır. Osmanlı hükümdarlarının hepsi dinini iyi bilen sâlih zâtlardı.
Hele Sultan Fatih’in her ilimde olduğu gibi, dinî ilimlerde de mertebesi yüksekti. Âlimlerle sohbeti severdi. Bir sefer esnasında Molla Hüsameddin’e, “Ey iman edenler, iman ediniz” mealindeki âyet-i kerimenin (Nisâ: 136) manasını sormuş; hocası da “Kösler cevap veriyor hünkârım” demiş ve elbette Padişah bunu anlamıştı. Kösler, düm düm der. Düm, Arapça “Devam et!” demektir. Şu hâlde âyet-i kerimenin tefsiri, “Ey iman edenler, imanınızda daim olunuz, imandan ayrılmayınız” şeklindedir.
Bohçada ne var?
Sarayda padişah huzurunda zaman zaman ulemanın toplanıp bazı âyet-i kerimelerin tefsir edilmesi an’anesi, Atâ Bey tarihine nazaran, Osman Gazi devrine dek ulaşır. Sultan III. Mustafa 1758’de buna daimî ve resmî bir nizam vermiştir. Buna göre ramazan ayının ilk gününden itibaren haftada iki defa padişah huzurunda ders yapılacaktı. Ulema arasında mümtaz bir yeri olan Kadı Beydâvî tefsirinden birkaç âyet-i kerime seçilip tefsir olunacaktır. Bu sebeple Huzur Dersleri adı verilmiştir.
Her derste bir mukarrir ve umumiyetle 13-15 muhatap bulunur. Bunlar, Şeyhülislâmlık tarafından zamanın ileri gelen âlimleri arasından kıdeme göre seçilir. Her derste mukarrir ve muhataplar başkadır. Sarayda evvelce yapılan derslerde mukarrir ve muhatap olmayıp, sadece bir âlimin padişah huzurunda yaptığı tefsir dinlendiğinden, bunlara hakiki manada huzur dersi denemez.
Bunlar sarayın salonlarından birinde, önlerinde birer rahle olduğu hâlde minderde otururlar. Dersler öğle ile ikindi arasında cereyan eder ve iki saat kadar sürer. Derslere, şehzadeler ve rical-i devletten de davet edilenler hazır bulunur.
Mukarrir, tefsirden seçilen âyet-i kerimeyi anlatır. Muhataplar da buna dair sualler sorar. Böylece ders bir münazara hâlini alır. Ancak sualler mukarriri müşkülata düşürecek, onu sıkıştıracak tarzda değil; herkesin istifade edeceği meseleler üzerine olur. Padişah “kâfi” diyene kadar sualler devam eder. Mukarririn ettiği dua ile ders biter.
Padişah, ders bitişinde hocalara iltifat eder; bilhassa mukarrirleri takdir edecek okşayıcı sözler söyler. Mukarrire, muhataplardan daha fazla olmak üzere padişah kesesinden atiyye ve birer de bohça verilir. Bohçada bir top çuha, iki top kumaş, bir de şal bulunur.
Taltif vesilesi
Âyet-i kerimeler zamanın ve zeminin icabına göre hassaten seçilir. Sultan III. Ahmed zamanında yapılan bir huzur dersinde, ordu seferde bulunduğu için, Fetih suresinin “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik” meâlindeki ilk âyet-i kerimesi takrir olunmuştu. Sultan III. Mustafa’nın tanziminden sonraki ilk huzur dersinde “Ey iman edenler; adaleti ayakta tutun” mealindeki şümullü âyet-i kerime (Nisâ: 135) takrir edilmişti.
Sultan II. Mahmud huzurunda yapılan bir derste, “Ey iman edenler! Sabredin; düşman karşısında sebat gösterin; cihad için hazırlıklı ve uyanık bulunun” meâlindeki âyet-i kerimenin (Âl-i İmrân: 200), yeni teşkil edilen orduya izafeten tefsir olunması münasip iken, hoca efendileri ibarede geçen vav, atıf mıdır, hâliye midir gibi o meclise gerekmeyen bir gramer münazarasına girişince, padişah sıkılıp dersi bitirmiştir.
Huzur dersleri, ulema için bir teşvik ve taltif vesilesiydi. Cevdet Paşa tarihinde, Sultan III. Selim zamanındaki huzur dersleri anlatılırken deniyor ki: O zaman seferler sebebiyle her çeşit atiyyenin miktarı düşmüş iken, padişah ilme ve âlimlere olan teveccühünü göstermek için bunlara verilen ihsanı 100’er kuruşa çıkarmıştı.
Kutu
Sadrazam soruyor
Sultan Hamid devrinde huzur dersleri ramazan ayının ilk sekiz gününde her gün Yıldız Sarayı’ndaki Çit Kasrı’nda icra olunurdu. Padişah, ders müddetince hafifçe yüksek bir yerde dizleri üstünde otururdu. Mabeyn ve kitabet dairesinin büyükleri salona bitişik odada derse iştirak ederdi. Vezir ve müşirlerden de davet edilenler olurdu. Padişah, şehzadelerin de derse iştirakini hassaten isterdi. Hazirun ile mukarrirler arasında da sual ve cevap teatisi olurdu. Hatta Sadrazam Tunuslu Hayreddin Paşa ile bir mukarrir arasında uzun bir konuşma cereyan etmişti.
Kutu
Hurafe kitabı!
Sultan Reşad devrindeki huzur dersleri Dolmabahçe Sarayı’nın Zülvecheyn denilen simetrik salonunda ikindiden sonra icra olunurdu. Bu dersleri harem halkı kafes arkasından dinlerdi. Mukarrirler siyah; muhataplar ise mavi cüppe giyerdi. Derse iştirak edecek hocalar Saray’a gitmeden evvel Dolmabahçe Camii’nde toplanıp tecrübe yapardı. İkindi kılındıktan sonra alay ile vakur bir şekilde Saray’a geçilirdi.
Bu dersleri kendi üslup ve meşrebine göre burun kıvırarak anlatan Başkâtip Halid Ziya (Uşaklıgil), Avrupa’daki filozofların nutukları gibi bir şey beklediği bu derslerden sukut-i hayale uğradığını söyler; derslerde zaman zaman müracaat edilen Buhari-i Şerif’i uydurma hadislere istinad eden hurafe kitabı olarak tavsif eder. Bu âlimlere verilen mütevazı hediyeleri ise -Cevdet Paşa’nın aksine- hazine-i hassa için bir yük olarak görür.
Kutu
Ve son ders!
Son huzur dersleri Halife Abdülmecid Efendi tarafından Nisan 1923’e tesadüf eden 1341 senesi ramazan ayında Dolmabahçe Sarayı’nda icra olunmuştur. Hilafetin ilgası ile beraber, Osmanlı tarihinin en eski an’anelerinden birisi de tarihe karışmıştır.
Müderris Debreli Vildan Faik Efendi, bu dersleri el-Mevâizü’l-Hisan adıyla kitap hâline getirmiştir. Ebulula Mardin’in Huzur Dersleri kitabı Latin harfleriyledir.
.
AYASOFYA KİMİN MESELESİDİR?
1 Haziran 2020 02:00
1988’de bir gazetecinin suali üzerine Yunanistan’ın İstanbul konsolosu “Ayasofya Türkiye’nin iç meselesidir. İbadete açılırsa iddia edildiği gibi bir koz ileri sürmez” demişti. Her gelen sağcı iktidar “Ayasofya’yı açacağız” der. Sonra her nedense geri çekilir.
1931’de Amerikan Bizans Enstitüsü adına arkeolog Thomas Whittemore hükûmete müracaat edip Ayasofya Camii’ndeki mozaikleri tamir için izin aldı. 1934’te İnönü’nün Maarif Vekili Abidin Özmen, camiyi vakıflardan alıp kendi bakanlığına naklettirdi. Müze fikri de o arada çıktı. Gazi bu iş için 1’i Alman 9 kişilik bir komisyon kurdu. Prof. Eckhard Unger dışındakiler, ibadete kapatılmasını tavsiye etti. Eckhard, ibadethane olarak kullanılırsa, caminin daha iyi bakılacağını düşünüyordu.
Whittemore’un hamisi zengin Amerikalı iş adamı Charles Crane, cumhuriyetin kuruluşunda Ankara’ya destek olmuştu. Onun adamının arzusunu geri çevirmek olmazdı. 24 Kasım 1934’te bakanlar kurulu kararıyla, parasızlık ve -her ne demekse- “Bütün Şark âlemini sevindireceği” gerekçesiyle Ayasofya’nın ibadet dışındaki kısımları müzeye dönüştürüldü. 1 Şubat 1935’te de müze olarak halka açıldı.
Kararda ibadete kapatılma ifadesi geçmiyordu. Ama Özmen’in başvekâlete gönderdiği teklif yazısındaki, “Ayasofya, müzeye çevrildiği takdirde İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camide dinî vazifelerini yapabileceklerdir” ifadesi maksadı ortaya koymaktadır.
Minareleri indirin!
Cami kapatılınca, halıları kesilerek sağa sola dağıtıldı. Şamdanları eritilmek üzere dökümhaneye götürüldü. Levhalar ise çok büyük olduğu için çıkarılamayıp depoya kaldırıldı. Bunlar Adnan Menderes devrinde tekrar asıldı. Caminin yanında, İstanbul’da Osmanlıların ilk üniversitesi olan Ayasofya Medresesi de yıkıldı. Whittemore, Kariye Camii’ni de müze yaptırmaya muvaffak oldu.
İbrahim Hakkı Konyalı anlatıyor: 1934’te Tan gazetesinde iken Arkeoloji Müzesi mimarı Kemal Altan geldi. Ağlayarak, “Hoca, bugün Ankara’dan gelen emir üzerine Küçük Ayasofya’nın iki minaresini temeline kadar indirdik. Bu gece de Ayasofya’nın dört minaresini indireceğiz” dedi. Bunun üzerine kendisine “Minareler kubbenin desteğidir; yıkılırsa, Ayasofya da yıkılır” mealinde bir rapor yazdırttım. Bunun neşri üzerine yıkımdan vazgeçildi.
Camiden müzeye
Ayasofya Camii, 11 asır kilise, 5 asır cami olarak hizmet verdikten sonra, Bizans mozaikleri uğruna 1934’te sıhhati hâlâ münakaşa mevzuu bir bakanlar kurulu kararnamesi ile müzeye dönüştürüldü. Ardından da ibadete kapatıldı.
Kararname “Etrafındaki vakıflara ait binaların yıkılarak temizlettirilmesi ve diğer binaların istimlâk, yıkma ve binanın tamir ve muhafazası masrafları Maarif vekilliğince verilmek üzere Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur” diyor. Sonradan Kültür Bakanlığı kurulunca, müzeler buraya bağlanmıştır.
İhtilalin kanunu
Gerçekte böyle bir bakanlar kurulu kararı olmadığı; o zaman Gazi’nin başka imzalarına benzemeyen K.Atatürk imzasının sahte olduğu; çünki kararname tarihinde henüz soyadı olmadığı; henüz “Gazi M. Kemal” imzasını kullandığı; kararın sonraki Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafından düzüldüğü söylenir. Karar, Resmî Gazete’de neşredilmediği gibi, sıra numarası da yoktur. Yalnızca 1947’de hazırlanan eski eserler mevzuatı adlı broşürde yer alır.
Kararname, anayasa, borçlar ve vakıf hukukuna; Vakıflar Kanunu ve mabedlerin başka maksatlarla kullanılamayacağına dair 6570 sayılı kanuna aykırıdır. Sultan Fatih, kendi servetiyle kurduğu vakfa bağlı Ayasofya’yı camilikten çıkaranlara lanet eder. Hâlbuki ihtilâlin kendi kanunu vardır. Burada adalet ve insan hakları aranmaz.
2000’li senelerde bir cemiyet, kararnamenin iptali için başbakanlıktan bir cevap alamayınca, Danıştay’a dava açtı. Dava reddedildi. Din ve vicdan hürriyetinin ihlali gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Yine reddedildi. Herkeste bu hususta sessiz bir mutabakat var gibidir.
Yıkılsa da kurtulsak!
Demokrat Parti hükûmeti iktidara gedikten sonra Ayasofya’yı ibadete açmayı düşündü. Milliyetçiler Cemiyeti bunu müdafaa edenlerin başında geliyordu. Avukat Bekir Berk, hükûmete açık mektubunda, Ayasofya’nın bu hâline yalnızca Yunanlıların sevineceğini söylediği için laikliğe aykırı davranmaktan dolayı hakkında dava açıldı; mecmuası da kapatıldı.
Tam o sırada “Ayasofya’nın cami olmasını isteyenlerin kafası ezilmelidir” diyen gazetenin yazarı Ahmet Emin Yalman, Malatya’da Hüseyin Üzmez adlı bir genç tarafından vuruldu (1952). NATO sebebiyle Yunanistan’ı gücendirmekten çekinen hükûmet, bu provokatif hâdise üzerine iyice geri adım atmak zorunda kaldı.
1967’deki ziyaretinde Papa VI. Paul, Ayasofya’da diz çöküp dua etmek istediğinde, Dışişleri Bakanı Çağlayangil, "Burası cami ya da kilise değil, müzedir. Burada dinî tören yapılamaz" diyerek inkılâbın onurunu korumuştu.
Sultan Mecid’in yaptırdığı Hünkâr Mahfili, 8 Ağustos 1980’de Süleyman Demirel tarafından ibadete açıldı ve Ayasofya’dan tekrar ezanlar okunmaya başladı ise de, 12 Eylül’den sonra eskiye dönüldü.
1992’de Yıldırım Akbulut Hünkâr Mahfili’ni tekrar ibadete açtı; tamamını açmayı da vadetti; ama tepetaklak oldu. Tapusu, bugün bile Sultan Fatih Vakfı üzerine kayıtlı Ayasofya’yı, açmaya, MSP dâhil hiçbir hükûmetin gücü yetmedi.
Yıllarca Ayasofya kürsüsünde ders veren Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin, “Yıkılsa da Müslümanlar zilletten kurtulsa!” dediği rivayet edilir.
Yunanistan’a bir jest olur!
Suat Hayri Ürgüplü’nün başbakanlığı sırasında (1965) Mehmed Şevket Eygi, Bugün gazetesinde Ayasofya’nın ibadete açılması istikametinde neşriyat yaptı. Necip Fâzıl da bu mealde Millî Türk Talebe Birliği’nde bir konferans verdi. Bunlar amme efkârında bir uyanışa yol açtı. Gençler Ayasofya önünde nümayiş yaptı.
Bunun üzerine Devlet Bakanı Mehmet Altınsoy radyoda: “Bizim de hükûmet olarak düşüncemiz böyledir” dedi. Ertesi gün Hürriyet gazetesinde, “İnönü, başbakanı ziyaret etti. Devlet arşivlerinin ehemmiyeti hakkında bilgi verdi” haberi çıktı. Hemen ardından hükûmet, Altınsoy’u yalanladı. Hâdise, çoklarının hatırına Yunanistan ile yapılmış gizli bir anlaşma dedikodusunu getirdi.
1930’ların başında Balkan devletleri arasında bir ittifak mevzubahisti. Balkan Paktı denilen bu anlaşma hususunda Atatürk’ün Celal Bayar’a, “Ayasofya’yı müze yapsak, Yunanistan’a bir jest olur!” dediği malumdur. Belki Atina çoktan bu anlaşmaya razıydı da, taviz için ortalığı velveleye vermişti.
Ama esas dedikodu başkadır: 1934 Balkan Paktı öncesinde, Yunan gazeteleri, Gazi’nin ailesiyle alâkalı bazı vesikaların bulunduğu iddiasıyla hakaretamiz yazılar neşretmişti. Güya Atina, amme efkârının hoşuna gitmeyecek bu neşriyatın durdurulması karşılığında, Ayasofya’nın kiliseye dönüştürülmesini istiyor; Ankara, kilisenin Müslümanlarda infial meydan getireceği gerekçesiyle, şimdilik müze yapılmasına razı geliyor.
Hangi mozaikler
Bizans’ta resimleri haram kabul eden ikonoklazma (ikona kırıcılık) cereyanı devrinde (726-842), mozaiklerin tamamı kazınmıştı. Sonra yapılanların üstü, fethin akabinde alçı ile kapatılmıştı. Bir kısmı da zaman içinde kazındı. Sağlam kalanların çoğu da 1894 zelzelesinde döküldü. Müze yapılmadan evvel günlerce polis kordonu altında tutulması, içindeki mozaiklerin çoğunun, müzeye bahane olsun diye sonradan yapıldığı kanaatini hâsıl etmiştir. Hâlbuki mozaiklerle zemin arasına ahşap bir asma kat yapılarak cami muhafaza edilebilirdi. Turistler, Sultan Ahmed Camii gibi gezerdi. Kaldı ki canlı resmi bulunan yerde namaz kılıp kılmamak Müslümanların şahsî meselesidir.
.jpg)
.
.
OSMAN GAZİ TÜRBESİNDE BİR YUNAN SUBAYI
8 Haziran 2020 02:00
Yunan ordusu Bursa’yı işgal ettiği zaman, Yüzbaşı Sofoklis, Osman Gazi türbesine gidip, sandukayı tıklatarak “Kalk da Bursa’yı kurtar” dediği kulaktan kulağa yayılmıştır...
Osmanlı Devleti’nin ilk payitahtı Bursa, 8 Temmuz 1920 tarihinde saat 3 sularında Yunan kuvvetlerince işgal edilmiştir. Haberi, 56. tümen kumandanı Miralay Bekir Sami ve Bursa Valisi Hacim Muhiddin Bey Ankara’ya bildirdi.
Böyle ayrıca bir sembolik kıymeti bulunan şehrin işgali, millî vicdanlarda ciddi bir sadme (travma) meydana getirdi. Meclis kürsüsüne matem işareti olmak üzere siyah bir örtü çekildi.
Bursa milletvekili Baha (Pars) Bey kürsüye çıkarak, Namık Kemal’in “Düşman vatanın bağrına dayamış hançerini/Yok mudur kurtaracak bahtı kara mâderini?” şiiriyle hissiyatını terennüm etmiştir. Âkif’in meşhur Bülbül şiiri de bu vesileyle yazılmıştır.
Kulaktan kulağa...
Hâdise millî vicdanda o denli yara açmıştır ki, efsanelere bile mevzu olmuştur. 1956’da Resimli Tarih Mecmuası’nda Tahsin Ünal tarafından yazılan ve Münif Fehim’in çizdiği bir resimle tasvir edilen bu efsaneye göre, Bursa’ya ilk giren Yunan birliklerinin başındaki Yüzbaşı Sofoklis Venizelos, Osman Gazi’nin Tophane’deki türbesine gidip sandukasını tekmeleyerek “Kalk Osman, kalk da vatanını kurtar” demiştir.
Yazıda, bunu Sofoklis’in yanındaki bir dindar Yunan subayının görüp; mezara hürmetsizlik olarak değerlendirdiği ve bunu bir Bursalı Rum dostuna anlattığı hikâye ediliyor. Bu Yunan subayı kimdir, anlattığı Rum dostu kimdir, bu kime anlatmıştır, burası meçhuldür.
Ancak evvela Bursa, ardından Yunan işgalindeki Batı Anadolu halkı ve askerî birlikler arasında ağızdan ağıza yayılmıştır. Hatta hadisenin kahramanının rütbesi düşük görülmüş olacak ki, hikâyenin başka versiyonlarında Yunan prensi, hatta Yunan kralına dönüştürülmüştür...
''Camilerin ahır olacak!''
Küçük Asya Macerası’nın mimarı Yunan diktatörü Elefterios Venizelos’un 25 yaşındaki oğlu Topçu Yüzbaşısı Sofoklis’in Osman Gazi hazretlerinin sandukası başında çekilmiş bir resmi, o zaman Türk ve Yunan gazetelerinde neşredilmişti.
Sadece o değil, Yunan subay ve askerleri bir zafer hatırası olarak türbeye gidip resim çektirerek memleketlerine yollardı. Aslında bu hatıra fotoğrafı, her yerde işgalci askerlerin yaptığı sıradan bir şeydir. Üstelik muzaffer askerler küstahlıkta da birincidir.
Mecmuadaki yazıya göre, Sofoklis ayağının tozuyla doğrudan türbeye gidip etrafını dolaştıktan sonra, ayağıyla birkaç defa hızla vurarak kapıyı açmış, çizmesinin ucuyla sandukaya vurarak ağza alınmaz küfürler savurmuş.
Sonra karşısında biri varmış gibi kılıcını havaya kaldırarak, “Kalk hey koca Türk! Karşıma geç! Seninle vuruşalım! Irkımın intikamını alıp seni tekrar geberteyim ki bir daha hortlamayasın. Bak! Kurduğun devleti yıktık! Bursa’yı hakiki sahibine iade ettik. Yakında türben mezbele, camilerin ahır olacak” demiş.
Sonra bir ayağını sandukanın üzerine koymuş. Kılıcına dayanmış. Bir Donkişot tavrı ile resim çektirmiş. Arkasına da “Ordularımızın Bursa’yı fethederek şehre yerleşmiş olduklarının resmidir. Osmanlı Devleti’ni kuran Osman, ayaklarımın altında yatıyor” diye yazıp Atina’ya göndermiş.
Osman Gazi türbesine gidenler bilir; sanduka, üzerine ayakla basılamayacak kadar yüksektedir. Sofoklis’in çektirdiği resim ise eldedir. Hiç de anlatıldığı gibi bir poz görülmemektedir. Bu da anlatılanların sıhhati hakkında şüpheleri güçlendirmektedir.
Farklı versiyonlar
Hikâyenin benzer versiyonları vardır. I.Cihan Harbi’nin sonlarında Suriye cephesinde Osmanlı ordusunu mağlup ederek Filistin ve Suriye’nin önünü açan İngiliz Generali Allenby’nin Kudüs’te Salahaddin Eyyubi'nin kabrini tekmeleyerek benzer şeyleri söylediği rivayet olunuyor.
Hâlbuki Salahaddin’in kabri Şam’dadır. Bu sözün Şam versiyonunu Mart 1958’de Mısır diktatörü Nâsır Şam’a geldiğinde uydurmuş; sonra dillere düşmüştü. Allenby’nin zaferden çok sonra Mayıs 1919’da geldiği Şam’da Salahaddin Türbesi’ne gittiğine dair bir bilgi yoktur. Wavell’in meşhur Allenby biyografisinde de geçmez...
Bir başka rivayete göre 1920’de Şam Fransızların eline düşünce, General Gouraud’nun, Salâhaddin’in kabrine ayağıyla veya elindeki asa ile birkaç defa vurup, “Haçlı Seferi asıl şimdi bitti! Uyan Salahaddin! Biz döndük!” dediği anlatılır. Hâlbuki Gouraud, L’Illustration mecmuasındaki bir yazıdan öğrenildiğine göre, Emevi Câmii’ni ziyaret etmiş; ama Salahaddin Türbesi’ne girmemiş; bir limon ağacı altında beklemişti.
Bu rivayeti ilk olarak, 1920’de Şam’da bulunan tarihçi Louis Garros ve 1938-1940 arasında Suriye’de bulunan subay Gabriel Puaux isim vermeden naklediyor. Bu sözü söyleyerek bir başka General Mariano Goybet, daha evvel Şam’a girmişti. Bu sözü o söylemiş olabilir.
İşgal kuvvetlerinden bir yüzbaşının, hem de Venizelos’un oğlunun, muzaffer bir edayla kolunu sanduka etrafına dolayarak poz vermesi, hürmetsizlik olarak kâfi görülmüştür. Buna sandukayı tekmeleme sahnesinin de eklenerek, hâdisenin millî vicdanlardaki travmayı artıracağı ve halkın işgalcilere olan reaksiyonunu güçlendireceği düşünülmüş olmalıdır. Bunda Salahaddin Türbesi Efsanesi’nden istifade edildiği açıktır...
Zaman içinde konsepte göre hikâyede çeşitli değişiklikler ve ilaveler de yapılmıştır. Mesela bir rivayette Sofoklis fotoğrafçının gelmesini beklemiş; sonra bir manga askerle kale burcuna saldırır gibi türbeye saldırmış; yüklendiği tahta kapı çatırdayıp devrilmiş; sandukayı görünce irkilmiş; sonra türbede içki âlemi tertiplemiş; sonra sarhoş olup çizmeleriyle üç defa sandukayı tekmelemiş; kılıcını havada sallayarak, “Kalk ey koca sarıklı! Kalk da torunlarının hâlini gör! Kurduğun devleti yıktık. Seni öldürmeye geldim!” diye bağırmış.
''Osmanlıdan kurtulduk''
Anlatılan doğru olsa bile Sofoklis’in yaptığından daha vahimi türbenin başına sonra gelenlerdir. Cumhuriyet devrinde tamamen ziyarete kapatılan ve harabiyete terk edilen türbenin önüne bir taş dikilmiştir. Taşa, “Burada yatan askerin şehit düştükleri muharebe, öyle muazzam bir zaferle nihayet bulmuştur ki, neticesinde Bursa ikinci defa fethedilmiş ve kadim Osmanlı Hükûmeti nihayet bularak Hükûmet-i Cumhuriyetimiz teessüs etmiştir” şeklinde Sofoklis’in bile duysa hayrete düşeceği bir yazı yazılmıştır.
Bursa’nın Yunanlardan kurtulmasıyla neticelenen zaferle Osmanlının da sona erdiğini beyan eden bu ibare ile Sofoklis’in sözlerinin birbirinin aynısı olması vahimdir. Bundan birkaç sene evvel kitabenin kaldırılması için belediye karar almış; 2013’te de kaldırılmıştır.
''Ben emrettim!''
Yunanlar, Bursa’yı hiç mukavemetle karşılaşmadan işgal etmiş; şehirdeki millî kuvvetler de kurşun atmadan geri çekilmişlerdi. Bu hâdise Ankara meclisinde ciddi münakaşalara sebebiyet verdi. Milletvekilleri hükûmeti, Bursa’yı düşmana teslim etmekle ithama kalkıştılar. Hatta Antalya milletvekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) kürsüye çıkıp Gazi ile söz düellosuna cüret etti.
Bunun üzerine Gazi kürsüye çıkıp, “Efendiler; Bekir Sami Bey Bursa’yı terk etmemiştir ve ben kendi imzam tahtında Bursa işgal edilmeden evvel emir verdim. Harekâtı askeriyenin istilzam ettiği hareketin doğrusu Bursa’yı terk etmek idi” diyerek bunun bir strateji olduğu istikametinde cevap vermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, cild 3, içtima 48, 14 Ağustos 1336, celse 2, sayfa 227)
Bunu Kılıç Ali de hatıralarında anlatır. Bu strateji nedir? Bursa gibi sembolik kıymeti yüksek bir şehrin işgali, halkın Ankara hareketi etrafında daha sıkı kenetlenmesini temin etmiştir.
20 Temmuz 1920 tarihinde başlayan Bursa’daki Yunan işgali 11 Eylül 1922 tarihinde sona erdi. Meclis kürsüsüne örtülmüş olan pûşide-i siyah, o tarihte Gazi’nin talimatıyla kaldırıldı.
Tekme ve çelenk
Elefterios Venizelos’un ikinci oğlu Sofoklis (1894-1964), Türk-Yunan Harbi’nden sonra ordudan istifa etti. 1920 seçimlerinde babasının partisi Liberal Parti'den milletvekili seçildi. 1941 yılında Yunanistan Alman birlikleri tarafından işgal edildikten sonra, Kahire'de kurulan sürgündeki Yunan hükûmetini temsilen ABD büyükelçisi tayin edildi.
Yunanistan’da politika bir aile işi olduğundan, 1943 yılında hükûmette bakan, 1944 yılında ise başbakan oldu. II. Dünya Savaşı bittikten sonra, Yunanistan’a döndü. Liberal Parti reisi Themistoklis Sofulis’in yardımcısı oldu. Harbden sonra Yorgo Papandreu liderliğinde kurulan ilk hükûmette bakan olarak yer aldı. Daha sonra 2 kere başbakanlığa getirildi. 1950’li yıllarda Atatürk’ün Etnografya Müzesi’ndeki naaşını ziyaret etti ve çelenk koydu
.
VAKIFLARDA TARİHİ YAĞMA
15 Haziran 2020 02:00
Servet ile güç paralel olduğu için, Fransız ihtilalcileri, elindeki zengin vakıflara el koyarak kiliseyi güçsüz vaziyete düşürmek istediler. İhtilali model alan Jön Türkler de aynısını yapmıştır.
İslâm-Osmanlı kültüründe maarif, sıhhiye, imar gibi hizmetler hep vakıflar vasıtasıyla yerine getirilmiştir. Câmiler, mektep ve medreseler, tekkeler, hastaneler, köprüler, çeşmeler, su bendleri, hanlar, kervansaraylar hep vakıf olarak yapılmıştır. Bunun için Osmanlı medeniyetine, vakıf medeniyeti demek âdet olmuştur Ancak son asırda vakıflar, ne komünist memleketlerde, ne düşman işgaline uğrayan beldelerde emsali görülmüş bir talana uğramıştır.
Bu işin pişdarı, Hürriyet Kahramanı Mithat Paşa olmuştur. Bir nevi mahalle sosyal güvenlik sigortası olan avârız vakıfları gelirlerinin bir kısmına 1872’de Tuna Valisi iken el koydu. Bu usul maarif masraflarının karşılanması bahanesiyle bütün memlekete teşmil edildi. 1930 tarihli ve 1580 sayılı Belediyeler Kanunu, kalan avârız vakıflarını tamamen belediyelere devretti.
Hayr-i Dessas
Servet ile güç paralel olduğu için, XVI. asırda İngiltere Kralı VIII. Henry ve XVIII. asırda Fransız ihtilalcileri, elindeki zengin vakıflara el koyarak kiliseyi güçsüz vaziyete düşürmek istediler. Bunu model alan Jön Türkler de aynısını yapmıştır.
1908’de iktidara gelen komitacılar, gözlerini vakıflara ve evkaf nezaretinin parlak servetine göz dikmişti. Evkaf nâzırı ve sonra şeyhülislâm yaptıkları Ürgüplü Hayri Efendi’nin teşebbüsüyle 1/VI/1911’de Harab Mebâni-i Vakfiye ile Vakıf Arsalarının Nakde Tahvili Hakkında Kanun sayesinde vakıf mallarını başka yere istedikleri gibi tahsis edip satma imkânı buldular.
5/VIII/1913 tarihli Tevcîh-i Cihât Nizamnamesi’nin 56. maddesi, ihtiyaç fazlası veya harap hâlde bulunduğu için kadro harici bırakılacak câmilere dairdir. Her vilayette komisyonlar câmileri tasnif edip, kadro harici gördüklerini satacaklardı. Başvekil Suat Hayri Ürgüplü’nün babası olan İttihatçı Hayri Efendi, böylece cumhuriyet devri tatbikatının da öncüsü sayılır.
Şair (Sultan Reşad’ın ağzından) der ki:
Hele ol Hayr-i dessâs mefâsid girdar
Etti evkâf-ı hümâyunumu paymâl-i hasar
Eyledi Bâb-ı Meşîhat’te de bir hayli mazar
[Hilekâr ve fesatçı Hayri, vakıfları yerle bir etti. Şeyhülislâmlıkta da çok zarar verdi.]
Sarıklının böylesi
Halifeliğin kaldırıldığı gün, 3/III/1924 tarih ve 429 sayılı kanun ile Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti de kaldırıldı. Başvekâlet’e bağlı Vakıflar Umum Müdürlüğü kuruldu. 21 Mart 1926 gün ve 2472 sayılı bakanlar kurulu kararı ile vakıfların tasfiyesi için rapor hazırlamak üzere bir komisyon kuruldu.
Komisyona Dâhiliye, Maliye, Maarif, Ticaret, Sıhhat Vekâletleri ile Vakıflar Umum Müdürlüğü’nden birer aza tayin edildi. Kanunun ilk projesinde yer alan ve sonradan değiştirilen “Vakıf gelirleri millete aittir ve Maliye Vekâleti’ne devredilebilir” hükmü, inkılabın hakiki niyetini göstermektedir.
Hâlbuki vakıf, şahsî mülkiyettendir; bu da en tabii ve üniversel insan hakkıdır. Kanun teklifini veren Halil Hulki, Siirt müftüsüdür. Hilâfetin ilgasında olduğu gibi, burada da kanun teklifi bir sarıklıya verdirilmiştir.
Eksperi görmeli!
3/III/1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile memleketteki bütün mektep ve medreseler Maarif Vekâleti’ne devredildi. 9 gün sonra 12 Mart’ta Maarif Vekili Vasıf Çınar’ın yolladığı bir tamimle 16.245 talebenin okuduğu 479 medresenin hepsi kapatıldı. 9/IX/1924’te vilayetlere yollanan bir tamimle, Maarif’e devredilen medrese binalarının elverişli olanlarının mektebe dönüştürülmesi; elverişli olmayanların ise vilayet tarafından derhâl satılması tebliğ olundu.
Türkiye’deki 479 medrese, sıbyan mektebi ve külliye, başka maksatlarla kullanılmak üzere Maarif ve Sıhhat Vekâleti, Diyanet İşleri Reisliği, Darülfünun, valilik, belediye ve sair mercilere devredildi. Sadece İstanbul’da sayısı 65’i bulan vakıf kütüphaneler de Maarif’e devredildi.
El konulan medrese ve mekteplerin bir kısmı başka maksatlarla kullanılmaya başlandı; bir kısmı da ihale ile şahıslara satıldı. Mesela Antep’teki Koca Nakip Medresesi, belediye tarafından bir şahsa satılmıştır. Buna dair ihale ve satış ilanları o zamanki gazetelerde bolca bulmak mümkündür.
Vakıf esere muhammin (eksper) bir fiyat biçer; ihalede bunun %75’ini verene satılır; alıcı çıkmazsa %50’sini verene satılır. Muhammin de baştan “görülüp”, emsal değer düşük tespit edilebilir. Böylece vakıf eserleri, yok pahasına zamanın ileri gelenlerinin eline geçmiştir.
Uçurulan tekkeler
2/IX/1925 tarih ve 2413 sayılı bakanlar kurulu kararıyla Türkiye’deki gerek vakıf gerekse şeyhin mülkü vaziyetindeki bütün tekke ve zaviyeler istisnasız kapatıldı. İçindeki kıymetli eşya zaptı bile tutulmadan başka yerlere kaldırıldı, bir kısmı da yağma edildi. İlk etapta 773 tekke ve 905 türbe kapatıldı. 9362 eşyaya el konuldu.
Bunlar olup bitince, 30/XI/1925 tarih ve 677 sayılı Tekke ve Zâviyelerle Türbelerin Seddine ve Birtakım Unvanların Men ve İlgâsına Dair Kanun çıkarıldı. Mesela İstanbul’daki Uşşâkî Tekkesi bir şahsa satıldı. Bursa’da İsmail Hakkı Bursevî Tekkesi, mektep hâline getirildi. Hacı Bektaş Dergâhı, örnek çiftlik kurulmak üzere Kırşehir özel idaresine devredildi.
Cumartesi son dakika
22/II/1926 tarih ve 748 sayılı Emval-i milliye ve metrukeden veya mazbut vakıflardan bazı müessesat ile belediyelere satılabilecek arazi ve arsalar hakkında kanun ile bakanlar kuruluna canının istediği vakıf arazilerini satma salahiyeti verildi.
10/VI/1933 tarih ve 2290 sayılı Belediye Yapı ve Yollar Kanunu, yeşil alan, yol, meydan yapmak gerekçesiyle şehir içinde bulunan vakıf arazilerine bedelsiz el konulabilmesine yol açtı. Belediyeler göz koyduğu vakıfları enkaz bedeli ödemeden alabilmek için, tedbir kararı alınmasına fırsat vermemek üzere, Cumartesi saat 11.00’de mahalli vakıflar idaresine tebligat yapar; yıkım için 24 saat müddet verirlerdi. O zaman mesai Cumartesi 12.00’ye kadardı.
Vakıflar idaresinin yapacağı bir şey yoktur. Belediye işçileri Pazar günü 11.00’den sonra vakıf arsalar üzerindeki binaları yıkar, arsaya el konur, enkaz bedeli de belediye kasasına yatırılır. Mesela Ankara Hamamönü’ndeki vakıf mezarlık arsası üzerindeki bina; Sivas’ta Cumhuriyet Caddesi’nden İstasyon Caddesi’ne giden yola katmak üzere Gökmeydanı Medresesi; İstanbul’da Galata Yeni Câmii böyle yıkılmıştır.
Ressamlar Cemiyeti
Vakıf orman, çiftlik ve arsalar da talandan nasibini almıştır. Saray köyü ormanları, Terkos Balanburnu ormanı, Bursa Bilad-ı Yunus çiftliği, Silivri Çeltikçi çiftliği, Eskişehir Çifteler çiftliği, Edirne Uzunköprü II. Murad vakfına ait 641 dönüm tarla, Beyoğlu II. Bayezid vakfına ait eski Amerikan sefareti yanındaki 11 parsel (ABD’ye satılmıştır), Ankara Kızılbey vakfının bugün üzerinde Ziraat Bankası bulunan arsası, Ankara Hamamönü’nde bugün üzerinde Doğumevi'nin bulunduğu 20 dönüm arsa, Tokat tarihî Taşhan (hapishane yapılmıştır), Eyüp Mihrişah Sultan imareti (tütün deposu yapılmıştır), Soğukçeşme Zeynep Sultan Medresesi’ne (ressamlar cemiyetine verilmek üzere) el konulmuştur.
Bitti mi? Hayır. Vakıfların acılı tasfiyesini sonraki bir yazımızda ele alırız
.
OSMANLI VAKIFLARININ ACILI TASFİYESİ
22 Haziran 2020 02:00
Mülkiyet hakkı, mukaddes ve dokunulmaz bir insan hakkı olduğu hâlde, pek çok vakfa el konulmuş; vakıflarla hiç de uyuşmayan başka maksatlara tahsis edilmiş veya şahıslara satılmıştır...
1908’de komitacıların darbesiyle başlayan vakıf yağması, cumhuriyet devrinde de devam etti. 1924’te medreseler, 1925’te de tekkeler kapatılarak, hepsi vakıf statüsündeki mallarına el konuldu.
Hükûmet, sadece mali ihtiyaçları karşılamak için değil; eskiyi temsil eden kesimlerin cemiyetteki gücünü yok etmek maksadıyla kıyasıya bir vakıf tasfiyesine girişti.
Bu vakıf, o vakıf değil
1926’da İsviçre medeni kanunu kabul edilirken, 864 sayılı tatbikat kanunu ile bu kanundan evvelki hâdiselere o zamanki şer’î hukukun tatbik edileceği; eski vakıflar için de ayrı bir tatbikat kanunu yapılacağı hükmü getirilmişti.
Hayli zaman sonra 14/VI/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu çıkarıldı ki, 864 sayılı kanunun açık hükmüne aykırı nice maddeleri vardır. Medeni Kanun’da vakıf yerine tesis adında bir müessese yer alır. 1967’de vakıf adını almışsa da bilinen vakıftan farklıdır. Cumhuriyet devrinde kurulan vakıflar; şer’î manada vakıf değildir; belki cemiyettir.
İsviçreli bile acıdı
Her iki devri de yaşamış olan büyük hukukçu Yargıtay hukuk dairesi reisi Ali Himmet Berki der ki: “Bir aralık, insanları vakıf yapmağa sevk eden ruhi temayüllerden ve vakıfların İslam milletine temin eylediği fayda ve menfaatlerden gafil olanların izhar eyledikleri vakıf düşmanlığı tesiri altında vakıfları ilga ve tasfiye temayülleri belirmişti.
1929’da İsviçre'den Hans Leeman adında bir mütehassıs hukukçu getirildi. Şer’î hukuka vâkıf olmadığı hâlde, eskiden yaptığı ve yapması beklenen amme hizmetlerini dile getirerek, eski vakıfların olduğu gibi muhafaza edilmesi lazım geldiği yolunda rapor verdi. Ancak hükûmet buna kulak asmadı.”
Vakıfların idam kararı
Vakıfların idam hükmü, 13/VI/1935 tarih ve 3027 sayılı Vakıflar Kanunu ile verildi:
Madde 10: “Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahut işe yaramaz hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve bakanlar heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis edileceği gibi, bu kabil hayrat ayn (mal) veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayn veya para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir. Mimarî veya tarihî değeri olan eserler satılamaz.”
