 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Efsane şefin adına Pontiac
10 Ocak 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Yıl: 1720...
Yer: Illionis, Kuzey Amerika.
Circa Kızılderili kampı... Sabaha karşı.
Karanlık çökmüş, çadırlar hayal meyal. Ama biri kızılımsı sarı, içeride çıralar yanmakta, gölgeler oynamakta. Ve bir bebek çığlığı kopar, ebe de, anne de rahatlar, mırıltılar kahkahalar.
Ottowa kabilesinin ileri gelenleri gürbüz çocuğu kucaklarına alır adını “Obwandiyag” koyarlar. Önemli bir eleman kazandıklarının farkında değillerdir daha.
Obwandiyag, küçük yaşta silahlanır pusatlanır, babasının peşine takılır. Girmedikleri orman, çıkmadıkları volkan kalmaz. Dağlar, dereler, ovalar…
Ohio, Illinois, Michigan’a uzanır, değişik insanlarla tanışırlar. New York çayırdır daha.
Hasılı omuzları genişler, kolları kalınlaşır, güçlü kuvvetli bir genç olur çıkar. Akranlarından daha iyi ok atar, daha iyi balta sallar, iyi binicidir, rüzgârla yarış tutar.
Çok düşünür az konuşur, sözleri okkalıdır. “Hımmm” dedirtir insana.
Yeri ve zamanı gelir, kabilesine reis seçilir (1755). Artık lakabı “Pontiac”tır civarda.
Potavatomiler ve Ocibua’lar arasında da sevilir. Yürü dedi mi düşünmeden takılırlar ardına.
SOLUK BENİZLİLER
Beyaz adam Illinois’e ilk defa 1673’te ayak basar.
Yerliler yakaladıkları iki şaşkını (Louis Jolliet ve Jacques Marquette) reisin karşısına çıkarırlar. Normalde direğe bağlatıp cezalandırması gerekir ama kıyamaz.
- Haydi kaybolun, bak bi’ daa görmiym buralarda!
Sen misin acıyan, yol olur, oluk oluk Avrupalı akar. Yabancılar mantar gibi biter, ayrık gibi sararlar.
Çekişme, didişme derken çatışma çıkar. İki taraftan da ölenler yaralananlar olur, beyhude yıpranırlar.
Sonra oturup çubuk içer, olurunu bulurlar (1760).
Illinois köklü bir Kızılderili yurdudur, kendi lisanlarıyla (Algonquianca) konuşurlar. 8 bin yıllık mazileri vardır, hatıralarına sadıktırlar.
Gelgelelim soluk benizli onları para ile tanıştırır, alkole alıştırır.
Kabilenin bilgesi oba oba dolaşır, halkı fuhuş ve müskirattan uzak tutmaya çalışır. Meğerki geçmiş ola.
ALDIM VERDİM
Derken efendim Fransızlar, Mississippi’nin doğusundan vazgeçer, bölgeyi İngilizlere bırakırlar.
Ama yerlilerin haberi yoktur bundan.
İngilizlerin ellerini kollarını sallayarak gelmesi, evlere kalelere yerleşmesi üzerine tedirgin olurlar.
Ata toprakları elden gidiyor mudur yoksa?
Gerginlik gün be gün artar, hani derler ya artık bir kıvılcıma...
Pontiac tek tek kabile reisleri ile buluşur, savaş çağrısı yapar (1762). Her kabile kendisine yakın kaleye saldıracak, eş zamanlı hareket edilecek, İngiliz hâkimiyetine son vereceklerdir bir anda.
Superior Gölü ile Mississippi arasında yabancı barındırmayacaklardır bundan sonra!
BEN SENİ YENDİM
Normalde her Kızılderili kendi soyunun asaletine inanır, başka şefin emri altında çalışmaz. Ama bu sefer öyle olmaz. Shawnee, Munsee, Wyandot, Seneca, Huron, Chippewa ve Delaware gibi 30’a yakın kabile toplanır Pontiac’ın etrafında. Görülmüş şey değildir, birlikten kuvvet doğar.
Zikrolunan savaşta Pontiac’a Detroit düşer, geveze bir kadın İngilizleri uyandırınca sıkıntı çıksa da işini tamamlar.
Küçük büyük bütün kaleler ele geçer, garnizonu dağıtır, sınır hattını yağmalarlar.
Çok beklerler ama Fransızlar yardıma koşmaz. İngilizlerden hoşlanmadıkları malum, neden acaba?
Büyük reis Fransızların niye çekildiğini, İngilizlerin niye girdiğini öğrenince şok olur adeta. Vay be demek aralarında anlaşmışlar ha!
Ah be Pontiac ilk işin haber ağı kurmak olacaktı aslında.
Madde bir muhaberat. Silah, silahşör daha sonra.
SAVAŞ VE BARIŞ
Çatışmalarla geçen dört kanlı yılın ardından durulurlar. Temmuz 1766’da sulh yapar, baltaları gömerler toprağa.
Pontiac, ailesi ile Maumee Nehri kıyısına çekilir, kürk ticareti ile iştigal eder bundan sonra. Barışa sadık kalır, verdiği sözleri tutar. Belki de bu tavrı onu beyazlar nezdinde itibarlı yapar.
Çelik Bilek ve Kaptan Swing okuyan arkadaşlar iyi bilir. O dönemde Amerikalı milliyetçiler de İngilizlerden bizardırlar (1775-76 Bağımsızlık Savaşı)
Düşmanımın düşmanı hesabı, sempati beslerler Pontiac’a.
Ancak İngiliz’i tanıyamamıştır henüz, yüzlerce adamını ve yüz binlerce sterlinini kaybeden işgalci bunu bırakır mı yanında?
Nitekim ayyaş bir yerliyi ayartır, cebine viski koyar, eline kama tutuştururlar. Şefi sırtından bıçaklatır, ortadan kaldırırlar. (Cahoika- St Louis - 1769)
Ardından büyük kargaşa, kabileler birbirine düşer, yerli yerliyi yer, Pontiac’ın öcünü alırlar güya.
ŞU MURPHY’NİN İŞLERİ
Yıl 1907...
Michigan, Pontiac’ta at arabası yapan Edward Murphy’nin işleri tıkırındadır. Ancak demir atlar her geçen gün yayılır, keş para getirir patrona.
Artık akıbetleri aşikârdır, Buggy’lerin saltanatı bitecektir bundan sonra.
Edward da zamana uyar, arabalarına 2 silindirli bir motor koyar, gaz, fren, direksiyon takar.
Ve reklama girer: “Oakland Motor Car Company, pek yakında piyasada!”
Krizler, buhranlar, dalgalanmalar... Umduğunu bulamaz o başka.
ADI N’OLSUN?
O günlerde ünlü patron William C. Durant, General Motors’u kurar. Oldsmobile, Cadillac ve Chevrolet gibi markaları uhdesinde toplar. Oakland onun için leblebi çekirdektir, bir lokmada yutar.
İyi de şimdi havalı bir isim lazımdır ona.
Ne koysa, ne koysa?
Biri Pontiac der, kabul görür, rey çokluğuyla.
Bi’ kere bilinen bir isimdir, kulaklara aşina. Pontiac denince güçlü bir savaşçı gelir akla. Atik, tetik, çevik, dengeli, süratli, mukavim... Yakışır arabaya.
STAR CHIEF
1926’da Pontiac, “Ottawa Chief” (Kızılderili reisi) ile vitrine çıkar. 6 silindirlidir ama 4 silindirli fiyatına… Hâliyle çok satar, zemin tutar.
1933’te en ucuz sıralı sekiz yine Pontiac kaputu altında yatar. Yetişmek ne mümkün? Satışlar fora!
Hele Buick gibi torpido şekliyle tarz yapınca sınıf atlar adeta.
Sonra tasarım işlerine John Z. DeLorean el atar ve ilk Bonneville enjeksiyonlu motorla çıkar yollara (1957) Star Chief, Safari ve Catalina...
Tekerlek izi 5 inç artar ve yeni “Wide-Track” şasiyle fevkalade yol tutar.
Artık daha geniş, daha alçak ve daha uzundur. Bakışları üzerinde toplar.
MUSCLE CARS
Atmışlı yıllarda kaslı arabalar tutulur, Pontiac da uyar havaya
62 Grand Prix, keskin hatlı, kova oturaklı coupe ile sürat severleri yakalar.
1964’te, efsanevi GTO “Gran Turismo Omologato”yu tanıtır, Ferrari’ye meydan okurlar açıkça.
Bilahare Ford Mustang ve Chevy Camaro’ya cevap verme ihtiyacı doğar ve ateş kuşu (Firebird) kafesten uçar.
Trans Am ile krallığını ilan eder. Artık kaçmalı kovalamalı filmleri Pontiac’tan sorarlar.
General Motors’un elinde hayli marka vardır. Pontiac, Chevrolet’in bir tık üstünde yer alır. Oldsmobile’in bir, Buick’in iki, Cadillac’ın ise üç kademe altındadır.
GENERAL BATTI...
Aralık 2008. GM mali sıkıntıda. Hükûmetten 25 milyar dolar kredi ister, kongreyi ikna için bazı markaları elden çıkarma vaadinde bulunurlar Bünyede sadece GMC, Chevrolet, Cadillac ve Buick’i tutma kararı alırlar. Birileri Pontac’a talip olsa da satmazlar. Yüz ağartıcı bir markadır, istendiğinde parlatması kolay. Hâlbuki Saab, Satürn ve Hummer’a acımazlar. Pontiac Meksika’dan da çekilir ve Matiz adıyla devam eder yoluna. Biliyor musunuz Pontiac-severler ümit kesmiş değiller hâlâ, yollara döneceğine inanıyorlar eninde sonunda.
.
Soyguncunuz telefonunuz kadar yakın
13 Ocak 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Telefonun delikleri içindeeee.
Ufak tefek parmakların yüzünden...
O eski okul şarkısına bakarsanız taksi, tamirci, ambulans, polis, itfaiye gelebilirdi kapınıza.
Şimdi telefonlar deliksiz ama daha büyük sıkıntılar açabilir başınıza.
***
Eskiden Mısır’daki paşa dedemizin mirası için dolandırılırdık. Adam şimdi bizim için ta Kahire’ye gidecek, nüfus dairelerinde ter dökecek... Yol masrafı yapacak, konaklayacak, illa bir şeyler ödeyeceksin ona.
Telefon ve internet hayatımıza girdikten sonra volecilere yeni alanlar açıldı. Daha geniş yemleme imkânı buldular, daha az risk, daha bol para...
Bazıları iyi niyetinizi istismar ediyor, “yok kanserli çocuk, pahalı ilaç, çaresiz baba…”
Yetim bir kız çocuğu... Okumayı çok istiyordum ama...
Birkaç usta işi fotoğraf. Banka hesap numaraları filan.
Arada itimat etiğiniz bir vakıf dernek olur, o başka… Vermezsen hata.
***
Ya da kendini uyanık sananlara olta atıyor, telefon her yerde on bin, onlarda beş bin lira.
Son üç adet! Kapatıyoruz! Yetişen alıyor!
Hemen ara! Şimdi ara! Hiç durma! Bak biri eksildi bile, üzülürsün sonra!
Antilop gibi atlıyorsun, paketten patlıcan çıkıyor. Hadi bakalım şimdi muhatap ara.
MÜJDE MÜJDE!
Müjde takipçilerimiz arasında çekilen kurada tatil kazandınız. Dört gün beş gece tam pansiyon konaklama.
Maytaplar yanıyor, ışıklar dönüyor, ekran bile seviniyor âdeta.
Ya abim otur bir düşün, “Kim kime ne vermiş bedava?”
Diyelim arayacağınız tuttu.
Yalnız beyfendi KDV’sini almamız gerek. Önemsiz bir rakam gibi görünüyor, ödüyorsunuz gidiyor.
Biz sizi arayacağız sonra.
Çok beklersin daha.
***
Müjde müjde dijital fotoğraf makinesi kazandınız.
- Tamam yollayın.
- Yolda bir şey olmasın sigorta yaptırmanız lazım.
“Önemli değil” deyin, “bana her hafta çıkıyor nasıl olsa.”
Ya da “Kaç para ediyor” diye sorun, alması için teklif edin onda bir fiyatına!
Kulaklarınızı kapatın, sunturlu sövecekler zira.
TAM DA CİVCİVLİ ZAMANLARDA
Günün en hareketli saatleri, yığılan müşteriler, takibi gereken evraklar.
Zıııırrrr. Nazik terbiyeli bir kadın sesi. Efendim nokta nokta sağlık sigortasından.
- Ben sigorta yaptırdığımı hatırlamıyorum ama.
- İlk yılı bankanızın ikramıydı. İkinci yıl ücretli, geciktirmeyin, yoksa mecburen icraya...
- Bir yanlışlık olmasın.
- Kayıtta görünüyorsunuz, sesli onay vermişsiniz arkadaşlara.
- Peki ayrılmak istesem?
- İsim, soy isim, adres, kart, numara…
Şifreyi de veriyorsunuz, yapışkan sigortacıdan kurtulma pahasına.
Şimdi gidip müsekkin alın, hesabınız boşaldı, siniriniz boşalmasın boşuna.
***
Diksiyonu düzgün bir bayan açıyor, filan banka. Kalite prensiplerimiz gereği konuşmalar kayıt altında... Önceki dönemlerde kredi kartlarından zorunlu olarak alınan bedeli iade etmek istiyoruz hesabınıza.
Hiç yoktan para, kim hayır diyebilir ki buna?
Kart bilgilerini vereceksin o kadar.
Kurmuş ağını antilop bekliyor, atlıycak mı acaba?
BAS KAPAT, OYALANMA
En gıcığı da dolandırıcının polis kılığına girmesi, hesap sorması sabah sabah.
Fonda telsiz vıdı vıdıları, 62 merkez, dinlemedeyim tamam.
Jandarma ve karakol korkusu bize CHP’den miras. Hepimiz tırsarız yalanı yok ya.
Bunlar bilhassa gençlerin evden çıktıkları vakitlerde arıyor, yaşlıları panikletip kıvama sokuyor.
Yok kimlik bilgileriniz terör örgütünün eline geçmiş de filan. Ya da semtte kuyumcu soyulmuş, altınlar oraya mı kondu acaba?
- Bizde altın yok.
- Hiç mi yok?
- Var ama ta düğünümden kalma.
- Görmemiz lazım, töhmet altında kalırsınız yoksa… Şimdi ben bir memur gönderiyorum; verin, baksınlar. Telefonunu açık tut, sakın kapatma!
Eh koca polis canım, iki bileziğe tenezzül edecek değil ya.
Ve döner gelir, bu altınlar sahte, paralara da bakmamız lazım, siz kalpazan mısınız yoksa?
VAZİYETTEN VAZİFE
Ya da örgütü çökertmek için sizden yardım isterler, “Aziz dostum filan hesabı teröristler kullanıyor, oraya bir para gönderin, bakalım kimlerle irtibatta?”
Dem bu dem, vatan minnettar kalacak sana.
Ya da açarlar, niye küfrettin filan devlet adamına?
Buyurgandırlar, hem okşar, hem azarlar, bir sağdan çakarlar, bir soldan.
Zavalı öyle bunalır ki mengeneden kurtulmak için ne derseler yapar.
Haberlerden okuyoruz. Teyzem evi arsayı satmış, keş para vermiş dolandırıcılara. Yaa ne zaman müşteri buldun da, anlaştın gittin tapuya?
Oğlunun kızının haberi yok. Hiç mi sormadın kaça verelim diye etrafa?
Peki ya adamcağız kalp krizi geçirse orada? Amaaan kimin umurunda?
Cevap bile vermeyin. Kapatın gitsin ve açmayın bir daha.
Devlet telefonla aramaz, eskisi gibi bilgilendirir, sarı zarflı PTT tebligatıyla.
Baktınız sıkıştırıyor, “öyleyse ben karakola geleyim” deyin.
Göreceksiniz gel diyemiyecek, ağzı bozulacak ayrıca.
BACAĞINA SIKMA
Peki adınızı nereden biliyorlar?
Kendiniz veriyorsunuz bayıla bayıla.
Taksitli satışlar, mağazalar, lüzumsuz anketler. Bankalara bile güvenme, yamuk elemanı vardır, satar.
Telefon çalıyor “Efendim ben kargocuyum, evinizi bulamadık da!”
Memleketten bir şey mi yolladılar acaba? Güzel güzel adınızı adresinizi veriyorsunuz onlara.
Yok BM’nin zırttırıvırt komisyonunda Türk adaya omuz vermeyelim mi? Ermeni mi kazansın yoksa!
Baklava Türk tatlısı mı Yunan mı? Büryan Siirt’in mi, Bitlis’in mi? Biber de Antep mi, Maraş mı?
Değerlerimize sahip çıkalım, koşun, katılın, rey atın.
Peki durum ne merkezde? Görebilmek için üye olacaksın isim, soy isim, mail, telefon...
Bu adreslerin ticaretini yapanlar vardı bir ara, onca isim, bunca numara, şu kadar bin lira…
Her arayana açmayın, konuşana inanmayın, şüphelendin kapa, üzülürsünüz sonra.
Ve kimsenin telefon numarasını kimseye vermeyin. Rızası olmadıkça!
ÖYLE İYİLİK OLMAZ
Bazıları kırk yıllık dost gibi açar, “Abi, koptuk yaaa biliyon mu emekli olunca.”
- Sorma.
- Sahi bizden kimler kaldı orada?
Sesini tanıyamamışsındır ama o kadar samimi konuşur ki, sorsan ayıp olacak. Aşk olsun diyecek, gönül koyacak.
- Filan bey duruyor, filanca hanım her zamanki masasında.
- Sen telefon numaralarını atsana bana… Kızı evlendiriyorum da birer davetiye yollayayım dostlara.
Ha hı deyin, sallayın. Dâhilîden arasın, kendisinden alsın.
Sakın iyilik yapmayın bu hususta.
Değişik yazı, kitap paylaşan siteler var. Bir şeye başlıyorsun tık kapanıyor. İndireyim diyorsun. Üye olacaksın, kimlik bilgilerini vereceksin, ondan sonra.
KREDİYE BULAŞMA
Bir de kredi teklif edenler var. Ev araba alacaksın, bedelli yatıracaksın. Bedavadan ucuza. Bilgilerinizi alıyor, bırakın borç vermeyi, bankadan kredi çekiyor adınıza. Faiz yüksek olsa ne fark eder? Sen ödeyecek olduktan sonra.
Giden parana mı yanarsın, enayi yerine koyulduğuna mı?
Peki takibat ne zaman başlıyor? Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra...
Engellilere yardım için konser bileti almanıza gerek yok, gidin adrese; “Nerede o arkadaşlar?” Göstersinler, sayın avucuna.
Bazılarının elinde hiçbir bilgi yok, sabah saatinde afyonu patlamamışları bocalatıyor: Senin adın ne bakiym? Kütüğün nereye bağlı? Kocan nereden emekli? Oğlun ne iş yapıyor?
Adınızı bilmeyen adam karıştığınız suçlara vâkıf! Olabilir mi ya?
Bazen de ava giden avlanıyor.
Karşısındaki de çakal çıkıyor, çok korkmuş gibi yapıyor, ağlıyor yalvarıyor, ödemeye hazır görünüyor. “Komiserim hesapta bir blokaj var, siz bi’ on bin lira yollayabilir misiniz kaldırayım, ondan sonra...”
Ya da “Benim bir şeyim yok arabamdan başka. Onu şimdi koysam satarım ama sigortası yatmadı. Şu kadar vergi borcu var, trafikten şu kadar ceza... Biliyorsunuz işlem yapılmıyor bu durumda... Çok değil 6 bin 789 lira amirim, mümkünse filan hesaba.”
HIRSLILAR HIRSIZLAR
Dolandırıcıların en büyük silahı sizin hırsınız.
Filan yerde define var ama hafriyat gerekiyor. Ah biraz nakit olsa...
Ya da bir küp gömü buldum, sizin çevreniz geniştir, paraya çevirebilir miyiz acaba?
Küpler hep gece karanlığında teslim edilir, alel acele ve kuytu sokaklarda. Tabii ki teneke çıkacak, ne bekliyordun başka?
“Aslanım git devlete” diyeceksin, “sana verecekleri yüzde yeter de artar, hem alnının akıyla.”
***
Millette para bolluğu var şu sıra.
- Efendim, annenizin ödenmemiş taksiti.
- Ne kadar?
- 289 lira.
- Unutmuştur, tamam ödeyeyim o zaman.
Ödeme be abi, başkasını da çarpacaklar, alıştırma.
Bir de evet evet dedirten sigortacılar var.
Adınız şu / Evet
Soyadınız şu / Evet
Filan adreste oturuyorsunuz / Evet
Kampanyamıza katılıyorsunuz / Evet
Ödemeyi kartla / Evet.
Gereksiz bir alışveriş yaptırdı sana. Bir kere de “hayır” de be abla, hayrolsun hakkınızda
.
Yer altı su sarayları Kasteller
17 Ocak 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Antep savunmasında kastellerin rolü büyük oldu...
Bunu söyleyen arkadaşa soruyorum, “benim bildiğim kastel şato demek Fransızca.”
- Bize Arapçadan girmiş, suyun taksim edildiği yer manasında. Bak hemen şurada Pişirici Kasteli var, gel gezelim vaktin varsa.
- İşimiz ne? Olur, tamam.
Nasıl da sıcak, gözüm gölgelerde, gitmese miydik acaba? Neyse uzak değilmiş, arzın merkezine doğru inen bir merdiven gösteriyor.
“Evet buradan!”
Basamak basamak alçalıyoruz, dirseği döndükten sonra geniş bir kubbe çıkıyor karşımıza, mağara gibi loş ve serin. Sesiniz katlanarak artıyor, ufak bir öksürüğünüz gök gürültüsü gibi dönüyor kulağınıza.
Aks-i seda!
Oturmak ve uzanmak için sekiler yapılmış, ne uyunur ama burada. Bir su serinliğidir dolanıyor ortalıkta.
Hatırlarım da eskiden Medine esnafı dükkânın önemli bir kısmını mükeyyefe ayırırdı. İki buzdolabı cesametinde bir alet düşünün, motorla basılan hava şırıl şırıl akıtılan suların içinden geçer serinlik sunar.
Hülasa hasta etmeyen bir klima.
Gezdiğimiz kastel 13 YY eseriymiş, bir su hayrı, Memlüklardan kalma, yedi asırdır hizmet sunuyor insanlara.
Tavan kesme taş, yerde irice bir havuz, berrak sular geziniyor şırıltıyla.
KEYİF DEĞİL ZARURET
Efendim, Gaziantep nehir ve göl kenarında değil, öyle dağlarından şelaleler akmıyor. Bir Alleben Deresi var onun da yazın genişliği üç karışa düşüyor, ayak bileklerinizi örtüyor anca.
Ama su gözesi bol, zaten Araplar bu yüzden Ayıntab (parlak pınar) diyorlar ona.
Ecdat yine de suyu idareli kullanıyor, aman kirlenmesin, bulanmasın, buhar olup uçmasın. Kaynaklardan gelen sular “su burcu” denen merkezlerde toplanıyor, livaslarla (yer altı kanalları) kastellere yollanıyor.
Livasların üzerinde yer alan evler şanslı. Zemine bir delik açıp suya ulaşıyor, kovasını sarkıtıp dolduruyor. Elbette bu delik çok serin, gıdalar da saklanabiliyor icabında.
Şehrin üstünde nasıl sokaklar varsa, altında da dehlizler dolanıyor.
Bazı kastellerde su kanalı köşeden giriyor, olukları besliyor, havuzları dolduruyor, diğer köşeden çıkıp gidiyor, ihtimal diğer kastellere de uğruyor.
Bazılarının içinde helalar, çimecek (banyo) ve mescit de bulunuyor. İkinci havuzu olanlar çamaşıra müsait, kadınlar daha ziyade yün yıkıyor.
Ramazan akşamları ayrı şenleniyor. Kebaplar, baklavalar, ayranlar geliyor. Aşr-ı şerifler okunuyor, ilahiler söyleniyor, kubbede ekolanan ses yüreklere işliyor.
Bu benzersiz sistem mimarlardan büyük ilgi görüyor, nitekim UNESCO Geçici Kültür Mirası Listesi’ne giriyor.
“BS” BETONDAN SONRA
Evlere su şebekesi çekilince kastellerin itibarı azalıyor, cami yakınlarındakiler şadırvan olarak muhafaza edilse de diğerleri metruk kalıyor, eriyip gidiyor zamanla.
Çimento keşfolundu mertlik bozuldu, beton bir kere daha ezici gücüyle mahallî mimariye galip geliyor.
Onlarca kastelden sadece İhsan Bey (Esen Beg), İmam-ı Gazali (eserlerini burada yazdığı rivayet edilir), Ahmet Çelebi, Kozluca ve Şeyh Fethullah kasteli hayatta kalıyor.
Kanalıcı, Kırkayak (1593), Kabainek (1557), Şahveli Camii, Eşraf ve Mehak kastelleri kaybolup gidiyor. Kale, Arapoğlu, Balıklı, Çırçır, Fışfış, Gümüş, Kadı, Eşraf, Hüseyin Paşa, Ahmet Çelebi, Arasta, Osmaniye kastelinin sadece adı kalıyor.
İyi de bir kastel niye kaldırılır ki ortadan? Yol açsan mani değil, park yapsan ayağına takılmaz. Zaten yerin altında.
Ne yazık ki cumhuriyetin ilk yıllarında öfkeli bürokratların gereksiz tahribatları var.
Sultan Gavri kastelini bizzat belediye başkanı yıktırıyor. Suburcu Caddesi’ne adını veren terazi yine bir başkanın hışmına uğruyor.
Haydi şimdi ara da bul, o güzelim mimarinin yerinde briket kuleler sırıtıyor.
JEOLOJİ HİDROLOJİ
Kastel biraz da şehrin zemini ile ilgili. Antep yumuşak tebeşir kayaları (havara) üzerinde yer alıyor, tünel açmaya müsait, kaldı ki havara hava ile temas edince sertleşiyor mermer kesiliyor. Kubbe, kemer, minare inşasında da kullanılıyor.
Bazı konakların hususi kastelcikleri var, sofadan merdivenle iniyor, livasa erişiyor kolayca.
Kastel zincirinde kanevet denilen şebekenin seviyesi önemli. Kanevetçiler civarda oturuyor, tıkanıklıkları gideriyor, su terazilerine ayar veriyor, taşkına baskına mani oluyor.
Ecdat han, hamam, mektep, medrese gibi binaların cephesine, avlusuna da çeşmeler yaptırıyor. Hayvanlar alışkın kendiliklerinden gelip yalaklardan içiyor.
16. yüzyıla kadar sebil hazneleri lülesiz akıyor, musluk vana tanımıyor. Münasip bir yere bakır maşrapa asılıyor, kulpuna ince bir zincir bağlanıyor, dileyen alıp kullanıyor.
7 İKLİM 3 KITAYA
Peki bu sistemi başka şehirler düşünemedi mi acaba?
Rivayetlere göre ilk defa Yunus aleyhisselamın yurdu Ninova’da (Musul) tatbik ediliyor. Sadece Mezopotamyalı mimarların değil, Perslerin de dikkatini çekiyor. Bilahare Müslüman akıncılar tarafından Kuzey Afrika ve Endülüs’e taşınıyor. Kıbrıs, Sicilya, İspanya derken Kanarya Adaları’na kadar yayılıyor.
Araplar “qanât”, Afganlar “kariz”, Suriye, Filistin ve Kuzey Afrikalılar “fugara” diyor. Umman’da “ajlaf”; Yemen’de “felledj”, Çin’de “kanerjing” tabir ediliyor, Fas’ta ise “khettara”.
Malum, müminler kullanılmış sudan sakınırlar, bu yüzden havuza el sokmaz, maşraba ile alırlar. Kastellerde mai müstamel başka kanallara alınıyor, uzaklara taşınıyor. Havuz kenar bordürlerine taşma olukları yerleştiriliyor ki İhsan Bey, Şeyh Fethullah ve Ahmet Çelebi kastellerinde görebiliyorsunuz açıkça.
İŞİ ERBABINA
Hasan al-Hasib’in yazdığına göre qanât tekniği muqannis denilen ustaların işi, bunlar bölge bölge dolaşıp ihale alıyor. Başlarında emîrleri oluyor, ekip hâlinde çalışıyorlar. Önce mıntıkayı gözden geçiriyor, kaya yapısını inceliyor, meyil hesabı yapıyorlar. Ana kuyu ve bacayı açtıktan sonra sıra su burcuna geliyor.
Suyun taşınacağı yere doğru 40-50 metrede bir kuyular kazılıyor, sistem besleniyor.
Peki su miktarı arttı ne olacak? Onu da düşünmüş yer yer ikiz tüneller yapmışlar.
Kanallardaki miktar birleşik kaplar usulü ile dengede tutuluyor. Tünele çok hafif bir eğim veriliyor kendi ağırlığı ile akıp gidiyor.
Boğucu gazlara karşı da tedbir alınıyor, kandil söndü mü terk ediyor, yeni bacalar açıp havalandırıyorlar.
Gaziantep hamamları da ekseri zeminin altında, bazen onlar da zikrolunan hatta bağlanıyor suyunu livastan alıyor.
Kanallar üzerinde un değirmenleri de yer alıyor, eh senin akan suyun olduktan sonra.
Çok ince bir mühendislik, her safhası ayrı hesap.
Dülükbaba mevkiinde de benzer bir sistem bulununca şaşırmışlar. Burası şehir merkezinden 6 km ötede, diğerleri ile irtibatlı olabilir mi acaba?
.
Rami... Semtin beş hâli
25 Ocak 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Bizans devrinde İstanbul sur içinden ibarettir. Etrafı kale, kule, hendeklerle çevrilidir. Cenevizlilerin elindeki Karaköy’ü saymazsanız dışı ıssız, sessiz, sakindir.
Fethi müteakip civara Türk mahalleleri kurulur ki, Rami de onlardan biridir.

Efendim Rami denince Eski Edirne Asfaltı’nın altı gelir akla. Manzaralıdır, Altın Boynuz ayağınızın altında uzanır serapa.
Bilirsiniz padişahlar saray erkânına ve devlet ricaline araziler bağışlar. İşte şirin semtin bulunduğu mıntıkayı da veziriazam Rami Mehmed Paşa’ya münasip bulurlar. “Rami” okçu demek olur bu arada.
Semtte yapılan en eski Osmanlı eseri Cuma Mahallesi’ndeki namazgâhtır. 1512 tarihli bir Bayezid-i Veli hayratıdır, ne yazık ki korunamaz.
Kasım Çavuş, İslam Bey, Sofular Mahallelerinde hep Müslümanlar meskûndur, Anadolu’yu andırırlar.
KARARGÂH
Kışla 2. Mustafa Han döneminde kurulur ki, maksat Rumeli’ye sefere çıkacak birliklere destek sağlamaktır icabında.
II. Mahmut döneminde mimar Halim Efendi riyasetinde şekillenir ve Yeniçerilere karşı ‘Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin eli güçlenir.
Yanına ambar, fırın ve hastane yapılır, 220 bin metrekareye yayılır. Selimiye ve Davutpaşa’dan sonra en büyük kışlamızdır. Avrupa üzerinden gelecek tehditlere karşı koyacaktır.
1828-29 Osmanlı-Rus Harbi’nde karargâh merkezi olur. II. Mahmud Han takriben iki sene burada kalır; elçi karşılar, misafir ağırlar. Gündüzleri askerlerin talimi teftişi sürer, mübarek geceler hatimler indirilir, ilahi ve zikirler nurlanır mekan.
Topkapı Sarayı, Rami’ye taşınır bir bakıma.
1836-37’de Mühendishane öğrencileri Rami Kışlasına alınır. Artık “Fünun-ı Harbiye-i Mansure” diye anılır.
Abdülmecid Han da Kırım Harbi’ni buradan takip eder. Kışla son şeklini II. Abdülhamid döneminde alır ki, hâlâ öyledir.
Kışla devrinin hususiyetlerini taşır, dikdörtgen avlulu, iki katlıdır.
Kitabesini Keçecizade İzzet Molla yazar, bina eminliğini ise Mehmed Ağa yapar.
Mütareke yıllarında Fransız işgalciler çöker, camiyi cephane olarak kullanırlar. Kaza mı kasıt mı bilmiyoruz ama barut varilleri parlar, sadece minaresi kalır ayakta. Ah onun da külahına haç takmasalar...
Yerli azınlıklar işgalcilerin yanında dururken, Fransızların getirdiği Cezayirliler ise bize çalışırlar. Hatırı sayılır derecede silah kaydırılır, bunlar neredeyse firesiz ulaştırılır Anadolu’ya.
MUHACİR ENSAR
93 Harbi’nde Rusların desteklediği Rum, Bulgar ve Sırplar çeteler kurar, Müslüman halka saldırırlar. Hakaret, cinayet, tecavüz, yağma...
İnsancıklar ne yapsın, yollara düşerler telaşla.
İstanbul, muhacirlerle dolar, işte bunlardan bir kısmı da havaliye yerleştirilir, “Rami Cuma Mahallesi” şekillenir.
O günlerde Hamidiye adında küçük bir karyedir (köy). Eyüp henüz ilçe olmadığı için Küçükçekmece nahiyesi uhdesindedir.
Derken Tantavizade Mehmed Halid Efendi, Boşnak Hıdır Bey Sokak’ta bir mektep ve mescit inşa ettirir (1889).
II. Abdülhamid’in başmabeyincisi Hacı Ali Paşa da Balkan muhacirleri için cami, aşevi, çeşme, şadırvan ve hazireden mürekkep bir külliye bağışlar. Sıbyan mektebi ilkokul olarak hizmet verir hala.
DAHA NASIL YENSİN BRE?
Bilirsiniz bizim en gözde sporumuz yağlı güreştir. Rami çayırındaki müsabakalar takip edilir büyük bir alakayla. Yusuf’un efsane olduğu günlerdir. Bu aslan parçası karşısına çıkanları zorlanmadan yener, ödülleri toplar. O gün Kavalalı Mümin adında ufak tefek ve çolak bir molla çıkar karşısına.
Millet acıyarak bakar, canına mı susadı acaba? Ancak Mümin Hoca bir anda Yusuf’un paçasını kapıp kündeyi toplar. İyi de bu dev vücudu kim kaldırıp atabilir ki? Yusuf için kündeden kurtulmak çocuk oyuncağıdır. Şöyle hafifçe yaylansa hasmının yağlı parmaklarını boşaltacaktır kolayca. İyi de mollanın çolak kolu esnemez ki, kuyu kancası gibidir âdeta.
Nitekim rakibini savurur atar, Yusuf açık düşer, göbeği yıldızları sayar.
Efsane güreşçi şaşkındır, ayağa kalkar Aliço’ya sorar: “Oldu mu be usta?”
-Eh Koca Yusuf da bu kadar yenilebilir anca!
İşte “koca” lakabı o günden yadigârdır Yusuf’a.
MİLLÎ MİMARLAR MİMLİ MİMARLAR
Halk Parti devrinde “Osmanlı izlerini silsin” diye getirilen Fransız mimar Prost, Haliç’i sanayiye açar.
Hesaplarına göre havalide işçi kesafeti artacak, gecekondularla dolacak ve yıkamadıkları tarihî eserleri ezdirecektirler betona.
Öyle de olur sonunda...
1971 yılına kadar Silahlı Kuvvetlerimiz tarafından kullanılan Rami Kışlası bir süre metruk kaldıktan sonra belediye meclisi kararıyla muvakkaten (iki yıllığına) kuru gıda toptancılarına tahsis edilir (1985). Ama 36 yıl otururlar o başka. Adam yerleşmiş çıkar mı bir daha? Hele ayaklar alıştıktan sonra.
Talimhane Caddesi’nin köşesine perşembeleri semt pazarı, pazartesileri ise sosyete pazarı kurulur. Sosyete dediysek kürk manto değil tabii, basma pazen, terlik pabuç, giyim kuşam...
Rami’de Arnavut, Boşnak ve Bulgar göçmenleri ağırlıktadır hâlâ.
Peki İstanbullu? Vardır herhâlde bir miktar.
NOSTALJOLSUN!
70’li yıllarda Rami gariban muhitidir, Fatih ve Eyüp’te oturamayanlar burada ev tutarlar.
Ulaşım minibüs marifetiyle sağlanır. Şıkşık vitesli Magiruslar, balta burunlu Renault’lar duraklara yapışırlar.
Vezneciler’den başlar, İtfaiye, Malta, Yavuzselim, Atik Ali, Karagümrük, Acıçeşme ve Edirnekapı boyunca sıralanırlar.
Fevzi Paşa mukimleri arabesk parçalara, muavin avazlarına aşinadırlar.
Bip bip bip korna eşliğinde çığırırlar: “Taşlıtarla! Bereç’ten Bereç’ten Bereç’ten…”
“Pazariçi! Rami’den Rami’den Rami’den…”
Ben yine mevzuyu dağıttım galiba?
Nebleyim, Rami denince ilk o geldi aklıma..
.
Gitmek için bir sebep daha EDİRNE “SARAYLI” OLUYOR
31 Ocak 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Edirne Sarayı 22 hamamı, 21 divanhanesi, 17 cümle kapısı, 14 kasrı, 13 mescidi, 13 koğuşu, 5 mutfağı, 4 kileri ve 6 bin memuruyla şehir gibidir âdeta...
Batı’da saray denince şatafat, sefahat ve teşrifat gelir akla. Osmanlı Sarayı ise kısmen sultanın evi, daha ziyade devlet dairesidir. Bünyesinde divan vardır, fetva makamı vardır, serasker, nişancı, defterdar, müşavirler, mübaşirler, nazırlar, memurlar vardır.
Yani Bakanlar Kuruludur, Genelkurmay’dır, Danıştay’dır, Sayıştay’dır, Yargıtay’dır...
Kolay çalınan bir kapıdır, millet maruzatını bizzat sultana anlatır.
Bizim saraylarımız Avrupa’dakiler gibi devasa ve yekpare olmaz. Kralların odaları yarım dönümdür, yer mermer, gök duvar. Ağır perdeler, oturaklı sehpalar, devasa vazolar, okkalı şamdanlar, ipek cibinlikler, atlas yorganlar…
Ben n’ideyim öyle ihtişamı, uzanıp yatamadıktan, çoraplarımı fıydıramadıktan, çekirdek çıtlayamadıktan sonra.
Osmanlı sultanları ise makul mekânlarda yaşar. Daireleri mütevazıdır, huzuru sadelikte arar.
Büyüklükte Topkapı’dan sonra gelen Edirne Sarayı Tunca kenarına kurulur, mescitler, hamamlar, mutfaklar, hassa fırını, maksemler, kilerler, çeşmeler, havuzlar...
Mumhâne, güllaphâne, cephane, kütüphane.
Sarayiçi’nde 6 bini vazifeli olmak üzere 40 bin kişi yaşar. Kâtipler, veznedarlar, aşçılar, mehteran, hâcegân, seyisler, bahçevanlar, baltacılar...
Kaldı ki halka açıktır, isteyen mesireye gelir, kilimini yayar.
MURAT HAN 1447
İlk binayı II. Murat Han yaptırır (1447). Sultan Fatih, baba yadigârını donatır ve Saray-ı Cedid-i Amire çıkar ortaya. Elbette Mimar Şehabeddin de çok şey katar.
En dikkat çeken bina Cihannüma Kasrıdır, yedi katlıdır ve sivri külahı ile saraya silüet kazandırır. Has Oda Köşkü, Eyyâm-ı Âhire, Mâbeyn-i Hümâyun gibi isimlerle de anılır.
Burası ileride şehzadeler mektebi olacak, padişah adayları devlet erkanı ile buluşacaktır.
En üst katı sekizgendir, tavan piramit çatı ile kapatılır. Ortada şirin bir havuz, etrafında sedirler sıralanır.
Hışşşt devlet sırrı… Bilirsiniz fıskiye şırıltısı, fısıltıları bastırır.
Kasrın duvarları çini ve kalem işleriyle bezenir, tavanlara çıtalar çakılır, üzerine deri gerilir ve ince ince nakışlanır.
Sancak-ı şerif, Hırka-i saadet ve hazine için daireler açılır, emanetler itina ile kollanır.
Şehitlik
ÂDETA KASABA
Malûm İstanbul’un fethi Edirne’de planlanır, hani o surları un ufak eden şahi topları yok mu? Onlar burada dökülür, tıraşlanır, cilalanır, cepheye yollanır.
Türk ev mimarisi de Edirne Sarayında şekil alır, avlu, sofa, kafes, cumba, hayat gibi unsurlar taşraya taşınır.
H. 968 (1561) yılında Mimar Sinan’a yaptırılan adalet kasrı kule endamlı bir binadır. İlk katında şerbethâne, ikinci katında divanhane, üstte Edirnekâri bir havuz vardır. Devletliler rahat konuşsun diye padişah aralarına karışmaz, ekseri kafes arkasındadır.
Kanuni kanunları burada kaleme alır. Kasrın önünde iki taş kaide bulunur, birine dilekçeler bırakılır (Seng-i Hürmet) diğerinde cezalar açıklanır (Seng-i İbret).
Sadece Fatih ve Kanuni değil, II. Selim, IV. Mehmed, II. Mustafa ve I. Ahmed, II. Ahmed ve III. Ahmet Hanlar da Edirne’ye hayrandır. Her biri ilaveler yaptırır, binaların sayısı yüze yaklaşır.

Fâtih devri eserlerinden Kum Kasrı Hamamında zarif mermer kurnalar vardır, yer yer kalem işi tezyinata rastlanır. Soğukluk, ılıklık, göbek taşı ve eyvandan müteşekkil üç kubbeli bir binadır.
TUNCA’YA MERMER YATAK
Namazgâh, Kum Kasrı, Değirmen Kasrı, İftar Kasrı, Terazi Kasrı, Bostancıbaşı Kasrı; Şikar Kasrı, Aynalı Kasır, Iydiyye Kasrı...
Matbah-ı Amire, Babüssaade...
Sarayın beş meydanı vardır, Alay (Kese) Meydanı, Kum (Cihannüma) Meydanı, Divan Meydanı, Valide Sultan Taşlığı ve Çeşme (Enderun) Meydanı...
Tunca üzerinde ise Fatih, Kanuni ve Şehabeddin Paşa Köprüleri gerdanlık gibi sıralanır.
Mimar Sinan zemini düzeltir, Taşlımüsellim suyunun bir kolunu saraya bağlatır. Taşkınlardan korumak için, Tunca’yı böler, suyun mühim bir kısmını yay biçimli bir kanalla alandan uzaklaştırır
II. Beyazıt Tunca zeminini taşla kaplatır, rıhtımlar yaptırır.
Bilahare taşlar sökülecek, inşaat malzemesi olacaktır.

Matbah-ı amire dokuz kubbesi ve üç bacası ile buharlı gemileri andırır... Kasaplar, yamaklar, aşçılar, helvacılar yan yana çalışır. Aşçı Yahya Baba pilav artıklarını Tunca’nın balıklarına ayırır.
ZELZELE VE YANGINLAR
Şerefü’l-mekân bi’l-mekîn demişler. Padişah teşrif etti mi saray şenlenir, aydınlanır, çocukların sünnetleri burada yapılır. Ziyaret aksarsa mahrum ve mahzun olur, manzara donuklaşır.
Bazı şehzadeler burada doğar, mesela Cem Sultan’ın tevellüdüne “27 Safer 864-Edirne” yazılır.
III. Ahmet Han İstanbul’a gidince (1718) saray metruk kalır, taaa III. Mustafa’ya kadar hiçbir padişah ayak basmaz, bu yarım asırlık sürede bayağı yıpranır.
1752’deki korkunç zelzele, 1776’daki büyük yangın...
1829 yılında Edirne’yi işgal eden Ruslar sarayı ordugâh olarak kullanır. Müzeyyen kapılardan girer, harabe bırakırlar.
1868-73 arası Vali Hurşit ve Hacı İzzet Paşalar birçok binayı elden geçirtir, tamirat ve tadilat yaptırır.
Abdülaziz Han’ın Avrupa dönüşü uğrama ihtimali doğunca tekrar elden geçirilir, tertemiz boyanır.
AH O RUSLAR
93 Harbinde (1877-1878) Ruslar tekrar Edirne’ye dayanır.
Zor günlerdir, kışlaya siyaset girmiş, emir komuta zinciri aksamıştır.
Cephaneyi kullanma yerine uçurma kararı alınır.
Tonlarca barut “bummm” diye patlayıp bitmez üç gün boyunca zemini kaynatır. Güzelim saray berhava olur, taşlar sütunlar etrafa saçılır.
Bunlar hem millet hem devlet tarafından toplanır, inşaatlarda kullanılır. Şimdi Süheyl Hoca nasıl kahrolmasın “Sanki ecdat bize saray değil, taşocağı bırakmış!”
Eski gravürlere bakarsanız üzülürsünüz, o kuğu endamlı binaların neredeyse tamamı toprağa karışmıştır.
Yetmez gibi İngilizler, musallat olmasın mı? Kraliçe için on yedi sandık çini toplanır, Londra’ya yollanır. Günümüzde Victoria-Albert Müzesinin en nadide eserleri arasındadır...
YIKA DAĞITA...
Edirne 4 işgal, bir harf devrimi yaşar. Rejim değişince tuğralar, kitabeler kazınır, bir devrin başşehri mazisinden koparılır.
Hâlbuki beylikten imparatorluğa geçilen devre şahitlik yapmıştır.
Bizim için Ahlat ve Malazgirt neyse Edirne de odur, serhat boyudur, Batı kapımızdır.

Millî Saraylar Başkanı Dr. Yasin Yıldız “Edirne’ye yüzlerce uzmanla gelecek, mesafe alacağız !”
YILLARIN HAYALİ
Sarayı ayağa kaldırma işi Edirnelilerin asırlık rüyası. Bu saray hem medeniyetimizi parlatacak hem de nüfusundan fazla turist ağırlayan şehre para kazandıracak.
Eskiden de saha ile ilgilenen kurumlarımız olur, hatta yer yer kazılar yapılır. Ama işler tek elden yürümez, belki on ayrı teşkilat imza koymak zorunda olunca, hatlar karışır.
Şimdi Edirne Sarayı’nı ayağa kaldırma işi Millî Saraylara verildi. Valilik, Belediye ve Üniversite de yanlarında. Umulur ki en kısa zamanda mesafe alınır.
TAŞLAR OTURACAK
Edirne’ye gelen turistler Selimiye, Eski Cami, Üç Şerefeli, Muradiye, Bayezid Külliyesi ve Meriç köprüsü ve Ali Paşa Çarşısını görünce hayran kalıyorlar. İyi de bunları yapanlar nasıl bir hayat sürüyorlardı acaba? İşte o sorunun cevabı burada.
Bu çalışma bizim kadar komşu ülkeleri de heyecanlandırıyor, malum bir dönem onlar da buraya bağlıydı. Umulur ki flu kareler netleşecek, sisler puslar dağılacak, boşluklar dolacak
.
Merkez üssü Asya
20 Şubat 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Son bir asır içinde yaşanan bütün zelzeleler kayıt altında. Merkez üssü, yönü, derinliği, şiddeti ama neyi varsa..
Peki ya daha önceleri?
Tarihçiler yıkıcı olanları yazar, vasatları kaale almazlar. Mesela “MS 856 İran- Damghan” ve “MS 893 İran-Erdebil’i atlamazlar. Şaka değil cem’an 350 bin kayıp. On tane savaşa bedel tek başına.
Halep 1138 yılında 8,5 şiddetinde sallanır, 230 bin vefat, şehir haritadan silinir âdeta. Yeryüzünün bilinen 3. büyük zelzelesidir, eğer insan kaybı ölçü alınırsa...
Peki en büyüğü hangisi?
MAĞARALAR ÇÖKÜNCE
En büyüğü Ming Hanedanlığı döneminde Çin’de yaşanan Şensi depremidir! (1556) Yaklaşık bir milyon kişi ölür.
O devirde halk “lös” denen kül renkli topraklara sokulur, suni mağaralar oyar. Geceleri ip merdivenleri toplar, hırsızdan uğursuzdan, yabani hayvandan emin olurlar.
Gelgelelim deprem dağları elek gibi sallar, yamaçlar derelere akar. Hareketin büyüklüğü tahminen 8 civarındadır. Şensi, Henan, Gansu, Hebei, Shandong, Hubei, Hunan, Jiangsu ve Anhui illeri ile 97 kazaya yayılır.
Ahalinin beşte üçü toprak altında kalır. Nehirler yatak değiştirir, yollar eğilir, yarlar yarılır, çukurlar açılır, zemin sıkıştıkça tepecikler fışkırır...
Devlet binaları, çarşı pazar ve surlar paramparça, İmparator Jiajing afet karşısında biçare kalır.
BU DEFA HEYELAN
Aralık 1920’de yaşanan Gansu depremi ise Richtere ölçeğine göre (artık cihazlar var) 7,8 büyüklüğündedir. Heyelanlar kopar, beldeleri yutar, can kaybı 200 bini aşar.
Mayıs 1927... Xining depremi! Büyüklüğü 7,9. Kimine göre 40 bin, kimine göre 200 bin ölü var. 500 mektep ve binlerce bina moloza!
Yıl: 1976... Yer: Tangshan. Hareket sadece 10 saniye sürer, 180 bin bina yıkılır, 799 bin kişi yaralanır, 255 bin kayıpla ikinci sıradadır.
Mayıs 2008... Şiçuan... 87 bin kişi hayatını kaybeder, 370 bin kişi yaralanır.
AMA EFENDİM JAPONYA’DA...
Eylül 1923... Kanto depremi, Tokyo’yu yakar. 380 bin ev kül olur, yıkılanları da sayarsan mesken kaybı 450 bini aşar.
Büyüklüğü 8,3, süresi 4 dakikadır. Ölü sayısı 142 bindir, 43.500 de kayıp vardır. (Tsunami ve artçılar)
Tokyo’dan göç başlar. Osaka’da arsa alanlar parayı bulurlar.
Mart 1933... Japonya’nın Honshu kentinde 8,4 büyüklüğünde deprem patlar. Ardından 29 metrelik dalgalar. Tsunami 3 bin evi sürükler, 2 bin evi ufalar, kıymık yapar.
1936 Ketta. (Pakistan- Belücistan). İngiliz işgaline uğrayan şehir çok katlı binalarla yeni yeni tanışmış ve küçük Londra diye anılmaya başlamıştır. Zelzelede viran olur, 40 bin kayıpla.
ERZİNCAN’DA CANLAR...
Aralık 1939 Erzincan... 36 bin vatandaşımız son yolculuğuna...
1950 Assam depremiyle 1.500 insan hayatını kaybeder. 8,6’lık afetten Çin, Tibet ve Hindistan da azade kalamaz. Vadiler kayar, nehirleri tıkar, bir sürü gölleri olur vakadan sonra.
Kasım 1952. Kamçatka! Rusya’nın doğusunda meydana gelen hareket 9,0 büyüklüğündedir ama nüfus azdır, halk barakalarda yaşar. Tek bir ölen olmaz.
Aralık 1988 Spitak. (Ermenistan) 7,2 büyüklüğündeki deprem Gümrü’yü de tutar. 25 bin kişi ölür, eğer sınırımızda bulunan Metsamor Nükleer santralinde sızıntı olsa, dert almıştık başımıza.
Ocak 1995, Kobe depremi (Japonya) 7,3 büyüklüğünde ve yıkıcıdır. Mevsim kıştır her evde mangal, soba...
6.434 ölü, çoğu yangından.
17 Ağustos 1999, İzmit (Türkiye) 7,4... 17.217 insanımız mevta.
DERYALAR TAŞINCA
Bizim nesil tsunaminin ne olduğunu Aralık 2004’te Sumatra açıklarında yaşanan depremde öğrenir. Yaklaşık 10 dakika süren 9,1 büyüklüğündeki sallantı okyanusu çalkalar. Yükselen dalgalar kırk ülkeden 230 bin kişinin ölümüne yol açar. 50 bin kayıp. 1,7 milyon mülteci, Japonya bile aciz kalır vaziyet karşısında.
Ardından yine Sumatra. 8,6’lık sallantı okyanus taşırır.
Dalgalar Sri Lanka’ya.
Ve uzun bir aradan sonra yine Amerika.
12 Ocak 2010’da Haiti’de yaşanan 7 büyüklüğündeki harekette 350 bin kişi ölür, 300 bin kişi yaralanır. 1,3 milyon kişi yerinden yurdundan olur, 250 bin ev, 30 bin ticarethane yıkılır, ekonomi yara alır.
REAKTÖRE ULAŞINCA
11 Mart 2011 Töhoku!.. Japonya Honshu açıklarında 9,1 büyüklüğündeki deprem 6 dakika sürer ve dalgaların yüksekliği 38 metreye varır, tekneleri kaldırır, çatılara bırakır. 15.900 kişi ölür, 6.126 yaralı vardır, 4.600 kişi kaybolur okyanusta.
332 bin bina, 2.100 yol, 56 köprü ve 26 demir yolu hasar alır, barajlar yıkılır, yangınlar çıkar. 4,4 milyon ev elektriksiz, 1,5 milyon hane susuz kalır, gıda ulaştırılamaz halka.
Tsunami saatte 500 km hızla Hawai’ye koşar, bir kısmı da Kanada’ya.130 bin kişi yerinden olacaktır daha sonra.
Deprem ayrıca Fukushima Daiichi Nükleer Santrali’ndeki reaktörleri hırpalar ki zararın büyüğü orada. Fatura cem’an 309 milyar dolar.
Nisan 2012’de, Endonezya kıyılarında 8,6 büyüklüğünde bir sarsıntı olur. Mumbai, Hindistan ve Broome, Avustralya’ya uzanır... Java, Sumatra ve Japonya hem depremleriyle tanınır hem de aktif volkanlarıyla. Sahanın adı “Ateş Çemberi”ne çıkar zamanla.
ŞİLİ HAİTİ ALASKA
Amerika’da ise Alaska, Los Angeles, Hawaii, Haiti ve Şili sık sallanır.
İtalya ve Yunanistan da belli olmaz. Kuzey Avrupa Baltıklar, Britanya sakindir oysa.
Görülüyor ki yeryüzü hareketleri umumiyetle gerilmelerin kırılmaların kesafet kazandığı yerlerde olur. Fay hatları sır değildir, sismik çalışmalarla tespit edilir kolayca.
Daha açık söyleyecek olursak Antakya 115 yılında yer ile yeksan olur (260 bin kayıp) 525 yılında 250 bin kayıp daha. Ve daha sonra kaç defa... Artık “bişşolmaz” diyemezsiniz ona.
Pakistan’ın Keşmir’i; İran’ın Erdebil, Kirmanşah, Bam ve Damghan’ı; Nepal’in Katmantu’su; Afganistan’ın Hindikuşları; İtalya’nın Messina’sı tekin sayılmaz.
Azerbaycan’ın Baküsü, Tebriz, İzmir, Adapazarı, Van, Erzincan, Elazığ, Malatya, Ege Adaları, Muş Varto, Kütahya zelzele ile anılırlar.
İstanbul’a da güvenilmez bu hususta.
Düşünün Maraş adını Arapça “ra’şe” den alır, “sallantı”dan.
Müteyakkız olmakta yarar var
.
Deprem paraları İnönü heykeline
28 Şubat 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
1939 Zelzelesi tam Erzincan şehir merkezini tutar. 52 saniye sürer ve 7,8 büyüklüğünde sallar. Sadece ülkemizde değil yeryüzünde yaşanan depremlerin en büyüklerinden biridir...
Hareket Erzincan dışında Amasya, Yozgat, Çorum, Tokat, Sivas, Erzurum, Elâzığ, Tunceli, Gümüşhane, Giresun, Ordu ve Samsun’da da hissedilir. Resmî kayıtlara göre can kaybı 32 bin 968’dir. 116 bin 720 bina yıkılır, bir o kadar da hasarlı vardır.
Ki o yıllarda nüfusumuz beşte birimiz kadardır. Meskenler de ekseri ahşaptır.
Rahmetli Ömer Okçu (Hekimoğlu İsmail) anlatırdı: “Çocuktum uyuyordum, bir sallantı oldu, baktım tavan uçmuş gitmiş, gökyüzü karşımda.”
Bir depremzede için göğü görmek rahatlatıcı olmalı, ancak Aralık’ın 27’sidir, gecenin ikisi. Dışarıdaki dondurucu bir hava vardır, üzerinde fanila pijama. O hengamede kız kardeşi vefat etmiş, ağabeyi sır olup gitmiştir.
İnsanlar yine çıktıkları yıkıntılara sokulur, ufak tefek ateşler yakar, sabır bakalım sabah ola hayrola.
Devlet gelir canım, bunca insanı kendi hâline bırakacak değil ya!
VAKA ORTADA
Ertesi gün Sıhhiye Vekili Dr. Hulusi Alataş TBMM’de kürsüye çıkar: “Peyderpey gelen haberlere göre gece saat iki raddesinde yaşanan zelzelede Hükûmet konağı, ordu müfettişliği, ordu evi, postane gibi şehrin sağlam binaları ve dükkânlar da yıkıldı, sanırım Erzincan tamamen enkaz altında. Piyade ve topçu kışlalarındaki askerler kalanları kurtarmaya ve yangınların itfasına çalışmaktadırlar... Şehir kâmilen yıkılmış olduğundan ekmeğimiz yoktur, yaralıların tedavileri için ilâç ve doktor, halkı barındırmak için baraka ve çadıra ihtiyaç vardır. Tahribat yalnız şehre münhasır olmadığı gibi, civarda da geniş mikyasta zayiat...”
Köylerden haber yoktur, Suşehri ve Reşadiye’nin vaziyeti meçhuldür.
Erzincan Kuzey Anadolu deprem kuşağı üzerinde yer alır ki, bin yılda 11 defa yok olmuş, 12 defa yapılmıştır.
13.’cüsü yine aynı noktaya.
Elbette o günlerde devletimiz böyle güçlü değildir, müdahalede sıkıntılar yaşanacaktır. Yardım az gelir, çok gelir o ayrı mevzu, lakin Ankara’nın tavrı onları yaralar.
BEYAZ TREN
O devirde trenlerimiz siyahtır, Cumhurreisinin makam trenleri ise akça pakçadır. Halk arasında “beyaz tren” diye anılır. Alman Wegmann&CO Cassel şirketinden alınan “Yürüyen Köşk” yetmemiş, LHV Linke Hofmann-Werke (Breslau) firmasına yeni bir tane ısmarlanmıştır. Paradan kaçınılmamış, muhteşem mefruşatı Almanya’da yaptırılmıştır (1935).
Her vagonda Siemens telefonlar vardır, yaverlik dairesi, umumi katiplik, vestibül, yatak odası, banyo, hanımlara mahsus salon, maiyet kompartımanı santralden bağlanır... Bölümler ses geçirmez çelik kapılarla ayrılır, iç duvarlar Kafkas cevizi, tavan ise açık renk abanozla kaplıdır. Kıoltukmar Kanada hasırıdır. Satranç ve tavla takımları antikadır. Güçlü bir ses sitemi ile donatılmıştır.
Tren iki lokomotif tarafından çekilir, sürekli istim üzerinde bekletilir, daima hazır kıtadır.
O günlerde Batılı diktatörler aynı anda birkaç vasıta kullanır, hangisinde olduklarını saklarlar. Bizimkiler de taklit eder, ikisini peşpeşe çıkarırlar.
DÖRT GÜN SONRA
O günlerde Ankara Erzincan arası kaç saatte katedilir bilmiyorum. Yolda sıkılmamak için kâğıt oynarlar (CHP’li Avni Doğan). Eh kolay değil tabii, elemden, kederden. Sorulsa “ben n’aptığımı biliyor muyum” diyecektir ihtimal.
Cumhurreisi İnönü şehre zelzeleden 4 gün sonra ulaşır, ortalık nispeten toplanmıştır. Paşa istasyonda iner şöyle şehre doğru elli yüz adım yürür, bütün yıkıntılar birbirine benzemektedir diğerlerini görme lüzumu hissetmez.
Tam bir nutuk irad edecektir ki yaşlı bir kadın önünü keser “Mehmedim gitti Mehmedim” der. “Senin yanında askerdi! Senin! Senin! Senin!”
Başını göğsüne dayayıp ağlamaya başlar, paşanın parmakları yere bakmaktadır, ihtiyarı kucaklamaz, elini omzuna koymaz. Yüzünde donuk bir tebessüm, zaten subaylar araya girer uzaklaştırırlar.
Sonra?
Paşa sadece iki buçuk saat kalmıştır, ne yaşanabilir ki başka?
MIŞ GİBİ YAPILINCA
Buraya kadar eleştireceğimiz bir şey yok, reisicumhur gitmiş, şehri gezmiş, resmî ve mülki erkan ile bir araya gelmiş. Hani beyaz trene elli yüz çadır, ilaç, gıda, battaniye koysalar iyiymiş ama....
Peki beyaz trene beş on yaralı alıp da Ankara’ya…
Kan lekesi, irin, gaita... Tren beyaz diyoruz, anlasana!
Yaptıkları en hayırlı iş Erzincan, Şebinkarahisar, Alucra, Fatsa, Erbaa ve Niksar cezaevlerindeki mahkûmları gündüzleri serbest bırakıp arama kurtarmada kullanmaları olur. İçlerinden biri bile firar etmez, cansiparane çalışırlar.
Zaten bir kısmı devlete olan borcundan ötürü yatmaktadır, affa uğrar, diğerlerinin de cezalarında indirim yaparlar.
Paşa Ankara’ya döner, Erzincan’a 2 milyon lira çıkarma kararı alırlar.
Ama tahakkuk ettirilmez o başka. Başbakan Refik Saydam Erzincan’a ancak Mayıs ayında gelebilir. Aileler üst üste yığılmıştır, uyduruk barakalarda. Ankara’nın ilgisizliği ayan beyan ortada.
DEMİRAĞ DA OLMASA
Ama Nuri Demirağ yağdırır âdeta. Felaketi duyar duymaz evini arar “herkes kendine 2 takım kıyafet ayırsın” der, “gerisi olduğu gibi Erzincan’a!”
2 vagon ilaç, erzak, battaniye yollar. Devletin çadırları henüz yoktur ortada.
Kendi de gider, adamlarını da çalıştırır, depremin 7 günü enkaz altından çıkan bir evladımızı (soba borusu ile nefes almıştır) kucaklar, çıkarıp sırtındaki paltoyu bırakır omzuna.
Cumhuriyet gazetesi bile (30 Aralık 1939) hamiyetperver demek zorunda kalır ona.
Yunanistan hükûmeti, depolarındaki atıl çöpçü üniformalarını bağışlar, eh o da bir yardım sonunda.
Romanya ise ciddi miktarda kereste yollar, bir an önce ev kursunlar. Keresteler gayet kalitelidir, böyle düzgün parçaların ne işi vardır Erzincan’da? Ankara’da partiye angaje memurlar için yaptırılan Saraçoğlu lojmanlarında kullanırlar.
Peki devlet afetzedeye bir şey vermez mi? Verir. Zelzele bölgesinde her aileye 8 adet beşlik çivi dağıtılır. Eh kaldı üç nalla bir at, tahtasını da sen ayarla!..
DOLANMASINLAR AYAĞA
İnönü 1948 Balıkesir depreminde de bölgeye gider. Bir gece kalır ve gezisini “sükûnet içinde” tamamlar. Çünkü dönemin valisi evi yıkılanları hapse tıkmıştır. . Şimdi Cumhurbaşkanının önünde ağlayıp zırlamasın, haşmetliye sırnaşmasınlar.
Yaaa neydi o 23 Nisan şiirleri “Padişahtan sultandan / Kurtuldu güzel vatan!”
Neyse Erzincan’a dönelim...
Vali Dilaver Argun 3.5 sene sonra Ankara’ya gider (28 Mayıs 1943). Hükûmetin yeni Erzincan’ın kurulması için vermeyi kararlaştırdığı 2 milyon liradan, 303 bin lirasını tahakkuk ettirmeyi başarır.
103 bin lirası için örnek evler planlar. “Siz de aynısından yapacaksınız ona göre ha!” Kalan 200 bin lira ise İnönü heykeline aktarılır.
Doğru konuşmak gerekirse fiyat makuldür, çünkü Taksim gezisi için yapılan İnönü heykeli 1 milyon 400 bin liraya mal olmuştur.
TÜRBEYİ ATÖLYEYE...
Halkın ne üstünde çatı, ne altında halı, sırtında aba yok, ilaç, revir, mektep medrese yok. Bırakın etliyi, sütlüyü, kuru ekmeğe muhtaçtırlar.
Olsun. Altı umdesinden biri Halkçılık olan parti heykel bahşeder halka.
Efendim önce bir yarışma açılır ve iş Kubilay heykelini de yapan yandaş yontucu Ratip Aşir Acudoğlu’nda kalır.
Râtip işe 1943’te başlar, Cerrahpaşa’da konak yavrusunda oturur, evi müsaittir ama Müzeler Müdürlüğünün izniyle Yeni Cami Hatice Turhan Sultan Türbesi’ni kullanır.
O günlerde türbelerin kapalı olduğunu biliyor olmalısınız, Fatih’in kabrine bile yaklaşamazsınız.
Put büst gibi dinin yasak ettiği bir şeyi dinî mekânda yapmak... En hafif ibareyle, “saygısızlık” denir buna.
Heykelcilik pis iştir. Önce çamurdan yapılır, sonra kalıba alınır. Döküm de kolay değildir, enerji ve metal kaybıdır çevreyi kirletir.
Ratip bir sabah türbeye girdiğinde ne görsün? Koca çamur parçalanmış, etrafa yayılmıştır (fazla kuruttuğu için gevremiş dağılmıştır). Zaman da daralmıştır. Erzincan Valiliği adına ihaleyi denetleyen Mahir Tomruk pek telaşlanır. Kıdem beklerken sürgüne mi yollanacaktır?
Ratip, öğrencisi Hüseyin Özkan’ı yardıma çağırır, bu sefer, alçı kullanır, bitirmeyi başarırlar.
Heykelin arkasına yandaş şairlerden İ.A Göysa bir methiye yazar. Kaideye kazırlar.
2 Eylül 1949. 10 yıl sonra. Başbakan Şemseddin Günaltay Doğu gezisine çıkar. Gelir bakar Erzincan perişan. Deprem yılı doğanlar üçüncü sınıfa başlamış, yardım görmemişler daha.
Yılan hikâyesine dönen 5 numune ev, eşraf konağı gibidir âdeta. Halka hayrı olmaz. Tutanın elinde kalır ihtimal.
Ş. Günaltay yollanan paraların lalettayin kullanıldığını söyler ve çok kızar.
Para yollanıldığını mı sanıyordu acaba
.
Betonla şaka olmaz
8 Mart 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Dedelerimiz kıl çadırda barınırdı malum. Bakar ovanın otu sarardı, katlar çadırı sarar katıra. Götürür beğendiği yaylaya kurar.
Bıkarsa oradan da ayrılır, yer mi yok dağlarda?
Sonra kısmen yerleşik düzene geçer, meskeni kamıştan kındıradan örmeye başlarlar. Kille sıvar, kayrakla kapatır, yağıştan rüzgârdan azade olurlar.
Ahşabı gerçekten sever, kafes, hayat, cumba yakıştırırlar.
İznik, Bursa, Edirne, İstanbul derken imparatorluk kurar. Ordumuz çil çil kubbeler serper ardına.
Ecdat vakıf eserlerinde kesme taş ve seçme mermer kullanır, dövme demir, billur cam, mukavim tahta...
Taşlar arasına oluklar açar, kurşun akıtırlar. Kubbeye küpler saklar, sedayı artırırlar.
Görüyorsunuz işte, selatin camileri asırlardır ayakta.
HORASAN
Ama kendi evlerini ahşap kerpiç gibi geçici malzemeden yapar, “amaaan” derler, “kazık mı çakacaz dünyaya?”
Diyelim hane viranladı yıkar, karıştırır toprağa, bakar bahara ot bitmiş yamacında.
Anadolu halkı zelzelenin yabancısı değildir. Ahşaplar sallansa da yıkılmaz, altında kalanı ezmez boğmaz, yeter ki baca düşmesin başına...
Hoş ecdadın harcı de esner, nefes aldırır binaya. Horasan’da kum, kireç ve kiremit tozu vardır, yumurta akı da mevcut rivayetler doğruysa.
Rutubete dayanıklıdır, bu yüzden kuyu, sarnıç, hamam, kiler ve kemerlerde tercih olunur bilhassa.
Hititler 7 bin sene evvel Çatalhöyük’te buna benzer sıvalar kullanmışlar. Demek mağarada yaşamıyorlar.
Çin Seddi’ni, Mısır piramitlerini, Tac Mahal’i, Kutup Minar’ı inşa eden insanlar da düzgün evlerde oturuyor olmalılar.
CEMENTO
Romalılar ise volkanik tüfleri (puzolan) kireçle karıştırır, Colosseum ve Pantheon gibi devasa binalar yaparlar.
Şehir efsanesi midir bilmem, güya bir yerlerde kireç ve kilden yapılan bina yanar yıkılır. Bakın şu işe ki bulunduğu yer de sapadır, malzeme taşıyamazlar. Şimdilik kaydıyla molozu ufalar, suyla katıp karıştırırlar. Bakarlar eskisinden bile sağlam. “Acaba” derler “böyle mi yapsak bundan sonra?”
J. Smeaton adlı İngiliz (1793) kille kireci kavurup öğütür. Bunun harcı su altında bile donar, nitekim Eddystone Deniz Feneri’ni yeniler, iddiasını ispatlar.
Ve çimento ticari meta olur zamanla.
Bu yeni malzeme ustalara vakit kazandırır. Öyle ya barajları, limanları, viyadükleri nasıl yapacaksınız başka?
Eğer tercihiniz az kat ise yine de mecbur değilsiniz ona. Ağaç, alçı, kerpiç, sıkıştırılmış yonga… Bakın Amerikalılar kontrplak içinde yaşıyor hâlâ.
PORTLAND
Joseph Aspdin, Leeds şehrinde yaşayan bir duvarcı ustasıdır, kil ve kalkeri fırınlayıp öğütür, su ve kum ile karıştırıp kullanır harçta (1824). Dondu mu katılaşır, Portland adasındaki taşları andırır. Henüz bu kadar mukavim değildir, sonradan gelenler yüksek sıcaklıklarda pişirir, kusurunu gidermeye çalışırlar.
Fransız J. Monier, tel iskelet ve harç kullanarak çiçek saksıları yapar (1867). Bulunmadık şey değildir ama imalat kolaylığı “hımm” dedirtir uyanıklara.
1875’te İlk betonarme bina, 1889’da ilk köprü, 1904’te ilk gökdelen... Ve ABD Hoover Barajı’nı yaparlar betonla…
Mimar F. L. Wright 1936’da ilk çıkma balkonu yapar (Fallingwater). Guggenheim Müzesi de şaşırtıcıdır, vücutçu gibi genişler yukarıya (1956).
O yılllarda “gelişmiş bir ülke” olup olmadığınız neyle ölçülür?
Kullandığınız çimento miktarıyla.
Şu anda rekor Çin’de. Yeryüzünde üretilen malın yarısına imza atıyor, betonlaşma yarışında başa oynuyor.
Biz de fena sayılmayız, üretimde altıncı, ihracatta ikinciyiz onca rakip arasında.
KAYIP YILLAR
Abdülhamid Han rahmetli eğitime ehemmiyet verir, darülfünun ve mühendishaneler açar. Hem gençlerimiz yetişir hem de nispeten yol, ray, liman eksikleri giderilir. Sıra gelir sanayi inkılabına...
Ancak tatsız bir darbe ile düşer, memleket İttihatçıların eline geçer. Bu kadro macera peşinde koşar, sırf Almanlarını hatırı için ülkeyi savaşa sokar, kalifiye çocukları cephelerde kırdırırlar. Teknolojik yenilikler mi? Artık bir başka bahara...
İlk çimento fabrikamız (1912) Darıca’da imalata başlar, adı “Aslan Osmanlı” olsa da sermaye ecnebidir aslında.
İlerleyen yıllarda inşaat sektörünün ayakları yere basar.
Çimento fabrikaları büyür, sayıları artar.
Fiyat ve kalitede Avrupalıdan aşağı kalmazlar ancaaak.
Ancak bileni bilmeyeni müteahhitliğe kalkar, yasakları rüşvetle aşar, güzelim şehirleri betonlaştırırlar.
Bizde de yüksek apartmanlar olsun. Pek özeniriz Avrupa’ya.
YAPANIN YANINA
Topraktan daire satanlar hırslıdır, vakıf eserlerine çöker, mezarlıklara sarkarlar fütursuzca. Bu yağma rejimin de işine gelir, yeter ki Osmanlının izi silinsin, yıkılan kubbelere, sökülen çeşmelere aldırmazlar.
Çatıda demir filizleri hazır durur, fırsatını bulan ilave kat atar. Hele bir seçim gelsin, imar affı çıkar.
Mühendislerimizin statik hesapları şüphesiz düzgündür ama şantiyeye uğramaz, işi kalfalara bırakırlar. Onlar da kafalarına göre yapar, çakarlar.
Sizinle kaba bir hesap yapalım 100 metrekarelik bir daire 200 ton civarında, her katta 4 daire bulunsa; 8 kat, 32 daire 6 bin 400 ton yapar. Bir damperlinin 10 ton çektiğini farz edelim 640 kamyona taşıtabilirsiniz anca. Yani konvoy yapsan Fatih ile Harbiye arasını kapatır rahatlıkla. Şimdi bu ağırlığı leylek bacaklı kolonlara taşıtırsan...
Ki o okkalı mobilyaları, vitrinleri, kitaplıkları saymadık daha...
BİŞŞOLMAZ!
Eğer titiz ve kurallı biri iseniz inşaat işi sizi yorar. Ustalar çok rahattır, rahatsız edecek kadar.
“Ya emmi duvarı örüyorsun da biraz eğri gibi geldi bana, bak sanki bel veriyor şurada.”
- Bişşolmaz yeğenim, meraklanma!
Bakarsın duvar gürr diye akmış aşağıya.
Ayynen devam eder, toza toprağa bulanan tuğlaları dizer bu defa. Onlara sorarsan sıkıntı yoktur, sıva kusurları kapatacaktır nasıl olsa…
Ben otun üstüne temel atanları çok gördüm, dört köşeye birer pabuç, araya eğreti kalıplar.
Ya biraz eşeleseydik, temeller gireydi toprağa. “İş çıkarma” der, bozulurlar, “biz hep böyle yapıyoruz buralarda!”
MANTAR GİBİ
Çocukken top oynadığınız arsa vardır. Bir gün sarı boyalı Caterpillar gelir dayanır orta sahaya, peşinde kırmızı AS 600’ler sıra sıra. Paletli canavar hafriyatı kepçeleyip kepçeleyip kamyonlara atar. Sonra demirler bükülür, kalıplar çakılır. O günlerde hazır beton neredeee? Bir ambar kalın kumun ortasını havuzlandırırlar. Üç beş torba çimento açar, birkaç teneke su atarlar. İki amele türkü çığıra çığıra karıştırmaya başlar.
Kalfa arkasını dönse sigara yakar, ellerini küreğin sapında kitleyip çenelerini dayarlar. Bazı yerler kuru, bazı yerler harçsız kalmış kimin umurunda?
17 Ağustos’ta ne kolonlar gördük çimento torbalarını bile tıkmışlar kalıba.
İstanbul’un kumu Harem’den, Zeytinburnu’ndan ya da Kuruçeşme’den gelir. Vinçler gün boyu dipten kum çıkarırlar.
Denize girersen dikkatli olacaksın. “Aaa ne güzel, belimde göğsümde” derken düşüverirsin kuyuya.
Neyse kumlar Commer’lere, Thames’lere yüklenir, mahalleye geldiğinde bile şıpır şıpır suları akar. Tıfıllar ıslak kumda oynamaya bayılır, yol yapar, tünel açarlar. Bir sürü deniz kabuklusu vardır, onları harcın mütemmim cüzü sanırlar.
Mektep, hastane gibi kamu binaları uzar, umumiyetle bir sonraki bütçe planına sarkar. Müteahhitler nedense zarar eder, yarım bırakıp kaçar.
Temeli göl olur, iskelet yağmurun güneşin altında kalır, kabarır, kararır, demirler paslanır, çatılar bembeyaz martı tersi, kuzeyler yemyeşil yosunlanır. Kuytularda incirler filizlenir hatta.
Açılış günü allayıp pullar, davul çalar, bayrak asarlar. Kurdele kesecek devletlü kürsüye çıkar. Can havliyle abanır mikrofona:
“Bugüüün... Buradaaa...”
Alkış, şaşaa... “Çok yaşa!
.
Gönül sohbet ister çay bahane
14 Mart 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Sabah namazlarını Eyyûb Sultan’da eda etmek bir İstanbul klasiği oldu. Hele tatil günleri nasıl kalabalık, omuz omuzu sökmüyor âdeta...
Camiden çıktınız, Allah (celle celalüh) kabul etsin. Şimdi ya poğaça börek alacak, ya çorba içecek, ya da serpme söyleyeceksiniz garsona.
Ne yerseniz yiyin, üstüne çay gelmeli mutlaka. Orası kolay, ara sokaklarda çay ocakları var. Onlardan biri de Fatih kardeşimizin. Duvarlara çayla alakalı derin derin vecizeler asmış, muhabbeti damardan.
DERVİŞ ÇORBASI
Derler ki Ahmed Yesevi Hazretlerine, sıcak bir günde çay ikram edilir. İki sıcaktan bir serinlik hasıl olur, yudumladıkça ferahlar. Mübarek boynunu büker, ellerini açar: “Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. İhvanlar faide bulsunlar.”
Çay Türkistan’da tasavvuf ehli arasında hayli rağbet görür, hatta “derviş çorbası” derler ona.
Müridanın yoldaşı, halkanın kıdemlisidir. Edeple içilir, nefs-ü hevadan geçilir.
Sohbet-i erbâb-ı dil bir lâhza sensiz olmasın.
Hürmetin inkâr eden, dünyada hürmet bulmasın.
Çayın usul-ü erkânı ve şerait-i selâsesi (3 şartı) vardır, hafife alınmaz, baştan savılmaz.
“Çay kadehde dide-efrûz olmalı, lebrengü, lebrizû, lebsûz olmalı.”
Yani küçük ve şeffaf bardakta sunulmalı. Dudak renginde olmalı, dudağına kadar dolmalı ve dudağı yakmalı.
Buna “leb-sâz” ilave edenler de var, hafifçe dudağı burmalı.
ÇAYSIZ ÇIKMAM
Eskiden sabahları çorba içilirdi malum, mercimek, şehriye, tarhana, artık ne olursa.
Yayarsın sofra bezini, koyarsın siniyi ortaya... Çinko sahana iki kepçe çorba, akşamdan kalan somunu da doğra. Minikler bir anda etrafını sarar, harala gürele saldırırlar. Çat, çat, çat, şimşir kaşıklar tokuşur havada. Küsme, darılma, nazlanma şansınız yoktur, aç kalırsınız yoksa.
Çay hakkı mahfuzdur ama. Ananız bardakları doldurulacak, dağıtacaktır sağ baştan.
Çaysız kahvaltı mı olurmuş? Hele sohbet ne mümkün? Aksi teklif bile edilemez muhibbana.
Sevinirsin çayla kutlarsın, üzülürsün teselli ararsın çayda. Güneş açar çay demlersin, yağmur yağdı bir daha.
Hem sıkı arkadaştır, birlikte çalışırsan iş vız gelir sana.
Efendim çayın Hıtay (Çin) menşeli olduğu söylenir. Güya imparator Shen Nong fincan elde dolanırken içine bir yaprak düşmüş de rahiyası cezbetmiş filan…
Yalan!
Bir kere çay bitkisi bodurdur, çok olsun bel hizasında, haydi fincana girdi diyelim ööle pat diye dem tutmaz.
İşlenmesi lazım. Solduracaksın, kıvıracaksın, sıkıp suyunu şekerini alacaksın, kalburlayacaksın, mayalayacaksın, kurutacaksın, sapını çöpünü ayıklayacaksın. Sonra bakır semaver ve porselen demlik marifetiyle haşlayacak, zarafetle süzecek, tebessümle sunacaksın.
YEŞİL VE SİYAH
Piyasada iki tip çay var, biri bizimki gibi fermente edilmiş kara çay, diğeri işlenmemiş (ya da az işlenmiş) yeşil çay.
Hasadı da mühim, üç parmakla koparılan çay çiçekleri (akkuyruk) ve tomurcuklar (altınbaş) hoş kokar, makasla kırkılan yapraklarda o nefaset olmaz.
Efendim çay bize geç gelir ama iyi gelir, yer tutar hayatımızda. Türkler kahvenin hakkını nasıl verdilerse çayı da uydurur nabzımıza.
Efendim İngiltere’de şöyle içiliyormuş da yok Kamboçya’da…
Geçin onları, alayı sallama!
Kimi süt, kimi tuz, kimi yağ atar. Araplar nanesiz (nanefişşay) içemezler mesela.
Tamam kakule, bergamut ney olsun da, ayarında. Şeker koydun ettin şerbet, limon sıktın oldu limonata.
Sonra nedir o sürahi cesametinde kupalar? Bardağın ince belli olacak bi’ defa!
Bundan 1265 yıl evvel Bilge Lu Yu oturup bir kitap yazar, çay nasıl yetiştirilir? Nasıl demlenir? Nasıl içilir?
Demek ki öyle rastgele değil, gelişiyor ama safha safha...
ÇİN İŞİ, JAPON İŞİ
Uzak Doğulular çayı buğuya tutar, havanda ezer, hamur yapar, pirinç, zencefil ve baharatla yoğururlar. Ki Moğol, Tibet hâlâ aynı yolda.
Japonlar ise çay odalarına çekilir, yok diz çökmeler, fincanı iki elle tutmalar, göz yummalar.
Ya oolum Taocu musun nesin? Tipin mi öyle gösteriyor yoksa?
Geyşa faslı hepten aykırı, hiç girmeyelim o mevzuya.
Okakuro Kakuza bütün bunları kaleme alır. Abartır, kabartır, satar merâklısına.
Deeerken efendim Venedikli tacirler Avrupa’yı çayla tanıştırırlar. Lakin Portekizliler atak yapar ikinci kulvardan. O yıllarda çay öyle kıymetlidir ki eczanelerde satılır, dirhemle, gramla.
Peter Stuyvesant ise çayı Hollanda’dan Amerika’ya taşır (1650), paraya para demez, mangır, fülus çuvalla.
İngilizler hem çayı hem de Çin’i karıştırırlar. Doğu Hindistan Şirketi halkı afyona alıştırır, kara parayla bahçeleri kapatır. Bir nesil helak olunca İmparator tavır koyar, Kraliçe Viktorya ise uyuşturucu simsarlarına sahip çıkar. Destek için donanma yollar, şehirleri yakar.
Gördün di mi? Para neler yaptırıyor insana?
İngilizler bilahare Hindistan, Seylan ve Kenya’ya sarkar. Fukaraya çay toplatırlar dipçik zoruyla.
Gelgelelim müstemlekeci kibirlidir, kafası basmaz. Bazen kendi bacağına sıkar. Amerika Umumi Valisi çay vergisini artırınca milliyetçiler ayağa kalkar, Boston limanındaki çay balyalarını denize atarlar. İşte bu isyan kıvılcım olur hürriyet savaşına.
Al sana, gitti mi elinden koca Amerika?
ÇEK İKİ, BİRİ DEMLİ
Bizim mahalle kahvelerimiz mektep gibidir. Cemaat yatsıyı müteakip mekâna gelir. Çaylar kahveler söylenir, kimin hastası, borcu varsa, kimin oğlu askere gidecek, kızı gelin olacaksa...
Pertavsız Pertevler olup biteni kaçırmaz, yetiştirir muhatabına. Eşraf vaziyetten vazife çıkarır, eller cebe gider anında.
Dertler oluruna bağlanınca ortalık şenlenir, artık av hikayelerine geçebilirsiniz ya da askerlik hatıralarına...
Batmış çıkmışlar, içeri düşmüşler, gurbet dolanmışlar, aşka kapılmışlar... Ne maceralar, ne maceralar...
İlim erbabı lüzumunda parantez açar. Ehl-i dîl (gönül ehli) ise lisan-ı hâl ile konuşur, lafa karışmaz .
Bayezid, Babıâli gibi semtlerde meşhur kıraathaneler (Küllük, İkbal, Meserret) vardır, ki Ahmed Hamdi, Peyami Safa, Neyzen Tevfik, Necip Fazıl, Ahmet Kabaklı, Tarık Buğralar bulunur müdavimleri arasında. Edipler, mütefekkirler söz alır, gençler hissedar olurlar.
Şuara ve muharririn yazdıklarını haziruna sunar. Kalem ehli tenkitleri de, alkışları da yazar kenara. İkaz mühimdir, matbaaya girdikten sonraaa...
Meğerki geçmiş ola.
Ninelerimiz çayı teneke kutulara koyar, kilitli dolaplarda saklar. Tek parti döneminde yokluğunu yaşamıştırlar, tedbiri elden bırakmazlar.
ÇAYLAR FİRMADAN
Bazı ocakçılar bardakları yarım doldurur, sorana “dudak payı” buyururlar.
Amcam çıkışmış “evladım ben deve dudaklı mıyım? Doldursana kulağına kadar!”
Çayın haddi yoktur. Evveli icbârîdir (mecburi), ahiri ihtiyari (keyfinize kalmış).
Bir çay beyhude, iki çay faide, üç çay kaide, iç dördü - at derdi, madem çıktın beşe, sürgit on beşe, Rabb’im versin neşe.
Dem gelir, gam gider, çay ne, say ne?
Dadaşa sormuşlar “çay?”
“Yoh” demiş “tokinir!”
- Nassi dokinir?
- Kırkıncıdan sorra çarpinti yapir.
İnsan da çaya benzer; yolda, sofrada, alışverişte belli olur, demlenene kadar rengini bilemezsin asla.
YALNIZLARIN YÂRENİ
Şair demiş, “geleydin bir çay içimi; sen dem dökeydin, ben içimi.”
Dost iki çay söylediyse ümit vardır hâlâ. Demek ki küsmemiş, henüz her şey bitmemiş.
Ama bir çay içecek yâranın bile kalmamışsa, vay gelmiş başına.
Çay ve semaveri Kafkas muhacirleri taşır Anadolu’ya. Abdülhamid Han çok sever, Sultan Reşad ise müpteladır âdeta.
Ulu Hakan Japonya’dan tohum getirtir, Bursa’ya ektirir ama verim alınamaz. Karadeniz’in doğusu müsaittir oysa, Batum’da yetiştiğine göre Rize’de niye olmasındır di mi ama? Halkalı Ziraat Mektebi Müdürü Ali Rıza Efendi, bizzat takip eder, muvaffak olur sonunda.
T.C .de çay ekmek serbesttir, işlemek ise zinhar ve asla! TEKEL adı üzerinde “tek el”dir rekabetten hoşlanmaz, müteşebbise fırsat tanımaz.
Bu yüzden markalarımız olmaz, açılamayız dünyaya. Hâlbuki Karadeniz çayı tropikal çaylara nispetle pirüpaktır, börtü böcek olmaz, tarım ilacı taşımaz.
MÜSEKKİN MÜNEBBİH
Eskiden günde iki öğün yenirdi. Sabah ve akşam.
Bedford Düşesi Anna akşama doğru mızıldar “ah öldüm bittim. Su almış tekneye döndüm ya!”
Hemen çay ve kek koştururlar ablaya.
Bu “Beş çayı” dalgası bize de ulaşacak bulaşacaktır sonunda. Tiryakiyi bağlamaz tabii, Türk beşte de içer; altıda da. Yedide, sekizde, dokuzda, on dokuzda, yirmi iki otuzda...
Çaydaki kafein, kılcal damarları genişletir; ağrıları hafifletir, zindelik verir, yorgunluğu giderir. Vitamini ikramdır ayrıca.
Eğer demleyip 5 dakika içinde yudumlarsanız münebbihtir, uyarır, gafleti defeder biiznillah!
15 dakika sonra içilirse müsekkindir, sükunet verir, öfkeyi kovar.
Şu dinimizin güzelliğine bakar mısınız? Gecenin bir vakti (sahurda) çay demlettiriyor insana.
Sabır. Az kaldı mübarek Ramazana!
.
Pırpır pervaneden jet motoruna uçaklanma yarışı
20 Mart 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Yanıcı ve patlayıcı maddeleri bir silindire sıkıştırıp ateşlersen fırlayacaktır semaya...
Ekti tepki kanunu... Öyle ya kürre-i erd yerinden oynamayacağına göre seninki uçacak aksi cenaha.
Bunu Çinliler de düşünmüş olmalı, bilmem kaç bin sene evvel havai fişek yaptıklarına bakılırsa...
Ne buyurulmuş: “Utlubû’l ilme ve lev fi’s Sîn”
İlmi talep edin, velev ki Çin’de bile olsa.
Lagâri Hasan Çelebi talip olmakla kalmaz, geliştirir, üstüne koyar. Yaptığı roketin içine girer, uçar semaya.
Evliya Çelebi’nin anlattığına göre IV. Murad Han’ın yeni doğan kızı Kaya Sultan için düzenlenen şenlikte, yedi kollu bir saruha (rokete) biner. Kendinden emin görünür, bunu defalarca denemiştir ihtimal. Nitekim meşaleyi fitile dokundururlar alışkın edalarla.
Fiuvvyt! Sarayburnu’ndan fezaya.
Hasan Çelebi füzenin kartuşuna 50 okka barut macunu tıkmıştır, haznede yakıt bitince kapsülü terk eder, kartal kanatlarını açar, süzülerek iner aşağıya. Sinan Paşa Köşkü önünde usulca deryaya iner ki “ilk paraşüt” de diyebilirsiniz buna.

