 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Efendimizin nurlu kızı ZEYNEB
6 Ocak 2008 01:00
Diyelim Medine'desiniz. Cennet-ül Baki'de... Bu mis kokulu kabristanda pek az mezar bellidir, başlarında isimsiz, tarihsiz, şekilsiz taşlar... Hacılar adım hesabı ölçer, asırlık temel izlerini okumaya çalışırlar. "Burada ezvacı tahirat yatıyor olmalı" diye mırıldanır, "şurada Hazret-i Fatıma" diye fısıldarlar. Kabir başlarında dikilen din polislerine (ki mutavva derler onlara) soracak olursunuz: "Men haza?" Memurlar müstehzi müstehzi sırıtır, "Allahualem" (Allah bilir) deyip başlarından savarlar. Soruyu tekrarlarsanız, kaşları çatılır, elinin tersiyle uzaklaş işareti yaparlar. Sizi şirkle küfürle itham eder, hırıltılı bir sesle "harrik harrik maşi" (yürü) buyururlar. Baki Kabristanı'nda 30 binden ziyade sahabenin yattığı bilinir, ki bu gün izleri bile bulunmaz. Ancak ziyaretçiler birbirlerine Hazret-i Osman'ın, Hazret-i Hasan'ın, Fatıma bint-i Esed'in, İmam-ı Malik'in, Uhud Şehidlerinin kabirlerini gösterir, kulaktan dolma bilgiler ve acemice yapılmış krokilerle yön bulmaya çalışırlar. Döner dolaşır içinde üç küçük kayacıktan başka hiçbir işaret olmayan bir çukur önünde durursunuz ki elinizdeki kağıtta "benat-ı nebi" yazar. Hayret edersiniz, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve selem) kızları tam önünüzde, hemen şuracıkta yatmaktadırlar. Bunlardan ikisi Rukayye ve Ümmü Gülsümdür. Hatırlarsanız onlar, Hazret-i Osman gibi asil, abid, arif, nazik ve cömert bir sahabeye hanım olurlar. Üçüncüsü ise Zeyneb Radıyallahü anha... Anadolu'da en az Ayşe, Fatıma, Emine kadar kullanılan güzel ismin sahibi kimdir acaba? Evin gülü Mâlum Fahr-i âlemin, Hatice Validemiz ile kurdukları huzurlu yuva zaman zaman bebek sesleri ile şenlenirse de oğulları Kasım ve İbrahim yaşamaz. Efendimiz 30 yaşlarında iken Zeyneb doğar. Henüz İslamiyet neşrolmamıştır, kız çocukları diri diri çukurlara atılmakta, toprakla örtülüp susturulmaktadırlar. Kureyş kadınları Hazret-i Hatice'ye acıyarak bakar, dizlerini dövüp vah vahlanırlar. Acaba kara haberi (!) babasına nasıl duyursalar? Gelin görün ki Efendimiz kızının doğuşundan fevkalade mesrur olur, nurlu bebeği sevinçle kucağını alır ve ona "mücevher" manasına gelen Zeyneb adını koyar. Bilirsiniz Hatem-ül Enbiya kız babası olmakla daima iftihar eder ve kız babalarına müjdeler aktarırlar. Zeynep on yaşlarında iken ilk vahiy gelir, o da annesi Hatice gibi tereddütsüz inanır ve "ilklerden" olurlar. Ebü'l Âs Yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Server'in, biricik kerimesi hem çok sevimli, hem pek beceriklidir. Evin bütün işini çekip çevirir, kız kardeşlerine adeta analık yapar. Sofra kurar, ocak yakar, çamaşır yıkar, tatlı dillidir de, evin içine neşe saçar. İnsanlara yardımdan büyük haz alır, aç doyurmaktan, misafir ağırlamaktan keyif duyar. Eh böylesi güzel, asil, hanım hanımcık bir kızın talibi çok olur. Ancak Hazret-i Hatice onun yabancılara gitmesine kıyamaz. Kız Kardeşi Hale'nin oğlu Ebü'l Âs ile evlenmesini arzular. Ebü'l Âs dahi Zeyneb'e hayrandır ve meylini saklayamaz. Genç adam Zeyneb ile yaşıttır. Kibardır, dürüsttür, olgundur, yalandan, dolandan hoşlanmaz. Kervanla döndüğü her seferin ardından teyzesinin kapısını çalar, önlerine görülmedik hediyeler koyar. Değişik yemişler, meyveler, kıymetli kumaşlar... Ebül- As bir gün gözünü karartır, gider teyzesine içini açar. Hazreti Hatice yeğeninin izdivaç talebini Efendimize arz eder. Allah'ın Resulü Hatice validemiz aracılığı ile kızının fikrini sorar. Zeyneb gibi edepli bir kızın "evlenmek istiyorum" demesi mümkün müdür? Sadece susar. Zeyneb'in olurunu alınca düğün hazırlıklarına başlarlar. Dostlar çağrılır, velimeler sunulur, nikah kıyılır ve gençleri evlerine uğurlarlar. Ebü'l-Âs Zeyneb'i çok sever, hiç kırmaz, gel gelelim "Müslüman ol" teklifine müspet bir cevap çıkmaz. Aleyhisselatü vesselam Efendimizin nasıl doğru sözlü olduğunu herkesten iyi bilirse de ilk anda halkaya katılmaz. Belki de Kureyşlilerin "karısının sözüne uydu" diye alay etmelerinden korkar. Lâkin hakkını vermek gerek, hanımının inancını saygıyla karşılar. Zeyneb (Radıyallahu anhâ) dahi kocasının imana gelmesi için sürekli duâ eder, sevgi ve sadakatle hizmetine koşar. Gel zaman git zaman saflar netleşir, köprüler atılır. Müşriklerin eziyetleri tahammül sınırlarını aşmaya başlar. İşaret verilince müminler Münevver Beldeye hicret eder, yeni bir hayat kurarlar. Nitekim Server-i Kainat dahi Medine'yi şereflendirir, muhacir ve ensarla kucaklaşırlar. Hazret-i Zeyneb Mekke'de yapayalnız kalmıştır, hicreti çok arzularsa da kocası "olmaz" deyince susar, bu mevzuyu bir daha hiiiç açmaz. Bu arada Kureyş'in ileri gelenleri Ebü'l Âs'a "Muhammed'in kızını boşa ve kov" diye baskı yaparlar, "biz sana Mekke'nin en güzel kızlarını veririz, mal istiyorsan mal, para istiyorsan para!" Ebü'l Âs hanımına âşıktır, bu tekliflere güler geçer, Hazret-i Zeyneb'in kalbini asla kırmaz. Müslümanların neredeyse tamamı Medine'de, Efendimizin kızı müşrikleri arasında bir başına... Sabır sabır sabır, insan taş olsa çatlar. Zor imtihan... O gerdanlık Hicretin ardından henüz bir yıl geçmiştir ki Mekkeli müşrikler atlanır pusatlanır, Medine'yi basmaya kalkarlar. 313 Mümin onları Bedir'de karşılar ve sayı ve techizatça çok daha güçlü olan orduyu dağıtırlar. Ebü'l-Âs dahi bu ordu içinde bulunmaktadır, zira Kureyş liderlerine itiraz eden Mekke'de barınamaz. İster istemez kılıç kuşanır, ancak elini kabzaya atmaz, kenarda durur, kavgaya karışmaz. Müslümanlar onu yakalar, huzura çıkarırlar. Şimdi bu tutsakları ne yapmalıdırlar? Efendimiz eshabı ile istişare eder, esirleri fidye karşılığında serbest bırakırlar. Ebü'l-As, Zeyneb'e haber gönderir, o da bir miktar para ile anneciğinin düğünde taktığı gerdanlığı yollar. Resul-i Ekrem Hazret-i Hatice'nin hatırasını görünce mahzun olur. Sahabeler hadiseyi farkeder, gerdanlığı Ebü'l Âs'a geri verirler. "Git bunu Zeyneb kardeşimize tak" der, haklarından feragatta bulunurlar. Resul-i Ekrem Ebü'l Âs'tan, kızı Zeyneb'i Medine'ye yollama sözü alır. Zira yeni gelen bir emr ile "Müslüman bir hanım, müşrik erkeğe haram kılınmıştır". Ebü'l Âs sözünde durur. Mekke'ye varır varmaz, Hazret-i Zeyneb'e "Medine'ye gidiyorsun" der, "haydi hazırlan!" Zeyneb Radıyallahü anhâ babasını çok özlemiştir, derhal eşyalarını toplar. Kızı Ümame ve oğlu Ali ile birlikte anneciğinin kabrini ziyaret eder, yola çıkar. O günlerde hamiledir, Ebü'l Âs onu uğurlarken bir hoş olur, hıçkırıklarını zor saklar. Zeynebsiz bir hayat çekilesi değildir ama söz bu, ağızdan bir kere çıkar. Onun için hanımı hâlâ çok değerlidir, şehrin çıkışına kadar uğurlar, bizzat kardeşi Kinane'yi muhafız olarak yanına katar. Vicdansızlar Müşrikler haberi duyunca ayaklanır, soluk soluğa bir takip başlatırlar. Nitekim Zîtuva mevkiinde onları yakalar ve saldırırlar. Hazret-i Zeyneb'in bindiği deveyi mızrakla dürte dürte ürkütür, hevdecin (bir nevi tahtırevan) urganlarını keser, hamile kadıncağızı yerlerde yuvarlarlar. Karnındaki bebecik düşer, nasıl acı, nasıl ıstırap... Ortalık kan revan.... Kızı Ümame ve oğlu Ali şaşkındır, yavrucaklar annelerine sarılıp ağlaşırlar. Usta bir atıcı olan Kinane yayını gerince müşrikler panikler, "seninle meselemiz yok" diye kıvırırlar. İşte o esnada Ebu Süfyan yetişir ve işi oluruna bağlar. Kinane'yi kenara çekip "böyle güpegündüz yola çıkarsanız Mekkeliler hazmedemez, size saldırırlar" der, "ve buna ben dahi mani olamam. Şimdi geri dönün, üç beş gün Mekke'de oyalanın, bir gece sessizce çıkın yola." Teklif mâkuldür, nitekim denileni yaparlar. Atike Halanın müşfik bakımıyla kendini toparlayan Zeyneb iki gece sonra gizlice Mekke'den çıkar. Kendilerini bekleyen Zeyd ve arkadaşlarının (Radıyallahü anhüm) muhafazasında yola koyulurlar. Hazret-i Zeyneb yolda hep beyini düşünür, dualar eder yalvara yakara. Dile kolay, Ebü'l Âs ile 16 yıl aynı yastığa baş koymuşlardır ve efendisi bir kere bile kaba davranmamıştır ona. Minik kafile yıpratıcı bir yolculuktan sonra Medine'ye vasıl olur, Serveri kainat ile kucaklaşıp hasret gideren Zeyneb ağrılarını sızılarını unutur. Emanı emanımdır Ebü'l Âs ise çok mahzun olur, biricik hanımını unutabilmek için kervancılığa vurur, dağ tepe dolanır, şehir şehir gezip avunmaya bakar. Ancak Hicretin 6. yılında Şam'dan dönerken kervanı Müslüman seriyyelerin eline geçer. Müminler teslim olanların canını yakmaz, esirleri itmez, kakmaz, bağlamaz ama gözden de ırak tutmazlar. Ebü'l Âs bir yolunu bulup ortadan kaybolur ve hazret-i Zeyneb'in kapısını çalar. Bir seher vaktidir, kocasını eşikte gören Zeyneb radıyallahu anhâ hemen mescide koşar ve Ebü'l Âs'a eman verdiğini açıklar. Sevgili Peygamberimiz de: "Zeyneb'in eman verdiğine biz de veririz"buyururlar. İyi de bundan sonra ne yapmalıdır? Gider babasına sorar. Fahr-i Kâinat "Kızım, ona ikramda bulun. Fakat uzak dur. Çünkü birbirinize helâl değilsiniz"buyururlar. Ebü'l Âs kapının önünde durmaktadır hâlâ. Onu oğlu ve kızıyla içeri aldırır, sofralar yollar. Efendimiz Ebü'l Âs'ın içindeki kıpırtıların farkındadır. Damadının kalbini İslam'a ısındırabilmeyi çok arzular. Nitekim ashabıyla yaptığı istişarenin ardından kervanı geri verir, adamlarını da salar. Ebü'l Âs derhal Mekke'ye koşar. Mal sahiplerine tek tek emanetleri teslim eder ve ortaya çıkıp sorar. "Bende alacağı olan kaldı mı?" - Yok hayır! - Peki beni nasıl bilirsiniz? - Dürüstlük dendi mi adın geliyor aklımıza! - Size hiç yalan söyledim mi? - Asla! - Öyleyse beni iyi dinleyin. Vallahi ben Medine'de Müslüman olmaya karar verdim, sırf "mallarımızın üzerine konmak için din değiştirdi" demeyesiniz diye imanımı sakladım. Şimdi emanetleri teslim ettiğime göre mani kalmadı. Eşhedü en la ilahe illallah... Güpegündüz döner geri, Medine istikametine doğru sahrayı adımlamaya başlar. Hani meydan okurcasına... Mutlu son Hazret-i Zeyneb, iman eden, ya da imanını ilan eden beyini kapıda görünce nasıl sevinir anlatılamaz. Ebü'l Âs'ın yüzü aydınlanmıştır ayan beyan. Çok şükreder, mutluluktan ağlamaya başlar. Ancak... Ancak deve üzerinden düşürüldüğünde aldığı yaralar onu bitirmiştir. Efendisi ile tekrar bir araya geldikten kısa bir süre sonra kavuşur rahmet-i rahmana... Bu narin hanımın nurlu naaşını muhterem annelerimizden Hazret-i Sevde ve Ümmü Seleme yıkar. Hanım sahabîlerden Ümmü Eymen ile Ümmü Atıyye (radıyallahü anhüma) yardımcı olurlar. Efendimiz biricik kızını kendi gömleklerine sardırır, cenaze namazını bizzat kıldırır ve elceğizi ile toprağa bırakırlar. Kabre hüzünle bakar ve duada bulunurlar. Çıktıklarında sevinç içerisindedirler! "Zeyneb'in zayıflığını düşündüm. Allahü Teâlâ'dan onun kabrini genişletip sıkıntısını gidermesini diledim. Cenab-ı Hakk duamı kabul etti" buyururlar. Peki Ebü'l Âs? Hanımının hemen ardından (bir kaç gün sonra) o da gözlerini yumar. Ayrılığın olmadığı âlemde buluşurlar. Ne aşk ama... En sevdiğime Fahr-i Kâinat Hazret-i Zeyneb'in yavrularını büyük bir şefkatle bağrına basar. Düşünün Ümâme namaz kılan dedesinin omuzlarına çıkar. Yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı Server her Rûkû'ya eğilişinde torununu itina ile yere koyar. Secdeden kalkarken tekrar omuzlarına alırlar. Eve hediye olarak bir gerdanlık getirildiğinde "Bunu en sevdiğime vereceğim" buyurur, yetim kızcağızın boynuna takarlar. Ki o Ümame Hazret-i Fatıma'nın ardından Hazret-i Ali'ye hanım olur, yıllar sonra... Yine İslam ordusu Mekke'ye girerken Efendimiz (Sallalahü aleyhi ve sellem) Zeyneb'in oğlu Ali'yi devesine alırlar. İhtimal torunlarının o kutlu ana şahit olmasını arzularlar. Gelelim günümüze... Ne yazık ki sabır, sebat, muhabbet, sadakat denilince adı hatırlanan kutlu Zeyneb'in (Radıyallahü anha) nurlu kabri başında şefkatten hoşgörüden bi haber bedeviler nöbet tutuyor. Dünyanın dört bir yanından Cennetül Baki'ye koşan gözü yaşlı ehli beyt aşıklarını iteliyor, kakalıyor, azarlıyorlar. Hadi gel de şimdi Suudilerin İslam alemine nasıl ihanet ettiğini, İngiliz oyunlarını, Britanyalı ajanları, Vahhabi militanları ve kurulan sömürü çarkını anlatma. Bir başka haftaya.
.
Aleksandr Dubçek
13 Ocak 2008 01:00
Çekoslovakya'da iktidara gelen Komünistler tasfiyeye başlar, zamanında Almanlara yakın duranları izler, dipler, intikamlarını komaz alırlar... Bin dokuz yüz küsurlu yıllar, Avrupa henüz karışmamış daha... Slovakya'nın batısında, kendi halinde bir köydeyiz... Uhroveç diyorlar ona... Uhroveçli Stefan hareketli bir tiptir, öyle ataları gibi marangozluk yapmaya yanaşmaz. Açıkgözlerin Amerika'ya göçtükleri yıllarda, karartır gözünü katılır kervana. Gelgelelim fırsatlar ülkesinde de dikiş tutturamaz. Kapitali bulamayınca kapitalizmden soğur, sermaye sahiplerine sövmeye başlar. Yurduna dönmek için elinde kalan son sentleri de gemicilere tokalar... O günden sonra Marksist takılmaya başlar, zenginlerin yaka paça halk mahkemelerine çıkarılacağı bir sistemin hayalini kurar. Kırgızlar arasında 1917 devrimi başarıya ulaşınca yerinde duramaz, pılısını pırtısını toplar, SSCB'ye doğru yola çıkar. Şu düzene bakın hele, herkes birlikte çalışacak, paylaşım eşit olacak... Bolşevikler onun iltica talebini kabul eder, tutar taaa Çin sınırında bir devlet çiftliğine yollarlar. Yörede mukim olan Kırgızların fakiri de zengini de çadırda yaşar, kaşıklarını benzer aşlara daldırırlar. Farklı sınıflar yoktur ki, sınıf mücadelesi olsa... Hem Türkler maddeyi kovalamaz, materyalizmi anlamaya çalışmazlar... Hasılı Devrim hayatlarını değiştirmemiş, hiçbir şey katmamıştır onlara... Kaybettikleri mallar, getirilen angaryalar caba... Stefan, Kırgızlar gibi keçe çadırlarda yaşar, ot yolar, at sağar, haşlak suya mantı salar. Bozkır, alışık olmayanı fena hırpalar, bir kaç sene dayansa da buraya ait olmadığını anlar. Kaldı ki kolhozlar onun sandığı gibi omuz omuza çalışılan yerler değildir, herkes eşittir ama birileri daha eşittir icabında... Partililer ter dökmeden malı götürürler, gemisini yürüten kaptan... Genç devrimci Oğlu Aleksandr okul çağlarındadır, çocuk Marksist tedrisatın tesirinde kalır. Gün boyu karıklaşan sesiyle "Üretelim, üretelim, daha fazla üretelim" tarzında marşlar okur, 'yoldaş Vladimir İlyiç Ulyanov (Lenin) uğruna şiirler yazar. O günlerde "Annem babam halk düşmanı, evde buğday saklıyorlar" ihbarında bulunan kopillerin heykelleri dikilmekte, göğüslerine madalyalar takılmaktadır. Orak çekiçli bir madalya... Bu o kadar baş döndürücü bir taltiftir ki, çocuk ebeveyninin kurşuna dizilmesine bile aldırmaz. Aleksandr da onlardan biridir ve rejime olan sadakati babasının önünü açar. Bay Stefan'ı kervan geçmez sahralardan alır, Gorki'de oto imal eden bir fabrikaya oturturlar. Veledin kuşları uçar, öyle ya belki de Moskova'da komünist önderlerle tanışma fırsatı yakalar. Babası onun kadar mutlu değildir, memleketi burnunda tüter ve bir an önce tüymenin hesaplarını yapar. Rusya'ya girmek neyse de çıkmak hiç kolay olmaz. Stefan "Koyverin bizi gidelim, ülkemizdeki devrimcilere omuz verelim" gibi bir bahaneyle sıyrılmaya bakar. Partililer onu ciddiye almaz ama genç Aleksandr'dan ümitvardırlar. Uzatmayalım, Dubçekler memleketlerine döner ve Partizan saflarına katılırlar. Örgütte sayısız militan vardır, ancak Aleksandr gibi Moskova görmüş, Manifesto'yu Rusça'sından okumuş bir gencin yeri başkadır. Parti (Koministicka Strana Slovenska) gücünü kullanır, onu Skoda fabrikalarına sokar. Sözde kapı kilit ustasıdır ama daha ziyade sendikacılık yapar. Kurtlar sofrası Osmanlı çekildiğinden beri Orta Avrupa devletçikleri huzursuzdur. Zira yanıbaşlarında yayılmacı güçler vardır. Sırp'a, Alman'a ve Avusturyalı'ya güven olmaz. İngiltere, Fransa ve Rusya her işlerine karışır, onları onlara bırakmazlar. 1. Cihan harbi sona erince Çek ve Slovaklar, Avusturya prangasından kurtulur, el ele verip bir devlet kurarlar. Prag Milli Komitesi'nin ilan ettiği Cumhuriyet (1918) bir çok ülke tarafından tanınır. Üç aşağı beş yukarı Fransa'nın devlet nizamını (Üçüncü Cumhuriyet) taklit eder, nispeten demokratik bir anayasa hazırlarlar. Gün gelir iktidar mücadelesi başlar. Bir yanda Almanlara yakın duran Hıristiyan Demokratlar ve Ziraat Partisi, öbür yanda Slav damarı güçlü Sosyal Demokratlar... İlk yıllar koalisyon hükümetlerinin yönetiminde geçer ve genç Cumhuriyet iktisadi krizlerle bocalar. Alman asıllıların kesif olduğu sanayileşmiş bölgelerde ırkçı militanlar türemeye başlar. Ziraat Partisi'nden sonra ikinci büyük güce ulaşan Berlin Muhipleri, Hitler'le yatar, Hitler'le kalkar. Çekoslovakya'nın Almanya sınırları dahilinde olması gerektiğine inanan Naziler, kaleyi içeriden fetheder, işgali zorlanmadan tamamlarlar. Genel vali olarak atanan Reinhard Heydrich ülkeyi dikta ile elde tutar (1938). Sovyetler ise yeraltı mücadelesi başlatan Beneş hükümetine omuz çıkar. ABD ile İngiltere "bekle gör politikası" güder, yanlış ata oynamaktan kaçınırlar. Bir bakıma Beneş'i Stalin'in kucağına atarlar. Rus destekli militanlar eylemlerini artırır, Gestapolara zor anlar yaşatırlar. İlk vuran kazanır İşte Aleksandr Dubçek bu direnişin her basamağında yer alır. Kardeşiyle birlikte Jan Ziska Tugayı'na katılır. Almanlara karşı giriştikleri bir çarpışmada kardeşi Julius ölür, kendisi yaralanır. Malum Baba Dubçek mimli bir kızıldır, Almanlar onu gözden kaçırmaz, tutuklayıp Bratislava Hapishanesi'ne kapatırlar. Eğer General Patton Çekoslovakya'ya yönelse çok şey değişebilir ama Başkan Eisenhower ne kokar, ne bulaşır, anlaşılmaz işler yapar. Halbuki Rus Generali İvan Konev elini kolunu sallayarak Prag'a girer ve sudan ucuz bir zafere imza atar. Partizanlar yönetimi ele geçirince halkı propaganda bombardımanına tutarlar. Çek Komünistleri yüzde 38 oy alarak iktidara gelir, yıllardır Moskava'da yaşayan Gottwald'ı başvekil yaparlar. Ruslar onun yanına SSCB Komünist Partisi yöneticilerinden Valerian Zorin'i koyar, perde arkasında ipleri ele alırlar. Amerika bakar Çekoslovakya elden gidiyor, Marshall planını tatbike kalkar. Kalkar ama meğer ki geçmiş ola... Kara günler Komünist iktidarla birlikte müthiş bir tasfiye başlar, zamanında Almanlara yakın duranları izler dipler ve intikamlarını komaz alırlar. Kiliseyi tarumar eder, papazları "sosyalizme sadakat" yeminine zorlarlar. Aykırı ses çıkaranları "Troçkist, Titocu" diye yaftalar, defterlerini dürüp hesaplarını kapatırlar. Hava dumanlıdır, yükselmek isteyen bu fırsatı kaçırmaz. Aleksandr Dubçek dahi parti kademelerinde ilerlemeye çabalar. İşçiliği bırakıp memurluğa geçer ve Komensky Üniversitesi'nde hukuk tahsili yapar. Bölge sorumlusu, komite sekreterliği derken, Rusya'dan diplomalı olmanın avantajlarını kullanıp zirveye oynar. Stalin'in ölümü ile iç mücadele sertleşir, Gottwald ardından koltuğa oturan Zapotocky, Kruşçev'in emrinden çıkmaz. Rakibi Husak'ı ömür boyu hapseder, Slansky ve Clementis gibi 10 üst düzey parti yöneticisini sallandırmaktan kaçınmaz. Onu deviren Novotny ise süzme bir Marksist'tir, Komünizme din gibi inanır, esnemez, oynamaz, geri adım atmaz. Bu ilkel doktrinin tartışılmasına dayanamaz, teklifini bile suç sayar. Gelgelim teorideki tumturaklı cümleler, pratiğe oturmaz. Parti her işe burnunu sokar, baskılar artar. Bir şüpheli avıdır gider, ajanlar gece gündüz karşı devrimci kovalar. İhbarcılar üç vardiya mesai yapar, kardeş kardeşi gammazlar. Aydınlar adım adım izlenir, gazeteciler sadece buyurulanı yazarlar. Çivisi çıkınca... Mekteplerde Marksist eğitim verilir, ufacık çocukların beyinlerine parti programı tıkarlar. Soru sormak yasaktır, sistem eleştirilmez, gençler kalıplar içinde kalmak ve yaşlıları alkışlamak zorundadırlar. Sanayi tesislerini işi bilenler değil, rejime bağlılar yönetir. Mühendisler başlarını sallar, maaşlarını alırlar. Kârlılık, rekabet kimsenin umurunda değildir, teknolojide bir arpa boyu yol alınmaz. Tatra, Skoda gibi markalar itibar kaybeder, bir zamanlar albenili otomobilleri ile tanınan firmalar uyduruk kaydırık serilerle oyalanırlar. Enflasyon emekçinin belini büker, rüşvetçiler, tefeciler deli para kazanırlar. Fuhuş yaygınlaşır, gencecik kızlar zamparalara meze olurlar. Topraklarını kaybeden çiftçiler perişandır, devlet ırgatına para veriyor (muş) gibi yapar, onlar da çalışıyor(muş) gibi davranırlar. Ürün anında buharlaşır, ambarlarda fareler cirit atar. "Bu böyle mi olmalıydı" diyenler döneklikle itham edilir, adı haine çıkar. Lugattaki kelimelerin neredeyse yarısı gazetecilere yasaktır, ÇKP heceleri didikler, mana içinde mana arar... Prag baharı Aleksandr Dubçek umduğundan da hızlı yükselir, Kominist Parti (KP) içinde söz sahibi olmaya başlar. Kökten kızıl olduğu için rahattır, kendisini karşı devrimcilikle suçlayacak adamın alnını karışlar. İnandığı gibi konuşur "serbestlikten, esneklikten, liberal reformlardan" söz açar... Ne olur yani pastacılıkla tanınan bir aile eski dükkanı açsa, o nefis kurabiyelerinden yine yapsa ... Usta bir terzi marifetlerini sergileme fırsatı bulsa... Şu kararan şehre bir renk, ışık, koku sunulsa... Ki eski tüfekler "Güleryüzlü sosyalizm" derler ona... Uzatmayalım köprüler atılır. Pembe solaklar Dubçek etrafında birikirken, koyu kırmızılar Novotny'nin ardında toplanırlar. İlerleyen günlerde proleterler "kendi iktidarlarına" diklenir, genel grev tehdidinde bulunurlar. ÇKD, Tatra gibi güçlü fabrikaların çalışanları Komünist Parti üyelerine deklarasyon yollar. Gazeteciler, öğrenciler derken, direniş demiryolculara sıçrar. Düşünün 900 bin üyeli metal sendikası şalter indirmeye kalkar. Donkişotluk neyine Dubçek, 1968 Merkez Komitesinde Novotny gibi bir Stalinciyi alaşağı eder, KP Genel Sekreterliğine el koyar. Ona göre buyurucu, tepeden inmeci, halkı yok sayan bir parti hiç bir probleme çözüm bulamaz. Evet, güçlüdür ama Donkişotluk yapmaz, hatta ilk ziyaretini Moskova'ya düzenler Leonid Brejnev'e bağlılıklarını sunar. Konuşmalarına KP'yi överek başlar, ekonomik reformları satır aralarına saklar. Eski Tüfekler buna bile tahammül edemez, Sosyalist kazanımların heder edildiğinden dem vurur "Gericilere fırsat vermeyeceğiz" diye yırtınırlar. Uzatmayalım, Dubçek hem yeni düzenlemeler planlar, hem de derin güçlere "Meşalemiz Lenin, sosyalizm yolundan dönmeyeceğiz" şeklinde mesajlar yollar. Kremlin kışı Gelişmelerden sadece Moskova değil, Doğu Berlin, Varşova, Budapeşte ve Sofya da rahatsızdır. Demirperde liderleri bahsi geçen serbestliğin ülkelerine sıçramasından korkarlar. (Tito ve Çavuşesku bunda kuruntu yapacak bir şey bulamaz) Dubçek'in reform hayalleri ne yazık ki ölü doğar, zira parlamantoda üçte iki çoğunluğu asla bulamaz. Elle tutulur gözle görülür bir değişiklik yapamasa da lafı bile can sıkar. Nitekim 600 bin Rus, Leh, Doğu Alman, Bulgar ve Macar askeri ülkeye doluşur, işbirlikçiler Prag Radyosunu ele geçirir, veryansına başlar. Dubçek yanlıları korsan radyolarla "yıkılmadık ayaktayız" diye çığırsalar da caddelerde kızıl ordu tankları turlar. Ruslar zevk için tramvay devirir, otomobil ezer, bina tutuştururlar. Tecrübeyle sabittir ki Moskof'a direnilmez, aksi takdir Macaristan'a dönerler, kan oluk olup akar. Beyni Marksist ideoloji ile yıkanan militanlar işgalcilerden daha saldırgandır. Muhalifleri tek tek evlerinden toplar, zindanlara doldururlar. Geriye dön, marş! Dubçek sanki uyurgezer gibidir, tükürdüklerini yalar, öyle ki Ruslarla birlikte reformcu avına çıkacak kadar. Kriegel ve Smrkovsky gibi yenilik yanlılarına (ki üç gün evvel birliktedirler daha) hiiiç acımaz. Vatansever gençlerin düzenlediği Anti Sovyet gösterilerine karşı sert tedbirler alır ve tavizsiz uygular. Yetmez SSCB güçlerinin artırılmasını onaylar. Dünün karizmatik lideri karaktersizliğin kitabını yazar. Eh vatandaşlar da Dubçek'in adını anmaz, işgali tel'in için kendini yakan Jan Palach'ı destanlaştırırlar. Bir insan bu kadar dönek bu kadar yalaka olabilir mi? İğrenmekte haklıdırlar. Dubçek Nisan 1969'da (öyle istendiği için) istifasını sunar. Büyükelçi olarak Türkiye'ye yollanır, sanırım onu bir süre gözden ırak tutarlar. Sonra geri çağırır ve partiden kovarlar. O saatten sonra etliye sütlüye karışmaz ve daima korku içinde yaşar. Bilimseli böyleymiş! Çekoslovakya işgali Türkiye'deki sosyalistleri de ikiye böler. TİP (Türkiye İşçi Partisi) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Sovyet işgaline karşı çıkar. Sadun Aren ile Behice Boran ise Rus müdahalesinden yanadırlar. Bu ikili Moskova'yı aklamaya çalışır, Aybar'ı bilimsel sosyalizmden sapmakla suçlarlar. Böyle bir komediyi kim ciddiye alır demeyin muhalif kampanya taban bulur ve Aybar'ı istifa ettirmeyi başarırlar.
.
HADİCE VALİDEMİZİN BECERİKLİ KÖLESİ MEYSERE
20 Ocak 2008 01:00
İlk mola yerinde Fahr-i Kâinata değerli elbiseler uzatır ve "hanımefendinin emri" der, "bunları giymenizi arzuluyorlar..." Hüveylid kızı Hadice (radıyallahü anhâ) Mekke'nin en asil ailelerinden birine mensuptur ki nesebi, Kusay'da Aleyhisselatü vesselam Efendimiz ile birleşir. Daha önce iki defa evlenir Atîk bin Azîz'den bir kızı, Ebû Hâle Hind b. Zürâre et-Temîmî'den de bir oğlu dünyaya gelir. Güçlüdür, zengindir, sahibi olduğu kervanlar ülkeler ötesine gider gelir. Köleleri kâhyaları mümtaz insanlardır, hepsi de işlerini iyi yaparlar. Onlara müşfik davranır, fikirlerini sorar. Bu yüzden olacak hanımlarına ölümüne sadıktırlar. Hazret-i Hadice'nin servetine servet, gücüne güç katarlar. Kureyşliler bu merhametli kadını "temiz" manasına gelen "Tahire" büyük manasına gelen "Kübra" adıyla anarlar. Eh böylesi güzel, asil, zengin, cömert biri ile yuva kurmak isteyen çok olur, ancak kapısını çalanların hiç biri yüz bulamaz. O devirde Mekke'de bir kadının, hele hele dul bir kadının bir başına yaşaması anlaşılamaz. Mutlaka evlenmeli, bir erkeğin gölgesine sığınmalıdırlar. İyi ama 'desinler ya da sussunlar' diye de evlenilmez ki? Hem evlenmeli midir acaba? Rüya İşte o günlerde bir rüya görür... Ay gökyüzünden inmiş göğsüne girmiştir. Nuru kollarından çıkmakta ortalığı ışıl ışıl aydınlatmakta. Yeryüzünü yuyup yuyup yıkamakta. Rüyanın verdiği hazla uyanır ve o anı uzun süre unutamaz. Unutulacak şey de değildir aslında. Gider amcasının oğlu Varaka bin Nevfel'e sorar. Varaka çok okumaktan gözlerini kaybetmiş bir alimdir. İbranice'yi iyi bilir, tahrif edilmiş de olsa Tevrat ve İncil'e hakimdir. Putlardan ve putperestlerden hoşlanmaz, bunu saklama gereği de duymaz. Varaka, rüyayı "Anlaşılan o ki ahir zaman Peygamberi dünyaya geldi" diye tabir eder, "Ya Hadice; sen onunla evlenecek ve iman edeceksin. Bu din cihana yayılacak, nuru âlemi dolduracak!" Müjdenin güzelliğine bak. Böylesi bir tacı kimin başına korlar? Hazret-i Hadice sırrını bin düğüm vurup saklar, kimseciklere açmaz. O günden sonra daha fazla okur, Hatem-ül Enbiya'ya dair bilgiler toplar. Yapılacak tek şey beklemektir, müstakbel eşi, o büyük nebi kim olabilir ki? Kervan Server-i Kâinat 25 yaşlarındadır. Halası Atike ile amcası Ebû Talib onu nasıl evlendirebileceklerini konuşmaktadırlar. Bakın şu işe ki o günlerde elleri dardır, biricik yeğenlerine öncelikle para kazandıracak bir iş bulmalıdırlar. Para kazandıracak bir iş... Mekke'de bunun tek yolu vardır. Kervancılık yapmak! Hazret-i Hadice dahi Şam'a göndereceği kervanının başına güvenilir birini aramaktadır ki kapı çalar. Gelen Atike haladır, onu "Hoş geldiniz Arabın Hanımefendisi" diye karşılar. Atike Hala birkaç nezaket cümlesinden sonra mevzuya girer, biricik yeğeninden, adı güzel Muhammed'den söz açar. "Artık vakti geldi" der, "Onu evlendirmeliyiz. Lâkin düğün yapacak kudretimiz yok, Şam'a bir kervan göndereceğini duyduk. Eğer bu işi ona verebilirsen minnettar kalırız sana." Zahire bakarsanız o rüya ile bu iş talebi arasında bir irtibat yoktur ama Hadice validemizin kalbi yuvasına sığmaz. Adeta kuş olur, çırpınmaya başlar. Ne duyar, ne hisseder bilemiyoruz ama nuru ile cihanı aydınlatacak olan peygambere dair izler yakalar. "Muhammed'in methini çok işittim" der, "Ücretini de ziyadesi ile veririm. Ama yine de görüp konuşmam lâzım, bilirsiniz herkes kervan idaresini başaramaz!" Karar Görür ve konuşur. Tevrat ve İncil'de Hatem-ül Enbiyaya dair ne kadar işaret varsa onda bulur. Artık rüyasının Muhammed'ül Emin'le alakalı olduğundan adı gibi emindir. Onunla mutlaka evlenmeli, son peygambere hanım olma şerefine erişmelidir. Emirlerin meliklerin peşinde koştukları Hadice, kararını vermiştir. Lakin renk vermez, Atike Halaya ücreti söyler. Kervan hazırlanırken Habibullah'a bir elbise gönderir ki benzerleri her yerde satılan alelade bir şeydir. Ancak bundan başka sultanlara yaraşır bir elbise yaptırır ve gösterişli bir deveyi süsletip donatır. Marifetli kölesini kenara çeker. "Bak Meysere!" der, "Kervan Mekke'den uzaklaşıncaya kadar Muhammed-ül Emin yol elbisesini giyecek ve devesini kendi sürecek. Ama şehirden uzaklaşınca O'na şu elbiseleri hediye ettiğimi söyleyecek, giymesini rica edeceksin. Onu süslediğimiz deveye bindirecek ve yularını kendin çekeceksin. Unutma ki sen O'nun emrindesin. Onu sakın üzme, asla kırma. Gözün üzerinde olsun, tehlikelerden kolla. Kazanıp kazanmamak umurumda değil, oralarda fazla oyalanma!" Meysere anlayışlı bir insandır, sırdaştır. Efendimize gösterilen hususi alâkayı hisseder ama bundan kimseye söz açmaz. Hareket günü meydan, vedalaşmaya gelenlerle dolar. Atike Hala ve Ebû Talib asil yeğenlerini elinde deve yuları ile görünce çok üzülür, bir hoş olurlar. O zemzem kuyusunu bulan asil Abdülmuttalib'in torunu bu hallere mi düşecektir, şimdi babacığı görse ne der acaba? Ve vakit gelir, develer doğrulurlar. İri tabanlarını zemine vura vura yürür, ortalığı toza bularlar. Naralar, çığlıklar, ziller, çıngıraklar... İtibar Kervan ağır ağır uzaklaşır, vadiler arasında kaybolup çöle çıkar. Meysere, ilk mola yerinde Efendimize değerli elbiseleri uzatır ve "Hanımefendinin ricası" der, "bunları giymenizi arzuluyorlar..." O saatten sonra Fahr-i Âlem'e adım attırmaz, genç ve güçlü deveye bindirir, yularını tutar. Bu imtiyaz, bu iltifat aynı kafilede bulunan Ebu Cehil ve Şeybe'nin gözünden kaçmaz. Felaket kıskanır, hasetlerinden çatlarlar. Hatta dayanamaz Meysere'nin koluna girip kenara alırlar. Tehditkar bir üslupla, "Şu yetime bu izzet niye?" diye sorarlar, "Git ona eski urbalarını giydir. Zor işler buyur, süründür biraz!" Meysere, "Siz kendi işinize baksanıza" diye çıkışır: "Karışmayın bana!" Ancak aynı sefere katılan Huzeyme bin Hakim Sülemi (Hadice annemizin akrabalarından olur), Server-i Kâinatı öyle sever ki anlatılamaz. Bahtiyarlığa bakın ki birlikte sofraya oturur ve doyulmaz sohbetler yaparlar. Huzeyme ve Meysere harikulade hallere şahid olurlar. Mesela bir ara develerden ikisi tutulup kalır, adeta nüzul iner hayvanlara. Yol uzun zemin yorucudur. Tek çare bu ikisinin yüklerini diğerlerine üleştirmektir ama öbürleri de yorgundurlar. Kervan ufak ufak uzaklaşır, zavallılar kıpırdayamazlar. Meysere çaresizdir, panik içindedir. Ağlamaklı bir edayla, "Ya seydi" der, "mahvolduk inan!" Efendimiz telaşlanmaz deveciklerin başlarını okşar, ayaklarını sıvazlar. İçinden yanık yanık dua eder, yaradana sığınırlar. Allahü Teâlânın lütfü keremi işte, o mecalsiz hayvanlar adeta sıçrayıp kalkar. Mesafeyi kapatmakla kalmaz, kervanın önünde yer alırlar. Huzeyme de hayrete düşer, Meysere'nin kulağına "Yaz bir kenara" diye fısıldar: "Bu gencin şanı çok yüce olacak!" Hangisini anlatalım; başının üzerinde gölge yapan kuşları mı, eli deyince çoğalan aşları mı, ayağının altından fışkıran suları mı?.. Busra Eski Şam diye de anılan Busra, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış antik bir kenttir. Devasa sütunlar, saraylar, basilikalar, tiyatrolar... Kureyş kervanı şehre girmez, Rahip Bahira'nın manastırına yakın bir yerde konaklar... Bilirsiniz Bahira, Efendimizi henüz 12 yaşında iken görmüş ve Ebu Talib'i, "Yeğenin ahir zaman peygamberi olacak" diye müjdelemiştir. O vefat edince yerine talebesi Nestura geçer, o dahi son peygambere inanmakta, bir işaret beklemektedir Hicaz taraflarından... Develer çöktürülür, yükler indirilir. Efendimiz bir ara kurumuş bir zeytin ağacın altına otururlar. Ağaç yeşeriverir, dallar meyveye durur. Çevrede bulunan çalılar da filizlenir, zümrüt zümrüt donanırlar. Suda büyüyen halkalar gibi yayılan bir yeşillik düşünün. Bu fevkaladelik Rahip Nestura'nın gözünden kaçmaz. Hızla aşağı iner ve Efendimize koşar. - Lat ve Uzza hakkı için adını bağışla - Bundan ağır bir söz söylenmemiştir bana! Evet bu O Putlardan hoşlanmaması hayra alamettir. Bahira'nın bahsettiği Resul karşısında mıdır yoksa? Meysere'ye sorar: "Gözündeki kırmızılık hep var mıdır?" - Vardır. - Hiç mi kaybolmaz? - Hiç kaybolmaz! Bir elindeki kağıda bakar, bir Fahr-i Âlemin gül yüzüne dalar. Edeple gelir huzurunda durur ve "İsa aleyhisselama İncil'i gönderen Allah hakkı için söylüyorum ki sen son Peygambersin" der: "Ah, vahiy indiği günlere erişsem de hizmetinde bulunsam." Sonra Meysere ile Huzeyme'yi kenara çeker, "Biliyor ve inanıyorum ki Muhammed düşmanlarına galip gelecek. Ama yine de Şam'a gitmenize razı olamam, zira Yahudilerin sataşmasından korkuyorum ona!.." Meysere, Hadice'nin emrini hatırlar, "Bir an önce dön, fazla oyalanma!" Malları Busra pazarında satışa çıkarır, iyi de kâr yaparlar. Müjdeci Busra'da ne kadar kalırlar bilmiyoruz, satılacakları satar, alınacakları alır, Şam'dan dönen kafileye katılırlar. Mekke'ye üç fersahlık bir mesafe kalmıştır ki Meysere develerden birini kumaşlarla halılarla donatıp Efendimizi bindirir ve "Haydi git" der: "Sağ salim geldiğimizi müjdele hanıma!" Ebu Cehil yanlarında biter: - Peki bu kumaşlar, halılar nereden icap etti şimdi? - Hanımefendi cömerttir, ihtimal onları Muhammed-ül Emine verir. - Ama niye Muhammed? Yol bilmez, iz bilmez, başkasını yollasan ya! - Bu benim işim, sen karışma. Doğrusu şu ki Efendimiz havaliyi diğerleri kadar tanımaz, hem yola çıkınca nasıl bir uyku basar anlatılamaz. Ancak Allahü Teâlâ, Cebrail aleyhisselamı yardımına yollar, üç günlük mesafeyi bir anda alırlar. Hazret-i Hadice son günlerde cariyelerini yanına alır, evin damına çıkar... Sabırla vadileri tarar, gelen var mı diye bakar. Ve bir gün müjdeciyi görür, evet bu o olmalıdır, zira iki kuş kanatlarını açmış gölge yapmaktadır. Allah'ın Habibi kapıyı çalar, mektubu uzatırlar. Meysere az ve öz yazmıştır: "Hanımefendi, Muhammed'ül Emin'in bereketi ile kazancımız umduğumuzdan fazla oldu. Size anlatacak çok şeyim var. Köleniz..." Hadice radıyallahü anha cevaben bir mektup yazıp, Peygamberimize verir. Deveyi mi? Ziynetleri ile birlikte müjdeciye bağışlar. Efendimiz mektubu alır ve aynı gün içindeki kervana ulaşır. Onu uzaktan gören Ebu Cehil pek sevinir, Meysere'ye "Beni dinlememekle hata ettiğini anladın di mi. İşte yolunu şaşırmış, dönüyor geri!" Ancak Peygamberimiz cevabi mektubu uzatınca şaşar kalır, "İnanmıyorum" der: "Olamaz! Bu sürede bu mesafe alınmaz!" Sırf Efendimizi yalancı çıkarabilmek için kölesini Mekke'ye yollar. Ancak adı geçen köle Hazreti Hadice'ye müjde verip bahşiş isteyince hakikat ortaya çıkar. Ebu Cehil hadiseyi kabul etmez, iplere unlar serer, çamurlara yatar. Kervan Mekke'ye girerken Hadice validemiz pencerededir. Gözü, Efendimize takılır. Fahr-i Kâinatın alnında nur parlamaktadır ayan beyan. Busra'dan derlenen mallar da çabucak müşteri bulur, öyle para kazanılır ki hesaba sığmaz. Sisli yıllar Hadice validemizin, bilahare Efendimizle (Sallallahü aleyhi ve sellem) evlendiklerini biliyorsunuz. İsterseniz o kısım haftaya kalsın... Ancak şimdi haklı olarak soracaksınız? Meysere n'oldu, nerede yatar? Öyle ya onun gibi sadık birinin ilk Müslümanlar arasında yer almaması kabil midir? Peki adı niye Ammarlar, Ebu Zer'ler, Bilal'lerle anılmaz? Efendimizin tebliğe başladıkları yıllarda hayatta mıdır, yoksa diğer kervancılar gibi ıssız kuytularda mı kalmıştır? İbn-i Hacer-i Askalani Hazretleri, "el- İsâbe" kitabında Gulâm-ı Hatice Meysere hakkında, "Bi'sete yetişip yetişmediğine dair bir kayıt bulamadımsa da onu ihtiyaten sahabe-i kiram arasına yazdım" diyor. İhtiyaten... Bu çok özenle seçilmiş bir kelime... Bize de (radıyallahu anh) demek düşer o halde. "Hazret-i Meysere Radıyallahu anh!"
.
Türk filmi gibi
27 Ocak 2008 01:00
Yaptığı sıra dışı arabalarla tanınan ve pistlerin tozunu atan Enzo Ferrari'nin hayatı tam bir roman... Türk filmi gibi derler ya aynen öyle... Hadise İtalya'da geçiyor. Enzo Ferrari doğma büyüme Modenalı. Hayır, köyünden kazasından değil içinden. Kahramanımız balkonlarına çamaşır asılan, camlarına begonya konan ve merdivenleri lahana kokan bir evde büyüyor. Okul yıllarında Formulacı edasıyla velespitine atlıyor, dar aralıklarda sıralama turları yapıyor. Küçük bir dökümhanesi bulunan babasının (Alfredo Usta) yanına bile uğramıyor, zira onun hayalleri bu mütevazı atölyeyi çoook aşıyor, kestirmeden ünlü olmanın yollarını arıyor. Bariton muhabir Kankaları, "Senin gibi sesimiz olsa ohooo" deyince anafora kapılıyor, operanın kapısında yatıp kalkıyor ama "ı ıh" olmayınca olmuyor. İtalya'da İMÇ gibi bir arena ve "kasete türkü çığırmak" gibi bir imkân bulunmadığı için hayallerini erteliyor. Derken eline bir fotoğraf makinesi geçiyor, kırık dökük bir gazetede muhabirliğe başlıyor (1914). Şimdi onu Başkan Wilson ya da Benito Mussolini'yle röportaja yollayacak değiller ya, başlarından savmak için "git sen de oto yarışlarını takip et" diyorlar. Enzo, "Grasias amirim" deyip mevzi alıyor. Başlangıçta yanından hızla geçen otomobillerin resmini çekmekte zorlanıyor, "nerden düştük bu işe" diye dertleniyor. Gel zaman git zaman egzoz tiryakiliği başlıyor, toza toprağa bulanmasa, motor gürültüsü duyamasa huzursuz oluyor. Modena'daki bir modifiye firmasında iş bulunca "gasteciliğe" veda ediyor. Azıcık da dram... Enzo maalesef iyi bir talebe olamıyor, kendini kapının önünde buluyor. Sen misin mektepten atılan, onu apar topar askere alıyorlar. Komutan Enzo'yu karşısına çekip "Sen ne işe yararsın" diye soruyor. Bizimki babasının dökümhanesinden girip, yarış arabalarından çıkıyor, aldığı teknik eğitimleri bir bir sıralıyor. "Hani istenirse arazi araçları dizayn edebilirim" şeklinde tüyo veriyor. Komutan onu ilgiyle dinliyor ve mesleği ile "çok alâkalı" bir iş buyuruyor. Artık Enzo'nun ömrü günü ordunun "katırlarını nallamakla" geçiyor. Ahırlarda yata kalka hastalık kapıyor. Bakıyorlar oğlan kötü, gösterdiği yararlıklardan dolayı teşekkür edip terhis belgesini uzatıyorlar. Tabiri caizse "Git başka yerde zıbar" diyorlar. Enzo 1. Cihan Harbini bu yarayla atlatsa neyse ama çok geçmeden babasıyla kardeşinin ölüm haberini alıyor. Parasızlık, pulsuzluk, çulsuzluk derken tekrar okumayı düşünüyor ancak savaş kolay mı? Altında çalışacak sokak lambası bile bulamıyor. Ekmek arası az makarnayla nefis körletmekten bağırsakları kuruyor. Enzo'nun annesi, oğlunun FİAT fabrikalarında çalışmasını çok arzuluyor, ancak Sinyor Agnelli bir türlü "Si" demiyor, adamın derdi kendine yetiyor. Hızlı pilot FİAT kapılarından üzgün, süzgün ayrılan Enzo, üçüne beşine bakmadan Torino'daki bir motor modifikasyon firmasına kapağı atıyor. Getir götür işleri derken işe gelmeyen bir test pilotunun yerine direksiyona geçiyor. Ama bir geçiyor, pir geçiyor, rakiplerini toza dumana boğuyor. İşte bu performans Alfa Romeo takımının gözünden kaçmıyor (1920). Enzo, 1923 yılında Alfa'yla ilk şampiyonluğunu kazanıyor. Ödülünü Kontes Paoline Baracca'nın elinden alırken, saygıdeğer hanımefendilerin güzel kızı Laura ile göz göze geliyor. Laura'nın penceresi dibinde serenatlar atıyor mu, evine çiçekler yolluyor mu bilmiyoruz ama bir fırsatını bulup kızın önüne çıkıyor. Bariton sesine en duygulu tonları yükleyip, "Benimlevlenirmisinnnlaura" diyor. Kız elbette kalkıp kollarına atılmıyor ama "Hayır" da demiyor. Neyse "söz, nişan olayına" giriyorlar. Bohçalar taşınıyor, dedikodular ediliyor ve muradına eriyor. Bu evlilikten Dino adlı minimini bir oğulları oluyor ama mutlulukları perçin tutmuyor. Sabahlara kadar ağlayan veled yüzünden ikisinin de ayarı bozuluyor. Laura, "Bizimki kont sülalesi, beni ne doktorlar mühendisler istedi gitmedim" diye sızlanmaya başlıyor. Filmlerde gururu kırılan jönler teselliyi şişede ararlar ama Enzo, "sana kız mı yok, elini sallasan ellisi" muhabbetine giriyor. Gözü dışarıda Ve aradığını buluyor... Lina adlı safdil kızı ayartıyor. Bu dilber henüz 19'unda ve kafasında kavak yelleri esiyor. "Bak kızım bu adam evli, çocuklu, ayağını denk al" diyenlere aldırmıyor, neticede karnı burnuna değiyor. Ancak Enzo ondan tez bıkıyor, "Tak sepeti koluna herkes yoluna" deyip zavallının dünyasını yıkıyor. Fakir ama onurlu bir kız olan Lina kan tükürüyor, "Kızılcık şerbeti içtim" diyor, acılarını yüreğine gömüyor. Ve olan oluyor... Lina, yumuk elli bebeğine "Piero" adını veriyor. Artık sadece onun için yaşıyor, uğruna saçını süpürge yapıyor. O günlerde Enzo, Maykıl Şumayer gibi alçaktan uçuyor, Alfa takımını zaferden zafere koşturuyor. Bir dizi şampiyonluğun ardından "Bu spor araba işinde çok para var abi" diyen akranlarının aklına uyuyor ve "Ferrari" markası ile üretime giriyor. Bir zamanlar Kontes Barraca'nın (kaynanası olur) verdiği birincilik mükafatını (sarı kalkan üstünde şahlanan kara kısrak) kendine amblem yapıyor. Adı geçen beygir hakkaten şahlanıyor, alıp başını gidiyor, fren ney tutmuyor. İtalya'da faşizmin hızla yükseldiği yıllarda Mussolini'nin gözüne girmeyi başaran Ferrari, "Cavaliere dell'ordine della Corona d'Italia" (herhalde iyi bi şey) ünvanına lâyık bulunuyor. Bu arada hamile bırakıp terk ettiği zavallı Lina, mütevazı evinin kirasını ödeyebilmek için kenar mahalle pastahanelerine üzümlü kek yapıyor. Çocuk babasını sordukça genç kadının gözleri dalıyor, hüzünden titreyen bir sesle "O öldü yavrum" diyor!.. Bakın şu işe Piero, çileli annesine çilesiz bir hayat yaşatabilmek için çok çalışıyor. Herkes saklanacak delik ararken o parmağını kaldırıp "Ben çalıştım örtmenim" diyor. Derslerinden hep yıldızlı beş alıp göğsüne kırmızı kurdela taktırıyor. Orta mektep ve lise derken okuyup mühendis oluyor. Oluyor ama iş nerede? Boğulursan büyük denizde boğul mantığı ile büyük şehirlere gidiyor, lâkin çaldığı kapılar duvar kesiliyor. Bakıyor olacak değil, doğup büyüdüğü Modena'ya dönüyor ve şansını bir de Ferrari'de denemeye kalkıyor.. Daima zirveye oynayan Enzo Ferrari'nin tecrübesiz çaylaklarla ne işi olsun. Ama nedendir bilinmez Piero'yu görünce kanı kaynıyor, "Yarın gel başla" diyor. Piero ilk mektep talebeleri gibi ayaklarını bitiştiriyor, ellerini pantolonunun yanlarına yapıştırıp kafa selamı çakıyor. Delikanlı bu lütufa lâyık olabilmek canla başla çalışıyor, mesai ney tanımıyor. Kazandığı para ile küçük bir ev ve minik bir Topolino alıyor. Sonra evlenip, barklanıyor, anasına sahip çıkıyor. Ben ettim sen etme Aradan uzuuun yıllar geçiyor. Bu arada Enzo Ferrari, önce resmi oğlu Dino'yu (kas erimesinden), sonra da hukuki eşi Laura'yı (yürek inmesinden) kaybediyor. Hayatta yapayalnız kalan Enzo, maziye dönüyor. Fotoğraf albümlerini karıştırırken aklına Lina geliyor. Arayıp soruyor, Lina'yı buluyor ve bir zamanlar gönül eğlendirdiği kadına evlenme teklifi yapıyor. Yıllardır aranmayan Lina'nın kafası atıyor, "Aklına şimdi mi geldi" deyip kapıyı yüzüne çarpıyor. Ancak Enzo, peşini bırakmıyor, adeta eşiğe yapışıyor. Markajı sıklaştırdığı günlerde Mühendis Piero'nun aynı eve girdiğini görüyor. Yoksa?.. Evet Piero'nun kendi çocuğu olduğunu öğreniyor. Inı nı nınnn. İşte o anda zihninde bir ampul yanıyor. Ve bir gün Patron Enzo, mühendis Piero'yu yazıhanesine çağırıp... Babaaa! Oğlummm! Eğer bu diziyi Türkler çekiyor olsaydı sahneye inim inim inleyen bir neyle girer ve "dannn" diye yankılanan bir gongla bitirirlerdi. Ardından neşe... Ayılana gazoooz bayılana limon. Ama biz hadiseyi olduğu gibi verelim. Elbette Enzo Ferrari'nin, mühendis Piero'ya büyük sırrı açıkladığı gün odada kimse bulunmuyor. Ama bana sorarsanız elini oğlunun omzuna koyup, gözünü gözüne dikiyor ve mevzuya "Bunu söylemesi çok zor ama bilmelisin" gibi bir ara taksimle giriyor. Hakikatlerle yüz yüze gelen Piero şaşırıyor mu, mayışıyor mu bilemiyoruz. Belki de gözlerini iri iri açıyor ve "Size baba diyebilir miyim" diye mırıldanıyor. Yaşlı Enzo da göz pınarlarından taşıp akan ve kır bıyıklarını ıslatan (resimlerde bıyıksız ama fark etmez) gözyaşlarını markalı mendiline silerken "Elbette yavrum" diye fısıldıyor... Sonra kucaklaşma... İki adım geri çekilip hasretle bakışma, bir daha kucaklaşma... Tekrar bakışma, tekrar kucaklaşma... Uzatmayalım. Noterler geliyor, avukatlar gidiyor ve... Ve Piero Lardi ossaat Piero Ferrari oluveriyor. Piero, muhteşem imparatorluğa veliaht olunca da dağıtmıyor, bu dudak uçuklatan servet genç mühendisin kimyasını bozmuyor.
.
Hazret-i Hadice
3 Şubat 2008 01:00
Kâsım'ın, Zeyneb'in, Ümmü Gülsüm'ün, Rukayye'nin, Fâtımat-üz Zehrâ'nın, Abdullah'ın (rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmain) "ve hepimizin" annesi...'Hiç şüphe yok ki ben, onun sevgisi ile rızıklandırılmışım' (Hadis-i şerif) Meysere, o meşhur Busra seferinden dönünce sahibesine Efendimizi anlatır, ki hoş hatıralardır bunlar. Hazreti Hadice "yeter Meysere, n'olur sus" der, "muhabbetim katlanarak artıyor, artık dayanamayacağım." Hemen oracıkta Meysere'yi azad eder, hanımını da bağışlar. Önlerine tepeleme altın yığar, pahalı kumaşlar, cins atlar... Anlatılanlar rüyasını doğrulamaktadır, içi içine sığmaz. Efendimizin peygamber olacağından zerre kadar şüphe duymaz. Nebiler sultanına hanım olmak... Müjde büyük... Elbette heyecanlanır insan. İyi de bu izdivaç nasıl gerçekleşecektir? Gidip amcasından isteyecek değildir ya... Boşa koyar dolmaz, doluya koyar almaz. Durgunlaşır mı, mahzunlaşır mı bilmiyoruz ama bu hâl sırdaşı Nufeyse (Nefise) Bint-i Münebbih'in gözünden kaçmaz. Can arkadaşı "sana neler oluyor kuzum" diye sorunca içini açar. Rüyadan girer, tabirden çıkar, Muhammed-ül emin ile evlenmek arzusunda olduğunu fısıldar. Nufeyse zeki ve becerikli bir kadındır, güya Efendimize yolda rastlar, ustalıkla yanaşıp girer mevzuya . "Ey oğul neden evlenmiyorsun? Akranlarından yuva kurmayan kalmadı bak!" - Ya Nüfeyse, yuva kurmayı kim istemez? Ama sen de biliyorsun ki elim dar. / - Peki sana iffetli, ebepli, mal ve cemâl sahibi bir hanım bulsam? / - Kim bu hanım? - Hadice desem mesela? Şunca ünlü, bunca zengin kapısında dolanırken ona varır mı acaba? Nüfeyse Hatun Efendimizin tereddütünü hisseder. "Sen razı mısın değil misin onu söyle" der, "bizim de bir bildiğimiz var." - İyi de bu iş nasıl olacak? - Sen orasını bana bırak! Nefise Hatun müspet cevabı alınca durmaz. İki taraf arasında irtibatı sağlar. Nitekim Ebu Tâlib ile Hamza, Amr bin Esed'in kapısını çalar, yeğeni Hadice'ye talip olurlar. > Kutlu nikah "Allah'a hamdolsun ki, bizi İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in neslinden, Maad'ın cevherinden ve Mudar'ın kanından yarattı. Mekke'nin mensubu, Kabe'nin bekçisi ve halkın reisi yaptı... Muhakkak ki Muhammed çok şereflidir, yiğitlikte, fazilette ve akılda hangi gençle kıyaslansa üstün gelir. Gerçi malı azdır ama mal dediğin nedir? Geçici bir gölge gibidir. Alınır, verilir, kaybedilir, emanetten başka bir şey değildir." Ebu Talib'in konuşması tesirlidir ama onlar fazlasını da bilirler, sırlara vakıftırlar. Adı güzel Muhammed son peygamber olacaktır, başka söze hacet mi var? Neyse mehir de anlaşırlar. Nikahı Varaka bin Nevfel kıyar. Hazret-i Ebubekir biricik dostunun Hadice gibi bir hanımefendi ile evlenecek olmasına nasıl sevinir anlatılamaz, kasasını açar "istediğin kadar al" der, "ve dilediğince harca!" Düğün günü velime verilir. Davetliler arasında Fahr-i Kâinatın süt annesi Halîme hatun da vardır, taaa Sa'd kabilesinden çıkmış gelmiş oğulcuğunun mürüvvetini görme bahtiyarlığına ermiştir. Hazret-i Hadice bu fedakar kadını çok sever, dönerken bir sürü koyun katar yanına. Hazret-i Hadice konağını dipten köşeden temizletmiş, özene bezene süslemiştir. Fahr-i alem içeri girince hizmetçiler ellerindeki cevahir dolu tabakları yoluna serperler. Annemiz sırf o günün hatırına cariye ve kölelerini azad eder. Dahası neyi var, neyi yoksa Efendimize bağışlar, "şu andan itibaren malım mülküm yok" der, "ben dahi muhtacım sana!" > Sıcak yuva O günden sonra ticaret işlerini Efendimiz üstlenir, Saib bin Abdullah'ı ortak alırlar. Hisselerine düşen payla fakir fukarayı gözetir, dullara yetimlere yardım yağdırırlar. Bu kutlu izdivaç 24 yıl sürer, Resul-i Ekrem bu süre zarfında sadece Hazret-i Hadice validemizle evli kalır. Tam 6 çocukları olur, evleri neşe dolar. İlk çocukları Kâsım'dır. Hoş bu sebepten Nebiyyül Muhtereme "Ebül Kâsım" denir ya... Hikmet-i Huda Efendimizin oğulları yaşamaz. Ne Kâsım, ne İbrahim, ne de Abdullah! Allah'ın Habibi kız babası olmaktan memnundurlar. Evladlarını ayırmaz hepsini hoşça tutarlar. Düşünün kızları da hayatlarında iken vefat eder, sevimli Zeyneb'i, sabırlı Ümmü Gülsüm'ü ve nur yüzlü Rükayye'yi toprağa bırakırlar. Ne çetin imtihan ama... Fatıma tüz zehra ise Efendimizden sonra sadece altı ay yaşar. Bakın hazret-i Fatıma denince geldi aklıma... Nurlu evin bir de Ali'si var... Ali-yül Mürtaza! Bir ara Ebu Talib sıkıntı içine düşer, Efendimiz diğer amcası Abbas'a gider, "Amcamın nüfusu kalabalık, geliri az. Diyorum ki çocuklarını paylaşsak da evlerimize alsak..." Hazret-i Abbas teklifi münasip bulur, üstüne düşeni seve seve yapar. Ebu Talib bu vefa karşısında çok duygulanır, söyleyecek söz bulamaz. Hazret-i Abbas elini Cafer'in (radıyallahü anh) omzuna koyar, Efendimiz Ali'nin (kerremallahü vecheh) minik elinden tutar. Ali 5 yaşındadır henüz, gül yüzlü, iri gözlü, şeker mi şeker. Server-i Kâinata pek özenir ve her halini taklide kalkar. Hadice't-ül Kübra, onu anne şefkati ile bağrına basar, evin oğlu olur adeta... > Nur dağında Vakit yaklaşmaktadır. Fahr-i alem son günlerde sadık rüyalar görmekte, gaipten sesler duymaktadır. Yalnız kalmayı tercih eder, sarp ve yüksek bir tepe olan Hira'ya çıkarlar. Mekke'ye kuşbakışı bakan zirvede tefekküre dalarlar. Bir taraf ufka kadar çöl, bir yanda sıra sıra dağlar... Gök derin mi derin, ay munis, yıldızlar parlak. Bazen Mekke'ye iner, Kabe-i Şerifi tavaf eder, azık alıp dönerler Cebel-i Nura... Ramazan ayının ortaları... Gece... Hira'dan geliyorlar. Safa ile Merve arasında tesirli bir ses: "Ya Muhammed! Sen Allah'ın Resulüsün, ben Cebrailim!" Başlarını kaldırırlar, Hazret-i Cebrail karşılarında... Yol bir acaib... Mahlukat tazim içinde, ağaçlar selâma durmakta. Bu rahmani bir hadise midir? Yoksa cinler şeytanlar kendisiyle mi uğraşmaktadırlar? Hazret-i Hadice Efendisini kapılarda karşılar. Yüzünde hiç görmediği bir nur, çiçekleri imrendiren kokular. -Ey Hadice, birilerini görüyor, sesler işitiyorum. Cinler musallat olmasın, bilirsin kahinlerden hoşlanmam. -Korkma! Allah seni üzmez ve utandırmaz! Cinler sana yaklaşamaz. Çünkü güzel ahlaklısın, doğru sözlüsün, emanete riayet edersin. Akrabalarını arar, misafiri seversin. Ben senin Peygamber olacağından eminim. Ve bunu ispatlar Fahr-i alemin "işte geldi" buyurdukları anlardan birinde hafifçe saçlarını açar. Cebrail Aleyhisselam kayboluverir. Bu hassasiyet meleklere yakışır, cinlerde şeytanlarda olacak değildir ya. > İlk emir "Oku!" Ramazan-ı şerifin 17'si. Allahın habibi Hira Mağarasında itikaf ve ibadetle meşgul olmakta... Ürpertici bir sükut, gece sehere akmakta... Bir an mağara nurla dolar, karşısında Cebrail Aleyhisselam! İnsan şeklindedir, üzerinde atlas bir cübbe... Çok sevimlidir ve pek güzel kokar. Ve ilk emir: "İkra!" / Efendimiz şaşırırlar: "Ma ena bi-kari!" / Cebrail Aleyhisselam Efendimizi kucaklar, kuvvetle sıkar: "Oku!" -Okumuşluğum yok! Cebrail, aleyhisselam, bir kere daha sıkar ve tekrarlar "Oku!" Efendimizi üçüncü defa sıkıp bırakır ve ilahi mesajı aktarır: "Oku! Bütün mevcudatı halk eden Rabbinin adıyla...." Vahiy bu, hece hece aklında... Cebrail Aleyhisselam kaybolunca Resulullah mağaradan çıkar, evlerine ulaşırlar. Hadice annemize "Beni örtün!" buyururlar. Heyecanları geçince yaşadıklarını anlatırlar. Annemizin aklına Varaka Bin Nevfel gelir, gidip ona danışırlar. Varaka iyice yaşlanmış, gözleri kapanmıştır. Beklediği bir haberi almışcasına rahatlar. "Gördüğün insan değil melektir, Cenab-ı Hakkın hazret-i Musa ve Hazret-i İsa'ya gönderdiği 'Namus-u ekber'dir. > Genç olsam da Yemin ederim ki sen İsa Aleyhisselamın müjdelediği Nebisin. Yakında tebliğ ve cihad ile vazifelendirilirsin. Keşke genç olsam da seni Hicrete zorladıklarında yanında dursam. -Beni Mekke'den çıkaracaklar mı? - Hiçbir nebi yoktur ki, vahyi bildirsin de kavminden düşmanlık görmesin. Sonra kalkar Server-i âlemi alnından öper. Ne bahtiyarlık ama... Varaka'nın dedikleri bir bir çıkar. Efendimizin etrafında daha ziyade gençler, köleler halkalanır. Hakim zümre istihza ile bakar, dudak büker, alaya alırlar. Müşriklerde merhametin mimi yoktur, inananları felaket bunaltırlar. Düşünün, kendilerini felaha çağıran bir Resulün yollarına dikenler serper, üzerine (secdede iken) deve işkembesi bırakırlar. Seyyid-ül Enbiya kendine yapılanlardan ziyade müminlerin uğradığı hakaretlere yanar. Kızgın taşlar altında ezilen Bilal, hançerle paralanan Yaser, develere bağlanıp bacaklarından ayrılan Sümeyye... Halbuki Sümeyye yaşlı bir kadındır... Bir anne! Hazreti Hadice Efendimizin sadece neşesini değil, sıkıntılarını da paylaşır. Annemiz adı gibi (Kübra) büyüktür, asla yılmaz, yıkılmaz, zor anlarda Resul-ü kibriyanın yanından ayrılmaz. Sahra ortasında vaha gibidir, yüzünden tebessümü eksik olmaz. > İnsafsız abluka Bi'setin yedinci senesi... Müşrikler aralarında bir ahdname yazar, imza koyarlar. "Müslümanlar evlerinden mahallelerinden çıkarılacak, onlarla kimse görüşmeyecek, konuşmayacak, bir şey alınmayacak, satılmayacak!" Hücre hapsinin az hallicesi... Şimdilerde ambargo diyorlar buna... Tecrid umulandan da sert uygulanır. Kadınların göğüsleri kurur, bebecikler tek damla süte hasret kalırlar. Şa'bi Ebi Talip diye bilinen dere yatağını iniltiler sarar. Bir yabancı bir lokma bir şey verecek olsa dövülür, kovulur, malını elinden alırlar. Efendimiz Hazret-i Hadice'nin servetinden kalanları müminler için harcar, hazıra dağ mı dayanır kendileri de fukara arasına katılırlar. Düşünün Allah'ın Habibi açlığını bastırmak için karınlarına taş bağlar. Baskılar dayanılmaz olunca müminlere hicret yolu görünür, Seyyid-ül Beşer Habeşistan'ı işaret buyururlar. Mekke'de bir avuç mümin kalır. Ebubekir gibi, Ömer gibi... Sonra Hamza... Ve imtihan. Önce Mekke'deki tek hamileri Ebu Talib'in kaybı ile yetim kalırlar. Sonra... Sonra bir acı daha... Efendimiz bu defa o vefakar hanımı, biricik Hadice'sini toprağa bırakırlar. İki musibet ard arda, hangisine yansınlar? O yılı Hüzün yılı diye adlandırırlar. Evet iki büyük sığınak, dar-ı bekaya göçer ama adeta yerlerine birer vekil bırakırlar. Hazret-i Ali, babası Ebu Talib'i aratmaz, Hazret-i Fatıma anneciğinin yükünü de omuzlar. Onun dostları İhtiyar bir kadın Resulullah'ı ziyarete gelir. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz fazlasıyla ikramda bulunup, hatta sırtlarından abalarını çıkarıp serip, üstüne oturttular. Hazret-i Aişe sorar: Kimdi bu kadın Ya Resulullah! - Hadice'nin dostlarından biriydi, onu ziyarete gelirdi zamanında... Resulullah kurban kesildiğinde Hadice'nin ahbaplarını unutmaz, mutlaka et yollar. "Onun sevdiklerini, onun için seviyorum" buyururlar. Aişe (Radıyallahu anha) Yetimlerin anası Ona Ümmül eytam (yetimlerin anası) derler ki evi yoksulların sığınağıdır. Bilhassa çaresiz anneler minik kızlarını kocalarının gazabından korumak için onun kapısını çalarlar. Sayısız kız çocuğunu gömülmekten kurtaran Hadice validemizin evi çocuk yurduna döner bir aralar... Efendimiz "Allah'a andolsun ki, Allah bana Hatice'den daha iyisini nasip etmemiştir; herkes beni inkar ettiği sırada, o bana iman etti. Herkes beni yalanladığı zaman, o beni tasdik etti. İnsanlar beni mallarından mahrum bıraktıklarında, o servetiyle yardımıma koştu. Allah, ondan bana evlat nasip etti" buyururlar. Allahın selâmı Şu dereceye bakın Hak teâlâ Cebrail Aleyhisselam vasıtasıyla Hazret-i Hadice'ye selâm ve müjdeler yollar. Seyyid-ül beşer selâmı iletince Hatice (radıyallahu anha): "İnnallahe hüve's-selâm (Hak Teala selâmın ta kendisidir)" der ve ekler "Cebraile de selam olsun. Hem sana da selâm olsun Ya Resulallah!" Bu cevap Hadice validemizin ilmini, ferasetini ortaya koyar. "Es Selâm" Esma-ül hüsnâdandır zira... (Allahü teâlânın güzel isimlerinden) Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail Aleyhisselamdan aldığı müjdeyi de aktarırlar: "Ya Hatice! Cenab-ı Allah Cennetinde sana oyulmuş inciden bir köşk verecek, orada ne bir gürültü işitilecek ne de zahmet, külfet olacak." YIKTIRILAN TÜRBELER 2. Abdülhamid Han imparatorluğun dört bir yanını fotoğraflatıp arşivinde (Yıldız Albümleri) saklar. Mekke'de vazifeli Albay Sadık Bey dahi Hazret-i Hadice'nin türbesini resimleyip Sultana yollar. Bu zarif türbe Kanuni devrinde yaptırılmıştır, bizim hacılarımız mutlaka Cennet-ül muallaya uğrar annemize fatiha okurlar. Bugün Cennet-ül Mualla'da yattığını bildiğimiz sahabelerin kabirlerinden iz bile yok. İngilizlerin yardımıyla Arabistan'ı ele geçiren Suudlar 1926'da Mekke'ye girer ve Hadice validemizin türbesini yıkarlar. MEMNU! Hacılarımızın Arabistan'da en sık duydukları kelime "Memnu!" (yani yasak). İşte Hazret-i Hadice Validemizin bulunduğu mahalli ziyaret etmek isteyen müminler, karşılarına çıkarılan şekilsiz duvarı aşamıyor, dönmek zorunda kalıyorlar
.
Endonezya'nın kurucusu Ahmet Sukarno
10 Şubat 2008 01:00
Hollandalılar Sukarno'yu adi mahkumlar gibi üç numara tıraş eder, önüne çuvaldan bozma urbalar atarlar. Bunlar şanstır aslında, koluna vurulan kelepçeler onu kahraman yapmaktan başka işe yaramaz Çokça satılan bir posterdir, gören hatırlar. Şöyle: Altın renkli bir kumsal, dibi görünen berrak deniz, akça pakça bulutlar ve palmiyelere bağlanmış bir hamak... İşte buna benzer tam 17 bin ada bulunur Endonezya'da... Adaların kimi Anadolu cesametindedir, kiminin mukimi bile bulunmaz. Ormanlarında botanikçilerin tasnif ede ede bitiremediği bitkiler yer alır, zoologlara kalın kalın kitaplar yazdıran canlılar... Rengarenk kuşlar, böcekler, iri yılanlar... Sonra tik, abanoz, maun, sandal gibi para eden ağaçlar... Toprakları münbittir açıkta bastonunuzu unutsanız yeşermeye başlar. Petrol, uranyum, elmas... Zenginlikte yerin altı da üstünü aratmaz. Havalide 350'yi aşkın farklı milletin yaşadığını düşünürseniz her ada ayrı bir dünyadır aslında... İnsanları güler yüzlü ve dost canlısıdır, ezici ekseriyetle (% 93 küsur) Müslüman'dırlar. Ancak batılı sömürgeciler bu şirin adaları bu güzel insanlara bırakmaz, topla tüfekle gelir, ümüklerini sıkarlar. Önce Portekizliler, sonra İngilizler derken Hollandalılar... Osmanlı, kardeşlerinin çığlığına bigane kalamaz, Açe sultanlığına askeri malzeme, gemi ustaları, mühendisler, mimarlar yollar. (Ki bunu hâlâ unutmazlar.) Hollandalılar sadece çalmakla çırpmakla kalmaz emperyalist tezgahın devamı için şeytani bir düzen kurarlar. "Doğu Hind" adı taşıyan bir şirket eliyle Müslüman Mataram devletini yıkarlar. Şirket zaman zaman Fransızlar ve İngilizler tarafından yönetilir, değerli ürünleri öldüm parasına halkın elinden alırlar. Hollandalılar, 1723'de girdikleri ülkede 1949'a kadar kalır, halkın kanını emer, iliğini kuruturlar. "Teşkilatı Muhammediye" ve "Serekat İslam" güçlenince (1915'ler filan) alanları daralmaya başlar. Javalı Şükrani İşte direnişin içinde sivrilen isimlerden biri de Ahmed Şükrani'dir. Tabii bizim spikerlerimiz yabancı ajans haberlerindeki isimleri Portekizli muhabirlerin aksanı ile okudukları için bizde de Sukarno diye tanınır. (Aynen Üsküp haberlerine "Skopje" mahreci koyduğumuz, Yemenli Zeki'ye, "El Yamani", Cezayirli Zeynüddine "Zidan" dediğimiz gibi.) Sukarno'nun dedesi Demak sultanlarının soyundan gelen Javalı bir asilzadedir, adamcağız torunlarını destanlarla büyütür, onların kahraman Karno gibi gözü kara, vatanperver olmalarını arzular. Bizimkini "Bung Karno" diye çağırır mesela... Babası Avrupa görmüş, Hollanda'da okumuş bir adamdır, hadiselere daha farklı bakar. Anne tarafı ise Bali adasındandır. Bali'de Hinduların ağırlıkta olduğunu düşünürseniz, çocukcağız doğuştan çok kültürlüdür, bu yüzden olacak her kesimle irtibat kurar. Sukarno da Hollanda Lisesine gider, bu arada Sarakat İslam mensuplarıyla tanışır ve hitabetiyle öne çıkar. Başarılı bir öğrencidir, Bandung'da mimari okur, üniversite yıllarında Marksist yayınların tesirinde kalsa da, milliyetçilikten caymaz. Ülkenin geleceğini İslam birliğinde arar, Komünistleri cepheyi bölmekle suçlar. Lideri Tjokroaminoto'nun peşisıra dolanır, avuçları patlayasıya alkışlar. Önderi de onu pek sever, hatta kızı Utari'yi verecek kadar. Ancak Sukarno kayınpederi gibi kucaklayıcı olamaz, fikir ayrılığı netleşince yuvasını da yıkar. Bandung'a gider ve ev sahibesi İggnit ile nikah kıyar. Bu arada deruhte ettiği "Eğitim ocakları" hızla yayılır ve o alt yapıdan PNI (Endonezya Ulusal Birliği) gibi bir teşkilat çıkar. Güçlüden yana Sukarno arkadaşlarından daha zeki, daha karizmatik değildir ama havayı iyi koklar. 1927'de anti sömürgeci bir federasyon (PPPKI) kurar. Zaman zaman tutuklanır, Hollandalılar onu adi mahkumlar gibi üç numara traş eder, çuvaldan bozma urbalar giydirip, atölyeye yollarlar. Hakaret şüphesiz Endonezya halkınadır, köprüler atılır, gerginlik artar. Bütün bunlar şanstır bir bakıma, koluna vurulan kelepçeler onu meşhur etmekten başka işe yaramaz. Genç adamın kodeste bol vakti olmalıdır, ilkelerle esaslarla bozar, oturur Marahenizm adlı bir ideoloji karalar. Gelgelelim Marahenizm'i kimse sallamaz, büyük akis uyandırmasını beklediği prensipler milletin umurunda bile olmaz. Sukarno'nun güçlü yele yelken açmak gibi bir huyu vardır, belki de halkı kırdırmaktan korkar. Polis baskısı artınca gider işgalcilerle anlaşmaya kalkar. İşte bu yalpaları hoş karşılanmaz, taraftarları dağılır, posterlerini paralarlar. Teşkilat yönetiminde sınıfta kalan Sukarno ev idaresinde de bocalar. Yaşlı karısı İggnit'ten tez bıkar, belki de genç Fatmawati gönlünü çalar. Lâkin İggnit kolay pes etmez, dünyayı başına yıkar. Gelen gideni... 2. Cihan Harbi'nde Naziler Hollanda'ya girer, imparatorluk kurma hayaliyle heyheylenen Japonlar da Java ve Sumatra'ya sarkarlar. Dinsizin hakkından imansız gelir, zalimler birbirini kırar. Sukarno Japonlarla omuz omuza poz vermekten sakınmaz, Tokyo'nun göz yumduğu Putera (Erkek evlat) partisinin başına geçer, işgalcilerle takışmaz. Ancak emperyalist emperyalisttir, sarışını uzun boylusu ya da boduru çekik gözlüsü olmaz. Bu defa Japonlar kolonileşir, kaynaklar yine dışarı akar. Endonezya'nın çocuklarını Asya'nın değişik bölgelerinde, gayri insani şartlarda çalıştırır, yetmez cephelere yollarlar. Lamı cimi yoktur yapılan aşikare köle ticaretidir ve lider dediğin asla göz yummaz buna. Japonlar savaşın istedikleri gibi gitmediğini hissedince yumuşar, bağımsızlıklarını tanır, kırmızı beyaz bayrağı serbest bırakırlar. Hele Nagazaki ve Hiroşima'da bombalar patlayınca pek kibarlaşır, ayağa takılmazlar. Müttefikler tarafından desteklenen Hollandalılar ise tekrar gelip adalara tebelleş olurlar. İngiliz gemileri pervasızca limanları bombalar. Flemenkler iyice arsızlaşmıştır, bıraktıkları yerden başlar, az zamanda çok mal götürmeye bakarlar. Sanırım sömürünün ilelebed süremeyeceğinin farkındadırlar. Hırsızlıkta sınır tanımaz, gemileri tepeleme doldurup, demir alırlar. Efendim Batı niye ilerledi de Doğu geri kaldı? İşte bundan! Hürriyete doğru Sukarno bu defa Hollandalılarla temas kurar, asgari müştereklerde buluşmak üzere bir zemin arar. Hollandalılar kahvenin, kauçuğun % 75'ini, çayın % 95'ini isterler, bir de Sumatra petrollerini filan... Ne kadar da tokgözlüler ama... Olur ya da olmaz, lâkin işgalci ile anlaşmak uzlaşmak... Sözü bile kulak tırmalar. Ondan Kurtuluş Mücadelesi başlatmasını bekleyenler hayal kırıklığına uğrar. İş sanıldığından da çetrefillidir aslında. Cihan harbini zaferle bitiren Amerikalılar ve İngilizler her taşın altından çıkarlar. Hollandalılar belden aşağı vurur, imza koydukları anlaşmaları kaale almazlar. Tutunamayacaklarını anlayınca komünistlere oynarlar. Milliyetçiler güçlüdür, ihtimal duruma hakim olacaktırlar. Sukarno'dan istenen azıcık dirayet ve sebattır ama başkent Hollandalı paraşütçüler tarafından sarılınca bizimki beyaz bayrak sallar. İşgalciler tek mermi atmadan teslim olan "efsane lideri" ıslık çala çalarak tutuklar, içeri tıkarlar. (19 Aralık 1948) Genç devlet "doğmadan boğulmuş" gibi görünse de işgalciler büyük bir nefret toplar. Ki bu sessizlik kopacak fırtınanın habercisidir anlayana... BM bunu hisseder ve "Endonezya Devletini" tanıyarak, Hollandalıları kurtarır adeta... (27 Kasım 1949). Bay Başkan Kuruluş sancılı olur. İlk seçime neredeyse milletvekili sayısı kadar parti girer, kimin ne söylediği anlaşılmaz. Sukarno ordu ile el ele verip partileri kapatır, geçici de olsa sükunet sağlar. Ortalık toz dumandır, çekişmeler, didişmeler, kavgalar... Bu arada hasımları tarafından gerçekleştirilen suikasttan yara almadan kurtulur ve acaip prim yapar. Artık anayasa tartışmalarında da baş rol oynar. Dahası düzenlediği Bandung Konferansı'nda (Mısır Hindistan ve Yugoslavya ile) bağlantısızlara yol gösterir, kurtarıcılığa kalkar. Ezilen halkların hakkını savunmaya soyunur, biraz da yan yana geldiği isimlerin (Tito, Nehru ve Abdunnasır) hatırına şöhreti yakalar. O hızla seyahatlere başlar (Adnan Menderes'li yıllarda İstanbul'a da uğrar), ödüller alır, fahri doktoralar, payeler, nişanlar... Ellili yıllarda dünya iki eksenlidir, SSCB cihan hakimiyetine oynamakta, Kızıl Çin hızla yayılmaktadır. 1955'de % 16.4 oy alan Endonezya komünistleri, 1957 belediye seçimlerinde % 30'a ulaşırlar. Hükümetin koalisyon ortağıdırlar ve hızla kadrolaşırlar. Bir sonraki seçimlerde % 50'ye sıçramaları sürpriz sayılmaz. Düşünün EKP (Endonezya Komünist Partisi) Rusya ve Çin'dekilerden sonra en büyük KP'dir üye sayısı 3 milyonu aşar. Sukarno şüphesiz milliyetçidir ama komünistlerin faaliyetlerini sınırlamaz. Gidişattan Moskova da memnundur, politbüro baronları büyük bir keyifle el oğuştururlar. Hatta Kruşçev, Jakarta'ya kadar gelip "arkandayız" der, orduyu Rus malı silahlarla donatır, subayları kursa çağırırlar. Oyun içinde oyun Şu garabete bakın ki Endonezya Kominist Partisini'nin (EKP) kurucusu Henk Sneevliet adında Rotterdamlı bir Flemenktir. Henk, asrın başlarında Hollanda'da Demiryolu Tramvay İşçileri Sendikası'ndaki faaliyetleri ile öne çıkan bir Marksisttir. O günlerde hükümet Endonezya direnişini bölmenin yollarını arar. Henk'i ikna edip Jakarta'ya yollarlar. Henk bildiği gibi çalışır, yine gider demiryolcuların arasına sızar. Onun gibi donanımlı bir militan istismar edecek mevzu bulmakta zorlanmaz. Dağ bayır dolanır, tarım işçilerini ayartmaya başlar. Üslubu kışkırtıcıdır, habire diş gıcırdatır, yumruk sallar. Yeteri kadar taraftar toplayınca ortaya çıkar. 1914 yılında Hind Adaları Sosyal Demokrat Birliği (ISDV) adında bir teşkilat kurar ki komünist partisinin nüvesi olur bir bakıma. Sloganları o belirler, afişleri bizzat Hollandalı ressamlar hazırlar. Henk, 1917 devriminden sonra asker Sovyetlerini (silahlı militanları) örgütler, artık saklanma ihtiyacı da duymaz. Ne kadar önemli biri olduğunu şuradan anlayın ki 2. Komintern Kongresinde "Sömürgeler Komisyonunda" Lenin ve Roy ile birlikte çalışırlar. EKP örgütlendiğinde Çin'de, Kore'de ve Vietnam'da bile KP yoktur daha. Henk üç yıl da Şanghay'da kalır ve ÇKP'nin kurulup yayılmasında mühim rol oynar. Düşünün Mao'ya bile emir verir zamanında... Saflarda devrim yaptıklarını sansınlar, ipin ucu Hollandalı'nın elindedir aslında... Ava giden... EKP mevzi kazandıkça iştahlanır, devrim için sabırsızlanmaya başlar. Sukarno "seçimleri bekleyin" diye ikaz eder "bakın ortalık henüz duruldu, yeniden karışması kimseye yaramaz!" Lakin kızıllar uyarıları ciddiye almaz, harıl harıl ihtilale hazırlanırlar. Tek patron Kremlin'dir ve "işaret aldıkları gün" ayaklanırlar. Marksistlerin hava kuvvetleri içinde hayli adamları vardır, liderleri Dhani onları Halim Üssü'nde toplar. Borneo Komutanı Spartjo ve Albay Untung kan dökmeye başlar. İlk elde 5 güçlü generali (ve muhafızlarını) vururlar (30 Eylül 1965). Şehirleri tek tek düşürmek, radyo evini ele geçirmek için silahlı militanları sevk etmişlerdir ki karşılarına Muhammed Suharto adlı bir subay çıkar... Kendine bağlı güçlerle darbeyi bastırır, devrimcileri mermi manyağı yapar. Üç ünlü EKP lideri de (Aidit, Lukman ve Nyoto) vatanseverlerin gazabından kurtulamaz. Demirperde liderleri tutulur kalır, ağızlarını bıçak açmaz. Koca Endonezya göz göre göre avuçlarından kayar. Pasifik'te tek kale maç yapmaya hazırlanan kızıllar yedikleri darbe ile şok olurlar. 12 Ekim1965 tarihinde Brejnev, Sukarno'ya özel bir mesaj gönderip destek vaad ederse de ipler askerlerin eline geçmiştir çoktan... Sukarno iktidardan indikten sonra hadiseleri daha net görür ve şüphesiz pişmanlıklar yaşar. Endonezyalılar zigzaglarına rağmen onu saygıyla anar, adının başına "kurucumuz, kurtarıcımız, ulu önderimiz" ibarelerini yakıştırırlar
.
