 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Hızır aleyhisselâm
1 Ocak 2005 01:00
Hızır aleyhisselâm, İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya velî. Avrupa ve Asya kıtalarına hâkim olan Zülkarneyn aleyhisselâmın askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. İsminin, Belkâ bin Melkan, künyesinin Ebü'l-Abbâs olduğu ve soyunun Nûh aleyhisselâmın Sam isimli oğluna dayandığı bildirilmiştir. Bâzıları da Hızır aleyhisselâmın İsrâiloğullarından olduğunu söylemişlerdir. Hızır lakabıyla meşhur olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahîh-i Buhârî'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; "Hızır (aleyhisselâm), otsuz kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâmla görüşüp yolculuk yaptı. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp, garîblere yardım etmektedir. Hızır aleyhisselâm, Allahü teâlânın sevgili kullarındandı. Doğdu, büyüdü ve vefât etti. Ancak Allahü teâlâ onun rûhuna insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen Müslümanların imdâdına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özelliklerini verdi. Bâzı âlimler "nebî" (peygamber), bâzı âlimler de "velî" dir dediler. Hızır aleyhisselâmda, yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir. Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilme sâhipti. Hızır aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâm ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması Kur'ân-ı kerîm'de Kehf sûresi 60. ve 80. âyetlerinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir. Peygamber Efendimiz Eshâb-ı kirâm ile Tebük Harbindeyken ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyit işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resûlullah efendimiz; "Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır'dır. Sizi övüyor" buyurdu. Hızır aleyhisselâm birçok zâtın tasavvufta yetişmesine rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Hızır aleyhisselâmın tasavvufta yetiştirdiği en meşhûr âlim ve velîlerden biri Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleridir. İslam tarihinde böyle Hızır aleyhisselamın yardım ettiği vak'alar çoktur. NOT: Bazı okuyucular, yayınlanmakta olan "Peygamberler Tarihi" serisinin geçmiş nüshalarına nasıl ulaşabileceklerini soruyorlar. Gönül Bahçesi ve Hikmetler köşelerinde yayınlanmış bütün yazılar, www.mehmetoruc.com sitesine konulmuştur. Buradan ulaşılabilir.
.
Körü körüne taklit
1 Ocak 2005 01:00
Bir milleti millet yapan, ayakta tutan, diğer milletlerden ayıran, manevi değerlerdir. Bu değerlere önem veren, kendisinden sonra gelen nesillere aktaran milletler ayakta kalmış, bunu yapmayanlar ise yok olup gitmişler. Yıllardır, çok azınlıkta olan entel bir kesim, milletimizin manevi değerlerini paylaşmadığı gibi bu değerleri yıkmak için çalışmıştır. Bu değerleri korumak isteyen kişilere ve kurumlara karşı karalama kampanyası yapmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı' nın yılbaşı dolayısıyla hazırladığı, manevi değerlerimize sahip çıkmakla ilgili hutbeyi bu maksatla tartışma konusu yapmışlardır. Halbuki, bu tür faaliyetler Diyanet'in görevidir. Diyanet'in bu kutsal görevi yapmasına kimsenin mani olmaya hakkı yoktur. Diyanetin bu hutbesi özetle şöyleydi: "Milletler, manevi değerlerini gelecek kuşaklara aktardığı oranda varlıklarını sürdürürler. Tarih, bize milli ve manevi değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip milli şahsiyetlerini kaybedenlerin dünya coğrafyasından silinip yok olduklarını göstermektedir. Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, inanç, ahlak ve milli değerleri yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler. Özellikle genç kuşakları bu değerler çerçevesinde eğitmek ve yetiştirmek oldukça önemlidir. Çünkü gençlerin dini ve ahlaki değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzağına düşmelerine yol açmaktadır. Bu itibarla geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi, milli, manevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba eğitimci ve toplum olarak hepimizin görevidir. Nitekim Yüce Allah, dini ve ahlakî prensiplere sahip çıkarak kimlik ve şahsiyetimizi korumamızı emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "İşte bu din, benim dosdoğru yolumdur. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar, sizi parça parça edip, doğru yoldan ayırır. İşte bunları, sakınasınız diye Allah size emreder" ( En'am, 6/153) Sevgili Peygamberimiz de bizleri ahlakî çöküntüye neden olabilecek, birlik ve beraberliğimizi bozacak başka milletlerin örf ve âdetlerini benimsemekten sakındırmıştır. Bugün, toplumumuzda yılbaşı kutlaması adı altında düzenlenen eğlence ve toplantılar kültürel ve geleneksel bir temele sahip değildir. Bu tür eğlencelerde aklı ve sağlığı tehdit eden içki içmeyi, aile bütçesini sarsan kumarı ve israf boyutundaki harcamaları milli ve dini değerlerimizle bağdaştırmak asla mümkün değildir. Ayrıca milli ve manevi değerlerimize ters bu tür eğlence ve adetler, kültürel tahribata yol açmakta, bizleri millî kimliğimizden uzaklaştırmaktadır. Dini ve milli değerlerimizle çelişen başka kültürlerin örf ve âdetlerini körü körüne taklit ve özentiden kaçınalım..." Diyanet İşleri Başkanı sayın Bardakoğlu da, "İnananların kutlama ve eğlence adı altında dinimizin emir ve yasaklarına, genel ahlaka ve toplumsal kurallara aykırı davranışlarda bulunması doğru değildir" diyerek dinimize aykırı davranışlardan kaçınılması ikazında bulunmuştur. Dinimize, manevi değerlerimize zarar verip vermemesi açısından gayri müslimlerin yaptıkları şeyleri iki grupta mütalaa edebiliriz: Birincisi; dinleri ile ilgisi olmayıp, âdet olarak yaptıkları şeyler. Meselâ, ceket, pantolon giymeleri, kravat takmaları gibi âdet olarak yaptıkları şeylerdir. İkincisi; dinlerinin gereği olarak yaptıkları şeyler. Meselâ boyunlarına haç takmaları, bellerine zünnar bağlamaları, Noel, yortu kutlamaları... Birinci gruptakileri yapmamızın dinimize bir zararı yoktur. İkinci gruptaki şeyleri ise bir Müslüman ne niyetle yaparsa yapsın, takarsa taksın, hattâ şaka için, Hıristiyanlarla alay etmek için dahî olsa, dinden çıkar. Bu önemli hususu bilip imanımıza zarar gelmemesi için buna göre hareket etmemiz gerekir.