Madde 12: “Mevkilerine ve temin ettikleri menfaatlere göre kalmaları gerekli görülmüş mazbut ve mülhak vakıflara ait akar ve toprakları idare meclisinin kararı ile satmaya veya başka gayrimenkulle değiştirmeye umum müdürlük salahiyetlidir. Bu şartlarla elde edilecek paralar tercihen mahallinde akar satın almaya veya yaptırmaya veya o vakfın mevcut akarının tamirine sarf olunur. Mülhak vakıflarda, idare meclisi, karar vermeden evvel o vakıf mütevellisinin mütalaasını alır.”
Milyarlık yağma
1935 tarihli Vakıflar Kanunu (m.26-32) icâreteynli ve mukâtaalı vakıf kurmayı yasakladı. Mevcut vakıflar, yıllık kira bedelinin yirmi katı meblâğında bir taviz bedeli mukabilinde malı elinde bulunduranlara devredildi. (İcâreteynli ve mukâtaalı vakıf, Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri, hususi şekilde kiraya verilen iki vakıf çeşididir.)
Kiracı, bu bedeli ödemese bile, 10 sene sonra vakfın mülkiyetini kazanacaktı. Bedel, amme alacaklarının tahsili usulü çerçevesinde tahsil edilecekti.
Tarihte emsali görülmeyen bu kararla, sadece İstanbul’da sayısı 230 bini geçen ve bugünkü kıymeti milyarları bulan vakıf malı, cüz’î birer bedel karşılığında kiracılara intikal etti.
Bundan vakıflar mühim zarar gördü. Zaten kiraları enflasyon ve sair sebeplerle çok düşük kalmıştı. Mesela 35 bin liralık bir ev 200; 20 bin lira kıymetindeki bir arsa 125 liraya satılmıştır.
Şart-ı Vâkıf
Mülkiyet hakkı, mukaddes ve dokunulmaz bir insan hakkı olduğu hâlde, pek çok vakfa el konulmuş; bunlar vakıf fikrine hiç de uymayan başka maksatlara tahsis edilmiş veya hususi şahıslara satılmıştır.
Hâlbuki şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir. Yani vakfedenin şartı, âyet ve hadis gibi değiştirilemez, kaidesi meşhurdur. Tek Parti devrinde bazı vakıf eserlerin tamir edilmesi de, bu vakıflara el konulup başka maksatlarla kullanıldığı gerçeğini değiştirmez.
Böylece milletin bin senelik tarihine damgasını vurmuş vakıf medeniyeti hazin ve utanç verici bir şekilde tasfiye edilmiştir. Osmanlılar nice mali sıkıntılarla boğuşmuş; ama mülkiyet hakkına hürmetlerinden dolayı, hiç bir zaman vakıflara ilişmek akıllarına gelmemişti.
Satılan câmiler
1924’te câmilerin idaresi ve buradaki vazifelilerin tayini Diyanet İşleri Reisliği’ne verildi; câmilerin müştemilatı, gelir getiren mülkleri ve eşyası ise Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün kontrolüne bırakıldı. 1931’de din hademesi de vakıflara bağlanıp Diyanet’in sahası daraltıldı.
1928’den itibaren câmiler tasnif edilmeye başlandı. Buna göre 500 metre dâhilindeki câmilerden biri kalacak; diğerleri tasnif dışı bırakılacaktı. Tasnif dışı kalan yüzlerce câmiden bir kısmı kapatıldı; bir kısmı din dışı başka işlere tahsis edildi; bir kısmı da yıktırılıp enkazı satıldı.
Vakıflar Kanunu’nun “mimarî kıymeti olan câmilerin satılamayacağı” hükmüne aldıran olmadı. Bunun için o zaman kültür bakanlığının işini gören Maarif Vekâleti’nden alınması gereken raporların, istenilen şekilde tanzim edildiği görüldü.
Sadece İstanbul’da 1000’in üzerinde câmi yıktırıldı. Böylece 1937’ye gelindiğinde Türkiye’deki câmilerin takriben %60’ı kadro dışı kalmıştı. 1926-1949 yılları arasında 82 kilise ve havra da arazileriyle beraber satıldı.
1945’ten sonra demokrasiye geçişle, muhalefetin elini güçlendirmemek adına, işgal edilen bazı câmiler boşaltılıp tamir edilerek ibadete açıldı. 1950’den sonra yol genişletme sebebiyle çok sayıda câmi ve vakıf eseri yok edildi. Vakıf eserlerin satışı 1960’larda da devam etti.
Yok edilen tapu senetleri
3 Nisan 1930 tarih ve 1580 sayılı Belediyeler Kanunu’nun 160. maddesi vakıf mezarlıkları belediyelere devretti. Belediyeler, bunları istediği gibi kullanabilecek; dilerse satacaktı. Talan, daha kanun çıkmadan başladı. Yurt çapında yüzlerce mezarlık ya satıldı, ya da üzerine kömür deposundan Halkevi’ne kadar nice başka binalar yapıldı. Memleketin tapu senedi olan mezarlıklar böylece mezara kondu.
Rakamlar konuşur
Cumhuriyetin ilk 16 yılı içinde satılan vakıf sayısı tespit edilebildiğine göre 8562’dır. Sayısı yüz binleri bulan icâreteynli ve mukâtaalı vakıflar buna dâhil değildir. Sadece Edirne Uzunköprü’de toplam 402 vakıf gayrimenkule el konup 210’u kiraya verilmiş; 192’si de satılmıştır. Diyarbekir’de 50 vakıf dükkân ile Hüsrev Paşa Hanı hariç bütün vakıf gayrimenkulleri; Maraş’ta 74, Antep’te 61, Çorum’da sadece Koyunbaba Vakfına ait 365 parça, Amasya Gümüşhacıköy Köprülü Mehmed Paşa vakfına ait 15 dükkânlı bedesten talan edilmiştir.
.
OSMANLI VAKIFLARININ ACILI TASFİYESİ
22 Haziran 2020 02:00
Mülkiyet hakkı, mukaddes ve dokunulmaz bir insan hakkı olduğu hâlde, pek çok vakfa el konulmuş; vakıflarla hiç de uyuşmayan başka maksatlara tahsis edilmiş veya şahıslara satılmıştır...
1908’de komitacıların darbesiyle başlayan vakıf yağması, cumhuriyet devrinde de devam etti. 1924’te medreseler, 1925’te de tekkeler kapatılarak, hepsi vakıf statüsündeki mallarına el konuldu.
Hükûmet, sadece mali ihtiyaçları karşılamak için değil; eskiyi temsil eden kesimlerin cemiyetteki gücünü yok etmek maksadıyla kıyasıya bir vakıf tasfiyesine girişti.
Bu vakıf, o vakıf değil
1926’da İsviçre medeni kanunu kabul edilirken, 864 sayılı tatbikat kanunu ile bu kanundan evvelki hâdiselere o zamanki şer’î hukukun tatbik edileceği; eski vakıflar için de ayrı bir tatbikat kanunu yapılacağı hükmü getirilmişti.
Hayli zaman sonra 14/VI/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu çıkarıldı ki, 864 sayılı kanunun açık hükmüne aykırı nice maddeleri vardır. Medeni Kanun’da vakıf yerine tesis adında bir müessese yer alır. 1967’de vakıf adını almışsa da bilinen vakıftan farklıdır. Cumhuriyet devrinde kurulan vakıflar; şer’î manada vakıf değildir; belki cemiyettir.
İsviçreli bile acıdı
Her iki devri de yaşamış olan büyük hukukçu Yargıtay hukuk dairesi reisi Ali Himmet Berki der ki: “Bir aralık, insanları vakıf yapmağa sevk eden ruhi temayüllerden ve vakıfların İslam milletine temin eylediği fayda ve menfaatlerden gafil olanların izhar eyledikleri vakıf düşmanlığı tesiri altında vakıfları ilga ve tasfiye temayülleri belirmişti.
1929’da İsviçre'den Hans Leeman adında bir mütehassıs hukukçu getirildi. Şer’î hukuka vâkıf olmadığı hâlde, eskiden yaptığı ve yapması beklenen amme hizmetlerini dile getirerek, eski vakıfların olduğu gibi muhafaza edilmesi lazım geldiği yolunda rapor verdi. Ancak hükûmet buna kulak asmadı.”
Vakıfların idam kararı
Vakıfların idam hükmü, 13/VI/1935 tarih ve 3027 sayılı Vakıflar Kanunu ile verildi:
Madde 10: “Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahut işe yaramaz hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve bakanlar heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis edileceği gibi, bu kabil hayrat ayn (mal) veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayn veya para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir. Mimarî veya tarihî değeri olan eserler satılamaz.”
Madde 12: “Mevkilerine ve temin ettikleri menfaatlere göre kalmaları gerekli görülmüş mazbut ve mülhak vakıflara ait akar ve toprakları idare meclisinin kararı ile satmaya veya başka gayrimenkulle değiştirmeye umum müdürlük salahiyetlidir. Bu şartlarla elde edilecek paralar tercihen mahallinde akar satın almaya veya yaptırmaya veya o vakfın mevcut akarının tamirine sarf olunur. Mülhak vakıflarda, idare meclisi, karar vermeden evvel o vakıf mütevellisinin mütalaasını alır.”
Milyarlık yağma
1935 tarihli Vakıflar Kanunu (m.26-32) icâreteynli ve mukâtaalı vakıf kurmayı yasakladı. Mevcut vakıflar, yıllık kira bedelinin yirmi katı meblâğında bir taviz bedeli mukabilinde malı elinde bulunduranlara devredildi. (İcâreteynli ve mukâtaalı vakıf, Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri, hususi şekilde kiraya verilen iki vakıf çeşididir.)
Kiracı, bu bedeli ödemese bile, 10 sene sonra vakfın mülkiyetini kazanacaktı. Bedel, amme alacaklarının tahsili usulü çerçevesinde tahsil edilecekti.
Tarihte emsali görülmeyen bu kararla, sadece İstanbul’da sayısı 230 bini geçen ve bugünkü kıymeti milyarları bulan vakıf malı, cüz’î birer bedel karşılığında kiracılara intikal etti.
Bundan vakıflar mühim zarar gördü. Zaten kiraları enflasyon ve sair sebeplerle çok düşük kalmıştı. Mesela 35 bin liralık bir ev 200; 20 bin lira kıymetindeki bir arsa 125 liraya satılmıştır.
Şart-ı Vâkıf
Mülkiyet hakkı, mukaddes ve dokunulmaz bir insan hakkı olduğu hâlde, pek çok vakfa el konulmuş; bunlar vakıf fikrine hiç de uymayan başka maksatlara tahsis edilmiş veya hususi şahıslara satılmıştır.
Hâlbuki şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir. Yani vakfedenin şartı, âyet ve hadis gibi değiştirilemez, kaidesi meşhurdur. Tek Parti devrinde bazı vakıf eserlerin tamir edilmesi de, bu vakıflara el konulup başka maksatlarla kullanıldığı gerçeğini değiştirmez.
Böylece milletin bin senelik tarihine damgasını vurmuş vakıf medeniyeti hazin ve utanç verici bir şekilde tasfiye edilmiştir. Osmanlılar nice mali sıkıntılarla boğuşmuş; ama mülkiyet hakkına hürmetlerinden dolayı, hiç bir zaman vakıflara ilişmek akıllarına gelmemişti.
Satılan câmiler
1924’te câmilerin idaresi ve buradaki vazifelilerin tayini Diyanet İşleri Reisliği’ne verildi; câmilerin müştemilatı, gelir getiren mülkleri ve eşyası ise Vakıflar Umum Müdürlüğü’nün kontrolüne bırakıldı. 1931’de din hademesi de vakıflara bağlanıp Diyanet’in sahası daraltıldı.
1928’den itibaren câmiler tasnif edilmeye başlandı. Buna göre 500 metre dâhilindeki câmilerden biri kalacak; diğerleri tasnif dışı bırakılacaktı. Tasnif dışı kalan yüzlerce câmiden bir kısmı kapatıldı; bir kısmı din dışı başka işlere tahsis edildi; bir kısmı da yıktırılıp enkazı satıldı.
Vakıflar Kanunu’nun “mimarî kıymeti olan câmilerin satılamayacağı” hükmüne aldıran olmadı. Bunun için o zaman kültür bakanlığının işini gören Maarif Vekâleti’nden alınması gereken raporların, istenilen şekilde tanzim edildiği görüldü.
Sadece İstanbul’da 1000’in üzerinde câmi yıktırıldı. Böylece 1937’ye gelindiğinde Türkiye’deki câmilerin takriben %60’ı kadro dışı kalmıştı. 1926-1949 yılları arasında 82 kilise ve havra da arazileriyle beraber satıldı.
1945’ten sonra demokrasiye geçişle, muhalefetin elini güçlendirmemek adına, işgal edilen bazı câmiler boşaltılıp tamir edilerek ibadete açıldı. 1950’den sonra yol genişletme sebebiyle çok sayıda câmi ve vakıf eseri yok edildi. Vakıf eserlerin satışı 1960’larda da devam etti.
Yok edilen tapu senetleri
3 Nisan 1930 tarih ve 1580 sayılı Belediyeler Kanunu’nun 160. maddesi vakıf mezarlıkları belediyelere devretti. Belediyeler, bunları istediği gibi kullanabilecek; dilerse satacaktı. Talan, daha kanun çıkmadan başladı. Yurt çapında yüzlerce mezarlık ya satıldı, ya da üzerine kömür deposundan Halkevi’ne kadar nice başka binalar yapıldı. Memleketin tapu senedi olan mezarlıklar böylece mezara kondu.
Rakamlar konuşur
Cumhuriyetin ilk 16 yılı içinde satılan vakıf sayısı tespit edilebildiğine göre 8562’dır. Sayısı yüz binleri bulan icâreteynli ve mukâtaalı vakıflar buna dâhil değildir. Sadece Edirne Uzunköprü’de toplam 402 vakıf gayrimenkule el konup 210’u kiraya verilmiş; 192’si de satılmıştır. Diyarbekir’de 50 vakıf dükkân ile Hüsrev Paşa Hanı hariç bütün vakıf gayrimenkulleri; Maraş’ta 74, Antep’te 61, Çorum’da sadece Koyunbaba Vakfına ait 365 parça, Amasya Gümüşhacıköy Köprülü Mehmed Paşa vakfına ait 15 dükkânlı bedesten talan edilmiştir.
.
İSTANBUL’UN ANAHTARI VE SULTAN VAHÎDEDDİN
29 Haziran 2020 02:00
Kimsenin çözemediği sessiz filmi bazı aklıevveller çözmüş; Padişah’a, İngilizlere İstanbul’un olmayan anahtarını verdirtmiştir.
Birkaç sene evvel internete düşen Fransız Guamont Pathé şirketine ait bir filmde, Sultan Vahîdeddin, bir ecnebi zabit ve yanında Türk tercümanı ile görünüyor.
Ne akla hizmetse, bu video ile alakalı paylaşımların neredeyse hepsinde, padişahın bir İngiliz zabitine selam durup şehrin anahtarını teslim ettiği ve sonra (burası videoda gözükmüyor) memleketten kaçtığı yazılmıştır.
Hangi anahtar?
Yıldız Sarayı’nda çekildiği anlaşılan ve padişahın en net görüntülerinin yer aldığı bu film ilk ortaya çıktığında, Padişah’ın tam karşısındaki ecnebi zabitin Amerikalı General Harbord, yanında tercümanlık yapan zâtın ise bahriye nazırı Ahmed Ârif Paşa olduğu zannedilmişti.
Filmin Fransızca künyesinin tercümesi şöyledir: “Sultan, kendisini selamlayan iki Batılı’yı selamlıyor. Muhataplarıyla görüşüyor. Resmî toplantı.”
Film, sessizdir; kimin ne konuştuğu işitilmemektedir. Padişahın elinde anahtar bulunmamaktadır. Zaten şehrin anahtarı yoktur. Şehirlerin sembolik anahtarlarının teslimi, o zamanlar âdet olmamıştır.
Bir anahtar olup da teslimi icap etseydi, herhâlde karşıda İngiliz işgal kuvvetleri kumandanı General Harington veya İngiliz yüksek komiseri Horace Rumbold olmalıydı. Filmde ikisinin de olmadığı bellidir.
Nerede anahtar?
İstanbul’u Türklere verdiği hâlde Sevr Antlaşması’nı bile imzalamayan, İstanbul’u kaybetmemek için tahtını kaybeden padişah, şehrin anahtarını niye versin?
Padişah, Ankara birlikleri girdikten 1,5 ay sonra 16 Kasım’da İstanbul’u terk etti. Şehri İngilizlere teslim etmiş olaydı; onlar gelmeden giderdi.
İstanbul’a giren Ankara birlikleri, 2 Ekim 1923 tarihinde şehri terk eden İngilizlere anahtar nerede diye sormamış; bir anahtar devir-teslim merasimi olmamıştır.
Kim bu?
Bu eski filmde, Sultan Vahîdeddin ile görünen ecnebi zabitin, Amerikalı Binbaşı Davis S. Arnold olduğunu tesbit etmiş bulunmaktayım. O tarihte Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti Müdürü idi. Haziran 1919’da vazifesine başladı. Yardım faaliyetlerini tesbit ve teftiş için İstanbul’da mahallî idarenin nezaretinde çalıştı. Memleketin her yerini karış karış gezdi.
Binbaşı Arnold, 18 Temmuz 1919'da Padişah tarafından kabul edildi. Müttefiklerden, huzura ilk çıkan kişi olmak itibarıyla dikkat çekmiş; gazeteler bunu haber yapmış; Reuter ve Havas ajansları da haberi dünyaya geçmişti.
Kabul sonrasında Zât-ı Şâhâne, “Siyasî menfaatlerden uzak kalarak, hayır işleriyle uğraşan Amerika’ya ve Amerikan milletine teveccüh-i şâhânemiz mevcuttur” diyerek hissiyatını izhar etmiştir. Ocak 1920’de Binbaşı Arnold’a bir de nişan verildiği Osmanlı arşivinden anlaşılmaktadır.
İngiltere, Fransa ve İtalya kıskacındaki Padişah’ın, pozisyonunu gayet iyi bildiği bir Amerikalı subayı kabulü, kendi yanına çekmek istediği Amerika’ya karşı diplomatik bir jestten ibarettir.
Amerikan yardımı
Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti (ACRNE), nam-ı diğer, Amerikan Şark-ı Karib Muavenet Cemiyeti, I. Cihan Harbi’nden sonra Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın önayak olmasıyla kurulan bir yardım cemiyetidir. İlk başka tehcirden zarar görmüş Ermeni ve Süryanilere yardım maksadıyla kurulmuş; sonra faaliyet sahasını genişletmiştir.
1919’da Yakın Doğu Yardım (Near East Relief-NER) ismini aldı. 1915 ve 1930 yılları arasında Amerika’dan yiyecek, giyecek ve barınma malzemeleri getirip halka dağıttı. Mülteci kampları, klinikler, hastaneler, yetimhaneler ve mesleki tahsil merkezleri kurdu.
Mültecilerle, muhacirlerle, esirlerle; ayrıca geniş bir coğrafyaya dağılmış yetimlerin bakımıyla meşgul oldu. Hükûmetin sınır dışı etmek istediği binlerce Ermeni yetimi Amerika, Suriye ve Yunanistan gibi ülkelere gönderdi.
Yakın Doğu Yardım Heyeti, her dinde insan için gıda, giyecek, ilaç ve malzeme dağıtılması dışında; sıkıntı içindeki bir hayli kişiye iş imkânı temin eden el zanaatları ve dikiş atölyeleri kurdu.
Kendi idaresindeki Yedikule’de Kanada Veremli Çocuklar Hastanesi yanı sıra, Boğaz’da Trahom Yetimhanesi açtı. Anadolu’nun hemen her şehrinde Müslüman ve gayrimüslimler için dispanser, aşhane ve yetimhanesi vardı.
Heyetin İstanbul’a yaptığı yardımların en ehemmiyetlilerinden birisi, gıda fiyatlarını düşürmesiydi. Heyet, piyasadaki fahiş fiyatlardan çok daha ucuza, fakirlere gıda maddeleri temin ediyordu.
Binlerce ton Amerikan ununun ve konsantre sütün gelişi, ekmek ve süt fiyatlarını %30-35 kadar düşürdü. Topkapı, Pera, Aksaray, Mahmutpaşa, Rumelihisarı ve Üsküdar’da ekmek, taneli kuru yiyecekler, battaniye, mum, süt, un, pirinç ve şeker satan tanzim mağazaları açıldı.
Ne var ki, bundan memnun olmayanlar da vardı. Bazı tüccar, hükûmete şikâyette bulundu. Hatta bu kesim, faaliyetler hakkında şüphe uyandırmaya çalıştı.
Hükûmet, ciddi bir tahkikattan sonra, bunun saf bir yardım faaliyeti olduğunu, hangi türden olursa olsun meşru ticarete zarar verecek teşebbüs olmadığını gördü ve Heyet’e arka çıktı. Gıda ve ilaç mevzuunda, Amerikan Kızıl Haçı da, Heyet’e yardım ediyordu
.
YILDIZ GÜNÜ MÜ? GÜNEŞ GÜNÜ MÜ? GÜNLERİN HİKÂYESİ
6 Temmuz 2020 02:00
Batı kültüründeki gün isimlerinin gök cisimleriyle alakası vardır. Şark’ta ise gün isimlerinin hayat hikâyeleri çok daha basittir...
Çocukluğunda “Haftanın günleri yedidir yedi/Yedidir sayın bakın yedidir yedi” diye başlayan meşhur şarkıyı duymayan yoktur. Sayısını herkes bilir de, günlerin hikâyesini bilen azdır.
Arz, kendi çevresinde 23 saat 56 dakika 4 saniyede döner. Buna yıldız günü derler. Bir de güneş günü vardır ki 4 dakika uzundur. Gelgit tesirleri sebebiyle dünyanın dönme hızı sabit değildir. Bu sebeple gün ufak değişir.
İnsanlar bu gibi zaman unsurlarını, ihtiyaçlarına göre tesbit ve tayin ederler. Gün, itibarî bir şeydir. 24 saat olmak şartıyla, ne zaman başlayıp ne zaman biteceği size kalmıştır.
İyi Günler
Antik Mısır’da gün, güneşin doğuşuyla başlar; sonraki doğuşuna kadar devam ederdi. Şark’ta gün, güneşin batışıyla başlar; güneşin batışıyla sona erer. Garp kültüründe vaziyet farklıdır. Gün saatle başlar, saatle biter.
Demiryolları yayılınca, bütün dünya için tek bir saat sistemi kabul edildi. Gece saat 12’den ertesi gece saat 12’ye kadar olan zamana takvim günü deniyor. Garplılar öğle 12’den gece 12’ye kadar “iyi akşamlar”; 12’yi geçince “iyi günler” der. 1926’da Türkiye de bu sisteme geçmiştir.
Gün, Türkçe bir kelimedir. Gündüz ve gece olmak üzere iki kısımdır. Arapça’da yevm; Farsça’da ruz kullanılır. Day (tag), Eski Germen dilindedir. Fransızca journée, Latince’den gelir. Yevmiye, ruzname, daily ve journal; günlük demektir.
Haftanın başı
Günler 7 seyyarenin, sırasıyla Ay (Cermence: Moon; Latince: Lune), Merih (Tiwaz/Martis), Merkür (Wodanaz/Mercuri), Jüpiter (Tunraz/Iovis), Venüs (Frige/Veneris), Satürn ve Güneş (Sun/Solis) ile paraleldir.
İngilizce/Almanca ay isimleri bunların Cermencesine göredir: Monday/Montag (Ay’ın günü), Tuesday/Dienstag (Gök tanrısı Tiu’nun günü), Wednesday/Mittwoch (Voden’in/Odin’in günü), Thursday/Donnerstag (Thor’un günü), Friday/Freitag (Odin’in karısı Frigg’in günü), Saturday/Samstag (Satürn’ün günü) ve Sunday/Sonntag (Güneş’in günü).
Fransızca günler ise, bunların Latincedeki mukabillerine göredir: Lundi (Ay’ın günü), Mardi (Mars’ın günü), Mercredi (Merkür’ün günü), Jeudi (Jüpiter’in günü), Vendredi (Venüs’ün günü), Samedi (Satürn’ün günü), Dimanche (Tanrı’nın günü)
Hafta başı Amerika, Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Pakistan, Endonezya, Avustralya, Portekiz, Suudi Arabistan, Yemen, Habeşistan ve Güney Afrika’da Pazar; Orta Doğu’da Cumartesi; Avrupa, Rusya, Batı Afrika ile Arjantin ve Şili gibi bazı Latin Amerika ülkelerinde Pazartesi günüdür.
7 seyyare
Babil’de 7 günlük hafta kullanılırdı. Çünki ayın dört safhasının (yeni ay, ilk dördün, dolunay, son dördün) müddetine en yakın olan tam gün sayısı yedidir. Yunanlılar, Çinliler ve Mısırlılar 10 günlük, Romalılar ise 8 günlük haftayı kullanırdı.
7 rakamının kozmik ve mistik bir manası da vardır. Eskiden güneş ve ayın da dâhil olduğu seyyarelerin (gezegenlerin) sayısı 7 idi. Gökler 7 kattı. Tabiattaki ana renk kartelası 7’dir. Roma İmparatoru I. Constantinus, 327 yılında haftanın 7 gün olduğuna dair bir ferman çıkardı.
Diriliş günü
Tevrat’ta Allah’ın kâinatı 6 günde yarattığı, yedinci günde de (Sebt=Cumartesi) dinlendiği yazar. Halbuki Allah yorulmaktan münezzehtir. Bu sebeple Yahudiler, cumartesi günü hiçbir şey yapmazlar.
Hıristiyanlar haftayı böyle 7 gün kabul ettiler; yalnız Hazret-i İsa'nın diriliş hatırasına hürmeten 7. günü değil de 1. günü, yani pazarı “Tanrı Günü” kabul ettiler.
Fransız İhtilalcileri, 1792’de takvimi değiştirdi; bir haftayı 10 güne çıkarttı. Napolyon 1802’de eski hâle döndürdü. Rusya’da Bolşevikler 1929'da haftayı 5 güne indirdi; sonra 6 güne çıkardı; nihayet 1940'ta 7 günlük haftaya döndü.
Hafta kelimesi Farsça’dır. Heft, 7 demektir. Bunun Arapça’daki muadili olan üsbû da 7 demektir. Week, Germence döngü, hareket manasına wikon’dan gelir.
Sabır ve Fikir
Kur’ân-ı kerim de Allah’ın kâinatı 6 günde yarattığını söyler. İbni Cübeyr der ki:
Doğrusu Allah her şeyi bir anda yaratmaya kâdir iken, altı günde yaratmasının hikmeti, kullarına her şeyi sabır ve teenni ile (düşünerek) yapmalarını öğretmektir. Dolayısıyla İslâm kültüründe de hafta yedi gündür...
Arapçada Ahad (birinci), İsneyn (ikinci), Sülesâ (üçüncü), Erbaa (dördüncü), Hamîs (beşinci), Cuma ve Sebt (yedinci) olmak üzere yedi gündür. Cahiliye devrinde Cuma’nın adı Arûbe idi. Mevlid’de, Cenab-ı Peygamber’in doğumu, “Onikinci gece isneyn gecesi” diye geçer.
Tatil Günü
Haftanın iki gününün ismi Kur’ân-ı kerimde geçer. Sebt (cumartesi) günü, birkaç defa zikredilir ve Yahudilere herhangi bir iş yapmanın yasaklandığı anlatılır.
Cuma günü mübarek ve mukaddestir; ama bu günde hiçbir şey yapmamak emredilmiş değildir. Bilakis, Kur’ân-ı kerimde mealen, “Cuma namazını kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan rızkınızı arayın” denir.
Osmanlılar, cumayı ve mektepler için ayrıca 'Perşenbe’yi resmî tatil yapmıştır. Cumhuriyet hükûmeti, 27 Mayıs 1935 tarihinde çıkarttığı bir kanunla resmî tatil gününü cumadan pazara aldı.
Farsça’dan ödünç
Osmanlı Türklerindeki gün isimlerinden sadece cuma, Arapça’dır. Toplanmak demektir. Pazar, çarşanba (çehar+şenbih) ve perşenbe (penç+şenbih) Farsça’dır. Pazar, ticaret manasınadır. Cumartesi tatilinden sonra alışveriş başladığı için bu isim verilmiştir.
Farsça’da günler, Yekşenbe, Düşenbe, Seşenbe, Çarşenbe, Pençşenbe, Seşenbe (Cuma) ve Şenbe (Cumartesi) gelir. Çar, dört; penç, beş demektir; Şenbe’den sonraki 4 ve 5. günü ifade eder.
Çerçeve (çar+çube=4 çubuk), çarşı (çar+şu=4 yol ağzı), çardak (çar+dak=4 kubbe), çarmıh (çar+mıh=4 çivi) veya pençe hep bu rakamlarla alakalıdır. Tavlada altıya kadar sayabilenler için bunu bilmek kolaydır.
Cumartesi, Arapça-Türkçe; Pazartesi ise Farsça-Türkçe’dir. Salı, Arapça sülesâ’dan veya eski Türkçedeki salığ’dan gelir. Salığ, salmak fiilindendir ve serbest gün, tatil demektir.
Yeni devirde aklıevvel dilcilerden biri Hasan Âli’ye bunların yerine şunların uydurulmasını teklif etmişti: Gezgün (Pazar), Öngün, İşgün, Güçgün, Koşgün, Yorgün ve Bitgün. Ama kabul görmedi...
.jpg)
.
.
Mülkiyet hakkı zaman aşımına uğramaz!
13 Temmuz 2020 02:00
Cumhuriyet hukukunun yerine Osmanlı hukuku geçmiş değildir. İnsan hakları, ezcümle mülkiyet hakkı, hukuk sistemlerinin üzerindedir ve zaman aşımına uğramaz!..
Kimi müze olarak kalsın dedi. Kimi inkılaptan evvelki hâline bakarak cami; kimi de yapılışını nazara alarak kilise olsun dedi. Kimi güya orta bir yol bularak, yarısının cami, yarısının kilise olmasını teklif etti. Belki içinden sanat galerisine dönüştürülmesini, hatta yıkılıp yerine otopark yapılmasını bile geçirenler oldu.
Nihayet Danıştay, 5 asırlık Ayasofya Câmii’ni ibadete kapatıp müzeye dönüştüren 1934 tarihli bakanlar kurulu kararını iptal etti. Böylece 70 senedir devam eden, açılırdı açılamazdı düelloları nihayet bularak koca mabede tekrar cami olma yolu gözüktü.
Ayasofya Camii vakfiyesi
İşi sağlama almak
Danıştay, 2016 senesinde buna benzer talebi reddetmişti. Bu talebin mesnedi, camiyi müzeye dönüştüren 1934 tarihli bakanlar kurulu kararının altındaki reisicumhurun imzasının sahteliği, dolayısıyla kararın hükümsüzlüğü üzerine kurulmuştu. Evet, reisicumhurun imzası, garip bir şekilde atılmıştı. Ama o devirde Gazi’den habersiz hiçbir şey olamayacağı gibi; fiilî vaziyetin devamı da bu rızayı göstermektedir.
Bu sefer kararın hukuka aykırılığına istinaden dava açılmış; Danıştay da bunu kabul etmiştir. Esasen hükûmet, bir kararname ile Ayasofya’yı açabilirdi. Çünki bir idari tasarruf, aynı derecede başka bir idari tasarrufla geri alınabilir. O zamanki bakanlar kurulu kararnamesi yerine, şimdi cumhurbaşkanlığı kararnamesi geçmiştir. Ama hükûmet bu yolu tercih etmedi. Zira ileride bu kararnamenin de iptal mevzuu yapılacağından çekinip, işi Danıştay’a havale ederek sağlama almak istedi.
Politik manevralar
Tarihî eserleri ayakta tutmak, gelecek nesillere sağlam bir şekilde aktarmak bir insanlık borcu olduğu gibi; insan haklarına, bilhassa hukukun özünü teşkil eden mülkiyet hakkına hürmet de medeniyetin icabıdır.
Olup bitenlerin arkasında politik hesapların olup olmaması da esasında pek bir ehemmiyet taşımıyor. Mühim olan, her ne niyetle olursa olsun, haksızlığın telafisi ve normal olanın icrasıdır. Hüküm, neticeye göre verilir; herkes niyetine kavuşur.
Böylece amme efkârında yıllardır devam eden kör döğüşü ve hükûmetlerin her seçim evvelinde müracaat ettiği politik manevralar sona ermiştir. Yunanistan’da sinema, Bulgaristan’da gazino yapılan Osmanlı camilerinin hakkını aramadan evvel, kendi sınırları içindeki bu tip yanlışların düzeltilmesi icap ediyordu.
Siyasi hesaplaşma?
Ayasofya’nın aslına iadesini, inkılaplarla bir hesaplaşma olarak görmek de doğru değildir. Tarihte ihtilallerin ilk hızıyla bazı haksız işler yapılabilir. İhtilalin hukuku başkadır. Ama zamanla ortalık normale dönmelidir. Fransız İhtilalinin taşkınlığını, birkaç sene sonra başa gelen Napolyon dizginlemiş; Rus İhtilalinin aşırılıklarını, 70 sene sonra Gorbaçov ve Yeltsin silmeye çalışmıştır. Aksini müdafaa etmek, 20’lerin 30’ların karanlık hayaliyle yaşamaya çalışmak demektir.
Fakültede dersime giren yaşlı bir idare hukuku hocasının iddia ettiği gibi, cumhuriyet hukukunun yerine Osmanlı hukuku geçmiş değildir. İnsan hakları, ezcümle mülkiyet hakkı, hukuk sistemlerinin üzerindedir ve zamanaşımına uğramaz. Bir ülke işgal edildiğinde, yeni efendiler tepeden tırnağa bütün sistemi değiştirseler bile, hususi mülkiyete dokunmamaya itina ederler.
Sosyal realite
Dünya amme efkârındaki bazı reaksiyonu, daha ziyade gündelik siyasi konjonktür ile izah etmek mümkündür. Ancak gelip geçici olması beklenen bu hassasiyetin, bilakis evvelce mülkiyet haklarının ihlali ve vakıfların tasfiyesi karşısında gösterilmesi beklenirdi. Neticede bu bir iç hukuk tanzimidir. Kimsenin Budapeşte’deki Meryem Katedrali’ni tekrar camiye döndürün dediği yoktur.
Bir Müslümanın Kurtuba Câmii’ne ağıt yakması ne kadar anlaşılır bir şey ise, bir Ortodoks Rum’un da Ayasofya için gözyaşı dökmesini o kadar tabii karşılamak icap eder. Ama dünya harbler, felaketler, afetler, hicretlerle şekillenmiş; siyasi ve demografik haritalar, hâkimiyet mücadeleleri neticesinde çizilmiştir. Sosyal realite budur. Tarihi, yersiz hamasete varmadan, itidalle karşılamak ve kabullenmek icap eder.
Kudüs başka, İstanbul başka
Bir yer ahidle, yani sulh ile fethedilirse, buradaki mabedlerin statüsü bu ahitnameye, yani sulh antlaşmasına göre tayin edilir. Bu sebeple ahidle fethedilen Kudüs’ü teslim almaya gelen Hazret-i Ömer, Hristiyanlarca ehemmiyeti haiz Kıyamet Kilisesi’nde namaz kılmayı -sonradan Müslümanlarca camiye dönüştürülür diye- reddetmişti. Bunu Ayasofya ve benzeri mabetlere kıyas etmek doğru değildir.
Bir yer harb ile fethedilmişse, burada düşmana ait menkul ve gayrimenkul her şey ve esirler ganimet olur. Bunun beşte biri devlete, bunun da beşte biri hükümdara aittir. Hükümdar, bunlardan hissesine düşenleri bizzat seçmek hakkına da sahiptir. Bu Kur’ân-ı kerim âyetiyle ve Hazreti Peygamber’in sünnetiyle sabit bir iç hukuk kaidesidir.
Bir belde, anveten, yani harb ile fethedilmişse, buradaki kiliseler yıkılmaz; ama mabed olarak kalıp kalmayacağına karar vermek hükümdara ait bir haktır. Hükümdar bunları kilise olarak bırakabileceği gibi, hepsini camiye çevirebilir veya meskene dönüştürebilir. Bu harb hukukunun bir neticesidir.
Bütün dünyada, Yunan veya Pers mabedi iken, Roma veya Mitra mabedine, oradan kiliseye, sonra da camiye dönüşmüş mabedler az değildir. Şam’daki Ümeyye Câmii, Sicilya’daki Siraküza Katedrali, Roma’daki Panteon, Atina’daki Parthenon ve daha niceleri buna misaldir.
Ebulfeth Sultan Mehmed Vakfı
Tatbikatta harb ile fethedilen ülkelerde, umumiyetle şehrin en büyük kilisesi camiye dönüştürülmüş; diğerlerine dokunulmamıştır. Çünki orası artık İslâm beldesidir. İlk cuma namazını kılmak vecibedir. Buna halk arasında kılıç hakkı adı verilir.
Sultan Fatih, fethin sembolü Ayasofya’yı hukuka uygun olarak camiye dönüştürmüş; kendi mülkü olarak vakfetmiştir. Vakfiyesi eldedir; cumhuriyet tapu kayıtlarında da Ebulfeth Sultan Mehmed Vakfı diye kayıtlıdır.
Bugünki cumhuriyet kanunlarının da kabul ettiği üzere, vakıf, mülkiyet hakkının bir neticesidir ve dokunulmaz. Eski hukukumuzda “şart-ı vâkıf, nass-ı şâri gibidir”, yani vakfedenin koyduğu şart; âyet ve hadis gibi değiştirilemez kaidesi vardır. Vakfiyelerin sonu, bunu değiştirenlere lanet okuyan beddualarla doludur.
Bu sebeple Ayasofya ve sair camilerin her ne sebeple olursa olsun başka maksatla kullanılması hukuka aykırıdır. Danıştay’ın kararı, çok gecikmiş de olsa bu ihlalin kaldırılmasına vesile olmuştur.
Ayasofya’nın cami olduğu günler
Ya mozaikler?
Ayasofya'nın cami olması, gezmeye mâni değildir. Turistlerin çok beğendikleri ve Mavi Cami diye andıkları Sultan Ahmed Câmii gibi gezilebilir.
İbadete mâni olacağı söylenen mozaiklerin çoğu, ibadet mahalli haricindeki galerilerdedir. İçerideki mozaiklerle zemin arasına ahşap bir asma kat yapılabilir veya cemaatle namaz kılındığı sırada otomatik bir perde ile örtülebilir.
Müze hâliyle Ayasofya’nın vaziyeti hiç de iç açıcı değildir. Binanın muhafazası cihetiyle, cami olması, müze kalmasından daha elverişlidir. Rasyonel maksatlar için kullanılan binalar ayakta ve hayatta kalır. Koca mabedi asırlar boyu ayakta tutan, Osmanlı Türklerinin ihtimamı olmuştur. Bu sebeple Ayasofya, bir Bizans eseri olmaktan çok, Osmanlı eseridir..
.
OSMANLI CEZA KANUNU VE "ALMAN KUSURU!"
20 Temmuz 2020 02:00
Bazı kesimler, zaman zaman Osmanlı cemiyetindeki sapmaları diline dolamayı seviyor. Kaynaklarda bir şeyden bahsedilmesi, onun yaygın olduğunu değil; aksini gösterir.
Sosyal medyada dünya ülkelerinde homoseksüel münasebetin suç sayılmaktan çıkarıldığı tarihleri gösteren bir harita dolaşıyor; Türkiye üzerinde 1858 tarihi okunuyor ki, bu, Osmanlı Ceza Kanunname-i Hümayunu’nun çıkarıldığı tarihtir.
Bu haritaya göre Türkiye, bu işi suç olmaktan çıkaran ilk ülke olmuş oluyor. Ancak bunu paylaşanların maksadının, Osmanlı Devleti’ni ileri görüşlü ve demokratik olarak lanse etmekten ziyade, hakkında zihinlere şüphe getirmek olduğu da belli bir şeydir.