Endonezya'nın asker lideri Muhammed Suharto
17 Şubat 2008 01:00
Komünizmi tehdit olarak gören Suharto, ABD yanlısı bir politikada karar kılar. Hatırlarsanız Türkiye de aynı yolda yürür o zamanlar... Suharto'nun vefat ettiği gün bazı gazeteler "aşırı" ifadeler kullandılar. Beş satırlık habere milyonları katleden diktatör, 40 milyar dolar yolsuzluk yapan hortumcu, halkın çilesine rağmen sefa süren vicdansız, vatan satan komutan gibi yorumlar sıkıştırdılar. Neden böyle ulu orta taşlıyorlar? Valla ben de merak ettim ve çok yazı okudum bu mevzuda... Efendim Suharto öyle prens filan değildir, elinden tutan olmaz. Köy çocuğudur, kendinden başka 10 kardeşi daha vardır ve doğru dürüst okuyamaz. Orta mektebi zor zahmet bitirir o kadar. Gençliğinde yabancılara ait bir bankada çalışır, ancak batılılar "kıyafet hususunda" pek katıdırlar. O gün mesaiye geç kalmamak için var gücüyle pedal basar, ancak bisikletten düşer ve ceketi ceketlikten çıkar. Elbisen varsa varsın, yoksa yoksun! Acilen hesabını keser, kapı önüne bırakırlar. Henüz 19 yaşındadır, o da gider paralı asker olarak Hollanda Kraliyet ordusuna yazılır. Japonlar adaya gelince milliyetçi milislere katılır, Hollandalıların içini dışını bilir ve bu yüzden onun organize ettiği saldırılar işgalcilerin canını yakar. Endonezya'nın ancak 1949 yılında bir ordusu olur, o da saflarda yerini alır. Disiplinlidir, çalışkandır, subaylar arasında hatırı hayli sayılır. 1965 yılında Marksist subaylar kanlı bir ihtilale kalkışırlar, Suharto emrindeki birliklerle müdahele eder, oyunu bozar. İşte o günden sonra adı sıkça anılmaya başlar. Amerikancı mıdır? Şimdi gelelim çokça terennüm edilen sorulara... Efendim Suharto ihtilalci komünistleri kurşuna dizdi mi? İnkar gereksiz, bu bir vakıa. Ancak ortada değişik rakamlar dolanıyor, solcular bir milyon devrimcinin katledildiğinden, derelerde cesetlerin yüzdüğünden bahs açarken, Batılı kaynaklar 100 bin civarında Marksist'in öldürülmüş olabileceğinden dem vuruyorlar. Peki işin içinde CIA filan. Olmasa şaşılır zaten, Nixon gibi biri böylesi stratejik, kalabalık, (üstelik petrol üreten) bir ülkenin kızıllaştırılmasına seyirci kalacak değildir ya. Hele ki Vietnam gibi bir dert varken başlarında... Bir milyon ya da yüz bin, her halukârda insan ve büyük rakam. Lâkin tersi de olabilirdi. Marksistler yönetimi ele geçirseler 200 milyonluk ülkeyi mapusaneye çevirecek, benzer katliamlara imza atacaktılar. Nereden mi biliyoruz? Önümüzde Macaristan, Çekoslovakya gibi "net" misaller var. O yıllarda Ruslar; Kazak'ı, Kırgız'ı, Özbek'i, Tacik'i, Türkmen'i, Azeri'yi esir eder, Maocular Uygurların gırtlağını sıkarlar. Türkistan doğusuyla batısıyla kan ağlar. Suharto sanıldığı gibi darbeci değildir. En güçlü olduğu günlerde bile Sukarno'yu başta tutar, seçimlere kadar sabreder ve sandıktan çıkar. İstese Sukarno'yu alaşağı edip ipe yollayabilir ama bunu yapmaz... Sukarno'nun siyaseti muğlaktır, kime yanaşacağı belli olmaz. Halbuki Suharto'nun çizgisi nettir, Komünizm'i tehdit olarak görür ve ABD yanlısı bir politikada karar kılar. Hatırlarsanız Türkiye de aynı yolda yürür o zamanlar... Şimdi birlik vakti Peki Açelilere baskı filan? Endonezya gibi 366 etnik grubun bulunduğu, 250 lisanın konuşulduğu bir ülkeyi dağılmadan tutabilmek kolay değildir, her ne kadar Açeliler üzerinde kurduğu baskıyı tasvip etmesek de... Evet Sumatra adasında yerleşen Açeliler daha soyludurlar. Zamanında ciddi devletler kurar ve sömürgecilere kafa tutmayı başarırlar. Javalı idarecilerin gelene ağam giden paşam dedikleri yıllarda, bayraklarından "ay yıldızı" çıkarmaz, dik dururlar. Sömürgecilere karşı ölümüne direnirler, İstanbul'daki halifeye yürekten bağlıdırlar. İlerleyen yıllarda bu dost halk "Açe Sumatra Milli Kurtuluş Cephesi" adıyla teşkilatlanır ve 4 Kasım 1976'da Dr. Tungku Hasan di Tiro'nun liderliğinde bağımsız bir hükümet kurar. Ancak Jakarta onları bunaltır, zaman zaman kanlı sahneler yaşanır. Kardeş kavgası kimseye yaramaz, iki taraf da yıpranır. Bugün itibarıyla Açeliler parçalanmanın çare olmadığını anladılar. Doğrusu da şu ki "ayrılık" emperyalistlere yarar. Keşke Endonezya, Malezya ile de (hatta Singapur'la da) birleşebilse, daha güçlü olsalar... Sömürgeciler küçük küçük devletler arzular ki bir lokmada yutsunlar. Söyleyin şimdi Ürdünlü'nün Iraklı'dan ya da Suriyeli'nin Lübnanlı'dan ne farkı var? Halbuki 21 Arap devleti yerine Atlas Okyanusu'ndan Basra Körfezi'ne uzanan ve Akdeniz'i yekpare kuşatan "tek" bir Arap devleti olsa. Filistinliye yan bakacaksın ha! Sıkar! Timor tuzağı Peki Suharto'nun dış politikada zaafları var mıdır? Suharto düz bir askerdir, milletlerarası arenadaki ayak oyunlarını okuyamaz. ABD icazet verince Katoliklerin kesif olduğu Doğu Timor'u ilhak eder ve zokayı yutar. Aynı ABD hem adadaki direnişçileri (Fretilin örgütü) silahlandırır, hem de Suharto'ya "dağıt gitsin" gibilerinden göz kırpar. Direnişi bastırmaya kalkması ikinci bir zokadır aslında... Batılı ajanslar üç vardiya mesai yapar, kare kare ceset dondururlar. Fotoğraflar yayınlanınca bütün dünya ayağa kalkar. AB, BM, Vatikan yaygaraya başlar. Mecburen geri adım atar, Doğu Timor'a "bağımsızlık" sunarlar. Saddam'ı nasıl Kuveyt yemiyle tuzağa düşürdülerse Suharto'yu da Timor'da yaşa oturturlar. Süperlerin, Batı Timor, Güney Kalimantan, Orta Sulevasi, Kuzey Sumatra, İriyan Jaya (Papua) ve Baharat Adaları için ayrı hesapları var, ABD ince bir siyasetle surda gedik açar. Düşünün Doğu Timor 19 Mayıs günü bağımsız olur, 20 Mayıs günü Amerikan sermayeli "Philips Petroleum" ile anlaşma imzalar. Pancasila Suharto hakkındaki tenkitlerden biri de şu: Ama gücü ordunun eline vermedi mi? Bir kere şunu bilmek lazım Suharto sistem kuracak kadar donanımlı, karizmatik biri değildir. Sistemi kuran kurar, o eline tutuşturulan senaryoya uyar. Evet devlet dairelerine ve kamu işletmelerine çok miktarda subay yerleştirir. Her dönem 100 apoletli Parlamento'ya sokar, tekaüd paşaları danışman manışman yapar. Ancak "öldürme sanatı" üzerine eğitim alan bu insanlar kurumları da boğar, aralarında paslaşıp dururlar. Bilmedikleri işleri yönetmeye kalkmaları bir yana, yolsuzluk, rüşvet kök salar. Zamanla güçlenir, dişlenir devlet içinde devlet olurlar. Bunlar özelleştirmeye şiddetle karşıdırlar, bir yerin satışı gündeme geldiğinde hamasi nutuklar atar, masaları yumruklarlar. Onları tekrar kışlaya yollamak kolay mıdır? Valla zor, iktidarın bile boyunu aşar. Suharto, 1997'yi "demokrasi ve şeffaflık yılı" ilan etse de ülkenin resmi ideoloji "Pancasila" Demokles'in kılıcı gibi sallanır kafalarında! Pancasila (beş temel ilke) sureta hak ve hürriyetler bahşeder. Gelgelelim derin Endonezyalılar onu kafalarına göre yorumlar ve uygularlar. Seçkin bir sınıf (Abangan denen Javalılar) kayrılır, ötekiler "külliyen sakıncalı" bulunurlar. Askeri okullara sadece kendi çocuklarını alır ve bir sınıf iktidarı kurarlar. Seçim sistemine de parmak atar, makamlarını emniyete alırlar. Suharto çarkın dişlilerinden biridir, zaman zaman uzaklaşsa da 7 defa döndürür yine oturturlar koltuğa. Silah arkadaşlarına nazaran ılımlıdır, Endonezya'nın üniter yapısını korumak için mâkul çareler arar. Mesela "Bahasa Indonesia" adlı ortak bir lisan geliştirir, halklar arası evliliklere ve iç göçlere sıcak bakar. Bazıları daha eşit Suharto koltuğa kazık çaktı mı? Ne yazık ki bizde böyle bir hastalık var. Koltuğa oturan kalkmıyor, başkasına güvenemiyor. Belki de memleketin kendilerine "ihtiyacı olduğuna" inanıyorlar. Şu anda Endonezya'nın başında Bayan Megawati bulunuyor. Hanımefendiler şahsen ve bizzat Ahmed Sukarno'nun kızı oluyorlar. İhtimal yönetimi bir süre sonra Suhartolar ele alırlar. Sonra yine Sukarnolar... Hep öyle olmuyor mu? Hindistan'da Gandiler gidip gidip geliyor, Pakistan'da üç nesil Buttolar... Kaddafi 40 yıldır Cezayir'in başında, Hüsnü Mübarek kök saldı Mısır'da. İhtimal onlar da yerlerini Hafız Esad ve Haydar Aliyev gibi oğullarına bırakacaklar. Biz farklı mıyız sanki? Erdal Bey "İnönü" soyadını taşımasa parti başkanı olabilir miydi acaba? DSP, Zeki Beye mi kalırdı, Ecevit'in oğlu kızı olsa... Medya'ya bakarsanız Ahmet Sukarno bembeyaz, Muhammed Suharto kapkara... Hüküm vermek bu kadar kolay mı? Hiç mi gri yok aramızda? Şimdi ne yalan söyleyeyim Suharto'nun "hatalarım oldu" demesi hoşuma gitmişti, hasta yatağında "dua istemesi" hakeza.. Allah taksiratını affetsin. Bunu demekle dilim aşınacak değil ya. Asya kaplanı Kim ne derse desin Endonezya onun (ve Habibi'nin) devrinde Asya kaplanı kesilir. Ekonomi 1970'li yıllardan itibaren her yıl % 6 büyür. Teknolojide hayli mesafe alır, uçak bile yaparlar. Milli gelirleri 80 dolardan 3 bin dolara sıçrar. Jakarta Newyorklaşmaya başlar... Newyork demişken bir parantez açalım, ABD, Suharto'dan ısrarla Müslümanlar üzerinde baskı kurmasını, cemaatleri dağıtmasını ister, ancak o ağırdan alır, halkın inancıyla oynamaz. Bu dönemde Müslümanlar güçlenir, gencecik insanlar hacı olabilmek için Harameyn'e koşarlar. Bosna, Afganistan, Çeçenistan, Filistin meselesine bigane kalamaz, kendilerince merhem olmaya çalışırlar. İşte ip burada kopar. Washington onları iktisadi bir krizin içine yuvarlar. Tek çıkış yolları IMF'dir. Para fonu 43 milyar dolar borç verir ama "ihtiyaç maddelerinden sübvansiyon kaldırılacak" şartı koyar. Reçete yutulamayacak kadar acıdır, Rupi'nin değeri bir gecede % 80 oranında düşer, zamlar peşpeşe yağar. Akaryakıta yapılan % 71'lik artış bardağı taşırır, kasırga Suharto'yu da önüne katar... Efendim bugün iktidardasın, yarın vatandaş... Yok ööle bi şey. Yönetime gelenler de aynı tüfeğin demirindendir, bahsi geçen sınıfın saltanatı sallanmaz. Koltuğunu devrettiği Habibi'yi talebelik yıllarında himaye etmiştir. Habibi iyi yetişmiş bir mühendistir, Endonezya'yı yüksek teknoloji yarışına sokar. Malı götürdü mü? Efendim Suharto'nun oğulları, kızları... Milyar dolarlar... Evet kızları Tutut, Sigit, Titiek ve Mamie; oğulları Bambamg ile Tomo iyi zengindirler, otomotiv, finans, sigorta, medya, reklam, petrokimya, turizm, telekomünikasyon gibi para kazanan sektörlere atılır, marka olmuş firmalarla çalışırlar. Peki sıradan vatandaşlara nazaran iltimaslı mıdırlar? Herhalde yani, aksini düşünmek bile muhal. Bir başkan çocuğu bürokrasiye takılmaz en azından. Ancak her müteşebbisin hırsız gibi gösterilmesi de hoş değil. Hani paraları çuvallayıp dışarı çıkarsalar tamam. Ama bakıyorsunuz risk alıyor, yatırım yapıyor, adam çalıştırıyorlar. Endonezya'nın asıl derdi Çinli iş adamlarıdır. Bunlar bir avuçtur, ancak pastadan aslan payını (üçte iki) alırlar. Jakarta Borsası'na kayıtlı şirketlerin % 80'i Çinlilere aittir, kayıt dışı çalışanlar da caba. Kriz günlerinde paraları yüklenip, sıvışırlar. Hasılı Endonezya kendi müteşebbisini çıkarmak zorundadır, velev ki bunlar birilerinin oğulları kızları da olsa... Peki yolsuzluklar? Muhalefet de sürekli bu konuyu işler ancak iktidara geldiklerinde Suharto'yu içeri tıkamazlar. Aksine Suharto, benzer iddialarda bulunan Time dergisinden 110 milyon dolar tazminat kazanır, fakir fukaraya dağıtacağını açıklar. Elbette yakınlarından açık verenler olur ve mahkemeler gereğini yapar. Benzerleri bizde de yaşanmadı mı? Eee daha ne o zaman?
.
Usta diplomat, sıradan katil Eleftherios Venizelos
24 Şubat 2008 01:00
1. Dünya Savaşı'nda Türkiye'nin bir numaralı düşmanı olan Yunan devlet ve siyaset adamı, barış zamanında 3 yıl arayla iki defa Türkiye'ye gelir... Batılılar zaman zaman birbirlerini yeseler de buluştukları bir müşterek vardır: "Osmanlı'nın başına gaile açmak!" Bu yüzden hem Balkanlarda hem Orta Doğu'da ayrılıkçılara oynar, mesela tutar Danimarka Kralının oğlu George'u Helen kralı yaparlar. George, Yunan'dan çok Yunancı kesilir, ortaya "Megali idea" diye bir hedef atar. Megali idea aşağı yukarı bizdeki "Turan" fikrine tekabül eder ki yeryüzündeki bütün Rumları aynı bayrak altında toplamayı amaçlar. Başkent mi? Elbette Konstantinopolis (İstanbul) olacaktır. Bizans'ı sil baştan kuracaktır aklı sıra... George'un karısı Petesburg sosyetesine mensup bir kadındır. Biri Viking prensi, öbürü Rus düşesi... Sanırım Yunan tahtını kendilerine yakıştıramaz, oğullarına "Konstantinos" gibi tumturaklı bir Rum adı koyarlar. Burada bir durun, biz gidelim Hanya'ya (Girit adasına)... Megali idea Giritlileri çok sarar, kendi başlarına bir hükümet kurar, el çabukluğu ile enosise (Yunanistan'a ilhak) soyunurlar. Osmanlı ayaktadır henüz, isyancıları dağıtmakta zorlanmaz. Yörenin zengin ve güçlü ailelerinden Venizeloslar aşırı tavırlarıyla tanınırlar. İsyankardırlar, çeşitli bahanelerle fesat çıkarırlar. Eve bir erkek çocuk daha gelince Eleft (özgürlük) ve Herios (kahraman) ismini uygun bulurlar. Vukuatları artıp dosyaları kabarınca Syra adasına kaçarlar. Osmanlılar onları Syra adasında bulup cezalandırabilir mi? Valla orası hiiiiç belli olmaz. İşte evin küçük oğlu Eleftherios sabah akşam Türk korkusunun dillendirildiği bir evde büyür, hilali gökte görse kanı donar. 1897 ayıbı Şimdi ne yalan söyleyelim Atina'da hukuk okuyup Hanya'ya dönen Eleftherios yakışıklı bir gençtir. Hitabeti fevkaladedir, ikna kabiliyeti yüksektir. Felaket hırslıdır sonra... Belki de bu yönüyle İngilizlerin gözüne batar, elinden tutarlar. Onca kurt politikacı dururken (henüz 25 yaşındadır) mahalli meclise sokar, önünü açarlar. Bizimki kestirmeden kahraman olmaya kalkar. Şüphesiz "isyancıların önderi" gibi bir unvan, meclis azalığından daha fazla kulak okşar. Eleft "ilhak" sözünü sıkça kullanınca, Atina gaza gelir, Albay Vassos komutasındaki birlikleri Girit'e yollar. Osmanlılar bunları dağıtır, duruma hakim olurlar. Bu defa Batılı devletler Girit'e doluşur, Ada'nın muhtariyeti hususunu dayatırlar. Babıali uyumludur ancak, Atina asker çekmeye yanaşmaz. Giritlilerin içinden "evet bu makul bir yol" diyenler ekseriyete ise de enosisçiler baskın çıkar. Bu bir savaş sebebidir, Osmanlı askeri Makedonya'ya girer, Prens Konstantinos'u yenerek çok net bir zafere imza atar. Harp tazminatı da eklenince halkı yeis sarar. O mağlubiyeti yıllarca "1897 ayıbı" olarak hatırlarlar. Dönelim Girit'e Rumlar Osmanlı'ya bağlı bir hükümet (şimdi Özerk diyorlar) kurar, Eleftherios'u Adalet Nazırı yaparlar. Onun bakan olduğu yerde adalet ne arasın? Ada'nın tadı tuzu kalmaz. Türkler, ırzlarını namuslarını korumak için mülklerini terk eder, asırlardır ezan sesiyle yıkanan sokakları Rumlara bırakırlar. Gitmek zor, kalmak daha zor. İki ara bir dere, karar hepsinden zor... Tam da o yıllarda, milliyetçilik cereyanı yükselir, Sırp Bulgar'ı, Yunan Romen'i gırtlaklamaya başlar. Jöntürk'ler hadiselere gayri milli gözlüklerle bakar, acelecidirler, tedbirsizdirler, maceradan hoşlanırlar. Barış gücü adadan henüz çekilmiştir ki, Girit Meclisi, Yunanistan'a bağlandığını açıklar. Venizelos, Kral George adına yönetime el koyar. Ancak ortada koca anlaşma dururken Yunan Hükümeti tamam diyebilir mi? Ne haddine, hem hangi hukukla? Irkçılar hükümeti yıkar, Venizelos'u Atinaya çağırırlar. "Gel başımıza geç" teklifinde bulunurlar. Venizelos kralı da bağlar, büyük konuşur, iri iri hedefler koyar. Londra taşeronu Diyeceksiniz nasıl böyle emin olabiliyor, neyine güveniyor? Bir kere işi kuralına göre oynar, gider İngiliz Başbakanı Lloyd George'un elini eteğini öper, bağlılıklarını sunar. O ne derse yapar, solun yükselişine rağmen liberal ekonomiye, burjuvalara oynar. İngilizler memnundur, onun gibisini arasa bulamazlar. Kaldı ki Abdülhamid Han gibi kurt siyasetçinin hal edilmesi büyük fırsattır. Venizelos ellerini sabırsızlıkla oğuşturur, İttihatçıları ciddiye almaz. Lloyd ona bir "Anti Osmanlı ittifakı" kurdurur (1910), Sırp, Bulgar, Karadağlı ile birlik olur, Çatalca'ya kadar yaklaşırlar. Manastır, Yanya düşer. Selanik ona keza. (Halbuki Selanik'te 18 bin kişilik bir birliğimiz vardır ama tek kurşun atmadan şehri bırakırlar). Yunanistan'ın toprakları bir anda iki katına çıkar, adamlar zafer sarhoşu olurlar. Türkleri Orta Asya'ya sürüp atacaklarını sanırlar. Bu arada delinin biri Kral George'u öldürür, tahta Konstantinos'u oturturlar. Cihan harbi patladığında Venizelos yurt dışındadır, evine dönebilmek için Münih'te aktarma yapar. Alman ordusunun donanımını görünce dudakları uçuklar. Lakin tarafı bellidir, onu oraya oturtan güce karşı çıkacak değildir ya. Nitekim düşman donanmasının Çanakkale'de takıldığı günlerde, İngilizlere Yunan topraklarını kullandırmaya kalkar. Kral, bu maceracı tavra çok kızar, onu istifaya zorlar (1915). Halbuki Kral Prusya Askeri Akademisi'nden mezundur ve bizzat Kayzer Wilhelm'in damadı olur. Buna rağmen Almanlara yanaşmaz, ülkesini riske atmaz. Lâkin ittihatçılar aynı basireti gösteremez bizi, bizi ilgilendirmeyen bir kavganın içine sokarlar. Harp bitmeli olduğunda İngilizler Kral Konstantinos'un ayağını kaydırır, Venizelos'a göz kırparlar. Venizelistler devlet dairelerini ele geçirir, "Almancı" diye yaftaladıklarını içeri tıkarlar. Yeni kral Aleksandros silik biridir, esamisi okunmaz. Cihan Harbi'nin neticesi aşağı yukarı belli olmuştur ki Yunanistan galiplere yanaşır (1918), Venizelos, dövüşmeden zaferi paylaşmaya kalkar. Tabiri caizse "çakallık" yapar. Paris Konferansında ülkesinin menfaatleri için olağanüstü çalışır, ancak malı götüren götürür, Rumlar avucunu yalar. Ölü gömücüler Sevr günlerinde Lloyd George onu kenara çekip sorar: "Ne kadar askerin var?" - Siz vazifemi söyleyin Ekselans, asker kolay. - Başkan Wilson ve Clemencaeau ile karar verdik, İzmir'e giriyorsunuz. Bu Venizelos'un çocukluğundan beri gördüğü rüyadır. Kokini Milia! (Kızıl elma) Artık zamanı gelmiştir, Büyük Bizans!... Ayasofya'ya çan!... Türkler bozkıra! Apar topar hazırlanır, İzmir'e çıkarlar. Anadolu savaş yorgunudur, ilk günlerde dişe dokunur bir mukavemetle karşılaşmaz, Manisa ve Aydın'a doğru yayılırlar. Silahları güçlüdür, keyf için mazlum dipçikler, köyleri kasabaları yakarlar. Asırlarca yan yana yaşadığımız Rumlar maalesef ihanet eder, "Zito Venizelo" diye çığlıklanırlar. Tehditkar ifadeler, sövmeler saymalar, parmak sallamalar. Önünde fakir fukara bir halk, arkanda dünyaya hükmeden patronlar. Yerli Rumlar ayaklarına halı serer, yollarına çiçek atarlar. Ooo çalsın sazlar... Mağlubiyet gibi bir kelimeyi akıllarına bile getirmezler, hoş kaybetmeleri için bir sebep de bulunmaz. Halbuki Albay Metaktas ısrarla ikaz eder. "Bu savaşın galibi de, mağlubu kadar yıpranır, kazananı olmaz!" Oyun içinde oyun İngilizlerin hesabı başkadır aslında. Türklerin başına Yunanı sardıracak, o hengamede Kerkük Musul petrollerini kapatacaktırlar. Londra, Rumların hızlı ilerleyeceğini ama asla tutunamayacağını hesaplar. Amaaan boşver, petrol Britanya'ya aksın da varsın birbirlerini gırtlaklasınlar. Kral Aleksandros, tam Venizelos'un dişine göredir, onu avucuna alır, istediği şekle sokar. Neticede kolay bir zafer kazanacak ve tarih kitaplarında yer alacaktırlar. Kralın da keyfi gıcırdır, gelgelelim köpeği ile gezinti yaparken bir maymun tarafından (Yunanistan'da maymun ne arıyorsa) ısırılır ve kudurarak uzar. Ben "mazlumun ahı" diyorum, başka şey gelmiyor aklıma. Kraliyet boşalınca Venizelos panikler. Eğer Kostantin dönecek olursa... İngilizler tehlikeyi bertaraf etmek için Venizelos'a "seçime gir" buyururlar. Alelacele seçim yapılır, lakin istediği netice çıkmaz. Ona sadece Hanya, Yanya destek verir, biraz da Trakyalılar! Venizelos başına gelecekleri bilir, hasımlarının gazabına uğramadan istifasını sunar, apar topar Fransa'ya kaçar. Kralcılar devlet dairelerine Konstatinos'un resimlerini asar, Venizelistlerin canına okurlar. Onlar birbirini yiyedursun Anadolu halkı toparlanır, bir taraftan Kuvay-i Milliye, bir taraftan efeler, çeteler... Baltasını nacağını kapan meydana koşar... Yunan dağılır. Efendim denize döktük filan... Orası edebiyat, adamlar sakin sakin gemilerine biner, demir alırlar. Subaylar mağlubiyeti sindiremez, hınçlarını Kral Konstantin'den çıkarırlar. Venizelos yurda çağırılır, bu defa Konstantinos kirişi kırar. İhtilalciler karşı cenahı "vatana ihanetle" suçlar, tuttuklarını ipe yollarlar. Venizelos yoğurdu üfler, "Haydi Anadolu'ya! Türklere diz çöktürelim" naralarına kulak asmaz. Evdeki hesap Sonrasını biliyorsunuz, Lozan... Cumhuriyet, Yunanistan'a dirlik düzen getirmez, Venizelistlerle Monarşistler ayrı partilerde örgütlenir, kanlı bıçaklı olurlar. Koalisyonlar yürümez, seçim sayısınca darbe yapılır, ihtilal komiteleri, tutuklamalar, sıkça değişen Anayasalar... Asker huzursuzdur, ihtilal için bazen paranın değerini bahane eder, bazen kadınların etek boyuna takar. Sansür sert uygulanır, ateş olan yerden duman çıkmaz. Venizelos işini bilir, ortalık karışınca gider İngiltere'ye yerleşir. Karun gibi zengin bir kadınla evlenir, hayatını yaşar. Ne zaman ki sükunet sağlanır, tekrar döner Atina'ya. Liberal Partiyi bir defa daha iktidara taşırsa da bu defa iktisadi krizin içine yuvarlanırlar. Paris, Londra ve Washington ona eskisi gibi rağbet etmez, kredi açmaz. Çaldığı kapılar yüzüne kapanır. Anlaşılan son kullanma tarihi geçmiştir, buruşturup çöpe atarlar. Yunan halkı Cumhuriyetten çabuk bıkar, 1935 referandumunda halkın % 97'si krallığı arzular. Düşünebiliyor musunuz Cumhuriyetçiler (ve çekimserler) sadece % 3'te kalırlar. Venizelos kurnazdır, postu deldirmeden Fransa'ya kaçar. Endişeleri de yersiz değildir hani, gıyabında "ölüm" kararı çıkar. İktidara 6 defa gelen ihtiyar, yedincinin hesaplarını yapmaktadır ki gözlerini yumar (1936- Paris) hasımları rahat bi nefes alırlar. Nobel verilsin! Venizelos hem 1930 hem de 1933 yılında Türkiye'ye gelir ve Mustafa Kemal ile görüşür. İki lider dostluğu daha da ileri taşımayı planlarlar... Venizelos, Mustafa Kemal'i "1934 Nobel Barış Ödülüne" aday gösterir. Ona göre asırlardır süren salib hilal mücadelesinin tek müsebbibi Türk Sultanlarıdır (haçlıları unutmuş olmalı). Bu teokratik imparatorluğu yıkan ve yerine laik bir ulus devleti kuran M. Kemal yaptığı devrimlerle kısa sürede inanılmaz bir değişim sağlamıştır. TC. yabancı unsurlarla meskun vilâyetlerini terk etmek hususunda tereddüt göstermemiş ve antlaşmalarla belirtilen sınırlarla iktifa etmiştir. Öyleyse Türkiye Cumhurbaşkanı Nobel'le ödüllendirilmelidir. Bizim halkımız saftır, böylesi şovlardan ziyadesi ile etkilenir. Halbuki Venizelos'un yaktığı şehirlerin dumanı tütmektedir daha... Hani pişman oldum dese, yara sarmaya çalışsa... Ainesi iştir kişinin... Batı Trakyalı Türklere neler çektirdikleri ortada... Nobel'miş. Adi dinamitçinin kanlı ödülü. Hoş onu da vermezler ya... Peki bu Nobel fikri İngiliz patentli olabilir mi? Acaba yem içinde zoka? Hiç şüpheniz olmasın, Venizelos Londra'dan izinsiz adım atamaz zira.
.
İstanbul âşığı bir İtalyan ZONARO PAŞA
3 Mart 2008 01:00
Hazırlayan: İrfan ÖZFATURA irfan.ozfatura@tg.com.tr Fausto Zonaro, Masi beldesinde doğan bir İtalyan'dır (1854). Fakir bir ailenin çocuğudur, doğru dürüst okuyamaz. Genç yaşta ekmek derdine düşer, gurbet ellerde amelelik yapar. Kâh temel kazar, kâh taş taşır, çamur karar. Ustalar bakarlar, çocuğun eli yatkın, ona duvar ördürmeye başlarlar. Fausto eline mala tutuşturanları mahçup etmez, tez günde işi kapar. Evet Venedik ve Roma'da güzel binalar çıkarırlar ama her geçen gün vakit kaybettiğini hisseder, harçtan tuğladan sıkılmaya başlar. YAPILMAYANI YAPMALI... O günün İtalyası ressam kaynamaktadır, sanatkarlar atölyelere sığmaz, sokaklara taşar. Fausto amatörce gayretlerle fırçalar, boyalar edinir, kendi kendine desen çalışmaları yapar. Şimdi bunları birkaç ustaya göstermeli, fikirlerini sormalıdır. Doğrusu aşağılanmaya, kırılmaya hatta azarlanmaya hazırdır. Lâkin onu ciddiye alırlar. Mutlaka eğitim görmesini tavsiye eder, Verona'da Accademia Cignoralli'ye yollarlar. Ardından Roma Güzel Sanatlar Akademisine devam eder ve diplomayı alıp duvara asar. Fausto'nun ilk sergisi beklenilenin de fevkinde alaka görür, büyük sükse yapar. Piyasanın kurtları ona bir sır verir, "ünlü olmak istiyorsan Paris'te çalış" tavsiyesinde bulunurlar. Fausto, Boulevard da Cilehy'de bir atölye açar. Şan, şöhret, para, itibar, hani bir ressama ne lâzımsa hepsini yakalar. Sıra gelir, mesleki tatmine, artık âlemde iz bırakmanın hesaplarını yapar. Öyle ya, bu saatten sonra "Paris'te güz", "Roma'da bahar" "Venedik'te gondollar" gibi konularla uğraşamaz. Farklı renkler ve tipler aramalıdır. Binbir gece masallarını aratmayacak bir şehir bulmalıdır mesela. İyi de bu efsane kent hangisidir? Kahire, Buhara, Bağdat da olabilir ama aklına öncelikle İstanbul gelir. Edmando de Amicis'in kitabında okuduğu gizemli iklimde ne renkler bulacaktır kimbilir? SİLÜETİNE YANDIĞIM... Zonaro çarığını çorabını toplar, ilk gemiyle İstanbul'a koşar, tekne Sarayburnu önlerine vardığında ne iyi bir karar verdiğini anlar. Buğulu göğü delen minareleri görünce içi içine sığmaz. Sahile ayak bastığında inzibatlarla kısa bir münakaşası olur, çocuklarımız boyaları fırçaları didikler, bunların neye yaradığını anlamaya çalışırlar. Tam sesini yükseltmeye başlamıştır ki Gümrük Müdürü Mahmud Bey koluna girer, onu odasına götürüp okkalı bir kahve ısmarlar. Aralarında sıcak bir dostluk başlar. Mahmud Bey ünlü ressamı Salacak'taki evinde ağırlar, altına döşekler serer, önüne sofralar açar. Hasılı Fausto Zonaro, Giovanni Brindesi gibi "oryantalist bir tutkuyla" Dersaadet'e gelir eşi Elisa ile Taksim'de ahşap bir evi mekan tutarlar. Bu şehre bayılırlar, zira nereye baksalar fotoğraf, ne yana dönseler manzara. Kubbeler, minareler, çeşmeler, kayıkçılar, sütçüler, şerbetçiler, ciğerciler, şekerciler, sakalar... Bundan âlâsını arasalar bulamazlar. O günlerde yüksek kaldırımda kitabevi işleten Bay Zellich onun tablolarını vitrine yerleştirir ve tanesi bir liradan (elbette sarı lira) satar. Zonaro, bir Osman Hamdi Bey hayranıdır. Bu sevimli Türk onu sandalına atar, birlikte Boğaz'a olta salarlar. Bir saat geçmeden teknelerini üçer kiloluk kofanalarla doldurur, balıkları küfeyle taşır, mahalleliye dağıtırlar. Bu bolluk bu bereket İtalyan ressamı çok sarar. UNVANLAR, MADALYALAR... Zonaro, bir Cuma Galata Köprüsü'n-de resmi geçit yapan Ertuğrul Süvari Alayına rast gelir. Bunun her hafta tekrarlanan bir merasim olduğunu öğrenince pek sevinir. Ufak ufak kâğıtlara detaylar toplar, acele ile evine koşar, bir bir yerleştirmeye başlar. 2. Abdülhamid Han'ın bundan haberi olur, onu saraya çağırır. Zonaro tablosunu da yanına alır ve padişaha sunar. Sultan, usta bir hakkak ve iyi bir hattattır. Zonaro'nun renk seçimindeki, fırça vurmadadaki ustalığını anlar. Ona hem Mecidi nişanı takar hem de "Ressam-ı hazret-i şehriyâri" (saray ressamlığı) gibi cazip bir teklif yapar. Ulu Hakan, ona iyice bir maaş bağlar ve Beşiktaş Akaretler'den iki katlı bir evi emrine açar. Zonaro bu evde hem yatar kalkar, hem de atölyesini kurar. Burası adeta sanat merkezi olur, kapısını Recaizade Ekrem, Şevket Cenani, Winston Churchill, Adoplhe Thalasso, Camille Flammarion, Alexander Nelidov, Ohannes B. Dadian, Max Olaf Heckmann ve Marshall Von Bieberstein, Şehzade Abdülmecid ve Şehzade Burhaneddin Efendi gibi ünlüler çalar... Abdülhamid Han, Fausto Zonaro'yu zaman zaman Yıldız'a çağırır, İstanbul'un fethi, Yeniçerilerin şehre girişi, Preveze Deniz Zaferi, Dömeke Muharebesi gibi konuların tablolaşmasını arzular. Sultan derin tarih bilgisi ile sahneyi canlandırır, oturup taslak üzerinde mütalaada bulunurlar. Zonaro bunları beklenenden de canlı çizer kendinden de çok şey katar. Abdülhamid Han resimleri görünce çok hislenir onu "paşa" payesiyle mükafatlandırır. Omzuna rütbeler göğsüne nişanlar takar. Zonaro da şapkasını çıkarıp atar, bundan böyle Osmanlı gibi fes giyer, bıyık burar. "Ressam-ı Şehriyâri" insan tiplerine bayılır. Gelgelelim Türk hanımları ile görüşemediği için kadın resimleri biraz Avrupayi olur, sanki İtalyan'ı andırırlar. Zonaro canı gibi sevdiği sultanın resmini yapmayı çok arzular ama Abdülhamid Han buna kibarca karşı çıkar. Gerçi o bu tabloyu eninde sonunda yapacaktır. Sultanın simasını kafasına yerleştirmiştir zira... Yıldız Sarayını resimlediği günlerde Şehzade Abdülmecid ve Burhaneddin Efendi ile tatlı bir muhabbet kurar, neşeyle çalışırlar. Zonaro bir öncü olur, Şeker Ahmed Paşa ve Tevfik Paşa'yı fevkalade etkiler. Celal Esad Arseven, Saffet Atabinen, Sanayi-i Nefise mezunlarından Alektoridis Efendi ve Basmacidis, ilk kadın ressamlarımızdan Mihri Müşvik ve Celile Hanım (Nazım Hikmet'in annesi) ondan çok şey kapar. AL SANA TANITIM... Bu arada eşi Elisa da fotoğraf çeker, unutulmaz İstanbul manzaralarını dondurup ele geçmez bir arşiv yapar. Zonaro, Türkçe öğrendikçe Osmanlının hayatına girer, kâh Boğaz ve Kâğıthane eğlencelerini çizer, kâh tezgâhını pazarlara, kıraathanelere kurar. Ona göre Mevlevi dervişleri, tulumbacılar, bayram yerleri, balıkçılar, arzuhalciler, nargile tiryakileri kaçırılacak enstantaneler değildir. Zaten hiçbirini kaçırmaz. Bir bakarsınız Göksu'dan girer, Kapalıçarşı'dan çıkar. Yelkenliler, selviler, mezar taşları, surre alayları, şadırvanlar, balıkçılar... Yıldız Porselen'e de desenleri ile güç katar. Bu çalışmalar sadece İstanbul'da değil Avrupa'da da yankı bulur... Özellikle Fransızlar, "Sultanın büyük ressamını" dikkatla takip eder Le Figaro'ya kapak yaparlar. Abdülhamid Han nicedir böyle bir faaliyeti düşünmüş, hatta ciddi paralar sarfetmeyi göze almıştır. Zonaro tek kuruş harcatmadan mükemmel bir tanıtım yapar. O yıllarda Avrupa'nın iki devi İngiltere ve Almanya hızla sanayileşir ve büyük bir rekabet içine girerler. Onları bir at boyu geriden Fransızlar ve İtalyanlar izler. Abdülhamid Han, İmparatorluğun önünde zor virajlar olduğunun farkındadır. Bunun için ne yapıp yapmalı savaştan kaçmalıdırlar. Ancak gözünü hırs bürümüş birkaç Kayzer hayranı 2. Abdülhamid gibi bir sultanı tahttan indirir ve 23 Nisan çocuklarının neşesi ile koltuklara otururlar. Bunlar hayalci ve maceracıdırlar, sırf Almanları korumak ve kollamak uğruna ülkeyi harbe sokar, başımıza gaileler açarlar. GERİCİ BUNLAR! Abdülhamid Han'a; "kızıl sultan" diye haykıran avanaklar mangası Zonaro gibi bir ustayı da taciz eder, maaşını keser, varidatına el koyarlar. Yetmez evden atarlar (1909). Zonaro artık şehrin yerlisidir, bir çatı altı bulmakta zorlanmaz. Usta Ressam "baba nereye gidiyoruz" diye soran çocuklarını şefkatle kucaklar, iki fayton yükü eşya ile köhne bir ahşabın kapısını aralar. Elindeki 300 tabloyu haraç mezat satar (ki bunlar maalesef kayboldular) ısrarla ve inatla bu rüya şehirde yaşamaya bakar. Menfi şartlara göğüs germeye razıdır ama baskılar gitgide artar, hangi taşı kaldırsa karşısına bir İttihatçı çıkar. Tek çare kalır; ayrılmak... Gemi limandan açılırken (1911) karı koca başlarını birbirlerinin omuzlarına dayar ve sesli sesli hıçkırırlar. Eteklerine tutunan 4 şaşkın çocuk, dört sarı kafa... Zonaro gibi bir sanatkâra yer mi yoktur? Ona bütün dünya kapılarını açar. Sanat galerileri, atölyeler, akademiler haber üstüne haber yollar, davetiye çıkarırlar. Lakin ihtiyar usta memleketine (San Remo'ya) yerleşir, dostlarına her vesileyle Asitaneyi anlatır, biricik sultanını hasretle anar. Zonaro en az bir 300 tablo daha yapmayı ve İstanbul serisini tamamlamayı çok arzular. Bu yüzden hep Dersaadet'e döneceği günlerin hayali ile yaşar. Aradan yıllar geçer, devlet erkanından ne arayan çıkar, ne de soran... Vahdeddin Han'ın cenazesine katılan üçbeş vefalıdan biri de Zonaro'dur. O gün öylesine içli ağlar ki görenler "aileden" sanırlar. Halbuki yaşlıdır artık, hastadır, çoktandır dışarı çıkmaz. Çocuklarının kollarında yürüyebilir ancak.
SON ŞEYH-ÜL İSLAM Mustafa Sabri Efendi
9 Mart 2008 01:00
Onu görenler şaşırır "sahi bu o mu?" diye sorarlar. İttihatçılara kök söktüren efsane Şeyh-ül İslam; ufak tefek, zayıf, nahif, latif, zarif biridir zira...El Ezherliler Mustafa Sabri Efendinin derin ilmine vurulur parlak zekâsı ve berrak hafızası karşısında tutulur kalırlarOnu görenler şaşırır "sahi bu o mu?" diye sorarlar. İttihatçılara kök söktüren efsane Şeyh-ül İslam; ufak tefek, zayıf, nahif, latif, zarif biridir zira...El Ezherliler Mustafa Sabri Efendinin derin ilmine vurulur parlak zekâsı ve berrak hafızası karşısında tutulur kalırlar Tokatlı Mustafa Sabri küçük yaşta hafız olur. Kayseri'de Divrikli Hacı Emin Efendi'den okur, sonra İstanbul'a gelir, ilm peşinde koşar. Medreseli bir ağabeyi vardır, bir gün onu usul-i fıkhdan, akaidden, mantıktan imtihan yapar. Bakar hepsine cevap veriyor, "Sen neden ruus imtihanına girip müderris olmuyorsun" diye sorar. Girer ve kazanır da halbuki 22 yaşındadır daha. Bir ara babası Ahmed Efendi gelir, onun müderris olduğunu öğrenince çok şaşar. Çocuğu işte, ihtimal gözünde tıfıldır hâlâ. Beşiktaş Asariye Camii'nde imâmlık yaptığı günlerde Yıldız Kütüphanesi'ne çağırırlar. Teklifi seve seve kabul eder, artık en nadide eserler elinin altındadır... Yıllarca huzur derslerine katılır, şairlerle fazıllarla bulunur, yanık sesli müezzinler, nur yüzlü hafızlar... Bir yandan Reisü'l-kurra Niyazi Efendi ile kıraat talim eder, öbür yandan Fâtih Câmii'nde belâgat dersleri yapar. Sadeddin Taftazâni'nin Mutavvel'ini öyle bir anlatır ki dinleyenler ilmin tadını alır, dersleri iple çekmeye başlarlar. SAHNEYİ SİYASET M. Sabri Efendi "Namuslular da namussuzlar kadar cesur olmadıkça..." düsturu ile siyasete atılır, meşrutiyetin ilanından çok şey umar. Sanır ki ilmi şuralar kurulacak, meseleler tartışılacak. O aralar Beyân-ül Hâk dergisinde pervasız yazılar yazar. Tokat'tan Meclis-i Mebusan'a girer (1908) dahası Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır. Abdülhakim Arvasi hazretlerini de davet eder, lâkin mübarek "bizim siyasetle işimiz olmaz" der, onun da bulaşmamasını ima buyururlar. Nitekim siyasetten umduğunu bulamaz. "Hürriyet" kelimesi azgınlık halini alır, parsayı toplayan toplar. Cahilce bir kör dövüşü, yok senin partin, benim fırkam... Hırs, niza, kavga... Ahir ömründe "bizler saftık, herkesi kendimiz gibi sanırdık" serzenişinde bulunur, pişmanlığını saklamaz. O yıllarda ittihatçılar çift tarafı kesen ustura gibidir, düşünün beş on kişi gider Babıali'yi basar. Genelkurmay başkanını öldürüp, hükümeti dağıtırlar. Enver Bey kendini terfi ettirir, omzuna rütbe üstüne rütbe asar. Eh koca komutana bunu yapanlar sıradan vatandaşa neler yapmaz? HEDEF OLUNCA Hoca Efendi yok yere hedef olur. İttihatçıların nefesini ensesinde hissetmeye başlar. Nitekim bir gün kapıya dayanırlar. Kızı evde yok dese de zorlar, içeri doluşurlar. M. Sabri Efendi hazırlıklıdır, sessizce dama tırmanır, yandaki binanın bacasından içeri sallanır. Gecenin bir vakti is pis içinde ocaktan çıkar. Karşısında yüzüne korku ile bakan bir veled. Parmağını burnuna götürerek "susss" işareti yapar ve camı açar. Komşu tüccarın tomruklarına tutunur, aşağı kayar. O yağmurlu geceyi keresteler altında geçirir, meğer vakit ne güç akarmış, sabah ne kadar uzak. Şeb-i yeldâyı muvakkitle müneccim ne bilsin / Mübtelayı gama (dertliye) sor kim geceler kaç saat? İlerleyen günlerde bakar münevverler tevkif olunuyor, bir kömür teknesine binip Romanya'ya yelken açar. Orada da boş durmaz, Kırım'dan gelen Tatar gençlerini derler toplar, ilmi sohbetler yapar. Bükreş Müftüsü Salih Efendi, Kazanlı Musa Carullah Bigiyef'in kitaplarından pek bizardır. M. Sabri Efendi'den bir reddiye yazmasını ister, istek ne kelime adeta yalvarır adam. Kalemini henüz mürekkep çekmiştir ki İttihatçılar onu bulur, içeri tıkarlar. 'Vaki olanda hayır var' derler ya, hapiste eserini yazmak için bol vakti olur. Ancak çalışmaların elinden alınmasından korkar. Müftü Salih Efendi bir Tatar bakırcıya hususi ibrik yaptırır, ki altındaki gizli bir çekmece vardır. Müsveddeleri orada saklar. Peki ya kitap bitmeden asarlarsa? Elden ne gelir? Tevekkeltü Alallah... Derken onu İstanbul'a aldırırlar. Zabitler, "Efendim sizi Meclise mi, Harbiye'ye mi teslim edelim" diye sorarlar. Talat'ın müstehzi yüzüyle karşılaşmaktansa, Enver Paşa'yı tercih eder. İhtimal cezası daha ağır olacaktır ama Enver dine diyanete saygılıdır, alay etmez en azından. HAYAT MEMAT M. Sabri Efendi en huzurlu anlarını mahpushanede geçirir, namazlarını huşu içinde kılar. Düşünün birazdan kapı açılabilir, karşınızda celladlar... Enver Paşa, "tamam muhalif ama" der, "ben bu adama kıyamam. Uzaklaştırın gitsin İstanbul'dan!" Hoca Efendi sürgünü hicret görür, bir mevzuda daha Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) tabi olmanın heyecanını yaşar. Cihan harbi aynen onun tahmin ettiği gibi sonlanır. Almanlar perişan olur, Osmanlı'nın askeri silahı kalmaz. Yeri gelmişken söyleyelim "ısrarla savaşa girilmemesinden" yanadır ama girilecekse galiplerin yanında durmalıdırlar. İşte bu yüzden İngiliz muhibi diye yaftalanır ya. 1919'da bir müddet Şeyh-ül İslamlık yapar. Ankara hükümetinin güç kazandığı günlerde saf değiştirenler olur, o çizgisinden ayrılmaz. Bedeline katlanır, hilafetten yana olduğunu saklamaz. Padişaha sadıktır, yurt dışına çıkarılırken Vahideddin Han'ı yalnız bırakmaz. Bindikleri gemi İskenderiye'ye geldiğinde ayak takımı bağırır çağırır, padişaha yumurta atarlar. Dün övenler bugün söver, koltuk heveslileri küçülmeye başlar. Kafile davet üzerine Haremeyn'e yönelir. Emir Hüseyin, Padişahı izzet ve ikramla karşılar, elini öper. "Sultanım ben size değil, etrafınızdakilere isyan ettim" der, "görüyorsunuz işte sizi de bu hale koydular." Vahideddin Han sadece susar, Cumhuriyetin kurucuları aleyhinde konuşmaz. İngilizler halifeliğin Suudlara geçmesini arzulamaktadırlar. M. Sabri Efendi o müthiş zekası ile oyunu sezer ve hacca kadar mukaddes topraklarda kalmaya niyetlenen Sultana "bir an önce gidelim" der, "bunaltmaya başlayacaklar." Doğrusu şu ki Vahideddin Han halifeliği asla pazarlık vesilesi yapmaz. Haccını ifa edemeden Arabistan'dan ayrılır, kendisine ikamet için gösterilen İtalya'da aç sefil yaşar. O kadar parasızdır ki bakkala kasaba olan borcu yüzünden cenazesini rehin alırlar. M. Sabri Efendi ise gider Romanya'yı mekan tutar. Zevcesi aileden zengindir, zinetlerini bozar Bükreş'te büyücek bir ev alırlar. Malum baskılardan Romanya'da da kurtulamaz, Gümülcine'ye geçer, Türklerle halkayı kurar. Yarın Gazetesi'ni yayına sokar. Bükreş'teki evini bir İttihatçı eskisine emanet etmiştir ama... Ama uyanık evi satar, sırra kadem basar. ZOR YILLAR Hoca Efendi mütevekkildir, "nasibimizde yokmuş" der işine bakar. Gelgelelim Ankara ile buzları eriten Venizelistler Gazetesi'ni kapatırlar. Bakar burada da barındırmayacaklar, gider Mısır'ı mekan tutar. Para yok, pul yok. Üç beş okka kuru fasulye tedarikleyebilir ancak. Ellerinde sadece bir çaydanlık, önce fasulye pişirir, sonra çay demlerler onunla. Oğlu İbrahim'i Kirkor adlı Ermeni bir kunduracının yanına çırak sokar. Garibim falçatayı kaçırır, boydan boya elini yarar. Bir de hekim ecza parası... Sıkıntılar, sıkıntılar... Günün birinde Azzam Paşa ziyaretine gelir, sizin gibi bir Şeyh-ül İslam'ın ilim ile uğraşması gerek deyip maaş bağlamaya kalkar. Mübarek "ders vekilim Zahid-ül Kevseri daha muhtaç" der, "beni sevindirmek istiyorsan onu kolla!" Paşa onu da kollar, onu da... İyi kötü bir gelirleri olur kendi hallerinde tıkırdarlar. Ancak hanedan üyeleri kırık dökük işler yapar, günübirlik yaşarlar. Hoca Efendi hayatının en velûd yıllarını Kahire'de geçirir, masonlara maşa olan din adamlarını susturur, İngiliz oyunlarını bozar. Sohbet ehlidir, mütebessimdir. Hatta ziyaretine gelenlere "ne o tabakanı evde mi unuttun? Tüttür bir tane de ortalık dumanlansın" diyecek kadar. Evet zaman zaman kahırlanır. Bazı kendini bilmezlerin "Kâbe Arab'ın olsun" diye zırvalaması üzerine "siz Türk'seniz ben değilim" der ve bunu teyid eden mısralar yazar. Lâkin duruşu tam bir Türk gibidir. Yaban elde ecdadı layıkıyla temsil eder, nazlı hilâle toz kondurmaz. Hoca Efendi bir Miraç gecesi sabahı gözlerini yumar. Cenazesine katılanlar Tahrir Meydanına sığmazlar HAZA ÂLİM Hoca Efendi hem çok zeki, hem donanımlıdır, sunduğu akli ve nakli delillerle gündeme ağırlığını koyar. Reformistler entelektüel kesime şirin görünmek için, mucizeleri tevil eder, vahyin yerine aklı koymaya çalışırlar. Peki karşı cenahtan adam kazanabilirler mi? Nerdeee? Buna rağmen yaranamazlar. O yıllarda çıkan bir hastalık da hadis-i şerifleri inkardır. Mevdu diye diye karalar, sahabe-i kiramın şahadetine inanmazlar. İddiaları gülünçtür aslında... Hayatı boyunca tebliğ yapan bir Resul sadece sekiz on cümle söylemiş olamaz ya. M. Sabri Efendi "arılaştırmak" adı altında Türk dilinin yozlaştırılmasından da ıstırap duyar. "Bu uyduruk kelimelerle ilim olmaz" der, "tercüme yapılamaz. Göreceksiniz bak, 40 yıl sonra İngilizce lisanımıza musallat olacak! Haklı çıkmadı mı? Heyhat! Hoca Efendi böylesi bir Mart günü (Miraç gecesi sabahıdır-1954) gözlerini yumar, cenazesine katılanlar Tahrir Meydanına sığmazlar Onun hakkında siyasete bulaştı, inkilaplara karşıydı diyebilirsiniz. Ancak hayatı masonlarla mücadeleyle geçen bir insanı "İşte İslamcı Mason" manşeti altında hırpalamak hakkaniyete sığmaz. Bunu hazırlayanlar cahil değil, Mustafa Sabri Efendi'nin Suat ve Münip Hayri Ürgüplü'nün babası olmadığını pekâlâ biliyorlar. Bu günlerde zihinleri karışık olmalı. Eğer zihin karıştırmaya çalışmıyorlarsa... Hoca Efendiden... Para el kiri Mustafa Sabri Efendi bir ara Darulfünun'da bir konferansa katılır. Konuşmacıdan (Zeki Bey adında bir gençtir) çok hoşlanır. Elmalılı Hamdi'ye sorar "Tanır mısın?" -Tanırım hocam. -Efendi birine benziyor, ne dersin bizim küçük kızı versek alır mı acaba? -Dünden razı olur ama fakirdir. Malum zevceniz Şeyh-ûl İslam Asım Beylerin kerimeleri olurlar, ne derler sonra? -Bir çaresini bulacağız artık. Sen Zeki Beye söyle, annesini göndersin bir ara. -Zor, bohça bile yapabileceklerini sanmam. -Bohça parası benden, takmasın kafasına... Demişti ki... Ben 22 yaşında müderris oldum, ilme doyamadım. Anlamıyorum ilk emri "oku" olan bir dinin mensupları nasıl cahil kalırlar? >> Kısas hayat demektir, eli kesik bir hırsız binlerce hırsızlığı önler. Arşivlere bakın, Osmanlı'nın 600 yıllık tarihinde sadece iki el kesme cezası var. >> Lord Cromer daha âlim zâtlar varken tutar ahbâbı Abduh'u pohpohlar, önünü açar. Neden? Çünkü keyfine göre fetvâ veriyor da ondan. >> Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal bomba atsalar, şu beş dalâlet önderinin icra ettiği tesiri yapamazdılar. Komünist Marx'ı, Evrimci Darwin'i, Psikanalizci Freud'u, Pozitivist Auguste Comte'u ve Sosyolog Durkheim'ı allayıp pulladılar, karşımıza çıkardılar.
.
Üniversite kapılarında Vivian Malone
16 Mart 2008 01:00
Amerika... 1952 Alabama ırk ayırımcılarının kalesidir o yıllarda... Eyalet Üniversitesine henüz bir siyahi adım atamamıştır, atamaz da... Hayır öyle bir kanun yoktur ama teammüller hukukun bile önündedir uygulamada. Autherine Lucy ufak tefek bir kızcağızdır, eziktir siliktir, siması Afrikalıyım diye bağırır adeta. Kaydını vekaletle filan yaptırmış olmalıdır, belki de postayla! Neticede beklenen olur, üniversite içinde fırtına kopar. Gün geçmez ki nöbetçi nümayişçiler toplanmasın, "onu bize verin öldürelim" diye haykırmasınlar. Irkçı saldırgandırların "Let's kill her" sloganları kampüsten taşmaya başlar. Lucy okumaktan çoktaaan vazgeçmiştir ama idealist bir avukat olan Thurgood Marshall ona sahip çıkar. Bıkıp usanmadan yüksek mahkemenin eşiğini aşındırır, üç yıl süren davadan sonra "zencilerin diledikleri Devlet Üniversitesine girebileceklerine dair" karar çıkar. (1955) Lucy, 1956-57 öğrenim yılında okuluna döner, ancak ırkçılar onu çürük yumurtalarla karşılar, ağza alınmaz hakaretler yağdırırlar. Derslere ancak polis korumasında girebilir, "istemezükçüler" ortalığı kaldırır koparırlar. Eyalet makamları bu defa "can güvenliği sağlanamıyor, disiplin zedeleniyor" diye bir kulp takar, çocuğun bir defa daha ayağını kaydırırlar. Thurgood Marshall tekrar dava açar ancak eyalet mahkemesi duruşma tarihini yıllar ötesine atar. "Tamam okuyabilir" kararı çıktığında Lucy yaşlanmıştır artık, mücadele edecek, gücü takadı kalmaz. 1-0... Maçın ilk yarısını derin beyazlar kazanırlar! EL Mİ YAMAN... Haziran 1963... Olanları bilmiyormuş gibi iki siyahi genç Alabama Devlet Üniversitesi'nde okumaya kalkar. Kayıt bürosuna gelip lüzumlu evrakları alırlar. Hemen bir yerlere haber uçar. Vali George Wallace pek öfkelenir, adeta kanı donar. Nasıl olur da Alabama Üniversitesine iki pislik (!) kayıt yapar? Sarı benizli, kızıl, kumral, ela gözlü, çakır, çilli ya da çilsiz çocuklar arasında mürekkep lekesi gibi iki siyah! Bu cüretkâr hamle, küstahlık, kalkışma, diklenme, isyan değildir de nedir? Nerededir bu devlet? Aymazlığın bu kadarı da fazladır ama! Bakar alaka zayıf, bizzat ve şahsen hadiseye el koyar. Hukuken yapacağı pek bir şey yoktur fakat iki tıfıla da papuç bırakacak değildir ya! Bunları da yıldıracaklardır elbet, Lucy'i nasıl kovaladılarsa... DİŞLİ VALİ Başkan Kennedy olaya Washington'dan müdahaleye niyetlenirse de Vali Wallace başkan maşkan sallamaz. "Federal hükümetin, eyaletlerin eğitim politikalarına karışmaya hakkı yok" der, merkezi dinlemeyeceğini açıklar. Kennedy iki garip çocuğun protestocuları aşamayacağını bilir, ki bu ırkçı vali yandaşlarına mani olmaz. Hele bir kan dökülürse, al başına yeni bir kaos. Direnişler, grevler, boykotlar... Bu yüzden Alabama'ya ulusal muhafızları göndermeli, hiç değilse kayıtlarını yaptırıncaya kadar gençlere eskort olmalıdırlar. Ancak vali, zikrolunan muhafızları eyalet sınırından içeri sokmaz. Kendisine tezahürat yapan Ku Klux Klan bozuntularına "Vali kaldığım sürece buraya tek siyah bile adım atamayacak" sözü verir, kürsüyü yumruklar. Alkışlandıkça coşar, mikrofona salya saçar. Kennedy bu oldu bittinin altında kalmaz, büyük salahiyetlerle donattığı Adalet Bakanı Yardımcısı Nicholas Katzenbach'ı Alabama'ya yollar. Ancak vali onu da yıldırır, "sen bu işe karışma" der ve resmen kovar. Bakan yardımcısı "eşinin ve çocuklarının sıhhati açısından" geri adım atar. KÖPEKLERE RAĞMEN! Valiye yaranmayı düşünen polis şefleri iki gencin üzerine kurt köpeklerini salmaktan yanadırlar, ancak öğretim üyeleri "bizim işimiz bilim, kapımız öğrenmek isteyen herkese açık. Irkı ne olursa olsun, isterse talebe bile olmasın" derler, "bildiklerimizi sakınacak değiliz ya!" Yeri gelmişken söyleyelim Batılı üniversiteler ilke inkilap bekçiliğine kalkışmaz, rejime sadık diye intihalcileri arkalamazlar. Bilimi savunurlar, halka açıktırlar. Müteşebbislerle de el ele tutuşur, teorideki imkanları pratiğe taşımaya çalışırlar. Mesela diyeceksiniz? Mesela elektrokimyanın babası diye anılan Michael Faraday ilk mektep mezunu bile değildir ama Sir Humpry ve Mr. Volta'nın derslerine girer çıkar. Postunu üniversite kütüphanelerine yayar, ona kimse kimlik sormaz. Hikayemize dönelim, kayıtta son gün, son saatler... Vali Wallace sabahın alacasında üniversite kapısına dikilmiş, bekleye bekleye gerilmiştir. Asabidir, bir o yana, bir bu yana koşar. Kayıtların kapanmasına dakikalar kala Vivian Malone ile James Hood görünür. İki genç ağır adımlarla kapıya yaklaşırlar. Vivian boylu poslu, sevimli bir kızdır. Dimdik yürür ve kuşatmayı yarar. O kadar kararlıdır ki ırkçılar tutulur kalırlar... Vali Wallace iş başa düştü deyip kapıya dayanır, kollarını iki yana açar. Ancak Miss Vivian onu bakışlarıyla ezip, aşağılar. Sanki yakasından fiskeyle sinek kovar... James Hood'a Vivian'ın anaforunu kullanmak kalır sadece, bu defa golü zenciler atar. BAŞKAN ADAYI Irkçı vali işin peşini bırakacak değildir, adamlarını üzerlerine salar. Servis şoförleri, yurt çalışanları sinirlerini bozar, amansız bir yıldırma harekatı başlatırlar. James ne yazık ki baskılara dayanamaz ve Huntsville Üniversitesi'ne yatay geçiş yapar. Ama Vivian yıkılmaz, her sabah inançla mevziye yürür, bir başına cenge çıkar. "Saçını boya, krem mrem kullan, göze batma" diyenlere inat renginden utanmaz, zaferlerine zafer katar. Halbuki 18'indedir daha! Amerika'da bir profesörün "ama biz de onların notunu kırarız" demesi mümkün değildir. Olsun, o arkadaşlarından daha fazla çalışır, işini şansa bırakmaz. Nitekim bileğinin hakkıyla diplomasını alır (1965) ve adalet bakanlığında çalışmaya başlar. Alabama'da ırkçıların gücü kolay kolay azalmaz. Vali olacak fanatik, 1987 yılına kadar makâmını kaptırmaz. Hatta 4 defa Başkanlığa oynar. O ve ekibi Teksas, Louisiana, Güney Carolina Mississippi gibi güney eyaletlerinden tulum çıkarırlar. AFFETTİM GİTTİ Ancak gün gelir yaşlanır, siyaseti bırakır. Hastane köşelerinde pineklerken bazı şeylerin farkına varır. Şimdiki aklı olsa torunu yaşında bir kızcağızla mı uğraşır? Ziyaretçilerinin gitgide azaldığı ve keşkeli cümleleri daha fazla kurmaya başladığı günlerden birinde kapısı çalınır. Güleç yüzlü bir kadın kibarca "girebilir miyim" der, elindeki çiçekleri yatağının yanına bırakır. Kendisini tanıtmaya gerek yoktur, zira yıllar evvel yüzüne tükürürcesine bakan afet zihnine kazınmıştır? Siyahi kadın "sıhhatiniz nasıl, umarım ıztırabınız yoktur" gibi birkaç klişe cümleyle gönlünü alır ve bana müsaade diyerek kalkmaya davranır. Sabık vali yatağından fırlar ve önüne geçip kollarını açar. Pişmanlıkla Vivian'ın yüzüne bakar ve kırık dökük hecelerle "görevimi yaptığımı sanıyordum" diye mırıldanır, "şimdi düşünüyorum da... Hataymış onlar!" Vivian gülümser ve müşfik bir tonla "affettim gitti" der, "ben zaten kin tutmam." Samimi olmalıdır, derinleşen gamzelerine ve ışıldayan gözlerine bakılırsa... Eğer o gün Vivianlar yenilgiyi kabul etselerdi, bugün Condaleezza Rice (ki o da bir Alabamalıdır) Bakan olabilir miydi acaba?
.
Bedeli Çanakkale'de...
23 Mart 2008 01:00
Hazırlayan: İrfan ÖZFATURA irfan.ozfatura@tg.com.tr Faks: 0212 454 31 80 Ah cebinde 100 altını olsa, devlet için gözünü mü kırpar. Bir anda zihninde bir ampul yanar. Tabii ya... Nasıl da gelmemiştir aklına... skerlik eskidenmiş, seferberlik yıllarında kışlaya giren, saçı ağarınca çıkar. Evine vardığında baksa ki çocuklar boyuna ulaşmışlar. Şimdi öyle mi ya. Zaten sayılı gün, elinin altında telefon, bilgisayar. Hafta sonu izinleri, bayram tatilleri, ziyaretçi ağırlamalar. Yine de bazı gençler ağırdan alıyor, bedelli yapabilmek için geciktiriyorlar. Hiç ilgilenmedikleri konularda yüksek lisans yapıyor, ya da kapağı yurt dışına atmaya çalışıyorlar. Neyse biz askerliği seve seve yapan bir gencin hikayesini anlatacağız bu gün, meğer ki örnek ola. Gönenli Mehmed Muzaffer de anasının kuzusu, evinin biricik oğludur. Tahsillidir de, hem Galatasaray'dan âlâ derece ile mezun olmuştur. Vakti gelince şubeye koşar, onu kısa bir talimden geçirir "sen zabit namzedi oldun" buyururlar. Omzuna rütbe mütbe takar, apar topar Çanakkale'ye yollarlar. (Mart 1916) Cepheye vardığında kavga yatışmıştır, müttefikler Boğazı geçemeyeceklerini anlamıştırlar. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada'dan kalkan İngiliz tayyareleri bombardıman yaparlarsa da, eski çatışmaların yanında esamisi okunmaz. Çanakkale'deki birlikler yavaş yavaş toparlanır, Kafkas, Irak ve Filistin cephelerine kaydırılırlar. Bir alayın sevki intikali kolay şey değildir, herşeyi yeniden sök, topla, sandıkla, say, zimmet yaz... Kağıtlar, koçanlar, dosyalar... Mehmed Muzaffer, birliğinin alay karargahında vazife yapmaktadır. O günlerde kamyon ve otomobil lastiği gibi bir takım malzemeye acilen ihtiyaç duyarlar. Komutanı "bu işin hakkından sen gelirsin" der, bir liste yapar. Lüzumlu paranın itası için Erkan-ı Harbiye Riyaseti'ne hitaben bir tezkere yazar. Mühürler, imzalar... GİT BAŞIMDAN Asitane başşehir de olsa, henüz at arabaları, faytonlar, tramvaylar dolanmaktadır ortalıkta... Otomobil kamyon parmakla sayılmaktadır daha. Hoş bu lastik denen meret çarşıda pazarda satılan bir şey de değildir. Olanı da el altından gider. Sizin anlayacağınız karaborsa... Muzaffer arar tarar, Karaköy'de Yahudi bir tüccarda istediklerini bulur. Ancak hesap 100 altına çıkar. Bir sarı liranın (22. 3. 2008 itibariyle) 267 YTL olduğunu düşünürseniz fiyatlar fahiştir ama yapacak ne var? "Tamam alıyorum" der, el sıkışırlar. Lüzumlu parayı tedarik için Erkan-ı Harbiye'ye gider, tezkereyi tediye (ödeme) merciine havale ederler. Eh, bir de tasdik ettirdi mi, tamam! Muzaffer, kır saçlı, pos bıyıklı bir kaymakamın (yarbay) huzuruna çıkar. Kaymakam, babacan adamdır ama uzatılan tezkereyi okuyunca kaşlarını çatar. "Bana bak evlad" der, "ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun! Yürü git başımdan, insanı günaha sokma!" Mehmed Muzaffer bozulur ama üstelemez, selâmını askerce çakar. Gerisin geri dışarı çıkar. Harbiye Nezareti'nin (bugünkü Hukuk Fakültesi) bahçesinden dış kapıya doğru yürürken, "n'apsam, n'apsam" diye mırıldanmaktan kendini alamaz. Ellerinde Almanların verdiği iki Daimler kamyon vardır ki, lastiksiz bir işe yaramazlar. Otomobiller desen ona kezâ. Eli boş dönse yakışmaz, hani söylenen miktar cebinde olsa, hiç bakmaz... ...MI ACABA? Cebinde olsa, cebinde olsa... Bir anda zihninde bir ampul yanar. Tabii ya... Nasıl da gelmemiştir aklına... Döner Yahudi tüccarı bulur, "Paranın tediye muamelesi akşam üstü bitecek" der, "yarın öğleden evvel Çanakkale vapuru kalkıyor, sabah ezanında gelsem. Mallar hazır olur mu acaba?" Sonra hatırlamış gibi ekler "Altın para vermiyorlar ama!" Yahudi "farketmez" gibilerinden bir işaret yapar. Cihan Harbi'nin başlarına kadar alışveriş altın ve gümüşle yapılır malum. Harple beraber ortalıkta "evrak-ı nakdiye" denilen kağıt paralar dolanmaya başlar. Üzerlerinde, bedelinin Dûyun-ı Umumiye'ye yatırıldığı, karşılığının harpten sonra "altın olarak" ödeneceği yazılıdır. Bunlara kaime denir ki ilerleyen yıllarda adı "gayme"ye çıkar. Bazıları kestirmeden gider, sadece "kağıt" buyururlar. (Hâlâ dilimizdedir on gaymeden aşşa olmaz, beş kâada kurtarmaz...) Halk aslında bunlardan hoşlanmaz, altın çamura da atsan altındır ama on gram kağıt neye yarar? Arada devletin itibarı olmasa, bu varakı kim alır kim satar? Neyse Mehmed Muzaffer, sabahın seherinde Merkez Kumandanlığı'ndan aldığı araba ve neferlerle Yahudi'nin kapısına dayanır, malları yükler. Havagazı fenerlerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta yüzlük kaimeyi (resmi fiyatıyla 100 altın) adama tokalar. Arkasına bile bakmadan limana yollanır, malzemeyi gemiye taşırlar. Tüccar, üç gün sonra, elindeki kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gider, bozmazlar... "Bu para sahte" buyururlar. Ama nasıl olur? Haydi gel burdan yak. BÜYÜK RESSAM Meğer Mehmed Muzaffer, o gün evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıdın aynısından almış ve bütün gece oturup, gerçeğinden ayırt edilemeyecek evsafta bir para yapmıştır. Düşünün iki tarafını da boyayacak, üstüne yazılar yazacaksınız kalınlık olmayacak. Üstelik bu parayı paragöz bir tüccara yutturacaksınız. İnanın böyle bir işi Picasso bile çıkaramaz. Evet usta işidir ama yine de iki bariz hatası vardır. Tabii erbabına... Bir kere taklidi yapılan paranın aslı 50 liralıktır. Bu kağıt paralar, üzerlerinde de yazıldığı gibi, Rumi 6 Ağustos 1332 tarihli kanunla tedavüle çıkarılmıştır. Halbuki yüz liralık bir kupür henüz basılmamıştır daha. Gel gelelim Mehmed Muzaffer'in iki tane ellilik yapacak kadar vakti yoktur. İş rol kaabiliyetine kalmıştır, ki o sahneyi kusursuz oynar. İkinci farka gelince paranın üzerinde "Bedeli Dersaadet'te altın olarak tesviye olunacaktır" ibaresi yerine "Bedeli Çanakkale'de altın olarak tesviye olunacaktır" yazar. Onun "altın" dediği, Mehmetçiğin kanı mıdır acaba? ŞEHİDLER KERVANI Malı veren tüccar da ince eleyip, sık dokumaz, bir Türk subayının sahte para yapabileceğini rüyasında görse inanmaz zira. Kaldı ki sabahın o vaktinde her taraf kapalıdır, soracak adam nereden buluna. Dönelim hikayemize: Mehmet Muzaffer, bir süre sonra birliği ile Sina Cephesine (Gazze'ye) gönderilir. Çarpışmalarda yaralanır, hatta madalya alır. 1917 yılında İngilizlerin üstün kuvvetleri karşısında, çekilmek zorunda kalırlar. O ve adamları en uçtadır, sürekli ateş açmalı, düşmanı oyalamalıdırlar. Beş on asker, koca orduya ne kadar dayanabilir ki? Neticede şehadet şerbetini içer, kavuşur rahmet-i Rahmana! Derecesi âlâ ola! PEKİ YA SAHTE PARA? Ortada ciddi bir aldatılma durumu vardır ama Yahudi tüccar bunu mesele yapmaz. Yapmak mı istemez, çekinir mi yoksa? Bunu bilmiyoruz ancak vakayı cümle âlem duyar. Şehzade Abdülhalim Efendi'nin de ulaşır kulağına. Derhal lalasını gönderip tüccarı buldurur, bedelini altın olarak ödeyip, taklit kaimeyi satın alır. Bu hatırayı hürmetle öper koklar, pek hislenir, göz yaşlarını tutamaz. Sahte evrak-ı nakdiyeyi sedef kakmalı bir mücevher kutusuna koyar, doooğru Emniyet Müzesi'ne yollar. Gazeteci yazar Ziyad Ebuzziya da hadiseyi kaleme alır, unutulup gitmesine mahal bırakmaz. Dikkatinizi çekti mi bilmem, Cihan harbinde kaybettiğimiz gençler ekseri yedek subaydır ve hayli donanımlıdırlar. Ölen yüz binlerce evladımız arasında hekimler, eczacılar, mühendisler, mimarlar bulunur... Belge okuyan tarihçiler, aşı yapan biyologlar, Mehmed Muzaffer gibi sanatkârlar vardır sonra. Bizi muassır medeniyete taşıyacak beyinler cephelerde kalınca ciddi bir yetişmiş adam sıkıntısı yaşanır. Sonraki yıllarda ehliyet ve liyakatten ziyade rejime sadakat aranır. Bürokraside yükselenler muti ama nakıstırlar. Beceriksizliklerini saklamak için geleni över, gidene söver, masal anlatırlar. Geri kalmışlığımıza çare arayalar bir de şu mevzuyu da eşeleseler ya... İNANILMASI ZOR Asteğmen Mehmed Muzaffer'in boya ve fırçayla yaptığı 100'lük kaimenin ön ve arka yüzü. En sağdaki ise hakiki para. Bu emanet ne yazık ki iyi korunamaz yer yer çini mürekkebi dağılır ve akar. GÜVEN VEREN BİR SİMA Mehmed Muzaffer'i görenler vurulur, "hâzâ İstanbul efendisi" demekten kendilerini alamazlar. Delikanlının hayatta en korktuğu şey "ah" almaktır, kul hakkından çok korkar zira. Ancak çaresiz kalınca... ALELACELE VAPURA Lastikleri sabahın seherinde teslim alır, kazasız belasız Çanakkale vapuruna yüklemeyi başarırlar. Maksat hasıl olmuştur, bundan böyle foyası çıksa da aldırmaz. LASTİKSİZ NE MÜMKÜN Ordunun bir başka cepheye intikali mevzu bahistir ve kamyonları yürütmek için mutlaka lastik bulmalıdırlar. O günlerde lastik ele geçen bir meta değildir, karaborsadaki fiyatlar el yakar
.