Junkers Jumo 004 motorlu Messerschmitt Me 262 Schwalbe
Şunu da yazayım içimde kalmasın, Kurtubalı astronom Abbas Kasım ibn Firnas’ın yaptığı cihazla kuşlar gibi dolaştığı vakıa. Wright Kardeşler’in gelmesine 1.023 yıl vardır daha.
JOHN YORAR, HANS TUTAR
Fizikçi Newton ise oturur, işin teorisini yazar (1687). Eğer A cismi, B cismine bir kuvvet tatbik ediyorsa, B de ters yönde ve aynı şiddette direnecektir ona.
Bir süre sonra John Baber gaz türbini üzerine kafa yorar (1791). Alfred Büchi ise imal ettiği türboşarjörle motorlara hız ve güç katar (1911).

İngiliz Frank Whittle Jet W1 motoruyla...
Şöyle anlatalım, egzos boşalırken türbini çevirir, türbin de yanma odasına ekstra hava basar. Sıkışan hava içine yakıt püskürtülürse bir kıvılcıma bakar. Silindir içinde tazyik fevkalade yükselir, pervanenin devri, tayyarenin hızı artar.
Kraliyet Hava kuvvetleri pilotlarından Frank Whittle bu işte istikbal görür, bir şirket kurar (Power Jets -1936). Tam merkezkaç kompresörlü jet motorunu (Jet W.1) yapmış, bir Gloster G.49’a yerleştiriyordur kiii...
“Ohooo” derler, “uyan da balığa!”

Jet motorunun babası Hans von Ohain
Meğer Alman Hans von Ohain ondan önce davranmış aksülamel esasına dayanan Hes 3B jet motorunu bir Heinkel’e takmıştır. Hatta pilot Warsitz tecrübe uçuşuna bile çıkmış, raporunu yazmıştır sayfa sayfa.
Eee netice?
Süratlı ve güçlüdür, dengeli ve emniyetlidir ayrıca.
Bİ GOL DAHA
Alman Messerschmitt Me 262 Schwalbe (kırlangıç) ise eksenel akışlı kompresör kullanır ki, sektörde çığır açar.
Çok hızlıdır, avını kolay yakalar, hasmından rahat kaçar. Müttefik pilotları çaresiz kalırlar.
Artyakıcılar keşfedilmemiştir henüz, bu yüzden ivmelenmesi zayıftır biraz. Kalkarken piston motorlu uçaklarla aşık atamasa da irtifa aldı mı tutamazsın bir daha..
Sadece motor değil gövde üzerinde de yenilik yapar, yandaki tekerlekleri yerinde bırakır, arkadakini öne alırlar. Kanat açıları üzerinde çalışır, mukavemeti artırırlar.
İlerleyen günlerde BMW 003 motorunu kifayetsiz bulacak, yerine Junkers Jumo 004 takacaktırlar.
Tamam bu motorlar bekleneni verir ama ömürleri kısadır. Takriben on sorti filan uçurur ıskartaya ayırırlar. Niye? Çünkü ellerinde hararete mütehammil madenler bulunmaz. İngilizler erken davranmış, Türk krom tesislerini kapatmıştır zamanında.
Hâlbuki Daimler Benz’in DB601 motorlarını kullan kullanabildiğin kadar. Bunlar 33 litre, 12 silindir, ters V, 1158 beygir gücündedir, uzun ömürleri ile tanınırlar.
Almanları işleri hakikaten zordur, kuşatılmışlardır dört bir yandan. Bırakın ısıya dayanıklı metalleri, yakıt temini bile sıkıntı olmaya başlar.
KIYASI GAYRİ KABİL
İlk Me 262 filosu 944 Nisanı’nda ünlü Alman pilot Walter Nowotny komutasında vazifeye çıkar. RAF ve USAAF güçleri ile dalaşır, 6 kayıp verir, 19 tayyare vururlar.
Dört adet 30 mm top (mk 108) vardır ki tek mermi dahi rakip uçağı paralar. B17 gibi uçan kalelere 3-5 isabet yetse de 20-30 mermi çakarlar.
Kanatlarına 12’şer tane R4m havadan havaya roket bağlanır. Bunlardan biri bile ağır bombardıman uçağını düşürür rahatlıkla.
İcabında yarım tonluk bombayı aparır, koparır, götürüp hedefe bırakırlar.
Savaşın sonlarına doğru jetlerden müteşekkil JG7 birliği kurulur, bombardıman işini KG54’lere bırakırlar.
Adolf Galland’ın komuta ettiği JV44 filosu bir çok usta pilotu bünyesinde toplar. 18 Mart, 1945’te sadece 37 uçakla kalkar. 1.221 bombardıman ve 632 eskorttan müteşekkil (50 misli fazla) müttefik armadasına saldırırlar. 3 kayba karşılık 12 bombardıman, 1 eskort uçağı avlarlar.
Bilahare yine çatışır, 4 kayıp verirler, 16 müttefik uçağı berhava!
BADE HARAB-İL BERLİN
Evet bunlar başarıdır ama savaşın gidişatına tesiri olmaz. Müttefiklerin o kadar çok uçağı vardır ki kayıpları %1’i aşmaz.
“Me 262 b” ise çift kişiliktir, radarlıdır, gece de avlanır icabında. Berlin semalarında yabancı yakaladı mı acımaz. Gelgelelim Almanlar, Romanya’daki petrol kaynaklarını kaybedince, dibe vurur, tayyareler kalakalır hangarlarda.
Naziler jetlere çok umut bağlasa da bu aletlerin parça sayısı fazladır, imalathaneler ise dağılmıştır sağa sola.
Bombardımanlar yıkıcıdır, kafalarını kaldırıp da montaj yapamazlar.

Adolf Galland
Neticede Thüringen eyaletindeki Walpersberg porselen kumu madenine sığınırlar. 30 bin köle çalıştırır mağarayı, fabrika hâline sokarlar.
Hülasa Almanlar 1.433 jet üretir, çoğu yerde imha olur, sadece 300’ü göreve çıkar. Ellerinde hava meydanı da kalmamıştır, akıbetleri aşikârdır bu saatten sonra.
Almanlar teslim olunca Müttefikler koşa koşa gelir jetleri kapışırlar. Ohhh hazır teknoloji, sınıf atlarlar bedava.
ABD F-86 Sabre, SSCB ise MIG 19 ile piyasaya çıkacak, kıran kırana bir rekabet başlayacaktır aralarında.
METAL DE YORULURMUŞ
Dünyanın ilk jet motorlu yolcu uçağı İngiliz Comet, 27 Temmuz 1949’da perona yanaşır. Dört Ghost 50 turbojet motoru taşır, 480 mph (yaklaşık 900 km/s) hıza ulaşır.
Müthiş bir şey, hava yolculukları hayli kısalır.
Ancak Comet’lerden biri Roma-Londra seferini yaparken düşer, 29 yolcu ve 6 mürettebattan kurtulan olmaz. (10 Ocak 1954)
Teknik bir aksaklık da yoktur, neden acaba?
Araştırır soruşturur ve “metal yorgunluğu” diye bir gailenin farkına varırlar.
Yeniden çizer hesaplar, Comet 4’ü yapar, devam ederler yollarına. (1958)
DEVLER LİGİ
Günümüzde hem muharip uçak, hem de motorunu yapan 5 ülke var. ABD, Rusya, İngiltere, Almanya ve Fransa.
Avrupa Konsorsiyumunun (İngiltere, Almanya, İtalya ve İspanya) ürettiği Eurofighter Typhoon Alman motoru taşıyor. Çin, motoru Rus patenti ile imal ediyor, İsveç ise ABD’den hazır alıp SAAB’lara yerleştiriyor. Taiwan, Japonya, Çekya, Güney Kore ve İsrail, ABD motoru kullananlar arasında.
Pakistan, Çin lisansı ile yaptığı uçakların motorunu Rusya’ya ısmarlıyor, Hindistan ise hem Rusya ile hem de Amerika’yla çalışıyor. Güney Afrika - Atlas Cheetah’ların motorunu Fransa’da yaptırıyor. Zaten tasarım da Mirage’dan kalma...
İran eski ABD uçaklarını söküp takıyor, tekniği çözmeye çalışıyor.
Hasılı uçağını ve motorunu üreten ülkeler arasına girmek zorundayız. Bu zahmetli ve masraflı bir yol ama yaşadığımız tecrübeler gösterdi ki kimseye güvenemeyiz bu
hususta.
.
Kahramanmaraş ve Osmaniye halkı kararlı: Bıkmayacağız, bırakmayacağız
3 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Balkanlarda bir söz vardır, “Kızını Türklere verirsen Türkleşir.”
-Peki, Türklerden kız alırsan?
-Alayınızı Türkleştirir!
Buradaki Türklük elbette İslâm manasında. Sadece camiler, türbeler, tekkeler değil sesler, renkler, tatlar kokular da ecdattan kalma... Osmanlı izi derindir orada.
Zelzeleye maruz kalan vilayetlerimiz de öyle. Üç gün misafir kalan hemşehri kesilir âdeta.
Biz gazeteciler kaç üç defa gittiğimiz ve kaç üç gün kaldığımız için kendimizi oralı sayarız. Bunu on bir afetzede şehir için de söyleyebilirim ama yeni geldiğim için ikisini anlatacağım okurlarımıza.
Efendim Kahramanmaraş’a 30 yıl evvel gitmiştim ilk defa. Yönetmenimiz Ahmet Okur yerlisiydi mekânlara hâkimdi. Nerenin, hangi saatte, nasıl ışık alacağını bilirdi.
“Gel sana bir yemeni bakalım” demişti almıştım, “bir de şalvar diktirelim”, ona da pekâlâ. Terzi şöyle üstünkörü mezura tutmuş, sabit kalemle karalamıştı gazete kenarına. Bir yerde çay içtik dönüşte teslim etti. Bel basen ölçüsüne gerek yok, uçkuru büzdürünce şıp oturuyor, sanırsın ısmarlama. Giyindik kuşandık, “ede” olduk güya.
Hartlap diye bir köye gitmiştik alayı bıçakçı. Boynuz saplı bir çoban çakısı almıştım, jilet gibi keskin, dalıyor âdeta.
Bir başka köyde genci yaşlısı ceviz oyuyordu, her taraf yonga. Çeyiz sandıkları, rahle, sehpa... Minberden tut mihraba.
Semerciler, saraçlar, sarraflar. Uzatmayayım dolu dolu bir program çekmiş ama bitirememiştik, kapı aralanmıştı anca.
Aradan yıllar geçti. Bir gün servisten “şiir festivali var” dediler “gider misin?”
-Nereye?
-Maraş’a.
-Tamam yazın, uyar bana.
DOLMUŞ TAŞIYOR
İyi de ben fakir, şiirden edebiyattan nasipsiz olunca… Tat veren, ses getiren mülakatlar yapamadım, yalanı yok ya.
En iyisi çevreyi dolaşayım dedim. Sağ olsun bürodan Hasan Dizibüyük Ağabey önüme düştü, bir gün bibercilere götürdü, bir gün tarhanacılara. Sabah bakırcılara, öğlen yemenicilere, akşam dondurmacılara. Taş kadayıf, halka tatlı, yağlı pide, kıtır kurabiye, mayam... İkram ikram ikram, üç günde kilo aldım inan.
Sonra Ahir Dağı’na çıkardı, çobanlarla tanıştırdı. Burada otlayan keçiler meğer orkide (tabii salep) yiyormuş, sütleri yakışıyormuş dondurmaya. Bertiz’de ceviz toplayanları çekiyorduk, bir koku sanırsın parfüm sıkmışlar. Meğer kabarcık üzümünden pekmez kaynatıyorlarmış civarda.
(Allah şifa versin) Durdu Mehmed Hocamız Kahramanmaraş velilerini dolaştırıp anlatmıştı, Ukaşe radıyallahu anhın huzurunda gözleri dolmuş, sesi titremişti hatta. Ben bu kadar dönüş aldığım bir başka program hatırlamıyorum. Kaç kişi aradı yayından sonra.
Hasılı belgeselcilik hayatımın en bereketli işini yaptım. 3 günde 7 bölümlük malzeme toplayıp döndüm İstanbul’a. Ne drone var ne sehpa.
GEL DE YANMA
O Maraş’ı şimdi, nasıl anlatsam?
Güzelim mescitlerin pek azı ayakta, başta Ulucami darbeli, kordon altında. Benim diyen apartmanlar metruk, ağır hasarlılar bükmüş boyunlarını infaz bekliyor.
Şöyle: Bir ekskavatör geliyor kepçesini takıp çekiyor “şarrr” diye bir ses, molozlar şelale gibi akıyor aşağıya.
Eski briket evler daha şanslı, belki benden bile yaşlılar. Ne kolon, ne kiriş ama ayaktalar hâlâ.
Tabii komşu apartman üstüne yıkılmadıysa.
SÜKÛT GİBİ MÜNZEVİ
Çarşı ne yazık ki eski neşesinde değil, çekiçlerin ahenkle tıkırdadığı bakırcılar sokağında tek bir dükkân açık, Mustafa Usta çın çın vuruyor yıkılmadık ayaktayız diyor âdeta.
Ve tek bir kalaycı çalışıyor karanlık barakada. Cahit Ustanın önünde üç-beş tencere kapağı, maksat tıngırtı olsun, duman savrulsun sağa sola.
Aşureci Ali mesleğini icra etmiyor ama her gün gelip oturuyor ihtiyar handa.
Çarşının semercileri ağır, kâmil insanlar. Bir zamanlar 150 dükkân varmış, artık sürümü olan bir mal değil. Ömer ve Ali ustalar ısrarla üretiyor kültürü yaşatıyorlar.
Adliye Camii sureta ayakta, bir delikanlı geliyor, yanında bacısı. Kur’ân-ı kerimi burada öğrenmiştik diyorlar, bilseniz ne hatıralarımız var şu kubbe altında. Duygulanıyorlar oğlan yutkunuyor, kız gözlerini saklıyor.
İyi olacak diyelim, iyi olsun. Yeis, yılgınlık yakışmaz Müslüman’a.
Düzeli be! Açarız bir beyaz sayfa, çekeriz besmelemizi, başlarız yeni heyecanla.
LOKMA HIRKA
Malum bu bölge, ağzının tadını bilir, damak zevkleri dünya çapında. Allahu alem geçen yıl kırk tabakla oturuyorlardı iftara. Şimdi benim diyen insanlar hayır kurumlarının uzattığı köpük tabaklar için giriyor sıraya.
İhlâs Vakfının Kahramanmaraş yurdu da hasarlı, talebe kalamıyor. Peki, tencereler tavalar kenarda mı dursun? Alıp getirmiş, Necip Fazıl Hastanesinin avlusuna kurmuşlar, ilk günden beri yemek çıkarıyorlar. Bayram ustanın yemekleri sıra dışı, inanın şeflere kaşık attıracak kıvamda.
Allahü teâlâ ihlaslarını artırsın, sahada olanlar çok dua aldılar.
Eski bölge temsilcimiz Hüseyin Kılıçkıran hakkın rahmetine kavuşmuş. Durdu Mehmed Hocamız ise günler sonra enkaz altından çıkarılmış, hamdolsun aramızda. Ev dükkân gitmiş, kimin umurunda?
Ahmet Okur evin küçüğü idi, işlerini abilerine ablalarına danışırdı mutlaka. Tam 17 yakınını kaybetti. Ailenin büyüğü o, şu anda.
CEBEL-İ BEREKET
Belgesel için Osmaniye’ye yolladıklarında “orada çekilecek ne var ki” demiştim hiç unutmam. Gazetemizin bürosundan Feyyaz Ağabey karşılamış, ne kapılar açmıştı, ne kapılar. Bahçeye Düziçi’ne, Aslantaş’a, Toprakkale’ye, Haruniye ve Alacami’ye götürmüş. Zorkun Yaylası’na çıkarmıştı hatta. Fıstık toplayanlarla tanıştırmış, zar gibi yufkalar açan bir baklavacıyı çekmiştik sonra. Gazetenin üzerine bir kat yufka koymuş okutmuştu, bir kat daha koydu yine okuduk, bir kat daha koydu harfler berrak hâlâ.
O zamanlar haber değeri vardı, şimdi hepsi yapıyor maşaallah.
Osmaniye Adana’ya bağlıydı henüz, Maraş ve Hatay’ın tesiri de hissediliyordu açıkça. Bir dağa çıkıyorsun “burdan ağrı Hassa” diyorlar, “hava açık olsa Halep’in ışıkları karşıda!”
GİDİP DE GÖRMEMEK
Bu defa gittiğimde göremedim, geçen yıl yürümüş rahmeti rahmana. Allah razı olsun Kâzım Baba onu aratmadı, hem şehri gezdirdi, hem türbeleri ziyaret ettirdi. Bilirsiniz Çukurova Evliyaları hakkında mufassal kitapları var.
Osmaniye binaları üçer bilemedin dörder katlıydı, şimdi uçmuş Avrupai bir şehir olmuş. Evet, çöken binalar da var ama darbeliler daha fazla.
Devlet devletliğini göstermiş, Karaçay kenarında bir konteyner kent kurmuş. Saymak mümkün mü? Ucu ufukta.
Başta Kızılay olmak üzere birçok yardım kuruluşu yemek çıkarıyor.
İhlâs Vakfından arkadaşlarımız da çadır açmışlar, çalışıyorlar canla başla.
Malûm bir oruçluya iftar vermenin sevabı büyük, velev ki bir hurma, biraz süt ve su ile de olsa.
Hele afete maruz kalmışsa, ana, baba, eş, kardeş, evlat acısı yaşamışsa, boynu bükük, kalbi kırıksa, muhtaç ve mahzunsa...
Umulur ki duaları kabul olur.
.
Aslan yattığı yerden... Kentine iyi bak
12 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:39
İslam beldeleri umumiyetle bir külliye etrafında şekillenir. Önce sultan, hanım sultan, valide sultan, şehzade, vezir, paşa ya da herhangi sahibi hayrat bir cami inşaasına başlar.
Külliyenin idamesi için yanına bir arasta açar.
Etrafı evlerle sarılır ve bir belde neşvünema eder (gelişir) zamanla...
Mesela Gazi İshak Bey, Fatih Sultan Mehmed adına Hünkâr Camii’ni yaptırdığında mıntıka mezradır daha. Şimdi koca Saraybosna.
Selatin camileri; imareti, hamamı, sebili, gasılhanesi, muvakkithanesi, mektebi, medresesi, darülkurra ve darülhadisi ile tam tekmildir. Caminin banisi ve aile efradı için bir hazire ayrılır kenara. Cemaat içinden tebarüz eden arifler, şairler, fazıllar da yer bulur küçük kabristanda. Bir kere avlusu vardır, şadırvanı vardır. Sıra sıra helaları vardır ve herkese açıktır.
Ortalama bir cami mahalleyi kucaklayacak çaptadır, afetlerde toplanma mahalli olarak da kullanılır. Nitekim Balkan ve Kafkas göçlerinde on binlerce muhacir ağırlanır.
Sokak aralarına serpiştirilen tekkeler, dergâhlar, zaviyeler, hankahlar da hazır kıtadır. Dervişler çorba içirmeyi sever, ikrama alışıktırlar. Çeşmeleri, abdesthaneleri itikaf odaları vardır, ee ne ararsınız daha.
NOHUT ODA BAKLA SOFA
Ecdadın evi en fazla iki katlıdır, illaki bayıra kurar, komşunun ışığına manzarasına mâni olmazlar.
Düze indikçe bağlar, bahçeler, bostanlar yayılır, ötesi çam, çim, mera...
Evler umumiyetle ahşaptır, zelzeleye dayanır, yıkılsa bile canınızı yakmaz. Kiriş yok, kolon yok, bir yol bulur çıkarsınız dışarıya.
Paragözlerin kurduğu siteler ise dolgu sahillerde, sel yataklarında, mısır tarlalarından biter mantarlama. Elbette taşlar yerine oturacak, derya verdiğini alacak, su yolunu bulacak, beton eken moloz biçecektir sonunda.
Çocukluğumuzda şehir merkezleri birkaç resmi daire ile üç beş pasajdan ibaretti. Binalar üçer dörder katlıydı en fazla. Para ve talep artıkça dikine yükseldiler, tepeden baktılar vatandaşa. Hâlbuki topraklarımız en az 50 yılda bir zelzele yaşar, nehirler istikrarsızdır, yazın kurur, bahar taşar.
SALAHİYET MİMARLARDA
Yükseliş asırlarında Asitane’nin estetiğini bozan veya eğreti duran bina derhâl yıktırılır. Sırf bunun için hergün 140 mimar teftişe çıkar (Evliya Çelebi). İstanbul, dünyanın en kalabalık şehridir, yeryüzünün en kesif trafiği İstanbul-Edirne arasında akar. Ecdat zikrolunan yolu cadde şeklinde düzenler, iki tarafına kaldırım yapar. Polonyalı seyyah Simeon bunu görünce hayretler içinde kalır. Düşünün Londra kaldırımla 1824 senesinde tanışır anca.
Napolyon ise İslam şehirlerinde gördüğü mezbahaları Paris’e taşır (1813) eti kirlenmekten kurtarır neden sonra.
Gérard de Nerval ve Alphonse de Lamartine şehrin güzelliği karşısında sarsılırlar. Loti ile Farrère zaten İstanbul hayranıdırlar.
Avrupa şehirleri geceleri kör karanlıktır, su şebekesi yok denecek kadar azdır. (Hatier L’Ancien Régime et Le Monde Contemporain)
AFRİKA’DAN ÇALDIKLARIYLA
Ancak 1850’lerden itibaren müstemlekelerden servet akmaya başlar. Sömürü parasıyla şehirleri tanzim eder, alt yapı kurarlar.
Osmanlı sultanları da Avrupa ile yarışır, geri kalmaz. 1853’te Dolmabahçe Gazhanesi açılır. Önce Cadde-i Kebîr (İstiklâl) aydınlanır. Sonra Üsküdar ve Boğaz sokaklarında havagazı lambaları parlar. Yeşil boyalı direkler pek zariftir, dersaadete ayrı bir hava katar.
1864’te Kuzguncuk, 1880’de Yedikule, 1891’de Hasanpaşa gazhaneleri çalışmaya başlar.
Derken Karaköy-Galata metro hattı açılır ve iri kadanalarının çektiği tramvaylar sefere başlar (1869). İstanbul 1908’den itibaren otomobil ile tanışır. Selânik, Beyrut ve İzmir daha evvel ceryanla şavklanmış, yolcular yıkılmıştır tramvayın omzuna.
SU GİBİ AZİZ
İstanbul alındığında ahali sarnıç suyuna mahkûmdur. Hâlbuki Müslümanlar zaruret olmadıkça durgun su kullanmaz. Mimar Sinan Kemerburgaz pınarlarını şehre akıtır, vatandaş suya doyar. Vefa civarında Kanuni’den kalma kırk çeşmeler vardır. Muhteşemdir, Atatürk Bulvarı açılırken insafsızca yıkılır, hâlbuki taşınabilirdi kenara.
II. Osman, İstanbul derelerini bentlerle keser, Saliha Sultan Beyoğlu sırtlarında toplar, “Taksim”den taksim ettirir sağa sola.
II. Abdülhâmid Han, Hamidiye suyunu fukara için getirtir aslında. Hâli vakti yerinde olanlar, Hünkâr, Çırçır, Karakulak suyu alırlar. Taşdelen ise tiryakilik yapar, düşünün Kahire’ye bile yollanır hususi fıçılarla.
İstanbul 1850’lerde telgraf, telefon, 1860’larda demir yoluyla tanışır. Sirkeci’den Avrupa’ya bağlanır, Şark Ekspresi sefere başlar. Haydarpaşa Garından kalkan trenler Eskişehir, Ankara, Şam üzerinden Medîne’ye koşar. Planda San’â (Yemen) ve Kuveyt hatları da vardır ama Balkan ve Cihan Harbi patlayınca akamete uğrar.
Düşünün Yeni Cami’nin masrafları bugün Slovakya’da kalan vakıf mülklerinden karşılanır. Osmanlı mirası reddedilince para akışı durur. Bayındırlık hizmetlerinden mahrum kalırız.(Yılmaz Öztuna)
ŞEHREMANETİ
Asitane, Şehremini (Belediye Başkanı) tarafından yönetilir ki ilmiye sınıfındandır, kadılık da yaparlar. İstanbul Efendisi denir onlara. Doğrudan sadrazama bağlıdır.lar Dîvân-ı Hümâyûna (Bakanlar Kurulu) katılır, halkın taleplerini aktarırlar üst makama.
Tek parti döneminde CHP İl Başkanı aynı zamanda vali ve belediye reisidir, paşa tarafından atanır.
O günlerde resmî zevat sebil, çeşme, türbe, kitabe görmeye dayanamaz, kubbelerden kurtulmaya bakarlar.
Mescit ve medreseler satılır, dergâhlar metruk kalır, mezar taşları kırılır. Vakıf arsaları otopark ya da mahrukatçı olur, kapanın elinde kalır. Birileri “yok canım” dese de buharlaşan 400 cami de tek tek kayıtlıdır. İSTED arşivlerinde mufassal bilgi var.
Sur içini betonlaştıran dört cadde (Vatan, Millet, Atatürk ve Fevzipaşa) tarihî eserlerin kesif olduğu mıntıkadan geçirilir inadına, Mimar Prost’un derdi Valens kemerini ortaya çıkarmak, şehrin silüetine hâkim olmaktır Bizans adına.
Hatırlar mısınız bilmem, mektepte resim defterlerimize “köşeli köşeli binalar” çizer, cetvel gönye kullanırdık hatta. Meğer birileri bize muasır medeniyet satarken köşeyi dönmüşler kurnazca.
TOPRAKTAN
Yetmişli yıllarda uyanıklar müteahhid olur, topraktan daire satar. Teyzenin arsasını alır, amcanın parasıyla yapar, birini bitirmeden öbürüne başlar.
Daracık daracık sokaklar, iki yanında bitişik nizam apartmanlar... Cepheleri dardır, zaten dörtte biri de merdivene gider, sefer tasını andırırlar âdeta. Penceresi cam cama muallim, hapşırsan komşudan ses gelir. Çok yaşa!
Helalar banyolar aynı boşluğa bakar. Çok olsun üç karış vardır aranızda. Evde atıştınız diyelim, mahalleye nam olursunuz anında.
Bırakın Fatih, Beşiktaş, Üsküdar gibi tarihî semtleri, yeni semtler de plansız gelişir. Ne park, otopark; ne oyun alanı, yeşil saha...
Çatı katında filizler hazırdır, biti kanlanan kat atar. İlk seçimde imar affı çıkacaktır nasıl olsa.
Eğer İstanbul otuzlu yıllardaki hâliyle korunsa, hani cumbalı konaklar, bostanlar, faytonlar, çın çın tramvaylar, arnavut kaldırımları, kafesli pencereler, teneke kutularda kasımpatılar olsa...
Bakaydın sen turizmden gelecek paralara...
MADDİ MANEVİ SIĞINAK
Şimdi Sur içinde yaşadığınızı düşünün Allah muhafaza her hangi bir afet vukuunda nereye sığınacaksınız? Ya Fatih Camii’ne, ya Şehzadebaşı’na... Bayezid’e, Yavuzselim’e, Süleymaniye’ye, Ayasofya’ya, Sultanahmed’e, Yeni Cami’ye, Mihrimah Sultan’a… Kocamustafapaşa, Küçükmustafapaşa, Nişancı Mehmed, Nişancı Mustafa, Mehmed Ağa, Gazi ve Kara Ahmed Paşa’ya... Ayağınız alışıktır zaten, az çok aşinasınızdır mekâna.
Hangisini sayayım, Cerrahpaşa, Hekim Ali Paşa, Sokullu Mehmed, Hadım İbrahim, Rüstem Paşa, Atik Ali, Çorlulu Ali, Hocapaşa, Mahmudpaşa, Muratpaşa, Davutpaşa, Mesih Ali ve Mesih Mehmed Paşa...
Valide Camii, Haseki Külliyesi, Bayrampaşa Medresesi... Laleli ve Nuri Osmaniye’yi de ekleyelim onlara.
Bâlâ Hankahı, Sivasi ve Uşşaki Dergâhı, Cerrahi Tekke, Emîr Buhari Zaviyesi, Ramazan Efendi, Merkez Efendi, Sümbül Efendi, İsmet Efendi, İvaz Efendi, Yahya Efendi, Mehmed Emin Tokadi, Zeyrek Molla...
Şefkatli kucak gibidirler zor zamanda.
.
Şeker değil şükür bayramı
23 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:39
Çocukluğumuzda medyamız, medeniyetimize mesafeliydi, “Ramazan-ı şerif” kelimesini ağızlarına almaz “Müslümanların oruç ayı” der geçiştirirlerdi laf arasında.
Tiyatrolar, kumpanyalar, Direklerarası’nda göz süzenler, bıyık buranlar... Aziz mübarek günü kantocu muhabbetine bağlar, bayat manilerle içinizi bayarlar. Yok davulumun ipi kaytan… Kalmadı sırtımda mintan. Virin ağalar bahşiş falan filan..
Yani ecdadımızın hepsi mi şiir özürlüydü, alayı mı zampara?
İşte “Şeker Bayramı” da o günlerden kalma. Hadi şükür deseler anlarım da...
Şekeri de es geçmeyelim, hangi tıfıl hoşlanmaz?
Bayram sabahı komşuları dolanırsın. Para veren makbuldür, kâğıt para veren daha makbul. Şeker tutan da dua alır icabında. Kazağın eteğini kıvırır kanguru gibi doldurursun çuvallama. Hiçbir evden boş çıkmazsın, kiminden kaba şeker gelir, kiminden karamela. Nadiren çikolata tutarlar, yaldızını tırnağınla düzeltip cebine atarsın, yırtılır gider gazoz kapakları arasında.
Ama kızlar itinayla düzeltir, defter arasına yayarlar. Sanki son ütücü olacak haspa.
Sonra…
Sonra bir soteye oturur, hasılatı imha edersin oracıkta.
Akideleri kıtır kıtır çiğner, lokumları yalamadan yutarsın. Sen sağ, ben selamet, tek tane kalmaz yarına. Minikler hepten dağılır, şekerli bir salya akar gıdıklarına.
Hep şeker, hep şeker... Abi bi’ evden de leblebi, çekirdek verseler de tuzlansak ya.
BANA ORDAN Bİİİ...
Neyse o hengâme de geçer koşup zıplayınca şekerin düşer, hatta aklına düşer.
Bakkallarda kavanoz içinde sütlü Ender ile çifte kavrulmuş lokum olur. Tanesi yüz para, 25 kuruşa on parça. Avucun zaten bi’ lokmadır tepeleme dolar. Ah zengin olacaksın ki alasın kamyonla.
Elma ve horoz şekeri mahallede olmaz, caddeye çıkacak, çerezcilere soracaksın. Yalarsın dilin morpembe olur, dudaklar reflektör kesilir âdeta.
Macunlar gök kuşağı gibi rengârenk olsa da tatları hep aynıdır, demek onlar da boya. Şimdi sarıya limon, yeşile nane, kırmızıya çilek aroması katıyor, iyi de yapıyorlar.
Eğer bir ayağınız Anadolu’da ise evinizde kayısı, incir, üzüm kurusu olur, iğde, keçiboynuzu ona keza.
Hatta pestil, bastuk, cevizli sucuk durur kenarda, canın çektikçe koparıp atarsın ağzına.
Olmadı reçel kavanozuna dalarsın, parmak atarsın pekmeze, bala.
Bunlar lezzetli ve sağlıklıdır ama kopili açmaz, bir hovardalık yapayım der, gider, lokum koydurtur bisküvi arasına. Bakkal siparişi hazırlarken cebindeki mangırları şıngırdatacaksın ki duyulsun. Her zaman da meteliksiz değiliz di mi? Bak para pilav icabında!
ÇEKİŞME KAPIŞMA
Sonra efendim kaymaklı bisküviler çıkar, pötibörler kalır mı teneke kutularda. Lokumlar mayışır gider, nişastalı kasalarda.
Afyonlular da mukabelede bulunur, lokum içine kaymak koyarlar. “Hade bakam n’apceğniz bundan sorra?”
Onlar da gofrete oynar, ısırırsın çıtır çıtır, eriyiverir ağzında.
Ve yeni bir ses daha: Sütlü meyveli naneli, kristal şeffaf taneli…
Haydaaa! Çarşı yine mi karışıyor, yoksa? Miss Bonbon tam pres sahada...
Seyyarlar cevizli koz helva yapar, satırla keser satarlar. Meğer koz ceviz demekmiş zaten, Koz yatağı, Beykoz, Kozlu… Cevizlibağ, Sıracevizler o hesap.
Susam helvasına da bayılırdık bak, hele iyi kavrulmuşsa. O zamanlar pek ucuzdu, paran az ise “Bari” dersin, “şuradan bi’ susam helvası verin bana!”
KARAMELA SEPETİ
Şehzadebaşı’nda bir çerezci vardı, adam leblebi unundan bi’ helva yapar, on numara.
Krokan bilmiyorduk henüz, fındığı, fıstığı şekerle kavuracaksın ha? Yeme de yanında…
Eski semtlerin ihtiyar şekercileri olur; beze, badem ezmesi, halka şeker, nöbet şekeri, leblebi şekeri, badem şekeri, nane şekeri, mevlit şekeri, acı badem ve pişmaniye satarlar. Bilseniz ne şeker adamdı onlar.
Ahşap vitrinleri soluktur ama mamuller al al yanar, göz boyar. Hatta maharetlerini kullanır şekerden ev yaparlar.
Büyükler şekere bakmaz ama kadayıf baklavaya dayanamaz, sütlacı güllacı gömerler anında. O zamanlar börekten yağ damlamalı, tatlı şerbete dalmalıdır vapurlama.
Neticede böö olurlar üçüncü kapıdan sonra...
Şekerin fazlası da fazla, dur ben bi limon sıkayım şu mevzuya.
HEMŞAM'IN ŞEKERİ
Bir zamanlar Şamlılar şeker yapar, Halepliler tatlıda ustalaşırlar. Gider Portekiz’de, İspanya’da “sukker” pazarlar. İngilizler sugar, Fransızlar sucre, İtalyanlar zucchero deseler de adı “tatlı tuzdur” halk arasında. Sadece eczacılarda bulunur, miskal dirhem hesabıyla satılır. Gel de “beyaz altın” deme ona.
Haçlılar biraz da şeker hatırına düşer yollara. Çuvallar dolusu mal getirecek parayı bulacaktırlar akılları sıra. Cüzdan için gider, cüzzam kaparlar ordugâhlarda.
Yıl 1493 Kristof Kolomb yanındaki fideleri Karayip Adalarına diker. Bakalım tutacak mı acaba? Kamış yağışı görünce coşar, tarhlardan taşar.
İngiliz, Fransız ve Hollandalı çiftçiler de uyanır, Küba, Brezilya ve Meksika’da girişirler tarıma. Ürün anında satılır, müşteri para elde şeker bekler sabırla.
Düşünün 1520 yılında bir Antil adası olan St. Thomas’ta 60 ayrı tesis şeker yapar.
1540’ta Santa Catarina adasında 800 müteşebbis girişir imalata. Surinam’daki fabrika sayısı ise üç bini aşar on sene sonra (1550).
KAN TER, BEDDUA
Çok adama ihtiyaç vardır, plantasyonlar ormanlaşır ama kimi çalıştıracaksın o sarı sıcakta.
Beyaz adam dümeni Afrika’ya kırar, kadın çocuk demez, batı sahilinde yakaladığını kapatır ambara. Yorucu bir yolculuktan sonra Amerika’ya getirir, çalıştırırlar dipçik zoruyla.
Adeta kan damlar mayasına.
Günümüzde lider Brezilya (32,6 milyon ton), hemen Hindistan geliyor ardı sıra (30,7 milyon tonla). Tabii buhar makinelerinin de payı var bunda.
Yine de yol uzundur, navlun masraf. Buralarda bir şey yapamaz mıyız acaba?
Fransız ziraatçıları beyaz pancarı kaynatıp şurup şerbet çıkarmayı bilirler. Alman kimyacı Marggraf ise bunu kristalleştirmeyi keşfeder (1747). Talebesi Carl Achard çalışmayı ilerletir ve Aşağı Silezya’da dünyanın ilk pancar şekeri fabrikasını kurar (1802).
Şeker pancarı kışa doğru tatlanır, mahsulü toplar, yapraklarını budar, bantlara alır, yıkar, paklar, doğrar, haşlar, tadının suya geçmesini sağlarlar, kireç sütü ile arıtır, buharlaştırır, kıvam kazandırırlar.
Nitekim lapalaşır, kırılganlaşır ve santrifüjle kristaller ayrılır.
Küspesi de hayvanlara yarar, danayı tosun yapar
.
Para niçin var? Dağıttıkça artar
24 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:39
Kisra, Şah, Şehinşah, Padişah, Han, Hakan, Sultan, Firavun, Necaşi, Tubba gibi unvanları duymuştuk. Meğer bir de Mensa varmış devletlüler arasında.
Nerede?
Afrika’da.
Mandingo dilinde kralların kralı, melikü’l-müluk, emir-ül umera.
Elbette koltuğa çok mensa oturur ama biri iz bırakır aralarında. “Mensa Musa!”
Efendim Mali İmparatorluğu’nun temelleri 13. yüzyılda Suncâta Keyta tarafından atılır. Devlet kısa zamanda büyür, ferman okutur civarda. Gelgelelim Keyta kendi komutanı Sakura tarafından devrilince kargaşa çıkar. Kardeşi Ebu Bekir de gemiyle okyanusa açılmıştır o sıra. Yeğeni Kanka Musa genç ama dirayetlidir, dizginleri ele alır, sükûneti sağlar. İşleri kısa sürede yoluna koyar; bir yandan imar faaliyetleri, bir yandan seferler, biatlar... Neredeyse Nijer havzasının tamamına hâkim olurlar.
Yani şöyle diyelim; Senegal, Gine, Nijer, Sierra Leone, Burkina Faso, Fildişi Sahili, Gambiya ve Moritanya.
200 BİN SAVAŞÇI
Ülkenin sınırları kuzeyde büyük sahraya uzanır, güneyde Volta ormanlarına. Batısı uçsuz derya, doğusu alabildiğine savana.
Mensa Musa’nın 100 bin piyadesi ve 100 bin süvarisi vardır, Moğollara bile diz çöktürtür icabında.
Sahraaltı bir bereket menbaıdır. Fildişi, kola fındığı ve hurma… Altın, bakır, tuz zaten keş para.
Mensa Musa kervanlar için müsait zemin hazırlar, kuyular açar, hanlar kondurur vahalara. Çarşı pazar hareketlenir, para dönmeye başlar.
Nijer Nehri havzası zaten gümrah ve verimlidir. Değneğini saplasan, yeşerir sabaha.
Denizcilik, balıkçılık artar, nehir ve göller nakliyeye hız katar.
Yani Mali’nin mali durumu iyi ötesidir, aliyyülâlâ!
İŞ BİLENİN
Mensa Musa kuru cihangir değildir, fethettiği bölgelere yatırım yapar, halkın refahını önde tutar.
Ülkeyi eyaletlere ayırır, başına yine kendilerinden birini koyar.
Liyakate, dürüstlüğe önem verir, tercihini dindarlardan yana yapar. Bu sayede ihtida edenlerin sayısı artar.
Mensa yeryüzünün gördüğü en zengin insanlardan biridir, serveti bugünün parası ile 400 milyar doları aşar.
Ha yediği ne? Et, ekmek, meyve.
Giydiği? Takke, terlik, cüppe.
Hadi bindiği de küheylan olsun neticede.
KÂBE YOLLARIN
Nasıl olur bilmiyoruz, çocukluğunda bir kazaya karışmış ve annesini kaybetmiştir o arada. Bu yüzden kendini suçlar. Anasının hayrına sadaka dağıtır ve hayatının kalan kısmını oruçlu geçirmeye bakar.
Zekâtı servet tutmaktadır, binlerce fukarayı iş güç sahibi yapar.
Ah bir de hacca gidebilse. Mescid-i Haram’da ellerini açsa, af dilese yalvara yakara. Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurunda dursa, şefaatini umsa.
Arkadaşlarını da yanında götürmeye niyetlenir. Duyan “Beni de al” der, hatır koyar.
Kime gelme diyebilirsin ki? Sen de gel, sen de gel, sevdiğini al da gel.
Sayı 60 bini bulur bir anda. Aşçısı, başçısı, seyisi, muhafızı derken 12 bin eleman tutar ayrıca.
NE KAFİLE AMA?
Peki ne yedirecek, ne içireceksin? Bu kalabalığı nerede ve nasıl barındıracaksın sonra?
Amaaan para el kiri, yani buraya da harcamayacaksa...
Yeter mi, yetmez mi diye düşünmez. Bereketini verir Cenâb-ı mevlâ.
Kâhyalar kâtipler hazırlıkları tamamlar, 80 deveye 18 ton altın atarlar.
Ve kafile koyulur yola (1324). Çoşkulu, tekbirler, tehliller, telbiyeler. Sahra çın çın çınlar salavatlarla.
GİT GEL İKİ YIL
Başkent Niani ile Mekke-i mükerreme arası 8.630 kilometredir. Sağlıklı bir insan saatte 6 kilometre (bir fersah) yol alsa ve günde 6 saat adımlasa... En az sekiz ay tutar.
Yorulan, yaralanan çıkar mı?
Çıkar.
Peki, hayvanlar sakatlanır hastalanır mı?
İhtimal.
Eşkıya pusu atar mı?
Atar, sürüden ayrılanı kurt kapar.
Gerçi Tuareg kanı taşırlar, çölü tanırlar. Meşakkatini bile bile düşerler yola.
HER CUMA BİR CAMİ
Arap tarihçi Makrizi’nin ifadesiyle “Musa hoş simalı, atletik bir gençtir. İnsanı şaşırtacak kadar cömerttir, görenin kanı kaynar.”
Yol boyunca, hemen her cuma bir cami inşaatına başlar.
O günün camileri kerpiç duvarlı, hurma damlıdır. Çok vakitlerini almaz. Tamamlayamazsa kalfa usta, mutemet bırakır, işlerini bitirip kavuşurlar kervana.
Ve gelir Kahire’de mola verirler, Mensa o kadar hayır hasenat yapar ki, Mısr’da altının değeri düşer. Dönüşte altınları kıymetinden satın alacak, son verecektir piyasadaki dalgalanmaya.
Memluk Sultanı Nâsır Muhammed bin Kalavun onu dostça karşılar. Vezirler nazırlar protokol gereği yeri gösterir, öpmesini işaret buyururlar.
Mensa Musa “Ben Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmem” der; “Kaldı ki bu resmî bir ziyaret değil, farz edin sıradan bir hacı adayı var karşınızda.”
Sultan’a ve maiyetine kıymetli hediyeler verir. Hazineye külliyetli miktarda altın bağışlar. Onlar da Karâfe’de konaklar tahsis eder, istirahatlerini sağlarlar.
Mali kafilesi, takriben üç ay Mekke’de kalır, ibadetle meşgul olurlar. Mensa mübarek mekânlara doyamaz. “Şu tacı tahtı oğluma bırakıp, geri geleyim” der; “Ahir ömrümde hizmet edeyim hüccaca.”
Hicaz’dan dört seyyid ailesini Mali’ye getirir, sahip çıkar. Aralarında Ehl-i beytten birilerinin olması... Ne büyük nimettir ama.
TÜRKLERLE TANIŞINCA
Mensa, Memluk hizmetindeki Türk savaşçılarının disiplinine hayran kalır. Hasımlarının kılıçlarını doğrar, oklarını iğnenin deliğinden geçirirler âdeta. Evet Tuaregler de iyi süvaridir ama “Binici Türk gerisi yüktür” dedirtirler insana.
Keşke ordusunu bunlar eğitip, donatacak olsa. Sultan teklifi makul karşılar, birkaç manga Türk katar yanlarına.
Zikrolunan hac seferi Mali’ye büyük itibar kazandırır, adını bile duymayanlar gelip görmeyi arzular.
GIRNATALI MİMAR
Mensa Musa, Mekke’de tanıştığı mimar İbrahim es-Sahilî’yi de yanına alır. Gao’da taraçası mazgallı, minaresi ehramlı bir cami yaptırır. Bu tarz çok beğenilir ve bütün kuzey Afrika’yı sarar.
Ama onu zirveye taşıyan Timbuktu’daki Cingereybîr (el-Cenne-1327) Camii olur. Bina kerpiçtir, tam 700 yıldır aksatmadan bakımını yaparlar. Gençler her bahar bir araya gelir, merasim havasında çamur karar, tekbir, tevhid ve ilahilerle sıvarlar.
Şehrin daha eski ve sanatlı camileri de vardır. Mesela Sankoré Külliyesi ondan iki buçuk asır evvel inşa edilir. Sidi Yahya Camii ve Medresesi ise Tuareg Hükümdarı Akil Akamalwa’dan yadigâr.
KİTAP DOSTU
Mensa, Merînî Sultanı ile de dostluk kurar. Hem Mâlikî fakihleri ülkesine çağırır, hem de Fas’a talebe yollar.
Ülke ulema ile dolar, açılan medreseler gençlere çok şey katar. Hem dinî tedrisat hem de tıp, astronomi, coğrafya...
16. yy.da Timbuktu 180 darülkurraya (Kur’ân-ı kerim mektebi) ev sahipliği yapar.
İskenderiye’den sonra Afrika’nın en büyük ikinci kütüphanesi Mali’de kurulur. Düşünebiliyor musunuz, 350 bin nefis ciltli yazma... Boy boy ve sıra sıra...
Ülkede okuryazarlık artar, hâli vakti yerinde olanlar kitap toplamaya başlar.
Ne yazık ki bu eserler 2012’de şehri ele geçiren Selefi militanlar tarafından yakılır. Şu Vahhabiler nasıl hesap verecekler acaba?
ÇÖL YILDIZI
Bilirsiniz maliyeciler paranın harcanmasından değil saklanmasından yanadırlar. Sikkeler keselere, keseler kasalara konmalı, korunmalıdır itinayla.
Mensa Musa giden altına acımaz, gereken yere fazlasıyla yollar. Bu sayede refah artar, ülke parlar. Bağdat gibi ilim irfan merkezi olur, misafir çekmeye başlar.
Zenginlik mimariye de tesir eder, en mahir marangozlar, nakkaşlar, hattatlar şehri mekân tutar.
Mensa’nın hanımı İnari Kunate de ihsan sahibidir. Dullara yetimlere sahip çıkar, sahipsiz kızları evlendirir, yuvalarını kurar.
Allahü teâlâ da fazlasını verir, leblebi gibi altın toplarlar.
British Museum’a göre o yıllarda piyasada dolanan altının yarısı Mali menşelidir, diğer yarısı ise bütün dünyadan.
California Üniversitesinden Doç. Dr. Rudolph Butch Ware “Musa’nın servetiyle ilgili bilgiler öyle nefes kesici ki” der, “tahayyül bile edemeyiz şu anda.”
FRANSA YAĞMAYA
Mensa Musa’nun serveti Avrupalıların gözünden kaçmaz. Mayorka’da (Mallorca) açılan harita mektebi dikkatini Mali’ye teksif eder bilhassa. Haydutlar Tagaza, Timbuktu ve Gao’daki madenlere kırmızı çarpı atarlar.
İlerleyen yıllarda ülke Fransız işgaline uğrar, insafsızca yağmalanır, düşünebiliyor musunuz, ülkede altın kalmaz. Yetmez gibi tedrisata çöker, lisan dayatırlar.
Ancak 1960’da bağımsız olabilirler ama Paris, bölgeden elini çekmez, teröristleri arkalar.
Batılıların denenmiş bir hilesi vardır, önce el-Kaide eliyle ortalığı karıştır. Sonra sizi onlardan biz kurtarırız deyip üs kurarlar.
Mali Başbakanı Abdoulaye Maiga, tedhişe destek veren Fransa’yı suçüstü yakalar. “Rentre à la maison” (evine dön) der, kararlılıkla.
Askerî birlikleri kovmakla kalmaz, Fransız Büyükelçisi’ne “Ülkeyi derhâl terk ediyorsun Mösyö” der, “72 saat mühlet sana!”
Şimdi Macron, askerlerini sığındıracak ülke arıyor, maskesi düştü, kapılar peş peşe kapanıyor suratına.
Kırk Rockefeller bir araya gelse bir Mensa yapmaz. Üzerinden 700 sene geçmesine rağmen “en zengin” unvanı elindedir hâlâ...
Tekkeler kapatılınca
26 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:39
Cüzzam korkulan bir hastalıktır. Ağır geçen vakalarda saçlar dökülür, burun tabanı çöker, kollarda bacaklarda kabarmalar olur, basil sinir uçlarını tutar, görme ve his kaybı başlar, hatta felce yol açar.
Ateş, hâlsizlik, kas, baş ve boğaz ağrıları vardır, ıstırablıdırlar. Üstüne üstlük baskı altında kalır, aşağılanırlar.

Süheyl Ünver’in çizimi ile Miskinler Tekkesi, Karacaahmet kuytusundadır.
Orta Çağ Avrupalısı siması değişeni lanetli sayar, büyücülükle suçlar, engizisyona düşersen çatır çatır yakar.
İyi de, ya soylu biri hastalanırsa? O zaman iş değişir, şahsı tecrit eder, sır gibi saklarlar.
Çoğu defa vaka kronikleşir, hastanın eli ayağı tutar, ele güne muhtaç olmadan yaşar. Zaten öyle veba gibi yayılmaz, ocakları söndürmez, ardında metruk beldeler bırakmaz.
Hastalığın mikrobu vardır, yakın temasta damlacık enfeksiyonu ile bulaşır. Bakteri çok yavaş çoğalır, inkubasyon süresi (kuluçka) hayli uzundur, belirtileri neden sonra ortaya çıkar. Günümüzde kolayca teşhis edilir, erken müdahale ile atlatılır bi iznillah.
EVVEL ZAMANLARDA
Efendim Tarihçilere sorarsanız cüzzamı Asya’ya Romalılar taşır. Makedonyalılar ise gider geri alırlar.
Haçlı seferlerinde çok sık rastlanır. Yola servet hırsıyla çıkanlar, sıhhatlerinden olurlar.
Orta Çağ Avrupa şehirleri kalın surlarla sarılıdır. Etrafına hendek kazar, su ile doldururlar. Bu durgun havuz yemyeşil yosun tutar, içeni fena bozar.
Kentler karanlık ve kasvetlidir, soğuk girmesin diye pencereleri ufak tutar, yağlı kâğıtla kapatırlar. Güneş girmez, hayal meyal bir ışık sızar. Halk alçak damlı barakalarda domuzlar ve tavuklarla birlikte yaşar. Kedileri uğursuz sayıp katleder, farelere alan açarlar. Su kültürü zayıftır, nadiren yıkanırlar. Lağım ve çöp tertibatı yoktur, gaitayı sokağa bırakırlar.
Cüzzama yakalanmak suçtur, hastanın malı elinden alınır, eşinden ayrılır (Katolik de olsa). Dışlanır, horlanır, yanmaktan kurtulanlar ıssız adalara yollanır.

Yeni Cüzzamhane Toptaşı Medresesi
BİÇARELERİN YANINDA
Osmanlı da hastaları şehir dışına taşır. “Miskinler Tekkesi” (miskinhâne, dergâh-ı mesakin, zâviye-i meczumin) denilen mekânlarda barındırır. Yani bir nevi karantina.
Bu tekkelerden ilki II. Murad Han devrinde Edirne Kirişhâne mevkiinde açılır. Bilahare Bursa, Lefkoşa, Kandiye ve Sakız girer sıraya.
II. Bayezid Kânunnâme-i İhtisâb-ı İstanbul’da “cüzzamlıları şehirde komayalar” yazar. Nitekim Sultan Selim Han Karacaahmet kuytularına bir miskinhane açar (1514). Tekkede iyi beslenir, sık yıkanırlar. Evet henüz antibiyotik bilmezler ama temiz hava, bol gıda ile dirençleri artar. Adam gibi hizmet alır insanca yaşarlar.
Hanım hastalara mavi çarşaf ve şalvar, erkeklere aba elbise, yemeni, mest-pabuç ve takke dağıtırlar.
Tekkede ailelere hususi oda verilir, bekarlara koğuş gösterilir. Camlar, kapılar iç avluya açıktır, dışarı bakmaz.
Yoo hayır yine çiçekten, böcekten kopmazlar. Yabancılarla da göz göze gelmez, ekşi bakışlardan bizar olmazlar.
Her odada ocak ve revak vardır, isteyene hamam açılır. Sabun, leğen, bakraç, maşrapa eli altında.
Bina zamanla yıpranır. II. Mahmud’un hazine vekili Ali Ağa iyice bir onartır, âdeta sil baştan yaptırır. Sultan Abdülmecid döneminde mescidle birlikte elden geçer, sıvanır, boyanır.
Hacı Hüseyin Hayri Paşa şirin bir sebil yakıştırır, Mürg-ı Kevser Hanım ise kuyu kazdırır, tulumba koydurur, musluklar taktırır.
MÜTEVELLİDEN MÜTEVELLİT
Zikrolunan tekkeyi mütevelli deruhte eder. Her sabah Atik Valide Vakfından 40 somun gelir, imaretten de çorba ve pilav gönderilir, haftada en az iki defa zerde çıkar. Et arzulandı mı tahsis edilen hayvanlardan birini keser, kavururlar. Diğer masraflar için tekkenin önüne sadaka taşları dikilir, birisi akçe bıraktığında “Gözcü Dede” içeri haber verir, dua ve âmin sesleri yükselir.
Osmanlı tekke adını bilhassa kullanır ki farkında olsunlar. Hayır sahipleri buyursun, teberruda bulunsunlar.
Eşraftan bile olsa cüzzama yakalananı başıboş bırakmaz, alır getirir yerleştirirler dergâha. Artık oğul uşak, eş dost muhabbetine veda. Ölürseniz arka bahçeye gömülürsünüz, üzerinize kireç atarlar bolca.
Tekke şeyhi hastaları hoş tutar, birlikte zikre otururlar. Zaten dervişmeşreptirler, bekleyecekleri ne kalmıştır şu dünyada? Zamanla alışır, mekâna bağlanırlar.
Aslında miskin tabiri tembeller için değil fukara için kullanılır. Tekke mensupları boş durmaz, kimi zerzevat eker, kimi keçi besler, tavuk bakar...
30 Kasım 1925.
Konya mebusu Refik Koraltan ve beş arkadaşı “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” teklifinde bulunurlar

Tekke gitti, çeşmesi kaldı yadigâr...
İtiraz kimin haddine? Hele bi’ elini kaldırma! Aceleleri neyse apar topar meriyete sokarlar.
Cüzzamhane aslında kliniktir ama adında “tekke” ibaresi olunca...
Kapatılmalı dağıtılmalıdır ivedi kaydıyla.
MEDRESE KUCAK AÇAR
O günlerde Toptaşı külliyesinde yatan hastalar Bakırköy Emraz-ı Akliye ve Asabiye Hastanesine taşınır. Dr. Mazhar Osman Karacaahmet’teki cüzzamlıları boşalan binaya alır.
Yıllarca tımarhane, bimarhane olarak kullanılan bu medrese eskisi daha planlıdır. Kadın ve erkek hastalar ayrı koğuşlara alınır. Ancak göz önündedirler, bakışlardan bizar olurlar o eski asude tekkeyi çok ararlar.
Takriben senede 100 yeni hasta kapılarını çalar. Sayı artınca yeni bir lepra pavyonu açılır ama talebi karşılayamaz (1935). Hâlbuki boşaltılan miskinhane diridir daha, pekâlâ işe yarar. Tekke kara listeye alınınca metruk kalır, mekân olur bimekânlara.
Yangın yaşar (1927) zamanla ortadan kalkar.
Hekimlerimizin cüzzam mevzuunda tecrübesi yoktur, hastalardan uzak dururlar. Ancak Mazhar Osman Mısır ve Filistin’e gider incelemeler yapar. O sene Dr. Neşet Halil ile birlikte 20 hastayı tedavi eder, evine yollarlar.
Sonrasını biliyorsunuz Bakırköy sahası içinde Lepra Hastahanesi açılır, vatandaşımız ayni ve nakdî bağışlarda bulunur donatılır itinayla...
BABANIN HAYRINA
Malum Müslümanlar hayır defterimiz kapanmasın diye arkalarında yol, köprü, cami, çeşme, mektep, medrese ve revir bırakırlar.
Emevî Halifesi Velîd bin Abdülmelik Dımaşk’ta bir bîmâristan kurar (707), cüzamlıları ayrı bir binada ağırlar.
Fas’ta cüzzamlılar kenar mahallede tutulur, şehir büyüyünce Bâbüşşerîa dışındaki kaya evlere alınırlar.