.
Görüşmek için üç şart!
2 Ocak 2005 01:00
Bir gün nur yüzlü, ihtiyaç sahibi bir insan kılığında birisi tarafından Ahmed Kuseyrî'nin evinin kapısı çalınır. Kim olduğu sorulunca, Ahmed Kuseyrî'yi görmek istediğini söyler. Evde olmadığı bildirilince; "Size bir emânetim var" diyerek bir dağarcık, bir torba ve küçük bir çıkını bırakıp almalarını söyleyerek ayrılıp gider. Giderken de; "Sonra uğrarım" der. Ahmed Kuseyrî hazretleri geç vakit eve gelir. Hanımı da kapıya gelen ziyâretçiden ve bıraktıklarından bahsetmeyi unutur. Gece yarısı mutfaktan sesler işiterek gidip bakarlar. Bırakılan küçük kaptan kazanlar dolduracak kadar bal taşıyor. Torbadaki bir avuç darı çuvallar dolduracak kadar artıyor. Çıkından ise çil çil altınlar taşıp yerlere dökülüyor. Ahmed Kuseyrî; "Nedir bu hâller?" diye sorunca hanımı şaşkın ve hayretler içinde; "Bilmiyorum" der; "Bugün bize gelen oldu mu?" diye sorar. Hanımı hatırlayıp; "Evet bir ihtiyar geldi. Sizi sordu. Sonra uğrarım diyerek bunları bıraktı. Bereketlenip taşan bu şeyler ona âittir" dedi. Ahmed Kuseyrî hazretleri bir an düşünüp; "Bu gelen Hızır aleyhisselâm mıydı yoksa?" deyince, bırakılan kaplardaki artmalar ve taşmalar durdu. Böylece Hızır aleyhisselâmın bereketine kavuştular. Şemseddîn Attâr anlatır: Mevlânâ Celaleddin Rumi hazretleri bir gün câmide vaaz ederken, mevzû; Hızır ile Mûsâ aleyhimesselâmın kıssasına gelmişti. Bu kıssayı, öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bir şahıs başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim, dediklerini anladım. "Sanki yanımızda idin, sanki üçüncümüz sen idin" diyordu. Bunun Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum. "Anladım. Sen Hızır'sın, ne olur, bana ihsân eyle!" dedim. Cevâben; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz yanında teyemmüm gibi olur. Senin bütün müşkillerini o halleder" dedi ve gözümden kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, ben daha söze başlamadan; "Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın sözleri doğrudur" diyerek benim sözümü kesti. Ali bin Cemâl, Hızır aleyhisselâm ile görüşürdü. Buyurdu ki: "Hızır aleyhisselâm, kendisinde üç haslet bulunan kimse ile görüşür. Eğer bu üç haslet yok ise, meleklerin ibâdetini yapsa bile onunla görüşmez. Üç haslet şunlardır: Birincisi; kişinin her haliyle sünnet-i seniyyeye uyması. İkincisi; kalbinde müslümanlara karşı kin, düşmanlık, hased ve diğer kötülükleri beslememesi. Üçüncüsü; dünyâya düşkün olmamasıdır."
.
Taziyede bulundu
3 Ocak 2005 01:00
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatır: "Bir gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş, fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlânın ismini zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonra Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb öğrendim. Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir mescide gittim. Oraya gayri müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Namazdan sonra bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete inanmayan o gayri müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu." Hızır aleyhisselâm, İlyâs aleyhisselâmla birlikte Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtında hâne-i saâdetlerine gelip taziyede bulundu, Ehl-i beyt için sabır tavsiyesinde bulundu. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini hazret-i Ebû Bekr, Ehl-i beyte bildird
.