TRAKTÖRCÜ' lafına kızdı yolları rakiplerine dar etti
30 Mart 2008 01:00
Enzo Ferrari arkadaşının iyi niyetli tenkitlerine karşı "Sen ne anlarsın spor arabadan. Ben senin traktörlerine karışıyor muyum" diye tafra yapınca... Ekim 1879 İspanya... Ünlü çiftçi Joaquin del Val di Navarra elceğizi ile büyüttüğü boğasını çok sever, ona "Murcielago" gibi sevdiği bir isim takar. Bu hayvanın boyu posu yerindedir, güçlü adaleleri ile hemcinslerine fark atar. Gözleri iri iridir, sanki zekice bakar. Postu yanar döner, kadife gibi parlar. Muhteşem cesametine rağmen bebek yüzlüdür, sevildiğini anlar. Elinden sayısız buzağı geçen Sinyor Navara sıradan hayvanları öldüren matadorlara çok kızar, hatta bir ara laf arasında "eğer" der, "karşılarına Murcielago gibi bir boğa çıksa kaçacak delik ararlar." Bu söz o günlerin ünlü matadorlarından Rafael Molina Largertijo'nun da kulağına çarpar, ancak meseleyi büyütmez "o öyle sansın" der o kadar. Hadise bu kadar basittir ama bahis oynatanlar mevzuyu abartır, leş kargaları gibi didiklemeye başlarlar. Çiftçi Navarra'ya "bu hantal hayvan dövüşemez" diye zarf atar, Matador Rafael'e "sen korkağın birisin" der, nasırına basarlar. Olmayan lâfları taşıya taşıya zemin hazırlar, Murcielago'yu arenaya çıkarmayı başarırlar. O kuzu gibi hayvanın sırtına oklar, şişler batırır, zoraki kudurturlar. Rafael için hayvanın büyük ve güçlü olması hiiiç önemli değildir, doğrusu o gün de şalını ustalıkla kullanır ve adeta şov yapar. Nitekim kılıcını çeker ve öldürücü darbeyi vurup son noktayı koyar. Ama o da ne! YIKILMADIM AYAKTAYIM Murcielago etrafa maşraba maşraba kan saçarak saldırıyı tekrarlar. Bir öldürücü yara daha alır ama yine yıkılmaz, inadına hızına hız katar. Rafael kılıcını bu kez daha derine sokar, hayvancağızın kalbini ciğerini ne kadar hayati organı varsa parçalamaya bakar. Lakin Murcielago şahlanır, 23 öldürücü yara almasına rağmen hızını azaltmaz. Zemin kıpkızıl kan olur, arenada ıslanmadık yer kalmaz. Murci kafasını sağa sola sallayarak hamle yapmaya başlar. Matadorlar şuursuz hayvanlardan pek tırsar, oyunu tadında bırakırlar. Bizde olsa "yeter artık" der bu kanlı sahneyi durdururlar. Ancak Alverezler, Rodrigezler yumruklarını sıkar, "gebert onu" diye haykırırlar. Boğanın 24'üncü hamlesini sadece matador Rafael Molina değil, yardımcıları da karşılar, hayvanı zırhlı atlarla sıkıştırır, baltalarla mızraklarla saldırırlar. Reventon ise bir başka dövüşçü boğadır. Don Rodriguez ailesine ait olan bu hayvan buldozeri andırır adeta. Nitekim 1943 yılında ünlü Matador Felix Guzman'ın karşısına çıkarılır. Henüz ilk saniyede öyle bir tos vururki adamı kemik torbasına çevirir, cesedi kafasında sektirir sektirir ve tribünlere atar. Sadece Murcielago ve Reventon değil, Espada, Islero, Jarama, Urraco, Silhouette, Jalpa, Diablo ve Gallardo da efsane boğalardır, yıllar sonra bile anılırlar... Bunları bir kenara yazın mevzumuzla âlâkası var. SEN İŞİNE BAK! Şimdi size bir otomobil hikayesi anlatalım. Hani küçükken aldığımız sakızlardan resmi çıkan, kapıları kanat gibi yukarı açılan sarı spor arabalar vardı ya, işte onun hikayesini... Ferruccio Lamborghini boğa burcunda mıdır bilmiyoruz ancak boğa güreşine pek meraklıdır. Kalburüstü matadorları iyi tanır, çocuklarına bıkıp usanmadan unutulmaz boğaların hikayelerini anlatır. Hayır İspanyol filan değildir, Ferrara yakınlarında Renazzo di Cento adlı bir köyde doğar ki safkan İtalyan'dır. Bunlar aileden sanayicidirler, o aralar su motorları, traktörler filan imal eder, iyice bir servet yaparlar. O günlerde Ferruccio arkadaşı Enzo'dan bir Ferrari alır. Olacak bu ya otomobilin debriyaj sisteminde bir arıza çıkar, bunu onarmakta zorlanmaz. Serde teknik tecrübe var ya, arabada gördüğü aksaklıkları listeler, yanına "bence"li tavsiyeleri ekleyip dostuna sunar. Enzo yarım ağız "tamam bakarız" dese mesele yoktur ama dikleneceği tutar "sen ne anlarsın spor arabadan" diye yağar gürler, tafra yapar. Lombarghini fena bozulur, "eh ben de sana göstermezsem" deyip kollarını sıvar. Modena ve Bolonya arasındaki küçük bir İtalyan kasabasında (Sant'Agata'da) bir fabrika (Automobili Lamborghini S.p.A.) kurar (1963) Nuccio Bertone ve Giorgietto Giugiaro gibi tasarım ustalarını yanyana çalıştırır, istedikleri her imkanı önlerine açar. Uğraşır, yorulur ama ortaya Ferrari'ye kök söktürecek bir araba (350 GT) koyarlar. İş gelir tekerlekli canavara ad takmaya. O gün sandalyeyi avluya çeker, uzun uzun eserine bakar. Namıssız kurulmuş zemberek gibidir, yaydaki oku andırır adeta. Hele o agresif çizgiler, o çatık kaşlar... De ki burnundan soluyan bir boğa. Boğa... Evet boğa... Amblem bellidir artık, model adlarında da arenaları harmanlayan ünlü hayvanları sıralar. Lombarghiniler hem boğa gibi güçlüdürler, hem de mâkul fiyatlarla sunulurlar. Piyasanın tozunu atar Bay Enzo Ferrari'nin kâbusu olurlar. Ardından "P 400"ü tanıtırlar. Bu modelin "P" si "posteriore"den gelir ki motoru "tam ortaya" yerleştirir, ön ve arka tekerleklere düşen ağırlığı dengeler, bir çığır açarlar. UMMADIK TAŞ... Ferruccio'nun adamları ilk iki modelde ne kadar aksaklık varsa (mesela yüksek süratte havalanan burnu - motorun kabine verdiği ısıyı) giderir, hava kanalları ile hem dengeli bir yol tutuş sağlar, hem de motoru soğuturlar. Formula 1'de kullanılan teknikleri araca aktarır ve muazzam bir performans yakalarlar. Ferrari hasmına 390 beygirlik Testarrossa ile bir cevap vermeye kalkışsa da Lombarghini "Diablo" ile yine toz yutturur ona. Bu arada 4x4'de yapar, deniz motoru işine de el atarlar. Ancak gelir gider dengesini sağlamak kolay değildir, Sinyor Ferruccio zorluklara rağmen Lamborghini'yi (1970 yılına kadar) yaşatmaya çabalar. Bakar olmuyor meraklısına devreder, bağrına taş basar. Firmayı satın alan George-Henri Rosetti & Rene Leimer ikilisi ne yazık ki gemiyi karaya oturturlar. Lombarghini 1984'de yeni patronu Patrick Mimran ile tekrar uluslar arası sulara açılsa da güçlü bir hamiye ihtiyaç duyar. 1987-94 arası Chrysler, 1994 - 98 arasında ise Megatech çatısı altında iyi kötü tıkırdar. Ancak 1998 yılında VW grubunun eline geçer ve Alman rüzgarını arkalayınca zirvelere yelken açar. Her seferinde daha hafif, daha hızlı modeller tasarlar. Reklamı da becerir, otobanda makas yapanları yakalasın diye İtalyan polislerine araba hibe eder gazetelerin baş sayfalarına kurulurlar. 2007 yılında %15 artışla 2 bin 400 teslimat (bu seri için büyük rakam) gerçekleştirir, rekor kârlara imza atarlar. Şu anda her gün 3 adet Murcielago ve 10 adet Gallardo üretiyor ve yok satıyorlar. Şimdi "ne âlâka" diyeceksiniz ama ben hâlâ orada kaldım. Birisi İspanyollara söylesin ya... Boğalara kıymasınlar! ZARAFET STANDART Lombarghini sadece performanslı bir araç değildir, zarif çizgisi ile otokoliklerin gönlünde taht kurar. EL Mİ YAMAN BEY Mİ? Ferruccio Lamborghini spor araba hususunda donanımlı değildir ancak işin ustalarını çağırıp toplar, Ferrari gibi bir markayı zorlamaya başlar. PARANIZ YETMEZ! Bu 640 beygirlik canavar sadece 3.4 saniyede 100 km/s sürate çıkıyor. Cebinizde paranız olması yetmez, taliplerin bir sene beklemesi gerekiyor. MERAKLISINA... Lamborghini fun clupleri, hastaları olan bir marka. Hayranları zaman zaman festivaller düzenliyor, bir araya geliyorlar.
.
Pehlevi olmayan Pehlevi: Rıza Şah Pehlevi
6 Nisan 2008 01:00
Pehleviler asırlar evvel yaşamış güçlü ve itibarlı bir hanedandır, lakin Mazenderanlı Rıza'nın bu soy ile uzaktan yakından alakası bulunmaz.... ç tane Rıza Pehlevi var. Birincisi Rıza Şah, ikincisi oğlu Şah Rıza, üçüncüsü şah olamamış torun Rıza... Bugün büyükbabayı anlatalım diğerleri sonraya... 1890'lar... Mazenderan Rıza benzerlerinden binlercesi olan bir tıfıldır o yıllarda... Zira mektep medrese göremez, mürekkep yalayamaz. Hazar'ın güney kıyıları bereketlidir ama bunlar Savadkuh adlı sarp ücra bir köyde yaşarlar. Delikanlının gözü yüksektedir, akranları gibi hayvan güdemez, ırgatlık yapamaz. Anası bakar olacak değil, tutar elinden Tahran'da iş bakar. Rus elçiliğine kavas (hademe gibi bir şey) alındığını duyunca, kapısını çalarlar. Rıza'nın boyuna posuna bakar, icabında muhafız olarak da kullanırız der işe alırlar. Yıllarca çalışır, sıradan bir çavuş olur o kadar. Bir ara Çar Nikola'nın kız kardeşi Grandüşes Kseniya İran'ı ziyaret eder. Araba gezintisi yaptıkları günlerden birinde üç beş hırpani yollarını kesmeye kalkar. Rıza belinden emaneti çıkarıp üzerlerine sıkar, adamlar dağılırlar. Bu hizmetinden dolayı onu Tiflis'e yollar, 6 aylık bir eğitimin ardından subay yaparlar. Rıza hırs küpüdür, sürekli hangi damardan kan alacağını, hangi rüzgara yelken açacağını hesaplar. O vakitler İran'da Türk Kaçar Hanedanı hüküm sürmektedir, lakin Ahmed Şah gençtir, tecrübesizdir. Doğru dürüst askeri, silahı yoktur, ambarlar boştur, kasasında mangır bulunmaz. Dahası Ruslar ve İngilizler kabus gibi üzerine çökmüştür, nefes aldırmazlar. Yetişmiş insanı ara ki bulasın, ne hariciyeci, ne bürokrat... Çok az insanı eğitebilir, sağlık hizmeti sunamaz. Şikayet mebzul, çare meçhul olunca şahlığın da tadı kaçar, ülke bölünmenin eşiğinde bocalar. İHTİLALCİ RIZA O günlerde İran'daki Rus birliklerinin başında Likhov adlı bir Albay vardır, lakin Marksist temayüllerini saklayamaz. Adı komüniste çıkanın hiç şansı olmaz. Çar onu görevden alır, sürgüne yollar. Komuta hiç ummadığı bir anda Rıza'ya kalır, rütbesi (ve hırsı) artar. Zaten ortalık toz dumandır, ihtilal için bundan müsait zemin bulunmaz. Evet, onu yetiştiren Ruslardır ama kafasındaki darbeyi İngilizlerle yapmayı planlar. Güneş batmaz imparatorluğa yamanır, güçlüye oynar. Peki kullanılacak adam? O hiiiç mesele değildir, ayak takımı ayaklanmaya dünden hazırdır. İçinde bolca "şan, şeref, kahraman" geçen bir nutuk hazırlar, sesini kah duyguyla titretir, kah cengaverce gürletir, çapulcuları peşine takar. Soğuk bir şubat günüdür, 1200 ihtilalci ile Tahran'a girer, Ahmet Şah karşı koymaz. Gazeteci dostu, kankası Ziyaeddin Tabatabai'yi Başvekil ilan eder kendini de Başkomutan yapar (1921). Sonra Savaş Bakanlığını daha münasip bulur. Ustaca manevralarla rakiplerini yıldırır, zamanı gelince Tabatabai'nin de ayağını kaydırır. Nitekim Ahmed Şahı sınırdışı eder ve postu saraya yayar. SONRADAN SOYLU Artık Şehinşah (Şahların şahı) denilmektedir ona, koca koca adamlar önünde eğilmekte, ayaklarına kapanmaktadırlar. Ama Rıza bununla da yetinmez, makamın zürriyetine intikali için Pehlevi adlı bir hanedan kurar (1926). Junior Rızayı veliahd ilan ettiğinde çocukcağız yedi yaşındadır daha. Pehleviler asırlar evvelinde yaşamış bir han sülalesidir aslında. Bu isim şüphesiz İranlıların kulağını okşar. Ama Mazenderanlı Rıza'nın bu soy ile yakından uzaktan alakası bulunmaz. Evet saltanatı kolay kazanmıştır ama kolay kaptırmamalıdır. Ahmet Şah'ın hatalarından ders çıkarır, tedbiri elden bırakmaz. Bir kere Şah dediğin adamın güçlü bir ordusu olmalıdır, elini çırptı mı muhafızlar, fedailer koşuşturmalıdır. Yoksa ona da onun yaptıklarını yapar, kulağından tuttukları gibi kapı önüne koyarlar. İlk işi 40 bin nefer toplamak olur. Modern silahlar alır, dosta güven verir, düşmana korku salar. Korkunç bir mal açlığı vardır, nerede yeşil bir vadi, şirin bir köy, albenili mağaza, ya da oturaklı bir bina görse el koyar. Şahsi serveti katlana katlana artar, gün gelir üç bin köyün marabası (iki yüz bin kişiyi aşar) ona çalışırlar, zenginleştikçe tamahı artar. Bu yağmadan sebeplenmek isteyen fırsatçılar her söylediğini alkışlar, methiyeler yağdırırlar. Uğruna şiirler okur, besteler yaparlar. Resimlerini asan asana, büstünü açan açana... Kafasında ulusçu bir devlet modeli vardır, bu yüzden İran bayrağına Pers ve Sasani alametlerini (aslan ve güneşi) ekletir, Zerdüşt geçmişe de vurgu yapar. HİZAYA GİRİN!.. Merasim kıtaları rap rap yürüdükçe majesteleri kibre kapılır ve halkını ıslaha kalkar. Evet, ülkeyi geri kalmışlıktan kurtarmanın zamanı gelmiş de geçiyordur bile! Bir an önce şu doğululuktan kurtulmalı, batılı gibi olmalıdırlar. Zorbadır da militanlarını milletin üstüne salar, kadın demez, yaşlı demez, tokadı basarlar. Subaylar göstere göstere sarıklı tekmeler, çarşaf yırtarlar. İmam-ı Ali Rıza Hazretlerinin medfun olduğu Meşhed daha dindar bir muhittir, halk memnuniyetsizliğini saklayamaz. Vay sen misin ulu Şaha karşı koyan, zemini kıpkızıl kana boyarlar. Büyüyen orduyu beslemenin yolu vergileri artırmaktan geçer. O da öyle yapar, tepkileri sallamaz. Göçebe kabilelerin elinden silahlarını alır, çobanları zorla yerleşik düzene sokar. Yiğidi öldür hakkını yeme demişler, hayırlı işlerini de yazalım bu arada. Mesela yabancılarla imzalanmış tek yanlı antlaşmaların alayını iptal eder, kimseye imtiyaz tanımaz. Ecnebi bankaları devletleştirir, ulaşımı millileştirmeye çabalar. Bu arada Trans-İran Demiryolu'nu yaptırır, şehirleri birbirine bağlar. Yeteri kadar olmasa da mektepler, yollar, hastaneler açar. Rıza Şah'ı ittihatçılara benzetenlere hak vermek gerek, zira o da aynı hataları tekrarlar. Bir Hitler hayranıdır, 2. Cihan Harbinde Almanlara oynar. Naziler ilerledikçe heyecanlanır, açıktan alkış tutar. Ona güvenip gelen müttefik zırhlılarına zerre petrol koklatmaz. Yetmez Rusya'ya malzeme gönderemesinler diye Trans İran yolunu kapar. Sana bu makamı bahşedenlere dirsek göstereceksin ha, yedirmezler adama. AKLINA MI GELİR Şehinşah kendinden emindir, korkmaz. Emrinde ateş gücü yüksek bir ordu vardır. Savaşır icabında... Gelgelelim Kızıl Ordu birlikleri görününce ortada ordu mordu kalmaz. Cami basmakta, cemaat dipçiklemekte mahir olan subaylar onu yüz üstü bırakıp kaçarlar. Askerler kimseye sormadan kışlalardan ayrılır, memleketlerinin yolunu tutarlar. Halkına sığınsa... İyi ama nasıl? Hem hangi suratla? Tek kelime ile "Şok!" Şah mat olmuştur, şaşkınlığını izah edecek söz bulamaz. Düşünün Tahran'daki 15 tümen asker tek mermi sıkmadan havlu atar. Böyle döneklik görülmüş şey değildir, yanlışı nerede yapmıştır acaba? Artık bulutlarda uçmanın manası yoktur, ayakları yere basar. Oğlu Rıza'nın saltanatını garantiye alır ve önüne konan bütün evrakları imzalar. Niyeti Kanada'ya gitmektir ama İngilizler onu Mauritius ve Johannesburg gibi kel alaka yerlerde dolandırırlar. Bir hemşehri ile iki satır Farisi konuşmak için neler vermez ki, ömrünün son yıllarında hep bu hasretle yaşar. Pişmandır ama meğer ki geçmiş ola. Sersefil ölür, gurbet ellerde kalır. Adı anıldığında halkının yüzü buruşur hâlâ... KÜÇÜK PRENS Rıza Pehlevi çocukluğunu yaşayamadan veliaht olur. Resmi kıyafetler giyip merasimlere katıldığında 7 yaşındadır daha... SARAYA DOLUŞURLAR Rıza Şah basit bir çavuş iken imparator olur, çoluk çocuk saraya doluşurlar. Saltanat kolay gelmiştir, bu yüzden kaybetmekten çok korkar. İlk işi güçlü bir ordu kurmak olur ama... PROFİLDEN OLSUN Her diktatör gibi o da görüntü vermeye meraklıdır, yerli yabancı ressamların karşısında saatlerce durur portrelerini yaptırır. Ancak halkının gönlünde, zihninde iyi bir iz bırakamaz, adı anıldı mı yüzler buruşur hâlâ... TEK YURT DIŞI GEZİSİNİ TÜRKİYE'YE YAPTI Rıza Şah bir M. Kemal hayranıdır. Nitekim iktidarı dönemindeki tek yurt dışı gezisini de Türkiye'ye (1934) yapar. M. Kemal, Rıza Şahı imparatorlar gibi ağırlar. Uğruna destanlar yazdırır (Özsoy Destanı - Münir Hayri Egeli ) besteler (ilk yerli opera - Adnan Saygun) yaptırır.
.
Hayırsever Sultan Hadice Turhan
13 Nisan 2008 01:00
"Valide Sultan" olunca Mimar Mustafa Ağa'yı vazifelendiren Hadice Turhan, inşaası yarım asırdır ortada kalan Yeni Camiyi tamamlar... stanbul'da olacaksınız da Yeni Cami basamaklarına oturup vapurları seyretmeyeceksiniz ha! Güvercinler etrafınızda dolanırken, bebeler tay tay yürürken fotoğraf makinenizi çantada tutacaksınız. Şamballıcılara, turşuculara, kestanecilere kayıtsız kalacak, bir simit bile almayacak, martıların payını ayırmayacaksınız! Buna benzer yüzlerce cümle yazabilir ve "ne mümkün" diye bağlayabilirim pekala. Mısır çarşısı iki adım, arkası Tahtakale, yukarısı Mercan. Takı beğenenler, bohça dizenler, gelinlik bakanlar. Kız evi, oğlan evi Yeni Cami merdivenlerine çöker, günün yorumunu yaparlar... Basamakların dili olsa da söylese, şurada kaç yüzük atıldı kimbilir, kaç gönül kırıldı, ayrıldı yollar... Halbuki aldığı üç metre çamaşır ipi ve bir naylon leğenle mutlu olan bir teyzeler de görürsünüz, ter topuklarından akmış, yanaklar yekpare kan. Bir bakarsınız oyuncak arabasını keyifle süren bir oğlan çocuğu. Nasıl ciddi, nasıl meşgul... Brnnn ınnn ınnnn demekten acıyan dudaklar. Bu şirin caminin şadırvanından kaç kez su içtim, revaklarında kaç kere gölgelendim, kaç defa yağmurdan kaçtım hatırlayamam. Eminönü yolumuzun üstüydü ve Yeni Cami hep burada... Bildik bileli burada... İstanbul'un nüfusu on beş milyon, on beş milyonumuzun da onunla ilgili bir hatırası var. Ama Yeni Caminin bir hikayesi olduğundan bihaberdim... Taa ki İbrahim Pazan'ın hazırladığı "Padişah Anneleri" adlı eseri okuyana kadar... ÇAMUR AT İZİ KALSIN Turist rehberlerinin vebali büyük, haremle ilgili öyle şeyler anlatılıyor ki akla ziyan. "Şuraya saz heyeti oturur, şurada köçekler raks ederdi" dedikleri salonun tavanına bakıyorsunuz boydan boya esma-ül hünsa... Değil fasıl yapmak, ayak bile uzatılmaz orada. "Şu havuza süt doldurulurdu, cariyeler anadan üryan..." Ulan süt dediğin iki saat sonra ekşir, akşama kalmaz kesilir, kokar. Yalanın da hesabı olur yani, akıl var, mantık var. Harem en kestirme şekliyle bir akademidir, buraya kalburüstü esireler alınır ve eğitilirler o kadar. İçlerinden bir yada bir kaçı (ki kesinlikle valide sultan seçer) padişaha hanım olur, diğerleri bir memurlarla evlendirilir, çırak çıkarılırlar. Bu hanımlara "saraylı" denir ki bilgileriyle görgüleriyle farklıdırlar. Gittikleri mahallenin kadınlarına örnek olur, komşularının derdini saraya taşırlar. Bir padişah ölünce, ailesi dışarı atılmaz, hayatının sonuna kadar sarayda yaşar. Ki haremde gençler değil, yaşlı kadınlar ağırlıktadırlar. KIRIM'DAN GELİR Yıl 1639. O günlerde Kırım Tatarları ile Slavlar arasında bir savaştır kopar. Türklerin eline geçen esirler arasında 12 yaşlarında bir kız çocuğu vardır ki pek güzelcedir, zeki zeki bakar. Süleyman Paşanın nazar-ı dikkatini celbeder, onu diğerlerinden ayırır, İstanbul'a yollar. Minik esire önce sıkı bir tedristen geçirilir, kendi arzusu ile Müslüman olunca adını değiştirir, Hadice Turhan koyarlar. Genç kız haremde zarafetiyle, şefkatiyle, öne çıkar ve gün gelir Mahpeyker Valide Sultan onu kendine gelin (Sultan İbrahim'in hanımı) yapar. Hadice Turhan çok geçmeden anneliği tadar, biricik yavrusunu kucağına alınca rütbesi artar. Artık Veliaht annesi derler ona. Mührünün üzerinde "Mahzar-ı lütf-i samed Valide-i Sultan Mehmed" yazan Hadice Turhan sıkça halkın arasına karışır, esnafın sanatkarın nabzını tutar. İşte çarşı pazar dolandığı günlerden birinde sarışın mavi gözlü bir manav çırağı gözüne batar. Bu sima tanıdık bildik birine aittir ama... Acep kim ola? OLACAK BU YA Genci yanına çağırır, adını, sanını, memleketini sorar. Birden benzi sararır, kalbi güp güp atmaya başlar. Bakın şu güzel Allah'ın (Celle Celalüh) işine ki o çocuk öz be öz kardeşi çıkar. Turhan Sultan heyecanını saklamasını bilir, saraya dönünce çırağı alıp getirsinler diye muhafızlarını manava yollar. İri yarı adamlar koluna girdiğinde çocukcağız nasıl korkar anlatılamaz. Ben bir şey yapmadım diye yalvarmaya başlar. Muhafızlar ketumdur, kelime konuşmaz, işlerine bakarlar. Onu önce bir hamama sokar, sonra giydirir kuşatır Turhan Sultan'ın huzuruna çıkarırlar. Ablası garibi fazla meraklandırmaz, hadiseyi açıklar. İki kardeş kucaklaşarak ağlaşır, şükrederler Allah'a. Geleneklere aykırı olmasına rağmen Sultan İbrahim, bu delikanlıyı (Yusuf Ağa) bağrına basar, "Demek oğlum Mehmed'in dayısı sensin ha?" der, ihsana boğar. Lâkin Yusuf Ağa, genç yaşta vefat eder, kavuşur rahmet-i Rahmana. Valide Sultan pek üzülür, Sarıyer'de bir cami yaptırır, kardeşinin adına. İbrahim Han asiler tarafından şehit edilince, Turhan Sultan'ın oğlu IV. Mehmed (henüz 7 yaşındadır) tahta çıkar. Düşünün esire bir kızcağız, imparatorluğun en güçlü kadını olur bir anda... Halbuki henüz 21 yaşındadır daha. Hadice Turhan haddini bilir, devlet işlerine karışmaz. Yetkilerini kayınvalidesine bırakır, onun vefatı üzerine Köprülü Mehmed Paşa gibi tecrübeli ismi sadrazam yapar. SAHİB-ÜL HAYRAT Hadice Turhan Sultan'ın hayrı hasenatı çoktur ama tek eseri Yeni Cami olsa yeter de artar... Genelde Selâtin camileri çabuk şekillenir, çok çok üç beş yılda ibadete açılırlar. Ancak Yeni Caminin inşaatı tam 68 sene sürer, ortada kalır adeta... Efendim, bu camiye zamanında II. Murad'ın hanımı Safiye Sultan niyetlenmiştir (1597). Zikr olunan alan o zamanlar Çıfıthâne adıyla anılır ki, adından anlaşılacağı üzere Yahudiler (Cehûd) oturmaktadırlar. Düzensiz ve kalabalıktır, ciğerciler, balıkçılar, kırık dökük binalar... Bilirsiniz karışık mekanları hâlâ "Çıfıt Çarşısı" diye adlandırırız ki Emin iskelesine, Gümrükçübaşının itibarına yakışmaz. Safiye Sultan, vatandaşları mağdur etmez, mülklerini iki misli bedelle satın alır, gönüllerini hoş tutar. Mimar Davud Ağa inşaata hızlı başlar. Kazdırdığı çukur denizin yanı başındadır, zemin fıkır fıkır su kaynar. Tulumbalar gün boyu çalışır, zemine habire kazık çakarlar. Derken kurşun kuşaklar atar, temel taşlarını üzerine oturturlar. Hasılı alt yapı ile çok oyalanırlar. Temel bitmeden Davud Ağa'nın ömrü biter, yerine Dalgıç Ahmed Ağa getirilir ve duvarlar yükselmeye başlar. Ancak I. Ahmed tahta geçince önce kendi eserini (Sultanahmed Camisini) tamamlamaya bakar. Artık Safiye Sultan da eskisi kadar kudretli değildir, inşaat sekteye uğrar. Yeni Cami, yaklaşık yarım asır, bu halde kalır, keresteler taşlar... Metruk şantiye halkı bizar eder adı "zulmiye"ye çıkar. KENDİ KESESİNDEN Hadice Turhan, "Valide Sultan" olunca ilk işi Mimar Mustafa Ağa'yı vazifelendirmek olur ve elli yıldır bekleyen inşaatı "kendi parasıyla" tamamlar. Belki de latife olsun diye Caminin adını "Yeni" koyar. Biz geniş kubbeye, sanatlı çinilere, mermer minbere ve Tenekecizade'nin usta hatlarına bakıyor, iki kelimeyle "hoş olmuş" deyip geçiyoruz ama sanat tarihçiler bu eser hakkında oturup kitap yazıyorlar. Yeni Cami sebiliyle, çeşmesiyle, mektebiyle, muvakkıthanesiyle, hünkar kasrı ve türbesiyle bir külliyedir zira. Bilahare yanı başına Mısır Çarşısı açılır ve iradını Cami'nin tamir ve bakımında kullanırlar. Hadice Turhan Valide Sultanın tek eseri Yeni Cami değildir. Anadolukavağı ve Rumelikavağı'ndaki Valide Camiileri, Rumelihisarı'ndaki saray, Edirne Şikâr ve Gülhane Kasırları, Şam-Medine yolu, Hayber'deki Şakku'l Acûz kuyuları, Medine'deki Bi'r-i Cedid ve Bi'r-i Zümrüd su tesisleri, Azak, Rostov'da Kal'a-i Sultaniye, Uyvar ve Nitra'da kiliseden çevirme camiler, Mekke hastanesi, Kahire'de hayrât, Atina Ezdin'de vakıflar, Girit Resmo'da mescid, Kandiye'de cami ve mektep, Zaranta medresesi hep ondan yadigardırlar... HATUN KİŞİ NİYETİNE... Hadîce Turhan Valide Sultan, ömrünün son yıllarını Edirne Sarayı'nda geçirir. 1683 yazında vefat eder. Oğlu Orduy-ı Hümayun ile Belgrad'dadır, annesinin ölümünü öğrenince: "Devletin rükn-i a'zamı (temel direği) gitti" demekten kendini alamaz. Cenaze namazı elbette Yeni Cami'de kılınır, İstanbullular bu hayır sever kadını son yolculuğunda yalnız koymazlar. O gün görülmemiş bir kalabalık vardır, halk tabutunu taşımak için yarışır. Onu ancak bir anneye gösterilecek hürmetle toprağa bırakırlar
.
TÜRKİSTAN'DA BİR İFFET ABİDESİ İpar ya da Dilşad Hatun
20 Nisan 2008 01:00
Çin İmparatoru'nun "Seni ülkemin en güçlü kadını yapayım" teklifini reddeden Dilşad Hatun, Hoca Cihan'ın hanımıdır ve tam bir Türkmen kızıdır. Erkek gibi ata biner, attığını vurur, vurduğunu yıkar. Yıl 1756... Yer Türkistan. Ülke Davaçi Han'ın idaresinde huzur içinde yaşamaktadır. Ancak bazı beyler (adları lazım değil) saltanat sevdasına kapılır ikilik çıkarırlar. Kılıçlar çekilir, kanlı kavgalar başlar. Hasımları Çin İmparatoru Chi-En-Lung'dan yardım isteyince, düşman el ovuşturmaya başlar. İmparator yırtıcılığı, inatçılığı ve öfkesi ile tanınan Komutan Şao-Hui'yi Türk ellerine yollar. Muazzam ordu kapıya dayanınca bizim beylerde şafak atar ama meğer ki geçmiş ola... Türkler teslim olmaz ama organize de olamazlar. Şao-Hui kırık dökük kuvvetleri ezmekte zorlanmaz. Ancak Hoca Burhaneddin ile kardeşi Hoca Cihan, Başbuğ Davaçi'nin yanında durur, canları pahasına savaşırlar. Yeri gelmişken söyleyelim Hoca ailesinin Evlad-ı Resul olduğu rivayet edilir ki el üstünde tutulurlar. Hoca Cihan'ın hanımı Dilşad Hatun tam bir Türkmen kızıdır. Erkek gibi ata biner, attığını vurur, vurduğunu yıkar. Öylesine seri ve kıvrak dövüşür ki Şao-Hui bile hayran olur, onu izlemeye başlar. Her ne kadar sırtında zırhı, başında tolgası olsa da hareketlerindeki kadınca zerafet ihtiyar tilkinin gözünden kaçmaz. Çaşıtlarından (casuslarından) onun Dilşad Hatun olduğunu öğrenir. Hakkında bilgi toplar. Bunu bir rapor haline getirip İmparatoruna yollar. Sanırım biraz da mübalağa yapar. Yok boy pos ondaymış, yok kaş göz onda. Görenin başı dönüyormuş da filan... HAYALİ AŞIK İmparator bu sözlerin tesirinde kalır, uzaktan uzağa aşık olur Dilşad Hatuna... Şao-Hui'yi bir an önce işgali tamamlaması için zorlar. Davaçi, Hoca Cihan ve Dilşad Hatun Mançu ordusuna dayanırlar ama dövüş dövüş nereye kadar? Adamlar çekirge sürüsü gibidir, kırıldıkça artarlar. İster istemez kafileyle İran hududuna çekilir, Bedehşan'a varırlar. Emir Ali Şah kapıyı açıp açmamakta kararsızdır. Ancak Şao-Hui yetişip de katliama başlayınca sığınmacıları içeri alır. Zira kalenin saldırıya uğraması an meselesidir ve Türklerin vurucu gücüne ihtiyacı olacaktır ihtimal. Şao-Hui'nin şehirde gözü yoktur, sadece Hoca Cihan ile Davaçi'yi ister o kadar. Şah Ali önceleri "mümkünü yok" dese de bir yol bulur aklınca. "Onları diri diri teslim edemem ama" der, "çekilip gitmeyi taahhüt edersen başlarını verebilirim sana! Ancak bu, gizli bir anlaşma olacak, aramızda kalacak." Şao-Hui kabul eder, iki mücahidin başlarını alıp Çin'e yollar. Dilşad Hatun olup bitenden habersizdir, akşamları alnını cama dayar, eşini bekler sabırla. Aradan aylar geçer, Komutan Şao-Hui ilkinden güçlü orduyla çıkar gelir silbaştan dayanır kapıya. Ali Şah "seninle anlaşmıştık ama" der, "alacağını aldın ne istiyorsun daha?" Dilşad'ı ver kuşatmayı kaldırayım. Sizi rahat bırakayım. - Bir kadın düşmanına teslim edilir mi? Bizim de şerefimiz, itibarımız var. - İyi ama onu öldürecek, süründürecek değiliz, belki de kraliçe olacak, Çin sarayı ondan sorulacak! Şah Ali bu kez direnir, ancak Şao-Hui'de oyun bitmemiştir. Güya çekilir, gider, Türkistan eşrafından birkaç kocamışı zorlar, adamlar Bedahşan'a gelir "yeni bir direniş için Dilşad Hatun'a ihtiyacımız var" der, Şah Ali'yi kandırırlar. ÇİRKİN TEZGÂH Dilşad Hatun silbaştan ordular kurup meydana çıkacak olmanın heyecanını yaşarken bambaşka bir teklifle karşılaşır. Eşraf "n'olur imparatora git, halimizi anlat" derler, "yoksa soyumuzu tüketecekler, vebalin büyük olacak!" - Ama niye ben? Bunca ağa ve bey varken? - Bunu biraz da senin için istiyoruz, belki Hoca Cihan'ı da kurtarabilirsin! Efendisinin adı zikredilince Dilşad Hatun kabul eder, Çinlilerden ve Türklerden oluşan bir heyetle çıkarlar yola. Pekin fevkalade günlerinden birini yaşamaktadır, İmparatorun heyecanı dorukta. Halk Dilşad Hatunu görebilmek için camlarda, çatılarda, balkonlarda... Dilşad Hatun ne zırhını çıkarır, ne tolgasını, atından bile inmez kaidelerini hiçe sayar. İmparatorun huzurunda dimdik durur, vakarla! Eğilmesini işaret edenlere aldırmaz. İmparator, Dilşad Hatun'a vurulmuştur, gözünü konuğundan ayıramaz. Dirseği ile annesine dokunup fısıldar: "Lütfen susar mısın biraz!" HOŞ GELMİŞSİNİZ Ayağa kalkıp "hoş geldiniz" der ki bunu kimseye yapmaz. Dilşad Hatun belinden kılıcını çıkarıp uzatır. "Buyurun silahım, umarım askerleriniz yurdumdan çekilirler artık!" - Hiç endişeniz olmasın, sırf sizi hoşnut etmek için bunu yapacağım! - Peki ya kocam, Şah Cihan? - Şimdilik istirahat edin, onu sonra konuşalım. İmparator Dilşad Hatuna sarayının en güzel odalarını açar, bir dediğini iki etmez her arzusunu emir sayar. Zavallı kadıncağız Hoca Cihan'ın serbest bırakılacağını ve birlikte Kaşgar'a döneceklerini sanmaktadır hâlâ. İmparator resmen kara sevdaya kapılmıştır ve Dilşad'la evlenebilmek için her yolu denemekte karar kılar. Öncelikle kocasının öldüğünü duyurmalı, ümidini kırmalıdır. Nitekim fısıltı gazetesi yayına başlar, birileri Dilşat Hatuna Hoca Cihan'ın başının nasıl mızrağa takıldığını ve teşhir edildiğini duyururlar. Dilşad Hatun İmparatora çıkıp sorar "doğru mu bunlar?" - Ne yazık ki doğru ama benim bir suçum yok inan. Evet, onu ele geçirmeyi istemiştim lâkin öldürülmesini arzu etmedim asla. Dilşad Hatun belinden hançerini sıyırıp haykırır "Benden uzak dur, zararım dokunur yoksa!" Bu Türkmen kızının öfkesi neşesinden de çekicidir, kaşları çatıldıkça cazibesi artar. NASIL YAPMALI DA... Hemen o gün birkaç Türkmen aksakal buldurup akıl sorar. "Sizin kızlarınızın gönlü nasıl alınır, gözleri neyle boyanır?" - Bizim milletimiz gurbette huzur bulamaz. - Ben Türkistan'a gidemeyeceğime göre. - Öyleyse Türkistan'ı buraya getireceksin. Türklerden müteşekil bir mahalle kurdurabilirsin pekala. Şöyle minik bir hamamı olsun, çeşmesi olsun, sonra mescidi olsun vakit girdikçe ezan sesi duyulmalı mutlaka. İmparator söylenenlere harfiyen uyar, Dilşad Hatun camını açtığında adeta memleketini bulur karşısında... (Türk mahallesi Huy Huy Yın). Demirciler, bakırcılar, artık yurdunda ne varsa... Hatta imparator elindeki esir Türklerden bir muafız kıtası kurar, onları maaşa bağlar ve Dilşad'ın buyruğuna sunar. Yaptırdığı cami (1765) yüksek kemerli, geniş avlulu ve pek müzeyyen ve ferahtır. Kitabesini bizzat kendi yazar, mührünü basar. Hoş bu hadise de o kitabeden öğrenilir ya... İFFET UĞRUNA Neyse hikayemize dönelim. Aradan 8 uzun sene geçer, imparatorun aşkı azalmaz, artar. Etrafındaki kadınlardan sıkılır hatta iğrenmeye başlar. Defalarca kapısını çalar yalvarır "gel seni imparatorluğun en güçlü kadını yapayım" der, "halkını kendin koru kolla!" - Ben bir kafirle evlenemem, dinim izin vermez buna. - Dinimi değiştirirsem bu mevkide kalamam ama! - Senin nerede kalacağın, neyi kaybedeceğin umurumda değil, zaten bir gün hançerimi kalbine sokacak, öcümü alacağım. - Senin elinden olsun da, ölüme bile razıyım. Buna benzer konuşmalar sıklaştıkça Ana Kraliçe telaşlanmaya başlar. Bu dişi kurt sandığından da tehlikelidir, oğlunu öldürebilir her an. İmparatorun şehirden ayrıldığı günlerden birinde peşine cellatları takar, Dilşad Hanımın malikanesine doluşurlar. Türkmen kızı başına gelecekleri bilir, sakindir. Sadece abdest alıp namaz kılacak kadar süre ister o kadar. Tam teşehhüde oturmuştur ki işareti alan yarma ipek ipliği boynuna geçirir. Sıkar, sıkar, sıkar... Belki inanmayacaksınız ama o iffetli kızımız adeta tebessüm eder ve miskler gibi kokar. Çinliler ona "Şiang - Fei (Güzel kokulu Prenses) der, hatırasını yaşatırlar. Tarihçi Sui Cien Sin'e göre Dilşad Hatun Tung-Ling'de İmparator Chien Lung'un mezarının yanında yatmaktadır. Türkler ise naaşının Kaşgar'a getirilip, Ehl-i Beytten Hoca Hidayetullah'ın türbesine defnedildiği iddiasındadırlar. Doğrusu bu olmalıdır, zira mezarın içinde Çinlilerin "co" dedikleri bir tahtırevan vardır ki onunla asillerin cesetlerini taşırlar. Kaldı ki zikrolunan koku kubbe altında dolanmaktadır ayan beyan. Ahali onu İpar adıyla anar. İpar... Yani "hoş kokan!"
.
URDUCA'NIN TEMELLERİNİ ATAN ŞAİR Emir Hüsrev Dehlevî
27 Nisan 2008 01:00
Hindistan'da saray ile halk farklı lisanlar konuşmaktadır, ulemanın da avamın da anlayacağı basit ama ahengli bir lisan gerekir ki bunu yapsa yapsa Emir Hüsrev yapar. Ünlü edip bugün 200 milyon insanın konuştuğu yeni bir dilin kurallarını koyar Hicri yediyüzler... Yer Hindistan Adamcağızın biri gözünü karartıp ticarete girer ama batar, altından kalkılamayacak kadar borç yapar. Birileri "Hâce Nizâmüddîn'e git" derler, "umulur ki çare olur sana." Adamcağız çeker çarıklarını düşer yollara. Dehli'ye (Delhi) varır, dergâhı bulur, katılır kalabalığa... Evet Nizâmüddîn Evliya hazretleri ziyaretine gelenlere ama az ama çok ihsanda bulunmaktadırlar. Lâkin o gün elinin altında bir şeycikler kalmaz, garibi boş çevirmemek için ayakkabılarını gösterir, "bunları da sen al" buyururlar. Haydaaa. Ne ummuş ne bulmuştur. Borç boyunu aşarken bir çift eski papuç neye yarar? Ama ikramı ret edecek kadar cesareti yoktur, büker boynunu, diline gelenleri yutar. Ertesi gün dönüş yoluna geçer, buruk kırık sahrayı adımlar. Ayaklarına kara sular inince bir handa konaklar. Yorgun vücudunu döşeğe atar. O sıra Emir Hüsrev, Bengal'den dönmektedir. Çok kârlı bir alışveriş yapmış, büyük paralar kazanmıştır. Hayvanları kıymetli taşlarla yüklüdür, mahiyetinde muhafızlar, uşaklar... Ama hiç biri gözünde yoktur, bir an evvel Dehli'ye varmalı, çıkmalıdır, hocası Nizameddin Evliya hazretlerinin huzuruna. Mübareği nasıl özlemiştir anlatılamaz. İnanın bu ayrılık çok koymuştur ona. Hayali gözünün önündedir, sesi çın çın kulaklarında... Hasretten burnunun direği sızlar, koyverseler hüngür hüngür ağlayacaktır. Yani o kadar.... Emîr Hüsrev de zikrolunan handa mola verir. İçeri girince "hayret" der, "Şeyhimin kokusu var burada!" MÂNÂLI TAKAS Hancıya, yamaklara, seyislere tek tek sorar ama Hace Hazretlerinin civardan geçtiğine dair tek haber alamaz. İş başa düşer, koridor koridor dolanır ve nihayet bir kapı önünde durur: "Kim kalıyor burada?" - Garibin teki, sanırım Dehli'den geliyor. Girer içeri ve şaşkın adama sorar: "Dehli'de Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerine uğradın mı?" - Uğradım. - Bir şey verdi mi sana? Eliyle pabuç eskilerini işaret eder. Emir Hüsrev alır, koklar, tamam. Bunlar onlar! Ve beklenmedik bir teklif yapar: "Bu pabuçları satar mısın" - Niye olmasın? - Ne istersin? - Ne verirsen ver. - Kervanımı al, nerden baksan yarım milyon gümüş eder. - Şaka yapıyorsun herhalde? - Öyle bir halim mi var? - Yok ama... - Kabul ediyor musun? - Ediyorum. - Al hayrını gör, bilemezsin ne büyük bir iyilik yaptın bana! Birileri gelir gider, "seninki de iş mi yani" derler, "eski bir papuca varını yoğunu verdin!" - Hayır ucuz aldım, eğer servetimle birlikte hürriyetimi de istese düşünmezdim. Prangayı elimle vurur, köle olurdum ona! SULTAN-ÜŞ ŞURA Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Mâverâünnehr illeri Moğol çapulcuları tarafından istila edilince Laçin Beylerinden Seyfeddîn Emir Mahmûd Şemsî, Hindistan'a hicret eder. Agra yakınlarındaki şirin bir beldeyi (Mü'minâbâd) mekan tutar. Yörenin yabancısıdır ama kısa sürede kendini sevdirir. Nitekim saray nazırlarından İmâdülmülk Han ona kızını verir. İşte bu izdivaçın meyvelerinden biri de H. 651 doğumlu Emir Hüsrev'dir. Hüsrev hem ilmi ile amil babasına, hem sanatkar ruhlu annesine çeker, küçük yaşta şiirler yazmaya başlar, ki bunlar devrin edipleri tarafından ciddiye alınırlar. SOHBETTEN SOHBETE Çocukcağız babasının eteğini bırakmaz, birlikte saray sohbetlerine katılır, ünlü isimlerle tanışırlar. Bir gün devrin meşhur şairi İzzeddîn ile karşılaşırlar, İzzeddin ona "saç - yumurta - ok ve kavun" gibi dört alâkasız kelime verir ve "beşe kadar sayıyorum" der "çabuk içinde bunların geçtiği bir beyit söyle bana!" Hüsrev, "Yar dediğin altınla dahi tartılamaz, saçının tek teline yumurta büyüklüğünde yüz amber dizilse az / Sakın gönlünü ok gibi düz sanma, sapar. Çünkü karnında kavun gibi gizli dişleri var" manasına gelen bir beyit söyler ki ölçülüdür, kafiyelidir, üstelik kulak okşar. İzzeddîn "Pes valla!" der ve genç şaire "Sultânî" mahlasını bağışlar... GİRSE Mİ DURSA MI? Bir gün Seyfeddîn Emir Mahmûd Çeşti büyüklerinden Hâce Nizâmüddîn hazretlerinin ziyaretine gitmektedir. Hüsrev yolda babasına sorar "Kim bu zat?" - Bir gönül ehli, Evliyaullah! Senin de bağlanmanı isterdim ona. - İyi de nasibim bu kapıda mı acaba? Sen beni koyver baba, olacaklara karışma! Emir "sen bilirsin" der, dergâha girer, Hüsrev kararsızdır, kalakalır sokakta. Bir süre eşiğe bakar ve heyecandan titreyen bir sesle beyitler mırıldanmaya başlar: "Kimi güvercinler Şahın sarayının kubbesini mekan tuttular, kimileri uzaklara uçtular / Efendim bir garip aşık eşiğinizde beklemektedir, girsin mi, dönsün mü? Emir beklemektedir şu an!" Allahü teâlânın izni keremi ile Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ hazretlerine malum olur. Talebelerinden birini çağırır ve kapıda bir çocuk göreceksin der git şu rubaiyi oku ona. Rubai uzun, birkaç kelime ile özetlersek "gir o kapıdan" buyrulur, "hiç durma!" HİND PAPAĞANI Emir Hüsrev babasını kaybedince dedesi İmâdülmülk'ün himâyesine girer. Ki sofralarında edîbler şâirler eksik olmaz. Hepsini de dikkatle dinler alayından hisse kapar. Henüz on iki yaşlarında iken, sağda solda şiirleri okunmaya başlar. (H.692)'de dedesi de vefâtı eder, Sultan Mübârek Şâh Hallâcî onu sarayına alır, oğulları ile bir tutar. Sonra gelen sultanların da teveccühleri eksik olmaz, onu baş şair yaparlar. Kelimelerle öyle ustalıkla oynar ki adı "Toti Hind"e (Hint Papağanına) çıkar. Düşünebiliyor musunuz 7 sultan defnedecek kadar yaşar sarayda... Bir eli yağdadır bir eli balda... Ama gönlü mana sultanında kalmıştır, Hace Nizâmüddîn-i Evliyâ'da... MUHABBETE BAK Üstelik bu kapıda hizmetçiliğe taliptir, silmeli, süpürmeli, helâları temizlemelidir icabında... Dünyadan uzaklaştıkça ufuklar açılır, Hızır aleyhisselâmın sohbetiyle şereflenir, yürür müstesna makamlara... Sultân-ül-meşâyıh HâceNizâmüddîn hazretleri, bir defasında Emîr Hüsrev'e hitâben; "Herkesten daralabilirim" der, "hattâ kendimden bile. Fakat senden asla darlanmam." Yine bir gün Emîr Hüsrev'e hitaben; "Bana duâ et!" buyururlar, "Seni yanıma defnetsinler, bizi ayırmasınlar." Büyük veli Emir Hüsrev'e toz kondurmaz, "boğazıma testere dayasalar da Hüsrev'den vazgeçmem" derler, "Başımı veririm Hüsrev'i terk etmem... Eğer mümkün olsaydı, Hüsrev'le aynı mezarda yatmak isterdim!" Bir Cumâ gecesi rüyasında talebesi Emir Hüsrev'i görür, ki tarifsiz nimetler içindedir. Rüyasını anlatınca Emîr Hüsrev "biz kimiz ki" der, "neye kavuştuksa sizin hatırınıza". Sözünü tamamlayamaz, hıçkırıklar dayanır boğazına. Hocası da hislenir, sarılır, ağlaşırlar. Hani görenler baba oğul sanırlar... Hazret-i Hâce Nizâmüddîn-i Evliyâ, dar-ı bekaya göçtüklerinde Emîr Hüsrev, Tuğluk Şâh ile birlikte Luknov taraflarına gitmiştir. Dönüp de acı haberi öğrenince yıkılır. "Sübhânallah! Güneş batmış. Hüsrev hayatta!" diye haykırır. Malı mülkü nesi varsa fukaraya dağıtır, ecrini Hâce hazretlerinin rûhuna bağışlar. Öylesine bitap olur ki dostları "bu fazla yaşamaz" diye fısıldaşırlar. Nitekim kısa bir süre sonra vefat eder, hocası ile ayrılığın olmadığı alemde buluşurlar. Onu Hace hazretlerinden ayırmaz, ayak ucunda bırakırlar toprağa. Yeni bir lisan Emir Hüsrev Arapça'ya Arap ediplerinden daha hakimdir, Farisi ve Hind lisanları deseniz ona keza... Eh Türkçe ana dilidir zaten. Nizamüddin Evliya hazretleri onun fasih ve beliğ yazmasına çok ehemmiyet verir, Farisi'yi Isfahanlılar gibi konuşmasını emir buyururlar. Yine halkla sarayı, ulema ile avamı buluşturacak sade, basit ama ahenkli bir lisanın tesisini arzularlar ki bunu yapsa yapsa Emir Hüsrev yapar. Emir Hüsrev baş üstüne der ve bugün "Urduca" diye tanınan (200 küsur milyon kişi tarafından konuşulan) lisanın temellerini atar. Bu yeni dile işlerlik kazandırmak için hem nesir, hem manzum eserler yazar.
.
Saraydan sürgüne
4 Mayıs 2008 01:00
ŞAH RIZA PEHLEVİ Güç, servet, şöhret, itibar... Koca İran, Şah Rıza ile Farah Diba'dan sorulur, ki ABD ve İngiltere'nin desteği arkalarındadır. Pers İmparatorluğunun 2500'üncü yılını kutlayan Pehlevi ailesi gücünün doruğundadır ancak bir tıbbi tetkik muazzam saltanatı sallar. Batılılar rutin kontroller esnasında şahın kanser olduğunu öğrenir ve pek telaşlanırlar. Tudeh gümbür gümbür gelirken bir şeyler yapmalıdırlar Anlatmıştık, Rıza Şah Rusların yanında yetişen bir çavuş eskisidir. Ne şahlıkla ne de Pehlevilikle alakası vardır ama adam kıtlığında saltanat kurar. Büyük bir iştah ile mal toplar, onun bunun mülküne el koya koya muhteşem bir servet yapar. Zalimdir, acımasızdır, batılılaşma uğruna, geleneklerine bağlı insanları baskı altında tutar. Ancak Hitler'li yıllarda Almanya'ya oynamak gibi bir hata yapar. Onu oraya getiren güçler kaldırmasını da bilir, yaka paça Afrika'ya sürer, yerine Muhammed Rıza Pehlevi'yi oturturlar (1941). Rıza Pehlevi Şah yapıldığında henüz tecrübesiz bir gençtir, utangaçtır da... Her ne kadar Pehlevi adı taşısa da ardında köklü bir hanedan yoktur, bir başınadır koca sarayda... Devlet idaresi kolay değildir, hoş o da önceleri elini taşın altına koymaz. Avrupa gezileriyle oyalanır, sayfiyelerde kayak merkezlerinde gam dağıtmaya bakar. HİZB-İ TUDEH-YE İRAN Şahın koltuğa oturduğu yıllarda "Hizb-i Tudeh-ye İran" kurulur ki, bu parti Komünist dünya görüşüne sahiptir, direktifleri SSCB'den alırlar. 1951 yılında solcu Dr. Musaddık Başbakan olur ve petrolü millileştirmek için ne gerekiyorsa yapar. Başına gelecekleri hissetmesine rağmen Batıya kafa tutar. Nitekim Anglo-Persian (BP) Petrol şirketini kovar ve sözüm ona petrolün sahibi olurlar. Ancak öyle beklendiği gibi nehir gibi para akmaz, kasalar dolarla dolmaz. Zira ellerinde yetişmiş insan yoktur, nakliye filoları bulunmaz. Arıtma tesislerini çalıştıramaz, kepenk kapatmak zorunda kalırlar. Sadece iki yılda hazine tamtakır kuru bakır kalır, memurlara maaş ödemekte bile zorlanırlar. Şah Rıza, Musaddık'a rağmen bir çıkış yolu arar. Evet, İngilizleri yeniden davet etmek yakışık almaz ama ABD ile çalışabilirler pekala... Musaddık bu teklife yanaşmaz ve fermanını imzalar. İhtilal yapmaktaki engin tecrübesi ile tanınan CİA, iktidarı yıkar (1953). Kurşuna dizilenler, içeri tıkılanlar... CİA Şah'ın elini güçlendirmekle kalmaz, ona muhaliflerle mücadele yollarını da öğretir, mesela Savak adlı bir teşkilat kurar. O günden sonra Tudeh yer altına iner, kızıllar "Halkın mücahitleri" adıyla eylem koyarlar. Sonraki yıllarda Savak'la Halkın Mücahidleri didişir durur. İran Komünistleri daha ziyade yurt dışında organize olur, iktidara yürümek için fırsat kollarlar. Doğrusu tahsillidirler, donanımlıdırlar, inanın böyle bir kadro Şahın elinde bile bulunmaz. BEYAZ DEVRİM Mollaların henüz siyaset sahnesinde bir ağırlıkları yoktur. Ancak bizdeki loncaları andıran esnaf dernekleri (Bazaariler) teşkilatlıdırlar. Aralarında sıkı bir tesanüt vardır, fakir fukarayı da kollar, halk nezdinde itibar kazanırlar. Artık Şah Rıza daha faal olmalı, hamle üstüne hamle yapmalıdır. 1963'te başlayan "Beyaz Devrim"le kadınlara oy hakkı sunar, okuma yazma oranı artar. Hava, kara ve demir yolları ağı genişler, baraj ve sulama projelerini tamamlar, sari hastalıklarla mücadele yapar. Ancak toprak reformu ile mollaların nasırına basar. Çünkü Kum kentinden kontrol edilen vakıflar geniş arazilere sahiptir ve bunları kaybetmekten hiiiç hoşlanmazlar. Şah, esnaf ve sanatkarları da disipline etmeye kalkar, yeri geldiğinde cezalar keser, Bazaarilerin canını sıkar. Bu dönemde İran ışıl ışıldır, Batıda çıkan her ürün ertesi gün Tahran mağazalarında yer alır. Kendisi de bir pilot olan Şah Rıza hava kuvvetlerine büyük para harcar. Amerika F-15 gibi stratejik bir uçağı sadece İsrail ve İran'a satar. 1971'de Pers İmparatorluğu'nun 2,500. yıldönümü kutlanır. Şah artık ayağını daha sağlam basar, Farah Diba'nın başına eliyle Şahbanu (imparatoriçe) tacı koyar. PARTİLER KAPATILIR İlerleyen günlerde Şah, kendi güdümündeki Rastakhiz Partisi'nin dışındaki bütün siyasi partileri kapatır, mal varlıklarına el koyar. Savak'la ilgili çok hikayeler anlatılır. Rejim aleyhtarları iğneli fıçılara atılıyormuş da filan. Yok efendim kedili çuvallar, yılanlı kuyular... Bunlar oldu da diyecek halde değiliz, olmadı da... Ancak Moskova'dan güdülen kızıllar benzer hikayeleri bir çok ülkede anlatırlar. Kaldı ki Halkın Mücahitleri sütten çıkmış ak kaşık değildir, sabotaj ve suikastlardan geri durmaz. Bir başka propaganda Şah'ın Niavaran Kasrının yapımında 400 mimar çalıştırdığıdır ki buna saray bile denmez. Eh işte iki katlı, eli yüzü düzgünce bir bina. Bir mimar fevkalade çizer, kotarır ki matah birşey değildir aslında. Yine Şah'ın öğrenci eylemlerinden korktuğu için talebelere burs verip yurtdışında okuttuğu çok söylenir. Ver para yurt dışına yolla, ver para yurt dışına yolla. İyi de nereye kadar? Sanırım, Şah acil hekim, mühendis ihtiyacını kapatmak için böyle bir çare arar. Üstelik yurt dışında okuyanların ekseri halkın mücahitlerine katılır, kendisine muhalif olurlar. Şah Şiilere de Sünnilere de aynı mesafede durur, Ehli sünnet alimlerinin kitablarını da devlet eliyle bastırmaktan kaçınmaz. KANA KAN İNTİKAM Gelelim Humeyni'ye... Henüz 5 aylıkken babası öldürülen genç molla bunu asla unutmaz, her geçen gün kini artar. Bıkıp usanmadan Pehleviler aleyhinde konuşur, yurt dışını (hatta bir ara Bursa'yı) mekan tutar. Peki devrimi organize edecek kadar donanımlı mıdır? Hem halkın böyle bir talebi var mıdır acaba? Azıcık kenara çekilip bakarsanız İran'da ihtilal yapabilecek tek güç Tudeh'dir. Bunu Batı Dünyası da bilir, Suriye ve Irak'ın ardından İran'ı kaybetmekten korkarlar. Eğer Tahran da kızıllara katılırsa, SSCB elini kolunu sallayarak sıcak denizlere inecek, Basra körfezinde ferman okutacaktır. Bu enerjinin, dolayısıyla para ve gücün demirperde bloğuna geçmesi demektir ki dengeleri derinden sarsar. SEÇMENE BIRAKAMAZLAR Batılılar Şahı koltuğunda tutmakta kararlıdır, ondan sonra oğlu Rıza'yı tahta oturtacak belki bir 40 yıl daha diledikleri gibi at oynatacaklardır. Ancak rutin kontroller esnasında Şahın kanser olduğu öğrenilir ve beyleri telaş sarar. Henüz bıyıkları terlememiş olan Junior Rıza dizginleri elinde tutamaz. Solun gücü ortada iken ülkenin gidişatını "seçmenin insafına" da bırakamazlar. İş menfaate dokundu mu demokrasi rafa kalkar, kirli ilişkiler başlar. Peki Komünistler gümbür gümbür gelirken ne yapılmalıdır? Fütüroloji enstitüleri üç vardiya çalışır, senaryo yazar. Neticede mollaları destekleme kararı alırlar. PARİS'TEKİ KARARGÂH Beyaz Saray güvenlik uzmanı Brzezinski Şahı çoktaaan gözden çıkarmıştır, ABD Dışişleri Bakanı Vance: "Yeni rejim ister monarşi, ister İslâm cumhuriyeti olsun" der, "ikisi de bize uyar!" Nitekim, düğmeye basılır, kalabalıklar yollara salınır. Bu dönemde Humeyni Paris'te malikanelerde ağırlanır, devlet başkanı gibidir, elinin altında kırmızı telefon. Dünya liderleri hattın öbür ucunda... Neyse, birkaç kanlı hadiseden sonra şartlar olgunlaşır ve Şah'a "İran'ı terk et" buyururlar. Eh Şah ülkesini terk ettikten sonra muhafızlar neyi savunsunlar? İster istemez karşı safa geçer, canlarını kurtarırlar. Humeyni İran'a döndüğünde her şey hazırlanmıştır, onu havaalanında yüz binler karşılar. Düne kadar adam yerine konulmayan itilmişler kakılmışlar (Pastaranlar) sokağa hakim olurlar. Bu arada İran'ın devlet geleneğine yakışmayan manzaralar yaşanır, elçilik basmalar, şipşak infazlar... Neticede bir "mezhep devleti" kurulur ki İran Anayasası'nın 12. maddesinde İsna - aşeri Caferi mezhebine vurgu yapılır ve "Bu madde ebediyyen değiştirilemez" ifadesi yer alır. Anayasada ruhban sınıfı korunup kollanır. "Yüksek Taklid Mercii ve İnkılab rehberi Ayetullah - il Uzma İmam Humeyni..." gibi tabirler kullanılır. Şahın ardından Solcu Beni Sadr, %72 oy oranıyla cumhurbaşkanı seçilse de Humeyni yetkilerini paylaşmaya yanaşmaz, zamanı gelince onu da saf dışı eder, keyfi uygulamalara başlar. Devrim aleyhtarı diye yaftalananlar zindanlara tıkılır, bir milyon tirajlı 'Ayendegah' gazetesini sustururlar. Evet Savak gider ama yerini Savama alır, ihbarcılara gammazcılara yeniden gün doğar. O yıllarda bir sürü yetişmiş insan yurtdışına kaçar, mezhepçi iktidar İslâm ülkeleriyle de problemler yaşar, yalnızlara oynar. Düşünebiliyor musunuz Şah zamanındaki milli gelire hâlâ ulaşamadılar. Peki Şah? Oraya geliyoruz zaten. M. Pehlevi, ABD'ye yerleşmek isterse de Carter onu kapıdan içeri sokmaz. Öyle ya tacını tahtını kaybetmiş müstamel bir Şah için ABD- İran münasebetlerini riske atamaz. M. Rıza bir süre Meksika ve Panama'da dolanır, kendini kabul edecek bir ülke arar. Vatansızlık ne zor şeydir, mezar yerini bile çok görürler insana. Enver Sedat davet edince hiç düşünmeden Mısır'a koşar, bu arada hastalığı ilerlemiştir, yatağa düşer ve gözlerini hayata yumar. Onu Kahire'de büyük veli Ahmed-i Rufai hazretlerinin yanıbaşında toprağa bırakırlar. PİŞMAN OLURLAR Bakın şu işe ki ABD, eliyle kurduğu sistemin sefasını süremez, mollaları kontrolde tutamaz. Halbuki Moskova bile yol olmuştur, siyaset bilimciler "acaba Tudeh'e mi oynasaydık" demeye başlarlar. O günlerde İran'ın elinde Şah döneminden kalma çok güçlü silahlar vardır, İsrail pirelenmeye başlar. Batılılar şeytanın bile aklına gelmeyecek bir yol bulur, BAAS'çıları ayaklandırır İran'a saldırtırlar (1979). Suudlar, Sabahlar, Saddam'a alkış tutar. Tam 8 yıl süren mânâsız savaşta 1.5 milyon genç ölür, iki ülke harap olur, maddi kayıplar 500 milyar doları aşar. Ne büyük vebal ama. Fitneciler nasıl hesap verecekler acaba? İYİ GÜN DOSTU Beyazsaray iyi gününde kayıtsız şartsız Şah'ın yanındadır. Başkan Carter ile Şah dostluk üzerine konuşmalar yapar, objektiflere birlikte el sallarlar. Ancak Carter, Şahın kanser olduğunu öğrendiği gün köprüleri atar, bırakın teselli vermeyi, iktidarı yıpratmaya başlar. Ömrünün son yıllarında Şah'ı siler atar, tedavi için bile ABD'ye sokmazlar. Adamı onca muhalif arasında bir başına bırakırlar.
.
Florance Nightingale
11 Mayıs 2008 01:00
İNGİLİZ HASTANELERİNE DİSİPLİN GETİREN HEMŞİRE İnatçıdır, kolay kolay pes etmez. O günlerde bakımsız ve pislik içerisinde olan İngiliz hastanelerinde reform diye adlandırılabilecek çalışmalar yapar. Sağlık sektörüne büyük yenilikler katar... Yarın 12 Mayıs Pazartesi... Hemşirelik haftası bütün yurtta ve KKTC'de törenlerle kutlanacak.... Mâlum, 12 Mayıs "Lambalı Hemşire" namıyla maruf Florance Nightingale'in doğum tarihi. İyi de bu kadın neleri başarmış, sağlık sektörüne ne gibi yenilik katmış acaba? Mevzuya girmeden evvel Kırım savaşını hatırlamakta da yarar var. 1850'li yıllarda Ruslar yayılma temayülüne girer, sınırlarımızı zorlamaya başlarlar. İngiltere Avrupa'daki dengelerin bozulmasından hoşlanmaz. O günlerde böyle konular masada tartışılmaz, ordular meydana çıkar, kozlarını paylaşırlar. İngilizler tarihte ilk defa yanımızda olur, asker ve malzeme yollarlar. Adımız savaş kazananların listesinde yer alsa da fatura ağır olur, borç gırtlağımızı aşar. Yahudi Rotschildler açtıkları kredilerin karşılığında Filistin'e sulanırlar. Kraliçe Victoria o hengamede Asya'ya çöreklenir, "Hindistan İmparatoriçesi" diye anılmaya başlar. PSİKİYATRİK VAKA Neyse biz hikayemize dönelim. Floransa'da doğduğu için (1820) tarihi şehrin adını taşıyan başhemşiremiz köklü bir aileye mensuptur. Çocukluğunda resim ve binicilik dersleri alır, piyano çalar. Ablası Parthe balodan baloya koşan neşeli bir dilberdir, erkekler etrafında pervane olurlar. Flo ablası kadar alımlı değildir, daima gölgede kalır. Belki de bu yüzden bunalım takılır, odasına kapanır. İç dünyasını sadece hatıra defterine açar ki burada altı çizilecek bir cümle göze çarpar. "Tanrı benimle konuştu, vazifeye çağrıldım." (7 Şubat 1937) Ergenlik işte deyip geçmeyin, bu sözü ileri yaşlarda da tekrarlar. Kendini "kutsal" sandığından olacak, emrine uymayanları "isyankârlıkla" suçlar ve hiç acımaz. Babası varidatlıdır, itibarlıdır, nitekim "evlenirse düzelir" faraziyesinden hareketle ona bir talip (Yorkshire'lı Richard Monckton Milnes) bulurlar. Ancak Flo yalnızlıkta karar kılar. İlerleyen günlerde hastabakıcılığa merak salar, gider üç beş hafta Kaiserswerth Hemşire Enstitüsü'ne takılır, havayı koklar (1851). MEVKİ FARKI O günlerde İngiliz hastaneleri pistir, bakımsızdır. Hastalar genelde kenar semtlerde "karga deliği" denen izbelerde yaşayan çulsuzlardır. Kolera, verem, veba gibi hastalıklardan bizardırlar lâkin dertlerini umursamazlar. Serserimeşreptirler arka ceplerinde mutlaka konyak taşırlar. Böylesi tiplerin hakkından ancak aşağı sınıftan şişman ve alkolik hemşireler gelir, ki onların da ağızları bozuktur, küfürlü konuşurlar. Eh, koskoca Derbshire'nin leydisi ayak takımıyla düşüp kalkacak değildir ya! Flo, inatçıdır, kolay teslim olmaz, üstüne vazife gibi parlamentoya gelen bütün sağlık raporlarını toplar, dosyalar, devletlülerin kapısını çalar. Amcaları hanım kızın hevesini kursağında koymaz, onu "Hasta Kadınları Himaye Kurumuna" idareci yaparlar. Evet, iyi kötü eyleşir ama bu kağıt üstünde görünen sureta bir cemiyettir. Akranları üçüncü çocuklarını doğurup, oğullarını hangi koleje yollayacaklarını tartışırlarken, o bomboş geçen yıllarının ezikliğini yaşar. KÖKTEN MİSYONER İngiltere'de böylesi huzursuz bayanlar misyonerlerin işine yarar, eh Florance da yüklü bağışlar yaptığına göre teşkilata takılmasında mahzur bulmazlar. Ona Kırım Harbinde yaralanan İngiliz askerlerinin bir merhamet meleğine (angel of mercy) nasıl ihtiyacı olduğunu anlatırlar. Zaten o yıllarda hekimler yarı papazdır, her cümleye "Meryem aşkına " diye başlar, "İsa korusun" diye noktalarlar. Hemşirelerin işi pansumandan ziyade salip öptürmektir, can çekişenlerin ağzına haç dayarlar. Flo İngiliz erkeklerinin kılıç ve barutla verdikleri mücadeleye, sargı bezi ve pomadlarla katılmak üzere bayrak açar. Bir baltaya sap olamamış, baştan savılmış, itilmiş, kakılmış 14 kadını da (ki bunlar en temel tıp bilgilerinden bile mahrumdurlar) peşine takar. İşi kuralına göre oynar, önce gider Harbiye Nazırını ziyaret eder, ardından basının güzide mensupları için bir bilgilendirme toplantısı yapar. Kilise yanlarına 24 tane de rahibe katar, sırtlarını sıvazlar. BULAŞMA DOLAŞ Soğuk ve yağmurlu bir sonbahar akşamı İstanbul'a ulaşırlar (1854) Ancak İngiliz Hastanesinin (Selimiye kışlası dahilindedir) kasvetli koridorlarında sükuti hayale uğrarlar. Bina kirli ve havasızdır. Battaniyeler perişandır, çarşaflar çadır bezini andırır... Bırakın sabunu, havluyu, tabak çanak bile bulunmaz. Bira şişelerine basmamak için dikkatli olmak zorundadırlar. Koridorlar leş gibi idrar kokar. Flo, Times'a yazdığı mektuplarla askeri hastanedeki vahameti çıtlatır. Özellikle Savaş Bakanı Sidney Herbert'i sıkıştırır, adamın nasırına nasırına basar. Bu yazılar yankı bulur, hastaneye enva-i çeşit malzeme yağar. Hekimler, koskoca nazırı bile dize getiren lambalı kadından ürker, bulaşmamaya bakarlar. Flo boşluğu iyi değerlendirir, Selimiye kışlasının en manzaralı kulesine postu yayar. Zamanla çift tarafı kesen ustura olur, direneni tırpanlar. Yıllarını bu işe vermiş tabipleri sallamaz, mutfağı, banyoları, koğuşları kafasına göre tanzime kalkar. Evet henüz Robert Koch mikropları keşfetmemiştir ama bilinen temizlik usullerine de inanmaz. Doğuştan alim olduğu için kimseyi dinleme ihtiyacı duymaz. Ayağına takılanların ayaklarını kaydırır, diktatörlüğünün sınırlarını genişletmeye bakar. Hemşirelik fedakârlık isteyen bir iştir ve idealist insanlara yakışır. Bir ara sütlü kahve renkli cildiyle gerçekten sevimli ve bilgili bir hemşire olan Jamaikalı Mary Seacole hastanenin kapısını çalar. Para pul istemez, gönüllü çalışmayı arzular. Böyle bir elemana gerçekten çok ihtiyaç vardır. Başhekim yorgun kızcağıza yer gösterir, "sıcak, soğuk ne alırdınız" diye sorar. Ancak Florans eşikte biter ve "lütfen dışarı çıkar mısın" diye yırtınmaya başlar. Kendisini gölgeleyecek bir hemşireye asla tahammül edemez, şaşkın kızcağızı yaka paça sokağa atar. Mary bu işe baş koymuştur, yılmaz, yıkılmaz, kendi imkânları ile cepheye (Kırım'a) gider ve büyük işlere imza atar. Flo bırakın adsız sansız bir kızcağızı, koskoca İstanbul Büyükelçisi Lord Stratford'u bile azarlar, yaralıları ziyaret için hastaneye gelen kurt politikacıyı kovmaktan beter eder, nezaket sınırlarını zorlar. KANDİLİNİ GEZDİRİR Hanımağanın tersi terstir, uşaklar kapısında susta dururlar. Gözlerinde perdelenemeyen bir öfke vardır, sıfatından kendi bile tırsar. Belki de bu yüzden gün ışığından kaçar, gecenin zifirinde fenerini alıp tura çıkar. Lambanın titrek ışığı ile yarım yamalak aydınlanan bir kadın silueti en hödük erkeğin bile ruhunu okşar. Bazı saflar da oturup şiir yazarlar. O devir hemşireleri damardan girerler mi, dikiş atarlar mı bilmiyoruz ama Flo hiç bir işin ucundan tutmaz. Ne ilaç verir, ne çarşaf değiştirir, ne de patates soğan soyar. Gün battı mı eline kandilini alır, fırt o yana, fırt bu yana. Rüzgâr gibi kapıların arasından süzülür, koğuşlara girer çıkar. Bu yüzden ona "gece esintisi" manasına gelen "Nightingale" adını yakıştırırlar. Bu hırslı kadına sadece İstanbul yetmez, 1855 yılında Kırım Balaklava Hastanesine de musallat olur. Ancak hava değişimi bünyesini sarsar. Onu özel bir bakıma alır ama gönlünü alamazlar. Hekimler ellerinden geleni yapsa da kaprisli leydi memnun olmaz. Tek mektupla başhekimi (Dr. Hall) görevden aldırır, diğerlerine de korku salar. Flo İngiltere'ye dönünce mühim bir şahsiyet gibi karşılanır, onu Kraliçe Viktorya ile tanıştırır, hiçbir kadına verilmeyen "Liyakat Madalyası" ile onurlandırırlar. Artık çat kapı Savaş Bakanı Lord Panmure ile görüşür, adama işini öğretmeye kalkar. Bakın şu işe ki onca hekim ve subay varken Kraliyet komisyonunda ordu sağlığından mesul üye olur. "Engin bilgi ve birikimiyle" şarkı ve garbı aydınlatmak üzere yollara çıkar. Hindistan mâlum sıcak ve rutubetli bir ülkedir, hanımefendiyi sıkıntı basar. Hekimlerin itirazına rağmen camları açtırır ama dışarısı daha pistir, lağımlar açıktan akar, üstelik börtü böcek içeri sızar. Kan kokusunu alan sivrisinekler zevkten çıldırır, adeta şölen yaparlar. Tabipler camların örtülmesi için yalvarır, yakarırlar. Haşmetmeap "No!" buyururlar. Ardından Panama Hastanesine el atar, bulaşıcı hastalıkların, özellikle "sarı humma"nın yerleşip yayılması için lüzumlu şartları hazırlar. Ablam, görev aşkı ile yanıp tutuştuğundan olacak kendine bakamaz. Dişleri çürür, saçları dökülür, gözleri kapanır ama "sağlık havariliği"ni kimselere bırakmaz. Basını ustalıkla kullanıp çuvalla para toplar ve St Thomas Hastanesinin uhdesinde bir hemşire mektebi açar. DİSİPLİN BUDALASI Eh o hayattayken okulun başına geçmek kimin haddine? Flo beklendiği gibi eli maşalı bir müdire olur, zavallı kızcağızlara nefes aldırmaz. Yaşlandıkça aksileşir, hemcinslerini düşman gibi görmeye başlar. Ona göre kadınlar, "erkeklerin iğrendiği işleri" yapmalı ve baskı altında tutulmalıdırlar. Hasta bakıcılık nelerine yetmez, katiyetle "hekim" ve "eczacı" olamazlar. Hatta kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesine de şiddetle karşı çıkar (Norgard Kohlhagen). Bizden söylemesi Feministler duysun ve gereğini yapsınlar. Evet hemşirelerimizin de bir günü olmalı ve kutlanmalı ama 12 Mayıs şart değil ya! Nur içinde yatsın Gevher Nesibe'nin doğum tarihini hatırlayan var mı acaba?
.
TÜTÜN İMPARATORU ŞİNASİ MORRIS
18 Mayıs 2008 01:00
Philip&Morris gibi dev bir şirket kuran Manisalı Morris fukara bir ailenin çocuğudur, okuma yazma bilmediği için çok kapıdan kovulur ama... İnternette Manisa ile ilgili sayfaları karıştırırsanız Morris Şinasi'ye sıkça rastlarsınız. Hangi dosyayı tıklarsınız tıklayın aynı metin karşınızdadır. Virgül değiştirmeye tenezzül etmemişler, CTRL C, CTRL V... Kopyala, yapıştır! Efendim Morris Endülüs'ten kaçarak Ege'ye yerleşen Sefarad kökenli bir Yahudi evladıdır. 1855 yılında Manisa'da doğar, 8- 9 yaşlarında iken "kuşpalazına" yakalanır (O yıllarda kuşpalazı korkutucu bir hastalıktır). Babası çaresizdir zira meteliğe kurşun sıkmaktadır. Ancak Şinasi isimli bir Türk hekimi para pul aramaz, Morris'le yakından ilgilenir, bu müşfik tavır hastaya güç verir, iyileşir. Çocukcağız öylesine minnet duyar ki adının yanına bir de Şinasi ekletir. Morris Şinasi bir ara Yahudi mezarlığında bekçilik yapar, lakin okur yazarlığı yoktur, kimin nerede yattığını bir türlü kavrayamaz. Günün birinde kalburüstü bir Yahudi maşatlığa gelir ve yakınlarının yerini sorar. Cevap alamayınca pek kızar, yağar gürler patırtı yapar. Morris'in hesabı ossaat kesilir, çocuğu kapının önüne koyarlar. Morris bu defa Garofolo isimli bir tütün tüccarının yanında çalışmaya başlar, işi çabuk kapar. Henüz 21 yaşında firmanın İskenderiye bürosunu çekip çevirir, çevre edinmeye başlar. 25 yaşında postu Amerika'ya yayar. O sıralar tütün ince ince kıyılmakta elle sarılmaktadır. Morris bu işe çok kafa yorar, yaptığı otomatik sigara sarma (ve paketleme) makinesi ile sektöre ivme katar. İş işi açar. Her tarafa ulaşamayınca bir başka Yahudiyi (Philip) ortak alır ve "Philip&Morris"i kurarlar. Bir ara Amerikalılar, gemilerinin Akdeniz'e girebilmesi için Abdulhamid Hana başvururlar. Ulu Hakan mâkul bir haraç koparır ve bizden mal almalarını şart koşar. İyi de onları cezbedecek malımız yoktur ki... Tütünden başka... NE REKLAM AMA... ABD, teklifi kabul eder ve bizim Morris'e gün doğar. Yakından tanıdığı Ege tütününü okyanus ötesinde pazarlamaya başlar. NewYork'ta Brodway 120. Sokakta "Schinasi Brothers Company" isimli bir sigara fabrikası kurar. Marlboro büyük ümitlerle çıkarılan bir sigaradır, ancak ilk günlerinde (1924) pek satmaz, Morris bir pazarlama dehası olduğunu gösterir ve boş paketleri ezdirip büzdürüp metro istasyonlarına atar. Millet bakar yerler Marlboro paketi dolu, bu kadar içildiğine göre sebebi olmalı der, bayiilerinden sorarlar. Henüz dağıtım sağlanamamıştır, meraklılar Marlboro bulmakta zorlanırlar. Amerika garip bir ülkedir vesselam, bir ürünün adı "aranıp da bulunamayana" çıkarsa neler olmaz? Bir anda talep patlaması yaşanır, mal yetiştiremez olurlar. Morris, Selanik Yahudisi Laurette ile evlendiğinde zengindir artık, düşünün 52 odalı bir malikanede otururlar... Bİ DE OKUSAYDI Rivayet edilir ki gazetecinin teki Morris'in okur yazar olmadığını öğrenince pek şaşar. "Pes doğrusu" der "bir de okuma yazma bilseniz ne olurdunuz acaba?" Cevap zekicedir: "Mezarlık bekçisi, n'olucak!" Morris Şinasi çocukluğunun geçtiği şehri unutmaz, Manisa'ya 1 milyon dolar para yollar ve teşkilatlı bir çocuk hastanesi kurulmasını arzular... Hasılı yazılar bu meyanda uzar gider... Bir şekilde "ne cici Yahudi" dedirtmeye çalışırlar. İyi vatandaş, kötü vatandaş, yardımsever ya da hayırdan hoşlanmaz, bunlar mevzumuzun dışında... Hastane yaptırmışmış... Eli mahkum yaptıracak. Bir paket sigarayı 20 ekmek parasına çakan ve sadece İstanbul'un Avrupa yakasından "her gün" 20 hastenelik nakit kaldıran bir firma buna benzer şirinlikleri düşünmek zorundadır zira... Hele ki körpecik ciğerleri kavuran bir zehir satıyorsa... Peki bu kadar sağlık meraklısıydı da sigaranın zararlı olduğunu bilmiyor muydu acaba? İMPARATORLUK GİBİ Bay Morris'in ölümünden sonra iş, karısı Margaret ve kardeşi Leopold'a kalır. Bilahare Philip Morris&Co.Ltd. William Curtis Thomson tarafından satın alınır ki şirketin aile ile alakası kalmaz. Philip Morris hızla büyür, bugün ABD'de satılan her iki paketten biri onundur ve uluslararası sigara pazarının %14.5'ini elinde tutar. 180 ülkede organizedir ve "en fazla satan 20" listesine 7 marka ile girer, başa oynar. PMI bünyesinde 40 bin kişi çalışır, çeşit çeşit insan, onlarca lisan... 2006'da 101 milyar 407 milyon dolarlık net satış gerçekleştirir ki bu rakama benim diyen devletler bile ulaşamaz. Türkiye'de de 1100 araçlık bir filo ile milyonlarca kilometre yol yapar, dile kolay yaklaşık 150 bin noktaya ulaşırlar. Ancak bugünlerde Philip Morris 'tütüncü' imajından kurtulmaya çabalıyor, 'Altria' adı altında organize oluyor. Zira Grubun çatısı altında 76 dünya markası var ve bunların arasında sadece sigaracılar ve biracılar (Miller) değil, Milka, Toblerone, Jacops ve Maxwell House, Tang, Cipso, Patos, Çerezos (Kraft Foods) gibi çikolata, kahve, çerez markaları da bulunuyor. LIGHT KANDIRMACA Amerikalı sigarıcılar yalancılıktan hakim karşısında, çünkü "light" dümeni tam bir kandırmaca. Tarihinin gördüğü göreceği en büyük tazminat (200 milyar dolar) kapıda. Türkiye'de her yıl "100 bin" kişinin "genç yaşta" ölümüne sigara sebep oluyor. Bu, her gün 300 yolculu bir uçak düştü, ya da 4 yolculu 75 taksi uçuruma yuvarlandı cümlesi ile aynı manaya geliyor. Sigaranın Marmara zelzelesinden on, terörden 100 kat daha yıkıcı olduğu apaçık ortada... HEDEF GENÇLER PMI reklamları özellikle 13-19 yaş kuşağına hitap ediyor, raporlarda "şirketin geleceği için yeni Marlboro Man'ler yetiştirmeliyiz" deniyor.. KADINLARA ÖZEL Philip&Morris sigaraya mesafeli duran kadınları kazanmak için özel bir çaba sarf ediyor, bebeklerini de kül ve katrana boğuyor. 'BARIŞ ÇUBUĞU'NA SAVAŞ Eskiden tiryakiler kimseyi sallamaz, otobüslerde bile sigara yakarlardı. Artık etraflarındaki çember daraldı. 19 Mayıs itibarı ile "barış çubuğu"na karşı "büyük bir savaş" açılacak. Sigaradan kurtulmak isteyenler için iyi bir bahane. Fırsat bu fırsat! Dikkat kimyevi madde! Rutin çevirmelerden birinde polis, şoföre cihaz uzatıp "üfler misiniz" diyor. Sürücü kendinden emin üflüyor. Memur Bey alete bakıp "bilmem kaç promil alkollüsünüz beyefendi" diyor, "iner misiniz lütfen!" Sürücü "ama nasıl olur" diye itiraz ediyor "ben bu zıkkımı hayatımda içmedim, ceza önemli değil ama sebebin alkol olması ağırıma gidiyor." Neticede gidip kan tahlili yaptırıyorlar, temiz çıkıyor. Peki nefeste olan alkol kanda nasıl bulunmuyor? Doktor bilmiş bilmiş "Amerikan sigarası içiyor musun" diye soruyor. Cevap "evet" ve mesele anlaşılıyor. Zira bu sigaraların tütünü terbiye edilirken şaraba yatırılıyor. Belki buna "şehir efsanesi" deyip geçeceksiniz, lâkin Amerikan sigaralarında füze yakıtından, oje sökücüye, lavabo temizleyiciden, böcek ilacına kadar 4 bin toksik madde olduğu biliniyor. Düşünebiliyor musun bunlar arasında idam mahkumlarının infazında kullanılan Hidrojen Siyanür de bulunuyor. Yine arsenik (ki yaygın olarak fare itlafında kullanılır) toluene, amonyak, propilen glikol gibi zehirler tüy dikiyor. Polonyum (kanserojen), Radon (radyoaktif), bütan ve metanol (yanıcı), kadmiyum (ağır metal), DDT (bit kırıcı), naftalin (güve kovucu), CO (eksozt gazı) ve nikotin... İyi de su şişesinde bile muhtevası (mineraller filan) yazıyor, sigaranın içindekiler niye zikredilmiyor. Gerçi üstüne zararlı yazıldı da ne değişti? Tiryakiler böylesi ikazlara ne kadar aldırıyor? Evet kıyılmış tütünü seyyarlardan alıp "Varak ül Şam" yazan kağıtlara saranlar da ciğerlerine zarar verir. Ancak bu zarar tütün ve kağıdın ziftinden öteye gidecek değildir. Gelgelelim Amerikan sigaraları adeta bir kimya tesisinde üretilir. Niye? Çünkü domuz gübresi ile kudurtulan Virjinya tütününün yaprakları lahanayı andırır ve kolay yanmaz. Bu yüzden içine yanıcı maddeler katarlar, dikkat ederseniz tablada unuttuğunuz sigara bitiverir, gece fırt çektiğinizde sağa sola kıvılcım saçar. Bu tütün lezzetten yana da fukaradır ister istemez devreye aromacılar girer, markaya has kokular kazandırırlar. Aslında bu kokunun da ötesinde bir şeydir ve zamanla bağımlılık yapar, marka tiryakileri bir başka sigaradan keyif almazlar.