Bizde cüzzamlılar asla dışlanmaz, itinayla bakılırlar.
Batı âlemi bunları izler, ancak taklide yanaşmaz. Aileden biri hasta olduğunda sır gibi saklar. I. Henry’nin kızı da cüzzamdan ölür, “şışşşt kimse duymasın ha!”
Bu arada temizliğin önemini anlar, hamamlar açarlar. Ancak işletmeciler içki ve kadın pazarlayınca bu sefer frengi patlar.
Batı hastaneleri, cüzzamlı kabul etmez ama yüklü bir bağışta bulunursanız o başka. Londra’daki ünlü Aziz Giles ve Oxford’daki Aziz Barholomew Hastanesi de dâhildir buna.
Bu illet her ne hikmetse Britanya’yı tutar, Normanlar devrinde zirve yapar. Saklamanın âlemi yoktur, artık tedbir alınmalıdır nasıl olacaksa?
Nitekim cüzzamlılar için evler, klinikler açılır. II. Richard, iki hastane birden başlatır Londra’da...
Haşşöle hizaya!
.
İstanbul Boğazı'dan üç devir üç gemi
30 Nisan 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:39
11 Kasım 1944. Washington Büyükelçimiz Mehmed Münir Ertegün hayatını kaybeder, ancak Cihan Harbi yıllarıdır, naaşı Arlington Mezarlığı’nda muhafazaya alınır. Ortalık sakinleşince USS Missouri Zırhlısı ile yola çıkarılır.
O günlerde Missouri dendi mi akla ne nehir, ne de şehir gelir. Pasifikte can yakan ünlü zırhlı Amerikalıların kahramanıdır. Halkın Mighty Mo adını taktığı 270 metrelik canavar 150 bin beygir (1.500 otomobil) gücündedir ve saatte 60 kilometre hız yapar. 3.448 elemanı vardır, silahçılar, siliciler filan.
II. Cihan Harbi onun güvertesinde biter. Japon heyeti teslim imzasını Missouri’de atar (2 Eylül 1945).
Akdeniz’de İngiltere eski gücünden mahrumdur, Batı dünyası Arap petrolleri için endişe duyar.
SSCB her taşın altından çıkmakta, kızıllar Orta Doğu ve Orta Avrupa’da mevziler kapmaktadırlar.
Stalin ve Churchill karşılıklı nutuklaşır, ithamlar, tehditler derken ipleri kopartırlar. Vaziyet vahimdir. ABD bir an önce topa girmeli, sopa göstermelidir Ruslara. İşte sırf bu yüzden 6. Filo’yu kurarlar.
Niçin altıncı? Cezayir dayılarına dayanan bir hikâyesi var, anlatırım sonra...
EZİKLİK BAŞA BELA
Efendim Missuori 21 Mart 1946’da New York’tan ayrılır, Providence ve Power fırkateynleri de yancılık yapar. Programda sadece İstanbul değil Pire, İskenderiye ve Napoli de vardır. Cezayir ve Tanca duruma bağlı. Fransız katliamları sürmektedir zira.
Filo 1 Nisan’da Cebelitarık’ı geçer, Türkiye’ye yaklaştıkça medyamız haber üretir, vatandaşı hazırlar. İstanbul Belediyesi genelevleri elden geçirir, dip köşe temizler boyar, Türkleri alandan uzak tutar.
TEKEL “Missouri” sigarası çıkarır, PTT bastırdığı Missouri pulu ile günün mana ve ehemmiyetine atıf yapar. Donanma komutanlığı Muavenet, Sultanhisar, Demirhisar muhriplerini Samos açıklarına yollar “dostları” karşılar, refakatte bulunurlar.
Kafile 5 Nisan sabahı İstanbul’a varır. İktidar Dolmabahçe Cami-i şerifine “Welcome” mahyası astırmış, Taksim’e bilmem kaç bin ampulle Missouri resmi yaptırmıştır. Şehirde elektrik tenkisatı vardır, bazı semtler karanlıkta kalır.
Kız Kulesi’ne İngilizce hoş geldiniz yazılır. Şen Şapka (Vakko) “Welcome Missouri” yazılarıyla dolu eşarp ve atkılar bastırır.
Esnaf vaziyetten vazife çıkarır, hello, havaryu, nevaryu diye şakımaya başlar.
Cenaze nemazı Beşiktaş Sinanpaşa Camii’nde kılınır, defin Üsküdar’a. Bu arada Cony’ler içmiş dağıtmış, sarkmaya başlamıştır kadına kıza. Biliyor musunuz bir de Hereke seccadesi hediye ederiz onlara.
Polis ve savcılar tembihlidir, hadise vukuunda Amerikalılar karakola alınmayacak, mahkemeye çıkarılmayacaktır asla. Gördükleri hizmetin, aldıkları malın bedelini ödemiyorlarsa ödemiyorlardır. Üstelenmeyecektir, vilayet esnafa omuz çıkacaktır daha sonra.
ANKARA HAZIR KITA
Missouri’nin komutanı Oramiral Hewitt ve Truman’ın hususi elçisi Wendell, yataklı trenle Ankara’ya geçer. Gnkur. Bşk. Org. Orbay, konukları Ankara Palas’da ağırlar.
Başvekil Saraçoğlu yabancı gazetecilerle alakadar olur, mülakatlar, mükâlemeler, muhavereler yapar.
Babıali kalemşorları Missouri’yi çılgınca alkışlar. Cumhuriyet’ten A. Güner gemi gezme usul ve adabından dem vurur: Vatandaş güverteye basmadan evvel kıç tarafa mütevveccihen dönmeli, şapkasını çıkarıp, topuklarını birleştirmeli, ABD bayrağını selamlamalıdır saygıyla.”
Cumhuriyet’ten Abidin Daver gemide olanı biteni sayar: Yok 1.857 kapı, 2 milyon 500 bin ayak kablo, 90 mil buhar borusu, binden ziyade telefon, 180 hoparlör, 5.300 lamba...
Tanin’den A. Şükrü, Cumhuriyet’ten Yunus Nadi, Vatan’dan A.E. Yalman... Yalaka demeyeceğim elbet, makul bir kelime bakacağız lügatten.
BAŞKANDAN ÇOK BAŞKANCI
Burhan Felek Son Posta’da “Ben Missouri’liyim” derken, Cumhuriyet’ten Nadir Nadi “Amerika, bugün yeryüzünün en kuvvetli bir milletidir. Fakat bu kuvvet, saldırganlığın, istila ve tahakküm hırsının değil; barışın, adaletin ve milletlerarası müsavatı kurup yaşatmak isteyen temiz bir idealin emrindedir. ABD muazzam endüstrisini yıllar boyu yalnız insanlık ve medeniyet için kullanmıştır... Çok uzak değil, gün gelecek, büyük küçük her devlet dağ başında eşkıya korkusu ile silah elde teker teker nöbet tutmak mecburiyetinden kurtulacak. Medeni dünyanın müşterek zabıta kuvvetleri, cemiyetlerin emniyetini sağlayacak; milletler de enerjisini yükselme ve ilerleme yolunda harcayacak” diyordu.
Haydaa, Ne işin var çayda? Alın size bir dünya vatandaşı. Adam altı okun yarısını kırdı kaşla göz arasında.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, ecnebi gazetecilere İstanbul’u kastederek sorar: Bizim köyü nasıl buldunuz?
Dudak bükmelerini beklemektedir, “efsunlu” derler, “ San Francisco’yu andırıyor âdeta”.
YA YA YA ŞA ŞA ŞA!
Uğurlama merasimi de şaşaalı olur, İstanbul Valiliği, vatandaşı 10 ayrı vapura bindirir. Amerikan Koleji Moda vapuruyla Kabataş’tan, üniversiteliler Suvat ile yolcu salonundan alınırlar, mendiller, maytaplar...
Cumhuriyet’ten Metin Toker duygularını anlatmakta zorlanır: Missouri kafilenin başına geçiyor, Provedence, Power ve bizim harp gemilerimiz onu takip ediyorlar. Denizyolları vapurları kafilenin iki tarafından gidiyor. Sirkeci’den Yeşilköy’e uzanan sahiller heyecanlı kalabalıklarla dolu. Misafirlerimiz müthiş bir alkış tufanı arasında İstanbul’u arkalarında bırakıyor. Denizyollarının on vapuru düdük çalarak dostlarımızı selamlıyor. Misafir gemiler bir gelin alayı hâlinde Marmara’dan yavaşça uzaklaşıyorlar. Yolunuz açık olsun dostlar!
ABD elçisi Edwin Wilson’a göre o güne kadar rastladıkları en dikkate şayan ağırlamadır, benzerini görmemişlerdir daha.
Vatan muhabiri Faruk Fenik yazısına “Amerika’nın hududu Akdeniz’dedir” başlığını atar, hızını alamayıp Atina’ya gider ve Yankilerin ağzından yazar. Güya demişler ki: Eğer bir gün Türkiye harbe girecek olursa, biz Missouri askerleri, gönüllü katılırız Türk donanmasına!
Yaaa!
Daa n’apsınlar başka?
HURDALAR ANKARA’YA
Derken efendim NATO macerası başlar. Bize çakaralmaz silahları çakar, obüs verir ama mermi başlıklarını ellerinde tutarlar.
Jemseler (GMC) 100 kilometrede 100 litre yakar, istiap hadleri 1,5 tondur oysa. Dızzt dızzt diye inleyen BMC’lerimiz on tanesini peşine takar.
Adamlar çöpe atacaklarını bize yollar, başlarından savarlar.
Başkan Johnson arıza çıkarır: ABD yardımlarını Yunan’a karşı kullanma yasağı koyar. Hani Kaddafi de mermi yollamasa işimiz zordu Kıbrıs’ta.
Artık bizi eyaleti gibi görmeye başlamışlardır. Barış Gönüllüleri rahat dolanır, fitne eker Güneydoğu’ya. ABD Savunma Bakanı McNamara nüfusumuzu planlar, bıçak attırır anne adaylarına.
O gün neler imzalandıysa imzalanır, memleket uzun yıllar ABD güdümünden kalır. Artık içeceğimiz süte, ekeceğimiz Afyon’a ve salatamızdaki yağa karışırlar. TRT’de “Zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman” türküleri çalınır. Margarinsiz, deterjansız nasıl çağdaşlaşılabiliriz kendi başımıza?
Yetmez, hükûmetleri tehdit eder, darbe ve muhtıralara destek olurlar. Kalelerimiz zapt edilmiş, tersanelerimize ve kerhanelerimize girilmiştir. Hiç bu kadar aşağılanmamıştık tarihimiz boyunca.
ALIŞMIŞ KUDURMUŞTAN...
Memnun kalmış olmalılar ki yine gelirler (1967). USS Shangri-La malı gibi yayılır Boğaz’a.
O günlerde Üsküdar’da oturur vapurla geçerdik karşıya, git git bitmez, dağ gibi heyula.
Yıl 1968. Independence ve şürekası sökün eder bu defa. Conyler aynı laubalilikle postal basar vatanımıza.
Amerika’nın rengi bellidir artık, emperyalist arzularını saklamaz. Kan döküp, köy yakmaktadır Vietnam’da (My Lai)... 
Şili, Arjantin, Meksika, İran , lübnan ve Küba karnesi de kırıktır. Filistin’de siyonistlerin yanında durur açıkça.
Bu defa çiçeklerle değil, “Go Home” sloganlarıyla karşılanır. Yankilerin üzerine mürekkep atılır, itilir, kakılır, savrulur suya. (Gelen Sovyet Moskva gemisi olaydı, yuhalanır mıydı acaba?)
Emniyet mensuplarının vazifesi elbette denizcileri korumaktır, onlar da hedef olurlar. Dev-Sol toplum polisi komiserini kaçırıp rehin tutar.
Diğer cenah da alana iner, devletin yanında durur sözüm ona.
Tabii bunun arka planı da var, o günlerde milliyetçi gençler yurtlardan kovulur, fakültelere sokulmaz. Aşırı sol işgal eder, boykot yapar. Nice Anadolu çocuğu bavulunu toplar. Üniversite özerktir, kızıl bayrak çekilse bile, polis kampüse giremez asla.
Beklenen bi’ çatışmadır, zamanı ve zemini değildir o başka. Hele ABD’yle yanyana görüntüsü külliyen hata!
Neyse geçti diyelim, sünger çekelim. Nereden baksanız tatsız, dileriz yaşanmaz bir daha.
EŞİKLER AŞILINCA
Boğaz’dan bir gemi daha geçti
malum. “Anadolu!” Yerli malı, yurdun malı, her Türk onu dolaşmalı. Üzerinde sıra sıra helikopterler, İHA’lar, SİHA’lar...
Anadolu’muz kuğu gibi narin, yunus gibi alımlı, kartal gibi caydırıcı.

Sarayburnu’na da pek yakıştı.
Eskiden “Adamlar yapıyor abi” der
özenirdik, şimdi “Kralını yaparız”
diyoruz, güven geldi
insanımıza.
.
Teknofest gençliği bugünün ötesinde... Hepsi ateş gibi
2 Mayıs 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Biz altmışlı yıllarda mektebe başlayan altmışlıklar geri kalmış (hadi gelişmekte olan diyelim) ülkenin çocuklarıydık.
Lisan öğrenemedik, derslerimiz boş geçerdi zira. Sınıf gürültüsü koridoru taşınca idman muallimi gelir, çocuklar yüz defa “what is this” yazın der gider. Bir başka günde de sayfalar dolusu “it is a pencil” yazdırır, öğrenirsin güya.
Telaffuz, mükâleme, cümle kurma… Seninle kim uğraşsın ya?
Resme meraklı olanlar perspektif diye bir şeyi duyduklarında mektep bitmiş olurdu çoktan.
Tarih sıkıcıydı, MÖ, MS bir sürü rakam. Coğrafyayı “yazları sıcak ve kurak, kışları ılık ve yağışlı”ya bağlarsın, evet en uzun Kızılırmak, en yüksek Ağrı, bunlar her imtihanda çıkar.
Fen laboratuvarı zahiren mevcuttur ama anahtarı hademede durur. Kapısı açılmaz, tozu alınmaz. Dolaplar dolusu kahverengi şişe vardır, bozulan kimyasalın yerine yenisi konulmaz. Tüpler, pipetler, beher kapları poşetlerinde durur, parmağını bile süremezsin onlara.
Mikroskop ve santrifüj orijinal kutularındadır; uzaktan seyredilir, etiketleri sallanır hâlâ.
ELLEME BOZARSIN!
Hâlbuki cin gibi arkadaşlarımız vardı aramızda. Merak ve hayal sahibiydiler, gizli gizli planlar çizer, ecnebi ajanların çalmasından (!) korkarlardı hatta.
Belki de değerli fikirlerdi. Ama ne onları dinleyecek merci vardı, ne de birlikte çalışalım diyecek bir hoca.
Öğretmenler ayrı kapılardan girer, ayrı merdivenlerden çıkar. Üst katta kendilerine ayrılan salona kurulurlar. Biteviye çay söyler, kahve yaptırırlar.
Bir şey sormaktan çekinirsin, ne zaman sinirlenecekleri belli olmaz, azarlar, hırpalarlar. Adı “pis döver”e çıkanlar, ekstra hürmet görür. Büyüklerimiz de “Elinize sağlık Hoca’m” der teşvikte bulunurlar.
Bir gün müdür muavini sınıfa gelir, “Sen yavrukurt, sen bandocu olacaksın” buyurur. Hâli vakti yerinde olanları efe, zeybek, prenses yazar. Prova, prova, prova, öff dedirtirler sonunda. Daha bunun 19 Mayıs’ı, 27 Mayıs’ı var. Şehrin kurtuluşu, önderin teşrifleri var. Şiirler, şarkılar, mandolin flüt çalmalar.
Bizim bilim insanı değil rejim muhafızı olmamız istenirdi. İtalya’daki Karagömlekliler gibi yürürdük ayaklarımızı yere vura vura.
Hâlbuki becerikliydik. Telden araba, çıkma rulmandan tornet yapmayan yoktu aramızda. Bisikletin patlak lastiğini kendimiz onarır; yama, zımpara, siliksiyon taşırdık yanımızda.
Zayi mi olduk ne?
Pek hayrımız dokunmadı vatana.
DEĞİŞMİŞ GELİŞMİŞ
Her sene TEKNOFEST’e giderim, gözüm hava araçlarında güçlü silahlarda değil. Minik kaşifleri dinlemek hoşuma gidiyor, istikbale dair ümitlerim artıyor.
Onlara birer köşe ayırmışlar, düşündüklerini makete dökmüş, videoya çekmiş, hatta kataloğunu bastırmışlar. Masalarına yaklaşınca ayağa kalkıyor “Dinlemek ister misiniz” diye soruyorlar.
Canım benim, dinlemez miyim ya?
Bilseniz nasıl heyecanla anlatıyor gözlerini iri iri açarak, saçlarını sağa sola atarak tafsilata giriyorlar. Başlarında ilgili bilgili hocalar, sanki sen hayalini söyle gerisine karışma denmiş, mekanik, elektrik, elektronik, robotik destekler sağlanmış, yazılım yapılmış icabında.
Çocuklar rahat anlatıyor, soruları cevapladıkça künhüne vâkıf oluyorlar. Ziyaretçilerden gelen tenkit ve tavsiyeler şüphesiz ufuklarını açıyor. Projeleri seneye daha da oturacak, pürüzler alınacak, ayakları yere basacak.
Bakın Alpaslan Çelik, fındık kabuğu külünü çimentoda kullanmayı düşünen bir Karadeniz uşağı, hafif ve mukavim bir malzeme elde etmiş sonunda.
Bir grup öğrenci kutuplarda giyilecek botlar, kabanlar üzerine çalışmış. Aynen beyaz ayı postunu taklit etmişler katman katman. Astarı terletmeyen kenevirden, dışı paraşüt kumaşından. Ortadaki pamukluyu, gümüş nanoteller ve piezo kristalleri harmanlamış kumaşa enerji katmışlar. Vücut sıcaklığınız, nabzınız merkeze bildiriliyor ayrıca.
Samsunlu gençler ise Millî Kutup Şamandırası yapmışlar. Bunlar gemicilere yön ve rota gösteriyor, meteoroloji ve iklim değişikliği ile ilgili bilgiler topluyor.
Lizge ve Bilge hanımkızlarımız topraksız tarım peşindeler, yapay zekâyı da işin içine katmışlar. Yine çiftçiler için TİHA tasarlayanlar var, drone’lar araziyi kolaçan ediyor, eksiklikleri noksanlıkları görüyor, hastalıkları tespit ediyor, ilaç atıyor icabında.
YAŞTA DEĞİL BAŞTA
Çin’de Japonya’da manyetik alan üzerinde saatte 450 kilometre hızla giden trenleri duymuşsunuzdur. Sistem hususi vasıtalara tatbik edilebilir mi acaba?
Yapmışlar olmuş, tabii şimdilik masanın bir ucundan öbür ucuna.
Şehitkâmil’den Ahmet Barut ve Musab Kartal miniklere trafik kaidelerini öğretmek için eğitime eğlence katmış, oyunlar hazırlamışlar.
Ah o uykulu ve alkollü araç kullananlar… Çocuklarımız onlar için de çare üretmiş. Nabız düşünce kaslar gevşeyince sistem devreye giriyor ses, ışık ve titreşimle şoförü ikaz ediyor. Olmadı kontağı kapatıyor.
Gümüşhaneli Kâmil ise arabanın süspansiyon sisteminden (yaylanmasından) enerji elde edebileceğini fark etmiş, bunun iki yolu var: Ya sabit parçalara bobin teli sarıp hareketli kısma mıknatıs koymak, ya da amortisör yuvasına piezoelektirk malzeme oturtmak. Enerji bataryada depolanıyor, yani bir nevi hibrit araç.
Ömer Yılmaz’ın ise Togg alamayanlara müjdesi var. Benzinli araçlarınızı elektrikliye çevirebilecekler bundan sonra.
Peki ya o ağır piller? Onu da çözmüş, şirin bir romörk takacaksınız vasıtanızın arkasına.
Kerem Karpuzkaldıran sabah ve akşam saatlerinde değişen trafik kesafetine pnömatik dubalarla çare bulmuş. Bir tarafı üç şerit yapıp, bir tarafı tek şerit bırakacak, krizi atlattıracak. Duba taşımanıza gerek yok yer altından çıkan sabit liftler o işi kimseye bırakmayacak.
Etimesut Bağlıca Ortaokulu öğrencileri de zincirleme kazalar üzerinde çalışmış, işi büyümeden önlemeye çalışmışlar.
ÇARESİNİ BULSUN SANA
Biliyorsunuz scooter kazaları daha ziyade iki kişi binince oluyor. Mersinli Alp Özdemir ve Deniz Şimşek’e göre bu tehlikeyi palete konacak bir sensörle (FSR) çözmek mümkün, devreyi kesip enerjiden de mahrum edilebilirsiniz icabında.
Küçük kardeşlerimizin ehliyet alacağı günlere çok var ama otopark işine el atmışlar. Afganistan Şıbırgan’dan gelen Muhammed, Muhammed Bilâl ve Reşad kardeşlerimizin yaptıkları kart ile güvenli park mümkün, üstelik kat kat dolanıp benzin yakmayacak, yerinizi bulacaksınız kolayca.
Uçan arabalar hepimizin hayali. İyi de bunların trafiği nasıl düzenlenecek? Sadece sağımızda solumuzda değil üstümüzde altımızda da olacak ve muhtemelen daha fazla hız yapacaklar. Hava durumu ve riskli bölgeleri de bilmek istersiniz. İşte Mavides Projesi size hava trafik yönetim sistemi sunuyor.
Bodrumlu Murat kardeşimiz ise şoförlerin ikazlara rağmen kabartmalı şeritlerde hız kesmemelerine çare bulmuş. Titreşim sensörleri ile hız yapanlar anlaşılacak ve araba otomatik olarak ağırlatılacak. Sürücü istese de istemese de yavaşlayacak. Maketini yapmış koymuş ortaya. Görünce hak verdik ona.
Damperini açık unutan kamyonlar için siren va ikaz lambası iyi bir fikir. Ama yola devam eden kamyon köprüye çarpmadan evvel yaya geçidini yükseltmek daha iyi bir fikir. Çocuklarımız bunu nasıl yapacaklarını anlatıyorlar.
Konya Karatay’dan gelen Ahmet Yalçın 80 desibelin üstünde müzik dinleyenleri uyaran ve sesi kısan bir sistem bulmuş bunun trafik kazalarını da azaltacağına inanıyor.
PEKİ ABİLER ABLALAR?
Gelelim biraz daha büyüklere:
Ali Emre ve Mürsel Kılıç, otobüs filoları için rotalama programı düşünmüş, ciddi akaryakıt tasarrufu ve azalan karbon emisyonu bekliyorlar.
“Revir” adlı sevimli cihaz doktor olmasa da varmış gibi çalışıyor. Nabız ve tansiyon ölçüyor, vücut hararetinize, oksijen seviyenize bakıyor, müdahale gerekirse hekiminize bildiriyor.
Bazı insanların damarlarını bulmak derttir, işte kızılötesi ışınlar ile çalışan optik damar görüntüleme cihazı Fladriw onu sağlıyor.
Soil biom sayesinde bitkiye özel gübre veriliyor. Fazlasına gerek yok, kaynaklar kirlenmeyecek bundan sonra.
Anadolu robot suyun 600 metre altına inebiliyor. Gözleme, görüntüleme kaynak yapma, malzeme toplama, ne emredilirse onu yapıyor.
Bakın ben seneye yine orada olacağım inşallah, merak ediyorum neler sunacaklar acaba?
.
İstanbul'un iki yeşili vardı: Bostan ve kabristan
6 Mayıs 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Çocukluğumuzun Üsküdar’ında Selimiye pazarına gidilirdi her çarşamba. Lakin marul, maydanoz, taze soğan için beklenmez, bifilal (sandaletsiz) koşarsın bostana.
Bazen bahçıvanın iyi tarafına gelir, “Git kendin topla” der, oyun çıkar sana.
Şöyle bir sepetine bakar “Filan kuruş ver tamam” hesabı yuvarlar oracıkta.
Evet Caddebostan’da bostan vardır.
Eyüp, Erenköy, Maltepe, Tuzla, Bayrampaşa, Ortaköy, Kadırga, Kasımpaşa ona keza.
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yayımladığı 1883 tarihli İstanbul haritasında 102 bostan görünüyor. Mermerkule, Hacı Halil, Hacı Hüseyin Ağa, Hacı Haliloğlu Ramiz, Manolaki, Vasiloğlu Yuva, Tipo, Tavukcu, Yuvanoğlu Ando, Yolgeçen Bostanı (Hastahane Çayırı’nda)... Tokmaklı Baba ve Hazreti Cabir
Bostanı ise Ayvansaray’da.
Bilirsiniz ecdat durgun sudan hoşlanmaz Osmanlı şehre akan su getirince Bizans’tan miras Karagümrük, Yavuzselim, Fındıkzade sarnıçlarının hükmü kalmaz, katılırlar bostanlara. Onlara Çukurbostan denir, hakikaten bayağı aşağıda.
HIYARLAR LANGA’DAN
Pazarlarda Bayrampaşa enginarı, Alibeyköy mısırı, Kavak inciri, Arnavutköy çileği, Celâliye bamyası, Beykoz patlıcanı çalınır kulağınıza.
Marul dendi mi Yedikule, hıyar dendi mi Langa.
Langalılar alındıysa boşuna. Çünkü hıyar ism-i tafdildir, hayrın çoğuludur aslında, “hıyarat” (hayırlılar) gibi.
Hayırlı insanlara hıyârü’n-nâs diye iltifat edilir eşraf arasında.
Çengelköy’de bademi olur, ufak, parmak kadar. Körpedir bir ısırmalık canı var.
Langa hıyarı ise iridir, bıçağa rendeye gelir, bir tanesi yeter salataya, cacığa.
Yaz oldu mu seyyarlar tahta arabalarının üzerine mavi bir muşamba yayar, tepeleme hıyar yığar, bir teneke de su alırlar yanlarına. Süngere emdirir emdirir ıslatır, gevretirler adeta. Aman abicim, o ne rayiha? Geçip gitmek kabil mi? Amcam fırt fırt soyar, dikine keser, bıçağın tersiyle tuz sürer arasına. Isırırsın su fışkırır sağa sola. Evet evinizde de salatalık olur ama bööle kokmaz, kokamaz.
Ağır abiler, efendi beyler, yaşlı başlı hanımlar hart hart hıyar yer sokakta. Ecnebiler şaşar kalır, sonra usulce girerler sıraya.
DERSİMİZ COĞRAFYA
Efendim İstanbul Sur içinde sadece bir akarsu vardır: “Bayrampaşa!”
Adıyla mütenasip olarak Bayrampaşa sırtlarından iner, Sulukule’den şehre girer, önce Yenibahçe’de bostanlarını sular. Bir müddet Vatan Caddesi güzergâhını takip eder, ki Mimar Sinan tek gözlü bir köprü yapar oraya.
Sonra Hoca Attar Halilağa Mescidi’ne uğrar, üzerinde şirin bir köprü daha. (Vatan Caddesi katliamında berhava).
Arpa Emini Mustafa Efendi Mescidi’ni geçince, rotayı denize kırar. Yenikapı civarında kavuşur deryaya.
Bilirsiniz Marmara lodosta coşar, denize attıklarımızı aynen iade eder, benim diyen tekneleri kumsala oturtur, ufakları savurur çarpar kayalara.
Eskiden de öyledir zahir, İmparator Theodosius denizciler için geniş bir liman yaptırır dere ağzına.
İyi de Bayrampaşa suyu (o zaman adı Lykos) gece gündüz alüvyon taşır. Hani damlayan su mermer deler derler ya, dere de liman doldurur zamanla.
Langa kuyularının suyu bol ve tatlıdır, yemişe, zerzevata lezzet katar. Zaten bu yüzden vlanga (sulu) derler mıntıkaya.
Bilmiyorum artık Rumca, ya da Rusça.
Evliya Çelebi, havaliyi “mesiregâh-i ferahfezâ” diye tasvir eder, yoğurdunu yere göğe sığdıramaz. Eh yoğurt var, hıyar var.
Otur da cacık yap kaşıkla.
Osmanlılar arazinin sur içinde kalan kısmına “Küçük Langa” derler, sur dışında kalanına ise Büyük Langa. Küçük ve Büyükçekmece’ye nazire yaparlar bir bakıma.
KUYULAR ve KUÇULAR
Bostanların geniş ağızlı kuyuları olur. Dolap beygirinin gözünü bağlar, hayvanı kandırırlar, garibim bağ bahçe gezdiğini sanır, döner durur aynı merkez etrafında.
Kovalar dalar dalar çıkar, şakır şakır yalağı doldururlar, su şırıl şırıl akar arklara.
Gece dolaşmaya gelmez, gümrah yeşillik bostan kuyusunu örter saklar, derin ve serindir, dibi görünmez kapkara.
Çocukları “Bakarsan çeker” diye korkuturlar, “bak ona göre ha!”
Bostan köpekleri mahallede taşladığınız eniklere benzemez, azgındır, yakalarsa öper çok fena.
Sermet Muhtar Alus, Langa’nın yedi ünlü bostanından bahis açar. Bunlardan Rum Kozma aşçıdır aynı zamanda, karısı Aleksandra parayı bulur karanfilli hoşafıyla.
Mevsimine göre dut, mısır, incir olur. Buhurizade’nin yetiştirdiği Mustafa Bey armutları yumuşacıktır, dil damak arasında erir, yağ gibi akar boğazınıza. Ferik elmaları esans yüklüdür âdeta. Sırık domatesleri yarım okka çeker, yarılınca terler. Hele yaprağında nasıl bir koku? Parfümü yapılsa satar mı? Satar!
Roka, tere, pazı, taze soğan, turp, sarımsak, maydanoz ve dereotu demet hesabı satılır. Köklerinde toprak kalır bir parça. Pazarcılar “Gel vatandaş Langa hıyarına gel” derler, “çiçeği burnunda, çamuru karnında!” Kol gibi olanlar on kuruşa gider, az ufağı beş kuruşa. Rengi sarıya kaçan tohumluklar para etmez, bağışlanır fukaraya. Bazıları hassaten bunları toplar, turşu yapar. Camekânlı arabalarla Aksaray’a, Bayezid’e, Unkapanı’na götürür, doğrar doğrar satar, yeter ki acılı suyu olsun yanında.
TOPRAKTAN TABAĞA
Malum İstanbullular mesireye meraklıdırlar. Cumaları Veliefendi, Çırpıcı, Kuşdili, Kâğıthane ve Silahtarağa Çayırı’na akarlar. Zaman zaman yeni yetmeler atışır, takışır huzur kaçırırlar. Ama Langa’ya aile gelir, çıt çıkmaz. Yanlarında sarmalar, dolmalar. Serin bir ağaç altı arar, ehramlarını yayarlar. Bir şey getirmeseler de olur, yağlı marul ve sulu hıyar mebzul miktarda. Yeter ki yarım kaşık tuzu olsun yanında.
Fetih sonrası bölgede Karaman Rumları oturur, berrak Türkçe konuşurlar, asılları Türk’tür ihtimal. Bazen akşamcılar dadanır, saz, söz, fasıl derken sızar, küfelik olurlar.
Rumlar ve Bulgarlar yerlerini Arnavutlara bırakacak, nöbeti Kastamonulular devralacaktır daha sonra.
Bahçevan aileleri kalabalıktır, tıfıllara bile iş düşer, ne bileyim demet yapar en azından. Yaşlılar eker, diker, bakar; gençler Aksaray ve Unkapanı’na götürür satar. Bostan malı tercihe şayandır, taşradan kamyonla mavnayla gelenle bir tutulmaz. Gününde toplanır, kasalanmadan, çuvallanmadan, kabzımal ambarında akşamlamadan, doğru pazara. Eziği büzüğü olmaz, çıtır çıtır, topraktan tabağa…
SANKİ ÇÖLDE VAHA
Başkent Ankara olunca İstanbul üvey evlat muamelesi görür, uzun yıllar yatırım alamaz. Altyapı zayıftır, lağımlar denize akar. Haliç, Yenikapı, Kazlıçeşme foseptiğe döner âdeta.
Tifo vakaları artınca suçu Bayrampaşa Deresi’ne yıkarlar. Bostanlar yasaklanır, mesire memnu, zinhar, asla!
Bir ara stat yapılacakmış diye şayia çıkar. Ancak şahıs mülküdür, istimlak bedeli hayli yekûn tutar. İyi ki de cayarlar. Zaten şehrin iki, bilemediniz üç yeşili kalmıştır; bostan, kabristan ve kışla.
Hâl böyle olunca müteahhitlere gün doğar, dar gelirliler için dar cepheli apartmanlar diker, “topraktan girene” tenzilat yaparlar ayrıca.
Birbirine yaslanmış sefertasları... Zemin muhallebiden hâllicedir, gel de korkma.
Hâlbuki mevki yerdir, iyi planlansa var ya... Aksaray, Eminönü, Bayezid eli altında.
SEKSENLER DOKSANLAR
Derken sanayi çarşıları açılır. Benim de tamircim vardı orada, nasıl iyi bir usta. Hiç unutmam; alttan gelen şıkırtılar için gitmiştim, daha arabayı yanaştırmadan çırağa bağırdı; “Koş oğlum İrfan Abi’ne dört balata sekmanı al!”
Kış günüydü hiç unutmam, kapı baca arama. Ama yanık yağ yakan bir sobası vardı, hararetten saçları kızarır. Üzerinde çayı ıhlamuru olur daima.
Aksaray’a doğru yedek parçacılar sıralanır, derken ucuz oteller peydahlandı, tekel bayileri, ganyancılar, erkek kuaförleri, Kent, Pall Mall, Salem satanlar, bul paracılar, tombalacılar… Kasetçiler değişimi kaçırmadı, VHS’ye döndüler anında...
Ceketi omuzlarında tipler vardır gün boyu taş dizer, okeye dördüncü ararlar. Masadan kalkmaz, tükrük köfte, kokoreç söyler, tost bastırırlar. Bakarsan iş yok güç yok ama bol harcarlar. Artık ne kovalıyorlarsa?
Bilahare birahaneler patlar. Bardakları kulpludur, küpü andırır âdeta. Umumiyetle balkon göbekli, sarı bıyıklı yaşlılar takılır. İçer, içer, işerler, kadın geçiyormuş, çocuk bakıyormuş aldırmaz, indirir fermuarı şarrr duvara. Kaldırımlar fayton durağı gibi sapsarı, leş gibi idrar kokar.
Yenikapı eskiden beri yabancıların kesif olduğu bir muhit, şimdi garajlar var, Balkanlara, Kafkaslara, İran’a giden otobüsler kalkar.
Marmaray inşası sırasında mezkûr Bizans limanı ortaya çıkar, arkeologlar heyecanla kazarlar. Anlatılanlara bakılırsa bulunan gemi iskeletleri dünya çapında; görün bak, ne değer katacak Langa’ya
.
YİRMİSİNDE DEVRİMCİ, KIRKINDA BURJUVA: PANÇO VİLLA
11 Mayıs 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
José Doroteo Arango Arámbula, 1878 doğumlu bir köylü çocuğudur.
Fukaradır, mektebe gidemez, okuyup yazamaz, hesap yapamaz.
Babası Agustín ve annesi Micaela yarı köledir, toprak sahiplerine çalışırlar.
Babası ölünce para kazanmanın başka yollarını arar. Amerikan demir yolu şirketinde çalışır, katırcılık, duvarcılık, kasaplık yapar, bir ara madende terler hatta... Dik başlıdır, çabuk bıkar, işi bırakıp kaçar.
CUCARACHA
İstikrarlı çalışamayınca hırsızlığa başlar, en kolay çalınan şey sağa sola bağlanan katırlardır, tutar yularından gel dersin o kadar. Bir iki üç derken yakalanır, ıslah olsun diye Federal Ordu’ya alınır. Birkaç ay dayanır, firar eder.
Ver elini Chihuahua.
O gün bir süvari subay görmüştür, alımlı bir atı vardır. Adamı denk getirip degavlar, atını ve silahını çalar. Çıkar yol keser dağlarda. Ünlü şaki Agustín Villa’nın soyundan geldiğini iddia eder ve Pancho Villa adını kullanmaya başlar.
Meksikalıların kulağına hoş gelir “Panço Villa!”
Haramiler arasında lakabı ise hamamböceğidir: “La Cucaracha!” Bilmem pek karizmatik gelmedi bana.
Villa kuralına göre oynar. Çaldıklarına çöreklenmez, dağıtır etrafına. Ne kadar ekmek o kadar köfte, elin bolsa adam bulursun kolayca.
MADERO
İyi de eşkıya ne zaman hükümran olmuş dünyaya? Pancho da bir yere sığınma ihtiyacı duyar. Yoksa verirler bir ayyaşa üç beş peso, sıktırırlar sırtına.
Öyleyse? Haramiliğe devam ama “kılıf” giydirdikten sonra. Güney Amerika’da “gerilla” derler onlara.
Eskiden soygundan pay veren Panço artık bağ bahçe vadetmekte, toprak reformundan bahsetmektedir halka. Ona bu akılları Cumhurbaşkanı adayı Francisco Madero’ya çalışan Abraham González verir. Yoksa Panço’nun ideolojiyle filan işi olmaz. Onun devrimciliği iki cümledir, yaşasın bizimkiler. kahrolsun onlar!
“Onlar” arasında elbette çiftlik sahipleri vardır. Hasım olduklarına göre soymakta beis bulunmaz.
Bir de soyamadığı burjuvalar vardır, şehirlidir onlar. Bilirsiniz işte memur, mebus, bankacı filan...
Gonzales, Başkan Porfirio Diaz’ın amansız düşmanıdır. Gece gündüz ihtilal konuşurlar, aralarında bir sürü ajan...
JUAREZ
Villa tabancasını iyi kullanan, atına süratli binen bir silahşördür. Pançosu omzundadır daima. Diğer gringolar altıpatları beline takar, bizimki elinden bırakmaz. Üstünü panço ile örttüğü için hasımları uyanmaz. Biri namlu mu çevirdi tetiğe basamadan nallar, bam bam bam. Hastala vista!
Francisco Modero onda aradığını bulmuştur (1909). Evet zır cahildir ama sahada kurmay subayları aratmaz, pusuya düşmez, tongaya basmaz.
“Kalk şurayı ele geçir!” Alır adamlarını gider, döner selamını çakar “işlem tamam!”
Nitekim Villa, büyük bir haciendayı (araziyi) işgal eder. Federal Ordu askerlerini taşıyan treni ve San Andrés kasabasını ele geçirince ünü artar.
Naica, Camargo ve Pilar de Conchos’ta hükümet güçlerini yener dağıtır ayrıca.
Stratejik şehir Ciudad Juárez’i alır, Diktatör Díaz’ı masaya oturturlar sonunda.
Francisco Madero iktidara gelir ve sabık Başkanı sürgüne yollar (1911).
HUERTA
Toprak reformu vadederek iktidara yürüyenler halkın taleplerini duymazdan gelir, kulaklarının üstüne yatarlar.
Villa “hiç değilse” der, “isyan esnasında ele geçirilen yerleri dağıtalım savaşçılarımıza.”
Öyle kolay değildir, adamın dededen kalma mülkü, verir mi sana? Kaldı ki devlet kendi arazisine kıyamaz.
Hasılı devrim evlatlarını yer, birbirlerine düşer, dövüşürler. José Victoriano Huerta da fırsatı kullanır, Modera’yı devirip oturur koltuğa.
Villa henüz iktidarın keyfini sürememiştir, al bi diktatör daha.
DİAZI MUMLA...
Gelen gideni aratır derler, Diaz’la anlaşmak kabildir ama bununla...
Huerta, Pancho Villa’yı da içeri tıkar. Ancak onu tutacak hapishane yapılmamıştır daha. Adamını bulur kaçar. Ver elini Amerika.
Hani nasıl ABD’deki mücrimler Meksika’ya kaçıyorsa...
Panço ilerleyen günlerde yine Modero ile el ele verir, diktatör Huerta’yı sıkıştırırlar.
Huerta Diaz’dan da sert çıkar, Villa’nın akıl hocası Abraham González’i ortadan kaldırır (1913), isyan başsız kalır.
Panço yine araziye çekilir, toprak sahiplerinden haraç toplar, tren soyar. Bir seferinde 122 külçe gümüş ile Wells Fargo çalışanlarını rehin alır. Deli para.
CARRANZA
Villa, Huerta tarafından bahşedilen makama (Tuğgeneral) kapılmaz, Zapata ile birleşir, savaşa devam. Carranza Garza’yı da yanlarına alır Zacates savaşını kazanırlar. Vuruşma onların işidir, acemi askerleri kıra kıra başkent Meksiko’ya girerler sonunda (1914).
Villa’nın ünü Tierra Blanca zaferi ile doruklara çıkar. Kendini Chihuahua valisi yapar, hususi para bastırır hatta. Devrimci savaşa destek için bankaları basar, altınlara el koyar.
Banco Minero’nun sahibini ele geçirir, kasalarının yerini söyletir paşa paşa. Bilmem artık, n’aptıysa adama?
Bu arada haciendadoları (arazi sahiplerini) haraca bağlar. Yanında çatışanlara maaş artı sigorta, emekliye ayırır ayrıca.
Birliklerini takviye eder, yük hayvanları alır, seyyar hastaneler yaptırır, at ambulansları tedarik eder, askerî malzemeyi taşıtmak için demir yolunu onartır. Almanya’dan silah alır, adamlarına Mauser ve karabina kullandırır. Dağıt dağıt sonu yok, Başkan Carranza ayrılmasını isteyince valiliği bırakır.
SAM AMCA
Peki toprak reformu?
Biz öyle bir şey demiş miydik ya?
Villa yine ayrı baş çeker, hükûmet kuvvetlerini sıkıştırır.
Militanları ele avuca sığmaz, demir yolu istasyonu Zacatecas’a saldırırlar. Meksika gümüşünün çoğu buradan geçmektedir, servet sahibi olurlar..
Üstlerine 12 bin kişilik Federal Ordu yollanır, zorlanmadan yener, 7 bin memleket evladını kırarlar. Huerta rejiminin de beli kırılır bu arada.
Lâkin anayasacı General Obregón’un şakası yoktur, tozlarını atar. Kaçar kuzey dağlarına sığınırlar.
Başkan Carranza ABD ile anlaşır, hem ağır silahlar alır, hem de düzenli maaş dağıtır adamlarına. Villa buna çok kızar, çılgınca bir kararla Amerikan topraklarına girer, sınır kasabası Columbus’u basar. Yakar, yıkar atları, katırları çalar, askerî malzemelere el koyar. 18 Amerikalı öldürür, 80 Villistas’tan (savaşçı) olurlar. Sam amcanın nasırına basmak iyi bir fikir değildir, hele bir asır evvel milyonlarca kilometre kare toprağını elinden aldıysa.
Derken çember daralır, adamları tek tek yanından ayrılır.
UZLAŞ PAYLAŞ
Villa geçici Cumhurbaşkanı Adolfo de la Huerta’ya bir telgraf çeker. Başkanlığını tebrik eder, bunun adı af dilemek, rejimle uzlaşmaktır açıkça.
Başkan Adolfo, Villa’ya Chihuahua’nın hemen dışında, Canutillo’da 25 bin dönümlük bir çiftlik sunar. Bundan böyle Eşi María Luz Corral ile Quinta Luz malikanesinde yaşayacaktırlar. Kendi milis kuvvetlerinden arta kalan 200 gerilla ile yeni çiftliğine yerleşir, sadık süvarilerini “koruma” yapar.
Meksika hükûmeti Villa’ya cem’an 500 bin altın peso tutarında tekaüd ikramiyesi verir ki bakanlık bütçesi gibidir âdeta.
Onunla uğraşmak istemez af çıkarır paşaya. Al sana mal, mülk, arazi, para, tekila, git hayatını yaşa.
Ye, iç, eğlen, yeter ki silaha sarılma, kalkışma, ayak altında dolaşma!
VİVA VİLLA!
Villa villalarda oturur, keyfine bakar. Marabalar ziraatla meşgul olur, hayvanları otarırlar. Yıllarca “toprak reformunu” savunmuş, “toprak baronu” olmuştur sonunda.
Nikâhlı ve nikâhsız karıları vardır, adı çapkına çıkar.
O gün otomobili ile Parral’dan dönmektedir. Kavşakta kabak çekirdeği satan fukara ayağa kalkar “Viva Villa!” Bu “atış serbest” demektir aslında. Pusudaki gringolar domdom kurşunu yağdırırlar, 9 isabet alır, can verir oracıkta.
Suikastı siyasi hasımları mı düzenler, Başkan Alvaro Obregón’un işi midir yoksa? Bilmiyoruz. 45 yaşındadır daha (1923). Su testisi su yolunda...
Villa, Parral’a gömülür, Chihuahua’ya devasa mozole yaptırmıştır oysa. 1926’da cesedi çalınır. Kafasını keser bir Amerikalıya satarlar. (Şu anda Yale Üniversitesinde). Arta kalanlar Mexico City’deki Devrim Anıtı’na bırakırlar. (1976)
REKLAMIN KÖTÜSÜ OLMAZ
■ Yaşlı bir edip olan Friedrich Katz, uzun süre Villa ile yaşar ve hayat hikayesini yazar. Beklediği gibi olur kitabı çok satar.
Harvard’lı gazeteci John Reed de bir süre Villa’ya takılır, fotoğraflar. Onu destan kahramanı gibi sunar, Robin Hood’a bağlar sonunda (1910).
Amerikalı okuyucular gringolara alışıktır ama kadın savaşçıları (soldaderas) merakla okurlar. Fotoğraflara bakarsanız hanfendiler cepheye çıkmışa benzemez, kabarık etekler, dantelli mintanlar, kolalı manşetler, kurdelalar... John ısrarla dağları mekân tutan dişi gerilla masalına maya çalar.
.
Hesabını vermediler, Yaptıkları yanına...
14 Mayıs 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Çoğumuzun haritada yerini bulamayacağı Vietnam bir Uzak Doğu ülkesidir, binlerce yıl Çin tahakkümünde yaşar.
Ly Hanedanı baş çeker, Çinlileri kovar, Hanoi merkezli bir idare kurar. Ardından, general Tran Hung Dao komutasında Moğol saldırısını püskürtür, Vietnam’ın temellerini atarlar.
Çin, Vietnam’ı tekrar işgal eder (15. yy.) ancak zengin bir toprak sahibi olan Le Loi, kafa tutar, Vietnam’ı kurtarmakla kalmaz, güneye doğru genişler Champa Krallığı’nı da yıkar. Bunlar Hintli tüccarlardır, aralarında hayli Müslüman vardır, Mekong Deltası’nda kaybolurlar zamanla.
Sonra sen ben kavgaları, iç çatışmalar... Birbirleri ile uğraşırken Fransız tasallutu altında kalırlar. Fransızlar hem sömürür, hem de dil ve din dayatırlar. Sadece Vietnam’da değil, Laos ve Kamboçya’da da kontrolü sağlarlar. Son Nguyen imparatoru Bao Dai resmen tahtı bırakır, çekilir kenara.
Hürriyet isteyen dooğru zindana.
BU DEFA JAPONYA
Fransa, Almanya tarafından işgal edilince, boşluğu Japonlar doldurur (1940). Fransızlara diklenmeyen halk Japonlara direnir, beş sene çatışırlar. Japonların müttefiklere teslim olduğu gün (1945) Ho Chi Minh “bağımsızlık” ilan eder Ba Dinh Meydanı’nda.
İlan etmekle bitse kolay, havaliyi 100 yıldır sömüren Fransa döner gelir, çöker başlarına. Ancak işler eskisi gibi değildir bu defa zorlanır, hatta Vietnam’ı terke kalkarlar (1954).
Kızıl Çin ve SSCB tarafından desteklenen VKP (Vietnam Komünist Partisi) güç kazanmıştır. Devreye ABD girer, yapılan Cenevre Anlaşmasına göre Batı yanlıları güneye çekilecek, Ho Chi Minh’e bağlı birlikler kuzeye kaydırılacaktır. İki sene sonra (1956) genel seçim yapılacak ve yarışın galibi ülkenin sahibi olacaktır.
ABD’de yaşayan Vietnamlı Ngo Ding Diem’i getirir, adaylığını koydururlar. Washington desteği olsa da Ho Chi Minh karşısında şansı azdır.
Başkan Truman Vietnam’ı kaybetmeyi göze alamaz, bırakın kurşun, kalay, kauçuk ve pirinci, halkı sanatkârdır, ucuz iş gücü sağlar.
Eğer burası düşerse domino taşı etkisi ile diğer kaleleri de devrilir, Pasifik’te dolaşamaz olurlar.
GÜNEYLİLER KUZEYLİLER
Eisenhower, Güneylilere eğitim ve silah verir ama topa girmekten kaçar. Kennedy desen ona keza.
Ancak Johnson ve Nixon kaba kuvvetten yanadırlar. Vietkonglular da NLF (National Liberation Front- Millî Özgürlük Cephesi) saflarında buluşur, çete harbi başlatırlar.
ABD “Gök Gürültüsü Harekâtı’yla” Kuzey’e 8 milyon ton bomba atar ki II. Cihan Harbi boyunca kullanılan miktarı üçe katlar. Bu gereksiz savaşta iki üç milyon insan ölür, sivilleri zehirli gazla (bilhassa Agent Orange) filitler, gümrah yeşilliği ile tanınan ülkeyi çöle çevirirler âdeta. Yankiler köylüleri Napalm ile yakar, elbiseleri tutuşan çocuklar, çırıl çıplak kaçışırlar.
Arkalarında 83 bin sakat, 8 bin felçli, 30 bin kör, 10 bin sağır bırakırlar, kayıplar sayılamaz...
ABD, 1963’te 23 bin askerle Vietnam’dadır, altı yıl içinde sayı 542 bine çıkar. Buna rağmen mesafe alamaz, yorulur, yılar, bıkarlar. Akılla değil, öfke ile hareket etmeye başlarlar.
16 Mart 1968…
ABD Kara Kuvvetleri 20. Piyade Alayı C Bölüğüne mensup “Charlie Company” müfrezesi “Ara! Tara! Yok et!” emriyle Quang Ngai mıntıkasına yollanır.
-Ama bölge Güneylilerin elinde, dostlarımız var orada.
- Siz söyleneni yapın. Aldığımız istihbarata göre mezralarda Vietkong gerillaları saklanıyor. Köy sakinleri ya militan, ya da sempatizan, acımayın onlara!
YANLIŞ ALARM
Gün henüz doğmuştur, gecenin rutubeti vardır toprakta. Kadınlar ateş yakmış pirinç haşlamaktadırlar sabah kahvaltısına. Amerikalılar helikopterlerden iner sakince yaklaşırlar, kimse karşı koymaz. Ellerindeki birkaç av tüfeği vardır, teslim eder, sıkıntı çıkarmazlar.
Teğmen Calley, ani bir kararla “Öldürün” der ve ateş açar. Askerler önce tereddüt etse de nefes alan her bedene mermi yağdırır, evleri, ahırları tutuştururlar. Zaten saz çatılı barakalardır, alev alır kolayca. Ambar kiler, bırakmaz, hayvanları da vurur, erzakı dağıtırlar. Kadınlara tecavüz eder, çocukları bıçakla paralar, üst üste yığarlar. Bir anda 347 ceset dizilir yola. Cinayete devam edecek dibini kazıyacaklardır ancak...
Ancak o esnada Hiller OH-23 tipi helikopter ile keşif uçuşu yapan subay Hugh Thompson işin farkına varır. Kaçışan kadınlarla, kovalayan askerlerin arasına iner. “Durun! Yoksa ateş açarım” der kararlı bir ses tonuyla.
Tehdit tutar, silahlar susar.
Bu arada merkezi arar, vaziyeti özetler kısaca.
Sonra alabildiği kadar yaralıyı Amerikan revirlerine taşır, tıbbi müdahale yapılmasını sağlar.
Thompson elbette raporunu yazar, sunar. Ancak hasıraltı edilir, işleme konmaz.
DOĞRUCUYU 9 KÖYDEN
Toplu katliam, tecavüz, yağma, Vietnam’a demokrasi götürürler güya. Kuzey’i sadece havadan vurup alt edeceklerini sananlar, ard arda baskın yer, pusuya düşer, huzursuz olurlar. Yalın ayaklıları korkutmak için gelmişlerdir, korkudan uykuları kaçar. Moral bozukluğu, hayal kırıklığı yaşar, teselliyi uyuşturucuda ararlar.
ABD’nin 19 bin kilometre ötede açtığı manasız savaş 21 yıl sürer, 10 bin hava aracı kaybederler ve 58 bin asker tabutla döner yurduna.
Neticede Güney’in merkezi Saygon da düşer, Yankiler aynı Kâbil’deki gibi uçaklarla kaçar, yandaşlarını ortada bırakırlar... Ne diyelim darısı Irak ve Suriye’nin başına.
Muhammed Ali askerliğini yaparken Vietnam’a yollanır. “Bu benim savaşım değil” der, itiraz eder karara.
- Bak beş yıl hapis yatarsın. 10 bin dolar da ceza. Lisansın, pasaportun da elinden alınır ayrıca.
Olsun der, aslanlar gibi yatar. İflas eder ama elini bulamaz kana.
Bİ’ŞOLMAZ, BAK DALGANA
Peki katliam haberi skandala yol açar mı? Evet, öyle bir ihtimal vardır, hele asker aileleri dökülmüşken meydanlara.
Komutanlar hadiseyi ehemmiyetsiz gibi göstermeye çalışsa da iç takibat başlar. Müfettişler arasında, bilahare Dışişleri Bakanı olacak Bnb. Colin Powell da vardır. Raporuna “Bunlar münferit hadiseler” yazar, “tümenin tavrını yansıtmaz. Askerlerimiz ile Vietnamlılar arasındaki mükemmel münasebet bu tasvirin reddini gerektiriyor.”
O gün orada olmasına rağmen katliama katılmayan Ron Ridenhour, hadiseyi gün ışığına çıkarmak için çok çabalar. Başta Başkan Nixon olmak üzere Pentagon’a, Dışişleri Bakanlığına, Genelkurmay’a ve bazı kongre üyelerine mektuplar yazar. Hiçbirinden cevap alamaz. O da gider İngiliz gazeteci Seymour Hersh’le mülakat yapar. Rezaleti cümle âlem duyar.
Washington fena karışır, ordu okka altında kalır, herkes birbirini suçlar, bildiğin kargaşa.
Korgeneral William Peers başkanlığındaki heyet, katliamı örtbas eden 28 memuru suçlasa da ilerleme sağlayamaz, kendi girer hizaya.
BEŞ YÜZ CESEDE ŞARTLI TAHLİYE!
Albay Oran Henderson, Yüzbaşı Ernest Medina ile 14 katil silahşor mahkemeye verilse de mahkûm olmaz. Sadece ateş emrini veren ve bizzat tetiğe basan Teğmen Calley suçlu bulunur. Cezası müebbet hapistir ama temyiz önce 20 yıla, sonra 10 yıla indirir. Derken Nixon araya girer ev hapsine çevirtir ve şartlı tahliye ile salınır dışarıya.
My Lai, Vietnam’daki tek katliam değildir, Mekong Deltası’nda yürütülen Speedy Express operasyonunda da binlerce Vietnamlı sivil öldürülür. Tümgeneral Julian Ewell “Delta Kasabı” lakabıyla ünlenmesine rağmen sorguya alınmaz.
Katliamın faş olması savaş karşıtlarının elini güçlendirir, halk rütbelilerin üstüne yürür, “başka hangi cinayetleri işlediniz” diye sormaya başlar. “Silah benim paramla, savaş benim çocuğumla”. Belki onlara da kulak asmayacaklardır ama “vergileri ödemeyelim, işimizi bırakalım” çağrısı hükûmete geri adım attırır.
Peki Vietnam?
Savaşı komünistler kazansa da kolhoz, sovhoz, komün peşinde koşmaz, Adidas, Puma, Skechers, Athletica, Nike, Columbia, Deckers, Under Armour, Yeti, Dick’s, Ralph Lauren ve Piaggio gibi şirketlere taşeronluk yaparlar. Doların yeşiline kapılır “kapitalistlere” çalışırlar.
Aramızdaki büyük mesafeye rağmen Vietnam’la ticaretimiz artıyor, genç ve dinamik bir ülke, birlikte yapabileceğimiz çok şey var.
.
Teknolojinin de fazlası fazla
23 Mayıs 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
İnternette NSU diye aratırsanız iki ayrı mevzu çıkar karşınıza.
Biri Nationalsozialistischer Untergrund (Nasyonal Sosyalist Yeraltı Şebekesi) yaptığı ırkçı eylemler ve öldürdüğü Türklerle tanınır Almanya’da.
Diğer NSU ise Neckarsulm merkezli bir firma.
NSU GmbH, 150 yıl evvel Christian Schmidt tarafından kurulur (1873), işe örgü makinesiyle başlar. Sonra bisiklete döner, velespite motor, motosiklete sepet takar.
İş işi açar, otomobilci olup çıkar sonunda.
İlk otomobili Pipe 34’ü asfalta indirdiğinde 1905’dir daha.
Piyasada sepetli motorları ile tanınır (1927). BMW’den hesaplıdır ama kalitede aşağı kalmaz.
1930’da 501TS yapar 1937 601TS ile devam eder yoluna. Hatta bizim Millî Müdafaa Nezareti de satın alır, envantere katar (1938). Sepeti engebeli yollarda bile sarsmaz, ip gibi yol tutar, ağır makineli bağlanabilir rahatlıkla.
İkinci Cihan Harbi’nde paletli motosiklet imal eder, evet tank gibi ağırdır, Opel Olympia motoru ile yürür anca.
KIRILASI REKORLAR
NSU 1951-56 arası Amerika Utah Bonnevile tuz gölünde dört defa üst üste top speed (tam gaz) dünya rekoru kırar.
Düşünün 100 cc’lik (takriben yarım bardak) Baumm II motoru 150,3 mph (242 km/sa.) hıza çıkar. Sürücüler rüzgâr çarpmasın diye üstüne yatar, dümeni dizleri ile kullanırlar. Ki, bunu diğerleri de taklit edecektir daha sonra.
NSU, 50cc’lik Quickly ile dünyanın en büyük mopet üreticisi olur. 1953-63 arası bir milyondan fazla satar.
1957’de küçük otomobili Prinz ile ciddi bir hamle yapar. Arkadan motorlu, çift silindirli şirin bir sedandır. İyidir hoştur da gürültücüdür biraz.
Peki Volkswagen Beetle’ı tehdit edebilir mi? Yok canım o kadar da değil daha.
O günlerde arkadan motorlu arabalar dikkat çeker. Chevrolet Corvair gibi mesela. NSU ise İngiliz Hillman’lara benzer biraz.
Bertone tarafından tasarlanan NSU Sport Prinz coupe, 1.000 cc’dir, çok can yakar yarışlarda.
BASİT VE ZEKİCE
Veee 1954 yılındaaaa…
Evet yeni, yepyeni, görülmedik duyulmadık bir motorla çıkar müşteri karşısına.
Mühendis Felix Wankel silindirleri olmayan garip motorunu bir NSU Spider’a takar, bu beklenmedik bir şeydir, sektör çalkalanır âdeta.
Japon Toyo Kogyo takiptedir. ABD’li General Motors, rotorlu motor geliştirmek için 50 milyon dolar harcar ve 185 beygir güç yakalar.
Hollanda’da Datsun, İngiltere’de Rolls-Royce ve İtalya’da Alfa Romeo mühendisleri masaya kapanırlar.
Mazda ipi önde göğüsleyecek RX7 ve RX8’lerde kullanacaktır yıllarca.
Lada VAZ, Citroën ve FIAT ise gelir NSU’nun kapısını çalar, yalvar yakar motor ya da lisans talebinde bulunurlar.
-Durun hele, önce bi kendi arabamıza koyalım da…
ÇAĞININ ÖNÜNDE
NSU tezgâhlarından çıkan Ro 80, çağının ötesinde bir otomobildir. Düşünün iki binlerin çizgisini taşır atmışlı yıllarda. Önden çekişlidir, Wankel motoru, disk frenleri, hidrolik direksiyonu, bağımsız süspansiyonu, elektrikli debriyajı, Saxomatic şanzımanı ile yılın otomobili seçilir açık ara.
Alımlı farları, Porsche’lere yakışacak cantları, biçimli stopları ile ödülleri toplar. BMW ve Mercedes sönük kalır yanında.
Motoru sadece 103 kilodur ama 5.500 devirde 136 beygir güç yakalar. Hareketli pistonları, krank mili, valfleri yoktur, bırakın vuruntuyu titreşim bile olmaz arı gibi vızıldar. Oval gövde içinde merkezden kaçan üçgenimsi rotor biteviye döner, yanma odaları ve valfler boşluktadır, hizaya gelince bujiler çakar, bu yana döner egzozu atar.
Hasılı hafif, sade, daha az parçası olan, hırıltılısız zırıltısız bir motor yatar kaputu altında.
SU GİBİ AKICI
Sessiz, pürüzsüz ve esnektir, çok dengeli yol tutar. Bu yüzden gaza gelenler fazla topuklar. Yüksek devirde conta sıkıntıları görünmeye başlar. Meğer çift buji de gereksizmiş, biri çakar öbürü az çakar, insicamı bozar.
İçeride dönen rotorun uçlarına yüklenen basınç ve hasıl olan ısı malzemenin tahammülünü zorlar. Erken yıpranma firmayı zora sokar. Evet geleni geri çevirmez, motoru yenilerler ama bu pahalıya patlar onlara.
1969 yılında havlu atmak üzeredir ki VW tarafından satın alınır. Wankel’i iyileştirmek için çekerler kızağa 1967.
Ro80 37 bin 406 adet üretildikten sonra durdurulur. On sene için mütevazı bir rakam.
Bu arada Alman Auto-Union, Audi 100’ü tanıtır ki, NSU da katılır Horch, DKW, Wondererer’in bulunduğu dörtlü halkaya (1970).
NSU unutulur gider, Audi itibar yakalar.
Otomobilcilikte kim batacak, kim çıkacak kestiremezsin, sürprize açıktır daima.
.
Müslümanların İspanya serencamını dört asır uzatan zafer Zellâka
28 Mayıs 2023 06:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Himyeri midir, Berberi asıllı mıdır bilmiyoruz, Mağrib’de meskun Cüdâle’lerin reisi Yahyâ bin İbrâhim hacca gider (Hicri 427- 1036). Feyz ve bereket yüklenir, gelir Tunus Kayrevan’da Mâlikî fakihi Ebû İmrân el-Fâsî’ye sorar: Etrafımızdaki kabileler de bu güzellikten mahrum kalmasınlar, onlara nasıl nasihatte bulunsak acaba?
Ebû İmrân hayırlı işi ertelemez, talebesi Veccâc bin Zellû ile Yâsîn el-Cezûlî’yi yanına katar. Emîr Yahya, Senegal Nehri üzerindeki bir adaya şirin bir ribât (tekke - karakol) kurar. Ribât ehli (Murâbıtlar) adam yetiştirir, dost kazanırlar.
Simalarını peçeyle örter, yüzlerini göstermezler asla.
Katılanlar olur, güçleri artar, Murâbıtlar devlet olur zamanla. Sudan - Kuzey Afrika yolundaki kervan duraklarına (Sicilmâse) bayrak asar, Fâtımîlerden Sûs ve Târûdânt şehrini alırlar.
Batı Sudan’a da ulaşır, Evdeguşt derken, kuzeydeki Gumâre ve Bergavâta kabileleri ile kucaklaşırlar. Bu arada Marakeş gibi muhteşem bir şehir kurar, zarif eserlerle donatırlar.
Nasıl Alpaslan Malazgirt’in ardından Anadolu’ya akarsa Murâbıtlar da Rif’ten Tanca’ya uzanırlar.
DİN GAYRETİ OLUNCA
Emîr Ebû Bekir bir seferden dönmüştür, komutanlarından Yûsuf bin Tâşfîn tarafından karşılanır. Baksa ki onun askeri daha disiplinli, silahları kıyafetleri göz okşamakta.
Hoşuna gider, devlet ricali önünde tahtını Yûsuf’a devrettiğini açıklar. Gençlerin önünü açar.
Kendisi de seferlerden kopmaz, savaşmadan anlaşan Gāne Kralı’nı tahtında bırakır, yerinden oynatmaz. Kral bakar karşısında mert adil insanlar var. Gönlünün rızası ile kelime-i şehadet getirir, yöre halkı da İslam’a koşar.
Yûsuf bin Tâşfîn ise Mağrib-i Aksâ’nın önemli şehri Tanca’yı ele geçirir, Mağrib-i Evsat’a yönelir. Vecde (Vücde), Tilimsân ve Vehrân’ı alır Cezayir’e kadar ulaşır (1080).
Murâbıtlar, Batı Mağrib’te yaşayan birçok kabileyi çatıları altında toplar. Sahra, Moritanya, Mali, Nijer ve Nijerya’da İslamiyeti yayarlar. Tinbüktü ve Cenne’yi medeniyet merkezi yapar, Fas Karaviyyîn Camii, Merakeş Kubbetü’l-Bârûdiyyîn ve Tilimsân Câmiu’l-kebîr ile Endülüs mimarisini Afrikaya taşırlar. Komşu emîrliklerle dostane münasebetler kurar sadece Mısırdaki Şiî-Fâtımîlere mesafeli dururlar. Hac kafileleri Yukarı Sudan üzerinden vasıl olur Hicaz’a.
ULEMAYA DANIŞINCA
Yûsuf bin Tâşfîn ve ardından gelen devlet adamları Mâlikî fakihleriyle istişare etmeden karar almaz.
Hükümdar, valiler ve kadılar kumandandır aynı zamanda. Süvari birliklerinin mevcudu 100 bini aşar.
Sebte ve Tanca’yı aldıktan sonra tersaneler açar, denizcilik güçlenir, ticaret artar.
Bu arada Endülüs Emevî Devleti dağılır, yerini mülûkü’t-tavâif (küçük devletçikler-tayfa) alır.
Keşke emîrler kısmetine razı olsalar, mal, mülk, makam, asker sahibisin işte, ne istersin daha?
Birbirleriyle uğraşır yıpranır, kuzeyli kontların iştahını kabartırlar.
İspanyollar Müslümanları Endülüs’ten atmak gibi bir gayrete (reconquista) kapılır. Kastilya-Leon Kralı VI. Alfonso üstlerine gider, emîrleri haraca bağlar.
Yetmez Tuleytula (Toledo) işgal edilir (1085), Sarakusta (Saragossa) muhasara altında...
Endülüslüler hem birbirlerini hırpalamış, hem de ödedikleri vergilerle Hristiyanlara güç kazandırmıştırlar. Katliam adım adım yaklaşmaktadır, ayak sesleri duyulmaktadır âdeta.
Ne yapsalar? Murâbıtları yardıma mı çağırsalar acaba?
KARDEŞİN İMDADINA
İşbîliye (Sevilla) ve Kurtuba (Córdoba) emîrleri davet fikrinde mutabık kalır. Eftasî Meliki Mütevekkil’in kaleme aldığı mektuba imza koyarlar.
Murâbıt Hükümdarı Tâşfîn oğlu Yûsuf, hasta oğlunu yatakta bırakır, kardeşlerinin imdadına koşar.
15 Rebîülevvel 479 (30 Haziran 1086) Abbâdî hâkimiyetindeki Cezîretülhadrâ’da sahile çıkar. İşbîliye’de ordugâh kurar, gönüllüleri düzene sokar. Endülüs emîrleri de askerleriyle gelir katılırlar. Kısa sürede hazırlanır ve Batalyevs’e (Badajoz) doğru uzanırlar. Önde Ebû Süleyman Dâvûd’un kumanda ettiği 10 bin Murâbıt süvarisi, ardında Mu‘temid ve Mütevekkil’in birlikleri, Yûsuf bin Tâşfîn en arkada.
VI. Alfonso, Sarakusta kuşatmasını kaldırır, Kuzey İspanya ve Güney Fransa’dan 100 bin asker toplar, gelir mevzilenir Zellâka Ovası’nda.
İki ordu arasında küçük bir çay kalır o kadar.
Yûsuf bin Tâşfîn, Kastilya Kralı’na bir heyet gönderir. “Gelin Müslüman olun” der, “Buraları beraber yönetelim. Ya da cizye verin, evinizde barkınızda kalın, yurdunuzdan kopmayın, sanatınıza ticaretinize bakın. Biz size adaletle hükmeder, korur kollarız icabında.”
Alfonso mektubu yere atar saygısızca.
GÜVENME ASLA!
Sonra alttan alır, artık ne geldiyse aklına. “Nasıl sizin için Cuma kutsalsa, bizim için de Pazar öyledir. Savaşı pazartesiye ertelesek nasıl olur acaba?”
Yûsuf bin Tâşfîn anlayışla karşılar. “Mahsuru yok, tamam!”
Abbâdî Emîri Mu‘temid İspanyolları iyi tanır, “Bunlara güvenilmez” der, “Kesin cuma saldıracaklar!”
İkazı ciddiye alır, müteyakkız dururlar. Nitekim denilen olur, tam da mübarek cuma vakti hücum eder, var güçleriyle vuruşurlar. Müslümanlar hazırlıklıdır, püskürtürler kolayca. İkinci saldırıda Batalyevs’e doğru çekilir önlerini boşaltırlar, sadece Mu‘temid’e bağlı İşbîliye kuvvetleri kalır meydanda.
Alfonso, merkez kuvvetlerini savaş alanına sürerken, Yûsuf bin Tâşfîn de dolanır onun karargâhını basar.
Kral ağırlıklarını koruma telaşına düşer, dönme kararı alınca komuta kademesi aksar. Savaş karanlık basıncaya kadar uzar, Yûsuf bin Tâşfîn bizzat kılıç elde vuruşur. Ve planlandığı gibi Endülüslüler de dönüp gelir, sahaya hakim olurlar. Alfonso yaralı olarak kaçar, çok az askerini kurtarabilir, perişan olurlar (12 Receb 479).
Ertesi sabah gün kıpkızıl bir meydana doğar. Zaten Zellâka “kandan kayganlaşan zemin” demektir Arapçada.
ŞÜKÜR ELHAMDÜLİLLAH
Yûsuf bin Tâşfîn’in gönderdiği fetihnâmeler Mağrib camilerinde okunur, şairler zaferle ilgili beyitler yazar. Müminler hamdüsena eder, şükür namazı kılarlar.
Abbâdî Emîri Mu‘temid, İspanyolların takip edilmesini ve daha ileri gidilmesini teklif ettiyse de Yusûf bin Tâşfîn ihtiyatı seçer. Sahayı tanımıyordur zira. Kaldı ki hasta bıraktığı veliaht oğlu Ebû Bekir’in vefat haberi gelir o sıra.
Elde edilen ganimetleri Endülüslülere bırakıp Merakeş’e döner. Maksadı cihattır, dönüp dünyalığa bakmaz.
Zellâka Savaşı, Endülüs Müslümanlarının maneviyatını yükseltir. İspanyollar anca iki asır sonra gelebilir aynı noktaya.
Abbâsî Halifesi Muktedî-Biemrillâh ziyadesi ile memnun kalır, Yûsuf bin Tâşfîn’e para bastırması ve hutbe okutması için menşur verir, “Emîrü’l-müslimîn” ve “Nâsırüddîn” unvanlarını bağışlar.
Murâbıtlar çekilince Endülüs emîrleri birbirleriyle uğraşmaya devam eder. Kastilya Kralı tekrar saldırıya geçer, intikam peşindedir kanlı kanlı katliamlar.