Gayrimeşru temayül
Bir kere suç olan homoseksüellik değil; livâta, yani gayritabii münasebettir. Kişi zihninden geçen veya nefsinin istediği şeyden dinen de, hukuken de mesul olmadığı için; homoseksüellik de fiiliyata dökülmedikçe cezalandırılmaz. Hükûmet/mahkeme, kimsenin hususi hayatını araştırmaz. Bu, homoseksüel olmayı suçun tekemmülü için kâfi gören önceki Avrupa hukukundaki tatbikattan en büyük farktır.
Önceki dinler gibi, İslâmiyette de sadece livâta değil; karşı cinsin kılığına girip onun gibi davranmak da menedilmiştir. Dinde, “tabii bir tercih” değil; “gayrimeşru bir temayül” (eğilim) olarak görülen livâta, aleni yapılmazsa, sadece günah iken; aleni yapılırsa hem günah hem de suç sayılır.
Ancak âlimler arasında cezasının ne olduğuna dair ihtilaf edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin hukuku, zaten İslâm hukuku olduğundan dolayı, bunun için ayrı bir kanun maddesi bulunmasına hacet yoktur.
Kanun ne diyor?
Fransa’dan ilhamla zamanın en meşhur İslâm hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa tarafından hazırlanan 1858 tarihli Ceza Kanunnamesi’nde, livâtanın suç olmaktan çıkarıldığı doğru değildir.
Nitekim 202. madde der ki: “Mugâyir-i âr ve hayâ alenen fi’l-i şenî icrâsına ictisâr eden şahıs [ahlak dışı ve utanç verici şekilde alenen zina ve livâtaya cesaret eden kişi], üç aydan bir seneye kadar haps olunur. Bir mecidiye altından on mecidiye altınına kadar ceza-i nakdî alınır.
Zükür ve inasdan genç kimselere harf-endazlık edenler [kız veya oğlanlara laf atanlar], bir haftadan bir aya kadar ve elleriyle sarkıntılık edenler bir aydan üç aya kadar habs olunur. Nisa [kadın] kıyafetiyle makarr-ı nisvan [kadınların bulunduğu] olan mahallere girenler mücerred [sırf] bu fiilden dolayı üç aydan bir seneye kadar habs olunur.”
[Fi’l-i şenî (çirkin iş), hukukta namus ve ahlâka dokunan her fiile denir. Umumiyetle yerine göre, zina, livâta ve ırza geçme için kullanılır. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kâmusu’nda livâta manasına kullanmıştır. 197-201. maddeleri ırza geçme ve iğfal suçlarını tanzim eden Kanunname’de, hem zina hem livâta için kullanılmıştır.]
Şimdi de öyle
1926 tarihli Türk Ceza Kanunu’nda vaziyet böyledir. Madde 419: Alenen hayasızca vaz-ı harekette bulunanlar [utanç verici iş yapanlar] on beş günden iki aya ve o suretle fi’l-i şenî icra edenler altı aydan bir seneye kadar hapis ve 100 liradan 500 liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılır.” 1936’da “fiil-i şenî icra edenler” ifadesi, “cinsi münasebette bulunanlar” diye değiştirilmiştir.
Hâlen cari bulunan 1930 tarihli Askerî Ceza Kanunu madde 153/2 der ki: “Bir kimseyle gayritabii mukarenette bulunan yahut bu fiili kendisine rızasıyla yaptıran asker kişiler hakkında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkarma cezası, erbaşlar için rütbenin geri alınması cezası verilir.”
Erkek Model
Eski Anadolu Türkçesi’nde bâkire kız manasına da gelen oğlan tabirine başka manalar vererek; divan edebiyatının sembolik ifadelerine zahiri mana yükleyerek; her güzeli ilahi hilkatin tezahürü görerek hayranlıkla tasvirini başka cihete çekerek; Zenanname, Hubanname gibi benzerine her zaman her yerde rastlanabilecek müptezel kitapları sanki cemiyetin el kitabıymış gibi tasvir ederek bazıları garip bir algı operasyonu yürütmektedir.
Deli Birader ve Enderuni Fazıl gibi bayağılığı sebebiyle ciddiye alınmayacak şairleri, ithamlarına yalancı şahidi göstermiş; bazı meşhur şahısları, hatta padişahları da işin içine çekmeye çalışmışlardır. Bir erkek, başka bir erkek ile dost olursa, hemen gayritabiî aşk yakıştırırlar.
Şarkta, kadın güzelliğinin ulu orta tasviri caiz görülmediği için, şairler, “erkek model” kullanır. Aklı başında dini bütün bir insan, erkek güzelliğinde, Rabbin cemal sıfatının tecellisini düşünür. Öte yandan düğünde kadın oynatmak erkeğe caiz olmayınca, eğlencelerde erkek dansçı oynatılır. Bu köçekler, gayritabiî aşkların mef’ulleri değildir.
O zamanki tarihçilik an’anesine uygun olarak, ne işitse yazan Evliya Çelebi, her şeyden bahsettiği meşhur eserinde, o devirdeki ahlâkî dejenerasyonu, biraz mübalağa ile tasvir eder. Gayritabiî aşkı iş edinmiş yersiz yurtsuz genç erkek tayfasından (hîz oğlanları) bahseder. Yoksa böyle meşru bir meslek erbabı hiç mevcut olmamıştır. Buna inanırsanız, bir kızın fil doğurduğuna, damdan dama atlayan kedinin soğuktan donduğuna da inanmalısınız!..
"Le False d’Allemand"
Avamın belden aşağı edebiyata merakını bilen para ve şöhret peşindeki bazılarının mevzuyu sulandırması bir yana; maksat, cemiyette homofobiyi kırmak ise, Osmanlı cemiyetinin esas dinamiğini teşkil eden Müslümanlık, zaten insanlara merhamet nazarıyla bakmayı emreder. Gayriihtiyari, olmayacak birine âşık olanları veya elinde olmayan sapkın hisler duyanları; bunu saklayıp fiiliyata dökmedikçe günahkâr saymaz. Hatta nefsine muhalefetinden dolayı sevapla müjdeler.
Yok, eğer maksat Osmanlı cemiyetini alaya almaksa, bunda da yanılırlar. Fuhuş, her zaman her yerde görülebilir. Peygamberler zamanında bile bulunduğunu Kur’ân-ı kerim haber vermektedir. Osmanlı cemiyeti, melekler âlemi değildir. Ama (bazı muhafazakârların çok tuttuğu kafası karışık bir yazarın dediği gibi) “elinde tesbih, evinde oğlan, dilinde dua, panayır gözbağcısı” diyerek Osmanlıları riyâkârlık ile itham etmek de, ne insaf ne de ciddiyetle bağdaşır.
Osmanlı cemiyetinin karakterini tasvir eden en doğru ifade şudur: “Osmanlı ahlâkı mazbuttur.” Hüküm, ekseriyete göre verilir. Kaynaklarda bir şeyden bahsedilmesi, onun yaygın olduğunu değil; aksini gösterir. Oğlancılık (gulamparalık) âdet olsa, bu kadar dikkati çekmezdi. Rağbet, nâdiredir.
Saraydaki Enderun mektebinde, zeki, istidadlı ve yakışıklı gençler devlet adamı olarak yetiştirilir; bunlara sarayın içinde tahsil gördüğü için içoğlanı denirdi. Bu tabir, Hammer gibi meşhur bir tarihçiyi bunların menfur hizmette kullanıldığı yanılgısına sevk etmiştir. Hammer Tarihi’ni Osmanlıcaya tercüme eden Atâ Bey, bu yanlışa dikkat çekmiş; hatta zamanın sadrazamı Âli Paşa bu satırlarından dolayı Hammer’i kınamışlardır.
Bu kelimeye rezil mana, sonradan argoda yüklenmiştir. Oğlan burada, tüysüz delikanlı demektir. Nitekim gulam da, erkek köle ve hizmetkârlar için kullanılır. Mektep, sarayın enderun (iç) kısmında bulunduğu için böyle anılmışlardır.
Enderun’da çok sıkı bir disiplin vardı. Her iki gencin yatakları arasına, bir akağa yatağını sererdi. Bu sebepledir ki, asırlar boyunca herhangi bir skandala ne Enderun’da, ne de Harem’de rastlanmıştır.
Homoseksüelliğe Le False d’Allemand (Alman Kusuru) demek âdet olduğuna göre, bir Alman olan Hammer’in böyle anlamasına şaşmamak lâzımd
.
İngiltere’nin son oyunu ÇANAKKALE BUHRANI
27 Temmuz 2020 02:00
Türk ve İngiliz birlikleri 1922’de Çanakkale’de bitaraf mıntıkada burun buruna geldi. Gazi, Kazım Karabekir’e “Pek hesaplı ve mutediliz. Bitaraf mıntıka meselesini siyasetle halletmeyi tercih etmekteyiz” diye yazacaktır.
1922’de Yunanların mağlup olup, Batı Anadolu yolunun Türklere açıldığı günlerde öyle bir an geldi ki, o zamana kadar birbiriyle hiç takışmayan Ankara ile Londra doğrudan karşı karşıya geldi.
Ders kitaplarında, hatta Nutuk’ta temas edilmeyen; ama Türk-Yunan Harbi’ne dair bütün eserlerde ehemmiyetle üzerinde durulan ve dünya tarihinde mühim neticeler doğuran bu hâdise, Çanakkale Buhranı (Chanak Affair) diye bilinir.
Mıntıkayı kaptırma!
İngiltere ve müttefikleri, Ankara’yı Sovyetlerin kucağına atmamak için, Türk-Yunan Harbi’nde tarafsız kalmıştı. İstanbul’daki İngiliz yüksek komiseri Sir Horace Rumboldt, 4 Eylül’de Türk zaferinden dolaylı Boğazlar’ın tehlikeye girebileceğini Londra’ya bildirdi.
7 Eylül’de toplanan kabineden, her ne pahasına olursa olsun, 13 Mayıs 1921’de Boğazlar çevresinde tespit ettikleri “bitaraf mıntıka”nın kaptırılmaması kararı çıktı.
İngiltere’de iktidarda birbirinden hiç hoşlanmayan Liberal-Muhafazakâr koalisyonu vardı. Lloyd George başbakandı. Üç senedir Lloyd George’a karşı Türkleri müdafaa eden Churchill, şimdi ayağını kaydırma fırsatı yakaladığını düşünüyordu.
Maksat Boğazlar
İzmir düştüğüne göre, Türk birlikleri, Edirne ve Boğazlar’ı almak üzere Çanakkale’ye doğru yürüyebilirdi. Çanakkale, Edirne yolunun başındaydı. Düşmesi, İstanbul’un denizden ve karadan irtibatını kesebilirdi. Londra, tarafsız bölgeyi ihlal etmeme hususunda Ankara’yı ikaz etti.
Bir yandan İngiliz, Fransız ve İtalyan birlikleri mıntıkaya yığıldı. Çanakkale’de üç bayrak bir arada dalgalanmaya başladı. Ayrıca harbi önlemek adına, sulh müzakerelerinin bir an evvel başlamasında üç devlet mutabık kaldı. Esas maksat, sulh antlaşmasına kadar Ankara’ya gözdağı vererek, Boğazlar’ın serbestisinin muhafazası idi. Aksi ise yeniden harb demekti.
Harbi durdurun!
Ankara ile takışmak, İngilizlerin işine gelmiyordu. Aksi takdirde hem Müslüman halkın yaşadığı sömürgelerde problem doğabilir; hem de Sovyetlerin kıskacındaki İran’ı müşkül vaziyete sokabilirdi.
Öte yandan Türkler, tarafsız mıntıkaya geçerse, harb Balkanlara sıçrayabilir; Balkan milletleri arasındaki ihtilaflar canlanabilirdi. Üstelik Rusya fırsattan istifade ile Besarabya’yı alabilirdi. Şu hâlde, ne pahasına olursa olsun, savaşarak veya uyuşarak, Türkler durdurulmalıydı.
Ancak ne müttefik Fransa ve İtalya’ya güvenilebilirdi; ne de Balkan devletçiklerine. Halk artık harb istemiyordu. Nitekim Daily Mail, “Bu harbi durdurun!” manşetiyle halkı sokağa dökülerek protesto mitinglerine davet ediyordu.
Kopan halka
Dominyonlar, Lloyd George’un kendilerine danışmaksızın asker talebinde bulunmasına karşı çıktılar. Nitekim Kanada başbakanı, vaziyetin Cihan Harbi’nin çıktığı 8 sene evvelinden farklı olduğunu, asker göndermek için Kanada meclisinin karar vermesi gerektiğini beyan etti.
16 Eylül’de Lloyd George’un bütün dünyayı harbe davet eder mahiyetteki beyannamesi, Fransa ve İtalya’yı da kızdırdı. Birliklerini mıntıkadan çekiverdiler. Lloyd George yalnız kaldı.
İstanbul’daki Fransız yüksek komiseri Pellé, harbi önlemek adına, müttefiklerine haber vermeden İzmir’e giderek Gazi’ye bitaraf mıntıkadan uzak durulması mukabilinde sulh müzakerelerinde Fransa’nın desteğini sundu. Bunu İtalya takip etti. Nutuk’ta anlatıldığına göre, Ankara’nın tarafsız mıntıka tanımadığı, Trakya’yı almadan orduyu durdurmanın imkânsız olduğu kendilerine söylendi.
İtiraflar
Ankara’dakilerden bir kısmı diplomasi, bir kısmı da silah yoluyla işi çözmek istiyordu. Realist davranan Gazi ise, Sovyet sefiri Aralov’a şunları söylemiştir: “Ordu yorulmuştur. Üstelik böyle bir sefere çıkılırsa, ana üs ile irtibat kesilir. Anadolu’yu müdafaasız bırakamayız. Belki Çanakkale’yi geçip Doğu Trakya’yı alabiliriz; ama bu, bütün Avrupa ile de harbi göze almak demektir. İngiltere’den ayırdığımız Fransa ve İtalya’yı tekrar yaklaştırmış oluruz. Bu ise Lloyd George’un istediği şeydir. Şu hâlde İstanbul ve Trakya’yı almak için orduyu öte tarafa geçirmek çılgınlık olur.”
Gazi, hem Rus yardımına güvenemiyor; hem de yardım bahanesiyle Anadolu’ya girerlerse ne olacağından endişe ediyordu. Bu sebeple aslında buhranın bir harbe kadar gitmeyeceği belliydi. Nitekim 22 Eylül’de Kazım Karabekir’e “Pek hesaplı ve mutediliz. Bitaraf mıntıka meselesini siyasetle halletmeyi tercih etmekteyiz” diye yazacaktır.
13 Eylül’de Richard Vince’e, “İngiltere ile dövüşmüyoruz” diye beyanat veren Gazi, İngiliz hariciyesinden Sir Lamb’ın, 14 Eylül’de “İngiltere hükûmetine harb mi ilan ettiniz?” sualine, “Aramızda siyasi münasebet yoktur; dönmesi şayanı arzudur” diye cevap verdi.
Ezine peyniri
Bu arada Yunanistan’da askerî darbe ile Kral düştü. Venizelos, Londra’ya gidip Lloyd George ile baş başa verdi. Ya tehlikeyi sezdiği, ya da bunu kendi menfaatine kullanmak istediği için, Fransa ve İtalya’nın da yan çizmiş oluşuna bakarak, İngiltere üzerindeki baskısını arttırdı.
23 Eylül’de bir kısım Türk süvarileri bitaraf mıntıkaya giriverdi. Ezine’de iki kuvvet burun buruna geldi. Arada 30 metre vardı. Ancak işgal kumandanı General Harington’un metaneti sayesinde çatışma çıkmadı. Çünki iki tarafa da ateş etmeme emri verilmişti. Nitekim Ankara birliklerinin başına, ihtiyatlı ve temkinli şahsiyeti ile tanınan Yakup Şevki Paşa tayin edilmiştir.
Böyle olunca birliklerin karşılaşması, sportif bir dostluk karşılaşmasına dönüştü. İki taraf da niyetinin kötü olmadığını göstermek için namlularını tersine çevirerek yürüyor; birbirlerine güler yüz göstererek nazik davranıyordu. Birbirleriyle arkadaşlık kurmuşlar; hediyeleşiyorlardı. Hatta bir gün bir Türk piyade zabiti, telaş içinde İngilizlerden ödünç tel örgü istemiş; siperleri teftişe bir paşanın geleceğini; teftişten sonra iade edeceğini söylemişti.
Doğan Avcıoğlu der ki: “Mustafa Kemal, Çanakkale’ye doğru ilerleyerek, Boğazlar için İngilizlerle savaşın eşiğine gelecektir. Fakat bu eşiği aşmamak için büyük dikkat gösterir. Nitekim orduyu Boğazlar’dan geçirip, Doğu Trakya ve İstanbul’u kurtarmak ve Boğazlar’a el koymak yerine, buraların kurtuluşunu barışın imzasına bırakır ve Boğazlar’da bir uzlaşma zemini arar.” (Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, II/861-862.)
Asker mi politikacı mı?
Türk ve İngiliz birlikleri burun buruna beklerken, Kemal Paşa ile General Harington, birbirlerine nazik telgraflar gönderiyordu. Gazi, sadece Yunanları kovaladığını; askerlerine İngilizlere asla taarruz etmeme emri verdiğini söyledi. Harington, kan dökülmeden sulh masasına oturulacağını anlamıştı.
İngiltere Hariciye Nazırı Lord Curzon, Fransa Başvekili Poincaré ve Milliyetçilerin büyük dostu İtalya Hariciye Nazırı Kont Sforza, Paris’te buluştular. 23 Eylül’de imzaladıkları bir notada; Türkleri, Venedik veya başka bir yerde toplanacak konferansa davet ettiler. Bitaraf mıntıkaya girmemek mukabilinde Doğu Trakya’nın verileceğini; sulh antlaşmasından sonra İstanbul’un boşaltılacağını; bunun için evvela Mudanya’da bir mütareke konferansı yapılmasını bildirdiler.
Trakya önündeki Türk birlikleri 40 bini bulmuştu. Ama İngilizlerin keyfi yerindeydi. Tel örgü içinde düzgün siperlere yerleşmişlerdi. Aldershot, Cebelitarık, Malta ve Mısır’dan takviye birlikleri geliyordu. Hava üstünlüğü onlardaydı. Gelibolu’daki topçuların desteğine de güveniyorlardı.
İngilizleri Çanakkale’den atmak, ancak çok geniş bir askerî harekâta bağlıydı. Daha zayıf iken taarruzu göze alamayan Türklerin, şimdi güçlü iken taarruz etmesi umulmazdı. Sanki Gelibolu muharebeleri tekrarlanıyordu. Bu sefer İstanbul’a saldıranlar, Türkler; müdafaa eden, İngilizlerdi. Buna mukabil bu ültimatom tehdidine mukabil, Gazi de geri çekilerek küçük düşmek istemezdi.
Ortalık iyice gerilmişti. Buhranın sonunu inşallah gelecek yazıda ele alırız
.
KANADA VE AVUSTRALYA’NIN İSTİKLÂLİ ÇANAKKALE’DEN GEÇER
3 Ağustos 2020 02:00
Yunan mağlubiyetinin ardından doğan Çanakkale Krizi, sadece Anadolu’ya sulhü getirmekle kalmadı; Kanada, Avustralya gibi İngiliz dominyonlarının da istiklaline yol açtı...
İzmir’in 9 Eylül 1922’de düşüşü üzerine, Ankara birliklerinin Boğazlara ve Trakya’ya yürüme ihtimali, Lloyd George’u endişelendirmiş; İngiliz ve Ankara birliklerinin Çanakkale’de burun buruna gelmesiyle bir kriz doğmuştu. İngiliz birlikleri, Eylül 1922’de Boğazlar’ın Anadolu yakasından çekilmiş; Ankara birliklerinin Avrupa yakasına geçişine ise izin vermemişti.
İntiharın başlangıcı
Öteden beri Ankara hareketine gayriresmî olarak destek veren dışişleri ve harb dairesine rağmen, Lloyd George sonuna kadar diretiyordu. İnatçı Galli başbakanın âdeta intihar edercesine hazırladığı ve çekilmezlerse, harbin başlayacağını bildiren bir nota Harington vasıtasıyla Ankara'ya gönderildi.
İngiliz kabinesinde Churchill’in hazırladığı bu notaya karşı olanlar vardı. Kendisine danışılmadığını düşünen dışişleri bakanı Lord Curzon, hadisenin büyütüldüğü kanaatindeydi. Notayı 24 saat geciktirerek, Ankara'yla irtibata girişti.
Londra Konferansı’na delege olarak gelmiş bulunan Fethi Bey’in Paris’ten ayrıldığını öğrenince; yardımcısı Dr. Nihat Reşat Belger’i buldurup; kendisine vaziyetin hassasiyetini Ankara'ya anlatmasını; ateş emri verilmedikçe, ateş açılmayacağını söyledi. Nihat Reşat, aslında sulh taraftarı olan Ankara'ya, mutedil bir mümessil gönderilmesini tavsiye etti.
İngiltere’yi kim idare eder?
Müttefikler, Türk dostu diye bilinen Fransız delege Franklin-Bouillon’u İzmir’e gönderdi; 28 Eylül’de görüştüğü Ankara'yı; 1921’de müttefiklerin Türk ve Yunanların çatışmasına kapattığı bitaraf mıntıkaya yürümemesi; sulh antlaşmasında Doğu Trakya’nın Türklere verileceği hususunda ikna etti.
Azimli bir asker ve usta bir politikacı olan Harington, notayı saklamış; vermemişti. Bu da, İngiliz politikasını hükûmetten ziyade Harb Dairesi (War Office) ve Dışişleri’nin (Foreign Office) yönlendirdiği fikrinin bir başka delilidir.
Makedonya’ya kadar…
Mecliste Makedonya’ya kadar ilerlemeyi teklif edenlere “Böyle şey olmaz. O zaman yine her yandan ‘Türkler Geliyor’ bağrışmaları yükselecek ve bütün Balkan memleketleri bize karşı yardım istemek için büyük devletlere başvuracaklardır. Lloyd George’un iktidarda kalmasını mı istiyorsunuz?” cevabı verildi.
Doğu Trakya’nın alınması garanti idi. Harington’un Türk dostu ve sulh taraftarı olduğu anlaşılmıştı. Ankara’nın politikası, son ana kadar Çanakkale üzerinde baskı yapıp; İstanbul çevresindeki kuvvetlerini arttırarak sulh antlaşmasında avantaj elde etmekti.
Lloyd George düşüyor
Mütareke kabul edildi (Nutuk, II/679). 3 Ekim’de taraflar Mudanya’da Rus konsolosluğu binasında toplandı. İsmet Paşa, mütarekenin bîtaraf mıntıkaya girilmemesine dair olanı da dâhil, bütün hükümlerini kabul etti. Harington, memnundu. Sonradan “Ömrümde bu kadar şaşırdığımı hatırlamıyorum” diyecektir.
Türk birlikleri, Doğu Trakya’ya yürüdü. Mıntıkanın başlarına geleceklerden endişeli Rum halkı da gazeteci Ward Price’in tabiriyle Otuz Yıl Harbleri’ni hatırlatan bir sefalet içinde batıya kaçmaya başladı. Churchill’in de içlerinde bulunduğu Muhafazakârların beklediği fırsat önüne gelmişti. Bonar Law’u lider seçtiler ve 12 Ekim 1922’de Carlton House Deklarasyonu ile Lloyd George’u düşürdüler.
Ah Sforza
Çanakkale Buhranı, Orta Doğu’da yeni düzeni kurarken İngiltere’nin yaptığı son hamledir. Herkes mütalaalarını Lloyd George üzerinden yapar. Hâlbuki Fransa, İtalya, Rusya ve ABD yanında, İngiltere Harp Dairesi ve Dışişleri, o zaman Ankara’nın yanında idi. Sadece Lloyd George ayrı bir dünyadaydı.
Yakup Kadri’nin "Politikada 45 Yıl" kitabında anlattığı gibi, yıllar sonra kendisine İngiltere’nin Dizbağı Nişanı vermesi konuşulduğunda, Gazi’nin, “İngilizler beni sever. Bunu Lloyd George’u düşürmek suretiyle gösterdiler” demesi, bu hakikatin ifadesidir.
Başından beri Ankara hareketine destek olmuş İtalyan yüksek komiseri, sonra İtalya hariciye nazırı Kont Sforza, kendine mahsus mizah üslubuyla der ki: “İngiltere’nin harb sonrası politikaları yardımcı olmasaydı, ne kadar enerjik ve ileri görüşlü olursa olsun, Ankara hareketi, tek başına muvaffak olamazdı. Ankara, Downing Sokağı 10 numaraya (İngiliz başbakanlığına) secde etse yeridir” diyor.
İngiliz oyunu
İngiltere bu kriz sayesinde, sulh antlaşması imzalanana kadar Boğazlar’dan çıkmadı. Kriz, 23 Eylül 1922’de yaşandı; ama İngilizler İstanbul’u 9 Ekim 1923’e kadar bir seneden fazla elinde tuttu. Elbette İngilizlerin buralardan vazgeçmeyeceği biliniyordu.
Lozan’da siyasi harita olarak verilmiş olsa bile, Boğazlar, Türkiye’nin elinde değildir. Milletlerarası bir komisyon tarafından idare edilecektir. İstanbul’un başşehir olmaktan çıkarılması ve Gazi’nin 1928’e kadar İstanbul’a gitmekten çekinmesi biraz da bu sebeptendir. (1936’da Montrö Mukavelesi ile bu statü biraz hafifletilmiştir.)
Hadiseler bu şekilde seyretmeseydi, İtalya, Fransa ve Rusya’nın açıktan, İngiliz Harp Dairesi’nin de el altından verdiği silahlar bile koskoca Büyük Britanya İmparatorluğu karşısında işi kurtaramazdı. Ne kadar büyük bir yavaştan yorgun çıkmış olsa bile, hayati menfaati çerçevesinde gördüğü Boğazlar için her şeyi yapabilirdi. Kriz, müzakerelere yol açtı ki, esas maksat zaten harb değil, masaya oturmaktı.
Üst akıl
Çanakkale Krizi, muhaliflerin eline koz verdi. Bundan sonra İngiltere’de Liberal Parti bir daha iktidara hiç gelemedi. Bunda da en büyük rolü Churchill oynamıştır. Liberallerin yerine İşçi Partisi’nin yükselişi başladı ki, bütün bunların bir üst aklın/global güçlerin kararı olduğuna şüphe yoktur.
Çanakkale Krizi’nin başka bir mühim neticesi, Lloyd George’a karşı çıkan İngiliz dominyonlarının istiklaline yol açmasıdır. 1931’de Westminster Statüsü ile Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika, iç ve dış işlerinde müstakil, sadece sembolik olarak Kral’ı devlet reisi olarak tanıyan müstakil birer devlet hâline geldi.
Böylece kriz, kimine göre, İngiliz İmparatorluğu’nun çözülmesine, kimine göre ise kabuk değiştirmesine sebep oldu.
Mehazlar: Nutuk, II/677-678; A.L.Macfie, The Chanak Affair: (September - October 1922); David Walder, The Chanak Affair; Bilal Şimşir, Sakarya’dan İzmir’e, 497 vd; Count Sforza, Contemporary Italy, 235; Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, II/861-862; Gotthard Jaeschke, Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, I/194 vd; Lord Kinross, Bir Milletin Doğuşu Atatürk, II/505 vd; Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, 239 vd; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 694-695; Mustafa Çulfalı, Çanakkale Krizi ve Lloyd George'un İktidardan Düşmesi, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi XV/Kasım 1999/45
.
Kan, barut ve gözyaşı İKİ ASIRLIK KARGAŞA: LÜBNAN
10 Ağustos 2020 02:00
Fransa, Lübnan’da Haçlı Seferlerinden kalma bir hakkı olduğunu düşünür. Bu sebeple iki asırdır elini mıntıkadan hiç çekmez.
Beyrut’taki muazzam infilak, Hiroşima’ya atılan atom bombasının yıl dönümüne denk düştü. Yüzlerce kişinin öldüğü; hâlâ enkaz altında binlerce kişinin bulunduğu Beyrut, harabe hâline geldi. Bu, eskiden “Orta Şarkın Paris’i” diye anılan şehrin ilk talihsizliği değildir. Beyrut, hatta bütün Lübnan, tam iki asırdır kargaşa içindedir. Bunun sebebi, memleketteki etnik çeşitliliktir.
İki bey arasında
Antik Çağ’da Akdeniz’in en hareketli Fenike ticaret kolonileri Lübnan’da idi. Hazret-i Ömer zamanında Müslümanların eline geçti. Bir ara Haçlılar bölgeyi işgal ederek feodal beylikler kurdular. Osmanlılar, 1516 yılında Lübnan’ı Memlûklerden aldı.
Bundan sonra ahalisinin ekseriyeti gayrimüslim olan belde, Şam vilayetine bağlı iki Dürzi emîr ailesi vasıtasıyla idare edildi. Bunlara Osmanlı protokolünde sancakbeyi muamelesi yapılırdı. Deyrülkamer kasabası, sancağın merkezi idi. Bu iki aile Fransa desteği alabilmek adına Katolikliğe geçti ve 1606’da çıkardıkları isyan güçlükle bastırıldı.
Haçlı hakkı
Yıllar sonra Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa, Lübnan’ı işgal etti. Bu arada ülkedeki Hristiyanlar ayaklandı. 1840 yılında Osmanlı, İngiliz ve Avusturya kuvvetlerinden oluşan bir deniz filosu Mısır askerlerini çekilmeye mecbur etti.
Bu mıntıkada Haçlı muharebeleri devrinden kalma bir hakkı olduğunu düşünen Fransa, eski bir Hristiyan mezhebine mensup Marunileri, aşırı bir Şii mezhebine mensup esrarengiz Dürzilere ve Bâbıâli’ye karşı kışkırtmaktaydı, Dürzilerin kışkırtıcısı ise İngiltere idi. Bu şartlarda iki halk arasındaki gerginlik iç harbe dönüştü. Bâbıâli vaziyete el koydu.
Lübnan, 1842’de Sayda’daki Osmanlı valisine bağlı çifte kaymakamlığa ayrıldı. Marunilerin nüfuz mıntıkası kuzeyde Maruni; Dürzilerin kesif olarak bulunduğu güneyde ise Dürzi kaymakam vazife yapacaktı. Her kaymakamın maiyetinde diğer mezheplerden temsilciler vardı.
Acı günler
Bundan memnun kaymayan Fransa, 1860 yılında Dürzilerle Maruniler arasında çatışmaya sebep oldu. Hadiseler Şam'a da yayılarak bir Hristiyan katliamı hâline geldi. Başta Şam valisi olmak üzere hadisede ihmali görülenler cezalandırıldı. Zarar gören halka tazminat ödendi. 1861 tarihli nizamname ile Lübnan’a idari, adli ve mali imtiyaz tanındı.
Sancak, İstanbul’un tayin edeceği Hristiyan bir mutasarrıf tarafından idare olunacaktı. Her cemaati temsilen halkın seçtiği ikişer kişiden müteşekkil bir meclisi vardı. Cebel-i Lübnan Sancağı kurulunca, Dürzi emîrlerin statüleri sona erdi; memleketlerinde mahallî şeyh olarak tanınmayı sürdürdüler.
Lübnan’da askerî birlik bulunmaz; halktan asker yazılmazdı. Sükûnet 1914 yılına kadar devam etti. Ekonomik, sosyal ve kültürel bir terakki görüldü. Avrupa ve Amerika ile münasebetler arttı. Hatta ilk defa buralara göç yaşandı.
Acı günler
Cihan Harbi esnasında Lübnan’ın nüfusu 400 bin kadardı. Ahalinin çoğunun silahlı ve Fransız taraftarı bulunduğundan şüphelenilir; Fransa’nın çıkarma yapması en muhtemel mıntıka olduğu düşünülürdü.
İttihatçıların bilhassa Arap mıntıkalarındaki Tetrîk (Türkleştirme) politikalarından rahatsız olan Hristiyan Araplar arasında Fransa’ya temayül arttı. Lübnanlıların ekserisi Osmanlı hilâfetine bağlı muhtar bir Lübnan isterken; pek azı da müstakil veya Mısır ile birleşik bir Arap devleti tasavvurunda idi. Bu devirde Lübnan, hem adem-i merkeziyetçiliğin, hem de Arap milliyetçiliğinin fikrî merkezi ve lideri oldu.
Cemal Paşa’nın 1915’te Suriye Valisi olur olmaz ilk siyasi ve mülki icraatı, Lübnan’a asker sokması ve sancağın imtiyazını kaldırmasıdır. Bunun üzerine müttefikler Lübnan’ı ablukaya aldı. Sancakta gıda sıkıntısı ve ardından büyük bir kıtlık baş gösterdi. Cemal Paşa, yerli halkı, Ermeniler gibi başka mıntıkalara tehcir etmek istediyse de, halk direndi. Nüfusun yarısı açlık ve hastalıktan öldü.
Bu arada Arap milliyetçiliği cereyanıyla alakası olduğu düşünülenler, Cemal Paşa tarafından Lübnan’da Divan-ı Harb (sıkıyönetim mahkemesine) çıkarıldı. Mahkemenin beraat vermesine rağmen, Cemal Paşa’nın baskısıyla çoğu idam edildi. Bir yandan da Lübnan ve Suriye ileri gelenlerinden 3 bin aile Anadolu içlerine sürgün edildi. Lübnan halkı, Osmanlı idaresine soğumasına sebep olan bu acı günleri nefretle anar.
İşgal ve manda
Suriye cephesinin çöküşü üzerine, Lübnan, 1918’de Fransızlarca işgal edildi. Lübnan ve Suriye’de Cemiyet-i Akvam (BM) kararıyla Fransa mandası kuruldu. Fransız manda idaresi zamanında üst seviyede makamlar hep Hristiyan azınlığa verildi. Fransa, Marunileri açıkça himaye ediyordu. Bu, tabiatıyla Müslümanların hoşuna gitmedi. Ortodokslar da onların safında yer aldı.
II. Cihan Harbi esnasında ülkede gerginlik arttı. Halk ayaklandı. Fransa 1946 yılında askerlerini çekmek zorunda kaldı. Lübnan 1946’da istiklâlini elde ettiyse de, etnik bünyesi sebebiyle hiçbir zaman huzur ve sükûna kavuşamadı.
İstiklâl ve kargaşa
1943 anayasası ile cumhurbaşkanı Maruni, başbakan Sünni, meclis başkanı Şii ve başbakan yardımcısı Ortodokslardan olacak; mezhepler mecliste de nüfuslarına göre temsil edilecekti. Korporatif federalizm denilen bu sistem, Belçika, İsviçre ve Kıbrıs’ta da vardır.
Zamanla başta Filistinlilerin ilticasıyla olmak üzere, Müslüman nüfus arttı. Ama nüfus sayımı yapılamadığından, temsil nispetleri aynı kaldı. Bu da halk arasında huzursuzluğu arttırdı. Nihayet 1975 yılında ülke Hristiyanlarla Müslümanlar arasında kanlı bir iç savaşa sürüklendi.
Binlerce kişinin öldüğü iç savaş sebebiyle ekonomi çöktü. Suriye ve İsrail ülkeyi defalarca işgal etti. Arap Birliği'nin ön ayak olmasıyla 1989 tarihinde Taif’te sulh anlaşması imzalandı. İç harp bitti.
Ancak problemler çözülmediği için, huzursuzluk bitmedi. İran ve Suriye destekli Şiiler, Hizbullah yoluyla terör estirip nüfuz kurmak istediler. Bu sebeple İsrail ülkeyi defalarca bombaladı. Politikacılar, birer ikişer öldürüldü.
Politika bir aile işidir
Lübnan’da feodal bir yapı vardır. Edde, Sulh, Kerâmi, Canbulad, Cemâyel, Şamun, Selam, Avn, Esad ve Aslan gibi ülkenin tanınmış aileleri, idarede de söz sahibidir. Politika Lübnan'da bir aile işidir.
Lübnan’da en son 1932 yılında nüfus sayımı yapılmıştı. O zaman Hristiyanların nispeti %53 idi. Ülkedeki Hristiyanlar Arapça konuşur. Arapça konuşan Dürziler ise Şia’nın aşırı bir fırkasıdır. Maruni ve Ermeniler aynı mezheptedir. Her mezhebin kendi partisi ve buna bağlı milis gücü vardır.
Şimdi 3,5 milyonluk nüfusun takriben %40’ı Hristiyan, %5,5’i Dürzi ve %54’ü Müslümandır. Ayrıca acıklı bir hayat yaşayan 300 bin Filistinli ve 2 milyon Suriyeli mülteci vardır. İdareyi elinde tutan Hristiyanlar, bu mültecileri, Sünni nüfusun ekseriyete ulaşmasından korktuğu için vatandaşlığa kabul etmemektedir.
Artık Sünnilerin gücü iyice azalmıştır. Son asırda en çok acı ve kıyımı da onlar çekmiştir. Şiilere, İran; Hristiyanlara, Fransa sahip çıkmaktadır. Sünniler, hamisizdir. Şiiler, bir yandan İsrail’i tahrik edip, öte yandan halkı İsrail tehdidiyle korkutarak hükmünü yürütmektedir.
Memleketin güneyine neredeyse tamamen hâkim olan Hizbullah vasıtasıyla İran’ın ciddi nüfuzu vardır. İran kıskacının bir kolu, Irak, Suriye, Lübnan ve Hamas vasıtasıyla Filistin’i kuşatıp Akdeniz’e çıkarken, diğeri Bahreyn ve Yemen (Husiler) yoluyla Hint Okyanusu’na inmiştir.
Macron’un son ataklarından da anlaşılacağı üzere Fransa’nın Lübnan’a ciddi alakası vardır. Amerika ise mıntıkada Fransa’nın (yani Almanya’nın) ve bunun görünmez müttefiki İran’ın gözle görülür nüfuzundan rahatsızdır.
Sedir ağacı
Sahile paralel uzanan Lübnan dağları hep karlıdır. Memleketin ismi de buradan gelir. Leben, süt demektir. Mart ayında hava 27 derecedir. Bu sebeple sabah Şuf dağlarında kayak yapıp; öğleden sonra Biblos’ta denize girilebilir. Yemyeşil dağları süsleyen sedir ağaçları, Lübnan bayrağında sembolize olmuştur.
Beyrut’ta şimdi başbakanlık olan Osmanlı kışlası ile Memlûklerden kalma Ömer Camii’nden başka ilk devir müçtehitlerinden İmam Evzai’nin türbesi vardır. Hayatını modernistlerle ve Vehhabilerle mücadeleye adamış büyük âlim Yusuf Nebhani, Beyrut’ta metfundur. Beyrut’a yakın Ci’ta mağaraları, rengârenk sarkıt ve dikitleriyle göz alır.
Çok acılar yaşadığı için olsa gerek, Lübnanlılar hayatı sever. Lübnan mutfağı, dünyaca şöhretlidir. Şavurma (döner), humus (nohut ezmesi), felâfil (bakla köftesi), kübbe (içli köfte) ve fetuş (kuru ekmekli salata) meşhurdur
.
ANADOLU’YA OK ATIMI MESAFEDEKİ YUNAN ADALARI
17 Ağustos 2020 02:00
Bazısı Anadolu’ya 2 km mesafedeki Ege adalarının aidiyeti, yıllardır hem ekonomik, hem politik krizlere sebep olmaktadır.
İrili ufaklı on bine yakın ada ve kayalıktan müteşekkil kendine mahsus Ege Denizi’ndeki adalardan sadece bine yakınının bir ismi vardır ve 100 kadarı meskûndur. Anadolu’dan ayrılmış irili ufaklı Ege adaları asırlarca İtalyanların elinde kaldıktan sonra, Osmanlılar tarafından peyderpey fethedildi. Ahalisinin çoğu Rum idi.
Ege adalarının 12 Adalar diye bilinen güneydeki parçası, 1911’de İtalyanlar tarafından işgal edildi. İstanpula (Stampalia), Rodos, Herke (Kharki), Patmos, Leros, Kalimnos, Kerpe (Karpatos), Piskopi, Kaşot (Kasos), İncirli (Nissiros), Lipsos, Simi ve nihayet İstanköy (Kerme) düştü.
15 Ekim 1912 tarihinde İsviçre’de Lozan yakınındaki Uşi’de imzalanan sulh antlaşması, Osmanlıların Libya’yı; İtalyanların da 12 Ada’yı boşaltmasını hükme bağlıyordu. Buna rağmen Balkan Harbi’ni ve Yunanların adaları işgal edebileceğini bahane eden İtalyanlar, adaları boşaltmadı.