.
GAVS-I HİZÂNÎ Sıbgatullah Arvasî
25 Mayıs 2008 01:00
...Derken Seyyid Tâhâ-i Hakkari hazretlerinden haber gelir: "Dön yuvana!" Tereddütsüz emre uyar, kısa sürede kalp gözü açılır, Hızır aleyhisselâm ile görüşmeye başlar. Bazı insanlar, doğuştan nasiplidirler, Sıbgatullah Arvasî de onlardan biridir. Ne büyük lütuftur ki gözünü yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı serverin (Sallallahü aleyhi ve sellem) torunu olarak açar. Babası Seyyid Lütfullah âlim bir zattır, ariftir, velidir. Dedesi Abdurrahmân Kutub hazretleri Anadolu'yu aydınlatan kandillerden biridir. O günlerde Nehri ve Arvas birer medeniyet merkezidir. Hakk aşıkları İran'dan Irak'tan, Suriye'den tedrise, ziyarete gelir. Seyyid Sıbgatullah'ın on kardeşi vardır (Molla Resûl Zeki, Seyyid Cemâleddîn, Seyyid Nûreddîn, Seyyid Abdülmelik, Seyyid Abdülkahhâr, Seyyid Abdülgaffâr, Seyyid Muhammed, Seyyid Âbid, Seyyid Abdülganî ve Seyyid Mevlânâ) onu da âlim ve zâhiddir. İşte o böylesi bir feyz menbaında yetişir. Rahle başına bir oturur. Oturuş o oturuş... Kısa sürede zahiri ilimleri ikmal eder, fıkh, hadis, kelam, tefsir okutabilecek seviyelere gelir. Fen ilimlerine karşı da aşırı bir merakı vardır, matematik ve astronomi üzerinde de derinleşir. YUVAYA DÖNÜŞ! Evet, genç yaşta parmakla gösterilen bir alim olur ama yetmez, şimdi bir Allah dostu bulmalı tasavvuf yolunda ilerlemelidir. Bu vesileyle Van'a gider ve Seyyid Muhyiddîn Efendinin hizmetine girer. Sadık bir talebe olur, hocasının bir dediğini iki etmez. Nefsinin isteklerini asla yapmaz, istemediklerini ısrarla yapar ve perdeler aralanmaya başlar. Bir gün hocası "artık toprak altındaki velîlerden istifâde edecek makâma geldin" buyururlar. Bunun ne mânâya geldiğini bir süre sonra anlar. Çünkü Seyyid Muhyiddin Efendi gözlerini yumar. Seyyid Sıbgatullah bir süre Cizreli Şeyh Halid'in hizmetine girer, sonra Şeyh Salih-i Sıbkî'den, Bitlis'li Şeyh Musa'dan ve Şeyh Abdulkadir'den çok istifade eder. ...Derken Seyyid Tâhâ-i Hakkari hazretleri'nden bir haber gelir: "Dön yuvana!" "Baş üstüne" der, emre uyar, kısa sürede kalp gözü açılır, Hızır aleyhisselâm ile görüşmeye başlar. Seyyid Tâhâ hazretlerinin vefâtından sonra Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetlerine katılır o deryadan da inci mercan toplar. Nitekim Hizân ve Gayda halkını irşadla vazifelendirilir, gidip dergahını açar. Dersleri öyle öğretici, sohbeti öyle bereketlidir ki bir başlayan ayrılamaz. Ömrünün sonuna kadar bu belde de kalır, artık onu "Gavs-ı Hizânî" adıyla anarlar. SÜKÛTU SOHBET GİBİ... Seyyid Sıbgatullah'ın teveccühü, sohbetinden de tesirlidir, talebeleri sessiz sessiz otururken ansızın cezbeye tutulurlar. Bir defâsında oğlu Behâeddîn, vâaz yapar, takriben iki saat hoşça şeyler anlatır, tarikata ve şeriate dair ince bilgileri, halleri, sırları açıklar. Dinleyiciler sükunet içindedir, bir fevkaladelik yaşanmaz. Ama ne zaman ki Seyyid Sıbgatullah hazretleri saatine bakıp "Haydi kalkın, namazımızı kılalım" deyince cemâat adeta cereyâna kapılır, kendilerinden geçip bir hoş olurlar. Bir gün murâkabe hâlinde iken yüzlerine bariz bir şekilde tebessüm yayılır. Talebelerinden biri cesaret edip sorar, "Hocam bu gülümseme sebepsiz değil, hikmeti nedir acaba?" -Bize muhabbet besleyenlerden biri Botan Çayı'nda yıkanmış, saçını tarıyordu. Tarak saçına takılınca canı acıdı. Ne zaman darda kalsa bizi hatırlardı, yine öyle yaptı. MAHLUKATA ŞEFKAT... Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin mahlûkâta merhâmeti çoktur. Sıla-i rahmi aksatmaz. Dostları vefât ettiğinde çocuklarını arar, gözetir ve yardımda bulunurlar. Muarrızlarına bile nâzik davranır, kötülük düşünenlere iyilik yapar. Allahü teâlânın emirlerine ve Efendimizin sünnetine tam uyar ve uyulmasını arzular. Bir gün talebelerinden biri sol çorabını önce giyince pek üzülür, adeta dehşete kapılırlar. Israrla gece ibadetini anlatır, teheccüd ve evvâbin namazlarını tavsiye buyururlar. Bâzı sohbetlerinde konuşmaz "Sükûtumuzdan istifâde edemeyen, sözümüzden de bir şey alamaz" buyururlar. Hocası Tâhâ-i Hakkârî hazretleri "Ne kendin sesli zikret, ne de başkasına ettir" buyurduğu için emre hassasiyetle uyar. Seyyid Tâhâ hazretleri bir mektûplarında; "Talebenin hocasına ihlâs ve muhabbeti tam, tâbiliği dürüst olsun da, hâl sâhibi olmasa da olur. Bu üçünden birinde noksanlık varsa ele geçen hâl (Allah korusun) istidractır. Şekâvet alâmetidir" yazarlar. Bu ikazı iletmeyi vazife sayar, bir sene boyunca sohbete bu sözlerle başlar. CANI PAHASINA O günlerde yöre alimlerinden Abdürrahmân Tâgî "gavslık alametleri" üzerine çok şey okumuştur, Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin gerçekten gavs olup olmadığını merak eder görüşmeyi arzular. Mübarek onu kasabanın dışında karşılar, sohbete başlarlar. Hava önceleri pırıl pırıldır ama birden kararır, bardaktan boşanırcasına yağmur başlar. Herkes ıslanır ama Seyyid Sıbgatullah hazretlerine tek damla isabet etmez. Abdürrahmân Tâgî, o zaman kitaptan okuduğu satırları hatırlar. Evet gavslık alametlerinden biri de budur, "Yağmur altında bulunup ıslanmamak!" Abdürrahmân Tâgî, Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin önde gelen talebelerinden biri olur. Hatta canını feda edecek kadar. Bir gün sohbet için yüksekçe tepelerden birine çıkarlar, üç beş derviş önden gider, kilimleri yaymak, semaveri kurmak için hızla tırmanırlar. Gelgelelim bu arada irice bir kayayı yerinden oynatırlar, tonlarca ağırlığındaki taş gürültüyle yuvarlanmaya başlar. Abdurrahman Tagî derhal hocasına siper olur, kayaya karşı ellerini açar. Şükürler olsun ki kaya bir başka kayaya takılıp durur, korkulan olmaz. ÖLÜM GÜZEL ŞEY Seyyid Sıbgatullah hazretleri son günlerinde halifelerinden Abdurrahmân Tâgî'ye "bir kağıd getir, vasiyetimi yazdıracağım" buyurur ve bir sırlarını paylaşırlar: "Benden ilhâm yoluyla yaşamayı veya ölmeyi tercih etmem istendi. Rûhum âhireti diledi!" Abdurrahmân Tâgî "Ama Efendim sizin hayatta olmanız insanların hayrını çoğaltır" der ve sadaka vermeyi teklif eder. Öyle ya sadaka, kurşunu bile döndürür yolundan. Sıbgatullah Arvâsî hazretleri talebesini kırmaz, çokça sadaka dağıtırlar. Ancak ecelinin yaklaştığından emindirler, bu kazâ-i mübremdir zîrâ. İçten içe ölüme hazırlanır, ziyaretine gelenlere belli etmemeye çalışırlar. Hattâ Arvas'a gitmek için izin isteyen akrabalarına mani olmazlar. Günlerce çorba suyundan başka bir şey almaz, gece gündüz kıbleye karşı oturur murâkabede bulunurlar. Istırapları vardır ama saklarlar. Nitekim dostlarıyla vedâlaşır ve "arkamdan ağlamayınız" buyururlar. İki küçük oğlunu (Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Burhan'ı) yetiştirsin diye Molla Abdurrahmân-ı Meczûb'a ısmarlar, Halîfelerinden Abdurrahmân Tâgî'ye "Büyüklerin yolunu değiştirme. Ben hocamın emrettiği gibi hiç bir şeyi değiştirmedim. O da hocasından aynı emri aldı ve hiç değiştirmedi" nasihatinde bulunurlar. PERDE ARDINDAN HABER Bir ara Abdurrahmân Tâgî'ye döner ve "böyle olsun bakalım" diye fısıldarlar. Dar-i bekaya yürüdükleri bellidir, sarıklarını çıkarırlar. Ruhunu meşakkatsiz teslim etmek için duâ edilmesini ister ve oğullarına sadaka ver buyururlar. Yatağına kadar yürüyerek gider, sağ yanlarına yaslanırlar. Odada Yasin-i şerif okunmaktadır, son defa Keli-me-i şehâdet getirir, tebessümle gözlerini yumarlar... Taha-i Hakkari hazretlerinin buyurduğu gibi... Kılıç kınından çıkar. Odanın içine güzel bir koku yayılır, hatta dışarıdakiler de duyar, hocalarını kaybettiklerini anlarlar. Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin vefatından sonra oğlu Seyyid Behâeddîn, halîfeleri Abdurrahmân Tâgî, Şeyh Hâlid-i Şirvânî, Şeyh Abdurrahmân Behtânî, Sofî Mustafa Kûlâtî, Ali Can Külpikî gibi zâtlar meşale olurlar. Seyyid Celâleddîn, Seyyid Behâeddîn, Seyyid Hamzâ, Seyyid Nûr Muhammed ve Seyyid Hasan adlı oğulları da babalarının yolunda gider. (Seyyid Bahrî, Sultan Veled ve Burhâneddîn ise küçük yaşta vefât ederler.) Makamları âlâ ola... TALEBEMİZE SORULSA... >> Şeyh Hâlid Şark vilâyetinde vazifeli adliye müfettişlerinden biridir. İlim ehlidir, hatta onun İbn-i Hacer ve Seyyid Şerîf Cürcânî kadar bilgili olduğu söylenir. >> Seyyid Sıbgatullah hazretlerinin nâmını işitince gidip görmeye niyetlenir. Aklına bâzı müşkil sorular gelir, acaba bunları sorsam cevaplayabilir mi diye düşünmeye başlar. Seyyid Sıbgatullah onu hoşça ağırlar ve sohbet esnâsında "Bir kimse bir talebemize şöyle suâl etse, şu şekilde cevap alırdı" der, soruları teker teker cevaplandırırlar. >> Şeyh Hâlid mahcuptur, pişmandır. Bir daha ayrılmaz bu kapıdan
.
ÇAKIRBEYLİ'NİN ZARİF BEYİ Adnan Menderes
1 Haziran 2008 01:00
Adnan Bey işgal günlerinde Galip Hoca adıyla maruf Celal Bayar'ın peşine takılır, Aydın Germencik, Koçarlı taraflarında milis kuvvetleri kurar. Çakırbeyli Çiftliği direnişin kalelerinden biri olur âdeta... DÖRTLER YAN YANA... Demokrat Partinin kurucuları (önde) Celal Bayar, Fuat Köprülü, (arkada) Emekli Orgeneral Refik Koraltan ve Adnan Menderes bir arada... Yıllar sonra "vatana ihanetle" suçlanacak olan bu kadro, İstiklal Savaşına bilfiil katılmış ve can siperane savaşmıştı... Adnan Bey sanıldığı gibi Egeli değildir, Kırım Tatarları'ndandır aslında. Dedeleri (Katipzadeler) önceleri Eskişehir'e göç eder, sonra İzmir'i mekan tutarlar. Babası Ethem Bey tahsilli bir insandır. Annesi Tevhide Hanım hayli zengindir, düşünün koskoca Çakırbeyli Çiftliği veraset yolu ile ona intikal etmiştir zamanında. Ancak kadıncağız genç yaşta vefat eder, küçük Adnan'a babaannesi (Fıtnat Hanım) bakar. Ardından kızkardeşi Melike'yi de kaybederler, Ethem Bey ile Fıtnat Hanım bütün şefkatleri ile Adnan'a sarılırlar. Adnan az çocuğa nasip olan bir ilgi ve sevgiyle büyür, hoş bu yüzden etrafıyla barışıktır ya... Okul çağı gelince İzmir Karşıyaka Alaybeyi'nde deniz gören bir eve taşınırlar. Adnan mahalledeki çocuklarla sıcak arkadaşlıklar kurar. Derken babası Ethem Bey rahatsızlanır, tedavi için İsviçre'ye gitmesi tavsiye edilir ama o İstanbul'dan öte geçebilecek değildir. Hastalık bir anda bünyesini kuşatır ve tarihi Meserret otelinde gözlerini yumar. Fıtnat Hanım evladını Kocamustafapaşa kabristanına bırakıp İzmir'e döner, nine torun artık ana oğul gibi olurlar. Kadıncağız Adnan'ı mecburen leyli (yatılı) verir, Aydın'da da takip edilmesi gereken onlarca iş vardır zira. SEFERBERLİK YILLARI Adnan okulunu bitirdiğinde devir seferberlik devridir. O da akranları gibi orduya katılır. Çakı gibi asker olur, üniformalar giyer, sırmalı kılıçlar kuşanır. Fıtnat hanım kızanını yemin merasiminde boynu bükük bırakmaz. Meserret otelinde buluşur eski günlerden konuşurlar. Hatta tipili bir günde Kocamustafapaşa'ya gider, babasının kabri başında fatiha okurlar. Kadıncağız Çiftliğe dönmek zorundadır. Gülcemal vapuru perşembeleri İzmir yolcularını yüklenip demir almaktadır. Adnan limana gelir, ancak uskurların dönmesini, halatların çözülmesini bekleyemez, beyaz mendil sallayamaz. Neden öyle yapar bilmiyoruz, kadıncağızı gemi merdiveninden indirir ve "n'olur birkaç gün daha kal" diye yalvarmaya başlar. Adnan gibi bir çocuk kırılır mı? Kırılmaz! Ninesi "haydi hayırlısı" der, "perşembeler tükenmedi ya!" İhtiyat Mülazımı Adnan o hafta da izin gününde Meserret oteline koşar, basamaklarını hızla tırmanır, kapıyı heyecanla açıp selâmını çakar. Aa o da ne? Yatak boştur. Ardında otel katibi belirir ve acı haberi fısıldar. Babaannesi dar-ı bekaya yürümüştür. Açık mushaf-ı şerifi başucunda durmaktadır hâlâ... YALNIZ EFE Çocuklukta yalnız, gençlikte yalnız, siyasette yalnız, mapushanede yalnız, darağacında yalnız... Yalnızlık! Bu kelime onu tek başına anlatır adeta... Neyse bizim genç ihtiyat zabitini akranları ile birlikte Suriye Cephesine yollarlar, ancak bünyesi çok zayıftır yakalandığı sıtmayı bir türlü atlatamaz. Bakarlar bunun ayakta duracak mecali yok, tayinini İzmir'e çıkarırlar. Mütareke yıllarıdır yokluk, kıtlık, yılgınlık... İnsanların yüzünden gam kasavet akar. Adnan Bey terhis olunca çiftliğin başına geçer, eh işte alacakları alır, verecekleri verir, işleri derleyip toparlamaya çabalar. Ortalıkta devlet yoktur, çeteler ferman okuturlar. Gasp, yağma gırla... Derken Yunan işgali başlar, acı üstüne acı, yara üstüne yara... İSTİKLAL MADALYASI Adnan Bey o günlerde Galip Hoca adıyla maruf Celal Bayar'ın peşine takılır, Aydın Germencik, Koçarlı taraflarında milis kuvvetleri kurarlar. Çakırbeyli çiftliği direnişin kalelerinden biri olur, Adnan Bey müfrezesi ile baskınlar yapar. O sıradan bir muharip değildir, nitekim samimi tavrı, zekice mülazahaları Ali İhsan Sabis Paşanın gözünden de kaçmaz. Neyse savaş biter, Adnan Bey'i İstiklal Madalyası ile mükafatlandırırlar. Bütün bunlara rağmen birileri "biz savaşırken o Kordon boyu'nda Rumlarla kolkola dolanıyordu" iftirasını atmaktan sakınmaz. Ne diyeceksin? Elin ağzı torba değil ki sıksan... Adnan Bey'e intikal eden topraklar yaklaşık 70 bin dönüm civarındadır ve bu ovada değneğinizi unutsanız yeşermeye başlar. Bir dönüm bahçesi olan bile nafakasını çıkarır, ele güne muhtaç olmaz. Çakırbeyli Çiftliği han gibidir, gelip geçen soluklanır, hayvanlarını sular. Evet, Adnan Bey rençberlikten hoşlanır ama kendine ayıracak vakti kalmaz. Bakar olacak değil, Apti Ağa adlı bir insan evladını kâhya tutar. Yükü bir nebze olsun üzerinden atar, artık İzmir'e gidip gelebilir pekâlâ. SİYASET sahnesinde Her ne kadar su yüzüne çıkmasa da M. Kemal, İnönü'den hoşlanmaz. İsmet Paşanın gücünü biraz olsun kırmak için "Serbest Fırka"nın kurulmasını arzular. CHP'ye benzemeyen bir parti Adnan Beyin de ilgisini çeker hatta Aydın il başkanlığını deruhte etmeye başlar. Parti çığ gibi büyür ve boynuz kulağı aşmaya başlar. Belediye seçimlerini tulum götürürlerse de CHP'li kurtlar sandık hileleri ile vaziyeti kurtarırlar. Bakarlar siyaset başka bir şekil alıyor, serbest fırka kontrolden çıkıyor, partiyi baskıya alırlar. Ali Fethi Bey nasıl bunalmışsa partiyi fesh etiğini açıklar. Ortada yine "tek parti" kalır, Menderes siyasete meraklıdır. Gider CHP'ye girer, projeler üretmeye başlar. M. Kemal Anadolu gezilerinden birinde Aydın'a uğrar, partide vakit kaybetmeye niyeti yoktur, nitekim kahve teklifini geri çevirir, uzatılan sigaraları yakmaz. Ancak Adnan Beyin zirai istihsal, kooperatifler ve sanayileşme mevzuunda anlattıkları şeylere takılır ayrılamaz. Söylenenlerin hepsi mantıklıdır, ayakları yere basar. Bu arada tam 4 fincan kahve içmiş, bir paket sigarayı duman edip savurmuştur havaya. Bu genç adamı bir yere yazar ve zamanı gelince mebus olarak aldırır Ankara'ya. Adnan Beyin meclisteki vazifesi arzuhallere bakmaktır, böylece halkın nabzını tutar, memlekette ne olup bittiğini iyi anlar. Sabahlara kadar çalışır, bekçilerle dost olur. Kesif mesaisine rağmen Ankara Hukuk Fakültesini bitirir (1935) Ertekin olan soyadını Menderes olarak değiştirir, artık çıtayı yükseğe koyar. HALK VE HALKÇILAR 1937 yılında İnönü Başbakanlıktan alınır, yerine Celal Bayar atanır. Ancak M. Kemal ölünce İnönü Cumhurbaşkanı olur, gücü artar. Şükrü Saracoğlu'nu Başbakan yapar. Bu kadro M. Kemal'in izini silmeye çalışır, paralara İsmet Paşanın resmini basar, sağda solda İnönü'nün heykelleri yükselmeye başlar. Milli Şefimiz mutlak itaat ister, itiraza kalkışanı acımadan tırpanlar. Paşa şedit bir devletçidir, henüz hazine elindeki boş arazileri değerlendirmeden çiftçilerin topraklarına el koymaya kalkar. Vergiler ağırlaşır, tahsildarlar tuttuklarını koparır, köylünün kâbusu olurlar. Bu halk Halkçıların elinden çok çeker, garibanlar çatı aralarında, yorgan altlarında hayvan saklamak zorunda kalırlar. Halbuki paşamızın çocukları saraylarda büyür, düşünün sırf Erdal fiziğe meraklı diye Ankara'ya Fen fakültesi açar. Basın iktidarın yanındadır, bolşevik propagandadan etkilenen servet düşmanları Kolhozları her derde derman sanır, icraata alkış tutarlar. YOLLAR AYRILINCA Halbuki Adnan Bey özel sektörü çare görmektedir ve inandığı gibi konuşmaktan korkmaz. Doğrusu zengindir, itibarlıdır, çok çok çiftçiliğine döner o kadar. Belki bu yüzden dik durur, kimsenin önünde eğilmek zorunda kalmaz. Gel gelelim CHP gibi bir partide aykırı seslerin yeri yoktur, adamı anında kapının önüne koyarlar. Bunun bildik bir adı vardır "İhraç!" Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Emekli Orgeneral Refik Koraltan da bir araya gelir, Demokrat Parti'yi kurarlar. Koca mecliste şablona uymayan dört adam vardır. Hakaretler, sataşmalar... Ama "Dörtler" kendilerinden emindirler, tehdide pabuç bırakmazlar. Komediye bakın 1946 seçimlerinde oylar gizli sayılır, "saymanlar" emredileni (!) yapar, "saylavları" CHP'ye yazarlar. Türkiye'de Batılı manada ilk seçim 14 Mayıs 1950'de uygulanır (gizli oy, açık tasnif) ve işçiler köylüler Demokrat Parti'yi (% 52 oyla) iktidara taşırlar. Bu seçimde CHP % 35 oy alırsa da kendine yontan çarpık seçim sistemi ellerinde patlar. DP 488 milletvekili çıkarır onlar 32'de kalırlar. YENİLİKTEN YANA Adnan Bey yenilikçidir, nitekim eşrafın karşı koymasına rağmen pamuk eker ve para kazanmaya başlar. Beyaz altın halka halka civar ovalara yayılır, çırçır fabrikaları mantar gibi patlar. O bölgede traktör denen şeyi keşfeden getiren kullanan yine Adnan bey olur ve bir çığır daha açar. Genç adam çıtır çıtır para yemek varken idealleri peşinde koşar. Liderlik yönü daha mektep yıllarında ortaya çıkar. İzmir Amerikan kolejinde okuduğu günlerde misyoner öğretmenlere tavır koymaktan kaçınmaz mesela. Sportmendir de, Karşıyaka gibi iddialı bir takımda forvet oynar, bir süre de Altay'da kalecilik yapar, İzmir'de hiçbir genç onun gibi paten kayamaz sonra. Hasılı zengindir, atletiktir, yakışıklıdır, onunla evlenebilmek için kızlar can atar. Adnan Bey İzmir'in kalburüstü ailelerinden Evliyazadeler'in kerimesi Fatma Berin Hanım'la yuvasını kurar. Görenlerin Maşallah dedikleri üç oğlu olur ki hepsi de (Yüksel, Mutlu, Aydın) efendi, kibar ve akıllıdırlar. 1938'DEN SONRA M. Kemal'in ölümü ile İsmet İnönü Cumhurbaşkanı olur ve büyük güç kazanır. CHP hem iktidardadır, hem muktedirdir. Milli Şef yanlıları paraların üstünden Atatürk'ün resmini kaldırır, İsmet İnönü'nün resimlerini basarlar. MÜLAZIM ALİ ADNAN Adnan Bey Cihan Harbinde de ihtiyat mülazım olarak vazife alır, ancak yakalandığı sıtmadan kurtulamaz, bir türlü cepheye ulaşamaz. ÇAKIRBEYLİ ÇİFTLİĞİ Adnan Beye annesinden intikal eden Çakırbeyli Çiftliğinin tam 70 bin dönüm arazisi vardır. Menderes ırmağının suladığı bu topraklar öylesine bereketlidir ki avuç içi kadar toprağı olan bile çorbayı kaynatmakta zorlanmaz. Ama bu zenginlik onu asla şımartmaz. Haftaya: Yassıada'dan İmralı'ya
.
İDEALİST BAŞVEKİL MENDERES
8 Haziran 2008 01:00
"Yeter Söz Milletindir!" sloganı ile ortaya çıkan Demokratlar 408 mebus çıkarır, CHP 69'da kalır. Bir zamanlar kırmızı dipli mumla meclise buyur edilen beyler koltuklarını "alt sınıftan, toprak ve ahır kokan" kasabalılara bırakırlar. Bizzat M. Kemal tarafından meclise çağırılan Adnan Menderes donanımlı bir gençtir ama bir türlü yükselme fırsatı bulamaz. Avrupa gezilerine lisan bilmeyenler yollanır, onu hesaba katmazlar. O günlerde devlete iki isim hakimdir. Şevket Süreyya'nın tabiri ile birinci adam ve ikinci adam. Cumhurbaşkanının her akşam birlikte sofraya oturduğu bir ekip vardır ama onların arasına dahil olacak kadar palazlanmamıştır daha. Belki ikinci adamın dikkatini çekerim diye çabalar lakin İnönü'nün etrafı da doludur. Genç vekiller R. Peker, R. Saydam, R. Saraçoğlu gibi kurtların arasından sıyrılamazlar... TC, kırklı yıllarda heyecanını kaybeder, imar faaliyetleri durur, yollar açılmaz, ürünler yerinde çürür, sağlık, eğitim alanında hamle yapılmaz. Sırt sıvazlamalar, adam kayırmalar... Derken Cihan Harbinin ayak sesleri duyulmaya başlar. Savaş yılları zorludur, sıkıntılıdır, genç nüfus askere alındığı için zirai istihsal dip yapar, yokluk particilere karaborsacılara yarar. İktidar azınlıkları sıkılacak sünger gibi görür, "Varlık Vergisi"ni ödeyemeyenleri Aşkale'de taş kırmaya yollar. EL KADAR TARLALAR? Menderesin en iyi bildiği konu ziraattır ama fikri bile sorulmaz. "Köylüyü Topraklandırma Kanununa" mantıklı gerekçelerle karşı çıkar ama kaale alınmaz. O da komisyondan istifa eder, "nümayişkâr" davranmaktan kaçınmaz. Doğrusu arazileri bölerek bir yere varılmaz, aksine birleştirmeli ve makineli tarıma geçmeye bakmalıdırlar. Avuç içi kadar topraklar mirasla da bölünecek, ektiğine biçtiğine değmeyecektir bir zaman sonra. Diyeceksiniz ki "elbette karşı çıkacak, kendi toprak ağası da ondan" Hayır Menderes tapulu mülküne bile sahip çıkmaz, o güzelim bağları, asırlık zeytinlikleri ortakçılarına bağışlar. 70 bin dönüm araziden kendine 3 bin dönüm ya kalır ya kalmaz. CHP'de "bu adam haklı mı haksız mı" diye sorulmaz, Paşa'yı alkışlayan kalır, dikleneni kovarlar. Nitekim onun gibi söz dinlemeyen dört mebusu partiden ihraç eder, kapının önüne koyarlar. 1945'lerde Rusya ile aramız limonileşir, Stalin savaş galibidir ya, Kars, Ardahan ve Artvin'i ister, Boğazlar'a sulanmaya başlar. İsmet Paşa Batıya yanaşmak zorunda kalır. Gelgelelim İngilizler "Ebedi Şef, Milli Şef" gibi dikta kokan payelerden hoşlanmaz, tek partici liderlere mesafe koyarlar. BUNLAR MI KAZANACAK? İnönü çok partili sisteme geçmekten korkmaz, ne yani başıbozuk köylüler mi duracaktır karşısında. Kadrosu güçlüdür, sandıklara müdahale eder icabında... Neyse DP kurulur, ancak 1946 seçimlerinde "açık oy gizli tasnif" yapıldığı için iktidara yanaştırılmaz. Demirkıratlar da ilk kurultayda (1947) hürriyet ve demokrasi için Hürriyet Misakı'nı kabul ettiğini açıklar. Başvekil Recep Peker saldırgan bir isimdir, çok tepki toplar. Halbuki İnönü ile Celal Bayar bir dizi görüşmeden sonra "12 Temmuz Beyannamesini" yayınlarlar. Paşa, Recep Peker'i vazifeden alır, yerine nispeten yumuşak bir isim olan Hasan Saka'yı atar, sonra Şemseddin Günaltay... DP'den Fevzi Çakmak, Osman Bölükbaşı gibi isimler İnönü ile el sıkışılmasını kaldıramaz. Ayrılıp, Millet Partisi'ni kurarlar. Halkçılar seçimlere hile karıştırmakta ve saklanma ihtiyacı duymamaktadırlar. Böyle bir yarışa katılmak saflık olur, nitekim DP ve MP 1948 ve 1949 ara seçimlerini boykot ederler, CHP kendi çalar, kendi oynar. DP 2. Büyük Kurultayında "Milli Teminat Andını" kaleme alır, CHP'yi sıkıştırmaya başlar. Artık bu saatten sonra açık oy, gizli tasnif savunulamaz, sandıkların denetlenmesini de kabul etmek zorundadırlar. DP yeni seçim kanununa "nispi temsil esasını" koydurmak için çok çabalarsa da CHP yanaşmaz. Sistemi "önde gidenin malı götürmesi" üzerine kurar. Ama efendim ya DP öne geçerse? Güldürmeyin insanı koskoca CHP'ye bu başı bozuklar mı fark atacaktırlar? Ama atar, 1950 seçimlerinde DP % 52.5 alınca parmaklarını ısırırlar. "Yeter söz milletin!" sloganı ile ortaya çıkan Demokratlar 408 mebus çıkarır, CHP 69'da kalır. Bir zamanlar kırmızı dipli mumlarla meclise buyur edilen kelli felli beyler koltuklarını "alt sınıftan, ikinci mevkiden, taşradan, toprak ve ahır kokan" adsız sansız kasabalılara bırakırlar. Demokratlar 1923'ten bu yana hüküm süren tek parti iktidarını yıkar, 1938'den beri saraylarda oturan İsmet Paşayı acı hakikatle tanıştırırlar. Şu işe bakın Bayar Cumhurbaşkanı olur, çoluk çocuk gördükleri Menderes, hükümeti kurar. Meclis Başkanlığı da ellerinden gider, bundan böyle Koraltan'ın buyruklarına uymak zorundadırlar. Hükümet "devri sabık" yapmayacağını açıklamasına rağmen Halkçılar huzursuzlanırlar. Şimdi nasıl heyheylenmesinler, marabalar ağa kesilir, olacak iş midir ya. Ama efendim, Menderes şöyle etmeseydi de böyle yapmasaydı... Hepsi hikaye.. Darağaçlarının kurulmasında işte bu hazımsızlık yatar. MİLLETİN YÜZÜ GÜLER Menderes'in Büyük kalkınma faaliyetine girdiğini hepimiz biliyoruz, evvelki dönemle kıyas edilemeyecek kadar yol açar, köprü yapar. Ziraati makineleştirir 4 bin olan traktör sayısı 44 bine yükselir, tütün istihsali iki misli, pancar 7, patates 9, pamuk ve zeytin 4, narenciye ise 10 misli artar. İşin hoş yanı artık yol vardır, Antalyalı çiftçi muzunu portakalını Sivas'a Erzurum'a ulaştıracağını bilir ve çok rahatlar. Demirkıratlar bunaltıcı vergileri de kaldırır, millete soluk aldırırlar. Bu dönemde Türkiye ABD ile yakınlaşır, komünizm tehdidine karşı NATO içinde yer alır. ABD 2. Cihan Harbinden artan askeri malzemeleri hibe eder, demode de olsa birliklerimizi silah ve techizatla donatılır. Yine ABD desteği ile ODTÜ kurulur, Marshall Planından gelen kredilerle Ereğli Demir-Çelik Tesislerinin temeli atılır. Adnan Menderes'in 10 yıllık Başvekillik döneminde Türkiye'nin Gayri Safi Milli Hasılası yılda ortalama % 9 artar, ki TC bu rakamları bir daha yakalayamaz. DP'nin iktisadi programı liberaldir ancak KİT'ler de büyür o yıllarda. Menderes hükümetinin Kıbrıs'ta garantörlük hakkı alması bir feraset örneğidir, ordumuza 1974'deki harekâtın hukuki zeminini o yıllardan hazırlar. KIRILAMAYAN REKOR 1954 seçimlerinde DP 5.1 milyon oy alarak (% 57,5 tam 502 mebus) bu güne kadar erişilemeyen bir rekor kırar. CHP ise sadece 31 milletvekili kazanabilir. Ancak ekonomik kriz ve sertleşen muhalefet yüzünden girdiği 1957 Seçimlerinde % 47.9 oyla 424 milletvekili çıkarır evet yine iktidardır ama CHP baskısı çok artar. Kıbrıs yine gerilmiştir, zira İngilizler ikili oynar. Menderes 31 Temmuz 1959'ta Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üye olmak için başvurur ama bunun ne kadar önemli bir şey olduğunu muhalefete anlatamaz. CHP'liler Menderesten kurtulmak için seçim dışı yollar ararlar, DP'de altta kalmaz darbe heveslilerine karşı "Tahkikat Komisyonu" kurar. İnönü olabilecekleri sezer ve o meşhur sözünü söyler "Bu yolda devam ederseniz, sizi ben de kurtaramam!" Halbuki kanun karşısında herkes eşit olmalıdır, eğer birileri "ben bile" diyebiliyorsa... Derken sokaklar karışır, ortalığı "özgürlük" naraları sarar. Sahi özgürlük nasıl olmaz, "bir genç" başvekilin yakasına yapışıp da sarsabiliyorlarsa... Yolun sonu İmralı'ya doğru... Elbette Menderes de hatalar yapar, mesela tarihi eserleri yıktırarak açtığı Vatan ve Millet caddeleri İstanbul'un sulietini bozar. CHP'den miras, nazım planını (Henry Prost) uygulamayabilir, Suriçini betondan koruyabilirdi pekâlâ... Kore Savaşı'na o tugay gönderilmeli midir? NATO'ya girilmeli midir? Bunlar tartışılabilir. Gelgelelim NATO'ya şiddetle karşı çıkanlar da teşkilattan ayrılmaz, onlar dahi Amerikan eksenli bir politika tuttururlar. Menderes, Türk milletinin örfüne ananesine inancına saygılıdır, halkı baskı altında tutmaz. Türkçe ezan hususunda müminleri serbest bırakır, müezzinler büyük bir hasretle minarelere çıkar, ezan-ı Muhammedi'yi sahabe-i kiramın okuduğu gibi okurlar. Radyoda dini yayınlar yapılır ve kandil geceleri mevlit yasağı kalkar. Adnan Bey yerli müteşebbisi destekler ama yabancı yatırımcıdan da korkmaz. CHP bunu fırsat bilir, "bağımlı oluyoruz" propagandası ile taraftar toplar. Halbuki memur zihniyetiyle çalışan basma ve traktör fabrikaları kendilerini bitirir, sabah 8 akşam 5 mesaisi ile çalışan tesisler sertleşen rekabete dayanamazlar. CHP'nin muhalefeti sert ve yıkıcıdır. Yol göstermez, fikir üretmez, yapıcı tartışmalara yanaşmaz. MEDYA&MUHALEFET Basın belden aşağı vurur, oturur haber uydururlar. Yok üniversiteli gençler öldürülüyor, cesetlerden Et Balık Kurumu'nda kıyma çekiliyormuş da filan... Çağdaş ittihatçıların aklı darbededir. Her yolu denemeli bir an evvel darağaçlarını kurmalıdırlar. Nitekim bir avuç genç subay, Türkiye'ye on yıllar kaybettirecek bir ihtilale imza atarlar. Devlet umuru görmüş komutanlardan hiçbiri (Gürsel istisna) müdaheleye katılmaz, bu yüzden hak etmedikleri muamelelere maruz kalırlar (Gnl Krmy Bşk Rüştü Erdelhun mesela). Aslında Menderes sistemin sıkıştığını hissetmiş ve Eskişehir mitingi ile seçim kararını açıklamıştır. Bu yeni bir açılımdır ama medya haberi sümen altı yapar ve hemen o gün (27 Mayıs 1960) Albay Muhsin Batur, Kütahya'da Başvekili tutuklar. Peki adı Amerikancıya çıkan bir iktidara ABD niye sahip çıkmaz? Hakikat şu ki Menderes Türk Amerikan münasebetlerine çeki düzen vermeye niyetlidir. Ezber bozduracak bir SSCB gezisine hazırlanmaktadır o sıralar... Bunun bir bedeli vardır. Ne dersiniz darbede dış mihrakların parmağı olabilir mi acaba? SÖZ MİLLETİN AMA... Afişlerde "Yeter Söz Milletindir" yazsa da söz milletin olamaz, silaha dayananlar halka dayananları sehpalarda sallandırırlar. Bu konu TIME'ın da gözünden kaçmaz... HER GİTTİĞİ YERDE EL ÜSTÜNDE TUTULUR... Başvekil Adnan Menderes'in halka söyleyecekleri vardır. Tarım, sanayi, sağlık ve eğitim alanında vaadler verir ve sözünü tutar. Bu yüzden gittiği her yerde onu coşkulu kalabalıklar karşılar, millet kendi içinden çıkan başvekili el üstünde tutar adeta bağrına basar.
.
Baş koymuştu Türkiye'nin yoluna DİLAVER CEBECİ
15 Haziran 2008 01:00
Rahmetli Dilaver Hoca ilahiyatçıdır, Arabi'ye, Farisi'ye vakıf, Türkçe'ye âşıktır. Nesri de şiir gibi yazar, "akıcı" çok kullanılan bir tabir ama onun satırları hakikaten akar. Okuyucusunu kâh kavruk çöllere çağırır, kâh güneşe küskün vadilere sokar. Dilaver Hocanın gölleri durudur, suya uzanan yılgınlar, suyu alnından öpen söğütler ve sularda yıkanan dolunay... Ama ırmakları yatağına sığmaz, dövünür durur, çılgınca çağıldar. Vey mesela... Sinesindekileri damarınıza döker de nabzınıza hız katar. Sanki bir yerlerden kılıç şakırtıları gelir, zeminde pıhtılaşan kanlar. Hoca döner dolaşır ecdadın ayak izlerini arar. O, bir ulaktır... Ulak... Atsız, pusatsız ve yalınayak! Genç nesle kalkın, silkinin, uyanın diye haykırır. Kalemini kırarcasına, boğazını yırtarcasına... ATLARA VE DAĞLARA Hele sabırsız sabırsız eşinen bir safkanı anlatacak ki dinleyesiniz. Yüce dağ başına bulut nasıl yakışırsa, küheylan üstüne yiğit öyle yaraşır ancak. At dediğin ateş gözlü olmalıdır, alnı akıtmalı, nefesi sıcak, yeleleri ipekten yumuşak... Onun kısrakları ak bayırda göğce çimen otlar, toynağında kara demirler çatlar ve gem ağızda dokuz hendek atlar. Düşte uçmak murattır derler, akıncı atıyla uçar. Bir bakarsınız Asya'nın kuytularındasınız. Seyisler, cilasınlar, ak sakallı bezirganlar... Hanlar, hamamlar, kervansaraylar... Şadlar, beyler, noyanlar... O iklimde yalan dolan olmaz, makaslar düz keser, teraziler doğru tartar! Onun cengaverleri kurt başlı kılıç taşır ve tek başlarına bir tümen yağı basarlar. Mücahid küffardan niye korksun? Bi iznillah Üçler, Yediler, Kırklar yardımına koşar. Kağanlar bilgece konuşur, yüreklere cenk ateşi düşürür, bayrağı yıldızlara dokundururlar. Adildirler, merhametlidirler, kılıçları sadece Hakk için kalkar. USTASINA... Kahramanımız ustaları dolanmaktadır o gün. Önce demirciye uğrar, başlar hayalindeki palayı anlatmaya: "Kılıcın hası güneşi iliklerine kadar emmeli, yıldız yıldız şavklanmalı, kabzasında akikler mercanlar parlamalı ve ıslak keçeyi bir hamlede yarmalı usta" der, "çeliği terinle ıslat ve üzerine celi hat ile korkunun ecele faydası yoktur yaz!" Sonra usta bir kemankeşe gider. Şöyle katı, hırslı, sağlam bir yay arzular, kirişi öküz sırımından... Bir de işlemeli sadak. Okunun temreni dokuz gergedan derisini geçmeli, dokuz çeriyi delmeli ve girmelidir dokuz arşın toprağa. Bozdoğan ustasından istediği altı dilimli canavar, tuğları tolgaları eciş bücüş etmeli, kaba döşlü aygırları çökertmelidir bir vuruşta. Kılıç, kalkan, ok, yay, gürz, şeşper, mızrak... Bunlar kolaydır da... Ya, ilimle edeple donanmak... N'olur bana Arapça öğretin, Farsça öğretin diye yalvarır ulemaya... Dağların, göklerin ilmini belletin ve alıp götürün bir kalp ustasına! Özetliyoruz tabii, Dilaver Hoca akla gelmez tasvirler yapar bu arada... Ustaca! AHİR ZAMAN DERVİŞİ Dilaver Hoca İmparator Herakl'ın hakikati gördüğü menkıbeyi tafsilatıyla anlatıp sorar: Ya siz, bizi inkar edenler, bizim gibi görünenler, bize iftira edenler. Acaba sizi sizden özge beğenen var mı? Hıristiyan Herakl kadar olamadıysan yazık sana! Mavi Türkü'de evet suçluyum der, Türk olmaktan, vefalı olmaktan, merhametli olmaktan, ilim yaymaktan suçluyum. Vurun bana! Vur ey kör dünya vur! Vur ama bunun diyeti ağır olacak! Halbuki... Halbuki bu kadar cenkten cidalden bahseden şair karıncayı incitmekten korkar. Mum ışığında Furkan süresini okuduğu bir akşam sinir bozan bir sinek mushaf-ı şerife konar. Dilinde "La yâktulûne" kelimesi... Söyleyin artık eli nasıl kalkar? Hoca herkesle dosttur, mümin nasıl sevilmez Kâlû belâda tanışmıştırlar. ÜSKÜDAR BAŞKA Dilaver Bey, aslen Malatyalıdır, Kelkit'te doğar, Kırıkkale'de büyür, Ankara'da okur... Ve gelir tutulur İstanbul'a... Dersaadetin hafızları daha yanık sesli, nakkaşları daha zevkli, mimarları daha mahirdir zira. Zaman zaman Üsküdar iskelesine iner, karşı tepelere bakar. Ecdad kadırgaları böylesi ılık bir gecede çekmiş olmalıdır. Halatlar altında moraran omuzlar topraklaşsa da sızısını yüreğinde duyar. Boğaz gecelerinde gönlü kabarır, kulaklarında gülbank! Yedi mehterin sesi, yedi yanda... O gün Necip Fazıl'ı toprağa bırakmıştırlar, akşam Berat kandili... Kur'an-ı kerimi açar, Rahman sure-i celilesini tilavete başlar. Duyduğu hazzı nasıl anlatsa şimdi, bilirsiniz bazen kelimeler aciz kalırlar. Dilaver Hoca'nın yükü ağırdır. Gafillere, günahkarlara, nefsine uyanlara da seslenir, semadaki kapıların aralandığı anları hatırlatır. Hani karanlık kasvetli bir orman, güneşli bir düzlüğe açılır ya. Hani sabahlara kadar kabus gören biri ezanlarla uyanır ya... Müjdeli eşiği göstermeli ve "haydi gir" demelidir onlara.. YILDIZLARA UZANMAK Bu gecenin geleceğinde pembe tenli, cennet kokulu çocuklar, mütevekkil ihtiyarlar, ümitleri seyyarelerde asılı hastalar vardır ve maviye pervane martılar! Geceler yıldızlarla güzeldir. Yıldızlar siyah eşarp üstüne serpilmiş pullar. Merih, Zühre, Utarit, Zühal... O, ulaşılmaz diyenlere inat dokunmaya çalışır.. Yıldızlar kadar uzak olsa da ülküye uzanır. Dilaver hocaya memleket nere diye sorulmaz, gönlü Asya'nın her köşesinde atar. "Ya yaşınız?" Kendinde emin bir ifadeyle "üç bin" diye fısıldar. Öyle ya 30 asır önce doğmuştur ve ölmemiştir daha! ÇAĞRI CEBECİ BABASINI ANLATTI Dağlar da yıkılırmış! Merhum Dilaver Cebeci'yi en iyi kim anlatır? Elbette oğlu Çağrı. Yüzünde Dilaver Hocanın çizgileri, sohbeti babası gibi tatlı. Söze "biliyor musunuz babam sporu çok severdi" diye giriyor, "zamanında güreş yapmıştı, bileğine sağlamdı. Hatta onunla bir bady salonuna yazılmıştık. Gençlere taş çıkarırdı, millet bizi abi kardeş sanırdı. Sabah seherle kalkar, mutlaka yürüyüş yapardı. Geniş omuzluydu, kürsüyü doldururdu. Görenler "heyyt be" derlerdi, "işte Dilaver Hoca bu!" Ben onun bitmeyen enerjisini, berrak zihnini sağlam bünyesine bağlardım. Kim bilir belki de bu yüzden nazara geldi, 1999 yılında bir beyin kanaması geçirdi. Hafızası bulandı ama melekelerinden kopmadı. Yine yürüyüş yaptı ve namazını asla aksatmadı. DEDE KORKUT GİBİ... Talebeleri ile yakinen ilgilenirdi. Vatana millete hayırlı olmalarını arzular, Allah yolundan ayrılmayın derdi. Üstüne basa basa, altını çize çize "bedenimiz Türk, ruhumuz İslam" der, ecdada lâyık olmamızı isterdi. Mizahı çok severdi, sanırım bana da ondan geçti. Biz mizah derneğini kurduk, babam vefat etti. Teknolojiden hazzetmezdi, evet bilgisayar kullanırdı ama bıraksalar hokkayla divite dönecekti. Dost canlısıydı, eli açıktı, ikrama bayılırdı. Gençler ondan bir şeyler kapmak ister, o da gençlerden ilham alırdı. Bir gün rüyasında Efendimizi (Sallallahü aleyhi ve sellem) görüyor. Kalabalık sırada... Server-i Kainatın mübarek ellerini öpen arkaya geçiyor. Babamda öpüyor ama arkaya almıyorlar. Sanki bir şeyleri tamamlaması isteniyor. Biliyor musunuz arkaya geçenler tek tek vefat ettiler. Eş dost öldükçe babam "aaa o da kuyruktaydı" der, rüyasını hatırlardı. Çok seyahat ederdi. Bir keresinde mahalleyi toplayıp Söğüt şenliklerine götürmüştü, Mustafa Aydemir adlı bir arkadaşı kaybettik. Gidip anons yaptırdık, Yörük çadırına belki 30 tane Mustafa Aydemir geldi, yarısı tanış çıktı. Üsküdar'ı çok sever, dolanmadık sokak bırakmazdı. Aziz Mahmud Hüdai hazretlerine ayrı bir muhabbeti vardı. Yağmurlu havalarda evde duramaz, ıslanmaya bayılırdı. Ne diyeceksiniz... Şair farkı... Ben babamı şiir yazarken hiç görmedim o gözlerini kıstı mı bir şeyler kuruyor demekti, gece oturur kaleme alırdı. Son aylarda memleketini özlemişti. Gümüşhane'ye gittik. Meğer baba oğul son yolculuğumuz olacakmış. Otel odasında baş başa kalmış, uzun uzun dertleşmiştik. Halbuki o günlerde çok meşguldüm, iyi ki de randevularımı ertelemişim. Babam Osmanlıca eserlerden bilinmedik şerbetleri, duyulmadık taamları bulur çıkarırdı. Darülziyafe aşçıları bunları titizlikle pişirip kotarırlardı. Bu sahada da ilk oldu, adeta çığır açtı. Zaten hep yapılmamış işlere imza attı, şiirleri hikayesi ile anlatan bir kitap hazırladı. Türkiyem'i Kırıkkale'de yazmıştı mesela, onun ölürüm dediği yokuş evimizin önünde uzanırdı. Namaza çok ehemmiyet verirdi, onunla en büyük zevkimiz uzak semtlerdeki camilerde saf tutmaktı. Hazireyi atlamaz, ecdadı fatihasız bırakmazdı. Kabir taşlarını tek tek tanıtırdı. Bu paşa, bu sadrazam, bu muvakkit, bu çeşnicibaşı... Kavukları farklı farklı... Kuş evleri, imaretler, mektepler... Menkıbelere menkıbe ekler, mevzuyu vakıf medeniyetine bağlardı. Hiç unutmam "mihr" güneş, "mah" ay demişti bir keresinde. Mihrimah Sultan ayın ve güneşin doğup battıkları yerlere birer cami yaptırmış, ismini Asitaneye yazdırmıştı. Bilirsin o camilerin biri Üsküdar'da biri Edirnekapı'daydı! Bak ne geldi aklıma 1993 Simav'a gitmiştik, Yümni hocalarla, maaile... Babamı kaybettik, ahbabı çok ya, yine bir yerlere takılmış olmalıydı. Ara ara yok. Yümni Hoca Belediye ofisini görünce uyandı "Gel Çağrı" dedi, "bir oyun oynayalım şuna!" Birazdan şu cümle yankılanmaya başladı Simav sokaklarında: "Dikkat Dikkat! Dilaver Cebeci adında bir çocuk kaybolmuştur, bulanların insaniyet namına..." 1999 beyin ameliyatından sonra ailecek bocaladık. Derneklerden, kurumlardan bir şeyler bekliyor insan. Öylesi anlarda garipliyor, sığınacak birilerini arıyor. Allah Razı olsun Enver Ören amca, Yümni Sezen hoca bize sahip çıktılar. Hâlâ kara gün dostu dendi mi onlar gelir aklıma. Babam dağılan hafızasına rağmen vecizeler söylüyordu, ah ne hoş, ne feyzli sohbetlerdi onlar... Haydi şimdi ara ki bulasın. Sitareler yetim kaldılar. KOPUZ KOPTU, OZAN SUSTU Geldik gidiyoruz işte, önemli olan hüsn-i hatime... Şükürler olsun huzurlu öldü, adeta uyur gibi... Karacaahmed'e defn için çok uğraştık, meğer SİT alanı ilan edilmiş, olmadı. "Sonra Çengelköy'ü gösterdiler. Boğaz'a hakim bir tepe. Kabristanı görünce Medine şiirindeki bir mısra takıldı dilime. "Dostlara vasiyetimdir, beni dağlara gömsünler!" Babam iki şeyi çok severdi zaten, atları ve dağları. Hem bilir misin o nazlı hilale sevdalıydı. Şu işe bakın ki Türkiye'nin en büyük bayraklarından biri yanı başında dalgalanıyor. Gölgesi kabrinin üstüne düşüyor. Allahü teâlâ gönlüne göre verdi. Tevafuk işte! Planlasak olmazdı.
.
Yarı İranlı, tam Alman KRALİÇE SÜREYYA
22 Haziran 2008 01:00
Bahtiyariler topraklarındaki petrolden parayı bulan bir ailedir. Her ne kadar kendilerini ortak sansalar da İngilizler onlara % 10 hisse verirler o kadar. İlerleyen yıllarda AngloPersian Oil Company "%3 neyinize yetmiyor" der, anlaşmaları yok sayar. İşte genç Halil İsfendiyar Bahtiyari bu yüzden Alman yanlısı kesilir ve tahsilini Berlin'de yapar. Karayağız bir delikanlıdır, para istemediğin kadar. Eğlenceye meraklıdır, gece hayatında sarışın ve neşeli Eva Karl ile tanışırlar. Yıldırım aşkı evliliğe çıkar. Evde Eva'nın dediği olur, kızları Süreyya bir misyoner hastanesinde doğar. Çocuk, 5 yaşına kadar Almanya'da büyür, Isfahan'ı gördüğünde kendini binbir gece masallarında sanır adeta. Burada da Alman okulunda okur, İran çocukları ile tanışma fırsatı bulamaz. Annesi onu kilise kilise gezdirir, noeller paskalyalar... Birlikte piyano çalarlar, aryalar maryalar. Babası kızının Fars kültüründen de nasiplenmesini ister bu yüzden bir hanım öğretmen tutar. Liseyi İngiliz mektebinde bitirir ama aldığı özel derslerden olacak üç yıl birden atlar daha 14'ünde diploma verirler ona. Sonra İsviçre Montreaux'da okur, Fransızca'yı da kıvırıp atar. Eh bu arada boylanır poslanır, talipleri kapı aşındırmaya başlar. Babası "kızımız ufak, okuycak" der, onu Londra'da bir koleje yollar. BEYAZ ATLI ŞAH Bir gün Şahın ablası Prenses Şems Londra'da biter, Süreyya'ya "takıl bana" der, yataklı bir uçakla Paris'e uçarlar. O mağaza, bu mağaza, pastaneler, restoranlar... Kızcağız 16 yaşındadır henüz, köpekler ve elbiseler üzerine konuşurlar. Uzatmayalım Şems bir punduna getirip aklındakileri söyler ve genç kızı heyecan basar. Meğer Halası Fürugzafer, o günlerde Fevziye'den ayrılan Rıza Pehlevi'ye yeğeninin resimlerini göstermiş, çöp çatmıştır aklınca. Tahran Mihrabad Havalanında onları saraylılar karşılar, hemen o akşam yemeğe çağırırlar. Her şey öylesine hızlı gelişir ki neler olup bittiğini anlayamaz. Doğrusunu isterseniz fevkalade güzeldir, üç dil bilir, kadınlar gözlerini ondan ayıramazlar. Eh serde asalet masalet de var. Ve kapıda bir ses "Dikkaaat!" Herkes ayağa kalkar. Şah havacı üniforması ile gelir (elbette generaldir) omuzlarında bir galaksi dolusu yıldız, göğsünde sıra sıra nişanlar. Annesiyle bile sizli bizli konuşan, kardeşlerine "zatı şahaneleri" diye hitap eden devletlüleri üç dakikada yelkeni suya indirir, gevezeliğe başlar. Hoşlandığı gün gibi aşikâr... Hemen o gece babasına evlilik teklifi yapılır ve acil cevap vermesi istenir. Şimdi nasıl red etsinler? Dünyada kaç tane şah var, di mi ama? ŞEHRAZAT KİM Kİ? Nişanlılık günleri hızla geçer, at gezintileri, hava turları (Şah küçük tayyaresini kendi kullanır) ziyafetler, konuklar... Gelinlik Christian Dior'dandır (yirmi kiloluk bir alamettir yerinden kalkmaz) takılar göz kamaştıranından... Düğün günü Aynalı Salon nadide çiçeklerle süslenir, yüzlerce orkide, binlerce karanfil, salkım salkım leylaklar... Neticede genç kız "evet" der ve sadece bir adam ile ailesinin değil, 20 milyonluk ülkenin ağırlığını da alır omzuna. Nasıl masal gibi değil mi? Hiç de öyle değil. Bir kere saray yemekleri ağır ve oturaklıdır, bir zaman sonra insan basit bir şeylere hasret kalır. Bir Kraliçe şöyle eline hıyar alıp kıtlayamaz. Hem saray saray dedikleri birkaç viran köşkten ibarettir, zevksiz döşenmiştir. Binalar soğuktur, kalorifer bulunmaz. Eşyalar demodedir, anlaşılan yıllardır kadın eli değmemiştir buraya. Süreyya Paris'ten bir iç mimar çağırır, adam mantıklı şeyler tasarlar. Ancak Şah "pahalı" der, mimarı yurduna yollar. Para mesele değildir ama sarayda değişiklik kolay olmaz. Görümceler (neticede onlar da prensestir) her taşın altından çıkar, kontrolü elde tutarlar. Hademeler kaşarlanmıştır, memurların nedimelerin kulağı deliktir, habire bir yerlere haber ulaştırırlar. KURTLAR SOFRASI O günlerde İran petrollerini İngilizler sömürmekte, hükümete % 15 sus payı atmaktadırlar. Ülke fakirdir, genç kraliçe halkın arasına karışamasa da arabanın camından sıska ve çıplak çocuklar görür, kerpiç evler, at arabaları, barakalar... ABD Arabistan Petrolunü Suudlarla fifty fifty paylaşırken, İngilizler % 15'te ısrarcıdırlar. Şah, Başbakan Razmara'ya güvenmez, başkalarının hesabına çalışır zira. Nitekim Fedayiun örgütü Razmara'ya suikast yapar ve Musaddık'ın önünü açar (1950). Yeni Başbakan petrolü devletleştirip İngilizleri kovar ama rafinerileri çalıştıramaz. Koca Abadan'dan el ayak çekilir, in cin top oynar. Şah yine Batılılarla çalışmaktan yanadır, Musaddık ise "aç kalalım ama yabancıları yaklaştırmayalım" der, kuyruğu dik tutar. İPTEN ALIRLAR Sonraki günler karşılıklı restleşmelerle geçer, iki taraf da darbe hazırlığı yapar. İlk vuran Musaddık olur, Şah ve Süreyya küçük bir tayyare ile Bağdat'a kaçar, sonra İtalya'ya sığınırlar. Süreyya zor anlarında kocasına destek olur, "sen kazanacaksın" der, "yıkılma!" Halbuki Dışişleri Bakanı "Pehlevileri asmalı" diye nutuklar atmaktadır o sıra. Tudehçi komünistler ortalığı kırıp dökmektedirler, gasp, darp, yağma.... Şah iktidardan vazgeçmiştir, ufak bir çiftlik alıp domates biber yetiştirmeye hazırlanırken haber gelir: "Musaddık devrildi, Zahidi Başbakan!" CIA'nin işleridir bunlar. Amerikalı General Schwarzkopf sadece Razar pazarında 6 milyon dolar dağıtır, halkı peşine takar. Musaddık idama mahkum edilse de Rıza Pehlevi onu bağışlar. Evet farklı düşünür ama hırsız değildir, ülkesinin yükselmesini arzular en azından. Şimdi hamle zamanıdır, Şah önce toprak reformuna girişir, sonra hummalı bir imar faaliyeti başlar. Petrolü yeni bir anlaşma ile Amerikan, İngiliz, Fransız ve Flemenk firmalarından oluşan bir konsorsiyuma bırakır, kârdan kemiksiz % 50 alırlar. Vergiler de caba... Süreyya ise yardım sandıkları kurar, bağışlar toplar. İranlıları açıp saçmakta kararlıdır, kız çocuklarını yaz kamplarında toplar, birlikte plajlara yayılırlar. Dengeleri çözebilmiş değildir henüz, halkını küçük görür, Avrupalı damarı ağır basar. Köpek ve papağan aşkı çekilesi değildir sonra, saray hayvanat bahçesine döner bir anda. Etrafında şakşakçılar, suni tebessümler, fısıltılar, mırıltılar... Adeta maskeli balodadır, bir sürü içten pazarlıklı insan... Zamanla o da rol yapmaya başlar, lafın nerelere gideceğini öğrenir, ölçer, biçer, ince ince tartar. ŞİRİNLEŞTİREN HATA Bir imparatoriçe milli bayramlarda konuşma yapmalıdır. Süreyya radyo hitabetine çok itina etse de kekeler. Ama büyütmez gülmeye başlar, bu tavrı halka sempatik gelir, buzlar erimeye başlar. Resmi ziyaretler, diplomat eşleri, verem savaş derneğinin faaliyetleri... 17 Yaşında bir kız için çok da eğlenceli şeyler değildir bunlar. Biliyor musunuz bir imparatoriçe filozof gibi hazır cevap, boksör kadar güçlü, manken gibi zarif, spiker kadar tatlı sesli olmalı ve film yıldızları gibi gülümsemelidir fotoğrafçılara. Günde en az üç elbise değiştirmelidir. Bunların ayakkabılarını, mantolarını, çantalarını, şapkalarını da düşünürseniz ciddi bir gardrop taşımalıdır yanında. Ziyarete gittiği ülkeyi ve hanedanı tanımalıdır. Bir tavuk çiftliğinde ya da çelik tesisinde kel âlâka nutukları ilgiyle dinlemek zorundadır. Saray da sadece tek dostu vardır, Fürugzafer hala! Ancak o da casus olabileceği endişesiyle uzaklaştırılınca... Kalır mı bir başına. Şah sportmendir, içki kullanmaz, ata sıkı biner, iyi yüzer, su kayağı, tenis artık na ararsan. Süreyya da erkek gibidir. Müthiş bir avcıdır meselâ. Tüfeğinden uçan kaçan kurtulmaz, öyle ki kuşları kanadından vurup canlı indirebilir pekala. Ancak sıra kurban kesmeye geldi mi hayvanseverliği tutar. Şah nispeten dindardır, kadere inanır ve mutasavvıflardan etkilendiğini saklamaz. Sakin görünür, kimseye bağırmaz. Ama dostça davrandıklarını da vazifeden alıverir, sağı solu hiiiç belli olmaz. KAÇAR ASILLI VE ANAÇ Farah Diba da Avrupai bir kadındır ancak halkına hayat tarzı dayatmaya kalkmaz. Kaldı ki annelik yönü öndedir, sadece veliahd Rıza'yı (960) değil, Farahnaz'ı (963), Ali Rıza'yı (966) ve Leyla'yı (970) da doğurur, çocuklarının üzerine titrer âdeta. İşte bu yüzden İranlılar onu "Şahbanu" unvanıyla anarlar. VELİAHT MESELESİ Şahın kardeşi Prens Ali Rıza bir uçak kazasında ölünce İran halkı işi gücü bırakır, veliaht meselesini konuşmaya başlar. Şimdi Süreyya'nın acilen bir erkek çocuk doğurması gerekir. İyi ama bu "ha" demekle olmaz ki. Nasip... Ya da vakit saat.. Baskılar hissedilir olunca Süreyya'dan "muvakkaten ayrılma" kararı çıkar, tutar anasının evine (Avrupa'ya) kaçar. İkinci bir kadına "he" diyebilse mesele yoktur ama Alman yanı ağır basar, burnundan kıl aldırmaz. Halbuki hatıralarına "Aşk doğudadır" yazar, "Batılılar kadın için fedakârlığı gülünç sayarlar. Müslümanlar 4 hanım alabilirler ama adaletle hükmetmek kaydıyla. Eğer birine bir pırlanta yüzük taktıysa, üç tane daha ısmarlamalıdır kuyumcuya. Bu herkesin haddi değildir ve çok evliliğe nadiren rastlanır o diyarda..." Süreyya, Rıza'nın "n'olur dön" diye yalvaracağını, ayağına kapanacağını sanmıştır ihtimal, lâkin böyle bir şey olmaz. Şah bir süre bekler, ses çıkmayınca defteri kapatır, boşanma kararını yollar. Düşünebiliyor musunuz dün kraliçesiniz, bugün sade vatandaş... Halbuki yürümesini bile unutmuştur, çarşıda ona buna çarpar. Karşıdan karşıya kesinlikle geçemez, kaldırımları tırmalar. Hatta küçük Opel'iyle hatalı park edince polis azarı basar, sekreteri "ama o bir imparatoriçe" diye kekelese de, adam "saçmalama" der işine bakar. Süreyya hayatı silbaştan öğrenir, benzinin biten bir şey olduğunu, ibre düştükçe istasyona girmesi gerektiğini neden sonra anlar. KENDİ DÜŞEN AĞLAR Halbuki İran sarayında her işi nedimeler yapar. Birine çay koydunuz, şeker tuttunuz çizildi karizma... Para el kiridir, bir kraliçe banknotlara dokunmaz. Beğendiğini alıp yürür, ardı sıra dolanan memurlar hesabı kapatırlar. Otel rezervasyonu, yemek ücreti, bahşiş... Bunlar pis işlerdir haşmetmaaplarına yakışmaz. Tek başına kaldığı yıllarda magazin muhabirleri musallat olur, genç kadını (25'inde bile değildir) bunaltırlar. Bazı gazeteler Süreyya muhabirliği diye bir şey ihdas eder, tek kare fotoğrafını yakalayan altına destan yazar. Yok yeni bir ilişki mi filan... Uydur uydur döşen, ucu kulpu yok ya. Bu arada Şah, kızı Şehnaz'ın bulup tanıştırdığı Farah Diba ile nikahını kıymıştır. Farah, İtalyan ve Fransız okullarından mezun olmuş zeki bir hanımdır, basket takımında kaptanlık yapar. Paris'te mimarlık okumaktadır o sıralar... Amcalarımız teyzelerimiz Hayat Mecmualarının tesirinde kaldıklarından olacak ekseri Süreyyacıdırlar. Farah'a bir türlü ısınamazlar. Halbuki Farah, Kaçar hanedanına mensup bir Türk'tür, halkının değerlerini bilir en azından. Yeni İmpatoriçe daha evlendiği yıl bir oğlan doğurur, veliahd meselesine nokta koyar. Junior Rıza yakışıklı bir delikanlı olur ama... Ama İran, Pehlevilere kalmaz! Şah Kahire sürgününde gözlerini yumar, Süreyya ise Paris'te bir apartman katında... FAZLA NAZ ÂŞIK USANDIRIR Şah Rıza Pehlevi Kraliçe Süreyya'yı çok hoş tutar, hanımının batılı alışkanlıkları tepki toplasa da sineye çekmeye bakar. Çocuk meselesini de büyütmez ancak kraliçeden muvakkat (geçici) ayrılık kararı çıkmasını anlayamaz. Ayrılık kelimesi soğuktur, inciticidir nitekim geçici de olmaz
.
Washington Roebling Ölümüne mühendis
13 Temmuz 2008 01:00
Mühendislikte dönemler malzeme adları ile anılır malum. Misal Eiffel Kulesi bir "Demir Strüktür Devri" eseridir. Sonra Çelik Strüktür devrine geçilir, ki Empire State Building ve Chrysler gökdelenleri ilk akla gelenleridir. Brooklyn Köprüsü de en az onlar kadar yenilikçi bir eserdir, hatta yeniliğin de ötesinde bir şeydir... İsterseniz uzatmadan hikayesine geçelim. 1860'lı yıllar. New York hızla gelişmiştir... Manhattan ile Brooklyn arasına bir köprü kurulsa gerektir. Zikrolunan mıntıkada mesafe uzun, nehir derindir. Ancak John Roebling adlı mühendis alışılmadık bir proje geliştirir (1865). Bu bir asma köprü olacaktır, Mr John çelik bir telin neleri taşıyabileceğini çok iyi bilir. Zira kendisi dünyanın en büyük tel ve kablo üreticisidir. Telgraf telinden, asansör teline aklınıza her geleni imal etmektedir. Mr. John köprü ile yatar köprü ile kalkar, planı didikler durur, eksiklerini giderir. Altından gemilerin geçebilmesi için gökdelen cesametinde ayaklar yapmalı, ağırlığı halatlara bindirmelidir. Bütün bunlar bir şekilde halledilir ama halatı bağlayacak kazık bulmak kolay değildir. Bu yüzden çelik teller yelpaze gibi açılmalı, tüneller içine çekilip betona gömülmelidir. TEREDDÜTLER... Ancak köprü hususunda ihtisası ile tanınan isimler ayakların ayakta kalamayacağını söyler, John'u "ayakları yere basmıyor" diye itham ederler. Alaylı bakışlar, gülenler, dudak bükenler... John'a inanan tek kişi vardır, kendisi gibi bir mühendis olan oğlu Washington! İyi de onun inanması neyi halleder? Köprüyü ceplerinden yapacak değillerdir ya, bir an önce hükümeti, belediyeyi ikna etmelidirler. Baba-oğul kafa kafaya verir, menfi müspet her ihtimali değerlendirirler. Muhtemel problemleri tek tek çözerler. Sonra ziyaretlere çıkar, neler yapabileceklerini özetlerler. Zor olur ama derin ve kalın amcalar sonunda pes eder. General Ulyses S. Grant'ın imzayı attığı gün kolları sıvar, işe girişirler (2 Ocak 1870). AKSİLİKLER... Henüz başlamışlardır ki inşaat sahasında Mr John'un ayağı ezilir. Düşünebiliyor musunuz, kemikleri ufalanır, kasları tendonları pestile döner. Hekimler uzatmadan "keselim" derler, ancak itiraz eder. Bu manasız direniş yüzünden iltihap vücudu sarar, dayanılmaz bir ıstırap... 2 hafta kıvrandıktan sonra gözlerini yumar. İşin başına oğlu Washington geçirilir. Gelgelelim genç mühendis de köprü kulelerinin oturtulacağı su altı odalarına inip çıkarken vurgun yer, beyni zedelenir. Vücudu cesede döner, lâkin zihni melekeleri yerindedir. Herkes "bitti bu iş" derken hafiften parmağı oynar. Hanımının eline dokuna dokuna bir şeyler söylemeye çabalar. Bu usulü gün geçtikçe ilerletir ve bir şekilde meramını anlatmayı becerir. Kadıncağız hiç bir mühendislik alt yapısı olmadığı halde mesajları hatasız alır ve doğru bir şekilde şantiyeye iletir. BUNA RAĞMEN Dile kolay, Mr. Washington 13 yıl boyunca yattığı yerden direktifler yollar ve başladığı işi bitirir. (1869-1883) Bu eser 19. yy mühendisliğinin zirvesidir, hatta bazıları ona "Dünyanın 8. harikası" adını verir. Hani şehre de pek yakışır, göz alacak kadar zariftir. Washington eserine güvenir ancak milletin gönlü ferah olsun diye açılıştan önce 7 fili peşpeşe dizer, karşıya geçirir. O gün New York'ta tatil ilan edilir, köprü bir anda yayalarla dolar. 150 bin kişi o yana bu yana koşar, suya para atan atana.... Brooklyn Köprüsü'nün uzunluğu yaklaşık 2 kilometre, genişliği 26 metredir. Köprüyü taşıyan kablolar neredeyse 23 kilometreye erişir. Tartışmasız devrin bütün köprülerinden daha uzun ve daha gösterişlidir. Sadece ilk gün 1.800 araba geçer, ki bu gün belki yüz misli işlektir. Emily Roebling Mirasyedi torun Roeblingler bu köprü sayesinde büyük bir üne kavuşur, ihale üstüne ihale alırlar. Daha nice köprüler (mesela Golden Gate) ve yollar yapar, kasaları dolarla doldururlar. Dünya işte, çalışır çabalar, harcayamadan mevta olurlar. Ancak Washington'un kızı Emily Roebling Cadwallader bu serveti çıtır çıtır yer, dudak uçuklatan mirasın keyfini sürer. "Zavallının" yat yaptırmak gibi masum bir merakı vardır, marinada Savarona adlı iki teknesi (biri 40 m, öbürü 80) yatar, lakin gözü doymaz. Bu konudaki "engin birikimini" devasa bir gemiyle taçlandırmayı arzular. O günlerde dünyanın en kaliteli tekneleri Hamburg'da çakılmaktadır, hanım kızımız Blohm ve Voss tersanelerini bağlar, önlerine bir rivayete göre 4 milyon, diğer rivayete göre 10 milyon 400 bin dolar koyar. Belki iki rakam da doğrudur, evet tekne 4 milyon dolara mal olabilir ama dekoru, döşemesi de yekun tutar. Düşünün şimdi, antika heykeller, avizeler, şamdanlar, tablolar, piyanolar... Savarona sıradan bir gemi değil, yüzen bir sanat galerisidir adeta. Yemek salonunda yer alan XV. Lui'ye ait yemek masası ve 12 iskemleye paha biçilemez mesela. Köşede emsalsiz bir şömine, karşısındaki orijinal komodin, siyah etejer, hususi dokumalar, asırlık halılar... Bütün kapı kulpları, banyo muslukları altından... VERGİYE KIZINCA Hatta anlatılır Ms Cadwallader Almanya gezilerinden birinde ağırlandığı şatoda çok hoş bir şömine görür, "bunu bana satar mısınız" diye sorar. Sahibi "hanımefendi burası tarihi bir bina" der, "öyle her ziyaretçi bir şeyler koparacak olsa..." - Ya öyle mi? Peki şato kaç para? Oracıkta şatoyu satın alır ve şömineyi çatır çatır söktürtür, taktırır Savarona'ya... Her ne kadar Savarona efsanesi züğürtlerin çenesini yorsa da rakamlar ortada... Bakın o devir dolarının yeşili solmamıştır henüz. Bir dolar, bir ons altının 20'de birine tekabül eder ve dileyen banknotları götürüp "alın kağıtlarınızı, verin altınlarımı" diyebilir pekâlâ. Kabaca hesaplarsak o dolar, bu doları 50'ye katlar. 10 milyon 400 bin doların büyüklüğünü şuradan anlayın, 1931'de Türkiye Cumhuriyetinin bütçesi 193 milyon liradır. Darülfünuna (üniversitelere) ayrılan para 908 bin lira olup, değme profesörler 150 lira alırlar. VE İSTANBUL'DA Uzatmayalım Temmuz 1930'da kızağa konan gemi Şubat 1931'de tamamlanır. Bayan Emily şööle bir Avrupa'yı Afrika'yı dolanır. Ancak o günlerde yaşanan iktisadi kriz yüzünden ABD hükümeti tekne sahiplerine tumturaklı vergiler koyar. Kadın da kızar Savanora'yı satacağını açıklar. Almanlar bu emsalsiz gemiyi Hitler için düşünmektedirler, kaçırmaktan korkar, Krupp'un desteği ile haczetmeye çalışırlar. ABD de altta kalmaz, New York limanına giren bir Alman transatlantiğine el koyar. Naziler ister istemez geri adım atar, gemiyi bırakırlar, ancak bu çekişme yüzünden fiyatı artar. İngiltere'nin Sauthampton limanına çekilen yat bir süre yatar. Talibi çoktur ama Bayar Hükümeti "M. Kemal için" alıcı olunca İngilizler yardımcı olurlar. Maliye Bakanlığımızın Savarona'ya ne ödediğini bilmiyoruz, farklı şeyler söyleniyor zira. Herhalde Ms Cadwallader'i memnun edecek (en azından mağdur etmeyecek) bir rakam olmalıdır meçhul meblağ. Neyse görkemli gemi, Süvari Sait Özege ve 45 personeli ile İstanbul'a doğru yola çıkar (1938). M. Kemal'in Savarona'yı sabırsızlıkla beklediğini biliyorsunuz ama gemi Dolmabahçe önlerine demirledikten sonra 6 hafta yaşar. Ünlü yat daha sonra İsmet İnönü'ye hizmet sunar. KUĞU GİBİ Özellikle Cumhurbaşkanı odası itinalı işçiliği ile göze çarpar. Salonda yan yana konmuş iki şık karyola ve havai mavi büyücek bir koltuk vardır. Sağ yanda tuvalet ve kuaför yer alır. Bu dairenin madeni aksamı kloke altındandır, banyo ile hela öğütülüp preslenmiş (sıkma) siyah kehribarla kaplanmıştır. Geminin değerini anlamak için 5 - 10 gramlık bir kehribarın (nargile marpucu olur, tesbih olur) fiyatını sorun, ufkunuz açılsın. Savarona II. Cihan Harbinden sonra Bahriye'ye verilir, talim gemisi yapılır. 1979'da yanar, onarılır ve 1989'da hurdaya çıkar. Söküm için Aliağa'ya yollanmak üzeredir ki Kahraman Sadıkoğlu, "gelin onu turizme açalım" teklifi yapar. Bilirsiniz Turgut Özal böylesi teşebbüslere sıcak bakar, Deniz Kuvvetlerinin de rızasını alır, geminin 49 yıllığına (yap-işlet-devret) kiralanmasını sağlar. Ünlü armatörümüz Savarona'yı yenilemek için tam 28 milyon dolar harcar, 425 işçi, üç yıl boyunca çalışır, yaklaşık dört buçuk ton fare ayıklar. Şu anda haftalığı 280 bin eurodan meraklısına kiralanmaktadır ki, sadece Kuveyt Prensi Hasan El Sabah'dan 2 ayda 2 milyon euro alırlar. Prens Rainer, Prens Charles, Prenses Diana, İspanya Kralı Juan Carlos, Modacı Valentino, Claudia Schiffer, Nicole Kidman, Sharon Stone, Hugh Grant, Tom Cruise ve Gerard Depardieu gibi isimler Savarona'da ağırlanırlar. Dünya işte, bir zamanlar fukara Anadolu halkının parasıyla alınan tekne milyarderlere yarar. GEMİ DEĞİL YÜZEN BİR SARAYSAVARONA Adını bir tür Afrika kuğusundan alan Savarona o güne kadar inşa edilen en büyük yattır. Uzunluğu 136 metredir, ağırlığı 6 bin gros tonu aşar. Açık deniz şartlarına karşı donanımlıdır, İstanbul'dan Miami'ye molasız ikmalsiz gidebilir ve saatte 18 mil sürat yapar. Dış cephesi süt beyazdır, makineleri mazot yakar ve 54 dev dinamo ortalığı ışığa boğar. Ana süitin yanı sıra 17 muhteşem süiti daha vardır, kamara gardırobları bile selvi ağacındandır. Hamamı 80 metrekare olup, 260 ton mermer kullanılır. Sauna ve soyunma odaları ince işçiliği ile göz alır. Safralarında cıva bulunur ve bu gemiyi dengede tutar. Gövde 90 derece yatsa bile asla alabora olmaz. Düşünürseniz tonlarca cıva dahi bir servettir başlı başına.
.