Dünyanın ilk üniversitesi Karaviyyîn Medrese’si.
TARİH TEKERRÜR
Emîr Yûsuf fakihlerden hüküm sorar, fetva vermeleri üzerine Endülüs’e geçer (1088). Gırnata ve Mâleka’yı zapteder. İspanyollarla anlaşan emîrlerin elinden Kurtuba ve İşbîliye’yi kurtarır. Zünnûnîlerden başşehir Belensiye’yi, Eftasîlerden Batalyevs’i alır.
Balear adalarını da ele geçirir, Murâbıt hudutlarını genişletir.
496 (1103) yılında tekrar Endülüs’e gelir, bu sefer oğlu Ali vardır yanında. Onu veliaht tayin eder.
3 Muharrem 500’de Marakeş’te vefat eder. Tunus’tan Atlas Okyanusu’na, Nijer Nehri’nden Ebro Nehri’ne (İspanya’da) uzanan bir ülke bırakır ardında.
Sonra Muvâhidler güçlenir, işi gücü bırakıp Murâbıtlarla uğraşırlar. Lakin ele geçirdikleri şehirleri koruyamaz, kaptırırlar İspanyollara.
Ah “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır” hakikatine uyulmuş olsa
.
Namusum ve şerefim üzerine ant içiyorum!
30 Mayıs 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Seçimler bitti, şimdi sıra yeminlerde...
Biliyor musunuz Osmanlı Meclisi Ayasofya’da eski Adliye Sarayında toplanır. Vekiller “Zat-ı Hazret-i Padişahîye ve vatanıma sadakat ve kanun-i esasi ahkâmına ve uhdeme tevdi olunan vazifeye riayetle hilafından mücanebet eyleyeceğime kasem ederim” diyerek vazifeye başlar.
Sivas Kongresi’nde kararlar ittifakla alınır, ant içilir âdeta:”....Câmia-i Osmâniyyenin tamâmiyyeti ve istiklâl-i millîmizin te’mîni ve makâm-ı muallâ-yı hilâfet ve saltanatın masuniyeti (korunması) için Kuvâ-yı Milliye’yi âmil ve irâde-i milliyyeyi hâkim kılmak, esası kat’îdir” der, imza atarlar altına.
Meclis-i Mebusan İngilizler tarafından basılıp kapatılınca, Ankara’da BMM açılır (23 Nisan 1920). İlk Meclis aslında İttihat ve Terakki’nin kulüp binasıdır, Mimar Salim Bey’e çizdirilmiş, Cemiyetin Ankara temsilcisi Memduh Şevket Esendal tarafından, askerî mimar Hasip Bey’e yaptırılmıştır (1915).
Büyük Millet Meclisine çağırılanlar yolları bir şekilde M. Kemal ile kesişmiş isimlerdir. Bir kısmı Selânik Manastır taraflarındandır, vekili olduğu vilayeti tanıyanlar vardır. Davetle gelmiş, sandıkla seçilmiş değildirler. Bazıları da eski mebustur, zaten yeminlidirler.
VALLAHİ BİLLAHİ
28 Nisan 1920... Ankara mebusu Şemseddin Efendi, yeminle alakalı bir takrir sunar. “Makam-ı Saltanat ve Hilâfeti- Kübra’ya ve vatana sadakate ademiriayetten ve millet tarafından uhdeme tevdi kılınan vazifei mebusiyet ve rekâleti milletin nef’i (menfaati) aleyhine istimalden tevakki (sakınarak) ile vatan ve istiklalimizin tahlis (halas) ve muhafazasına ve memlekette kavanini (kanunlarını) hâkim kılmaya bilâemeli hususi azim ve iman ile çalışmaktan fariğ olmayacağıma (vazgeçmeyeceğime) ve bunların hilafından mücanebet eylemeyeceğime (çekinmeyeceğime) vallahi billahi.”
Başkan bu metni Lâyiha Encümenine havale eder, uzun bulur, kısaltırlar. 10 Temmuz 1920’de hazirun huzurunda okuturlar: “Hilafet ve saltanat ve vatan ve milletin istihlas (kurtuluş) ve istiklalinden başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”
29 Ekim 1923’te, “Türkiye Devlet’inin şekli Hükûmet-i Cumhuriyettir” cümlesi ilave edilir.
1924 Anayasası ile Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar (yemin ettirilirler): “Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâkaydüşart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmıyacağıma vallahi!”
YEMİN YERİNE ANT
1924 Anayasası 2. madde: “Türkiye Devleti’nin dîni, Dîn-i İslâm’dır; resmî dili Türkçedir, makarrı (karar yeri) Ankara şehridir.”
1928’de “dili Türkçe, makarrı Ankara” ifadesi kalır ama “vallahi” kelimesi kaldırılır. Çünkü “artık devletin dini İslam değildir!”
2. madde, 1937 tarih ve 3.115 sayılı Kanun’la tekrar değiştirilir: “Türkiye Devleti; cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.”
“Altı ok” parti programında kalmamış, Anayasa’da da yer almıştır. Hattat Mehmed Hulusi Yazgan’ın elinden çıkma “Hâkimiyet Milletindir” tabelası indirilmiş, duvara “Egemenlik Ulusundur” yazılmıştır. Cumhuriyetimiz, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok dinli, çok kültürlü, çok kavimli yapısından uzaklaşmakta, ulus devlete doğru kaymaktadır.
Yemin ibaresi külliyen kalkar, artık ant içer saylavlar.
DARBECİDEN AYAR
27 Mayıs darbesi sonrası yazılan 1961 Anayasası’nda ant içilmez, söz verilir: “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm.”
12 Eylül askerî müdahalesi ile hazırlanan 82 Anayasası’nda metin köpürtülür: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
59 kelime, 7 virgül, 11 bağlaç. Uzun ve ahenksizdir, cümle kopuk gibi gelir kulağa.
İnsan bir Türkçe öğretmeni bulup da baktırmaz mı iki dakika?
SABRINIZ SINANACAK
Şimdi mezkûr yemini değişik lehçelerden, farklı ses tonlarından ve yaş gruplarından 600 defa dinleyeceksiniz.
En çarpıcı şiire bile iki kere dayanılır, üçüncüsü fazladır, bayar.
Benim gibi darlananlara sabır diliyorum, saatlerce nasıl oturacaklar orada?
Peki diyeceksiniz şimdi, “Birkaç dönem sonra bunlar da kalkmaz mı acaba? Biri okusa, diğerleri katılsa. Ya da ‘Kabul edenler, etmeyenler’ eli kalkan halas olsa. Hatta kendileri bir yemin videosu çektirip getirseler de, insan kaynakları dosyalarına koysa?”
Ama bu sadece bizde değil, Avrupa parlamentolarında da tatbik edilir, hatta inandığı kitap getirilir, dinî bir kisveye bürünür çoğu defa.
Peki metni okumak, sadakat gerektirir mi?
Bunu beklemek saflık olur, yani bölücüler bütünlüğümüzü mü savunacak bundan sonra?
Geçmişe bakarsanız da öyle olmamış 10 Temmuz 1920’de “Hilafet ve saltanat” için kürsüye gelen mebuslar, 1924 ve 1928’de yeminlerini, yeminle bozmuşlar.
Üstelik herkesin önünde ve açıkça!
Kefaretlerini verdiler mi acaba?
KİME YARADI?
2022 yılında Avustralya’da Lidia Thorpe adlı genç kadın, Yeşiller listesinden parlamentoya girmeye hak kazanır. Aborjin asıllıdır, İngiliz hâkimiyetine karşıdır. Kürsüye sağ yumruğunu havaya kaldırarak yürür ve Kraliçe II. Elizabeth’e “sömürgeci” der üstüne basa basa.
Meclis Başkanı “ama yemini düzgün okumazsanız senatör olamazsınız” diye ikaz eder kibarca. Lidia tekrar okur ama gülerek, kıkırdayarak, kafasını, gözünü yara yara.
İngiliz siyaseti işte, Meclis Başkanı “Ört unutulsun” taktiği ile ustaca kapatır, kahraman çıkarmaz sistemin karşısına.
1991 seçimlerinde Meclis’e SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) kontenjanından giren Leyla Zana, yemin metnini kuralına göre okur. Kürsüden inerken Kürtçe olarak “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum” der ve ortalık karışır. Bunda pek bir şey yoktur ama kafasına taktığı sarı kırmızı yeşil bandana tavırdır açıkça.
Leyla Zana bir süre cezaevinde yatar, sonra parti kapatmalar filan. Sanki tabela değiştirmek çok mu zor? HEP; ÖZEP, HADEP, DEHAP, HDP, YSP olur, baraj koyuldukça aşar, büyüyerek çıkarlar. Vaziyet ortada.
Politikada mağduriyet para eder. Nitekim bölücü oylar tırmanacak, Zana iki dönem daha mebusluk yapacaktır daha sonra.
.
Ekselansları, haşmetmeapları... Krallar ve unvanlar
6 Haziran 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Avrupa’da en büyük rütbe imparatorluktur. Birçok kavme hükümrandırlar, kralları hazır olda tutarlar.
Roma İmparatorları ya senatörler tarafından seçilir ya da elektör (itibarlı) prensler tarafından. İkincisine “Kutsal Roma İmparatoru” der, fevkalbeşermiş (insanüstü) gibi davranırlar. Tacı merasimle takılır, soylular, ruhaniler hazır kıta.
Papa da ondan aşağı kalmaz, ricası emir sayılır. Afaroz gibi bir salahiyeti vardır ve dudak uçuklatan mali kaynaklar.
Avusturya Habsburg hükümdarları, kralların üzerinde, kayzerlerin altındadır. arşidük, arşidüşes diye anılırlar.
Şehir devletlerinin başındakilere dük, düşes denir, Lüksemburg, Toskana gibi zengin yerlerin dükleri grandük (büyük dük), grandüşes (büyük düşes) olurlar.
ŞANSÖLYE
Almanya’da ve Avusturya’da hükûmeti kuran, başvekile (Alm. Kanzler) şansölye tabir olunur. Fransızca “chancelier”den gelir, mabeyinci demektir aslında. Asil olması gerekmez, harcanabilmelidir icabında. Wilhelm’in Bismarck’ı şutladığı gibi mesela.
Markiler (Marques- Margrave), sinyorlar (sinyoralar), derebeyidir, feodal efendidir. Hem toprağın, hem de üzerinde yaşayan insanların (serf-köle) sahibidir. Umumiyetle bir şatoya çekilir, tahsildarlarını vatandaşın üzerine salar. Asil kralımız da onları haraca bağlar, “Söyleyin şu kadar taler yollasın bana!”
Taler demiştik di mi? Efendim taler Bohemya’da üretilen bir gümüş paradır, üzerinde Çek lisanıyla “tolar” yazar. Evet bildiniz. Dolar da adını ondan alacaktır daha sonra.
Saray kadınları müsriftir, iktisattan, tenkisattan habersiz yaşarlar, para için terleyecek değildirler nasıl olsa.
ŞÖVALYE
Şövalye Fransızca chevalier’den gelir, iyi binici ve sıkı cengâverdirler. Bir soyluya kapılanır, fedailik yaparlar.
Çocukları da şatoda yetişir, muaşeret öğrenir olduğu kadar. Henüz tıfılken ayak işlerine koşar, işe zırh, kalkan taşımakla başlar, zamanla başa baş dövüşlere çıkar. Şölenlerde rakiplerini yenenler, efendilerine şan, şöhret kazandırırlar.
Sıradan vatandaş da olsa, asil addedilir bir süre sonra.
Prensler prensesler halktan biriyle evlenmez, kendinden daha soylusuna gider, unvan katarlar unvanlarına.
Bir zamanlar Bizans imparatorları (Basilius) ayar verir dünyaya. İstanbul Latinler tarafından işgal edilince eski havaları kalmaz.
Altında mahallî melikler vardır (İznik, Yarhisar, Bilecik Tekfuru gibi), bunlar hanedan kurar, makamı oğullarına bırakırlar.
Slav prenslerine “voyvoda” denir, bunlar da kazıklı ve kazıksız olmak üzere ikiye ayrılır kendi aralarında.
KONT KONTES
Kontlar ve kontesler (Graf) statü sahibidir, en azından toprak ağasıdırlar. Çulsuzlar görünce ayağa fırlar. Adam asker besler bir defa, çağırıldı mı piyadesiyle süvarisiyle katılır orduya.
Eyaletin emniyeti için tayin olunan kont yardımcılarına vikont (hanımefendi vikontes) denir, bunlar adliyeyi, zaptiyeyi hizaya sokar.
Baron ve baronesler güçlü ailelere mensuptur, ata yadigârı zırhları, silahları, madalyaları vardır, titizlikle saklarlar. “Sen benim kim olduğumu...” dedi mi bucak müdürü bile tırsar.
Bunların İngiliz versiyonu lord geçer, karıları ise...
Bilemediniz işte “lordes” değil “leydi” diye anılırlar.
ŞAH ŞEHİNŞAH
Pers ve Sasani imparatorlarına kisra denir, taaa Hüsrev’den kalma Süryanice bir tabirdir. Şairler şehinşah (şahların şahı) der, hanımlarını şahbanu diye tanıtırlar.
Osmanlıda padişahtan sonra beylerbeyi gelir, iki kişidir, biri Anadolu’ya, diğeri Rumeli’ye bakar. Haykırdı mı ilerlenir, kafilelerle geçilir Tuna’dan.
Sadr-ı azamlar vezir-i vüzeradır (vezirlerin veziri) mühür ondadır; deyin ki, başbakan.
Şeyhü’l-İslam’ın topu tüfeği yoktur ama sözü dinlenir. Selçukluda başmüftüye atabey denir.
Kazasker hem kadı hem askerdir. Yani bir nevi ordu hâkimi.
Donanma kaptan-ı deryadan sorulur. Tersane desen ona keza.
Osmanlıda liyakat esastır; iş ehline verilir, hamil-i kart işlemez, soya sopa bakılmaz.
ALP YABGU
Hun hükümdarları (yabgu) “tanyu”lar, “tayangu”lar, “talutay”larla iner kışlaya, “alp” yetiştirir itinayla.
Yabgunun hanımı da itibarlıdır, “yenge” tabir olunur ona.
Göktürklerde hakan, kağan gökteki güneş gibidir, “hatun” ay gibi dönmelidir etrafında.
Prenselere şad denir, yarı müstakildir. Eğer tigin (tekin) adıyla anılıyorsa yiğittir ayrıca.
Türkler asker millettir, sanki soylu imiş gibi davranır komutanına. Bu başınızdakinin sizden makbul olduğunu göstermez, yarın seni koyarlar, emir verirsin ona.
İslamiyette yükseklik takva iledir; rengi, dili, zenginliği, mensubiyeti kimseyi öne çıkarmaz. Müminler tarağın dişleri gibi eşittir, vali ile ahali saf tutar yan yana.
Bilemezsin kim fukara, kim fukaha?
Bizde hanlığın ağasına beyine han denir, Moğollarda ise han, imparatoru getirir akla. Cengiz Han gibi mesela.
HAN MI SULTAN MI?
Osmanlı padişahlarına da “han” denir, bazen de “sultan”. Fermanlara “hünkâr” diye imza atarlar ama.
Sultan unvanı erkeklerde ismin başına gelir, kadınlarda ise sonuna. “Sultan Selim”, “Valide Sultan”.
Peki ama ya Cem Sultan?
O yeniçeri kafalıların seviyesizliği, hakaret ederler akılları sıra. Mağdur-u propaganda…
Melik (melike) ve emîr (emîre) de yön verir halka. Lakin “emîrü’l-umera” deyince “hükümdar”, “emîrü’l-mü’minîn deyince “halife” gelir akla.
İslam âleminde en itibarlı makam halifeliktir, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar bir işaretine bakar. Düşünün Pasifik’te, Afrika’da hâlâ hutbe okunuyor Abdülhamid Han adına.
Halife en ücradaki müminin bile hakkını arar, müstemlekecilere korku salar.
Büyük bir güçtür, İran ve Suudlar ele geçirmek için çırpınıp durur, takla üstüne takla. Hâlbuki bizzz...
Neyse girmeyelim o mevzuya.
WANG HUANG RACA
Çin’de en yüksek makam “huang-di” dir, ki en az 25 wang’ı (kralı) ezecek ki layık ola, adını kanla yazdıra.
Moğol beyi Tuğrul hem wang’dır, hem de han, “onghan” demişler ortalama.
Wang yu ise dövüşçülerin kralıdır, koca koca ordular vız gelir ona. Tabii film setinde, aaartiz seni! Uçuyon di mi kamera oyunlarıyla!
Japonlar imparatorlarına “mikado” der. Bir de tenno var, bilge kişi, erdemli, hatadan beri sözüm ona... II. Cihan Harbi’nde mağlubiyeti kabul ederek halkını incitir, teslimiyetçinin teki midir yoksa?
Kore’de krala imgeum, Hindistan’da ise raca denir. Mihrace, racaların racasıdır; filler, saraylar, taklar, takılar... Ne saltanat ama.
Habeş imparatorları “necaşi”, Yemen melikleri “tubba”, Irak kralları “nemrud” diye bilinir. Sahra altında “mensa”lar var.
Mısır ise firavunlardan sorulur, firavuniçe diye bir şey duymadım, erkekler öndedir daima.
Nemrud ve firavun makam ismidir, mümin de olabilirler pekâlâ.
Mukavkıs Bizans’ın Mısır valisidir, İskenderiye patriğidir ayrıca.
Kavalalı Mehmed Ali Paşa da işi hanedanlığa (hidivlik) döker. Hâlbuki Osmanlı yetiştirmiş, rütbe, mansıp (makam) vermiş, getirmiştir o noktaya.
ÂYANLAR, BAYANLAR
Âyan Arapça “ayn’’ (göz) kelimesinden gelir. Bunlar umumiyetle mütesellim, muhassıl, mültezim, mutasarrıf olurlar. Yeniçeri serdarları, esnaf önderleri, kuyumcu, sarraf, bezzazlar (manifaturacılar) da âyandan sayılırlar. Savaş yıllarında devlete borç verir, keselerini kasalarını açarlar.
Otorite zaaflarında, vaziyetten vazife çıkarır, boşluğu doldururlar. Bey, ağa olur, hanedan kurarlar hatta.
Babanzâdeler, Çapanoğulları, Kalyoncuoğulları, Kanlızâdeler, Karaosmanoğulları, Kâtiboğulları, Kozanoğulları, Menemencioğulları, Müderriszâdeler, Tekelioğulları, Tirsiniklioğlu, Tuzcuoğulları, Yılanlıoğulları, Zennecizâdeler gibi...
Alemdar Mustafa, Canikli Hacı Ali Paşa, Pazvandoğlu ve Tepedelenli Ali Paşa...
DİKKAT KOMUTAN SAĞDA
Askerde rütbeler onbaşı, çavuş, üstçavuş, başçavuş, teğmen, üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı diye yükselir. Eşleri kocalarına emir verip, tekmil aldıklarına göre bi’ tık yukarıda.
Yarbay hanımı albaydır, o kadar, nokta!
General İngilizce bir tabirdir ama Türkçe heceler de ilave edilir yanına. Tuğgeneral tugay komutanı, “tüm” tümen komutanı, “kor” kolordu komutanı, “or” ise ordu komutanıdır kısaca.
Osmanlı zabitleri binbaşıdan sonra kaim makam (kaymakam), miralay (alay miri), mirliva (tugay miri) olur, sonra ferik, müşir filan. Son üçüne “paşa” diyebilirsiniz rahatlıkla...
Peki parti liderleri, bakanlar, mebuslar, belediye başkanları? Evet, onlar da kraldır kendi çapında.
Bankalar, KİT’ler devlet içinde devlettir. Muhasebe departmanları, personel müdürleri, idare amirleri, satın alma, pazarlama.
Siyah siyah arabalar, koca koca binalar, ferah ferah odalar, manken edalı ablalar...
ÂLEM BUYSA KRAL....
Eskiden istidayı (dilekçeyi) arzuhâlcilere yazdırır, yalar damga pulu yapıştırırsın altına. Yok, hüviyet sureti, yok ikametgâh senedi, yok ilmuhaber. Vesikalık desen, avuçla...
Düşünün bir “iyi hâl kâğıdı” için, taaa memlekete yollar, pasaport için polis gecesine bilet satarlar.
Bunları zımba ile deler, dizersin kül renkli dosyalara. Lakin mümkün mü kuyruğu eritesin, kalabalık omuz omuza. Memuranım lütfedip örgüsünü bırakacak da, alıp klasöre koyacak.
Uyanıklar direkt kantine iner “Bize kaça olur” derler ocakçıya.
-Tamam abi sen öğle paydosunda uğra.
Çaycı memuru besler, memurlar şefleri, şefler amiri, bir nevi krallık kurarlar.
Şimdi numaratörler, hazır formlar, yapay zekâlar, elektronik randevular, online hatlar ve dijital kayıtlar var. Adam dekonta bakmıyor bile, pat görüyor ekranda.
.
Ayranı yok içmeye silahı var biçmeye
13 Haziran 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Koreliler lisan ve alfabeleri olan köklü bir kavimdir (Hanguk). Taaa MÖ 7. yy.a uzanır, Mançurya ve Moğolistan’a yayılırlar.
O senelerde üç krallık vardır. Üçlüyü bırakır, güçlüye katılırlar. Silla ve Balhae hanedanları okçu Jumong’un taşıdığı “Koguryo” bayrağı altında buluşurlar. Korea ismi de oradan gelir aslında.
Yıl 1910... Kara günler!.. Ülke Japon işgaline uğrar.
Biz Japonları zarif, nahif, çalışkan insanlar olarak biliriz, hâlbuki “sömürgecinin dibi”dir bunlar. Kaynaklara çökmekle kalmaz, erkekleri kanlı mevzilere sürer, kadınları kışla kerhanelerine kapatırlar.
Modern silahları vardır; bırakın Kore’yi, Çin’i ve Rusya’yı da yağmalarlar. Kurdukları enstitülerde esirler kobay olarak kullanılır. Akla gelmedik zehirler ve biyolojik silahlar...
Korece konuşmayı yasaklar, Japon isimleri dayatırlar. Millet telin için meydanlara iner, iki milyon insanın üzerine ateş açar, vurulmayan da ezilir ayaklar altında (Mart 1919).
Neyse… Hiroşima ve Nagazaki’nin ardından Japonya teslim olur da cendereden kurtulurlar (1945).
Gelen gideni aratırmış, Marksistler çöker bu defa. SSCB Kuzeyli militanlara ateş gücü yüksek silahlar verir, Çin ise kum gibi asker yığar.
ANLAŞMALAR BOZUŞMALAR
Taraflar Kahire Deklarasyonu ile birleşik Kore’de mutabık kalsalar da ülke fiilen bölünür (1948). Pyongyang merkezli Kuzeyde komünist gerilla Kim Il-Sung oturur, Seul merkezli Güneyde ise sağ görüşlü Syngman Rhee.
Kuzeyliler 25 Haziran 1950’de Güneyi işgale başlar. Kızıllar orantısız askerî gücü ile rahat ilerler, ezer geçer adeta. 1,3 milyon (bir rivayete göre 3 milyon) insan telef olur o kargaşada.
Washington domino etkisinden endişe duyar, bu gün Kore, yarın Vietnam, öbürgün Endonezya... Pasifikte dolanamaz olurlar bir süre sonra.
Nitekim BM; ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Filipinler ve Türkiye yarımadaya çıkar, dengeyi sağlar.
Güneyliler topraklarını geri alır, hatta hasımını sürer Çin hududuna. Bu sefer komünistler panikler, masaya çağırırlar. Eskisi gibi 38. paralelde anlaşırlar. Evet ateşkes yapılır ama imzalanmış bir barış anlaşması yok ortada.
Savaş sürüyor mu peki? Kuzeyliler zaman zaman saldırıyor, Güney alttan alıyor, köpürtmüyor. Aradan geçen 70 seneye rağmen eller tetikte duruyor hâlâ.
BİRİ BATAR BİRİ ÇIKAR
Peki bu sürede neler olur? Güney üretir satar serbest ticaretle kendini aşar. Gayri safi milli hasıla 47 bin dolar.
Kuzey ise heykel diker, füze yapar, slogan atar. Kaz adımıyla kız yürütür, milli hasıla 1.700 dolar (dedikleri doğruysa)
Güney gemi inşasından tutun paketli gıdaya... Telefon, bilgisayar, oyuncak, kozmetik, kıyafet, beyaz eşya. Şimdi say deseler on marka söylersiniz bir çırpıda. Kia, Daewoo, Genesis, Hyundai, Samsung, SsangYong, Hyosung, Hankook, Kumho, Samsung, LG vesaire...
Seullü albenili otomobillere binerken, Pyongyanglı demode velespitlere mahkum kalır. Nasıl ticaret yapsınlar ki mülkiyet ve seyahat hakları yoktur ve sanal aleme çıkamazlar asla. Sadece bilim adamları ve devletin izin verdiği eşhas Kwangmyong adlı arama motorunu kullanır o kadar. Onlar da dahili yayın yapan yandaş siteleri dolanırlar.
Dış dünya ile bağlantı suçtur zaten... Sakın ha!
TV ve Radyolarda parti programı anlatılır, bitti, sar başa. Yabancı kanallara takılanlar, işlerinden, güçlerinden ve evlerinden olurlar.
HELE BİR ALKIŞLAMA!
Kuzey Kore’de bütün meskenler devletindir, evet daha iyi bir yerde oturabilir, daha büyük mağazalardan alışveriş edebilir, çocuklarınızı iyi okullara gönderebilirsiniz ama sisteme bağlılığınızı ispatlamak kaydıyla.
Herkes fişlenir, Songbun adlı sistem puan verir sana. Sadakat sahipleri bir üst basamağa çıkar, hata yapanlar elindekinden de olurlar. Bu yüzden ulu önderimiz diye yırtınır, çılgınca alkışlarlar.
Diyelim sana bir bodrum katı düştü soğuk rutubetli, doğramalar dökülüyor. İtiraz mı ettin, yürü çalışma kamplarına. Velevki beşikte bebeğin bile olsa.
Yurt dışında yakınınız varsa notunuz kırılır. Çünkü kesin ajandır onlar. Ülkeden kaçmanın cezası ölümdür ama yine de göze alırlar.
Olur ya eviniz yanar, sel basar, zelzele yaşar. Önce liderinizin resmini çıkaracaksınız dışarıya. Ana, baba, çocuk daha sonra. Belli günlerde Kim İl-sung ve mahdumlarının heykeli karşısında eğilir, adeta tapınırlar. Tek parti iktidarları böyledir, bir adamın her sözü alkışlanıyorsa sıkıntı vardır orada.
25 milyonluk ülke aynı aileden gelen (dede oğul torun) üç diktatörün keyfine kalır, içine kapanır. Şimdi Kim Jong-Un, 12 yaşındaki kızını ısındırıyor koltuğa.
NÜKLEERİN ARDINA
Evet. Güney Kore de badireler atlatır. Talebe isyanları, siyasi cinayetler, iktisadi krizler, istifalar, darbeler yaşar. Ama kalkınma hamleleri hepsini heyecanlandırır, fırsatı kullanırlar.
1988 Seul Yaz Olimpiyatları ve 2002 FIFA Dünya Kupası şans olur, birkaç basamak birden atlarlar.
Güney üretip pazarlarken Kuzey nükleer ve kimyevi güç olma peşinde koşar, ABD’yi, Japonya’yı tehdide kalkar.
1948’de SSCB desteği ile kurulan Nyongbyon Nükleer Tesisi ömrünü çoktaaan tamamlar ama plütonyum üretir üç vardiya. Kıtalar arası füzeler geliştirir ve çevrecileri kahreden yer altı denemeleri yaparlar. Herkes diken üzerinde, ya bir taş atarsa kuyuya?
Güney Kore dünyanın en büyük onuncu ekonomisi, ihracatta ise ilk beş arasında. Dünyanın en hızlı İnternet erişimine, en kaliteli eğitimine ve ikinci yüksek sağlık standardına sahip. OECD’nin Kalkınma Yardım Komitesi, G20 ve Paris Kulübü üyesi.
YÜRRÜÜÜ, ENSE TIRAŞINI...
Kuzeyin diktatörü ise halkın kıyafetiyle, saç kesimiyle uğraşır (bizde de öyle değil miydi?). Seul lehçesi ile konuşanlar dooğru zindana.
Ulu önder, başkent Pyongyang’da füzeye benzer bir otel yaptırmış. 1987’de temel atılmış, defalarca parasızlıktan akamete uğramış, 24 sene kar-yağmur yemiş, paslanmış, yosunlanmış. Nitekim 2011’de tamamlanmış. Halkın lanetli diye fısıldadığı otel 105 katlı ama beş katı bile kullanılmıyor, metruk hâlde akıbetini bekliyor. Korku filmi gibi; ha çöktü ha çökecek, yaklaşmıyorlar yanına. Zaten yılda gelecek 1.500-2 bin ecnebi seyyah, onun için çok fazla.
Kim Il Sung Stadyumu ayrı ucube, spor ve şenliklerden ziyade toplu infazlarda kullanılıyor, kapatmaya gerek duymamışlar, mermi delikleri duruyor duvarlarda.
Turistler polis nezaretinde dolaştırılıyor, çektikleri her kare tetkik ediliyor, mahzurlular (!) siliniyor oracıkta.
Lider heykellerini çekebilirsiniz ancak ayakları çıkmazsa sıkıntı çıkar. Aklınızda olsun, “Amcanın” kısa boy takıntısı var.
Konuklar ne yer, ne içer, neden hoşlanırlar? Amaaan “Kim”in umurunda?

Filler tepişir, çimler ezilir. Olan Korelilere oldu sonunda..
BUYURUN KIŞLAYA
Şüphesiz Kuzeyliler de güneyliler kadar zeki çevik çalışkan. Ancak gençlerin verimli yılları heba olur kışlalarda. Emlak, otomobil alamaz, büro, atölye açamaz, seyahate çıkamazlar. Arsa yok, borsa yok, niye kazansın o zaman? Alkışla diktatörü, yat aşşa.
Kore Halk Ordusu; 1,08 milyonu aktif, 4,7 milyon yedek olmak üzere 6 milyona yaklaşıyor. Askerî harcamalar GSMH’nin %31,3’üne tekabül ediyor. Dört Kuzeyliden biri ordu mensubu. İnsan hakları raporlarına göre rütbeliler eğitime gelen kızları taciz ediyor. Hele gözaltındakilerin hiç şansı yok, çerez olur gardiyanlara.
Ülke resmen ateist. Biraz Budist ve Protestan var ama inancını saklamak mecburiyetinde.
Toprakların %80’i ormanlarla kaplı, kömür, kurşun, tungsten, çinko, uranyum, grafit, magnezit, demir, bakır ve altın var.
Güney Kore’de iklim neyse Kuzey’de de o. Ancak tarım ve hayvancılık sürünür, halk açlık sınırında. Yıl 2025 olmuş, Etopya, Uganda gibi muhtaç ülkeler arasında...
Sözüm ona demokrasi ile yönetilir, seçime tek parti girer ve %100 oy nispetiyle gelir iktidara. Muhalefet mi dediniz? Neden olmasın? Canına susadıysa!

Türkiye, Güney Kore’yi 11 Ağustos 1949’da tanır, Çin peyki olmasın diye asker yollar hatta. Bilmem yeni yetmelerin Kunuri Muharebesi ve General Tahsin Yazıcı’dan haberleri var mı acaba?
BÖYLE NEREYE KADAR?
Rejimin gizli kasası 39. Oda. Kim Jong Un para aklar orada. Silah ve uyuşturucu sevkiyatı... Para, paradır sonunda.
Baskı rejimi, halkı hizaya sokar. Şahsen korkmuyor olabilirsiniz ama ya yakınlarınıza takarlarsa?
Dört büyük cezaevinde 80 ile 200 bin arasında mahkûm yatar. Rejim bir yandan köle gibi çalıştırır bir yandan taciz, kürtaj; şerefiyle oynar.
Hwasong Kampındaki siyasi mahkûmlar, Hamgyong Dağlarında maden kazar. Hakları, hukukları yoktur, asker isterse vurur, sürür bacağından atar çukura.
Kuzey Güney sınırında bulunan Kijŏng-dong barış köyü şirin görünür karşıdan. Pastel renkli villalar göz alsa da boştur, propaganda için yapılmıştır zira.
160 metrelik direkten devamlı yayın yapar, Güneylileri refaha, özgürlüğe çağırırlar.
Büyük fırsat, niye gelmiyorlar acaba?
.
Adımına göre değil, adamına göre yürür: At yiğidi bilir
30 Haziran 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Başkonuş Yaylası’ndayız üç atlı geliyor, sanırsın Altaylardan kopmuşlar, başlarında börk, üstlerinde könğlek, urba. Ellerinde kalkan, bellerinde kama.
Yay, sadak, tirkeş, zeghir. Bileklik, göğüslük, kolçak tam donanımlılar.
Ortada Kahramanmaraş Atlı Binicilik Spor Kulübü Başkanı Muhsin Kılıçsallayan. Oğulları Enes Yusuf ve Musa Kâzım fedai gibi iki yanında.
Ata mükemmel biniyor, peş peşe ok atıyor, hedefe yapıştırıyorlar.
Musa Kâzım ocaklı ve diplomalı bir kardeşimiz. İşin hem pratiğine vâkıf hem de litaratürüne.
Sözüne “Bizim atımız hep vardı” diye başlıyor, “gözümüzü at üstünde açtık desek yalan olmaz. Babam muhtardı, muhtarların beylik atı olurdu o zaman. Köyü gezerler muntazaman.”
- İlk ne zaman bindin?
- Hatırladığım şu, komşunun merkebini istemiştim “al” dediler semeri önüme attılar. Bakalım takabilecek miyim? Dört defa tekme yedim ama taktım sonunda. Üç arkadaş bindik, düştük, tekrar bindik, yine düştük, öyle öyle alıştık hayvanlara. Sonra babam kör bir kısrak verdi. İlk atım o. Kör ama nankör değildi, nasıl muti, unutamam asla. Bir ara Sibel (kısraklarımızdan biri) doğum yaptı, şirin bir tayı oldu, adı Ceylan. Sabah müezzinlerle kalkar Ceylan’ı sevmeye giderdim koşa koşa. Bir gün de gitme, ne mümkün. Aklım kalır onda. Ecdat “at, avrat, silah” demiş, at daha önce geliyor söze bakılırsa.
- Sizin çok hayvanınız varmış. Peki tek hayvan beslenir mi?
- Beslenir. Zaten eskiden öyle değil miydi? Her evin bir atı olur, sabah yolunuzu bekler, görünce sevinçten oynar. Sanıldığı kadar masraflı değildir, baharda yeşile salabilirsin pekâlâ. Zaten bu havada içeri bağlamak eziyet. Sal dolansın, yesin içsin yatsın “çayırını alsın”. Ne kadar arpa verirsen ver, otun yerini tutmaz.
- Bazıları ata hükmediyor, ‘Yat’ diyor yatırıyorlar.
- Ben öyle lüzumsuz işleri sevmem. Onu yaptırmanın iki yolu var. Biri mükâfat, biri ceza.
- Nasıl ceza?
-Aç bırakırsın mesela. Güçten düşsün ki itaat etsin sana. İyi de garibim bunu hak edecek ne yaptı? Ağzı var, dili yok, hayvan hakkıyla gidersin öte yana. Kardeşimin bir tayı vardı, beraber büyüdüler, ne üstüne çıkmada zorlandı ne de gem takmada. İlk seferinde gemi beze sardık, pekmeze buladık, yabancılamadı bir daha. Ama sen 5-6 yaşında bir at alıp “Bunu akrobaside kullanacağım” dersen olmaz. Al bir tay, yetiştir, millet de gıpta etsin sana.
KIRILIR DARILIR, HASSASTIR
- At azarlanmaktan anlar mı peki?
- “Hımmm seni gidi” o hesap. Mesela tavlada yem dağıtıyorsundur, sabredemez gelir ısırır. Bunun doğru bir şey olmadığını hissettir, yoksa tekrarlar, canını yakar. At kızdığın zaman korkan bir mahluk, o kadarı yeter ona. Çocuk gibidir, ha bire paylarsan küser, hasta olur, üzülürsün sonra. Arap atları çevik güçlü ve şirin hayvanlardır, cana yakındır, evladın gibi olur bir süre sonra.
- Bazen müsabakada geride kalan hayvanı dövüyorlar.
- Tamamen manasız bir iş, olmuş bitmiş. Zaten niye dövüldüğünü de anlamaz. Hâlbuki koşu esnasında ikaz etsen öğrenir, bir daha tekrarlamaz.
- Peki kinci midir?
- Hiçbir hayvan kinci değildir. Ama senden zarar geleceğini hissederse gardını alır. Bir at almıştık; sahipleri çok dövmüş, sert davranmışlar. Yaklaşınca vuracağımızı sanıyordu herhâl, beni göğsümden bir ısırdı, elinden zor aldılar. İşte bu yüzden el değmemiş hayvanları tercih ederim. Tay ya da insan görmemiş yılkı atı. Beş yaşında yılkı atı bedenen otursa da beyni tıfıldır daha. Hayvan ne ister? Yemek, içmek ve üremek. Sabah işe çıkar, çalışır akşama kadar.
- Neyle sevinir?
- Şeker, elma ve havuca bayılırlar. Atla avradın masrafına bakmayacaksın, boğazından kısıp yedireceksin icabında.
- Rahvanlık öğretilir mi yoksa...
- Hayır anadan babadan gelir, iskeleti öyledir, eğitimle kazandırılmaz. Adımı küçük, ayağına çabuktur. Binicisini sarsmaz, yolda kahve içebilirsin rahatlıkla. Ulak atıdır, masrafsızdır, az yakar, çok kaçar. Kimi koldan yürür (deve rahvanı), kimi dizden, bilekten. Hızı sabittir, iniş yokuş fark etmez, nefeslidir, kesilmez.
AYAKTA MI YATAKTA MI?
Atın üç çeşit uykusu var. Eğer huzurluysa derin uyur, ölü gibi sere serpe yatar. Bunu çok az insan görür, sahipleri seyisleri filan. Bazen de çok yorulur, sığırlar gibi bacaklarını altında toplar. Ama genelde ayakta uyur, sırayla dizlerini bileklerini kilitler. Her an kaçmaya hazır, teyakkuzda. At avdır, gözleri yandadır, kuyruk sokumu ile iki kaşının arası hariç her tarafını görür, yırtıcıların ise gözleri öndedir, işleri yakalamak, paralamak.
- Atı niye örterler?
- Ağır bir hayvan koşunca terler, olur sırılsıklam. İnince kurulamalı, üstünü örtüp bir kuytuya almalısın. Nefesi sakinleşene kadar beklemeli, tımarını yapmalısın, “ki iki tımar bir yemektir” unutma. Bu arada oda seni tımarlar. Ufak ufak omzunu dişleyip oynuyorsa mutlu demektir, bir bağ kurulmuştur aranızda.
- Peki zelzele olacağını anlar mı?
- Hisleri kuvvetlidir, afet evveli huzursuz olurlar. Kedi köpek de öyle, bizim duyamadıklarımızı duyarlar.
- Yelelerini tarıyor musunuz?
-Atın saçı ve kuyruğu mühimdir, kesersen katır olur âdeta. Bu yüzden tayı iyice tıraşlar pirinç suyuyla yıkarız, tüyleri daha gür çıkar.
ADIYLA ÇAĞIR ANLAR
- İsimlerini lügatten mi seçiyorsunuz?
- Bir yeğenim var ufak. İsimleri o atar ortaya, aile toplanır birini seçer arasından. Mesela kızıl bir tayımız vardı “Al tay” dedi, kabul gördü ittifakla. Kardeşimin kır atı var, çok da narindir. Kır çiçeği dedi ona. Biri var ortalığı karıştırır, adı kaldı “Curcuna!”
Çocuklar korkusuzdur, korkuyu biz öğretiriz onlara. Atlar da öyle, sen çekinirsen ürker, “Hımmm sakınacak bir şey var galiba!”
Otistikler endişesizdir, atın yanına gider rahatça. Hayvan eğilir koklar, o da burnuna yüzüne dokunur dost olurlar.
Bizim azgın bir köpeğimiz var, yabancılar yaklaşamaz ama bakarsın çocuk sırtına çıkmış kulaklarını çekiyor.
Umumiyetle içine kapanıktırlar. Birkaç gelip gittikten sonra ata da, bize de alışır, aramaya başlarlar. Ata binenin kendine güveni gelir, hisleri güçlenir, karar verir. Kedi ve at iyi arkadaştır, şahsiyet kazandırır insana.
- Bazıları tüylü hayvanlara değemiyor.
- Evet o bir hastalık ama tanışıncaya kadar. Atı gözlerinin önünde yıkıyor, paklıyoruz, önce parmak ucuyla dokunuyor, bakıyor sıkıntı yok, okşamaya başlıyor sonra.
Bizde at muhabbeti bitmez, otur babamın yanına, bir kitaplık anlatsın sana.
EYER NEYMİŞ MEĞER...
Bizim Göksun’da Çerkez çoktur, at sever, iyi de binerler. Ata mirası gümüş işlemeli eyerleri vardır, gözleri gibi bakar, baş köşede tutarlar. Kaç para verirsen ver, satmazlar.
Maraş eskiden koşum takımları ile tanınırdı, çarşıda onlarca usta vardı. Şimdi iki semerci, bir eyerci kaldı. Babaları, dedeleri 6-7 kuşak saraç. Sırf kaybolmasın diye devam ediyorlar sanata. En büyük hususiyetleri ham deriyi işleyebilmeleri. Bu, her babayiğidin harcı değildir. Gön kalın olur, şekil vermesi zordur.
- Ya ithal mallar?
- Avrupa’dan gelenler atın cidagosuna (omzuna) oturur, yara yapar. Mutlaka keçe koymalısın altına. Hâlbuki bizim ustalarımız eyerle sırt arasını hava yastığı gibi kullanır. Atı görmeden eyer yapmaz, terzi gibi çalışırlar. Ne yazık ki artık maişetlerini cüzdan, kemer veya telefon kılıfı ile çıkarıyorlar. Bu sanatı ayakta tutmamız lazımdı oysa.
- Yeni nesil eyeri internetten alıyordur ihtimal.
- İyi de hangi ata göre? Hangi binişte kullanacak? Takacak yara yapacak, bu iş o kadar basit mi ya? Yabancılar hem vasıfsız hem pahalı. Niye? Çünkü avroyla satılıyor. Yarın bu sanakârlar ölürse yular bulamayacağız bağlamaya.
.
İstikbal güllerdedir!
3 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Binboğa dağlarının yamacına kurulan Afşin, mümbit bir ovaya bakar. Ceyhan, Hurman, Söğütlü, Göksun suyu bol ırmaklardır, bereket taşırlar.
Gezerken adım başı bir höyük, tümülüs çıkar karşınıza, ne demek bu? Demek hayli meskûn mahal varmış zamanında.
Hitit, Asur, Pers, Makedon, Roma, Bizans ve Arap hâkimiyetini biliyoruz. Selçuklu, Danişmend ve Dulkadiroğulları da çok şey katar. Eeee dile kolay 6 bin yıllık mazisi olunca...
Roma imparatorluğu, Kapadokya eyaleti, Kayseria merkezine bağlı antik kentte İmparator Gordianus tarafından iskân edilen Urfalı Araplar yaşar. Bu yüzden Arabissos diye anılır bir ara.
Eshab-ı kehf hadisesinden sonra adı Efsus’a çıkar.
PEKİ AFŞİN?
“Afşin” aslen Mâverâünnehir’deki Üsrûşene hanlarına verilen bir unvandır. Bey, melik, emir gibi bir tabirdir, birçok Afşin gelir geçer Sriderya (Seyhun) ile Amuderya (Ceyhun) arasından.
Emir Afşin ise Alparslan’ın akıncılarından biridir. Bey filan değildir, adı Afşin’dir. “Bekçi oğlu Afşin!”
Horasandan gelen bir Oğuz yiğididir, Tuğrul Bey ile Anadolu’da basmadık yer bırakmaz. Hâcib Gümüş Tegin’le birlikte Murat ve Dicle boylarına akar. Nizip’i kuşatıp, Hısnımansûr’a (Adıyaman) girerler hatta. Sonra ne görseler iyi? Bizans’ın Urfa Valisi Aruandanos ciddi bir orduyla karşılarında.
Afşin Bey kaçmaz, üstüne üstüne gider, avcısını avlar. Vali’yi askerleriyle birlikte esir eder. Götürüp Urfa önünde satar. “Yetişin, akşam pazarı bunlar!”
Sonra inip Antakya’yı kuşatır, eşraf anlaşmak ister, 100 bin altın değerinde dibâc (kıymetli kumaş) alır, muhasarayı kaldırır (1068). Ganimeti alıp götürür verir Başbuğuna (Alparslan’a).
Romen Diyojen Halep önlerinde savaşırken, Emîr Afşin Anadolu’yu delik deşik eder. Hatta Ammûriye’ye (Emirdağ) girer, Sakarya kıyılarına iner. İstanbul önlerinde İmparatorun 6 bin cins atına el koyar, Diyojen kahrolur duyunca.
Aynı Emir Afşin Malazgirt zaferinin ardından Efsus’u alır, bayrağı asar.
ARTIK BİZDEN
Selçuklular Efsus’taki Eshab-ı kehf mağarasına sahip çıkar, önüne bir külliye kurar, mekteb, medrese, ribat ve kervansaray açarlar.
Talebe okutur, misafir ağırlar, kervanlara konaklama hizmeti sunarlar.
Taç kapının üstündeki Kitabede Tevbe Suresi 18’inci âyet-i kerimesi göze çarpar. “Allahü teâlânın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan...”
Diğer satırda ise “Bu ribat ulu fetihlerin babası Sultan Gıyaseddin Keyhusrev oğlu İzzeddin Keykavus devrinde komutan Nusredüddin bin Hasan’ın emriyle yapıldı. 612” yazar (Tabii ki hicri)
Dulkadiroğlu Alaüddevle ise medrese üzerine kat çıkar. Şems Hatun Kadınlar Mescidini ilave eder yanına. Kentin adı Yarpuz (hoş kokulu bir nebat) olur halk arasında.
Osmanlı da tamir ve bakımını aksatmaz, Paşa Çardağı ilave eder mekâna (1531).
VAKIF MEDENİYETİ
Eshab-ı kehf külliyesi hem önemli bir ziyaretgâh olur hem de ilim ehline kucak açar. Deyin ki üniversite, tıpta ve astronomide öne çıkar.
Yüzlerce talebe yedirilecek, içirilecek, üst baş verilecek, harçlık dağıtılacak. Kolay değil. İşte taaa Zamantı ırmağına kadar (Kayseri) uzanan arazilerin geliri vakfa akar.
Medresenin taç kapısı güzel ötesidir, mimarimiz daha da oturacak, Divriği Ulucami’de taçlanacaktır daha sonra.
Eshab-ı kehf külliyesi 2015 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesine alınır.
Demek ki ecnebiler de hayran ona.
ÇİÇEK KOKUYOR
Mâlum Afşin ve Elbistan Kömür ve Bakır madenleri ile tanınıyor. Termoelektrik santraller gece gündüz çalışıyor.
Civarı meyvelik sebzelik, ırmaklar derin ve serin, gel de alabalık tesisin olmasın senin. Bir zamanlar tahıl ve şeker pancarı ile meşgul oluyorlarmış, son yıllarda insanlar toprağına küsmüş, tarlalar boş kalmış.
Afşin Belediye Başkanı Mehmet Fatih Güven ekilmeyen toprakları lavanta ve gül ile değerlendirmeyi planlamış, kolları sıvamış. Başkan köylü göçmesin diye 235 bin dönüm atıl araziyi değerlendirmeye çalışmış. Önce Afyon, Burdur, Denizli, Isparta ve Antalya’yı dolaşmış, aromatik yağ çıkaran müteşebbislerin tavsiyelerini almış. Halkı gül ve lavanta ekmeleri hususunda teşvik etmiş, “siz rahat olun alıcı biziz” demiş, cesaret aşılamış.
YÜZÜMÜZÜ ‘GÜL’DÜRDÜ
Meğer Afşin Ovası’nın rakımı toprağı rüzgârı tıbbi aromatik bitkiler için biçilmiş kaftanmış. Isparta’da 4 ton yapraktan bir kilo gül yağı çıkarken onlar 3,5 tondan almış.
Kendileri sıkmış, kendileri paketlemişler. Geçen sene gül yağını 2 bin avrodan vermişler, lavanta yağı 550 liradan kapışılmış. Yaprakları damıttınız mı kalan sıvı bildiğiniz gül ve lavanta suyuymuş. Tatlılara katılır, cildi ipek gibi yaparmış.
15 kök lavantayla başlamış, 8 yıl sonra 660 bin fide ve 380 dekarlık alan ile Türkiye’nin en büyük lavanta tarlasına ulaşmışlar. Sağda soldaki, kırık dökük araziler de ala mora boyanmış. Başkanı dinleyenler, arpa buğdaydan 8 kat fazla para kazanmış. Bu beklenmedik bir meblağmış, yerlerine yurtlarına muhabbetleri artmış.
LAVANTA AVANTA
Mehmet Fatih Başkan “imbik tesislerini kendi gücümüzle kurduk” diyor ve ekliyor: “Çıkardığımız yağları şişeleyip Efsus markası ile arz ettik piyasaya. Bizde israf yasak. Soğutma suyunu bile defalarca kullanıyor, heba etmiyoruz asla.
Peki bu kadar çiçek olan yere arı salınır mı? Salınmaz mı? Ballarımız hoş kokulu oldu, kilosuna bin lira istedik, kapanın elinde kaldı. Kazancı vatandaşa dağıttık, yeni bir gelir kapısı aralandı.
Geçtiğimiz yıl kurduğumuz ‘Arı Dünyası Müzesi’ Türkiye’de ilk ve tek, beklediğimizin de üstünde ilgi topladı.
ÜMİDİMİZ ARTTI
Peki turizm ile kalkınabilir miyiz? Neden olmasın? Eshab-ı kehf külliyesi gibi bir şansımız var. Lâkin ziyareti biten ayrılıp gidiyor. Şimdi onları şehirde konaklatmanın, oyalamanın yollarını arıyoruz. Köklü ve güçlü mutfağımız bir fırsat. Mesire yerlerimiz görülmeye değer, sonra her biri fotoğrafa gelen ve hikâyesi olan 16 mağaramız var. Mesela Mağaraözü’nde, dağın içinden çıkan akarsu öyle böyle değil, güç katıyor Hurman Çayına. Romalılardan kalma su yolları hâlâ ayakta.
Bisiklet parkurları, atlı turlar ve balon gezileri bizim için zor değil. Yaparız biiznillah, ümitliyiz bu hususta
.
Biz onu dizilerle tanımıştık! İyi ki para etmemiş zamanında: Kuzguncuk...
9 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Kuzguncuk’un adı namlı mimliye çıkar, pek itibar olunmaz. Bu yüzden kendisi gibi kalır, betonlaşmaz.
Şirket-i Hayriye’nin efsane müdürü Hüseyin Haki vazifeye gelince önce çift defter tutturur, muhasebeyi rayına oturtur. İskelelere bekleme salonları yaptırır, duvarlara şikayet kutuları astırır. Dünyanın ilk arabalı vapurunu (Türk dizaynı Suhulet) sefere sokar. Gemilerin saatlerinde kalkmaları ve zamanında varmaları hususunda çaba harcar.
Ancak bütün gayretine rağmen Boğaz seferlerini oturtamaz. O gün geç yanaşan kaptanı çeker kenara: “Nerede sıkıntı? Neden bu tehir, nedir bu aksama?”
Kaptan “Efendim” der, “Çengelköy’ün zerzavatı, Beylerbeyi’nin teşrifatı, Kuzguncuk’un haşeratı oldukça seferler düzen tutmaz!”
Şöyle: Çengelköy bostanları ile ünlüdür malum, yolcu sepetler, küfeler dolusu hıyar, incir, marul taşımak ister yanında. İndir bindir zaman alır, halat bi’ türlü toplanamaz. Beylerbeyi’nde ise İstanbul efendileri mukimdir, birbirlerine yol verir, iltifat ederler dakikalarca. “Zatıalileriniz buyursunlar” “Mümkün mü mirim önünüze geçemem asla!”, “İstirham ediyorum ama; âlâ yemin, lütfen sağdan…”
Kuzguncuk yolcusu ise tez canlıdır, kapılara hücum eder, iskelede sıkışırlar. Bağrış çağrış, itişme kakışma. Ne biner, ne bindirir, haşerat derler onlara.
Hâlbuki zikrolunan semt beylerin oturduğu Beylerbeyi ile paşalara mekân olan Paşalimanı arasındadır. İki yanı muhit-i mutena.
GELELİM EŞRAFA
Safer 880 (Haziran 1475) tarihli Arapça vakfiyeden öğrendiğimize göre; Fatih devri sanatkârlarından Baba Nakkaş (Muhammed ibni Şeyh Bayezidü’ş-şehir) Kuzguncukludur. Oğlu Derviş Mehmet, Kanuni devrinde defterdarlık yapar. Torunlarından Şeyh Mustafa da dedesi gibi nakkaş olup “eski saray kapısı üzerinde o sihr-asar münakkaş saçağı ve Saray-ı Cedid’de Divanhane-i Bayezid Han’ın kubbelerini tezyin eder” itinayla.
Semtin önemli isimlerinden biri de korusunu ve yalısını kullandığımız Fethi Ahmed Paşa’dır. Rikâpdar Hafız Ahmed Ağa’nın oğludur.
Rikâpdar lügatte üzengi tutan şeklinde geçse de, bunlar padişahın seçme askerleridir, seferde yanında dururlar.
Fethi Ahmed, Eyüp’te Abdullah Paşa Yalısı’nda doğar. II. Mahmud döneminde saraya alınır. Asâkir-i Mansure-i Muhammediye’ye katılır.
Enderun Ağaları Bölüğünde kıtaya çıkar. 1828 Osmanlı-Rus Harbi’nde yararlık gösterince miralay (albay) yapılır. Sonra padişah yaveri, mirliva (paşa), derken ferik (tümgeneral yahut korgeneral) olur. Viyana’ya elçi yollanır, bilahare Aydın Valiliğine, Paris Elçiliğine tayin edilir. İstanbul’a dönüşünde Meclis-i Vâlâ azalığına seçilir.
HANEDAN DAMADI
Gözde bir devlet adamıdır, nitekim Abdülmecid Han’ın kız kardeşi Atiye Sultan’la (1824-1850) evlendirilir.
Hayır hasenat sahibidir, babasından yadigâr ahşap mescidi kâgir olarak inşa ettirir (Karacaahmed Camii).
Paşamız Arapça, Farsça, Rusça, Almanca ve Fransızca bilir. Fransız edibi Lamartine, Fethi Ahmed Bey’in bilgisine, görgüsüne ve zarafetine hayran kalır.
Bu arada ticaret nazırlığı (bakanlığı), Meclis-i Vâlâ reisliği, seraskerlik yapar. İkinci defa Tophane müşiri iken emrihak vaki olur, Divanyolu’nda Sultan II. Mahmud Türbesi haziresine defnedilir. Hasılı doğma, büyüme ve ölme İstanbulludur (1801-1858).
İLK MÜZE İLK KAZI
Fethi Ahmed Paşa Türk müzeciliğinin kurucusu sayılır.
Osmanlılar Topkapı Sarayı surları içinde kalan Aya İrini Kilisesi’ni, iç cebehane (cephane) gibi kullanırlar. Tahta geçen padişahlar mutlaka buraya uğrar, dedelerinin kılıçlarını bellerine takarlar. Eski yayların, zırhların, tolgaların hatırası vardır, cebeciler korur kollar, bakımlarını yapar. Adı geçen mekân Darü’l-Esliha (silah evi) diye adlandırılır bir zaman sonra (1839).
Bir ara Abdülmecid Han Yalova’da rastladığı Roma kalıntılarına sahip çıkar. Fethi Ahmet Paşa bu eserlerin tasnifini yapar, envanterini çıkarır, götürür İstanbul’a. Bu ve benzeri parçalan, “āsār-ı atika” (eski eserler) ve “āsār-ı esliha” (eski silahlar) diye ikiye ayırır. Aya İrini’de ayrı ayrı galerilerde ziyarete açtırır. Eldeki kıyafetleri Avrupa’dan getirttiği alçı mankenlere giydirir kuşatır. Tophane müşirliğinden izin alanlar, müzeyi gezip dolaşır rahatça.
Bu arada valilere bir emirname yollar. “Eski eserlerin sâye-i şevket-vâye-i cenâb-ı şehriyârîde tanzim kılınan müzeye va’zolunmak üzere bir tarafına halel getirilmeden nakli sağlansın!”
Bilhassa Aydın, Kudüs, Halep ve Samsat’tan hayli eser yollanır.
Bu arada Fethi Ahmed Paşa İstanbul Atmeydanı’nda ilk arkeolojik kazıyı başlatır.
KORUSU KALDI YADİGÂR
Paşa ünlü yalısını “İsmet Bey”den satın alır. Ölümünden sonra damadı (Said Paşa’nın torunu) Avukat Şevket Mocan’a kalır.
Şevket Bey masraftan kaçmaz, yalıyı onartır (1948), pembeye boyatır. Koruda çam, çınar, köknar, defne, akçakesme, sakız ağacı, erguvan ve gümüşi ıhlamur ağaçları vardır. Bir maki türü olan kermes meşeleri yerini sever, 18 metreye ulaşır. Yer yer atkestaneleri, saplı meşe, akdut, Trabzon hurması, akasya, dişbudak, porsuk, kartopu, kızılcık, Japon taflanı ve kadife çamları yayılır. Tepenin sırtında sedir, kızılçam, fıstık çamları yer alır, asırlık sakız ağaçları âdeta tarihî vesikadır.
Şevket Bey bilahare kendi hissesini “betonlaştırılmaması şartıyla” İstanbul Belediyesine bırakır (1958).
Gelgelelim Fethi Paşa Korusu 1980’lere kadar metruk kalır, yolları çalılar sarar, duvarlar sarmaşıkla kaplanır. Rahmetli Özal devrinde sil baştan tanzim edilir, koşu parkurları, seyir terasları, lokanta, çayhane, basketbol ve voleybol sahaları yapılır ve halka açılır.
GİT DERDİNİ MARKO PAŞA’YA ...
Marko Paşa ise Sira adasında doğup büyüyen bir Rum çocuğudur, Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de okur, hekim olur. Onu mahir cerrahların yanına katar, seririyat- ı hariciyede (cerrahi kliniği) muallim muavini yaparlar. Osmanlı işi ehline verir, çalışanın önünü açar. Nitekim tarihimizde ilk defa bir hekim mirliva (paşa) rütbesi alır. Ardından Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne nazırlığına getirilir (1871) ve “Mecruhin (yaralı) ve Marda-yı Askeriyeye (askerî hastalara) İmdat ve Muavenet (yardım) Cemiyeti”nin kurulmasında rol oynar.
Adı böyle uzun kalmayacak, Hilal-i Ahmer (Kızılay) olacak, sivillerin de yardımına koşacaktır.
İşte bu yüzden “Git derdini anlat” derler, “Marko Paşa’ya.”
Paşa meşrutiyetin ilanından sonra Meclis-i Ayan azası da olacaktır.
Ünlü tabibin köşkünde “Hayat Bilgisi” dizisi çekilir. Ve hâlen “Kuzguncuk İlkokulu” olarak kullanılır.
BOĞAZ’IN İNCİLERİ
Kuzguncuk’ta Cemil Molla Köşkü’nün yanında II. Abdülhamid dönemi şeyhülislamlarından Üryanizade Ahmed Esad Efendi’nin yaptırdığı bir ahşap mescit var ki, biblo gibidir âdeta.
Altı kayıkhane, önü sundurma, hele o minare, bu kadar mı güzel olur ya?
Girersiniz ohhh. Yosunlu deniz esintisi karışmış reçine kokusuna.
Mihrap, minber çok sade, inanır mısınız o mütevazılık heybet katmış ona. Aslında ufak tefek bir bina.
Kuzguncuk mevki yerdedir ama nedense rağbet görmez, para etmez zamanında. Bu onun şansı olur bir bakıma. Müteahhitler dolanmaz, bostanlar yolunmaz, yalılar, konaklar gitmez araya.
1914’te nüfusu 4 bindir. Geliyoruz 1994’e yine o civarda.
BOSPHORUS (İNEK GEÇİDİ)
Bizans devrinde Rumeli’den getirilen sığırlar Beşiktaş’tan teknelere bindirilir, havalide indirilir karaya. Zaten bu yüzden Bosphorus (İnek Geçidi) denir Boğaz’a.
Rumlar II. Iustinos’un yaptırdığı çatısı yaldızlı kiliseden ötürü Hrisokeramos (altın kiremit) derler kendi aralarında.
Evliya Çelebi ise ismini II. Mehmed zamanında mahalle yerleşen “Kuzgun Baba” adlı veliden aldığını yazar.
Bu kuytu semt, Perihan Abla ve Ekmek Teknesi ile ekrana çıkar. Son yıllarda “görünbenicilerin” resim video paylaşma merakı ile yıldızı parlar ki, artık aşk olsun tutana.
Tatil günleri nostalji sevenler akın akın akar, İcadiye Caddesi’ne yığılırlar. Kafe, pastane, lokanta, dondurmacı, kurabiyeci olan meskenler lebalep dolar. Kaldırımda iskemle bulan kendini şanslı sayar
.
Hieeyyyt! Var mı bana yan bakan?
16 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Ana yurtta efelik zordur, çünkü Bamsı Beyrekler, Deli Dumrul’dan korkmaz. Yiğidin yiğidenin harman olduğu yerdir, çarparsın bir Banu Çiçek’e fiyakanı bozar.
Kayı boyunda herkes mücahiddir, Söğüt’te kırk çadır birdir beraberdir, onca tekfurun hakkından gelir, koca Bizans’ı sıkıştırırlar.
Müslüman mahallesinin ağası, beyi efendidir, sövüp saymaz, hareket yapmaz, zayıfı, güçsüzü kollar, mahallenin kızına bacısı gibi sahip çıkar. Ortalıkta dolaşan zevzeklere “birader birine mi baktın” diye sorar. Genelde hoşsohbet ve nüktedandırlar, mihmanı sever, yer yedirir, elini cebine attırmazlar.
Azınlık muhitlerinde vukuat fazladır çünkü alkol kullanırlar, müskirat şişede durduğu gibi durmaz. Haramiler meyhaneye çöker yer içer mangır bırakmadan çıkarlar. Bazıları ot çeker, kafa yapar, kadına kıza sarkar.
İt, kopuk takımı gece dökülür sokağa, Kâğıthane mesiresinden vakitli kalkamayan, komşu muhabbetine dalıp karanlığa kalan, köşeleri açıktan döner, pusuya düşmemeye bakar.
KIRATIN HUYUNDAN
Üzüm üzüme baka baka derler. Zamanla bizimkilerin de ayarı kaçar. Kabadayılarımız küçük beyler, palavracılar, yumrukçular, bıçakçılar, hacamatçılar, kıyakçılar, yedibelalar, dayak hastaları, çamurlar diye ayrılır kendi aralarında.
Fiyakacılar Şehzadebaşı, Topkapı, Tophane cihetine takılır, mahalle kahvelerine dalar, hır çıkarırlar. Bazen üçü beşi birleşir, mekân sahibinden avanta alırlar. Piştov ve saldırmalarını göstere göstere dolaşır, kollarını kartal görmüş karga gibi iki yana açarlar.
Kıyakçılar ise psikopata bağlar sudan sebeplerle kama çeker, can yakar.
Hacamatçılar haraç alamadığını kuytuda sıkıştırır, ucu telle bağlanmış usturayla inceden çizer, kana boyar.
Palavracılar “var mı bana yan bakan” narasıyla sokakları inletseler de fosturlar. Kolluk kuvvetlerinden korkar, bulaştığı şahıs dişli çıkarsa geri basar, abimsin der iltifata başlar.
Diyelim iki kabadayı anlaşamadı, emanetler belden çıkacak, kurşun yağacak. Kıdemliler tarafları dinler bi karara varırlar. Buna racon denir, uymayanı morartırlar.
Yok seninkiler hâlâ laga luga. O zaman ikisini de salarlar meydana, ellerine birer bıçak tutuştururlar, artık kim kimi oyarsa.
Bi taşla iki kuş. Biri mezara, öbürü mapusa.
KADİFEDEN KESESİ
Kabadayılar umumiyetle ibrişim püsküllü sıfır numara, kara kalıplı fes takar, şakuli cihette bir bıyık bükümü sola yatırır, kaşlarına dayarlar.
İçlerine beyaz mintan giyer düğmeleri açık bırakırlar. Üstüne elde işlemeli fermene ya da kılaptanlı camedan kuşanırlar. Yelekleri kısadır, karınlarına Trablus kuşağı sarar, ceketi omuzlarına atarlar. Beli baseni dar, paçaları tavuk kovalayan, yarım Fransız pantol giyer, yumurta topuklu, iskarpinlerin arkasına basarlar. Ökçelerine demir çaktırır, kaldırımda tıkırdatırlar.
Vatan millet dendi mi hazırdırlar, gemileri yakarlar. Misal Sarraf Niyazi işgal yıllarında şirazeden çıkan Büyükada’ya komser olur, alayını hizaya sokar. Yeniköy sahilinde halka hareket yapan Fransız askerlerini sille tokat denize atar.
Ecnebi subay şiir gibi dövüşüp bir manga adamını hırpalayan delikanlıya hayran kalır, masasına çağırır. Gitmez o başka.
Arap Abdullah, Arif Bey, Dilaver, Kavanoz Mehmed, Kadırgalı Kör Emin, Topal Tevfik namlı mimlidir halk arasında.
Recep Kaptan (Emice) yelkenlisi ile Zonguldak’tan kömür çeker. Cep delik, cepken delik fukaraya yedire yedire adı “İpsiz”e çıkar. Bakar Kandıra civarı Rum çetelerinden soruluyor, “n’oluyor orada” der, el koyar duruma.
KURT KOCAYINCA
İmparatorluğun son yıllarında azınlıklara gaz veren çok olur, ipini koparan meydana.
Mesela Solak Ligor eski terzidir, sağ kolunu kavgada kaybetse de hızlıdır hâlâ. Bıçağını çeker ve çakar, Balat’ta bir Yahudi bitirimi bitirip ün yapar. Sefihtir hayat kadınlarıyla yaşar.
Odesalı Kosti, Cadde-i Kebir’deki mekânları haraca bağlar. Kucak kucak fistan kumaş getirir metresi Mari’nin önüne yığar. Sol kolunda haçlı dövmesi taşır, kimliğini saklamaz.
Şık Manol bileğine güçlü bir yarmadır, acımasızdır. Fötr şapka ve papyonla dolanır, onu bunu tokatlar. Setre ile dövüşmek iyi bir fikir değil, demek ki yancıları var etrafında.
Ardaş ise Üsküdar’da Manav Ali’yi öldürür, mıntıkaya el koyar. Bıçaklı düellolarda yıkılmaz, parmakları doğransa da hasmını mıhlar.
Hiristo Anastadiyadis umumhane patroniçesinin oğludur, anasının tezgâhına düşen sarhoşların paralarını çalar, ağabeyi Koço ile tramvaylarda kapkaç yapar. Bilahare çete kuracak karmanyolacılığa başlayacaktırlar.
SULAR BULANINCA
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Sultanın selahiyeti azalır. Siyasete yön verenler arasında gerginlik çıkar. Bulanık suda avlananlara gün doğar.
İttihat Terakki ile işler iyice karışır, emirler sümen altına, dosyalar rafa.
Engelle, örsele, selâm çak teşkilata.
Manastıra yollanan Arnavut Şemsi Paşa, üniformalı katil Mülazım Atıf tarafından şehit edilir hoyratça. (Bilahare “Kamçıl” soyadını alacak, iki dönem mebus yapılacaktır tek parti yıllarında.)
Selanik Merkez Komutanı Nazım Bey de uğradığı saldırıda yaralanır. Ancak Alay Müftüsü Mustafa Efendi inna lillah...
Yetmez Erkan-ı Harbiye Mirlivası Osman Hidayet Paşa’yı askerin önünde vururlar. Debre Valisi Hüsnü Bey de şehid edilir, işin çivisi çıkar.
Ekmek yedikleri kaba tükürür, komutanlarına saldırırlar acımasızca.
Yakup Cemil tetikçinin tekidir, Enver’le birlikte Babıali’yi basar, Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa’nın (Genel Kurmay Başkanı) beynine sıkar.
Düşünün bunlar devletin yedirdiği, içirdiği, giydirdiği, kuşattığı, barındırdığı, okuttuğu, apolet taktığı, makam verdiği, maaş dağıttığı subaylar...
Aman, politika girmesin kışlaya!
HARAMİLER HARAMDA
Cumhuriyetin ilk yıllarında palazlanan Abdullah Palaz (1923) dört defa idam yer ama asılmaz. Yedi hemşehrisi ile koğuşa ağa olur, dükâlığını kurar. Gardiyanlardan her istediğini temin eder, bıçaksa bıçak, tabancaysa tabanca. Mahpushanede bey gibi yaşar, dışarı çıktığında şebeke hazırdır, icraata devam.
Kanunsuzlar pislik peşinde koşar, kadın kaldırır, fuhuş yaptırır, adam kaçırır, müskirat ve uyuşturucu satar, kumar oynatır, rüşvete bulaşır, ihaleye fesat karıştırırlar.
Bazıları da devlet arazilerine çöker, ne kadar kazık o kadar arsa. Babasının malı gibi satar ona buna. “Sen git evini yap aslanım, bir şey diyen olursa yolla gelsin bana!”
Haddine mi gelsin. Sokarsın memurun ağzına namluyu, uğramazlar bir daha.
İşin içine sol örgütler de girer, Boğaza bakan yamaçlara çöker, polise saldırırlar taşla molotofla. Çok bilmişler de oturup laf ezer gecekondu hususunda.
Namuslu vatandaş enayi yerine konur, seçim sath-ı mailinde tapular dağıtılacak, yaptıkları kâr kalacaktır yanlarına.
Enflasyonun diz boyu olduğu yıllarda borcunu sallayan havadan para kazanır. Devlet alacaklının hakkını koruyamaz, iş çek senet mafyasına havale edilir, tahsilatçı yarısına el koyar. Ama efendim batakçıyı fena hırpalamışmışlar...
Tamam da para gitti ne anladık ondan?
İhale, teşvik, makam mansıb kovalayan uyanıklar siyasilerle düşer kalkar, emmisi sağa yaslanır, dayısı sola. Hiç farketmez, hangisi kazanırsa.
Bunun fazilet neresindeyse?
Ya ya ya, şa şa şa!
.
Halep'te vur, Kiev'de dur Adaletin bu mu dünya?
18 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
30-40 yıl insan için ciddi bir süredir ama devletler için kaale alınmaz. Bizim nesil yarım ömür içinde şaşırtıcı şeyler yaşar, taşlar yerinden oynar.
Mesela SSCB kapalı bir rejimdir, herkes çekinir. Çekoslovakya ve Macaristan’a tanklarla girmiş, Mısır (Nasır), Libya (Kaddafi) ve Suriye’yi (Esed) darbelerle ele geçirmiştir.
Sofya ve Bükreş’i kirli işlerde kullanır. Kaçakçılık, uyuşturucu, kara para aklama. Doğu Almanya ve Polonya hazır kıta. NATO ülkelerinde bile (İtalya, Fransa, İspanya, Yunanistan, Almanya) adamları vardır, silahlı örgütler kurar.