Yûşa aleyhisselâm
4 Ocak 2005 01:00
Yûşa aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Musa aleyhisselâmın yeğeni ve vekiliydi. Hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Yusuf aleyhisselâmın neslinden gelen Nûn'un oğludur. Annesi Musa aleyhisselâmın kız kardeşidir. Tam nesebi şöyledir: Yûşa bin Nûn bin Efraim bin Yusuf bin Ya'kub'dur. (Hadîka-tül-cevâmî, de diyor ki: "İstanbul'da, Beykoz tepelerinden birinde ziyâret edilmekde olan kabrin, Yûşa Nebî olduğu söyleniyor ise de, târîhî bilgilere uygun değildir. Bir velî veyâ havârîlerden birinin kabri olabilir. Böyle ise, yine kıymetlidir. Yûşa Nebînin kabri olup olmadığını kesin olarak söylemek câiz değildir. Buradaki mescidi, 1169 [m. 1755]da Üçüncü Osmân Hân'ın Sadr-ı a'zamı Muhammed Sa'îd Pâşa yaptırdı. Mescidde sık sık mevlid okunur. Dinlemeğe akın akın gidilirdi.) Mısır'da doğan Yûşa aleyhisselâm, Musa aleyhisselâmın en yakın dostlarındandı. Musa aleyhisselâm, Firavun'un zulmü üzerine, Allahü teâlânın emriyle, kendine inanan ve tâbi olanlarla birlikte Mısır'dan Tîh sahrasına hicret ederken, Yûşa aleyhisselâm da onunla beraber bulundu. Musa aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâmla görüşmek üzere çıktığı yolculukta onunla beraberdi. Musa aleyhisselâm Hızır aleyhisselâmla karşılaşınca, Yûşa aleyhisselâm geriye döndü. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâmın kavmine Arz-ı Mev'ûd'u (Filistin ve Şam bölgesini) ihsan edeceğini bildirdi. Fakat İsrailoğulları o beldelerde zalim ve zorba bir kavim olan Amâlikalıların bulunduğunu ileri sürerek gitmek istemediler. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: - Ey Musa! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım; takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harp et! Zira onlara karşı sizin yardımcınız benim! Kavminden her koldan bir temsilci seç! Onlar vefakâr ve itaatkâr olsunlar! Bunun üzerine Musa aleyhisselâm, her bir koldan iyi haber toplayan, sözünde sadık ve vefakâr birer temsilci seçti. Bunları Erîha şehri ve ahalisi hakkında bilgi toplamak için gönderdi. Aralarında Yûşa bin Nûn da bulunuyordu. Haber toplamakla vazifeli kimseler Erîha'ya gittiler. O belde ahalisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu görünce, Hazreti Yuşa ve Kâlib bin Yuknâ hariç diğerleri korktular. Geriye dönüp, kavimlerine gördüklerini anlatarak, onların harbe gitmelerine mâni oldular.
.
Onu öldürmek istediler
5 Ocak 2005 01:00
Musa aleyhisselâmın kavmi, temsilcilerin anlattıklarından korkup, "Arz-ı Mev'ûd"u ele geçirmek için yapılacak harpten vazgeçtiler. İçlerine korku düşüp, feryada başladılar. "Keşke Mısır'da ölseydik. Yahut burada ölsek de, Allah bizi o zalimlerin memleketine sokmasa. Yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız ganimet olarak kalacak" dediler. Temsilciler arasında bulunan Yûşa bin Nûn ile Kâlib bin Yuknâ ise kavimlerine gelip, Erîha beldesi ahalisinin kötü hâllerinden bahsetmediler. Diğer kabilelerden, o belde ahalisi hakkındaki haberleri duyanlara ise, korkulacak birşey olmadığını, Allahü teâlânın yardım ve inayetiyle Erîha'nın fethedileceğini bildirip, Musa aleyhisselâma yardımcı olmaya çalıştılar. Onlara dediler ki: - Ey İsrailoğulları! Amâlikalıların şehrinin kapısından hemen girin! Onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın! Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli, fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harp etmeye ruhî metanetleri yoktur. Bir defa kapıdan girdiniz mi, Allahü teâlânın vaat ettiği yardımın size gelmesiyle, elbette siz galiplerden olursunuz. Siz, gerçekten inanan, Allahü teâlânın vaadini tasdik eden kimseler iseniz ve Musa aleyhisselâmın peygamber olduğuna inanıyorsanız, düşmanların boy ve cüsselerine bakarak aldanmayınız! Onlardan korkmayınız! Size ilâhî yardımın geleceği hususunda ve her hâlinizde Allahü teâlâya tevekkül ediniz! İsrailoğulları, Yûşa aleyhisselâm ile Kâlib bin Yuknâ'nın söylediklerine inanmadılar ve Musa aleyhisselâmın nasihatlerine uymadılar. Yûşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâmı taş ve sopalarla öldürmek istediler. İsrailoğulları Yûşa bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ'yı taşlayıp, Musa aleyhisselâma karşı gelerek Allahü teâlâya isyan edince, Musa aleyhisselâm üzüldü. Allahü teâlâ, İsrailoğullarını kırk sene müddetle "Arz-ı Mev'ûd" denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını ve onların Tîh sahrasından çıkamayacaklarını bildirdi. "Biz harbe gitmeyiz!" diyerek isyan eden kimseler, kırk sene müddetle Tîh sahrasında şaşkın bir hâlde dolaştılar. Kırk senenin sonuna doğru, Harun aleyhisselâm ve ondan üç sene sonra da kardeşi Musa aleyhisselâm vefat etti.
.