RESNELİ NİYAZİ
20 Temmuz 2008 01:00
"Didar-ı hürriyet" kurtarılıyor, zincirleri balyozla kıran iki yiğit, Biri Enver Bey, diğeri Resneli Niyazi Resneli Niyazi adı üzerinde Resne'de doğar. Manastır'da Askeri Rüştiyeyi ve İstanbul'da Harbiye'yi bitirdikten sonra gelir, memleketinde vazifeye başlar. O yıllarda gençler arasında Abdülhamid düşmanlığı pek prim yapar. Ulu Hakan'a en ziyade onun açtığı okullarda, onun sağladığı imkanlarla okuyan talebeler karşı çıkar. Bayrak merasimlerinde "padişahım çok yaşa" yerine "padişahım baş aşşa" diye bağırmayı meziyet sanırlar. Niyazi de anafora kapılır, vaziyetten vazife çıkarmaya bakar. Resneli iyi bir askerdir, bölgesindeki Bulgar komitacılarına nefes aldırmaz. Yunan Harbinde bölüğüyle kendinden 5 kat kalabalık düşman birliğini esir almayı başarır ki (Beşpınar) henüz 24 yaşındadır. Bu muvaffakiyetin ardından İstanbul'a çağrılır. Ancak getirdiği esirler, çocuk yaştaki subaylara dağıtılınca pek kızar. Niyazi düz düşünen bir taşra zabitidir, hayatında siyahlar beyazlar vardır, muhatapları ya dosttur, ya da düşman! Saraydaki dengeleri bilmez, öğrenmeye de çalışmaz. Halbuki o tıfıllar aşiret ve kabile reislerinin mahdumlarıdır, tabiri caizse veliahttırlar. Yarın memleketlerine (Güneydoğuya, Ortadoğu'ya) yollanacak ve ihtimal İstanbul'a dost kalacaktırlar. Bu ince siyasetin içinde üç beş esirin, rütbenin, nişanın lafı bile olmaz. Ancak Resneli küplere biner, "vay biz dağlarda canımızı dişimize takarken, beyzadeler burada..." İLTİFAT Neyse onu da huzura alırlar, mülazım (Atğm) iken kol ağası (Üstğm) yapar, cebine sarı lira doldururlar. Hatta koca Sultan lütfeder, sarayda yaver olarak kalabileceğini açıklar. Niyazi'nin heyheyleri üstündedir, bu zarif teklifi reddeder, Resne'ye döner. Artık eskisi gibi faal de değildir, yeni vazifesi maşabaşıdır zira... Vakti çok olmalıdır ki cemiyetçilik yapar. Malum kulüplere gire çıka bi haller olur ona, artık meşrutiyet kelimesini daha sık terennüme başlar. Meşrutiyet denenmiş bir şeydir aslında, bir meclis söz konusu olduğunda Batılı tazyikler artmakta ve nazırlıkları azınlıklar kapışmaktadırlar. Resneli içten pazarlıklı değildir, bu yüzden en riskli eylemleri üstlenir, karartır gözünü, bizzat fedailik yapar. Gün gelir dağa çıkma kararı alır ki henüz dokuz aylık evlidir, bakmak zorunda olduğu kız kardeşleri vardır sonra. Arnavut asıllıdır, Bektaşidir, havalide çevresi geniştir. Sultana muhalif isimlere ulaşmakta zorlanmaz. Türklerden, Arnavutlardan hatta Sırp, Bulgar, Ulah ve Rumlardan topladığı 160 adamıyla Manastır Dağlarını mekân tutar. Kışladaki silahları ve cephaneleri de yanına alır, kasadaki 550 sarı liraya el koyar. İSYAN Aylardan Temmuzdur, geceler sıcak... Bu gerilla muhabbeti serüvenci gençleri pek sarar. Ateş başında keyf yapar, köyleri kasabaları basar, devlet gibi vergi salarlar (haraç mı deseydik acaba?). Gün gelir sayıları bini bulur, civarda kuş uçsa haberleri olur. Bu arada İstanbul'a "Vatan Fedaisi" "Milli Ohri Taburu Komutanı" gibi garip imzalarla telgraflar yollar, cümleye "filan zamana kadar Meşrutiyet ilan edilmezse..." diye başlar. Yakışıksızdır bunlar, terbiye hududlarını zorlar. Sultan, bu tuhaf direnişe bir mânâ veremez, ancak paşalar hop oturup, hop kalkarlar. Düşünün şimdi bir subay birliğindeki paraları ve silahları alıp dağa çıksa? Yöre halkını etrafına toplayıp tehditler savursa? Bahanesi daha fazla demokrasi, eşitlik her neyse artık, ya da maaşına zam! Affedilecek cürüm müdür bu? Ne yapar yapar, fitneyi sustururlar. İşte o hesap. İstanbul'daki paşalar da "çiviyi çivi söker" der, reylerini "üstüne gidilmesinden" yana kullanırlar. İHTİYAT Abdülhamid Han her zamanki gibi ihtiyatlıdır, başmabeyincisine "niye telaşlanıyorsun canım" der "dağdaysa dağda, eşkıya takibine çıkmış olamaz mı acaba?" - Ama efendim, o tavır, o üslup, telgraflar ortada... Abdülhamid Han büyütmez, bölge zordur, sıkıntılıdır zira. Neticede genç bir insan, asabı bozulmuş olabilir pekâlâ. Halkın nabzını tutsun diye yine bir Arnavut olan Şemsi Paşa'yı Manastır`a yollar. Paşa o gün raporunu göndermiş, postaneden çıkmaktadır ki Mülazım Atıf (Cumhuriyet döneminde "Kamçıl" soyadını alacak, iki dönem mebus yapılacaktır) tarafından şehit edilir. Üstelik suikastçı onca korumaya rağmen elini kolunu sallayarak kaçar. Henüz bunun akisleri sürerken Selanik Merkez Komutanı Nazım Bey saldırıya uğrar. Evet o yaralanmasına rağmen yaşar ama Alay Müftüsü Mustafa Efendi kurtarılamaz. Müftü Efendi güpegündüz vurulmuştur, kollukçular seyrine bakar. 17 Temmuz'da Erkan-ı Harbiye (Genel Kurmay) Mirlivası Osman Hidayet Paşa subay ve erbaşlara nasihat vermektedir ki konuşturmazlar. İkibin kişinin önünde kurşun atar, ağır yaralarlar. 19 Temmuz'da Debre Valisi Hüsnü Bey şehid edilir ve işin çivisi çıkar. Sultan Abdülhamid bu defa Müşir Tatar Osman Paşa'yı havaliye gönderir, ancak isyancılar, 2 bin kişiyle gelip Resne'yi basar. Koca Mareşali yaralamakla kalmaz, ite kaka dağa kaldırırlar. Zor günlerdir vesselam, Sultan kimi tutsa elinde kalır. Yolladığı subaylar karşı cenaha geçer, devlete meydan okurlar. Doğrusu İttihat ve Terakki'nin komitacılıktaki başarısı inkar olunamaz. Düşünebiliyor musunuz, yöreye sevkedilen askerler daha İzmir'den gemiye binerken ablukaya alınır, yol boyu işlenip militanlaştırılırlar. Hasılı isyan lodoslu havada çıkan orman yangınını andırır, bir anda Makedonya'yı sarar. GEYİK MUHABBETİ Abdülhamid Han gerginlikten hoşlanmaz, "İstediğiniz meşrutiyetse, alın hayrını görün" der, geri adım atar. Resneli Niyazi bir anda "Hürriyet Kahramanı" olur. Uğruna şiirler yazılır, türküler yakılır. Boy boy kartları basılır, kurtarılan hürriyet dilberleri (devrin ressamları tombul kadınlardan hoşlanıyor olmalılar), kırılan zincirler filan... Niyazi Bey dağda geçen günlerinde bir geyik yavrusu bulmuş ve özenle bakmıştır ona. Takdir edersiniz ki bon bon ve lati lokum ottan kökten daha lezzetli şeylerdir, garibin kimyası bozulur, peşi sıra dolanmaya başlar. Örgüt kurmayları hadiseyi efsaneleştirir, hayvancağıza kutsallık yakıştırırlar. Zavallıya "Rehber-i hürriyet" gibi tumturaklı bir ad takar, geçerken selâma dururlar. Neyse zikr olunan geyik İstanbul'a getirilir, Gülhane parkında ziyaretçilerini ağırlar. Gazetelerde "Şehrimizi şereflendirdi" manşetleri... Akıllı uslu adamlar bile gelir bağlılıklarını sunarlar. O yıl doğan oğlan çocuklarına ekseri Enver ve Niyazi adı konur, kızlara ise Maral (geyik). Benzer isimler yüzünden nüfus memurları saç baş yolar. Said-i Nursi dahi tebrik için Selanik'e koşar, bıraktığı mektuba "Ey zamanın Rüs-tem-i Zal'i" gibi bir giriş yazar. İltifat, iltifat, iltifat... Genç isyancıyı yere göğe sığdıramaz. Ve sloganlar: "Niyaziler, Enverler, hamiyetli askerler!" "Yaşasın Meşrutiyet, Hürriyet, Uhuvvet ve Müsavat" "İleri ileri! Arş arş arş!" Ortalıkta Karikopoulo Efendi'nin Niyazi Bey uğruna bestelediği Neşide-i Hürriyet marşı çınlar. Doğrusu bu kadarını Resneli de beklemiyordur, şaşkınlığı uzun süre üzerinden atamaz. Gittiği her yerde kürsüler kurulur, alayiş öyle güçlüdür ki kendi sesini duyamaz. İNİŞLİ ÇIKIŞLAR Resneli Niyazi istese çok yükselebilir, öyle ya Postacı Talat'ın Dahiliye Vekili (Bilahare Başvekil) olduğu bir ülkede rahatlıkla vezirlik nazırlık kapar. Teşkilatta sözü dinlenir, tahsilse tahsil, masonluksa masonluk, sonra Britanyalı dostlar... Ancak İttihatçıların makam mevki hususunda ne kadar hırslı, ne kadar acımasız olduklarını bilir, ayaklarına dolanmaz. Resne'de de sultandır zaten, kahramanlığın tadını çıkarmaya bakar. İşi gücü bırakıp Prespe Gölüne nazır bir saray yaptırır. Zikrolunan binanın resmini Paris'ten gelen bir kartpostalda görmüştür, ustalar zemine taaa Konysko köyünden taşınan kayınları çakar, sağlam bir temel atarlar. Muhteşem bina Yunanistan ve İtalya'dan getirilen seçme malzemelerle tamamlanır. Peki para? Nema problema! Genelde giriş kapısının üzerindeki balkonda oturur, keyfle kahvesini yudumlar. (Şu an "Dragi Tosiya" adıyla anılan saray Makedonlara hizmet sunar) Meşrutiyet ile birlikte bir taklitçilik furyasıdır başlar. (Kendi ifadesiyle) "Selma Hanım da Madam Anjel gibi sosyete salonlarında Fransız jönlerine kırıtmayı uygarlığın gereği sayar. Vals, dans, reverans..." Resneli'nin Meşrutiyetten umduğu bu değildir, "bizar" olduğunu saklamaz. Hatıratında ısrarla inançlı bir insan olduğunu tekrarlar, gel gelelim hocalara da dokundurmadan duramaz. Zihinler karışıktır, ortalık toz duman! MAZLUMUN AHI Derken 31 Mart vakası patlar, geyiğini ardına taktığı gibi yürür İstanbul'a. Bu kez hedef büyüktür: Abdülhamid Han! Eğer Sultan istese bu düzensiz orduyu kırabilir, lâkin merhameti ağır basar, hadiseyi akışına bırakır, elini kana bulamaz. Padişaha "hâl kararını" bildiren heyetin içinde Gürcü Arif Hikmet, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esad Toptani vardır... Ve bir de zamanında Teodor Herzl ile gelip, Filistin'de sembolik bir arazi için dudak uçuklatan paralar teklif eden Yahudi Emanuel Carasso! Bilhassa Emanuel Karasu (Danonecilerin dedesi olur) pek mağrurdur, "Filistin satılık değil, kanla aldık, kanla veririz" sözüne muhatap olduğu günden beri bu anı beklemektedir. Halifenin azlinden büyük bir haz duyar. Abdülhamid Han tevekkül ehlidir, taç, taht kovalamaz, ancak bu acemi ekibin devletin başına gaileler açmasından korkar. Neticede olan olur, İttihatçılar akla ziyan maceralara kalkar, 6 asırlık imparatorluğu hovardaca harcarlar. Şu saflığa bakın ki Balkan halklarının arasındaki ihtilafları giderir, Rumu, Bulgarı, Sırpı kucaklaştırırlar. Lakin karşılarında güçlü bir Hristiyan ittifakı bulunca pek şaşarlar. Düşman birleştirmek... Böyle çocukça bir hata olabilir mi? Gafletin de ötesinde ihanet kokar. Peki Resneli? Şimdi hakkını yemeyelim devlet dara düşünce gider Cavit Paşanın emrine girer, cepheden cepheye koşar. İBRETLİ SON... Niyazi Beyin hasretle beklediği, uğruna ömrünü verdiği Meşrutiyet henüz 5 yaşındadır ki Balkanlar elden çıkar. Çekile çekile Adriyatik'e varan Resnelinin tutunacak dalı kalmaz. Avalonya limanında İstanbul vapurunu beklemektedir ki... Dan Dan Dan! Hem de en yakınından! Şu çetecilerin iğrençliğine bakın ki onu kendi korumasına vurdurturlar (1913), genceciktir oysa, yaşı kırka varmamıştır daha... Niyazi Bey muhafızına döner, gözlerini iri iri açıp sorar: "Neden?" Tetikçi bu, nedenini mi bilir? "Vur" derler, sıkar! Doğrusu bazı beyler onu İstanbul'da görmekten hoşlanmaz. Devlet kademelerinde Alman muhipleri ağırlıktadır, bir İngiliz yanlısı ile uğraşamazlar. Caniyi ittihatçı liderlerden Esat Toptani ile İsmail Kemal'in azmettirdiği söylenir, ki onlar da Arnavut'turlar. Ayarın inceliğine bakın, kan davası olmasın diye kardeşi kardeşe kırdırırlar. Daha da acısı henüz Resneli'nin naaşı soğumadan "ne şehittir ne gazi, pisi pisine gitti Niyazi" (daha edepsizleri de var) sözünü yayar, karizmasını kazırlar. Bir zamanlar selama durdukları geyiği de kasaba yollar, ne izini, ne tozunu bırakırlar. Halbuki Cihan Harbi yaklaşmaktadır, memleketin Niyazi Bey gibi muhariplere ne kadar da ihtiyacı vardır o sıralar... MUTAD MERASİMLERDEN BİRİ... "Rehber-i hürriyet" mutad merasimlerden birinde, direnişçileri denetliyor. İttihat Terak'kiciler zavallı geyiğe "yol göstericimiz" deyip kutsallık yakıştırırlar. Ancak Resneli Niyazinin katlinden sonra hayvancağızı apar topar kasaba yollarlar. MENZİL İSTANBUL, HEDEF SULTAN! 31 Mart bahanesi ile İstanbul'a yürüyen Hareket Ordusu "Abdülhamid Hanı indirmeye" kararlıdır.Padişah bu düzensiz birlikleri sadece Muhafız Kıtası ile kıracak güçtedir ama öyle bir şey yapmaz.Padişaha "seni hal ettik, sürgüne gideceksin" diyen heyetin içinde tek Türk bulunmaz
.
İhtisası ihtilal TALAT PAŞA
27 Temmuz 2008 01:00
Talat Bey 1874 yılında Edirne'de doğar. Babası Kırcaalili Ahmed Vasıf Efendi ilim ehli bir zattır, gel gelelim o iyi bir tahsil alamaz. Vize iptidai mektebini bitirdikten sonra girdiği Askeri Rüştiye'den atılır, tedrisine nokta koyar. 18 yaşına kadar boş dolanır ancak babasını kaybedince maişet derdine düşer, Edirne Postanesinde işe başlar. Bu arada "devlet aleyhtarı faaliyetlerden" tutuklanır. Suçu sabit görülür, bir süre cezaevinde yatar. Belki de oturulup konuşulsa ikna edilecek bir gençtir ama hapse girdikten sonra şirazeden çıkar, kin ve öfkeyle dolar. Edirne Valisi ondan çok bizardır, "N'olur beni bundan kurtarın" deyince tayinini Selanik'e çıkarırlar. Selanik Valisi Rıza Paşa olgun bir insandır, onu hoş tutar, hatta postaneye katip yapar, önünü açar. O sıralar Manyasızade Refik ve Mithat Şükrü gibi sakıncalı isimlerle takılmaya başlar. Tahsil ve donanımı yoksa da muhteristir, ikbal uğruna her yolu dener, mesela Masonlara kapılanmaktan kaçınmaz. Türkçe derslerine girdiği "Alyans İsrail" Yahudi mektebinde de muhalif bir hava vardır, etkilenir ihtimal. Bir süre Hukuk Mektebine devam etse de (o yıllarda ortaokul terkleri de alırlar) siyaset kovalamak daha cazip gelir, okuyamaz. Bu arada ihtilalcilikten sicili bozulur, sürgün kararı çıkar. Lâkin Hüseyin Hilmi Paşa "Tamam nadim oldu, ben kefilim" der, onu yerinden oynatmaz. Talat Bey, o günden sonra faaliyetlerini yer altına indirir, bilhassa üçüncü ordu subaylarını örgütler, bir çoklarını localara taşır, dış güçlerle irtibat sağlar. MEBUS, NAZIR İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İTC) ilk şubesini o açar. Selanik'in ardından İTC İstanbul şubesini de faaliyete sokar ve teşkilata ağırlığını koyar. İkinci Meşrutiyetin ilanından (1908) sonra Edirne Mebusu olur, hatta onu Meclis-i Mebusan'a başkan yardımcısı yaparlar. Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde Dahiliye Nezaretine (İçişleri Bakanlığı) oturur ki bu ivme, bu irtifa başını döndürmeye başlar. Büyük vaadlerle iktidara gelen Meşrutiyetin sihirli deyneği yoktur, halkın hayatında bir değişiklik olmaz. İttihatçılar günbegün kan kaybeder "Hürriyet Uhuvvet Müsavat" sloganda kalır, huzursuzluk artar. İşin garip yanı azınlıklar da memnun olmaz, verilen imtiyazlarla yetinmez, dahasını arzularlar. İttihatçıların ucu kıvrık bıyıkları kendilerini bağlar ama ah "kahramanlık göstermek" gibi bir hastalıkları olmasa... Alkışa olan iştahları artınca birilerini tepeleme ihtiyacı duyarlar. İlk akla gelen yol Balkan milletlerinden birini hırpalamaktır, ancak bu defa karşılarına güçlü bir ittifak bulurlar. Sırf Abdülhamid Hana muhalefet olsun diye Yunanla Makedonu, Romenle Bulgarı, Sırpla Karadağlıyı kucaklaştırmanın hata olduğunu anlarlar ama... Meğer ki geçmiş ola.. Bozgun bağıra çağıra gelmektedir, gaileler katlanmaya başlar. HALÂSKÂR ZABİTAN 31 Mart Vakası'nda orduyu kullanarak iş başına gelen İTC, iktidarının devamı için kumpaslar kurar, asker ocağına siyâset karıştırmaktan kaçmaz. Silah ellerinde olduğuna göre karşılarında çıkacak bir güç yoktur, ancak beklenmedik bir şey olur, kendilerine "Halaskâr Zabitan" (Kurtarıcı subaylar) denilen bir grup memleketin iyiye gitmediğini söyler ve "muhtıra" yayınlar (16 Temmuz 1912) Sadrâzam Saîd Paşa istifa etmek zorunda kalır, sıkıntılar ortadadır zira... İttihatçılar mecburen boyun eğer, Gazi Ahmed Muhtar Paşa Başkanlığında kurulan yeni kabineye ses çıkaramazlar. Ancak zikr olunan kabine de güvenoyu alamaz. Sadrazamın isteği üzerine Padişah, Meclis'i fesheder. Tam da o esnada Bulgarlar Edirne'yi düşürmüş, Çatalca önlerine varmıştırlar. Gazi Ahmet Muhtar Paşa çekilir, yerine Kâmil Paşa getirilir, ortalık toz duman... İttihatçılar ince ince ihtilal hesapları yapar. Kan barut, desise, tuzak... İktidar uğruna, ne gerekiyorsa... Önce asker arasında bozgunculuk yapar, Anadolu çocuklarına, "Rumeli'de ne işin var? Elin yurdu için kırılmaya değer mi" diye fısıldarlar, "Onlar zaten suyun öte yakasından!" Halk arasında ise "Balkan Savaşı'nın neticesi ne olursa olsun, büyük devletler sınır değişikliğine müsâade etmeyecek, yenilsek bile devletin kaybı olmayacak" faraziyesini savunurlar. VAAD, İFTİRA Bu arada subayları tek tek elde eder, adam adama markaj yaparlar. Halaskâranların ağır toplarından Harbiye Nazırı ve Başkumandan vekili Nâzım Paşa'yı da ayartır "Sadrazam olarak seni düşünüyoruz" vaadiyle saflarına çekmeyi başarırlar. Polis kadrosunu da militanlarla doldurur, Hükümeti dört yandan kuşatırlar. Harbiye nâzırı Nâzım Paşa, Enver Beyi kolordu erkân-i harp reisliğine, Cemâl Bey'i de menzil müfettişi umumîliğine tâyin eder. Artık İstanbul'daki askeri kuvvetin mühim bir kısmını ellerinde tutarlar. Bu faaliyetler kabine içinde huzursuzluğa yol açar ama Sadrâzam Kâmil Paşa kibar bir insandır, Nâzım Paşa'ya hesap soramaz. Ama İttihâtçılar ona acımaz, "Hükümet Edirne'yi Bulgarlara bıraktı" şeklinde yıkıcı bir propagandaya girişirler. Yaygara ses getirir, matbuat ellerindedir zira... Evet Bulgarların (ve arkasındaki güçlerin) bu yönde bir talepleri vardır ancak müzakereler sürmektedir daha... Gel gelelim ihtilalciler yalanı da hakikat gibi kullanır, iftira atıp, infial uyandırırlar. 23 Ocak 1913... Hükümet "Edirne'yi terk etmeyeceğiz" şeklinde bir nota hazırlamaktadır ki patırtı kopar. BASKIN, İHTİLAL O gün Enver Bey 20-30 fedaisi ile şamata çıkarır, bağıra çağırır "Edirne elden gidiyor, ne duruyorsunuz" der, 200 kadar işsiz güçsüzü peşine takar. Cumhuriyet Gazetesinin bulunduğu bina (Kırmızı konak) İTC genel merkezidir, militanlar hazırlıklıdırlar. Cemâl Paşa Bâb-ı âli'yi korumakla vazifeli muhafız bölüğünü alıp bir başka yere götürür, yerine gönderilen acemi müfrezenin komutanı da teşkilattandır ayaklarına takılmaz. Meclis-i vükelâ (bakanlar kurulu) toplantı hâlindedir, Talat Bey "Tam zamanı" der, Sapancalı Hakkı'yla "Harekete geçilsin" işareti yollar. Enver Bey (at üzerindedir) ve nümayişçiler Bâb-ı âli'ye dayanırlar. Muhafız komutanı mani olacak yerde erlerini toplar, götürür, Naili Mescidi arkasında tüfek çattırır. Çocukları oyalar. Zorbalar içeri girip gürültü koparırlar, itiraza yeltenenleri silahla sustururlar. Yaver Nafiz Bey'le, Kıbrıslı Tevfik Bey vurulanlar arasındadır. Sadâret dâiresi önünde nöbet bekleyen iki Mehmetçiğe de acımadan kıyarlar. İHANET, CİNAYET Silah seslerini duyan harbiye nâzırı Nâzım Paşa yerinden fırlar. Tam da o sıra çeteciler polis komiseri Celâl Efendi'ye mermi yağdırmaktadırlar. Nâzım Paşa çok bozulur, çok kızar. Enver Bey'e hitaben "Hani siyasetle uğraşmayacağına dair namusun üzerine söz vermiştin, beni aldattın, yaptıkların askere yakışıyor mu" diye sorar. Çetenin tetikçilerinden Yakup Cemil tabancasını Nâzım Paşa'nın alnına dayar. Koskoca mareşal, bir kolağasının kendine kurşun sıkabileceğini sanmaz, tehdide papuç bırakmaz. Ama Yakup Cemil bu, şakası olmaz. Tetiğe tereddütsüz basar! Ortalık kan revan... İttihatçıların gözü karalığını buradan anlayın, eğer kendileri ile dirsek temasında bulunan bir paşayı bile öldürülebiliyorlarsa... Nazırlar can havliyle dağılır, bir yerlere saklanırlar. Talat ve Enver beyler sadâret odasına girer, saçını sakalını devlet hizmetinde ağartan Sadrâzam Kâmil Paşa'yı (85) istifaya zorlarlar. Kâmil Paşa içinde bulunulan şartları, harbin aldığı vahim hali anlatmaya çalışıyordur ki Talat Bey sert bir sesle; "İstifa istifa..." diye bağırıp çağırmaya başlar. Sadrazam eli kanlı darbecilerle takışmanın beyhude olduğunu anlar ve "Cihet-i askeriyyeden vuku bulan teklif üzerine" kaydıyla istifanamesini yazar. "Hayır" yetmez derler, ibarenin başına; "Ahâli ve" kelimesini de ekletir, akılları sıra işin içine halkı da katarlar. Bu arada eli tabancalı çeteciler civar kahveleri boşaltır "Tu Allah belanızı versin alçaklar. Vatan elden gidiyor, siz burada pinekliyorsunuz" der, zorla dışarı çıkarırlar. O gulgule içinde Enver Bey binek taşına sıçrar. Elindeki kağıdı gösterip kabînenin istifa ettiğini açıklar. Hadiseyi bildirmek için saraya (Dolmabahçe'ye) doğru yola çıkar. NUTUK, SLOGAN Kürsü, Ömer Naci'ye kalır, ünlü hatip elindeki tabancayı sallaya sallaya, yumruğunu dizlerine vura vura nutuk atar. Ziya Gökalp ise diplomat edasıyla konuşur; "Milletimiz Edirne ve Adaları düşmana veren kabineyi devirmiştir" buyururlar. Talat Bey dâhiliye nazır vekili imzasıyla telgraflar çeker, valilere "Kâmil Paşa kabinesi millet tarafından düşürüldü" malumatını yollar. Ve istedikleri olur, Mahmûd Şevket Paşa'yı sadarete çıkarmayı başarırlar. İpleri ele geçirir geçirmez örfî idare ilân eder, muhalif avına çıkarlar. Birçok günahsızı toplar Bekir Ağa bölüğüne tıkarlar. Darağaçlarında sallanan vatanperverlerin çetelesi dahi tutulmaz. İstanbul muhafızlığı hafiye teşkilâtına döner, halka korku salar. Dişlerinin geçmediği ağır isimleri ise sürgüne yollar, kurtulurlar. Bir zamanlar Abdülhamid Hana sansürcü diyenler, basını âdeta cendereye alırlar. Ve son bir cümle... Yıktıkları kabine Edirne hususunda dik durmuştur ama Mahmûd Şevket Paşa hükümeti aynı dirayeti gösteremez. Sadece Edirne'yi değil bütün Rumeli'yi düşmana bırakan anlaşmaya imza koyar (30 Mayıs l912 - Londra Konferansı). Ancak örgüt içi hesaplaşmalar yüzünden Mahmut Şevket Paşa da suikasta uğrar. Daha da şaşırtıcı olanı Talat Paşa, en yakın adamı Yakup Cemil'i cellada yollar Pis iş... İhtilal, çocuklarını yer vesselam! Söylenenler yazılanlar... * Talat Paşa meşhur Bulgar komitacı Sandansky'e taş çıkartır. Onun habis bir zekâsı vardır. Ağ örmeye, tuzak kurmaya, pusuya yatırmaya, harmanyola çevirmeye müsait, hilekâr, düzenbaz, kalleş bir zekâ... (Cenap Şahabeddin) * Talat Paşa Bab-ı âliye Komitacılık ruhunu sokmuş ve devleti Balkan çetesi gibi idare etmiştir. Bilhassa yalancılık şöhreti genişlemiştir. (İsmail Hami Danişmend) * Yalancıydı, en hafif tarafı atlatmaktı, birisi bir şey istedi mi "tamam" derdi, "bayramdan sonra!" -Ama efendim, bayram geçti. -Kurbandan sonra... (Dr. Adnan Adıvar) * Talat Bey hileden başka meziyeti olmayan birisiydi. (Süleyman Nazif) * Ne yalanı ne de zulmü ahlaksızlık sayardı. (Hususi katibi Falih Rıfkı Atay) * Evet, hükümet işlerinde yalan söylerdi. (Yakın dostu, hatıralarını yayınlayan Hüseyin Cahit) * "Meşriki Azami Osmani" adıyla kurulan Türkiye mason locasının ilk üstadı azamı yapıldı. Türkiye'nin 1. Dünya Savaşı'na girmesinde ve Osmanlı devletinin paramparça edilmesinde baş rol oynadı. (Büyük Meydan Larousse) BÂB-I ÂLİ BASKINI Enver Beyin peşine taktığı 200 kadar nümayişçi bakanlar kurulunu basar, kanlı bir ihtilale imza atarlar. MAHMUT ŞEVKET PAŞA İhtilalci İttihatçılar tarafından sadarete getirilir, ancak teşkilat içi dengelerle oynayınca kaldırılır ortadan... TALAT PAŞA DENETLEMEDE... Hem İttihat ve Terakki Cemiyetini elinde tutan hem de resmen Sadrazam olan Talat Paşa, Osmanlı İmparatorluğu'nun en güçlü ismidir o yıllarda... Haftaya: Ermeni kurşunuyla...
.
Mahkemeden kaçtı kurşuna yakalandı!
3 Ağustos 2008 01:00
Talat Paşa hızla yükseldiği zirveden yuvarlanırcasına düşer aşağıya. Hesap sormasınlar diye Almanya'ya kaçar ama bu defa da Ermeni militanların elinden kurtulamaz. SIKINTILI SADRAZAM Talat Paşa'nın sadarette bulunduğu aylarda imparatorluk hızla dağılır, İstanbul'a acı haberler yağar. Darbeciler, iktidarı kolayca ele geçirmişlerdir, ama ülke yönetmek sandıkları kadar kolay olmaz. İttihatçılar Babıali Baskını ile 12 kişiyi kurşuna dizer, Harbiye Nazırı Nazım Paşayı da katletmekten kaçınmazlar. Teşkilat darbe sonrası kurulan Mahmut Şevket Paşa kabinesinde kilit noktaları elinde tutar, Said Halim Paşa hükümetinde de müessir rol oynar. Talat Bey Dahiliye Nazırı olur, orduyu ise Enver Bey'den sorarlar. Her dediklerini yaptırırlar. Öyle ki imparatorluğu savaşa sokacak kadar. Saçını sakalını devlet hizmetinde ağartmış isimlerin gözü bunlardan öyle yılar ki kenara çekilir, ayaklarına takılmazlar. Hal böyle olunca "orta ikiden terk" tahsilsiz tecrübesiz Talat Paşa'yı Sadaret gibi ciddi bir makama oturturlar. Bakın burada hakkını yemeyelim, Talat Paşa önceleri itiraz eder, "ben müşirlikten vezirlikten gelmedim, devlet umuru görmedim" der, "bu iş beni aşar." Diğerleri çay ikram edercesine rahattırlar "aaa güceniriz ama" derler "bizi kırma!" Çeteciler çocuklar gibi şendir, ben harbiye nazırıymışım aslanım... Sen de Başbakan! Ebelemece, kovalamaca! Evet, Milliyetçi vatanperver olabilirler, lakin nakıstırlar, oturdukları makamın ağırlığını kaldıramazlar. Halka habire masal anlatırlar. Kızıl sultandan kurtulmuş, hürriyete kavuşmuşlardır ya tamam. Pek yakında İran, Turan, Hind, Sind ellerine geçecek, Afrika'da Kafkaslar'da ferman okutulacaktırlar! Toydurlar, maceracıdırlar, savaşa girmeyi oyun sanırlar. BU MU HÜRRİYET? Talat Paşanın 20 aylık iktidarında memleket adeta kurur, mal, can, namus emniyeti kalmaz. İstanbul ilk kez örfi idare ile tanışır, muhalif gruplara karşı "sürek avı" başlar. Savaşa girilince Almanlar da emir buyurmaya başlar, memleketimizi müstemleke sanırlar. Bir anda davullar vurulur, bekçiler avaz avaz bağırırlar: "Filan gün vakt-i zevale kadar askerlik şubesine müracaat etmeyenler... İdam ha idaaaam!" Şu şu şu tarihlerde doğanlar kışlık elbiseleri ve 5 günlük tayınlarıyla 24 saat zarfında belirtilen mahalde olmazlarsa..." Bu arada askerin zihnini bulandıran müfsidlerin cellada yollanacağını da ekler, gereksiz yere korku salarlar. Savaş bu kolay mı? Hele borç gırtlağı aşmışsa... Talat Paşa fevkalade vergiler (tekalif-i harbiye) koymak zorunda kalır. Bu da uyanıkların işine yarar, kaşla göz arasında mağazaları boşaltırlar. Kadın çamaşırı, sofra takımı, havyar... Artık ne bulurlarsa... Katır, sığır liste başıdır zaten, götürürken sormazlar. Çeteciler birden bire at ve araba sahibi olurlar, bir elleri devlet ambarındadır arpa fiyatlarını umursamazlar. Halk İstanbul dışından yiyecek getirmek zorunda kalırsa da yasaklanır, çıkınlara bile bakılır. Hatta Bandırma'dan somun yapıp gelen bir ekmekçi kadının bütün sermayesine el koyarlar. Kadın yıkılır, kendini denize atar. Sudan çıkarıldığında yarı baygındır, iskele komutanı "atın mezarlığa gitsin" der, önemli olan ekmektir, yaşlı bir kadın yaşasa n'olur, yaşamasa ne yazar? Derken gece sokağa çıkmak men olunur, İstanbul kapıları kapanır. Tabii çeteyle arası olanlar başka... Halk Galata'da buluşur, el kadar peynir, beş on zeytin takası yapar, avuç işi buğday, arpa... Bu pazarı da dağıtır, gıda satışını durdururlar. Tüccarlar mal taşıyamayınca fiyatlar tavan yapar. İttihatçılar şimendiferi ve vagonları yandaşlarına kullandırır, deli para kaldırırlar. Vagon başına 2500 lira... Bir sürü aracı peydahlanır, simsarlar sırada... 12 kuruşluk şeker üç yüze yükselir, gaz fiyatları el yakar. Harp zenginlerinin keyfi yerindedir, para saymaktan yorulurlar. Hayat yaşlılar için daha zordur, gariplerin malını mülkünü elinden alırlar. Şimdi dul bir kadın düşünün, koca konakta bir başına yaşıyor. Hiç yedirirler mi ona? Kapıya "filan bölük kumanda karargâhı" yazar, gelir postu yayarlar. Devletin şoförleri daha ziyade İtihatçıların karılarına çalışır. Köyünden kasabasından vatan kurtarmak için çıkan delikanlılar hanımefendilerin kaprisini çeker, bahçıvanlık, ulaklık, dadılık yaparlar. Bazı evlerde yarım düzine emir eri olur, ki sadece İstanbul'daki emir erleri kırk bini aşar. Köyünde ağasın, burada uşak... ASAYİŞ BERKEMAL Memleket (bilhassa İstanbul) casus kaynar Haydarpaşa istasyonundaki meçhul patlama ile ortalık kalkar kopar. Düşünün Harem'e, Kadıköy'e gökten demir yağar, cam çerçeve kalmaz. Kayıp büyüktür ama İttihatçılar ceset saymaz. Ortada devlet olmayınca insanlar haklarını kendi arar, bu yüzden manasız kundaklamalar çıkar. Yangınlar kasıp, kavururlar. Çeteciler her şeyin en iyisini bilirler, hekimdirler, mühendistirler, baytardırlar. Bir seferinde çürük bir gemiye tepeleme buğday yığarlar. Kaptan "etmeyin tutmayın" diye yalvarır "bu tekne bu yükü kaldırmaz". Başındaki zabit "sus bre" der "ne deniliyorsa onu yap!" Yapar ve batar! Millet süpürgelerde tohum ararken, belki bin ton buğday elden çıkar. Ne bir zabıt, ne hesap. Efendim Harp hali... Olur o kadar! Yokluktan kıtlıktan hastalıktan nice insan ölür ama kaydı tutulmaz. Aman ölen ölsün, onlardan çok vardır nasıl olsa. Zamanla tren tramvay durur, kefen bezi karaborsa... Mevtalar örtü döşeğe dolanıp defn olunur, çarşaf perde ne bulunursa... Men-i ihtikar komisyonu kesesine çalışır. Eh ciğer kediye bırakılırsa... Görülmemiş bir salahiyet kargaşası yaşanır, askeriye, mülkiye, belediye herkes her şeye burnunu sokar, imza atan atana, mühr vuran vurana... Eskiden bir sultan vardır, şimdi herkes sultan... Anlayan, anlamayan... İkide bir yeni iaşe nazırı atanır, küpünü dolduran çekilir kenara... İttihat ve Terakki musluğun başındadır, vagon tacirleri cemiyete başvururlar. Bu arada İstanbul'a kara haberler yağar, Alman ve Avusturya ordularının yenildiği duyulur, Irak, Suriye, Filistin elden çıkar. İşin acı yanı zamanında gereksiz yere efelenen İttihatçıların sulh isteyecek yüzleri kalmaz, cenazeyi gömsün diye Ayan Âzası Müşir Ahmet İzzet Paşayı öne iter, kendileri sağa sola sıvışırlar. Talat Paşa öyle bir panik içindedir ki Sadaretten istifa ettiğini bile duyurmaz. Gece karanlığında şapka takıp, kılık değiştirir, bir Alman torpidobotuna atlayıp Sivastopol'a kaçar. Oradan Almanya. Yurt dışına çıkan çıkar, kaçamayanlar maske takarlar. Kurtlar kuzulaşıverir, aman bir kibarlaşır, bir efendi olurlar. Zihinleri bulanıktır hâlâ, çeteciler arasında manda (himaye) isteyenler ciddi bir yekun tutar. Dün İngiliz'e mermi sıkanlar, Kraliçeye saygı sunar, görgüsüz savaş zenginleri Britanyalı mürebbiye ararlar. Rumlar aşikare şenlik yapar, Ayasofya'ya Bizans bayrağı asmaya kalkışırlar. Türkleri aşağılar, biz zaten Yunan vatandaşıyız demeye başlarlar. Patrik eteğini tuttuğu gibi Londra'ya koşar, dönüşte bir tafra, bir tafra, sanki İstanbul'u ondan sorarlar. Fener devlet içinde devlet olur, yandaşlarından vergi alır, Yunan ordusu için gönüllü toplar. Artık bayramlaşmalara da katılmaz, birlik beraberlik mesajlarına imza atmaz. Bakın, Museviler daha ihtiyatlıdır, iki tarafa da boncuk dağıtırlar. KARA GÜNLER İtilaf donanması İstanbul'a dayanınca Rumlar sevinçten kudururlar. Fransız General şehre kır bir atın üstünde girer, hani Fatih'e nazire yaparcasına! Zafer kazanmış imparator edası! Sanırsın Sezar! Artık Türk subayları işgalcilere selam durmak zorundadırlar. Bu da onlara çok koyar. Hatta teğmenin biri selamlamadığı için babası yaşındaki Türk albayı tutuklatır, kodese yollar. İstilacılar trenlerde vapurlarda birinci mevkie kurulur, Türkler oturmasın diye üç kişilik yere yayılır, hatta yatarlar. Motosikletli devriyeler ortalığı toza boğar, inadına gaz açar, gürültü koparırlar. Karakollar, mektepler, hastaneler elden çıkar, Rami Kışlasına "Caserne Cleman-ceu" levhası asarlar. Meclis-i Mebusan-ı da basar, azalarımızı Malta'ya yollarlar. Derken 150 bin kadar Rus İstanbul sokaklarına yayılır, kumar, fuhuş kol salar. Alkol tüketimi katlanarak artar. Bakın şu işe ki ekmek parası bulamayan hovardalar, Nataşalara servet yağdırırlar. Türk kadınları da Rus yosmalarına özenir, saçlarına örme file dolar, akıllarınca şekil yaparlar. Yerli Hıristiyanlar şapka takar, kimliklerini bulurlar. İşgalciler feslileri tahkir eder, iter, kakarlar. Silah arama bahanesi ile yapılan ev aramalarında ziynetler buharlaşır, basın sansürün kralı ile tanışır, gazeteler bembeyaz çıkar. (Şevket Rado "Eski bir zabitin ağzından" - Hayat Tarih - Şubat, Mart, Nisan, Mayıs 1971) ERMENİ KATİLLER Talat Paşa Almanya'da da huzursuzdur. Başı üstünde iki kılıç sallanmaktadır. Biri bizi bu hale düşürdün diyen Türkler, ikincisi sözde tehcir ve katliam davası ile sıkıştıran Ermeniler. İkinci iddia asılsızdır ama Talat Paşa bunu ciddiye alır, mufassal bir müdafaa hazırlar. Hatıralarında Rus subaylarının sözlerine de yer verir, Ermenileri yalanlar. Ki bizce de haklıdır, Türkler mayaları gereği katliam işkence yapamazlar. Onca Mehmetçiğe mal olan savaşa gelince bu konuda savunmaya bile gerek duymaz. Zaten İttihatçılara göre Anadolu çocuklarının kıymeti harbiyesi yoktur. Ana kuzularını yazlık libaslarla Allahuekber dağlarına yollayan, Çanakkale'de lise talebelerini (talime çıkarmadan) mevzilere dolduran, mitralyöz üstüne süngü hücumuna kaldıran mantık budur işte! Şan olsun, alkış kopsun, yapılacak çıkışın kaç vatan evladına mal olacağını umursamazlar. Neyse... Talat Paşa Berlin'de yapayalnız kalır, sık sık tehdit telefonları alır. Ancak kendisine "koruma" teklif eden Alman makamlarına "vurmak isteyen vurur" der, "çünkü ben kimi istedimse vurdurttum". Nitekim Taleryan adlı bir katil cadde ortasında sırtına sıkar (1921). Uğruna savaşa girdiğimiz, koskoca imparatorluğu dağıttığımız Almanlar katili yakalar ama arka kapıdan salarlar. "İtiraf etmesine rağmen" yargılama lütfunda bulunmazlar. Demek ki küfür tek millettir, İngiliz ne kadar dostsa, Alman da o kadar... Talat Paşanın naaşı ancak bir başka İttihatçının (İnönü'nün) iktidarında yurda getirilir (1944), Abide-i hürriyet tepesinde toprağa bırakırlar. Türk oğlu Türk! Talat Paşa'nın soyu hakkında değişik yazılara rastlıyoruz. Yok Yahudi asıllıymış da filan. Bunlar çirkin şeyler, insaf sahibine yakışmaz, insan ebeveynini seçme şansına sahip değildir zira. Türküm diyorsa öyle kabul etmek zorundayız, kaldı ki babasının nasıl muhterem biri olduğu ortada... Bazıları da Çingene der, değildir ama olsa ne yazar? Esmer kardeşlerimiz saf temiz Müslümanlardır, en zor günlerinde bile imparatorluğa sadık kalırlar. İttihatçıların vatanseverliğinden de şüphemiz yok aslında. Din, devlet, millet uğruna gayret sahibi oldukları vakıa. Ancak gençtirler, acemidirler, kibre kapılırlar ve çok kötü kullanılırlar. Ah! Abdülhamid Han'ı anlayabilselerdi de, tabi olabilselerdi sultana... Cihan harbine karışmamış, ordusunu dağıtmamış, petrol yataklarından kopmamış, mimarını mühendisini yetiştirmiş ve sanayi hamlesine girişmiş bir Türkiye düşünebiliyor musunuz? Kırık dökük Yunan birliklerine karşı Kurtuluş Savaşı verdiğimiz yıllarda süper güç olabilirdik pekala! Yazık... Gel de kahrolma! BERLİN sokaklarında Talat Paşa Almanya yıllarında, Ermeni militanların bir gün kendisini kurşunlayıp sıkıştıracaklarını hisseder, hatta eşi Hayriye Hanım'a; "Beni sokak ortasında vuracaklar. Yatakta ölmek nasip olmayacak" diye dert yanar. ORDU DONATACAK KADAR İmparatorluğun güçten düştüğü yıllarda Ruslar ve İngilizler, Ermenileri silaha boğar, eli kanlı teröristlerin katliamlarına alkış tutarlar. İşte Ermenilerden ele geçirilen silahlardan bir kısmı
.
Halkaların efendileri
10 Ağustos 2008 01:00
Hayalperest aristokrat Theodosius'un üstünden 15 koca asır geçer... Fransız asilzadesi Baron Pierre de Coubertin 'kaslı hıristiyanlar' yetiştirdiği için İngiliz eğitim sistemine hayranlık duymaktadır. Kendi de üçgen vücutludur, bütün Fransızların öyle olmalarını arzular. Belki bu yüzden "olimpiyat efsanesi" üzerine kafa yorar. Milletler arası bir yarışmanın tesisi için büyük çaba harcar. Atina'da silbaştan bir olimpiyat düzenleyebilmek için çalmadık kapı bırakmaz. Sorbon salonlarında spor adamlarını toplar, mevzuyu enine boyuna tartışırlar. Yunan Devleti henüz kurulmuştur, tanınabilmek için böyle bir organizasyona şiddetle ihtiyaç duyar. Dört bir yana telli pullu davetiyeler gönderilir, ancak alaka bulamazlar. Yok efendim, Atina'da atletler koşsunmuş... Kimin umurunda? Coubertin olimpiyatlara sil baştan mantık oturtur, beş halka ile beş kıtayı kucakladıklarını açıklar, yarışmalarda din, dil, ırk ayırımı yapılmayacağını ilan edip taraftar kazanmaya bakar. GÜÇLÜ HAKLIDIR Kampanyaya rağmen sadece 13 devletin gönlü olur. Rumlara göre bu uğursuz sayı bir felakettir. Zira onüç, 1-4-5 ve 3 rakamlarının toplamıdır ki iş "1453"e çıkar. Üzerlerinde kara bulutlar mı dolanmaktadır yoksa, bu uğursuz Fransız iş mi açacaktır başlarına? Halk meydanlara dökülür, oyunların iptali için nümayişler yapar. Gelgelelim iş mecraına girmiştir, bu saatten sonra geri adım atamazlar. Halkalar kıt'aları, renkler ülkeleri ve bayrakları gösterse de Olimpiyatlar kardeşlikten ziyade gerginlik getirir, zaman zaman huzuru bozar. 1896 Atina ve 1900 Paris Olimpiyatları panayırı andırır, ilk defa olimpiyata benzeyen olimpiyatlarda ise (1904 Saint Louis) ırkçılık öne çıkar. 1908 Londra'da Ruslar Finlandiya, İngilizler İrlanda bayrağını ıslıklar. 1920 Anvers'e Türkleri çağırmaz, akılları sıra Çanakkale'nin intikamını alırlar. 1936 Berlin'nde zencilere geçilen Alman atletler Hitlerin gazabına uğrar. Tam 14 dalda şampiyon olan Kızılderili Jim Thorpe ise Sam amcanın hışmından kurtulamaz. Sarı saçlı mavi gözlü olmayanlar kürsüye çıkarılmazlar. Madalyaları gasp edilir, haklarını da arayamazlar. Bu hayalkırıklığı Coubertin'e çok koyar, adamcağız kahrından yaşayamaz. Cenevre'de parkta otururken can verir (1937), kalbini çıkarır, Olimpia'da bir taşın içine bırakırlar. 1948 Londra'yı, savaş galipleri organize eder. Almanlarla Japonları kapıdan sokmazlar. 1956 Melbourne'da Süveyş'i işgal eden İsrail ile Budapeşte'ye giren Ruslar protesto edilir, hele SSCB su topunda Macarlara yenilince hır çıkar. Çin ile Taiwan, Güney Afrika ile diğer Afrikalılar sıkça takışırlar. Gerginlik sınırlara da sıçrar, hiç yoktan çatışmalar çıkar. Arap İsrail mücadelesi ise sınırdan sahalara taşar. Gençler militanlaşır, militanlar kamplaşırlar. HALKADAKİ YALAN Derken bir Demirperde-Hür Dünya çekişmesi başlar. Bu iki blok sadece "Türk düşmanlığında" mutabıktırlar. Hakemler göz göre göre mağlupların elini kaldırırlar. 1960 Roma'da haksızlıklar doruğa varır, güreşçilerimiz galip gelmek için ard arda üçer tuş yapmak zorunda kalırlar. Olimpiyat güçlülerin gövde gösterdiği bir arenadır, "ötekiler" ellerinden kayıp giden madalyalara aldırmamalı, süperleri alkışlamalıdırlar. Doğu Bloku, sporcuları daçalarda yaşar. Batılılar ise doların yeşiliyle tanışırlar. Citius (daha hızlı), altius (daha yükseğe), fortius (daha ileriye) sloganlarda kalır, "daha ünlü, daha zengin, daha havalı" olmaya bakarlar. 1980 Moskova'da, SSCB'nin Afganistan'ı işgalini protesto için 65 ülke yarışlara katılmaz. 1984 Los Angeles'la da Ruslar ilgilenmez, üstelik Demirperde ülkelerini peşine takarlar. 1988 Seul, iki düşman kardeşi (Güney ve Kuzey Kore'yi) karşı karşıya getirir, yara tekrar kanar. İstanbul'un neyi eksik Pekin'in nesi fazla? istanbul Eğer olimpiyat armasındaki beş halka kıtaları temsil ediyorsa, olimpiyat düzenleme hakkına İstanbul'dan daha lâyık bir şehir olamaz. Atlanta'yı, Londra'yı, Sydney'i defalarca "Olimpiyat Kenti" ilan eden komite İstanbul'u neden görmezden gelir, şirin şehrimizde ne aramış da bulamamışlar acaba? Gelin kriterlere bakalım Çin ne kadar oturmakta.... Demokrasi desen rafta, Tibetliler, Doğu Türkistanlılar kan ağlamakta... Sahtekarlık marifet, ünlü markaların taklitleri aşikare satılmakta... Havası kirli mi kirli, şehirde ancak maskeyle dolanılmakta. Batılı ülkeler yiyeceklerini yanlarında getirdiler, sporculara "kesinlikle çeşme suyu içmeyin, hatta meyve bile yıkamayın" ikazında bulunmakta. Zira nehirler zift akmakta. Ama para... Para orada... İlkeli imparator 2. Theodosius Olimpiyatlar bir yarışmadan ziyade iş ve işçi bulma programıdır başlangıçta... Şöyle ki Helen Kraliçeleri özel muhafızlarını bizzat seçer, imparatorluğun en boylu poslu delikanlılarını çağırır, anadan üryan yarıştırırlar. İmparatoriçe stadyuma tek kadın yaklaştırmaz, eskaza o cihete bakan dişi mahlukun gözlerini oyar. Müsabaka basittir, 180 metrelik parkuru önde bitiren atletleri defne dallarıyla dallar, dallıları kendi aralarında koşturur, tekrar kazananın dalı üstüne dal koyarlar. İyi de kraliçeye ulak değil savaşçı lazımdır. Hal böyle olunca oyunlar çeşitlenmeye başlar. Şampiyonlar savaş arabası kullanır, cirit savurur, disk gülle atar, boks pankreas yaparlar. Kral da kraliçeden aşağı kalmaz, ülkenin en seçme dilberlerini Olympia'da toplar. (Bazen Delphoi, Nemea ve Korint). Tarihçi Pausanias'a göre kızlar yaşlarına göre tasnif edilir, gençler öne alınırlar. Koşacakları mesafe erkeklerin altıda biri kadardır, hızlı olmaları yeter, güç ve tahammül aranmaz. İĞRENÇ VE AHLÂKSIZ Müsabıklar kesinlikle bakire olmalıdırlar. Sol omuzlarına eğreti bir bez parçası atar yarıçıplak yarışırlar. Her ne kadar oyunların "Tanrıça Hera" adına düzenlendiği ilan edilse de göz dolduranlar gözde olurlar. Heykelleri yapılır, isimleri kazınır, şöhreti yakalarlar. Panathenaia Festivali'ne şairler ve çalgıcılar da katılır. Atina tiranları ödülleri dolgunca tutarlar. Quadriga (dört atlı araba) yarışlarının şampiyonuna 40 amfora zeytinyağ verilir ki küçük bir servettir o yıllarda... Bu yarışmalara Zeus'a inanmayanlar ve Yunan kanı taşımayanlar asla katılamaz. Köleler semtine bile sokulmaz. "Yani?" diyeceksiniz. Yanisi şu ki: "Olimpiyatların menşeinde din, dil, ırk, sınıf ve cins ayırımı vardır. Dahası cinselliği öne çıkarır, insan onuru ile oynarlar." Nitekim Yunanistan'ı işgal eden Roma İmparatoru Theodosius, Olimpiyatları "iğrenç ve ahlaksız" bulur, kesinkes yasaklar (M. S. 393). Stadları ve tapınakları yıktırır, dibini kazımaya bakar. ANTONIO SAMARANCHŞaibeli Başkan Büyük patron amatörlüğe inanmaz, Samaranchizm'de "katılmak" değil "kazanmak" önemlidir zira. 1920 Barselona doğumlu Juan Antonio Samaranch varlıklı bir ailenin oğludur. Babası İspanya'nın tekstil kralıdır, hükümetle münasebetlerini sıcak tutar. Juan Antanio da babasının yolunda gider, General Franco'nun yakın çevresinde bulunmaya bakar. O yıllarda Madrit havalisine Monarşistler hakimdir, taşraya ise sol gruplar. Başkentte safkan İspanyollar oturur, Barselona'yı ise Katalonlardan sorarlar. Samaranch Katalon asıllı olmasına rağmen mensubu bulunduğu kesimi satar, gider tarihin gördüğü en zalim diktatörlerden birine çanak tutar. Franco'nun sırdaşıdır, faili meçhullerde ne kadar vebali vardır bilmiyoruz ama hırsları uğruna her şeyi yapar. Tahsilsizdir lakin Spor Bakanlığını koparmakta zorlanmaz (1966), yetmez kenarından köşesinden IOC'ne (Olimpiyat komitesine) el atar. Franco ölünce (1975) mimli faşistler ortada kalır. Juan Antanio hemşehrilerine yanaşmaya çalışırsa da şiddetli bir muhalefetle karşılaşır, yüzünü bile görmek istemez "Defol!" diye yırtınırlar. Şakası yok meydanda tam 100 bin asabi insan vardır ve kimin ne yapacağı belli olmaz. Hükümet can güvenliğini sağlamakta zorlanır, onu Büyükelçi olarak Moskova'ya yollar, gözden uzak tutar. İşte Juan bu yıllarda Olimpiyat Komitesine oynar. SOSYALİST OYLARLA Rusya'da bulunmanın avantajlarını kullanır ve kızılların desteğini arkalar. O yıllarda haberleşme böylesine güçlü değildir, sosyalistler destekledikleri adamın süzme bir faşist olduğunu bilmez, ya da unuturlar. Hasılı 1980'de taktığı başkanlık rozetini tam 21 yıl yakasından çıkarmaz ve olimpiyat ruhunu ters ne varsa yapar. Bir zamanlar rencide ettiği hemşehrilerinin de gönlünü almasını bilir, Avrupa'nın en pis şehri olarak tanınan Barselona'yı "olimpiyat"la şenlendirir. Son yıllarda çok şey değişir, duvarlar yıkılır, heykeller kırılır, lâkin Olimpiyat Komitesi burnundan kıl aldırmaz. Teşkilat hâlâ tepeden inme usullerle yönetilir. Başkan delegeleri atar, delegeler başkanı seçer, araya "aykırı adam" alınmaz. Gül gibi geçinirler, tek çatlak ses çıkmaz. Al takke ver külah... BALIK BAŞTAN Olimpiyatlarda sayısız yolsuzluk yapılır, ancak alan razı veren razı olduğu için pek azı gün yüzüne çıkar. Mesela ABD'li Başkan Yardımcısı Dave Johnson metresini terk edince kadın açar ağzını, gözünü yumar. Başkanın Salt Lake için üyelere 100'er bin dolar sıkıştırdığını, çocuklarına 400 bin dolar burs bağladığını açıklar. Aslında Atlanta da aynı usulle alınmıştır. Aday kentler kaz gelecek yerden tavuğu esirgemez, kesenin ağzını açarlar. 1998 Kış Olimpiyatları'nı Nagano'da organize etmek isteyen Japonlar da aynı yolda yürür, hatta işin cılkını çıkarır bazı üyelere geyşa sunarlar. Bakın, olimpiyatın hangi şehirde yapılacağına, ülke insanları değil iki komite üyesi karar verir. Eğer, o iki şahsı görürseniz reyler size gelir. Nitekim Sidney'in seçildiği yıl Avustralyalı Başkan John Coetes Kenya ve Uganda delegelerine 70'er bin dolar sıkıştırır. Hadise duyulunca "Herkes veriyor!" der üste çıkar... Hazırlanan filmler, broşürler, sloganlar... Evet tanıtıma bir faydası olabilir ama asla olimpiyat kazandırmaz. Kazandıramadı da... MÜSLÜMANA ASLA Olimpiyat Dede' müthiş bir teşkilatçıdır, boncuk dağıta dağıta saltanatını sağlamlaştırır, adeta imparatorluk kurar. 1997'de yeniden başkan seçilebilmek için 75 yaş barajını kaldırırır ve bir kez daha postu yayar. Adidas, Coca Cola, Mastercard, IBM, Kodak, UPS gibi sponsorlar dizginleri ele alır. Reklam gelirleri bir yana, hatıra pul, hediyelik eşya ve konaklama hizmetlerinden büyük para kaldırırlar. Hal böyle olunca 1.5 milyar nüfuslu Çin, Batılı firmaların iştahını kabartır. Samaranch sponsorların arzusunu emir sayar ve Pekin'in kazandırabilmek için kapı kapı dolanır, gücünü kullanmaktan sakınmaz. 2012 Olimpiyatlarını İngiltere'nin kazanmasında da rol oynar. Kaldı ki 2016'da İspanya'yı, 2020'de Brezilya'yı (ikisi de Latin) şanslı gördüğünü açıklar. Türkiye için müstehzi bir ifade ile "çalışın" der, "belki 2024'ten sonra..." (Utanç Oyunları, Olimpik Dolandırıcılık - A. Jennings, V. Simpson)
.
KOD ADI VUKUAT
17 Ağustos 2008 01:00
İTTİHATÇILARIN GÖZÜKARA TETİKÇİSİ: YAKUP CEMİL KOD ADI VUKUAT Geniş omuzlu, güleç yüzlü akça pakça bir zabittir Yakup Cemil, insana güven verir... Ancak teşkilattan vur emri geldi mi tanınmaz, hedef babası olsa acımaz. MÜKAFAT GİBİ CEZA Yakup Cemil, Enver Bey'i azarladı diye tabancasını Harbiye Nazırı Nazım Paşa'nın şakağına dayar ve tetiğe basar. Mareşal öldüren birinin cezası bellidir. Ancak kolağası Yakup, adeta mükafatlandırılır ve yeni maceralara yelken açar. KOMEDİYE BAKIN! Yakup Cemil, saflığının bedelini öder, onu tepe tepe kullanır ve sustururlar. "İhanet-i vataniyeden" asar ama ailesine "Hıdmeti vataniyeden" maaş bağlarlar. Duyun-u umuminin tütün gelirlerine el koyduğu yıllar. Çerkes Ahmed riski seven bir tüccardır, yabancılara çaktırmadan İstanbul'a tütün nakline bakar. Ama buna kaçakçılık deniyormuş, kimin umurunda... Oğlu (1883 İstanbul tevellüdlü) Yakup Cemil de babasına çeker, gözü kara mı karadır, ele avuca sığmaz. Silahlara olan meyli yüzünden Harp okuluna girer, 1903'de Teğmen çıkar. Onu Manastır'da konuşlanan 6. Piyade Tümeni'ne yollarlar. Burada Enver Bey'le tanışır ve hayatı boyunca sadakatle hizmet eder ona. Evet haşarıdır, insanı yorar ama sevdi mi tam sever. Öyle ki uğruna can verecek kadar. Lûgatında yalan dolan bulunmaz, sonunda ip olsa kıvırmaz. O yıllarda Balkanlar karışıktır, Yakup Cemil, Sırp, Rum, Bulgar çetelerine karşı onların usulüyle mücadele eder. Gayri Nizami Harp hususunda derinleşir, pusuları koklamaya, çaşıtları öttürmeye başlar. N'OLACAK BU İRAN'IN HALİ? 2. Meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki onu İran'a yollar (1909). Vazifesi meşrutiyet yanlılarına destek olmaktır, hani rejim ihracı bir bakıma... Gider elin memleketinde yeraltı faaliyetlerine başlar. Kürt aşiretleri ile sıkı fıkı olur, muhalifleri örgütlemeye kalkar. Be aslanım diyeceksin bırak İranlılar neyle yönetileceklerine kendileri karar versinler, sizi ne ırgalar? Lakin İTC bağımsız bir şebeke değildir, mason localarından aldığı emirleri uygular. Yakup Cemil teşkilatı sorgulamaz "sahi biz bunu niye yapıyoruz" diye kafa yormaz. 31 Mart hadisesinde İstanbul'a çağrılır, ardından müfettiş-i umumi sıfatıyla Adana'ya tayini çıkar. O günlerde Çukurova Ermenilerini huzur dürtmüştür, eften püften bahanelerle ayaklanırlar. Yakup Cemil iki vurur, bir okşar, sükuneti sağlar. Tetikçilikten de kopmaz bu arada, gazeteci Ahmet Samim suikastında (1910) adı geçer mesela. 1911'de Trablusgarp'a koşar. Kuzey Afrika'daki son Osmanlı toprağını kurtarmak için Enver Bey'in emrinde can siperane mücadele yapar. Irgattan, esnaftan vurucu timler kurar, donanımlı İtalyan birliklerini bayağı zorlar. Ancak tuhaf çıkışları vardır, bir gece kendinden rütbeli bir subayın (Mülazım Rüştü) çadırını basar, tutar garibin kafasına sıkar. Bahanesi gülünçtür. "Düşmana malumat satıyordu da ondan!" - Nerden biliyorsun? - Renginden belli baksana! (Mülazım Rüştü siyahidir zira!) Hayda... Müdafaaya gel, saat ayarla... HER TAŞIN ALTINDAN Suçu sabittir, kadı karşısına çıksa zor yırtar. Lâkin adam kıtlığı vardır, Balkanlar karışınca "hadi" der sırtını sıvazlarlar (1912). Yakup Cemil savaşa piyadeyle süvariyle değil, mahpushanelerden toplayıp eğittiği 4 bin adamı ile katılır, düzenli birliklerin yapamadıklarını yapar. Bir yerde hareket olacak da Yakup Cemil bulunmayacak? Bu ne mümkün. Babıali baskınında da Enver Beyin yanında durur ve fütursuzca mermi yakar. Tam o esnada Harbiye Nazırı Nazım Paşa odasından çıkar Enver Bey'i azarlamaya başlar. "Hani siyasete karışmayacağına dair söz vermiştin" der, "Bir de asker olacaksın yakışıyor mu sana!" Yakup Cemil, Genel Kurmay Başkanı filan dinlemez tabancasını Nazım Paşa'nın şakağına dayar. "Bu herife laf mı anlatılır?" deyip tetiğe basar. Yetmez cesedine de saydırır, ünlü komutanı delik deşik yapar. Enver Bey tutulur kalır, bu densizlik yüzünden eylem maksadını aşar. Aslında Kolağası Yakup'un yargılanması lazımdır ama İTC onu kahraman yapar, ayakta alkışlar. Elbette mareşal öldüren biri bu saatten sonra nizamiye dahilinde duramaz. İyi de Yakup Cemil efsanedir artık, rütbeye üniformaya ihtiyacı kalmaz. Teşkilat-ı Mahsusa saflarında gayri nizami operasyonlara imza atar. Birisi Enver Bey'le takışacak ha, mutlaka sıkıştırır, icabına bakar. İttihatçılar devlet kademelerinde otururken de çetecilikten kurtulamaz. Muhaliflik damarlarına işlemiştir, iktidarda olduklarını bir türlü anlayamazlar. Neyse... Kahramanımız, Doğu Anadolu'da Ermenilerin hareketlendiği günlerde postu Sinop Cezaevine yayar. İpten kazıktan dönme adamları hizaya getirir, peşine takar. Bunları asker gibi disipline sokar, öyle ki geç kalkanın topuklarına sıkar. Ahlaksızlığa asla dayanamaz, esrar çekenleri tahtalı köye yollar. MANASIZ TAARRUZ Bunca zor işi başarmasına rağmen dengesizdir, Mesela Çorum'da ileri geri konuştu diye ahaliden birini saat kulesinden sallandırır. Yerli halkın tepkisi çok sert olur, şehirde barınamazlar. Yer yer Ruslara zayiat verirse de Ardahan'da yenilgiye uğrar. Sonra Erzurum civarını mekan edinir, eli kanlı komitacılardan hesap sorar. Zaman zaman vehmlerine kapılır, mesela Hasankale'de casus olabileceği endişesi ile 16 vatandaşa kıyar. Bitlis'te aşırı sertlik gösterdiği gerekçesi ile vazifeden alınır, "sen Bağdat'a git" buyururlar. Irak cephesinde de kafasına göre dövüşür, amirini (ki Halil Bey, Enver paşanın amcası olur) yok sayar. Müstahkem mevzilerde düşman beklemek varken kimseye sormadan danışmadan saldırıya kalkar. Mitralyöz üzerine süngü hücumu "haydi aslanlar!" Bu fevri çıkış yüzünden bölüğünü kaybeder, en gözde askerler şehit olurlar. Zikr olunan hadise üzerine Enver Bey onu İstanbul'a çağırır. Yine de azarlamaz, hırpalamaz. Dinlensin yatışsın diye Bursa Kaplıcalarına yollar. Hüsrev Sami ile sıcak suda kulaç atıp sakinleşir, kurna başında yorgunluk atarlar. İki Türk bir araya gelince n'apar? Oturur vatan kurtarırlar. Hüsrev Sami'ye göre savaş çok uzamıştır, bu saatten sonra vuruşmak faydasızdır. Artık Almanlara dirsek gösterip İngilizlerle masaya otursalar iyi yaparlar. Bu fikir Yakup Cemil'i çok sarar. Evet bunu Enver Paşa'ya anlatmalıdır, saflığa bakın dinleneceğini, sanır. "He ya nasıl da düşünemedik" denileceğini umar. DAMARI TUTUNCA Yakup Cemil, Enver Paşa'dan ilgi alaka bulamayınca yıkılır, liderini de kara listeye yazar. Sapancalı Hakkı ile Hacı Abdullah lokantasında leziz taamları yuvarladıkları günlerden birinde ayak üstü darbe kararı alırlar. İhtilali oyun beller, saklanma ihtiyacı duymazlar. Hoş Yakup Cemil için militan bulmak zor değildir, mapushaneden çıkardıkları bir işaretine bakar. Ama şunu da yazmasak haksızlık olacak. Başa geçmek gibi bir hırsı arzusu yoktur, derdi Enver Paşa'yı indirmektir o kadar. Yerine adam bulunur nasıl olsa... Aklından geçen isimler arasında M. Kemal de vardır mesela... Acemi darbeciler Meserret otelini üs edinir, aşikare çalışırlar. Şaşkınlığa bakın ki harekete geçecekleri tarihi dahi açıklar, 13 Temmuzda Babıali'de buluşmak üzere dağılırlar. Sonra? Sonra n'olsun Enver ve Talat gibi kurtlarla raks edilir mi? Zaten faaliyetlerden haberdardırlar. Tek tek paketler, içeri alırlar. Yakup tereddütsüz silah kullanan biridir bu yüzden onu arkadaşı Çürüksulu Kamil'e tutuklatırlar. O gün Kamil esas duruşunu gösterir ve "efendim bana verilen emre göre sizi misafir etmek zorundayım" diye fısıldar. Yakup Cemil emri makul karşılasa da, tabancasını uzatmaz. Alır onu Bekirağa bölüğüne kapatırlar. Revolveri hâlâ üzerindedir, sağ elini kabzadan ayırmaz. Tokalaşırken sol elini uzatır, tufaya düşmemeye bakar. Bir abdesthane dönüşü pehlivan endamlı üç asker üstüne çullanır, silahını alırlar. Yakup Cemil vazifesini yapanlara bayılır, "aferin size" der, bundan memnuniyet duyar. Bu arada Enver Paşa'ya hitaben bir mektup yollar (8 Eylül 1916). Hatalı olabileceğini, yanlış anlaşılabileceğini söyler ve yeni bir vazife arzular. "Sırf hükümetiniz güçlü görünsün diye içeride yatıyorum, yoksa beni buralarda tutamazsınız" der ki üslubu hafiften tehdit kokar. Son satırlarına dargın ve küskün değilim, ölüme hazırım yazar. Mektup saygılıdır... Selamlar, dualar... NİŞAAAN AL! ATEŞ! Enver Paşa "canına kast etmiş de olsa" Yakup Cemil'e kıyamaz. Böyle bir cürmün cezası bellidir ama idamına razı olmaz. Yakup Cemil çocuk ruhludur zira, evet eli silah tutar ama yüreği kin tutmaz. Üç gün sonra başka bir rüzgara kapılacak, nadim olacaktır ihtimal. Ona İran taraflarında bir vazife vermeli, İstanbul'dan uzaklaştırmalıdırlar. Halbuki Talat Paşa aynı fikirde değildir, Yakup Cemil'den kurtulmaya bakar. Bir an önce ve başlarına yeni işler açmadan... Haklarında çok şey bilmektedir, kaldı ki terstir, tehditten korkmaz, çenesini tutmaz. Enver Paşa'nın İstanbul dışında olmasını fırsat bilir ve cellada yollar. Yakup Cemil'i 11 Eylül gecesi sabaha karşı hücresinden alırlar, "nakil filan" der, infaza götürüldüğünü saklarlar. Kağıthane'de dururlar, bir bakar hocaefendi, süngülü muhafızlar... Yolun sonuna geldiğini anlar. Abdestlidir, duasını kendi yapar. Direğe nasıl bağlanacağını bizzat anlatır ve gözünün bağlanmamasını arzular. Bir rivayete göre askerler başlarındaki zabitin emrine rağmen tetiğe basmazlar. Bakar olacak değil gür bir sesle "Nişaaaan al" diye emreder ve "ateşşş" diye haykırıp noktayı koyar. Ardından efsaneler anlatılır, güya 14 yara almasına rağmen ölmemiş, dimdik durmuştur ayakta... Meğer iki yürek taşırmış sadrında... Vücudundan akan kanların şekle şemale girip "önce vatan" yazdığı da rivayet olunur. Tabii ki elif vav ve nunla... Harf inkilabı yapılmamıştır daha... Yakup Cemil güleç, şakacı, akça pakça bir zabittir aslında... Yakışıklıdır da, yüzü güven verir insana... Saflığının bedelini öder, onu tepe tepe kullanır ve sustururlar. Şu komediye bakın "ihanet-i vataniyeden" asılır ama ailesine "Hıdmeti vataniyeden" maaş bağlarlar. Ardından mal mülk bırakmaz, dul hanımı temizliğe gider, ağızlık yapıp satar, zor zahmet çocuklarına bakar. Sonraki yıllarda da devlet adına tetik düşürenler olur, başımıza yeni yeni "Yakup Cemiller" çıkar. Cezaevinde liderlik testi Teşkilatı Mahsusa kurulunca Yakup Cemil'i de bünyeye alırlar. İlk vazifesi Sinop Cezaevinde yatan 2 bin mahkuma gerilla eğitimi vermek ve Doğudaki operasyonlarda kullanmaktır. O günlerde bu çatı altında imparatorluğun en azılı mahkumları yatar. Yol kesiciler, baba katilleri, hırsızlar... Demir kapıların ardında kural kaide yoktur, gardiyanlar bile sokulamaz. Yakup Cemil tek başına içeri girer, ardından sürgüler şakırdar. Ceketini omzuna atıp bir sandalyenin üstüne çıkar. "Ya bu delikte geberir gidersiniz" der, "Ya benimle gelirsiniz savaşa!" O sıra küLhanilerden biri "Adamların dışarıda Çerkes, ulu orta konuşma" deyince elinin tersiyle vurup yıkar, oracıkta kolunu kırar. MANGAL YÜREKLİ Sonra bir şey olmamış gibi iskemleye kurulur, bacak bacak üstüne atar. "İçinizde leşi en fazla olan öne çıksın" diye haykırır. 14 cinayetten hüküm giymiş bir kanlı yürür ortaya. "Tamam" der "Bundan sonra berberim sensin, usturanı kap gel, traşa başla!" Keskin çelik gırtlağında dolanırken sigarasını yakar, halkalar üfürür havaya. Uzatmayalım onlarla onların anladığı lisandan konuşur, ellerine silah verir, eğitir. Onca çarpışmaya girerler, biri bile arazi olmaz. Sarıkamış, Çoruh, Bitlis, Kars, Ardahan... Erzurum taraflarında da ölümüne savaşırlar. İçlerinden bazıları şehadeti yudumlar, katılır kutlu kervana..
.
Gökbayrak altında BİR DAVA ADAMI
24 Ağustos 2008 01:00
CAMİLER KUŞATMA ALTINDA Çin'de cami kapılarına asılan bildirilerde "18 yaşından küçükler, kadınlar, emekli bile olsa memurlar ve parti üyeleri giremez" yazıyor. Bütün dünyaya gülümseyen Çin, soydaşlarımıza kaş çatıyor. Doğu Türkistan'ın efsane lideri İsa Yusuf Alptekin Gökbayrak altında BİR DAVA ADAMI İsa Yusuf Alptekin asrın başında Yenihisar'da (1901) doğar. Babası onun hoca olmasını çok arzular, Dervaze Mescid Mahallesindeki Yakup Molla'nın mektebine yollar. Sıra rahle yoktur, hasır üzerinde otururlar. İlk dersinde "Hüda'mın kuluyum, İbrahim Halilullah milletindenim, Resulullahın ümmetindenim, Çihar yâri Güzin muhibiyim cümlelerini tekrarlar, kocamaaan bir aferin alıp, elif ba'ya başlar. Artık mekteplidir, pilavı önünden kaşıklasa gerektir, kuyulara çöp atmaz, başı açık dolanmaz, büyükleriyle konuşurken yüzlerine bakmaz ve namazlarını cemaatle kılar. Ancak ailesi nüfuzlu olduğu için Çinliler musallat olur, İsa ille de bizim okulumuza gelecek diye dayatırlar. O günlerde babası beylik (bin başı) yapmaktadır, halkın selameti açısından sesini çıkaramaz. Söyleyin başka şansı mı var? İsa eve gelince Çin urbalarını savurur atar, annesi onlara el değdirmez, maşa ile tutup kenara koyar. Kılık kıyafet önemlidir zira, zarf mazrufa sirayete başlar. AİLEDEN MÜCAHİD Dedesi, Abdülaziz Han devrinde Türk Subaylarının eğitiminden geçmiş bir mücahittir zaman zaman hatıralara dalar, talim günlerinden kalma emr kalıplarını yüksek sesle tekrarlar. Hasdurr! Raaat! Annesinin babası Çinlilere direnirken şehit düşmüştür, onu hiiiç hatırlamaz. İsa uyumlu bir çocuktur herkesin yardımına koşar. Meşrep toplantılarında Mir Şeb (gece emiri) İsa'yı yiğitbaşı yapar. Ona Mesnevi, Molla cami, Nevai okuturlar. Gel zaman git zaman mektepten mezun olur, Çin Kaymakamının yanında işe başlar. Çalışkandır, dürüsttür, eski evrakları eliyle koymuş gibi bulur, beş dakika ayrılsa işler aksar. Hele Kaymakam Cang Şin onu pek sever, Çin okuluna muallim yapar. Bir sonraki kaymakam Cin De Li Rusya'da eğitim almış, afyonkeşin tekidir. Lakin İsa Yusuf'un kıymetini bilir, onun devlet kademelerinde yükselmesini sağlar. Konsolos olarak Andican'a atanınca da yanından ayırmaz. Aslında tembel bir adamdır bütün işleri İsa Yusuf'un üstüne yığar. Bir bakıma da iyi olur, delikanlı usta bir hariciyeci olma fırsatı yakalar. Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan'da hayli Doğu Türkistanlı vardır, ekseriyet Çarlara ve İmparatorlara karşı kızıllarla işbirliği yapmaktan yanadırlar. Esaretten ancak böyle kurtulabileceklerini sanırlar. Önceleri İsa Yusuf'a mesafeli dururlar, ki bir Çinli tarafından kollanan memura açılmamakta haklıdırlar. Zamanla tanır, güvenir, aralarına alırlar. İsa Yusuf Türkiye'den Azerbaycan ve İdil Ural havalisinden getirtilen kitap ve mecmuaları dağıtmaya başlar. Bolşevikler tarafından müstemlekeci, pantürkist, panislamist, kapitalist, zorba, burjuva, casus diye yaftalanmaktan korkmaz, gürültüye pabuç bırakmaz. GEZEN BİLİR Bu arada Semerkand, Namangan, Hokand, Oş ve Almaatı'yı ziyaret eder hatta Rusya'dan Samara, Ninji, Petesburg'u, Çin'den Mançurya ve Pekin'i gezme fırsatı yakalar. Hasılı ufku açılır, "hak, hukuk, istiklâl, muhtariyet" gibi kelimeleri terennüme başlar. Ah modern mektepler, matbaalar kursa, gazeteler, mecmualar çıkarsa... Ancak ölçülü olmalıdır, Çinliler en ufak bir kalkışmayı katliamla cezalandırırlar. Komşu ülkelerden ne Tibet, ne de Afganistan Pekin'le takışacak güçte değildir, Hintliler ise İngiliz esareti altında kıvranmaktadırlar. Para yoktur, lider yoktur, teşkilat yoktur. Söyleyin 25 yaşında bir genç ne yapar? Hani işin ucunda tevkif edilmek, sürgüne yollanmak da var. Zor ya diyelim oldu, hadi Çinlileri kovdular. İyi de Ruslar gelip oturduktan sonra neye yarar? Dini hürriyetler de gider, malınızı mülkünüzü elinizden alırlar. Lakin yurt dışında bir şeyler olabilir belki, sıkıntılar dile getirilebilir en azından. İsa Yusuf enteresan bir şey yapar, gider Çinli Konsolosa açılır, akıl fikir sorar. Kibarca "gelecekten endişeliyim" der, "Çin Doğu Türkistan'da adil değil, böyle giderse Türkler isyana kalkışırlar. Ruslar da fırsatı kullanır, ki zaten istila için hazırlık yapıyorlar. Halbuki SSCB Türklerin adam yetiştirmesine, gazete çıkarmasına karışmıyor. Özbekistan'a, Kazakistan'a, Kırgızistan'a Rusça ad takmıyor, göstermelik de olsa yerli idareci atıyor. Secdeye kapanılmasını istemiyor, yerli halk ile oturup konuşuyorlar. Hani diyorum, Pekin bazı zararsız taleplerimize izin verse nasıl olur acaba?" Konsolos "Bak İsa" der, "haklısın ama bunu sakın bir başka Çinli ile konuşma! Biliyorsun ben umumi valinin yakınıyım, bazı şeyleri dile getirebilirim ama karınca kararınca... Siyaset değişir de size müspet aksederse ne âlâ." Konsolos bir rapor yazıp yollar, Umumi vali "zevkle okudum, güzel bir çalışma" der o kadar. Eski taaas, eski hamam, değişen bir şey olmaz. Derken Batı Türkistan'da görülmedik bir zulüm başlar Bolşevikler halkın elinde ne varsa alırlar. Dükkanları kapanan aşçılar bir tencere yemek yapıp sokaklarda satar, ona bile mani olurlar. Kervancıların katırları develeri müsadere edilir. Alayı dibe vurur, birkaç kaçakçı Kırgız müstesna... Ruslar bütün arazileri pamuk tarımına açar, deniz gibi Aral'ı kurutur, tabiatın canına okurlar. Pamuk toplamak zahmetli bir iştir, umumiyetle Doğu Türkistan'dan gelen ırgatları kullanırlar. Gariplere bırakın para vermeyi ellerindekini de alırlar. Kara ekmekler sırılsıklam hamurdur, insanı hasta yapar. Taşkent'te Afgan ve İran konsolosları vardır, kendi halklarının hakkını savunurlar ancak Çin, Türklerin arkasında durmaz. İsa Yusuf Bey o günlerde Doğu Türkistan'a hayli kıymetli mal, kitap, insan geçmesini sağlar, Rusların ısrarla iadesini istediği kaçakları gözden ırak tutar. Dava için önemli şahıslara "hariciye mensubudur!" meyanında evraklar yazar. Türk tacirleri onun verdiği kağıtlarla Moskova'ya kadar gider gelir, iyi para kazanırlar. Sorarlarsa "evet tanıyorum" der, "adımıza çalışıyorlar!" RUSLAR DA ONUN PEŞİNDE Konsolosluğa gelen erzakın artanlarını Türkistanlı göçmenlere yollar. Tren bileti satanlara da nevale yardımı yapar ama icap etti mi bilet koparır karşılığında. Ruslar saf değildir bakarlar bu İsa Yusuf yaman adam, kazanmak için peşine Margarita adlı oynak bir Yahudi kızını takarlar. Margarita kendince mantıklıdır "bak İsa" der, "bu gidişle Doğu Türkistan komünist olacak. Adın muhalife çıkarsa seni yaşatmazlar. Bana sorarsan Ruslarla temasta bulun, ilerisi için yatırım yap!" Bir ara Ruslar Doğu Türkistanlılardan bir ordu kurar, Çin'le tokuşturmaya kalkarlar. İhtimal Çin'de onların karşısına Türkleri çıkaracaktır, böyle dönemlerde beyhude kardeş kanı akar. İsa Yusuf haberi konsolosa yetiştirir, Rusların planlarını açıklar. Konsolos "bütün bunları farkındaydım" der "ve sen bunu bana söylemekle dürüstlüğünü ispatladın. Sana güvenmekle hata etmediğimi anladım. Keşke Türkler için daha çok şey yapabiliyor olsam." Yapar da. Doğu Türkistan'a yollanan birliklerin, silahla karşılanmasına mani olur. Onların kendi yurtlarında eskisi gibi ikamet edebilmelerini sağlar. Anayurda çok adam kaçırır, hedef saptırır, Rusları da oyalar. Zor günlerdir vesselam, denize düşen yılana... MAHZUN ATA YURDU Çinli kaymakamlar kendilerine "Da-Rın" (büyük adam) dedirtir, Türkleri kırbaç zoruyla secdeye zorlarlar. Bugün son, milleti günlerdir ekran başına kilitleyen Olimpiyatlar bitiyor, sanırım Çin yakaladığı ivmeyi ticarette de kullanacak... İyi de bu ülke gösterildiği gibi güllük gülistanlık mı, idareciler de hostesler gibi sırıtabiliyorlar mı acaba? Sanmam. Doğu Türkistan'da camiler bile kuşatma altında, safta kimin durabileceğine parti karar veriyor hâlâ... Dilerseniz biraz gerilere gidelim asrın başlarına... Mesela Kaşgar'a... Ata yurt... Satuk Buğra... İslam'la tanıştığımız coğrafya... İnsanı insanımız gibidir, iklimi de birebir benzer Anadolu'ya... Oğlanlar güleç, kızlar utangaç. Kışlar soğuk ve yağışlı, yazlar sıcak ve kurak. Tarlalar bereketli, bahçeler gümrah. Elma, armut, üzüm, kayısı, nar... Hele kavun, nasıl güzel olur anlatılamaz. Ama memleket bakımsızdır, binalar kırık dökük, yollar toz toprak.. At arabası, at arabası, at arabası. Treni tramvayı kim kaybetmiş ki onlar bulsunlar? Halbuki yol ağzıdır, Hoten'e, Taşkorgan'a, Kansu'ya gidenler buraya uğrarlar. Dil berrak bir Türkçedir. Divan-ı Lügât-ı Türk burada yazıldı, olsun o kadar. Şer'i mahkemeler, müftiler, muhtesipler, donanımlı kadılar... Dindardırlar da, Hanefi mezhebine mensupturlar. Mekteplerde mollalar ders verir, ilk yıllarda ahlak, edebiyat ve Heft-i yek (Kur'an-ı Kerim'in yedide birini) okuturlar. Sarf, nahiv, Molla şerhi, Nefahat, Bostan Gülistan, Nevai derken seviye artmaya başlar. Ellerinde yıpranmış da olsa Kısas-ül Enbiya, Kimyayı Saadet, Kelile ve Dimne, Seyyid Battal Gazi, Hazret-i Yesevi'nin "Hikmet"i vardır ama gazete ve mecmuadan yana fukaradırlar. Sinema ve tiyatro ile hiç tanışmazlar. ÇİN İŞKENCESİ Derken baskılar artar, işgalciler tedrisata da karışırlar. Yatılı mekteplere çağrılanlara Çin traşı yapar, kendi hanedanlarını okuturlar. Hani Mingler, Çanglar filan... Yüz kişinin başına bir Çinli koyarlar, bin kişinin başına başka bir Çinli... Oturdun vergi, kalktın vergi... Öyle zaman olur ki ürünün tamamını verseniz vergiyi karşılamaz, zavallılar dışarıdan hububat bulup açığı kapatmak zorunda kalırlar. Çinli Kaymakamlar yangın, yağmur, çamur tanımaz, afete değil tahsilata bakarlar. Ürünü büyük ölçekle toplayıp, küçük ölçekle merkeze yollar, aradaki farkı buharlaştırırlar. Memurlara merkezden tahsisat gelmez, valiler "masrafınızı çıkarın da nasıl çıkarırsanız çıkarın" der ve rüşvet kök salar. İşgalciler gidici de değildirler, adeta kazık çakarlar. Hakim tepelere Çin tarzı saraylar kurar, duvarları Çin kahramanlarının resimleri ile donatırlar. Kaymakamlar kendilerine "Da-Rın" (büyük adam) dedirtir, halkla muhatap olmazlar. Yürürken yağıları etrafa dağılır, Türkleri kırbaç zoruyla secdeye zorlarlar. Kaymakamlar hakimlik de yaparlar. Suçlu diyorlarsa suçlusunuzdur. Çoğu kez tarafları dinleme lütfunda bulunmaz, hem davalıyı hem davacıyı cezalandırır, halka korku salarlar. İşkence uzmanlık alanlarıdır. Demir tarakları, çıkrıkları, boyundurukları, mengeneleri, kelepçeleri, kerpetenleri zevkle kullanır, dedelerinden miras usulleri yaşatırlar. TENCERE KAPAK Arzuhaller Çince verilmek zorundadır ve katip fiyatları el yakar. Mütercimler fırıldaktır, yakınmaları teşekkür gibi sunar, millet başka şey söyler, onlar başka şey yazarlar. Türk kelimesini kullanmak "kesinlikle" yasaktır, Çinliler soydaşlarımıza Çan-Tu (başı sarıklı) der, her bahane ile aşağılarlar. Sarıklılar zaman zaman kıyama kalkar, kah yener, kah yenilir ama dik dururlar. Sayısız anlaşma imzalanır ancak işgalciler sözlerinde durmaz, vaadlerini tez unuturlar. Askerler alacaklarını dipçikle alır, sivil Çinliler ise kumar oynatır, içki ve kadın satar, terlemeden kazanmanın yollarını ararlar. Tefecilerin vicdanı yoktur, tahsil ettiklerini tekrar tekrar ister, ağlarına düşürdüklerinin iliğini kuruturlar. Posta idaresi Çinlilerin elinde olduğu için şikayet sistemi çalışmaz. Zaman zaman eteğini tutup Urumçi'ye giden çıkarsa da muhatap bulamaz, aksine hedef olurlar. Çook icap ederse Vali bir müfettiş gönderir, kendi adamlarına yalancıktan kızar "bi daha olmasın, görmeyeyim bak" gibilerinden fırça atar... Sırıtan bir rol, sureta azar... İsa Yusuf Alptekin gençlik yıllarında > HAFTAYA: 'KIZILLAR'A KARŞI
.