12 Ada haricindeki bütün Ege Adaları da aynı sene Balkan Harbi vesilesiyle Yunanlar tarafından işgal edildi. 14 Kasım 1913 tarihli Atina Muahedesi ile Ege adalarının geleceği Düvel-i Muazzama’nın kararına bırakıldı. Londra’da toplanan büyük devletlerin murahhasları, 13 Şubat 1914’te Bozcaada, Gökçeada ve Meis hâricindeki bütün Ege Adaları’nı Yunanistan’a bıraktı.
Lozan
Lozan Antlaşması’nda, Türk delegeleri, iyi-kötü hak iddia edebilecek pozisyonda iken, yani ellerinde bu iddiayı destekleyecek hukukî kozlar varken, Anadolu’ya 19 km mesafedeki Rodos üzerinde fazla münakaşaya girmedi. Türk-Yunan Harbi’nde ve Lozan müzakerelerinde İtalyanların hep Ankara’yı desteklemelerinin bir mükâfatı olmalıydı.
Lozan’ın siyasî mevadda dair birinci kısmının 15. maddesiyle, Türkiye, adalar üzerindeki haklarından vazgeçti. Yani 12 Ada’da fiilen 1912’ye kadar fiilen devam eden Türk hâkimiyeti, Lozan’da resmen sona erdi. Bu adaların silahsızlandırılacağı da Lozan’da kararlaştırıldı.
Aksine hüküm olmadıkça, Anadolu sahillerine 3 milden daha yakın adaların Türkiye’ye ait olacağı meselesini çözmek üzere 1932’de İtalya ile bir mukavele imzalandı. Anadolu’ya 2 km mesafedeki Meis ile Anadolu arasında kalan 30 adadan 19’u Türkiye’ye, 11’i İtalya’ya verildi.
Verelim mi vermeyelim mi
Almanya’ya sempati duysa bile, II. Cihan Harbi’nde güya tarafsız kalan Ankara, Almanların müttefiki İtalyanların, 12 Adalar’a askerî tahşidat (yığınak) yapmasından tedirgin oldu.
Bundan da Türkiye’yi harbe sürüklemeye çalışan Almanya’nın Ankara sefiri Franz Von Papen endişelendi; Hitler ile dışişleri bakanı Ribbentrop’a, 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesi için İtalya’ya baskı yapmalarını teklif etti. İtalya ile mesele çıkarmak istemeyen Ankara ve Berlin bu teklife kulak asmadı.
Şubat 1941’de İngilizler Meis adasını işgal etti. Böylece 12 Adalar’ı kontrol altında tutabilecekti. Almanlar da Yunanistan’a ait bulunan Ege adalarını işgal etti. Ege suları iyice kızıştı. İngiltere’nin bu fiyaskosu, Türkiye’nin harbe girme projesini zayıflattı.
Bu arada Stalin, 1941 sonunda İngiltere dışişleri bakanı Anthony Eden’e 12 Adalar’ın Türkiye’ye bırakılmasını teklif etti. Stalin’in karşılıksız bir şey vermeyeceğini bilen Ankara sessiz kaldı. Bu karşılık, harbe girmekti. Zaten İngiltere ve Amerika teklifi kabul etmedi.
Gayretkeş Von Papen
1943’de Mussolini’nin devrilmesinden sonra, Rodos ve 12 Adaları işgal eden Almanlar, Yahudi nüfusu yok etti. Şehir, bombardımanda çok zarar gördü. Ankara’nın, dibinde cereyan eden bu hadiselere seyirci kalması, Alman hükûmetini Türkiye’nin kendi yanlarında harbe gireceği istikametinde ümitlendirdi. Öyle ki Franz von Papen, 25 Eylül 1943’te 12 Adalar’ın Türkiye’ye verilmesini tekrar teklif etti. Mağlubiyet kıskacındaki İtalya bazı şartlarla buna razı oldu. Ancak İnönü, İngiltere ve Yunanistan ile ihtilafa düşüleceği endişesiyle bu şartları kabul etmedi.
Almanlar 1944 sonunda çekilirken, 12 Ada’yı Yunanların eline geçmesin diye Türkiye’ye devretmek istedi. Ancak zamanın hükûmeti buna yanaşmadı. Bu teklifi kabul için artık hem hukukî bir zemin, hem de kâfi kuvvet yoktu. Almanların bu teklifini kabul etmek demek, başta hızla Balkanları işgal eden Rusya olmak üzere müttefiklerin büyük reaksiyonuna sebebiyet verirdi. Üstelik İngiltere, adalara kendi ihtiyacı olduğunu Ankara’ya söylemişti.
Hakiki sebep
Harb sonrasında, adalar halkı, Yunanistan’a bağlanmak istedi. İngiltere, 12 Adalar’ı Yunanistan’a vermek istediğini beyan etti. Tevfik Rüştü Aras ise 12 Adalar’a otonomi verilmesini; halk isterse Yunanistan’a bağlanabileceğini ileri sürdü. Halkın çoğu Rum olduğu için, bundan tabii ne olabilirdi. Hem böylece Türkiye ile Yunanistan dostluğu da pekişmiş olacaktı. Türkiye dışişleri bakanının bu teklifi hayretle karşılandı.
1946 yılında Paris Konferansı’na Türkiye de resmen davet edilmişti. Ancak İnönü, konferansa katılmak istemedi. Böylece, Türkiye’nin, harbe girmediği için, neticesinde de bir menfaat gütmediğini göstermek istiyordu.
10 Şubat 1947’de İtalya’nın Paris Antlaşması’nı imzalaması üzerine 12 Adalar silahsızlandırılmak şartıyla Yunanistan’a bırakıldı. Bu karar Türkiye’de memnuniyetle karşılandı. Ankara, 5 gün sonra bu statüyü tanıdı. Adaları işgal eden İngilizler, 1948’de Yunanistan’a harb tazminatı mukabili olarak devretti. 12 Ada, Genç Yunanistan’ın en son kazandığı topraktır.
II. Cihan Harbi esnasında Yunan Kralı II. Yorgos sürgünde yaşamış; 1946’da tahtına dönmüştü. Ertesi sene vefat edip tahta kardeşi Pavlos geçti. Yeni kral millî birlikten mahrum kargaşa içinde bir ülkenin hükümdarı oldu. Komünistler kuzeyde Epir’deki Koniçe’de Rus peyki bir hükûmet kurmuştu. Batı Bloku, Sovyetlere karşı Kral’ı takviye etmek ve memleketin Rus peykine dönüşmesini önlemek için Rodos ve 12 Ada’yı Yunanistan’a verdiler.
Kutu
Kurt politikacı
Yıllar sonra muhalefet, 12 Adalar’ı almak imkânı varken almadığı ve çekingen bir dış politika takip ettiği için zamanın hükûmet reisi İnönü’yü suçladılar. 1972’de dışişleri bakanı Çağlayangil, Ankara’nın 12 Adalar’ın görüşüleceği konferansa 2 defa çağrıldığını, İngilizlerin üçüncüde “bari bir müşahit gönderin” dediğini, ancak hükûmetin bunlara cevap vermediğini iddia etti.
1976 senesinde dışişleri bakanlığı umumi kâtibi Feridun Cemal Erkin, Paris Konferansı’na Türkiye’nin bizzat davet edildiğini; ancak İnönü hükûmetinin “Harbin dışında kaldığımız için, harb ganimetlerinden pay alma hakkımız yoktur” diyerek teklifi reddettiğini; konferansa katılınmış olsaydı, Türkiye’ye yakın adalardan bazıların alma imkânı olacağını; zira sınırların nüfusa göre çizilemeyeceğini söyledi.
12 Adalar, kimine göre İnönü’nün kayıtsızlığı sebebiyle geri alınamamıştır. Kimine göre İnönü burada isabetli davranmış, Almanların tuzağına düşerek başına bela açmaktan kaçınmıştır. İşin esası şudur ki, kurt politikacı İnönü, 12 Adalar’ı alabilseydi, kendisine kaybettiği politik prestiji tekrar kazandıracak bu fırsatı kaçırmazdı.
Kutu
Kurt Dalaşı
12 Adalar’ın ehemmiyeti, Yunanistan için değil, ama Türkiye için stratejik mevkiinden gelir. Emperyalist bir devletin eline geçip, Orta Doğu ve Asya’daki harekâtlar için üs olarak kullanılması tehlikesi Türkiye’yi ürkütmektedir.
12 Adalar’ın ehemmiyeti, 1970’li yıllarda kıta sahanlığı meselesi sebebiyle tekrar mevzubahis oldu. Bir memleketin sahillerinden jeolojik olarak deniz altındaki meyilli uzantısına kıta sahanlığı denir. Beldeden beldeye değişen bu mıntıka, maden cihetiyle ehemmiyetlidir. İrili ufaklı adaların kıta sahanlığının olup olmadığı problemlidir. Zira bunlar, bir kıtanın uzantısıdır. Nitekim Adalet Divanı, Manş Denizi’ndeki Chanell Adaları’nın kıta sahanlığının değil, sadece karasularının olabileceği kararını vermiştir.
Bir ülke sahilinden denize doğru en fazla 12 mile kadar olan mıntıkaya karasuları denir. Bu mıntıkada o devlet hâkimdir ve uzunluğunu da kendisi tayin eder. Lozan’da 3 mil olarak tayin edilen karasularını, Yunanistan 1936’da, Türkiye ise 1964’te 6 mile çıkarmıştır. Böylece Ege’nin %40’ı Yunanistan karasularına dâhildir.
Ege’de karasularının 12 mile çıkarılması teşebbüsü, Yunanistan ile Türkiye arasında hep bir problem olmuştur. Bu takdirde Türk tayyarelerinin uçuşu ve balıkçıların avlanması tahdide uğrayacaktır.
Karasularından itibaren 200 mile kadar uzanan mıntıkaya münhasır ekonomik bölge deniyor. Kıta sahanlığında kendiliğinden istifade edebilen bir devlet, ancak ilan etmek şartıyla böyle bir bölgeden faydalanabilir.
Ege’nin kuzeyinde petrol ve gaz sondajı sebebiyle 1970’lerden itibaren iki memleketin arası gayet gergindir. 1973’te Çandarlı muhribinin, 1976’da MTA’ya ait Hora sismik araştırma gemisinin, 1987’de Piri Reis gemisinin Ege’ye açılmasıyla sık sık harbin eşiğine kadar gelinen krizler yaşanmış; bir türlü Lahey Adalet Divanı’na götürülemeyen ihtilaf, kangren olmuştur.
1988’de Turgut Özal ve Andreas Papandreu’nun önayak olduğu sulh kısa sürmüş; Muğla’nın birkaç km açığındaki Kardak kayalarının kime ait olduğuna dair çıkan kriz, ABD ve NATO’nun araya girmesiyle çözüldü
.
İRAN’DA DARBE ve PARA DOLU BİSKÜVİ KUTULARI
24 Ağustos 2020 02:00
İran’da petrolün bulunması, Orta Doğu’da ekonomik bir inkılap olmuştur. Artık Churchill’in tabiriyle; “Her damla petrol için, bir damla kan dökülecektir.”
Geçenlerde eski bir İngiliz ajanının, MI6’in Kıbrıs’taki İran istasyon şefi Norman Darbyshire’ın 1985’te verip neşredilmeyen, şimdi ortaya çıkan mülakatı, 1953 senesinde İran başbakanı Musaddık’ın devrilmesi ve Şah’ın tekrar tahtına dönüşünü temin eden darbenin arkasında İngiltere’nin rolünü ifşa etti. İngiltere, darbeye katılması için ABD’yi ikna etmiş; İran parlamentosu mensuplarına bisküvi kutularına saklanan paralarla rüşvet vermişti.
Tac’ın İncisi’nin Eşiği
Bu, ehli için şaşırtıcı değildi elbette. İngiltere’nin İran’a alakası eskidir. 1600’de kurulan Doğu Hindistan Şirketi, İngiltere’nin Asya politikasında çok mühim bir rol oynamıştır. Esas çalışma üssü Hindistan olan şirket, 1616’da İran’da ve 1640’ta da Osmanlı hâkimiyetindeki Basra’da birer ticari depo açtı. Basra da ayrıca İngiliz tüccarını koruyup kollamak üzere İngiltere’nin bir konsolosu vardı.
İran, Tac’ın İncisi Hindistan’ın eşiği olmak itibarıyla mühimdi. Buraya hep Fars kültürünü iyi bilen, tecrübeli ve arkeolojiye meraklı diplomatlar gönderdi. Buradaki gayrimüslimlerin hâmisi rolünü üstlendi. Emperyalizminin belki de tek hoş tarafı olarak, arkeolojik çalışmalar yapmak suretiyle toprak altındaki Şark kültürünün ortaya çıkmasına yardımcı oldu.
XX. yüzyılda Orta Doğu’da yaşanan değişim-dönüşümdeki en mühim faktör, 1908’de İran’da ilk petrol kaynaklarının bulunmasıyla yaşanan ekonomik inkılap olmuştur. %51 hissesi İngiltere’ye ait Anglo-Iranian Oil Company İran ve Irak’ta faaliyet gösteriyordu. Churchill’in “Her damla petrol için, bir damla kan dökmek” (To shed a drop of blood for every drop of oil) sözü meşhurdur.
İran tahtında ilk Fars
I. Cihan Harbi’nde Türk, Rus ve İngiliz mücadelesine sahne olan İran, 1919’da Türk ve Rusların çekilmesiyle tamamen İngiliz nüfuzuna girdi. 1921’de Sovyet yanlısı bir darbe ile Rıza Pehlevi diktatör oldu. 1925’te de Kaçar hanedanını tahttan indirerek kendisini Şah ilan etti. böylece VII. asırda Müslüman Arapların fethinden beri ilk defa İran’da iktidara Fars ırkından biri geçiyordu.
Şah, memleketi, hayranı olduğu komşusu Türkiye’ye benzer şekilde reforma tabi tuttu. Ancak ülkeye sızan Alman nüfuzuna engel olmayı reddettiği için 1941’de İngiliz ve Ruslarca tahttan indirilip sürgüne gönderildi; tahta genç oğlu Muhammed Rıza çıkarıldı.
“Britanya’nın Âli Menfaatleri”
II. Cihan Harbinin ardından ve Soğuk Savaş devrinde İngiltere Orta Doğu’daki yerini yavaş yavaş ABD’ye devretse de, “Britanya'nın âli menfaatleri” çerçevesinde mıntıkanın güçlü bir aktörü olmaktan asla vazgeçmedi. Sovyet korkusu sebebiyle ülkedeki Komünistleri baskı altında tutan Şah’a karşı solcu cephe kuruldu; hatta suikastlar tertiplendi. Hanedana ait toprakları halka devretmek istediyse de, bu galeyanı engelleyemedi.
Şah, Sovyet desteği ile sokaklara dökülen halkı teskin için Nisan 1951’de Musaddık’ı başbakan yaptı. 70 yaşındaki hukukçu Musaddık, İsviçre’de okumuştu. Kacar hanedanıyla akraba idi. Bayılmalarla biten öfke nöbetlerine rağmen, hem milliyetçi, hem sosyalist, hem de dindar bir Şii gibi görünerek kitleleri kendisine bağlamayı bildi. Sık sık pijamalarıyla görünerek samimi bir imaj vermeye çalışan eksantrik bir politikacıydı.
Musaddık’ın ilk icraatı, sonradan BP ismini alacak olan, İngiltere’nin denizaşırı en büyük yatırımı Anglo-Iran Petrol şirketini devletleştirmek oldu. İran’ın tamamen Sovyet tesirine gireceğinden endişelenen İngiltere, İran ekonomisini çökertmek yolunda aktif politika takip etti.
Ekonomik ambargo, limanların ablukası, milletlerarası platforma şikâyet, para etmedi. Mayıs 1952’de Musaddık, diplomatlarını sınır dışı ettiği İngiltere ile münasebeti kesti. ABD Başkanı Truman, Londra’nın darbe teklifine sıcak bakmadı.
İran’ı aklıselime Davet
Giderek bir diktatör olan Musaddık, arkasındaki desteği kaybetti. Petrol artık İran’ın idi, ama satma imkânı yoktu. Üç sene petrol gelirinden mahrum kalan ülke, ekonomik krize düştü. Musaddık, önce senatoyu, ardından anayasa mahkemesini kapatıp örfi idare ilan etti.
Bunun üzerine Churchill ile Eisenhover anlaşıp, 13 Ağustos 1953’te Musaddık’ı devirdi. CIA’dan Kermit Roosevelt (eski başkanlardan Theodore Roosevelt’in torunu) bu işin ABD ayağını yürüttü. Yapılan darbe değil, “İran’ı aklıselime davet” idi.
Ancak Musaddık direndi; hatta Şah, ailesiyle memleketi terk etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine general Zahidi kumandasındaki ordu Tahran’da kontrolü ele alınca Şah döndü. Musaddık tutuklandı. Vatana hıyanetten 14 yıl ev hapsine mahkûm oldu.
Musaddık’ı kaderi, iktidara geldiği gün belli olmuştu. Artık petrol, İngiliz, Amerikan, Hollanda ve Fransız firmalarından müteşekkil bir konsorsiyum tarafından, İran Millî Petrol Şirketi adına çıkarılacaktı. Darbe, İngiltere’ye 1,5 milyon sterline mal oldu.
Krallar ve Paşalar
Şah devrinde, İran’da, İngiltere yerine ABD tesirli oldu. ABD Savunma Bakanı Acheson’un, “İngiltere’nin Krallar ve Paşalarla Orta Doğu’yu kontrol etme devri geçti” sözü meşhurdur. Bununla beraber Orta Doğu’yu iyi tanımayan ABD, hiçbir zaman İngiltere’nin mıntıkadaki tecrübesine ve kurnaz politikasına erişemediği için, çok zaman işi eline yüzüne bulaştırmıştır.
Şah, memleketini ekonomik, sosyal ve siyasi cihetle kalkındırmaya hasretti. 1963’te Fransa ve Sovyetlerin desteğiyle başlayan ikinci bir muhalefet dalgası, hareketin lideri Humeyni’nin sınır dışı edilmesiyle söner gibi olduysa da, 1979’da kimsenin beklemediği bir şekilde Şah, tahtını kaybetti. Sovyetlere karşı Yeşil Kuşak kurma hayalindeki ABD, büyük bir toyluk yaptı. Kansere yakalanan Şah’tan ümidini kesip, bu yeni rejimi destekledi. Ama bomba elinde patladı.
Başka bir güce geçit yok!
İngiliz diplomat Woodhouse, İngiltere’nin XVIII. asırdan itibaren takip ettiği Orta Doğu politikasını tek cümlede hülasa etmiştir: “Başka bir gücün Orta Doğu bölgesini İngiliz menfaatleri aleyhine domine etmesini engellemek.”
İngiltere için Orta Doğu ülkeleri 3 kategoridedir: 1-Suudi Arabistan, İran gibi petrol çıkaran ülkeler. 2-Mısır ve Suriye gibi petrol kaynaklarının Batı’ya varmasında rol oynayan transit ülkeler. 3-İsrail, Yemen gibi petrol politikalarına dâhil olmayan ülkeler. İngiltere’nin Orta Doğu politikası da buna göre şekillenir.
Soğuk Savaş devrinde Bağdat Paktı ve CENTO (Central Treaty Organization-Merkezi Antlaşma Teşkilatı) vasıtasıyla mıntıkada tesirini arttırmak istedi. Bunlar, İngiltere, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve Birleşik Krallık arasında, Sovyetler’in Orta Doğu’daki nüfuzunu kırmaya müteveccih güvenlik ve savunma teşkilatıdır. İngiltere, 1970’lerde petrol ihtiyacının %45’ini bu mıntıkadan karşılıyordu
İran’daki Şii ihtilalinden sonra bu teşkilatların tesiri azalmıştır. Buna mukabil Türkiye’nin stratejik ehemmiyeti İngiltere’nin gözünde artmıştır. Britanya emperyalizmini tehdit eden Sultan Hamid’in hal’i, saltanat ile hilafetin kaldırılması, zaten Orta Doğu’nun İngiltere tarafından yeniden dizaynının tabii safhalarındandı. Kurulduğu 1923’ten beri en ufak bir siyasi kriz yaşamadığı Türkiye’yi her platformda desteklemiştir. ABD’ye benzer şekilde, Türkiye’nin klasik Batı merkezli dış politikasının devamı gereğince, ne ülkede yaşanan askerî darbelere, ne de sert sosyal politikalara ses çıkarmış; Ankara’yı Batı mahrekinde tutmak için çeşitli tavizler bile vermiştir. Türkiye’nin AB’ye girmesini en çok destekleyen, İngiltere olmuştur.
.
“DİRİ DİRİ GÖMÜLEN” PADİŞAH MASALI
31 Ağustos 2020 02:00
Sultan I. Mahmud’un diri diri gömüldüğü; bundan haberdar olduğu hâlde yeni padişahın kılını kıpırdatmaması bir şehir efsanesi hâlini almıştır...
Sultan I. Mahmud, 1754 senesinde hasta hasta çıktığı cuma namazı dönüşü attan düşerek komaya girdi; iki senedir devam eden hastalıktan dolayı vefat etti. Tabiplerin camiye gitmemesi hususundaki ikazlarını dinlemedi; tarihçilerin tabiriyle “hem dinî hem de siyasi vazifesini yerine getirmekten çekinmeyip, bir manada büyük bir fedakârlık yaparak, hanedanının tarihteki karakteristik vasfını ortaya koydu.”
Eminönü’nde Yenicami türbesine babasının yanına defnolundu. Güya başında Kur’ân-ı kerim okuyan hafız, gece mezardan sesler geldiğini işitmiş; hemen koşarak saraya haber vermiş; ancak kızlar ağasının vaziyeti arz ettiği yeni padişah Sultan III. Osman buna kulak asmamış; üstelik hafız da ortadan kaybolmuştur. 1950 senesinde popüler bir tarih mecmuasında mehaz bildirilmeden “saray rivayetlerinden birine göre” diyerek anlatılan bu hadise, yeni eklemelerle dilden dile anlatılagelmiştir.
Miş, imiş!..
Baron de Tott’un hatıralarında, Sultan III. Osman’ın cenaze merasimini anlatırken, Türklerin canlı canlı gömme ihtimalini göz ardı ederek, ölülerini hemen gömdüklerini anlatır. Hatta ölü sanılıp diri gömülen birinin sonradan bağırdığını; fakat bu haberin kendisine ulaştırıldığı imamın oralı olmadığını anlatır.
Muhtemelen mübalağacı Baron’un anlattığı ve bu hikâye, Sultan I. Mahmud’a adapte edilmiş; Sultan III. Osman’ın onun kadar popüler olmaması bunda rol oynamış olsa gerektir. Çünkü Baron, Sultan I. Mahmud’un vefatını, Sultan III. Osman’ın vefatı gibi anlatmak hatasına düşer.
Hiçbir ciddi kaynakta geçmeyen, ancak bazı yerlerde Uzunçarşılı’ya mal edilse de, onun eserinde geçmez. Gerçi Uzunçarşılı’nın Sultan III. Osman hakkında hiç de hüsnü zannı yoktur. Padişahı, “Asabi, zayıf karakterli, sabırsız ve son derece de mütecessis” olarak tavsif eden Baron de Tott’a inanır. Rüşvetten katiyen nefret ettiğini söyler; ama buna dair aldığı tedbirleri kusur sayar. Padişahın cömertliğine dair tarihçi Vâsıf’ın sözünü reddeder; padişahı hasislikle itham eder.

Nuruosmaniye Camii
İnsaflı ecnebi
Modern Türk tarihçilerinin pek sevdiği, sözüne gözü kapalı inandığı Baron de Tott mübalağayı çok sever. Niyazi Berkes’e göre, asıl işi, Fransa tarafından işgal edildiği takdirde Süveyş dolaylarında lazım gelecek topografik bilgileri toplamak olan Baron, İstanbul’da yıllar yılı kalmasına rağmen Türkçeyi doğru dürüst öğrenmemiş; buna rağmen Türklerin ne kadar cahil, sersem, ahlaksız, şeref ve haysiyet hislerinden mahrum olduğunu rahatça iddia edebilmiştir. Beraber yaşadığı kişileri hakir gören, hadiseleri mübalağa eden, icabında yalan söylemekten kaçınmayan ve tarihî hatalar yapan biridir. (The Development of Secularism)
Uzunçarşılı’nın âdetidir; (Evliya Çelebi veya Gelibolulu gibi) her çeşit rivayeti, kendinden beklenmeyecek şekilde tarihi tenkide tabi tutmadan, “-miş imiş” diyerek nakleder. Kimsenin canını yakmamış; azlettiği sadrazamlar hakkında bile siyaset tatbik etmemiş merhametli bir hükümdarı, Baron’a inanarak katillikle itham eder. “Sık sık sadrazam değiştirmesinin sebebi, amcazadesi olan şehzadeleri öldürtmek için imiş” der.
Hâlbuki Lamartine der ki: “Elde delil olmaksızın eceliyle ölen yeğenini [Mehmed’i] zehirleyerek katlettiği söylenir. Kendisinin hiç çocuğu olmamıştır. Böyle bir hareketin ileride ona bir menfaati düşünülemezdi. Bunun hakikatle uzaktan yakından alakası yoktur.” Zaten 40 gün sonra padişah ölüp, tahta Mehmed’in kardeşi Mustafa geçti. Ne yazık ki, Lamartine, Uzunçarşılı’dan mantıklı ve insaflıdır.
Adı çıkmış
İşin aslı şudur ki, Sultan III. Osman, ağabeyi Sultan I. Mahmud ayarında parlak bir şahsiyet değildi. Asabi mizaçlı idi; kimseye itimat etmezdi. Tez canlı idi. Bununla beraber, bundan süratle dönmesini bilecek kadar alicenap idi. Sadarette sık değişiklikler yapmakla beraber, daima güzel ahlakı, malumatı, yüksek vasıflı zevatı işbaşına getirmeğe çalışmıştır.
Çok iktisatlı olduğu için, adı cimriye çıkmıştı. Rüşvetten ve yalandan nefret ederdi. Bu sebeple hasmı çoktu. Tarihlerde, son derece dindar, hayâ sahibi, fukaraperver olduğu anlatılır. Sık sık tebdil gezerek halkla konuşmaktan hoşlanır, ahalinin alışveriş ettiği sokak satıcılarının sattıkları şeylerden alarak, onların fikirlerini yoklar; milletin telakkilerine çok ehemmiyet verirmiş.
Uğursuz mu?
Sultan III. Osman çok dindardı. Sarayda yürürken, kadınların işitip odalarına çekilmeleri için pabucuna demir çaktırdığı anlatılır. Ağabeyi zamanında başlanan Nuruosmaniye Camii’ni tamamladı; kitaplarını da buraya vakfetti. Bugün hâlâ ayaktaki Ahırkapı Feneri onun zamanından kalmadır.
Tahta geçtiği zaman, çalgıcılara bekledikleri itibarı göstermemesi; sur içindeki meyhaneleri kapattırması; kadınların açık ve süslü elbiselerle gezmemesine dair fermanlar neşretmesi modernistlerin pek hoşuna gitmez.
Kısa süren saltanatında hiç harp olmamış; ancak yangınlar, veba ve Haliç’i donduran soğuk kış, milletin iflahını kesmişti. Eski zamanlarda bütün felaketlerden idareciler, ezcümle hükümdar mesul tutulduğu gibi, cahiller de padişahın uğursuzluğuna inanmıştır.
Bu sebeple Osmanlı tarihinde maalesef haksız yere menfi bir intiba uyandırmıştır. Adı geçen dedikodu da, padişahı, gözünü iktidar hırsı bürümüş bir gaddar gibi göstermek çabasından ibarettir.
ÖLÜ SANILIP DİRİ GÖMÜLENLER
Seneler evvel Adli Tıp dersinde yalancı ölümler bahsini okumuştuk. Hayat emarelerinin bir veya birkaçının yavaş yavaş durması hâlinde yalancı ölümden (apparent death) söz edilir. İç ve dış kanama, zehirlenme, kafa travması, kloroformla uyutma, donma, yıldırım ve elektrik çarpması, inhibisyon (şok) hâllerinde görülür. En çok da yenidoğan bebeklerde olur. Ender rastlanır; ama çok sayıda efsaneye mevzu olmuştur.
Meşhur âlimlerden Bediüzzaman Hemedânî’nin 398’de Herat’ta zehirlenerek vefat edip gömüldüğünü; gece ayılıp bağırdığını; sesi duyulup mezar açılıncaya kadar kabir şiddetinden yüz üstü düşerek vefat ettiğini İbn Hallikan anlatır. Tarihçi Medzoplu Toma’ya göre Emîr Timur da ölü sanılıp diri gömülenlerdendir. Kabrinden gelen kurt uluması gibi sesler bir zaman kesilmemiştir.
Esasen ölüyü hemen defnetmek sünnet ise de, füc’eten (aniden) vefat edenleri bir gün ve gece bekletmekte mahzur yoktur. Yıllar evvel bir mecmuada Ölü Sanılıp Diri Gömülenler başlıklı korkutucu bir tefrika neşredilmişti. Bir ahbabımızın babasının adı Ahretlik Hüseyin Efendi idi. Bu lakabın sebebini sorduğumda, musallada namazı kılınırken dirildiğini; yıllarca yaşadığını söylediler.
Ölüm efsaneleri
Fransa’da Winslow adında bir yazar, 1740’ta ölü sanılıp tabuta konmuş; dehşet içinde uyanınca, yaşadıklarını yazdıktan sonra 20 yıl yaşamıştır. Dr. Jean Bruhier d’Ablincourt, 1742 senesinde 122 adet yalancı ölüm efsanesi toplamış; herkesi korkuya düşürmüştür.
Meseleyle yakından alakadar olan Fransız Dr. Bouchut da 87 hikâyeden bahseder. Napoléon’un Rusya bozgunu esnasında bir general, başına aldığı bir yaradan dolayı ölüp gömülmüş; yaveri kendisini defnettikten 2 saat sonra uyanmıştı. General yaşamış; hatta kendisini bulan yaverinin cenazesinde bulunmuştu.
1845’teki bir isyanda öldürülenleri, Kral Louis Philippe görmesin diye sarayın bahçesine alelacele gömmüşler; Kral geçerken bunlardan biri dirilip çıkınca herkesi dehşete düşürmüştü.
Mezarda alarm
1792’de Almanya, İtalya, Fransa gibi memleketlerde hususi cenaze bekletme odaları (orbitoire) yapılmıştı. Almanya’da Weimar’daki çok meşhurdu. Cenaze bu odaya konup, ellerine ve ayaklarına, kımıldayınca dışarıdaki çanı veya zili çalan ipler bağlanırdı.
1900 senelerinde İngiltere’de, eski Roma’da olduğu gibi, ceset 6-11 gün bekletilmek suretiyle taaffün (kokuşma) meydana gelince gömülürdü. Yalancı ölüm korkusu sebebiyle Fransa’da 1923 senesinde öldükten sonra başının kesilerek gömülmesini vasiyet etmek moda olmuştu.
1948’de Paris şehir meclisi azası Huet, mevzunun ehemmiyetini bir celsede dile getirmiş, Paris hududu dâhilinde senede beş yüzde bir kişinin diri gömüldüğünü söylemişti. Fransız Medeni Kanunu’nun 78. maddesi, cesetlerin ölümünden sonra 24 saat bekletilmeden gömülemeyeceğine dair hüküm getirmiştir.
.
Yeni Tarz Müstemlekecilik 1919 DÜNYASINDA AMERİKAN MANDASI
7 Eylül 2020 02:00
1919’da Ankara hareketinin en mühim simaları Amerikan mandasına taraftardı. İsmet İnönü, arkadaşı Kazım Karabekir’e yazdığı mektupta “Yaşamak için tek çare Amerikan mandasıdır” diyordu…
1919’un ilk yarısında İngilizler; Boğazlar, Anadolu ve Kafkasya’da bir Amerikan mandasına taraftardı. Zira sulh antlaşmasında Amerika’nın da taraf olması, İngiltere’nin işine gelirdi.
Musul petrollerinin paylaşılması yüzünden İngiltere’nin Fransa ile arası gergindi. Mıntıkaya 2,5 milyon asker gönderen ve 250 bin kayıp veren İngiltere’ye mukabil, Fransa’nın Çanakkale haricinde pek bir kaybı yoktu. Buna rağmen Fransa, Irak ve Filistin karşılığında, Romanya, Mezopotamya, Kafkasya ve İran’da bulunan petrol havzalarından hisse istiyordu.
İngiliz genelkurmayı, Orta Doğu’daki menfaatleri cihetiyle Sykes-Picot anlaşmasını artık zararlı buluyor; Lord Curzon, Fransa’nın istikbalde en korkulacak devlet olduğunu söylüyordu. İtalyanlar, öteden beri göz koydukları İzmir’e Yunanlıları çıkarttığı için İngiltere ve Fransa’ya kırgındı.
Ama esas tehdit, daha da güçlenip Kafkasya’yı ele geçirebilecek olan Sovyetler idi. Amerika, Kafkasya petrolleri mukabilinde, Orta Doğu petrollerinden uzak tutulmuş olacak; Anadolu da Rus tehdidinden kurtulacaktı.
İşte Amerikan mandası bütün bunlara çare idi. Ankara hareketinin önünü açan, müttefiklerin böylece birbirine düşmesidir. Öte yandan Ankara hareketi, müttefiklerin arasındaki rekabeti daha da keskinleştirmiştir.
Yaşamak için tek çare
Amerika, mıntıkadaki menfaatlerini muhafaza için, Türk dostu diye tanınan Amiral Bristol’ü 6 Ocak 1919 tarihinde İstanbul’a gönderdi. Bristol, hem manda hakkında ön tahkikat yapacak, hem de bir denge siyaseti kuracaktı.
Yıldırım Orduları Kumandanı’nın Padişah’a tavsiye ettiği Sadrazam Ahmed İzzet Paşa, manda taraftarıydı ve Bristol ile yakın temastaydı. Kendisinin ordu müfettişi sıfatıyla Anadolu’ya geçişini organize eden Cevat Çobanlı Paşa da manda taraftarıydı.
İsmet İnönü, mandaya soğuk duran yakın arkadaşı Kazım Karabekir’e “Yaşamak için tek çare Amerikan mandasıdır” diye mektup yazıp Erzurum’a göndermişti. Mektubu götüren Saffet Arıkan, başka çare olmadığını, manda olmaksızın, devletin hayatiyetinin temin edilemeyeceğini anlattı. (Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, I/256, 267)
Rica ederim
Saltanat şûrasında açıkça Amerikan mandası tavsiye eden Rauf Ahmed Bey’e, Sadrazam Damat Ferid Paşa “Rica ederim, himaye mevzubahis olamaz” diye cevap vermişti. (Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, I/205)
Amerikan General Harbord’un gelişinden hemen sonra bir beyanname neşreden İngiliz Muhibleri Cemiyeti, “İngiltere’nin desteğine evet, ama mandasına açıkça hayır” diyordu. (Seçil Akgün, General Harbord’un Anadolu Gezisi ve Ermeni Meselesine Dair Raporu, İstanbul, 1981, s. 81).
Yeni dünya düzeni
Başkan Wilson, güya kalıcı sulhu temin maksadıyla, her milletin kendini idare etmesi esasına dayalı Wilson Prensipleri’ni ortaya atmıştı. Aslında bu, imparatorlukları yıkan, an’aneleri altüst eden, yeni dünya düzeninin habercisi ulus-devlet projesinden başka bir şey değildi.
Amerikan mandasını müdafaa eden ve Sultanahmed mitinglerini tertipleyen Wilson Prensipleri Cemiyeti, 5 Aralık 1918’de Wilson’a bir mektup göndererek, 15-25 sene sürecek bir manda talebinde bulundular.
Böylece Batı’ya karşı olmadan Batı’nın emperyalist emelleriyle mücadele edilebilecekti. Amerika’nın memlekete hakiki manada iktisat ve fikir hürriyeti getireceği düşünülüyordu.
Yahya Kemal’in, “Koca saltanatı bir mandaya değişmek” diyerek alay ettiği Cemiyet’in meşhur âzâları Halide Edib Adıvar, Kara Vasıf, Refet Bele, Bekir Sami Kunduh, Ahmed Emin Yalman, Yunus Nadi, Necmeddin Sadık, sonradan Ankara hareketinin kadrosunu teşkil etmiştir.
Erzurum’da ağız yoklama
Erzurum Kongresi’nde bu hususta bir ağız yoklandıysa da, akıllarına Ermeni talepleri gelen şarklı delegeler reaksiyon gösterdi. Kongre kararlarının 7. maddesinde fen, sanat ve ekonomik cihetle muhtaç olunduğu cihetle, istiklal ve tamamiyete halel gelmeden, herhangi bir devletin yardımının hoşnutlukla karşılanacağı hükmü yer alır. (Kinross, I/295)
Nutuk’ta bunun manda manasına gelmediği uzun izaha çalışılır. Mamafih Amerikan mandası, Sivas Kongresi’nde de dile getirilmiş; münakaşalar sürpriz bir şekilde neticelenmiştir. Bunu inşallah gelecek yazıda ele alalım…
İnsani müstemlekecilik!
İlk defa 16 Aralık 1918’de Paris Konferansı’nda ortaya atılan ve Milletler Cemiyeti Mukavelesi’nin 22. maddesinde tanzim olunan manda (mandate), protektora; güçlü/galip bir devletin, kendi kendini idare edemeyecek güçsüz/mağlup bir devleti muvakkat bir zaman Cemiyet-i Akvam (Birleşmiş Milletler) namına himayesi altında tutması demektir.
Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak 25 sene kadar resmen ve fiilen Fransa ve İngiliz mandasında kalmıştır. Afrika’da Tanganika, Ruanda, Togo, Namibia manda idaresinde kaldılar. Bu, insani görünen müstemlekecilikten başka bir şey değildi.
Wilson’un 3 Haziran 1919’da Anadolu’ya gönderdiği resmî heyet, mandanın maliyetli olacağına dikkat çekiyordu. Aslında Wilson, Avrupa’daki varlığını zararlı gördüğü Türklerin İstanbul’dan çıkarılmalarını; Türkiye’nin üç kısma ayrılmasını, İstanbul’da Vatikan statüsünde “Konstantinople Devleti” kurulmasını, şarkta Ermeni ve geri kalanında da Türk yurdu kurulmasını düşünüyordu.
Hâlbuki harbden önce, ne olursa olsun, Osmanlı İmparatorluğu’nun asla parçalanmayacağı görüşünde olduğunu söylemişti. Politika, böyle bir şeydir. Wilson, sulhu askıya almak ve İzmir’in işgalini temin etmekle aslında tarihte çok menfi bir rol oynamıştır.
ABD’nin en kötü/zararlı başkanlarından biri olan Wilson, Senato’dan Anadolu’ya asker gönderme salahiyeti talep etti; ama reddedildi. Bu sebeple İstanbul hükûmeti kendisinden ümidi keserek, İngiltere’ye yakınlaşmaya mecbur kalmıştır…
.jpg)
.
.
MANDA MÜNAKAŞALARINA SON NOKTA: SİVAS KONGRESİ
14 Eylül 2020 02:00
Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası üzerine ateşli münakaşalar olmuş; neticede sürpriz bir karar çıkmıştır.
Ağır bir mağlubiyetle neticelenen I. Cihan Harbi sonrasında, müttefiklerin emellerinden endişe eden bazıları, savaşılmamış bir düşman olan Amerika’nın mandasına bel bağlamışlardı. İsmet İnönü’den Halide Edib’e kadar, Anadolu hareketinin öncülerinin çoğu bu fikirdeydi.