Batılı liderler Gorbaçov’a her dediklerini yaptırır, istedikleri şekle sokarlar. Ama ekonomik yardımda bulunmaz güç durumda bırakırlar.
Güney Amerika’da yer yer iktidara oynar, Afrika operasyonlarına Küba’yı yollar.
O günlerde İran, Amerikan pazarıdır. Washington, Tahran’a F 25 gibi stratejik aletler verir, bize ise uçan tabutları (F 100 ve F 104) yollar.
Derken Şah düşer, Asya’da bir alan daha açılır Rus’lara.
AFGAN TOKADI
Moskova’nın Pekin üzerinde de tesiri vardır, bir buçuk milyar nüfus önemlidir zira. Ama yetmez. Pakistan’a Hindistan’a da girmeli, bir 1.5 milyarı daha takmalıdır ardına.
Önce kolay bir ülkeyi işgal etmelidir. Afganistan gibi mesela. Afgan subayları Rusya’da eğitilmiştir, yerli komünistler (Amin, Karmal, Necip) emre hazırdırlar.
Ancak Kızıl Ordu Panşir vadisinde sıkışır, üç beş yalın ayaklı mücahid karşısında çaresiz kalır. Rahmetli Ahmet Şah Mesut ve Tacikler çanlarına ot tıkar.
Meğer Kızıl ordu büyük değil, sadece kalabalıkmış. Dolardan haber ver sen. Subaylar altındaki tankı bile satar. Bir anda işler tersine döner, Afganlar Sovyet topraklarında eylem koymaya başlar.
Gorbaçov çöküşü hisseder ve çekilme kararı alır cesurca.
Bu Sovyetler tarihinde bir ilktir, partide hoş karşılanmaz.
14 bin 751 cesetleri vardır, sakat, hasta ve yaralı sayısı 470 bin civarında (Afgan Komünistleri hariç). 400 helikopter, 118 uçak, 147 tank, 443 top, 1314’ü zırhlı, 11 369 muhtelif vasıta, 510 mobil sistem hurda (AA).
Maddi karşılığı 50 milyar dolardır, deli para. Devam etseler bir o kadar daha gidecek, domino tesiri ile kaleleri yıkılacaktır başlarına.
ÇİVİSİ ÇIKINCA
Bırakın peykleri Rus halkı huzursuzdur, para habire savaş makinelerine akar. Kozmonotlar fezada dolaşmış ne fayda, vatandaşın karnı açtır bir defa. Alkolizm ur gibi sarmıştır, henüz sakız çiğnememiş, çorap giymemiş, şampuanla yıkanmamıştırlar.
Devlet mağazalarında raflar boştur, ruble bir işe yaramaz. Serbest piyasa, resmi kuru yediye katlar.
Evet ellerinde zavodlar (fabrikalar), kolhozlar vardır ama mallar çalınır, tarlalar yakılır, para partiliye akar. Devlet dairelerinde rüşvetsiz iş yürümez, bürokrasi her işe çelme takar.
Gençler hamburger ve kola peşindedir, tatil yapmak, marka giymek isterler. Babaları gibi rejimden korkmazlar.
Rus malları ilkel ve kaba. Eğitim ve sağlık can çekişir, sosyal meskenler sureta durur ayakta.
Azınlıklar darbelidir, devlet terörünü unutamamışlardır daha. Bunun kaçarı yoktur hesaplaşacaktırlar mutlaka!
Başkan Stalin “bir insanın ölümü trajedidir” der, “bir milyon insanınki ise istatistike girer.”
Artık Moskofun kahrını çekmeyeceklerdir, ayrılmak isterler. Nitekim Polonya’da muhalif işçi (Walesa) önce sendikayı sallar, sonra yürür iktidara.
PERESTROİKA
Gorbaçov çözümü iki tılsımlı kelimede arar “glasnost” (açıklık) ve “perestroika” (yeniden yapılanma).
Silahlanmaya karşıdır, nükleer başlıklı füzelerin azaltılması hususunda üstüne düşeni yapar.
30 yıl aradan sonra Çin’e gider, kül döker buzlara.
İki Almanya yakınlaşırken, duvar yıkılırken seyrine bakar (1989). Halbuki önleyecek gücü vardır. Hayır dese tek çakıl koparamazlar. Honecker’e havale etse yeter artar.
Bu tavrı ona Nobel (Aralık 1990) kazandırır. Batılılar ayakta alkışlar, yere göğe sığdıramazlar.
NE NOBELMİŞ AMA
İyi de henüz birkaç ay evvel (Ocak 1990) tanklarla Azadlık Meydanına girmiş, zemini kana boyamıştır. Dile kolay 143 şehid vardır ortada.
366. Motorize alayı ile Ermenileri destekler, Karadağ’ın işgalini sağlar. Rus birlikteri Şusa’da, Hocalı’da açıkça katliam yapar.
Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın ayrılacağı akıllarına bile gelmez ama bayraklar sandıktan çıkar bir anda.
Gorbaçov Ukrayna’ya güle oynaya hürriyet bağışlar, Moldova ve Belarus’un önünde durmaz.
Estonya, Letonya, Litvanya da ayrılır, Baltık’ta yalnız kalırlar.
Kafkasya’da Gürcüler ve Ermeniler bağımsız olabilir, Çeçen, Çerkez, Dağıstanlı asla.
SSCB kağıttan kaplandır, gücü Müslümanlara yeter anca.

Gorbaçov Alman’a başka, Türklere başka davranır. Batı’nın da istediği budur zaten, ödülller verilir ayakta alkışlanır.
TASFİYE Mİ TESFİYE Mİ?
Ruslar Aral gibi bir gölü kurutur, bütün nükleer denemeleri Türk yurdunda yaparlar. Kanser ve garip doğumlar soydaşı tutar.
Çernobil felaketi bağıra bağıra gelir, çalışanlar kurşun plakaları çaldıkları için tedbir alınamaz. Sistem çürümüştür, yama tutmaz.
Eğer bir yerde baskı sürüyorsa kesin örtülmek istenen bir kazurat vardır ortada. Diktatörler sifonu çekmeyesiniz diye karşınıza çıkar.
Sovyetler ama öyle ama böyle yıkılacaktır. Kendi halkı bile memnun değildir, sele dayanamaz bu saatten sonra.
Brejnev, Andropov ve Çernenko yaşlı liderlerdir, kollarına giren olmasa yürüyemez, kürsüye çıkamazlar. Ama Stalinleşebilirler pekâlâ.
Garbaçov Devrimden (Ekim 1917) sonra doğan ilk liderdir. Gençtir (54), gezer dolaşır, bazı şeyleri görür, çareler arar ve nispeten serbestlik tanır basına.
DUDAYEV OLMASA...
Ve Ağustos 91.
Beklenen darbe patlar. İhtilalcilerin başında yoldaşı Gennadi Yanayev vardır. O gün onu koruyanlardan biri de General Cevher Dudayev’dir, ihtilalcileri dağıtır cesurca.
Gorbaçov hırslı değildir, kadro yapmaz, istihbaratı muhaliflerğın peaşine takmaz. Çok kolay pes eder “herkese iyi şanslar” diler, koltuktan kalkar. Yeltsin’in önünü açar.
O gidince “birlik anlaşmasına” atılan imzaların hükmü kalmaz, dağılma başlar.
Yeltsin’le birlikte yağmacılara gün doğar. Devlet tesisleri üç kuruşa gider, kapan kapana.
REKLAM YILDIZI
Peki Garboçov satın alınacak bir tip midir?
Sanmam, açın bir SSCB haritasına bakın. Öyle bir gücün üstünde oturur ki vazgeçirecek bedel daha büyük olmalıdır. Mümkünü mü var?
Kaldı ki kızını partililer için açılan hususi kolejlere değil mahalli okula yollar. Votka ve sigara kullanmaz, partide yaygın olmasına rağmen kadınlarla düşüp kalkmaz.
Evet özelleştirmeden yanadır. Bu ülkenin de esnafı, tüccarı olmalıdır.
Ama Louis Vuitton çantayla Pizza Hut reklamında oynaması yakışık almaz.
Karısı Raisa tavizsiz bir Marksist’tir, Üniversitede Leninizm dersleri verir, bilmem karşı çıkar mıydı hayatta olsa?
Dağılımın ardından hem Rusların, hem de kopan milletlerin gelir seviyesi artar, çocuk ölümleri ve intihar oranları azalır. İyi yemeye, iyi giyinmeye, iyi arabalara binmeye başlarlar.
Artık Rus kadınları bit pazarında ıvır zıvır satmaz.
Böyle böyle eriyip gidecek ideoloji silinecektir zamanla.
Ama Putin hesapta yoktur. Rusyayı tekrar toplar, devleti yağmalayanlardan hesap sorar.
Tehlikeli bir tiptir, Suriye’de döktüğü kan boyunu aşar.
Bilhassa kadın ve çocuk öldürtür, camileri, düğün evlerini, pazar yerlerini ve hastaneleri vurur inatla.
6 milyon nüfuslu Halep’i yerle bir eder, emzikteki bebelere bile acımaz.
İran’ın da vebali var burada.
Ölen Müslüman olunca Batı hiiç ilgilenmez, kınama lütfunda bile bulunmaz.
Ama Ukraynalıya dokununca...
AKLI FİKRİ BATI'DA
Gorbi, 1931 Stavropol doğumludur, 1952’de Partiye (SBKP) yazılır. 1971’de SBKP Merkez Komite üyesi yapılır, 1978’de sekretaryaya alınır. 1979’da politbüroya girer, Çernenko ölünce Parti Sekreterliğini bulur kucağında.
Ekim 1988 devlet başkanıdır, oturur koltuğa!
İktidara gelince Batı’ya yaklaşır, Reagan ile Cenevre ve Reykjavik’te buluşur, anlaşmalar imzalar. Almanya ve Finlandiya’yı ziyaret eder. İngilterede bir hafta kalır hatta. Demir Leydi “Gorbaçov’u sevdim” der, “anlaşabiliriz onunla!”
Sosyalist Devrimin 70. yıl dönümünde, tabulara dokunur, Stalin ve Troçki’ye fena sallar.
George Bush ile Malta açıklarında bir araya gelir, Helsinki’de ise mali destek ister açıkça. Sayesinde McDonalds’lar açılır Rusya’da.
BEN VAR YA ESKİDEN...
İktidarı bıraktıktan sonra gazete çıkarır, kurduğu SDP ile seçimlere girer, yüzde yarım bile alamaz.
Geçimini röportajlarla sağlar, “ücreti mukabilinde” görüşlerinize katılır.
Türkiye’den gelenleri M.Kemal resimleri ile karşılar mesela.
Hem Ateist olduğunu söyler hem de kipa ile poz verir ağlama duvarında. Mescid-i Aksa on adım ötededir, dönüp de bakmaz, ilgi duymaz. Halbuki SSCB içinde milyonlarca Müslüman yaşar.
1995’te Türkiye’ye gelir. ODTÜ’de slogan atan kızıllara şaşar, “Aa sizde komünist mi var hâlâ?”
Cenazesi ne trafiği aksatır, ne de ağlak hatipler “o ölmedi kalbimizde yaşıyor” diye yırtınırlar.
Putin için lüzumsuz bir tiptir, katılma gereği bile duymaz
.
Yollarda yorulma, uzaklarda arama... Güzellik yanı başımızda
23 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
İstanbul’un en yüksek tepesi 537 metre ile Aydos’tur, onu 442 metre ile Alemdağ takip eder ve 438 metre ile Kayışdağı.
Çamlıca 268 m ile küçük kalsa da yeri harika. Bir yanda Boğaz, bir yanda Marmara… Açın kollarınızı şööle bi dönün, Beylerbeyi, Üsküdar, Kadıköy ayaklarınızın altında. Karacaahmet’in nefti denizi, mavi denizle buluşur Haydarpaşa’da.
Sana dün bir tepeden...
Aziz İstanbul’a tepelerden bakın ama tepeden bakmayın asla, girin içine karışın kalabalığa.
Çamlıca akşamları keyiflidir, güneş minarelerin ardında batar, ufku kızıla boyar. Ezanları müteakip çıkarsınız aaa serinlik çökmüş havaya. Hırkanıza bürünürsünüz, Sarayburnu’nda kandiller kıpırdar, gökte yıldızlar. Çam, çim, çiçek, denizden esen yosun kokulu rüzgâr.
Belki de bu yüzden mesirecilerin gözdesi olur tarih boyunca.
Bir zamanlar “Bulgurlu Dağı” diye anılır, yol fukarasıdır. Üsküdar’dan ya at ya da öküz arabası kiralanır, tıngır mıngır çıkılır doruğa.
İlk binaları 17 yy’da görüyoruz. “Bağ-ı Cihan Çamlıca!” Ahşap bir kasırdır, IV Murat Han da gelir, kalır. Nadiren tabii, kırk yılın başında.
Avcı lakaplı IV. Mehmed dağ bayır dolaşmayı sever, tepedeki pınarı toplatır (Çamlıca Suyu) çeşmelerden akıtır hayrına (l660)
Tomruk, Küçük Çamlıca, Kısıklı, Tantavi, Demirci, Koru, Şekerkaya, Müftü, Hanımnine menba suları da tatlıdır. İçilen içilir, taşınan taşınır, bakiyesi salınır bostanlara.
18. yy’dan itibaren civar rağbet bulsa da şehre uzaktır hâlâ, bağdan bahçeden hoşlanıyorsanız o başka.
HÜNKÂR KASRI
III. Selim zamanında birer ikişer köşkler, konaklar yükselmeye başlar.
II. Mahmud, Sarıkaya mevkiinde bir hünkâr kasrı (Sürur-âbâd) yaptırır (1821), ablası Esma Sultan’a bağışlar. Kendisi de ömrünün son günlerini geçirecek, gözünü burada yumacaktır hayata.
19. YY’da Çamlıca Üsküdar arasında iskân başlar. (Bilhassa Tophanelioğlu Çeşmesi civarında.) Gümrükçü Osman Paşa bir konak yaptırır, Ragıp Bey fidan diker Koşuyolu tarafına. Dut, erik, kayısı, kiraz hepsinden biraz biraz. Ah o incirler, cevizler, baygın kokulu ıhlamurlar.
Servili Selim Paşa, Hekimbaşı Abdülhalık Molla, Viyana Sefiri Arif, Kardeşi Ziver Bey, Jön Türk muhalifi Remzi Paşa, Mekke Emîri Şerif Ali Haydar Paşa, Telgrafçı Lebip Bey, Adana Valisi Bahri Paşa, Seniha Sultan, Sarasker Rıza Paşa...
Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi de Çamlıcalı sayılır bu arada.
HAYIRLI ŞİRKET
Şirket-i Hayriye Üsküdar, Kuzguncuk ve Beylerbeyi’ne vapur seferleri açınca havaliye talep artar.
Abdülaziz Han döneminde iyice canlanır. Sultan, Valide Bağı Kasrını Adile Sultan’a sunar.
Devletlüler “Çamlıca Yolu” için çalışır, Bağlarbaşı Kısıklı arasında bir “Millet Parkı” açarlar (1870).
Arap atlarına merakı ile tanınan Suphi Paşa da Çamlıca’yı mekân tutar. Her gün bir küheylan seçer, havaliyi harmanlar. Oğlunun da (Sadrazam Sami Paşa) Küçükçamlıca yolunda konağı vardır ayrıca.
Reji Komiseri Nuri Bey de Çamlıca sevdalısıdır. İtina ile yaptırdığı köşkü Nazime Sultan’a satacak, ondan da Ord. Prof. Mazhar Osman alacaktır daha sonra.
Ahmed Celaleddin Paşa ise Kuyumcu Agop’un av köşkünü alır, ağız tadıyla oturamadan Mısır’a tayini çıkar. Erkânı Harp, zikrolunan binayı çürütmez, sanatoryum yapar.
NE BAHŞİŞMİŞ AMA?
Tek parti devrinde koruluk birilerine peşkeş çekilir, yetmez tapusu da verilir. Sahipleri içkili gazino açar, kalburüstü şahısları işrete alırlar.
Koruyu dikenli tellerle çevirir, vatandaşı yaklaştırmazlar.
Ellili yıllarda Belediye almak ister, güçlük çıkarırlar. Neden sonra kamulaştırılır ancak tarihî köşkler buharlaşmıştır nasıl olduysa?
Koru uzun yıllar metruk kalır. Rahmetli Özal devrinde silbaştan tezyin edilir, Ümraniye cihetine çamlar dikilir. Zemin Bolu’dan getirilen kalıp çimlerle yeşillendirilir ve açılır halka.
Tarihî Bağdat Caddesi kesafet kazanınca Ankara yolu, Üsküdar’dan başlayıp Fıstıkağacı, Bağlarbaşı, Kısıklı, Bulgurlu, üzerinden giden hatta kayar. Adı geçen semtler de kıymet kazanırlar. Hele Boğaziçi Köprüsü ve çevre yolları açılınca altınla tartarlar. “Beş dakkada Beşiktaş”, ne istersin daha?
ÇAMLICA YOLUNDA ÂŞIĞI KOLUNDA
Zamanın edip ve şairleri için Çamlıca iyi bir malzemedir. Nitekim Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası (1896) romanı mıntıkada geçer. Çamlıca’yı, servi ve meşe ağaçlarıyla, metruk mezarlığıyla, büyük sararmış kayalarıyla anlatır okuyucusuna.
Abdülhak Şinasi Hisar “Çamlıca’daki Eniştemiz” ile daha derinden bakar. Ona göre mevsimlerle suhunet kadar, renkler de değişir. Baharlar cıvıl cıvıl çiçeklidir, güz hüzün yüklenir, kehribar yapraklı kavaklarla alevlenir.
Sezai Bey’e göre ise “gece yıldızların çokluğundan gökyüzü papatya bahçesi gibidir.”
İÇİ BENİ, DIŞI SENİ
Günübirlik gidip gelene değişik gelebilir ama mukimler için Çamlıca kuşe-i uzlettir aslında.
Zaten son yıllarda halk Adalar’a Modalara akar, alafranga piknik yapar. Simitçiler, mısırcılar, helvacılar, oyuncakçılar gelmez olur, sükunet çöker dağımıza.
Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın, Şehzade Yusuf Izzeddin Efendi’nin, Hasan Fehmi Paşa’nın, Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın konakları yok olur gider, kim bilir şimdi hangi beton binanın altında?
Küçükçamlıca’da Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerinin çilehanesi ve çeşmesi haraptır, bir kısmı kaybolsa da Hoca Ali Rıza fırçasını konuşturur, geçirir tabloya. Bir nevi kayıt altına alır!
Yabancı seyyahlar Çamlıca’ya bayılır, şehri seyre dalar. Âdeta harita açar, Boğaz’ı, Marmara’yı, Haliç’i, Pera’yı yerlerine oturturlar.
HAYYE ALES SALÂH
Ve bu geziyi Çamlıca Camii şerifi ile taçlandırın mutlaka.
3 Mayıs 2019’da açılan Büyük Çamlıca Camii, 63 bin kişilik kapasitesi, 57 bin 500 metrekarelik ibadet alanı, kütüphanesi, konferans salonu, 8 sanat atölyesi, galerisi ve 3 bin 500 araçlık otoparkı ile muhteşem bir eser.
Caminin mimarı Hacı Mehmet Güner daha evvel Kahramanmaraş’ta Abdülhamid Han Camii Şerifine imza atmış, çok beğenilmiş.
Kubbe çapı İstanbul plakası gibi 34 metre, nasıl Süleymaniye Haliç’e bakıyorsa o da hâkim Boğaz’a.
Yüksekliği İstanbul’da yaşayan milletlerin sayısınca 72 metre, altı minaresi var, ikisi 90’ar metre, dördü 107,1 (Malazgirt) metre. 16 şerefe ise tarihteki Türk devletlerini işaret ediyor.
Yere serilen 17 bin metrekarelik halı hususi dokuma, mikrop barındırmıyor (antibakteriyel), kubbe itina ile tezyin edilmiş, seyrine doyum olmuyor.
Müzesinde mükemmel hat eserleri, Kâbe-i muazzama örtüleri, Mescid-i Haram kilitleri, Hacerü’l esved muhafazaları, sakal-ı şerifler, her devirden Mushaf-ı şerifler, çiniler, silahlar, kıyafetler, yazı takımları, halılar, seccadeler, rahleler...
Işık gösterileri, tarih dersleri, haritalar, daha neler neler.
En az birkaç saatinizi ayırın, pişman olursunuz yoksa.
İSTANBUL'UN KANDİLLERİ
Çamlıca’yı mekân tutan Veliyullahtan İlyas oğlu Selami Efendi Aydın’a bağlı Menteşe kazasında doğar. Tahsilini tamamladıktan sonra Kırkakçe Medresesinde müderrislik, İstanköy adasında müftülük yapar. Bilahare İstanbul’a gelir, Celvetî şeyhlerinden Zâkirzâde Abdullah Efendi’ye (Karacaahmet’te medfun) intisap eder. Seyrüsülûkünü tamamlayınca onu Bursa’ya yollarlar. Yaptırdığı dergâhla irşad faaliyetine hız katar. H.1090’da (1679) tekkenin meşihatını halifelerinden Niksarlı Şeyh Mehmed Efendi’ye bırakır, döner İstanbul’a.
Üsküdar’da Fıstıkağacı (Bülbülderesi Şücâbağı), Selâmsız (Selâmiye, Tekkekapısı, Toygartepe) ve Kısıklı tekkelerini açar. Hamam yaptırır ve ikisi Üsküdar’da, biri Kadıköy’de üç çeşmeyi bağışlar halka.
Ahir ömründe Kısıklı’daki tekkesine çekilir ve orada yürür rahmet-i Rahmana.
Selâmi Ali Hazretlerinin halifeleri Bosnalı Mehmed Fevzi Efendi, Fenâî Ali ve Fenâî Mustafa Efendi, Bilecikli Osman Efendi ve Niksarî Mehmed Efendi de ömür verirler ilim edep yolunda.
.
İçinden tren geçen yazı
30 Temmuz 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Mısırlılar piramitleri nasıl yaptı bilmiyoruz ancak granit blokları tunçtan raylar üzerinde sürüklediklerine dair izler var.
Evvel zamanlarda kağnıların tekerlek açıklığı birbirine uyar. Gide gele yolda iz bırakırlar, velev ki zemin kaya bile olsa.
Henüz vasıtalarda fren, dümen yoktur, tekeri (ya da kızağı) kanala oturtur, emniyetle yol alırlar bayırda.
Demir yolu fikri ise madencilerin kafasından çıkar. Galeriler dar ve basıktır, yük ağır ve dağınık. Sepetle çuvalla taşır, felaket yorulurlar.
Şu küfelere bi teker mi taksak?
Takarlar.
Ama zemin çakır çukur, itersin gitmez, çekersin gelmez, saplanır kalır çamura.
Uyanığın biri ağaç direkleri uç uca ekler, ortasını oyar. Antik yollardaki gibi tekeri yuvaya oturtur, tamam.
Ancak ahşap, aşınır, çatlar, kıymıklanır zamanla. Demir mi döşeseydik acaba?
Döşerler, işte bu ya! On numara.
Sürtünme düşüktür, vagonlar ray üzerinde yağ gibi kayar. Meyil varsa bırakırlar kendiliğinden akar. Tekerlekleri içeriden biraz daha çaplı yaparlar ki zırt pırt çıkmasın yoldan.
Hatta vagonu vagona bağlarlar, katarı katıra...
NE ROKETMİŞ AMA
Derken efem buhar makineleri girer hayata. Bu gücü nakliyede kullansak ya?
Yıl: 1801... Yer: Cornwall... Trevichik adlı bir madenci Cornish adını verdiği makinesine dört teker takar. Al sana buharlı araba. Ama yollar felakettir, aşırı sarsar. Bu yüzden raylar üzerinde çalışır, Galler’deki Pen-y-Darren demirhanesinin hattı gösteri için müsaittir, lokomotifinin ardına iki vagon takar, birine 10 ton demir koyar, öbürüne yetmiş yetişkin insan 16 km yol alırlar ama 5 saat zarfında. Duman buhar şamata, söyleyin sığırlar nasıl bakmasın ona.
George Stephenson ise raylarla Newcastle kömür madeninde tanışır, bunu seyahatlerde kullanmayı planlar. Eli nispeten rahattır, çünkü işe para yatıran bir sermayeder (Edward Peace) vardır yanında.
Liverpool Manchester arasında tecrübe ederler, sıkıntı çıkmaz (1829). Lokomotifi Rocket, tonlarca yüke rağmen saatte 22 km sürat yapar, yolcular bu ürkütücü hız (!) karşısında dehşete kapılırlar.
İSTEMEZÜK ASLA!
Demir yolları bazılarının canını sıkar. İşleri azalan at arabacılar, faytoncular ve kanal teknecileri ayaklanır, çiftçiler sağa sola kıvılcım atan gürültülü aletten bizar olurlar.
Kızılderililer “demir at”ın topraklarından geçmesini ihtiyatla karşılar. Bittecrübe sabittir, işgal, istila ve katliam gelecektir ardı sıra. Çok kazık yemişlerdir, soluk yüze güvenemezler bu saatten sonra...
Ama dönüşü yoktur, macun tüpten çıkmıştır bir defa.
Nitekim Fransa’da St. Etienne - Lyon, Almanya’da Nürnberg - Furth, Belçika’da Brüksel - Malines, ABD’de ise Baltimore - Ohio güzergâhı yolcu çekmeye başlar.
İlk yurt dışı sefer ise Liege (Belçika) ile Köln (Almanya) arasında (1943).
SÖMÜRÜ YOLUNDA
Avrupa ve ABD “standart” tabir edilen ray açıklığına (4 fit 8 buçuk inç, 1.435 mm) uyar. Güya bu mesafe savaş arabalarından kalmaymış, öyle buyurmuş Sezar.
Bazı ülkeler bilerek farklı genişlik kullanır, istilacı gücün asker yüklü trenlerini durduracaklarını sanırlar.
Daha geniş tekerlek izi de mümkün tabii. Dengeli olacağı da aşikâr. Ancak masraf katlanır, astarı yüzünü aşar.
Yıl 1852. İngiltere baştan aşağı raylarla donanmış, sadece üç şehir kalmıştır kuytuda.
Ekselanları Hindistan’da yaptıkları yolları imar faaliyeti gibi sunar, sanki dostlara ikram. Hâlbuki hatlar müstemlekeciye çalışır. Hububat, baharat, bakliyat ve bilumum endüstriyel nebat Karaçi ve Bombay’a akar, oradan Britanya’ya.
ECDAT DA SAHADA
Osmanlı başındaki gailelere rağmen demir yollarına kaynak aktarır.
Hatlarımız Rumeli ve Mısır’dakilerle birlikte 12 bin km’ye varır.
Abdülhamid Han-ı Sani Eskişehir’de bir cer atölyesi açtırır, lokomotiflerin bakımını yaptırır. Bu tesis İstiklal harbinde kamaları sökülmüş topları faaliyete geçirecek, Gürsel’in emri ile Devrim’i yapacaktır birkaç ayda.
O günlerde 1.000 beygirlik %100 yerli lokomotifller imal etmektedir. Anadolu raylarında on yıllarca yük çeken “Karakurt” gibi mesela. 40 beygirlik otomobil basit gelir onlara. Hem niye 3 tane anlaşılası değil, keşke imalat gibi bir niyetleri olsa.
1850 yılında yeryüzünde 38 bin km demir yolu vardır sonraki elli yılda yirmi misli artar.
Derken lokomotifler dizel motorlarla donanır, makinistler tulumu çıkarır atar, ütülü pantol, poplin gömlek giyer, parmak ucuyla basarlar marşa.
“Marchant au diesel”i yuvarlar marşandiz buyururlar. Yeri gelmişken söyleyeyim Şimendifer (Chemin de fer - demir yolu), rötar (retard- gecikme), gişe (guichet -girinti) de Fransızcadan gelir, lokomotif, wagon, peron, banliyö, istasyon...
İngilizce tabirlere hiç girmeyelim yazı bitmez yoksa.
ABD 1905’ten itibaren elektrikli motor kullanır, toz dumanla birlikte gürültüyü de kaldırır rafa.
KARA TREEEN GELMEE ZOLA
Bizim gençliğimizde posta trenleri buharlı olurdu, ekspresler ise motorlu.
Çakıştılar mı, posta kenara alınır, ekspres salınır menzili maksuduna.
Bir arkadaşımla Eskişehir’den İstanbul’a gideceğiz, posta hesaplı geldi ilk bakışta. Yanımıza biraz gazete mecmua aldık, köy çocuklarına atacağız, sevinecek, el sallayacaklar hoplaya zıplaya.
Evet bir kısmı el salladı, bir kısmı da taş salladı. Hani cama ney gelse var ya...
Meğer bu posta trenleri her köy istasyonunda durur, beklermiş bıktırasıya.
Arkadan gelene yol ver, karşıdan gelene yol ver, 20 küsur saat hapsolduk kompartımanda.
İneyim desen ıssız dağ başı, kim bilir şose ne yanda? Ekspresler gümbür gümbür geçer durmaz, yüzüne bakmaz, yolcu almaz.
Bir başıboşluk ki sormayın, tehir kazanılmış hak gibiydi âdeta.
Hâlbuki otobüsler dakikasında kalkar, saatinde girer Topkapı’ya. Su dağıtır, çay ısmarlar, müşteriyi hoş tutar.
Millet niye teveccüh etmesin kara yollarına?
NEZÂRET-İ NAFİÂ
Tren yolları uç uca eklenen iki demirden ibaret değildir. Köprüler, menfezler, tüneller, telefon ve telgraf hatları da birlikte yürür, silolar, depolar, istasyonlar serper ardına...
Havaliye hareket getirir, iş imkânı açar. Sirkeci’yi bilirsiniz, o oteller, lokantalar…
Osmanlıda ilk demir yolu ulaşımı 1854 Kahire-İskenderiye hattı ile başlar. Anadolu’da ise İzmir-Aydın arasında (1860).
I. Abdülmecid Han vardır o sıra.
Sonra 1865’te İzmir-Kasaba (Turgutlu), 1869-77 Rumeli hattı, 1872 Anadolu-Bağdat ve Cenup demir yolları… Bunlara da Abdülaziz Han imza atar.
Rahmetli Abdülhamid Han da bir demir yolu sevdalısıdır, 1892 Mudanya-Bursa, 1899 Horasan - Sarıkamış, Samsun- Amasya, Yahşihan-Ankara...
Ve o dev proje: Haydarpaşa’dan Hicaz’a… Suriye’de Şam, Dera, Busra; Filistin’de Nablus, Acra, Hayfa; Ürdün’de Amman, Ma’an; Arabistan’da Tebük, Dar-ül Hamra, Medain-i Salih, Hadiyya...
Ve raylarına keçe döşenen münevver Medine, Efendimizin diyarına!
Demir yolları, Nâfia Nezâreti’nin “Turuk ve Meabir” (Yollar ve İnşaatlar) Dairesine bağlıdır, heyecan getirir yurda.
KAYIP YILLAR
1923-1950 arası yapılan demir yolu 3.578 km. Osmanlının üçte biri kadar, iş makineleri güçlenmiştir oysa.
DDY devlet tarafından işletilir, karşına memurlar çıkar. Adam sekizin birinden girmiş, kıdem, kademe yapmış, seni muhatap almaz. Düğmemi koparana 6 ay.
Ama helâlar pislik içinde, sular akmaz, camlar yağ içinde, koridorlarda yatanlar kalkanlar, sağanlığa sığınanlar...
Hat boyunca paslı vagonlar, sahipsiz dingiller, fren papuçları, çatısı bacası dağılmış barakalar, boş yangın kovaları, kirden griye kesmiş tabelalar.
Şikâyet kutuları dolmuş taşmış kimin umurunda? Maaş geliyor nasıl olsa.
Bu yüzden otomobil edinebilen edinir, kendi çıkar yola.
Bir müteşebbis 5-10 otobüsle seyahat firması, 3-5 kamyonla nakliye ambarı kurabilir ama demir yolları rekabetten hoşlanmaz, araya adam almaz.
Hâlbuki otoyolun km maliyeti yaklaşık 12 milyon dolardır; çift hatlı, elektrikli, sinyalli demir yolu ise 4 milyon dolar. Hem daha uzun ömürlü, hem üçte bir fiyatına.
YENİ BİR SAYFA
Yıl 2003. DDY geçmişe sünger çeker, kalbi kadar temiz bir sayfa açar.
YHT rağbet görür, dolu dolu çıkar yola.
Yük taşımacılığı için lojistik merkezleri kurar.
Binlerce alt geçit üst geçit açılır, hemzeminde de iyileştirme sağlanır.
Eskişehir TÜLOMSAŞ’ta lokomotif, Sakarya TÜVASAŞ’ta tren seti ve yolcu vagonu, Sivas TÜDEMSAŞ’ta yük vagonları yapılır... Sakarya EUROTEM tramvay, Çankırı VADEMSAŞ demir yolu sistemleri ve makas, Erzincan VOSSLOH ise ray bağlantı elemanları üretir. Piyasayla da verirler ayrıca.
Kars-Tiflis-Bakü Demir Yolu Projesi ile tarihî İpek Yolu yeniden geçer hayata.
Marmaray sayesinde Pekin’den yüklenen mal aktarılmadan gelir Londra’ya... Süre de düşer mi yarısının yarısına?
.
Buharlı deyip geçmeyin Atom Karınca
1 Ağustos 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
İngiltere’de yaşlı başlı adamlar vardır, gün boyu minyatür trenlerini siler parlatırlar.
Tamam meraklı olabilir ne var yani bunda? Belki çocukluğunda istedi almadılar. İçinde mi kalsın? Parası pulu olunca…
Sonra bakarsınız bir kapak açar, çorba kaşığından hallice bir kürek ile kömür atar kazana. Alevin dili elini yalar, daha evvel çırayla ney tutuşturmuş olmalıdır. İçine linyit girince duman kararır, buhar atmaya başlar.
Amcanın gözü manometrededir, basıncı kafi bulunca vanaları açar. Bir düdük çalar sanırsın Kurtalan Ekspresi girdi perona. Sonra…
Sonra amca battal beden olmasına rağmen üstüne çıkar, arkadaki oturaklara da kızı, kısrağı, gelini, damadı, torunları kurulurlar. Herhalde sülale boyu resim çektirecek, atacaklar ortama.
Ben fotoğraftan çekinirim, çektirmem ama çektirene de çemkirmem. Kendileri bilir nasıl istiyorlarsa.
“Van tu tri! Çiiiz!”
Dudaklar açılır, dişler fora.
Biz Türküz tabii, Türkçesini kullanır, peynirin “p”sinde kalırız, sonra ağzım niye büzük çıktı diye tafralalanırız fotoğrafçıya.
Ayrıca da kurtluyuzdur üç saniye hareketsiz durunca darlanır, sıçrayıp kalkarız. Deli deli bağırırız nerden icap ediyorsa?
Ama bunlar niye ööölece oturuyor da, yolcu gibi davranıyorlar?
Derken ak saçlı uncle bir yerlere dokunur, lokomotif oflayıp puflamaya başlar.
Ve o ufacık şey sırtındaki yüke aldırmadan kalkar, alır başını koşar kırlara.
Öyle ya marşandizler de 80-90 vagon takmıyor mu ardına. Al kalemi eline, içler dışlar çarpımı. Orantı aynı kapıya…
MADE İN KENDİMİN
Meğer aleti yapan da kendileriymiş iyi mi? Hımmm. Demek ki alayı usta, bu hususta.
Zikrolunan tren köprülerden geçer, tünellere girer, vadiler, kanyonlar derken vurur rampaya. Yok canım hayatta çıkamaz, bir düzine okkalı yolcu var sırtında.
Kestirmeden tepeye tırmanır, mevziye yatarsın. Kadrajını yaparsın en sağlamından. Çatlarsa patlarsa bir tek sende olsun, satarsn ajanslara!
Ufaklık sanki Bilecik Karaköy rampasını tırmanırcasına terler, istim atar.
Hikâye kitaplarında “çuf çuf” yazar ya işte ondan. Düze çıkınca ritm düzelir, tekerlekler tekerlemeye başlar. “Kartal Pendik ne çabuk geldik.” Erenköy bebeleri olsa kesin el çırpar.
ALMAN YORAR İNGİLİZ TUTAR
Efendim bu mini buharlı merakı 1830’larda Almanya’da başlar (o zamanlar Prusya daha). Teknik olarak iyidirler de kaportayı baştan savar, tenekeleri kıvırıp lehimler, yalapşap boyarlar. Fransızlar biraz daha itina gösterir, İngilizler ise hiçbir detayı kaçırmaz, bire bir kopyalar. Cila pasta artık ne gerekiyorsa.
Odun kömürle yürütmek zahmetlidir, acemiler kazanı yanıcı gazlar ve sıvılarla (benzin, etanol, bütan) kaynatırlar. Hatta taktırırlar güçlü bir zemberek, kurmalısını kullanırlar.
Bu işe para yatıranlar aslına sadık kalır, aynısının tıpkısında ısrarcı olurlar. Ne denirse ödemeye hazırdırlar. Kalıp hazırlatır pirinç döktürtürler icabında.
Hâl böyle olunca JEP, Hornby ve Märklin gibi firmalar bilinen trenleri 15’te bir, 45’te bir ebadında kopyalar.
MERAKLISINA
İyi de nerede yürüteceksin? Ray serecek arazin mi var?
Bu yüzden mevcud kulüplerden birine yazılır, katılırlar halkaya.
Mesela Almanya Hamburg’daki “Miniatur Wunderland” 40 km demiryolu ile hazır kıta. Köprüler, tüneller, hangarlar, ne ararsan fazlasıyla.
ABD Oregon’daki “Chiloquin Tren Dağı” da aşağı kalmaz. Los Angeles’daki “Riverside Live Steamers” ona keza.
Duymuşsunuzdur Walt Disney’in Kaliforniya’daki evi etrafına yaptırdığı “Carolwood Pasifik Railroad” çok alâka toplar. Belki de Disneyland’ı bu hazla ve gazla kurar.
Sanırım şu an yeryüzünde binden fazla minyatür demiryolu parkuru var. Hususi alanlar istisna.
İngiltere başı çeker, ABD bir boy arkasında. Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya kendi çapında.
İŞLEYEN TREN IŞILDAR
Petersburg’lu Pavel Chilin de bu işin hastalarından, evinin yanındaki bataklığı elden geçirir, şekle sokar. Harfiyatı neyle taşır biliyor musunuz, mini buharlısıyla.
Arkadaşı Sergey Terekhov tekaüd bir demiryolcudur, sıkıştıkça el atar.
Kazanın ateşlenmesi suyun kaynaması bir buçuk saat sürer. Buhar basıncı 10 atmosfere ulaşınca vanayı açarlar. Nasıl ateş kutusuna odun atarlarsa, hazneye de su koyar, hareketli parçaları yağlarlar.
Aletin 25-30 km /s sürat yaptığı kanaatindeler. Belki daha da fazla ama henüz dörtnala koşturamadılar. Hat kısa olunca ısınamadan frene asılır, bas geri yaparlar. Raylar hepi topu 300 metre zira.
Lincolnshire’dan Steve Bates (70) üç yılını verir ve onbinlerce sterlin harcar. Norman (onun yeşil lokomotifi) beklediğinden de güçlü çıkar, 20 yolcuyu sırtlar. Çocukluğu demiryolu kenarında geçmiştir, lokomotif aşkı orda başlar. Karısı da komşu kızıdır, al birini vur ötekine, akılları havada.
KÖLELERİN AHI MI?
Sir Arthur Percival Heywood, köle ticareti ile servet kazanan soylu bir ailenin mirasyedi oğludur. Majesteleri ile de irtibatı vardır ayrıca, Eaton Hall Demiryolunu inşa ederken Westminster Dükü destek olur açıkça.
Sir vaziyetten vazife çıkarır sektöre el atar (1840). Bunlar süsgüzeli değildir, turist gezdirmeli, yük taşımalıdırlar. Lokomotifler yaptırıp, tesis kurmakla kalmaz, kitabını yazar, talimat ve nizamnameler hazırlar.
Niyeti Norbury demiryolu sahasına uzanmaktır, ancak komşusu Albay Clowes karşı çıkar. Hattı güneye çekip Dove Cliff çiftliğine, oradan Rocester istasyonuna bağlanmak ister Albay Dawson’a çarpar bu defa.
Elinde her imkân vardır, hayrını görmez o başka.
.
Adlarını duyarız da kimdi onlar?
3 Ağustos 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Eskiden radyo yayını aniden kesilir ve heyecanla okunan anons çınlardı kulaklarımızda.
“Dikkat dikkat ameliyatlı bir hasta için çok acil A grubu RH pozitif taze kana ihtiyaç vardır. Kan vermek isteyenlerin şahsen, bizzat…”
Çok tekrarlanmıştır, bu hastanelerin adı kulağımıza aşina. Refik Saydam, Siyami Ersek, Behçet Uz, Cerrahpaşa…
İyi de onlara ismini veren şahıslar kimdir, ne yapmıştırlar?
Bir ara vapur adlarını takip etmiş enteresan bilgilerle karşılaşmıştım. Bakalım ne bulacağız bu defa?
ÖNCE ANKARA
Türkiye’de şükürler olsun yüzlerce hastane ve yüzlerce ünlü hekim var. Bu gün Ankara’dakilere el atabileceğiz anca.
Dilerseniz harf sırasıyla gidelim hak geçmesin sonra…
Dr. Abdurrahman Yurtaslan 1938 Maraş doğumlu bir hekimimizdir. Kanser hususundaki faaliyetlerinden dolayı adı Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesine verilir.
Etlik Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesini geçebiliriz, hepinizin bildiği bir isim. Tanınıyor nasıl olsa.
Gelelim Dr. Sami Ulus’a.
Dedesi İbrahim Efendi, Kastamonu Ulus nahiyesi eşrafındandır. Gelir İstanbul’a yerleşir, saray mıntıkasında kendini sevdirir. Sultan’ın kilerci ve çeşnicibaşı olur, emret ve unut, verilen işi mutlaka bitirir.
Kardeşi Hacı Hüseyin de “Haremeyn-i Şerifeyn Vakfı” gönüllülerindendir. Ki bu ekip Hicaz halkı için ayni ve nakdî yardımlar toplar, Mekke ve Medine’ye gönderir. Gün gelir sürre emini olur, bizzat Harameyn’e gider gelir. Osmanlıda itibarlı bir mevkidir.
Abdülaziz Han o meşhur Avrupa seyahatine Hacı İbrahim’i de götürür. Yanında Şehzade Murat ile Şehzade Abdülhamid de vardır, onlar da Hacı İbrahim’i tanır bir kenara yazarlar. Evet bu isimle çalışılabilir icabında.
İbrahim Efendinin oğlu İhsan Ulus da (Dr. Sami Ulus’un babası) iyi bir eğitim alır, Hazine-i Hassa Nezareti - Tahrirat müdürü olur. Ta ki Vahdeddin Han sürgüne gönderilinceye kadar.
ÇOCUKLARIMIZ İÇİN
Sami Ulus, Üsküdar’da doğar (1904). Zeki istekli ve gayretli bir gençtir. İstanbul Mekteb-i Tıbbiye 4. sınıf öğrencisi ilen Gülhane Askeri Hastanesinde askerliğini de yapar (demek o zamanlar mümkün), vatan borcunu çıkarır aradan. 1926 yılında hekim olduğunda 21 yaşındadır daha.
Mecburi hizmetini Sinop Boyabat’ta yapar. O günlerde çok miktarda çocuk hasta gelmektedir, bu yüzden ünlü çocuk hekimi Prof. Dr. Kadri Raşit Paşa’nın yanında ihtisasa başlar.
Kadri Raşit Paşa, Osmanlının ilk eczacısı Mirliva Mehmed Raşit Paşa’nın oğludur. Gençliği Bahariye’de geçer, Kadıköy Sultanisinden mezun olur. Bakın şu eğitimin kalitesine ki tek başına Paris’e gider, devre kaybetmeden tıp fakültesini bitirir, dereceye oynar. Kalması için çok ısrar ederler ama memleket sevgisi ağır basar. Çocuk Hekimleri Encümeni (Türk Pediyatri Kurumu) kurulması için çaba harcar.
Dr. Sami Ulus yedi sene Konya’da çalıştıktan sonra Ankara Doğum ve Çocuk Bakım Evine tayin edilir. Bildiklerini paylaşmayı sever, birçok genç hekimi sahaya özendirir, ihtisas verir.
Hayalinde sadece çocuklara hitap eden teşkilatlı bir hastane vardır, bunun için çok kapı çalar, nitekim Vehbi Bey Ulus Işıklar Caddesi’ndeki binasını bağışlar. Sağlık Bakanlığı da elden geçirir, dayar döşer, nail olur muradına (1960).
Bu 150 yataklı hastane büyük bir eksikliği giderir, çok dua alırlar. Dr. Sami Ulus başhekim olmasına rağmen, gece gündüz hastaneden ayrılmaz, nitekim son nefesini de serviste verecek, gözlerini huzurla yumacaktır hayata (1965).
Ankara Çocuk Hastanesinin adı AP Hükûmeti tarafından “Dr. Sami Ulus” olarak değiştirilir. İtiraz eden çıkmaz.
MEBUS HEKİMLER
Sincan Devlet Hastanesine adını veren Dr. Ali Nafiz Körez ise 1909 yılında Kula’da doğar.
Başarılı bir öğrencidir, akıcı Fransızca konuşabilir. Tıp fakültesini bitirince, Kars’ta hükûmet tabibi ve sağlık müdürü olur. Sonra İzmir’e gelir ihtisas yapar, iç hastalıkları uzmanı olarak devam eder yoluna. Serbest de çalışır ayrıca.
1950, 1954 ve 1957 genel seçimlerinde Demokrat Parti’den Manisa Milletvekili seçilir. Adnan Menderes’in 9 Aralık 1955’de kurduğu hükûmette Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olur. Heyecanlıdır, teşkilata hız katar.
Elmadağ Hastanesine adını veren Dr. Ahmet Hulûsi Alataş ise 1882, Konya, Beyşehir doğumludur. Askerî Tıbbiyeden mezun olur, dâhiliye ihtisası yapar. Tek partiye yakın siyaset izleyince önü açılır. 1929-30 İzmir Belediye Başkanı yapılır. V’inci, VI’ncı, VII’nci Dönem Aydın Milletvekili olarak gider Ankara’ya. VIII. Dönem’de ise memleketi Konya’dan mebus seçilir. Sonra Sıhhat ve İçtimai Muavenet Bakanlığına getirilir. Refik Saydam’ın yerini alır, koltuğunu Sadi Konuk’a bırakır.
Ordunun çeşitli sağlık kurumlarında vazife aldığı gibi, İzmir Liman İşleri Şirketi Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Rıhtım Müdürlüğü yapar, serbest hekim olarak muayenehane açar.
Etimesgut Şehit Sait Ertürk Devlet Hastanesi ve Gölbaşı Şehit Ahmet Özsoy Devlet Hastanesi, adlarını şehitlerimizden alırlar. Feda olsun. Onlar için ne yapsak az.
DOĞRAMACIZADELERDEN
Gelelim Hacettepe İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesine...
İhsan Bey 1915, Erbil doğumlu tabip ve akademisyendir.
Okuyucularımız onu YÖK Başkanı olduğu yıllardan hatırlar. Bilahare Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı olur.
Doğramacızadeler Erbil’in itibarlı ailelerindendir, dedesi Kara Mehmed Bey’in padişah yanında hatırı vardır. Babası Ali Paşa Erbil Belediye Başkanlığı yapar. Annesi İsmet Hanım ise Meclis-i Mebusan Kerkük Vekili Kırdarzade Mehmet Ali Bey’in kerimesidir.
Ne tarafa baksan güçlü insanlar.
İhsan Bey ilk öğrenimini Erbil İbtidaiyyesinde, orta öğrenimini Beyrut International College’te (1932) tamamlar. Üç yıl Bağdat Tıp Fakültesinde okur sonra İstanbul Tıp Fakültesinde ikmal ederek hekim çıkar (1938). İhtisas çalışmalarına Ankara Numune Hastanesinde başlar, Harvard Üniversitesine bağlı Boston Children’s Hospital ve Washington Üniversitesi St. Louis Children’s Hospital’de sürdürür.
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın yeğeni, Müşir Dağıstanlı Mehmet Fazıl Paşa’nın torunu ve 1930’larda Irak başbakanlığı da yapmış olan Hikmet Süleyman’ın kızı Ayser hanımla evlenir bu arada.
Eşiyle Amerikan Kız Koleji öğrencisi iken tanışmışlardır Bağdat’ta.
HACETTEPE’DE EMEĞİ VAR
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesinde doçent (1949) ve profesör (1954) olur. Çocuk Sağlığı Enstitüsünün, Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesinin ve Hacettepe Üniversitesinin kurulmasında hizmeti geçer.
Ankara Üniversitesi Rektörlüğü (1963-1965), Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı (1965-1967), Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü (1967-1975) derken Paris Üniversitesinde öğretim üyeliği yapar.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından Kamerun, Nijerya, Brezilya ve Kanada-Sherbrooke’da tıp fakültelerinin kurulmasında danışman olarak çağrılır.
1981-1992 arası YÖK Başkanı olur ve Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığını yürütür.
Naaşı Bilkent Doğramacızade Ali Sami Paşa Camii’nin bahçesindeki anıt mezara defnedilir.
Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça ve Farsça konuşabilir...
İhsan Doğramacı askerlere yakın durduğu için tenkit edilir.
Yükseköğretimin kurumsallaşması bilimselliğe kavuşması için çalışsa da muhalif isimleri kilit noktalara getirmediği için bazı çevrelerin hışmına uğrar.
Saç, sakal, başörtüsü yasağı, Halk Partisi, Anayasa Mahkemesi, AİHM kararları… Zor günlerdir vesselam.
İbn-i Sina Araştırma ve Uygulama Hastanesi, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine bağlıdır. İbn-i Sina hakkında yazmaya gerek var mı?
Tanıyorsunuz nasıl olsa.
Türkiye’de Atatürk adı taşıyan yedi tane devlet hastanesi var. Bu yüzden olacak Ankara Mesleki ve Çevresel Hastalıklar Hastanesinin adını “Gazi Mustafa Kemal” koyarlar.
ÖLÜMÜNE HEKİM
Dr. Sami Ulus Anadolu’da hizmet ettiği yıllarda çocuk ölümleri yaygındır.
Bu yüzden pediyatri seçer, ihtisasını ünlü hekim Prof. Dr. Kadri Raşit Paşa’nın yanında yapar. En büyük hayali bir çocuk hastanesi açabilmektir. Umduğuna nail olur, son nefesini bile o hastenede verir, vazifesine âşıktır zira.
YÖK Başkanlığından tanıdığımız İhsan Doğramacı da dünya çapında bir çocuk hekimidir aslında.
MENDERES’İN SAĞLIK BAKANI
Ali Nafiz Körez Kula doğumludur. Üç dönem memleketi Manisa’dan seçilir. Sağlık Bakanlığı yaptığı dönemde hizmete hız katar.
.
Eski, yeni ve yenilenen İstanbul hastaneleri... Ne eksikliğini gör ne de muhtaç kal
6 Ağustos 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Eskiden kan anonsları üç beş hastane üzerinde dönerdi, Taksim İlk Yardım, Haydarpaşa Numune, Çapa, Cerrahpaşa, Gureba, Samatya...
Şimdi her semtte 5-10 hastane var. Özeller takip edilemeyecek kadar fazla.
Öyleyse harf sırasıyla girelim mevzua.
Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman
Üsküdar “Toptaşı Bimarhanesi” ihtiyaca cevap veremez hâle gelince ünlü hekim Mazhar Osman, Bakırköy Reşadiye Kışlasını hastaneye çevirir. Psikiyatri (akliye) ve nöroloji (asabiye) klinikleri açar. 1960’lı yıllarda başhekim Faruk Bayülkem hastaları cemiyete kazandırmak için meşgul etmeye bakar. Yıldırım Aktuna devrinde ek binalar yapılır, personel sayısı artar. AMATEM alkol ve uyuşturucu madde bağımlılığı kliniği hizmete başlar.
Mehmet Sadi Konuk 1894, İstanbul doğumlu hekim ve siyasetçidir. Kadın hastalıkları ve doğum mütehassısıdır. Tek partiden V’inci, VI. ve VII. Dönem Bursa, VIII. Dönem Samsun Milletvekilli olur. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliği (Sağlık Bakanı) yapar.
Avcılar Murat Kölük Bakırköy Dr. Sadi Konuk Hastanesine ek hizmet binası olarak düşünülür. Bilahare müstakil hastane olur. Nispeten sakindir güleryüzle hizmet sunar. Şu an 300 yataklı ilave binası inşa safhasında.
Babaları Murat Kölük adına bağışta bulunan Hatice, Cemal, İsmail ve Mahmut kardeşler minnetle anılırlar.
Baltalimanı Kemik
Aslında M. Reşit Paşa’dan kalma bir saraydır. Devlet tarafından 250 bin altına satın alınır. Bir süre Damat Ferit Paşa ve Fatma Sultan yaşar, sonra hastane yapılır. Zamanla yıpranır, Sağlık Bakanı Osman Durmuş devrinde Sakıp Sabancı tarafından onartılır, ilave binalar yapılır. Hâlen Metin Sabancı adıyla tanınır.
Beşiktaş Sait Çiftçi
Hayırsever iş adamı Sait Çiftçi (1914-83) aslen Mersinli olup Çiftçiler Holding’in sahibidir. Güzel bir hayra imza atar.
Cerrahpaşa
Cerrah Mehmed Paşa, III. Murad ve III. Mehmed’e sadrazamlık yapan devlet adamıdır. Enderun mektebinde yetişir. Hasoda ağası iken Şehzade Mehmed’i sünnet eder. Mahareti ile Cerrahpaşa ünvanını alır. Bilahare III. Mehmed’in halası ile evlenecek, servetini adını taşıyan külliyeye (cami, mektep, medrese, çeşme, sebil çifte hamam) harcayacaktır.
Çatalca İlyas Çokay
İlyas Çokay, eski Belediye Başkanı Gülay Aslıtürk’ün babasıdır. Atçılık camiasında iyi tanınır.
Esenyurt Necmi Kadıoğlu
Necmi Kadıoğlu, Gümüşhane’de doğar (1954), Üniversite eğitimini İstanbul’da tamamlar. Gümrük işleri, mali müşavirlik, yurt içi ve yurt dışı üst düzey yöneticilikler derken bir dönem Esenyurt Belediye Başkanlığı yapar.
Göztepe Prof Dr. Süleyman Yalçın
S. Yalçın, Çanakkale’de doğar (1926). Kabataş Lisesinden sonra İÜ Tıp Fakültesine girer. Hem mesleğinde zirveye oynar hem de Büyük Doğu, Yeni İstiklal, Kök ve Boğaziçi’ne medeniyetimize dair yazılar yollar. Orta Doğu ve Tercüman’da köşe yazar. 2016’da vefat eder.
Haseki
Kanuni Sultan Süleyman’ın hasekisi, “Hürrem Sultan” Mimar Sinan’a cami, medrese, imaret, sıbyan mektebi ve darüşşifa ihtiva eden bir külliye ısmarlar. Vakfiyeye göre darüşşifada iki hekim, kehhâl (göz tabibi), cerrah, eczacı ve hasta bakıcılar çalışacaktır. Bilahare evsiz barksız kadınlara tahsis edilir (1843).
Nisa Hastanesi 1880’de Şehremaneti’ne geçer. Moralı Ali Şefik Bey Konağı’nı da satın alır, yatak sayısını yüze çıkarırlar.
Bezmiâlem Vakıf
Abdülmecid Han’ın annesi Bezmiâlem Valide Sultan fakir fukara, garip gureba için yaptırır, Terkos Gölü ve civarının gelirini bağışlar. Vakıf senedine “bir limon bir sarı lira olsa, alına, hastalara sunula” yazdırır. Çapa Hastanesi de Gureba arazisi üzerinde yer alır.
Haydarpaşa Numune
Isparta Gelendostlu Haydar Paşa Tabya subayı yetiştiren “Darussınai” mezunudur. İkinci Mimar Sinan’dır. Yavuz zamanında Kasımpaşa Tersanesini ve Cidde Donanma Üssünü kurar. Kanuni devrinde Anadolu’da yollar, köprüler yapar. Kışlalar, hanlar derken İstanbul-Bağdat hattına çok emek harcar. Başında bulunduğu istihkâm alayı ile Budapeşte’nin fethini sağlar. 1548 İran, 1551 Transilvanya seferlerindeki faydası onu “Üç Tuğlu Vezir” yapar.
1571’de Sokullu Mehmet Paşa ile Kıbrıs’ın fethinde rol oynar. Bir ara Tunus Beylerbeyi olur, sonra gelir Selimiye Kışlasını planlar. III. Murat devrinde Doğu Orduları Komutanı’dır, Karabağ’ı alır. Sonra Sivas Beylerbeyi yapılır. III. Mehmed Han devrinde saray veziridir, Kadıköy ve Aksaray’da hastaneler yaptırır. Bükreş önünde şehit düştüğünde (Eflak Seferi) 83 yaşındadır.
Haydarpaşa Prof. Dr. Siyami Ersek
İzmirli Siyami, ilk ve ortaokulu İkiçeşmelik’te bitirir, sonra İstanbul Erkek Lisesine gelir. İst. Ünv. Tıp Fakültesinden (Çapa ve Cerrahpaşa ayrılmamıştır daha) mezun olup cerrahi dalında uzmanlaşır. 1948-49 İngiltere’de göğüs cerrahisi ve anesteziyoloji üstüne çalışır. Heybeliada ve Bursa-Uludağ Sanatoryumlarından sonra Haydarpaşa Hastanesinde ‘Göğüs Cerrahisi Merkezi’ni kurar, Türkiye’de ilk açık kalp ameliyatını o yapar. 1983’te emekliye ayrılır, ihtilal sonrası Danışma Meclisine alınır. MDP İstanbul İl Başkanı olur. 1993’te kurduğu serviste hayatını kaybeder. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilir.
Maltepe Süreyya Paşa
1874 Podgorica doğumlu Ferik Süreyya Paşa uzun yıllar Genelkurmay’da çalışır. Bilahare askerlikten ayrılır ticarete atılır. Dokuma fabrikası (Adalet Mensucat) açar, sinema ve opera işletmeciliği yapar...1927 CHP İstanbul Mebusu olur, 1930’da siyaseti bırakır.
Kartal Dr. Lütfi Kırdar
İlk ve ortayı Kerkük’te, liseyi Bağdat’ta tamamlar, İstanbul’da tıp fakültesine girer, henüz bitirmeden Balkan Savaşı kopar, cepheye koşar. Harbi müteakip derslerini ikmal edip (1917) hekim çıkar. Necef Belediye Tabibi olarak meslek hayatına başlar. I. Cihan Harbi’nde yine orduya katılır. Harb-i Umumi sonrası muhacirlere sağlık hizmeti sunar. Bilahare Viyana ve Münih’te göz ihtisası yapar.
Dönünce İzmir Sıhhat Müdürü, 1935’te Kütahya milletvekili, 1936’da Manisa Valisi ve 1938’de İstanbul CHP il Başkanı (dolayısı ile İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı) olur. Spor ve Sergi Sarayı, Açık Hava Tiyatrosu ve Dolmabahçe Stadı’nı yaptırır. 1940’da İnönü gezisi için tarihî Taksim Kışlasını yıktırır. Atatürk Bulvarı açılırken nice cami, medrese, sebil, Sinan’da kalma kırkçeşmeler kırıma uğrar.
1949’da açık oy gizli tasnifle CHP Manisa Milletvekili olsa da 1950’de sandığa takılır. 1954 ve 57 seçimlerinde DP listesinden katılır, kazanır. Son Menderes hükûmetinde sağlık bakanıdır. 27 Mayıs darbesi ile tutuklanır, Yassıada’da yargılanır. Çok eziyet görür, âdeta öldürülür. Kalp krizi diyorlar o başka. Hâlbuki bir zamanlar çok hizmet etmiştir onlara.
Okmeydanı Prof. Dr. Cemil Taşcıoğlu
Dr. Cemil 1952’de Rize’de doğar, iki yaşındayken İstanbul’a taşınırlar. Çapa Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Şanlıurfa’ya tayin olur. sonra yine Çapa’da dâhiliye ihtisası yapar.
Pandemi sırasında Türkiye’de görülen ilk vakalara bakar, virüs kapar. Ve yine Çapa’da gözlerini yumar.
Sancaktepe Prof. Dr. Feriha Öz
Ganime Feriha Öz 1933, Kadıköy’de doğar. 1951’de Çamlıca Kız Lisesinden, 1957’de İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olur. Yozgat Akdağmadeni’nde hekimlik yapar.
Akademik hayata Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde başlar, patoloji profesörü olur. 2 Nisan 2020’de Covi-19 sebebiyle ölür. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda...
Sancaktepe Prof Dr. İlhan Varank
İlhan Varank, ABD’de Ohio State Üniversitesinde bilgisayarlı öğretim teknolojileri alanında yetişen bir dehadır. Yıldız Teknik Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi bölüm başkanıdır. 15 Temmuz gecesi Vatan Caddesi’nde darbeciler tarafından şehit edilir insafsızca.
Şişli Hamidiye Etfal
Yedi aylık kızı Hatice Sultan difteriden vefat edince II. Abdülhamid Han çok üzülür. Gelgelelim küçük hanım bir hayra vesile olur. Sultan, Dr. İbrahim Bey’i etfal (çocuklar) hastanesi kurmakla vazifelendirir. Hastane takriben bir sene içinde faaliyete geçer, önemli bir açığı kapar.
Yine II. Abdülhamid Han’ın emriyle hastane bahçesine saat kulesi yaptırılır. Esere Raimondo D’Aronco, hastanenin başmimarı Mahmud Şükrü Bey ve F. Pellini gibi sanatkârlar imza atar.
Etfal Hastanesi Balkan Savaşları, I. Cihan Harbi ve İstiklal mücadelemizdecephede yaralanan gazilerimize hizmet sunar. Hâlen 21 ihtisas dalında asistan yetiştiren önemli bir ocaktır.
Yeşilköy Prof. Dr. Murat Dilmener
Murat Hoca 1942 yılında Mardin’de doğar, İstanbul Tıp Fakültesinde uzun yıllar hekim ve akademisyenlik yapar. Korona ile hayatını kaybeden hekimlerimiz arasındadır (3 Mayıs 2020).
Zeynep Kâmil Kadın ve Çocuk
Yusuf Kâmil Paşa ile eşi Zeynep Hanım 1862 yılında Nuh Kuyusu’nda bir bostan alır, üstüne hastane yaptırırlar. Maksatları hamile kadınlara ve çocuklara bilabedel (bedava) hizmet sunmaktır.
Zeynep Hanım, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızıdır. Arapgirli Yusuf Kâmil Paşa ise devletin her kademesinde çalışan pırıl pırıl bir gençtir, vazifeyle Mısır’a yollandığında Hidiv ona hayran olur ve çok sevdiği kızı Zeynep’le evlenmesini sağlar. Zevç zevce çok iyi anlaşırlar, şu anda da hastane bahçesindeki münzevi türbelerinde yan yana yatmakta, dua almaktadırlar.
Zeynep Kâmil Hastanesinde Dr. Cemil Topuzlu Paşa, Dr. Eyüp Sabri Aksoy, Dr. Fahri Atabey ve Dr. Ziyaeddin Akbay gibi ünlü hekimler vazife yapar.
Hastanelerimiz arasında Eyüp Sultan, Fatih, Kanuni, Mimar Sinan, Gaziosmanpaşa, Mehmet Akif adını taşıyanlar da var, onları tanıyorsunuz nasıl olsa
.
Zulüm kumar zina Her yol Roma’ya
13 Ağustos 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Bazı isimler melodiktir hoş gelir kulağa. Septimus Severius, Şubbililuma, Satuk Buğra...
Geçen Vespasianus’a takıldım, Vespa ile ne ilgisi olabilirdi ki, yola düşmesi için asırlar vardı daha.
Sonra baktım vespa yaban arısıymış, onunla da irtibat kuramadım ama hakkında okudum bu arada.
Caesar, Vespasianus, Augustus, Titus, Flavius...
Duyan da bir İtalyan takımının oyuncuları sanacak.
Aslında mühim bir adam. Flavian Hanedanı’nın kurucusu, bir dönem yön vermiş koca imparatorluğa.
Babası Titus Flavius Sabinus gümrük memurluğu yapan ve tefecilikle parayı bulan bir Equestrian (atlı şövalye). Annesi Vespasia Polla ise soylulardan, kardeşi senatör hatta.
Yani bi dayın olacak orada.
Vespasianus da anasının teşvikiyle öne çıkar. Trakya, Girit ve Libya’da vazife yapar. Nitekim Praetor (idareci hâkim) seçilir, devlet kademelerinde ilerlemeye başlar.
Roma’da hızlı yükselmenin bir yolu vardır, devletlülerin kızını almak. O da Flavia Domitilla ile evlenir, üç çocuğu olur. Büyük oğlu Titus Flavius’u yazın kenara, işimiz olacak onunla.
Vespasianus nereye yollanırsa gider, her işin altından kalkar. Mesela Britanya istilasında Hampshire, Wiltshire, Dorset, Somerset, Devon ve Cornwall’ı ele geçirir, kurşun, kalay ve gümüş madenlerini Roma’nın istifadesine sunar.
- İyi de neyle taşıyacağız bunları?
Gider güney limanlarına el koyar. Bu muvaffakiyeti ornamenta triumphalia (zafer madalyası) kazandırır ona.
Roma’ya, galip general edasıyla döner, bakar alkışlayan çok, dümeni politikaya kırar. Konsül seçilir ama para biter bu defa.
NERON MEZARA
Gayrimenkulları kardeşlerine bırakır, gider Kuzey Afrika’da kervancılara hayvan kiralar. Bu yüzden adı katırcıya (mulio) çıkar. İşinde dürüsttür, dostu düşmanı güvenir ona.
O günlerde Filistin’de Yahudi isyanı kopar. Onu yollarlar, oğlu Titus’la birlikte sükûneti sağlar. Artık genel vali sayılır, tünelin ucu görünmüştür hayal mayal.
Neron’un ölümü (MS 68) ile ortalık karışır, başa geçenler koltuklarını koruyamaz. Güçlü isimler birbirinden hoşlanmaz, emanetçi ararlar.
O sıra kâhinin biri “doğudan gelecek kurtarıcıdan” söz açar. Vespas vaziyetten vazife çıkarır. Suriye Valisi Mucianus ve Mısır lejyonları arkasındadır, imparator ilan edilir o kargaşada.
Galya ve Rhineland lejyonları ise tahta oturan Vitellius’u tutar. İyi de gıda Mısır’dan gelmektedir, Vespas “ııh” dese açlıktan nefesleri kokar.
Ve Roma’ya yürür, kansa kan, Kapitol’ü yakacaktır icabında.
Yakar da. Kâh konuşarak anlaşarak kâh itişerek kakışarak hâkim olur duruma.
DARBECİ NAZARA
Neron’u tahtından eden yangın şehri mahvetmiştir, kül kokar hâlâ.
Henüz oturamadan Galya’da isyan çıkar. Bu gaileyi de atlatır ama kasada mangır kalmaz. Vergileri artırır heladan bile ücret almaya başlar.
- Yaa idrarın da vergisi mi olurmuş?
“Pecunia non olet” buyurur “Para kokmaz!”
Doğrusu kendisi de sade yaşar, merasime çizmesiz çıktığı olur hatta.
O günlerde Romalıların aklı fikri arenadadır, bu hafta hangi gladyatör kazanacak acaba? İddia, münakaşa.
Hımmm eğlence istiyorsunuz demek. Eh ben de sizi dev beşiklerde uyutmazsam.
Yaptıracağı büyüüük ama çok büyük arenanın yeri hazırdır kafasında. Neron’un yarı yıkık sarayını inşaata ezdirecek esamesini bırakmayacaktır ortalıkta.
Yalnız Domus Aurea’nın (altın ev) girişindeki tunç heykele (Collesium) dokunmaz. Haşa güneş tanrısına (Sol Invictus) benzetilen uryan ucube 30 metrelik endamıyla Özgürlük Anıtı’ndan aşşa kalmaz.
NE MASRAF AMA?
Bilirsiniz mimarlar amfiteatr için çukurlanan bir yamaç arar, inşaatın yarısını yedirirler dağa. Lakin kolezyum düz zeminde yükselir, 100 bin metreküp taşıma taşla.
189 m boyu, 156 m eni ve 48,5 m irtifaı vardır ve 6 dönüme yayılır. Kullanılan blokların her biri 20 ila 50 tondur. Devasa vinçler, makaralar, kaldıraçlar...
Kayalar 32 kilometre uzaktaki Tivoli ocaklarından taşınır. Takriben 100 bin köle çalışır, öleni bacağından sürür atarlar çukura.
Kolezyumun bodrumları (Hypogeum) ayrı bir dünya. Koğuşlarda gladyatörler kalır, zindanlarda sonunu bekleyen insanlar. Yırtıcı hayvanlar zincirlere bağlanır aç bırakılır, dürtülerek asabileşmeleri sağlanır, sahaya asansörle çıkarılırlar.
İnşaat 8 yıl sürer, MS 80’de açılır, seksen bin kişiliktir, 80 kapısı vardır ve her katı 80 kemer taşır. Alttakiler Dor, ortadakiler İon, üsttekiler Korint tarzıdır.
Aç aç oku sanat tarihi kitabı âdeta.
TAHT TAC UĞRUNA
Gelgelelim Vespasianus’a görmek nasip olmaz. Oğlu Titus’u halef ilan etmiştir, açılışı o yapar.
Titus Filistin’de iken Yahudi kralı Herod Agrippa’nın kızı Klikyalı Berenice ile aşk yaşar. Ki bazı tarihçiler II. Kleopatra derler ona. İmparator olunca uslanacak mıdır, yoksa yeni bir Neron mu geliyordur başlarına?
Hayır Titus halkı memnun etmek için uğraşır, sevinsinler diye kolezyum programını abartır, kabartır.
Açılış merasimi 100 gün 100 gece sürer, dokuz bin hayvan parçalanır, üç bin gladyatör toprağa.
İmparator Trajan’ın Dacia Zaferi için düzenlediği şölen ise 123 gün devam eder, 10 bin gladyatör dövüşür, telef edilen hayvan sayısı 11 bine ulaşır.
Kolezyum duvarlarına yapılan resimlerde şu an nesli tükenmiş canlılar var. Mesela Kuzey Afrika’da yaşayan fil türünden biri bile kalmaz.
Esirleri yırtıcıların önüne atar, canavarları da savaşçılara kırdırırlar, ortalık kan revan. Can çekişenleri seyrederken canlarının çektiğini atıştırırlar.
Küfürlü tezahüratlar yapıldığı için ev hanımları ve iyi aile kızları içeri alınmaz ama fahişelere kapı açıktır daima.
GEBERT YAŞATMA!
Hasmını yenen gladyatör bitirici vuruşu yapmaz. Rakibinin boynuna basar, kılıcı havada. Locaya bakar, imparator baş parmağını aşağı doğru indirirse öldürür, yukarı çevirirse bağışlar.
O parmak umumiyetle yere bakar, kalabalığı kana doyurmalı, gazını almalıdırlar. Seyirci ceset ve dehşet görmek için ister, bu zevkten mahrum edilirse üstüne vazife olmayan işlere kalkar, misal hanedan aleyhinde konuşur sağda solda.
Gladyatörler genellikle koğuşta kalırlar, iyi kötü arkadaştırlar. Ama işaret gelince elini kankasının kanına bular. Dost değil, post meselesi, hayatta kalamaz yoksa.
Arena açmakla iş bitmez, sürekli yeni esirler bulmalı, Afrika’dan aslan, kaplan taşınmalı, kurt, çakal kapanı kurulmalıdır kuytulara.
Bazen fil, zürafa, su aygırı gibi iri hayvanları çıkarırlar. Bazen de geyik, buffalo avlarlar sahada (Venatio).
İşte tam da o günlerde Vezüv patlar (79), Pompeii ve Herculaneum küller altında.
Ardından şiddetli bir zelzele, enkaz kalkmadan veba salgını başlar… Ve Titus koltuğunu ısıtamadan mevta.
Neden? Sıtmadan. Koca komutan, bir sineğe ha?
Mazlumların ahı mı yoksa?
YAKIŞIR MI KRALA?
Damarında kanı olan hiçbir mahlûku zayii etmez, infazları sahada yapar, tribünleri kudurturlar. Arena kumlu zemin demektir, kanı yutar, kini kusmaz.
Kolezyuma her kapıdan giremez ve her yere oturamazsınız. Sahayı en iyi gören balkon hanedanındır, arkasında nedimler, nazırlar, şövalyeler, tacirler, facirler... Fakir fukara en yukarıya. Güneşli havalarda yelken bezi gerer (velarium), gölge yaparlar.
Aradan yıllar geçer, İmparator Commadus (MS 176 -192) bizzat şahsen kendisi çıkar meydana. Üzerinde Merkür kıyafeti vardır, engelli rakiplerini eze eze yener ve gider bir deve kuşunun kafasını koparır. Kanlı kılıcını senatörlere sallar; “Durun size de gelecek sıra!”
Ahali dağılır, aman neme gerek, sataşır bulaşır, kalk uzayalım yavaşça.
Bazen yırtıcı hayvanlar, birbirine dalaştırılır. Aslan mı kazanır, kaplan mı? Domuz mu, sırtlan mı? Aygır mı, timsah mı? Var mı bahis oynayan?
İş ganyana döner, kumar nice ocakları kurutur, kadınlar çocuklar sersefil ortada.
Kolezyum şehrin dışına yapılmıştır güya, satıcılar sokulunca merkez o yana kayar. Bugün Roma’nın tam ortasında.
ÇİVİSİ ÇIKINCA...
Filler, atlar, savaş arabaları...
Hatta nehirden kanalla su getirir, savaş gemilerini tokuştururlar.
Şölene bak sen! İmp. n’apsın daha?
Söylemiştik, gladyatörler savaş esiridir. Gelgelelim hür insanlar da heves eder, para ve şöhret peşinde koşar.
Talep artınca dövüş okulları (ludus) açılır, tecrübeli muharipler (doctor) ders vermeye başlar. Elbette önce tahta kılıçla (rudis).
Gladyatör kelimesi Latince kılıçtan (gladius) gelir, kısa ve enlidir, iki tarafı ustura.
Ağ ve üç oklu mızrakla dövüşenlere Retiarius, sadece sopa ve kementle çıkanlara Laquearius denir.
Meydana fırlayan yarı çıplak signoralar (Gladatrix) cücelerle dövüşür, erkeklerin keyfi için gösteri yapar. Kadınlık ayaklar altında...
Ha söylemeyi unuttum duhuliye alınmaz, kumanya da dağıtılır ayrıca.
YASSAK DEDİK YA!
Romalılar ilk İsevilere acımaz. Bilahare Hristiyan olurlarsa da pagan âdetlerinden kopamazlar. Çok tanrı, put, suret, ikona…
MS 380’de Hristiyanlık resmî din olur, kanlı gösteriler yasaklanır. Alışmışlar kudurmuşlar aldırmaz, aynen devam.
İşte öylesi günlerden birinde Aziz Telemakhus sahaya iner, kollarını açarak haykırır “Durun kalabalıklar!”
Çok sinirlenir taşlayarak öldürürler oracıkta. İmparator Honorius da katilleri hırpalar. Haydi yapın, sıkıysa bir daha!
Temsil, tragedya, nutuk, şiir serbesttir ama nerede o eski şaşaa?
Kolezyum gitgide körelir, kararır, sarmaşıklarla sarılır. Bir ara Frangipani ailesine kale olur, bir ara lejyona kışla. Sonra metruk kalır, mezarlık yapılır, fukara sığınır koridorlarına.
Derken taş ocağı gibi oyarlar. Mermer kaplamalar, demir kapılar hoyratça yağmalanır, o iri bloklar kilise inşaatlarında (Vatikan Aziz Petrus Bazilikası ve Palazzo Venezia) kullanılır. Yangınlar, zelzeleler, incirlenen duvarlar...
1930’larda Benito büyük paralar harcar, tekrar kaldırır ayağa. İmparatorlar gibi atına biner, “Viva il duce” avazları ile girer kolezyuma.
Vay faşist vay!
Müttefikler bombalar bu defa.
.
Hem yeşil, hem tarihi eser zengini görülesi şehir
22 Ağustos 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Şuşa şirin bir belde. Objektifi ne yana çevirseniz fotoğraf, parmağınız acıyor deklanşöre basmaktan..
Sağolsun Döwlet Kültür Müdiresi Semaya Hanım önümüze düşüyor kenti gezdiriyor. Üslubu hoş, bilerek bozmadım, duyduğum gibi yazdım. Buyrun başlayalım...
Evvel zamanda Han Penah Ali ve Karabağ halkı saldırıya açık bir yerde yaşamaktadırlar, nöbet tutmaktan yorulurlar. Sadece şakiler değil civar hanlar da tehdit eder, kaldı ki Rus’a, Gürcü’ye, Acem’e itimad olunmaz.
Bir gün Han adamlarını toplar, “biz öyle bir yere yerleşelim ki” der, “kent kendini koruya, uyuyalım huzurla!”
Süvariler dağılır, döner gelirler birkaç gün sonra. “Müjde efendim” derler “istediğiniz yeri taptık (bulduk). Gayanın üstünde, meşenin içinde, apayrı bir dünya!”
Gider bakarlar büyüüük ama çok böyyük bir kaya. Yekpare taş sanılır alttan bakanda. Ama üstüne çıkan şaşırır, zümrüt yeşili bir saha. Dört tarafı uçurum, yamaçlar kartallara yuva. Eh bir de kale yapılırsa, kimse bizar edemez bundan sonra.
Derhal mimarları toplar, girişelim imara. Kale aylar içinde çıkar ortaya.
Şanına yakışır bir Han Konağı yaparlar ayrıca.
İyi de tek çiçekle bahar gelir mi? Azerbaycan’ın muhtelif bölgelerine haber yollar, paralı, ziyalı insanları davet ederler Şuşa’ya. Alır ustalarını gelirler ve bir yarıştır başlar aralarında. Zenginler soylular kesenin ağzını açar, diğerlerinden daha büyük, daha alımlı bir konak peşinde koşar. Bahçeler, fıskiyeler, havuzlar...
Şuşa’da gezerken görürsünüz ki büyük, muhkem binalar, değişik kemerler, geniş pencereler, yüksek kapılar.
Uzatmayalım Şuşa’nın 17 mahallesi olur ve her birinin de ayrı ayrı camisi, hamamı, çeşmesi vardır. Hiçbiri yek diğerine benzemez, farklı olmaya bakarlar.
SANATORYUM GİBİ
Nasıl şimdi zenginler İsviçre’ye gider, o zamanlar dincelmek gencelmek isteyen koşar gelir Şuşa’ya . Burada istirahate çekilenlerin nefesi düzelir, yüzü renklenir, kasları güçlenir, zaten meyvesi bol, eti, sütü, peyniri leziz, yatalaklar dahi kalkar ayağa.
Kafkasların havası güzeldir Şuşanınki güzel ötesidir biz unical diyeriz ona. Hele Cıdırdüzü’ne gidende sanırsınız havadan su serpilir bağrına.
Şuşa’da iki sanatoryum istirehet merkezi olmuş. Teneffüsünde bnonkunda asmatik problımi olanlar, gelir soluklanırlar. Hastalar dermansız gelir, muhalicalarda sağalırlar. Kimin sinesinde problimı var idiyse hayır düşer sadrına.
Sovyetler döneminde ilde (yılda) 60 bin insan gelir, sağlığına kavuşur biiznillah.
Şuşa’nın esas girişi Gence Kapısındandır. Kale dıvarı dimdik ayakta, ehemmiyetli mimarlık abidesi sayılır döwlet nazarında. Evvel zamanlarda kale kapıları sabah açılır, akşam kapanır. Ki kenar insanlar (yabancılar) girmesin Şuşa’ya. İki yandaki pencerelere tacirler mallarını serer, müşteri ağırlar. Develer atlar surların gölgesine sokulurlar. Ollar için bol ot vardır, keyfle yayılırlar.
Şuşa’da Mayıs Haziran aylarında bir gül yetişir ki başka yerde bulunmaz. Buna Xahribülbül (haribülbül) denir. Günün çıktığı ve battığı yerde bitir, sanırsınız güneşi kovalar.
Deyirler ki Han kızı gurbete gelin göçmüş Şuşa’yı da pek özlemiş. İstemiş ki yurdundan bir şey getirsinler ona. Bu gülü görende ziyade memnun kalmış, beni anlatıyor demiş âdeta. Gül sanki dertli bir bülbül, başını eğmiş düşünür kara kara.
HANKIZI NAHTAVAN
Han kızı (Cevanşir kızı) Nahtavan Xurşid Banu ise edibe, şaire bir hanımdır, ressamdır ayrıca. Sadece Azerbaycan’da değil bütün Kafkaslarda mühim hidmetler yapar. Şuşalılar çok hürmet ederler çünkü mearifperverdir, servetini hayra harcar.
Kent kayanın üzerinde yerleştiği için insanların en büyük problemi su olur. Sakalardan para ile alırlar. Nahtavan servetini harcar, su getirir dağdan. Ki onun çektirdiği içmeli suyu kullanırlar hâlâ.
Düşünün Şuşalılar Nahtavan’ın meyyitini taaa Ağdam’a kadar çiğnlerinde (sırtlarında) aparırlar, hem de yayan. Ermeniler kabrini dağtır, sümüklerini (kemiklerini) çıkarıp kırarlar.
Heykeli de Ermenilerin saldırısına uğrar, kurşunlanır, hurda fiyatına xarici ülkaya satılır. Ama Azeriler bulur tekrar satın alır, mili incesanat muzeyinin hayatında nümayiş ettirilmek üzere koyarlar Bakı’ya.