Becerikli bürokrat
31 Ağustos 2008 01:00
Doğu Türkistan'ın efsane lideri İsa Yusuf Alptekin Becerikli bürokrat Adında hem "alp" hem "tekin" bulunduğundan olacak İsa Yusuf denilince eli silahlı bir savaşçı gelir aklımıza. Halbuki o Çinlilerin emrinde çalışan bir memurdur, mücadelesini masada yapar. Oyıllarda (920'ler) Türkistan'ın Batısı Rusların elindedir, Doğusunda ise Çinliler ferman okuturlar. Devrimin akabinde Kızıllar Doğu Türkistanı da vaat bombardımanına tutar, halkı değişik bahanelerle isyana zorlarlar. Çin baskısı altında bunalan Türkler mütereddittir, bu gücü arkalasalar mıdır acaba? Hani düşmanımın düşmanı, o hesap. İsa Yusuf Andican'daki Çin konsolosluğunda çalışmaktadır. Hemşehrilerini propagandadan korumak için elçilik bahçesinde bir çay ocağı açar, vize için gelip gidenleri uyandırır, kızılların hakiki yüzünü anlatmaya çabalar. Çin yönetimi de Komünistlerden hoşlanmaz, bu yüzden İsa Yusuf'un faaliyetlerine ses çıkarmazlar. KATLİAM Ancak küfür tek millettir, Türkler kıpırdanınca Çin Valisi Rusları çağırmaktan kaçınmaz. Bolşevikler Doğu Türkistan'a girer, direnişçilere güçleri yetmeyince kudurur, zulme başlarlar. Çocukları mızraklara takar, mala, namusa musallat olurlar. Ateş düştüğü yeri yakar, bir neşriyatları olmadığı için olup bitenleri kimseye duyuramazlar. Düşünebiliyor musunuz katliamdan Pekin'in bile haberi olmaz. Kaldı ki halkın belge bilgi toplama gibi bir alışkanlığı yoktur, ne yazı, ne fotoğraf... Arşiv, matbaa... Bütün bunlar olur, olmasa da bulunur ama... Ya lider? Evet makamda parada gözü olmayan halis insanlar vardır, lâkin iş bilmezler, siyasetten anlamazlar. Münevvere nasıl ihtiyaç duyulur anlatılamaz. Çinlilerin Gun (bey) ilan ettikleri iş birlikçilere güven olmaz. Türkiye'den gelen Enver bıyıklı fesli kravatlı tipler donanımlı iseler de takibe alınırlar. Önder dediğin güçlü olmalıdır, mükafat da verebilmelidir, ceza da... İsa Yusuf "Ah bir liderimiz olsa da ahırında at baksam" der, yani o kadar. İstanbul'da okuyan Mesut Sabri, Muhammed Emin Buğra ve Ahmet Can Kasım beyler de aynı dertle gamlanırlar. SEYAHAT Bir ara Konsolos, annesini getirsin diye İsa Yusuf'u Pekin'e yollar. Kahramanımız bahane ile Sibirya ve Mançurya'yı görür, çiçek kokan Dilşad Hatun'un (İpar) kabrine uğrar. Dönüşte Moskova'da eyleşir, Tatar camilerinde alnını secdeye koyar. Derken bir haber "acele gel, baban hasta!" İsa Yusuf babasını ucu ucuna görür, birkaç gün sonra adamcağız ebedi aleme uçar. "Namazımı Şeyh Hazretim (Samani türbesine bakan bir Kadiri dervişi) kıldırsın der ama şimdi onu nasıl bulsunlar? Şeyh uzak bir mezrada meskundur, git gel üç gün tutar. Tam cenaze musallaya konur ki Şeyh belirir. Altında beyaz bir at! Nasıl heybet, nasıl vakar? İsa Yusuf taziyeye gelenlere memleket meselelerini açar, "çocuklarınızı okutun" der "hayır hasenat yapın, fukaraya sahip çıkın, tapularla oyalanmayın!" Öyle ya vatan olmayınca ev avul neye yarar? "Hitaydin kop hitaylar" (Çinliden çok Çinciler) İsa'nın ortalıkta dolanmasından rahatsız olurlar. Onu apar topar işinin başına yollarlar. Hani kovarcasına... Çinli idareciler cahil cüheladır. Düşünün İsa Yusuf Andican'a yolu düşen bir sefire tren bileti ayarlar, vakit gelir geçer ama adam yerinden bile kıpırdamaz. Meğer trenin konsolosluğun kapısına gelmesini bekliyormuş, işe bak. Merkezin uçlardan haberi olmaz, Fen Yo Nen adlı bir müdür, Urumçi Valisi Yan Zın Şen'i öldürüp yerine geçer. Umursamazlar. Cin Şu Rın adlı biri de Fen Yo Nen'i temizler, ona da tamam! Asker yollayamazlar ki cezalandırsalar, sistem çürümüştür, sadece hudutlar korunsun telaşındadırlar. TAŞKENT Neyse... Konsolos Bey Taşkent'e tayin olunca İsa Yusuf'u da peşine takar. Bu eski Türk şehrinde kıpkızıl komünizm hüküm sürmektedir. Bir yerde ekmek olduğu duyulur, uzuuun kuyruklar... Tam girersiniz, "tükendi" buyururlar. Et öyle, şeker öyle. O güzelim Özbek kumaşlarını dokuyana bile koklatmazlar. Partililer Globoy Exspres denen lüks yeşil trenlerle seyahat eder, halk ise istasyonlarda yatar. Hanımın doğumu için ebe bakmaya gittiği bir gece insanların mağaza önlerinde sabahladıklarına şahit olur, alacakları bir ekmektir, o ayazda titreşirler, üzerlerine kar yağar. Komünistler bir ara mücevher karşılığı gıda satar, küflü somunlarla avuç avuç ziynet kaldırırlar. Derken Türk evlerindeki halılara takarlar. Bunları gaspeder Rafael adlı bir Yahudi'nin önüne yayarlar. Rafael işin uzmanıdır, para edenleri ayırır, turistik bölgelere yollar. Ancak birkaç kıymetli parçayı tırtıkladığı için başından korkar. İsa Yusuf, Rafael'i Doğu Türkistan'a kaçırır, halıcılığın silbaştan ıslah edilmesini sağlar. Özbek edibi Çolpan da Taşkent'tedir. Oturup konuşmayı çok ister ama takip edildiğini hissedince mesafe koyar. Bir tiyatro koridorunda karşılaşırlar, ünlü şair yanından geçerken "adam yetiştirmeliyiz" diye fısıldar. O kadar! İsa Yusuf, konsolosluk görevlisi olduğu için rahattır, hem ev ev dolanır, hem misafir ağırlar. Milliyetçiler arasında irtibat kurar. Ancak yerli komünistler Stalin'i aratmaz rejim aleyhtarı diye yaftaladıklarının icabına bakarlar. Doğu Türkistan da içten içe kaynamaktadır, zaman zaman ayaklanmalar çıkar. Kansu'da, Kumul'da... Timur Halife, Hoca Niyaz, Salih Dorga... Eline değnek geçiren tanka direnir. Ölümüne isyan! Çinli Vali yine Rusları çağırır, Kızıllar ayaklanmayı bastırmakla kalmaz, ayaklarını havaliye basarlar. 'Türkistan Avazı' Meclis yolunda Başkan Çan Kay Şek, İsa Yusuf'un mücadeleciliğinden hoşlanır, onu Millet Meclisinde görmeyi çok arzular. İsa Yusuf vazife icabı gittiği seferlerden birinde Başkent Nankin'de kalma kararı alır. Zira merkezde daha büyük hizmetler yapacağına inanır. Önce Çinli Müslümanların gönlünü kazanmalı, yaralara merhem çalmalıdır. Bunlarda dini eğitim çok zayıftır "En suy kum" diyenin Esselamu aleykum dediğini anlayacaksınız, "vaasöo" diyenin "ve aleyküm selam". Tecvid kıraat bir yana, ezanları dahi anlaşılmaz. İsa Yusuf tuttuğunu koparan bir gençtir, bir rektörü, bir dekanı sıkıştırır, Nankin Hukuk Fakültesine kaydolmayı başarır. Bu arada Cumhuriyetin kurucularından Sun Yat Sen ve Çan Kay Şek'e ulaşır. Doğu Türkistan'ın çektiği çileyi anlatır. "Halkımız bıktı, usandı artık" der, "İhtimal Ruslar bu yılgınlığı kullanacak, istila zemini bulacaklar. Tamam sizden istiklal istemiyoruz ama hiç değilse Türk vali atansa. Zaten Çinli valiler de müstakil hareket ediyor, merkeze hesap vermiyorlar!" Hükümetin Urumçi Valisinin Ruslarla anlaştığından, katliam yaptırdığından haberi bile yoktur. İstihbarat akmaz ki duysalar. İyi de adsız sansız bir talebeye niye inansınlar di mi ama... İsa Yusuf çok kapı çalar, o ısrarla zulmü anlatır, muhatapları uyuklar. Bir tek General Ho Yo Zu alakayla dinler ama "muhtariyet" denince yerinden zıplar, "Aklında olsun delikanlı" der, "Bizimkiler bu kelimeden hiç hoşlanmıyorlar." İSYAN... İSTİKLÂL Tam o günlerde Turfan'da isyan patlar, Aksu ve Çöyçek kalkıp kopar. Hoca Niyaz, Çinli Müslümanların desteği ile işgalcileri yener, kasabaları tek tek düşürüp Urumçi'ye dayanırlar. Dedikleri bir bir çıkınca İsa Yusuf'u Genel Kurmaya çağırır, müşavir yaparlar. Garibim mekik gibi dolanır, meseleyi sulh yoluyla çözmeye çabalar. Zira Çinliler sıkıştılar mı Rusları çağırır, ortalığı kana boyatırlar. Kaldı ki Özbek, Kazak, Uygur, Kırgız, Dungan hepsi ayrı baş tutar. Muharip çoktur ama müzakereci bulunmaz. Bugünkü zaferin yarına hayrı olmaz. ANKARA ALAKASIZ İsa Yusuf masa başında da hak alınabileceğini ispatlar, Çin Maliye bakanından koparttığı tahsisat ile "Türkistan Avazı" denilen bir mecmua çıkarır ve Ruslarla anlaşan valinin "vatana ihanetten" yargılanmasını sağlar. Karşısındaki ünlü avukatlara rağmen adamı içeri tıktırır. Onu affa yeltenen Çan Kay Şek'i protesto gösterileri ile uyarır, mecmuanın gücünü kullanmaya başlar. Bu arada üç beş def, tambur bulur bir halk oyunu ekibi kurar. Destanlar, hoyratlar... Şanghay'da bile gösteri yapar "demek Türkistan diye bir yer, Türk diye bir millet varmış" dedirtmeyi başarırlar. Israrla talebe okutur, soydaşlarının hakkını korusunlar diye gençlerin hukukçu olmalarını arzular. Derken Altay dergisi de yayına başlar. Ardından Erkin Türkistan ve İstiklal! İsa Yusuf ve ekibi "itaatkâr" görünür, geçmişteki zulumleri "valilerin şahsi hatası" gibi sunarlar. Adım adım istiklale doğru yürür nitekim Hoca Niyaz Hacı'yı Cumhurbaşkanı, Sabit Damolla'yı Başvekil yaparlar... Kabine, kanunu esasi ve yerli nazırlar... Lakin, Çinli valiler yine belden aşağı vurur, Rusları ülkeye sokarlar. Zırhlılar uçaklar neyse de ah zehirli gaz kullanmasalar... Buna rağmen başarılı olamayınca kabile gayretlerine dokunur, kardeşi kardeşe kırdırırlar. İsa Yusuf yine diplomasi yolunu kullanır, Çin bürokrasisi içinde güçlenmeye bakar. Türkiye'de tahsil gören Dr. Mesut, burma bıyıklı bir Osmanlıdır, haliyle göze batar. Bu yüzden açtığı okulları kapatır, içeri alırlar. İsa Yusuf onun azıcık daha siyasi olmasını ister, gider Çinlileri ikna eder, Komüntang kurultayına "aza" olarak sokar. Yetmez Çan Kay Şek'e çıkar, "Devlet konseyinde Moğol ve Tibetliler bulunuyor bizim günahımız ne" der ve Mesut Beyi Konsey üyesi yapar. Çinlilere Türkiye ile diplomatik münasebetler kurmanın faydalarını anlatır, ikna etmeyi de başarır. Ünlü General Ho Yo Zu'yu Türkiye'ye yollarlar ancak Ankara onunla ilgilenmediği gibi Çin'e bir sefir gönderme lütfunda da bulunmaz. Düşünün Hariciyemize Saraçoğlu kalitesinde adamlar bakar. Çan Kay Şek değişik bir insandır, İsa Yusuf'un mücadeleciliğinden hoşlanır, onu Millet Meclisinde görmeyi arzular. Hile ve desiselerinin açığa çıkmasından korkan Türkistan valisi başkenti telgrafa boğsa da buna mani olamaz. İsa Yusuf meclis çatısı altında Rusların ve iş birlikçi valinin yaptıklarını anlatır, tek tek maskelerini yırtar. İsa Yusuf'un ilk işi Nankin'de bir cemiyet kurmak olur, kurslar verir, toplantılar yapar, aş pişirtir, konuk ağırlar. Kapısını sadece Türkistanlılara değil, Tatarlara, İdil Ural Türklerine ve Kazaklara da açar. Eh mebus maaşı iyidir, itibar istemediğin kadar... Ancak Kaşgar'da kalan yakınları hedef olur, Valinin adamları ağabeyini ve amcasını diri diri toprağa gömer, gözünü korkutmaya çalışırlar. İsa Yusuf'la görüşenlere acımaz, Hindistan'a kaçanları bile bulup vururlar. Evi kundaklanır, para, pul, eşya bir yana, dava için elzem evraklar da yanar. Karalama kampanyaları ile adını şöven, mutaassıp ve fanatiğe çıkarırlar. Bu arada İsa Yusuf arkadaşlarını ticarete yönlendirir, Türkistan'dan getirdikleri yemişleri satar, iyi de kazanırlar. Cemiyetin şubeleri artar, kendi halinde Çinlilerle sıcak dostluklar kurarlar. ANADOLU'YA DOĞRU O günlerde Çan Kay Şek İslam ülkelerine bir sefir yollamayı arzular, bu iş için İsa Yusuf'u münasip bulur, yanına Ma Fu Len adlı çok lisan bilen bir diplomat katar. Hong Kong'tan bir İtalyan gemisine biner, Hindistan'a yanaşırlar. Filipinler, Manila, Singapur, derken Bombay'da Doğu Türkistanlılarla buluşurlar. Gandi, Nehru, Tagor ve Muhammed Ali Cinnah ile tanışırlar. Oradan Arabistan'a geçer, Hac vazifesini eda eder. Mukaddes makamlarda ağlayarak yalvarır Allah'a (Celle Celalüh) Kahire Türkistan tekkesinde de hemşehrileriyle kucaklaşırlar. Kral Faruk Türk asıllıdır ama Türklerle işi olmaz. Veliahd Muhammed Ali ile Türkçe konuşur, rahatlıkla anlaşırlar. Tanıştığı insanlar TC'nin batıya kayışından şikayetçidir, serzenişte bulunurlar. Haftaya: HİCRET YOLUNDA İsa Alptekin, adsız sansız bir talebe olmasına rağmen başkan Çan Kay Şek'e ulaşmayı başarır. Türkistan cemiyetleri hızla yayılır, gençlerin okumasına önayak olurlar.
.
Orda bir devlet var(dı) uzakta
7 Eylül 2008 01:00
Öz yurtlarında garipler, öz vatanında parya Orda bir devlet var(dı) uzakta 7 Kasım 1944'te kurulan "Şarki Türkistan Cumhuriyeti"nin bayrağı aylı yıldızlıdır, sancağında ise Fetih Sure-i celilesinin ilk ayeti yazar. Ekim 1938... Çin, Japon saldırısına uğrayınca dış destek bulabilme telaşına düşer, İslam ülkelerini de atlamamalı en azından bir temsilci yollamalıdırlar. Çan Kay Şek, İsa Yusuf Alptekin'i münasip görür. Kahramanımız başkent başkent dolaşır, lâkin Japon istilasından ziyade Türkistan meselesini anlatır, çilelerini dillendirmeye bakar. Hindistan, Arabistan derken nihayet Türkiye'ye gelir, Anadolu toprağını öpüp koklar. Devir CHP devridir, ata yurttan bahsedenleri "Turancılık"la suçlarlar. Dış Türkler dış kapının mandalıdır, Dış İşleri işi gücü bırakır dış Türkleri dışlar. İçeri de ise apayrı bir hava... İsa Beyi DTCF'nde (Dil Tarih Coğrafya) incelemeye alır, utanmadan kafatasını ölçer, Türklüğünde karar kılarlar. İsa Yusuf, "çok meşgul" gerekçesiyle biteviye ertelenen İsmet Paşa ziyaretini uyanıklığı ile aşar. Cumhurbaşkanını köşkün bahçesinde gazete okurken yakalar. Koca senfoni orkestrası fon müziği çalmaktadır o sıra... Ulu şefimiz onu Lütfi Kırdar'a havale eder, adeta başından savar. İsa Bey Türkistan davasını anlatmak için bir radyo yayınına çıkmayı çok arzularsa da muhatap bulamaz. O günlerde yabancılar her gün polise görünmek zorundadırlar. Kahramanımız kendini yurdunda sayıp da tekmil vermeyi aksatınca, başına iş açar. Hiç yoktan karakol, ifade, savcılar... Hasılı Türkiye ziyareti tatsız geçer, halbuki Irak'ta hoşça karşılanırlar. Saray Nazırı Reşid Ali Geylani onları samimiyetle kucaklar. İran Dışişleri Bakanı Muzaffer Alem de Türk'tür, kolay anlaşırlar. Tus, Meşhed derken Kabil'e ulaşırlar. Gazneli Mahmud'un türbesi perişandır. Afgan Kralı Zahir Şah'ın kendine hayrı yoktur, nerde kaldı Türkistan'a el uzata. UZLAŞMADAN YANA İsa Yusuf, Muhammed Emin Buğra Beyin Hoten'de olduğunu bilir ama elinde bir adres bulunmaz. Rastgeldiği ilk Türkistanlıya sorar, bir ev gösterilir. Kapıyı çalar, karşısında... Muhammed Emin Bey, Afgan kabilelerinden alacağı takviye ile bir saldırı planlamaktadır. İsa Yusuf maceradan hoşlanmaz. "Japonlar gelip geçici" der, "Çinliler kalıcılar." Çin büyük güçtür zira, takışmak çatışmak yerine bürokrasi içinde yükselmeli, köşebaşlarını tutmalıdırlar. Nitekim Diyoben medreselerinde okuyan Türkistanlılar da Japonların Çini ve Rusya'yı yeneceğini sanırlar. Gelgelelim o Japonlar, Çan Kay Şek'e teslim olurlar. İsa Yusuf Bey dönünce var gücü ile teşkilatlanır, okuma yazma kursları açar. Yine onun kurduğu Altay şirketi hızla yayılır. İşleri gümrükteki atıl malzemeleri alıp satmaktır, iyi de kazanırlar. Ticari münasebetler sayesinde Çinlilerle de dost olurlar. Lançu sokaklarında Türkçe levhalar görünmeye başlar. İsa Yusuf hemşerilerinin yeisten kurtulmasını, neşeli olmasını ister. Zaman zaman mesireye çıkarlar, semaverler, mangallar... Kazaklar biraz hırçındırlar, Çinliler tam üstlerine yürüyecektir ki İsa Yusuf araya girer, onların sahralardan at yetiştirebileceklerinden söz eder. İnandırır da.. Derken Rus - Çin münasebetleri gerilir. Hükümet Rusları kovma bahanesi ile Doğu Türkistan'a asker yollamaya kalkar. Şimdi bunlar Türk evlerine yerleşir domuz besler, kadınlara kızlara sarkarlar. Yanlarında yersiz yurtsuzları da getirecek sayıca artacaktırlar. İsa Yusuf muhtıra vermekten kaçınmaz. Yetmez Doğu Türkistanlılar için umumi af ister, müsadere edilen malların iadesini, vergi borçlarının silinmesini arzular. ANLADIKLARI LİSANDAN Olacak şey değildir yani. Çinliler küplere biner, sitem ve tehdit yağdırırlar. Bütün azınlıkları toplayıp "Hani birlikte büyük Çin devletini kuracaktık, neden soğuk duruyorsunuz, Çince okumuyorsunuz" der, kibarca "Niye asimile olmuyorsunuz" diye sorarlar. İsa Yusuf ayağa kalkar, "Halkımızın azıcık refahını istemek suç mu" der, "Doğu Türkistan'ı perişan ettiniz, valileriniz Ruslarla iş birliği yaptı, topraklarımızı kızıllara çiğnettiler. Şimdi de Doğu Türkistan'a asker ve göçmen sevk etmek istiyorsunuz. Tibet'e, Moğolistan'a muhtariyet verdiniz de bize niye çok görüyorsunuz? Türk adını bile kullanmıyorsunuz. Hudutlarınız içinde böylesine bir zulüm sürerken, ne yüzle mazlum milletlerin hamiliğine kalkıyorsunuz anlamıyorum. Ruslar Batı Türkistan'da sizin gibi davranmıyor, Japonlar ise Tatarları kazanmaya çalışıyorlar. Hem mektep açmamıza izin vermiyor, hem de bunlar okumuyor diyorsunuz. Bizi merasimlere çağırmıyor, denizaşırı muamelesi yapıyorsunuz. Berberler bile traştan kaçıyor, "kıllı geldi" (Çinlilerin yüzünde üç beş tel sakal vardır malum) diyorlar. Halkım Çince okumaya, Çinliler gibi saç bırakmaya, Çin yemekleri yemeye, Sun Yat Sen'in resmine secde etmeye mecbur mu? Hem Çin alfabesinde 50 bin harf var, üniversite mezunlarınız bile sökemiyor, daktilolarınız matbaayı andırıyor. Üç cümlelik yazıyı fırçayla beş saatte yazıyorsunuz. Gelin siz bizim harflerimizi kullanın, bakın nasıl kalkınıyorsunuz!" Bütün bunları samimi bir üslupla söyler, Çinliler gülüşürler. Öyle bir huyları vardır işte, işlerine gelmese de güzel konuşandan hoşlanır, ayakta alkışlarlar. İsa Yusuf aynı adamları kullanıp Hindistan'dan Muhammed Emin Buğra Beyi getirtir, Peşaver'de İngilizler tarafından tutuklanan Emir Hazretim'i de kurtarır. Çin hükümetine muhtıra üstüne muhtıra verir, diğerlerine verilen hakları talep eder. Nitekim Sun Yet Sen'in oğlundan bir mektup gelir, "muhtariyet fikrinizi gönülden destekliyorum, bu konuda birlikte mücadele edelim." Duy da inanma, laf işte... Aksine baskılar artar, nerde ipsiz sapsız varsa Doğu Türkistan'a yollarlar. Bunlar Türk kızlarını karılığa zorlar. Ve isyan başlar. İsa Yusuf, Mesut ve Muhammed Emin Beyler bir anayasa taslağı hazırlar bir gazetede yayınlatmayı başarırlar. İşte o taslaktan satırlar: "Doğu Türkistanlılara Türk denir, Singian ismi tashih edilmiştir. Doğu Türkistan'a muhtariyet verilmiştir. Her millet kendi dilini alfebesini kullanmakta serbesttir. Para, pul ve değerli evrakta da böyledir. Milletvekilleri kendi bölgesinden seçilir. Okullarında ana dili ile eğitim verilir, din dersi mecburidir. Kanunlar milletin lisanı ile ilan edilir!" Ortalık karışır, cehalete bakın Çinli yazarlar "Singiang'da Türk mü var?" diye sorarlar. Bu arada İli ili isyan eder, Çin güçlerini kovarlar. İsa Yusuf'un dedikleri bir bir çıkar. Çan Kay Şek telaşlanır, Emin Beyle ikisini çağırır ve "çare ne" diye sorar. - Çare istiklal! - İyi ama halkınız uslu insanlar, sizin gibi düşünmüyorlar. - Bunlar mı uslu insanlar? Görmüyor musunuz ölümüne vuruşuyorlar. Çan Kay Şek "taleplerinizi yazılı olarak bildirin" der ayrılır. Yazarlar ama bir netice çıkmaz. Ardından Ali Han Töre ayaklanır, isyan hızla yayılır. 7 Kasım 1944'te "Şarki Türkistan Cumhuriyeti" kurulur. Bayrağı ay yıldızlıdır, sancağında ise Fetih Sure-i celilesinin ilk ayeti yazar. GÖK BAYRAK ALTINDA İsa Yusuf isyan bölgesine gitmez, Pekin'de kazandığı gücü tek kalemle çizdirmek istemez. Israrla diplomasi yolunu kullanır, "muhtariyet" kelimesini anayasaya sokmaya çalışır. Tekrar muhtıra verir ve bu kez ciddiye alınır. "Eyalet hükümeti" tabirini kabul eder, anadille öğretim hakkına da ses çıkarmazlar. Bu hükümetin en büyük faydası Türklere devlet işlerini öğretmesi olur, çocuk okutmanın ehemmiyetini kavrarlar. İsa Yusuf komünizme karşı "şimdilik" Çin şemsiyesi altında bulunmaktan yanadır. Kızıl tehtid net okunmaktadır zira. Ancak bazı Türkler kavmiyetçiliği abartır, bazıları da Sovyet tarafını tutar. Kabilecilik hastalıktır zaten, seçimlerle ayrılıklar açığa çıkar. Bizim 80 öncesinde şahit olduğumuz sağ-sol kavgaları yaşanır. Türk gençleri sopa ve bıçaklarla birbirlerine dalarlar. İsa Yusuf ise Çan Kay Şek'in kurduğu gençlik örgütünün şubelerini açar. Bu kanaldan gelen parayla Altay Mecmuası (ardından Erk ve Hürriyet gazeteleri) neşre başlar. Başlığın bir kenarında "Hak kuvvetten üstündür, halk hükümetten güçlüdür" yazar, diğer kenarında "Milliyetçiyiz insaniyetçiyiz. Irkımız Türk'tür, dinimiz İslam. Yurdumuz Türkistan!" Yusuf Has Hacip kütüphanesinin ardından, matbaa da kurar, kitap basarlar. Genç mebusumuz Çinli generallerin yanında elini cebine sokar, icabında bozuk atar, azarlar. Dik durur, ürkek korkak yetiştirilen nesle örnek olmaya bakar. HİCRET YOLUNDA Ancak Komünistler hızla güçlenirler, 1948 Kasım'ında Pekin'i işgal eder ve Nankin'e doğru yola çıkarlar. Çan Kay Şek de çekilince, çözülme başlar. Kızılların Doğu Türkistan'ı ele geçirecekleri bellidir artık, hem ayan beyan! Oturur istişare eder ve hicret kararı alırlar. 20 Eylül 1949 gece yansı Urumçi'den ayrılır, karda kışta anlatılamayacak kadar çileli bir yolculuk yapar, dört ay sonra Keşmir sınırına (Ladak) varırlar. Artık vatansızdırlar, sağa sola sığınma talebinde bulunurlar. Arabistan'dan ümitvar iseler de Faysal'dan da ses çıkmaz. Mısır deseniz ona keza... Neden sonra Türkiye'de Demokratlar kazanır da onlara kucak açar. İsa Yusuf ve arkadaşları Türkiye'de de boş durmaz, her vesile ile Doğu Türkistan davasını anlatır, dernekler kurar, dergi, gazete çıkarırlar. İsa Yusuf Bey 1978'de bir trafik kazası geçirir, yaralanır, yatar ama yıkılmaz ''90 yaşıma geldim. Gözlerimi yitirdim. Fakat Doğu Türkistan'ı istiklale kavuşturma arzusundan hiçbir şey kaybetmedim" der, gökbayrağı daima yüksekte tutar. Çin, Doğu Türkistan'ı yıllardır nükleer deneme sahası olarak kullanıyor. Radyoaktif atıklar sebebiyle her yıl binlerce Türk ölüyor, binlercesi de kanserden mustarip olarak yaşıyor. Mallar taklit, işkence orijinal Çinliler yaptıkları çakma mallarla parayı buldular. Komünist ideoloji gevşedi, ülke hızlı bir değişim yaşıyor ama... Maocuların ilk işi Doğu Türkistan'da liderlik yapabilecek Türkleri katletmek olur, soydaşlarımızı toplayıp çorak arazilere yollarlar. Boşalan evlere mümbit bahçelere emekli Çin Halk Kurtuluş Ordusu mensupları kurulurlar. Hükümet Türkleri Çinlilerle evlenmeye zorlar, katı bir doğum kontrol programı uygular. Kalanlar ise nükleer denemelere malzeme olurlar. Sadece Lop Nor bölgesinde 40 bomba patlatılır, çevreye yayılan radyoaktif maddeler 210 bin insanın ölümüne yol açar. Halen her on Doğu Türkistanlı'dan biri kanser illetinden mustariptir, sakat doğan çocuklar hesaba sığmaz. Bırakın onkoloji servisini, doğru dürüst hastane bile bulunmaz. Doğu Türkistan'da altın, platin, uranyum, gümüş, kömür gibi stratejik madenler çıkar. 20 milyar ton petrol, 30 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğu bilinir, ki halen yılda 7 milyon ton petrolü aparırlar. Ne var ki, bu zenginliğin Türklere hayrı olmaz. SARI ZULÜM SÜRÜYOR Halen Doğu Türkistanlıların ekseriyeti okuyamaz yazamaz. Üniversitelerde dersler Çince verilir, Türk çocukları pek zorlanırlar. Türkistan'da yapılan neşriyatın sadece altıda biri Türkçe'dir. Türkçe dediysek havanda su ezer, milli konulara yaklaşamazlar. Çin sistemli bir şekilde Türkleri eritir, havaliye 100 milyon sarıbenizli yerleştirmeyi planlar. Devlet kademelerini elbette Çinlilerden sorarlar. İşyerlerinin onda dokuzu da onlara aittir, Türkistanlılar amelelik, ırgatlık yaparlar. O da iş bulurlarsa... Kısacası öz yurtlarında gariptirler. Öz vatanlarında parya!
.
SIDDIKLIK KOLAY MI?
14 Eylül 2008 01:00
Hazret-i Ebu Bekr'in Bekr adlı bir oğlu var mı? Yok! İyi ama Ebu Bekr, Bekr'in babası demek değil mi? Lügatte "Bekr" hayırda beklemeyen, öne geçen manasına geliyor. Yağmurun ilk damlası, devenin ilk yavrusu, sabahın ilk ışığı, baharın ilk işaretleri, ilk tomurcuk, ilk çiçek, ilk meyve... İlk... İlk... İlk... Eğer, Bekr bereket ve müjde ise, Ebu Bekr bütün bunların babası işte... Aynen annesi Selma bint-i Sahr'a "Ümmü'l Hayr" (iyiliklerin annesi) denildiği gibi... OĞLUM OLURSA Mekke eşrafından Osman bin Amr ile Ümmul Hayr'ın, Fuheyre ve Kureybe adlı iki kızları vardır ama bir de erkek evlad arzularlar. Hatta Ümmul Hayr bir oğlum olursa onu Beyt-i Haram'ın Rabbine adayacağım der ve bu yüzden adını "Abdulkabe" (Kâbe'nin hizmetçisi) koyar. Hazret-i Ebu Bekr'i Mekke'de daha ziyade "asil ve değerli" manasına gelen "Atik" lâkabıyla tanırlar. Bazıları onu eski elbiseler giydiği için "Zülhilal", bazıları da şefkatli ve rikkatli olduğu için "Evvâh" adıyla anar. Doğrusu şehirde pek itibarlıdır, düşünün henüz 18 yaşında iken hılf-ul fudûl anlaşmasına çağırırlar. Orada soylu bir genç daha vardır. Gül yüzlü bir yetim, adı da kendi de "Emin!" İşte Efendimizle (Sallallahü aleyhi ve sellem) olan muhabbetleri taaa o yıllara uzanır, hatta daha uzaklara... Yedinci dedesi "Mürre" Resul-i Ekrem'in de dedesi olur zira, akrabadırlar bir bakıma... HÂZÂ LİDER Mekke sarp, Mekke sıcak, Mekke çorak... Tarım ne mümkün tek çare var, almak satmak! Burası Yemen, Habeş, Şam yolları üzerinde en canlı pazar... Arı kovanını andıran panayırlar, renkli renkli tezgâhlar... Hazret-i Ebu Bekr becerikli bir gençtir, daha yaşı yirmiye varmadan kervan kurar. Kervan deyip geçmeyin silahşörlerden devecilerderden müteşekkil küçük bir ordudur bu ve her kafadan ayrı ses çıkar. Çöl çok bilinmeyenli denklem, kum fırtınaları, yırtıcı hayvanlar... Yıpratıcı menziller, acımasız haydutlar... Sıkışık anlarda herkes döner yüzünüze bakar. Tereddüt etmeyeceksiniz, emredeceksiniz. Gecikmeden, derhal! Ticaret de daha az riskli değildir hani, bilmem kaç bin dirhem değerindeki mal iki dudağınızın arasına bakar. Bir kelime ile servet sahibi de olabilirsiniz, elinizdeki avucunuzdaki de uçar. Hazret-i Ebu Bekr'in kısa sürede büyük ün ve mal edindiğini düşünürseniz fevkalade bir lider olmalıdır. Evet kararları isabetlidir ama en isabetli kararını İslam'ı seçmekle verir. Zaten kendini bildi bileli putlara tapmaz, içki kullanmaz. Küçükken bir kere puthaneye götürüldüğünü hatırlar, yerden bir taş alıp sanemin suratına çarpar, onu apar topar dışarı çıkarırlar. Hazret-i Ebu Bekr'e bütün Mekke güvenir, nizalarda hakem yaparlar. Arabulmayı sever, icabında diyeti cebinden öder, davaları tatlıya bağlar. Bilhassa nesep ilminde derindir, nice saçını sakalını ağartmışlar gelir akıl sorarlar. Efendimiz'den sadece iki yaş küçüktür ama akran gibi davranmaz, tarifsiz saygı duyar. KERVANLA ÇEYİZ Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" Hadîce-i Kübrâ'ya "radıyallahü teâlâ anhâ" talip olduklarında az da olsa bir çeyiz vermeyi arzular. Hadice validemizin öyle bir talebi yoktur ama dedikoducular boş durmazlar. İyi de elde yoktur, avuçta yok. Mübarek gönüllerini bir hüzündür sarar. Akıllarına vefakar arkadaşı Ebû Bekr gelir. Evet ona gitmeli ve bir miktar borç almalıdırlar. Sıddîk dostu Sultân-ı kâinâtı izzet ve ikramla karşılar niye mahzun olduklarını sorar. Anlatırlar... Hazret-i Ebû Bekr "Anam babam sana feda olsun yâ Muhammed" der, "üzüldüğün şeye bak. Biraz evvel müjde getirdiler, Şâm kervanım şehre giriyor" Düşünebiliyor musunuz yetmiş develik konvoyu atlaslarla ipeklilerle donatır, sokak sokak dolaştırıp Hazret-i Hadice'nin kapısına bırakırlar. Böyle bir çeyiz ne görülmüş ne işitilmiştir, kem gözlüler suspus olurlar. AMENNA Yorucu bir sefer sonrası, Yemen'den henüz gelmiş yükleri indiriyorlar. Ebu Cehil, Ukbe bin Muayt, Şeybe bin Re-bia gibi Mekke önderleri gelir kapısına dayanırlar. Hani hesap sorarcasına. - Duydun mu senin ki peygamber olduğunu iddia ediyor! - Anlayamadım, kim? - Kim olacak, Ebu Talib'in yetimi! Bak sırf sen incinmeyesin diye sıkıştırmadık, söyle bu sevdadan vazgeçsin! Git konuş onunla! Ebu Bekr "onlar dediği için" değil "hasretle beklediği için" gider. Rahip Bahira'nın, Yemliha'nın, Varaka bin Nevfel'in, Zeyd bin Amr'ın, Kuss bin Saide müjdelediği vakit gelmiş midir acaba? Aslında o günlerde ve o bölgede hatem-ül enbiya (son peygamber) beklenmektedir. Bu makama en yakışan isim şüphesiz Muhammed-ül emindir. Asildir, sevimlidir, zariftir, fukarayı gözetir. Hem ona herkes güvenir, yalan söylemediğini cümle alem bilir. Hazreti Ebu Bekr soluk soluğa Efendimize koşar ve "Ya Ebulkasım" diye sorar "duyduklarım doğru mu, söyle bana?" Server-i kainat onu iknaya çalışmaz, tek cümle ile "vahdehü la şerike leh" bir ve şeriki olmayan Allah'a (Celle celalüh) çağırırlar. Hulus-u kalp ile "amenna ve saddakna" der. Ne bir şaşkınlık ne de duraklama. Gözlerinde kararlılık vardır, yüzü aydınlanmış, gönlü genişlemiştir gök kadar. MALIYLA CANIYLA Ondan evvel sadece bir kadın (Hazret-i Hatice) ve bir çocuk (Hazret-i Ali) iman etmiştir. Resulullah Efendimiz bu şahadete nasıl sevinir anlatılamaz. Hazret-i Ebu Bekr işini gücünü bırakır, Fahr-i âlemin peşisıra koşar. Tebliğ... Tebliğ... Tebliğ... Kutlu müjdeyi eşe dosta ulaştırmaya çabalar. Nitekim Osman bin Affan, Abdurrahman bin Avf, Sa'd bin ebi Vakkas, Zubeyr bin Avvam ve Talha bin Ubeydullah'ın onun vesilesiyle Müslüman olurlar (Radıyallahu anhüm). Fatıma bint-i Hattab ve Kızı Esma da katılırlar halkaya (radıyallahu anhüma)... Hazret-i Ebu Bekr sadece eşrafla, değil kölelerle de ilgilenir ki bunlardan biri Habeşli Bilal'dir mesela. Bilal'in (Radıyallahu anh) sahibi Ümeyye bin Halef azılı bir müşriktir. Garibe çok eziyet eder, döver, söver, kızgın kuma yatırır, göğsüne kayalar koyar. Kırbaçı bırakıp değneği alır, vurur vurur vurur... Ta ki yorulasıya kadar. Köle kendinin değil midir, kim karışabilir ki ona? Bilal-i Habeşi'yi kurtarabilmenin tek yolu vardır: "Satın almak." İşte Hazreti-i Ebu Bekr de onu yapar. Görünüşte hiç de kârlı bir alışveriş değildir bu, karşılığında Âmir gibi becerikli bir köle verir, ki Âmir'in anlamadığı iş yoktur, hayli zengindir. Hesapsız davarının yanı sıra on bin altını nakit çıkarabilir. Hazret-i Ebubekr Amir'in üstüne kıymetli bir bürde (hırka) ve on ukiye (1kg 280 gr) altın sayar. Pazarlık biter bitmez elini Bilal'in omzuna koyar, "serbestsin" diye fısıldar. Hazreti Ebu Bekr Müslüman olan köleleri zalim sahiplerinden kurtarmak için büyük paralar harcar, istisnasız hepsine hürriyetlerini bağışlar. 40 bin altınlık servetini bu uğurda eritir ki hakkında vahiy gelir. (Leyl suresi ayet 17 ve 18) O SÖYLÜYORSA Kutlu miracın ardından müşrikler Efendimizi alaya alırlar. Ebu Bekr'e de gelir, güya akıl sorarlar. - Buradan Kudüs ne kadar sürer? - En azından bir ay. - Peki daha evvel? - Mümkün değil. - Tecrübene güveniyoruz. Peki birisi bu gece Beyt-ül Makdis'e gittiğini, göklere yükseldiğini, cenneti cehennemi gördüğünü söylese? - Kim söylüyor? - Abdullah'ın yetimi! - O söylüyorsa doğrudur! Ve hemen Efendimizin yanına koşar, inkarcılara aldırmadan haykırır. "Miracın mübarek olsun ya Resulallah!" Sadakat bu işte. Sıddiyklık kolay değil! VURAN VURANA Efendimiz tebliğ için her fırsatı değerlendirir, bilhassa Ukaz, Mecenne, Zülmecaz panayırlarını kaçırmazlar. Arabistan'ın dört bir yanından değişik insanlar gelmektedir zira. Yanında elbette vefakar Ebu Bekr! Tasdikçi, muhafız, yoldaş! Müşrikler gölge gibi peşlerine takılırlar. Onlarla konuşanları kenara çeker, korkuturlar. Mekke'nin nüfusu üç dört bin civarında olmalıdır, Müslümanlar ise parmakla sayılırlar. Yüze karşı birdirler belki, ancak güç dengesine aldırmazlar. Hazret-i Ebu Bekr Kabe-i muazzama yanında yaptığı tebliğ çalışmalarından birinde müşriklerin saldırısına uğrar. Bir anda tekme tokat sağanağına tutulur. Ama nasıl, vuran vurana. Teymeoğulları (kabilesi) araya girer de, zorbaların elinden alırlar. Evine götürüldüğünde baygındır, akşama kadar ayılamaz. Gömleği kanlı, karnı aç, benzi solgundur ama o gözünü açar açmaz Resulullahı sorar. Ve bir ayet daha iner. Ankebut suresi 29/3 Burada bir parantez açmakta yarar var, Hazret-i Ebu Bekr hakkında ileri geri konuşanlar Kuran-ı kerimle karşı karşıya geldiklerinin farkındalar mı acaba? Eğer Ayetlere de inanmıyorlarsa... Maazallah! O gün o şiir o şair... Bilirsiniz şiirin de nesrin de nabzı Mekke'de atar. Arabistan'ın en ünlü edipleri mükerrem beldede kürsüye çıkarlar. Ilık §bir Medine gecesi... Efendimiz "içinizde Kuss bin Saide'yi dinleyen var mı" diye sorar. Şüphesiz vardır ama geçen onca yıldan sonra kim hatırlar? Ses çıkmayınca Hazret-i Ebu Bekr ayağa kalkar. "O gün dün gibi aklımda ya Resulullah. Ukaz panayırındaydık, Kuss boz bir devenin üzerindeydi "Ey insanlar" diyordu "dinleyin ve hıfz edin! Nereye baksanız hikmet... Gök, kubbe kubbe, yeryüzü döşek.. Gece siyah örtüsüne bürünüyor, yıldızlar derinlerde yüzüyor. Doğan büyüyor, yaşayan ölüyor. Peki ölenler niye dönmüyor? Yerlerinden çok mu memnunlar? Yoksa uyuya mı kaldılar? Elbette "müddet" tamam olacak, defterlerimiz önümüze konacak. Şüphesiz, o gün gelmeden hesabını yapan kazanacak. Yemin ederim ki Allah indinde bir "din" var Ve Allah'ın Resulü pek yakında aramızda olacak Kim bilir, belki de şu an gölgesi üstümüze düşüyor, Şurası aşikar, gelişine ramak kaldı... Ramak! (Şiirin tercümesi bu kadar olur, o muhteşem beyitlerin aslı şüphesiz gönül titretir, kulak okşar.) UBEY'İN DEVELERİ Ateşperest Sasaniler, Hıristiyan Bizansı yenince Müşrikler pek sevinirler, içleri adeta yağ bağlar. Acemleri yere göğe sığdıramaz, övgü yağdırırlar. Şu kine bakın, sırf ehli kitap diye Bizans'a diş gıcırdatırlar. Bu arada Rum Sure-i celilesi nazil olur. Hazret-i Ebu Bekr "göreceksiniz bak" der "birkaç yıl içinde Sasaniler mağlup olacaklar!" Ubey bin Halef bıyık altından güler "olur mu öyle şey" der, "var mısın bahse?" Zerre kadar şüphesi yoktur ki kaçsın. "Kabul" der, üç sene müddetle ve on devesine. Evet bahis yasaklayan emirler gelmemiştir henüz ama yine de yanlış bir iş yapmaktan korkar, Efendimize sorar. Serveri kainat "Sen hem süreyi, hem develeri arttır" buyururlar "çünkü ayet üçten dokuza olan yılları işaret ediyor." Ubey, deve ve süre artırma teklifini memnuniyetle karşılar. Ona göre Bizans değil 9 yılda 90 yılda da toparlanamaz, "tamam" der ve ortaya 100 deve koyar. Aradan dokuz yıl geçer, Rumlar Sasani'leri perişan eder ve net bir zafere imza atarlar. Ubey bin Halef, Uhud'da öldürüldüğü için buna şahit olamaz, ancak Hazreti Ebu Bekr işin peşini bırakmaz. Varislerinden 100 deveyi alır, dağıtır fukaraya... Derdi deve değildir, maksat Kur'an-ı kerimin kıymetini anlasınlar!
Hazreti Ebubekir Peygamberin sadık dostu
21 Eylül 2008 01:00
İŞTE HİCRET SIRASINDA PEYGAMBER EFENDİMİZİN, HAZRETİ EBUBEKİR İLE BİRLİKTE SIĞINDIKLARI DAĞ VE MAĞARA ÖYLE BÜYÜT Kİ Sultan-ı Enbiya eshab-ı Güzin ile mescid-i şerifte oturmaktadırlar. Cebrail Aleyhisselam gelir ve "Ebubekr'in bir saat ibadeti yetmiş yıllık ibadet yerini tutar" buyururlar. Efendimiz sadık dostunu çağırtır ve zikr olunan saatte "ne ile meşgul olduğunu" sorar. - Ya Habiballah hatırıma geldi ki Hak Subhanehu ve teâlâ cenneti de yarattı cehennemi de... Ve her ikisini de dolduracak. Dedim ki "Ya Rabbi bu za'if kulunun bedenini öyle büyüt, öyle büyüt, öyle büyüt ki cehennemi doldursun, emrin yerini bulsun. Alem azab korkusundan halâs olsun!" Mekkeli müşriklerin zulmü gitgide şiddetlenir, gün gelir bizzat Aleyhisselatü vesselam Efendimizi hedef alırlar. İnkarcıların kararı kesindir, artık bu işe bir nokta koymalıdırlar. Her kabileden bir silahşör çağırmalı, suikasti ortak yapmalıdırlar. Abdümenafoğulları bütün kabilelerle dövüşmeyi göze alacak değildir ya. Çok zorlarlarsa diyetini verir, işi oluruna bağlarlar. Suikastçiler kılıçlarını bileylerken Cebrail Aleyhisselam emir getirir "bu gece evinde yatma!" Hicret'in vaktidir gayri, yola çıkmalıdırlar. Ancak bir süre gözden ırak durmalı, takibe meydan bırakmamalıdırlar. Şimdi kuytu bir köşe lazımdır, Sevr mağarası gibi mesela... YÂR-I GAR Sevr bitki örtüsü ile kaplı bir dağdır o yıllarda... Her türlü mahlukat mevcuttur, akrep çıyan artık ne ararsan. Bahsolunan mağarada da yuvalanmıştırlar ihtimal. Hazret-i Ebubekir içeri girer, gömleğini yırtar ve tek tek delikleri tıkar. Bezle tıkanamayacak iri bir delik daha... Oraya da ayağını dayar. Müteyakkız durur, gözünü dört açar. Ola ki bir haşerat Server-i Kâinatı ısırmaya. Yorgundurlar, Efendimiz başlarını sadık dostunun dizine koyar, gözlerini yumarlar. Bu arada ayağını dayadığı delikte bir yılan kıpırdamaya başlar, nitekim korktuğu başına gelir, ayağını sokar. Israrla deliği kapar, yılan bir daha sokar, sonra bir daha... Sancı dayanılası değildir ama tahammüle çabalar. Efendimiz hadisenin farkına varır, "çek ayağını çıksın" buyururlar. Yılanı "Ey utanmaz" diye azarlarlar, "sen benim mağara arkadaşımı nasıl ısırırsın? Hiç mi korkmadın Allah'tan? - Efendim sizin buraya geleceğinizi biliyor, nur yüzünüzü görmeyi umuyorduk ama arkadaşınız deliği kapatınca... ŞOL CENNETİN IRMAKLARI Bir ara Hazret-i Ebubekir susar, Efendimiz kapının önünde bir ırmak var buyururlar çık ve kana kana yudumla. Dağın başında bir nehir! Ki suyu kardan soğuk, baldan tatlı, hem misler gibi kokar. - Bu ne hoş bir su Ya Resulallah! - Allahü teala vazifeli meleğe "Firdevs ırmaklarını mağara önüne akıt ki Ebubekir muradınca içsin" diye emr buyurdular. - Anam babam sana feda olsun ya Resulallah. - Evet Ya Ebubekr, Allahü teâlâ katında daha da ziyade kadrin var. Beni hak peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki sana buğz eden cennete giremez. 70 yıllık ameli de olsa! Suikastı boşa çıkan Ebu Cehil çıldırmıştır adeta, döne döne Resul-i Ekrem Efendimizi arar. Gider öfkeyle Hazret-i Ebubekir'in kapısını çalar, eşikte nurlu Esma! - Nerde baban? - Söylemek zorunda mıyım? Ebu Cehil genç kızın yüzüne öyle bir tokat atar ki zavallı kapaklanır kalır, küpesi kopar, taa ötelere sıçrar. Ama Ebu Cehil'de oyun çoktur, bir eliyle çenesini tutar. Gözlerinde ispirto alevi gibi bir parıltı, kafasında şimşekler çakar. Evet öyle yapmalıdır. Derhal tellallar çıkarır, "Onları bulana yüz deve" diye bağırtır, "Yüz kızıl tülü deve!" Büyük servet, yüz devesi olan birinin hayat boyu çalışmasına gerek kalmaz. Mekke'de mükemmel iz süren avcılar vardır, adeta havayı koklarlar. Bunlardan ikisi (Kürz bin Alkame ve Sürakâ bin Malik) Sevr'in doruğuna çıkar, mağara etrafında turlamaya başlarlar. "Vallahi" derler "Buradan öteye gitmiş olamazlar. Eğer kanatlanıp uçmadılarsa!" ÖRÜMCEK AĞI, YUMURTA Ümeyye bin Halef "gidin işinize" der, adamları bozar. Mağara önünde bir çift yaban güvercini yuva yapmıştır zira. Örümcek ağları yıllanmıştır ihtimal... Hazret-i Ebubekir konuşmaları işitir ve Efendimiz adına endişe duyar. Lakin Resul-i Ekrem rahattırlar. Lâ tahzen innallahe me'ana (Hüzünlenme Allah muhakkak bizimle) buyururlar. Hazret-i Ebubekir'in oğlu Abdullah ve kızı Esma gece el ayak çekilince mağaraya gelir, hem havadis getirir, hem de azık bırakırlar. Biliyor musunuz hacı adayları da o anı solumayı arzular, söz konusu dağa daha ziyade gece tırmanırlar. Sevr mağarası fincan gibi ters kapanmış bir kayanın altındadır. İzbedir, karanlıktır. Ancak o gün tevhid ve tesbihle aydınlanır. Efendimiz Hazret-i Ebubekir'e nasıl zikretmesi gerektiğini talim buyurur, tasavvufa dair sırlarla donatırlar. Ki o da bunları Selman-ı Farisi'ye anlatır. O, Kasım bin Muhammed'e, o, Cafer-i Sadık'a, Bayezid-i Bistami, Harkanlı Hasan... İşte Silsile-i aliye adıyla tanıdığımız evliyalar halkası şirin mağaradan feyzyab olurlar. ALLAH BİZİMLE Aradan üç gün geçer, müşrikler ümitlerini keser, aramaktan yorulurlar. Klavuz Abdullah bin Uraykıt, pazartesi seherinde üç deve ile Sevr'e gelir ve yolculuk başlar. Efendimiz bir an Mekke'ye doğru bakar, "Vallahi sen Allah'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı Allah katında en sevgili olanısın" buyururlar, "Benim için senden daha sevimli, daha güzel bir yurt yoktur. Eğer çıkarılmaya zorlanmasaydım asla ayrılmaz, başka yeri vatan tutmazdım!" Hazret-i Ebubekir develerin güçlüsünü sevimlisini (kutlu Kusva) Resulullah'a ayırmıştır, Efendimiz "bunu bana sat" buyururlar. "Fedâke ebi ve ümmi" deyip hediye etmeye kalkarsa da Efendimiz ısrarla fiyatını sorar. Bedeli ödense gerektir, hicret bedeni ve mali bir ibadettir zira... Yolda bir çobana rastlarlar. Efendimiz sütü çekilmiş bir koyunu sağıp da kapları doldurunca adamcağız sorarlar: -"Kimsin sen?" - Muhammed Resulullah - Mutlaka öyledir, amenna! Ve bir Müslüman daha katılır halkaya.. İlerler... Ufsan ve Emec üzerinden Kudeyt'e gelirler. Burada Ümmü Mabed'in çadırı vardır, Cidde Medine yolcuları bir miktar soluklanır, su, erzak alırlar. Gel gör ki o sıra elinde pek bir şey kalmamıştır. Efendimizin gözüne yine zayıf bir koyun ilişir. Bunu sağmamıza izin verir misin? Ümmü Mabed umursamaz, "Sağ ama bir şey çıkacağını sanmam." Halbuki kap taşasıya dolar, kana kana içerler, yine de artar. Gel de şaşma. Süraka o sıra Kudeyt'te bulunmakta, Müdlic oğullarında konuk kalmaktadır. Üç develi bir kafileden bahsedildiğini duyunca atlanıp pusatlanır, takibe çıkar. İz sürmekteki maharetini konuşturur, altındaki cins küheylan mesafeyi kapatmaya başlar. Nal seslerini duyunca Hazret-i Ebubekir öne çıkar. Bedenini siper etmeye bakar. Efendimiz sakindir, "üzülme Ebubekir Allah bizimle" buyururlar. Aralarında üç beş kulaç mesafe kalmıştır ki Süraka'nın atı zemine saplanır. Süvarisini üstünden atar. Kum kum kum, ortalık toz duman. Süraka fevkaladeliği fark edemeyecek kadar saf değildir. "Ya Muhammed! Allah'a dua et de kurtulayım, söz dokunmayacağım sana!" Efendimiz dua buyurur, ortalık durulur. Süraka "İnanıyorum ki senin şanın çok yüce olacak" der, "Gün gelecek bütün Arabistan sizden sorulacak. O gün için bir amanname verebilir misiniz bana!" Efendimiz emrederler, Hazret-i Ebubekir bir kemik parçası üstüne yazar. Süraka halis Müslümandır artık (Radıyallahu anh), takipçileri tek tek karşılar ve alakasız yerlere yollar. NEREDEN NEREYE? Ödül avcılarından biri de Büreyde'dir, üstelik tek değildir, 80 arkadaşıyla çıkar yola. Kafileyi kolayca bulur ve kuşatırlar. Efendimiz sorarlar "Men ente? (Sen kimsin?) - Büreyde! - Berede emruna (içimiz serinledi). - Hangi kabiledensin? - Eslemlerden. - Oh, Selimna (selamete erdik). - Kimlerdensin? - Sehmoğullarından. Onu da hayra yorar "Harece sehmük" buyururlar. Üç cümle ile Büreyde ayrı bir iklime yelken açar, gönlünde kuşlar, kelebekler, goncalar... Birkaç deve için bu güzel insana kıyılır mı? Asla! Arkadaşları da farklı değildir, topyekun Müslüman olur, Allah'ın Habibini ağırlarlar. Fahr-i âlem o akşam Büreyde'ye Meryem suresini okur ve anlatırlar. Bu ne ilimdir ya Rabbi! Genç muharip mum gibi eriyip akar. Ertesi gün Sehmoğulları Efendimizi muhafız kıtası gibi sarar, ortaya alırlar. Önde cins atıyla Bureyde, sarığını çözüp mızrağa bağlar. Öyle ya Medine'ye girerken Resulullah'ın bir bayrağı olmalıdır... Bayraktarı da! Seyyid-ül Beşer onu meth buyururlar. AY DOĞDU ÜSTÜMÜZE Harre sırtları... Müminler Efendimizi beklemekteler hasretle. Eller gözlere siper, gözler ufukta gezinmekte... Kutlu misafirleri ilk fark eden bir Yahudi olur: "Ya Ben-i Kayle! Hazâ ceddüküm kad cae!" Medineliler hazırlıklıdırlar, sırtlarında en güzel libaslar, yıkanmış, taranmış, ıtırlanmıştırlar. Yanlarında süt kaseleri, meyveler, hurmalar... Ağızlarına bir ilahi dolanır, birlikte haykırırlar. "Talael bedru âleyna!" O Günlerde 8- 9 yaşlarında olan Enes Bin Malik "nasıl sevinçliydik anlatamam" der, "hep birlikte koşuyorduk çığlık çığlığa... Köleler, kadınlar, çocuklar!" Yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı server geliyor, gören saadete eriyor. Söyleyin nasıl durur insan? Eğer bir bakışla "sahabe" olacaksan. Resul-i Ekrem üç gün Kuba'da kalır ve bir mescid inşasına başlarlar. İlk taşı bizzat koyar sonra Hazret-i Ebubekir'e döner ve "taşını taşımın yanına koy" buyururlar. Sonraki taşı Hazreti Ömer, sonraki taşı Hazret-i Osman koyar... Sıralamadaki inceliğe bak. Ranuna vadisinde (Cuma mescidi) namaz kıldırır, hutbeye çıkarlar. Sonra Medine'ye vasıl olurlar. Kusva'nın yularına asılan asılana... Elbette bütün müminler Fahr-i alemi konuk etmeyi arzular. Aynı havayı soluyacaksınız, döşeğinize oturacak, sofranıza buyuracak. Ne şeref ama... Efendimiz kimseyi kırmaz "deveyi kendi haline bırakın" buyururlar, misafir kalacakları evin seçimine karışmaz, birilerini incitmekten pek sakınırlar. Sonrasını biliyorsunuz... Hangi İstanbullu bilmez ki? KUŞLAR DA ORADA... Bir güvercinin bir kayaya en yakıştığı mekan... Sevr Mağarasındayız. Mucizeyi bilenler bir hoş oluyorlar.
.
MİHAİL SAAKAŞVİLİ Kendi etti halkı buldu
28 Eylül 2008 01:00
Mihail Saakaşvili 69 doğumlu bir çocuktur. Sıradan bir hukuk mezunudur ancak mastırını New York'da, doktorasını Washington'da yapınca sınıf atlar. Strasburg Uluslararası İnsan Hakları Enstitüsü'nden de diploma alır, kenara koyar. Amerika'da bulunduğu yıllarda bazı amcalarla ilişki kurar, çıtayı yükseltir. Siyasete soyunur ve henüz 26 yaşında (1995) parlamentonun Hukuk Komitesine başkanlığını kapar. İşi kuralına göre oynar, 30 yaşında milletvekili, 31 yaşında Adalet Bakanı olmakta zorlanmaz. ZOR COĞRAFYA Abhazya ve Osetya meselesi taaa Stalinli yıllara dayanan bir yaradır. Her ne kadar 'komünizmde din ve millet yok' deniyorsa da Gürcü asıllı Stalin soydaşlarını kayırır. Abhazya ve Osetyanın yarısını Gürcistan'a bağışlar. Dahası bereketli topraklar üzerinde oturan Ahıskalıları gecenin köründe evlerinden kaldırıp, Asya bozkırlarına yollar. Abhazların savaşçılıkları malum, 1993'te bir avuç Abhaz (biraz da Çeçenlerin yardımıyla) kendilerinden 40 kat kalabalık Gürcistan'a kök söktürür tartışmasız bir zafere imza atarlar. Eduard Şevardnadze dengeleri kollayan bir isimdir, belki de üzerlerine gitmekten kaçar. Mişa onu ürkeklikle korkaklıkla suçlar. Genç politikacıya göre koca Gürcistan 40-50 bin Abhaz (Aslında yüz bin) karşısında yenilmeyi kabullenemez, Osetiler dayağı çoktan hak etmiştir ayrıca. Ama yanı başında Rusya denen bir dev vardır ve neye nasıl tepki verileceği belli olmaz. SOROS'UN PARASIYLA Batılılar da Mişa'ya oynar, acemi delikanlıyı başa getirme kararı alırlar. Ünlü Macar Yahudisi George Soros, spekülasyonlardan kazandığı kirli paraları kapitalizmin emrine açar. Elbette Robin Hood değildir, maksadını ustalıkla saklar. Ortaya yeşil yeşil dolarlar saçılır, yandaş medya Mişa'yı 9 sütuna manşet yapar. Ülkenin en büyük derdi yolsuzluktur. Çeteleşen polislere kimsenin gücü yetmez. Mişa bu mevzu üzerinde durur ve kısa zamanda büyük taban bulur. Hani yakışıklıdır da... Boy onda pos onda. Amerikan aksanı ile İngilizce şakırdar, genç kızlar ona bayılırlar. Mişa da her siyasetçi gibi daha fazla hürriyet, daha fazla refah ve daha şeffaf yönetim vaad eder. Amerika'ya yakın durduğunu da saklamaz. Gürcistan dediğin 4,5 milyon nüfuslu bir ülkedir, kolay yönlendirilir. Nitekim Birleşik Ulusal Hareket, Haziran 2002 mahalli seçimlerinden zaferle çıkar. KADİFE DEVRİM 2003'te yapılan parlamento seçimlerinden sonra Eduard Şevardnadze'nin sandıklarla oynadığını iddia eder ve iyi tanıdığımız senaryoyu sahneye koyarlar. Mişa halkı sokağa çağırır. Müzik grupları, aydınlar, konvoylar, kornalar.... Kavuniçi flamasını kapan meydana çıkar. Batı, "Gül Devri"mine methiyeler yağdırır. Eh Şevardnadze'ye de bırakıp gitmek kalır. Bütün bunlar Rusya'nın canını sıkar. Gürcistan önemli petrol yolları üzerindedir zira. Mişa Ocak 2004'te yapılan seçimleri rahat kazanır. İlk işi Gürcistan bayrağını değiştirmek olur. Nüfusunun dörtte biri Müslüman olan bir ülkede beş haçlı bir bayrak! Bunu Ortaçağ'da haçlı şövalyeleri kullanmıştırlar. Henüz 36 yaşında başkanlık koltuğuna oturur ama dolduramaz. Millet onun içi boş söylemlerinden çabuk sıkılır ve muhalif gösteriler başlar. Mişa, Kasım 2007'de istifa eder, pılıyı pırtıyı toplar ancaaak... Ancak onu oraya oturtan güç "Dur bakalım nereye gidiyorsun" der ve uğruna dökülen dolarların hesabını sorar. Ocak 2008'de yapılan devlet başkanlığı seçimlerini % 53 gibi ciddi bir oy oranıyla kazanır ama yapılan hileler AGİT gözlemcilerinden kaçmaz. Bu dönemde Rusya ile münasebetler kopar. En önemli ihraç kalemlerinden şarap bile ellerinde patlar. Türkiye ile ilişkiler nispeten artar, Sarp Kapısına çeki düzen gelir, Ankara ile sıcak temaslar kurar, her siyasi gibi o da "Mustafa Kemal'e hayranım" der, boncuk dağıtmaya bakar. Bu arada Türk iş adamları yatırıma başlar. Gürcü ordusunu TSK eğitir, askeri malzeme temin edilir. Hepsi bir yana Gürcistan NATO'ya girebilmek için bize muhtaçtır ve Mişa bunun için yanıp tutuşmaktadır. Genişlemeyi düşünen NATO, müttefik olarak Gürcistan'ı münasip bulur ve tarih olarak 2008 konuşulur. İLİAN'IN EMRİNDE Ancak ülke "Gül Devrimi" ile güllük gülistanlık olamaz. İnsanların hayat standartları değişmez, aksine kasvet, gerginlik artar. Yolsuzlukla savaş programı tavsar, bu defa musluğun başına Mişa'nın yandaşları oturur. Ülkede yaşayan 1.5 milyon Müslüman yok sayılır. Maceracı bir rahip (İlian Meore) devletin bütün imkanlarını kullanır. Tek bir Hıristiyanın bile yaşamadığı beldelere papaz okulları, kiliseler açar, dağ başlarına devasa haçlar dikip Müslümanların nasırına basar. Müslüman Gürcüler için devlet memuru olmak hayaldir, müracaat edenlere açıkça "Hıristiyan ol" denir, "sonra!" Batum Merkez Camii'nde herhangi bir namaz vakti gidin muhteşem bir kalabalık göreceksiniz. Yüzlerinden nur damlayan insanlardır bunlar, karınca ezmeyen, kul hakkından korkan... Ama devleti tarafından itilen, hor görülen, aşağılanan... ÇILGINCA KUMAR Mişa olgun ve sabırlı Müslümanları kaale bile almaz. Hesaplarını hep Abhaz ve Osetileri hizaya sokmak üzere yapar. Ortodoks militanlar 100 bin Abaza öldürmek için 100 bin Gürcü feda olsun diye haykırırlar. Basiretsiz lider ansızın saldırmayı hesaplar. Rusya "neler oluyor" diyemeden NATO şemsiyesi altına sığınacak, Moskova'ya el sallayacaktır aklınca... Putin'in tavrını "blöf" olarak değerlendirir, kulak asmaz. Nitekim "Osetya'yı özgürleştiriyoruz" diyerek sivil hedefleri vurmaya başlar, evler ahırlar yanar, okullar çocuklar... Sonrasını biliyorsunuz, Rusların tepkisi ağır olur, tükürdüğünü yalatırlar. Canlı yayında kravat kemirtirler. Savaş Abhaz ve Osetilere yarar, hem yerli Gürcülerden kurtulur, hem de bağımsızlık yolunda büyük bir adım atarlar. Dimitri Medvedev, Mihail Saakaşvili artık muhatabımız değil, der zira artık o siyasi bir mevta... Hani eden bulur derler ya... Gürcistan'daki sıkıntıyı, Ortaçağ Gürcü krallığının 5 haçlı bayrağına dönen bayrakları ele veriyor. Mihail Saakaşvili'nin akıl hocası Rahip İlian Gürcistan'da Müslümanlar kalabalık. Batum Merkez Camii'nde herhangi bir namaz vakti gidin muhteşem bir kalabalık göreceksiniz. Ama yok sayılıyorlar. Gürcü'nün gücü Gürcü'ye yetiyor Ortodoks Gürcüler, Müslüman Gürcüleri bunaltıyor. Acara Özerk Bölgesi "uslu çocuk" olmanın bedelini ödüyor? 2006 sayımı ile nüfusu 4.661.473 olarak belirlenen Gürcistan'ın ekseriyetini Gürcüler teşkil eder. Lakin bunların arasında Acaralar, Lazlar, Megreller, Svanlar da vardır. Azeriler % 7 ile en güçlü azınlıktır, sonra Ermeniler gelir. Rus, Abhaz ve Osetilerin sayıca bir ağırlıkları yoktur ama dik dururlar. Halbuki Müslümanlar (Gürcü asıllı, Abhaz asıllı, Oset asıllı, Sünni Azeriler, Çeçenler, Kabardeyler, Türkler ve Tatarlar) nüfusun dörtte birini teşkil etmelerine rağmen ciddiye alınmaz, en tabii haklardan mahrum bırakılırlar. Müslümanlar "uslu çocuk" olmanın bedelini öder, yok sayılırlar. Halbuki Acara Özerk Cumhuriyeti'nde ve Marnevur'da (Tiflis yakınlarında) yaklaşık 1.5 milyon Müslüman yaşar. Bunun önemli bir kısmı Gürcü asıllıdır, yani iktidardakilerle aynı kandan... Gürcistan Dostluk Derneği Başkanı Ali Rıza Altunel: Devlet Hıristiyan olmayanı dışlıyor Son gelişmeler hakkında görüşlerine başvurduğumuz Gürcistan Dostluk Derneği Başkanı Ali Rıza Altunel bakın neler anlatıyor: Mâlum Gürcistan yakın bir zamanda bir felaketle maruz kaldı. Abhazya'dan Müslüman Hıristiyan bütün Gürcüler sürüldüler. Ki bunların sayısı 240 bini aşıyor. Osetya'dan da 40- 50 bin Gürcü yeri yurdu evi barkı bırakarak göçmek zorunda kaldı. Şu anda ser sefil Gürcistan'a sığındılar, zor şartlarda hayat mücadelesi veriyorlar. Biz bu bölgeye insani yardım yolluyoruz. DAYANILIR GİBİ DEĞİL Mevcud Gürcistan idaresi Ortodoks Hıristiyan anlayışı önde tutan bir yönetim sergiliyor. Kardeş ve komşu Türkiye'de Gürcistan'ın nüfusu kadar Müslüman Gürcü var. Gürcistan hükümetinin artık diğer dinlerin temsilcilerini de muhatap almalı. Bu temasımızı artırır ki iki tarafa da yarar. Devlet daireleri Müslümanlara kapalı, kamuda asla vazife alamıyorlar. Zaten umumiyetle kırsal kesimde, yüksek bölgelerde yaşıyorlar. Hizmetten mahrumlar, yol yok, hekim yok, ürünleri para etmiyor. Gürcistan resmi Ortodoks anlayışı çok bağnaz, onları dışlıyor. Türkiye'deki Gürcüler olarak olup biteni dikkatle izliyoruz. Üzülerek söylüyorum, çaresizlikten din değiştiren çocuklarımız var, aslında Hıristiyan olmuyor, öyle görünüyorlar. Bu sağlıksız bir gelişme ileride yeni problemlere yol açacak. Evet biz Rus- Osmanlı Savaşı ile göçtük. Artık vatanımız devletimiz belli ama geldiğimiz topraklara da bigane kalamayız. Soydaşlarımızı kederli günlerinde yalnız bırakacak değiliz ya... Ramazan vesilesiyle hayır sahiplerine duyurmuş olalım
.
Avaz do! (Ses Yap )
30 Eylül 2008 01:00
Hindistan tam bir zıtlıklar ülkesi. En sıcak kumsallar da onda, en ulaşılmaz dağlar da... Bir yanda sarp buzullar, bir yanda kavruk sahra... Mermer malikanelerle teneke kulübeler yan yana... Doğuştan asiller, insandan sayılmayanlar... Balta girmez ormanlar, araba yürümez yollar... İnsan sağa sola bakmaktan pinpon maçı izlemişe dönüyor... Avaz do! (Ses Yap )Sokağa çıkıyorsunuz... İlk fark ettiğiniz şey: Hintlilerin direksiyonu tek elle kullanmaları oluyor. Niye? Çünkü diğer elleriyle sürekli kornaya basıyorlar. Arabaların arkasında "Avaz Do" (Ses Yap) yazıyor, ya da "Blow Horn" (Kornoya bas!) Tekerlek Hindistan'da mı keşfedildi bilinmez ama Hindistan'da dönüyor. Motorlu, motorsuz, itmeli, çekmeli, zincirli, dingilli, zilli, pilli her türlü vasıta yollara dökülüyor. At, deve, öküz, merkep yakaladıkları hayvanatı arabaya koşuyor, battal boy yüklerde fili tercih ediyorlar. Bu sınıfın kadillağı Tonga'lar... Bunlar bizdeki faytonları andırıyor, yalnız atları daha seçme, düğünlerde damat arabası filan yapılıyor. Rikşa denilen üç tekerlekli bisikletler insan taşımak için imal edilmiş ama yük ve eşyaya da hayır demiyorlar. Karınca sürüsü gibiler, ara sokaklar onlardan soruluyor. Rikşacılar kuru sıkı insanlar, eh bu kadar çalışan adamda yağ mı kalır? Yorulmuyorlar da, pedala sıkı basıyorlar. Hindistan'da velespitler de otobüs, kamyon kadar itibarlı, kimse ayak altında dolanma demiyor, "de get" moduna girmiyor. Bisikletleri bizim eski Bisan'lar gibi, çift kadro, çubuk fren. Yeni Delhi tepsi gibi düz ya, vitese ney gerek duyulmuyor. Motosiklet çok yaygın ama öyle model bolluğu yok. Ya Vespa lisansı ile üretilen "Bajaj", ya da bizim kuryelerinkini andıran "Honda Hero"lar. Kadınlar özellikle Bajaj'a bayılıyor, erkeklerle omuz omuza trafiğe karışıyorlar. TUK TUK İMPARATORLUĞU Tuk tuk denilen üç tekerlekli alametler çok iş görüyor, zıpkın gibi her deliğe dalıp çıkıyor. Çatlak bir sesle yırtınıyor, ortalığı dumana boğuyorlar. Bu külüstürlerin motorları güçsüz ama yeri geliyor 20 kişi taşıyorlar. Zaten teknolojileri 60'lı yıllardan kalma, arızalandıkça tuktukçuya götürüyor, takatukalatmadan getiriyorlar. Her tuktukta bir "tuktukmetre" var ama zorlamazsanız açılmıyor. Pazarlıkta önce fikrinizi alıyor, "sen ne verirsin" diyorlar. Bu sizi sevdiklerinden değil, söyleyeceğiniz rakam onun kafasındakinden daha kabarık oluyor zira. Neyse biz tarifeyi verelim. Yakın mesafe için 20-30 rupi yetiyor. Ha unutmadan söyleyelim 30 Rupi bir yeni lira ediyor. Tuktukçular, emektarlarını mensubu oldukları dine ait resim ve işaretlerle donatıyorlar. Müslümanların sembolü ayyıldız, bazıları dikiz aynasına besmele asıyor. KAMYONLAR KRAL Kamyonlar havalı kornalarını bağırta bağırta asfaltı arşınlıyorlar... Tata olsun taştan olsun, 60 - 70 model, ya da 2008 fark etmiyor. Zaten alayının kupası dört köşe, Hindliler bunlara bayılıyor, allı morlu çıkartmalarla beziyorlar. Özellikle fosforlu ve cart renkleri seçiyorlar. Geceleyin uzunlara bir dokunuyorsunuz, sanki havai fişek patlıyor. Çoğunda cam çerçeve bulunmuyor. Kapıları da pervazından çıkarıyor, rüzgarı içeri alıyorlar. Şoförler kaptan: "Yelkenler fora!" Değerli büyüğümüz Resul İzmirli'nin bir vecizesi var: "Eğer bir ülkenin yollarında kamyonlar dolanıyorsa ekonomi rayında demektir, Hindistan yollarında konvoy konvoy kamyon, demek ki işler tıkırında... "Şaka değil Hindistan Türkiye'nin neredeyse 10 katı. Bir ucundan bir ucuna yük alan haftalarca sürünüyor. Bu yüzden arabada yatıyor, arabada kalkıyorlar. Nakliyeciler değişik insanlar, bu bir meslekten öte hayat tarzı, çileden hoşlanıyorlar. Arabaları eski ve yorgun da olsa dilinden anlıyor, bir şekilde yürütmeyi beceriyorlar. Yol kenarları silme tamirci, zemin yağdan zift kesiyor. Geceleri bir araya geliyor, ateş yakıyorlar. Aralarında güçlü bir dayanışma olmalı, ya da bana öyle geliyor. SİNİRLERİNİ ALDIRMIŞLAR İkliminden midir bilinmez insanları pek mülayim. O kesif trafikte bile asabileşmiyor, bağırıp çağırmıyor, hareket yapmıyorlar. Kırmızı yanan bir trafik lambasının üstünde 175 saniye gördüm, 174, 173 diye geri gidiyor. Belki de 250'den başladı kim bilir? Sabırla bekliyor, kontak bile kapatmıyorlar. Şimdi kan çıkacak dediğiniz hadiselere gülüp geçiyor, canlarını sıkmıyorlar. Ters hareket çok, lakin ters bakan hiç yok. Sinirlerini aldırmış gibiler, bu adamlar zor yaşlanırlar. Peki trafik kaidelerini çiğniyorlar mı? Valla çiğnemek için önce kaidenin olması gerek, olmayan bir şey nasıl çiğnenebilir ki?. "Kırmızı yandı dur ve soldan git"in dışında kural olmadığı için hepsi "iyi vatandaş". Bir rişkaya on minik öğrenci, bir tuktuka 20 okkalı adam bindirmek garip karşılanmıyor. Kamyonlar salkım saçak insan taşıyor, ufacık motosiklete aile boyu oturuyorlar. Lüks otolar şehir trafiğinde aynalarını katlıyorlar, zira bu izdihamda her çıkıntı düzleniyor. Kopmasına üzüleceğiniz aksesuarı arabanın üstünde tutmamakta yarar var. Evet Hindistan karmaşık, gürültülü hatta kirli bir ülke ama insan alışıyor. İki gün sonra onlardan biri oluveriyorsunuz. Hatta özleniyor. Mezarlık mı o da ne? Eksikliğini farkettiğimiz bir başka şey mezarlıklar, caddeler sokaklar insan dolu ama sanki kabir eksikliği var. Niye acaba derken uyanıyoruz? Öyle ya Hindular ölülerini yakıyorlar. Orta direk, işi belediyenin sağladığı elektrikli ızgaralarla bitiriyormuş, zenginler ise budaksız meşe odunu tedarik edip Ganj kıyılarına uzanıyorlarmış. Fukaraların yakılmak neyine? Bir taş bağlıyorlarmış beline, savuruyorlarmış nehire. Öküzün adı yok Hintliler keçi ve manda beslemekten hoşlanıyorlar. İnekler özgür, kraliçe gibi dolanıyor. Öküzlere ise hayvan muamelesi yapıyor, canını çıkarıyorlar. Bu hiç adil değil ama... Erkekler tufaya mı geliyor acaba? Laik demokratik Hindular, sadece ineğe değil, maymuna ve fareye de tapınıyorlar hatta Pipal adlı ağaca da... Devlet halkın inancına karışmıyor, ideoloji de dayatmıyor. Eğer laiklik her inanca aynı mesafede durmaksa Hindistan bizden daha laik. Müslümanlar için Cuma günü öğle tatili veriyor. Memurların içinde takkeli Müslümanlar da var, türbanlı Sihler de var. Kadınlar diledikleri gibi giyiniyor, çarşaf peçe serbest, kamusal alan diye bir tabirden habersiz yaşıyorlar. Mahalli kıyafet yaygın, alacalı bulacalı renkleri seviyorlar. Avrupai giyinmek gibi bir dertleri yok, hallerinden memnun görünüyorlar. Son model külüstür Hindliler ellili yıllardan kalma bir Morris Oxford eskisi olan Ambassadorları halen üretiyorlar. Bu demode araç İngiliz kazıklarından biri ama onda bile sevimli bir yan buluyorlar mesela devlet ricali Amby'lere biniyor. Hindistan yılda 15 bin kadar bu külüstürlerden imal ediyor, çoğuna resmi plaka takıyor. Kalanlar da yıldızlı otellerin önünde taksi olarak çalışıyor. YARIN İNSANLAR VE LİSANLAR
.