Hatta Kazım Karabekir’e inanmak caizse, kendisi hariç herkes mandacıydı; hatta hareketin lideri bile, “Şu Amerikalılar manda mıdır, nedir, bir an evvel kabul etseler de memleket de, millet de bu herc-ü mercden kurtulsa” demek mecburiyetinde kalmıştır (İstiklâl Harbimiz, İst. 1960, Vesikalar)
Nitekim bir dizi röportaj verdiği Chicago Daily News muhabiri/istihbarat ajanı Louis Edgar Browne, siyasî değil, ama sosyal ve ekonomik manda manasına gelen bir statüyü kabul edip etmeyeceklerini kendisinden öğrenmek istedi. O ise, “Amerika’nın kabul edeceğine dair garanti verirseniz evet. Aksi takdirde böyle bir mesuliyeti üzerime alamam” dedi. Başkan Wilson’un manda komisyonu reisi Mr. Crane’in adamı olan ve Sivas Kongresi’ne de katılan Browne, bunda tereddütleri bulunduğunu söyledi. (Lord Kinross, Bir Milletin Doğuşu, I/296)
Mandaya ışık
Manda meselesi, Erzurum Kongresi’nin teyidi mahiyetinde bulunan ve çağrılan delegelerin çoğunun gelmediği Sivas Kongresi’nde 8 Eylül 1919’da dile getirildi. Uzun konuşan Refet (Bele) Bey dedi ki: “Milletlerin vicdanına hürmetkâr Amerikan mandasının kabulüyle herkesi esir etmek arzusundaki İngilizlerin elinden kurtulacağız…
Manda ile istiklal birbirine engel şeyler değildir. XX. yüzyılda 500 milyon lira borcu, yıkık bir yurdu, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak 10-15 milyon lira geliri olan bir millet, dış yardım olmaksızın yaşayamaz. Aksi takdirde ileride Yunanistan’ın tecavüzüne karşı bile kendimizi koruyamayız. Bundan dolayı Amerikan mandası, her şeyden önce bir kefil ve destek bulmak için lazımdır.”
Rauf (Orbay) Bey ortalama bir konuşma yaptı ve nihayet Amerikan mandasına ışık yakıldı. Sivas Kongresi kararlarının 7. maddesi şöyledir: “Devlet ve milletimizin dâhilî ve hâricî istiklâli ve vatanımızın tamamiyeti mahfuz kalmak şartıyla, 6. maddede musarrah hudud dâhilinde, milliyet esaslarına riayetkâr ve memleketimize karşı istilâ emeli beslemeyen herhangi bir devletin fennî, sınaî ve iktisadî muavenetini memnuniyetle karşılarız.” (Bu devlet Amerika idi elbette.)
Bazıları maddenin mandaya dair olmadığını iddia etmişse de, o zamanın gündemini bilenler bunun ne manaya geldiğini anlar. Böylece açıkça “Mandaya evet” kararı çıktığı hâlde, ufak bir dokunuşla Sivas Kongresi resmî tarihe “Manda ve himaye kabul edilemez” sloganıyla düşmüştür.
Sessiz ve derinden
9 Eylül’de Amerikan Senatosu’na, altında Sivas Millî Kongresi adına Mustafa Kemal, İsmail Fazıl, Rauf Bey’in imzaları bulunan şöyle bir telgraf çekildi: “Sivas Millî Kongresi, Birleşik Amerika Âyân Meclisi’ne (Senato’ya) şu ricada bulunmayı, bugün yine ittifakla kararlaştırmıştır. Âzânızdan mürekkep bir komiteyi Osmanlı İmparatorluğu’nun her köşesine göndermenizi diliyoruz.”
İstanbul’daki ABD yüksek komiseri Amiral Bristol, 14 Ağustos 1919 tarihli raporunda, 9. Ordu Müfettişi’nin İstanbul'daki yakınlarına gönderdiği hususi mektuplarda Amerikan mandasını yeğ tuttuğunu beyan ettiğini; 12 Eylül 1919’da çektiği telgrafta da, Sivas’ta ittifakla Amerikan mandasının kabul edildiğini yazdı.
Petrol denizi
Sivas’ta kongre reisinin tavrı net değildir. Manda hakkında konuşmaları sessizce dinlemiş; lehte veya aleyhte konuşmamıştır. Bunun üzerine Başkan Wilson, Eylül 1919’da General Harbord riyasetinde 46 kişilik bir heyet yollayarak, Anadolu, Kafkasya ve Suriye’de Amerika’nın menfaatleri ve karşılaşacağı mesuliyetler hakkında tetkikat yapmasını istedi.
Heyet, dönüşte verdiği raporda, 5 seneden sonra memleketin kendisini toparlayabileceğini, tren yolları inşaının Amerikan sermayesine faydası olduğunu, bunun Amerika’nın mıntıkada kuvvetini ve itibarını takviye edeceğini, aynı zamanda halkın da âdil bir idareye kavuşacağını hikâye ederek; güneydeki petrol denizinden üstü örtülü bahseder.
Bir taşla iki kuş
Şark’ın Hükümdarı pozisyonundaki Karabekir’in hatıralarında, kendi otoritesini sarsacağı endişesiyle pek ciddiye alınmayan Sivas Kongresi, aslında yakın tarih için zannedildiğinden daha ehemmiyetlidir.
Halifeye sadakat sözleri ile açılan kongrede, İstanbul ile bağlar tamamen koparıldı. Heyet-i Temsiliye adıyla İstanbul’a alternatif muvakkat hükûmet kuruldu. Sivas, saltanat merkezi ile alâkasını kesen ilk vilâyet oldu. Sonra Afyon, Konya ve Eskişehir düşmüştür. Böylece İstanbul’a karşı ilk koz oynanmıştır.
Kongre sırasında Elaziz Vâlisi Miralay Ali Galib Bey’in, İngiliz istihbaratçı Binbaşı Noel ile beraber asker yollayıp kongreyi dağıtacağı haberi yayıldı. İkisinin de tevkifi için üzerlerine bir birlik yollandı. Ali Galib Bey kaçtı; Noel tutuklandıysa da; serbest bırakıldı.
İngilizler, Sadrazam’ın millîci hareketin üzerine yürüme teklifini kabul etmediği gibi, Anadolu’daki birliklerini de geri çekti. İngiltere’nin bu komplosu Ankara hareketinin önünü açmış; millî harekete beklediği fırsatı vermiştir.
İlk diplomatik faaliyet
Heyet-i Temsiliye Reisi, 22 Eylül 1919’da Harbord ve heyeti ile görüştü. Bu mülakat Ankara hareketinin ilk milletlerarası faaliyetidir. Bekir Sami, Rauf ve Rüstem Beylerin hazır bulunduğu bu mülakatta devletin tamamiyetini ve istiklalini, tarafsız bir devletin, yani Amerika’nın himayesi ile temin etmek istendiği söylenerek 24 Eylül’de de buna dair yazılı bir memorandum verildi. Mektup, Browne’a verilmiş ve senatoya teslim edilmiştir. Nutuk’ta bu kısımlar çok örtülü geçer; hatta kongre kararı üzerine Amerika’ya mektup yazılıp yazılmadığını hatırlamadığını söyler.
Göz boyama taktiği
Esasen Wilson, bu fakir topraklar üzerinde bir manda idaresine taraftar değildi; sadece Ermenistan üzerinde bir mandaya gönüllüydü. Kongre bunu reddetti. Böylece Amerikan mandası projesi suya düştü.
Wilson’un hakiki düşüncesini evvelce Browne’dan öğrenen Kemal Paşa’nın tavırlarındaki belirsizliğin sebebi buydu. Üstelik o, İstanbul’da iken temas ettiği İngilizlerin, memleketin istikbali hakkındaki kararlılıklarını iyi anlamıştı. 4 Mart 1921’de Wilson düştü; Amerika içine döndü.
Bazıları Ankara’nın hiçbir zaman manda taraftarı olmadığını, göz boyama taktiği takip ettiğini iddia eder. İngiltere’nin manda taraftarlığı bilindiği için, başta açıkça karşı çıkmamış; Amerikan’ın tavrı net olmadığı için, taraftar da görünmemiştir. Böylece hem manda İngilizlere karşı koz olarak kullanılmış; hem mandacıların gönlü hoş tutulmuş; hem de Amerika’nın malî desteği alınmak istenmiştir. (Doğan Avcıoğlu, Millî Kurtuluş Tarihi, I/12
.
VALİDE SULTANIN ALIŞVERİŞ LİSTESİ
21 Eylül 2020 02:00
1876’dan 1878’e kadar devlet iktidarı bâgîlerin elinde kaldı. Her iki padişahın da saltanatı göstermelik idi. Hele kılıç bile kuşanamayan Sultan V. Murad, hakiki halife bile sayılamaz...
Sosyal medyada üzerinde şu ifadeler yazan bir vesika dolaşıyor: “24 şişe kınakına şarabı [verem tedavisinde kullanılırdı], 300 şişe Bordo şarabı beş franka tanesi [sulandırılarak mide tedavisinde kullanılırdı], 2 anbar Viyana birası anbarı yetmiş frank [bağırsak tedavisinde kullanılırdı], 24 şişe Porto şarabı beheri üç frank, üç düzine sabun beher düzinesi bir lira iki mecidiye, bu numune tütünden altı kantar tütün, ufak fıçı derununda sardalya, lakerda, havyar balık yumurtası, peynir bunları isterim. Bunların parasını nâzır Musa Efendi'den alıp matlub olunan şeyleri gönderin. 11 Temmuz 94 [1878]. Valide Sultan.”
Tamamını bile doğru okuyamadıkları vesikaya, kimi “Osmanlı saray mutfağı her zaman zengindi”, kimi de “Hani Osmanlı bir İslam devletiydi?” diye not düşmüşler. Evvelce “Osmanlı padişahları içki içer miydi?” başlıklı bir yazı neşretmiştik. Bu sebeple şimdi sadece vesika üzerinde durulacaktır.
Hangi Valide Sultan?
Yıldız Arşivi’ne ait olduğu iddia edilen 23 Recep 1295 tarihli kâğıdın ne başında bir antet ve hitap, ne de altında imza ve mühür vardır. Gerçekte kimin yazdığı belli olmayan ve bir meyhanenin mübayaa listesine benzeyen vesika, bir defa Osmanlı Sarayı’na ait resmî bir vesika değildir. Ayrıca arşivden çıkan her vesikanın da, hakikatin ifadesi olmadığını, ehli bilir. Şu hâlde öteden beri padişahların içki içtiğini ispat için çırpınanların heyecanla sarıldıkları bu kâğıt, ne yazık ki bir şey ifade etmez...
İsmi geçen valide sultanın, tahttan indirilip Çırağan Sarayı’nda ikamete tâbi tutulan Sultan V. Murad’ın annesi Şevkefza Kadınefendi olduğu anlaşılıyor. Bu tarihte padişah Sultan II. Abdülhamid’dir. Şevkefza Kadın, artık valide sultan değildir.
Suyun üzerine şato
Oğlunun tahta geçmesi için ciddi uğraşıp kaybetmiş ve beraber saraya kapatılmış olan yarı mecnun eski valide sultan, temin edilmeyeceği belli olan böyle bir talepnameyi kime ve niye yazsın? Rastgele birisinin yazıp, Sultan’ın vehmini tahrik için Yıldız’a arz etmiş olması da muhtemeldir.
Bu sebeple kâğıt, ne Sultan Abdülhamid’i, ne de ailesini alakadar eder. Etse etse, hasta ve aklını kaybettiği için mesul bile sayılmayan eski bir padişahı eder. Vesikayı yayanlar, tarihî kronolojiden haberdar bulunmadıkları için, vesikanın Sultan Hamid Sarayı’na ait olmadığını bile fark edememiş; suyun üzerine şato kurmuşlardır.
Hapiste ziyafet
Bu tarihte Çırağan Sarayı’na giren ve çıkan çok sıkı kontrol altında idi. Her istediklerini elde edebilecek hâlde değildiler. Hatta vaktiyle bu sarayda yaşayanlar, mesela Sultan V. Murad’ın kızı Fatma Sultan, sonradan Çırağan’da iken tavuk yumurtasına bile hasret kaldıklarını anlatırdı; nerede kaldı, balık yumurtası…
Hem mahlu padişahın, hem de annesinin satın alma işine bakan ağaları vardır. Çırağan Sarayı’nın hazine-i hâssadan muayyen bir tahsisatı vardır. Nasıl olur da diplomatlara protokol yemeği mi verecekmiş gibi tantanalı bir liste tanzim edilebilir?
Mal bulmuş mağribi
Sultan V. Murad’ın zevcesi Mevhibe Elâru Kadınefendi’nin vaktiyle Akşam gazetesinde neşredilen hatıratında diyor ki: “Sultan Murad namına mutfağa sarf olunmak üzere hazine-i hâssadan [Sultan Abdülhamid’in hususi servetinden] ayda bin lira tahsis edilmiştir.
Sultan Murad için Yıldız Sarayı’ndan bir tabla yemek geldiği gibi, Şehzade Salâhaddin Efendi’ye de hususî bir tabla gönderilirdi. Elbise gibi şeyler ancak iki senede bir verilirdi; o da hayli patırtı ile...”
Mal bulmuş mağribi gibi bu kâğıdı yayanlar, milleti hakikaten bilgilendirmek istiyorlarsa, mesela, Sultan V. Murad’ın kızı Fehime Sultan’ın ne yediğini anlatsalar daha iyi olmaz mı? Vatanından sürgün edilip, Fransa’da sefalet içinde veremden ölmeden evvel, cariyesi sokaklarda dilenerek hanımına günde bir çorba pişirirdi!..
Sultan Murâd-ı Nâmurâd
Amcasının Avrupa seyahati sırasında nezaket ve yakışıklılığı ile göz dolduran Şehzade, İngilizlerin dikkatini çekti. İstikbalin Osmanlı padişahını ve Müslümanların halifesini kıskaç içine almak istedi. Rivayete göre Galler Prensi’nin de dâhil olduğunu Mason kulübüne kaydedilen genç şehzadenin Kraliçe Victoria’nın kızlarından biriyle evlendirilmesi bile düşünülmüş; ama Sultan Aziz mâni olmuştu.
Genç ve saf şehzâde, mahiyetini bile bilmediği ve Avrupa ileri gelenlerinin çoğunun mensup olduğu bu kulüp sayesinde, belki padişah olunca ecnebi hükûmetlerin desteğini alacağını ummuştu. 1876 senesinde İngiliz destekli bir darbe ile son zamanlardaki icraatı İngiltere’nin hoşuna gitmeyen Sultan Abdülaziz tahttan indirildi; İngiltere için çok şey vadettiği düşünülen şehzade, V. Murad adıyla tahta çıkarıldı.
Ancak yeni padişah, bir cinayete uğrayan amcasının başına gelenlerden dolayı asabi sıhhatini kaybetti. Anayasa ilanına yanaşmayarak kendisini tahta çıkaran Mithat Paşa ve arkadaşlarının beklentilerine cevap vermediği için 93 gün tahtta kaldıktan sonra hal’ edildi. Ailesiyle beraber Çırağan Sarayı ikametine tahsis olundu. Yerine kardeşi Şehzade Abdülhamid Efendi çıkarıldı. Şair şöyle tarih düşürmüştür:
Doksan üçte doksan üç gün padişah-ı mülk olup,
Göçtü uzletgâhına Sultan Murâd-ı nâmurâd.
Böylece 1876’dan 1878’e kadar devletin idaresi, hukuken bâgîlerin (darbecilerin) elinde kaldı. Her iki padişahın da saltanatı (Sultan Reşad gibi) göstermelik idi. Çünki ellerinde güç olmayıp, iktidar darbecilerde idi. Hele kılıç bile kuşanamayan Sultan V. Murad, hakiki halife bile sayılamaz. 1878’den itibaren Sultan II. Abdülhamid ipleri yavaş yavaş ele almaya başladı. Darbenin mesullerini mahkemeye çıkarıp cezalandırdı.
İngiltere’nin ve masonların ayrı ayrı tertipledikleri birkaç darbe teşebbüsü sebebiyle şartları sıkılaştırılan Çırağan Sarayı, altın bir kafes hâline geldi. Darbeciler sonradan birer birer cezasını çektilerse de, hakkında merhamet gösterilen sabık padişah idam edilmeyip, burada ömrünü tamamladı.
Berbadına sebep Namık Kemal
Kibar, yakışıklı ve hassas Sultan Murad, şehzadeliğinde biraderi Reşad Efendi ile beraber Mevlevî tarikatine mensuptu. Hatta oğlu Salahaddin Efendi’ye, Yenikapı Mevlevihanesi postnişini olan şeyhinin adını vermişti.
Celâleddin Paşa da padişahın tahttan indirilmesini amme efkârına haklı göstermek uğruna Mir’at-ı Hakikat adlı eserinde içki içtiğini yazmıştır. Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İttihatçılar tarafından doktorluğuna ve tarassutuna tayin edilen Âtıf Hüseyin Bey, hatıralarında, Sultan Murad’ın gençliğinde çok mazbut bir insan olduğunu; ancak etrafını saran Namık Kemal gibilerin kendisini işrete alıştırdığını nakleder.
Tahttan indirildikten sonra Çırağan Sarayı’nda ailesinden başka kimseyle görüşmeden yaşayan eski padişahın şuuru kısmen düzeldi ve olup bitenleri gayet iyi anladı. Gündüzleri ya kitap okumakla yahud ufak tefek marangozluk işleriyle uğraşırdı. Sultan Abdülhamid hakkında tek menfi kelime konuşmadı; konuşulmasını da menetti.
Bu arada kendisini tekrar gençliğinde olduğu gibi dine verdi. Ömrünü zevcinin yanında geçiren Mevhibe Elâru Hanım, seneler evvel Akşam gazetesinde neşredilen hatıratının 247. tefrikasında Sultan V. Murad’ın namaza muntazaman devam ettiğini söyler. 1904 senesinde, bir ailevi mesele yüzünden şeker komasına girerek vefat etti. Yenicami türbesine defnolundu. Geride 1 oğlu, 3 kızı kaldı..
.
Kapı Komşusu ile “Bir Dargın Bir Barışık” AVRUPA’NIN ŞIMARIK ÇOCUĞU: YUNANİSTAN
28 Eylül 2020 02:00
Beş asırlık Osmanlı hâkimiyetinden sonra müstakil olan Yunanistan tarihi bir darbeler tarihidir. Hatta Kral Yorgos’un “Yunan kralı olacak kişi, her zaman valizini hazır tutmalıdır” esprisi meşhurdur.
Bugünkü Yunanistan’ın hâkim bulunduğu mıntıka, Bizans’tan elde edilen ilk Osmanlı topraklarındandır. Osmanlı hâkimiyeti beş asır kadar devam etti. Yunanistan ülkesinde hatırı sayılır bir Türk iskânı mevzubahistir. Ayrıca yerli halktan (Rum, Arnavut, Bulgar, Makedon ve Ulah) Müslüman olanlar da az değildir.
Fransız İhtilâli’nin meşum rüzgârıyla dünyaya yayılan milliyetçilik fikirleri, herkes gibi Yunanları da sarhoş etmişti. Sırp İsyanı, Yunanlara örnek oldu.
Avrupalıların Helen medeniyetinin vârisi olarak gördükleri Yunanları himâye siyasetinin, ayrıca Osmanlı hükûmetinin zaafa düşmesinin bir neticesi olarak 12 Şubat 1821 tarihinde Mora’da isyan patlak verdi. Mora düştü; buradaki binlerce Müslüman ya öldürüldü, ya hicret etmek mecburiyetinde kaldı.
Amme efkârında, Türklerin zulümleri propagandasının tesiri altında kalan aralarında şair Lord Byron’un da bulunduğu Avrupalı ‘idealist’ gençler, savaşmak üzere Yunanistan’a geldi. O zamandan bu zamana Avrupa, Yunanistan’ı himaye etmiştir. Bu sebeple bazıları Yunanistan’ı “Avrupa’nın şımarık çocuğu” olarak vasıflandırır.
Pes!
Âsiler tarafından 1822 tarihinde Mora’da Pidavro ormanında toplanan millî meclis, Yunan istiklâlini ilan etti. Bir anayasa hazırlandı. Bâbıâli, Mısır Vâlisi Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi. Mısır askerleri Mora’ya çıktı.
İsyan bastırılmak üzere iken, 6 Temmuz 1827’de Londra Protokolü’nü imzalayan İngiltere, Fransa ve Rusya müttefik donanması, Navarin limanındaki Osmanlı-Mısır birleşik donanmasını yakarak imha etti. Âsiler 1827’de cumhuriyet ilan ederek başına Rus tabiyetli bir Rum olan Korfulu Ioannis Kapodhistiras’ı getirdiler.
15 Ağustos 1829 tarihinde Londra Muahedesi imzalandı. Bununla Bâbıâli, Mora yarımadası ile Kiklad adalarında İstanbul’a bağlı ve yıllık 1,5 milyon kuruş vergi ödeyen bir Yunanistan Emâreti’nin (Prensliği’nin) varlığını tanıdı. Prensin tayininde, üç devlet yanında, Bâbıâli de söz sahibi olacaktı.
Helenler Kralı
Ertesi sene 24 Nisan 1830 tarihinde İngiliz, Fransız ve Rus sefirleri, Bâbıâli’ye nota vererek, Yunan Krallığı’nın istiklâlini tanımasını istediler. 1828 tarihli Rus Harbi mağlubiyeti sebebiyle bitkin vaziyetteki Osmanlı hükûmeti, bunu kabule mecbur oldu.
1831’de Kapodhistiras, muhalifleri tarafından öldürülünce, Avrupa devletleri Bavyera Kralı Ludwig’in oğlu Prens Otto’yu Yunanistan’a kral seçtiler. Yunanistan parlamentosu, tek kelime Yunanca bilmeyen ve Ortodoksluğa geçen bu prensi Yunan Kralı ilan etti.
Tahtı, atalarından veraset yoluyla almadığı, seçildiği için Yunanistan değil Yunan (Helenler) Kralı titriyle anıldı. Politik dengeyi gözeten büyük devletler, XIX. asırda yeni kurulan Belçika, Romanya ve Bulgaristan’a da birer Alman prensini kral yapmışlardı.
İngiltere ve Fransa, Alman asıllı kral fikrine pişman oldular. Ertesi sene Kral devrilip, yerine Yunan parlamentosunun seçtiği/tasdik ettiği Danimarka Kralı IX. Christian’ın 18 yaşındaki oğlu Prens Wilhelm, Yorgos adıyla Yunan tahtına oturdu. Bu prensin mensup olduğu Oldenburg hanedanı da gerçekte Alman asıllı idi.
Tarihi değiştiren maymun
Genç Yunanistan’ın topu topu 6 tane kralı vardır. Krallık, aralıklı da olsa 1974 yılına kadar devam etti. İngiltere Kraliçesi’nin kocası Edinburgh Dükü Prens Phillip, bir Yunan prensidir ve Yorgos’un torunudur. Sultan Hamid hakkında güzel bir eser yazan Prens Michel de Greece de Yunan prensidir.
Yunanistan, I. Cihan Harbi’nde evvela Almanya’nın yanında yer aldı. Kral Konstantinos, Kayzer’in eniştesi idi. İngilizler, Alman taraftarı Kral’ı tahttan indirip yerine genç oğlu Aleksandros’u geçirdi. Ayrıca Venizelos’u iktidara getirip, Yunanistan’ı zoraki yanına çekti ve Mondros Mütakeresi çerçevesinde İzmir’i müttefikler adına işgalle vazifelendirdi. Bu, Yunanistan’ın felaketi oldu.
Saray bahçesindeki bir maymun tarafından ısırılarak kan zehirlenmesinden ölen Aleksandros’un yerine Konstantinos tekrar tahta çıktı. Ama memlekette Venizelos’tan başka harb taraftarı kalmamış; ekonomi çökmüştü. Bu sebeple müttefikleri, Yunanistan’dan desteğini açıkça çekti. 3 senede Ankara önlerine kadar gelen Yunan orduları geri çekilmeye başladı.
Küçük Asya felâketinin faturası
1922’de Anadolu mağlubiyeti üzerine, 6 general ve bakan kurşuna dizildi; bütün kabahat de Kral Konstantinos’a yüklendi ve tekrar tahttan indirilerek sürgüne gönderildi. Yerine oğlu Yorgos geçti ise de 15 ay hüküm sürdü. Çıkan buhranda cumhuriyet ilan edildi (1924).
Kraliyet ailesinin bütün mallarına el konuldu. Kral, tahttan feragat ettiğine dair kâğıt imzalarsa, mallarının bir kısmının iade edileceği teklifini reddetti ve sürgüne gönderildi.
Yunanistan’da vaziyet giderek kötüleşti. Memleket diktatörlükle idare olunuyor; ama kargaşa bitmiyordu. Nihayet 1935’te bir halk isyanı neticesinde Venizelos devrildi. 300 kişilik meclisin 287 azası kralcı partidendi.
Bunun üzerine reisicumhur General Kondylis, Londra’daki kralı tahta çağırdı; fakat Kral Yorgos, plebisit yapılıp %60 evet çıkmazsa gelmeyeceğini bildirdi. Referandumda 32.454 menfi reye mukabil, 1.491.992 rey müspet çıktı. Böylece Yunanistan’da tekrar krallık kuruldu.
Hazır bavullar
Mütevazı bir şahsiyete sahip olan Kral, Yunanistan’ı asayiş ve sükûna kavuşturdu. II. Cihan Harbi’nde önce İtalyanlar, ardından Almanların tamamen işgal ettiği Yunanistan’da yeniden cumhuriyet kuruldu. Kral tekrar sürgüne gitti. Hatta Yorgos, “Yunan kralı olacak kişi, her zaman valizini hazır tutmalıdır” esprisiyle tarihe geçti.
1946’da yapılan bir plebisitle tekrar memleketine dönen Yorgos’un 1947’de ölümü üzerine yerine kardeşi Pavlos geçti. Kayzer’in torunu olan karısı Frederika ile 1952’deki Türkiye ziyareti çok sükse yapan Kral Pavlos 1964’te öldü. Yerine 24 yaşındaki oğlu II. Konstantinos geçti.
Yeni Kral’ın ablası Sophia, İspanya Kralı II.Juan Carlos ile; kendisi de Danimarka Kralı’nın kızı Anne Maria ile evlendi. Kral, 1967’de darbeyle iktidarı ele geçiren Albaylar Cuntası’na karşı demokrasiyi ve rejimi korumak için mücadele etti; 2 defa karşı darbeye kalkıştı; ama muvaffak olamayıp sürgüne gitti.
Seçimi kaybeden kral
1974 senesinde yapılan plebisitte %31’e karşı %69 ile cumhuriyet kararı çıktı. Kral, karara hürmet duyduğunu söyledi ve yıllarca Londra’da kaldı. Olimpiyat Komitesi’nde çalıştı.
Yunan hükûmeti 1981’de annesinin cenazesine katılmak üzere kısa bir müddet için ülkeye girişine izin verdi. Kral, 1992’de Yunan anayasasını tanımak şartıyla ülkeye girebildi ve vatandaşlığa alındı.
Ertesi sene solcu hükûmet, kendisini vatandaşlıktan çıkarıp sınır dışı etti. 2013’te tekrar dönebildi. Kral’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı müracaat kabul edildi ve el konulan mallarının karşılığında tazminat aldı. Sonra da bunu Yunan halkı menfaatine kurduğu bir vakfa devretti. Şimdi Mora’da yaşamaktadır.
Kuzey rüzgârı
Yunanistan’da Kilise, subaylar ve umumiyetle halk kralcı olmakla beraber, Yunanların ihtilalden ve darbeden hoşlanmaları, hatta bunu zevk hâline getirmeleri, subayların siyasetle uğraşmaları sebebiyle, rejim çok çalkantılı olmuş; hakiki demokrasi yerleşememiştir. Bununla beraber kuruluşunu, suni de olsa, Yunan milliyetçiliği, Helenistik kültür ve Ortodoksluk gibi sağlam müesseselere dayandırdığı için, her kargaşadan sıyrılabilmiştir.
Sadece Türkiye ile değil; aynı dinden olduğu diğer komşuları Bulgaristan, Arnavutluk ve Yugoslavya ile de meseleleri hiç bitmemiştir. Zaman zaman harb tehlikesine varan gerginlikler yaşanmıştır. Yakın zamanda istiklâlini elde eden Makedonya ile isim yüzünden gerginlik, bu küçük devletin geri adım atmasıyla geçenlerde çözülebilmiştir.
Taze kan
Yunanistan Devleti, ekseriyetle Rumların yaşadığı Mora ve etrafında kurulduğu hâlde, Rusya’nın himayesiyle 1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde Tesalya’ya; Balkan Harbi neticesinde de sakinlerinin ekserisi Rum olan Ege adaları ve nihayet neredeyse tek Rum’un yaşamadığı Makedonya ve Batı Trakya’ya kondu.
Lozan Muahedesinin kararı üzerine cereyan eden nüfus mübadelesi ile, Anadolu’dan bir milyon civarında Ortodoks (kimisi Rum, kimisi Türk) Yunanistan'a gitti. Mukabilinde birkaç yüz bin Müslüman geldi. Mübadeleden, Türkiye zararlı, Yunanistan kârlı çıkmış; tembel Greklere benzemeyen taze ve çalışkan nüfus, Yunanistan’ı imar etmiştir.
.
Kanayan Yara: Dağlık Karabağ 30 SENELİK HARBİN GERİ DÖNÜŞÜ
5 Ekim 2020 02:00
Anadır arzulara her zaman Karabağ/Danışan dil dudağım tar keman Karabağ/Karabağ can Karabağ ana yurdum...
Karabağ (Arşah), bugün büyük kısmı Azerbaycan ile Ermenistan arasında; bir kısmı da İran hududu dâhilindeki, takriben 18 bin km2 mesahasında küçücük bir mıntıka. Bunun, Dağlık Karabağ diye anılan 4400 km2’lik bir parçası şimdi dünya ajandasının üstüne oturmuş vaziyettedir.
Arapların Antik Çağ'daki ismine izafeten Arrân dediği mıntıkaya, XI. asırda Selçuklular hâkim oldu ve Oğuzlar yerleşmeye başladı. Buraya coğrafi hususiyetleri sebebiyle Karabağ denildi. Sırasıyla İldenizliler, İlhanlılar, Timurlular, Akkoyunlular ve Safevilerin eline geçti.
1578 senesinde Osmanlı tuğları Karabağ’da dikildi ve Gence-i Karabağ Vilâyeti kuruldu ise de, uzun ömürlü olmadı. 1603’te Safeviler, Karabağ’a hâkim oldular. Ruslar, 1722’de buraya inince, Osmanlılar Karabağ’ı kurtardı. 1747’de müstakil Karabağ Hanlığı kuruldu. 1805’te Karabağ’ı Ruslar işgal etti; 1822’de de hanlık ilga olundu.
Karabağ Atı
1810’da 25 bin kişinin yaşadığı Karabağ, zengin bir belde idi. Ziraat, küçük el sanatları, bilhassa ipekçilik, dokumacılık ve demircilik inkişaf etmişti. Bu sebeple giderek artan nüfusun üçte biri Ermeni idi. Bunlar, Osmanlı-Rus ve Osmanlı-İran harbleri esnasında buraya göç edip yerleşmişti. Karabağ, bir at cinsinin de vatanıdır.
1905 senesinde, mıntıkadaki Azerilerle Ermeniler arasında çatışmalar çıktı. 1917 Bolşevik İhtilali ardından, Anadolu’daki tehcir ve katliamlardan kaçan Ermenilerin de hicreti ile nüfus dengesi iyice bozuldu. Osmanlı kuvvetleri 25 Eylül 1918’de Karabağ’a girdiyse de, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi üzerine geri çekildi. İngilizlerin işgal ettiği Karabağ, mıntıkada kurulan üç hür devletten biri Azerbaycan’a dâhil edildi. (Diğerleri Gürcistan ve Ermenistan idi.)
Standart Bolşevik Şablonu
1920’de Moskova, Türk subaylar vasıtasıyla Azerbaycan hükûmetini devirip, iktidara Bolşevikleri getirdi. Sonra da Kızıl Ordu, bu yeni hükûmetin daveti üzerine 26 Nisan 1920’de Azerbaycan’ı işgal etti. Evvela mahalli bir ihtilal konseyi kurup işçi isyanları tertipleyerek, Kızıl Ordu’dan yardım istemek (mesela Macaristan-1956, Çekoslovakya-1968, Afganistan-1979), standart Bolşevik şablonudur. Ankara, mıntıkada İngilizler yerine, müttefiki olan Sovyetlerin hâkimiyetini destekliyordu. Böylece Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan, Moskova’nın eline düştü.
Lenin, Azerileri hoş tutmak için, 24 Temmuz 1923’te Azerbaycan’a bağlı Dağlık Karabağ Muhtar Oblastı’nı kurdu. Karabağ’a otonomi tanınmasının esas maksadı, Ermenistan’la arasında Kürtlerin yaşadığı bu mıntıkada, Ermenilerin varlığını emniyet altına almaktı. Bu tarihte Karabağ’ın 160 bin kişilik nüfusunun %80’den fazlası Ermeni, geri kalanı da Caferî Türk ile Şâfiî ve Yezidî Kürt idi. (Ardından mıntıkada Sünni Kürtlerin çoğu Orta Asya’ya sürüldü. 1923’te 278 bin olan Kürt nüfusu, şimdi 13 bindir.)
Kim evvel?
Ermenistan, Dağlık Karabağ’da hak iddiasından hiç vazgeçmedi. Stalin ölünce, Ermenilere cesaret gelip; halkların haklarına mülayim bakan Kruşçev’e müracaat ederek, Dağlık Karabağ’ın ya Ermenistan’a, ya da Rusya’ya bağlanmasını istediler. Moskova cevap vermedi. Ermenilere göre, milattan evvel VII. asırdan beri bu beldede idiler. Azerilere göre ise, Ermeniler, Tesalya’dan Anadolu’ya gelip yerleşmiş bir halk; dolayısıyla Karabağ’ın hakiki sahipleri kendileri idi.
Ağustos 1967’de bir Ermeni çocuğunun öldürülmesi ve Azerbaycan’ın kâtile ceza vermekten kaçınması üzerine, maktulün ailesi, kâtili öldürdü. Ortalık karıştı. Kızıl Ordu müdahale etti. 1977 tarihli Sovyet Anayasası, Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’a aidiyetini teyit etti. Sovyetlerin âdetiydi; bir birine, bir ötekine göz kırpar; sonra bunları birbirine düşürüp seyrederdi.
Kıvılcımdan yangına
1 Aralık 1987’de nüfusun ekseriyeti Ermeni olan Çardaklı’da valinin azli üzerine çıkan protestolar, Azeri polisince bastırıldı. Ancak bu kıvılcım, meseleyi büyüttü. Gorbaçov’a verilen 75 bin imzalı dilekçe ve Erivan’daki 200 bin kişilik miting bir işe yaramadı. Buna reaksiyon olarak ayaklanan Azeriler, Ermenilerle çatıştı. Ortalık iyice gerildi.
Ermenistan, 21 Şubat 1988’de Karabağ’ın kendi toprağı olduğunu ilan etti. Ancak Moskova bunu kabul etmedi. Ermenistan, Karabağ’a giden yollara mayın döşeyerek nakliyatı engelledi. Buna misilleme olarak, 29 Şubat 1988’de Bakü’ye 35 km mesafede 19 bin nüfusun yaşadığı Sumgayit şehrinde, 300 kişiye yakın bir Azeri çetesi, Ermenilere saldırdı. 26’sı Ermeni, 32 (gayriresmî kaynaklara göre 300) kişi öldürüldü. 3 gün boyunca Ermeni evleri yağmalandı. Sovyet güçleri buna seyirci kaldı.
Azeri hükûmeti, Sumgayit hadisesini, Güney Ermenistan’daki Gorus-Kafan Azerilerinin göçürülmesinin hâsıl ettiği reaksiyonla izah ettiler. Ama işin arkasında KGB’nin olduğunu da saklamadılar. Neticede 300 bin Ermeni, Azerbaycan’dan Ermenistan’a ve Rusya’ya; Ermenistan’daki 250 bin Azeri de Azerbaycan’a göçmek zorunda kaldı.
Acıklı göç
25 bin kişinin öldüğü 7 Aralık 1988 Ermenistan zelzelesinin ardından, Moskova vaziyete el koydu ve Dağlık Karabağ’ı Rusya’ya bağlamak istedi. Ancak Bakü’de 800 bin kişinin katıldığı miting yüzünden fikir değiştirdi.
Bu coşkuyla 13 Ocak 1990’da Bakü’de patlak veren ve 60 Ermeni’nin öldüğü hadiseler üzerine Kızıl Ordu Dağlık Karabağ ve Bakü’yü işgal etti. Azerbaycan’ın başına Rus yanlısı Ayaz Muttalibov geçirildi. Sokak müsademelerinde yüzlerce kişi öldü. Rus ve Ermeni siviller şehri terk ettiler. Ermenistan da buna mukabil Türk ve Kürtleri sürdü.
1991 başında Sovyet ordusu desteğindeki Azeri birlikleri, Karabağ’a harekât tertipledi. Bu tarihte 145 bin Ermeni ve 40 bin Azeri’nin yaşadığı mıntıkadan, binlerce kişi Ermenistan’a veya Bakü’ye hicret etmeye başladı.
Hocalı Katliamı
Dağlık Karabağ’da 19 Aralık 1991’deki referandumda %100’e yakın istiklal kararı çıktı. 1989 sayımına göre halkın %76,9’u (Ermenilere göre %95’i) Ermeni idi. Sovyetler Anayasası’na aykırı olan bu kararı, Azerbaycan tanımadı; ama yine Sovyet Anayasası’na aykırı olarak Dağlık Karabağ’ın otonomisini kaldırdı.
Bunun üzerine Ermenistan birlikleri, Dağlık Karabağ’ı işgal etti. 1992’de Ermeni milislerin kuşattığı ve Muttalibov’u devirmek emelindeki Elçibey’in adamlarının mevzilendiği, mıntıkanın tek hava meydanının bulunduğu 7000 nüfuslu Hocalı’dan panik hâlinde Ağdam’a kaçmak isteyen halk, iki ateş arasında kaldı; yüzlerce sivil öldü. Hocalı’da ilk ateşi kimin açtığı, serbest çıkış izni verilmişken paniğin niye yaşandığı, kaç kişinin öldüğü hiçbir zaman kati olarak bilinemedi.
Hocalı’nın intikamı gecikmedi. Azeri milisler, 10 Nisan 1992’de Maraga köyünde 45 Ermeni’yi öldürüp, 100 sivili kaçırdılar ve evlerini yağmaladılar. Ermeniler; Sumgayıt ve Bakü; Azeriler ise Hocalı katliamını her sene milliyetçilik hislerinin bilendiği büyük merasimlerle anar. İki taraf da sivillerin başına gelenleri, hep politik davalarına hizmet eden bir koz olarak görür.
Kangren
1992-1994 arasındaki muharebelerde her iki taraftan 40 bin kişi öldü. 600 bin Azeri, 200 bin Ermeni mülteci vaziyetine düştü. 1992’de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) kurduğu ve Rusya, Fransa ile Amerika’nın eş başkan olduğu Minsk Grubu meseleye bir çare bulamadı.
Rusya ve Amerika, bu ihtilafa açıkça karışmadı; ama ikili oyunu tercih etti. Hâdiselerin bu raddeye gelmesinin hakiki müsebbibi olan Rusya, Azerilere göre Ermenilere; Ermenilere göre Azerilere yardım etmektedir. Rusya’nın Ermenistan’da askerî üssü ve 5 bin askeri vardır. Aynı zamanda Azerbaycan’ın en büyük (%80) silah tedarikçisidir. İran, Ermenistan’a; Türkiye ve İsrail gibi devletler, Azerbaycan’a destek vermektedir.
Nihayet 1994’te Bişkek’te imzalanan ateşkes, kâğıt üzerinde kaldı. Ateşkes hattının her iki yanında keskin nişancılar bulunur ve her sene birkaç kişinin öldüğü müsademeler olur. Şimdi de Azerbaycan, kaybettiği toprakları geri almak üzere taarruza geçmiş bulunuyor.
Hâlihazırda, Karabağ’ın neredeyse tamamı Ermenilerin kontrolündedir. Üstelik Ermenistan ile araya eskiden Kızıl Kürdistan denilen Laçin mıntıkasında bir de ikmal koridoru açılmıştır. Ermenistan, mıntıkayı ilhak ettiğini reddeder; burada müstakil Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin kurulduğunu söyler. Başşehri, Ermenilerin Stepanakert dediği Hankendi olan bu devleti, müzakere safahatına katılabilmek maksadıyla Ermenistan da dâhil olmak üzere hiçbir devlet tanımamaktadır (KKTC gibi).