Gövher Ağa adını taşıyan iki cami var. Ermeniler İran motifleri ile donatmış ‘bu Fars eseri’ demişler utanmadan. Şimdi dönüyorlar aslına.
BİR OLALIM
18 YY’da Ruslar Azerbaycan hanlıklarını ilhak etmeye niyetlenir Karabağ Hanlığı Osmanlı himayesine girmek ister. Tahran’dan Tiflis’e geniş bir araziyi kontrolü altına alan Kacar Türk hanedanından Ağa Muhammed Şuşa’da katledilir. Karar akim kalır.
Ermeniler Şuşa’ya suilet çizen Gövher Ağa camiini aşikare yıkamaz, zamanla erisin diye uğraşırlar.
Mescidin camını penceresini kırar içine domuz sığır koyarlar. Caminin önündeki tarihî kabir taşlarını aparıp satar, minareleri hırpalarlar. Artık görüldü ki camii dağılmakta, çıkıp derler ki bu Fars camisidir. Türk hatlarını ve motiflerini kazır, İranlıları çağırıp yenilerini yaptırtırlar.
Şimdi tekrar elden geçti, öz şekline gayttı (döndü) nice hasretten sonra.
ATALARIN ATLARI
Karabağ eskiden beri atları ile tanınır. Bilhassa İbrahim Halil Han tay yetiştirmeye meraklıdır. Küheylanları Cıdırdüzü mevkiinde koşturur, rüzgârla yarıştırır.
Romalı Vegetius Renatus, Roma ordusunun tek el kitabı olan “Epitoma rei militaris” de Kafkas atlarının altın renkli, sıcakkanlı, hafif bedenli, dayanıklı, uzun ve güzel boyunlu olduğunu yazar.
Cıdırdüzü bir uçurumla sonlanır ki aşağı bakanın başı döner âdeta. Ancak Azerbaycan askerleri yaya olarak gelir ve gece kayalara tırmanıp çıkarlar.
Paşinyan’ın “giremezler” deyip Halay çektiği şehri iki saat içinde alırlar.
Böyle bir şeyi kimse beklemez, Hankendi sadece 4 km uzaktadır, Ermeniler arasında panik başlar, bazıları evini damını yakıp Erivan’a kaçar. İşte savaş da o gün biter, Paşinyan pes eder sonunda.
Askerlerin Şuşa’ya gelirken kullandığı patika şimdi tertemiz bir asfalt “Zafer yolu” diyorlar ona.
GÖMÜLESİ ŞEHİT
Dünyanın mimli hapishaneleri vardır. San Quentin (Kaliforniya), Bang Kwang (Bangkok Hilton), Rikers Island (New York), Alcatraz (San Francisco), La Sante (Paris), Tedmur (Suriye Palmira) Carandiru (Brezilya) gibi... Bunların kiminde mahkûmlar azgındır kiminde gardiyanlar gaddar.
Şuşa Hapishanesi ise cezaevinden ziyade esir kampıdır. Ermeniler yok etmek istedikleri Azerileri buraya alır, canını çıkarır. Nitekim çirkef sularının yığılması için açılan foseptik kuyusunda 17 mazlum naaşı bulunur. Cesetlerin duruşuna bakılırsa kimi yüzüstü atılmış, kimi baş aşağı. Altı neferin karın boşluğunda nal mismarları (çivileri) çıkar. Kesik, delik, kurşun ve işkence izleri vardır ayrıca.

Hankızı Nahtavan hayır sahibi bir insan. Ermeniler
kabrini dağıtmış, kemiklerini çıkarmışlar...
GÖZÜMÜ OYDU ATTI
Seydamet Nurullah sevimli bir Azeri. Bir gözü oynamıyor gibi geldi bana. Takma mı acaba? Sormama gerek kalmadı anlattı: Ben de Şuşa Kalesinde esir tutulmuşam. 95. ilinin (yılının) Mart ayının 21. günü beni değnekle dövdüler. Hırslarını alamadılar bilek kalınlığında sopalarla yüzüme vurdular. Değnek gözüme değdi, kan sıçradığını hissettim. Bir gün geçenden sonra baktılar ki gözüm kararmış bozarmış, beni tekrar getirdiler türme (hapishane) reisinin yanına. Dediler ki kırmızı kart çıkarıp serhat hekimlerine gösterirse iş açılır başımıza. Cezaevi komutanı cebinden bıçağını çıkardı, gözümü oydu yere attı. “Senden kim sorarsa diyeceksin ki, meşe yararken kıymık sıçradı!”
KARANLIK VE KASVETLİ
Sinop Cezaevinde belgesel çekmişliğim var. Ama bunun kadar pis kasvetli bir bina görmedim hayatımda. Odada 5 ranza var 10 kişi kalıyorlar ihtimal. Köşede bir delik hem tuvalet hem banyo, mahremiyet ne gezer, odanın ortasında..
Bodrumlar zifirî zindan, tek kişilik hücreler, tabutluklar. Demir işçiliği çok kötü, kıymıklar sanki kasti bırakılmış ki, ellerini kanatsınlar.
Burada sadece erkekler değil kadın ve çocuklar da yatar, işkenceden paylarını alırlar.
GÜLZARDAN MEZARA
Şuşa’da kayıtlı 160 mimari eser var, çarşılar, sebiller, kervansaraylar.
Bilhassa Saatli Camii, Yukarı ve Aşağı Gövher Ağa Camii sanat tarihi kitabı gibi âdeta.
Bırakın onları mezarlıkları bile dağıtmışlar. Taşınabilir eserleri götürüp Avrupa’da satmışlar.
Birinci Karabağ Savaşı’nda yaklaşık 1 milyon Azerbaycanlı göçtü, 30 bin kişi Rus ve Ermeni güçler tarafından öldürüldü. 4 bin insanın ise akıbeti meçhul. Ama Erivan tek kelime etmiyor bu hususta.
.
Kafkasların İstanbul'u Bakü
28 Ağustos 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:38
Bakü’ye 1994’te gitmiştik ilk defa, o zamanlar yorgun ve fakir bir şehirdi. Eğik bükük raylar üzerinde köhne tramvaylar dolanırdı, vatmanları yaşlı hanımlardı. Temizlik işleri de kadınlardan sorulur, çalı süpürgesiyle çalışırlardı. Sadece Lada, Moskviç gibi Rus arabalarını görebilirdiniz, burunlu otobüsler gürül gürül benzin yakar, yarısını da çiğ atarlardı.
Zavotlar (fabrikalar) korku filmi gibiydi, çok kirliydi, çevre felaketiydi. Derler ki 2. Cihan Harbi’nde Naziler esirleri gaz odasına kapatmış. Açıp baksalar ki Ruslar, Ermeniler, Gürcüler mevta, Azerbaycan Türkleri oturmuş muhabbet ediyor, ellerinde sigara...
Sovyetlerden kalma sosyal konutların, sıvaları dökük, kapıları sökük, bacaları çöküktü, yer yer tuğla briketle örülmüş, sunta ve tenekelerle kapatılmış, mekân yapılmıştı kaçkınlara. Kasvetli binalardı, katlarda bir sürü daire, banyo tuvalet ortaklaşa.
Belediye otobüsleri para alır ama bilet vermezlerdi, rüşvetin adı hürmete çıkmıştı.
Üç beş Türkü saymazsanız esnaf yoktu, Türk fırınları ve lokantaları yeni tatlarla tanıştırmış, marketlerimiz sayesinde çikolata, bisküvi, meşrubat, sabun, sakız ve deterjana kavuşmuşlardı.
Devlet magazinlerinde raflar boştu. Alabileceğiniz sebzeler çok olsun iki kalemdi, patatesle kelemdi. Ülke bağlık bahçelikti ama meyve satılmaz, peynir tanınmaz, zeytin bulunmazdı.
Hâlbuki parklarda sıra sıra zeytin ağaçları...
O zamanlar üç dolar bozduran kraldı, şimdi otuz bozduruyorsun çay kahve parası.
Fikriniz olsun diye yazayım 1 manat (AZN) 15-16 Türk lirası, bir ekmek 40 kepiq, süt 1,6, peynir 6, domates 1,5 manat. Yani aşağı yukarı bizim ayarda. Mazot, benzin 1 manat ama alası dersen çift kat.
İSTİKBALİ PARLAK
Azerbaycan petrol gelirini Ruslardan kurtarınca hızla kalkınır, kabuğunu kırar. Şimdi marka mağazalar, restoranlar, İstanbul’da bile göremeyeceğiniz arabalar.
Taşlar oturmuş, tarifeler konulmuş, kiminle muhatap olacağınız ve ne ödeyeceğiniz belli. Rüşvet, avanta, asla.
2015 Avrupa Olimpiyatları, 2017 İslami Dayanışma Oyunları ve Formula 1 yarışları Bakü’yü tanıtmış cihana.
Yarış için ayrı pistleri yok, aynı Monoca gibi şehrin merkezini kullanıyorlar. Her turda, tarihî binalar, pürüzsüz caddeler, parklar, havuzlar görüntüye giriyor. Bir tarafı Hazar, bir taraf Azadlık Meydanı. Al sana reklam!
Bakü gezilesi görülesi bir şehir, çok da temiz, bal dök yala. Bir mimari üslubu var ve bundan taviz vermiyorlar.
Biz İstanbul’u niye betonlaştırdık bilmem, böyle dizayn edemez miydik acaba?
Zığ Gölü, Şüvelan, Merdekan, Binegedi, Emircan civarında antik kentler var, demek ki binlerce yıldır insan ağırlamakta. Yöre bir zamanlar Sasanilerin elinde kalır sonra İslam’la tanışırlar. Araplar “Bakuye” derler ona.
15. yüzyılda Şirvanşahlardan İbrahim Halilullah, muhteşem bir saray yaptırır.
Sur içi bozulmamış, maziyi yaşıyor hâlâ. Bence “İçeri Şehere” en az iki gün ayırın, bitmez yarım kalır yoksa.
Kız Kalesi eski bir deniz feneri, Hazar’dan gelebilecek tehditlere karşı gözcülük de yapar. Ön yüzü üçgenimsi hedef küçültmüş ustalıkla.
Şirvanşah mimarisi de Ahlat’takilere benziyor, sarayın divanhanesi bizim Emîr Bayındır Kümbetiyle akraba. Tercan Mama Hatun Kümbetini alıp getirin, kaybolur gider arada.
BİZDEN BİRİLERİ
Derviş Kümbetinde yatan Yahyâ-yı Şirvânî hazretleri Anadolu’da çok iyi tanınır. Kendisi Halveti yolunun önderlerindendir. Onun yaşadığı dönemde Şah İsmail Safevi Devleti’ni kurmamış, Şirvanşahları ortadan kaldırmamış yöreyi Şiileştirmemiştir daha. Şah aslen Türk’tür (Hatayi) ama Acem’e çalışır, Fars hegemonyası çöker Tebriz’e, Şiraz’a.
Şirvanşahlar ve Karabağ Hanları İran’dan ziyade Osmanlıya yakın dururlar. Gelgelelim mesafe ırak olunca…
Bakü İstanbul’dan daha sıcak. Hazarı geçince çöller başlıyor zira.
Çok turist var, Türklere farklı davranıyorlar. Bilhassa Karabağ mücadelesinden sonra bize muhabbetleri artmış. İran’ı tanıma fırsatı bulmuşlar. Malum Tahran & Erivan kolkola.
Kaldığımız otel Bakü’ye hâkim bir tepedeydi, sabah kahvaltı yaparken baktım ışığı güzel, açtım camı tam deklanşöre basacağım, garson koşarak geldi “no no no mister!” Âdeta yırtınıyor. Neymiş klima çalışıyormuş da filan.
“Yaa” dedim “şuradan çekeceğimiz iki kare resim, on saniye sürer anca.”
- Abim desene Türk’üm diye. Çek çekebildiğin kadar, icaze verdim her şey serbest sana.
Çocuk mahcup oldu. Çay getiriyor kahve getiriyor, kendini affettirmeye çalışıyor. Neden yanıma Türk bayrağı, İstanbul resmi filan almadım ki. Verirdim ona.
DİL BİRLİĞİ
Bizden daha berrak bir Türkçeleri var. Hava durumu sunarken “seherin bazı hisselerinde” demiyorlar mı bayılıyorum onlara…
Halkın %94’ü Müslüman geri kalanı da Rus, Gürcü, Malakan (Petro muhalifi Ruslar) filan. Bir zamanlar Yahudi de varmış, eser miktarda.
Bakü evvel zamanlarda da petrol ve tuz satar. Arap seyyahı Ebu Dülef’e göre, iki neft sızıntısından yılda 720 bin dirhem gelir sağlarlar (10 YY.)
Eskiden İpek Yolu’ndan gidenler Hazar’ı alttan ya da üstten aşar yürürlermiş haftalarca. Biz gemiyle geçmiştik, akşam bindik sabah yanaştık Türkmenistan’a. Sonra? Sonra çöllere düştük. Aşkaabat’a vardığımızda dört lastik de erimişti, artık o nasıl bir sıcaksa.
Bakü sokaklarında gezerken adım başı tiyatro binası. Yok resim sergisi, yok sanat galerisi, tarih, halı müzesi, coğrafya, etnografya… Ünlü petrol zenginlerinden Hacı Zeynelabidin’in yaşadığı konak arkeolojik eserlere evsahipliği yapıyor mesela.
Nüfusları genç, 5 bin mektepte 1 milyon 600 bin talebe okuyor. 49 üniversiteleri var, Türkler talebe ve muallim olabiliyorlar. 6.500 kültür tesisi, 4.605 kütüphane (ki Millî Kütüphanede, 4,5 milyon yazma ve basma eser var) 125 müze, 43 tiyatro salonu, 3.680 kültür evi...
Neticede %99,5’i okur yazar.
ŞİİRİ SEVİYORLAR
Bilirsiniz bizde şiir kitabı satılmaz. Şairler cebinden bastırır kartvizit gibi dağıtır eşe dosta. Azerice Yunus Emre Divanı çıktığı gün 1 milyon satmış.
Yani her eve girdi dense yalan olmaz.
Onların da Köroğlu ve Nasreddin Hocaları var. Genceli Nizami’yi hangimiz tanımıyoruz, Leyla Mecnun gibi bir zirve yazmış salmış ummana.
Azerbaycan Türkleri de bizim gibi dublajda ustalar, Türk filmlerini ise olduğu gibi takıyorlar, fark etmiyor nasıl olsa.
İlk gittiğimizde Şeki’ye de uğramış, rahmetli Vahabzade’ye konuk olmuştuk. Şirin mi şirin bir kız torunu vardı. Öğretmeni için bir şiir istemişti ısrarla. Rahmetli çay içinceye kadar kapandı, bir şeyler karaladı kâğıda.
-Oku dede.
Bir okudu muhteşem, ölçüyse ölçü, kafiyeyse kafiye, manaysa mana. Ne ağda, ne dağdağa, tam ayarında... Pes! Demek ki şair olunmuyor, doğuluyor.
Eğer birini ağlatmak istiyorsanız Bahtiyar Bey’in “Annem öldü mü?” şiirini dinletin. Bedirhan Gökçe’nin sesinden olacak ama. Gözyaşı garantili. Mendili hazır tutun kenarda.
ŞEHİDLER ÖLMEZ VETEN BÖLÜNMEZ
Şühedaya çok değer veriyorlar. Ben bir hıyaban var sanıyordum meğer her kentte ayrı hıyaban. Bakmaya kıyamazsınız nasıl şirin çocuklar.
Şehid anaları kendilerini şanslı sayıyor, şeref duyuyorlar. Zaferi “ölümden kaçanlar” değil, “ölüme koşanlar” kazanıyor.
Nizami Caddesi bizim Bağdat Yolu ya da İstiklal gibi. Önemli markalar sıralanıyor. Türk mağazaları itibarlı, Batı’nın pahalı kıyafetlerinden eksikleri yok, fazlaları var.
Hazar kıyıları halka açık, akşamları kalabalık oluyor bilhassa. Millî Parkın içine dünyanın en yüksek bayrak direğini dikmişler burcunda nazlı hilal dalgalanıyor. Azerbaycan bayrağındaki yeşil İslamiyeti, mavi Türklüğü işaret ediyor.
Belediye otobüsleri yeterli olmalı mesai saatlerinde bile makul yolcusu var.
Otogar’dan Tiflis, Tahran, Tebriz, Kars, Astrahan, Volgograd, Moskova’ya bine yakın otobüs kalkıyor.
Bakü metrosu iki hat, 35 km civarında. Kafkasya’nın en uzun ve en işlek metrosu. Sabah akşam kalabalığı emiyor âdeta.
Bakü füniküleri ise Behram Gür istasyonundan Şehitler Hiyabanına 4 dakikada ulaşıyor, ücreti 20 kepiq. Takriben 3 lira.
Gelelim ne yenir faslına. Şaşlık (şiş kebap), Adana, pirzola, baklava ortak payda. Üstüne de karpuz kesiyorlar ben nediym sana.
Gitmişken mantı çorbası döşbereyi, patates nohut ve kuzu eti ile pişen piti aşını, hamura sarılarak fırınlanan etli kestaneli şah pilavını, fındıklı kurabiye şekerburayı deneyin, hak vereceksiniz bana.
.
Hem yazdım hem çizdim, mürekkepten tez bezdim: Teknoloji kalemimizi kırdı
11 Eylül 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:36
Diyelim iş adamı ya da bürokratsınız, imza koyuyorsunuz evraka. Bakkaldan tükenmez de alsanız olur ama millet ne der sonra?
Çocuğa soracaksın “oolum evladım dolma denince ne geliyor aklına?”
Biber ya da kadayıf dolma diyorsa (ki ben öyleydim) salla gitsin, hiç uğraşma.
Yok eğer “dolma kalem” diyorsa, okuyacak, adam olacak, anasına babasına bakacaktır sonunda.
Dolma kalemle ne zaman tanıştık? Hımmm ilk mektep 4. sınıftaydık galiba.
Maarif her sahada Osmanlıyı “rakip” görüp “takip” ettiği için “hüsn-ü hat” yerine “güzel yazı” dersleri koyar. Gelgelelim eşyanın tabiatına aykırıdır, zigzag Z’lerden M’lerden, N’lerden, tırmığa benzeyen E’lerden, çomaklı V’lerden estetik bi’ şi çıkmaz.
Bu yüzden el yazısı diye bir şey uydururlar, uçlarını kıvırıp kıvırıp kuyruk yapar, çivi yazısından kurtulurlar. Ben ayrıca yorum kattım kuyrukları iki defa kıvırdım bi’ sağa bi’ sola. Öğretmenin beğeneceğini umuyordum “ooolum bu ne” diye feryatlandı. Sınıfı yıktı başıma. Amaaan iyilik de yaramıyor bunlara.
“Defter benim değil mi” diyeceksin, iyice zıvanadan çıkacak.
ŞAŞIRMA TAŞIRMA
Efendim zikrolunan derse yazı defteri ile girilir, satırları çift çizgilidir, biri büyük harflerin, diğeri küçük harflerin hududunu belirtir.
Taşmaca yok! Çizgiye basarsan yanarsın, arkadaşın oynar sonra.
Derken efemm dosya kâğıdına geçilir. İyi de satırları olmayan bir kâğıda nasıl yazılabilir ki? Hizayı tutturayım derken keşişlemeden esen yellere kapılır, sağ üst köşeye doğru yükselirsin ufala ufala. Motosiklette bir kaide vardır baktığın yere gidersin. “Dur şunun plakasını okuyayım” dersen tamponu öpersin. Yazı da öyle, bakmayacaksın tavana. Ayrıca zulada çizgili kâğıdın olacak, çaktırmadan koyacaksın altına.
Evet çakallıktır ama örtmen de eğiklerden, yamuklardan bıkacak, aldırmayacaktır bir süre sonra.
Yazı dersini ikiye ayırır önce kurşun kalemle çalıştırırlar, sömestirden sonra dolma kalem aldırtırlar. Mahallenin kırtasiyecisi Çin malı kalemler getirtir, beheri beş lira. Toz pembe, limon sarı, uçuk mavidir, leblebi şekeri düşürür insanın aklına. Kapağı bükersin açılır, arkasında küçük kauçuk pompa. Sıkarsın havası çıkar, batırırsın şişeye mürekkep emer kâfi miktarda.
Bazı dolma kalemler iddialıdır, değişik çap ve ebatlarda uç vidalanabilir onlara. İnnecinin enjektörü gibidir, mürekkebi “çelik piston” marifetiyle çeker, çeyrek şişeyi lüpletir icabında.
DALDIRMA KALDIRMA
El yazısında kelime boyunca el kaldırılmaz, peki ama noktalama işaretleri? Ü’ler, Ö’ler, İ’ler, Ç’ler, Ş’ler.
G kalın mı kalsın yani, yumuşamasın mı biraz?
Onlar bilahare aslanım, sabırlı ol patlama!
Hani hattatlar (benzetmek gibi olmasın) harekeleri sonradan atarlar ya.
Dolmakalemin zaptı zor, tıfıl için daha zordur. Zaten ucuz kalem, tırık malzeme, nokta koydun mu elini kaldıracaksın derhâl. Bekletirsen akıtır, damlatır, kâğıdı boyar.
Minikler onu da kurşun kalem gibi ucundan tutar, ciltleri mavi mayii emer, tırnakları mürekkeple dolar. Sıra sıra parmak izleri, görenler de sabıka kaydı sanacak.
TENCERE DİBİN KARA
İlk mektepte İtalyan faşistleri gibi kara gömlek giyersin, iki yanında cebi olur ki dizlerine varır, dipsiz kuyudur âdeta.
Kurşun kalem, kırmızı kalem, silgi, çakı, pergel, minkale, atarsın dolmaz. Hatta benim gibi dağınıklar gazoz kapaklarını, artist resimlerini (zambo cikletten çıkar), misket, sapan, ataç, topaç ve kaytanlarını da taşırlar yanında.
Bazen canın çeker eşinirsin, dibinde birkaç leblebi çekirdek bulursun mutlaka.
Evet bayat!
Ne bekliyordun başka?
Uzatmayalım mürekkep şişesini de sallarsın gider yanına. Bazen kapak oturmaz, nasıl olsa kumaşı kara, zift döksen işlemez ona. Ama çamaşır leğeninde renk verip deee, diğer mintanları boyayıncaaa....
Terlik!
Tesirli mesafeden çıkacak, sobayı siper edeceksin ivedi kaydıyla.
KALEMDEN KELÂMA
Bilahare çini mürekkebi ve divit sardırırlar başına. Çini divit, çini divit... Bildiğin duyduğun şey değildir, gider bakkaldan çivit istersin, ne işine yarayacaksa?
Divitin ucu zinhar şişeye daldırılmaz, birkaç mangır daha atacak, hokka sahibi olacaksın ayrıca.
Yazı dersi imtihanlarında şiir ya da hitabe yazdırırlar. Zırıl zırıl siyaset, rejimi övmece, sultanlara sövmece. E anam sen 27 Mayısçılara serenat atarsan, Menderesçinin çocuğu da o yazının ağzını yüzüne katar.
Sonra oturur vahvahlanır, “eliniz düzeleceğine bozuluyor, ay anlamıyorum valla!”
Müellim imtihanı müteakip kâğıtları toplar, kırmızı kalemle tashih yapar, domates tarlasına çevirir âdeta. Beğendirmek zor, ne yapsan hata.
Tamam kabul, yazım matah değil, karga burga. İyi de ne bozuyosun, milletin huzurunda?
“Aaa tabip mi olacaksın, reçete mi yazacaksın” filan desene, gaz versene çocuğa.
E SEN KAŞINDIN AMA!
O yıllarda battal beden bebeler pek makbuldü, sınıf annelerinin elma yanaklı “minnoşları” olur, itinayla tıkıp tıkıştırırlar. “Gürbüz cumhuriyet nesli” yetiştirir, bando takımında ön sırayı kapatırlar. Balık yağı, portakal suyu ve gece sütüyle semirtilen yavrukurt danaya döner, erken ergenleşir, dişleri çürür, saçları yağlanır, teri kokar, alnını burnunu sivilceler basar.
Akranlarına tepeden baksalar da kofturlar, hımbıldırlar, kavgadan kaçarlar. Çabuk şiştikleri için, maça ney alınmazlar.
Bunların ikisi üçü kol kola girer, kart sesleri ile “önümüze gelene bir tekme” oynarlar. Kalabalığı ezer, tıfıllara tepik atarlar.
Peki ufaklık altında mı kalsın?
Asla! Onun kalemi çoktan kırıldı, sıra infazda.
İntikam soğuk yenen bir yemektir, pundunu kollar. Akşam son zil çalıp da tüllap merdivenlere koştuğunda, sahanlıkta pusuya yatar. Çıkarır dolma kalemini, pistonu itiverir hasmının ardı sıra.
Leke, leke, leke! Taa ensesinden topuğuna.
Lee van Cleef gibi namluya üfler “Hey Amigo c’e Sabata!”
KIL, TÜY VE KAMIŞLA
Evvel zamanlarda Batılılar tüy kullanır, Çinliler fırça. Türkler ise kamışın dengeli mürekkep tuttuğunu keşfeder, kesik uçla ahenk katarlar yazıya.
Sonra metal uçlu divitler yayılır. Ancak hokkaya daldırıp çıkarmak yorucudur, bir hece yazamadan kurur, hadi bi daha.
Pekiii, divitin gövdesi hazne olarak kullanılsa, mürekkep kılcal bir yolla ucuna ulaştırılsa? İşte bu fikir dolma kalemi doğuracaktır sonunda.
Önceleri tepesinden kapak açılır, itinayla doldurulur damla damla, adı da bu yüzden “dolma.”
İlk divitler sızdırır akıtır, neticede yer çekimi diye bir şey var di mi ama?
Sıkıntıyı kauçuk bir kese ile çözer, mürekkebi negatif hava basıncı ile içeride tutarlar.
AKSESUAR BABINDA
Ellili yıllarda dolma kalemler altın çağını yaşar, katalin, reçine, abanoz, pelesenk, fildişi, kehribar, gümüş gibi seçme malzeme kullanırlar. Meraklısı bedelini seve seve öder, üçüne beşine bakmaz. Kalem, kol düğmesi, kravat iğnesi, cep saati gibi aksesuardır, harbiden itibar.
Peki sonra?
Sonra n’ossun? Plastik girer hayatımıza. Hatta ince silindire yağlı mürekkep basar, ucuna bilye takarlar. Roller kalemler de tükenmez mantığıyla çalışır, mürekkebi suludur o kadar.
Sonra kartuşlular, jelliler, keçeliler, fosforlular çıkar, piyasa çeşitle dolar. Yok sıfır beşler, bilmem ne ince uçlular...
YERLİDEN ŞAŞMA
Yolu Cağaloğlu’ndan geçen her vatandaş gibi vitrinlere bakar, alakadar olurduk fiyatlarıyla.
İtiraf edeyim aklım kalemden ziyade kutularında. Bazıları kalite ahşaptır, içine kadife döşerler hatta. Meğer elin oğlu kalemi ceketinin cebine takar, kutusunu çöpe atarmış acımadan.
Duyduğumda nasıl üzülmüştüm anlatamam. Âlâ lazım olur, insan saklamaz mı kenarda?
Türklerin itibar ettiği kalemler genellikle Alman malıdır. Pelikan, Montblanc, Lamy, Faber Castell ve Kaweco sık çıkar karşınıza.
Sonra Japonların tapon olmadığı fark edilir. Platinum, Pilot, Sailor yan kulvardan kopar, son düzlüğü karıştırırlar.
İngiliz Parker, ABD’li Cross ve Scheaffer’ın da meraklısı vardır.
Ama şıklık ve akıcılıkta yerli Scrikss alayına fark atar. Hatta dünya kalite ödülünü alır, zirveye oynar (1993-Hollanda)
.
Ekselans ekspresleri Tekerlekli saraylar
19 Eylül 2023 08:26 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:36
Geçtiğimiz günlerde Kuzey Kore Lideri Kim Jong-Un, Putin’le görüşmek için Rusya’ya gitti. Tayyare korkusundan ötürü, 1250 kilometrelik yolu hususi treni ile katetti. Ağır zırhlar taşıdığı için en fazla 50 km sürat yapabilen hantal vasıtaya yüklü miktarda alkol alındı ve dansçı kızlar...
Biliyorsunuz Putin Ukrayna’nın 5 günde teslim olacağını sanmıştı, öyle olmadı. At at roket bitti, direniş kırılmadı. Depolar tamtakır, kuru bakır, cephedekiler homurdanmaya başladı.
Şimdi Moskova Pyongyang’ın elindeki top ve havan mermilerine talip. Velevki demode olsalar da...
Kuzey Kore de balistik füze programı için Putin’e muhtaç. Hâlbuki halkı fukara. Amaaan vatandaşın çorbası Kim’in umurunda?
Washington parmak sallasa da aldırmıyor. Ülkenin ne turizmi ne de ticareti var. Zaten dibe vurmuş, yaptırımlarla daha fena olacak değil ya.
YEŞİL TREN
Mühimmat da mühim ama bence haberin dikkat çeken tarafı vakti bol başkanın afili katarı.
Yaa bu devirde raylara kısılan lider mi kaldı? O furya 1930’lardaydı.
Kim’in vagonları hayli okkalı, iki lokomotif tarafından çekilse de sürat yapamıyor.
Ama işçilik ve malzeme özenli, kanepeler mercan pembesi deri. Konferans salonu ise kar beyaz, bembeyaz. Başkan film seyretmeye meraklı, vagonun biri sinema. Biri ise garaj yapılmış, Mercedes’ini (tabii ki Maybach) almadan çıkmıyor yola.
Baskı rejimlerinde tren yolları dünya standartlarına uymaz. Ya biraz daha geniş tutulur, ya da dar. Başkanlar karşı devrim korkusu yaşadıklarından aşırı ihtiyatlıdırlar.
Ya hasımları milis yüklü trenlerle üşüşürlerse başına? Ray açıklığı farklıysa ilerleyemez, takılırlar sınırda.
Şimdi dingiller değişebiliyor. Nitekim Tumangang istasyonunda aktarıp devam ettiler yola. Ne kadar oyalandılar biliyor musunuz? Sadece 70 dakika.
Cihan Harbi yıllarında otoriter başkanların hususi trenleri olur. Mesela Hitler bir führersonderzug (lider treni) ısmarlar, adını “Amerika” koyar. ABD Dünya Savaşında karşı safta yer alınca (1943) adını değiştirir “Brandenburg” yapar. Brandenburg Berlin’deki meşhur kapı efendim. Evet o üstünde dört beygir olan.
Hitler 1200 tonluk treniyle cepheleri dolaşır. Çadırda değil katarda yatar, sabah kalkar, mermer küvetinde banyo yapar, vejetaryendir, peynir ekmeğini yer çayını içer, üstüne de bir elma. Adamlarının karşısına dinç çıkar daima.
Kuzey Ren Vestfalya’daki komuta merkezi Felsennest (kartal yuvası) hizmete girene kadar führersonderzug “müteharrik karargâh” olur. Führer emniyet endişesi ile ya en ön ya da en arka vagonda uyur, hava savunma sistemleri (flakwagen) ile korunur.
Otomobil ve tayyaresi de yanındadır, n’olur, n’olmaz.
ASYA, AFRİKA, ATLAS
Nazilerin tek treni bu değildir, Wehrmacht Yüksek Komutanlığı “Afrika” ve “Atlas”ı kullanır ayrıca. Bunlar da Braunschweig ve Franconia adını alacaktır daha sonra.
Hermann Göring’in hususi treni “Asya” da isim değiştirir, “Pomerania” adıyla devam eder yoluna.
Asmus Jepsen’in treni “Atlantik” ise “Auerhahn” adıyla Kriegsmarine (Donanmaya) verilir, Enzian, Robinson 1 ve Robinson 2 ise Hava Kuvvetlerine (Luftwaffe) tahsis edilir.
Reichsführer SS General Himmler “Heinrich” ve “Transport 44” trenleriyle sahayı harmanlar. Hariciye Bakanı Joachim von Ribbentrop ise hususi treni ile diplomasi kovalar.
Bunlar Henschel & Sohn, Krauss-Maffei Wegmann ve Credé tarafından yapılır, klima ile ısıtılıp havalandırılır. Elbette akranlarından hızlıdırlar (120 km/s).
FÜHRERWAGEN
Hitler misafirlerini Führerwagen de (başkan vagonu) ağırlar, büyük bir masa ve damarlı akçaağaç kanepelerin bulunduğu salonda otururlar.
Komuta ve muhabere arabası (Befehlswagen) teleprinter, telefon santrali, kısa dalga radyo ve şifreleme cihazları ile açıktır dış dünyaya.
Begleitkommandowagen (muhafız arabası) SS askerlerini barındırır ki bunlar lidere sadıktırlar.
Bir araba da (Badewagen) berber ve banyolara ayrılır. Tepesinde su taşır, haliyle ağırdır (78 ton).
Basın arabası da (Pressewagen) Propagandaministerium’a çalışır.
Hitler, Maréchal Pétain ile vagonunda tanışır. Mussolini ile Anlage Süd’de buluşur. Bu tesis, 1941’de yapılır, 2 adet güçlendirilmiş tüneli vardır. Her birine bir tren girer, saldırı durumunda kapılar kapanır, dağın içinde emindirler bombardımandan.
Hitler, Macaristan hükümdarı Amiral Miklós Horthy’yi ise Mönichkirchen (Avusturya) istasyonunda karşılar, 12 vagonlu treninde ağırlar.
BREİTSPURBAHN
Führer’in hayalinde üç metre genişliğinde raylarda yürüyen dev trenler (Breitspurbahn) vardır, Avrupa’yı ele geçirince boydan boya hat çekecek, yolcular 6 m eninde 42 m boyunda 8 metre yüksekliğinde vagonlarla taşınacaktır. Breitspurbahn sinema salonları, yüzme havuzları ile donanacak transatlantikleri andıracaktır.
İyi de ağırlığı 900 tona ulaşan vagonları hangi lokomotif çekebilecek, bu yüke hangi ray, menfez, köprü dayanacaktır acaba?
Führer ona karışmaz, “yapılsın” der o kadar. Nazi mimarları istasyonları rejime uydururlar.
O süratle ışık ve tabelalar görülemeyeceği için makinistin önüne bilgiler gelmelidir. Oturur sinyalizasyona kafa yorarlar. Böyle bir treni yürütecek enerjiye teller dayanmaz, elektriği ayrı bir raydan almayı denerler ki şu an metrolarda kullanılıyor.
Uzatmayalım, mağlup olurlar, proje rafa kalkar.
ONLAR DAHA EŞİT
SSCB’de Kızılordu komseri Lev Troçki’ye tahsis edilen tren yer yer zırhlıdır. Devrimden hemen sonra yapılır (Ağustos 1918) muhafızlarla muhafaza altına alınır.
Yaklaşık 65 bin mil yol yapar. İç Savaş esnasında Josef Stalin gibi Bolşevikleri ağırlar, adı “Zafer Treni”ne çıkar.
Fevkalade konforludur, telgrafhane, kütüphane, yazıhane, telsiz haberleşme, yedi otomobil kapasiteli garaj, akaryakıt tankı ve ufak bir hava filosu mevcuttur yanında.
Trende stenograflar, sekreterler, muhabir, muharrir ve mürettipler çalıştırılır. “V Puti” (Yolumun Üzerinde) adlı bir gazete çıkarır, Kızıl ordu lehine ajitasyon yaparlar.
BİZİM ONLARDAN NEYİMİZ EKSİK?
TC’nin ilk yıllarında Almanlara (Wegmann&CO, Cassel) hususi bir reisi cumhur vagonu yaptırırız. Emsalllerinden farklıdır, “Yürüyen Köşk” diye tanınır.
21.82 m uzunluğundadır. Salonu, toplantı odası, kompartımanı, yatak odası, banyosu, tuvaleti ve arkasında balkonu vardır. Dinamoyla aydınlatılır, buharla ısıtılır. Herhangi bir trenin ya da lokomatifin ardına takılır. Geçiş üstünlüğüne haizdir, hatlar açılır, sürekli yol alır.
Bilahare yine bir Alman şirketine (Breslau’da LHV Linke Hofmann-Werke) hususi bir VIP tren ısmarlanır. 19 Temmuz 1935’de Haydarpaşa’ya gelir. Hususi kararname ile içeri alınır. Dokuz vagon bir furgondur (bagaj). Halk arasında “Beyaz Tren” diye anılır. Kapılarda “Vestibül, Salon, Yatak Odası, Banyo, Hanımlara mahsus salon, Maiyet abdesthanesi” yazar.
İki yatak odası ve banyo vardır. Lavabo, bide ve baş yıkamak için sabit duşlar takılır.
Klozet kapağı, arkasındaki kol sayesinde el değmeden kalkar.
Yemek salonundaki masa 16 kişiliktir. İstirahat mahallinde tavla oynayanlar için hasır koltuklar sehpalar. Radyo pikap, müzik sistemi, kolonlar.
Mutfağı, kileri, buzdolabı açık tutulur, garsonlar emre amadedir daima.
İŞLEMEYEN DEMİR PAS TUTAR
Sonraki iki vagonda içi deri kaplı sekiz kompartıman bulunur. İstenirse kanepeler kuşete dönebilir. Seyyar telgraf ve telefon makineleri muhabereyi sağlar
Trenin geçeceği hatlara mühürlü zarflarla parola yollanır, bilemeyen binemez. Vatandaş istasyona bile giremez.
Beyaz Treni iki lokomotif çeker, makinistler işinin ehlidirler. Alet istim üzerinde tutulur. 7/24 hazırdır, anında çıkabilir yola.
Kazanına kömür atılsa da, bakımı itinayla yapılsa da hasret kalır raylara.
Pek binen kullanan olmaz.
İki kısa seyahat ve iki ecnebi konuk istisna....
SURATSIZ LİDERİN SEVİMLİ TRENİ
Faşist Lider Benito Musollini kabına sığamaz, 1937’de FIAT’a ısmarladığı La Littorina (solucan) mototreni ile oradan oraya koşar. Otobüs mantığı ile çalışan vasıta ayrıca bir lokomotife ihtiyaç duymaz. Makine hem teknik olarak çağın önündedir hem de estetik ve sevimlidir. 2012’de Hasköy Rahmi Koç Müzesi’ne getirilir, 10 yıl sergilenir. Tofaş çalışanları bile FIAT’ın tren ürettiğinden habersizdir o sıra
.
Tripoliçe Katliamı'nı çabuk unuttuk!
1 Ekim 2023 02:00 | Güncelleme :1 Ekim 2023 01:41
Okundu...
1.10.2023
Müslümanlar bir şehri kuşatınca teklifte bulunurlar: "Gelin din kardeşi olalım, birlikte yönetelim, paylaşalım ortaklaşa." Eğer İslamiyeti seçmedilerse ikinci teklif gelir: "Hâkimiyetimizi tanıyın, yine evinizde yurdunuzda kalın, işinizi gücünüzü bozmayın." Gayrimüslimlerden sadece makul bir vergi alınır. "Tamam ben seni koruyacak, kollayacak, sanatını ticaretini büyütecek, belediye hizmetleri sunacağım ama sen de cizye vereceksin bana" denir. Müslümanların da ödemek zorunda olduğu zekât, öşür vardır, onları bağlamaz.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’u kuşatınca aynı teklifi yapar ancak Rumlar direnmeyi seçer, sur üstünde olmanın avantajını kullanırlar. Çocukla
.
Nerede akşam orada sabah...
3 Ekim 2023 08:44 | Güncelleme :3 Ekim 2023 08:52
Geçen Karavan Fuarına uğradım sektör nereye gelmiş öyle. Maşaallah. 54 firma 260 marka. Katılmayanlar da var daha.
Eskiden Sakarya’dan geçerken Başoğlu Karavanın fabrikasını görürdük, Bursalılar da karoser işinde iyiydiler o sıra. Haydi vanları motokaravana çeviren birkaç tane daha sanatkâr olsun, bir elin parmaklarınca.
Şimdi uçmuşlar. Bakıyorsun Kütahya’nın Gediz’inde imalat yapan firma mal yağdırıyor Avrupa’ya.
Sahi bu karavan fikri nereden geldi, bunu ilk kim başlattı acaba?
Batı kaynakları karavanın mazisini sirk çalışanlarına bağlar. Sirkten kaç kişi çıksın? Beş on araba.
İyi de bunca göçebe kavim var. Taaa Çin s
.
Kireç sökücü sizi sökmesin sonra?
7 Ekim 2023 02:00 | Güncelleme :7 Ekim 2023 08:31
Un nasıl beyaz olabilir ki? Kendisi buğday benizli bi’ defa.
Pancar ve şeker kamışı beyaz değil ama toz şeker bembeyaz.
Pamuk da öyle, şüphesiz ağartılıyor, tenimiz kimyevi maddelere maruz kalıyor.
İnsanın diş rengi; göz, saç ve ten rengi ile mütenasiptir. Dişini bir ton beyazlatırsan muvazene bozulur, sırıtır sıfatında.
Nitekim saçı sarıya boyamakla sarışın olunmaz. Renkli lens takanlar çekici değil, tuhaf olur.
Bence zenciler çok sevimli keşke Michael Jackson kendisi gibi kalsaydı.
Cildiyle oynadı netice ortada.
Aslında beyaz ayılar bile beyaz değil, ağızları mavi, derileri siyah, tüyleri beyaz gibi görünür ışıkta.
En rahat okunan kitaplar sarı kâğıtlı olanlardır. Beyaz kâğıt parlar, gözü yorar.
Süt, yoğurt, kaymak beyaz değildir.
Beyaz peynir bile beyaz değildir hatta.
Bakın kar için bir şey diyemem; harbiden beyaz.
Profesyonel kameralarda beyaz ayarı vardır. Objektife bir kâğıt (bulamazsan, morsille yuğulmuş fanilanı) gösterirsin “Bak koçum, burada beyaz bu” dersin. Alet de kertik alır, diğer renkleri ona göre ayarlar, suratlar mavimsi ya da ciğer gibi çıkmaz. Kelvin olayına girmeyelim muhabbet dağılmasın sonra. Demek ki tek beyaz yok, her mekânda başka başka.
İyi de kime anlatıyorsun? Kadınlar beyaz ötesinden vaz mı geçecek? Çok beklersin daha.
Ortalığı nasıl deterjana boğdularsa ilk yağmurda caddeler köpürüyor.
Sonra nereden çıktı bu müsilaj?
Hani devlet? Niye tedbir alınmıyor?
DETERJAN BETERJAN
Evvelce yer sofrası açılırdı malum, ortaya üç sahan konur. Birinde yemek, birinde pilav, birinde de turşu ya da salata.
Ortaya karışık, isteyen istediğinden kaşıklar.
Şimdi çorba kâsesini alıp, ana yemeği veriyorlar. Zeytinyağlılar, ara sıcaklar, çörekler börekler, hoşaflar, tatlılar...
Hepsi de ayrı ayrı tabaklarda.
Biz önündekini bitiren insanlarız, en az on porselen sıyırtıyorlar sana. Ne kadar tabak, o kaa kimyasal.
Bilim adamları deterjan kalıntılarına “şeytan pisliği” diyor. Bir yerde okudumdu; 17 saat su akıtmış, arındıramamışlar. Deterjan dediğin şey bünyeden de kolay ıtrah (ihraç) edilemiyor.
Bilmem kaç karbonlu yapı kırıldığında ortaya alkil ve benzen çıkıyor. Alkil hücre çoğalması yapıyor, benzen oksijeni bitiriyor.
Yani?
Kanser için zemin hazırlıyor, davetiye çıkarıyor.
Onkoloji servisleri çakılı hasta, mütehassıslar akıbetimizden endişe ediyor.
Dikkat ettiniz mi bilmem, daha ziyade meme, rahim, prostat, kolon ve cilt kanserleri artıyor. Niye?
Çünkü beyaz, bembeyaz çamaşırlar vadeden firmanız size felaket sunuyor.
Hasta olmamak için temizlik yapıyoruz, temizlik bizi hasta ediyor.
Zaten deterjanla yapılan temizlik temizlik değil, dışımızı parlatıyoruz, içimiz kirleniyor.
Eğer akvaryum alırsanız satıcı size ikazda bulunacaktır; “Camları temizleyin ama deterjanla asla!” Dinlemezseniz balıklarınız ölür, üzülürsünüz sonra...
Lağım suyunu bile ilk hâline çevirmek mümkün, lakin deterjan, arıtma sistemlerine gülüp geçiyor. Bir gün musluklarınızdan köpük akarsa şaşmayın, çember hızla daralıyor.
Kırk sene evvel İzmir Körfezi’nde 200 çeşit balık yaşarmış bugün sadece iki çeşit kaldı. Marmara’da da durum iç açıcı değil; kofanalar, torikler, zarganalar, kılıçlar, orkinoslar sadece sararmış fotoğraflarda.
KÜL, KİL, SİRKE
Şimdi “Efendim eskiden” diye başlayacağım, okuyucular “Yine mi” diyecekler bana.
Evet, eskiden evlere çuvalla sabun alınırdı. Bulaşıkta çamaşırda zeytinyağlı yeşil sabun kullanılır; taşlar, tahtalar mayi sabunla ovalanırdı.
Ak toprağı kumla karıştırır; sahanları, kâseleri kirden yağdan arındırırlardı.
Temizlik daha ziyade fizikidir, bu yüzden bir köşede talaş, kapçık, kül, kepek saklarlardı.
Hanımların tanıştığı ilk kimyasal çivit olmuştu galiba. Beyazların son suyuna bir çift çivit salar, sarımsılıktan kurtulurlardı. Sanki mavimsi eflatunsu bir hava...
Sonra Fay ve Pop girdi hayatımıza… Ve işin cılkı çıktı. Mintax’la güzelim Mintax’la!
Haydi yağ sökmek için bir damla kullandın öyle pamuk helva gibi köpürtmek neden be abla? Bütün bunlar dereye, ırmağa, denize karışacak. Müsilaj olarak dönecek sana.
Geçen haberlerde çıktı, kadıncağız fazla teneffüs etmiş olmalı, kireç sökücüden mevta.
Değdi mi yani, ne olur fayanslar kireçli kalsa?
KÂTİBİME KOLALI DA…
Mevzumuzla alakası yok ama kola olayına girmesem çatlarım burada.
Önlük yakalarını kolalamak mecburiydi okulda. Düşün; ağzı süt kokan tıfılsın, giyotin taşıyorsun boynunda.
Kafanı her çevirişinde keser, derini yolar. Akşamları tasması çıkarılmış ite dönersin. Nasıl acır, el değmez inan.
İyi aile çocuklarının devam ettiği muhitlerde manşet taktırırlardı ayrıca. Ulen diyeceksin saçı ağarmış memurlar bile urbasını kara kollukla korurken, küçümen çocuğun bileğine beyaz manşet geçirmek hangi akla?
Kelepçe efendim kelepçe, baskı altında olduğunu hissetsin, diklenmesin sonra. Zaten sobalı sınıf, her yan is, pis, duman. Sıralar kabuk kabuk kir, taaa babanın çocukluğundan kalma.
Bak kızdım işte. Şimdi hemen gidiyorsunuz mutfağa, krem ve sıvı deterjanları imha ediyorsunuz derhâl. Sakın çöpe atmayın ne suya değsin, ne toprağa!
Banyodan da şampuanları kaldırıyorsunuz. Aman diym gozüm, arabanı bile yıkama onlarla.
Bu saatten sonra küle kile rücu etmek zor ama sabun, boraks ve soda esaslı temizleyiciler deneyebilirsiniz pekâlâ...
Saçını zeytin, bıttım, defne yağlı sabunla yıka. Çıkarken sirkeli suyla durula. Dua et bana. İnanın cam gibi parlayacak, ipek ipek raksedecek rüzgârda. Sirke, sirkeleri de gebertir, bit ney barındırmaz kafanda.
Biliyorum kimseye tesir etmedi. Önce müellif tatbik edecek ki...
Ondan sonra.
.
Aykırı validen eski köye yeni âdet... Recep Yazıcıoğlu
8 Ekim 2023 02:00 | Güncelleme :8 Ekim 2023 08:33
Otuzlu kırklı yıllarda yapılan hükûmet konakları umumiyetle üç katlıdır, ön cephesinde Helen mimarisinden mülhem sütunlar vardır, 40 metre genişliğinde basamaklarla sahanlığa varılır. Karşınıza üç kapı çıkar, kenardakiler ufaktır ve kapalı tutulurlar. Ortadaki devasadır, al halı serilir tabanına. İşte vali bey hazretleri oradan girer çıkar. Otomobili kontak kapatmaz, gün boyu çalışır duman atar.
Methal geniş ve yüksektir, tavan üç kat boyunda. Yaverleri hizmetçileri koşar, paltosunu şapkasını alırlar. Bu kısma değil vatandaş, personel bile yaklaşamaz. “Ötekiler” arka bahçeden girer, ilk bir buçuk metresi füme boyalı dar bir koridora alınırlar. Tavan basık, ampuller zayıftır, sarı sarı yanar. Her taraf izmarit, tozlu zemin, kirli duvar...
Amaan halk değil mi? Çok bile onlara!
Vali dediğinin yaşlı başlı, çatık kaşlı olmalı, koltuğu doldurmalıdır ayrıca.
“Asık surat hükûmet dedikleri zat!”
Bildikleri tek şey gelen evrak “gelen evrak” dosyasına, giden evrak “giden evrak” dosyasına. Aman teftiş meftiş olur, sıkıntı çıkmaya.
Gelgelelim 1948 Sürmene doğumlu, tekaüt Milâs müftüsünün oğlu Recep bu seremoniyi yıkar.
Süper zekadır, ilk mektebi üç yılda bitirir, 19’unda ev bark kurar.
Bilirsiniz rahmetli Özal, Adnan Kahveci, Hasan Celâl Güzel gibi isimleri bulup çıkarır, durur arkalarında. Birileri Recep Bey’den bahseder “Tam aradığım adam” der, “getirin onu bana!”
Valilik yapabilmek için aylarca uğraşır, zira yaşı tutmaz. Ayrıca sivri dillidir, kimseden korkmaz.
Başına iş açar mı? Açar.
Olsun katlanacaktır icabında.
Yetmez kardeşini de Diyanet’e Reis yapar, çocuk 34 yaşındadır daha.
ÇİZGİ DIŞI
Tepeden inmeci, elitist egemenler Recep Bey’den hoşlanmaz. Kim bilir nerelere çomak sokacak?
Beklendiği gibi olur, kaymakamlık yıllarında kavgaya başlar.
Ardanuç’ta heyelanlarla, Sungurlu’da kan davalarıyla uğraşır. Anadolu’da eşkıya vardır ama ihbar alıp gittiklerinde kaçmış olurlar. Devlet de silahlı çobanları toplar… Gücünün yettiğine. Haklı haksız bakmaz, yakaladığını yakar.
Bir ara genelev açmak isteyenlerle takışır, baksa ki arkasında siyasiler var.
Kalkandere’de çay üreticilerine kaymakam dayanmaz onu da yıldıracaklarını sanırlar. Çay iki buçuk yaprak olacaktır, baskıyla tehditle dal yonga satmaya kalkanları çarpar, sonra tatlıya bağlar.
Yaşlılar idareimaslahatçıdır, kokmaz bulaşmaz, taş altına elini sokmaz. Recep Bey ise üstüne üstüne gider, silah zoruyla yol açtırır icabında.
Bulanık suda bulaşık yıkayan aşçıya o suyu içirtir. Hadi bir daha yap sıkıysa.
Ağrı Hamur’da kravatlı memurlarla temel kazar, eli birlik lojmanları çıkarırlar ortaya. Kahveleri bir bahaneyle kapatır, amele bulamayacaktır yoksa.
Alaca’da bir kavganın ortasına düşer ki bir taraf Alevi, bir taraf Sünni’dir; zor vaka. Arıza çıkaranları tespit eder, bir gecede toplar, asayiş girer yoluna.
Kapıda “Vurmadan girin” yazar. Irgat maraba babasının odası gibi dalar. Halk bu kadarına alışık değildir, şaşırırlar.
Kahvelere aspiratör, havalandırma taktırır en az elli kitap bulundurma ve iki gazete alma mecburiyeti getirir. Şakası yoktur kapatır.
Mektep inşaatlarına halkı da katar. Kurdeleyi yaşlı nineler keser, nutku dedeler atar.
Mahallenin delisini hoş tutar.
23 NİSAN VALİSİ GİBİ
Vali olduğunda bebek simalıdır, ak saçlı bürokratlara göre çocuk sayılır.
Dar imkânlara rağmen Tokat’ta üç bin derslik ve 147 sağlık ocağı yaptırır. Halktan salma (gönüllü vergi) alır, özel idareyi de içine katar ve T.C. tarihi boyunca yapılanları aşar.
Yetmez sigara ve kumarı çembere alır, alkole savaş açar. Babalar akşam eve gitmeye başlar, çocuğunun farkına varırlar.
Tokat’ta unutulan yazmacılığı ayağa kaldırır. Atölyeler açılır, fidanlar dağıtılır, eski evler konaklar ayağa kalkar.
Esnaf şevklenir, şehir şavklanır, oteller, lokantalar...
Kasada 590 bin lira vardır, dokuz misli iş yapar. Eee bu kadarı da fazladır ama! Emsal olacak tembel takımına.
“Açın şuna bi’ soruşturma!”