İnsanlar lisanlar...
1 Ekim 2008 01:00
Şehirlerin silüetine mabedler hakim, camiler zaten belli, Hindu, Budist ve Sih tapınakları da farklı mimari özellikler sergiliyor. Hindistan'da 1650 dil var bunların 15'i resmi lisan. Ancak alayı can çekişiyor. Kendi aralarında da İngilizce konuşuyorlar, el kadar bebekler "mami mami" diye ağlıyor. Hindistan çok büyük bir ülke, tamamını gezmeniz için aylar yıllar gerekiyor. Yeni Delhi'den 300 km şimale Serhend'e çıkıyoruz, 230 km cenuba Agra'ya iniyoruz. Tek bir tepeye rast gelmiyoruz. Zemin kadife gibi, el kadar taş yok, hani ite atmaya, tekere koymaya... Bu yüzden dolgu tuğla üretiyor, evlerini de ondan yapıyorlar. Su bol, nehirler kıvrıla kıvrıla akıyor, kanallar araziyi dilimliyor... İnanın sadece bu ova Hindistan'ı beslemeye yeter de artar. Bazı temel çukurlarına bakıyorum 10 metre derinden bile helva gibi toprak çıkıyor. Hintlilerin bir sözü var. "Hindistan gibi toprağı, Osmanlı gibi Devleti, İngiliz gibi siyaseti olan yıkılmaz!" SINIFLAR, SINIFTA KALANLAR Hindistan demokratik bir ülke. Elbette köylünün oyu da bir, mebusun oyu da. Oylar bir olmaya bir de insanlar farklı. Bin parya bir Brahman etmiyor. Tuhaflığa bakın ki alttakiler de diğerleriyle aynı haklara sahip olmak için çabalamıyor, hadlerini biliyor, yerlerine oturuyorlar. Kast sistemine kafa yoran uzmanlar "aynı sosyal sınıfın mensuplarında aynı genetik yapıları" bulmuşlar. Demek ki bir kavim, diğerlerinin iliğini emiyor. Parsadan pay alamayan paryaya "sus sesini çıkarma" deniyor, "uslu dur öbür hayatında kral ol! İtiraz edersen sen bilirsin! Bu defa insan geldin, bi dahakine akrep solucan gelirsin!" Bu tenasüh (hülul, reenkarnasyon) inancı olduğu müddetçe sömürü sürer, zira ezilenlerde mücadele azmi kalmıyor. İŞÇİSİN SEN İŞÇİ KAL İşin aslı şu: MÖ 1600'lerde kuzeyden gelen savaşçılar (Aryalar) Hindistan'ı ele geçiriyorlar. Bu geniş ve kalabalık ülkeyi silah zoruyla tutamayacakları vakıa, halkın arasına karışıp erimeye de yanaşmıyorlar. Egemen azınlık "ayrıcalıklı kalabilmek için" şeytani bir tezgâh düşünüyor ve kast sistemini kuruyor. Hindlilerin masallara destanlara olan merakını kullanıyor, hadiseyi efsanelerle süslüyorlar. Bu sistemde neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna ancak Brahman karar veriyor. Onların altında, Ksatriya'lar var, bunlar asker ve idareci oluyor. Vaisya'lar sanat ve ticaretle uğraşıyorlar. Shudra'lar ekiyor biçiyor. Paryalara ise vebalı muamelesi yapılıyor. Gölgesine bile temas eden kirlendiğini sanıyor, arınmak için Brahmanlara müracaat ediliyor ve ritüeller başlıyor. Şaka değil her altı Hintli'den biri parya ve doğduğu an "mundar" damgası yiyor. Hayatı boyunca sürünüyor, sefelati kabulleniyor. Hindistan'da devlet inanç ve ideoloji dayatmıyor Sih'ler türbanlarıyla askerlik yapabiliyor, Müslümanlar diledikleri kıyafeti giyebiliyor.EFSANELER İÇ İÇE Hindu Kutsal metinlerinin (Veda'ların) M.Ö. 1000 yıllarında yazıldığı sanılıyor. Bhagavad Giita, Mahabharata ve Ramayana destanları ile örgü tamamlanıyor. Brahma'nın dört kafası dört yana bakıyor. Vişnu, yılanla sarmaş dolaş; elinde salyangozdan bir düdük, altında yarı insan yarı kartal (Garuda) bir kuş. Karısı Laksmi para işlerine bakıyor. Şiva (dansçı Nataraja) ise Himalaya'larda yaşıyor ve maalesef esrar cekiyor. İki kaşının arasında üçüncü bir göz taşıyor, eşi Parvati kaplana biniyor ve on koluyla on ayrı silah kullanıyor. Fil başlı Ganeş onların oğlu oluyor. Nasıl karışık değil mi? İzaha da çalışmıyorlar zaten. Zira Hinduizmin yayılmak gibi bir amacı yok. Hindu olabilmek için Hindu ana babadan doğmak gerekiyor. Gelgelelim dinden ziyade bir felsefe olan Budizm yayılmak için her yolu deniyor. Bunlar Tibet'ten organize oluyor bütün dünyaya "guru" ihraç ediyorlar. Profesyonelce yapılan seanslarla "aydınlanma" pazarlıyor, daha ziyade sosyete arasında kol salıyorlar. Delhi'deki onlarca İngiliz okulundan biri... Tabelada St Antony's Kız Lisesi yazıyor, derslere rahibeler girip çıkıyor. Ah o İngilizler Anlamadığım şey şu, İngilizler yaptıkları bunca zulme rağmen çok seviliyor. Cinayetleri hırsızlıkları ortada ama el üstünde tutuluyorlar. Her gördükleri sarışına "Hello sör" diyor, hürmetle eğiliyorlar. Eh ben de sarı sayılırım ya, sör demeleri canımı sıkıyor. Üzerinde iri iri Kâbe tasvirleri olan bir takke takıyor da töhmetten kurtuluyorum. Ve aleykümselaaam muhterem... Oh be! İtibarımız kurtuluyor. Kendini bildi bileli Türklerle dövüşen İngiliz ilk kez Kırım Harbinde Osmanlıya omuz çıkıyor. Bizi Ruslarla tokuşturuyor, o hengâmede Ortadoğu ve Hindistan'a el atıyor. Ve soygun sömürü başlıyor. Düşünebiliyor musunuz Babür sarayındaki tavan süslemelerini bile koparıyor ele geçirdikleri altını cevahiri gemilere yükleyip Britanya'ya taşıyorlar. Tonlarca altını koyacak yer bulamadıkları, Thames nehrinin yatağına gömdükleri rivayet ediliyor. Hindistan'da 1650 dil var bunların 15'i resmi lisan. Ancak alayı can çekişiyor. Kendi aralarında bile İngilizce konuşuyorlar, el kadar bebeler "mami mami" diye zırlıyor. Sağda solda oturaklı İngiliz kolejleri görüyoruz. Hani Britanyadakiler gibi cepheleri tuğla olanlardan. Etrafları yemyeşil çim, çocukları katanalara (iri atlara) bindiriyorlar. İcabında burs ayarlıyor yardım yapıyor ve en zekileri seçip peşlerine takıyorlar. YARIN Pembe şehir "JAIPUR"
.
Pembe şehir JAIPUR
2 Ekim 2008 01:00
Renkler ve sesler arasında HİNDİSTAN -3- Yazı ve fotoğraflar İrfan Özfatura Amber Kalesi Jaipur inşa edilmeden önce Mihraceler Amber kalesinde oturuyormuş. Burası şehrin 10 km kadar dışında yarı kale, yarı saray. Taaa Ekber Şahlı yıllardan kalma (1592). Sarp kayaların üzerinde adeta kartal yuvasını andırıyor. Sarayda yüzlerce teras var ve hepsi de göle bakıyor. Amber Palace'ın yolları dik mi dik, Turistler yokuşu fil sırtında çıkıyor. Sevimli hayvanla laubali olabiliyorsunuz, kulak çekmek hortumuna dokunmak serbest, tabii birlikte poz vermek de... Eh ortalıkta bu kadar turist olunca hediyelik eşya sektörü de patlıyor. Rajasthanlılar zaten el maharetleri ile tanınıyor. Üzeri küçük küçük aynalarla süslü kumaşlardan, şirin elbiseler yapıyorlar. Jaipur, çıkartıp işlediği değerli ve yarı değerli taşları ile tanınan bir merkez. Kesme ve cilalama husunda dünya çapında bir ünün sahibi, düşünebiliyor musunuz kıtalar ötesine mal yolluyorlar. Delhi, Agra bir de Jaipur... Bunları görmeyen Hindistan'ı gezdim demesin. Jaipur o üçgenin önemli ayaklarından biri, ortalık turist kaynıyor. Efendim bu kenti 1699 - 1744 yılları arasında Maharaja (Mihrace) II. Jai Singh kuruyor. Mihracenin ataları Türklerden çok çekiniyor, sarp kalelere çekiliyorlar. Ancak o, Türklerle barış içinde yaşanabileceğine inanıyor ve bunu ispatlamak için bir ova şehri kuruyor. Jaipur Shilpa - Shastra (eski Hint yazıtlarında görülen köşeli bir şekil) biçiminde planlanıyor, şehre 7 ayrı kapıdan girilebiliyor. Mimariye Türk - Hint tarzı hakim. Kubbe bolluğu göze çarpıyor. Sokaklarda at ve deve arabaları. Trafik, İstanbul'dan bin beter, sabrınızı sınıyor. En iyisi yürümek, at çantayı omzuna, al eline bir kamera, objektifi ne yana çevirsen manzara... Maymunlar şehrin yerlisi, ağaçlar, çatılar onlardan soruluyor. Açık bir pencere görmesinler, dalıyor ve talan ediyorlar. Ortalıkta papağandan sincaba kırk çeşit hayvan var, akrabotlar, yılan oynatıcılar... Gök yüzünde sayısız yırtıcı kuş (belki doğan belki atmaca) daireler çizip duruyor, ansızın bir yerlere dalıyorlar. Sanırım farelerden sincaplardan sebepleniyorlar. Sokak çeşmelerinin lüleleri yüksekçe, bakıyorsunuz biri soyunup altına giriveriyor. Yanıbaşlarında akan kalabalığa aldırmadan yıkanıyorlar, bilhassa çocuklar. JANTAR MANTAR Efendim zikrolunan mihrace Müslümanlarla tanışınca gök ilmine merak salıyor. Jantar - Mantar gibi muhteşem bir rasathane yaptırıyor. Güneş saati 30 metre yüksekliğinde ve kolunuzdaki saatleri üç beş saniyelik bir farkla izliyebiliyor. Saat daima emrinizde, sabahtan akşama... Yeter ki güneş olsun havada... Jantar Mantar'a dışarıdan bakan abuk heykeller sergileyen bir sanat galerisi sanıyor ama bunlar çok hususi yapılar. Bu sayede yıldızların yörüngelerini izleyebiliyor, güneş ve ay tutulmalarını hesaplıyorlar. HAVA MAHAL Hava Mahal adı üzerine havadar bir mekan. Tek oda kalınlığında bir bina düşünün lakin bilinen bir hava koridoru üzerine kurulmuş olsun. Öyle ki küfül küfül essin hatta camları sallana. Şehrin en karizma caddesi önünde uzansın. Al kuruyemişini pencere önüne otur tamam. Hava var, manzara var önünden geçen bin çeşit insan, hayvanlar, arabalar... İşte Mihrace bunu saray kadınları için düşünmüş, ki eyleşsin sıkılmasınlar. Hele beşinci kat kaptan köşkü, bütün Jaipur ayak altında. Şehrin ortasında muhteşem bir bahçe görüyorsunuz, içinde Saray. Şu anda müze. Halılar, şamdanlar, avizeler, elbiseler, minyatürler, silahlar artık geçmişe dair ne ararsan. O devrin rasathanesi "Jantar Mantar" Odalarında rüzgarın ıslık çaldığı "Hava Mahal" Yorucu yokuşuna fillerle çıkılan "Amber Kalesi"> YARIN: DOSTLAR ARASINDA
.
DOSTLAR ARASINDA...
3 Ekim 2008 01:00
Hindistan asırlarca bu avludan yönetilmiş. Lal Qila şüphesiz çok zengindir, ta ki İngilizler musallat oluncaya kadar. Cuma günleri camiler boşalmak bilmiyor, mukabele bitiyor namaz başlıyor, namaz bitiyor vaaz başlıyor. Lal kırmızı, Qila kale demek... Lal Qila: Kırmızı Kale! Dikkat ederseniz "al" değil "lal!" Kızılca bir renk bu, sarımsı pembemsi hatta biraz dumanlıca. Efendim Kırmızı Kale 1648 yılında Türk Hint imparatoru Şah Cihan tarafından yaptırılıyor. İlk bakışta zarif bir eserle karşılaştığınız belli, zaten dışı kale, içi saray. Kırmızı kalenin meraklısı çok, önünde uzun uzun kuyruklar... İnsanlar sabırla sıra bekliyorlar. Lahor Kapısından girip kemerler altında ilerliyoruz. Sağlı sollu dükkanlar... Buraya "Mine pazarı" diyorlar. Kapının birinde 'Naubat Khana' yazıyor, soruyorum "o ne?" Açıklıyorlar "Nöbet hane!" Neyse koridor bitiyor ve karşınıza bambaşka bir alem çıkıyor. Burası sesten kargaşadan asude bir bahçe... Ve bir beyit... Farsça... "Eğer yeryüzünde cennet varsa O burasıdır, o burasıdır, o bura! YAĞMAYA RAĞMEN Kalenin arka tarafında Yamuna Nehri akıyor, bu kısımda duvarlar 32 metreyi aşıyor. Nöbet Hane'den kaptık ya artık tabelaları okuyabiliyorum, Divan-ı Aam, avamın maruzat arz ettiği mekan olmalı, Divan-ı Has da sultanın eşrafla buluştuğu mahal. Sanırım elçiler de huzura burada alınıyorlar. İşte ünlü 'Tavuskuşu Süslü Taht' oralarda bir yerlerde duruyormuş zamanında. Bahsi geçen taht yekpare altından imal edilmiş, dahası değerli taşlarla bezenmiş. Tek parça zümrütten bir papağan varmış ki paha biçilemezmiş. Bu eser halen Tahran'da sergileniyor. Niye? Çünkü Nadir Şah meşhur Hind seferi ile Delhi'yi ele geçirmiş ve mezkur tahtın İran sarayına daha fazla yakışacağını zannetmiş. Yağma filan değil sadece estetik kaygılarla... Duy da inanma... Haydi Nadir Şah taşınabilen malları götürmüş, peki ya Britanyalılar? Onlar taşınamayanlara da saldırıyor, tavan ahşaplarındaki inci mercanları bile ayıklıyorlar. Bırakın yakutu, zümrütü, mutfaktaki bakır kapları dahi araklıyorlar. Lal Qila bunca tahribata rağmen sapasağlam ayakta. Hamam, çeşmeler ve Moti (İnci) Mescidi gülümsüyor adeta. Gelgelelim Rang (Renk) Mahal'in rengi mengi kalmamış, İngilizler mermerlere kakılan yarı değerli taşları kazımışlar zira. Renk Mahal içiçe üç salondan meydana geliyor, sultan bu, tek odada ömür geçirecek değil ya... Birinde oturuyor, birinde ibadet ediyor, öbüründe uyuyor. Mümtaz Mahal ise adıyla müsemma, bu salonda en mümtaz eserler sergileniyor. CUMA MÜBAREK 350 yıllık Jama Masjid'in (Cuma Camisi) avlusu geniş mi geniş. Söylediklerine göre 50 bin kişi saf tutabiliyor. Cumalar bayram, belli ki mescid dipten köşeden temizlenmiş, ortalık gül kokuyor. Hintli Müslümanlar o gün yıkanıp paklanıyor, güzel kokular sürünüyor ve kar gibi beyaz libaslarla camiye koşuyorlar. Çocuklarına Cuma şuuru kazandırabilme gayretinde oldukları aşikar. Minik adamların yüzünde nasıl sevinç, nasıl heyecan. Abdest üstüne abdest nur üstüne nur denir ya avluya giren kulleyeteyn havuzuna koşuyor. Hint camileri genelde enlerine geniş, ilk safta daha fazla mümin durabilsin diye böyle bir mimari tutturmuşlar. Namaz bitince kalabalık dağılmıyor kimi rahle çekip Kur'an-ı kerim okuyor, kimi vaiz efendinin etrafında halkalanıyor. Mescidin etrafında dini kitap satan tezgahlar var, burası Müslüman mahallesi, esnaf temizliği ile hemen fark ediliyor. 650 YILLIK BAŞKENT Dış politika elbette uzmanlık gerektiren bir mevzu ama anladığım kadarıyla Pakistan'ın ayrı baş çekmesi hiç şık olmamış. Eğer Pakistan ve Bengaldeş'teki 300 milyon Müslüman Hindistan'dan kopmamış olsalardı şu anda daha müreffeh ve daha itibarlıydılar. Keşmir gibi bir meseleleri yoktu ve belki de süper güç olma yolunda ilerleyen Hindistan'ı yönetiyor olacaktılar. Yeri gelmişken söyleyelim Hindistan'ı zaten bin yıl Türkler idare etti. Delhi'nin (Sultan Aybeg'ten, İkinci Bahadır Şaha kadar 1206 - 1857) tam 650 yıl başkentlik yaptığına bakarsanız bu bir rekor. Efsane başkentlerimizden ne Rey, ne İznik, ne Edirne, ne de Bursa yaklaşamadı o rakama... Ancak fitneci İngilizler, bin yıl birlikte yaşayan insanların arasına kara kedi sokar ve ortalığı kana boyarlar. Ne büyük günah ama... HOLLYWOOD'A KARŞI BOLLYWOOD Hintliler güzel bir ırk fotoğrafa da iyi geliyorlar. Belki de bu yüzden olacak Hindistan sineması Hollywood'a açıkça meydan okuyor. Hele çocuklar masum tavırları ve duru güzellikleri ile göz kamaştırıyor, Maşallah dedirtiyorlar insana. Alayı artist, işte objektifimizin kendisine yöneldiğini hisseten bir jön. Duruş eda, nasıl ama? Delhi'den Delhi beğen... * Biliyor musunuz tam 8 tane Delhi var. Bunların en eskisi Purana Quila (Eski Kale) civarında kurulan İndraprastha. * İkinci şehir 12. yüzyılda Sultan Ala-ud Din zamanında şekillenmiş, Hauz Khas (Has havuz) civarında yer alıyor. * Üçüncü şehir Tughlakabad, şimdi metruk, harabeyi andırıyor. * Dördüncü Delhi, Cihanpenah, 14 yy'da Tuglak hanedanı tarafından kuruluyor. * Beşinci Delhi, Firuzabad diye adlandırılıyor Timur Han'ın burada namaz kıldığı biliniyor. * Altıncı Delhi, Hümayun Şahı yenen Afganlılar tarafından imar ediliyor. * Yedinci Delhi'nin mimarı Şah Cihan. Bu yüzden Şahcihanabad adıyla anılıyor. Ya da "Old City" Mazisi 17. yüzyıla uzanıyor. İşte kırmızı kale ve Cuma Mescid burada bulunuyor. * Sekizinci Delhi (Yeni Delhi) ise "Made in England" Kiliseler, kolejler daha ziyade bu kesimde bulunuyor, son yüz yıl içinde öne çıkıyor. MESCİD-İ CUMA Mescid-i Cuma Delhi'nin en büyük camisi. Tam 350 yıldır müminleri ağırlıyor. Cuma günleri erken saatlerde yıkanıp paklanıyor, ortalık gül kokuyor. Hindli imamlar Hutbe'yi Arapça okuyor, dört halifenin ve Ehl-i beyt'in adlarını okumaya özen gösteriyorlar. AĞAÇ YAŞ İKEN... Cumanın bayram olduğunu biz de biliyoruz ama Delhi'de ayan beyan hissediliyor. O gün çocuklara en yeni elbiseleri giydiriliyor, esanslar sürülüyor, oyuncak ve şekerlemelerle gönülleri alınıyor. Avluda koşturmak, çığlık atmak, kıkırdamak serbest. Yeter ki camiye alışsınlar ufak tefek haşarılıkları hoş görüyor, adeta başlarında taşıyorlar. > YARIN: OĞLAN BİZİM KIZ BİZİM
.
ERKEKLİK SULTANLIK!..
4 Ekim 2008 01:00
Hindistan'da gelin arabası diye bir mefhum yok. Damatlar iki beyaz atın çektiği bir "tonga" ile merasim alanına getiriliyor, erkek evi sultanlar gibi ağırlanıyor. Hindularda damatlar âdeta kutsal. Alıştığımızın aksine kız tarafı erkeğe talip oluyor, kapıyı kibarca çalıp "oğlunuzu verir misiniz" diyor. Oğlan evi naz evi. Kapıyı kapatmıyor lakin aşikare yokuş yapıyor, mızıldanıp duruyor. "Ama"lı parantezler peşpeşe açılıyor. "Ama o, daha çok ufak" "Ama o, okuycak..." Neticede yelkenler suya indiriliyor "eh, olsun bakalım" cümlesi kerpetenle çıkıyor. Sonrası bildiğiniz muhabbetler "Efendim elâlem şunu da alıyor, bunu da takıyor. Aslında ne doktorlar mühendisler istedi de vermedik, benim oğlumun nesi eksik de filan... Bizde gelin arabası olur, onlarda damat arabası... Düğün günü damat iki cins atın (bunlar mutlaka beyaz olacak) çektiği muhteşem bir Tonga (fayton gibi bir şey) tören alanına getiriliyor. Sanırsınız ki Raca! Etrafında bando takımı, ziller, zurnalar, davullar... Kızların işi zor. Önce drohama ve çeyiz için didiniyor, sonra çocuklarını yetiştirmek için uğraşıyorlar. Hindu adetlerine göre adam ölürse, karısının da paketlenip yakılması gerekiyor, yoksa hanfendinin sadakati hakkında şüpheler beliriyor. Bu işi yapan adamlara Sadhu deniyor, bunlar saçı sakalına karışmış adamlar. İnadına kirli, bakımsız ve çırıl çıplaklar. Uzatmayalım uyuşturuyor, tutuşturuyorlar. Vaka, kayıtlara "intihar" olarak geçiyor. OĞLAN BİZİM KIZ BİZİM Zenginleri iyi zengin. Düğünlere devlet bütçesi gerek, inanın su gibi para akıyor. Gelinle damadın boynu bükülüyor. Hüzünden değil efendim takılar yüzünden. Altın, altın, altın gençler Sultanhamam'daki hamallara dönüyor! Adetleri az çok Anadolu'ya benziyor, misal onlarda da kadın kısmı kına yakıyor. Ama öyle avuçlarına pilaki gibi lap lap koymuyor, ince ince işliyor, adeta tablo çıkarıyorlar. Düğün salonları kır gazinosunu andırıyor. Ortalığı sese ve ışığa boyuyorlar, müziği duyan piste fırlıyor. Genç yaşlı iki kıvırıp kurdunu döküyor. Kurt dedik de aklıma geldi, herhalde bunların bağırsaklarında kıl kurdu, solucan, tenya ney yaşayamıyor. Zira yemekleri zehir zakkum, ihtimal parazitleri yakıp kül ediyor. Hindistan'da çocukları "bak şimdi diline biber sürücem" diye korkutamazsınız. Bal pekmez fark etmez, ha biber, ha reçel. Ağızları kalaylı sanki, taamlarına en yeşilinden, kor kızılına her türlü acıyı katıyor, bir barut serpmedikleri, kezzap atmadıkları kalıyor. Resmi evraklarda birkaç çeşit kaşe var, biri "Republic of İndia" diğeri "Bharat!" Evet, evet bildiğiniz baharat. Ülke adını baharattan alıyor. BAHARİSTAN Çarşılar tam curcuna, yüklü merkepler, sürüklenen oğlaklar, kafeslerden sarkan tavuklar... Ortalık yemek kokusundan geçilmiyor, adım başı seyyar aşçı. Yellenen mangallar, tıkırdıyan kazanlar. Kokularına bakılırsa lezzetli olmalılar. Bence yanınızda plastik tabak ve kaşık bulundurun, tadına bakın en azından. Ancak onların kaşıkları (yalanı yok ya) donuk donuk duruyor. Hamur işi yapan seyyarın biri eldiven takmış, elinde beyaz bir bez. Demek ki titiz biri derken eğiliyor o bezle arabasını siliyor. Eldiven ne işe yarıyor peki? Kimbilir adam belki de ellerini koruyor. Yemekler soğanlı sarımsaklı, peki ağız kokusu filan? Yapar ihtimal. Bu yüzden olacak çıkarken rezene ve şeker ikram ediyorlar. Hindistan'da "acaba ne eti" gibi bir tereddüt yaşamanıza mahal yok, zira yemekler ekseri sebze ağırlıklı. Et yiyenler zaten Müslüman. Yine burada bol bol meyve deneme şansınız oluyor. Türkiye'de vitrin süsleyen tropikal nimetler kuruşlu paralara. Hindistan cevizi, papai, muz, mango, ananas... Dilerseniz doğrayıp kokteyl de yapıyorlar. Ancak dikkatli olun baharat maharat atmasınlar. Zira damak tadları çok değişik, sokaklarda satılan limonatalardan aldığınız ilk yudumda gözleriniz dışına çıkıyor. Niye? Çünkü onlar ayranı şekerle, limonotayı "tuzla" içiyor. Garibime giden bir başka şey bütün dünyaya çay satıyor ama şu mübareği demlemesini beceremiyorlar. Çaydan anladıkları sallama poşet, dem demlik semaver bilmiyor, süt katmadan edemiyorlar. Ne yazık ki bu alan da İngiliz hegemonyası altında... ARI KOVANI... 1.3 milyar nüfus dile kolay, bu kalabalıkla nasıl baş edilebilir ki? Belediyeler gayretli de olsalar hizmetler aksıyor. Çöpler dağ gibi ama bizar olmuyorlar. Doğmuş bunu görmüş, başka türlüsünü düşünemiyorlar. Hayvanların da kimyası bozulmuş, ineklere parklardaki körpe filizler de serbest ama gidip köpekler gibi çöpleri didikliyorlar. Meğer inekler ömür boyu süt verdiği için kutsal sayılıyormuş. "İnsana anası bile bir yıl süt verir" diyorlarmış, "bunlar ölene kadar veriyor!" Ancak öküzlere hiç acımıyorlar. İnsanı anası bile 9 ay taşıyor, bunlar ömür boyu taşıyor ama yine de yaranamıyorlar. Evet evsizler mekansızlar var. Ama yokluktan değil, bir kısım insanlar bundan hoşlanıyor. Özellikle kast sisteminin dibinde olanlar yaşama arzularını kaybediyor, postu kaldırımlara serip hayata küsüyorlar. Evet sıcak memleket ama yağmurun ne zaman bastıracağı belli olmuyor. Bir insan beton üzerinde nasıl sabahlar? Bunun tek yolu var uyuşturucu almak. Bu yüzden sadece geceleri değil, gündüzleri de sızıyorlar. Bir de şu var, amele yevmiyesi 70 - 80 rupi, halbuki dilenerek sırnaşarak 300 - 500 kazanıyorlar. Eteklerinize yapışıyor, arabanıza musallat oluyor, "baba baba" diyerek el açıyorlar. Dilencilik kolay terk edilen bir alışkanlık değil, bir süre sonra iş yapmayı "enayilik" sayıyorlar. MAKAS-JİLET YASAK Hindistan'da 18 milyon civarında Sih var. Alametleri 5 K başlığı altında toplanıyor. Kesha (uzun saç), kangha (fildişi tarak), kaccha (kısa pantolon), kara (çelik bilezik) ve kirtipan (kılıç kama). Sihlik, 1469 tarihinde Guru Nanak tarafından kurulmuş, Gurdvara denilen tapınaklarda toplanıp Granth Sahib okuyorlar. Aralarında ciddi bir yardımlaşma var, bu yüzden hayat standartları yükseliyor. Pencab eyaletini kısa sürede sanayi bölgesine çevirmiş, baya baya yükü tutmuşlar. Hatırlarsınız 1982 yılında Akali Dal Partisi Pencab eyaleti için daha fazla özerklik talebinde bulunmuş, Khalistan Özgürlük Cephesi isimli örgüt silah luşanmıştı. Eylemler, eylemler, eylemler... Başbakan İndira Gandi'yi bile öldürmüşlerdi hatta... TEŞKİLATLI VE ZENGİNLER Sihler makas ve jilet kullanmıyor, sakallarını örüyor, saçlarını dolayıp dolayıp türbanın içine tıkıyorlar. Kaşındıkca şiş gibi bir şey sokuyor, ileri geri oynatıyorlar. Hindulardan farklı olarak resim ve heykellere itibar etmiyor, kast sistemine karşı çıkıyorlar. İslamdan etkilendikleri vakıa, hoş bunu saklamıyorlar da. Sih tapınakları aynen Taç Mahal müsveddesi. Uzaktan bakan camiye benzetiyor. Hindistan'la Pakistan'ın ayrılması esnasında milyonlarca Müslüman Pakistan tarafına geçiyor, milyonlarca Hindu ve Sih ise Hindistan'a... Sihlerin Pencab civarında yoğunlaşıyorlar, bu eyalet diğerlerinden daha zengin. Nüfusun 1/40'ini teşkil ediyorlar, ancak buğdayın yüzde 60'ını, pirincin yarısını üretiyorlar. Süt deseniz ona keza... Merkezleri altın tapınak, Mihrace Ranjit Singh o kubbeyi kaplatabilmek için 100 kilo altın harcıyor zamanında. HEDEF SOSYETE Gelelim Budizm'e. Bu bir din değil, felsefe. M.Ö. 500 yıllarında Siddharta Gautama adlı bir ölümlü tarafından kurulduğu biliniyor. Peki yazılı bir kaynak filan? Yok öyle bi şey! Kurallar muğlak sonra gelenler ekliyorlar da ekliyorlar. Budistlere göre hayât ıstırap ile dolu, zevk, safâ bunlar aldatıcı bir rüyâ. Yaşama hevesi sönen "Nirvana"ya ulaşıyor. Peki sonra? Sonrası muamma. Ahirete cennete, cehenneme inanmıyorlar zira... Hatta Allahü teâlâ'ya da... Efendim babam fukaraydı ama ben çalışıp sınıf atlayayım... Yok ya!.. Haddini bilecek ve yerini kabulleneceksin! Azıcık işimi geliştireyim, rakiplerimin önüne geçeyim. Olmaz hemşerim yassah! Ancak son yıllarda alttakiler de çemberi zorlamaya başladılar. Artık ciddi bir sanayi ülkesi oldular, ticareti de öğreniyorlar. Düşünebiliyor musunuz, sadece yazılımdan 40 milyar dolar kaldırıyorlar. Hindistan öyle es geçilecek bir ülke değil, önümüzdeki yıllarda dünya siyasetine ağırlığını koyarsa şaşmayın. Ancak münasebetlerimiz hâlâ zayıf Hintliler Türkleri yeteri kadar tanımıyorlar. Ülkedeki bütün Türk İslam eserlerini hatta Taç Mahali "Made-in Moğol" diye sunuyorlar. Halbuki Cengiz'in yıkamadıkları bunlar, gözden kaçırdıkları, elinden kurtulanlar... Birileri n'olur anlatsın onlara, Kutup Minar, Kırmızı Saray, Hümayun Han Türbesi hep Türklerden miras. SEYYARLAR İŞ BAŞINDA Çarşılarda adım başı seyyar aşçı. Mangal yelleyenler, hamur açanlar, soğan soyanlar... Titizlenir misiniz bilmem ama nefis kokuyorlar. Korkunun ecele faydası yok denemekte yarar var. LİMONATAYA DİKKAT! Sokakları parsalleyen limonatacılardan biri. Unutmayın onlar limonu tuzlu içiyorlar. Aslında fena bir lezzet değil ama tatlı bir şey bekleyenlerin içleri bir hoş oluyor. Şehir kalabalık, hayat hızlı, hava bayıltacak kadar sıcak... Molaları şekerleme ile değerlendiriyorlar. Sihler topuklarına ulaşan saçlarını sarıp türban altında saklıyor. > YARIN: MANEVİ COĞRAFYA
.
Uğruna Tac Mahal yaptırılan kadın MÜMTAZ MAHAL
5 Ekim 2008 01:00
"Seyyahlar ikiye ayrılır" demiş bilgenin biri, "Tac Mahali görenler ve diğerleri!" Hint-Türk imparatoru Şah Cihan'ın eşi Mümtaz Mahal (Ercümend Banu) ile mutlu bir evlilikleri vardır. On yedi yıl aynı yastığa baş koyar, adeta balayı tadında yaşarlar. Sabah zoraki ayrılır, akşam hasretle kucaklaşırlar. On üç şirin çocukları olur ki bunlar içinde afacan oğlanlar da vardır, hanım hanımcık kızlar da... Mümtaz Mahal şüphesiz güzel bir kadındır. Ama onu farklı kılan yüz güzelliğinden ziyade huyunun güzelliğidir. 13 çocuk doğuran bir kadının yaşı nereden baksanız otuzu aşar. Yıllar yıpratıcıdır, şüphesiz yüz çizgileri belirmeye başlar. Kaldı ki bir şah, genç hanımlar edinmekte zorlanmaz. Rusya'dan sarışınını Afrika'dan esmerini Çin'den çekik gözlüsünü getirtebilir pekâlâ. İhtimal böylesi cariyeler de vardır elinin altında. Efendisinin gözü bir başkasını görmediğine göre Mümtaz Mahal "özel bir kadın" olmalıdır mutlaka... Bir kere Türk kızıdır eli kabza tutar, ata sıkı biner, okunu yaman salar. Zekidir, müşfiktir, fedakârdır sonra... Edeplidir, afiftir, zarifdir... Kur'an-ı kerim'i çok okur etrafındakilere de öğretmeye çabalar. ONDÖRDÜNCÜ ÇOCUĞUNA... Neyse hikayemize gelelim, Mümtaz Mahal henüz ufaklığı emzirmektedir ki hamile kalır bir daha. Dokuz ay kör topal geçer, vakit saat gelir, ebeler koşuşturmaya başlar. Bu kez doğum zor olacağa benzer, sadık kadın dişlerini sıkar, ıstırabını kocasından saklar. En zor anlarında bile gülümser, hiçbir şey hissettirmez ona. Şah Cihan tam 13 kez bu kapının önünde beklemiş, her seferinde de nur topu bir yavru almıştır kucağına. On dördüncüsü de böyle olacaktır ihtimal. Zor saatlerdir ama geçeceğini umar. Ortalığı birazdan ıngaa sesi saracak ve nedimeler çekilecek baş başa kalacaktırlar. Doğum kolay değildir elbet, Mümtaz al al yanacak, yanakları güllenecektir gonca gonca. Cebinde nadide mücevherlerden mamul bir gerdanlık vardır, alnına bir buse kondurmalı ve kibarca takmalıdır boynuna... O bu hayallerle meşgulken odaya girip çıkanlar artar, içerde tuhaf şeyler olur. Acaba... Yoksa? Nitekim hekimbaşı ezile büzüle gelir ve "başınız sağ olsun" diye fısıldar. O ana kadar, hıçkırıklarını tutan nedimeler koyverirler feryadı, ulu perdeden çığlıklanırlar. Sultanın eli ayağı boşalır, kulakları uğuldar. Gasl, defn, telkin, ıskat... Taziyeye gelenler, hafızlar, duahanlar... Üç gün böyle geçer artık başsağlığına da gelmez olurlar. O kargaşa da neleri kaybettiğini anlayamamıştır, işin vahameti yalnız kalınca ortaya çıkar. Söyleyin bu koca saray onsuz neye yarar? Gün boyu Agra'yı dolanır, her köşesini konuşturur ayrı bir hatırayla. Nereye baksa Mümtaz, her mahal Mümtaz Mahal! Kalbinden koca bir parça kopmuştur, gayri bu yara merhem tutmaz. Orduyla maliyeyle nazırlarla uğraşacak halde değildir, tacını tahtını oğluna bırakır, alemine dalar. Sabah karısının mezarı başında, öğlen karısının mezarı başında, yetmez akşam da... Dile kolay iki koca yıl böyle geçer ve kafasında bir hayâl şekillenmeye başlar. Evet Mümtaz için bir türbe yaptırmalıdır. Büyük bir türbe ama... Aşkı kadar büyük olmasa da... Mimarlarını çağırır akıl fikr sorar. Onlar böylesi bir eseri yapsa yapsa İstanbullular yapabilir der ve Mehmet İsa Efendiye davetiye çıkarırlar. İsa Han Şiraz'da bulunmaktadır o sıralar. Neyse Tac Mahal'in temelini dualarla atarlar (1632). Dile kolay 20 bin işçi 21 yıl boyunca geceli gündüzlü çalışır, 10 fersah öteden 40 adam ağırlığındaki mermer blokları taşırlar. Bu iş için yollar açar, binlerce fil kullanılırlar. Taşları Tac Mahalin tepesine çıkaracak vinç yoktur henüz, çıkrık ve makaralar ise çok çok elli yüz okka tartar. Bu yüzden 3300 metrelik bir rampa yaparlar. İĞNEYLE KUYU KAZMAK Evet kabasını bitirmek de vakit alır ama asıl emek ince işçiliğindedir, yeryüzünün en ünlü hattatlarını nakkaşlarını (yine İstanbul'dan hattat Serdar) çağırırlar. Fırçayla boyayıp geçmez, desenleri mermere çizer, ince ince oyarlar. Boşluğa akik, ametis, kuvars, turkuaz kakarlar. Taşa taş kakma, ki buna "pietra dura" diyorlar... Agralı ustalar el kadar iş için bir hafta uğraşıyorlar, düşünün koca türbede ne emek var? İğneyle kuyu kazmak dedikleri bu mu acaba? Neyse Tac Mahal biter, efsane türbe mermerinden olacak gün doğarken ve batarken değişik renkler alır. Hem dolunaylı gecelerde gelin gibi çıkar ortaya. Bir bakarsınız krem, bir bakarsınız leylâk. Kah kızarır alev alev, kah sararır safran safran. Hani bir şeyler yazma ihtiyacı duyarsınız, insanı zoraki şair yapar. Günün ilk ışıkları ile firuze topaz, ametisler parlar, allar morlar yeşiller raksa başlar "Nasıl" diye sorarsanız, vazifeli memur elindeki feneri mermere dayar. Mermer süt gibidir, adeta yarı şeffaf. Işığı geçirmekle kalmaz, yayar da... İKİZİNİ PLANLAMAKTADIR Kİ... Şah Cihan Tac Mahal'in birebir bir kopyasını da kendisi için yaptırmak ister. Hatta Yamuna nehrinin öte kıyısında yer bakar. Bu türbe Tac Mahal'in aksine siyah mermerden olacaktır. Ancak oğlu Evrengzib "yeter artık" der, "bütçemiz bir türbeyi daha kaldıramaz." Bundan böyle babasının Agra kalesinde ağırlanmasını arzular (bizim ellerde buna hapis diyorlar) Şah Cihan, ölünceye kadar (1666) tıkıldığı kulede yaşar. Tam 7 yılını pencere önünde geçirir, sevgili hanımının kabrine bakar. Hatta rivayet edilir elden ayaktan düştüğünde karşısına bir ayna koydurtur, Tac Mahalin zarif aksinde hatıralara dalar. Ne aşk ama... ADAY 'MÜMTAZ'LAR Hintli kadınlar ne eder eder kocalarını Tac Mahal'e sürüklerler. Bildik hikâyeyi altını çize çize, üstüne basa basa tekrarlar, "Bak şu Şah Cihan'a da, ibret al" der mevzuyu bağlarlar. Satılsa bitmişti 18. yüzyılın başında bir İngiliz Generali Tac Mahal'e takar, söktürüp Londra'ya götürmeli ve çıkarmalıdır mezata. Birkaç gözde parçayı aparır koparırlar, müzayedeye katılırlar. Ama bakın şu Allahü tealanın işine ki bekledikleri talebi bulamazlar, proje yatar. İyi ki de yatar. Hindistan hükümeti Tac Mahalin üzerine titriyor, içeri girenlere galoş veriyorlar. Ola ki çizersiniz diye bütün metal eşyaları elinizden alıyorlar. Türbeyi sanayi atıklarından ve egzoz gazlarından korumak için civara motorlu vasıta sokulmuyor. Ancak at arabaları ve elektrikli minibüsler yaklaşabiliyor. Geç kalmış bir tedbir, halbuki hemen arkasındaki Yamuna Nehri zift akıyor, ezkaza düşen solaryumdan çıkmışa dönüyor. Yamuna dediğin Ganjın kollarından biri, iyi de bu suda nasıl yüzülebilir ki? Hava bunaltacak kadar sıcak ama malaklar bile lütfedip girmiyorlar. Humayun Şah Türbesi Sadece kadınlara mı? Bir hanım böylesi masrafa değer mi? Değer olmalı, Türbe ortada. Peki bir bey? O da değermiş meğer. Şöyle ki Humayun Şah vefat edince hanımı Hamide Banu, Tac Mahal'den daha mükemmel bir türbe yaptırır kocasına. Üstelik Tac Mahalin yapılmasına 100 yıl vardır daha... Tac Mahalin arkası nehir, bunun ise dört bir yanı bahçe, hani gözünüzün uzandığına... Evet ben de bir simetrikolikim ama bunlar aşmışlar. Sağa bakınca ne görürseniz solunda da aynısı var. Yollar, su kanalları, tarhlar, nöbetçi kulübeleri, burçlar, havuzlar. Sağ taraftan resim çek, ters çevir yapıştır, sol taraf da tamam. Mir Muhammed Numan Türbesi Mütevazı fakat... Agra'da Tac Mahali andıran başka türbeler de var. Mirza Gıyas Bey'inki meselâ. Bu türbeyi 1628 yılında kızı Nur Cihan, (imparator Cihangir'in hanımı Mümtaz Mahal'in annesi olur) yaptırır babasına. Tac Mahal'e benzer ama daha ufak ve daha sanatlıdır. Agralılar "Baby Taj" (Yavru Tacmahal) derler ona. Ekber Şahın anıt mezarı da devasadır, inanın ıslık çaldırtır insana... Ancak en nurlusu Mir Muhammed Numan Hazretlerininki. Evet fakir bir mahallede bulunuyor, bahçesi çiçeksiz, kubbesi çelimsiz, malzemesi sıradan ama çağlara ışık tutan bir zirve yatıyor bağrında. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin has talebesidir o, buram buram Ehl-i beyt kokar!
.
Asıl zenginlik toprak altında
5 Ekim 2008 01:00
Otoyolda ilerlerken sayısız köye girip çıkıyoruz, evler tuğla rengi sıvalar topraktan, beyaz beyaz kubbeler yükseliyor aradan. Bunlardan biri Hindu mabedi, biri Sih tapınağı oluyor, biri de Cami tabii... Yanına minare nasıl da yakışıyor. Müslümanların işareti ay yıldız, nazlı hilalin değişik türevleri alemleri şenlendiriyor. Hind Müslümanları akça pakça elbiseleri, evlerinin ve dükkanlarının temizliği ile dikkat çekiyor. Çocuklar nasıl şeker, nasıl nurlu, ihtiyarlar da bakımlı, saçları taralı, sakallar bir tutam. Müslüman kadınları kalabalığa karışmıyorlar, tezgahtarlık yapmıyorlar mesela. Aşırı evcimenler, kendilerini pek sakınıyorlar. Bol elbiseler giyiyor, yüzlerini de örtüyorlar. Onları acele acele evlerine dönerken görebiliyorsunuz, yanlarında ya yaşlı bir kadın ya da çocuk oluyor. Böylesi bir hengamede erimeden kalabilmek kolay mı? Bunu türbelere gidince anlıyorsunuz. Veliyullaha büyük bir muhabbet besliyor, onlar gibi olmaya çabalıyorlar. Bu hoşça bir yol, selamete çıkarıyor. ÇÖLDE VAHA Eski Delhi'nin köhne sokaklarında ilerliyoruz. Yüzlerce tuk tuk, binlerce Rikşa... Hamal, seyyar, başıboş hayvanlar... Araba, araba, araba... Trafik hem sağdan, hem soldan akıyor, hani tokuşmuyorlar da. Üzerinde "Bülend Dervaza" yazan yeşil bir kapının önünde duruyoruz, avluya adım atıyorsunuz hava değişiveriyor. Ne zil siren, ne de çıngırak korna. Kuş seslerini duyar oluyorsunuz, yaprakların hışırtısını da... İlerliyorsunuz bir mescid. Küçük hafızlar rahlelerine kapanmış mırıl mırıl okuyorlar. Avluyu geçiyorsunuz bir kapı daha... Dört sütunun taşıdığı kubbe altında adı Anadolu'da, Arabistan'da, Balkanlar'da, Orta Asya'da, Afrika'da anılan bir büyük yatıyor. Evet Muhammed Bakî-billah hazretlerinin huzurundasınız. Düşünebiliyor musunuz İmam-ı Rabbani gibi bir zirve ilim edep öğreniyor bu dergâhta. SERHEND-İ ŞERİF İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki Serhendi Müceddid-i Elf-i sani... Adı Ahmed, Hazreti Ömer'in torunu olduğu için Faruki, vatan tuttuğu şirin beldeden ötürü Serhendi! Malum her asrın bir müceddidi olur, o ise ikinci binin (elf-i sani) yenileyicisi... Yenileyici deyince yeni şeyler söyleyen değil elbet, aksine inanç ve ibadetlere karışan bidatleri ayıklayan, arındıran! Aslını arayan, sünnet-i seniyyeye harfiyen uyan ve uyduran... Ehl-i beyt ve sahabe sevgisini dorukta tutan... O her vesileyle Asr-ı saadeti anlatıyor, Fahr-i Kâinatın (sallallahü aleyhi ve sellem) Medinesi'ne çağırıyor. Müşfik, edip, hatip... Evrengzib gibi bir sultan bile kapısında köle oluyor. Siması nurani, eli ve sofrası açık... Öyle ya, Allah dostu nasıl olabilir ki başka? Aleyhisselatü vesselam Efendimiz "Ümmetimin alimleri Beni İsrailin nebileri gibidir" buyurmuşlar. Evet Serhend-i şerifte ümmetin alimleri medfunlar... Bu belde hicri bin yılında yeryüzündeki en önemli ilim merkezlerinden biri, İmam-ı Rabbani'nin (kuddise sirruh) ardından Muhammed Masum ve Seyfeddin Faruki hazretleri kutlu vazifeyi devralıyorlar. Bu eşikte Abdülehad Serhendî, Ahmed Kâbilî, Dehlevî, Gulâm Muhammed Ma'sûm, Hacı Hıdır Efgân, Kayyûm-i Zaman, Muhammed Sâdık, Muhammed Saîd Fârûkî, Muhammed Sıddîk, Ubeydullah Serhendî, Rükneddîn-i Çeştî gibi pırlantalar yetişiyor. Ancak günümüzde bir avuç Müslüman var... Sağda solda Sih tapınakları, çember her geçen gün daralıyor. İngiliz fitnesi işte, kargaşa yıllarında Müslümanlar Pakistan'a çekilince Serhend-i şerif sahipsiz kalıyor. İşte bu yüzden ziyaret çok önemli... Türkiye'den birileri gelmiyor mu mukimlerin yüzü gülüyor, tahammül eşikleri yükseliveriyor.   Hintliler, Veliyullahın huzuruna girerken mutlaka gül alıyor. Kabri, bahçeye çeviriyorlar. VELİLER ŞEHRİ Delhi veliler şehri... Abdülazîz Dehlevî, Abdülvehhâb Buhârî, Ahî Sirâc, Ahmed Kihtû, Çırâğ-ı Dehlî, Ebû Saîd-i Fârûkî, Ebü'l-Hayr Fârûkî, Emîr Hüsrev Dehlevî, Fethullah Evdehî, Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî, Mahdûmzâde Ebü'l-Kâsım, Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed, Muhammed Hâcı Efdal, Muhammed Huccetullah, Muhammed Hüseyin Sâhib, Muhammed İhsân, Muhammed İsmâil, Muhammed Sıddîk Keşmî, Nâgûrî, Necîbüddîn Mütevekkil, Nizâmeddîn Evliyâ, Şâd-ı Dîv, Şâh Abdürrahîm Dehlevî, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, Ubeydullah bin Bakî-billah, Ziyâeddîn Bernî ve adını bilmediğimiz niceleri... Altın halkadan Dönüyoruz Delhi'ye Hinduların ölülerini yaktıklarını söylemiştik, eğer bir kabristan görüyorsanız orası Müslüman mahallesi oluyor. İşte kabristanlarından birine giriyoruz. Gün geceye gebe, müezzin minarede! Minik mollalarla birlikte saf tutuyoruz, lisanımızdan anlayan yok ama gülümseyen gülümseyene. Akşam namazını eda edip mezarlığın derinliklerine ilerliyoruz, bilmediğimiz ağaçlar, görmediğimiz çiçekler, kabirler üst üste... Ve bir düzlük, ortada tek kabir, taşı diğerlerinden daha irice... Burada farklı biri medfun olmalı. Evet hem de çok farklı. Rehberimiz Ahmed Kuseyri, "Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin huzurundayız" diyor edeble. PANİPUT SOKAKLARINDA Paniput ekseriyetin de ötesinde yüzde yüz Müslümanların yaşadığı bir şehirmiş zamanında... Bugün binde bir bile değiller. Halbuki Abdülkebîr Evliyâ, Alâeddîn bin Es'ad Lâhorî, Celâleddîn-i Hindî, Şâh-ı A'lâ, Şeyh-ül-Meşâyıh Behrâm (Beytûlî) hazretlerinin yaşadığı biliniyor. Senâullah Dehlevî, Şemseddîn Pâni-pütî gibi iki meşale var ki sonra gelen alimler dönüp dolaşıp onlardan nakil yapıyor. Bu iki büyüğümüzün mescidleri okyanusta ada gibi, üç beş garip mümin gölgesine sığınıyor. Paniput sokaklarını tasvir edebilirim ama bu sayfaya yakışmaz. Şu kadarını söyleyeyim ortada domuzlar dolanıyor, lağımlar açıktan akıyor, paçanızı sıvamazsanız necaset tepenize çıkıyor. Türkiye'den gelen iki otobüs dolusu ziyaretçi. Hatırlanıyor olmak bu kadar mı önemliymiş kardeşlerimiz duygulanıyorlar, gözlerinde buğu, yüzlerinde çiçekler açıyor. MAZHAR-I CAN-I CANAN Delhi'de asırlık dükkanlar arasından ilerliyoruz... Yer yer kokular çarpıyor yüzünüze, misk satanlar, buhur yakanlar, galete kurabiye pişiren fırınlar... Mamulleri alıp yiyebileceğinizi hissediyorsunuz, tezgahlar fark edilecek kadar temiz, turşucuların bile yüzü bal satıyor. Besbelli bu semtte Müslümanlar ağırlıkta... Geldik deniyor duruyoruz, halbuki çarşı aynı yeknesaklıkta uzayıp gidiyor. Nereye geldik, ne bulacağız burada? Bir kapı açılıyor seyyar tezgahlar arasından. Giriyorsunuz kapanıyor. Bir anda şehirle alakanız kesiliyor. Geniş bir avluya çıkıyorsunuz, dört taraf medrese, kapı kapı, oda oda! Bir yanda sevimli mescid, türbe tam ortada... "Kim medfun" diye soruyorsunuz. Rehber hayatınızda derin izler bırakan bir ismi fısıldıyor. Seyyid, şehid Mazhar-ı Can-ı Canan! Dahası Abdullah-ı Dehlevi Hazretleri yanıbaşında... Bu ne saadet? Bu insanlar ne kadar bahtiyar! Külliyenin güçlü bir kütüphanesi var, taşbaskılar, yazmalar... Enes Bey Mazhar-ı Can-ı Canan hazretlerinin torunlarından. O da dedeleri gibi talebe okutuyor. Paniputi Hazretlerinin bizzat eliyle yazdığı bir kitabı gösteriyor. Tefsir-i Mazhari bu... Doğrusu şirin külliye'ye yakışıyor. Bu isimleri hatırlıyor olmalısınız, M. Emin Arvas ağabeyimiz Ramazan sayfamızda o kadar güzel anlatmıştı ki... 
.
Yemînü'd-Devle, Emîrü'l-Mille Gazneli Mahmud
12 Ekim 2008 01:00
Bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş'te yaşayan yarım milyar Müslüman, Mahmud-ı Gaznevi'yi "sebeb-i saadetimiz" diye tanıyor, ünlü Türk Sultanını minnetle ve rahmetle anıyorlar... KUTUB MİNAR Zarafetinden olacak uzaktan bakan onu kalem endamlı bir minare sanıyor, yanına gelince taban çapı 15 metre olan bir devle karşılaşıyorsunuz. O yeryüzünün en yüksek minaresi, 5 şerefesi var. Ne yazıkki en üst dilimi bir İngiliz teyyaresi buduyor. Bilirsiniz, dedelerimiz fevkalade binici ve muhteşem atıcıdırlar. Sürekli zinde kalabilmenin eğlenceli bir yolunu bulurlar: "Av!" İşte Sebük Tekin de yaz demez, kış demez ava çıkar. Elinden ne uçan, ne kaçan kurtulur, fakir fukara yolunu bekler, paylarını alırlar. Ama o gün... O gün ortalık nasıl sessizdir anlatılamaz, tabiri caizse yaprak oynamaz. Saatlerce beyhude dolaşır, yolunu bekleyen garipleri düşündükçe sıkıntı basar. "Nasibimiz yokmuş n'apalım" deyip dönüşe geçmiştir ki bir ceylan yavrusu gözüne batar. Garibim bir köşeye sinmiştir, soluk bile almaz. Evet bu şekilde yırtıcı hayvanların elinden kurtulabilir ama Sebük Tekin'i atlatamaz. Kahramanımız atından iner, minik yavruyu şefkatle kucaklar. Zavallıcık önce ürker, titrer ama sonra ufak ufak sokulmaya başlar. Kim bilir, belki de annesini kaybetmiştir, bunu alıp götürmeli sütle şekerle beslemelidir. Ortada bırakacak değildir ya... Tekrar atına atlar, bir miktar yol almıştır ki takip edildiğini hisseder. Ardına döner, aaa o da ne? Anne ceylan! Yürür o da yürür, durur o da durur. Analık işte canını riske atar ve her seferinde biraz daha yaklaşır avcıya. Aradaki mesafe iyice daralmıştır artık, hayvanın inlemesini duyar. Yalvarır sanki, matem, ağıt hepsi bir arada... Sebük Tegin küçük dostunun pembe burnuna ufacık bir buse kondurup salar. Anne ile yavru bir anda sarmaş dolaş olurlar. Minnet, sevinç, şükran, belki de dua... İlk defa eli boş döner ama huzurla. BÜYÜK MÜJDE... O akşam rüyasında Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) görür, ona "bu merhametin karşılıksız kalmayacak" buyururlar, "Hindistan yurt olacak oğluna!.." Eh bu arada hatırlatalım, kendileri Gazneli Mahmud'un babası olurlar.Sebük Tegin adı sanı olmayan bir Karluk Türküdür aslında... Issık göl kıyısına ilişen Barshân kasabasında doğar zamanında. Sonra neler olursa olur, köle olarak alınır, satılır ve kendini buluverir Samani sarayında. Merttir, dürüsttür, gözü karadır, lûgatında "ama" diye bir kelime bulunmaz. Amirleri zor vazifelere onu yollar, becerip geleceğinden zerre kadar şüphe duymazlar. Sebük Tegin, Zâbulistân emirinin kızıyla evlenince hızla yükselir ve Samani saltanatının sallandığı yıllarda devletini kurar. Gazneliler öncelikle kuzey doğu Belücistan'da zemin tutar, bilahare Toharistân, Zemîndâver'e yayılırlar. Başbuğ Sebük Tegin'in oğulları seçme gençlerdir. Ancak Mahmud kardeşlerinden bir adım öndedir. Hem ilme meyyaldir, hem fevkalade zekidir. Çocuk yaşlarda Kur'an-ı kerimi ezberler, binlerce hadis öğrenir bu arada. Hindistan'da nereye dönseniz bir İslam eseriyle karşılaşıyorsunuz, bu zarif mimari sadece Müslümanları değil, Hindu, Budist ve Sihler'i de cezbediyor.15 YAŞINDA KUMANDAN Akranlarının çelik çomak oynadığı çağlarda beylerle vezirlerle oturup kalkar, devlet çarkının nasıl döndüğünü kavramaya başlar. Zaman zaman babası onu yerine vekil bırakıp sefere çıkar. Henüz 15 yaşında iken Zemindaver şehrinde "hakkıyla" valilik yapar. Aynı yıl Lâmgân'da Hinduşahi hanedanından Caypal ile savaşırlar. Mahmud'un çok adamı yoktur ama cesaret ve zekasını konuşturur, ünlü Racanın dumanını atar. Gazneli Mahmud saltanat meraklısı değildir ancak babasının vefâtı üzerine eşraf "bu halkı ancak sen toparlayabilirsin" der, ona tabi olurlar (997). O yıllarda Hindistan huzura hasrettir, Racalar fukaranın canını çıkarır, ölen erkekler dul eşleriyle birlikte yakılır. Büyücüler bin çeşit masal uydurur, sihir ve tılsımla milleti uyuturlar. Karmati daileri de meydanı boş bulur, her taşın altından bir fitneci çıkar. Sultan Mahmud bir hamlede Sâmânîlerin elinde kalan Buhârâ, Horasan, Herat, Belh, Bust ve Kâbil'i ülkesine katar. İran taraflarında hüküm süren Şiî Büveyhîleri masaya oturtur, hokkayı kağıdı önlerine koyar. "Açıkça söyleyin savaş mı istiyorsunuz barış mı" diye sorar. Nitekim sulhta karar kılar, o defteri kapatırlar. HALİFENİN DUASIYLA Abbâsî halîfesi Abdülkadir, genç sultana çok güvenir, ona taç, hil'at ve bayrak yollar. Sahip olduğu memleketlerin ahidnamesini vermekle kalmaz, "Yemînü'd-Devle" ve "Emîrü'l-Mille" sıfatlarını sunar. Sultan Mahmud çok hislenir, bu teveccühe lâyık olabilmek için yollara çıkar, tam 45 yıl yatak yüzü görmez, toprağı döşek yapar. Dile kolay, Hindistan'a tam 17 sefer açar. İslam uleması Hindlilerle oturur konuşur, tebliğe başlarlar. Fanatik Hindular atlanıp pusatlanıp saldırıya kalkarlarsa da, Vayhand Racası Caypal'i (on beş oğlu ve torunlarıyla) ele geçirir, içeri tıkarlar. Ardından Bhatiya Racası Beci Ray üzerine yürür ve bütün kalelerine İslam sancağı asarlar. Bu bölge insanı daha mülayimdir, nur yüzlü mollalara muhabbet kurar, Türklere katılırlar. Sultan şiire edebiyata meraklıdır, ilmi münazaralarda bizzat bulunur, halkın gönlünü hoşça tutar. Beldeleri çil çil kubbelerle donatır, hanlar, hamamlar, kervansaraylar... İnsanlar fevc fevc İslama koşar, mescitler papatya gibi patlar. Sultan Mahmûd, onuncu seferini, Thanesar'a yapar. Mukâvemetle karşılaşmadan şehre girer ve putları kırar. "Çakrasvami" adlı ünlü bir put vardır ki ona dokunulamayacağına sanırlar. Sultan Mahmud bahsi geçen putu bacağından sürür, halkın korkularını yıkar. Allahü teâlânın lütfü keremi ile niceleri hidayet bulur, Müslüman olurlar. Hindistan'da insanlar sınıf sınıftır, yukarıdakiler kral gibi yaşar, alttakiler hayvan gibi kullanılırlar. Kast denilen yüz kızartıcı sistemde tasnifi yapanlar (Brahmanlar) kendilerini sırça saraylara lâyık bulurlar. Paryalar hesaba bile katılmaz. ÜSTÜNLÜK TAKVA İLE Müslümanlar sınıf farkına aldırmadan herkesi kucaklar. İslam uleması "üstünlük sadece takva iledir, abid bir köle fasık bir beyden daha değerlidir" deyince yer yerinden oynar. Kast sisteminden nemalananlar perişan olurlar. Gazne ordusundaki Türk, Afgan, Fars ve Arap askerleri zamanla Hintlilerle kaynaşır, ortaya hepsinin anladığı ortak bir lisan (Urduca) çıkar. Her bakımdan zengin bir medeniyettir bu, değişik yemekler, farklı kıyafetler, nakkaşlar, hattatlar... Mimaride çok zarif bir çizgi yakalarlar. Bir gün Bulendşehr Racası, Sultânın kapısını çalar ve Müslüman olduğunu açıklar. Gazneli Mahmud onu kırk yıllık dostu gibi kucaklar. Sadece o mu? 10 bin adamı da İslâmı seçer, "vazife verin, dinimizi yayalım" diye yalvarırlar. Artık omuz omuza saf tutar, secdeye birlikte kapanırlar. Sultan Mahmud mülayim bir insandır, affedicidir, ancak batılı yayanlara ve fitne çıkaranlara acımaz. Putları (ki bunlar ekseri altındır) kırıp parçalar, halka dağıtmaya bakar. Hoş bunlar zaten onların malıdır. Garipler bir ömür Brahmanlara çalışmıştırlar. Somnat'ta milyonlarca Hindu tarafından ziyâret edilen bir put vardır ki üzerindeki yakutların misli benzeri bulunmaz. Bunu da yüz üstü yıkar, kırıp, ufalar fukaraya dağıtırlar. Sultan Mahmud Hindlilere avuç avuç para sunduğu halde Gazne'ye büyük bir servetle döner, ganimeti beş yüz fil kaldıramaz. Gazne ordusunda sadece Türkler yoktur, her memleketten gönüllüler saflara katılırlar. Bunların tek arzusu İslâmı yaymaktır, taşıdıkları bayrağın şanına yakışmayacak hareketlerden kaçar, kul hakkından çok korkarlar. Haza Alperen... Bilirsiniz başarılı sultanların ardında mutlaka veliyullahtan biri durur, onları manevi zırhlarıyla sarar, adeta gölge olurlar. Nasıl Osman Gazi'nin ardında Şeyh Edebali, Fatih'in yanında Akşemseddin varsa... Ve nasıl Timur Han, Seyyid Emir Külal hazretlerinden himmet umarsa... Peki Gazneli Mahmud gibi büyük işler yapan bir sultan başıboş olabilir mi? Olamaz, ardında gözü yaşlı dualar olmasa Hindistan denilen ifrit kuyusundan kolay çıkamaz. İşte o da "şeksiz süphesiz bağlanacağı" bir büyük arar. Öyle ya Allah dostlarının emrine girerse, "daha çok hizmet" eder "daha az hata" yapar. İran içlerinde konakladıkları günlerden birinde Ebü'l Hasen Harkani hazretlerinin methini duyar. Huzuruna gidip tanışmayı arzular. Kadı İyad ile birlikte silahtar kıyafetine bürünür, dergahın kapısını çalarlar. Büyük veli, sultanı tanır ama aldırmaz, sohbeti bölüp de ortalığı ayaklandırmaz. Gece yarısına doğru şakirtler birer ikişer dağılırlar. Sultan Mahmud, Bayezid-i Bistami (Kuddise Sirruh) hakkında birkaç soru sorar. Söz hocasından açılınca Ebül Hasan Harkani bir hoş olur, muhabbetle dolar taşar, sular seller gibi anlatmaya başlar. Nurlu mekana ayan beyan feyz yağar. Bu arada sultana ismiyle hitap eder ki onu daha girerken tanıdıkları çıkar ortaya. DERVİŞE DAYANAMAM Ebü'l Hasan Hazretleri ayrılırken onları kapıya kadar uğurlar, adeta bağırlarına basar. "İçeri girdiğinizde sadece sultandınız" der, "şimdi ise tasavvuf yoluna adım attınız. Ben sultanlar için ayağa kalkmam ama dervişlere dayanamam!" Dahasını da yapar sırtlarından çıkardıkları hırkalarını Gazneli Mahmud'un omzuna bırakırlar. Sultan bir ara hiç ummadığı bir yerde, hesaba gelmez Hindu askeri ile karşılaşır. Nefsi için çekinmez ama İslam askerinin kırılmasından çok korkar. Hemen Ebü'l Hasen Harkani hazretlerinin hırkasına bürünür, alnını secdeye koyar. "Ya Rabbi şu hırkanın hatırına" diye yalvarmaya başlar. Henüz elini yüzüne sürmemiştir ki düşman mevzilerinde bir hortum patlar. Çadırlar uçuşur, hayvanlar kaçar, ağızlarına burunlarına toprak dolar. Müslümanlar kayıpsız kurtulur, hem zafer kazanırlar. Ebü'l Hasan Harkanî Hazretlerinin dergâhı... Harkan-Bistam (İran) Oğlum da olsa affetmem Meşhurdur.... Dul bir kadın, sultana gelir "bizarım, efendim" der, "çapkının biri geceleri kapımı zorluyor!" Sultan Mahmud hemen o gece yanına vezirini (Kadı İyad) alır, kadının evinde saklanırlar. Gecenin geç saatlerinde mütecaviz kapıya dayanır, sırnaşmaya başlar. Sultan "pervasızlığın bu kadarına da pes" der, "kimseden çekinmediğine göre beyzade olmalı. Bizim çocuklardan biri mi yoksa?" Aklına bu düşünce gelince kandili söndürtür ve kadına "kapıyı aç" işareti yapar. İçeri süzülen gölgeye vurur da vurur, adeta doğrar. Üstüne sıçrayan kanlara aldırmadan "su" der ve eline tutuşturulan kaseyi kana kana yudumlar. Kadın "anlayamıyorum" der, "odayı neden kararttınız, hem ortalık kan kasavet iken su içmenin ne mânâsı var?" Kandili söndürdüm zira sizi bizar eden öz oğlum da olsa cezalandırmalıydım, su içtim çünkü şikayet ettiğiniz andan itibaren ağzıma tek yudum alamadım... Dilim damağım kurumuştu, dayanamadım. Hindistan'da Türk mührü Türklerin Hindistan'daki varlığı M.Ö. 2500'lü yıllara uzandığı sanılıyor, zira mahalli lisanlar içinde hayli Türkçe kelime bulunuyor. Kuşanlar ve Akhunlar... Sonra Türk Şahiler, Gurlular, Gazneliler geliyor. Derken Şemsiler, Kalaçlar, Tuğluklar hükümran oluyor. Şemseddin İltutmuş, Balaban, Melik Tınaz, Alaed-Din Muhammed ve Tuğrul Aybeg derin izler bırakıyor, bu arada Seylan da Delhi'ye bağlanıyor. Tuğluklardan sonra Seyyidiler, Lodiler, Suri Afganlılar iktidar oluyor. Adil-Şahlar, Berid-Şahiler, Kutb-Şahiler ve Mavla Halaciler'in ardından Bâbür Şah, bütün Hindistan'ı fethederek Gürganiye Devletini kuruyor (1526). Bu devlet, İngiliz işgâline (1857) kadar 342 sene hüküm sürüyor
.
Kalem, kelam ve kılıç imparatoru
19 Ekim 2008 01:00
GÜRGANİYE KAPLANI, TÜRK HİND HAKANI BABÜR ŞAH 16 yy Türklerden sorulur. Osmanlı İmparatorluğunun yüz ölçümü 8 milyon kilometrekareyi bulurken bir başka Sünni Türk Devleti Gürganiye 5 milyon kilometrekareyi aşar Babür Şah, 47 yaşında vefat eder (1530). Onu Kâbil'e defnederler. Torunlarından Şah Cihan kabri üzerine bir türbe yaptırır daha sonra. Maveraünnehr... Hicri 9 asır. Havalide Timur hanın torunları hüküm sürmektedirler. Semerkand'a biri, Buhara'ya biri bakar. Hive, Badahşan ona keza... Fergana emiri Ömer Şeyh Mirza geniş ufuklu bir liderdir, dedesi Timur'un yaptığını yapar. Evet, Barlas gibi güçlü bir kabilenin mensubudur ama kafi bulmaz, yuvasını Çağatay Hanedanından Kutlug Nigar Hanımla kurar. Cengiz'in de mirasını üstlenir bir bakıma... Bu çok ince sratejidir ama mahal kalmaz. Güvercinliklere tırmandığı bir gün tuttuğu taş elinde kalır, uçuruma uçar... Koca Fergana beysiz kalacak değillerdir ya, koltuğa 11 yaşındaki (1483 Andican doğumlu ) Zahiriddin Muhammed'i oturturlar. Genç emir üzerine gelen rakiplerinden ürkmez, gelecek için ümit vaadetmeye başlar. Cengaverdir, kavganın hakkını verir, belki de bu yüzden Babür derler, yani "kaplan!" Hasımlarından birinin ordusu bataklık geçerken dağılır, diğeri örtü döşek hasta yatar. Allahü tealanın kendine yardım ettiğine inanır ve bu büyük bir güç verir ona... O günlerde Asya küçük küçük beyliklerle doludur, alayı da birbirleriyle nizalıdırlar. Manasız didişmelerle güçlerini tüketir, hiç yoktan yorulurlar. Kaldı ki Acem şiir ve musikisi Türkleri pışpışlamaya başlamıştır, debdebe şaşaa bünyeyi sarar. Erkekler de süse düşer, allı güllü libaslar kuşanırlar. Mine, çini ve gümüş işi biriktirir, kozalaklarla oyalanırlar. Bazı zenginler yatağının iki yanına iki ayrı sofra kurdurur, sağına yatarken uyanınca pilav kaşıklar, soluna yatarken uyanınca hoşaf yudumlar... Meyveler, çörekler, tatlılar... Uyuşmuşturlar, icabında haraçlarını vermeli, işlerine bakmalıdırlar. İstilaya açık yaşarlar ki yanıbaşlarında mimli İran vardır ve sabıkasıyla tanınan Moğollar! KIZIL ELMAYA HEY! Babür ceddi Timur ve Uluğ Beyin yolunda yürür, "Türkü titretmeyi" kafasına koyar. İyi de parası pulu yoktur, eldeki kıt kaynaklarla peşine üç dört bin süvari bile takamaz. Halbuki komşu beylerin kışlalar dolusu askeri vardır, altınla oynarlar. Zeminin gitgide ayakları altından kaydığını hisseder, iyi de bu böyle nereye kadar? Ninesi Devlet Hatun gün görmüş bir kadındır, onu sinsi saldırılardan korur, suikastçıların tuzaklarını bozar. Babür'ü kardeşine (Çağatay Hanı Mahmud'a) yollar. Evet dayısıdır ama Moğol Moğoldur, sağı solu belli olmaz. Mahmud Han, genç hükümdarın bilgisine, görgüsüne, zerafetine hayran kalır, "bizden yana için rahat olsun" der, sırtını sıvazlar. Belki bundan güç alır, ata yurdu Semerkand'ı sıkıştırmaya başlar. Ancak Semerkand Hanı Şeybani, Babür'ü öyle bir yener ki etrafında kimsecikler kalmaz. Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olur. Fergana şehri de elinden çıkar. Birkaç sadık adamı ile Pamir Dağlarına çekilir, göçebe bir Türk kadını onları evinde saklar. Kadıncağızın ağabeyi yaşlı bir gazidir, Timur Hanla birlikte Hind seferine katılmıştır zamanında. Aksakal, Babür'e bıkıp usanmadan Hindistan'ı anlatır. "Kısır sınır kavgaları ile uğraşacağına yürü git ülkeler feth et" der, "İslam sancağını uzak diyarlara taşı, Şeriat-i Muhammediyi duyurmaya çabala!" Her işte bir hayır vardır derler ya... Babür can kaygısı ile saklandığı kulubeden hedef sahibi bir cihangir olarak çıkar. Babür; baharla birlikte (Hicri 909) yollara düşer, oba oba, avul avul dolanır ve Horasan İllerinden 20 bin mücahid toplar. Bu ordu ile bir anda Hindikuş Dağlarını aşar ve Afganistan'ın kalbini (Kabil'i) alırlar. Civardaki şakileri, asileri dağıtır, yörenin emniyetini sağlar. Sonra Özbek istilasından kaçan kalabalıklara kucak açar. Bunlar gördükleri iyiliği unutmaz, Babür'e bila kayd-ı şart tabi olurlar. İşte tam o günlerde Maveraünnehr'de taşlar yerinden oynar. Özbek Hanı Şeybani, Şah İsmail tarafından yenilip öldürülünce havalide bir boşluk doğar. Babür ata topraklarını kurtarmak için fırsatı kullanmaya kalkar, (biraz da Safevilerin yardımı ile) Buhara ve Semerkand'a el koyar. Ancak bu arada Yavuz Sultan Selim Şah İsmail'i yenmesin mi? Özbeklerin üzerindeki İran baskısı kalkar, döner dolaşır başa sararlar. Şeybani'nin akrabaları bu saatten sonra Babür'ü buralarda barındırmazlar. Genç bahadır girdiği işe bin pişmandır, önünde Hindistan gibi bir coğrafya dururken, ne işi vardır Buhara'da Semerkand'da? Kaldı ki Özbeklerin nasıl sert ve ters olduklarını bilir, hesap sorar, bedel ödetirler adama! Şii İran'la aynı safta görünmek de hiç şık olmamıştır ayrıca. Babür Şah o günden sonra sadece Hindistan'a odaklanır, nitekim Badehşan, Sriderya ve Sind (İndus havalisini) ele geçirmekte zorlanmaz. Ancak Delhi'ye girmek kolay değildir, bu defa İbrahim Ludi gibi bir hükümdar ve Bahar Han gibi bir komutan vardır karşısında... HİND KAPISI "PANİPÜT" Babür Şah'ın savaş için bir bahanesi hazırdır, ülkenin kendisine Timur Han'dan miras kaldığını bildirip "gel teslim ol bize katıl" çağrısı yapar. "Teslim ol ve bize katıl..." Bu söylenecek en son sözdür sultana... Kaldı ki Babür'ün 13 bin askeri vardır, Sultan İbrahim'in kuvvetleri 100 bini aşar. Bin talimli fil de caba... Babür komutasındaki Türkler Hayber geçidinden Pencap'a girer, Sind ırmağı ile birlikte Hindistan içlerine akarlar. İki ordu Panipüt mevkiinde karşılaşır... Babür Şah, özellikle fillere karşı çare düşünür, bin fili durdurmak kolay değildir zira. Bu yüzden ön saflara arabalar dizdirir, aralarına toplar saklar. Bu tedbir müessir olur, filler ürker, kaçışırlar. Hem de Hind güçlerini eze eze, dağıta dağıta. Net bir zaferdir bu, Babür Şah, Delhi'ye girer, Ulu Cami'de cemaatla namaz kılar. Ve tarihin defterine "Gürganiye İmparatorluğu" gibi bir sayfa açar. Bu arada Babür'ün oğlu Humayun Agra'yı ele geçirmiş ve Sultan İbrahim'in ailesini esir almıştır. Ancak onlara fevkalade nazik davranır, incitmemeye çalışır. Düşünebiliyor musunuz Sultan İbrahim'in hanımı sakladığı yerden mücevherlerini çıkarır ve elceğizi ile Humayun'a sunar. Humayun tok gözlüdür dönüp de bakmaz. Ancak Begüm mücevherler içinden bir tek taş pırlantayı çıkarıp uzatır, kabul edilmesini arzular. Bu taş Hind Türk padişahlarının giydiği taca konur ki Avrupalı kuyumcular 880 bin İngiliz altını kıymet biçerler ona... Şüphesiz Babür Şah'ın eline de hayli mal para geçer ama o bunları askerlerine dağıtır, gönüllerini hoşça tutar. Türkler doğuya ve güneye yürür, Bengal'e doğru uzanırlar. MENZİL UZAK GÖNÜLLER YAKIN Ki aynı yıl (1526) Osmanlılar Mohaç Meydan Muharebesini kazanmış, iki saat içinde Kral Layoş'u öldürmüş, köklü Macar devletini yıkmıştırlar. Kanuni bu müthiş zaferi neredeyse kayıpsız kazanır, bataklıklarına sürülen 230 bin Haçlıdan pek azı sağ çıkar. Bunlar arasında yalnız Macarlar değil, Lehler ve Flemenkler de vardır. Papalık güçleri, Avusturyalılar, İtalyanlar, İspanyollar, Fransızlar... Osmanlı adeta Orta Avrupa'ya el koyar. Akdenizi Türk gölüne çevirir, Avusturya'yı Venedik'i vergiye bağlar. Kafkas dağlarından Yemen'e uzanır, Habeş ellerinde, Mısır'da, Fas, Cezayir ve Tunus'ta ferman okuturlar. Osmanlı İmparatorluğunun yüz ölçümü 8 milyon kilometrekareyi bulurken bir başka Sünni Türk devleti olan Babürler de 5 milyon kilometre kareyi aşar, Hind Okyanusuna dayanırlar. İki dost güç, iki ayrı coğrafyada... Ah bir sırt sırta verebilseler var ya... Arada "İran" gibi bir "fitne" olmasa. Olmakla ölmek arasında Evet Paniput savaşını kazanmak da çok önemlidir ama Hindistan tek savaşla fethedilemeyecek kadar büyüktür aslında... Babür Şah'ın Delhi'ye girişi bir yıl olmamıştır ki (1527) güçlerini kaybeden racalar Hinduları ayaklandırırlar. Çitor Hükümdarı Rânâ Sangâ'nın etrafında toplanır ve 100 bin kişilik bir ordu ve yüzlerce fille saldırırlar. Vaziyet hayli vahimdir, eğer Babür yenilecek olursa Ganj Vadisinde beş asırdır süren Türk hakimiyeti son bulacak, Müslümanlar hedef olacaktırlar. Babür'ün adamları becerikli ve gözü karadır. İyi de 13.500 nefer, bu öfkeli kalabalığa ne yapar? Babür Şah, Osmanlı Türklerinden Mustafa Rumi'nin kumanda ettiği topçu birliğine oynar, Hindularda top ve tüfek yoktur zira. Dahası bambu kamışları üzerinde çalışır, onları barutla doldurup roket gibi savururlar. Muharebe öncesi planı masaya yatırır, kılı kırk yararlar, her kes vazifesini bilmelidir, işi şansa bırakamazlar. İki ordu Biyâne yakınlarında (Hânüvâ'da) karşılaşır (Mart 1527). Babür Şah usta manevralarla düşmanı istediği yere çekmeyi başarır. Toplar tam zamanında patlar, Hindular çok kayıp verir, perişan olurlar. Babür Şah ön saflarda vuruşur, genç sipahilerle omuz omuza kılıç sallar. Zaten bu zaferden sonra adı Gazi'ye çıkar. KURU BİR CİHANGİR DEĞİL Babür Şah, iyi bir edip, şair ve hattattır. Ancak en çok "Babürname" isimli hatıratıyla tanınır. Babür Şah kuru bir cihangir değildir, muazzam bir devlet ve muhteşem müesseseler kurar. Sadece Türkler ve Müslümanlar değil, diğerleri de huzur ve refah içinde yaşar. Hindistan baştan ayağa imar edilir, şehirler gelişir, güzelleşir, yollar açılır, köprüler yapılır, ticaret ayan beyan canlanmaya başlar. Babür Şah, iyi bir ediptir. Sulh günlerinde birbirinden kıymetli kitaplar yazar. Berrak bir Çağatay Türkçesi kullanır ki üç aşağı beş yukarı Anadolu insanı da anlar. Şüphesiz onun en önemli eseri Babürnamedir. "Beş ramazan 899'da on iki yaşında Fergana vilayetinde padişah oldum" cümlesi ile başlayan bu hatırat samimi bir üslubla sürer gider. "Bunları yazmaktan maksadım şikâyet değil, hakikatleri söylemek, yaşananları beyan etmektir. Her sözün doğrusunu ve her işin aslını aktardım. Ne kusur, ne de meziyet aradım. Okuyan mazur görsün, işitenler de kınamasın" der adeta içini açar... Babür, Ömer Şeyh Mirza, Sultan Hüseyin Baykara ve Nevâî gibi simaları bilinmeyen yönleriyle anlatır. Gittiği ve gördüğü yerleri de tasvir eder. Bitki örtüsü, meyveler, yemekler, gelenekler... 'Baburnâme' "tarih"ten ziyade hayatı kaydetme çabasındadır, o yılları, o insanları ve o coğrafyayı anlatır. Keyifle okunur, akıcıdır. Edebiyatçılarımız onu "Türk tarihinin en değerli hatırat eseri" olarak tanıtırlar. Hanefî fıkhına ait "Mübeyyen" isimli bir mesnevisi, Aruz üzerine yazdığı Risalesi ve şiirlerini topladığı bir "divan"ı da vardır. Babür Şah, güzel sanatların her dalına ilgi gösterir hatta Hatt-ı Babürî adlı bir yazı çeşidine öncülük yapar. Hâce Ubeydullah-ı Ahrar Hazretlerinin muhiplerindendir, salih bir mümin olmaya bakar. Ancak bazıları onun şiirlerindeki aşk, şarap (şerbet, şurup, meşrubat gibi şerebe kökünden gelir ki müskirat mânâsında kullanılmamıştır burada) gibi kelimeleri kasıtlı olarak saptırır adını alemciye çıkarırlar. Yazık... Mahşer meydanında yüzüne nasıl bakacaklar acaba?