2007’de kabul edilen Madrid Prensipleri’nde, işgal edilen rayonların Azerbaycan’a iadesi, Dağlık Karabağ’a ara statü verilip nihai statüsü için müzakerelere başlanması; Ermenistan ve Karabağ arasındaki koridorun açılması, mültecilerin geri dönmesi ve AGİT’in mıntıkaya barış gücü göndermesi kararlaştırılmıştı.
Fakat bu da tarafları yatıştıramadı. Rusya’nın Kafkasya’yı işgali ile başlayan; Ermenistan’ın hırsı ve Azerbaycan’ın beceriksizliği yüzünden, bir asırdır binlerce biçare insanı canından, malından, yurdundan eden Karabağ hadiseleri, kangren olmuş bir mesele hâline geldi. Kolay kolay hallolacağa da benzemiyor...
.
Istanbul, Not Constantinople
12 Ekim 2020 02:00
*1930 tarihinden itibaren, yurt dışından gelecek mektuplarda şehir adı olarak Constantinople yazılması hâlinde mektupların iade edileceği ilan olundu...
*1953’te Kanadalı bir müzik grubu, The Four Lads, “Istanbul, not Constantinople” (Constantinople değil, İstanbul) adında bir şarkıyı dillere düşürdü...
Byzas adında efsanevi bir Megaralının tarihî yarımada üzerinde kurduğu Yunan site devleti Bizantion’un yerinde, IV. asırda Roma İmparatoru Constantinos yeni bir şehir kurdu. Roma gibi 7 tepeli bu yeni payitahta Nea-Roma (Yeni Roma) adı verildi. Ama daha çok Constantinopolis, yani Constantinos’un şehri diye tanındı.
“Kostantiniyye’de Basılmıştır”
İki kıtanın birleştiği yerde kurulan bu emsalsiz şehre Araplar Konstantiniyye dediler. Nitekim Hazret-i Peygamber’in meşhur hadisinde de böyle geçer: “Konstantiniyye mutlaka ve mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandandır; onun askeri ne iyi askerdir.”
Osmanlılar fethedince, şehrin lisan-ı peygamberî’deki hâlini bereket sayıp tercih ettiler. Bu hadis-i şerifte kullanılan fetih tabiri de, şehri alan padişaha unvan oldu: Fatih.
Sultan Fatih’ten Sultan Vahîdeddin’e kadar paralar, umumiyetle Konstantiniyye diye basıldı. Osmanlı altın, gümüş ve sair metal sikkelerinin hepsinin bir yüzünde, bastıran padişahın tuğrası vardır. Öteki yüzünde Duribe fî Kostantiniyye (Konstantiniyye’de darb edilmiştir, yani basılmıştır); altında da o padişahın cülûs tarihi yazar.
Stinpolis
İstanbul’un hiçbir zaman tek adı olmamıştır. İslavlar, Çarigrad; Frenkler, Constantinopolis derken, Türkler, bu emsalsiz şehri, Konstantiniyye, İstanbul, İslambol, Âsitâne, Dersaadet, Deraliyye, Dârüssaltana, Dârülhilâfe gibi nice isimlerle yâd etmişlerdir.
İstanbul’da yazılan ferman ve beratların çok büyük bir kısmında, yazıldığı yer olarak Konstantiniyye ismi geçer. Bununla birlikte İstanbul olarak yazılmış fermanlar az da olsa vardır.
Halkın dilinde şehrin adı İstanbul’dur. Bunun, Rumca “şehre” manasına Stinpolis’den geldiğini söyleyenler varsa da, daha makulu Constantinopolis’ten galat (bozma) olmasıdır. Rumlar Kalipolis (Güzel Şehir) ve Megalipolis (Büyük Şehir) de derlerdi.
Osmanlılar, imparatorluk olduğu için, fethettikleri, hatta vatan edindikleri şehir ve köylerin ecnebice isimlerinden rahatsızlık duyup komplekse düşmez ve değiştirme lüzumunu hissetmezlerdi. Ancak belki telaffuzlarını kendi fonetiklerine uydururlardı.
İslam bol mu?
XVII. asırda bilhassa ulema arasında İslambol tabiri bir ara revaç bulmuştur. Son zamanlarda dini eserlerde de basıldığı yer olarak İslambol gözükür. Hâlbuki İstanbul’da hiçbir zaman Müslümanlar ekseriyette olmamıştır.
Sultan III. Mustafa devrinde çıkarılan bir emirle (1774), hem ferman ve beratların yazıldığı, hem de sikkelerin kesildiği yer olarak İslambol yazılması istenmiştir. Bu devirde ferman ve beratlarda bazen İslambol, bazen İstanbul yazar. Sonraki padişah Sultan I. Abdülhamid zamanında eskiye dönülmüştür.
Mamafih Sultan III. Selim, saltanatının ilk zamanlarında, babasının hatırasına hürmeten olsa gerek, sikkelerde “duribe fi İslambol” (İslambol’da basılmıştır) ibaresi yazılmasını emretmişti. Fakat az bir zaman sonra hem sikkelerde, hem de berat ve fermanlarda Konstantiniyye’ye dönüldü.
Politika icabı
İşe Batıcılıkla başlayan İttihatçılar, halifenin güç ve itibarını bir hiç mesabesine indirdikleri hâlde, Cihan Harbi’nde imparatorluğun Müslüman teb’asını celbedebilmek için ''İslâmcılık'' ideolojine sarılmış; hilafet makamını tebarüz ettirmek adına Dârü’l-Hilâfet’l-Aliyye ismini öne çıkarmışlardır ki “Yüce Hilafet Yurdu” demektir. Hatta 1915 senesi Mart ayında Konstantiniyye yerine, trajikomik bir şekilde Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye denilmesi emredilmiştir. Bunun da para etmediğini görünce, Türkçülükten medet ummuşlardı.
İstanbul’u, İstanbul yapan?
3 Ocak 1929 tarihinde, Ankara hükûmeti posta, telgraf ve telefon umum müdürü, merkezi İsviçre’nin Bern şehrinde bulunan Beynelmilel Posta, Telgraf ve Telefon Teşkilatı’na (UPU) bir mektup yazdı ve bundan sonra “Constantinople” veya “Stamboul” yerine “İstanbul” isminin kullanılması lazım geldiğini resmen bildirdi. Nihayet 28 Mart 1930 tarihli Posta Hizmet Kanunu ile yurt dışından gelecek mektuplarda Constantinople yazılması hâlinde mektupların iade edileceği ilan olundu.
Bundan bazıları gibi İstanbul’u İstanbul yapan, cumhuriyettir, neticesini çıkarmak biraz mübalağalı olur. Zira bu devir, şehrin Müslüman Türk hüviyetini hızla kaybettiği bir devir olmuştur. İstanbul’u İstanbul yapanın Osmanlılar olduğunu, şehrin her köşesindeki abidevî eserler göklere haykırmaktadır.
Örtülü ödenek şarkısı
Cumhuriyet devrinde İstanbul, metazori de olsa, şehrin beynelmilel ismi hâline geldi. Amerika’nın 1932’de Ankara’daki sefiri Charles Sherill’in hatıralarında Türkiye günlerini anlatırken, “Istanbul, Not Constantinople” başlığını kullanmıştı.
Mamafih gayriresmî mahfillerde Constantinople isminin kullanılması devam etmiş olmalı ki, 1953’te dünyaca meşhur Kanadalı bir müzik grubu, The Four Lads, “Istanbul, not Constantinople” (Constantinople değil, İstanbul) adında bir şarkıyı dillere düşürdü. Pattin’ On The Ritz şarkısından ilhamla bestelenen ve çok farklı şarkıcılarca söylenen, Türkçe söz bile yazılan, film müziği olarak kullanılan bu şarkı, o yıllarda dünyanın ilk 10 hit şarkısından biriydi.
Bestesi Nat Simon’a ve güftesi Jimmy Kennedy’e ait olan bu şarkıyı, zamanın hükûmetinin örtülü ödenekten para vererek yaptırdığı şayiası da yayılmıştı. Basit ve mizahi güftenin ilk kıtası, “İstanbul, Konstantinopolis idi. Çok zamandan beri değil. Şimdi mehtaplı gecede bir Türk lokumu” şeklinde tercüme edilebilir.
Anadolu’daki 'Polis'ler
Polis, Yunanca şehir demektir. Her ne kadar “çok yüz” manasına poli+tika’dan geldiğini söyleyenler varsa da, politika, polis’ten gelir ve şehir idaresi demektir.
Anadolu’da bu kelimenin geçtiği çok şehir adı vardır. Hadrianopolis (Edirne), Germanikopolis (Ermenek), Klaudiopolis (Bolu), Hierapolis (Denizli), Chariupolis (Hayrabolu), Gallipolis (Gelibolu), Tripolis (Tirebolu).
İlk üçü Roma imparatorudur. Hiera, Mysialı Telephos’un karısıdır. Chariu, rüzgârlı demektir. Galli, Keltleri ifade eder.
Tripolis, 3 şehir veya 3’e, yani ''baba, oğul ve mukaddes ruh''a adandığını gösterir. Afrika ve Doğu Akdeniz’deki Trablus da aynı manadadır.
.
TÜRK İŞİ DONDURMA-İNGİLİZ İŞİ ERİTME
19 Ekim 2020 02:00
İngiltere, I. Cihan Harbi’nde İngiliz ordusuna asker vermekte isteksiz olan müstemlekesi Avustralya’yı dize getirmek için akıl almaz bir yol kullandı. İki Afgan devecinin, Avustralyalılara saldırması, Londra’nın işini çözdü.
Birinci Cihan Harbi’nin en ateşli günlerinde, Avustralya’da Dondurmacı Mehmed ve Kasap Abdullah adında iki Müslüman, kafa kafaya verip, padişahın ilan ettiği cihad emrine nasıl uyacaklarını müzakere ediyor. Neticede Müslüman düşmanlarına kendi çaplarında taarruz edip, üzerlerine düşen vecibeyi yerine getiriyorlar. Bu yolda ikisi de canlarını veriyor.
Böylece, dünyanın öteki ucunda, iki sıradan Müslümanın, her nasılsa cihad ilanını duyup buna iştirak ettiği şeklinde parlak bir kahramanlık hikâyesi lanse ediliyor. Zamanla bu ikisinin Türk değil, iki Afganlı deveci olduğu bilgisi işin içine sıkıştırılıyor. Bu daha da heyecan vericidir. Müslüman Afganlar bile, Türk’ün cihadına, hayatı pahasına, kayıtsız kalmamıştır.
Türklerin Tecavüzü
Daha çocukken bir mecmuada okuduğum, “1200 Anzak askerine saldıran 2 kahraman Türk” hikâyesi, doğrusu oldukça parlaktır. Yakın zamanda filme bile mevzu olan bu Broken Hill Katliamı, yakın bile olsa tarihin, siyasi sebeplerle nasıl kullanılıp tahrif edildiğinin tipik bir numunesidir. Sadece Türkiye’de değil, Avustralya’da da gerçeğin üstü örtülmüştür.
İşin görünen yüzü şöyledir: Broken Hill, Melbourne'a 840, Sydney'e 1145 km mesafede bir madencilik kasabasıdır. Bu madenlerde nakliye işinde Afgan ve Hindli deveciler çalışırdı. I. Cihan Harbi ile, Almanya’ya ihracat yapan bu madenlerin çoğu kapanmış; insanlar işsiz kalmıştı.
Avustralya'da bir dondurma arabasına Türk bayrağı asan ve Osmanlı askeri üniforması giyen iki Afganlı, 1 Ocak 1915’te Broken Hill kasabasında 1200 kişi taşıyan bir piknik trenine ateş açtı. Dört sivil öldü; yedi sivil yaralandı. (Malum, Ocak ayı, Güney Yarıküre’de yazdır.)
Sonra kendilerine müdahale eden polislerle ve milislerle çatışmaya girdiler. Hâdise mahallinden kaçarak bir çiftlik evinde gizlendiler. Burada kendilerini gören iki ihtiyarı da vurup öldürdüler. Nihayet Mehmed çatışma esnasında; Abdullah ise yaralı olarak kaldırıldığı hastanede öldü. Hadiseyi tasvip etmeyen (bunun üzerinde pek durulmaz) Müslüman cemaatin sahip çıkmadığı cenazeler, bilinmeyen bir yere gömüldüler.
Ne Türk! Ne Osmanlı!
Ertesi gün gazete manşetlerinde “Türklerin Tecavüzü” başlıklı haberler bir ay devam etti. Böylece hadise her tarafta duyuldu; halk arasında Broken Hill Katliamı, Türklere karşı büyük bir nefret meydana getirmeye yetti.
Hâlbuki Osmanlı bayrağı taşıyan iki katil, ne Türk'tü, ne de Osmanlı. Dondurmacı Mehmed, yani Gül Muhammed, Sepoy diye bilinen Afganlı mültecilerdendi. 17 sene evvel kasabaya gelmiş; maden ocaklarında çalışmış; işsiz kalınca da, seyyar dondurmacılığa başlamıştı. Yine Afganlı Kasap Abdullah, aynı zamanda Broken Hill mescidinde fahri imamlık yapıyordu.
Katliamı bu ikisinin yaptığına dair hiçbir delil yoktu. Tek delil, polisin 3 gün sonra faillerin pusu kurduğu yerde bulduğunu iddia ettiği ve bu iki Afgan’ın asla bilemeyeceği yüksek bir Urduca ile yazılmış intihar notları idi. Notlarda, katliamın Sultan Abdülhamid’in talimatı ile yapıldığı yazıyordu ama, Sultan Abdülhamid tahttan indirileli 6 sene olmuştu.
Müslüman Süsü
“A Prelude to Gallipoli: The Battle of Broken Hill 1915” adındaki kitaba göre, polis zabıtları ve şahitlerin ifadelerine nazaran, hadiseyi, düşmanla ticaret yasağı kanunu sebebiyle sıkıntıya düşen maden şirketlerinden birinin kiraladığı ve eskiden İngiliz ordusunda vazife yapmış iki Hindu keskin nişancısı gerçekleştirmişti.
İki Hindu’nun, Türk kıyafetleriyle de olsa, masum insanları öldürmesi, halkta beklenen tesiri yapamazdı. Bunun için bunlara Müslüman süsü verilmeliydi. Zavallı iki Afgan deveci bu iş için biçilmiş kaftandı. Bunlara Hint keneviri enjekte edilerek uyuşturuldular. (Menemen Vak’ası’nın başaktörü de esrarkeş diye bilinir.)
Sonra Osmanlı üniforması giydirilen iki zavallı, Beyaz Kayalar diye bilinen araziye getirildiler. Hakiki katiller, katliamdan sonra, tüfekleri yarı baygın hâldeki bu ikisinin eline tutuşturup kaçtılar.
Kendilerini Gelibolu’da buldular
Evet, dünyada Müslüman Türk imajını yerle bir eden bu terör vak’ası, bir komplodan ibaretti. Halkı fazla galeyana getirmemek için ölü ve yaralı sayısı mümkün mertebe az tutulmuştu. Öldürülenlerden biri harb aleyhtarı bir papazdı. Böylece cihatçı bir imamın, barışçı papazı öldürmesi, ortalığı ayağa kaldıracaktı.
Gazetelerin haberleri, beklenen reaksiyonu göstermeye yetti. Sydney’de The Bulletin, Almanların propaganda yaparak, hadiseyi Türk askerleri ile trendeki İngiliz askerleri arasındaki muzaffer bir muharebe olarak anlattığını, 40 kişinin ölüp 70 kişinin yaralandığını söylediklerini yazdı. Sonra bütün dünya gazeteleri, bunu gerçek sanıp, yaydılar.
I. Cihan Harbi’nde İngiliz ordusuna asker vermekte isteksiz olan Avustralya böylece dize getirildi. Avustralya tarihinde ilk defa görülen bu katliamı takiben kasaba halkı, Alman kulübüne saldırdı. Çok sayıda genç, İngiliz ordusuna yazıldı. Az sonra kendilerini Gelibolu’da buldular.
Türkiye’de de Ekrem Saltık, seneler evvel bu hadisenin komplo olduğunu bir tarih mecmuasında neşretmişti. Son yıllarda Samet Kavasoğlu ve Sinan Kıyanç tarafından iki akademik makale neşredilmiştir. Ama hakikat iki tarafın da işine gelmemektedir. İngilizler, ajite etmek için; Jön Türkler de hamaset adına hadiseyi kullanmaktadır.
Millî sır
Başsavcılık, Türkleri işaret eden hadisede Türk parmağı olduğuna dair en ufak bir delilin bulunmadığını raporuna yazdı. Ancak bu rapor yıllarca millî emniyet gerekçesiyle saklandı. Broken Hill hükûmet konağı yandığı için, hadiseye dair evrakın çoğu yok oldu.
Tahkikatı yürüten savcı Billy Hughes, 6 ay sonra Avustralya’ya başbakan oldu. Harb sebebiyle müşkül vaziyete düşen Broken Hill Madencilik Şirketi, Avustralya’nın da harbe katılmasıyla, büyük bir demir çelik tedarikçisi olarak krizi atlattı. Üstelik Avustralya’nın en büyük şirketlerinden biri oldu.
Her sene 11 Kasım’da saat 11’de Broken Hill’de bir anma merasimi tertiplenir. Katliamın cereyan ettiği yerdeki müzede, faillerin elindeki Türk bayrağı ve iki tüfek teşhir edilir. Kurşunlanan trenin nerede olduğu bilinmediği için, buraya temsilî bir vagon konmuştur.
Taşın altından çıkanlar
60 yaşındaki Kasap Abdullah’a ait olduğu iddia edilen mektup şöyledir: “Ben Allah'ın zavallı günahkâr bir kuluyum ve onun merhametini istiyorum. Bu ülkede yaşayan fakir biriyim. Bir gün belediye müfettişi [izinsiz hayvan kesmekten dolayı] beni suçladı. Bir başka gün ben ona yalvardım yakardım; beni dinlemedi. Sinirli bir şekilde oturup derin derin düşünürken Gül Muhammed geldi. Üzüntülerimizi birbirimize anlattık. Kendi isteğimle onun planlarına katıldım. Allah’tan kolay bir ölüm diledim. İkimizin de kimseye bir düşmanlığı yok. Padişaha ve Kur’ân’a karşı gelmek istemiyorum. Sadece müfettişe karşı bir kinim vardı. Önce onu öldürmek istedim.”
***
40 yaşındaki Gül Muhammed'e ait olduğu iddia edilen mektup ise şöyledir: “Rahim olan Allah’ın ve onun peygamberinin adı ile başlıyorum. Bu zavallı günahkâr, Sultan’ın bir kuludur. Benim adım Gül Muhammed, Sultan Hamid Han'ın mekânını 4 defa ziyaret ettim. Sultan tarafından imzalanmış mühürlü emri kemerimde saklıyorum. Eğer mermiyle yok olmazsa bulursunuz. İnancıma ve Sultan’ın emrine göre, sizin adamlarınızı öldürmem gerekiyor. Kimseye karşı düşmanlığım yok. Bunu da kimseye danışmadım ve bilgilendirmedim. İnananlara elveda.”
Cevapsız sualler
O yıllarda kasaba polis teşkilatında bile sadece 7 adet silah vardı. Polisler, savaş silahı kullanmıyordu. Şu hâlde hadisede kullanılan silahların, polisle de alakası yoktu. Polisin bile silahı yokken, işsiz iki Afganlı bu silahları ve sayısız mermiyi nereden bulmuştu?
Yıllarca belediye müfettişi dışında kimseyle sürtüşmeden kendi hâlinde yaşayan ve herkes tarafından muhterem kişiler olarak tanınan iki Afgan’a ne olmuştu da, sivillere ateş açmışlardı?
Sonradan ifade verenler, neden dondurma arabasıyla hadise yerine geldiği iddia edilen failleri görmediklerini söylemişlerdi?
İki Afgan, suikasttan sonra neden saklanmaya hiç de müsait olmayan 3 km mesafedeki Beyaz Kayalar’a kaçmıştı?
Mahdut sayıda mermisi bulunan ve mermilerinin yarısı harcanmamış iki Afgan neden canlı olarak ele geçirilmemişti?
Kemerde olması gereken mektuplar, neden 3 gün sonra kayalıktaki bir taşın altında bulunmuştu? Üstelik neden üzerinde sultanın mührüne rastlanmamıştı?
Mektupta kimseye kinimiz yok dedikleri hâlde, neden masum sivillere ateş açmışlardı?
.
DİL BAYRAMI EFSANESİ ve KARAMANOĞLU MEHMED BEY
26 Ekim 2020 02:00
Karamanoğlu Mehmed Bey’in 8 asır evvel Türkçe’yi resmî dil ilan ettiği, yakın tarihte uydurulmuş efsanelerden biridir.
Dünya güzeli Türkçe lisanının dejenerasyonunun başladığı Türk Dil Kurultayı’nın açılışı olan 26 Eylül (1932) tarihi, memleketimizde dil bayramı olarak kutlanır. Karamanlılar bununla iktifa etmez; 13 Mayıs’ta bir dil bayramı daha kutlarlar. Bu gün konuşmalar yapılır; Ermenek’te Karamanoğlu Mehmed Bey’in kabri ziyaret edilir.
Rivayet odur ki, Karamanoğlu Mehmed Bey, 1277 senesinde bugün, “Bugünden sonra hiç kimse Türkçe’den başka dil konuşmayacak” diye bir ferman neşretmiş.
Bu sebeple Karamanoğlu Mehmed Bey’in bir heykeli dikilerek, eline bu söz yazılıp tutuşturulmuştur. Hâdisenin aslı Türk Tarih Kurumu’nun mecmuası Belleten’de Prof. Dr. Erdoğan Merçil tarafından uzun yazıldığı hâlde, kimse bu hatadan vazgeçmemiştir.
Nabza göre şerbet
Efsaneyi Fuad Köprülü uydurmuştur. 1914’te Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinde, Hayrullah Efendi Tarihi’nden alarak, burada hiç ismi geçmediği hâlde, birkaç sayfa sonra Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçe’yi resmî lisan yaptığını söyler.
O günler, Jön Türklerin, Türkifikasyon politikasının en canlı günleridir. Nabza göre şerbet vermeyi iyi bilen Köprülü, 1930’da neşrettiği Anadolu’da Türk Dilinin Tekâmülü makalesinde kaynak vermeden bunu biraz mübalağa ile tekrarlar. Efsaneyi Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı Anadolu Beylikleri kitabında sürdürür.
Hakikat sandım masalı
Hâdiseyi hakikat kabul eden Prof. Dr. Erol Güngör, Tarihte Türkler adlı eserinde; bunun hiçbir tahsili ve kültürü olmayan Karamanoğlu Mehmed Bey’in milliyet şuurunun kuvvetinden değil; devlet idaresinde bulunan okumuş tabakanın tesirini kaldırmak olduğunu söyler. Selçuklu mütehassısı Prof. Dr. Osman Turan da Selçuklular Tarihi’nde hâdiseyi değil de, Karamanoğlu’nun gayesini sorgular.
Şahabeddin Tekindağ’ın İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı Karamanlılar maddesinde, karardan bahsedilir; ama Karamanoğlu ismi geçmez. Linguist Prof. Dr. Faruk Timurtaş, hatta Selçuklu mütehassısı Faruk Sümer ve İbrahim Kafesoğlu da -milliyetçilik saikiyle olsa gerek- bu rivayeti sorgulamadan sahiplenmiştir.
Sahte kahraman
1243’te Kösedağ mağlubiyetinin ardından Moğollar, Sultan III. Gıyaseddin Keyhüsrev’i İran’a götürmüştü. Bundan istifade eden Larende (Karaman) Beyi Karamanoğlu Mehmed, etrafına topladığı 10 bin kadar köylü ile Konya’yı işgal etti. İki evvelki Sultan II. İzzeddin Keykâvus’un oğlu olduğu iddia edilen Mesut adında bir düzenbazı, Siyavuş adıyla tahta oturttu. Halkın ve resmî tarihçilerin Cimri diye andığı Siyavuş’un veziri oldu. Bir yandan da adamlarına etraf kasaba ve köyleri yağmalattı.
Vezir Sahib Ata’nın oğulları, hayatları pahasına bunlarla uğraştılar; ama baş edemediler. Bu sırada memlekete dönen Sultan III. Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğollardan yardım istedi... Moğollar, Cimri ve Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü. İkisi de kaçtılar.
O devrin tarihçisi İbn Bibi’nin, dedesini Larende’ye kömür çeken bir köylü olarak tanıttığı, zamanın şartlarından istifade ederek, memlekete ve millete çok zararlar vermiş sahte kahraman Karamanoğlu, bir yerde pusuya düşürülüp öldürüldü. Cimri de ertesi sene yakalanıp idam edildi.
Cimri diye bir harami
Selçuklu devrini idrak eden tarihçilerden Aksarayî, 1323’te kaleme aldığı Müsâmere adlı eserinde şöyle anlatır: “Cimri taraftarları, Konya’da saltanat sarayının bütün mal ve hazinesini yağmaladılar. Selçuklu Devleti’nin bu eski başşehri şimdi de onun saltanatına boyun eğdi. Alçak bir şeytan, Süleyman Tahtı’na oturdu. Adına hutbe okundu ve para kesildi. Beraberindeki çapulcular her tarafta talana ve yağmacılığa koyuldular.”
Farsça Selçuknâme’de ise şöyle anlatılır: “Ansızın bir şahıs (Cimri) ortaya çıkarak ben İzzeddin Keykavus’un oğlu Mesud’um dedi. Köylülerden 10 bin kişi toplayıp Konya’nın üstüne yürüdü. Kale kapılarım ateşe verdiler, şehri ele geçirdiler. O şahıs tahta oturdu, adına hutbe okuttular. Karamanoğlu’nu kendine vezir edindi.”
Karamanoğulları’na ait Şikârî Tarihi’de, “Sultan Alâaddin, Cimri namında bir haramiyi hapseylemişti. Karamanoğlu bunu hapisten çıkarıp, Konya’ya hâkim eyledi” diyor. Bunların hiç birinde Türkçe hâdisesinden bahis yoktur. Peki nereden çıkıyor bu rivayet?
Şehirde çağırttılar
İbn Bibi 1281’de kaleme aldığı el-Evâmirü’l-Alâiyye’de der ki: “Cimri’yi şehre getirdiler, devlethanede sultanların makamına oturttular. Ertesi gün büyük bir ihtişam ve debdebe içinde kalabalık maiyetiyle ata bindirip şehrin etrafında gezdirdiler. Dönünce divan kurdular. Her tarafa, ileri gelenleri çağırmak için fermanlar çıkardılar. Şehirde çağırttılar ki, şimden girü hiç kimesne kapuda ve divânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayri dil söylemeyeler. Birkaç gün sonra vezirlik Karamanoğlu Mehmed Bey’e verildi.”
Görülüyor ki, bu karar, divanda alınmış; Karamanoğlu birkaç gün sonra vezir olmuştur. İbn Bibi’nin Yazıcızade tercümesinde “ferman” yok; “çağırtmak” yani ilan var. Selçuklularda, resmî yazışmalar Farsça yürütülürdü. Bunun sebebi, hem Farsça’nın zenginliği, hem de emniyet idi. Osmanlılarda da bazı maliye kayıtları gizlilik endişesiyle Farsça tutulmuştur. Orta Çağ’da üstelik çeşitli lisanlar konuşan halka sahip bir devletin, resmî lisan ilan etmesi kadar manasız bir şey olamaz. Resmî lisan furyası, son asırların mahsulüdür.
Türkçe Konuş Vatandaş!
Netice itibarıyla, “Türkçe konuş!” emri, bir ferman değil; karardır. Ferman olsa bile, Karamanoğlu’na ait değildir. Çünki vezir, ferman çıkaramaz. Fermanı hükümdar çıkarır. Kaldı ki bu karar, birkaç gün ya tatbik edilmiş ya edilmemiş; daha onun zamanında eski hâle dönülmüştür. Çünki Cimri-Karamanoğlu komedyası 37 gün sürmüştür. Bu işin bir kıymeti varsa, o da Karamanoğlu’na değil, Cimri’ye aittir.
İbn Bibi birkaç satır sonra, Mehmed Bey’in “defterleri dahi Türkçe yazalar” tamiminden bahsederek der ki: “Türkçe’yi o zamanlar Arap harfleriyle yazmak âdet olmamıştı. Zira Türkçe’nin kayda geçirilmesi kolay değildi. Her kâtip, kendi anladığı şekilde yazıyordu. Bu sebeple çaresiz kalıp Farsça ve Arapça yazarlardı.”
Ancak bu ne Türkçülükten, ne de Türkçe gayretinden idi. Bilakis idareye hâkim olamama sıkıntısından kaynaklanıyordu. Yani Farsça bilmeyen darbeciler, işgal ettikleri Selçuklu merkezinde, herhangi bir katakulliye gelmek istemiyordu.
Ne Cimri, ne de Mehmed Bey Türkçe’den başka dil biliyordu. Arapça ve Farsça’nın yaygın olarak kullanıldığı Konya’da acze düştüler. Etraflarında olup biteni anlayamadıkları için “Vatandaş Türkçe konuş!” kabilinden bir yasak getirdiler.
Cahil ve gaddar
Evet, Karamanoğulları, Osmanlılarla pek iyi münasebet içinde olmamış; verdiği sözleri tutmamış; hatta her fırsatta güç mücadelesi adına ecnebilerle ittifak yapmaktan çekinmemiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey, Osman Gazi’nin sonuna kadar tazimde bulunduğu Selçuklu sarayı ile irtibatını hemen kesmiştir. Gerçi bunlar, neticede hatasıyla sevabıyla tarihteki yerini almış bir Türk beyliğini serapa kötülemek için kâfi sebep değildir.
Ama kroniklere göre cahil ve gaddar bir Türkmen beyi olmaktan öte vasfı bulunmayan Karamanoğlu’nu yabancılaşmış Selçuklu saray çevresine meydan okuyan biri olarak lanse etmek doğru değildir. Hele “Türkçe hassasiyeti”nden bahsedip, “Türkçe’nin kaderini değiştiren kahraman” sıfatıyla “Türk Büyükleri” arasında hürmetle anmak, her yere heykelini dikip, adını üniversitelere, parklara, camilere vermek, namına millî piyesler yazmak, ancak bizde rastlanabilecek trajikomik bir hadisedir.
Jön Türklerin, Türkçe’den başka lisanları yasaklamak politikasında, kendilerine bir öncü arayıp bu efsaneye sarıldığı anlaşılıyor. Hâlbuki, Türkçe’ye ve Türk kültürüne sahip çıkıp himaye eden, onu ordu, ilim ve bürokrasi lisanı hâline getiren Osmanlılar olmuştur.
.
SULTAN ABDÜLHAMİD’İN AVRUPA’DA YASAKLATTIĞI PİYESLER
2 Kasım 2020 02:00
İslâmiyet aleyhindeki bir piyesin Paris’te oynatılacağını haber alan Sultan Abdülhamid, hemen Paris sefareti vasıtasıyla bunun önlenmesine teşebbüs etti.
Aydınlanma çağından sonra, Avrupalı entelektüellerde Şark’ı doğru anlamak merakı hâsıl olmuş; bunun neticesi olarak gerek Müslümanlığa, gerekse Osmanlı estetik ve kültürüne karşı bir sempati doğmuştu.
Bununla beraber sosyal ve siyasi alışkanlıkların tesiriyle halk arasında fanatikler de eksik olmamıştır. İnançsızların, inananların inandığı şeylere saygı göstermesi beklenmez belki ama, insanların kıymet verdiklerine, en azından açıkça saygısız davranmamak da medeni insanın vecibesi olmalıdır.
Osmanlı hükûmeti, kendisine ve Müslüman halka zarar vereceği endişesiyle bu konjonktürel fanatizmi söndürmeye çalışmıştır. Bu hassasiyet hilafet prestijini ayakta tutmaya en fazla ehemmiyet veren Sultan II. Abdülhamid’de görülür.
Avrupa’da İslâmiyet veya Osmanlılar aleyhindeki piyeslerin, Osmanlı hükûmetinin ricasıyla ve diplomatik yollarla sahneden kaldırıldığı veya hiç sahnelenmediğine dair Osmanlı arşivinde vesikalar mevcuttur. Gazeteci merhum Ziyad Ebuzziya Bey, vaktiyle bunları neşretmişti.
Fena tesir!
Meşhur Fransız yazarı ve Academie Française azası Marki Henri de Bornier’nin, Hazret-i Muhammed ve İslâmiyet hakkında uygunsuz ifadeler taşıyan “Mahomet” adlı piyesinin Paris’te sahne alacağını bir Fransız gazetesinde okuyan Padişah, Paris sefaretine bir talimat gönderdi.
1888 tarihli bu talimatta, “İslâmiyet aleyhinde tertip edilmiş bir tiyatro risalesinin Paris’te Comedie Française nam tiyatroda oynatılacağı anlaşılarak, bilcümle Müslümanlarca fena tesir doğuracak böyle bir oyunun icrasına Fransa Devleti tarafından rıza gösterilmeyeceğinin açık olduğu” beyan ediliyor; gayet nazik bir üslûpla ve diplomatik bir lisanla bunun engellenmesi isteniyordu. Paris Sefiri Esad Paşa, Fransız bürokratları ile görüşerek, piyesin icrasını bir sene tehir ettirmeye muvaffak oldu.
Mart 1890’da Comedie Française, piyesi tekrar repertuarına alınca, diplomatik bir kriz doğdu. Fransız hariciyesi, piyeste İslâmiyet ve Hazret-i Peygamber aleyhinde bir unsur bulunmadığını beyan ederek; piyesin o zaman Fransız hâkimiyetindeki Cezayir ve Tunus’ta oynatılmayacağı hususunda teminat verdi.
Bu zaman zarfında Padişah, Fransız sefiri Kont Montebello ile bizzat görüşerek, piyesin kaldırılmasında ısrarcı oldu. Uyanık sefirin, başbakan Freycinet’i ikazı üzerine, sadece Comedie Française’de değil, bütün Fransa’da piyesin icrası hükûmetçe menedildi. Sefir bunu, 22 Mart 1890’da Hariciye Nazırı Said Paşa’ya haber verdi. Buna dair yazışmalar, Osmanlı Arşivi’nde mevcuttur. (Yıldız Arşivi Hâriciye Nezâreti Mârûzâtı)
Eski diplomatlar
Bunun üzerine de Bornier, piyesini daha bir hürriyet memleketi olan İngiltere’de sahneletmeye teşebbüs etti. Londra’da Lyceum tiyatrosu ile anlaştı. O zaman Kraliçe Victoria’nın hariciye nazırı, Türk dostluğu ile tanınan Lord Salisbury idi. Padişahın arzusu üzerine hükûmet, buna müracaat ederek, piyesi İngiltere’de de menettirmeye muvaffak oldu.
Üç sene sonra, Lord Salisbury düşüp, yerine Lord Rosebery geçince, Borniet cesarete gelip, tekrar bir başka Londra tiyatrosu ile anlaşmışsa da, Osmanlı sefirinin müracaatı üzerine, hükûmet tarafından engellenmiştir. O zamanki Osmanlı sefaret mensupları, kokteyllerde gezmek yerine, memleket menfaatlerini ciddi manada takip eden kültürlü, tecrübeli ve hassas diplomatlardı.
Dünyadan haber
Avrupa’da neşredilen hemen her gazeteyi getirtip okuyan veya okutan, böylece dünyada olup bitenden haberdar olmaya çalışan Sultan II. Abdülhamid’in, sahnelenmemesi için diplomatik yollarla mücadele ettiği piyesler bunlardan ibaret değildir. Hiçbirinde dünyayı ayağa kaldırmak veya harb ilan etmek gibi ifadeler kullanılmış değildir. Kimse de piyesi yazanın kafasını kesmeye kalkışmamıştır.
1893’te Roma’da “Mehmed II” isimli piyesin sahneleneceğini haber alan Sultan II. Abdülhamid’in talimatı üzerine hükûmet, İtalyan hariciyesi nezdinde müracaatta bulunmuş; piyeste gerek Fatih Sultan Mehmed ve gerekse İslâmiyet hakkında tahkir edici bir unsur varsa, kaldırılacağı teminatı alınmıştır.
William Percy’nin 1601’de yazdığı “Mahomet and His Heaven” (Muhammed ve Cenneti) adlı piyesin 1900 senesinde Paris’te oynanmak istenmesi üzerine, Osmanlı hükûmetinin Paris sefaretinin müdahalesiyle piyesin ismi değiştirilmiş ve içinde İslâmiyete karşı yanlış anlaşılabilecek hususların çıkarılması kabul ettirilmiştir.
Zavallı Voltaire!
1778’de ölen Fransız filozof ve edip Voltaire’in Le Fanatisme ou Mahomet le Prophete Tragedie (Fanatizm veya Peygamber Muhammed’in Taassubu) adında bir piyesi vardır. Hemen her cümlesi tarihî hakikatlere aykırı olan bu piyeste, Hazret-i Peygamber’in Zeyneb ile evliliği iftiraya varan bayağı bir üslupla tasvir edilmektedir.
Hazret-i Peygamber, halasının, güzelliği ve cömertliği ile meşhur kızı Zeyneb’i, çok sevdiği evlatlığı Zeyd ile evlendirdi. Ancak anlaşamadılar ve ayrılmaya karar verdiler. Buna çok üzülen Cenab-ı Peygamber, mutsuzluğuna sebep olduğu için kendisini mesul hissetti ve Zeyneb’i teselli edebilecek tek şeyin kendisiyle evlenmesi olduğunu düşündü; fakat dedikodudan çekindi. Bu esnada gelen bir âyet-i kerime, fikrinin doğru olduğunu ve nikâhlarının gökte kıyıldığını bildirdi.
Böylece evlatlığın, hakiki evlat sayılmayıp; o ve zevcesinin mahrem olmadığı hükmü de teyit edilmiş oluyordu. Çok sıradan bir hadise olmasına rağmen, devamlı dillendirilerek ve Peygamber’in güzelliğini gayriihtiyari görüp, Zeyneb’e âşık olduğu iftirası da eklenerek Avrupalı yazarlar ve oryantalistlerce menfi propaganda malzemesi hâline getirilmiştir. Hâlbuki Cenab-ı Peygamber, zaten halasının kızını tanıyor; güzelliğini biliyordu. İstese o zaman evlenirdi. Neden şimdi görüp de âşık olsun, diyen çıkmamıştır.
Voltaire’in piyesi neşredildiği 1742’den beri tiyatrolarda sahnelenmiş; ilk başta Katolik mezhebine mensup sofu Jansenistler tarafından dine dokunduğu gerekçesiyle ağır bir şekilde tenkit edildiği için, üç defadan sonra sahneden kaldırılmıştır.
Daha basılırken Prusya Kralı Friedrich’e yazdığı mektupta Voltaire, piyesin tarihî gerçeklerle alakasının bulunmadığını itiraf ederek, maksadının taassubun kötülüğünü anlatmak olduğunu, dinî müsamahanın, kardeşliği kuracağına inandığını söylemiştir. Buradaki taassubun, Hristiyanlığa ait olduğu anlaşılıp reaksiyon görünce; dinle alakası olmayan Voltaire, piyesi, Jansenist muhalifi Papa XIV. Benedictus’a takdim ile takdis ettirip paçasını kurtarmıştır.
Namık Kemal, Voltaire’in menfaatperestlikle yaptığı bu işteki bariz hatalar sebebiyle kendisini maskara vaziyetine düşürdüğünü söyler. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Seydişehirli Mahmud Esad, İsmail Fenni Ertuğrul kendisini tenkit eder. Ahmed Hikmet Müftüoğlu, eserin hakikatle alakası bulunmadığını ve Voltaire için kara bir leke olduğunu söylerken; Celal Nuri İleri, Voltaire gibi ileri görüşlü birinin nasıl böyle bir piyes yazdığına hayret eder. Ahmed Midhat Efendi ve Beşir Fuad ise, eserin Müslümanlığı değil, Hristiyanlığı hedef aldığını; ama Voltaire'in kiliseyle arasını düzeltmek için metafor yaptığını iddia eder.
Sonradan Voltaire, İslâmiyet hakkındaki fikirlerinin çoğunu değiştirdiği; hatta Hazret-i Muhammed’i takdir edip övdüğü hâlde, evvelce yazdığı ve bilgi hatalarıyla dolu bu iki garezkâr piyes, Avrupa’da İslâmiyet ve Cenab-ı Peygamber hakkındaki menfi bakışın ve bayağı tavırların en mühim amillerinden olmuştur.