Hz. Musa'nın halifesi
6 Ocak 2005 01:00
Musa aleyhisselâm vefat ederken, yerine Yûşa aleyhisselâmı halife bıraktı. Allahü teâlâ, Yûşa aleyhisselâmı da İsrailoğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Bu sırada Musa aleyhisselâma karşı çıkıp; "Biz harbe gitmeyiz!" diyen kimseler ölmüş, onların yerlerinde oğulları ve torunları çoğalmıştı. Allahü teâlâ, Yûşa aleyhisselâma, İsrailoğullarını toplayıp Tîh sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev'ûd denilen bölgeye gidip, cebbarlarla (zalimlerle) harp etmesini emretti. Yûşa aleyhisselâm, İsrailoğullarını toplayarak Erîha şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihayet bir cuma günü akşam üzeri, mucizeler göstererek şehri fethetti. Yûşa aleyhisselâm ve ona inananlar Erîha'yı fethettikten sonra, İlya şehrini de aldılar. Bu şehrin Yûşa aleyhisselâm tarafından fethedildiğini duyan çevre şehirlerin hükümdarlarından beşi, bir araya gelip, İsrailoğullarıyla topluca savaşa girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezimete uğradılar. Yûşa aleyhisselâm, Erîha, İlya şehirlerini ve civarını fethettikten sonra, Belka şehri üzerine yürüdü. Belka şehrinin Belak ismindeki zalim hükümdarı, Yûşa aleyhisselâmın emrindeki Hz. Musa'nın ordusuna karşı âciz kalıp, İsm-i azam duasını bilen, her duası kabul olan, ilim ve ibadette yüksek, sözlerini yazıp istifade etmek için elinde hokka ve kalem ile yanında 2000 kişi bulunan ve İbrahim aleyhisselâmın dinine inanan Bel'am bin Baura isimli kimseden yardım istedi. Yûşa aleyhisselâma ve ordusuna karşı beddua etmesini talep ettiler. Belka şehri ahalisi de gelip, beddua etmesi için Bel'am bin Baura'ya yalvardılar. Bel'am, Allahü teâlânın peygamberine karşı beddua edemeyeceğini bildirdiyse de, azgın ve imansız Belka şehri ahalisi, bedduada bulunması için daha çok ısrar ettiler. Bel'am bin Baura'ya hediyeler getirip, birçok dünyalık vaat ettiler. Zalim hükümdar da, beddua etmediği takdirde, onu idam edeceğini söyleyerek idam sehpası kurdurdu. Bütün bunlar karşısında, Bel'am bin Baura'nın gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyil belirdi. Dua etmeye razı olarak, şehrin dışındaki Husban dağına gitti. Ellerini dua için kaldırdığı zaman, dilinden, Belka şehri ahalisi aleyhine, Yûşa aleyhisselâm ve İsrailoğulları lehine kelimeler dökülmeye başladı. Bu sözleri işiten Belka şehri ahalisi dediler ki: - Ey Bel'am! Ne yapıyorsun? Onlara dua, bize beddua ediyorsun! Bel'am onlara şöyle cevap verdi: - Bu sözleri isteyerek söylemiyorum. Allah tarafından böyle konuşturuluyorum!
.
"Onun gibiler köpek gibidir"
7 Ocak 2005 01:00
Dünya malına tamah edip Yuşa aleyhisselama beddua eden Bel'am bin Baura'nın dili ağzından çıkıp göğsü üzerine sarktı. Allahü teâlânın kendisine ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilmeyen, irade-i cüz'iyesini şeytanın ve kötü insanların istekleri doğrultusunda kullanan Bel'am bin Baura, nefsin ve şeytanın saptırmasıyla, dünya malına ve kadına meylederek yeni hileler peşine düştü ve imansız öldü. Kur'an-ı kerimde A'raf suresinin 175. ve 176. ayet-i kerimelerinde soluyan köpeğe benzetildi . "Onun gibiler köpek gibidir" sözü, dillerde darbımesel olarak kaldı. Uzun bir muhasaradan sonra Belka şehrini fetheden İsrailoğulları, Belak'ı ve Bel'am bin Baura'yı öldürdüler. Böylece Belka şehri, İsrailoğullarına geçmiş oldu. Yûşa aleyhisselâmın kumandası altında, Erîha, İlya ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra, "Arz-ı Mev'ûd" diye bilinen Filistin ve Şam diyarı, peyderpey İsrailoğullarının eline geçti. Yaptıkları azgınlık ve isyanların cezası olarak, kırk sene müddetle Tîh sahrasında kıtlık ve yokluk içinde kalan İsrailoğulları, Arz-ı Mev'ûd'a gelip, türlü türlü nimetlerden istifade etmeye başladılar. Beyt-i Mukaddes'in bulunduğu Kudüs'e girdikleri sırada, Tîh sahrasından kurtuldukları ve Arz-ı Mev'ûd'daki türlü nimetlere kavuştukları için, cenab-ı Hakka şükür secdesi yapmaları ve geçmiş günahlarına tövbe ve istiğfar etmeleri emredildi. "Hıtta", yani "Ya Rabbi! Bizim dileğimiz günahlarımızın affolmasıdır. Ya Rabbi! Bizim günahlarımızı affedip, amel defterimizden silmeni niyaz ederiz!" demeleri bildirildi. Fakat İsrailoğulları, Allahü teâlânın bu emrini hafife alıp; "Hıtta" kelimesi yerine, buğday manasına gelen "Hınta" dediler. Allahü teâlâ, emrini hafife alıp alay ettikleri için, onlara azabını gönderdi. Asi olanların hepsi, bir saat içinde, ölüp helâk oldular. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İsrailoğullarına, "Beyt-i Makdis'e, kapısından, secde eder olduğunuz hâlde, mütevazı bir şekilde giriniz ve ya Rabbi, hıtta [Yaptığımız hata ve günahlarımızı bağışlamanı senden niyaz ederiz] deyiniz!" diye emrolundu. Onlardan zalim olanlar, hafife alıp alay etmek için bu emirleri değiştirdiler ve ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler.)
.
Önce dinden uzaklaştırın!"