Ağabeyi M. Said Yazıcıoğlu
Kendini Aydın’da bulur bir anda. İlk işi kumsala ipotek koyan kamu binalarını yıkmak olur. Devlet patron, halk köle olamayacaktır bundan sonra!
Aydın için ciddi projeleri vardır. Şehri ve ilçeleri termal ile ısıtacaktır mesela.
Ancak devletlüler güçlü vali istemez. İl teşkilatları, belediye başkanları, mebuslar rahatsız olurlar. Beceriksiz liyakatsiz “başüstüne” diyen bir ezik lazımdır onlara.
Sahra çadırına dönen Aydın Devlet Hastanesine el atınca ekâbir ayaklanır, o da sertleşir geri vitesi yoktur zira.
Gelgelelim mahmur mağrurları yerlerinden kaldıramaz, aksine onun biletini keserler, artık kimin nasırına bastıysa.
Rahmetli Yıldırım Akbulut “Recep Bey’i kendi memleketime istiyorum” der, sahip çıkar.
FİZAN! ERZİNCAN!
Erzincan sürgün yeridir, öğretmen bile gelmez, vazifeye başlamaz.
Valimiz sokak sokak dolaşır, vatandaşla tanışır, sıkıntı ne acaba? Bakar particiler sultan. Onlarla net konuşur, “Ben il başkanlığı yapmam, işinize karışmam, siz de valilik yapmayın ama!”
Buna rağmen memur alımında kontenjan isterler… Haydaaa!
O da imtihanda öyle zor sorular sorar ki kazanan az ola, mülakata gerek kalmaya. Yoksa didişecektir imparatorlarla.
Koalisyon böyle bir şeydir işte, müdürlükler, KİT’ler parsellenir, kimse çöplüğünde horoz istemez başka.
Bizden olsun, çamurdan olsun, iş yapmış, yapmamış kimin umurunda?
O sıra Erzincan zelzelesi yaşanır… Şehir enkaz, insanlar titrer, donar. Kızılay Kızılderili çadırı getirir, onlar da kapanın elinde kalır, eşrafın bahçesinde avlusunda.
Bakar olacak değil, ipleri eline alır, 10 bin konut yaptırır, on binini de güçlendirip ayakta tutar. Devlet Hastanesi, SSK ve Askerî Hastane’yi şekle sokar.
Terör can sıkıcıdır. Cezaevine gider, PKK ve TİKKO militanları ile yemeğe oturur. Derdiniz ne? Kan dökmeden nasıl çözülür acaba? T.C. tarihinde ilk defa siyasi mahkûmlar muhatap alınırlar.
Derken Başbağlar hadisesi patlar. Tunceli’den gelen grup göstere göstere katliam yapar, Adalet Bakanlığı CHP’dedir; yakalar, salar. Maksat Sünnileri yıldırmak, nitekim köyler boşalır o sıra.
Vali “Hayır terk etmeyeceğiz” der, korucu seçer silah dağıtır. “Bitireceğiz dibini kazıyacağız” nutukları atmaz, “Terörle yaşamaya alışacağız bundan sonra!”
HİZMETİ ÜCRAYA
Hizmeti mezralara kadar taşır, içme suyu, gölet, kanalizasyon yaptırır; köyleri, sakinleri için cazip hâle getirmeye çalışır. Öğretmenevlerini, polisevlerini fevkalade lüks yapar. Geldiklerine pişman olmasınlar.
O günlerde bazı Kemaliye köyleri merkeze ulaşamaz, baraj yapılınca Fırat yükselmiş, Başpınar Köprüsü’nü yutmuş almıştır. Bir feribot edinirler ama teröristler yakar.
Halk, köprü talebini Demirel’e de iletir, programa alınmaz.
Valimiz İstanbul’daki hemşehrileri ayaklandırır, bağış toplar. Çelik köprüyü litaratürde olmayan bir usulle yerine oturturlar. Ellerinde sadece bir dozer, bir tekne vardır, o kadar.
Köprü halledilince neşesi yerine gelir rafting, su kayağı, dağcılık yapar, bot alabora oldukça yeniden başlar, turizme maya çalar. Cirit ekipleri, mehter takımları, yayla şenlikleri derken Munzurlar renklenmeye başlar. Keşiş Dağı, Tercan Gölü, Mama Hatun ve Melik Ahmet Gazi Türbeleri ziyaretçi toplar.
Kemaliye o günlerde Ergenekon gibi dorukların ortasındadır. Dağlar asırlık proje “Taşyol” ile (bir nevi tünel) delinir. 8.250 metre gidersin, Sivas 220 kilometre yaklaşır sana. Gurbetçiler rahat gelir, gider memleketlerinden kopmazlar.
Hasılı hantal devletle, tembel bürokratla boğuşur, vatandaşa ümit aşılar.
Efendim sen misin kendi kendine icraat yapan? Sesli sesli düşünen, dikine dikine konuşan?
Ankara’ya şantiye değil, salon valisi lazımdır. Ecevit, Yılmaz, Bahçeli statükoyu deldirtmez, gereğini yapar.
ARAMAKLA BULUNMAZ
Recep Bey’in tasfiyesi hem Erzincan hem Türkiye için kayıptır. Ankara’ya mektuplar telgraflar yağar, değişen bir şey olmaz.
Ama o merkez valisi iken de memleket için kafa yorar. Tüketici topluma, parlamenter sisteme, iş birlikçi sendikalara çareler arar. Sahte demokrasilere, kokuşmuş bürokrasiye, hortumcu takımına, lider sultasına karşı “başkanlık siteminden” söz açar.
Partilerde genel başkana biat esastır, her birinin ‘Führer’i vardır, burnundan kıl aldırmaz. Memleket “düüü - zeel - meez” kurtarıcılardan kurtulmadıkça..
Bir gün sarı zarf gelir, açar “Devlet memurluğunu aşan beyanlarda bulunduğunuzdan…”
İcraatlarından da başı ağrır, hiç yatırım yapmasa soran olmayacaktır oysa.
Valimiz çimentoya, beyaz una, kara kolaya, adliye saraylarına açtığı savaşta mı düşman kazandı bilmiyoruz. Siyasete mi niyetlendi yoksa?
Vefatı garip olur; kimine göre suikast, kimine göre kaza.
Ziraat Odası Başkanı çağırmıştır, adamcağız Vali Bey’e Mercedes yakışır der, bir arkadaşından ister hatta. Aşırı sürat, kötü yollar, takılmayan kemer, tedbirsizlik, sekizde bilmem kaç kusur falan filan...
Baş ağrısı bahane, olanla ölene çare mi var?
.
Kara cahil, seri katil: Ozanyan... Gittiği yere ölüm götürdü
10 Ekim 2023 02:00 | Güncelleme :10 Ekim 2023 08:55
Antranik Ozanyan 1865 doğumlu bir Karahisar-ı Şarki çocuğudur.
Marangozdurlar iyi kazanırlar. O gün babası basit bir meseleden ötürü bir Türkle tartışır. Antranik nasıl bir kin besliyorsa gider adamı öldürür, İstanbul’a kaçar.
Görse ki İstanbul Ermenilerinin keyfi yerinde, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında. İhtilal filan olmaz bunlarla!
Derken Hınçaklarla tanışır, bakarlar gözü kara, bir polis şefini öldürtürler ona. Henüz 17 yaşındadır daha. Cinayeti müteakip Batum’a geçer, orada kabzasına üçüncü çiziği atar, seriye bağlar âdeta.
Yıl 1885. Van’da Ermeni Partisi Armenegan kurulur. Köylüleri silahlandırır, çözümü şiddette arar.
Osmanlı, I. Sason İsyanı’nı bastırır, İran ve Rus sınırında tertibat alır.
Antranik kırk adamıyla, Aghibur Serop’un çetesine katılır. Örgüt içinde hızla yükselir, Serop ölünce liderliği üstlenir.
Avrupa Rusya arkalarındadır, silah ve mühimmattan tutun da iskambil kâğıdına.
Mahallî Taşnak Başkanı Hrayr’a göre fedai savaşı faydasızdır, Antranik ise aksini savunur. Osmanlı hükûmeti ile çalışanları kurşunlatır, teşkilata katılmayanlara tehdit yağdırır. Nitekim Hryar’ı da dağa çıkarır, adamın cesedi iner aşağıya.
KATİLİN YANINDA
Osmanlı takiptedir, Antranik’i Arak Manastırı’nda kıstırır. Lakin siviller vardır yanında. Rus Konsolosu derhâl Muş’a gelir, hadiseyi izlemeye başlar. İş dallanıp budaklanacaktır, müdahalede bulunulmaz. Antranik de fırsat bulur, kaçar.
Bitlis Valisi Hüsnü Bey ve Muş Komutanı Mehmed Ali Paşa ipinin çekilmesinden yanadır oysa.
Kürt beyi Beşir Halil, Abdülhamid Handan madalya almış bir vatanseverdir. Antranik evini basar, ailesinin önünde kafasını keser, madalyayı alır kendi göğsüne takar. O günden sonra adı “paşa”ya çıkar. Uzun süre Muş Alvarınç’ta saklanır, taarruza hazırlanır. Yabancı diplomatlar yine sahada. Osmanlı bu yüzden asker sevk etmez, asayişi jandarma ile sağlar.
Ve beklenen isyan patlar (1904 Nisan) bastırılır. Ermenilerin 700 kaybı vardır, Avrupalılar 7 bin diye rapor tutar.
Bilahare çeteler dağa çıkar, orada da barınamaz, Van Ahtamar yoluyla Kafkaslara kayarlar. Ada üzerindeki kilise (evet o turistik kilise) silah deposudur, teröristlere yuva.
Konsoloslar yine takiptedir Osmanlı silah kullanamaz.
Antranik şunu iyi anlar: Yabancı bir gücün desteği olmadan ihtilal yapılamaz.
KAFALAR KARIŞIK
Dünya Kongresi için Viyana’da toplanan Ermenilerin kimi demokratlara yanaşır kimi kızıllara.
II. Meşrutiyet’ten çok şey umar, mebus seçilirler hatta. 1912 Balkan isyanlarında yanımızda durur, teberru toplarlar. Bazıları da Bulgar ordusuna yazılır inadına.
Antranik 300 şakilik çetesiyle Edirne, Keşan, Tekirdağ, Şarköy, İpsala ve Malkara’da köyleri basar, halkı camilere doldurup yakar. Dedeağaç, Gümülcine, Demir Hisar, Petriç, Adrumidsa, Radoviç, İştib ve Koçana’nın işgalinde öncülük yapar.
Keyfi yerindedir, öldürülecek çok Türk vardır burada, kan döke döke Bulgar’ın önünü açar. Eşrafı meydanda infaz eder, malına parasına, karısına kızına el koyar.
Bulgar matbuatı övgüler yağdırır, Troçki bile makale yazar hakkında. Sofya cahil çeteciyi subay yapar, 600 frank maaş bağlar, göğsü galaksi gibi donanır madalyalarla.
Antranik Van’a dönünce Balkan komitacıları gibi teşkilatlanır, bombalı saldırılara başlar. Amerika Merkez Komitesi askerî mektep açsın diye hayli para yollar.
Cihan Harbinde Rus ordusuna katılır, doğduğu, doyduğu ülkeye karşı savaşır.
Amerikan Ermenileri, Asbarez gazetesi ile nefret aşılar: “Artık silahlar kınından çıksın! intikam, intikam, istisnasız intikam! Merhamet eden alçaktır!”
Ruslar Antranik sayesinde Van, Ahlat ve Bitlis’i kolay alırlar. Çeteler kan döker, köy yakar, işgal için zemin hazırlar.
CANİ BUNLAR
Ancak Van kıtaları komutanı General Nikolayev rahatsız olur, merkeze telgraf çeker: “Antranik ve adamları yağma peşinde, cinayet işlemekten zevk alıyorlar. Bunlarla yola çıkılmaz!”
Grand Duke Nikolayev de aynı kanaattedir, Ermeni çeteler dağıtılır.
Kaldı ki Çar’ın Ermenistan gibi bir derdi yoktur, o Rusya’yı büyütmeyi planlar.
Antranik tekrar Muş’a döner. Ortalık ıssızdır. Rus işgalini müteakip birkaç bin insan kalmıştır anca. Ermeniler 400-500 civarında.
Ardından Erzurum’a gelir. Üstünde general kıyafeti, göğsünde St. Vladimir ve St. George madalyaları vardır. Albay Morel’in yürüttüğü Erzurum Merkez Komutanlığını üzerine alır. Yaptığı ilk toplantıda asayişin sağlanacağını söylese de, katliama hız katar.
“Biz Antranik’in hükûmeti tarafından aranan bir şaki olduğunu bilmiyorduk. Üzerinde tuğgeneral üniforması vardı, muharip nişanları takmıştı. Kale komutanlığını ele aldı. Daha geldiği gün, Tepeköy’de yaş ve cins ayırılmadan siviller kırıldı. Bizim göremeyeceğimiz köylere saldırıp, Türkler ortadan kaldırdılar. Kışlada arama yaptırdım, hamama kilitlenmiş, 70’ten fazla Türk buldum, bitap ve perişandılar. Sonra binadan açılan ateşle civar evlerden insan vurulduğunu öğrendim. Zapta geçtim. Erzurum ve Erzincan’da ağaçlara bile saldırdılar, Osmanlı askerinin yaklaştığını duyunca paniklediler kaçtılar.” bk. Yarbay Tverdohlebof - Gördüklerim Yaşadıklarım
KAÇIN TÜRKLER
Türk birlikleri Erzurum’a yaklaşınca Ermeniler firar eder, Antranik, Köprüköy’de kaçakları ikaz için makineli tüfek mevzileri kursa da mâni olamaz.
Antranik kaçarken bile kan döker Kınalı Karahaç civarında 7.060, Sarıkamış Karahamza Nahiyesinde 5.337 Müslüman kırar.
Kâzım Karabekir ve askerleri Erzurum sokaklarından 7.500 ceset toplar. Tek tek fotoğraflarını çekip İstanbul’a yollar, elçiliklere de dağıtırlar. Lakin ne hariciyeciler ne de haberciler alaka duyar. Çünkü Türkler Almanlarla birlikte savaşmayı seçmiş ve bu sonu hak etmişlerdir fazlasıyla(!)
Antranik hiç bir zaman Osmanlı ordusunun karşısına çıkmaz. Gücü silahsız sivillere yeter anca.
Erzurum çetelerin firarı yüzünden düşünce Antranik istifa etmek zorunda kalır. Ruslar çok kızar ona. Ancak General Nazarbekov onu Zengezur’a musallat eder.
İngilizler Bakü’deki petrol kuyularının Türklerin eline geçmesini istemez, onlar da Antranik’i kullanırlar.
Derken Ermenilerle Batum Anlaşması imzalanır (4 Haziran 1918) Antranik anlaşma filan tanımaz, katliama devam. Erivan, Antranik çetesinden bizar gibi görünse de Nahçivan, Gence, Ordubat ve İran’daki katliamlara tavır koymaz. Iğdır, Serdarabad havalisi kana boyanır sesini çıkarmaz.
ÇİLELİ ZENGEZUR
Zengezur’da 115 köy yerle bir olur, 10.068 Müslüman şehit edilir. Antranik, Yaycı, Arza, Kerim-Kulu, Culfa, Cemaldu, Kırna, Beneniyar ve Ordubad’ın bazı kasabalarını işgal eder, evleri, mescitleri, okulları, ambarları yakar. Karargâhını Nahcivan yakınlarındakı Küznüt’te kurar. 4 Eylül 1918’de Nehrem’e saldırır, direnişle karşılaşır, çekilmek mecburiyetinde kalır.
Antranik’in Zengezur’da yaptığı katliamlar, Halil Paşa tarafından şiddetle protesto edilir. Erivan hükûmeti çeteler üzerinde hakimiyeti olmadığını söyler mesuliyeti üzerinden atar. Hep aynı hikâye, çetelerin açtığı alanı kullanırlar ama.
Antranik kuvvetleri 29 Kasım 1918’de Karabağ’a girer, Abdallar ve Şuşa’da kırıma başlar... Karabağ Mıntıka Komutanı İsmail Hakkı Yarbay, Nuri Paşa’dan takviye ister. Albay Cemil Cahit Bey, Karabağ’a yönelir. Antranik muharebeye cesaret edemez, Goriş’e kaçar. Böylece Şuşakale’de kuşatılan 20 bin Türk katliamdan kurtulur. Lakin Nahçivan’dan çekilirken arkasında binlerce ölü, yanmış yıkılmış köyler bırakır.
İNGİLTERE: “ÇEKİL!”
Bu arada Mondros Mütarekesi’nin imzalanır. İngiliz General Thomson’un gönderdiği “çekilme emrinden” sonra Antranik, Karabağ’da duramaz.
Bizi sevdiklerinden değil. Bolşeviklere karşı Azerbaycanlı ve Gürcüleri sürmeyi düşünürler de ondan.
Antranik’in Erivan ile arası limonidir, içeri alınmaz. Batum’dan Paris’e geçer (15 Mayıs 1919) Londra ve Newyork’u dolaşır, Türk topraklarında kuracağı Büyük Ermenistan (!) için destek arar. Kana doymamıştır, Adana ve çevresinde vazife ister. Ancak Suriye’deki Fransız Yüksek Komiseri General Gouraud teklifi reddetmekle kalmaz, Antranik’i bölgeye girmesini yasaklar.
Namlı katil Amerika’da çiftçilik yaparken ölür (1927) SSCB cenazenin getirilmesine karşı çıkar. Paris’e gömülür. Bilahare kemikleri taşınacaktır Erivan’a.
Ermeni çeteler bilerek isteyerek katliam yapar. Çünkü Erivan dâhil hiçbir şehirde nüfus ekseriyetini haiz değildirler. Self determinasyondan (halk oylaması) birşey çıkmaz. Eğer halkı göçe zorlarlarsa (ki İsrail’in yaptığı da budur) ortalık onlara kalacaktır.
Diaspora’nın aklı hâlâ oralarda.
Nitekim 1992’de Hocalı, Susa, Cebrail, Fuzuli, Ağdam’da da katliam yapar, maktullerin evlerine bağlarına kurulurlar. Otuz yıl oturur, tadını çıkarır, çekilirken çatır çatır yakarlar.
Bunu “tazminat” bile paklamaz.
bk. Sakarya Üniversitesi - Türk Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi
.
Orada bir Gazze var uzakta...
12 Ekim 2023 02:00 | Güncelleme :12 Ekim 2023 10:20
Gazze bizim neyimiz olur? Başta Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) olmak üzere Amr ibn-i As’ın, İmam-ı Şafii’nin, Selâhaddin Eyyûbi’nin, Sultan Baybars’ın, Yavuz Selim’in, Mavi Marmara şehitlerinin hatırası var.
Efendimizin dedelerinden Hâşim bin Abdümenâf kıtlık yıllarında et suyuna ekmek doğrar dağıtır halka. Zaten “Hâşim” kıran, ufalayan demektir, lakap olur ona.
İtibarlı bir tüccardır, Kureyş adına Bizans, Sâsânîler, Himyerî, Gassani ve Habeşîler ile görüşür, imtiyazlar alır, kervanların önü açılır. Kendisi altı ayda bir Suriye’ye gider gelir. Mekke’de kaldığı günlerde rifâde (Kâbe’nin ziyaretçilerine yemek çıkarmak) ve sikāye (su dağıtmak) vazifelerini üstlenir, büyük kuyular kazdırır.
Hazret-i Hâşim, bir Suriye yolculuğunda Medine’de konaklar, Neccâroğulları’ndan baba dostu Amr bin Zeyd’in kızı Selmâ ile evlenir. Bu izdivaçtan Efendimizin dedesi Şeybe (Abdülmuttalib) dünyaya gelir. Çok sevimli bir bebektir, ancak kervancı yolda gerektir, Gazze’de vefat eder ve oraya defnedilir.
Gazze denizcilerle kervancıların buluştuğu bir şehirdir, Akdeniz, Kızıldeniz, baharat yolu kesişir.
Efendimizin Babası Hazret-i Abdullah da Gazze’yle ticaret yapar. Hatta Server-i Kainat Suriye seferinde bizzat şehre uğrar.
Bu yüzden Müslümanlar Gazze’ye daima sıcak bakarlar.
DİRENMEDEN İSLAMA
Gazze Makedonyalı İskender’den beri Yunanca konuşur. Şehirde bir miktar Arap ve Yahudi de bulunur.
Hazret-i Ebu Bekir’in hilafetinde Amr İbn-i As (Radıyallahü anhüm) şehri zorlanmadan alır, Yahudiler Bizanslılara yardım eder, Araplar ise İslam ordusunun yanında dururlar.
Müslümanların eline geçince Gazze’nin çehresi değişir. Ahali hızla İslam’a yönelir, Hıristiyanlar ve Yahudiler ibadet ve ticaretlerinde serbesttir. (M.S. 723 Willibald)
Zamanla bir medeniyet merkezi olur, İmam Şafii Hazretleri o ilim ikliminde yetişir (767).
İranlı Eştakri, Arap coğrafyacı El-Makdisi, Gazze’yi çok metheder, bilhassa Mescid-i Seyyid Haşim ve Camii Kebir’e bayılırlar.
Tolunoğulları’nın ardından şehri ele geçiren Fatımiler Gazze’yi koruyamaz, Haçlılara kaptırırlar. Kral Baldwin Ulu Camiyi Saint John Katedrali yapar, Tapınak Şövalyelerine sunar.
Nur içinde yatsın Selahaddin Eyyubi geri alır da, seccadeler serilir tekrar.
Coğrafyacı Ebû’l-Fida, El-Dimeşki ve İbn Batuta Gazze’ye hayran kalır. Ağaçtan yana öyle zengindir ki okşanmış kadife gibi görünür uzaktan.
BAYBARS’TAN YAVUZ’A
Biliyorsunuz Cengiz fitnesi pahalıya patlar, Buhara, Semerkant, Bağdat gibi İslam şehirleri tarumar olurlar, atılan kitaplar yüzünden Dicle günlerce mürekkep akar.
Baybars Kıpçak ülkesinde doğan bir Türk çocuğudur, bir şekilde Dımeşk’e (Şam’a) gelir, Emîr Alâeddin Aytekin’in hizmetine girer. Birlikte Kahire’ye giderler, Baybars Bahriyye Memlükleri’ne katılır, önü açılır.
O günlerde Kral IX. Louis’i Dimyat’ı ele geçirmiş Mensûre’ye dayanmıştır. Turan Şah, Fransızları yener ve kovar. Bu zaferde Baybars’ın payı unutulmaz (1250).
Derken Mısır tahtına Kutuz oturur, Suriye’ye giren Moğollara karşı Baybars’ı yollar. Baybars arkasını Gazze’ye verir, onların desteği ile Aynicâlût’a ulaşır ve mağlubiyet tanımayan Moğollar’ı hezimete uğratır.
Gazze, Yavuz Sultan Selim devinde Osmanlı’ya katılır, Ehl-i Sünnet olduğu için Osmanlı’ya direnmez, sıkıntı çıkarmazlar.
Şehir karargâhımız olur, sayesinde Mısır’ın fethi kolaylaşır.
CEZZAR AHMET PAŞA
Gazze Napolyon komutasındaki Fransız Ordusu tarafından işgal edilse de doksanlık mücahit Cezzar Ahmet Paşa kök söktürür onlara. Canlarını zor kurtarır kaçarlar Fransa’ya.
Cihan Harbinde İngilizlerle Gazze’de karşılaşır 1. ve 2. savaşı kazanırız. Ancak bazı paşalarımız İngiliz General Allenby karşısında tutunamaz 19 günde 560 km çekilir, sığınırlar Toroslara. Şimdi Suriye, Lübnan, Irak, İsrail, Filistin, gibi 5 ülke var o mıntıkada.
İngilizlerin gözü petroldedir, rahat sömürebilmek için kan kargaşa lâzımdır onlara. Gemi gemi Siyonist taşır musallat ederler Müslümanların başına.
1948 Arap-İsrail Savaşı’ından sonra şehrin yönetimi Mısır’a bırakılır. Katliamlarından kaçıp gelenlerle Gazze’nin nüfusu hayli artar.
Mısır Ordusu Altı Gün Savaşı’nda yenilince (1967) Gazze Şeridi İsrail’in eline düşer. 1987’de İlk İntifada başlar, açlık ve yokluğa rağmen dik dururlar.
Oslo Barış Anlaşması’ndan sonra İsrail askerleri şehirden çekilir (Mayıs 1994), Gazze’de Yaser Arafat yönetimi başlar.
28 Eylül 2000 tarihinde, El Aksa İntifadası sonrası Gazze şehri İsrail’in hava saldırılarına uğrar. Savaş uçakları ile yalınayaklı çocukları hedef alırlar.
Dile kolay bir seferinde 288’i çocuk, 121’i ise kadın 1.434 insan ölür, kimse de “sen ne yapıyorsun diye sormaz.
İsrail 2014’te Gazze’ye 14 bin 500 tank ve 35 bin top mermisi atar, askerler “hareket eden her şeye” ateş açar.
551’i çocuk, 2 bin 158 kardeşimiz şehit olur, yaralılar 11 bini aşar.
Saldırıda 17 bin 200 ev, 24 okul, 73 cami yıkılır, binlerce bina ağır hasarlı. 65 bin mazlum sokakta kalır.
AÇIK HAPİSHANE
Gazze bildiğiniz açık hava hapishanesi, iş, güç, gıda, para arama... Ölürsen ölürsün kimin umurunda? Hergün üç beş Filistinli vuruluyor, Batı medyası görmezden geliyor.
Yafa ve Hayfa limanları açılınca Gazze önemini kaybetse de balıkçılıkta iyidirler hâlâ, siyonistler ona da mani olur, ablukaya alırlar. Sahilde oynayan çocukları bile vururlar.
İngiltere’den yola çıkan “Filistin’e yol açık” adlı yardım konvoyu Mısır ve İsral’e rağmen kısmen Gazze’ye girmeyi başarır. Ancak denizyolu ile gelenler engellenir, siyonist komandolar “Uluslararası sularda” Mavi Marmara’ya çıkar, ateş açarlar. 9 vatandaşımız şehid olur, iğrenç baskında.
Suçtur, hukuksuzdur, mücrimler bunun ezikliği ile Refah sınır kapısını (Mısır tarafında) aralar. Abluka nispeten hafifler, kardeşlerimiz nefes alır bir kaç hafta.
Gazze dereleri İsrail tarafından çevrilir, içme, kullanma, ziraat için yeraltı sularına muhtaçtırlar. Alt yapı sık vurulduğu için kirli su kuyulara sızar, avuç içi kadar bir alana sıkıştırılan milyonlar sari hastalıklarla başbaşa kalırlar.
LİMONLUKLAR DOZERLE
Filistinliler çilek, narenciye, hurma ve zeytin yetiştirseler de uzaktan kumandalı siyonist dozerleri bağlarına bahçelerine girer fideleri ezer, ağaçları kırar.
Evet tekstil, mobilya, seramik, bakırcılık ve halıcılıkta da mahirdirler ancak sık kesilen elektrikle üretim olmaz. Kapalı kapılar yüzünden ticaret aksar. Yüzde sekseni işsizdir, dörtte üçü sefalet sınırının altında yaşar. Babalar bebelere mama alamadıkları için yutkunurlar.
Diyorum ki bir gece kalkalım, düşünelim: Şimdi çatında bir bomba patlasa savrulsan, sonra çocuğunun kanlı cesedi bırakılsa kucağına.
Hani suçun şahsiliği ilkesi? O çocuk n’aptı sana? Anaları ağlatmaya, tıfılları korkutmaya kimin hakkı var?
Bu bir soykırım ve hesabı sorulmalı mutlaka.
Dünya beşten... Ulen kahpe dünya.
Bir şey yapamıyorsanız açın ellerinizi dua edin onlara
.
Beleş sirke baldan tatlıdır
14 Ekim 2023 08:33 | Güncelleme :14 Ekim 2023 08:39
Altmışlı yıllarda bankalar muşamba kaplı minik defterler verirlerdi, kapakları takvimdi aynı zamanda. Ön kapağı bu yılın, arka kapağı gelecek yılın. Yani “iki yıl kullanın” derlerdi kibarca.
İlk birkaç gün cebinde taşır notlar alırsın. Pazartesi ödev, salı yazılı. Hatta çalışma planı yaparsın altıda kalk, yedide kahvaltıya, on üç otuz mektep dönüşü, yemek, şamata, çalışma…
Sonra hevesin geçer, bir deliğe tıkarsın, unutursun nereye koyduğunu da.
Not alırsın da bakmayınca neye yarar?
Pazartesi sabahı gelirsin herkesin ödevi elinde, senin yeni gelmiş aklına. N’apsan, n’apsan? Öyle birinden kopya çekmekle de olmaz.
Çünkü ödev dolma kalemle yazılır ve kenarlarına süs (tercihen saç örgüsü) yapılır. Sonra kül renkli bir dosya alınır, zımba ile delinip teline takılır.
“Meh al sana ödev!” Öyle hayat bilgisi defterinden yaprak yırtıp uzatılmaz. Harita metot bile olmaz. Çizgisiz dosya kâğıdı şart. Vaziyet “Örtmenim elektrikler kesildi” bahanesi ile de kurtarılmaz.
Amaaan korkunun ecele faydası mı var, ye dayağını rahatla.
ÖZENDİR-ME
Promosyon, asyon masyonla bittiğine göre Frenkçe bir kelime. Dur bakayım. “Promotion”dan geliyormuş “özendirme!”
A be şeker abim şunun adını hedaye, caize filan koysanız da herkes anlasa ya. Pro deyince dumanlı şeyler geliyor insanın aklına.
Hediye dediğin bir işe yaramalı, mesela gazeteciye, çok cepli yelek ver, müteşekkir kalsın sana. Bel çantası, sırt çantası da olabilir… Hangimiz hayır diyebiliriz ki ona?
Ben kırtasiye delisiyim, talebeyken en alımlı defterleri seçer, bayılırdım kalem silgi kokusuna. Haa sonra gider teksir kâğıdına yazarsın o başka. Kıyılır mı bembeyaz sayfalara. Şimdi yine aynı dert, firmalardan güzel güzel defterler ajandalar geliyor, kapağını açan yok. Herkesin çekmecesinde on parça.
Kalem de vazgeçilmez bir ürün. Otellerde basın toplantıları olur, çıkar anlatırlar, not ve teyp tutmanıza gerek yoktur, flaş bellek dağıtılacaktır nasıl olsa. Haberi spotu içindedir hatta. Zengin görünsün diye birer dosya yapar içine üç beş kâğıt ve tükenmez koyarlar.
Efendim, ahşap kutu içinde dolma kalem… Onlar sana bana düşmez. Muhabire niye versin, ihaleye müdahil olacak hâlimiz yok ya.
Ama adamın imzası tıkanıklık açar, hak ediş, ödeme emri filan. Ona masa takımları bile gelir. Deri sümen, isimlik, saat, kalemler mermer ya da kristal kaideye saplama.
Genel müdüre en âlâsı, elemana ortalama. İkisi aynı olmaz, arıza çıkar yoksa.
Bazen de set yaparlar bir tane not defteri (kilitli olacak ama), bir kahve bardağı (kapaklı ve sıcak tutandan) anahtarlık, kartvizit kabı, kemer, cüzdan.
FİNCAN HATIRI KAÇ YIL?
Şimdi bakır cezve, zarflı fincanlar, içi kadife kaplı şık bir kutuda. Kimsenin kullandığını görmedim, koyuyorlar rafa, şekil yapıyorlar.
Bazı firmalar yılbaşında hediyeye abanır. İyi de adam belki yılbaşına karşı. Hem masraf edeceksin hem canı sıkılacak. Bir nevi kendi bacağına sıkmak.
Türkiye’nin çoğunluğu alkol kullanmaz, ona buna şarap yollarsan götürür döker helaya, ağaç dibine bile şettirmez karıncalara kıyamaz.
Son yıllarda telefon aksesuarları gözde, yok tutucu, değişik uçları olan şarj kablosu, bir de portable power bank.
Ülen bizim bile ağzımızı bozdular “yedek cereyan” desene şuna.
Bilgisayar çantaları, mouse petler (fare altı) artık heyecan vermiyor.
Bak el feneri sevimli ama. Hiç olmadı atarsın torpidoya.
Araba kokuları da işe yarar, dikiz aynasına asılıyor ya, seyrettirirsin aylarca.
Küçük radyo, masa lambası, vantilatör... Neden olmasın?
Sonra çakı. Şimdi bilmem kaç fonksiyonlu olanlar var, tirbuşon, pense, makas. İyi de bunun hangisi kaşık, hangisi ayakkabı çekçeği; üstüne yazsalar ya. Bence sigara içmeyenler de çakmak taşımalı, kırk yılın başı lazım olur, ararsın bulunmaz.
NE VERSEK NE VERSEK?
Promosyon kadar sunum da önemli öyle ya kutu vaaar, kutucuk var. Zarf mazrufu meraklandıracak.
Dedik de aklıma geldi. Eskiden zarf açacakları makbul hediyeydi, şimdi postacı gelmiyor selam vermiyor. Gelen de sarı zarf! Vergi dairesinden ya da icradan. Oda aidatını ödememişsin, faiz katlanmış, mahkemeye buyurun paşam.
En kıl olduğum da beyzbol şapkası. Adam seni tabela gibi dolandırıyor sokakta. Tamam makul ölçülerde reklam kabul ama öyle alnına da çakılmaz ki damga damga.
Hem kafada izi kalıyor, saçları da yoluyor ayrıca.
Benimki mümkünse bere olsun, bir de atkı alayım yanına. Rengi fark etmez, icabında takımı değiştiririm zoru yok ya.
Buzdolabına yapışan ne netti?
Ha magnet.
Bence kuru kalabalık, verin meraklısına.
Termoslar, seramik kupalar, bardak altlıkları, para tabakları... Küllük iyi güzel de meskûn mahalde tütün tüttürtmüyorlar.
Yağmurluk ve şemsiyenin yeri gelir. Alın dursun yanınızda.
Şimdi çiçek de girdi âleme. Hem saksılı filan. Kaktüsler şirin ve tahammüllü iki damla su yetiyor.
Duvar saati herkesin bakacağı bir şey, tanıtım açısından işe yarar.
Bence hedefi 12’den vuran ürün takvim, bütün yıl karşınızda. Bunlar kendi aralarında ikiye ayrılırlar. 6 ya da 12 yaprak olanlar ve bloklular. Tek tek yırtılanlar iyi dosttur, fikir verir, ne pişireceğinizden tutun, doğacak çocuğunuzun adına. Arkasında bulmacalar bilmeceler fıkralar, kandilleri atlamazsın sonra.
.
Balık baştan kokar! Kurucuları terörist
24 Ekim 2023 08:44 | Güncelleme :24 Ekim 2023 08:59
Biliyorsunuz Theodor Herzl, bütün dış borçlarımızı ödeme karşılığında II. Abdülhamid Han’dan Filistin’de bir yer ister. Kesin bir dille redde uğrar.
İngiltere arkalarındadır, onlara koloni kursunlar diye Uganda’da yer ayırırlar. 1905’te Herzl ölür, siyonistler lobicilik yapar, Londra’yı baskı altında tutarlar. I. Cihan Harbi’nde çok hırpalanırız, savaşın nihayetine doğru İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour bir deklarasyon yayınlar, siyonistlere Filistin yolunu açar. Alman Yahudisi Rothschild’in mali desteği ile gemilere doluşur, Filistin’e akarlar. Ne onlarda mülk alacak para ne de Araplar’da toprak satacak göz vardır. İsrail’in ilk Başbakanı Ben Gurion mevcut nüfus yapısını lehlerine çevirmek için yerlilerin evlerinden yurtlarından sürülmesini planlar. Haganah ve İrgun terör örgütleri katliama başlar. Neticede 11 şehir ve 530 köy yerle bir edilir, 750 bin Filistinli (nüfusun yüzde 80’i) toprağını terk etmek mecburiyetinde kalır. Bunların bir kısmı Lübnan, Ürdün ve Suriye’ye sığınır, ancak kimlikleri bile yoktur okuyamaz, amir, memur olamazlar. Bir kısmı da Batı Şeria ve Gazze’yi mekân tutar.
Yıl 1947. BM, Filistin’i Araplarla, Yahudiler arasında paylaştırmaya kalkar. Nasıl sayarlarsa 500 bin Yahudi, 440 bin Müslüman çıkar. Sahil ve göller siyonistlere sunulur, Araplar hâliyle kabul etmez itirazda bulunurlar. İsrail katliam yapa yapa yayılır, onlara verilen yerleri de ele geçirir zamanla. ABD köle gibi arkalarında durur, terörist faaliyetlerinden dolayı bir tek siyonist yargılanmaz.
Dilerseniz kısa bir tarih turu yapalım. Unutkan olduk zira.
MAYASINDA KAN VAR
1946- Hotel King Davit -Kudüs
İlk terör eylemine Ben Gurion ve Menahem Begin de dahildir. Kral Davut (biz Hazret-i Davut diyoruz) oteline karşı düzenlenir. Yerli ve yabancı misafirlerden 96’sı hayatını kaybeder.
9 Nisan 1948- Deyr Yasin Katliamı
Siyonist Stern ve İrgun elemanları bilahare İsrail Başbakanı olacak Menahem Begin komutasında Kudüs’ün batısındaki Deyr Yasin köyünü basar, gecenin bir vakti yataklarından kaldırdıkları 254 Filistinli masumu kana boyarlar. Kadın çocuk ayırmadan kurşuna dizer, cesetleri kuyulara doldururlar. Sağ kalanlar alır anahtarlarını çıkar, yıllarca vatan hasretiyle yaşarlar. Şu anda onların evlerinde siyonistler oturuyor, topraklarını siyonistler ekiyor. Menahem Begin bu cinayete asla pişman olmaz, “Eğer Deyr Yasin zaferi(!) kazanılmasaydı, İsrail Devleti de kurulmazdı” diyecek kadar azıtır. İşin tuhaf tarafı bu katil 1978 Nobel Barış Ödülü’nü alır.
29 Ekim 1948 Safsaf Köyü Katliamı
Siyonist çeteler Safsaf köyünü girer 70 Filistinliyi katlederler. Hem korku salar, hem mallarını çalarlar.
Aynı gün el-Halil’e bağlı Davayima köyünde de 80 Filistinliyi kırarlar.
12 Ekim 1953 Kibya Köyü Katliamı
Bu defa Ariel Şaron önderliğinde kan dökerler, Batı Şeria’da 67 Filistinli masum şehadet şerbetini içer.
Kasım 1956 Samu Katliamı
Yine Batı Şeria’da 18 Filistinli katledilir, köy yerle bir edilir.
15 Şubat 1968 Şeria Nehri
Siyonist savaş uçakları Şeria Nehri boyunca Filistinlilerin yaşadığı 15 köyü napalm bombaları ile yakar. 56 Filistinli veda eder hayata.
4 Haziran 1968 İrbit
Siyonistler Ürdün’ün İrbit şehrine hava saldırısı düzenler, sırf canları öyle istediği için 30 Müslüman’ı öldürür mutlu (!) olurlar.
1967'deki işgal sonrası 300 bin Filistinli göç için Ürdün Nehri üzerinden harap Allenby Köprüsü'nü geçmeye çalışıyor.
12 Şubat 1970 Ebu Zabel Katliamı
Siyonistler bu defa Mısır sınırında bir fabrikayı bombalar, 70 işçiyi öldürürler sebepsiz olarak.
8 Nisan 1970 Sha’a Katliamı
Yine Mısır’da bir okulu bombalar, 46 günahsız çocuğa kıyarlar.
8 Eylül 1972 Suriye Katliamları
Suriye’nin 7 köyüne yapılan saldırıda iki yüzü aşkın Müslüman şehit olur.
19 Şubat 1973 Libya Hava Yolları
Sina yarımadasında Libyan Airlines’a ait bir yolcu uçağı düşürülür, 107 yolcudan kurtulan olmaz.
16 Eylül 1982 Sabra ve Şatilla Katliamı
İsrail işgalindeki Lübnan’da Ariel Şaron Filistin kamplarını kuşatır, Falanjist Elie Hobeika komutasındaki Hristiyan milislere “girin işinize bakın” der.
Falanjistler 2 bin Müslümanı (kimi raporlarda 3.500) öldürür, cesetleri tanınmayacak hâle sokarlar.
Çoğu kadın ve çocuktur, silahsız savunmasızdırlar. İsrail ajanı Said Haddad da yer alır tetikçiler arasında.
Maktullerden sadece 328’inin kimliği tespit edilebilir. Şaron’un adı “Beyrut kasabına” çıkar.
Katliamdan kurtulan 23 kişi Ariel Şaron ve Silahlı Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Amos Yaron hakkında Belçika’da dava açar. Sorgu hâkimi Patrick Collignon, soruşturmayı derinleştirir hayli merhale aldıktan sonra Temyiz Mahkemesi, savcının soruşturmayı yürütemeyeceğine karar verir. Dosya rafa! Demek kulaklarını çeken oldu.
İçeride de muhalifler bastırır. Meclis Araştırma Komisyonu Şaron’u katliamdan mesul tutar. Şaron, Savunma Bakanlığından istifa etse de ceza almaz.
Gazeteci Robert Fisk (The Independent): Şaron, Sabra ve Şatilla kampında şişmiş cesetler, tecavüz ve işkenceye uğramış kadınlar ve bebekler bırakan bir kasaptır. Hadiseden 18 yıl sonra aynı caddelerde dolaşırken katliam gözlerimin önünden duruyordu hâlâ. Sanki Sabra Camii’ne giden yolda 90 yaşında, aksakallı Nuri Bey’i görüyorum. Başı yana düşmüş, üzerinde pijamaları, başında yün başlığı ve kucağında bastonu. Sonra yemek tencerelerinin yanına düşmüş iki maktule… Ve çürüdüğü için çöp gibi atılmış bebekler ortalıkta...
8 Ekim 1990 Kudüs Katliamı
Silahlı siyonistler bu defa Mescid-i Aksa’ya saldırır, camiyi korumaya çalışan Müslümanlardan otuzunu şehit eder, 800’ünü yaralar.
25 Şubat 1994 Halil İbrahim Camii Katliamı
Siyonistin biri sabah namazı kılan müminleri otomatik silahla tarar, 29 Filistinli seccade üzerinde kalır. Cenaze merasimine de saldırır; 26 Müslüman’ı katlederler ayrıca.
Ardından tarihî mescidi kapatır, yarısını sinagog yaparlar. Yani katliamdan siyonistlere ceza değil, ödül çıkar.
18 Nisan 1996 Kana Katliamı
Kana köyü sakinleri BM Lübnan Barış Gücü’ne (UNIFIL) sığınmıştırlar. Siyonistler 106 kişiyi katleder. BM seyrine bakar.
3-15 Nisan 2002 Cenin Katliamı
1948’de saldırılarında evsiz kalan Filistinliler Batı Şeria Cenin’de “BM gözetimindeki” mülteci kampında yaşarlar. İşgal ordusu kampa havadan ve karadan saldırır. Halk altı gün tanklara direnir ancak yiyecek ve cephaneleri tükenir, müdafaa aksamaya başlar. Siyonistler halkın meydanda toplanmasını ister, bunu reddeder evlerine kapanırlar. İsrail uçakları ve helikopterleri kampı imha eder, enkazı buldozerlerle ezer sağlam tuğla bile bırakmazlar. Sağ kalan gençler, kurşuna dizilir. 1.300 şehit, toplu mezarlardakiler meçhul daha.
Mart 2004 Nuseyrat Katliamı
Gazze’de bulunan Nuseyrat ve Bureyc mülteci kamplarına saldıran siyonistler dördü çocuk 14 sivili katleder acımasızca.
12 Temmuz 2006 Lübnan
Siyonistler bu defa Lübnan’ı vurmaya kalkar ancak Hizbullah milisleri muharebenin kontrolünü ele alır. Bir ay boyunca ilerleme kaydedemeyen ve küçük düşen İsrail Ordusu Güney Lübnan’ı bombalar, bin sivile kıyar.
Aralık 2008 Gazze
Siyonist çete, Gazze’yi havadan ve karadan bombalar. 288’i çocuk, 121’i kadın 1.434 şehit. 1.606’sı çocuk 828’i kadın 5.303 kişi yaralı.
22 Kasım 2009 Gazze
Savaş uçakları sözde “önleme amaçlı” bombardıman yapar.
9 Ocak 2010 Gazze
İsrail uçakları, Deyr El-Balah’ın doğusuna roket saldırısı düzenler. Ölenlerin kimliği dahi tespit edilemez.
31 Mayıs 2010 Mavi Marmara
Siyonistler Gazze’yi abluka altında tutar. Gıda ilaç bir şey kalmaz. Yardım götüren sivil ve silahsız gemilere “uluslararası sularda” helikopter ve hücum botları ile saldırır, gönüllülere kurşun yağdırırlar. Hadisede 10 Türk şehit düşer, o günden sonra diplomatik temaslar kopar...
Diğerlerini biliyorsunuz zaten... Gazze’ye süregiden saldırılar, dökme kurşunlar, Şucaiye’de pazar yerine atılan bombalar...
49 Filistinli öldürene bir kuruş ceza
29 Ekim 1956 - Kefr Kasım Katliamı:
elaviv 17.00- 06.00 saatleri arasında sokağa çıkma yasağı ilan etmiştir. Ancak komutan İshar Şadmi köy muhtarına yasak başlamasına dakikalar kala bildirir. Ahali tarlasında tapanındadır, hâliyle süreyi aşarlar. Şadmi, birlik komutanı Samuel Malinki’ye “Duygusallık istemiyorum” der, ölü olmaları daha iyidir yaşamalarından!”
Köy dışında yasaktan habersiz çalışan 400 Müslüman evlerine dönerken saldırıya uğrar. Katiller 23’ü çocuk 48 kardeşimizi kırar. Hatta içlerinden biri hamiledir, 49 demekte yarar var.
İshar Şadmi bundan dolayı yargılanır, 1 kuruş ceza ile salınır dışarıya. Evet bir kuruş, 49 Filistinli o kadar eder anca. Mahkeme Müslümanlara hakaret etmiştir açıkça.
Aradan yıllar geçer önce Şimon Perez, ardından Herzog anma günlerine gider, İsrail adına özür dilerler güya. Peki tazminat? Ona yanaşmazlar asla.
İlerde bu saldırılar için de yarım ağız özür dilerler, unuturuz nasıl olsa.
HANGİ AKLA HİZMET?
İsrail Devleti 14 Mayıs 1948’te kurulur. Evet oyu verenlerden biri de CHP’dir. Batı taklitçiliği ve İslam düşmanlığı gözlerini kör etmiştir. T.C. yalnızlığa mahkûm olur. Düşünün Kıbrıs krizinde kimse durmaz yanımızda.
İsrail, bir yandan katliam yapar bir yandan Yahudi yerleşimciler için siteler kurar.
BM defalarca ikaz eder dikkate almaz. Filistinlileri yıldırmak için her yolu dener, hayvanlarını vurur, limon ağaçlarını kırar, zeytinlikleri yakar.
Kendi halkı da hasret kalır huzura.
.
Fırıldak yap para kap
28 Ekim 2023 08:19 | Güncelleme :28 Ekim 2023 08:21
Hatırlarsanız Erbakan Hoca “Montaj değil ağır sanayi” diye yırtınmıştı zamanında.
Haklıymış, tankımızı topumuzu yapmamız lazımmış. Vermiyorlar yoksa.
Güya parasını peşin ödedik, tayyarelerden haber yok hâlâ.
Lakin!
Lakin para kazanayım diyorsan iş başka. Ya çerez, şekerleme, meşrubat pazarlayacaksın, ya da estetiğe gireceksin, saç ekeceksin. Bilgisayar oyunları yeni yeni parladı, moda, gıda batmaz hayatta.
Pringles, güya patates cipsi, mamullerinde patates eser miktarda. Olsun tüketiliyor çılgınca.
Procter & Gamble, Pringles’i 2012 yılında Kellogg’a sattı. 2,7 milyar aldı. Düşünün koskoca Jaguar o kadar para etmedi. Volvo eh işte baş başa…
Kellogg firmasının 17 tesisinde 25 bin kişi çalışıyor, 180 ülkede raflarda, cirosu 10 milyar dolardan fazla.
İçinde Snickers’ın da olduğu Mars bir Amerikan şekerleme devi. Ayrıca evcil hayvanlar için kuru mama yapıyor. 2015 cirosu 33 milyar dolar. Yani böyle dört beş markamız olsa var ya, ihracatımız iki katına.
ŞERBETÇİ JOHN
Coca Cola, eczacı John S. Pemberton tarafından yapılan bir şerbet.
Zamanla marka oluyor. İçinde ne var bilmiyoruz, muhtevası sır gibi saklanıyor, gıda bakanlıkları bile soramıyor. Saniyede sekiz bin kutu satan şirket, hükûmetleri korkutuyor. Hırslı ve saldırgan, nerede iş yapan mahallî marka varsa bünyesine katıyor. Meyve sucu Minute Maid, Hint kola markası Thums Up, soda üreticisi Barq, Smoothie, Odwalla, buzlu çaycı Fuze Beverage şimdi onda. Huiyuan Juice Group’u almak için 2,4 milyar teklif etti, ancak Çinliler gelmedi satışa.
1982’de Columbia Pictures’ı (filmlerden hatırlayın) üç kuruşa aldı, 1989 yılında Sony’ye kaça sattı biliyor musunuz?
3 milyar dolara.
İşi bileceksin, demek ki para parayı çekiyor.
Zahirde halka açık, Dow Jones ve S&P 500 borsalarında işlem görüyor. Berkshire Hathaway, Suntrust Banks, Capital World Investors, Barclays Global ve State Street Corporation’da hisseleri var ve her geçen gün büyüyor. Marka değeri 57,535 milyar dolar. Geçtiğimiz yıl daha da yüksekti (68,7 milyar dolar) ama açık oturumda Ronaldo’nun kola şişesini çevirip “Su için” demesi pahalıya mal oldu onlara.
Su dedik de dünyanın taşınabilir su kaynaklarının dörtte biri The Coca-Cola Company’ye ait. 200’den fazla ülkede konsantre şuruplar ve içecek satıyor. 900’den fazla şişeleme ve üretim tesisi var. Ve en gelişmiş franchising ağı onda. Şirket 500’den fazla markaya ve 3.600 küsur ürüne sahip. Ki Coke, Fanta, Schweppes ve Sprite gibi devler var aralarında.
SÜRÜM SÜRÜM SÜRÜN
Kozmetikçi L’Oréal’in cirosu ise yaklaşık 26 milyar dolar.
Estee Lauder, Shiseido, Avon, Colgate-Palmolive’in de yüzü gülüyor.
Easyjet, Quantum, Prima Air, Tadair, Cargo Sur, Air Comet, Air Europa Express, Andalusia Líneas, Aéreas, Air Madrid, Estonian Air gibi birçok hava yolu şirketi kriz yaşadı, bir kısmı battı.
İtalyan Wind Jet borç batağında, Aero Air çok zorlandı, Air Kazakhstan iflas etti bıraktı.
Alman Deutsche Bank bile dibi gördü. 10 ülkede 9 bin çalışan dışarıya!
Silvergate, Silicon Valley Bank, Signature Bank ve Credit Suisse havlu attı, First Republic Bank sallantıda.
Oyuncakçı Lego ve Barbie’nin işleri tıkırında.
ESKİ ÇAMLAR BARDAK OLDU
Her biri alanlarında dev olan Leyland, AMC, Morris, Henschel, Krupp, Saab, Rootes Motors ile British Motors Corporation dağıldı. Hillman Sunbeam, Talbot, Humber, Singer, Commer mazide kaldı.
Polonyalı Warszawa çekildi; Romanyalı Dacia, Renault’nun gölgesine girdi, Çek Skoda ve İspanyol Seat, VW sayesinde ayakta.
Düşünün koskoca General Motors; Bedford, Daewoo, Hummer, Oldsmobile, Pontiac, Ranger, Saturn ve Statesman gibi markaları elinde tutamadı.
Concorde süper sonic jet uçağı bitti gitti. Rusya, Tupolev’i Mikoyan, Ilyushin, Irkut, Sukhoi ve Yakovlev ile birleştirerek yaşatmayı planlıyor.
Hâlbuki Toblerone, Dandy, Jelibon, Pepsi, Schweppes, Levi’s, Nike, Nivea, İpana, McDonald’s ve Nestle para demiyor paraya… Pizza ve hamburger piyasası fire vermedi daha.
Sigara sanayii ise devletler kadar güçlü, ne AR-GE’ye kaynak aktarıyor, ne de elimde kalırsa endişesi yaşıyor. Sarıyor tütünü, işine bakıyor
.
Ayağımızın alıştığı meydanlar
4 Kasım 2023 08:44 | Güncelleme :4 Kasım 2023 08:50
Eskiden pazarları mutat güzergâhlarımız vardı. Beyazıt Meydanı’na mutlaka uğranmalıydı mesela.
Seyyarlar müezzinlerle kalkar, gün ışımadan yer kaparlar. Gün doğdu mu geçti. Desen ki iki karış da bana.
Ne mümkün, millet omuz omuza.
Mekteplerin açıldığı hafta meydan müstamel ders kitapları ile dolar. Ben okuduğum müddetçe yazarlar değişmedi, Edebiyatı Nihat Sami Banarlı’dan, tarihi Niyazi Akşit ve Emin Oktay’dan sorarlar. İngilizce kitabının üzerinde A Direct Method English Course yazar. Müellifi E.V. Gatenby 1892. Yani amca geçtiğimiz asırdan kalma. Bir method (metot) lafı dolanır da biz niye hayrını göremedik acaba?
İkinci el kitabı erkenden almak gerek, mümkünse kızların kullandıklarından. Bunlar en azından pelürle kaplanmış olur, sayfalarda imza karalama bulunmaz. Bazen tırnağın tersiyle düzlenmiş çikolata yaldızı çıkar, olacak o kadar.
Erkek kitaplarının kapağı kopuktur. Septimus Severus’a gözlük, Şuppiluliuma’ya bıyık yapmaları bir yana ayıp şeyler çizer, küfürlü sözler yazarlar.
Yok muallim görecek, sen yaptın sanacak.
Meraklısına bez ciltli kitaplar Osmanlıca mecmualar... Türkçenin bozulmadığı yıllardan kalma romanlar. Kâğıtları sararmıştır, hoş kokar ve hapşırtır çok fena.
Ramazanları Beyazıt Camii avlusunda kitap fuarları olur, hurmacılar, şerbetçiler, helvacılar teravihlere renk katar. Rahmetli Kadir Mısıroğlu’na kitap imzalatmıştık. Osmanlıca yazmıştı kapağına. Keçeli kullanıyordu ve seriü’l-kalem idi. Neredeyse Hattat Halim hızında.
MODANIN NABZI
Ekseri Beyazıt’tan giyinirdik, olmadı Eminönü, Aksaray ve Topkapı’dan. Bir kere ucuzdur, mağazanın yarı fiyatına. O hâkim yaka gömlekler, Şetlant (Shetland) kazaklar, pileli pantollar.
Satıcı yumruğunu sık der, sıkarsın, pantolonun belini, dirseğine dolar. “Tamam” der “bu tam olur sana.” İyi de abisi, kol boyu ile bel kutru (çapı) ne alaka? Bilmem, ben çözemedim hâlâ.
Amaaan söylüyorsa doğrudur yalan borcu mu var? Zaten her defasında cuk oturur adam haklı çıkar.
İçine pijama eşofman giymişsen kolaydır, bir kuytuda üstündekini çıkarır, elindekini denersin sıkıntı olmaz. Kendi eksenin etrafında şöyle bir döner, soran gözlerle bakarsın etrafa.
Gençler şalakacıdır, ne giysen “ooo süper” der alkış tutar, kulak asma onlara.
Ama hanım anne ya da hacı abi gözlüğünün üzerinden süzer “Evladım bir beden büyüğüne mi baksan acaba?”
Zemine yüzlerce müstamel kundura serilmiştir, sporlar, kesler, iskarpinler, kara lastikler, lapçunlar, botlar, postallardan tut körüklü süvari çizmesine kadar… Rugan, süet, nubuk, napa, vidala…
Bunlar az kullanılmış, ya da iyi elden geçmiş, cam gibi boyanmıştırlar.
Fevkalade giyilir ama bir ilinti vardır şuranızda. Ya camiden çaldılarsa?
Düzgün ceketler, paltolar, olur bazıları harbiden marka. Bilmem nasıl düştü buralara? Defolu desen değil, ütü yanığı mı acaba?
EVİ ARDİYEYE!
Benim gibi lüzumsuzlar eskilere dalar, çocukluğundan kalma teneke oyuncukları toplar. Çalışıp çalışmadıkları şüpheli fotoğraf makineleri, objektifler, flaşlar. Makaralı teypler, mobilyalı radyolar, Facit hesap makineleri, Remington daktilolar, çekmeceli yazı masaları, dönen dünya küreleri, kahverengi ecza şişeleri, tüpler, pipetler, medikal aletler, lam lamel, santrifüj taaa mikroskoba kadar. Artık n’apcaksam?
Halı, kilim, hasır tabure, ot minder, Zodyak bot, çadır lambası, kamp ocağı, hamsi tavası, paraşüt ipi, bijon anahtarı, levye, pasta cila, şövalye yüzük, çakı çakmak, Rambo bıçağı...
Ne alırsan şu liracılarda tırnak makası, mezura, Leflef cila, asma kilit, Karakedi esans ve arkası gazoz açan ayakkabı çekçekleri olur, üç parça alırsan yanında tarak, beş al bi’ de ayna. Bak bak sırıt, çal çal oyna.
Bir arkadaş anlatmıştı çoraplar beş lira. Üç alıp on vermek var aklında. Yavaşça yanaşıp fısıldamış “Üç alıp yirmi versem?”
Velet anasının gözü. “Tamam abi, çaktırma.”
Bizimki otobüse binince uyanıyor. Gel de gülme, insan kendini kazıklar mı yaa?
SEN ALICI MISIN?
Elinde mont taşıyanlar olur. Deri görünümlü Vinylex, zırıl zırıl muşamba. Bir garip sorar “Abi kaça?” Elli lira anca eder ama büyük fiyat söyler, mesela bin lira.
-Yok daaa neler!
- Haydi sen 900 ver, baksana şu astara fermuara.
- Cık o da fazla.
Önüne geçer. “Peki sen ne verirsin?”
-Üç yüzden fazla çalışmaz.
-Al yaaa al. Senin gibi delikanlıyı kıracak değiliz ya!
Başka satıcıya sormasa iyi eder, duyacağı fiyat canını sıkacaktır zira.
Bazı bitirimler de fiyat soranı azarlar: “Yürü git len işine! Sen alıcı değilsin bi’ defa!”
-Alıcıyım ağam.
-Yaa sende ne arar 500 lira?
Çıkarır çat çat çat beş yüzlük tokalar avucuna.
Kazıklana kazıklana pişersin, “tecrübe” derler ona.
.
Şeyh, Şah, Kula
11 Kasım 2023 08:04 | Güncelleme :11 Kasım 2023 08:06
Geçenlerde yolum düştü bir saat kadar Kula’da oyalandım. İstanbul’a döndük İlhan Apak albayım “Oo bizim memlekete gitmişsin” dedi, artık nasıl haberi olduysa.
Nereleri gördün, kime uğradın muhabbetine giremedik, doğru dürüst dolanamadım ki anlatsam. Vakit sıkışıktı zaten, Çarşı Camii’nde akşamı kıldığımızda müezzin hazırlanıyordu yatsıya.
İlhan ağabey “O zaman Süleyman Şah türbesini görmüşsünüzdür” dedi.
-Cami girişindeki türbeden mi bahsediyorsunuz? Hani çukurda.
Makinenin ekranından gösterdim. “Bu mu acaba?”
-Ta kendisi. Ziyaret etmene sevindim.
-Ziyaret sayılır mı bilmiyorum, birkaç kare resim aldım alaca karanlıkta. Ama kim yatar, ne yapar bilgim yok. Siz anlatın da neyi kaçırdığımızı bilelim hiç olmazsa.
-Malum Mevlâna Celâleddin-i Rumi, Kayseri’de Seyyid Burhâneddin
Hazretlerinin terbiyesinden geçer. Aynı dergâhta Selâhaddin Zerkub (zerkubi: Altın işleyen) adlı bir Konyalı vardır ki çok iyi anlaşır, kaynaşırlar.
Yıllar sonra Mevlâna hazretleri dergâhını açar, Şemsi Tebrizi hazretlerini ağırlar. Selâhaddin Zerkub kuyumculuğu bırakır, bende olur kapılarına.
Mevlâna hazretlerinin de büyük muhabbeti vardır ona. Nitekim Selâhaddin Zerkub’un kızı Fatıma Hatun’u oğluna ister. Kime? Muhammed Bahaeddin Veled gibi bir sultana.
Bu izdivaçtan Arif Çelebi, Şeref Arife ve Abide Mutahhara Hatun doğar.
ABİDE MUTAHHARA
Germiyan Beyi Süleyman Şah (mezkûr türbede yatan) Sultan Veled Hazretlerinin hayranlarındandır. Nitekim onun kızı Abide Mutahhara Hanım ile evlenir. Mevlâna ailesi ile sıhriyetinden ötürü “Şah Çelebi” derler ona. Derken çocukları olur, Hızır, İlyas Paşalar ve Devletşah Hatun hanelerine neşe katar.
O yıllarda Germiyanoğulları, Osmanlı ile Karamanlı arasında sıkışmıştır. Süleyman Şah bilge bir meliktir, Türkler arasında cenk cidal çıkmasın diye kılı kırk yarar, gerginlikten kaçar. Daha ziyade imar faaliyetleriyle uğraşır; han, hamam, çeşme, medrese yaptırır, kütüphaneler açar. Ahmedî, Şeyhoğlu Mustafa, Ahmed Dâi, Şeyhî gibi âlim ve şairleri korur kollar. Halka mesafe koymaz, rahatlıkla konağına girer çıkar, meclisinde otururlar.
Gün gelir biricik kızı Devletşah Hatun 18’ine basar ki ilim hayâ sahibidir, zarafet onda, nezaket onda. Talibi çoktur ama babasının gönlünde Murat Han’ın oğlu Yıldırım Bayezid yatar. Çünkü İslam sancağını onlar dalgalandırmaktadır Avrupa’da.
KERİMEMLE EVLENİR MİSİN?
Uzatmayalım Süleyman Şah, ulemadan Cemaleddin İshak Fakih’i Edirne’ye yollar, yanına seçme Germiyan atları, küfeler dolusu Alaşehir üzümü (tabii ki kuru) ve top top Dengizli dokuması katar. İshak Fakih açık konuşur, lafı dolandırmaz. Murat Han oğluna gelen izdivaç teklifine sıcak bakar, “Bir de Bayezid’e mi sorsak?” der.
Devletşah Hatun dedesi Mevlâna Hazretlerinin hasletleri ile donanmıştır, karıncaezmez bir hanımdır, pürtakva.
Haber ulaştığında Şehzade Bayezid “Şeref duyarım” der, öper koyar başına.
Demek ki kız evi naz evi değildir; ecdat, beğendiği güvendiği bir genç varsa teklifte bulunurlar hatta.
Düğün olur, Süleyman Şah kızının çeyizi olarak Kütahya, Tavşanlı, Simav ve Eğrigöz’ü (Emet) verir damadına (1381).
Devlet işlerini oğlu Yakub’a bırakır, kendi alır tespihini çekilir Kula kuytularına. Şeyh Rükneddin-i Şücai hazretlerine intisap eder, sessiz sedasız yol alır seyrüsülukünde.
Vefat edince kendi yaptırdığı Gürhane Medresesinin bitişiğine defnedilir (1388). Hanımı Abide Mutahhara da metfundur yanı başında.
BABASININ KIZI!
Biliyorsunuz bir Fatıma Hatun daha var, Hundi Fatıma!
Yıldırım Bayezid’in kızı. Zikrolunan Devletşah Hatun’dan doğma. Hani manevi işaretlerle Emîr Sultan Hazretlerine hanım olan. Babası seferde iken yuvasını kuran, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzel hatırı için azarlanmayı göze alan, dik duran Fatıma!
Bizim okuyucumuz hadiseyi bilir, düşmeyelim tekrara.
Yıldırım Bayezid ile Devletşah Hatun’un oğulları da olur. Bunlardan Çelebi Mehmed (Mevlâna torunu olduğu için Çelebi) babasının vefatından sonra geçer başa. Ankara Savaşı ile dağılan devleti toplar. Müesseseleri sil baştan tesis eder ki, Osmanlının ikinci kurucusu diyebilirsiniz ona. Nerede yattığını biliyorsunuz.
Yeşil Türbe’de. Bursa’da.
İlhan ağabey 18 ciltlik Rehber Ansiklopedisi hazırlanırken başında durdu, görünen o ki, bilgiler yer etmiş hafızasında. Benim gibi ilmü’l-ensabdan (soyları inceleyen ilim) nasipsize bile anlatabiliyorsa açıkça. Hata yapmamak için ezberimi tekrarlıyorum. “Mevlâna Hazretlerinin oğlu Bahaeddin Veled, Selâhaddin Zerkub’un kızı Fatıma Hatun ile evlenir. Süleyman Şah onların kızı Abide Mutahara’yı alıp aileye girer, kızı Devletşah Hatun’u Yıldırım Bayezid’e verir, torunu Fatıma Hundi ise hanım olur Emîr Sultan gibi müstesna bir insana.”
İlhan ağabey başıyla tasdik edip son bir ek yapıyor: “Dikkat edersen adı geçenlerin yetişmesinde annelerinin tesiri büyük, helal süt emdirir, medeniyetimizi beşikte öğretirler daha.”
Rahmetullahi aleyhim ecmain diyelim. Allahü teâlâ cümlesine rahmetiyle muamelede buluna
.
Batı'nın anladığı lisan: Petrol tesirli silah!
14 Kasım 2023 08:28 | Güncelleme :14 Kasım 2023 08:45
Bilirsiniz Amerikalılar ellili altmışlı yıllarda büyük, ağır arabalar kullanırlar. Kasa gemi gibidir; kanat, kuyruk takarlar ayrıca. Koltukları kanepeye benzer, dolmuşçularımız bu yüzden onları seçer, arkayı dörtler.
Düşünün 3.500 cc’lik motorlar “fındık” diye anılır, umumiyetle 5,2, 5,7 ve 6,4 litrelik alametler satılır. Bugünkü motorlarla kıyaslarsanız bizimkilerden dört beş tane yatar kaputu altında.
Yakmaz mı peki?
Yakmak ne kelime; içer, 100 kilometrede 20 litreye güler geçer.
Evet, rölantide fısır fısır fısıldayıp basınca güp güp vuran V8’ler keyiflidir ama depoyu indiriverir yarıya.
Gelgelelim Amerika’da benzin para değildir, Araplardan varilini takriben iki buçuk (2,59) dolardan alırlar. Maliyeti çıkarırsan beş on cent anca kalır adamlara.
Adamlara bile değil, petrolü işleyen Rothschild ve Rockefeller’a.
7 BACI 7 CADI
O günlerde Dünya Standart Oil’un avucundadır. Tröst görüntüsü vermemek için kendi içinde firmalara ayrılır ki “seven sisters” (yedi kız kardeş) derler onlara.
1- Standard Oil of California (SoCal)
2- Standart oil New Jersey (sonra Exxon, Esso ve Mobil olacak)
3- Texaco
4- Chevron
5- Gulf Oil
6- Royal Dutch Shell (İngiltere - Hollanda)
7- BP Anglo-Persian Oil Company (İran-Britanya)
Bu kızlar eli maşalıdırlar. Menfatine dokunursanız çıldırır, saldırır, yolarlar. Nitekim İran’da seçimle gelen ve halkını kayıran Başbakan Musaddık’a darbe yaptırır, ayağını kaydırırlar.
Birilerinin canı yanmış, ülke karışmış...
Umurlarında mı dünya?
ÜÇ KURUŞA
Verdikleri para, para değildir, yetmez çakallık peşinde koşar, altına endeksli doları (Bretton Woods para sistemi 1 ons altın = 35 dolar) dalgalanmaya bırakırlar. Niye? Çünkü rezervde altın kalmamıştır, Nixon uyanığı karşılıksız para basacak, desteleyip desteleyip tokalayacaktır Araplara.
Bugüne kadar çok kül yutturmuştur, “Alın bir kazık daha!”
Gelgelelim Ahmet Zeki adlı bir Yemenli çıkar, tekerlerine çomak sokar. Amerika’da master yapmıştır, hinliklerin farkında.
Mısır, Ürdün ve Suriye “Altı Gün Savaşlarında” mağlubiyete uğrayınca (1967), İsrail, Batı desteği ile yayılır fütursuzca. Ne kadar katliam, o kadar toprak. Öldürür öldürür çalar, Filistinli sahipsizdir nasıl olsa.
Bahreyn, BAE, Cezayir, Irak, Katar, Kuveyt, Libya, Mısır, Arabistan, Suriye ve Tunus (dünyadaki petrol rezervlerinin yüzde 60’ına sahiptirler) Beyrut’ta bir araya gelir, OAPEC’i (Organization of Arab Petroleum Exporting Countries - Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Teşkilatı) kurarlar.
Sonra halkayı genişletir Venezuela, İran, Irak, Katar, Libya, Endonezya, Nijerya, Ekvador ve Gabon’u da alırlar aralarına. Adı OPEC olur ki piyasanın % 85’ine imza atar.
İKİLE! SAĞDAN!
Derken Suriye, Mısır ve İsrail arasında Yom Kippur Savaşı patlar. Başkan Nixon açıkça siyonistlere omuz çıkar. Hollanda ise hava köprüsü için meydanlarını kullandırır pervasızca...
Arap petrollerinden kazandıkları paralarla vururlar Araplara!
Yedikleri kaba tükürür, nankörlük yaparlar.
- Hımmm demek öyle ha? Yok size petrol bundan sonra!
Tam 50 sene evvel ambargo ilan edilir Batı’ya.
Bir yandan miktarı daraltır, bir yandan fiyatları kabartırlar. Mütegalibe önce tepki gösterir almaz, günlük 1,2 milyon varil satış,18 bine düşer hatta. Sonra paşa paşa gelir, girerler sıraya. Ahmed Zeki Yamani; “Ben dolar molar tanımam” der, “Zaten karşılığı kalmadı. Petrol altınla satılacak bundan sonra!”
Demek ki anladıkları lisan budur, Japonlar “Biz zaten Arapların yanındayız” mesajı yayınlar, fitnebaşı İngiliz “İnanın biz karışmadık” diye kıvırır yalvarırcasına.
PETRODOLARLAR
Zeki Yamani yaman adamdır, Batılılara ayar vermekle kalmaz, zam üstüne zam koyar. Petrolün varili 12 doları görür, fiyat dört kat arttığı hâlde satış azalmaz, kasaları petrodolarla dolar.
Bu parayla ARAMCO’yu devletleştirirler. Arabistan yollar köprülerle donanır, hava meydanları, limanlar...
O sene Amerika’da borsa çöker, zarar 100 milyar dolar. İş yerleri kapanır ve yapış yapış bir sükûnet çöker piyasaya.
Eğer Irak, Bahreyn ve Umman da ambargoya katılsa bak sen olaya.
Suudi Arabistan’ın petrol geliri altı sene içinde 2 milyar dolardan 30 milyar dolara yükselir. Arapların 1972’de 7 milyar dolarlık dış yatırımı vardır, 117 milyar dolara çıkar.
Keynesyen iktisat faraziyesine göre durgunluk ve enflasyon birlikte seyretmez. Ama tersi olur bu defa. Batı stagflasyonla (işsizlik, değersiz para) mücadele edemez, mali politikaları âciz kalır hadise karşısında.
Tıngır mıngır giderlerken rahat batmış, gidip toslamışlardır duvara.
Artan petrol geliri Araplar kadar SSCB, Meksika, Endonezya ve Venezuela’ya da yarar. Birçok sektörde rakip olurlar Batı’ya.
Amerika’nın kendi kuyuları vardır, buna rağmen sıkıntı basar, plakaları tek çift diye ayırır, bir gün ona, bir gün buna.
Eğer benzin istasyonunda yeşil bayrak görürsen (zor) hemen yanaş pompaya! Sarı ise ağaç olmayı göze alacaksın sırada. Kırmızı ise hadi abicim uza, burdan ekmek çıkmaz sana!
DETROIT BAŞ AŞAĞI
Altmışlı yıllarda ABD otomotiv sektörü rakipsizdir. Yeryüzünde satılan arabaların dörtte üçü Detroit’ten çıkar.
Krizden sonra kimse bu gâvur ölülerine yanaşmaz, sipariş alamaz olurlar. Hâlbuki Japonya ve Avrupa şirin kompakt arabalar yapar. Dıştan ufak görünseler de içleri ferahtır. Önden çeker, ip gibi yol tutarlar.
İtalyan sokakları dardır, bu yüzden küçük ve cimri otomobiller yaparlar.
FIAT 500 dediniz gibi geldi...
Evet katılıyorum arkadaşlara.
İngiltere’de Austin Mini, Fransa’da Renault 4 ve 5, sonra Citroën 2CV (döşövo). Almanya’da Opel Kadett ve VW Polo iyi satar, millet kuyrukta.
Japonlar Nissan, Datsun ve Toyota ile hücuma kalkar, Amerikan pazarında kök salar, başa oynarlar zamanla.
Ford ve GM kara kara düşünürken Chrysler, Sunbeam ile yer alır ufaklar arasında. Sonra Dodge Omni ve Simca…
Kültürlerinde yoktur, bir şeyler eksik kalır sanki. Tat vermez kullanana.
Derken Amerikan otobanlarına sürat tahdidi gelir. 55 mili geçtin, çek kenara!
Ayağını gazdan çekeceksen Mustang olsa neye yarar?
Tasarruf bildikleri bir kelime değildir, akıllarından çıkmaz. Oturur nükleer santral, rüzgâr ve güneş enerjisi üzerine çalışırlar,
Türkiye’de ise akla ziyan işler yapılır, petrol sübvanse edilir, millet eskisi gibi Amerikan leşlerini kullanır, duman attırır hükûmet parasıyla.
Üretim çukurda, tüketim tavanda. Sonra bütçe denkleştirmek için borç ararlar yana yakıla
.
Sokağın tapusuz sahipleri külhanbeyleri
18 Kasım 2023 07:42 | Güncelleme :18 Kasım 2023 07:44
Bizim dostumuz az, çilemiz çoktur. Ne Doğu’ya güvenilir ne Batı’ya.
Zaafımızı hissederlerse toplaşır üşüşürler başımıza.
Aralarındaki husumetleri erteler, iş birliği yaparlar.
PKK’ya dün SSCB destek oluyordu, bugün Fransa, İsveç, Norveç, Danimarka.
Düşünün kapitalist Amerika, Marksist bir terör örgütünün yanında.
Almanlarla omuz omuza savaşmış, onlar için koşmuştuk ta Galiçyalara. Hepsini unuttular, görüyorsunuz tavırları düşmanca.
Osmanlının son yıllarında birkaç cepheden birden saldırırlar. Akdeniz’den, Kafkaslardan, Balkanlardan… Rumlar ve Ruslar çok can yakar. Sırplar, Bulgarlar fırsat kollar. Ermeni gençleri babalarını dinlemez, Batı’nın emrinde çalışırlar.
Hem çok şehit verir hem de yerimizden yurdumuzdan oluruz. Katiller, komitacılar yağmacılar. Muhacirler karda kışta düşer yollara. Kafile kafile İstanbul’a gelir karışırlar kalabalığa. Aileler kopar, tıfıllar kaybolurlar.
Çaresiz kalan çocuk başının çaresine bakar. Gece üşüdü mü yanan odun kokusunu alır, gider sığınır hamama. Hamamcı onu külhana indirir, bir hasırcık serer altına. En azından donmaktan kurtulur, iyi kötü uyur kenarda. Eh bu arada hamam sahibinin işine de el atar, taşınacak odun kömür, atılacak kül cüruf varsa kolları sıvar.
Gel zaman git zaman kendisi gibi külhana düşenlerle tanışır, kaynaşırlar. Birbirlerine sahip çıkar, destek olurlar. Efendilikten anlar, güçsüzü korurlar, haksızlığa tahammülleri yoktur, çabuk öfkelenir, ansızın çoğalırlar.
Umumiyetle hamallık yapar, akşam kazandıklarını getirir koyarlar ortaya. Birlikte yer içer, biriktirmeye kalkmazlar. Yarına Allah kerim, rızkı gelecektir nasıl olsa.
MUHATAP ALININCA
Baskın taşkın oldu mu İstanbul Kadısı onları çağırtır, ellerine birer kova tutuşturur, doooğru mıntıkaya.
Muhatap alınmaları güzeldir, ayak işi de olsa adamdan sayılırlar.
İstanbul hamamları içinde Mahmut Paşa, Bayezid, Aksaray İbrahim Paşa, az yukarıda Murat Paşa, Tophane Kılıç Ali Paşa, Tahtakale Rüstem Paşa, Ayasofya, Laleli, Edirnekapı, Zeyrek Çinili Hamam ve Samatya Ağa Hamamı külhanbeyleriyle tanınır civarda.
Gedikpaşa gediklilerin mekânıdır, akademi seviyesinde külhani yetiştirir, daha bir itibarlıdırlar sokakta.
İçlerinden atik, tetik olanlar tulumbacı koğuşlarına takılır, yangınlara koşar, bir şekilde harçlığı çıkarır, çorbayı kaynatırlar.
TİZ TERSANEYE YOLLANA!
III. Selim Han bir hattıhümayununda: “Tebdil dolaştığımda görüyorum eli ayağı sağlam kâr u kesbe (çalışmaya kazanmaya) gücü yeten gençler sâîlik ediyorlar (dileniyorlar). Gönderilsin tersaneye, sanat öğrensin, hizmet etsinler vatana!”
Evet bir kısmı o sayede meslek sahibi olur, bir kısmı tayfalığı seçer, açılır deryaya.
Kendilerine has bir lisanları vardır, 200-300 kelimeyle konuşurlar.
Zaman zaman şirazeden çıkanlar olur, çakı çakmak, tabanca bıçak taşır, ıvır zıvır aşırırlar. Güçleri yeterse kavga çıkarır, haraç alırlar. Ki it alayı, kopuk takımı denir bunlara.
Bazılarının âlemde lakabı, ünvanı vardır: Raconcu, Kavanoz, Seyrekbasan.
Ağır abidirler, selamları yeter, ufak işe bakmazlar.
KÜLHANDAN GÜLHANA
Derler ki Abbasi halifelerinden biri şehir halkına kızar, ceza olarak Hasib adlı bir köleyi vali yapar. Garibim külhanda çalışmaktadır, üst baş, kir pas...
Gelgelelim mükemmel bir idareci olur, halka mesafe koymaz, eskisi gibi sade yaşar. Sokağı kim daha iyi bilebilir ki, ahali hayli memnun kalır ondan.