Voltaire’in piyesi, Sultan Hamid’in Avrupa’da sahnelenmesini menettiği piyes olarak bilinirse de, doğru değildir. Bunun mesnedi, din adamı ve müzisyen Ali Rıza Sağman’ın “inanılır bir yerden edindiğim bilgiye göre” diyerek ve kaynak vermeyerek anlattıklarıdır.
Ona göre, bu piyes Sultan Hamid zamanında sahnelenmek istenmişti. Paris Sefiri Münir Paşa bunu Padişah’a bildirmiş; o da “Reisicumhur hazretlerine git. Selamımızı tebliğ et. Bu piyesin oynanmasını münasip bulmadığımızı anlat!” demiş; böylece bütün biletleri satıldığı hâlde, oynanacağı gece iptal edilmiştir. O zaman Fransa reisicumhuru Sadi Carnot idi. 1894’te bir suikast ile öldürülmüştür.
Bu yanlış bilginin sebebi, Voltaire’in Mahomet adındaki başka bir piyesinin Osmanlı topraklarına sokulması ve tevziinin, Maarif Müdürlüklerine gönderilen 1893 tarihli bir talimatname ile menedilmiş olmasıdır. Bunu Osmanlı arşivindeki bir vesikadan öğreniyoruz (Maarif Nezareti Mektubi Kalemi).

.
.
Tarihi değiştiren maymun ısırığı KRAL VE MAYMUN
9 Kasım 2020 02:00
Bir maymun ısırığı tarihin gidişini değiştirdi. Churchill “Bu maymunun ısırmasından dolayı bir kral ve çeyrek milyon kişi öldü” derdi.
Genç Yunan Kralı Aleksandros, 2 Ekim 1920 günü Tatoi Kraliyet Sarayı bahçesinde gezerken, İngiliz Generali Milne tarafından kendisine hediye edilen Alsace cinsi çoban köpeği Fritz’in üzerine, bahçeler müdürünün Berberî Şebeği cinsinden maymunu Moritz saldırdı. Gazaplı maymunun eşi olan bir başkası, köpeğini kurtarmak isteyen kralı bacak ve karnından ısırdı. Sarayda, serbestçe gezen vahşi bir Berberî Şebeği’nin ne işi vardı, orası bir muammadır.
Maymunlar komiktir ama, Berberî Şebeği, aslında büyük dişleri olan çok tehlikeli bir hayvandır...
Saldırgan maymun ve eşi hemen vuruldu. Hizmetçiler, Kral’ın yaralarını temizlediler. Ancak, çok geç kalmıştı. Isırık yaraları kolayca enfekte olur. Hele vahşi hayvanlardan geliyorlarsa…
Kelebek Tesiri
Hadise ciddiye alınmadı ve kimseye duyurulmadı. Yarası iltihaplanan Kral, ateşler ve acılar içinde kıvranmaya başladı. Bir ara ayağının kesilmesi bile düşünüldü. Sürgündeki annesini görmek istedi; hükûmet kabul etmedi. 23 gün içinde 7 ameliyat geçiren Kral, 25 Ekim 1920’de septisemiden öldü.
Tarih boyu birçok hükümdar, acımasızca ve tuhaf yollarla ölmüştür. Ancak bu şekilde bir ölüm dünyada tektir. Sembolik bir hükümdar olan Kral’ın ölümünün aslında politik bir ehemmiyeti yoktu. Ama beklenmedik ölümü, kelebek tesiri ile bir dizi mühim hadiseye yol açtı. Kral genç ve sağlıklı idi; uzun yıllar yaşayabilirdi; o takdirde Küçük Asya Macerası başta olmak üzere, tarihin akışı bambaşka olurdu.
Kukla Kral
Yunanistan, I. Cihan Harbi’ne girmedi. “Küçük, fakat itibarlı Yunanistan” isteyen Kral Konstantinos, Kayzer’in eniştesi idi. Giritli kurnaz diplomat Elefterios Venizelos ise harb taraftarı idi. Kralı, Almanya ile gizli bir anlaşma yapmakla suçlayarak yıprattı.
Müttefikler Yunanistan’ın bir kısmını işgal ederek Kral’ı düşürüp, yerine 11 Haziran 1917’de küçük oğlu 24 yaşındaki Prens Aleksandros’u geçirdiler. 15 Eylül 1918’de Yunanistan müttefikler yanında harbe girdi.
Venizelos diktatör oldu. Kraliyet ailesinin tamamını sürgüne gönderdi. Kralı saraya hapsederek pasifize etti. Binlerce kralcı ve harb aleyhtarı memur ve askeri tasfiye etti. Basını ve harb muhaliflerini susturdu.
Suikast mı?
İyi bir hatip olan kurt politikacı Venizelos, Avrupa siyasilerini avucunun içine almış; Lloyd George’u İzmir’i işgale razı etmişti. Hâlbuki tuzağa düşen kendisi idi. Nitekim işgal, İngiltere’nin menfaatine, Yunanistan’ın aleyhine olmuştur.
Gümülcine’den Edirne’ye giderken bir Bulgar komitacısı Kral’a suikast yaptı; ama Kral, kurtuldu. Venizelos, Anadolu’da fethedilen toprakları ilhak etmek üzere yeni kralı zorladı. Ama kral ayak diredi. Zira Yunanistan’da Küçük Asya macerasına muhalif geniş bir kitle vardı. Tam o esnada Kral öldü. Bazıları Kral’ın Venizelos tarafından zehirlenerek öldürüldüğünü iddia etmiştir.
Saf Prusyalı
Venizelos, seçime gidip cumhuriyet ilan etmeyi düşündü. Kendinden çok emindi. Ancak halk, İngiliz ve Fransızlarla ittifakından hoşlanmıyor ve harbi desteklemiyordu. Venizelos kaybetti; kraliyet taraftarları kazandı.
14 Kasım 1920’de İsviçre’de sürgündeki eski kral Konstantinos geri döndü. Kralın dönüşü için yapılan plebisitte kullanılan 1 milyon reyin, sadece 10 bini muhalifti. İngiltere derhal Yunanistan’dan desteğini çekti.
Müttefiklerin resmen tanımadığı, Prusya saflığının bir numunesi olan yeni kral, güya eski hatasına düşmedi; harbi sürdürdü. Nutuk’ta da geçtiği üzere, İngilizlere krallığını tasdik ettirebilmek için taarruz edip muvaffak olması gerektiğini düşünüyordu.
Başbakan Dimitri Gunaris’in ısrarlarına rağmen, İngiltere desteğini geri çekti. Londra, Yunanları kullanmış; şimdi bir kenara silkelemişti. Dengeler değişmiş, ibre başka tarafa dönmüştü. Konstantinos iyi bir askerdi ama, bunu idrak edecek kadar kurnaz değildi.
Değişen ibre
İngiliz politikasının değişmesinin tek sebebi bu değildi elbette. İngiltere’nin Yunanistan’dan bir beklentisi kalmamıştı. Artık daha büyük bir tehlike vardı. Sovyetlere yakın bir Türkiye istemeyen Londra, Sovyet tehlikesine karşı Ankara’ya yaklaşmak yolunu tercih ediyordu.
Kasım 1920’den beri Yunanlardan sıdkını sıyıran Müttefikler, 26 Nisan 1921’de Türk-Yunan harbinde tarafsız olduklarını resmen ilan ettiler. Yunanların İstanbul’u askerî üs olarak kullanmaları engellendi. Kemalistlerin İstanbul’dan Anadolu’ya geçişine izin verildi.
Fransa, İtalya ve Rusya, Ankara Hareketi'ne silah temin ederken; Yunanlara silah satışı yasaklandı. (Bilal Şimşir, İngiliz Belgeleri ile Sakarya’dan İzmir’e, 193 vd; Abdurrahman Bozkurt, İtilaf Devletleri’nin Türk-Yunan Savaşı’nda Tarafsızlık İlanı)
Bir kral ve Çeyrek Milyon
Yunan milliyetçilerinin Megali İdea, nam-ı diğer Büyük Bizans’ın ihyasına dair çılgın hayalleri maymun ısırığı ile suya düşmüştür. Tarihçiler, Aleksandros’un ölümünün, Venizelos’a darbe vurduğunu; Müttefikler’in desteğinin kaybedilmesinin Yunanların Anadolu’dan çekilmesine sebebiyet verdiğini söyler.
Winston Churchill, “Bu maymunun ısırmasından dolayı bir kral ve çeyrek milyon kişi öldü” demişti. (The World Crisis, V/409, Londra 1929)
1928’de memleketine dönüp başbakan olan Venizelos, bu sefer amansız Türkiye dostu oldu. Türkiye’yi resmen ziyaret etti. İki cumhuriyetçi eski düşman samimi pozlar verdiler. Hatta 1934’te Gazi’yi Nobel Barış Mükâfatı’na namzet gösterdi; Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesi için referans oldu.
Maymuna Övgü
O zamanki gazetelerden anlaşıldığına göre, Türk matbuatı Kral’ın ölümünü coşkuyla karşılamış; maymuna övgüler düzmüştür. Yahya Kemal, Nihad Sami, Sâmiha Ayverdi gibi edipler, “Allahın askerleri sonsuzdur” fehvasınca Türk-Yunan harbinin kazanılmasında maymunun rol aldığını söyler. Said Nursi’nin, “Mücahid bir hayvan mersiyesi” başlıklı komik bir şiiri vardır!..
Araba meraklısı kral
Aleksandros, yakışıklı, nazik ve sosyal çevrelerde sevilen bir şahsiyetti. Motorlara ve otomobillere meraklıydı. Yunanistan’da ilk otomobil alanlardan birisidir. Kimseye kulak asmamış; halktan bir kızla evlenmişti. Balkan Harbleri’ne genç bir subay olarak katılmıştı. Edirne’den başlayıp İzmir’de sona eren bir Anadolu seyahati yaptı. Edirne’de Selimiye Camii’ni ziyaret etti; işgalciler, Türklerin dinine ve kültürlerine saygı gösterileceğine dair gönül çelici beyannameler neşretti...

.
.
LÜBNAN’DA SON OSMANLILAR
16 Kasım 2020 02:00
Şu anda çeşitli sıkıntılarla boğuşan Lübnan, vaktiyle sürgün edilen Osmanlı hânedanına kucağını açmıştı. Öyle ki Beyrut, âdeta ailenin merkezi gibiydi.
3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırılıp, kundaktaki bebekten eli bastonlu yaşlısına, hatta hizmetçi ve evlatlıklara kadar sürgün edilen Osmanlı hânedanı, kafesten çıkmış kanarya gibiydi. Ne gidecek yeri, ne de uzun zaman yaşayacak kadar parası vardı. Müslüman memleketlerin hemen tamamı işgal altında idi. İngiltere, Ankara’yı gücendirmemek adına, Filistin, Kıbrıs, Mısır, Irak gibi işgali altında tuttuğu yerlere hânedan mensuplarını sokmadı.
Cumhuriyet ama…
Cumhuriyet olmasına rağmen, Fransa öyle yapmadı. İnsan hakları müdafiliğini kaptırmamak adına, Osmanlı ailesini gerek Fransa’ya, gerekse işgali altındaki Suriye ve Lübnan’a kabul etti. Hatta onlara imparatorluk unvanlarının da yazılı olduğu pasaportlar verdi.
Aile, gittiği yerde uzun zaman kalamazdı. Avrupa, pahalı bir memleketti. İşi ve serveti olmayanlar için hayat zordu. Bazıları bulundukları yerde şartlar zorlaştığı için başka bir şehre hicret etti. İlk yıllarda bir kısmı halifenin de yaşadığı Fransa’ya, bir kısmı da Lübnan’a yerleşti. Gerisi, dünyaya dağıldı.
Kıskançlık sebebiyle Osmanlı ailesine hep soğuk bakan Mısır Meliki Fuad 1936’da ölüp de, oğlu Faruk tahta geçince kapıları açtı. Bunun üzerine ailenin bir kısım Mısır’a gitti. Faruk bunlara evkaftan cüzi bir maaş bağladı. Nispeten nefes alabildiler.
Niye Beyrut?
Böylece İstanbul’a benzeyen Nice, Beyrut ve İskenderiye şehirleri, ailenin kalabalık kollarının yaşadığı üç merkez hâline geldi. Bunlardan Beyrut, hem havasının latifliği, hem yabancıları yadırgamayan kozmopolit yapısı, hem mamurluğu, hem de memlekete yakınlığı sebebiyle tercih ediliyordu. Beyrut halkı, bilhassa Sünniler, Osmanlıları sever, hürmet gösterip yardım ederdi. En mühimi, limana zaman zaman yanaşan gemilerde Türk bayağını görmek, limana inip Türk denizcilerle görüşebilmek, memleket havasını koklamak, gurbetteki sürgünler için paha biçilmez bir nimetti.
Ayşe Sultan’ın torunu Ayşe Nâmi Hanım anlattı: “Lübnan’daki hânedan mensupları arasında, bir tesânüd [dayanışma] vardı. Avrupa’ya gidenler için vaziyet böyle olmadı. Mesela Beyrut’ta iken, Nâile Sultan her pazar aile efradını yemeğe çağırırdı. Çocuklar birbirleriyle oynar; bir cihetten sürgünü çok hissetmezlerdi.” Fatma Sultan’ın Menâra semtinde evi de ailenin buluşma noktalarının başında geliyordu.
Eski rejimin adamı olduğu için sürgün edilen 150’liklerden de Beyrut’ta bulunanlar vardı. Meşhur edip Refik Halid Karay bunlardan biridir. Sultan Vahideddin’in posta nazırı idi. Gurbet Hikâyeleri, Sürgün, Nilgün gibi kitaplarında o günleri çok güzel tasvir eder. Şair Rıza Tevfik de Beyrut’ta sürgünde idi. “Uçun kuşlar uçun doğduğum yere/Şimdi dağlarında mor sümbül vardır” diye başlayan emsalsiz şiiri, bu gurbetin hissiyatıyla yazılmıştır.
Vatanım nasıl?
Sultan V. Murad’ın torunu Ahmed Nihad Efendi ile kardeşi Rukiye Sultan ve zevci Şerif Abdülmecid Beyrut’ta Eşrefiye’de idi. 1944 senesinde hânedan reisi olan Nihad Efendi, ertesi sene felç geçirdi. 1954’teki vefatına kadar, günlerini pek basit döşeli mütevazı evinde, üzerinde bir kilim serili bulunan ve gece kendisine yatak vazifesi gören bir sedirde geçirirdi. Odanın yegâne ziyneti, duvarda asılı Türk bayrağı idi. Sık sık limanı seyreder; Türk bayrağı taşıyan bir geminin limana girip girmediğini kontrol ederdi. Görünce de, bastonuna dayanarak alil vücudunu sürükleye sürükleye rıhtıma kadar iner; bayrağı yakından seyredip, yorgun ve mahzun bir şekilde eve dönerdi.
Sultan V. Murad’ın kızı Hadice Sultan, Beyrut Eşrefiye’de 1937’ye kadar yatalak hâlde yaşadı. Kabir taşını Rıza Tevfik yazmıştır. Sultan’ın fakru zaruret içinde yaşayan oğlu Hayri Bey, memlekete dönmek için ısrarla hükûmete yalvarmış; kabul edilmeyince buhran geçirip hayatına son vermişti.
Hadice Sultan’ın kızı Selma Hanımsultan bir Hind prensiyle evlenip Hindistan’a gitti ki, meşhur yazar Kenize Murad’ın annesidir. İkisinin de hayatı roman gibidir. Selma Hanımsultan İstanbul’u çok özler; Beyrut limanına inerek, İstanbul’dan gelen gemilerden inenlere, ‘İstanbul nasıl? Vatanım nasıl?’ diye sorardı.
Prensin sarayı
Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Selim Efendi, Beyrut’un Cünye semtinde otururdu. Hatta parası bittiğinde, ev sahibi olan Ermeni kira almadan senelerce oturmasına müsaade etmişti. Bugün de ayaktaki bu basit eve halk “Kasru’l-Emîr” (Prens sarayı) derdi.
Sultan Hamid’in oğlu Âbid Efendi, kızları Naime ve Refia Sultanlar ile Ayşe Sultan’ın oğlu Ömer Nami Bey Beyrut’ta idi. Selim Efendi’nin kızı Nemika Sultan, yine sahilde, ama daha Osmanlı karakterindeki Trablus’ta otururdu. Türkiye’nin ilk yüksek maden mühendisi olan kocası Kenan Bey, Trablus’ta belediye reisliği bile yapmıştı.
Sultan Reşad’ın oğlu Ziyaeddin Efendi bir ara Beyrut’ta oturmuş; sonra İskenderiye’ye taşınmıştı. Şehzade İbrahim Tevfik Efendi’nin kızı Fatma Zehra Sultan; Selim Süleyman Efendi’nin oğlu ve Enver Paşa’nın kayınbiraderi Şerefeddin Efendi; Sultan Aziz’in torunları Cemaleddin Efendi ve oğulları Hüsameddin ve Sadeddin Efendiler, yine Sultan Aziz'in torunları Nizameddin ve Ahmed Tevhid Efendiler, Sultan Aziz'in kızı Nazime Sultan ile sürgünden evvel ölen diğer kızı Esma Sultan’ın ailesi hep Beyrut’ta idi. Şerefeddin Efendi defalarca ticaretle uğraşmış; ama hep iflas etmişti.
Aynı âdet, aynı teşrifat
Kocaları sebebiyle nispeten elleri geniş olan Naile ve Nazime Sultan’ın hayatları sanki İstanbul’da gibi aynı teşrifatla devam ediyordu. Nazime Sultan vefat edince, bir müzeyi andıran evindeki eşyaya Lübnan başbakanı Riyad Sulh el koydu.
Bir ara Sultan Reşad'ın torunu Nâzım ve Sultan Hamid'in torunu Orhan Efendi Beyrut’ta kaldılar. Memlekette iken otomobil sürmeyi öğrenen Nâzım Efendi, Beyrut-Bağdad arasında; Orhan Efendi de Beyrut-Şam arasında taksicilik yaparak geçindiler. Geçerlerken tanıyan polisler, selama dururdu. Sultan Reşad’ın torunu olup, Ürdün Prensi Naif ile evlenen Mihrümah Sultan, Beyrut’u, o zaman sıkıcı bir kasaba olan Amman’a tercih ederdi.
Lübnan’da herkesin hayatı da iç açıcı değildi elbette. Sultan Abdülaziz’in torunu Ahmed Tevhid Efendi, 1966’da Beyrut’ta bir göz odalı pansiyonda zaruret içinde vefat etti. En son saatini rehine koymuştu. Naaşı kimsenin haberi olmadan ortada kaldı ve bozulmaya başladı. Konu komşunun yardımıyla kimsesizler mezarlığına gömüldü. Beyrut’un en eski mezarlığı olan Bâşura, bir hayli hânedan ferdini ağırlar.
Osman Gazi’ye en yakın Osmanlı
Hâlihazırda Nice ve İskenderiye’de aileden neredeyse kimse kalmamıştır. Beyrut’ta ise hânedandan 4 aile yaşamaktadır. Bunlardan biri Sultan Hamid soyundan, Nemika Sultan’ın torunlarıdır.
54 yaşındaki Şehzade Orhan Efendi ise, Sultan Aziz’in soyundan gelen yegâne şehzadedir. Evlidir; ama çocuğu yoktur. Ondan sonra Azizî kolu erkek cihetiyle sönecektir.
Sultan Mecid’in oğlu İbrahim Tevfik Efendi’nin torunu 92 yaşındaki mühendis Yavuz Alpan Bey, şu anda ailenin en yaşlı mensubudur. Geçen sene 101 yaşında vefat eden ablası Bilun Hanımsultan, sürgünü yaşayanların en son vefat edeniydi. Vefatına kadar kendisine bu muameleyi reva görenlere kırgınlığını dile getirdi.
Sultan Aziz’in kızı Esma Sultan’ın torunları da Beyrut’tadır. Bunlardan 90 yaşındaki tüccar Alp Osmansoy Bey, şu anda Osman Gazi’ye en yakın kuşaktaki tek kişidir. Yeni nesil, işsizlik sebebiyle Beyrut’u terk ederek. BAE’ye yerleşmeye mecbur kalmıştır.
.
ECDAT YADİGÂRI TÜRBELERİN HAZİN HİKÂYESİ
23 Kasım 2020 02:00
Asırlarca tarihin sessiz şahitliğini yapmış türbeler, 1925 senesinde kapatıldı. İçlerindeki kıymetli eşya, ya yağma edildi, ya çürümeye terk olundu...
Tanınmış şahsiyetlerin mezarının üzerine tanıtıcı abidevi bina yapmak, çok eski bir an’anedir. İslâmiyet, ölülerin yıkanıp kefenlenerek toprağa gömülmesini emreder. Kabrin kaybolmayıp ziyaret edilebilmesi için etrafına taş dizmek, başına taş dikip isim, ölüm tarihi gibi tanıtacak işaretler dizilmesine izin verilmiştir.
Buna rağmen İslâm medeniyetinde zengin bir türbe mimari an’anesinin teşekkülü enteresandır. XVIII. asır sonlarında Arabistan’da zuhur edip, zamanla Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi hâline gelen Vehhabîlik, mezarların basit ve tanınmayacak şekilde yapılması iddiasında olmuş; her çeşit türbeye ve türbe ziyaretine şiddetle karşı çıktığı gibi, mukaddes beldelerde meşhur ilk Müslümanların türbelerini de yerle bir etmiştir.
Türbe, bid’at midir?
Cenab-ı Peygamber zamanında türbe yoktu, türbe yapmak bid’attir, sözünü, ulema kabul etmez. İslâmiyet'te ilk yapılan türbe, Resulullah’ın medfun olduğu Hücre-i Muattara’dır. Bundan sonra ilk yapılan türbeler, Medine’deki Bakî Kabristanında, Resulullah’ın zevcelerinin kabirleri üzerine yapılmış olan kubbedir.
Cenab-ı Peygamber’in zevcesi Zeyneb binti Cahş, pek sıcak günde vefat etmişti. Halife Ömer, kabir kazılırken, cemaati güneşten korumak için, kabir üzerinde çadır kurdurdu. Çadır, uzun zaman kabir üzerinde kaldı. Bundan sonra, kabirler üzerine çadır, çardak; zamanla türbeler yapıldı.
İlk iki asrın âlimlerinden hiçbiri, türbelere karşı çıkmadı. Türbe yapmanın cevazına dair icmâ hâsıl oldu. Meşhur şahsiyetlerin üzerine türbe yapmanın faydası ölüye değildir. Kabir, ya cennet bahçesidir, ya cehennem çukurudur. Her iki hâlde de ölüye türbenin faydası yoktur.
Kabirleri mescid edinmeyin
Resulullah’ı Habeşistan’da ölülerin gömüldüğü kiliseler haber verildiğinde; “Kabirleri mescid edinmeyiniz” buyurdu. İbn Hacer Zevâcir’de bunun, ölüye hürmet maksadıyla veya kabrin üzerinde namaz kılınması hâline mahsus olduğunu söyler.
Fetava’l-Kübra’da, “Umumi kabristanda, mezar üstüne türbe yapılmaz. Bunları yıkmalıdır. Umumi olmayan mezarlıktaki türbeleri yıkmak caiz değildir” diyor. Görülüyor ki, vakıf olduğu ve yeri daraltarak başkalarının hakkına zarar verdiği için umumi kabristanda türbeye izin verilmemiştir. Bunu başka cihete çekmek doğru değildir.
Nitekim İbni Abidin der ki: Âlimlerin, seyyidlerin, velilerin, umuma vakfedilmiş olmayan yerdeki kabirleri üzerine türbe yapmak caizdir. Kabirleri üzerine sanduka, örtü, sarık sarmak; meyyite hürmete sebep olmak, hakaret edilmemek, gafillerin edepli olmaları için caizdir. Ameller niyete göredir.”
Demek ki, avamın bu şahsiyetlere sağlığındaki gibi hürmet etmesini temin; ayrıca ziyaret edenleri soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, yırtıcı hayvandan korumak için türbe yapılır. Türbeleri ziyaret eden hem ruhuna okuyarak ölülere karşı vazifesini yerine getirmiş; hem de ibret alarak istifade etmiş olarak döner.
Ölülerden medet ummak?
Konya milletvekili Refik Koraltan ve 5 arkadaşının verdiği takrir üzerine 30.XI.1925 tarihinde kabul edilen 677 sayılı “Tekke ve zaviyeler ile türbelerin seddine ve türbedarlar ile bazı unvanların men ve ilgasına dair kanun” tekkelerle beraber, türbelerin kapatılmasını emrediyordu. Hilafına hareket edenler 3 aydan az olmamak üzere hapsedilecekti. Bu kanun, 1982 anayasasında, anayasaya aykırılığı iddia edilemez kaydıyla, inkılap kanunları arasında korumaya alınmıştır.
Şeyh Said İsyanı’nın hemen ardından, zamanın reisicumhuru 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada, “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şendir (alçaklıktır). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır” sözüyle tekkelerin istikbaline işaret ediyordu. (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri I-III, TTK. 1997, s. 235)
Ankara’ya döner dönmez, 2 Eylül 1925 tarihli kararname ile tekke ve zaviyeler kapatıldı. Refik Koraltan’ın takririnin kabulü ile mesele kanuna ve cezai müeyyideye bağlandı. Memleket sathındaki bütün türbeler kapatıldı; teberrükât eşyası ya yağma edildi, ya çürümeye terk olundu.
Türbeler açılıyor, ama ne için?
Tarihçi/gazeteci İbrahim Hakkı Konyalı, Konya’da şahit olduğu acı bir manzarayı 1944’te gazetedeki sütununa taşıdı. Öyle ki Selçuklu hanedanına ait türbede sultanlara ait kemikler toplanıp rastgele bir çuvala doldurulmuş; o gece köpeklerin bu çuvalı didikleyerek kemikleri kaptığı görülmüştü. Hâdise infiale sebep oldu.
Muhalefetin giderek güçlenmesi üzerine, siyasi endişelerle dindarlara verilen tavizler cümlesinden olarak bazı türbelerin açılmasına izin verildi. 1947’deki CHP kurultayında konuşan Türkçü politikacı Hamdullah Suphi Tanrıöver, gençlere milliyet hissinin aşılanması için bazı türbelerin tamir edilip açılması lazım geldiğini söyledi. Yani mesele yine hürriyet değil, resmî ideolojinin menfaati çerçevesinde ele alınıyordu.
Şemsettin Günaltay, CHP giderayak, buna dair bir kanun teklifi verdi. 5.III.1950 tarihinde 5566/1 numaralı kanunla, türbeleri kapatan 1925 tarih ve 677 sayılı kanun tadil edildi. Maarif Vekâleti’nin teklifi üzerine kabine kararıyla türbelerin açılmasına müsaade edildi.
125 dendi, 25’te kaldı
Enteresandır ilk açılan türbe, Bayezid’de Reşit Paşa türbesidir. Ardından Gazi Osman Paşa, Barbaros Hayreddin Paşa, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, Bursa’da Osman Gazi, Orhan Gazi ve Çelebi Sultan Mehmed’e ait Yeşil Türbe açıldı.
Bunu takiben Mimar Sinan, Fatih Sultan Mehmet, içinde Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid’in de medfun bulunduğu Sultan II. Mahmut Türbesi, Bolayır’da Şehzade Gazi Süleyman Paşa, Kırşehir’de Âşık Paşa, Konya’da Selçuklu Sultanı Alaaddin ve Akşehir’de Nasreddin Hoca türbeleri devlet ricalinin iştirak ettiği merasimlerle açıldı. DP iktidarının hâsıl ettiği hürriyet vasatından istifade ile bazı din büyüklerinin türbeleri halk tarafından gayriresmî olarak açıldı. 125 türbe açılacak denirken, rakam 25’te kaldı.
Turgut Özal’ın talimatıyla 1990’da kanunda bir tadil daha yapılarak, 3612/5 sayılı kanunla türbelerin açılması için bakanlar kurulu tasvibinin alınması şart olmaktan çıkarıldı. Artık Kültür Bakanlığı’nın kararı kâfi idi. İlk olarak Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdai Türbesi açıldı. Bundan sonra türbelerin resmî ve gayriresmî açılışları devam etti. Eleman ve tahsisat kifayetsizliği veya alakasızlık sebebiyle hâlâ kapısında kilit bulunan Sultan Abdülmecid Türbesi gibi türbeler az değildir.
Kendine has türbe mimarisi
Türbe kelimesi ile Latince tümülüs ve İtalyanca tomba kelimeleri arasında irtibat kurmaya çalışanlar olmuşsa da, kelime Arapça türab (toprak) kökünden, türbet şeklinde Farsça’ya geçmiş; oradan Türkçe’ye girmiştir.
Kare, yuvarlak, çok kenarlı mekân üzerine yuvarlak veya sivri kubbeli türbeler İslâm coğrafyasının her tarafına yayılmış; kendine mahsus bir türbe mimarisi teşekkül etmiştir. Türklerde, mevta, türbenin altındaki mezar odasına konur; ikinci katta mezarın üzerine gelen yerde lahit veya sanduka bulunur.
Türbelerin, o mahalle halkı üzerine ciddi bir manevi fonksiyonu da vardır. Abdülhak Hamid’in Sultan Fatih için söylediği,
“Her dem sana açıktır, ebvâb-ı arş-ı rahmet,
Türbendir en azîmi, fethettiğin diyârın.
Beyt-i Hüdâya konmuş câhın metâf-ı eslâf
Durmuş başında bekler, bir kavim türbedârın”
şiiri, büyüklere ait türbelerin, millî şuurdaki mümtaz yerini çok güzel terennüm ede
.
İKİ DEVİRDE BİR ÂLİM: SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ
30 Kasım 2020 02:00
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, son asırda hem zahiri din ilimlerini, hem de tasavvufu bir arada öğreten ender şahsiyetlerdendir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri, 1860’ta bugün Van’a bağlı Başkale kasabasında dünyaya geldi. Soyu Hazret-i Hüseyin’e ulaşır. Dedelerinin Bağdad’dan gelerek yerleştikleri bugün Bahçesaray’a bağlı Arvas köyü, asırlar boyu mühim bir ilim merkezi olmuş; İran hududundaki mevkii itibarıyla sapık inançların Anadolu’ya girmesine set çekmiştir.
İlk tahsil ve terbiyesini babasından aldı. Sonra Arvas’ta Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin rahle-i tedrisinde yetişti. 22 yaşında zâhirî ilim icazeti aldı; 28 yaşında iken de hocası kendisini halife tayin etti. Böylece Nakşibendiye, Kâdiriye, Çeştiye, Kübreviye ve Sühreverdiye yolunda mürşid-i kâmil oldu; yani talebe yetiştirip, insanları irşad ederek evliyalık makamlarını kazandırmaya salahiyet kazandı.
Hamidiye Medresesi
Memleketine dönerek kendi parasıyla kurduğu medrese ve tekkede talebe yetiştirmeye başladı. Başta kardeşleri olmak üzere mezunları şarkta müftülük, müderrislik, kadılık vazifeleri aldılar. Bu küçük medresenin faaliyeti, İstanbul’un dikkatini çekti. Sultan Abdülhamid, maddî yardımda bulundu ve ihtiyaç duyulan kitapları yolladı. Buraya artık ''Hamidiye Medresesi'' deniyordu.
1898 ve 1908 senelerinde iki defa İstanbul üzerinden yakınları ve talebeleriyle beraber hacca gitti. Rus işgali üzerine 1915 Mayıs’ında ailesiyle beraber her şeyini geride bırakarak yurdundan hicret eden Abdülhakîm Efendi, uzun bir seyahatten sonra 1919 Nisan’ında İstanbul’a geldi. 150 kişilik ailesinin çoğunu açlık ve hastalık tesiriyle yolda kaybetmiş; geriye 20 kişi kalmıştı.
Sultan Vahîdeddin, kendisini Eyüp’te boş bulunan Kaşgarî Dergâhı’na şeyh olarak yerleştirdi; hem de zamanın meşhur hocalarının ders verdiği Medresetü’l-Mütehassısîn adlı yüksek ihtisas medresesine tasavvuf müderrisi tayin etti. Vahdet-i vücud telâkkisinde aynı yolda olmadığı, ama kendisine son derece hürmet ettiği Muhyiddin Arabî hazretlerinin kitaplarından ders verdi. Ders halkası arasında, hocalar, paşalar, hattatlar, şairler, hatta hırkasını çıkarıp müridliğe tâlib olan şeyhler toplandı.
Tarikat İşi
1924’te medreseler; 1925’te de tekkeler kapanınca, şeyhlik faaliyetinde bulunmadı. “Tarikat işi kıyamete kadar bitmiştir. Ancak muhabbet ve muhiblik bâkidir” buyurarak artık tasavvufun pratiklerinden ziyade manevî mirasına sahip çıkılması gerektiğine dikkat çekmiştir...
Vefa Lisesi’nde, din dersleri verdi. Vefatına kadar İstanbul câmilerinde fahrî vaazlara devam etti. Bayezid Câmii’nde çok âlimlerin okutmaktan çekindiği Beydavî Tefsiri’nden ders verip tamamlamak kendisine nasip oldu. Kürsüde, sahabenin üstünlüklerini anlattı; hatta kendisine “Muaviye’nin Avukatı” ismi takıldı.
Hiç siyasete karışmadığı hâlde, yeni devirde devamlı göz hapsinde tutuldu. “Müslüman dine uyar, günah işlemez; kanuna uyar, suç işlemez” buyurarak insanın kendisini tehlikeye atmasının caiz olmadığına işaret ederdi. Ama tavizsiz duruşunu da, hep muhafaza etmiştir.
Arş-ı İlahî’yi Gördüm
Buna rağmen, 1931 senesi ramazan ayında apar topar evinden alınarak Menemen’e götürüldü. Divan-ı Harb’e çıkarıldı. Burada “Sen şeyhmişsin?” sualine, tarihî bir cevap verdi: “Abdülkâdir Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi zâtları kasdediyorsanız, ben onlara hizmetçilik yapmaya bile lâyık değilim. Piyasadaki sahtekârları söylüyorsanız, ben onlara tenezzül etmem!” Bunun üzerine beraat etti ve İstanbul’a döndü.
Abdülhakîm Efendi’nin dine yaptığı hizmet ve etrafında genç ve münevver bir zümrenin teşekkülü, bir gürûhu rahatsız etti. 1943 senesi Eylül’ünde yine bir ramazan günü dergâh polislerce basılarak 83 yaşındaki Abdülhakîm Efendi İzmir’e sürgün edildi; evi mühürlendi; eşyasına el konuldu.
Yolculuk ve havanın tesiriyle hastalandı. Milletvekili olan damadının ısrarlı teşebbüsleri üzerine İzmir’den Ankara’ya gelişine izin verildi. Burada iki hafta kadar sonra, 27 Kasım 1943 günü vefat etti. Son sözleri “Arş-ı ilahîyi gördüm! Ne güzel! Ne güzel!” oldu. Cenazesi asrî mezarlığa konmayarak yakındaki Bağlum kasabasına götürüldü ve burada defnedildi.
Manevî Miras
Abdülhakîm Efendi, tasavvuf pratiği yanında, nazariyatına dair de eser veren nâdir şeyhlerdendir. Tarikat âdâbına dair Râbıta-ı Şerife risâlesi ve tasavvufu anlatan er-Riyâdü’t-Tasavvufiyye (Tasavvuf Bahçeleri) adlı eserleri matbudur. Bunun dışında, mektupları, fetvâları ve sohbetinde tutulan notlar, Sevânihü’l-Efkâr adıyla toplanmış ise de, basılmamıştır. Fıkıh, kelâm, tasavvuf ve siyer meselelerine dair basılmamış risâleleri ve uzun mektupları vardır.
Tanınmış şair Necib Fazıl Kısakürek, Abdülhakîm Efendi’yi tanıdıktan sonra, bambaşka bir istikamet tutmuştur. Kimyager Albay Hüseyin Hilmi Işık Efendi, genç yaşta talebesi olduğu Abdülhakîm Efendi’nin manevî mirasına sahip çıkmış; Her dilde neşredip Türkiye ve dünyaya yaydığı din kitaplarıyla, etrafında Abdülhakîm Efendi’yi seven bir topluluk teşekkül etmiştir.
Hayranı olduğu İmam Rabbânî hazretlerinin Anadolu’da tanınması biraz da onun sayesinde olmuştur. Her fırsatta onu ve Mektubat kitabını övmüş; talebelerine ehemmiyetle tavsiye etmiştir. Tekkesi, Fransız sefirinden, göz tabiplerine kadar zamanın entelektüellerinin ziyaret ettiği; ince meseleler hakkındaki suallerinin cevabını alıp gittikleri feyizli bir mekân olmuştur.
Yeni devirde, medrese ve tekkeler kapatıldıktan sonra bile vaaz ve irşaddan geri durmayarak, doğru dinin öğrenilip yaşanmasında hassasiyet gösteren bir müceddid ve bu yolda hayatını hep sıkıntılarla geçirerek bu şekilde âhirete göçmüş büyük bir mücâhid olarak tanınmıştır.
Ehl-i sünnet hassasiyetinden en ufak bir taviz vermeyip; şeriata uymayı, tasavvufun biricik asli şartı görmüş; ham sofu kaba yobazları ciddiye almadığı gibi, sahte şeyhlerin de foyasını meydana çıkarmıştır. Âlimlere olan hürmet ve muhabbeti biricik sermaye bilmiş; Osmanlıları dine olan hizmetleri sebebiyle her zaman rahmetle anmıştır.
Şu sözler O’nundur:
“Bir vakit namaz üzerimden geçeceğine, Allah bin defa canımı alsın. Bu zamanda hakkıyla namaz kılan, zamanın evliyasıdır.”
“Tasavvuf yolcusuna, üç mühim şart vardır: 1-Resûlullah’ın sünnetine uyup bid’atlerden kaçınmak; 2-Hocasına tam bağlılık; 3-Ehl-i sünnet itikadından kıl ucu kadar ayrılmamak… Bunlara riayet etmeyen, hiçbir şeye kavuşamaz.”
“İslâmiyet ilim üzerine kurulmuştur. İlim olmayınca, hakikî din adamı kalmayınca, İslâmiyet bozulur. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mucize istemek olur. Allahü teâlâ bunu yapabilir. Fakat âdeti böyle değildir.”
“Düşmanlar, İslâm güneşini söndürdü. Hazret-i Mehdî zamanında yeniden doğacak!”
“Taat dolu bir ömür geçirdim. Hiçbir amelime güvenmiyorum. Yarın mahşer gününde, Ya Rabbî, sana lâyık hiç bir amelim yok. Fakat senin düşmanlarına çok düşmanım. Beni bu buğzuma [nefretime] bağışla, derim.”
“Küfr, Ceyhun nehri gibi akıyor. İnsanlar da bu sele kapılmış saman çöpleri gibidir. Ancak bir çalıya, bir ağacın kovuğuna tutunabilenler kendini kurtarabilir. İşte bu zamanda da ancak bir Allah dostuna rastlayanlar, imanını kurtarabilir.”
“Tasavvuf, ehemmi, mühimme tercih etmektir. [Yani mühim bir işe, daha mühimi tercih etmektir.] Kalbde hakikî imanı hâsıl etmeye yarar. İmanı vicdânîleştirir. Aklî delillerle kuvvetlendirilen bir iman, başka aklî delillerle kolayca yıkılır. Çünki zeki insanların aklına gelen şüphelerin sonu yoktur. Her delilin zıddını düşünmek de mümkündür. Ancak iman, sohbette itimat yoluyla sağlam olur.”
.
İKİ DEVRİN İDEOLOĞU: ZİYA GÖKALP
7 Aralık 2020 02:00
Fikirleri her iki devirde de kabul görüp, devletin resmî ideolojisi hâline getirilen Ziya Gökalp gibi bir şahsiyet tarihte nadir görülmüştür.
Mehmed Ziya Gökalp’in (1876-1924), vilayette memur olan babası Tevfik Bey Çermikli idi. Zaza diye bilinir ama, Türk olmak ihtimali de vardır. Çünki Çüngüş ve Çermik kazaları ahalisi ekseriya Türk'tür. Annesi Zeliha Hanım, Diyarbekir’in Kürt ailelerinden Pirinççilere mensuptur. Dayısı Arif Bey bir ara Diyarbekir belediye reisliği yaptı. Gökalp buna takılmaz; “Millet ırk ile değil terbiye iledir derdi. Babası akşamcı; annesi ise asabi mizaçlı bir kadıncağız idi. Kendisiyle hâkim amcası Hacı Hasip Efendi alakadar oluyor; hatta kızıyla evlendirmek istiyordu.