7 Ocak 2005 01:00
Son aylarda, yoğunlaşan misyonerlik faaliyetleri sebebiyle toplumda istikbale yönelik endişeler oluştu. Resmi, özel, tüzel her kesimden, "Dinimiz elden gidiyor" feryatları yükselmeye başladı. Basına yansıdığı kadarı ile, son MGK toplantısının gündem konularından biri de, "misyonerlik faaliyetleri" idi. Türk Silahlı Kuvvetlerimiz de, bu konu ile ilgili geniş kapsamlı bir rapor hazırladı. Mukaddes dinimiz ile ilgili bu hassasiyetler gerçekten sevindirici. Bu önemli konuya girmeden önce, endişe duyulan misyoner faaliyetleri bu duruma nasıl geldi, bunun bir özetini sunmak istiyorum. Batı dünyası, yani Hıristiyan âlemi, ilk zamanlar İslamiyeti pek ciddiye almadı. Arabistan yarımadasında, Araplar arasında dini bir mücadele olarak baktı olaya. İslamiyet Arabistan dışına taşıp, doğuya, batıya, özellikle de Anadolu kapılarına dayanıp, Bizans'ı, Avrupa'yı tehdit eder duruma gelince Hıristiyan âlemi telaşlandı. Derhal, Haçlı Seferlerini başlattılar. Fakat, seferler yenilgi ile neticelendi. Hıristiyan âlemi bu yenilgiyi bir türlü hazmedemedi. Osmanlılar zamanında da her fırsatta saldırıya devam ettiler. Ancak, asırlar süren savaşlara rağmen bir netice alamamaları onları farklı taktik uygulamaya sevketti. Kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anlayarak, Müslümanları içeriden yıkmaya karar verdiler. Yetiştirdikleri casuslarla (Hempher, Lawrens gibi) ve Müslümanların arasından satın aldıkları kimseler vasıtasıyla bozuk mezhepler ortaya çıkartarak İslamın esaslarını bozmaya, parçalamaya, İslam âleminin ana gövdesini, birlik beraberliği teşkil eden Ehli sünnet itikadını yıkmaya yöneldiler. Bozuk inançları yayıp Ehli sünnet zafiyete uğratılınca da, Osmanlı yıkıldı, İslam âlemi paramparça oldu. Bundan sonra da planın ikinci bölümü devreye sokuldu. Bu da, İslam âleminde meydana gelen bu boşluğu Hıristiyanlık ile doldurmaktı. İslam âlemindeki yoğun misyonerlik faaliyetleri bu çalışmanın bir parçasıdır. Tabii ki bir Müslümanı Hıristiyan yapmak kolay değildir. Bunun bir hazırlık safhası olacaktı. Hazırlık safhasında Müslümarları dinden soğutmayı ve dinden uzaklaştırmayı hedeflediler. Çünkü, İslam tarihi boyunca, sağlam bir inanca sahip olan bir Müslümanın din değiştirdiği vaki değildir. Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer , 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmada bakınız bu hazırlık safhasını nasıl anlatıyor: "Hıristiyan devletlerin, sizden İslam ülkelerinde yerine getirmenizi istediği asıl görev, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz Müslüman ülkelerdeki nesillerin dinini öğrenmesine mani olmak, öncelikle onları dinlerinden soğutmak ve uzaklaştırmaktır . Ve sizler bu çalışmalarınızla İslam ülkelerindeki emperyalist hareketin öncüleri olacaksınız. Böylece Müslüman halkların genç kuşakları emperyalizmin onlara sunduğu fikirleri benimseyecektir. Bu süreçte kuşaklar, ciddi konulara hiç ilgi göstermeyen, ancak amaçsız ve kendi çıkarını gözeten ve isteklerine kavuşmak için herşeyi yapmaya hazır hale gelecektir." Ülkemizdeki ve diğer İslam ülkelerindeki halkların ve gençlerin şuursuz, idealsiz halleri, istikbale yönelik düşüncesizlikleri, Batı hayranlıkları, Hıristiyanların Zwemer'in yukarıdaki hedeflerinde hayli yol aldıklarını göstermiyor mu?! Bugün Orta Doğuda Osmanlı ve Türk düşmanlığı çok yaygındır. Yıllarca Batı'nın etkisi ile ders kitaplarında ve Basında bu düşmanlık körüklendi. Bunun neticesinde, Osmanlı ile dolayısıyla Ehli sünnet ile irtibatları kesilen İslam ülkeleri boşlukta kaldılar. Şimdi sıra geldi bu boşluğun doldurulmasına, Müslüman halkların Hıristiyanlaştırılmasına. Yoğunlaşan misyoner faaliyetlerinin sebebi bu. Tel: 0 212 -
.
Peki, çare nedir?
8 Ocak 2005 01:00
Dün, Hıristiyan âleminin Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için uzun bir hazırlık devresi planladıklarını misyonerlerin önde gelenlerinden Zwemer'in ağzından nakletmiştim. Şimdi ise artık doğrudan Hıristiyanlaştırma devresine girdiler. Bu maksatla, bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de "misyonerlik" faaliyetleri son zamanlarda yoğun bir şekilde sürmektedir. Bu maksatla büyük şehirlerimizde kilise açma ve apartman dairelerinde "kilise ev" faaliyetleri başladı. İstihbarat birimlerimiz, ülke güvenliğini tehlikeye sokacak bu faaliyetleri yakından takip etmektedir. İstihbarat raporlarında, Türkiye'de misyonerlik faaliyetlerinin, birçok ülkede bulunan Ermeni Toprakları Merkezi, Avrupa Kiliseler Birliği, Ortodoks Kiliseler Birliği, Dünya Kiliseler Birliği üyesi kişiler tarafından sürdürüldüğü ifade edilmektedir. Son zamanlarda Türklerin sempatisini kazandıkları için Güney Kore vatandaşları da misyoner olarak kullanılmaktadır. Misyonerler insanları etkilemek ve taraftar bulmak için Karadeniz'de Pontus, Güneydoğu'da Yezidilik, Keldanilik ve Hıristiyan Kürtler, Doğu Anadolu'da Ermenilik, Ege ve İstanbul'da ise Hıristiyanlığın 'eski toprakları' söylemini kullanmaktadırlar. Silahlı Kuvvetlerimiz de, son yıllarda yurt genelinde arttığı bilinen misyonerlik faaliyetlerini masaya yatırdı. TSK'nın "Ülkemizdeki ve Dünyadaki Misyonerlik Faaliyetleri" başlığıyla hazırlattığı raporda, Türkiye'de faaliyet gösteren Protestan misyonerlerin, 2020 yılına kadar Müslümanların yüzde 10'unu Hıristiyanlaştırmayı ve 1 milyon İncil dağıtmayı hedefledikleri bildirildi. Raporda, misyonerlerin manevi boşluk içerisinde olduğunu kabul ettikleri Alevi ve Kürt vatandaşları üzerinde daha fazla yoğunlaştıkları ifade edilmektedir. Rapora göre misyonerler, Türkiye'deki İslam anlayışını, Sünni ve Alevi diye ikiye ayırıp stratejilerini bu ayrım üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Protestan misyonerler, iki-üç yıl içinde gizli nitelik taşımayan teoloji (tanrı bilim) enstitüsü kurarak, din adamı ihtiyaçlarını buradan karşılayacaklar. TSK'nın raporunda, Türkiye'de, 47'si Protestanlara, 9'u Bahailere, 13'ü Yehova Şahitlerine ait olmak üzere tespit edilebilen 69 adet resmi olmayan ibadet yeri bulunduğuna yer verildi. Çalışmada son yıllarda misyonerlik faaliyetlerinin artmasına paralel olarak, İslam dininden Hıristiyanlık dinine ve diğer inanışlara (Bahailik, Yehova Şahitleri vb.) geçen Türk vatandaşlarının sayısının 5 bin civarında olduğu belirtiliyor. 3 yıl içinde resmi olarak (185) kişinin Hıristiyanlığı, 1 kişinin de Yahudiliği seçerek din değiştirdiği tespit edildi. Misyonerlerin amaçlarına ulaşabilmek için, hedef olarak, dini bilgiden yoksun, manevi boşluk içindeki gençler ile daha çok Kürt ve Alevi vatandaşları seçtiklerine dikkat çekilen raporda şu görüşlere yer verildi: Misyonerler savaş, iç çatışma ve terör ortamında yaşayanlar ile deprem gibi doğal afetlere maruz kalanları da kazanmaya çalışıyor. Açtıkları kilise evlerde de, toplumun dini değerlerinin içi Hıristiyan motifleriyle dolduruluyor" denildi. "Misyonerliğin Metotları" başlığı altındaki bölümde ise misyonerlerin genellikle kendilerini gizleyerek çalışmalarını yürüttükleri, mümkün olduğunca da yerli halkı öne çıkarttıkları belirtiliyor. Peki, bu faaliyetlerden, ülkemizin ve milletimizin zarar görmemesi için çare nedir? Çare, misyonerlerin yaptığının tersini yapmaktır: Misyonerler milletimizi, farklı inançlara ve ırklara ayırarak parçalamak istiyorlar. Biz de asırlardır, birlik ve beraberliğin, huzurun, barışın adresi olan, misyonerlerin yok etmek istedikleri Ehli sünnet ana gövde etrafında taplanmalıyız. Dinimizi asli kaynaklardan, fıkıh ve ilmihal kitaplarından öğrenmeliyiz. Dinini bilen ve yaşayan sağlam itikatlı kimseye misyonerler zarar veremez.
.
Hazkîl aleyhisselâm
9 Ocak 2005 01:00
Hazkîl aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın velî kullarından. Yâkûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvi'nin neslindendir. Babası Bura veya Buri veya Nuri'dir. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Firavun'un sarayındaki vazîfelilerden olup, Mûsâ aleyhisselâmı ve ona inananları müdâfaa eden ve Firavun'un kızının saç tarayıcısı Mâşitâ Hâtun'un kocası olan kimsenin Hazkîl aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir. Çocukluğu ve gençliği Mısır'da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Firavun'un sarayında hazînedârlık (mâliye bakanlığı) yaptı. Mûsâ aleyhisselâma inanmış olup, îmânını gizlemişti. Sarayda olduğu ve Firavun'un herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği hâlde o, bir olan Allahü teâlâya kalpten inanıyor, ibâdetlerini gizli gizli yapıyordu. Firavun ve adamlarının Mûsâ aleyhisselâm ve ona inananların hepsini yok etmeye karar verdikleri sırada, çeşitli iknâ edici sözler söyleyerek Firavun'u bu fikrinden vazgeçirmeye çalıştı. Fakat daha sonra zindana atıldı. Firavun'un kızının isteği üzerine zindandan çıkarılan Hazkîl aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâma inandığını açıkça îlân edip, ona yardımcı oldu. Bundan sonra devamlı olarak Mûsâ aleyhisselâmın yanında kaldı. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip, İsrâiloğullarının Tîh sahrasında kaldığı kırk sene boyunca onun hizmetinde bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, Yûşâ bin Nûn ve Kâlib aleyhimesselâm adlı peygamberlerden sonra İlyâ (Kudüs) bölgesine peygamber olarak gönderildi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın emir ve yasaklarını İsrâiloğullarına bildirdi. Daha sonra Irak taraflarına gidip insanları hak dîne dâvet etti. Dâverdan bölgesindeki müminlere zulmeden hükümdârlara karşı harbe gitmek üzere o bölge ahâlisini çağırdı. Fakat onlar ölümden korktukları için harbe gitmediler. Allahü teâlâ onlara isyânlarının cezâsı olarak tâûn (salgın vebâ) hastalığı gönderdi. Vebâdan kaçmak üzere bulundukları şehirden çıkan bu insanların hepsi, işittikleri bir korkunç sesle öldüler. Hazkîl aleyhisselâm kavminin başına gelenleri görünce, acıyıp, onları tekrar diriltmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. O insanlar kendi şehirlerine dönüp, Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere yaşadılar ve ecelleri gelince vefât ettiler. Hazkîl aleyhisselâm onların evlâdlarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Daha sonra Bâbil diyârına gitti ve orada vefât etti
.