II. Mahmud Han tebdil-i kıyafet Mısır Çarşısı’nda dolanırken bir peykeye oturur soluklanır. Sevimli bir çırak gelir, kahve getirir. Hareketleri zariftir sultanın gözünden kaçmaz.
“Kim bu çocuk?”
-Külhaninin tekidir efendim. Garip gurebadan...
Sultan onu saraya aldırır, okumasını sağlar. Harbiye’ye girer subay çıkar, değişik cephelerde savaşır, tecrübesi artar. Gün gelir Serasker Rıza Paşa olur, geçer ordunun başına.
Paşa Rus Harbi öncesi İstanbul hamamlarını dolanacak, külhanileri çağıracaktır kışlaya. Güle oynaya koşacak, çok da faydalı olacaktırlar.
Rıza Paşa’ya Abdülhamid Han da çok güvenir, ancak II. Meşrutiyet ile ipleri ele geçiren İttihatçılar sürer Ege adalarına.
Çok sevdiği yalısına da el koyar, Rehber-i İttihat Mektebi yaparlar.
Bazı külhaniler ise okumaya heves eder, ulema önünde diz kırar. Mesela Derviş Hüseyin onlardan biridir. Müstesna bir sesi vardır, Tophane Kadiri
Dergâhında müezzinlik yapar.
Şuaraya göre külhan imtihan kapısıdır.
Geçersen ulaşırsın gülhana
.
Bir tezgâh da Süveyş’te kurmuşlardı! Danışıklı dövüş
19 Kasım 2023 08:33 | Güncelleme :19 Kasım 2023 08:44
Cemal Abdünnâsır Hüseyin 1918 İskenderiye doğumlu bir Mısırlıdır. Posta memuru olan babası Cemal Paşa hayranıdır, oğluna onun adını koyar.
Bulundukları mahallenin mektebi yoktur; fakir fukara, garip gureba... Cemal tahsil için Kahire’ye gider, amcasının yanına.
Siyasete meyyaldir, nümayişleri kaçırmaz, afiş, bildiri hazırlar, İngiltere aleyhine slogan atar.
Bir süre hukuk okur, sonra askerî akademiye girer, mezun olur. Sudan’da vazife yaparken silah arkadaşları Zekeriya Muhiddin, Abdülhakim Amir ve Enver Sedat’la Hür Subaylar Hareketi’ni kurarlar. Teşkilat gizlidir!
Hem İngiliz sultasına vuracaklardır hem Melik Faruk’a.
Abdünnâsır I. Arap-İsrail Savaşı’nda (1948-49) Filistin’de çarpışır. Savaş sonrası huzursuzluk çıkar, örfi idare ilan edilir, askerlerin salahiyeti artar. Hür subaylar bundan istifade idareye el koyar (23 Temmuz 1952).
Orgeneral Necib devlet başkanı yapılsa da ipler Nâsır’ın elindedir aslında.
İTTİHATÇILAR GİBİ
Konsey bir yandan cumhuriyeti ilan eder, bir taraftan da siyasi partileri kapar. Abdünnâsır, bilahare General Necib’i de kaydırır, iktidara el koyar. Hem asker hem sivil, hem milliyetçi hem sosyalisttir. Reylerin yüzde 99,95’ini alarak cumhurbaşkanı seçilir (1956). Demek ki sandık yalan.
Zaten bir süre sonra tek parti iktidarı kuracak, muhalif bırakmayacaktır etrafında. Henüz 38 yaşındadır, hayalci ve hırslıdır. Ülkeyi kalkındırmalı, model olmalıdır dünyaya. Adını yazdıracaktır ünlü siyasetçiler arasına.
Evvelemirde Asvan Barajı’nı yapmalı, elektrik üretip sanayileşmeli, arazileri doyurmalıdır suya. Barajın maliyeti 1 milyar dolardır ve öyle bir para yoktur kasada.
İngiltere’den borç ister, duymazdan gelirler. ABD önceleri verimkârdır, ancak Abdünnâsır’ın Çeklerden silah alması ve Kızıl Çin’i tanıması Washington’u kızdırır. Kaldı ki Mısır pamuğu Kaliforniya’da üretilenden daha kalitelidir, niye rakip çıkarsın karşısına?
ABD Dış İşleri Bakanı J.F. Dulles, Araplara takıntılıdır ayrıca.
MADEM ÖYLE
Abdünnâsır bakar bunlardan kuruş çıkmayacak, ani bir kararla Süveyş Kanalı’nı devletleştirir, bayrağı asar. İngiltere ve Fransa’nın elindeki hisseleri yok saymaz, ödeme planına bağlar.
İyi de kanal sadece geçiş ücreti değildir ki. Afrika, Hindistan ve Basra yoludur aynı zamanda. Sömürgeci Avrupa’nın malları oradan akar; kereste, kürk, kauçuk, maden, tahıl, baharat, bakliyat, nakliyat... Ve enerji tabii! İngiltere’nin kullandığı petrolün %85’i Süveyş yoluyla gelir. Yine Süveyş tariki ile asker yollar sağa sola.
Bugün Süveyş Kanalı elinden çıkar, yarın Cebelitarık, Kıbrıs ve Malta… Erir gidersin, esamen okunmaz dünyada.
Fransa Vietnam’ı kaybetmiştir, Cezayir’in eli kulağında. Abdünnâsır gibi bir lider direnişçilere destek çıkar mı? Çıkar. Onu bir an önce indirmezse Suriye’deki nüfuzu da sallantıda.
Başbakan Mollet yağmacılığa alışmıştır, korkusuz girer topa.
İsrail ise Mısır’ın aldığı yeni silahların bir an önce yok edilmesini arzular, onun derdi başka.
KOYNUNDA YILAN
Mısır Hava Kuvvetlerini eğiten donatan İngiltere’dir. İçlerini dışlarını bilir, direnme şansı tanımaz onlara.
Hasılı şeytan üçgeni (İngiltere, Fransa ve İsrail) tezgâhı kurar.
İsrail her zamanki saldırganlığı ile Sina’ya dalacak, başlayacaktır katliama. İngiltere ve Fransa güya “Olmaz” diyecek, nota vereceklerdir. Sonra barış gücü gibi gelip sahaya çökecek hem İsrail’e hem Mısır’a kanaldan 10 mil uzakta durmalarını emredeceklerdir. Mıntıka kalacaktır onlara.
Abdünnâsır elbette İsmailiye, Port Said ve Süveyş’ten çıkmak istemeyecektir. Bu da sonunu getirecek, devrilecektir ayak oyunlarıyla.
Sonra bölgenin selameti açısından (!) nöbeti uzatacak, un serecektirler urgana.
Mümkün mü? Mümkün. Hep yaptıkları iştir; kan, katliam, kargaşa.
29 EKİM 1956
Ve o kara günde saatleri ayarlar, düğmeye basarlar. İsrail köy şehir yaka yıka Sina’ya dalar, ödevini yapar.
Paris ve Londra sözde kızar, derhâl donanma yollar sahaya. Çıkarma gemileri Akdeniz sahillerine kapak atar, paraşütçü birlikleri indirme yapar. Mısır direnecek olur, havaalanlarını basar, uçakları vururlar. Ki yeni aldıkları MIG’leri kullanmamışlardır daha. İşgalciler bölgeyi kolayca ele geçirir, tam kadehlerini zafere kaldırmışlardır ki haber gelir. Mısırlılar kanaldaki elli gemiyi batırmış trafiği felç etmişlerdir. Londra buz keser âdeta. Hadi bakalım kullan kolaysa. Bu, hesapta olmayan bir çıkıştır, petrolünü kanal yoluyla taşıtan hükûmet baltayı vurur mu taşa?
İşgal döneminde İngilizler halka nispeten ılımlı davranır ancak Fransızlar ve siyonistler ufak bahanelerle kan döker, keyifle Müslüman kırarlar. Biri Filistin’de diğeri Cezayir’de cinayete alışmıştır, öldürmeden duramazlar.
KORKTUKLARI BAŞINA
ABD tedirgindir. Bu hareketin, Arapları Sovyetlere yaklaştırmasından korkar. Ortalık karışırsa petrol akışı durur, kriz dayanır kapıya.
Sovyetler ise kesin tavır gösterir, Voroşilov “Derhâl çekileceksiniz” der, “Şakam yok, nükleer silah kullanacağım yoksa!”
İşin tuhaf yanı bu defa Amerika da onları koruyup kollamaz. “Girerken bana mı sordunuz” der, bırakır belasıyla baş başa.
İşin buralara geleceğini tahmin edememişlerdir, felaket tırsarlar. Neticede defolup giderler, arkalarında binlerce masum cesedi, onlarca yıkık belde bıraktıktan sonra. Kuruş tazminat ödemez, kulaklarının üstüne yatarlar.
SSCB ise puan toplar; sadece Mısır’ı değil, Libya, Suriye ve Irak’ı da takar ardına. Dört kuş vurur bir taşla.
Mısır, Asvan Barajı’nı Moskova ile birlikte yapar, iki ülke fazla samimi olur, müzik öğretmenleri bile Rusya’dan gelir, piyano bale dersleri başlar.
Bu defa kendi halkından kopar. Tepkiler, tenkitler, başka başka sıkıntılar…
NE UMDULAR NE BULDULAR?
Askerî açıdan bakarsanız harekât başarılıdır, lakin netice galibe değil mağluba yarar.
İngiltere ve Fransa kâğıttan kaplan çıkar. Sömürgeler artık onlardan korkmaz, peş peşe ayaklanırlar.
Süveyş Kanalı’ndaki hisseleri de yalan olur, Abdünnâsır bir cüneyh (Mısır’ın para birimi) bile koklatmaz onlara.
Fransa’da sosyalist Başbakan Mollet bütçeyi kediye yükler, bu macera mali yapılarını bozar.
General de Gaulle, “artık ABD’ye güvenemem” der NATO’nun askerî kanadından kopar. Nükleer silahlara yönelir, gider Cezayir’i deneme tahtası yapar.
O güzelim ülke çölleşir; peş peşe patlamalar, nükleer atıklar, adı konmadık hastalıklar… Amaaan Müslüman ölmüş kimin umurunda?
YALNIZIM DOSTLARIM
İngiltere’de Başbakan Anthony Eden ülkeyi zora sokmakla suçlanır, istifa etmek zorunda kalır.
Artık iki kutuplu bir dünya vardır. Bir uçta Amerika, öbüründe Rusya.
Ankara akla ziyan işler yapar, İsrail’in kuruluşuna evet demekle kalmaz, krize hak adalet penceresinden bakamaz. Bu taklitçi teslimiyetçi kafa İngiliz’in, Fransız’ın gönlünü kazanamadığı gibi, Arapları kaybederiz hiç yoktan.
Kıbrıs meselesi patladığında kuyruğundan ayrılmadığımız Batı bize dirsek gösterir ambargo koyar. Arapları yıllardır aşağılamışızdır, yüzümüz yoktur kapılarını çalmaya.
Sen değil misin İsrail’e yeşil ışık yakan? Müslümanları kırdıran. Git derdine yan!
KADDAFİ DE OLMASA
Eskişehirliler 1.Taktik Hava Üssüne ev sahipliği yaptıkları için tayyare sesine alışkındırlar, F-100 ve F-104’leri gelişinden tanırlar. Bir gün bakarlar değişik bir uğultu, dev gibi Boing’ler süzülüyor meydana. Haber çabuk yayılır; “Müjde, Kaddafi silah ve mühimmat yollamış ordumuza!”
İşte Kıbrıs’ta o silahlarla vuruşur, hakkını veririz fazlasıyla.
Nâsır’la başlamıştık yine onunla bitirelim, Paşa bilahare Devrimin Felsefesi adlı (Felsefetü’s-Savra) adlı bir kitap yazar, akıl satar.
Hâlbuki kendi başı dertten kurtulmaz, etrafındaki ajanları ayıklayamaz, çıktığı her savaşta İsrail’e yenilir, hem öyle kahredici mağlubiyetler alır ki; modern jetler pistte imha olur, henüz motorunu çalıştıramadan.
Nâsır subay asıllıdır, bunları bilmesi lazımdır. Bu kadar gaflet de fazla ama.
Baskıcı bir laikçidir, kendisi gibi düşünmeyenleri zindanlara tıkar. İmam-ı Şafii hazretlerinin de yattığı Karâfetüssuğrâ Kabristanı’nı oturuma açarak tarihî mirası hırpalar, Kahire’ye en büyük kötülüğü yapar.
Zincirleme sigara içen bir bağımlıdır, birini söndürmeden öbürünü yakar. Baş ağrısı bahane, 52 yaşında mevta (1970).
Yerine kıta arkadaşı Enver Sedat gelir, evet onun da adı ittihatçılardan ithal.
Enver Paşa’dan!
Merhametten Maraz
25 Kasım 2023 07:54 | Güncelleme :25 Kasım 2023 07:56
Sabah Fenerbahçe Deniz Hamamlarından dönüyor; Göztepe’deki evimize gidiyoruz. Belvü Otel’in bitişiğindeki eflake ser çekmiş (çok yüksek) ağaçlı Frengin bahçesini geçtik. Tevfik Amir Amca’mızın köşküne yaklaşırken bir feryat figan.
Baktık bahçıvan kulübesi yıkılmış, yatıyor. İçindeki pılı pırtıyı bir kenara koymuşlar. Önünde, siyah fistanlı bir Rum kadını; memede ikizi, sağında solunda birer ikişer yaş aralıklarla daha sivriceleri, yani kızlı erkekli tam yedi çocuk.
Kadın iki gözü iki çeşme, saçını başını yoluyor; göğsünü bağrını paralıyor. Veletler ciyak ciyak ağlaşıyor. Geride ihtiyar, gözlüklü bahçıvan barba (Rum meyhaneci), çenesi avucunda. İhtiyar artık gözleri görmediği için çalışamaz hâlde, hep kapının önünde oturur. Karısı içeride şuna buna ufak tefek diker, yün büküp balıkçılara fanila, çorap örer, büyük oğlan (Salistra) dalyanda yanaşmalık yapar, ekmek parasını çıkarırlar.
Ağlama hıklamaları duyunca arabayı durdurduk. Rum kadını ikizi kucağında, öbürleri yanında bize doğru koştu. Eteklerimizi, paçalarımızı öptüler: “Bu gece fırtınadan kulübemiz yıkıldı. Kaçmasak altında ezilecektik, sokakta kaldık; karnımız da aç!”
Beşer, onar kuruş toplayıp verdik amma anaları da çocuklar da yüzlerini, eteklerden, ayaklardan çekmiyor. Zavallı kadında ne yalvarma “Aman evlatlarıma, gözleri görmeyen ihtiyar kocama acıyın, bir iyilik yapın. Bahçenizde ahır, kümes vardır; iki üç gece kalalım. Darıca’da babam var, gideriz oraya!”
Annemde yürek yufka; “Peki” deyiverdi.
Bizi eve bırakan çekçek arabasını yolladık. Pılı pırtılarını yüklemişler, dokuz can da beraber, geldiler.
Arabalığın yanındaki bahçe edevatı dolu odadan kazma kürekleri, belleri, tarakları, tirpitinleri, fasulye hereklerini çıkardık. Örümceklerini aldırtıp süpürttük, temizlettik.
Fukaralar aç; yevmiye birkaç okka ekmeklerini, öğle akşam iki kap yemeklerini de peyledik.
Gene ayaklara kapanıp, memnun memnun girdiler odaya,
Nur içinde yatsın, anneannem bahçe meraklısı. Tarhlardaki çiçeklerle, gül fidanlarıyla, limonluktaki fidelerle uğraşıp durur; yemiş ağaçlarını, bağları aşılatır, avunur.
Sabah ne görse iyi? Kirazların, kayısıların köküne kıran girmiş; bugün yarın toplanıp reçelleri, şurupları yapılacak olan vişneler, Frenk üzümleri boydan boya yolunmuş.
Sakızlı bahçıvanımızda çene kilitli. Duvar diplerindeki hayrat dutlara, incirlere yanaşanları bile taşla, sopayla kovalayan herif suçu yüklemiyor millettaşlarına.
- Ben yukarıda levantinleri kırparken dışarıdan kim bilir hangi muhacir çocukları içeri atladılar?
Kameriyede yemek yiyoruz. Öteden pat küt sesler, çatırtılar çuturtular...
Bakalım ki veletlerin ikisi taşlarla kozalak parçalayıp çam fıstıklarını çıkarmada; ikisi de dalları kıra kıra tepedekileri toplamada.
Uzun yaz günleri. Biraz kestirmek için eve girdik, uzandık. Tam dalacağız, dadım, avaz avaz çırpınıyor: Havuza koşun, Rum çocukları düşüp boğulacaklar!
Aşağıdan yetiştiler. Oğlanların birinde olta, öbüründe konserve tenekesi, suya sarkmış, kırmızı balıkları avlamadalar…
Akşam; çatı katındaki depolarda su tükenmiş. Dolap beygirini koşacağız, uşak demez mi; “Kuyu mundar!”
Haydaaa! Meğer kopiller bostan köpeği Karabaş’ın dört yavrusunu da kuyuya atmışlar. Leş! Şimdi onlar çıkarılacak, suyun hepsi boşaltılacak, yerine temizi dolmadan kullanılmaz.
Gece; üst üste kapının zili çalınıyor. Açtılar. Bitişik komşumuzun kalfanım, telaş içinde, zangır zangır titriyor: “Çamlığınızda parıltılar, alevler gördük. Cigara migara atılıp kuru yapraklar tutuşmasın. Ateş çamları sararsa köşklerin kül olduğu gündür ha!”
Koşup ne görelim; barba, önünde şarap binliği, kör kandil (aşırı derecede sarhoş). Karısı çalıları çırpıları tutuşturmuş, istavrit kızartıyor.
Ocağı söndürtüp, kova kova su döktürdükten sonra gene içimizde korku: Acaba bir tarafta kıvılcım kaldı mı? Gece yarısı büyüyüp kol salmasın?
Üç günü geç, haftası oldu. Ne madamda ne de barbada kıpırdamaya niyet yok. Her şeye burnunu sokan, çenebaz Sıdıka Hanım atıldı: Merhametten maraz doğar. Gidip şunlarla ben konuşayım, hepsini toparlayıp dehleyim!
Güvende güvende bahçeye indi, gene güvende güvende döndü:
Müjde, gidecekler. Darıca’ya mektup yollamışlar, yol parası istemişler, fakat cevap gelmemiş. Paraları olsa yarından tezi yok şimendifere atlayacaklar. Oldu olacak, bir iki lirayı gözden çıkarın!
Üç lirayı götürdü verdi. Ertesi gün öğleler oldu, ikindiler geçti, akşam okundu, hâlâ yerlerindeler. Madama ceviz ağacının altında. Basmacı Yakup’tan kendine, çocuklarına entarilik almış, çakır çukur onları dikmede.
Hâle fena kızan Sıdıkanım “Artık rezalet, başından büyük halt etmek bu. Şimdi adamakıllı paparalarını vereceğim” deyip gitti.
Aşağıdan gürültü kopuyor: Benim kocam Yunan tebaasıdır, buradan çıkaramazsınız. İstediğimiz kadar oturacağız. Bize polisiniz zaptiyeniz karışamaz!
Hepten şapa oturduk. Göztepe komşumuz Üsküdar mutasarrıfı. İşi açıyoruz, hemen ağzımızı kapatmada: Aman dert çıkarmayın başıma. Keyfiyete ecnebi tebaalığı karışıyor. Elim ayağım bağlı, bir şey yapamam!
Büyük babamın amcazadesinin damadı, Beyoğlu zabıtasında memur, alay beyi Göztepeli Hafız Sabri Bey’e söylüyoruz; onda Hariciye’de süferaya (sefirlere) teşrifatçılık eden evlatlardan filanca var. Kulağını büküversin, Yunan elçisinin tercümanına çıtlatsın!..
Büsbütün şımaran madamango, iyice azıttı. “Biz dilenci değiliz, başkalarına versinler” diyerek ekmekleri, yemekleri geri göndermeler. “Burada bedava oturmuyoruz, kirasını vereceğiz” demeler. “Darıca’dan para gelsin, bahçeden yer alacağız” küstahlıkları.
Büyük oğlan gitarayı, kız mandolini almış, hep birlikte kasap havasıyla hora tepişler.
Öfkeden kendini kaybeden, rahmetli babam, bastonunu kapar kapmaz fırladı.
Hepsi çil yavrusu; ağacın tepesinden kokona yalvarıyor: Aman kapanca mapanca atma pasam, sabah kaçacağız… Koço, Aleko. Manoli, Anastasya, Manyo; toplayın eşyaları!
Kayışdağı Caddesi tarafında, muhacir mahallesinde tuttukları odaya defoldular.
(Sermet Muhtar / 25 Şubat 1942 - Akşam)
Müzeci, muharrir, ressam
Hikâyenin sahibi Osman Sermet Muhtar, askerî müzenin kurucusu Mahmud Muhtar Paşa’nın oğludur. Çocukluğu dedesi Osman Abid Paşa’nın Saraçhanebaşı ve Göztepe’deki konaklarında geçer. Hususi hocalardan ders alır. Dedesi Abid Paşa bir ara Halep’e yollanır, ziyaretine gider ve renkli şeyler yaşar, yazar kenara. Bunları hikâyelerinde kullanacaktır daha sonra. Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Hukuk’u bitirse de aklı matbuattadır. Necdet mahlası ile çocuk hikâyeleri yazar. Babasının müdürü olduğu müzede memurdur. Düzgün Fransızcası ile hem rehberlik yapar, hem anlattıklarını geçirir kitaplara. Bir ara yeniçeri kıyafetleri üzerine çalışır. İstanbul Ansiklopedisi’ne maddeler yazar.
Babasının vefatından sonra müzeden kopar, hayatını kalemi ile kazanmaya başlar. Akşam gazetesinde “30 Yıl Evvelkiler “,”Masal Olanlar”, “İstanbul Kazan, Ben Kepçe” köşelerini hazırlar.
Romanları da tefrika edilir, ki bunlardan Kıvırcık Paşa, Harp Zenginleri, Pembe Maşlahlı Hanım kitaplaşacaktır daha sonra.
Hoca Ali Rıza Bey’den resim dersi almıştır, tabloları usta işidir, askerî müzede sergilenecek çapta.
.
Gidek gezek Çemişgezek
2 Aralık 2023 08:08 | Güncelleme :2 Aralık 2023 08:10
Memur muhabbetlerinde “Aman dikkat” derler “Bak Çemişgezek’e tayinin çıkar sonra!”
Evet bir zamanlar sürgün yeridir. Ama sorun ki hikâyesi ne?
Efendim Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri çok sevdiği talebesi Kayserili Hasan’ın (Bayram Baba) pişmesini ister, onu uzaklara gönderir. Mübarek Kahire’yi, Şam’ı, Halep’i, Bakü’yü, Bağdat’ı ve Erzurum’u gezer gelir, Çemişgezek’te bir kuytuya yerleşir. Kimse tanımaz ne arayan, ne soran... Bir parça toprak alır, çıkardığı su ile yeşillendirir. Millet çorak taşlığı gülistana çeviren meçhul çiftçiyi merak eder. Gelse görseler ki hikmetli konuşan bir gönül ehli. Kıymetini anlarlar ama nedeeeen sonra.
Aradan uzuuun yıllar geçer, kabri kaybolur zamanla. İmam Efendi merhum bir gün “Şu küllük boş değil” der, “Kazalım bakalım!”
Selçuk üslubunda tabutvari bir kabir taşı çıkar, üzerinde yazılar.
438 sene sonra Bayram Baba’ya kavuşurlar.
ÇEMİŞ=YEMİŞ
Bazı tarihçiler Çemişgezek’in ismini İmparator İoannis Çimiskes’den aldığını yazar. O kadar gerilere gitmeye gerek var mı? Anadolu’da dut, üzüm kurusu ve dalında ballanmış armuda çemiş denir. Yeryüzünün en güzel dutları bu havalide yetiştiğine göre çemişin geldiği yer bellidir. Gezek de çemişin mütemmim cüzü, “yemekli çerezli sohbet meclisi.”
Söz açılmışken atlamayalım bilhassa Ulukale dutu Avrupa’da Amerika’da kapışılır.
Araştırmacı yazar Salih Yazıcı ağabey “Var mısın Çemişgezek’e gidelim” dediğinde itiraz edemedim. Ne yalan söyleyeyim, mahrum bir belde bekliyordum, birkaç bakkal ve kahve olabilirdi anca. İnanır mısınız şaşırdım. Ciddi mimari eserlerle donanmış, sulak, gümrah, güçlü ve köklü bir kaza çıktı karşıma.
Daha girişte gördüğüm Yusuf Ziya Paşa Köprüsü, Mostar’ı andırıyordu âdeta.
Salih ağabeyin çocukluğu buralarda geçmiş. Çemişgezekli gençler yüzmeyi Tahar Çayı’nda öğrenirmiş. Sanki Neretva’nın renkleri var. Bu mevsimde dallar sararmış, yapraklar kızarmış, deklanşöre basmaktan parmağım acıdı, objektifi ne yana çevirseniz manzara.
60 ASIRLIK MAZİ
Efendim Çemişgezek’in geçmişi MÖ 4 bin yıllarına uzanıyor. Urartuların sarp yamaçlara kazdıkları kaya evleri bozulmadan duruyor hâlâ. Onlara dönem dönem “İn delikleri” ve “derviş odaları” denmiş. Yer yer dört katlı ve arada merdivenler var. Hatta sızıntı suları biriktiriyorlarmış havuzlarda.
MS 7. yy... Araplar Çemişgezek’i fethediyor, yöreyi İslam’la tanıştırıyorlar. Malazgirt’i müteakip bize vatan oluyor. İlk bayrak asan Çubuk Bey, sonra Artukoğlu Belek Gazi geliyor. Ardından Mengücekler, bir ara Selçuklu zayıflıyor, Saltuklu hâkimiyet kuruyor. Sonra tekrar Süleyman Şah, yine Melikşah...
İlhanlılar, ardından Akkoyunlu, Karakoyunlu mücadelesi... Sonra İran daileri, Uzun Hasan dönemi. Şah İsmail’in fedaisi Nur Ali Halife kasabayı ele geçiriyor. Çaldıran zaferinden sonra Safevi tehlikesi azalıyor.
Dikkat ederseniz hep Türk’ün Türk’le mücadelesi... Eğer birlik olsalar, Hint, Rus, Acem, Moğol durabilir mi karşılarında?
MİMARİ ZİRVELER
Timur devrinde Emîr Taceddin Yelman bin Keykubad tarafından yaptırılan taç kapılı Yelmaniye Medresesi (hicri 806) büyük bir külliye imiş. Binaların çoğu zamana yenilmiş günümüze bir tek tek medresenin mescidi gelmiş, o bile selatin camii heybetinde.
Ulucami’yi de görmelisiniz, daha büyük ve yüksek minaresi silüet çiziyor kazaya...
Çemişgezek Osmanlı idaresinde sancak merkezi... Önce Diyarbekr’e, sonra Erzurum ve Harput’a bağlanıyor.
İmam Efendi 15 sene vazife yaptığı Çemişgezek’i çok seviyor. Dile kolay 200 bin talebe yetiştiriyor. Çocuklara isimlerini sorun, birinden biri Osman, Bedreddin ve Bedriye çıkacak mutlaka. O yıllarda Çemişgezek’te 26 cami ve mescit bulunuyor, ilim meclislerine 400- 500 atlı geliyor, kazanlar kaynıyor, sofralar kuruluyor, döşekler seriliyor, camiler tekkeler dolup dolup taşıyor.
DUVARLAR ARASINDA
Sûk-ı sultânî denen çarşılarda zaman zaman müzayede açılıyor, umumiyetle mevta malları satılıyor. Elde edilen para merhumun borçları ödeniyor ki kul hakkı kalmaya.
Doğrusunu isterseniz Çemişgezek’in bulunduğu saha şehirleşmeye müsait değil, etrafı duvar gibi dağlarla çevrili.
Lakin müdafaası kolay, belki de bu yüzden tercihe şayan.
Dut bahçeleri ipekçiliği, küçükbaş hayvancılık ise peynir ve yapağıyı parlatmış. Sıradan bir kaza değil, ürettiği mallarla tanınıyor civarda.
Çemişgezek tarafındaki iskeleye Kayıkbaşı diyorlar. Olta atanın tavası boş kalmazmış asla.
Yün istihsali şehirde iplikçilik ve boyacılığı geliştirir. Medrese Mahallesi’ndeki boyahanenin geliri Yusuf Bey Mescidi ile es-Seyyid Ahmed Efendi mektebine gönderilir, hudemanın (hademelerin) ücreti ödenir.
Hamidiye Medresesi ise Müderris Tevfik Efendi’ye emanettir, her sene 50 civarında molla yetişir.
.
Mazi yolcusu kalmasın
9 Aralık 2023 08:23 | Güncelleme :9 Aralık 2023 08:27
Kadınlar koltuğu sehpayı danteli fincanı sever de kitap, koleksiyon ve antikadan hoşlanmazlar. Adamcağız gizli saklı bir şeyler toplar, önce masası sonra odası dolar, ufak ufak koridora taşar.
Ve bir gün beklenen öfke patlar. Hanım elini beline koyar ve “ya ben” der, “ya onlar!”
Adam ne özene bezene aldığı antikalara kıyar ne de yuvasını yıkar. Gider iyi kötü bir dükkân açar. Birkaç gün tozunu alır, yerini değiştirir, muhibban ile antika muhabbeti yapar. Ne zaman ki bir ikisini satar, kafada ampul yanar. Evet bu işten para kazanabilir pekâlâ!
Düne kadar elindekileri azaltmayı düşünen asarıatikacı mal artırmaya bakar. Paniğe gerek yoktur, akmaz, kokmaz, bekledikçe değer koyar.
Yukarıdaki sözlerin sahibi gazeteci Tahir Kum zaten âlemin içindeydi, Marmara Evlerinde açtığı antika dükkânı ile aşkını ilan etti açıkça.
Dilerseniz sözü ona bırakalım bundan sonra:
Biliyor musunuz antika insanı dinlendirir, gamını kederini giderir. Dükkânı dolaşanlara bakıyorum “Aaa bu ninemde vardı”, “Aa şu dedemde” diyorlar. Guguklu saatler onları çocukluğuna götürüyor. Bir nevi terapi, yan tesiri de yok. Ben gazetecilik gibi sıkıntılı bir meslekten geliyorum, acelecilik ve kırıcılık var tabiatında. Artık huzurlu ve rahatım, vazolarımı devirip kıranlara bile gülümsüyor, boş ver diyorum, takma kafana.
Tabelaya “Doktor Antika” yazmaya niyetliydim, antika beni tedavi etti zira.
DOLAŞAN TİLKİ Mİ, YATAN ASLAN MI?
Feriköy, Kadıköy antika pazarları cıvıl cıvıl, sabahın seherinde kulüp başkanları geliyor, kafa dağıtıyorlar. Ben satışları da eski usul yapıyorum, kart mart yok, yazıyorum kara kaplıya, hiç batığım olmadı, sarı çizmeliyle hesaplaşmadık daha. Zamanım oldukça dolaşıyor, piyasanın nabzını tutuyorum, meğer birçok şeyi ucuz ucuz satmışım. Üçe verdiğimi beşe alamasam da takmıyorum, neticede bir insan mutlu oldu, değmez mi buna?
Bu işte kira, sigorta, maaş gibi masrafların olmayacak ve kapılmayacaksın para hırsına. Sen dost kazanmaya bak, gelir gelecekse gelir, gider gidecekse gider. Amaaan! Dünya malı değil mi, kefenin cebi yok ya.
Çocukluğumdan beri ahşap duvar saatlerine meraklıydım. Ne zaman iyi bir tamirci buldum içim rahatladı. Korkmadan almaya başladım... Bursalı Mehmet Raşit Usta “Değişmesi lazım” demeyenlerden, uçurtma çıtası ve buat kapağından sarkaç, kola kutusundan pandül yapar, sabırla çalışır sabahlara kadar.
Eskiler böyledir, rahmetli babamdan bilirim, koca koca makineleri kibrit çöpüyle çalıştırırdı icabında.
HER TELDEN Mİ ÇALMALI?
Bu işte fazla dağılmayacaksın; hat, tespih, köstekli saat, model araba, Kütahya porselen, güğüm, sini, halı ve kilim hususunda öğreneceğimiz çok şey var daha.
Hele yağlı boya tablo tecrübe ister, çakması mebzul miktarda.
Bugün marka bir mobilyacıdan aldığın eşyayı yarın satmaya kalk, yarı parasını vermezler sana. Temizliğe gelen kadına “Al götür” desen o bile bakmaz. Ama antika yatsa da kâr, biteviye katlar, üstüne koyar.
150 yıllık yemek tabağı almışsın, 50 yıl daha kullan, satarken para kazan ayrıca.
Geliyorlar “Ay bu çok güzel, ay bu çok güzel…” Abla diyorum güzel olmayan bir şey göster, bedava vereceğim sana.
Birçoğuna fren yaptırıyorum, “Tamam şunu al, bunu sonra.” Çok açılmasınlar, yarın elleri darlanır, “Onu antika alırken düşünecektin” derler adama.
KOŞTURMADAN OLMAZ MI?
Ben büyük takımlarda top oynamadım, yakışıklı da sayılmam ama TV programlarına mutlaka çağırırlar. Zico niye başarısız oldu? Oturur dünyada kaç Brezilyalı atrenör var, hangi ülkelere gittiler, kimleri çalıştırdılar, hayal kırıklığı yaşatanlar, muvaffak olanlar, tak tak koyarım ortaya. Bu iş de öyle, ucuz alabileceğin yerleri araştıracak ya da ev kaldıracaksın.
Nasıl yani diyeceksiniz.
Şöyle: Dede nine, ana baba ölür, vârisler toplanır, bir eskici çağırırlar, gelir bakar, evi kaldırır toptan. Bazen Goblen tablo, Bavyera fincan çıkar, eskici alıcıları bilir, götürür ayaklarına… Mal esnafa düştü mü fiyatlanır. Malum kira, maaş, sigorta...
O zaman sen kaldıracaksın. Bir sürü ıvır zıvır çıkar, yorar ama birkaç dolap, rahle, seccade, antika fotoğraf makinesi, radyo ve teyp işine yarar.
SEVEN ÖLSÜN MÜ?
Şişhane’de bir avizeciye girdim. “Halattan avize olur mu acaba?”
- Neden olmasın, gel bir çay içelim, sen kafandakini çiz, yaparız biiznilllah.
Neticede farklı bir şey oldu, gelen resmini çekiyor, giden videoya alıyor. Şu an piyasa halatlı avizeden geçilmiyor, bi’ patentini alsaymışım var ya...
Vazo akıttı, onu lambadere çevirdim. Gemi çıkmalarını eve büroya yakıştırdım. Lavaboyu dikiş makinesi ayağına yapıştırdım.
Görenler şaşırıyor, nereden geldi aklına?
Eski insanlar ihtimam gösteriyor eşyaya. Bak bu sehpa masif tahta, kilit geçme, çivi yok, belki asırlık ama taş gibi daha.
Pelesenk muhteşem bir malzeme adam ondan mobilya yapmış, hayran oluyorsunuz bakınca. Ustası vakit ayırmış, günlerini vermiş, biz telefonla oynuyoruz anca.
Bazıları soruyor bu tabaklar kullanılmış mı? Evet diyorum 80 yıldır ve binlerce defa.
Şu saat 240 yıllık, tıkır tıkır çalışıyor. Uzun ömürlü olsun diye kafa yorulmuş, şimdikiler arıza çıkarsın da parça satalım hesabında.
Vezirköprü’de bir camiye girdim, her taşı besmele ile konmuş, kucaklıyor âdeta.
Eskilerin hâli başka
.
Ocağımıza ‘İncirlik’ diktiler
12 Aralık 2023 08:17 | Güncelleme :12 Aralık 2023 08:27
Dünya tacir kavimler tarafından yönetilir, bunlar deniz aşırı ülkelere de yerleşir, düzenlerini kurarlar. Büyük gemileri, can yakıcı silahları vardır, acımasızdırlar.
Mısırlılar Nil boyunda, Nübye ve Libya’da kale kule kurar, Fenike ve Yunanlılar kolonilerle tutunurlar.
Romalılar harici garnizonlarda lejyoner çalıştırır, Galya’dan Kartaca’ya nokta nokta yayılır Akdeniz’i avuçlarına alırlar.
Üs meselesi mühimdir, Osmanlı’nın Rumeli macerası Çimpe Kalesi’ni ele geçirdiği gün başlar. Ufak bir hisardır ama sayesinde adım atarız Balkanlara.
Süveyş mütevazı bir kasabadır, Kızıldeniz’i açar ecdada.
Sömürgeci İspanya ve Portekiz de üsler yoluyla yayılır, Hindistan yolunu kontrol altına alırlar. İngiltere, Hollanda, Fransa ona keza.
Beyaz adam Amerika’da uçsuz bucaksız araziler bulur, gider Afrika’da köyleri basar, gençleri toplar, dipçik kırbaçla çalıştırır, hesapsız para...
Elinde sermaye birikince sanayileşmeye başlar ve önemli bir silah daha keşfeder: Propaganda.
Kayseri Talas’ta, Elâzığ Harput’ta, Adana’da, Tarsus’ta, İzmir’de, Merzifon’da ve İstanbul’da kolejler açar, muhiplerini yetiştirir, getirir kilit noktalara.
Hâkimiyet alanı meselesi!
Yazımızın mevzuu da bu aslında.
YARALANANLAR YARARLANANLAR
II. Cihan Harbi’nde Almanya ve Japonya mağlup olur yıpranır.
İngiltere ile Fransa galiptir, onlar da hırpalanır.
Rusya hırslıdır, yaşadığı yıkıma rağmen hız kesmez; Macaristan, Doğu Almanya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Polonya, Romanya derken yerleşir Avrupa’ya.
Kızıllar iktidarları umumiyetle ihtilal ile ele geçirir ve karşı devrim korkusu yaşar. Bu yüzden muhaliflere acımasız davranırlar.
ABD, Cihan Harbi’ne sonradan dâhil olur. Bombardımana uğramaz. Aksine silah sanayii ile parasına para katar. 100 bin tayyare, 250 bin pervaneli motor imal eder, endüstri devi olur çıkar. Daha tanklar, toplar, botlar, kamyonlar...
Zahirde özgürlükler ülkesidir, müteşebbise imkân açar. Demokrasi havariliği yapsa da Orta Doğu’da krallara oynar.
Bölgeye büyük büyük üsler kurar, faturayı şeyhlere yollar. Saltanatınızı korurum yeter ki petrolden pay ayırın bana.
Bilahare yüksek teknoloji ile arayı açar, hasımlarını fezadan izler, elektronik gözler, kulaklar…
Uçak gemileri benim diyen ülkeyi zorlayacak güçtedir, öyle torpille, torpidoyla da batmaz.
ÜS VERECEKSİN!
Churchill, II. Cihan Harbi’nde bizi de savaşa sokmaya zorlar. Adam sanki T.C.nin kurucu üyesi, murahhas aza.
ABD Hariciye Bakanı Cordell Hull “Türkleri eğitmek donatmak pahalıya patlar” der, “yollayacağı askere de ihtiyacımız yok şu anda. Anadolu’yu beşinci kol faaliyetlerinde kullanalım, öylesi daha büyük fayda.”
Yaani “Üs vereceksiniz, karıştıracağız” buyurur açıkça.
Karşı cephe için üs verenle, savaşa giren arasında fark yoktur, ikisi de müstahaktır cezaya. Nitekim Alman Büyükelçisi Franz von Papen bunu “savaş ilanı” sayar, yazar kenara.
Her ne kadar çatışmalara katılmasak da Adana’nın müttefiklere çalıştığı vakıa.
Türkiye mühim bir mevkidedir. Sinop’tan Sovyetleri dinleyip gözetleyebilir, Adana’dan Suriye ile Irak’a müdahale edebilirsiniz. Boğazı tutan Karadeniz’i dize getirir kolayca...
Moskova’nın gözü üzerimizdedir, nitekim Kars ve Ardahan’ı işgale kalkar, açık açık asılır İstanbul’a.
SSCB nükleer güç olunca ABD bizi tampon yapar, gelir İncirlik’e kazık çakar.
USSR KOVALAR, USA TUTAR
Orasını açalım biraz: 11 Mayıs 1950... CHP iktidarı NATO üyeliği için resmen başvuruda bulunur. ABD firmalarıyla gelir, sadece Adana değil; Afyon, Ankara, Balıkesir, Bandırma, Diyarbakır, Eskişehir, İskenderun, İstanbul, İzmir, Kayseri, Kocaeli, Malatya, Merzifon, Samsun, Sinop ve Trabzon hava meydanlarına çöker âdeta.
Ve ittifakın parçası oluruz sonunda (20 Eylül 1951)
Amerikalılar şahsi operasyonlarını da NATO şemsiyesi altında yapar. Yazılı anlaşmalara yanaşmaz, sözlü mutabakatları bilhassa flu bırakır, hudut ötesinde çizgi aşarlar.
Nitekim kaldırdıkları U-2 casus uçakları fır döner Rus semalarında. Bunlardan biri düşürülür, yakalanan pilot “İncirlik’ten havalandım” diye ötünce iş açar başımıza.
İncirlik, Başkan Eisenhower’ın talimatıyla Lübnan krizine de müdahale eder. Kimi vurur bilmiyoruz, çünkü rapor verme gereği duymazlar. ABD bizi asker deposu olarak görür, binlerce çocuğumuz Kore’ye yollanır. Seul ile ne kadar dost olduğumuz meçhul ama Pyongyang ve Pekin’i düşman ederiz başımıza.
SSCB Dışişleri Bakanı V. Molotov, Büyükelçi’miz Selim Sarper’e ayaküstü NATO notası verir. 1925 Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması’nı fesheder oracıkta.
Peki İncirlik’te nükleer silah var mı? Bu soru çok sorulur, cevapsız kalır. Evet var diyecek halleri yok ya. Bir ara Ürdün hükûmeti ile Filistinli mülteciler arasında gerginlik çıkar. ABD, Amman’a İncirlik üzerinden köprü kurar, binlerce silah ve hayli mühimmat yollar. Bırakın izin almayı, lütfedip duyurmazlar.
KÖTÜ MÜTTEFİK SİHA SAHİBİ YAPAR
Kıbrıs’ta Rumlar göz göre göre katliam yapmakta, BM seyrine bakmaktadır. Ordumuz 20 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs’a çıkar. Amerikan Kongresi çok kızar, ambargo koyar. Bize yaptığı en büyük iyilik de bu olur. Evet, silahımızı kendimiz yapmalıyızdır bundan sonra.
Hükûmet de Amerikan üslerini kapatır.
İncirlik ne kadar önemliymiş meğer. Paşa paşa gelirler hizaya.
Derken Pentagon Saddam muhalifi Kürtlere oynar, Çekiç Güç güvenli bölgede karışık işler yapar. Türk subaylarının başına çuval geçirir, PKK’lı şakilere silah ve mühimmat sağlar. Düşünün Amerikalı Marksist gerillaya çalışır açıkça. Meğer küfür tek milletmiş. Komünist kapitalist kol kola.
Bu üs, Birinci Körfez Savaşı’nda ABD’nin belkemiğidir, 140 uçakla Irak güçlerine saldırır, kuzey ile güney arasındaki irtibatı koparır. Çöl Fırtınası’nda ABD’nin elini rahatlatır.
ABD Irak ve Afganistan’da keyfî Müslüman kıyımı yapar. Felluce ve Bağram’daki iğrenç sahneleri hatırlıyorsunuz, Guantanamo’da günahsızlar buğulama olur güneş altında.
Afganistan operasyonlarına Operation Enduring Freedom (Sonsuz Özgürlük) adını koyarlar. Sanki öldürün gitsin derler, sonsuzluk öte tarafta. SİHA’larla bilhassa hafızlık cemiyetlerini, düğün konvoylarını, taziye meclislerini vurur, ne ceza, ne tazminat; özür dileme lütfunda bile bulunmazlar.
Kıbrıs’ta dik duran Bülent Ecevit, İkiz Kule tezgâhında ABD’ye taşeron olur âdeta. Türk hava sahasını ABD uçaklarına açar. Limanlar, kara yolları, yakıt ikmal, istihbarat ve lojistik... Neye ihtiyaçları varsa.
Afganistan işgalinde İncirlik’ten 8 bin uçuş gerçekleşir. Kimse “Yükünüzü görebilir miyim” demez, “Maksadınız ne” diye sormaz.
BALIĞI, BULANIK SUDA...
ABD, II. Cihan Harbi’nde 100 üsse sahiptir, savaş bittiğinde üs sayısı 2 bini aşar.
Kanat, karakol, ikmal ve eğitim merkezi gibi tesisleri saymıyoruz daha.
Yayılmacıdır ama her zaman bayrak dalgalandırmaz. Bazen CIA eliyle darbe yaptırır, kendi adamını oturtur koltuğa. İran’da seçimle gelen Muhammed Musaddık’ı, Şili’de Dr. Salvador Allende’yi devirir. Hegemonya tabiri sathi kalır, diktatorya kurar.
Irak’a girmek için kitle imha silahı yalanına sığınır, Afganistan’a çökebilmek için İkiz Kuleleri patlatır.
Bir kere gökdelen iskeleti çeliktir, jet yakıtıyla vasfı bozulmaz.
Çeliğin erime noktası 1.398 °C, jet yakıtı açık havada 1.030 °C verir anca.
Kaldı ki yüz katlı bina saniyeler içinde çökmez. Günlerce yansa da moloza dönmez.
Michael Moore bunları anlatmak için yırtınır ama Amerikalı zırcahildir, gazete okumaz, “9-11 Fahrenheit” belgeselini çeker, yine uyandıramaz.
ABD bir yandan teröristlerle iş tutar, diğer yandan korku endişe pompalar, haydi gelin koşun kucağıma.
Ve son bir marifet daha. İncirlik, 15 Temmuz gecesi FETÖ’ye destek olur açıkça.
Hani neresinden tutsan derler ya...
11 ASKERİMİZİ EZEN ABD'Lİ YARBAY SERBEST
Yankiler Türkiye’yi mahrumiyet gibi görür, tez bıkar, her vesile ile aşağılarlar. Alkol uyuşturucu kullanır, çıngar çıkarırlar. 11 Mayıs 1956. Çavuş Bolton askerî vasıtayla Eskişehir’de beş çocuğa çarpar, yaralıları hadise mahallinde bırakıp kaçar. Yavrucaklar bulunduklarında kan kalmamıştır damarlarında, üçü mevta.
Zikrolunan çavuş, yakalanır, tutuklanır, hapishaneye kapatılır. ABD değişik bir vazife tarifi yapar, mahkûmu aparır, koparır ve sadece ihmalden yargılar. “Ayda yüzerden 600 dolar” cezaya çarptırır. Ancak USAF Adli İnceleme Kurulu delilleri kifayetsiz bulur, hükmü tatbike koymaz. Maktul çocukların ailelerine üç beş dolar atar, dosyayı kapatırlar. Sanki dilenci var karşılarında.
Yarbay Morrison, Ankara Çankaya’da gece kulübünden sarhoş çıkar, otomobili ile yolda yürüyen 11 askerimizin arasına dalar. Biri vefat eder, diğerleri yaralanır. ABD, Morrison’u, olay esnasında görev başında gösterir, elimizden alır. Kazanın üstünden bir gün bile geçmeden serbest bırakırlar
.
Her eve lazım az yakar çok kaçar
16 Aralık 2023 08:09 | Güncelleme :16 Aralık 2023 08:10
Benim elim işe yatar. Çırak verseler iyi bir usta olabilirdim.
Nereden biliyorsun diyeceksiniz?
Hevesliydim, istekliydim ne olsun daha?
Bilyeli arabamızı (şimdi scooter diyorlar) kendimiz yapardık mesela. İnşaatlardan arta kalan tahtalar arasında ele gelen bir tanesini seçer, sorarsın ustaya: “Bubenimossummu amca?”
Adam sağına soluna bakar, kalıba gelmeyecek bir parça ise “Tamam al” der, “ama buralarda dolanma. Yerler çivi dolu iş açma başıma!”
Sonra tamirciye gider dört çıkma rulman bakarsın. Lakin o bedava olmaz, çap ve ebadına göre bir liradan başlar iki buçuk liraya kadar.
BİRKAÇ TAHTAYLA
Ön dingili (diyecek başka şey bulamadığımdan) müteharrik yapar, urgan bağlarsın uçlarına. Dizgin gibidir, çekersin sağa, çekersin sola.
O yıllar Üsküdar silme Arnavut kaldırımı, Toptaşı Caddesi, Zeynep Kâmil Hastanesinin önünde asfalttır bir parça. Bayırı yayan yapıldak tırmanır, biner bilyeliye koyverirsin yokuşa. Tekerlekler yağlı olacak, dikkat edeceksin kum girmeyecek aralarına. Öbür türlü de kayar ama ses yapar çok fena... Ossun yine de kayarsın taa aşşalara.
Taa dediğim de meğer yüz metre filanmış. Geçen yolum düştü, baktım öyle baş döndürücü bir eğim de yokmuş aslında. Ama 8-9 yaşında bir tıfıl için in in bitmez, o anda Magirus kullanmaktasındır Kargasekmez rampalarında.
Sonra iki tekerleklisini de yaptım, testere, keser bulunmayan bir evin çocuğuydum. Rahmetli anam sapı kırık bir bıçak vermişti, tahtaları keserdim onunla. Nasıl mı? Sırtına taşla vura vura. Vakit alıyordu ama oluyordu sonunda.
Aksesuar da mühim ve elzemdir, direksiyona şerit dolayacak, alnına gazoz kapağı çakacaksın far hesabına. Rüzgârgülü keyfine kalmış, olursa ne âlâ.
Sürat bacağının gücüne kalmış, yokuş yukarı mızıkır, mızıldanır “Çabalama kaptan ben gidemem” der âdeta.
CİDDİYE ALIRLAR
Efendim bunu keşfeden tek biz değilmişiz, Batı’da da yaygınmış o sıra. Hatta fabrikasyon yapılır, satılırmış mağazalarda. Frenkler tournette, İngilizler scooter der. Scoot koşmak kaçmak, tour da bildiğin tur galiba.
Bu mesele Avrupa’da büyükleri de takar ardına. Ohiolu Ogden Bolten Jr. pillisini çizer, planlar, hesaplarını yapar. Gider patentini alır hatta (1895), üretime geçemez o başka.
Gelgelelim Arthur Hugo Cecil Gibson adlı bir İngiliz noktayı koyar. Çelik iskelete 25 cm çapında tekerlekler ve 155 cc’lik benzinli motor takar, Autoped adıyla piyasaya sunar (1915- Long Island).
Alet 55 kilometre hız yapar. Gaz fren alışık olduğumuz gibi değildir, direksiyonu ileri iterseniz debriyaj, geri çekerseniz fren yapar. Gaz kelebeği sol elde, emme valfi sağda (artık ne işe yarıyorlarsa).
Kontak anahtarı çerçeveye ilişik, benzin deposu ön çamurlukta.
O günlerde fiyatı hayli yüksektir, tiko para yüz dolar. Hâliyle fukarayı aşar. Daha ziyade posta müvezzileri ve polislere dağıtılır. New York Emniyeti sipariş verir, gangaster daha fazlasını verir. Pratiktir, vukuatı müteakip kaybolurlar aralıklarda.
BEĞENİLİR AMA...
Görenler “vay canına, süpeeer” der ama elini cebine atmaz. Şirket Alman Krupp tarafından satın alınsa da, beklenen çıkışı yapamaz.
Bekle bekle nereye kadar? Nihayet kaldırılır rafa (1921).
Büyük Buhran’ın ardından, çevre hususunda artan şuur motorlu scooter’ları tekrar getirir akla. Hollywood’un geniş stüdyolarında koşturanlar, birer tane alırlar. Humphrey Bogart gibi meşhurlar gidon tutunca namı yayılır bir anda.
Reklamcılar zekice bir slogan bulur: “Yürümekten ucuza!”
Olmayınca olmaz, çabalar yine boşuna.
Ne zaman ki lityum iyon piller çıkar, alet küçülür, hızlanır, âdeta patlama yapar.
UCUZ, PRATİK, ÇEVİK
İki tekerlek hürriyettir. Şehir trafiğinde aralardan kayabilir, park edecek yer bulabilirsiniz kolaylıkla. Bilahare mafsallısı da yapılır. Katlayıp çıkarabilirsiniz büronuza.
Şu anda yollarda gördüklerimiz şarjlı batarya taşır, kısa mesafede fevkalade işe yarar.
Bilirsiniz teamüller kolay oturmaz, alışılmadık bir vasıtadır, üst üste tahditler, talimatlar...
Türkiyede scooter kullanmak için 15 yaşında olacak ve 25 km/sa. üstüne çıkmayacaksın, arkana arkadaş almak yok, yük taşımayacaksın asla!
Önünde far olacak, arkanda reflektör ve kırmızı lamba. Bakımlı bir fren, zil ya da korna.
PANDEMİ PATLATTI
Bazı Avrupa ülkelerinde kaideler fi zamanından kalma. Hâlbuki eski çamlar bardak oldu, şimdikiler 65 km/sa. yapacak çapta. Bu yüzden sürücüden ehliyet ister, alete plaka taktırır, sigorta yaptırırlar.
Scooter (skuter ya da skutır) bir adam taşır ve o kadarcık yakar, bir buçuk tonluk otomobiller gibi duman attırmaz boşa.
Pandemi döneminde çok talep görür, gençler eğlenceli bulur, tiryakisi olurlar.
Trafikte kaybolan zaman, yakıt masrafı, otopark sıkıntısı, aksayan işler vatandaşı arabasından soğutur.
Hâlbuki scooter sessizdir ve temizdir, makul maliyetle iş kovalayabilirsiniz onunla.
Haa söylemeden edemeyeceğim bizimkiler de gayet başarılı bu hususta. DOLAŞAN TİLKİ Mİ, YATAN
ASLAN MI?
.
Caniye ceza yok! Bari Nobel de verin
18 Aralık 2023 08:31 | Güncelleme :18 Aralık 2023 08:38
Nobel Barış Ödüllerinin mantığını anlayan var mı? Hocalı, Cebrail ve Şuşa’da Azerbaycan Türklerine kıyan ve Kara Yanvarda (20 Ocak 1990) Azadlık Meydanı’ndaki milyonluk kalabalığa tanklarla dalan Gorbaçov’a bile verildikten sonra...
Tuhaftır en fazla Nobel alan devlet başkanları da siyonistler arasından çıkar, ki bunlar bir kere değil, iki kere değil defalarca sivillere silah doğrultur, toplu katliam yaparlar.
Bütün hukuk sistemlerinde bir insanın evine köyüne silahla girene, kan dökene, can yakana, yağma yapana şaki, harami, haydut diyorlar. Cezası ağır, doğru darağacına.
Bunların serbest dolanması bile muhal, geçtik onu yarın Netanyahu’ya nobel verirlerse şaşmam.
Başkan Biden’ı da unutmasınlar, o kadar yardım yataklık yaptı, bir tane de ona.
Neyse geçelim tarih turuna...
HUKUKSUZ HUKUKÇU
Menachem Begin, Yahudi cemaatinin önde gelen ailelerinden birine mensuptur. Beyaz Rusya’da doğar (1913), henüz 16 yaşında “Betar”a katılır ki beter bir örgüttür, hiçbir insani endişesi olmayan radikal siyonisttir bunlar. Menachem, Varşova’da hukuk okurken teşkilatın lideri olur, karışık işlere girer çıkar.
Polonya Almanlar tarafından işgal edilince ailesini bırakıp Litvanya’ya kaçar. Orada Rusların eline düşer, tutuklanır. Yıllarca Sibirya’da boğaz tokluğuna çalıştırılır.
Müttefiklerin Almanlarla çatışabilecek muhariplere ihtiyacı vardır. Bu yüzden salınır, gider Polonya’da General Anders komutasındaki birliklere yazılır (1941).
Bir yıl sonra da Filistin’e göç eder, yeraltı teşkilatı Irgun’a katılır ve kanlı katliamlara başlar.
Mesela Kudüs’teki King David Otelinin bombalama emri ondan çıkar. Britanyalı müşterilerden ve Müslüman personelden 91 kişi hayatını kaybeder. İngiliz manda idaresi Begin’i “1 numaralı terörist” ilan eder ve başına 2 bin sterlin ödül koyar.
Katil aynı katil. Sonra ne değişti de, destek oldular?
HAYDUTA ÜNİFORMA
İsrail devleti kurulduktan sonra Begin ve adamları İsrail ordusuna katılır. Cinayet, tecavüz ve yağmaya üniformayla devam eder, takibata uğrama korkusundan da kurtulurlar.
Begin örgütünün tesir sahasını zayi etmez, ilerleyen yıllarda siyasette kullanır. Herut (bilahare Likud) partisini kurar. 1948-77 arası genel başkanlığını yapar.
Bağımsız Filistin devletine karşıdır, adını bile andırmaz, yetmez BM Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen Şeria Nehri’nin batısında da Yahudi yerleşimleri kurar. Doğu Kudüs’te işgal ettiği yerlerden de çıkmaz. Deir Yasir gibi nice katliamda bulunur, sivillere “bizzat” kurşun sıkar.
“Begin, Deir Yasin’de bizzat yönettiği katliamı anlatırken oldukça keyifliydi. Lehi ve Izl komandoları 9 Nisan 1948’de erkek, kadın, çocuk, 254 kişiyi öldürmüşlerdi.” (Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi)
Begin “eğer Deir Yasin zaferi kazanılmasaydı” der, “İsrail devleti de olmazdı!” Silahsız kadınları ve çocukları öldürüp kuyulara doldurmayı zafer sayan bir kafa. Düşünebiliyor musunuz bu adam devlet başkanı. İnsan biraz utanır ya! Gücü Alman’a, Rus’a yetmez, öcünü Filistinliden almaya kalkar.
Ve bakın şu garabete ki sırf Camp David’de Enver Sedat’la tokalaştı diye Nobel Barış Ödülü sunarlar.
Manalı bir ödüldür ama onu olgunlaştırmaz, Irak-Tamuz’u, ardından Beyrut’u bombalar, Suriye’ye ait Golan Tepelerini ilhak eder. Lübnan’a girer çıkar, Sabra ve Şatilla katliamlarına zemin hazırlar.
Şöyle: İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron zikrolunan kampları kuşatır. İçeride sadece kadın çocuk ve yaşlılar vardır, direniş koyamazlar. Şaron Hıristiyan Falanjistlere göz kırpar, onlar da savunmasız kampa girer, ıslık çala çala 3.500 Müslümanı kırarlar.
SİZ ÖLDÜRMEYİ İYİ...
Davos’ta zılgıt yiyen Şimon Peres ise diplomat görünümlü bir katildir. Hayatı boyunca Filistinlileri aşağılar, hak hukuk tanımaz.
Belaruslu bir iş adamının oğludur, Filistin’e göç ettiğinde 11 yaşındadır daha. Tel Aviv’de yetişir ve 24 yaşında terör örgütü Haganah’a katılır. Ben Gurion hükûmetinde silah temin işlerine bakar. Nekbe’nin (Büyük Felaket) mimarlarındandır. Nükleer silah programı da onun kafasından çıkar. Ne yazık ki Atom Enerjisi Ajansı denetimi savsaklar. Sureta gezer nükleer başlık bulamazlar güya... Peres o kadar rahattır ki, ırkçı Güney Afrika rejimine “nükleer silah satma” teklifinde bulunur o sıra.
Başbakanlığı döneminde “Gazap Üzümleri Operasyonu” ile Lübnan’a saldırır. Kana’daki BM yerleşkesini bombalatır, 106 sivil hayatını kaybeder, yüzlercesi yaralanır...
Bir yandan Gazze’yi abluka altında tutar, çocukları cezalandırır, diğer yandan yeni Yahudi yerleşim alanları yaptırır, demografiyi değiştirmeye çalışır.
Knesset’te 48 yılı geçen Peres, savunma bakanlığı, iki dönem başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapar.
Oslo Antlaşması’na giden günlerde Dışişleri Bakanı olduğu için Nobel Barış Ödülü’ne layık görülür. Barıştan hoşlanan biri değildir aslında.
KEMİK KIRAN RABİN
İzak Rabin Ukrayna’dan gelen bir ailenin çocuğudur. Kudüs’te doğar (1922), Tarım Okulundan mezun olur, 18 yaşında Gizli Palmach ordusunda yer alır.
1948 Arap-İsrail Savaşında Kudüs civarında alay komutanlığı yapar.
Batıdan gelen güçlü silahlarla Danny Operasyonunu yürütür, Remle ve Lidda şehirlerini ele geçirir, yerlileri evinden ocağından eder, yerinden yurdundan kovar.
1949 Rodos Ateşkes Müzakerelerine katılır, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı, Altı Gün Savaşı’nı kazanır. Kudüs’ü de ele geçirir. Ancak o kadar çok kan döker ki sinirleri laçka olur asabı bozulur. Karısı Leah’ın ABD bankalarında dolar hesabı olduğu (İsrail’de suçtur) ortaya çıkınca siyasi ikbalini zora sokar.
Emekliye ayrılınca Washington Büyükelçisi yapılır. ABD ile yakın temas kurar. Bilahare İşçi Partisinden parlamentoya girer. 1974’te Başbakan olur, Mısır ve Suriye ile ateşkes imzalar.
Araplar ilk defa petrolü silah olarak kullanmıştırlar.
Onların silah bırakması da yalan. Tanklara taş atan çocukların kollarını bacaklarını koparır, evlerini yıktırır, adı kemik kıran Rabin’e çıkar. Filistinlileri mahkemeye sevk etmeden önce bir yıl gözaltında tutar, sonra bir bahane bulur, sınır dışı yapar. Ama intifada durmaz, sel onu da boğar.
NE OSLO’YMUŞ AMA
Bakar çember daralıyor, Oslo Anlaşması’na imza atar. Bu imza onu Nobel Barış Ödülü sahibi yapar.
Oslo’dan sonra Filistin Milli Otoritesi Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da kısmen kontrol sağlar. FKÖ Başkanı Yaser Arafat, Rabin’e gönderdiği mektupta, şiddete karşı olduğunu ve İsrail’i tanıdığını yazsa da (9 Eylül 1993) siyonistlerin gözü doymaz. Arzuları Müslümansız Filistin’dir, sükûnet sürmeyecektir fazla.
Bu arada İsrail protestolarla çalkalanır, militan siyonistler Rabin’e lanet yağdırırlar.
Gardını hep Filistinlilere karşı almıştır, hâlbuki katili yanı başında dolanmaktadır. Yigal Amir adlı ırkçı öğrenci tarafından miting meydanında vurulur, hastaneye kaldırılsa da kurtarılamaz.
Demek ki neymiş?
Öyle silah mühimmat dağıtmayacakmışsın taraftarlarına!
.
Park Otel
23 Aralık 2023 07:37 | Güncelleme :23 Aralık 2023 07:38
İtalyan Büyükelçisi Baron Alberto Blanc’ın karısı bir dolar milyoneridir. İstanbul Gümüşsuyu’nda 60 odalı bir konak yaptırır (1890). Alt kat kesme taş, üst katlar seçme ahşap.
İkinci katta Üsküdar, Kız Kulesi tablo gibi çıkar karşınıza. Üçüncü kattan Tophane görünür ve Boğaz uzanır boydan boya.
Gün gelir, Baron Blanc ülkesine çağrılır, konak kalır mı ortada?
Abdülhamid Han binanın zayi olmasını istemez, satın alır ve mesken için tahsis eder hariciye nazırlarına (1897).
O günlerde nezaretin başında Ahmed Tevfik Paşa vardır, gelir yerleşir konağa.
Paşa, Tesalya Harbi’nde Yunan’ı bozguna uğratınca Abdülhamid Han bizzat eliyle konağın tapusunu sunar. Paşa’nın ailesi zaten 13 yıldır burada ikamet etmektedir, alışmıştırlar. Bu arada kapıları ve parmaklıkları demir dökümle değiştirir ve 90 yıl kullanırlar.
23 Temmuz 1908, konakta Osmanlı diplomasi tarihindeki ilk yemek gerçekleşir.
Yıl 1909, 31 Mart isyanında sadrazam olan Tevfik Paşa, Sultan Mehmet Reşat’ın tahta çıkmasından sonra büyükelçi olarak yollanır Londra’ya. Teamüllere göre giderken konağı bırakması lazımdır ama öyle olmaz. Mensubu bulunduğu Hariciye Nezaretine kiraya verir, tıkır tıkır parasını alır.
İLAVELER YANGINLAR
Bir süre Mehmed Rıfat Paşa ikamet eder sonra Hariciye nazırı Asım Bey yerleşir ve hanımın arzusu üzerine çatı katına bir baca ve çamaşırlık yaptırır.
Bakın ki orada da yangın çıkar, yıllardır biriktirdiği hatıralar kül olur bu arada (30 Mart 1912)
1914 Birinci Cihan Harbi patlar, Tevfik Paşa İstanbul’a döner ve ailecek yerleşirler konağın sağlam kalan kısmına.
Paşa’nın eşi Elisabeth Tschumi (Afife Oktay Hanım), savaş bittikten sonra konağı otele çevirmeye niyetlenir. Proje Tevfik Paşa’nın cepheden dönen oğlu Ali Nuri Bey’e çizdirilir (1918). Aile, inşaatı kendi kesesinden yapar tamamlar.
Ve tesis 1930 yılında “Miramare” adıyla hizmete girer. Miramare, İtalyanca denize bakan göz demekmiş. Ben de bilmiyordum lügate baktım.
Birkaç farklı işletmeciye kiraya verilse de umduklarını bulamazlar. Gelgelelim “Tokatlı” zincirinin patronu lokantacı Aram Hıdır elinde para kazanırlar. Artık sosyetenin yeni adresi burasıdır, boğazına ve eğlenceye düşkün olanlar mekân tutar.
LİNGO LİNGO ŞİŞELER
Otel, pastanesi, gece kulübü ve barıyla tanınır, genelde Rum ve Ermeniler çalışır. Orkestrası vardır, canlı müzik yapılır. Müdavimleri arasında M. Kemal de vardır,
Önünde küçük bir çocuk parkı bulunur. Ahmet Tevfik Paşa, torunu Şefik Oktay’ı kıramaz, tesisin adını “Park Otel” koyar.
1934 yılında otele 40 oda eklerler, 1936’da bir kırk oda daha. Ne kolaymış ya.
Yahya Kemal 1942-58 arası son 16 yılını bu otelde geçirir.
Adnan Menderes, İstanbul’da giriştiği imar faaliyetleri ile ilgili temasları burada yürütür ve toplu yemekler de verir ara sıra.
İlavelerle biteviye büyüyen otelin oda sayısı 213’e çıkar (1950). Aram Hıdır’ın hissesi %60’a ulaşmıştır. Ancak ilerleyen günlerde daha konforlu ve daha hesaplı oteller açılır. O fiyata orada konaklamanın manası kalmaz. Aram Hıdır, oteli kapama kararı alır (1979), eşyaları bile satar.
Mezkûr bina TURAŞ uhdesine geçer, şimdi yeni bir çehre lazımdır ona.
MİLLETE MEVZU LAZIM
Anıtlar Yüksek Kuruluna göre artık korunması gerekli bir bina olmaktan çıkmıştır. Yıkılmasında mahzur bulunmaz!
Ancak yerine yapılacak bina mevzuu olur vatandaşa.
Derken “Mengerler” tarafından satın alınır, proje çalışmaları başlar.
Bu sefer otelin korunması ve restorasyonuna dair karar çıkar. Planlar projeler gelir gider, İmar Ofisleri, Belediye Meclisi, Anıtlar…
Temmuz 1984’de otelin bulunduğu parsel ‘turizm merkezi’ ilan edilir, sahibi de tarihî binayı yıkar yok eder (1986), ardından Bedrettin Dalan’ın imzaladığı bir kararla 33 katlı bir kule kazandırır (!) İstanbul’umuza (1988) Hatta Ağa Çırağı Sokağı’nı da satın alır, otelin içine katarlar.
Park gitmiş otopark gelmiştir, yerin yedi kat altı ayrılır vasıtalara.
Hadise semt sakinlerini kızdırır. Ayaklanır, hukuk savaşı başlatırlar.
BUDANACAK, BUDA!
İmza kampanyaları, mühürlemeler, yürütmeyi durdurma kararları, matbuatın yakın alakası, zabıtlar, evrak derken 1993’te “kentsel sit alanı” ilan edilir mıntıka.
Yeni karar bina yüksekliğinin Alman Konsolosluğunu geçmeyeceği şeklindedir. Fazlası yıkılacak, budanacaktır.
İskelet yıllarca öyle kalır, bir gudubetimiz daha olur Gümüşsuyu sırtlarında.
Bilahare metruk bina Boğaziçi Holding tarafından satın alınır (2005). Rezidans ve alışveriş merkezi yapma fikri kabul görmeyince o da CVK Group’a satar.
Neyse ki onlar süründürmez, tamamlar hizmete sunar.
Mezkûr firma Yahya Kemal adına bir kütüphane ve sergi alanı açar, hatırasını yaşatırla
.
Kutlanacak! Kutla!
30 Aralık 2023 06:40 | Güncelleme :30 Aralık 2023 06:44
1960’lı yıllar... Mektepliyiz daha. Anadolu’dan bile mahrum olan Ümraniye’de oturuyoruz o sıra.
Sınıf arkadaşlarımın neredeyse tamamının babası inşaat işçisi. Boş kaldıkça kendi evlerini yaparlar.
Bir kısmı Kum İskelesi’nde çalışır, Salacak’ta. O yıllarda kamyonlar ekseri Commer ya da Bedford’dur, damperleri yoktur. Balyozla saplamalara vurur yan kapakları açarlar. Kasada kumları sürüp indirsin diye iki kürekçi taşırlar.
Kışlar sert geçer, evlerde soba yanar. O da sadece bir odada. Gaz lambasına bile sokulursun, ışığı ısıtır güya.
Şebeke suyu yoktur, kuyudan çeker taşırsın eski yağ peynir tenekeleriyle galveniz kovalarla. Getirip dökersin toprak küpe ya da bakır kazana. Maşrapa ile alırsın damlası zayi edilmez asla.
Sadece Çamlıca suyu içilebilir, diğerleri acıdır, buruk bir tat bırakır ağızda. Kaynatınca kireç tutar, yüzünüz kabuklanır, kaşınır, yolarsın zırıl zırıl kanar. Dudaklar da öyle gerilir çatlar, biteviye kan sızar. Düşünün evlerde Pertev krem bile bulunmaz, yavrucaklar dertlerine yanar.
Banyo ancak haftadan haftaya, eğer termosifon yanarsa. Çocuk bitlenirse saçını kazırlar. Makineye vursalar tamam da babalar koyun kırpmaktan alışkındır, yol yol makas izi bırakırlar.
Tahtaya bakarken çapaklı gözlerini kısıp kırpıştıranlarla kimse ilgilenmez, al bi’ götür bakalım, belki gözlüğe ihtiyacı var.
Öne umumiyetle cici böcekler oturtulur, döküntüler sürülür arkaya. Zaten görmüyor, bir de duymasın, kalsın sınıfta.
Gurbetçiler memleketlerinden çuvalla lavaş getirir, hafifçe su serper yumuşatırlar. Civil (küflü peynir) sarar, iştahla yutarlar.
Temel gıda!
Birisi ölecek de helva yiyeceksin, hacılar dönecek de hurma…
BİR ÖRNEK GÜYA
Önlükler abi ve ablalardan kalmadır, yıkana yıkana solar, hatta kızarır bozarır, dirsekler incelir ipliği çıkar.
Çorap pahalı bir şey olmalı ki el işi dersinde yırtık kapama öğretilir sınıfa. Geri geri gelecek bir önceki dikişin altından geçireceksin zzzzz gibi zikzak olacak.
Sümerbank’ta bot potin raflar dolusu ama hani para? Bazıları kış günü yırtık lastikle gelir, ayaklar mosmor açıkta. Havalinin balçığı da sakız gibidir, çizmeyi bile söker alır ayağından.
Hiç unutmam dersimiz resim. “Yılbaşı çizin çocuklar.”
İşte kar çiziyorsun, kardan adam çiziyorsun, kibritçi kızdan okuduğun çam dalları, sofralar... Bazısı da tebrik kartlarında gördüğü bükük belli ihtiyarı çizer üstüne 1965 yazar, genç ve yakışıklı 66 hışımla gelir tekmeyi basar. Haydi öbürü uçurumdan aşşa.
O arada öğretmen tek tek soruyor “yılbaşını nasıl kutladınız çocuklar?” Kimsenin kutladığı filan yok da uyduruyorlar. Yok leblebi yedik, çekirdek çitledik. Mısır patlattık, radyo dinledik. Annem börek çörek yaptı; meyveli pasta, limonata, çikolata, kestane dizdik maşingaya.
Yaaa evet (!) diyeceksin, önce bir kundura alsınlar da sana.
İTİRAZ MI YOKSA?
Yanımda oturan arkadaşın babası da inşaatçı ama amele takımından değil yapsatçı. Durumları iyice, eşraftan. Ona döndü “Peki siz?”
Kararlı bir sesle cevapladı: “Biz kutlamıyoruz!”
Soğuk bir hava esti. Ne demek kutlamıyoruz? Sınıfın üstü başı düzgünlerinden biri, cildinde yara, pantolonunda yama yok, önlüğü yepisyeni, saçlarını berber kesmiş ayrıca.
Velede bak tavır gösteriyor, bacak kadar boyuyla.
Noel işi biraz karışık biliyor musunuz? Sanki fısk fücurdan öte itikada da tealluk eden bir yanı var. Aziz Nicolas’la ne işimiz olur, elin Avrupalısı kandil mi kutluyor orada? Bizim aile de külliyen karşı ama “bir ki üç tıp!” Ağzını açmayacaksın okulda. Tembihliyiz, babamızı hapse koyarlar sonra. Rejim baskıcı ve buyurgan, fişlerler anında.
İşte bak gördün, yılbaşı da kutlamıyor. Mürteci mi ne? İhbarı mücbir vaka.
Neyse öğretmen orada bıraktı da kurtulduk, kimseye sormadı başka.
TS (TV’DEN SONRA)
Deeerken efendim ekranla tanıştık. TV sadece kahvelerde olur, haylazlar ağaç üstlerinden, direk arkalarından seyrine bakar. Kovulunca ufak bir tur atar, sonra tekrar gelir soteye yatarlar.
Yılbaşlarında meşhur şarkıcılar çıkar. Saat 24.00’e doğru 9-8-7 diye geriye sayarlar. Hâlbuki orada gördüğünüz şöhretler Taksim’de Maksim’de sahne almıştır. Stüdyoda olmaları kabil değildir o saatte. Demek ki yalan, salla gitsin, vatandaş ‘nerdembilcek’ ya!
Bu arada alet tek tük evlere girer, meraklı çook, konu komşu cümbür cemaat onlarda.
Şimdi düşünün bir oda dolusu çocuk, hanımlar, beyler, genç kızlar… Televizyonda birden dümbelek sesi çınlar, çıplak bir oryantal çıkar, kıvırmaya başlar. O zamanlar kumanda da yok, hatlar karışır bir anda. Yaşlılar tövbe estağfirullah çeker, kızlar mahcup olur önlerine bakar, dikçe kopiller arsız arsız sırıtırlar. Anası gözünü belertir, evde gösterecektir ona!
Devlet alkol üretir mi? Ne demek, rakı bira TEKEL’den sorulur bizzat.
Kumar desen toto, piyango, ganyan.
Bir karı oynatmadığı kalmıştır, onu da yapar sonunda.
ÇAĞDAŞLAŞIN ULEN!
İlerleyen yıllarda kişi başına düşen gayrisafi millî hasıla artar, Avrupai aileler muasır medeniyetler seviyesine varmak için çaba harcar. Hindi fırınlayanlar, pasta yaptıranlar, gazinolarda yer ayırtanlar…
Ve şişe açtıranlar. “Canım bugün yılbaşı ya, o bakımdan. Yoksa bilirsin bizim sülale hacı hoca!”
Yılbaşında nedense ipler gevşer, gereksiz bir müsamaha. Ergenler geç vakitlere kadar dışarıda turlar, müskirat (alkollü içecekler) alır, ot sarar hatta.
Tıfıllara eğlensin diye fırıldak alırlar, bu alet köşelidir, illa bir yana yatar. Üstte kalan dilimi okursun; “iki bas”, “üç bas”, “hepsini al!”
Tombala da bir iki el öölesine oynanır, iş paraya tahvil edilir sonra.
Kazanma hırsı gerginliği artırır, ütülen üzülür, üten kah kah kahkaha. Sinir! Masa devrilecek küsülecektir onunla.
Gün gelecek ebeveyni yakınacaktır: “Bilmem ki bu çocuk nerden alıştı kumara?”
OLMADI BİR DAHA
Piyango bileti alanlar çekilişi bekler merakla. Üstünde numara yazılı toplar şeffaf kürede dönerken parlak istikbalinin hayalini kurar. Bi’ çıksa var ya, yetimlere bot kaput alacak, erzak dağıtacaktır dullara.
Hıı, sen onu benim külahıma! Paraları barda pavyonda yiyecek, zerre miskal koklatmayacaktır etrafına…
Piyango ile düze çıkanı duymadım. Haramın hayrı m’olur? Bir kere “ah”lı para.
Hatırlar mısınız büyük ikramiye kazananların sefil hayatları bu ilavede yayınlamıştı. Çoğu aşını, işini, eşini kaybetmiş, evsiz barksız sürüklenmişti girdaba.
Sonra efendim ekran da kesmez olur, gençler âleme akmaya başlar. Artık neyin kafasıysa, sağa sola sarkar, nara atarlar.
Malum Avustralya’da gün bizden 8 saat önce batar, saat 16 civarında Sidney üzerinde patlayan fişeklerin resmi düşer ajansa. Tam da sayfalar bağlanmaktadır, gel de kullanma. İstanbul’dan gece yarısı resim çekeceksin de makara getireceksin de yıkatacaksın da… Gazete basıldı gitti bile, nası yetiştireceksin dağıtıma?
Ama Üsküdar’a muhabir gönderilir bak, yılın ilk bebeğinin haberi yaptırılır mutlaka. Kız olursa adını Zeynep, erkek olursa Kâmil koyarlar, başhekim bir altın iliştirir zıbınına.
Şimdi her taraf hastane, hangi birine yetişeceksin orada burada.
.
.
.
|
Bugün 279 ziyaretçi (394 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|