Manevi Kolera
Gökalp’in hayatını da ruh sağlığını da altüst eden Diyarbekir’de tanıştığı ve kendisini İttihatçı yapan Abdullah Cevdet oldu. Yaşadığı buhran sebebiyle, daha 18 yaşında iken kafasına kurşun sıkarak intihara yeltendi; ama ölmedi. Bu kurşun izini ölene kadar başında taşıdı. Sonradan “Tabancam bana hıyanet etti” diyecek ve “Sultan Hamid’i öldürmek yolunda ölmek” mümkün iken, intihara kalkışmasına üzüldüğünü itiraf edecektir.
“Manevi Kolera” diye andığı Abdullah Cevdet için sonradan, “Eline balta almış, yıkılması gereken fikirleri yıkıyor. Bu bir hizmettir. Ama gençlerin zihnine yeni idealler, yeni inançlar yerleştirilmezse, fikir ve ruh cihetiyle harabeye dönerler. Ben gençliğimde bunun acısını tattım. O acı beni intihara sürükledi” demiştir.
“Avrupa’ya gitse gâvur olur…”
14 yaşında kaybettiği ve “Avrupa’ya gitse gâvur olur; Diyarbekir’de kalsa eşek olur” diyen babasına kulak vererek yatılı baytarlık tahsili için İstanbul’a geldi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucuları İbrahim Temo ve İshak Sükuti ile tanıştı. İllegal faaliyetleri sebebiyle Taşkışla’da 10 ay hapis yattı ve 1900’de daha tahsilini bitiremeden Diyarbekir’e sürüldü. Küçük memuriyetler yaptı. Vefat eden amcasının kızı Vecihe Hanımla evlenince, zevcesinin serveti sayesinde eli genişledi. Sedat, Seniha, Hürriyet ve Türkan adında 4 çocuğu oldu. Üç çocuğu da küçükken öldü.
Bu arada Kürtler ve Kürtçe üzerine çalışmalar yaptı ki, sonradan bunların hepsini imha edecektir. Hamidiye Alay Kumandanı’nı saraya şikâyet için arkadaşları ile 3 gün Diyarbekir telgrafhanesini işgal etti. hâdise milletlerarası vaziyet aldı. Büyük devletler işe müdahale etti. 1908’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbekir şubesini kurdu. Gazete çıkardı. 1909’da Selanik’teki İTC kongresine Diyarbekir delegesi olarak iştirak etti. 1910’e cemiyetin Selanik’teki merkez idare heyetine girdi. Lisede sosyoloji dersleri verdi. Genç Kalemler mecmuasında yazılar yazdı. Gökalp adını kullandı.
1912’de Ergani mebusu oldu ve Selanik’ten İstanbul’a geldi. Türk Ocağı’nın ve Türk Yurdu mecmuasının kurucularındandır. Darülfünun’da ders verdi. Cihan Harbi esnasında memlekette diktatorya kuran İttihat ve Terakki’nin ideoloğu olarak tanındı. 1918’de neşrettiği “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı meşhur kitabı, ideolojisinin manifestosu sayılır. Türk kültürü ve İslâm ahlakı mezcedilerek, Batı'nın kültürü değil, medeniyetine ulaşılmayı hedeflemektedir.
Haç ve Kandil
Harb bitip de İttihatçılar düşünce, karıştığı harb suçları sebebiyle Malta’ya sürgün edildi. 2 sene sonra serbest bırakıldı. Diyarbekir’e dönüp Küçük Mecmua’yı çıkarttı. Cumhuriyet devrinde, hemen bütün eski İttihatçılar gibi, yeni rejime biat etti. "İdolü" Enver’in yerine "Gazi"yi koydu. 1923’te Maarif Vekâleti’nde memuriyete başladı. Aynı sene Diyarbekir milletvekili yapıldı.
Fikriyatından İslamlaşmak kısmını çıkararak, o sene meşhur “Türkçülüğün Esasları” kitabını neşretti. Rıza Nur’un talebiyle “Kürtlere, aslında Türk olduklarını anlatmak” için hazırladığı rapor, hükûmet tarafından çok beğenildi. Arapkirli bir Kürt olan Abdullah Cevdet, “Gökalp, seneler evvel başına sıktığı kurşundan bugün öldü. Keşke kurtulmasaydı da memleketi Türkçülük belasına bulaştırmasaydı” diyecektir.
Büyükada’da otururdu. 1924 senesinde Fransız Hastanesi’nde 48 yaşında vefat etti. Tarihçi Enver Behnan Şapolyo, hastaneye kendisini ziyarete gittiğinde, bir haç ve Meryem Ana kandilinin altında yattığını hazin bir lisanla anlatır. Hükûmetin masrafını karşıladığı debdebeli bir merasimle Sultan Mahmud Türbesi haziresine gömüldü. Adı mekteplere, caddelere verildi.
Ziya Gökalp, mütevazı, aşırı mahçup, ciddi, sessiz, şaka sevmez, etrafıyla alakadar olmaz bir şahsiyetti. Devamlı düşüncelere dalmış görünür; ehemmiyet verdiği bir mesele olursa canlanırdı.
Vatan neresidir?
İttihatçılar, idealist görünmekle beraber, fikriyatları zamanın şartlarına göre değişen pragramatik bir vasıfta idi. Dağılan imparatorluğu elde tutabilmek adına, önce Osmanlıcılıktan medet umdular. Bundan beklediklerini bulamayınca, Arnavut, Arap ve Kürtleri kaybetmemek için İslamcılığa; bu da işe yaramayınca Türkçülüğe kaydılar. Gökalp de, “Vatan ne Türkiye'dir Türklere, ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” mısralarıyla buna ışık tuttu.
Gökalp, Fransız sosyolog Emile Durkheim’in tesirinde kalmıştır. Solidaristtir. Yani cemiyetin esası olarak ferdi değil, meslek teşkilatlarını kabul eder. Buna içtimai mefkûrecilik adını vermiştir. Ona göre, insan hakkı değil, vazifesi vardır. Cemiyeti ve bunun tecessüm ettiği devlet, mukaddestir. Hürriyetler, ikinci plandadır.
Ziya Gökalp, yalnızca pozitif ilime inanırdı. Hayatta başka mürşit tanımazdı. Bütün pozitivistler gibi dini, cemiyetin birlik ve tesanüdü (dayanışması) için yardımcı faktör olarak görürdü. Tevfik Fikret ile beraber, memlekette dinsiz pozitivizmin yerleşmesinde en mühim rolü oynayan 2 kişiden biridir.
Gökalp, Cumhuriyetin kurucu kadrosuna hulul ve tesir edebildi. Onların nabzına göre şerbet vererek fikirlerini revize etti. Türkçülüğün siyasi programını tatbik ettiği için CHP’nin desteklenmesi lazım geldiğini yazdı. Gazi’nin kıymet verdiği Gökalp, cumhuriyet ideolojisinin de arkasındaki isimdir. Sonradan CHP’nin 6 okunu teşkil edecek 9 umdenin içini “Doğru Yol” eserinde doldurdu. Hepsini göremese de, inkılaplarda Gökalp fikriyatının büyük rolü olduğu herkesçe kabul edilir.
.jpg)
Gökten inmiş kanun
Ziya Gökalp’in fikirlerini neşrettiği İslâm Mecmuası, radikal ve seküler reform yanlısı yazılarla doludur. İttihatçıların laiklik yolundaki icraatının da mimarı sayılır. 1915’te İslâm Mecmuası’nda oldukça cür’etli bir şiir bile kaleme almıştı:
Bir devlet ki hukukunu kendi doğurmaz,
Kanununa “gökten inmiş, değişemez” der;
O, asla bir devlet değil, müstakil durmaz,
Değişmeyen bir varlığı taşıyamaz yer!
Hâkim olan millet midir, Meşîhat midir?
Millî Meclis, meb’usan mı, Bab-ı Fetvâ mı?
Hep eskidir teşri’, kazâ, mahkeme, ilâm,
Devlet dine kanun yapar, dinse devlete.
Sarıklılar memur olur, fesliler imam,
Devlet benzer Meşîhat’e, din hükûmete!
Ziya Gökalp, “Aile” adındaki şiirinde de din ve reform hakkındaki fikirlerini en berrak bir şekilde ifade etmektedir:
Kadın tamam olmadıkça, eksik kalır bu hayat!
Ailenin adle uygun olmak için binası,
Nikâh, talâk, miras: Bu üç işte gerek müsâvât!
Bir kız, irsde yarım erkek, izdivaçta dörtte bir,
Bulundukça, ne aile, ne memleket yükselir.
Ziya Gökalp, “Örf Nedir?” makalesinde, Kur’an-ı kerîmde geçen urf kelimesini, bugün kullanılan örf ile aynı manada zannederek, hukukun kaynağının din değil, örf olması gerektiğini söyler. İslâm dininde sosyal ciheti bulunan nassların (ayet ve hadislerin) hepsinin örften kaynaklandığını, binaenaleyh bunların zamanla değişeceğini iddia etmiştir.
İbâdetle itikadda dâimâ, Kitap ile sünnet benim rehberim.
Bu işlerde şüphem varsa mutlakâ, Müftülerin fetvâsını dilerim.
Lakin hukuk dinden ayrı bir iştir, Bırakılmış ulü’l-emre, devlete.
Hukuk örfe uymayınca değiştir, Örfe uydur demiş Tanrı millete!
Gazi’ye hitaben yazdığı İstidâ şiiri, yeni hamaset edebiyatının örneklerindendir:
Sürümüzde bir serseri çoban kalmasın
Tepemizde gizli düşman kalmasın
Düşmanların dostu hakan kalmasın
Kurtar bizi bu yaldızlı yılandan
Abdülhamid gerçi kızıl sultandı
Buna nispet, yine o bir insandı
Çok masumlar fetvasına aldandı
Kurtar bizi artık kara sultandan
.
EMEVÎLER DEVRİNİN PERDE ARKASI
14 Aralık 2020 02:00
Zamanında Emevîleri hicveden şiirleriyle meşhur İbn Kays der ki: “Bazılarının Emevîlerden hoşlanmamalarının sebebi, onların öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir...”
30 sene süren 4 raşit halife devrinden sonra, İslam imparatorluğuna hâkim olan ilk hanedan Benî Ümeyye, nam-ı diğer Emevilerdir. Cenab-ı Peygamber’in büyük dedesi Hâşim’in ikiz kardeşi Abdüşşems’in oğlu Ümeyye’nin evladıdır. 3. Halife Hazret-i Osman, bu ailedendir.
Cahiliye devrinde de, İslâmiyetten sonra da bu kalabalık, güçlü ve gururlu ailenin, hasetçileri ve hasımları hep fazla olmuştur. Ümeyye’nin torunu Ebu Süfyan, İslâmiyetin zuhuru esnasında Mekke site devletinin reisi idi. Mekke’nin fethinde zevcesi Hind ile beraber Müslüman oldu. Resulullah onu Necran valisi yaptı. Taif ve Yermük Gazâsı’nda birer gözünü kaybetti.
Resulullah’ın kayınbiraderi ve vahiy kâtibi olan Hazret-i Muaviye’nin 661 senesinde Hazret-i Hasen’den halifeliği devralmasıyla başlayan Emevî Devleti, son halife II. Mervan’ın 750’de tahtını kaybetmesiyle sona erdi.
Emevi hâkimiyetinin ilk devresi, Muaviye, oğlu Yezid ve torunu II. Muaviye’den ibarettir. Bu sonuncusunun 6 aylık halifelikten 684’te feragat etmesiyle, Muaviye’nin büyük amcasının torunu Mervan bin Hakem halife oldu. Mervan, Hazret-i Osman’ın damadı idi. Onunla beraber 11 halife daha hüküm sürdü.
Parlak devir
Emevîler, İslâm devletini, tarihin en büyük imparatorluğu hâline getirdi. Bu kısa hilafet devresi, fetihler, imar ve ilmî faaliyetler cihetiyle İslâm tarihinin en parlak devirlerinden biridir.
Emeviler devrinde Müslümanların siyasi hâkimiyeti batıda Atlas Okyanusu’na, doğuda Türkistan içlerine; kuzeyde Anadolu ve Kafkasya’ya, güneyde ise Hind Okyanusu’na dek uzandı. Müslümanlar Avrupa’nın kalbine yöneldi. Pireneleri geçti. İlki Yezid kumandasında olmak üzere İstanbul defalarca kuşatıldı. Hatta bir tanesinde Müslümanlar şehirde bir mahalle kurup birkaç sene kaldılar. Arap Câmii o günlerin hatırasıdır.
Fethettikleri yerde Bizans ve İran siyasi an’anelerini Müslüman Arap kültürü ile harmanlayan Emeviler, sadece fetihlerle değil, kurdukları siyasi ve idari müesseselerle imparatorluk karakteri verdiler.
Niye hoşlanmıyorlarmış?
Buhranlı bir zamanda, iktidarı kuvvet yoluyla ele geçirdiler. Ubeydullah bin Ziyad ve Haccac bin Yusuf gibi muktedir valilerle muhalefeti sertlikle bastırdılar. Devletin tamamiyeti mevzubahis olduğunda merhamet göstermeyerek, büyük bir cevvaliyet ve basiretle imparatorluğun iç ve dış politikasını idare etmesini bildiler.
Mal, mevki sahibi olmak, fitne çıkarıp cemiyeti bölmek isteyen bir kesim, kendilerine partizan toplamak, güç kazanmak adına, Hazret-i Ali ve Ehl-i beyt taraftarlığı kisvesi ardına saklanarak fırsat buldukça isyan çıkardılar. Halifeler de bunlara sert mukabele etti. Kendileri cezalarını bulurken, Ehl-i beytin de incinmesine sebep oldular. Garip olan şudur ki, hemen herkes, muhaliflerine sert davrandığı için Emevîleri suçlar; ama memleketi kana boyayan fitneci ve asilere kimse bir şey demez!..
Hâlbuki Emeviler, siyasi iktidarlarına ilişmeyenlere ilişmeyerek halkı işinde gücünde serbest bıraktılar. Bu devirde sadece dinî ilimler değil, teknik, sosyal ve edebî ilimler de çok ilerledi. Her yanda âlimler kıymetli eserler meydana getirdi.
Acı son
Emevi asrı, aynı zamanda siyasi muhalifleri olan Ehl-i sünnet dışı cereyanlara, bilhassa Hâricî ve Şiîlere karşı mücadele ile geçti. Bu mücadeleleri Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya kitabı güzel anlatır.
Her seferinde bu isyanları bastırsalar da, Ebu’l-Abbas riyasetinde ve Ebu Müslim Horasani adındaki profesyonel bir ihtilalcinin kumandasındaki Şiî isyanı, devletin de sonunu getirdi. Kabiliyetli bir halife olan II. Mervan Zap ırmağı kenarında yenildi. Mısır’a kadar çekildi ise de, Abbasiler, Emevi ailesinden kimi buldularsa feci şekilde katlettiler.
Katliamdan birkaç kişi kurtulabildi ki bunlardan biri İspanya’da Endülüs Emevi halifeliğini kuracaktır. Hânedanın külleri arasından çıkmış bir gencin kurduğu bu parlak devlet, Emevîlerin siyaset, askerlik ve kültür sahasındaki maharetlerinin delilidir.
Emevîleri hicveden şiirleriyle meşhur İbn Kays (v.694) der ki: “Bazılarının Emevîlerden hoşlanmamalarının sebebi, onların öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir. Yani hasımları öfkelensinler, kontrollerini kaybetsinler istiyor, olmayınca husumetleri artıyordu.'' (Kurtubî)
Emevîler hakkındaki ithamları ve bunlara verilen cevapları inşallah başka bir yazıda ele alalım...
Kutu
Müslümanlar mimariden ne anlar!
Emevi devri, fikri ve kültürel hareketler cihetiyle de büyük bir canlılık arz eder. Şiir ve belagatta zirve sayılan bu devirde, gramer üzerine çalışmalar yapıldı. Kur’ân-ı kerime hareke koyarak doğru okunması temin edildi. Hadis ve fıkıh çalışmaları çok canlıydı. Hadis-i şeriflerin toplanarak yazıya geçirilmesi bu devre rastlar.
Tarih ilmi çok ilerledi. Bilhassa tıp ve kimya çok parlak günler yaşadı. Halife Velid dünyada ilk karantinayı tatbik etti. Tam teşekküllü hastaneler açıldı; Antakya ve Harran’da tıp fakülteleri kuruldu. Halife Yezid’in oğlu Hâlid kimya âlimi idi. Bedava ilk mekteplerin açılması bu devirdedir.
Memleketin dört bucağında yaptırdıkları mimari eserlerle, göz kamaştırdılar. Mescid-i Harâm’ı ve Mescid-i Nebevi’yi tamir ve tevsi ettiler. Mescid-i Aksâ ve Kubbetu’s-Sahrâ, onların yadigârıdır. Halife Velid’in Bizanslıların, “Müslümanlar mimariden ne anlar!” sözünü yalanlarcasına Şam’da inşa ettirdiği Câmi el-Ümeyye, Orta Çağ'ın en parlak eserlerinden ve Müslümanların ilk yüz akı sayılır.
Kutu
Düşmanlığın hakiki sebebi
Abdülmelik bin Mervan, oğulları Velid ve Hişam, yeğeni Ömer bin Abdülaziz, Emevî halifelerinin en büyüklerindendir. Memurlarda Kur’ân bilgisi arar, bu hususa ehemmiyet verirlerdi. Fakir ve hastalara yardım ederler; çalışamayacak Müslüman ve gayrimüslim vatandaşlara maaş bağlarlardı.
İslâmiyeti bir devlet dini olarak geniş beldelere yaydılar; dindarlara saygı duydular; âdil valiler tayin ederek, onların kalplerini kazandılar. Emevî iktidarını yıkmayı gaye edinen muhtelif bid’at mezheplerindeki muhaliflerine karşı, mutedil Sünni bir dinî tekâmülü desteklediler. Emevî düşmanlığının, başka şeyler arkasına gizlenen hakiki sebebi işte budur.
Kutu
İstanbul’a ilk sefer
Emevî halifeleri, yaygın propagandanın hilâfına, bir-ikisi hâriç, kötü kimseler değillerdi. İçlerinde II. Muaviye, Abdülmelik, Ömer bin Abdülaziz gibi âlim ve müttekileri ekseriyetteydi. Hânedânın kurucusu ise, Hazret-i Peygamber’in kayınbiraderi ve vahiy kâtipliği yapmış olan bir sahâbîdir. Bunların idaresiyle İslâm ülkeleri her cihetten maddî ve manevî terakkîler göstermişti. Vatandaşlar sulh ve refah içerisinde idiler.
İslâm hükümdarları arasında, etraflarını saran dalkavukların, münafıkların tesiri ile zulme, günaha kayanlar olmuştur. Fakat ulema, kitapları ve sözleri ile emr-i maruf yaparak, onları doğru yola çekmeye çalışmış; böylece en kötüleri dahi dinsiz hükûmetlerin en iyilerinden daha adil, daha faydalı olmuştur. Hiçbiri İslâmiyetin inkişafına mâni olmayı hatırına bile getirmemiş; hep dine ve millete hizmet için çırpınmışlardır. Her birinin sonraki nesle bıraktıkları eserler, sayılamayacak kadar çoktur. İzleri ve hatta çoğunun kendileri meydandadır.
.
EMEVÎLERİN HATASI NEYDİ?
21 Aralık 2020 02:00
İranlı bilim tarihçisi Şiî Profesör Seyyid Hüseyn Nasr der ki: Emevî halifelerini, Müslüman memleketlerdeki modern tiranlarla bir tutmamalıdır. Bunlar dini bizzat yıkmaya uğraşırken, Emevîler devrinde İslâmiyet tatbik ediliyordu.”
Ehl-i beytin adını kullanarak iktidar hırsı ile ayaklananlar, isyanlarını haklı göstermek için Emevîleri kötülemişler; onları fısk ve zulüm ile itham etmişlerdir. Hâlbuki kendi isyanları neticesinde halkın maruz kaldığı sıkıntı, Emevîlerin verdiğini kat kat geçmiştir. Halifelerin şahsi günahlarının hesabını Allah sorar; bu, halifeliğin meşruluğuna halel vermez. Günahsız insan yoktur. Hadis-i şeriflerden anlaşılan; halifenin fısk veya zulmü, isyan için bahane olamaz.
İranlı bilim tarihçisi Şiî Profesör Seyyid Hüseyin Nasr bile der ki: ''Emevî halifelerini, Müslüman memleketlerdeki modern tiranlarla bir tutmamalıdır. Bunlar dini bizzat yıkmaya uğraşırken, Emevîler devrinde İslâmiyet tatbik ediliyordu.”
İctihadı ile oldu
Hazret-i Muaviye, Hazret-i Ömer devrinden beri Şam valisiydi. Hazret-i Ali’ye biat edenler arasında değildi. Sonra da Hazret-i Osman’ın katillerine kısas yapılmadığı ve katillerin çoğu Hazret-i Ali ordusuna sığınıp izini kaybettirdiği için kendisini halife ilan etti.
Bu, içtihadı ile olmuş; çünki Cenab-ı Peygamber halife olacağını haber vermişti (İbn Sa’d, Zehebî). Ulema, içtihadı zaman itibarıyla isabetli olmasa bile, sahabilik cihetiyle kınanamayacağını söyler. Nitekim sahabenin çoğu, hatta Hazret-i Ali’nin biraderi Ukayl bile onun yanında yer aldı. 20 yıllık valiliği ve 19 yıllık hilafeti, İslam tarihinin altın çağlarındandır.
Halifeliğinin sonuna doğru sahabeden bazıları ileride bir karışıklık yaşanmaması için yerine oğlunu veliahd tayin etmesini söylediler. Hacca gittiğinde diğer sahabilere danıştı. Hüseyin bin Ali ve Abdullah bin Zübeyr dışında hepsi bunu kabul etti ve veliahde biat ettiler. Halifeliğin babadan oğula geçmesi, şer’î hükümlere aykırı değildir. İbn Haldun der ki: “Bunu yapmasaydı çok daha büyük sıkıntılar doğardı.” İbn Hacer de der ki: “Halifelik için, şahsi üstünlüktense, güç ve siyaset aranır.”
Hucr bin Adi’nin katlini tarihler farklı farklı anlatıyor. el-Kâmil’den anlaşıldığına göre fitnenin def’i için siyaseten olmuştur. İşin hakikatini anlamak mümkün değildir. Ama Muaviye düşmanları bunu çok kullanmıştır. Hazret-i Ali’nin ateşli taraftarı Hasen el-Basrî, çok yüksek bir zat olmasına rağmen, aşırı hüsn-i zannı sebebiyle adaletine veya fıskına bakmadan herkesten rivayet ettiği için, hadis âlimleri kendisini güvenilir bulmaz.
Kerbelâ Fâciası
Hazret-i Hüseyin, efdal (daha faziletli) varken, mefdulün (daha az faziletlinin) halife olamayacağı ictihadında idi. Sahabenin çoğu ise böyle düşünmüyordu. Bu sebeple Yezid’e biat ettiler ve valilerinin arkasında namaz kıldılar. O esnada Kûfe’de isyan çıktı. Hazret-i Hüseyin’i Irak’a davet ettiler. O da akrabasının ve sahabilerin ikazına rağmen gitti.
Yolda vali İbn Ziyad önünü kesti. Hüseyin, geri dönmeyi kabul etti, ama biatı kabul etmedi. Bu sebeple taraftarlarının çoğu ile beraber şehit oldu. Bu emri Yezid vermedi; nitekim isteseydi bunu daha evvel yapabilirdi. Nitekim kurtulan 10 yaşındaki yegâne oğlu Zeynelâbidin Ali’yi öldürmek şöyle dursun; ölünceye kadar ihtimam etti. O da hiç politikaya karışmadı. Nitekim Kısas-ı Enbiya'da geçtiği üzere, Hazret-i Hüseyin’in kızı Sükeyne, “Yezid’den hayırlı düşman görmedim” demiştir.
Kerbela hâdisesini bahane eden Medineliler ayaklanıp, vali ve maiyetini şehir dışına sürdüler. Şam’dan yollanan ordu, itaate davet etti; 3 gün de mühlet verdi. Kabul edilmeyince, isyan çok sert bastırıldı. Buna Hârre Vak’ası derler. Ardından Mekkelilerin birkaç sene süren isyanı da aynı şekilde bastırıldı. Bunlar saltanatı korumak için yapılmış kendince haklı icraatlardır.
Hutbede sövmek mi?
Şiî tarihçi Makrizî’nin anlattığına göre, Sıffîn harbi esasında, Hazreti Ali’nin ordusundaki bazı kendisini bilmezler, Şam askeri ve Hazreti Muaviye’ye namazlardan sonra sövmeye başladılar. Bunu işiten Şamlılar da harb propagandası çerçevesinde buna mukabele ettiler. Bu âdeti Ömer bin Abdilaziz kaldırdı. Şu hâlde bu işi başlatan Emevîler değildi. Muharebe, lanetleşmeden daha kötüdür. Üstelik Ehl-i Beyte sövmeyi kötü görenler; öte yandan Ebu Bekr, Ömer ve Âişe’ye sövmeyi ibadet sayar!..
Emevîler, insanların Müslüman olmasını engellemek şöyle dursun; en fazla ihtida hareketi onlar zamanında olmuştur. İnsanlar kitle hâlinde Müslümanlığa girmiştir. Hatta Horasan valisi, Halife Ömer bin Abdilaziz’e, gayrimüslimlerin vergiden kaçmak için Müslüman olduklarını düşündüğünü yazarak, sünnet kontrolü yapmayı teklif etti. Halife, “Allah, bizi vergi tahsildarı veya sünnetçi olarak göndermedi” şeklinde tarihî bir cevap verdi...
Emevîler, Arap milliyetçiliği yapmakla suçlanmıştır. Hâlbuki onlar zamanındaki âlimler ve kumandanların ekserisi mevâliden, yani Arap olmayan Müslümanlardandı. Emevîler, saltanatlarına ilişmeyen kimsenin hayatına ve fikirlerine karışmazdı.
Türkistan’ın istilası, Araplarla Türkleri komşu yaptı. Türkler, Arapların yanında yer aldı. Bu da Arapların Türklere teveccühünü arttırdı. Ubeydullah bin Ziyad, Kûfe’ye Müslüman Türkleri yerleştirdi. Müslüman olan Türk hükümdarları tahtında bırakıldı.
Talkan gibi muharebelerde ölenleri katliâma uğramış gibi göstermek doğru değildir. Enteresandır ki, bazı Arap kabileleri, Abbasîler zamanında, Araplara ayrımcılık yapılıp Arap olmayanların üstün tutulduğu iddiasıyla ayaklanmıştı. Bu da meselenin hassasiyetini gösterir.
Ah bu tarihçiler!
Emevîler bahsinde eldeki tarihlerin büyük ekseriyetinin kaynakları, Abbasîler devrinde yazılıp, onların arzularına göre tertip edilerek yayılmış tarihlerdir. Abbasîler, Emevîlere düşman olduğundan, tarihçileri de, dünyalık ele geçirmek için, ilmi, siyasete kurban etmişlerdir. Sultanların gözüne girmek, mal ve mevki elde etmek için vakaları değiştirmekten, hadiseleri yanlış yazmaktan çekinmemiş; Emevîleri insafsızca kötülemeye, onların hatalarını şişirmeye koyulmuşlardı. Emevîler aleyhinde hadis bile uydurmuşlardır.
Ehl-i beyt iktidarı sloganı ardında büyük bir isyan çıkarıp, Emevîleri yıkan ve aileyi katliâma tabi tutan Abbasîler, iktidarı vermek şöyle dursun, Ehl-i beyte, Emevîler zamanında benzerine rastlanmayan eziyetlerde bulundular. Öyle ki Hazret-i Ali evladı, Mağrip ve Türkistan’a sığınmaya mecbur oldu.
Osmanlılar, zaman cihetinden, Abbasîlere daha yakın, toprak cihetinden de, komşu sayıldığından, cahil bazı tarihçiler, Abbasî tarihlerini olduğu gibi tercüme etmiş, onların tesirinde kalarak aynı hataları tekrarlamıştır. Bir yandan da, Şah İsmail ordusunun döküntüsü olup, Anadolu tekkelerine sığınan Bâtınîler, Türk halkına ve kemale varamamış bazı tasavvufçulara sahabe ve Emevî düşmanlığı bulaştırmıştır.
Bu meseleye dair en objektif ve mutemet olan kitaplarından birisi, Nişancızade’nin Mir’at-ı Kâinat isimli tarihidir. Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya'sı; bazı yerlerinde bahsedilen tesire rastlansa da, faydalıdır. Şu kitaplar dışında bu mevzuda tarafsız yazılmış Türkçe muteber eser yok gibidir: Ebu Bekr İbnü’l-Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım; İbn Haldun, Mukaddime; İbn Hacer el-Mekkî, es-Savâiku’l-Muhrika; Şah Veliyyullah, İzâletü’l-Hafâ ve Kurretü’l-Ayneyn; Abdülaziz el-Ferharî, en-Nâhiyetü an Ta’nı Emîril-Mü’minîn Muaviye; Ömer Nasuhi Bilmen, Eshab-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikatları; Hüseyn Hilmi Işık; Eshâb-ı Kirâm... Bunları okumadan bu meseleler hakkında söz söylemek suiniyet değilse, cehalettir.
Tarih nasıl tahrif edilir!
Abdülmelik bin Mervan, âbid ve âlim bir gençti. Öyle ki Mescid Güvercini diye anılırdı. Babası vefat edip, halife olduğu kendisine haber verildiğinde, okuduğu mushafı yerine koyarken, üzerine binen yükü düşünerek, “Korkarım seninle beni ayırdılar” demiştir. Muhalif tarihlerde ise “Abdülmelik, halife olunca, mushafı fırlatıp artık seninle işim olmaz” diyerek münafıklık imasında bulunulur.
Halife Abdülmelik zamanında Hicaz’da kolera salgını olduğu için, Şam’dan hacca gidiş muvakkaten yasaklanmıştı. O esnada inşaı tamamlanan Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahrâ parlak bir merasimle açıldı. Muhalif tarihçiler, “Abdülmelik, hac için Hicaz yerine, artık Kudüs’e gidilmesini emretti” diye yazdılar.
Şiîler, davalarına revaç vermek için İmam Ebu Hanife gibi meşhur sevilen zatların kendilerini desteklediği iddiasını yaymıştır ki, doğru değildir. Ebu Hanife, kitaplarında zalim ve fâsık da olsa halifeye isyanı meneder.
.
TARİHTE GAYRİMÜSLİMLERE BENZEMEK VE YILBAŞI
28 Aralık 2020 02:00
Her yılbaşı yaklaşınca mesele bir daha aktüelleşir. “Karga, kekliğe özenmiş; becerememiş; kendi yürüyüşünü de unutmuş” derler. Başkasına benzemenin sınırı nerede başlar, nerede biter?
Kendisine peygamberlik bildirilmeden evvel, Resul-i Ekrem aleyhisselam, önceki peygamberlerin haber verdiği ibadetlerden bazısını yapardı. Hacceder, kurban keser, namaz kılardı. Medine’ye geldiğinde, buradaki Yahudilerin, Âşûre gününde oruç tuttuklarını görünce onlara bu günün ne günü olduğunu sordu. Onlar da firavunun elinden kurtulduğu gün olduğu için Musa aleyhisselamın bugün oruç tuttuğunu söyleyince Resulullah, “Kardeşim Musa’nın sünnetini ihya etmeye biz daha lâyıkız” diyerek kendisi oruç tuttu, Müslümanlara da bunu emretti. Daha sonra ramazan orucu farz kılınınca artık Âşûre günü isteyen oruç tuttu, isteyen tutmadı.
Bununla beraber, birtakım ibadetlerde Yahudi ve Hıristiyanlara benzemeyi yasakladı. Mesela, “Namaza durduğunuzda her tarafınız sâkin olsun, Yahudiler gibi sallanmayın!” buyurdu. Namaz vaktini boru çalarak ilan etmeyi Yahudilere, çan çalarak haber vermeyi ise Hıristiyanlara benzemek olacağı için reddetti. Cenaze defnedilirken önceleri ayakta durarak beklerken, bilahare Yahudilerin de böyle yaptığını öğrenince “Onlara muhalefet edin, cenaze defnedilinceye kadar oturun” buyurdu. Yahudilerin tırnaklarını parmak sırasına göre kestiğini öğrenince, sırasız kesmeye başladı.
Günlük hayatta ve âdetlerde gayrimüslimlere benzemeyi bazen yasakladı; bazen yasaklamadı. “Müşriklere benzemeyin, sakalınızı boyayın” veya “Yahudilere muhalefet edin, orucu sahur ile tutun” gibi hadis-i şerifler vardır. Ama -benzeme kastı olmaksızın- sakalını boyamamaya veya sahursuz oruç tutmaya hiçbir ulema mekruh dememiştir. “Mecusilere muhalefet edin; bıyığınızı kırkın, sakalınızı uzatın” hadis-i şerifinin tatbikatı, amelî örf hâline geldiği için, özürsüz terk etmeye mekruh demişlerdir. Bunun manası, amelî örf olmaktan çıkarsa, mekruh da olmaz, demektir. Ama gayrimüslimlere benzemek niyetiyle sakalı kesmek her hâlde mekruhtur.
Tasmalı ayakkabı
“Kim bir kavme kendisini benzetirse, onlardandır” hadîs-i şerifini ulema, inanç ve ibadetlerde benzemek diye tefsir etmiştir. Osmanlı ulemasından Nablüsî hazretleri (v. 1731) Hadika’da der ki: “Hazret-i Peygamber’in sünneti iki çeşittir: 1-Sünnet-i hüdâ, câmide itikâf etmek, ezân, ikâmet okumak, cemaat ile namaz kılmak, beş vakit namazın müekked sünnetleri gibidir. 2-Sünnet-i zevâid, Resûlullah’ın elbise, yemek, içmek, oturmak, barınmak, yatmak ve yürümekteki âdetleri, iyi işlere sağdan başlaması, sağ el ile yiyip içmesi gibidir.”
Asr-ı saadetteki gibi giyinmeyi tavsiye edenlere, Hindistan âlimlerinden kadı ve sûfi Senâullah Panipatî hazretleri (v.1810) de Şerh-i Tefhimat’da der ki: “Hazret-i Ömer zamanında, entari, başörtüsü ve tasmalı ayakkabı müminlerin âdetiydi. Böyle giyinmek şöhrete, parmakla gösterilmeye, fitneye sebep olmazdı; şimdi ise olur. Memlekette âdet olan şeyleri giymelidir. Hadîs-i şerîfte, ‘İnsanın parmakla gösterilmesi, kendisine kötülük olarak yetişir’ buyuruldu.”
Osmanlı müderris ve kadılarından Seyyidalizâde (v.1524) Şir’a Şerhinde şöyle diyor: “İbni Abbas haber verdi ki, Resûlullah aleyhisselâm kendisine bir hüküm indirilmediği hususlarda, Ehl-i kitaba uymayı severdi. Kitaplarında bildirilmiş olduğu için öyle yaptıkları ihtimalini göz önüne alarak bunlara uymayı, müşriklere uymaktan evlâ sayardı. O zaman Ehl-i kitab saçlarını ikiye ayırmadan aşağı sarkıtırlardı. Müşrikler ise ikiye ayırarak aşağı sarkıtırlardı. Peygamber efendimiz ve eshâbı, Ehl-i kitab gibi kâkül bırakırdı. Müşriklere gâlip gelince, saçlarını ikiye ayırmakta beis görmedi. Bütün Müslümanlar da saçlarını ikiye ayırdılar.”
Hazret-i Peygamber, Tebük seferinde Hıristiyanlardan aldığı ve Bizanslıların giydiği türden (rûmî) yenleri dar cübbe giymişti. Papazlara mahsus ve sebtiyye denilen ayakkabı giyerdi. Yahudilere mahsus olduğu bizzat kendisinden rivâyet edilen taylasan (kukuletalı cübbe) kullanırdı.
Benzemek kastı
Gümüşhânevî (v.1893) Câmiü’l-Mütun’da der ki: “Gayrimüslim bayramlarına hürmet etmek; başka günlerde yapmadığı işleri bu günlerde yapmak; başka günlerde yemediği şeyleri bu günlerde alıp yemek; bu günleri tazimen o dine mensup birine hediye vermek memnudur. Gayrimüslimlerin ibadetlerini beğenmek; şaka yollu dahi olsa, dinlerinin alâmeti olan (zünnar, papaz külâhı gibi) giysileri giymek, (haç gibi) eşyayı kullanmak da böyledir. Bunlar, Ehl-i kitaba benzemekte en şiddetli yasak edilen kısımdır ki, ulemâ bunları küfr alâmeti kabul etmişlerdir.”
Kâhire’de Hanefî müftüsü Tahtâvî (v.1816) Dürrü’l-Muhtar Hâşiyesinde diyor ki: “Ehl-i kitaba benzemenin dereceleri vardır. Yemek, içmek, giyinmek gibi âdet olan zararsız şeylerde benzemek câizdir. Ama teşebbüh [benzeme] kastıyla benzemek haramdır. Meselâ sırf gayrimüslimlere benzemek için masada yemek, kravat takmak câiz değildir; bu niyet yoksa câizdir. Ehl-i kitabın dinlerine mahsus olup, dinlerinin alâmeti olan şeylerde, kasıtsız benzemek de küfr olur. Faydalı dünya işlerinde benzemek câiz olur. Her şeyde, meselâ yeme ve içme gibi şeylerde benzemek mekruh değildir” diyor.
İbni Âbidîn hazretleri (v.1836) Reddü’l-Muhtar’da der ki: “Gayrimüslimlerin işleri iki kısımdır: Birisi ibâdet ve diğeri de âdet olarak, yani her kavmin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, İslâmiyetin yasak etmediği, insanlara faydalı olanları yapmak ve onlara benzemeyi düşünmeyerek kullanmak mahzurlu değildir. Meselâ pantolon giymek, çeşitli ayakkabılar edinmek, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek, herkesin önüne tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşitli eşya ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlıdır.
İmam Ebu Yusuf hazretlerinin demir çivi çakılı ayakkabı giydiğini gören bir talebesi, rahiplerin giydiği böyle bir pabucu giymenin mahzurlu olduğunu arz edince, Ebu Yusuf, “Resulullah da rahiplerin giydiği pabuçlardan giyerdi. Bu insanın menfaatine dair bir şeydir. Uzun yol yürümek ancak böyle mümkün olabilir” diye cevap verdi.
Kutu
Millî Şuur-Dinî Haysiyet
Hâsılı ulemaya göre, gayrimüslimlere benzemek birkaç türlüdür. İnançta benzemek caiz değildir. Hatta başka dinlerin şiarına hürmet etmek, mesela bilerek ve isteyerek haç takmak, Noel ve Nevruz kutlamak, reenkarnasyona inanmak, yogayı ibadet saymak, küfrdür.
İbadetlerin icrasında benzemek, mesela namazda sallanmak, iftarı yıldızlar görününceye kadar ertelemek mekruhtur. İslâm hukukunda, her din mensubunun dilediği gibi inanmak ve ibadet etmek hürriyeti vardır. Ama dinin, kendini korumak için, mensuplarını, başka dinlerin hükümlerine uymaktan menetmesi de tabiidir.
Günlük âdetlerde benzemek, eğer duş, telefon gibi teknik bir buluş veya trafik lambası gibi faydalı bir şey ise -benzeme kastı olmaksızın- benzemek caiz, bazen lazımdır. Eğer yılbaşı, anneler günü, pasta mumu, kravat, frenk gömleği gibi faydasız bir şey ise, benzemek kastı yoksa caiz; benzemek kastı varsa mekruh demişlerdir. Bunlarda da millî duruş ve dinî haysiyetini muhafaza etmek elbette ki lazımdır. Ama yılbaşına, kolaya, Yahudi mallarına boykot yapıp; dinin açık emir ve yasaklarına uymakta aynı hassasiyeti göstermemek de hayret vericidir!..
.
|
Bugün 257 ziyaretçi (358 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|