Kâlib aleyhisselâm
10 Ocak 2005 01:00
Kâlib aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Yâkûb aleyhisselâmın on iki oğlundan Şem'ûn'un neslindendir. Babasının ismi Yuknâ'dır. Tam ismi, Kalib bin Yukna bin Bariz bin Yehuda bin Yakub'dur. Kendisine Yûşâ aleyhisselâmdan sonra peygamberlik verildi. Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dînin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Musa aleyhisselama gençliğinden itibaren yardım etti. Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle İsrâiloğullarını arz-ı mev'ûd denilen yere götürmek üzere yola çıkınca, İsrâiloğullarının her kolundan birer temsilci seçerek, Filistin bölgesinde yaşayan zâlim hükümdârların ve ahâlisinin durumu hakkında haber getirmeye gönderdi. Bu temsilciler arasında Kâlib aleyhisselâm da vardı. Gidenler, cebbârların ve ahâlinin iri cüsseli ve kuvvetli olduklarını görerek korktular. Gördüklerini İsrâiloğullarına anlatıp, onları harbe gitmekten vazgeçirdiler. Temsilciler arasında bulunan Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhimesselâm gidip gördükleri kimselerin, görüldüğü gibi kuvvetli olmadıklarını, zâhirde öyle olsa bile korkak ve kalplerinin zayıf olduğunu söylediler. İsrâiloğullarının, Allahü teâlânın yardımıyla o beldeleri fethedebileceklerini anlattılar. İsrâiloğulları Yûşâ ve Kâlib aleyhimesselâma karşı çıkarak taşa tut- tular. Fakat Mûsâ aleyhisselâmın diğer yardımcıları gibi Kâlib aleyhisselâm da azan ve yoldan çıkan İsrâiloğulları karşısında onu yalnız bırakmayıp, yardım ettiler. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Mâide sûresi 23. âyetinde meâlen buyurdu ki: Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ adındaki) iki kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: "Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen girin (onların iri cüsseli olmalarından korkmayın). Bir defa kapıdan girdiniz mi (Allahü teâlânın yardımıyla) elbette siz gâliplerden olursunuz. Siz gerçekten mümin kimseler iseniz, Allahü teâlâya tevekkül ediniz." İsrâiloğullarının Tih Çölünde kaldığı kırk sene içinde, Mûsâ aleyhisselâmın yanından ayrılmayan Kâlib aleyhisselâm, onun vefâtından sonra, Yûşâ aleyhisselâma yardım etti. Yûşâ aleyhisselâm vefât etmeden önce Kâlib aleyhisselâmı yerine halîfe bıraktı. Yûşâ aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarından ordu hazırlayıp, zâlim hükümdârlarla savaştı ve onları mağlûb etti. Sonra Mısır'a gitti. Hazkîl aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edip, Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere kalmaları için çalıştı ve Mısır'da vefât etti
.
İlyas aleyhisselâm
11 Ocak 2005 01:00
İlyas aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Babası Yasin olup, Harun aleyhisselâmın neslindendir. Nesebi İlyas bin Yasin bin Finhas bin Ayzar bin Harun'dur. Musa aleyhisselâmın vefatından sonra, onun dinini devam ettirmek üzere Yûşa aleyhisselâm, İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi. Yûşa aleyhisselâm, Erîha şehrini ve diğer Filistin topraklarını fethedip, buraları, İsrailoğulları kabileleri arasında paylaştırdı. Bundan sonra, İsrailoğullarından her kabile, kendi başına hareket etmeye başladı. Bu arada ismi Kur'an-ı kerimde bildirilmeyen birçok peygamber, İsrailoğullarına gönderildi. Bu peygamberler, Tevrat'ın hükümlerini unutan ve bunlara uymayan İsrailoğullarını uyarmak ve onları Tevrat'ın hükümlerine tâbi kılmak için tebliğde bulundu. Bunlardan biri de İlyas aleyhisselâmdır. İsrailoğulları, Filistin topraklarını elde edince, kabilelerden biri de Balbek'te yerleşti. İlyas aleyhisselâm Balbek'te yerleşen Benî İsrail kabilesine peygamber olarak gönderildi. O zamanda Balbek'te hüküm süren zalim bir hükümdar vardı. Bal adını verdiği altından bir put yapmıştı. Halkı bu puta tapmaya zorlardı. Bulundukları beldenin ismi "Bek" iken, bu putun ismi ile birleştirilerek Balbek demişlerdir. Balbek'te yaşayanlar, altından yaptıkları büyük bir puta tapıyorlardı. İlyas aleyhisselâm, bunlara, "Allahü teâlânın azabından korkmaz mısınız? O en güzel yaratanı bırakıp da Bal putuna mı tapıyorsunuz? Allah sizin ve atalarınızın Rabbidir" diyerek nasihat etti. Fakat insanlar, onun nasihatlerine uymadılar. Onları Allahü teâlânın azabı ile korkuttu ise de, dinlemeyip, İlyas aleyhisselâmı beldelerinden çıkardılar. İsyanları sebebiyle Allahü teâlâ, memleketlerinden bereketi kaldırdı. Yağmurlar yağmaz oldu ve kıtlık başladı. Hayvanları susuzluktan kırıldı. Başlarına çeşitli musibet ve belâlar geldi. İlyas aleyhisselâm ise, onlar böyle sıkıntı içinde iken, gittiği her yerde imanı yayıyor, halka anlatıyordu. Bütün evlerde kıtlık varken, iman edenlerin evlerine İlyas aleyhisselâmın mucizesi ile bereket gelmişti. Herkes kokmuş leş yemek mecburiyetinde kalırken, iman edenlerin evi yiyeceklerle dolup taşıyordu. Hükümdarların hazineleri para ile dolu olmasına rağmen, satın alacak yiyecek bulamıyorlardı. Nihayet bu belâ ve musibetlere; İlyas aleyhisselâmı dinlemedikleri, iman etmedikleri için düştüklerini anladılar
.