.
TEK RAKİBİ HAVA YOLLARI BURT MUNRO
26 Ekim 2008 01:00
68 yaşında bir ihtiyar, kırık dökük malzemelerle toplanan bir motor ve 40 yıldır kırılamayan bir rekor... Bir evin bir oğlu denir ya Burt da onlardan biridir işte. İkiz kardeşi doğumda (1899) ölünce ailesi adeta üzerine titrer. Hekimlere sorarsanız bu cılız veled de gidicidir, utanmadan tarih belirler, ölmemiş çocuğa kefen biçerler... Ama öldürmeyen Allah öldürmez. Emekleme, tay tay, ilk mektep, orta mektep, kolej... Acaba bu yıl mı ölecek? Bu yüzden hoşça tutulur, bir dediği ikiletilmez. Oyuncak araba, paten, bisiklet derken henüz 16 yaşında motosiklet sahibi olur ve dolu dolu keyfini sürer. 1920... Burt 21 yaşında bir delikanlıdır artık. O yıl 50 sterline bir Indian Scout alır ve mahalli yarışlara katılır. Kah geçer kah geçilir, düşer kalkar adrenalin kovalar. Bu arada yapacağı ufak tefek değişiklerle motorunu güçlendirebileceğini kavrar. İlerleyen yıllarda tek eğlencesi motor toplamak olur, barakasına kapanır ve bu pis izbede modifiye ilminin kurallarını yazar. Dünya yansa dert etmez, çimlerini biçmez, parmaklıkları boyamaz, sağa sola petrol varilleri, çıkma lastikler, paslı demirler atar. Çocuklarla arası iyidir, onları ciddiye alır, sorulardan sıkılmaz. Halbuki iyi bir örnek sayılmaz, lakayttır, tertipsizdir, zaman zaman ağzını bozar. Hepsi bir yana vakitli vakitsiz motorunu test eder, alemin sabah keyfine limon sıkar. Bu küçük ve sessiz kasabanın (Invercargill) sakinleri için dayanılacak şey değildir bunlar. SÖK TAK SİL BAŞTAN Neyse... Onun elinden geçen Indian roket gibi olur ve rakiplerine fark atar. O pist, filan asfalt derken motoru paralamayı başarır. Emektar adeta isyan eder "tamam" der, "benden bu kadar!" Şimdi bunu son vidasına kadar dağıtmalı ve sil baştan toplamalıdır. İlk işi vites kutusu ile oynamak olur, silindirler içindeki gücü kayıpsız aktarmaya bakar. Kam millerini ikiden dörde çıkarır, valfleri yandan üste taşır. Volanlarla, pistonlarla oynar... Kendisi farkında mıdır bilmiyoruz ama motor teknolojisine çok şey katar. Düşünebiliyor musunuz bir başına kalıp hazırlar, parça döker, tornaya sokar, eğeler, zımparalar... Zaman zaman "işte bu" deyip yumruğunu sıkarsa da çoğu defa başa sarar, çatlak dökümleri kül tablası yapar. Bu arada aerodinami üzerine kafa yorar. Uzatmayalım... Orijinal 600 cc'lik V motorlu bir Indian taş çatlasa 95 km hız yapar ama o gücü ve sürati ikiye katlar. Yeni Zelanda kuytu sahillerinde makinenin sınırlarını zorlar. 1957'de 750cc haline getirdiği motoruyla 230 km sürate çıkar. 1962'de 850cc ye yükseltilen alamet 288 km hız yapar. 1966 yılında hacmini 920cc ye çıkardığı canavarla adeta alçaktan uçar. O EV Bakımsız bahçe ve eğreti baraka... Komşuları ondan pek hoşlanmazlar. Ama mahallenin çocukları daima Mr. Burt'un yanında olurlar. BÜYÜK HAYAL... O yıllarda hız tutkunları ABD'de Bonneville Tuz Çölüne gelmekte ve maharetlerini sergileme fırsatı bulmaktadırlar. Daha da önemlisi burada yaptığınız sürat kayıtlara geçer, sizi klasmana alırlar. Evet bir keresinde 318 km/h ile polis radarına yakalanmıştır ama... Ama bu rekor bile olsa dikkate alınmaz. Yeni Zelanda nere Amerika nere? Böyle bir işin masrafı boyunu aşar. Ama o kararlıdır, evini ipotek edip 2 bin dolar borç alır ve kırık dökük bir şileple yola çıkar. İskeleden el sallayan bir kişi vardır sadece... Tekaüd maaşını ödeyen memure... Hoş o da bir başarı beklemez, vazifesini yapar kendince. O MOTOSİKLET En yüksek teknoloji... En uyduruk malzeme... VER ELİNİ AMERİKA... Sıkıcı bir yolculuktur bu, tıfıl tayfaların sulu şakalarına katlanır, kah patates soyar, kah bulaşık yıkar. Gümrük ayrı derttir, orijinali 600 cc olan motor 950 cc'ye yükseltilmiştir ve kaportası Kızılderili kayığını andırır... Kuş desen değil, deve desen hiç değil. Böyle bir motor ne görülmüş ne işitilmiştir, memurlar hangi kategoriye sokacaklarını bilemez, tutulup kalırlar. Hem yarışmaya geldim diyen bir ihtiyara ne kadar inanmalıdırlar? Bakın şu tersliğe ki dalgalı denizde yükler devrilmiş sandık kırılmıştır, motor biri iki çizikle kurtulur, halbuki ezilebilir de pekala. Burt'un ilk işi kendine iyi kötü yürüyen bir külüstür (51 Chevrolet - 250 dolara) almak olur, motoru basit bir römorka oturtur, peşine takar. Bu araba hem evi oteli olur hem de onu Los Angeles'tan taa Utah'a ulaştırmaya yarar. Bin macera ile Bonoville Tuz çölüne gelir ama asıl çile orada başlar. O TEZGAH Burt Munro'nun arkasında sponsorları yoktur, oturur parçalarını kendi yapar. Çatalı bıçağı eritir, tornada çekmeye bakar. HOŞ GELDİN, GEÇ KALDIN Bir kere kayıtlar kapanmıştır, bu saatten sonra onu yarışmaya alamazlar. Hayda... Burada dikilip gelecek seneyi bekleyecek değildir ya. Müsabıklar inatçı ihtiyarın azmine hayran kalır, organizasyon komitesi ile görüşüp önünü açarlar. İkinci problem teknik heyetin önünde çıkar. Zira egzost izole edilmemiştir bu haliyle bacağını kebap yapar. Frenler 50 yıl evvelinin teknolojisidir, paraşüt bulunmaz. Düşünebiliyor musunuz benzin deposunu mantar tıpa ile kapar. Dengeli de değildir, yüksek süratte yalpalamaya başlar. Kaldı ki dişlerini kazıdığı lastikler hiç güven vermez, ya patlarlarsa? Hepsi bir yana 68 yaşındadır, kalbi tekler, prostatı tutar, reflekslerini de kaybetmiş olmalıdır ihtimal. Bunlara rağmen "dokunmayalım eğlensin" moduna girer, "hadi sıra sende" buyururlar. Burt Munro'nun yanmaz aşınmaz elbiseleri yoktur, uyduruk bir gözlük, tırıvırı bir kask. Zincir kapmasın diye pantolonun paçalarını çorabın içine tıkar. Nitekim daha ilk kilometrelerde gözlüğünün kayışı kopar, rüzgar gözlerini adeta kafatasına sokar. Sonra paçası açılır, keçeler kayar, egzost başlar mı direkt temasa? İhtiyar kurt, bacaklarını kavuran hararete rağmen 205.67 mph (çarpı 1609 eşittir "331" kmh) sürat yapar ve müthiş bir rekora imza atar. Belki daha da fazlası da mümkündür ama havagazı borusundan imal ettiği bir parça ritme dayanamaz, patlar. Yıl 2008, aradan 40 yıl geçmiş. 1000 cc altında o rekor kırılamadı hâlâ... Amerikan efsanesi Bildiğimiz arabalar vardı zamanında... Desotolar, Studebakerlar, Packardlar... Sonra Rambler, Datsun, Talbot, Simca, Tatra, Zastava... Ve bindiğimiz motorlar... Planet, Norton, NSU, Zündapp, CZ, Jawa... Bunları çoğaltabiliriz... Indian Motors mesela. Efendim, Massachusetts'li George ve Oscar Hedstrom'un ilk Indian'ı yola çıkardıklarında Milwaukee'li S. Harley ve A. Davidson imalata başlamamıştır daha... Indian ilk olmanın avantajlarını kullanır, zaten korunan ve kollanan bir firmadır. Amerikan ordusuna hayli motor satar. İlk seriler bisikletten bozmadır, taş çatlasa 50 km hız yapar. Ancak V motora geçince talep patlaması yaşanır (1920). Yılda 20 bin adetle dünyanın en büyük motosiklet üreticisi olur, ünlü Chief (büyük şef) ve Scout (kaşif) modelini piyasaya sunarlar. Bu arada cihan harbi bitmiştir, Avrupa'dan dönen askerler motosiklet kültürünü de taşırlar. İsyankar kovboylar patırtılı atlardan pek hoşlanır, motorlarını adeta palanlarla eyerlerle donatırlar. Bir dizgini üzengisi eksiktir hani, heybelere kesik derilerle şekil yaparlar. Bunlar özgürlük savaşçısı gibi sunulsalar da asabi amcalardır, kiloludurlar, ayık dolanmazlar, durduk yerde hır çıkarırlar. İşte Indian'ı efsane haline getiren Model 441 o yıllarda (941) üretilir, ki iri çamurlukları ve güçlü motoruyla (1265 cc 40 beygir) göz alan okkalı alamet 160 yapar. Gel gelelim yatırım hırsıyla ayaklanan patronlar yakalarını Britanyalı tefecilere kaptırırlar. Faizciler yaz günü şemsiye verir, yağmurda tipide ellerinden alırlar. Kalırlar mı cascavlak ortada? Ve firma batar. 1953'de üretim durur, 1960'da kepenk kapatırlar.
.
Pilav tenceresi ile başladı teknoloji imparatoru oldu
2 Kasım 2008 01:00
SONY'NİN PATRONU AKİO MORİTA (1921- 1999) Sony İmparatorluğunun mimarı, sayısız hayal kırıklığı yaşar ama asla yıkılmaz. Dar boğazları sabırla aşar, her güne yeni bir heyecanla başlar. Netice mi? Ortada... Morita'lar, saki (pirinç rakısı) yapıp satan taşralı bir ailedir. Ancak oğulları Akio meşrubata, müskirata değil, elektriğe elektroniğe merak salar. 2. Cihan Harbinin sürdüğü yıllardır, Japonya cayır cayır yanar. Hayat onlar için de zordur, Akio, buna rağmen Osaka'ya gider, tahsilini tamamlar. Arkadaşı Masaru İbuka ile birlikte Tokyo'ya gelir, "Tsuşin Kogyo Kabuşiki Kaişa" adlı bir şirket kurar (1946). Sermayeleri gülünç denecek kadar azdır ama hayallerini büyük tutarlar. Bir süre cihaz tamiratıyla filan oyalanır, nihayet start alırlar. İlk ürünleri "otomatik pilav pişiren" bir tencere olur, ancak insanlar alışkanlıklarını kolay bırakmazlar. Ama eğlence dendi mi iş değişir, pamuk eller anında cebe kayar. Akio bu inceliği iyi yakalar. Elinde avucunda ne varsa (25 bin dolar) verir, transistörün patentini alır, bu sayede bataryalı (pilli) radyolar yapar. Vatandaşı sandık iriliğindeki lambalı alametlerden, çamaşır ipini andıran antenlerden kurtarır ve yeni bir çığır açar. ASLANIN AĞZINDA Ardından Japonya'nın ilk teybini üretirler ama pazarlamakta hayli zorlanırlar. Evet ses alan bir cihaz herkese enteresan gelir ama iş para vermeye gelince yokuş yaparlar. Akio teybini satmakta kararlıdır, bıkıp usanmadan bürolara girer çıkar, belediyelerin, üniversitelerin kapısını çalar. Tam ümitsizliğe kapılıyordur ki mahkemelerden iş çıkmaya başlar. Öyle ya ifade alıp dosyalamaktansa zanlı ve şahitlerin seslerini kaydetmek daha mantıklıdır icabında. Bu arada lisan muallimleri cihazı derslerde dener ve fevkalade faideli bulurlar. Tabii bütün bunlar bir tesisi ayakta tutmaya yetmez, bir an önce uluslar arası sulara açılmalıdırlar. Akio bir yol ayırımına geldiklerini hisseder, üretimi İbuko'ya bırakır, kendi satış taktikleri üzerinde kafa yorar. Ülke ülke dolanır, öncelikle Batı dünyasında yer edinmeye bakar. Takdir edersiniz ki bir ürün ne kadar kaliteli olursa olsun "Tsuşin Kogyo Kabuşiki Kaişa" gibi bir marka taşıyorsa şansı olmaz. Firmaya "Sony" gibi kulağa hoş gelen bir isim takar, Latince sonus (ses) kelimesine de atıfta bulunurlar. KÂĞIT ŞEMSİYE Akio, rakiplerini dikkatle izler. Hatta bir turist kafilesine katılıp Philips tesislerini dolanır, tabiri caizse casusluk yapar. Kendi imalathanesi bunun yanında gecekondu kalır ama farkı kapatmaya kararlıdır, yeise düşmez, aksine hırsı artar. Kafile bir ara nehir kıyısındaki pastanelerden birinde mola verir, hep birlikte dondurma alırlar. Kadehi andıran kaselerin üzerine Japon malı kağıt şemsiyeler saplanmıştır. Garson tabakları toplarken "şemsiyeleri beğendiniz mi" diye sorar, cevabı beklemeden "Japon işte, başka ne yapabilir ki" der aklınca laf sokar. Doğrusu Batılılar karşısında komplekse kapılmıştırlar, Akio ülkesinin uyduruk mallarından utanç duyar. "Japon malı tapon malı" tekerlemesinin sıkça söylendiği yıllarda ısrarla kaliteye oynar ve bu yaftadan kurtulmaya bakar. İnadına teknoloji kovalar, patent ofisi gibi çalışırlar. Sony, 60'lı yıllardan itibaren ABD pazarını zorlamaya başlar ve Avrupa'ya ise İsviçre üzerinden sızar. Trinitron yepyeni bir teknolojidir, siyah-beyaz TV'lerin papucunu dama atar. Düşünebiliyor musunuz el kadar ekranda renkli ve canlı resimler, cam gibi detaylar... Nitekim bu hamle ile sınıf atlarlar. Akio, madde bağımlılığından kurtulmaya da kararlıdır, zor olur ama kendi kimya fabrikasını kurar. KIRAN KIRANA Sony çok olmaya başlamıştır, Amerikalılar onu dava bombardımanına tutarak boğmaya kalkarlarsa da "acımasız rekabet" Akio'yu yıldıramaz. Adım adım ilerler ve gün gelir ses-görüntü sistemlerinde liderliği oynar. Transistörlü televizyonun ardından ilk video teybi de piyasaya sunar. Betamax, Betacam, V8, Hi8, DV gibi her değişen video sistemi onlara yarar. Kameralar, kasetler ve video okuyucularla kalmaz, montaj cihazlarında da aslan payını kaparlar. PASLAŞ, PAYLAŞ Sonra dijital sistemlere ve lazer teknolojisine yönelir, adeta tek kale maç yaparlar. Mikro floppy diskler, CD oynatıcılar, amatör kameralar, pleysteyşınlar, DVD'ler, oto müzik sistemleri derken radyo ve tv yayıncılığına da el atarlar. Medikal görüntüleme, güvenlik kameraları, video konferanslar ve projeksiyon cihazları üzerinde çalışır, umduklarını fazlasıyla bulurlar. Hasılı yola 20 kişiyle çıkan şirketin mensupları 100 bini aşar. 88.7 milyar dolarlık cirosu ve 3.6 milyar dolar kârıyla benim diyen devletlere fark atar. Sony, "okyanustaki yalnız ada" olmaz, başka firmalarla da el sıkışır (Ericsson, Karl Zeiss), paslaşma ve paylaşma şansı arar... Yoksa bu global ekonomi alayını yutar. 1988 yılında ünlü kaset ve plak üreticisi CBS'i, 1989 yılında Columbia Pictures'ı, 2004'te Avrupalı müzik devi BMG'yi ve MGM'yi satın alarak eğlence ve gösteri dünyasına demir atar. DSLR (profesyonel) fotoğraf makinelerinde Nikon ve Canon'la yarışabilmek için, sektörden çekilme kararı alan Konica Minolta'nın alt yapısını ve bilgi birikimini satın alır (Mart 2006) ve kendi potasında harmanlar. Sony şimdi mevcud krizi aşmak için kendi imzasını taşıyan 200 milyonu aşkın cihazı (bilgisayar, tv, playstation ve cep telefonlarını) internet ağıyla birleştirmeyi hedefliyor. Ki yapar mı yapar. Sony sosyolojik bir vakadır zaten. Saldırgan pazarlama ağı ile hepimizin evine girer, hayat tarzımıza müdahale eder. Açıkçası kimin nasıl eğleneceğini o belirler. Avrupalı garsonun işgüzarlığı işte... Sana ne kardeşim elâlemin kağıt şemsiyesinden? Krizi seneler öncesinden bildi Akio, ABD ekonomisini sağlıklı bulmaz. Avukat istihdam eden Amerikan firmalarını, mühendislerin gücüyle tuşlamaya bakar. Conyler sözleşmelerdeki mıştırıklı ifadeleri didiklerken o kaliteye ve yeniliğe oynar. Nitekim Harvard Universitesinde yaptığı bir konuşmada "Çok avukatınız var ve kendilerine iş arıyorlar" der, "ABD'de herkes birbirini mahkemeye veriyor. Bu nasıl bir ekonomi? İnsanlar tazminatla geçiniyor!" Akio, imalatı bırakıp, banka, borsa ve sigortaya yönelen ABD firmalarını ikaz eder. "Hizmete dayanan bir ekonomi, kendisini sürükleyecek bir motora sahip değildir. İmalatı olmayan bir ülke batar. Ne yazık ki asalaklaşan tekeller iş yeri açmak yerine para piyasalarına oynuyor, örgütlü yağmadan medet umuyorlar. Terlemeden, yorulmadan, risk almadan kazanıyor, günlerini döviz kurlarını gösteren bir monitörün karşısında kamburlaşarak geçiriyorlar. Mal üretmiyor, fikir üretmiyor, yatırım yapmıyorlar. Dünya borsalarının günlük işlem hacmi 200 milyar doları aşıyor. Bu meblağ bir günde alınıp satılan gerçek malların değerinden çok daha fazla. Biliyor musunuz ben onları lüks bir transatlantikte poker oynayan beylere benzetiyorum, keyfli görünebilirler ama kazan daireleri su alıyor!" Gel de katılma... Manzara ortada! Sony'yi Sony yapan yapan sır: Yamota damaşi ve Mottaynay Akio Morita, hatadan hoşlanmaz ama "kim yaptı, ortaya çıksın" edalarıyla dolanıp müfettişliğe de kalkmaz. Sistemdeki aksaklığı arar bulur ve çözmeye bakar. Ona göre personel evlat gibidir, bir baba onları reddederek cezalandıramaz. Bıçak kemiğe dayanmadıkça kimseyi işten atmaz. Mâlum 1973-74 petrol krizinden sonra Japonya'da enflasyon tavan yapar. Bazı fabrikalar adam eksiltmek zorunda kalırlar. Ama Sony işçileri bordrodan düşmelerine rağmen mesailerini aksatmaz, canla başla çalışırlar. Hatta eşleri de gelir, mutfak işlerine omuz atarlar. Sony çalışanları emekli olunca da, şirketten kopmaz, tecrübelerini gençlere aktarırlar. İşte bu dayanışma Japonya'yı Japonya yapar. Akio "kalkınmayı iki büyülü söze borçluyuz" der, "Yamota damaşi ve Mottaynay!" (Millet ruhu ve israftan kaçmak.) Ünlü patron parasını yatlara katlara yatırmaz, işçisinden farklı yaşamaz. Onun için bir pırlanta kolye leblebi çekirdektir ama eşine "asla" böyle bir hediye almaz. Yöneticiliği diktatörlük gibi görmez ve idarecilikte gururlanacak bir yan bulmaz. Savaş döneminde çekilen sıkıntılar unutmamalıdır, unutmaz da... Akio, her zaman çalışanların etrafına neşe saçmasını arzular, kendisi de öyle yapar. Bayileriyle bilek güreşine tutuşacak kadar! Burası kışla değil! Akio, asla köşesine çekilmez, ülkesini adım adım dolaşır, müteşebbislere gayret aşılar. Tecrübelerini "Made in Japan" adlı bir eserde toplayan ihtiyar kurt, herkese hitap etmeye bakar, bu yüzden kitabını resimli roman gibi hazırlar. Ünlü iş adamı yanında çalışmak isteyen gençleri karşısına alır ve "burası kışla değil" der, "Askere alınmadınız. Eğlenmeli, eğlendirmeli etrafınıza neşe saçmalısınız." Akio adamlarına "tiz bunlar yapıla, şunlar zinhar" demez, duvarlara talimatlar asmaz. Emir komuta zincirinden hoşlanmaz, ortaya bir şey koyanın elinden tutar. Mâlum teknoloji kadar renkler ve zevkler de değişir. Çalışanlar mutluysa, huzurluysa değişimi de gelişimi de yakalar, yeni rüzgarlara yelken açarlar. Ona göre firmalar "insan merkezli" bir sistem kurmalı, şöhretli, kariyerli yöneticilerden ziyade alttakileri dikkate almalıdırlar. Akio yazdığı gibi yaşar, bir bakarsınız dünyanın herhangi bir yerindeki Sony acentesinin kapısını aralar, hediyeler dağıtır, şakalar yapar. Durgun bulduğu bir elemana derdini sorar. Bir tek kişinin bile somurtmasına tahammül edemez, zira memnuniyetsizlik çığ gibi büyür, domina taşı gibi "yıkım etkisi" yapar. Volkmen nesli Akio Morita ellerinde koca koca teypler taşıyan Almancılarla, metro istasyonlarında dans eden zencileri görünce kafasında bir ampul yanar. Evet, cepte taşınabilen teyp yapmalıdırlar. Yürürken, durakta, yolculuklarda filan... Öyle ya torunları eve gelir gelmez müzik setine koşmakta, nefes almadan kaset takmaktadırlar. "Walkman" ismi verdikleri alet pek beceriklidir, ancak beklendiği gibi talep bulmaz. Stoklar elde kalır, firmayı sıkıntı basar. Akio bütün çalışanlara birer cihaz dağıtır ve sinemada, tiyatroda, çarşıda pazarda kullanmalarını arzular. Bu fikir işe yarar, gören özenir, gören özenir ve "virüs" her yeri sarar. Ceket cebine sokulabilen "mini Hi-Fi" satış rekorları kırar. Sony taklid edileceğinin farkındadır, bu yüzden sürekli yenilik yapar, equalizer, mega bass ve dolby gibi sistemleri peyderpey çıkarır, vole üstüne vole çakar. Volkmenle turnayı gözünden vurur, kamyonla dolar kaldırırlar. Ne yazık ki bu alet gençleri bozar, otobüslerde tramvaylarda koltuklara kaykılır, baterinin ritmine ayak uydururlar. Ama amcamın beli bükükmüş, ya da çocuklu bir bayan... Bak dalgana! Kimin umurunda? Ve gün gelir mp3'ler cüzdanlara sığar, kulaklıklar kulakta kaybolurlar. Zavallı yalnız çocuklar cep telefonlarına sığınırlar.
.
İlk seçim, ilk başkan George Washington
9 Kasım 2008 01:00
Kristof Colombus Hindistan'ı aramaktadır malum, yeni bir kıta onun için de sürpriz olur aslında. Evet Amerika'yı İspanyollar keşfeder ama yeni dünyanın parlak geleceğini İngilizler fark eder. Portekizliye, Fransıza, Flemenke rağmen kıtaya çöreklenir, yerlilerle de didişirler. Kızılderililer mesele değildir, dipçikle eğilmeyeni kurşunlara getirirsin biter. Olmadı sürersin, zehirlersin, sari hastalık yayarsın geberirler(!) Ama Avrupalı çakallarla raks etmek kolay değildir, en şeytancasından siyaset ister. Uzatmayalım Britanyalılar Amerika'da hızla yayılır sürekli göçmen taşıyıp koloniler kurarlar. Bu şehir devletçiklerinde demokrasi vardır güya. Halk alt meclisin üyelerini seçebilir ama üst meclisteki beyler Londra'dan tayin edilir, paraşütle indirilirler. Bu derin amcalar büyük bir iştahla mal toplar, ülkenin zenginliklerini aparırlar. Kraliyet, kıtanın iliğini emmesine rağmen doymaz, koloni sakinlerini de vergiye bağlar. İyi ama onlar Amerika'ya dönmek değil kalmak için gelmiştirler. Yeni kasabalar kurmalı, yatırımlar yapmalıdırlar. Nüfus hızla artmakta, gömlek daralmaktadır zira. İngiltere Yedi Yıl Savaşlarında (1756 - 63) Avusturya, Fransa ve Rusya ile takışır ve başını derde sokar. Ölen onca genç bir yana, kasada mangır kalmaz. İngiliz maliyesi de Amerika'daki kolonilere abanır, extra vergiler koyar. Koloni sakinleri yağmacılığın bu kadarına dayanamaz, "pes yani" der, soyguna tepki koyarlar. İyi de İngiltere kuru tehditçi değildir, güçlü bir donanması ve düzenli birlikleri vardır. Kızarsa limanları basar, kasabaları yakar! Amerikalılar, cendereden kurtulmaya kararlıdırlar. İcabında ordu kuracak posta koyacaktırlar! İşte ünlü general George Washington'un hikâyesi burada başlar. KadAstrocu sİlahşör George, Virginialı bir sayacının oğludur aslında, alelade denilecek bir eğitim bile almaz. Küçük yaşlarda çorba peşine düşer, bir sürü tırıvırı işten sonra kadastroculukta karar kılar. Pennsylvania'nın basmadık yerini bırakmaz, değişik çiftliklerde geceler, insanları tanıma şansı yakalar. Bu çiftliklerin yegane eğlencesi, karanlık çökünce ortaya bir ateş yakmaktır. Kimi gitar tıngındatır, kimi serenat atar. Zaman zaman ihtiyarlar söz alır, Kızılderililerle nasıl savaştıklarını anlatırlar. George da gençtir, tesir altında kalır, beline bir çakar almaz takar, mahmuzlarını şıkırtada şıkırdata yürümeye başlar. Salonların kanatlı kapılarını asabi edalarla ittirir, sağa sola kesik bakışlar atar. George belki kimsenin dikkate almayacağı bir kovboy olarak kalacaktır ama üvey ağabeyi Lawrance veremden ölünce uçsuz bucaksız toprakların (ve muhteşem malikanenin) sahibi olur, iki günde sınıf atlar. Bu beklenmedik servet hırsını kamçılar, sürekli topraklarını genişletir ve kölelerinin sayısını artırmaya bakar. Evet emrinde silahlı adamları vardır ama dahasını arzular. Tek komutla binleri yürütmenin bilinen bir yolu vardır: Subay olmak! Virginia valisi ondan iyisini bulacak değildir ya, meraklı milyonerin sırtını sıvazlar kırık dökük birliklerle Ohio'ya yollar. Kah yerlilerle vuruşur, kah Fransızlarla tokuşurlar... Zor ve manasız savaşlardır bunlar, ancak George altından kalkar. Onu önce yarbay, sonra albay yaparlar. Baş komutan George generallik rüyaları gördüğü günlerde Fransızlar tarafından kapana (Fort Necessity) kıstırılır. Evet, yarma harekatı mümkündür ama pahalıya patlar. İttihatçılar gibi "size ölmeyi emrediyorum" demez, serbestçe geri çekilme karşılığı, mütareke imzalar. Ölçülü davranıp zayiatsız kurtulması başarı hanesine yazılır, cezalandırılmayı beklerken başkomutan yapılır ki henüz 23 yaşındadır daha... Bu arada zengin bir dul ile evlenir (1759), toprakları misli misli artar. Parası olan konuşur derler ya, her mevzuda fikri gelmeye başlar. Bu hızlı çıkış başını döndürür, kendine büyük hedefler koyar. Değişik kesimlerden dostlar edinir ve mason olmaktan sakınmaz. Kraliyete hâlâ sadıktır ama kolonilere vergi konulunca (1764) vitesten atar. Efendim tütün sattın ver para! -Niye? -Ver dendi! Soru sorma! George o günden itibaren radikal tavırları ile göze batar. Teşkilatçıdır da, her taşın altından çıkar. Sadece Virginia'da değil, diğer devletçiklerde de isim yapar. Lexington ve Concorde çatışmaları (1775) parlak zaferler değildir ama önünü açar. Bütün koloniler silahlı güçlerini Washington'un emrine verir, ortak hareket etme kararı alırlar. Washington bu güruhlardan düzenli ordular kurar ve Boston'u kuşatma altında tutar. Kimse ihtimal vermese de şehri İngilizlerin elinden alır, bayrağı burçlara asar. Disiplinlidir, tavizsizdir, askerin heyecanını yüksek tutar. Onlara hedef gösterir ve savaşma azmi aşılar. İstiklal uğruna ABD, bağımsızlığını ilan edince (4 Temmuz 1776) İngilizler çok kızarlar. Britanyalı General William Howe, Ağustos'ta New York'u işgal edip, tavrını koyar. Washington 4 ay bekler ve kış ortasında karşı hamle yapar. Çatır çatır ayazda Delaware nehrini geçer, New Jersey'deki paralı askerleri esir alır. Ardından Princeton'daki İngiliz birliklerini bozguna uğratır ve işgalcileri New York çevresinden çekilmeye zorlar. Bu arada Howe, ani bir kararla New York'u terk edip başkent Philadelphia'ya yönelir ve şehri ele geçirir. Ancak Burgoyne komutasındaki İngiliz ordusu ortada kalmıştır, Washington bu orduyu Saratoga'da sıkıştırır ve hiç acımaz. İngilizler Philadelphia'yı kazanmak uğruna güçlerinin yarısından olurlar. Fransızlar bakarlar dengeler değişiyor, kolonilere omuz çıkarlar. İspanyollar ve Hollandalılar da onları izler, birlikte İngilizlere vururlar. Washington bütün kışı arazide geçirir 2500 askeri soğuktan ölmesine rağmen kavgayı bırakmaz. Bu arada yalan haberlerle İngilizleri huzursuz eder, donanmanın alakasız yerlere demir atmasını sağlar. Uzatmayalım işgalciler sinir harbine dayanamaz Philadelphia'yi boşaltmak zorunda kalırlar. Çekilirken Washington'un eline düşerler. Genç komutan aylardır bu anı beklemektedir, kan kusturur onlara. 1781'de General Cornwallis'i yener (Yorktown Muharebesi) ve İngilizlerin son kalesine (New York'a) adım atar. Çok partili sistem George, ortalık sükunete erince üniformasını çıkarır, askerlerini sivil iradenin emrine sokar. Diklenmeye çalışan subaylar olmaz mı? Olur ama alayının rütbelerini söker, kapı önüne koyar. Bilirsiniz istiklal savaşı kahramanları genelde yeni bir rejim kurar ve yönetimi ele alırlar. Devlet gemisi kaptan beklerken George bigane kalacak değildir ya? İngilizler def edildiğine göre kolonileri derlemeli toplamalı oturup bir anayasa hazırlamalıdırlar. Washington, zikr olunan toplantıya Virginia delegesi olarak katılırsa da karizmasını kullanıp komisyona ağırlığını koyar. Oyunu kuralına göre oynar ve Başkanlık koltuğuna oturmakta zorlanmaz (30 Nisan 1789). G.W. iki dönem vazife yapar. Kabineye güneylilerden de, kuzeylilerden de eşit miktarda bakan çağırır, dengeleri ayarda tutar. Hasılı "ilk çok partili demokrasi"yi ABD uygular, Fransız ihtilaline de maya çalar. Kağıt üzerinde insan hakları, adil yargılama, kuvvetler ayrılığı gibi prensipler yer alsa da ırkçılık yarası 60'lı yıllara kadar kanar. Herkes eşit ama WASP'lar (beyaz anglo sakson protestanlar) daha eşittir, devleti onlardan sorarlar. GW üçüncü dönem (ısrarlara rağmen) aday olmaz. Ölünceye kadar konutta oturup, gençlerin önünü tıkamaz. Bu temayül yazılmamış bir kanun haline gelir, ABD'de Roosevelt hariç (savaş yıllarıdır) kimse üç dönem başkanlık yapmaz. Kumandanlığı zamanında maaş almadı Washington., Kıta Ordusu'nun başkomutanlığını ücretsiz yapmıştır, Başkan olunca da paraya pula bakmaz. Ancak şöyle bir tehlike belirir, bundan böyle Başkanlık sadece zenginlerin talip olabileceği bir makam haline gelebilir. Olur ya almadığı dolarların acısı fukaradan çıkar. ABD Kongresi ona yılda 25.000 dolar (o zaman iyi para) maaş bağlar ve lütfedip almasını arzular. Washington üstelemez, ancak devletin zirvesinde saray soylu bir hayat sürmekten kaçar. "Amerika'nın yönetilmek için krallara değil halktan insanlara ihtiyacı var" der ve gereğini yapar. Haşmetli yakıştırmaları es geçer, sadece 'Mr. President' (Sayın başkan) olmaya bakar. Yerine göre sertleşir, kongrenin alkollü içeceklere vergi koyması üzerine (1791) isyan kopunca derhal milisleri toplar, direnişçilerin karşısına çıkar. Halbuki kendisi de bira ve viski üreticisidir, menfaati nümayişçilerle birlikte olmayı gerektirir ama bunu asla yapmaz. G.W. seher vakti (4'de filan) kalkar, akşam 9 oldu mu yatar. Üzerine gün doğan insanlardan hiiiç hoşlanmaz. Sadece iki öğün yer, kitaplarına zaman ayırmaya bakar. Çapkın olduğu da söylenir, lakin ABD garip bir ülkedir, bu özellik inadına prim yapar. Manasız bakışlar O yıllarda kovboylar kirlidirler, at kokarlar. Ağız ve diş sağlığından habersiz yaşarlar. George da cephe cephe dolandığından olacak dişlerine bakamaz. Çürükler yüzünden uykusuz geceler geçirir ve genç yaşında protez takmaya başlar. Devrin protezleri yaylıdır, dikkat edilmezse ağızdan fırlar, bu yüzden dudaklarını büzmek zorunda kalır, ki gülüyor mu kızıyor mu belli olmaz. 1 doların üzerinde ki resimden hatırlayın, manasız manasız bakışlar... Hekimler ona su aygırı dişlerinden yontup dizdikleri bir protez hazırlar. Ancak bunu da kullanamaz, yediği önünde yemediği ardındadır ama bir hıyarı kırıp da kırtlayamaz. Kahramanın korkusu O günlerde diri diri gömülen hastaların hikayeleri çokça anlatılmaktadır. Güya tabutların iç yüzünde tırnak izleri bulunmuştur filan. Bu yüzden mevtaların bileklerine ip sarar, ucunu bir çıngırağa bağlarlar. Sonu "saved by the bell" ya da "dead ringer"la biten bir sürü masal... George zaten kapalı alanlarda duramayan (Klostrofobik) bir adamdır, mezar mezarlık dendi mi içini sıkıntılar basar. Söylentileri ciddiye alır ve öldükten sonra üç gün mezarımı bekleyin diye yalvarır yakınlarına. Anlatıldığına göre ağır bir zatürre geçirmiştir, tabipler vücudu arınsın diye kanını akıtırlar, ha şimdi rahatlayacak, ha birazdan derken adam kan kaybından kayar! 67 yaşındadır, takvimlerde 1799 yazar. GİT DAYIYA ANLAT! ABD denizlerde yeni yeni bayrak gezdirmeye başlamıştır, Akdeniz'e de destursuz girer ve bedelini öderler. Sadece 1793 Ekim Kasım aylarında 11 Amerikan gemisi Osmanlıların eline geçer. Mecburen hizaya girer Dersaadet'ten izin isterler. Sultan 3. Selim muhatap bile olmaz, "gitsinler Cezayir dayısına arz etsinler" der, "kabul ederse tamam, etmezse gözükmesinler!" Cezayir Dayısı Hasan Paşa makuldür, "neden olmasın" buyurur, "haracınızı ödedikten sonra!" ABD 642 bin altın verir ve her yıl 12 bin Osmanlı altını ödemeyi kabul eder. Cezayirli Hasan Paşa önüne konan İngilizce anlaşma metnini buruşturup atar, "gidin yeniden yazın" der, "biri Türkçe olsun, diğeri Arapça!" ABD tarihinde ilk ve tek İngilizce olmayan anlaşmaya, bizzat Başkan George Washington imza koyar. Yani kendileri vergi mükellefimiz olurlar bir bakıma. Nereden nereye... Gel de kahrolma! WASHINGTON'I PARLATAN SALDIRILAR Amerikalılar çatır çatır ayazda Delaware nehrini geçer ve New Jersey'deki askerleri esir alırlar. Washington, Yorktown muharebesinde ünlü İngiliz Generali Cornwallis'i yener ve işgale nokta koyar.
.
Köyüne kavuştun nur içinde yat...
16 Kasım 2008 01:00
HARUN YEREBAKAN Bir yiğit gurbete düşse... KÖYÜNE KAVUŞTU AMA... Harun Abi zaman zaman ellerini yanaklarına koyar, gözleri dalardı. O tatlı üslubu ile Ardeşen'in bahçelerini, yaylalarını anlatırdı. Beni köyüme defnedin dediğinde "Allahü teâlâ gecinden versin abi. O nasıl söz!" diye mırıldanmıştık. Nerden bilebilirdik ki... Harun'un vefatı şüphesiz gazetedeki herkesi etkiledi ama bizi daha bir etkiledi. Niye çünkü aynı masayı paylaşıyorduk gün boyu gözümüzün önündeydi. Rahmetli sabah servise gürültüyle girerdi, selamlar dağıtır, şakalar yapar, güldürürdü, gülerdi. Türk standartlar enstitüsü gibiydi, masası daima tertipliydi, çantası düzenli. Fotoğraf makinesi, flaşı, objektifleri, not defteri, kalemi, teybi ve n'olur n'olmaz diye yanına aldığı yedek pilleri... Şarjlı bataryaları daima dolu olurdu, badiyi sardığı sarı bezin kıvrımı bile değişmezdi. Rulo yaptığı aktarma kablosunun kıvrımları altıysa altıydı, ne beş, ne de yedi... Ve bütün bu malzemeler emrimize amadeydi. SİCİM, POŞET, KOLİ BANDI Onca yıl masa paylaştık onun düzenini bozmayı beceremedik. Günün değişik saatlerinde bir şeyler isterdik ondan. Harun abi makasın? Al, (not alıyormuş gibi yapar) bak yazıyorum, getir ama! Harun abi zımba? Bak yazıyorum getir ama! Hatta bir keresinde "Harun abi iğne" diye sormuştum. Rahmetli "bak yazıyorum" demişti o alışkanlıkla... Çekmecesinde her şey yerli yerinceydi. Belki birine lazım olur diye dolabında ıvır zıvır bulundurur, istendi mi çıkarıverirdi. Haber esnasında tanıştıklarının kartlarını minik kutularda saklar, bir başkasının işine yarayınca pek keyiflenirdi... Seksenli yıllarda çektiği diaları bile zarflamış, dosyalamıştı. Üzerlerine küçük küçük notlar yazmıştı. Oturup elden geçiren hayatını özetleyebilirdi. Bir zamanlar büyük paralara aldığı (bekli de üç maaş) bir Canon AE-1'i vardı, dijitale geçince de Canon'dan caymadı. Gazeteciler arasında adı konmadık bir Nikoncu Canoncu çekişmesi yaşanır lakin o bu münakaşalara katılmazdı. Evet makine tokuşturmaz ama külüstür Toyota'sına da toz kondurmazdı. Matah bir araba değildi bu ama kalenderdi, yolda ney koymazdı... Fotoğrafhane kapanalı altı yedi yıl oldu belki... Ama onun AE 1'i ve kollu Metz flaşı hâlâ çakmaya hazır bekler çantasında. Her gözde ayrı makara... 100 ASA Fuji, 400'lük Kodak ve Konica... Ve klasörlerde dosyalar... Alacaklar, verecekler, borçlar. Hangi ürünün kaç taksiti kaldı, kefil oldukları, çocukların evrakları, okul durumları... Yeri gelmişken söyleyelim Harun çocuklarına anlatılmayacak kadar bağlıydı. Onlarla ilgili duygularını paylaşma ihtiyacı duyardı. Eğer "gel bir çay içelim" dedi mi ya Kübra ile ya Gamze ile ya da minik Necip ile ilgili bir şeyler anlatacaktı. Onlardan bahsederken gözleri parlardı. Mesleğini ciddiye alır, işe tatlı bir telaşla çıkardı. Vazifeden son on yılın en büyük haberini yakalamışcasına döner, heyecanla klavye tıkırdatırdı. TATLI YE TATLI KONUŞ Bizde adettir, serviste çocuğu olanlar, memleketten dönenler tatlı dağıtırlar. Herkes atlanabilir ama Harun abi asla! O serviste olmasa bile payı ayrılır, masasına bırakılırdı icabında. Tatlıyı sevmesini onun halavetine veriyorduk, meğer karaciğeri hasarlıymış garibimin. Kimbilir, belki de bünyesi ihtiyaç duyardı. Harun'u kızdırmak isteyen "nerdeydin abi" derdi "Güllüoğlu bir tepsi baklava yollamış, ortalıkta da kimse yok, bitirinceye kadar canımız çıktı. Adam fıstıkları halı gibi yaymış canım, hem bu kadar da tereyağ atılır mı?" Sabırla dinler dinler ve o malum suali sorardı; insan bi dilim ayırmaz mı? Yaa sorma abi aklımıza mı geldi, dalgınlık işte... O yumuşak huylu, o efendi Harun işte buna dayanamaz, "zıkımın kökünü yiyesiceler" diye fısıldardı. RİZELİ... YEŞİL MAVİ... Rizeliydi... Ama has Rizeliydi, memleketine aşıktı. Düşse de kalksa da Çaykur Rizespor'u tutardı. Ardeşen yöresinin köklü ailelerinden birine mensuptu. İstanbul'daki Yerebakan'ları derler toplar, toplu iftarlar düzenler, alayını arar sorardı. Hatta bir Web sitesi hazırlamış, resimlerle hatıralarla donatmışlardı. Dert babasıydı... Hastalar, borçlular, işe girmeye çalışanlar gelir onu bulurlardı. Hemşehrilerini yedirir, içirir, yatırır, hekim arar, günlerce işlerini kovalardı. İHA adına belgesel çektiğimiz günlerde laf ola beri gele cinsinden takılmış "Rize'ye gidiyoruz" diye laf atmıştım, "araba aşağıda, sen de gelsen ne iyi olurdu ama!" Ne yaptı yaptı on dakika içinde izin aldı, şoför mahallinde yerini kaptı. Köylerine vardığımızda gecenin ilerleyen saatleri olmuştu, yorgunluktan ölüyorduk ama o çocukça bir neşe ile kapıyı açtı, çay, çorba koydu, mangal yaktı. Rahmetli anacığı henüz bir yıl evvel aralarından ayrılmıştı, mushafı, tesbiği, rahlesi, seccadesi henüz ortadaydı. Mantosu tülbenti kapının çivisine asılıydı. Sanki komşuya gitmiş gibiydi, birazdan eşikte belirecek Harun'la kucaklaşacaklardı. "Oyy Nenna" (anne demek herhalde) derken sesi titredi, göz yaşlarını saklayamadı. Metruk evde ağdalı bir hüzün ve derin bir sükun vardı. Ama Harun bunu bozacaktı, emekli olduğu gün dönüp gelecek baba ocağına tüttürecekti. Gurbetteki kardeşlerini bu evde ağırlayacaktı. Yanlış hatırlamıyorsam evin uzunca holüne açılan 6 oda vardı, aşağı kattakiler kaç tane bilmiyorum ama bütün kardeşlere yeter de artardı. Zikrolunan ev birinci viteste araba ağlatan bir yokuşun tepesindeydi, derenin dibine kadar çaylıklar uzanmaktaydı. Sağda solda öbeklenen kara yemişler, Trabzon hurmaları ve kivi sarmaşıkları... Şöyle alel acele turlamış ve bir kucak salatalıkla dönmüştü. Nasıl körpeydiler anlatamam. Çıtır çıtır kırılıyor ve mis kokuyorlardı. Harun abi her sıkıntılı dönemde Rize'ye gitme kararı alırdı. Öylesine ciddileşirdi ki sanırsınız hemen şimdi kalkacak, denkleri sarmaya başlayacaktı. Hayali gazetecilikti Harun'un çocukluğu Rize Ardeşen'de geçer, Başmahalle'de. Mahalle dediğin yamaca tutunmuş beş on hane... Dik yamaçlar, derenin dibinden tepenin zirvesine uzanan çaylıklar, birkaç serender (ahşap ambar) ve sayılamayacak kadar ağaç... Harun ilk mektebi burada bitirir sonra Ardeşen İmam Hatip'ten (derece ile) mezun olur. Gönlünde gazetecilik yatar, Üniversiteye hazırlanmaya başlar. O günlerde akrabaları "İstanbul'a gel seni Türkiye Gazetesine sokalım" teklifinde bulunurlar. Evet gazeteci olur ama muhabir değil, onu dağıtıcı yaparlar! Sabahın alacasında Beşiktaş sokaklarına düşer, ne bir gecikme ne bir aksama, gün doğmadan işini tamamlar. Büro memnun, müşteriler memnun, aboneleri katlana katlana artar. Gurbetçilik işte, Fatih'in dar aralıklarından birinde, rutubetli bir bodrum katında kalırlar. Ağabeyi Sami ile aynı odayı paylaşırlar, garibane arkadaşlarına şekerli makarnalar (!) yapar. Görünen bir problem yoktur ama Rize burnunda tütmeye başlar. Bir gün lağım taşıp da odalarını basınca sabrı da taşar. Bohçasını toplayıp müdürüne çıkar, "bana müsaade" der büyük bir kararlılıkla. Amirleri onun gibi bir pırlantayı kaybetmek istemez, "git tatilini yap dinlen ama mutlaka gel" derler, "aklında olsun, haber servisine adam arıyorlar." Neyse gider, döner, gazetede işe başlar. Ona bir masa gösterir, tashih işinin inceliklerini anlatırlar. İyi ama o muhabir olmayı arzulamaktadır, masa başına tıkılıp kalamaz. Kaldı ki safkan Karadenizlidir, hemşehrileri ile konuşurken Türkçe başlar elinde olmadan lazcaya kayar. Gazetemizin ilk muhabiri, ilk muharriri ilk mürettibi, ilk musahhihi ve son muhasibi olan Mahmud Amca bir gün onu kenara çeker, "seni böyle n'apcaz Harun" der, "Artık İstanbul ağzı ile yazmaya konuşmaya çabala!" Harun makineli tüfek gibi patlar "evet Mahmud Emice benim musahhihlik yapmam çok mahzurlu, en iyisi yollayın gideyim muhabirlerin arasına!" GECE MESAİLERİ Mahmud Amca ses çıkarmaz ama belliki bunu bir yere yazar. Bir boşluk bulunca onu gececilerin yanına katar. Gececilerin işi herkes el ayak çektikten sonra başlar, bunlar telsiz başında muteyakkız bekler, hadise oldu mu fırlarlar. O günlerde gece servisinde Faruk Çelik'in sözü geçer. Kankaları Sadi Sözen ve Ahmet Sert ile sabaha kadar kaynatırlar. Onlara da Harun gibi temiz, tertipli, mesuliyet sahibi biri lazımdır. Yoksa servisin çivisi çıkar. Faruk "hep birlikte telsiz dinlemenin ne manası var" der " vardiyayı dilimlere bölelim. Birimiz dinlesin diğerleri dinlensin." Önce Harun Abiden başlanır, öbürleri battaniyelerine bürünüp rüyalara dalarlar. Sıra Faruk'a gelir ama Harun arkadaşına kıyıp da kaldıramaz. Ahmed'e gelir yine dokunamaz. Şunun şurası sabaha ne kaldı der işine bakar. Faruk nöbetçi vurur kafayı yatar, nasıl olsa Harun var. Ahmet nöbetçi vurur kafayı yatar nasıl olsa Harun var. Bir gece değil iki gece değil tam sekiz yıl böyle akar. Gerçi telsizcilerin kulakları deliktir, uykuda sanırsınız ama anonstaki telaşı okurlar. Bir anda ayağa fırlar "Kalkın millet! Alemdarağa caddesi, Kilimciler sokak... Silahlı çatışma" diye bağırırlar. AYRI KUTUPLAR Diyelim iş çıktı... Harun Ağabeyin sırtında kolombo trençkot, elinde telsiz. Araba zaten Reno 12, bildiğin polis şefi... İşin ters yanı diğerleri amirim amirim der, karışık işlerde sırtını sıvazlarlar. Ki bunların başında maktul evinden vesikalık fotoğraf almak gelir, foya çıkarsa kan akar. Keyifleri yerinde ise telsizi alıp Dolmabahçe'ye takılırlar. Faruk o günlerde cıva gibidir ele avuca sığmaz. Kiminin çayına idrar söktürücü katar, kiminin makinesini açıp filmini yakar. Nerden baksanız vukuat, yapma etme demekten Harun Ağabeyin dilinde tüy biter, yani o kadar. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer yine gazetedir. Öyle güzel bir kardeşlik havası vardır ki eşiğinden ayrılamazlar. Başlarında Rahmetli Ethem Ağabey gibi bir büyük vardır, ele geçmez nasihatler verir, veliyullahın menkıbelerini anlatır onlara. Gençlerin kanı kaynar ama sırf Ethem ağabey üzülmesin diye aralarındaki problemleri bitirir, yaşlarından olgun davranırlar. Gazetemizi bilen bilir, burası iş yerinden ziyade bir ev gibidir. Bazen içlerinden gelir, yerleri süpürür, camları siler temizlik yaparlar. Gündüzleri, matbaayı mekan tutarlar. Üzerlerine vazife değildir ama yerinden kalkmaz bobinlere el atarlar. Ne iştir bilinmez, Harun gibi muti, sessiz, düzenli biri, Faruk gibi yırtıcı koparıcı dağınık bir muhabiri dost edinir. Görünüşte geçinmeleri için hiçbir sebep yoktur ama içtikleri su ayrı gitmez. Sürekli didişir, çekişirler. Gören onları kavgalı sanır ama birbirlerini ölesiye sever, dizi tekliflerini de beraber verirler. Faruk gibi gözü kara biriyle yola çıkan ummadık gailelere, sürpriz maceralara hazır olmalıdır ancak riskli eşiklerden hep Harun'un ihtiyatı sayesinde kurtulurlar. Üçlü işbaşında... Harun ve Taner abi Safranbolu'da. Ya Faruk? Onsuz olur mu? Kareyi donduruyor. Servisin neşesi... İstihbarat servisinin bir arada olduğu nadir karelerden biri. Harun Abi meclise neşe katıyor. HAZIR KITA Harun Abinin 7 yıldır kullanmadığı filmli makine. Ama hiçbir şey eksik değil. Çantayı kapıp çıkabilirsiniz pekala.
.
Hollywood'un göstermedikleri
30 Kasım 2008 01:00
HO CHİ MİNH... VE VİETNAM'DAN IRAK'I ANDIRAN MANZARALAR Vietnam'ı Rambo filmlerinden çok izledik, dilerseniz karşı cenahtan bakalım bu defa... 1900'ler... Fransız işgalinin sürdüğü yıllar... Nguyen (Ho Chi Minh) annesi ölünce ninesinin yanına sığınan bir okulludur, 10 yaşındadır daha. Fransızlar halkı dipçik zoruyla yol inşaatlarında çalıştırmaktadırlar. Şantiyeden firar edenler, gecenin bir vakti kapıyı yumruklar, yaşlı kadının evinde saklanırlar. Kaçaklar kin doludur, işgalcilere söverler sayarlar. Ho Marksizmle Fransız Lisesinde tanışır, düzenden sıkılmaya başlar. Ani bir kararla mektebi bırakır, Phan Thiet adlı bir balıkçı kasabasını mekân tutar. Önünde koca bir okyanus uzanmaktadır, kim bilir bu manzaraya bakan ne şehirler vardır daha... Ah onları gezecek görecek olsa... Muradına da erer, Amiral Lotouche adlı bir gemide garsonluk bulur, açılır deryaya... Hint Okyanusunu, Akdeniz'i dolaşır ve Amerika'da karaya çıkar. Boston'da ağaç budar, Londra'da bulaşık yıkar. Bir ara Carlton otelinin aşçılarına yamaklık yapar, belki de bu yüzden kendini "gurme" sayar. O günlerde Rusya'da devrim patlamıştır, Bolşevik propaganda onu da önüne katar. "Yurtsever Nguyen" kod adı ile faaliyete başlar. Siyaset için en elverişli zemini Fransa'da bulur, bir yandan Çin işi antikaları boyar bir yandan Sosyalistlerin yuvalandığı La Populaire mecmuasında makale yazar. Sonra devrimci Le Paria'nın editörlüğünü yapar. Derken Viet Nam Hon adlı bir dergi yayınlar ve gizli gizli ülkesine sokar. Fransız işgalindeki Vietnam'ın hali perişandır, kafasını kaldıranı mapushaneye tıkarlar. Bir araya gelmek, konuşmak, tanışmak kesinlikle yasaktır ama afyon çekene karışmaz, sızana kusana aldırmazlar. Resmen nesli çürütür, halkı uyuştururlar. Ho, Paris'teki Sosyalist Parti toplantılarında yaşanan zulmü anlatırsa da aradığı tepkiyi bulamaz, mösyöler feryada Fransız kalırlar. PROFESYONEL DEVRİMCİ İki sözünden birine "ben profesyonel devrimciyim" diye başlayan Ho işi kuralına göre oynar. Gider Moskova'da Marksist teori eğitimi alır, Lenin, Stalin, Troçki, Dimitrov, Buharin ve Radek'le tanışır. Artık Komintern'deki yeri farklıdır, kongrelerde sömürgeciliğe bigane kalan Fransız delegelerini bombardımana tutar. Bakarlar Hindiçin ile yatıp Hindiçin ile kalkıyor, "madem o kadar heveslisin, git çalış" der, onu kendi bölgesine yollarlar. Ho, sadece Saygon ve Hanoi ile kalmaz, Şanghay, Laos ve Kamboçya'ya da el atar. Bangkok ve Hong Kong'da Budistleri örgütler, ayaklanmalara katılmalarını sağlar. İngilizler isyancıları tek tek toplar, cezalandırırlar. Ama nedense Ho'yu görmezden gelir, hatta hapishanede öldüğünü ilan eder, "başka kimlikle rahat çalışma imkanı" sunarlar. Siyaset işte, adamlar yıllar sonrasına yatırım yapar. Düşünebiliyor musunuz 1933 Kominternine katılsın diye bizzat Bayan Sun Yat Sen seferber olur, First lady onu Limusinlerle aldırır, evinde ağırlar. Ne yapar yapar bir şekilde Moskova'ya yollar. Ho'nun keyfi Rusya'da da iyidir, Karadeniz sahillerinde tatil yapar, stres atar. 2. Cihan Harbinde Almanlar, Fransa'ya girince Vietnamlılar umutlanırlar. Ancak Fransızlar çekilmez, aksine kazık çakarlar. Yetmez Japonlar da havaliye sulanır, sömürgecilerin sayısı ve iştahı artar. Ho huzursuzdur ancak beklediği darbeyi hasımlarından değil hısımlarından yer, Çin makamları onu içeri alırlar. Adını yine "öldü"ye çıkarır, kaydını düşer sırtını sıvazlarlar. Bütün bunların bir bedeli vardır, bir kenara yazıyor olmalıdırlar. Ho, Amerika ile de münasebetlerini sıcak tutar, Stratejik Hizmetler Ofisinden (OSS) silah ve mühimmat alır, sözüm ona Japonlara karşı ittifak yaparlar. DENGELER ALTÜST Atom bombası sadece Nagazaki ve Hiroşima'yı dağıtmaz, bölgedeki dengeleri de yıkar. Ho yaşanan kargaşayı değerlendirmeye kalkar, adamları ile Hanoi'ye girer, Demokratik Cumhuriyet Hükümeti adına yönetime el koyduğunu açıklar. Kayıtlara göre bu asinin yaşamaması lazımdır, Fransızlar şaşkındırlar. Sahi nereden çıkmıştır bu adam? Hem neyine güvenir de ayaklanma çağrısı yapar? İşin garip yanı Marksistler de Ho'ya güvenmez, onu fazla Troçkist bulurlar. Nitekim Çin Hindi Komünist Partisini lağveder, Ho'nun adını "milliyetçiye" çıkarırlar. Uzatmayalım Ho ve arkadaşları hakileri çeker, işgalcilere saldırırlar. Sayısı 150 bini bulan Fransız ordusu 4 yıllık bir mücadeleden sonra 11 bin esir ve 20 bin kayıpla havlu atar. Binlerle yaralı... Travma yaşayanlar... Fransızlar Cenevre görüşmeleri ile çekilme kararı alırlarsa da, perde arkasında ABD ile el sıkışır, Vietnam'ı satarlar. Demokrasi havariliğini kimselere bırakmayan ABD, ısrarla seçimlerin yapılmasını baltalar, dizginlerin Ho Chi Minh'in eline geçeceği aşikardır zira... Amerikalılar Katolik Ngo Dinh Diem'i koltuğa oturtur ve adama "duruşmasız idam" salahiyeti tanırlar. Artık muhaliflerin hayatı bir işarete bakar. ESKİ MEVZİ YENİ DÜŞMAN Ho, Fransızlarla baş eder ama ABD ile dalaşmaktan kaçar. En azından Çin ve SSCB'nin desteğini alıncaya kadar... Amerikalılar ülkeye danışman adı altında hayli kurmay sokunca Diem şirazeden çıkar, akıl insaf sahiplerinin kabul edemeyeceği cinayetlere imza atar. Bu arada apoletlilerin de iktidar hırsı kabarır, kanlı darbelere alet olurlar. General Kahn, Dr. Oanh, General Kao Ky birbirlerinin ayaklarını kaydırırlar. ABD önce güneylileri silahlandırır, Vietkong'un üstüne salar. Sonra kendi birlikleriyle sahaya çıkar. Ho bir yandan vuruşur, bir yandan da barış çağrısı yapar. Başkan Johnson muhatap bile olmaz, inadına bombardıman uçaklarını yollar. B 52'ler meskun mahallere napalm yağdırır, kadınları ve çocukları yakar, ekinleri tutuştururlar. Coniler için hayvan insan fark etmez, hareket eden her canlıya nişan alırlar. Gitgide yabanileşir, teslim olana da acımazlar. Esirleri kül tablası gibi kullanır, puro makası ile parmak kopartırlar. Ho çaresizdir zulmü dindirsin diye gider eski düşmanının kapısını çalar. De Gaulle gibi bir isim aracı olmaya kalkar. Ancak Başkan Johnson ne dünya kamuoyunu dikkate alır, ne de kendi halkını sallar. Ho Chi Minh bu hengamede ölür (1969) lâkin direniş aksamaz. Zaten silahlı mücadele onun değil Giap adlı bir tarih öğretmeninin eseridir. Giap'ın yetişdirdiği gerillalar işe küçük birliklerle başlar. Sayıları zamanla 125 bini aşar. Sahra hastaneleri, haberleşme ağı, tüneller, istihkamlar... Bunca milisi sevk ve idare kolay değildir, hele karşında ABD gibi bir düşman varsa... Giap'a göre yapılacak iki şey vardır: Biir! Anladıkları dilden cevap. İkiii! Zulmü dünyaya duyurmak! Nitekim değişik ülkelerden gazetecileri davet eder, çalışma imkanı sağlarlar. Savaşı gerillalar değil "foto muhabirleri" bitirir. Amerikan ordusunun iğrenç cinayetleri boy boy yayınlanınca Beyaz Saray kıvırmaya başlar. "Seçilirsem çekileceğim" diyen Nixon büyük puan toplar. ABD, 1973 itibari ile asker çekerse de CIA her taşın altından çıkar, Güneylileri silahlandırıp yangına benzin sıkar. Gelgelelim Gerillalar Buan Ma Thuot adlı kasabayı ele geçirince savaşın rengi değişir. İki ay sonra da (30 Nisan 1975) Güneyin başkenti Saygon'a girmeyi başarırlar. İki Vietnam ancak 1976 yılında birleşir, oturup yara sarmaya çalışırlar. BAHANE DÜZMECE O yıllarda cihan harbi bitmiştir ancak silah tacirlerinin elinde yeni yeni silahlar vardır ve bunları denenmesi (!) lazımdır. Önce 'Domino Teorisi' diye bir korku filmi uydururur, kalabalıkları inandırlar. Sonra Tonkin Körfezi'nde seyretmekte olan Amerikan savaş gemisi 'Maddox'a ateş açıldığını iddia eder ve savaşı başlatırlar (1964). Bunun düzmece olduğu ilerleyen yıllarda ortaya çıkar. ABD Vietnam, Laos ve Kamboçyalı sivillerin üzerine uluslar arası hukuk ile yasaklanmış misket ve napalm bombalarını atar. Ormanları yapraksızlaştırmak için kullanılan Agent Orange berbat bir zehirdir, etkisi sürmektedir hâlâ... Wall Street Journal'in ifadesi ile en az 500 bin çocuk bu yüzden sakat doğar. Atılan bombaların miktarı 8 milyon ton civarındadır ki, bu 2 Cihan Harbinde "bütün cephelerde" kullandıkları miktarı aşar. Geride bırakılan mayınlar sonraki yıllarda da çok can yakar. ABD komutanlığı "stratejik köy"ler (bir nevi esir kampı) haricinde bütün ülkeyi "serbest ateş bölgesi" ilan eder. Kendi halinde insanları "düşman" diye yaftalar "ara ve yoket" operasyonları ile ortadan kaldırırlar. KENDİ AĞIZLARINDAN Mart 1968... 11. Hafif Piyade Tugayına bağlı Charlie Bölüğü My Lai mezrasına girer, rütbeli subaylar operasyonu helikopterlerden izlemektedirler. Teğmen William Calley'nin komutasındaki askerler, tek bir savaşçının bile bulunmadığı köye saldırırlar. Ellerini kaldırarak teslim olan köylüleri hendeklere yatırır kafalarına sıkarlar. Mezranın dışına çıkmayı başaranları, pusuda bekleyen askerler avlar. "Çok sayıda yaşlı adam süngülenerek öldürüldü; onları bir kuyuya ittiler, üzerlerine el bombası attılar. Tapınağa sığınan kadınları ve çocukları enselerinden vurdular. Bir asker, az önce ırzına geçtiği 5 yaşındaki bir kız çocuğunun yatmakta olduğu kulübeye el bombası salladı. Daha yeni yürümeye başlamış çocuklara bile yakın mesafeden ateş açtılar. Ölülerin bağırsakları deşildi, göğüslerine bıçaklarla "C Bölüğü" kazıdılar. (Yarbay George Walton - The Tarnished Shield) "Öldürmek için insan aramanıza gerek yoktu; oracıkta duruyorlardı işte. Onların gırtlaklarını, ellerini, dillerini kestim. Evet, bütün bunları yaptım. Herkes yapıyordu, ben de yaptım. (David Wallechinsky's - Twentieth Century) Katiller içinden sadece biri, yani operasyonu doğrudan yöneten Teğmen William Calley askeri mahkemeye çıkarılır, o da üç gün sonra salınır. Askerlerden David Paul Meadlo'nun annesi "Halbuki ben onlara iyi bir genç teslim etmiştim" diye haykırır, oğlumu canavarlaştırmışlar." (The Ten Thousand Day War) PEKİ ŞİMDİ? Gençliğimizde solcular ulusalcı olmamışlardı henüz, sık sık yollara düşer avaz avaz bağırırdılar: "Ho Ho Ho Şi Min! Ernesto'ya bin selam!" Tuhaftır, savaşta ABD'ye kök söktüren Vietnam barışta Amerikan rüyaları görmeye başlar. Kapitalistler ülkede istedikleri gibi at oynatırlar. Çok uluslu firmalar bir yandan tüketimi kamçılarken insan haklarını, emeğe saygıyı rafa kaldırırlar. Düşünün "Nike" Vietnam fabrikalarında çalışan kadın işçiler tehlikeli eşiğin tam "177 katı" toluene maruz kalırlar (Kasım 1997 New York Times). Bu zehir böbrekleri, ciğerleri, sinir sistemini perişan eder, doğum anomalilerine yol açar. "ABS- 514" ise hem uçucu ve hem de "uçurucu"dur, zavallıları tinerci yapar. Bunlar haftada 70 saat çalışır, yüz dolarlık ayakkabılardan yüzlerce üretir ancak 2.08 dolar yevmiye alırlar. Bu arada fuhuş ve uyuşturucu yayılır, ağzı süt kokan çocukları Batılı sapıklara satarlar. Ho Ho Ho Şi Min! Sam Amcaya (!) bin selam! NE MOSKOVA NE PEKİN! Ho Chi Minh Marksist bir liderden ziyade Budist rahibi andırır, filozofça laflar eder zaman zaman. Konuşmalarına yeğenlerim diye başladığı için adı "Ho amca"ya çıkar. Komünist parti kongrelerinde kürsüye yapışsa da onu tavrı ve tarzıyla "milliyetçi" bulurlar. Nitekim "Moskova mı Pekin mi?" sorusuna "Hanoi!" demekten kaçınmaz. 
.
Velüd kalem, çileli hayat: AHMED ARVASİ HOCA
31 Aralık 2008 01:00
Sayısız talebe yetiştiren ve onlarca eser veren Arvasi Hoca gibi bir değer Batının elinde olsa, hakkında tezler doktoralar hazırlanır, enstitüler kurulurdu adına... Biz n'aptık. Tıktık zindana!BM'den 14 asır önce Arvasi Beyin 12. Milli Eğitim Şûrası'ndaki konuşmasından: "Bundan tam 1366 yıl önce şanlı ve sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -ona binlerce selam olsun- Medine-i Münevvere'de ilk İslâm devletini kurdu. Müslümanların yanında ehli kitabın da haklarını savundu. Zulüm, cinayet, haksızlık sona erdi. Irk, cins, soy farkı gözetmeksizin bütün inananları kardeş ilan etti. Mahkeme usulünü getirdi, ehli kitaba din hürriyeti verdi. Müslümanlar için tanınan garantileri onlar için de kabul etti. Birleşmiş Milletlerden tam 14 asır önce insan hakları konusunda bu derece, bu biçimde ve yazılı olarak ortaya konmuş başka bir belge yoktur. Bütün beşeriyet, şanlı ve şerefli Peygamberimizin başarısını görmek ve ayakta alkışlamak zorundadır!" (Salon ayaklanıp coşuyor, ortalık alkışlarla inliyor.) Ahmed Arvasi Hoca damadı Muhib ve oğlu Murat ile... Yirmi yıl evvel, yine bu gece... Noelcilerin sokağa döküldüğü demler... Hoca acı acı "burası bizim yurdumuz, bunlar bizim gençlerimiz" diye mırıldanıyor "Yazık ateşe koşuyorlar." Gözü emektar daktilosunun silik tuşlarında. Şimdi oturup yazma vakti... Ancak sürgünlerde zindanlarda feri giden yorgun bedeni oracığa düşüveriyor. Hoca için ne ölüm ilanları veriliyor, ne de haber saatlerinde adı okunuyor. Ama cenazesine onbinler koşuyor. Bir ucu Fatih'te, bir Ucu Edirnekapı'da... Vakarlı kalabalık caddelere sığmıyor. DOĞU ÇOCUĞU Seyyid Ahmed Arvasi adı üzerine seyyiddir, Evlad-ı Resuldür, ehl-i beyttendir. Soyu Hazret-i Hüseyn ve Ali Keremallahu vecheh ile Server-i Kainata ulaşır. Sonra Arvasizadedir, bu aileden sayısız alim ve veli çıkar, cihanı aydınlatırlar. Onun doğduğu evde eğitim beşikte başlar, menkıbelerle destanlarla büyür, semaver sohbetlerinden de çok şey kapar. Babası Abdülhakim Efendi Ağrı Doğubeyazıd'da mukimdir, o günlerde gümrük memurluğu yapar. Memurluk işte n'olsun, kıt kanaat geçinir, iki yakalarını bir araya getirmeye çalışırlar. Ondan para isteyen yoktur ama aile bütçesine bir şeyler katmayı arzular, gider bir kuyumcunun yanında işe başlar... Bir gün dükkanın kapısı açılır, heybeti düğme ilikleten bir Allah dostu içeri girer, elini omzuna koyar, "Senin işin gönül sarraflığı olmalı" der ve çıkar... Gönül sarraflığı... Gönül sarraflığı... İşte Ahmed Bey o günden sonra daha fazla okur, mânâ rüzgarlarına yelken açar. Kutlu sahabe kadrosunu ve şanlı ecdadı tanıdıkça muhabbetle dolar. Bu çoşkun sevda ve bu taşkın duygular eline kalemi aldırır, işe şiirden başlar. Uykusuz gecelerde yazdığı beyitleri "Sır" adlı manzum eserinde toplar. TUTAK DAĞLARINDA Ailesi onu "eli bir an önce ekmek tutsun" diye öğretmen okuluna yazdırmıştır. Bu arada evlenmiş barklanmış, genç yaşta çoluk çocuğa karışmıştır. Mezun olunca Tutak'ın Mollaşemdin Köyü'ne tayini çıkar. Bir kış günü eşyasını at kızağına yükler, vururlar yola. Kızakçı bir ara "Bırrr" deyip dizginleri çeker: "Geldik hocam!" -Nereye geldik? -Okula! -Hani okul? Karın örttüğü bir tümseği gösterir "şurada!" -Ya lojman? Öbür tümseği işaret eder: "Yanında!" Ahmed Arvasi Bey oturaklı bir taş bina, sıcak odalar hayal ederken, sırılsıklam bir delik bulur. Yerdeki buz parçalarına bakılırsa toprak dam akıyor olmalıdır. Muhtar evlere haber yollar, "müjde öğretmen geldi, çocuklar mektepe koşsunlar!" Cılız cılız bebeler, yırtık hasırın üstüne ilişir, soğuktan birbirlerine sokulurlar. Üzerlerinde ne mont gocuk vardır, ne de ayaklarında bot kundura. Eller donmuş, kırmızı kulaklar, nemli burunlar. Hani can dayanmaz. İlk işi bir soba uydurmak ve şilte minder bulmak olur. Tezek sobası yanınca ortalık ısınır, yavrucakların yanaklarında çiçekler açar. Keyifle ders dinler, saman kağıtlı defterlerini çiziktirmeye başlarlar. Ahmed Arvasi bey bu gariplerden çok etkilenir. Mollaşemdin köyünü öyle de böyle de çekip çevirir, iyi ama öbür Mollaşemdinler? Peki onlar n'olacak? Milli Eğitim politikalarına yön verebilmek için yükselmek zorundadır. Ve gereğini yapar, ders yılı bitince gider Gazi Pedagoji'ye başlar. FİKİR ÇİLESİ Gelgelelim burada köy enstitülülerin kesin bir hakimiyeti vardır. Anadolu'dan gelen gençler karargâha dönen tezgahta inançlarından koparılırlar. Ahmed Arvasi Bey bu güçlü sele ecdad sevgisi ile karşı koyar. Ancak arkadaşları erir gider, mâlum cenaha katılırlar. İşte o günlerde derin fikir çileleri çeker ve "Kendini arayan insan" kitabını yazar. Balıkesir Savaştepe Öğretmen Okulunda ders vermeye başladığında anlatacak çok şeyi vardır ve dağarcığındakileri talebeleriyle paylaşır. Arvasi Hoca sevdirir kızmaz, müjdeler korkutmaz. Çocukları adam gibi karşısına alır, dertlerine derman olmaya bakar. Gençlerin yazdığı hikayeleri okur, mısralarına kafiye uydurur, denemelerine ilaveler yapar. Acemice karalamalara da vakit ayırır, hiç birinin hevesini kırmaz. Her ne kadar saklasa da maaşının irice bir bölümünü muhtaç öğrencilere dağıttığı bilinir. Lakin... Lakin, sigarayı fazlaca içmektedir. Bir gün muallim arkadaşlarından biri "çocuklar size özeniyor hocam" der, "sigarayı aynı sizin gibi yakıyor, izmariti sizin gibi söndürüyorlar." İL HUDUDUNDA Hiçbir şey söylemez. Derhal kantine girer, öğrencilerinin şaşkın bakışları arasında cebinden paketini çıkarır ve parça parça edip ortaya atar. Çocuklar mesajı alırlar. Eller bellere, çoraplara gider, büyük bir hınçla paketlerini paralarlar... Döşemede bir anda tütünden bir tepecik yükselir. Belki inanmayacaksınız ama o günden sonra okulda sigara içen tek talebe kalmaz. Aradan yıllar, uzuuun yıllar geçer. Hoca öğretmenliği bırakır, yazarlığa başlar. Memleket sıkıntılıdır, zira aydınlar başka tellerden çalarlar. Birilerinin onlara cevap vermesi lâzımdır. Sıhhati de iyi değildir ama meydanı boş bırakamaz. Seminerler, konferanslar... Yükü ağırdır, uyuyamaz. Çok yoğun çalışır, çay ve sigara ile ayakta kalmaya çabalar. İşte bu hengamede yolu bir zamanlar öğretmenlik yaptığı Balıkesir'e düşer. Dostları tabakalarını çıkarır kehribar renkli tütünleri sarıp hocaya uzatırlar. Olacak şey değildir, Hoca sigaraya "hayır" der, ısrarlara rağmen tek dal yakmaz. Ta ki tekrar yola çıkana ve "Bursa il hududu" tabelasını görene kadar. YÜZÜNE BAKMAYIN Tayini Fikirtepe Eğitim Enstitüsüne çıktığında okul marksist militanların elindedir. Örgüt liderleri "asla onun yüzüne bakmayacaksınız" derler, "göz göze gelirseniz direnemezsiniz, takılırsınız ardına!" Zira dostları gibi düşmanları da onun asaletinde hemfikirdir. Anlatılamayan bir heybet, tarifsiz bir vakar... İçeri girdi mi ayağa kalkma ihtiyacı duyarlar. Arvasi Bey, ilk dersinde sırtını duvara dönmüş gençlerle karşılaşır. Ancak aldırmaz, sanki kendisini büyük bir alaka ile dinliyorlarmış gibi anlatır. Biliyor musunuz onun en büyük silahı tebessümüdür, tarafı duruşu bellidir ama karşısındakilerle de irtibatı koparmaz. Sesinde dolu dolu samimiyet vardır, içten konuşur, rol yapmaz.. İnandığını anlatır, anlattığı gibi yaşar. Nitekim gençler birer birer başlarını kaldırır, kenarından köşesinden sohbete katılırlar. Çok değil birkaç ay sonra din, millet, bayrak sevdası ile yüklenir, özlerini bulurlar. Hoca bu milletin asaletine hayrandır zaten, gelecek nesillerden çok şey umar. Bu arada "İlmihal" ve "Doğu Anadolu Gerçeği" isimli akademik eserlerini tamamlar. Emeklilik yıllarında çalışma dozunu artırır. Gazetemizde günlük makaleler (Hasbihal) yazar, kitapları peşpeşe çıkar. Girift mevzulara da girer, aklının kopma noktasına geldiği demlerde kalemini İmam-ı Rabbani hazretlerine bırakır, sular seller gibi yazar... Talebeleri onu unutamaz, talebelerini de alır gelir, kapısını çalarlar. Ziyaretçileri geometrik dizi şeklinde artar, evi gençlerle dolup taşar. Bunu nimet bilir asla bıkmaz usanmaz. Onlara asrı saadet yıllarını, alperenleri, derviş gazileri anlatır. Elceğiziyle çay çörek taşır, tek tek hatırlarını sorar, gönüllerini almaya bakar. RESULULLAH AŞKINA Arvasi Hoca'da tasvir edemeyeceğimiz bir Habibullah muhabbeti vardır. Söz Efendimizden (Sallallahü aleyhi ve sellem) açıldığında cezbeye tutulur, dizlerinde derman kalmaz. Ömrünün son yıllarında namazlarını Erenköy İstasyon Camii'nde kılar. Mahallenin dilencileri ona da laf atar "çocuklarının başı için", "Allah işini rast getirsin" gibi bilinen duaları sıralarlar. Ancak içlerinden biri "Resulullah aşkına" deyince tutulup kalır, üstünde ne kadar para varsa adamın önüne atar. Uyanıklar bu inceliği iyi yakalar ve kullanmaya başlarlar. Arvasi Hocanın elindekini cebindekini kapar, tabiri caizse ayaküstü soygun yaparlar. Dostları "amaaan Arvasi Bey, dilencilere niye itibar ediyorsun. Bunların ne kadar fırıldak olduğunu bilmeyen mi var" deseler de dayanamaz. Zira o "Resullullah aşkına" diyen birine karşı koyamaz. YANLIŞ MI YAPTIM? Arvasi Hoca 12 Eylülde Mamak Cezaevi'ne alınır... Suçu bu milletin gençlerine ecdadını tanıtmaktır. O ilk akşamı hiç unutamaz, zira aynı hücreyi paylaştığı gazeteci arkadaşının saçları sabaha kadar beyazlamıştır, adamcağız kendini tanıyamaz. Arvasi Bey, derdi vereni sevdiği için, çilesinden hoşlanır. Ancak tıkıldıkları tabutluk kıyamda duramayacak kadar alçak, teşehüdde duramacacak kadar dardır. Yerler alın değdirilmeyecek kadar pistir sonra, afedersiniz necaset kokar. Ah bir namazını rüku ve sücud ile kılabilse yeter, başka bir şey arzulamaz. Mahzun olur, gözlerini yumar, Ankara Bağlum'da yatmakta olan Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerine sığınır... "Himmet, efendim" der, "yanıbaşınızdayım ve bana eziyet ediyorlar!" Aradan dakika geçmez, bir yedeksubay tabib koridora dalar. Onca mahkum arasından onu seçer, tansiyonunu ölçer, nabzını sayar, "sen burada kalamazsın" deyip, Mevki Hastahanesi'ne yollar. Arvasi Bey hayatı boyunca o ana yanar, "niye sabretmedim ki" diye kendini sorgular. GÖRMEZDEN GELSELER DE Eğer Arvasi Hoca, Batı'da yaşamış olsaydı hakkında tezler doktoralar hazırlanmış, adına enstitüler kurulmuştu. Nitekim aydınlarımız içinden bazıları onun eserlerini okuyarak istikamet bulur, putlarını kıra kıra yürürler İslam'a... Ancak fikir bezirgânları, kalemini satanlar Arvasi Beyin kitaplarını ellerine almaz, sözlerine kulak tıkarlar. Yok saymak, unutturmak gibi bir stratejileri vardır ama muvaffak olamazlar. Gazeteci Yazar Veysel Gani anlatıyor: "Gece saat 12, telefon çaldı. Baktım Ahmed Arvasi Bey. 'Meraklanma Veysel' dedi, 'öylesine aradım, şöyle bi halini hatırını sorayım dedim o kadar. Hani birlikte çok çalıştık, üzerimizde hakkın var.' 'Ne hakkı efendim' dedim 'varsa da helal ettim.' Buna bir mânâ verememiştim, ta ki ertesi gün vefat haberini alıncaya kadar. Evet o sosyologdu, pedagogdu, mütefekkirdi, muallimdi, müellifti, hatipti, edipti, şairdi, gazeteciydi, siyasetçiydi ama... Gönül ehliydi aynı zamanda! İYİ BİLİRİZ O gün on binlerce genç "Er kişi niyetine" tekbir aldı. Fatih Camiinin avlusunda yüzünü saklayanlar, mendil arananlar ve açıktan hıçkıranlar vardı. İmam Efendi "meyyiti nasıl bilirsiniz" diye sorduğunda hançerelerini yırtarcasına haykırdılar: "İyi biliriz!"    Nerede? Arvasi Hoca, "ilk işimiz bir Ansiklopedi hazırlamak olmalı" der. Gazetemiz bu talebi dikkate alır, sahalarında söz sahibi olan uzmanları toplar, geceli gündüzlü çalışıp "Rehber Ansiklopedisi"ni çıkarırlar, büyük bir boşluk dolar. Hoca inanmış gençleri ve aydınları da vazifeye çağırır: "Benim dünümü ve bugünümü dünyada yankılar yapacak bir ustalıkla ortaya koyacak romancım, hikâyecim, tiyatro yazarım, senaristim, film yapımcım nerede? Şu anda yeryüzünde binbir acı içinde kıvranan Müslüman kavimlerin, cemiyetlerin dramını kim dile getirecek? Kara ve kızıl emperyalizmin zulüm ve şiddetini kimler işleyecek? Hani nerede benim şairlerim? Ressamlarım nerede" diye sorar.
.
|
Bugün 279 ziyaretçi (391 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|