"Size yazıklar olsun!"
12 Ocak 2005 01:00
Balbek'te yaşayanlar, başlarına gelen sıkıntılara belâ ve musibetlere İlyas aleyhisselâmı dinlemedikleri, iman etmedikleri için düştüklerini anladılar. İlyas aleyhisselâmı Balbek'ten çıkardıklarına pişman oldular. Onu; köylerde, kasabalarda, dağlarda, ovalarda ve her yerde aramaya başladılar. Bulunca, kendisinden af dilediler. Yaptıklarına pişman olduklarını söyleyip, ısrarla Balbek'e dönmesini istediler. İlyas aleyhisselâm da Balbek'e döndü. Balbek ahalisini toplayıp, onlara dedi ki: - Size yazıklar olsun! İsyanınız sebebiyle yağmur yağmadı; kıtlıktan perişan oldunuz. Bu yüzden hayvanlarınız susuzluktan kırıldı, ağaçlar ve bitkiler kurudu. Batıl, boş bir gurur ve kibir içindesiniz. Taptığınız putlar, size hiçbir fayda veremez. Haydi putlarınızı çıkarın, size yardımcı olsunlar! Onlar size yardımcı olamaz. Biliniz ki, siz batıl bir yoldasınız. Putlara tapmaktan vazgeçip, vakit kaybetmeden, derhal iman ediniz! İsrailoğulları, putu terk etmek hususunda tereddüt gösteriyorlardı. İlyas aleyhisselâm, onların tereddütlerinin boş ve manasız olduğunu bildirerek dedi ki: - Söyleyin Bal putunuza, size yağmur yağdırsın! İsrailoğulları, kendi elleriyle yaptıkları putun, bunu yapamayacağını pekâlâ biliyorlardı. İlyas aleyhisselâmın bu ikazı üzerine, iman ettiler ve ona tâbi olacaklarına dair söz verdiler. Bunun üzerine, İlyas aleyhisselâm dua etti. Belâ ve musibetlerin kalkıp, ferahlığın gelmesi için yalvardı. Allahü teâlâ duasını kabul buyurup, bolluk ve bereket ihsan eyledi. Bol yağmur yağdı. Her taraf yemyeşil oldu. Balbek halkı, ekip biçmeye başladı ve ferahlığa kavuştu. İsrailoğulları, bu hâlde, bir müddet İlyas aleyhisselâma tâbi oldular. Fakat imandaki sebatları fazla sürmedi. Yine isyan ederek, eski sapıklıklarına döndüler. İlyas aleyhisselâm, tekrar nasihat edip ikaz etti ise de dinlemediler. Bunun üzerine, onların dinlerinden döndüklerine ve doğru yola gelmeyeceklerine iyice kanaat getirdi. Bu hâle pek ziyade üzüldü ve kendisini, bu azgın insanlardan ayırması için, Allahü teâlâya dua etti. Allahü teâlâ, İlyas aleyhisselâmın duasını kabul buyurup, onların arasından ayrılarak başka bir yere gitmesine müsaade etti. Böylece İlyas aleyhisselâm bulunduğu yeri terk etti. İsrailoğulları, İlyas aleyhisselâmın gitmesinden sonra, isyanları sebebiyle perişan bir hâle düştüler. İman ve itaat etmemenin dünyadaki cezasını çektiler.
.
Hz. İlyas ve Hz. Hızır
13 Ocak 2005 01:00
İlyas aleyhisselâm, halkın tekrar eski sapıklıklarına dönmeleri, kendisine isyan etmeleri sebebiyle Balbek'ten ayrıldıktan sonra, Allahü teâlânın emirlerini insanlara bildirmek ve imanı yaymak için dolaşırken, yolu bir köye düşmüştü. Bu köydeki insanlara nasihatte bulunup, iman etmeye davet etti. Bunun üzerine halk, onu sevip köylerinde bir müddet kalmasını istediler. Kabul etti ve İsrailoğullarından ihtiyar bir kadının evine misafir oldu. Bu kadının hasta bir oğlu vardı. Kadın, oğlunun hastalıktan kurtulması için İlyas aleyhisselâmdan, Allahü teâlâya dua etmesini istedi. İlyas aleyhisselâm abdest aldı ve iki rekât namaz kıldıktan sonra, çocuğun şifa bulması için dua etti. Allahü teâlâ duasını kabul buyurup, hastaya şifa ihsan eyledi. Bu çocuğun ismi Elyesaidi. İyileştikten sonra, İlyas aleyhisselâmın yanından hiç ayrılmadı. Ondan Tevrat'ı öğrendi. Elyesa, İlyas aleyhisselâmdan sonra İsrailoğullarına peygamber olarak gönderildi. İlyas aleyhisselâmın peygamberliği, Kur'an-ı kerimde bildirilmiş olup, bu husustaki ayet-i kerime mealen şöyledir: (İlyas da, şüphe yok ki, gönderilmiş peygamberlerden idi.) [Saffat 123] (İlyas aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâm ile buluştukları rivayet edilmiştir. Bu sebeple, bilhassa Anadolu'da halk, Hıdrellez denilen bir günde kırlara çıkarak, gezip eğlenmeyi âdet hâline getirmiştir. Bu günün dinî bir hüviyeti ve kudsiyeti yoktur. Dinimizde bildirilen mübarek gün ve geceler Hicri yıla göredir. Hıdrellezin hicri yıla göre olan aylarda ve günlerde olmaması da bunun dini bir gün olmadığını göstermektedir. Soğuk ve bahar mevsiminde insanların açık havaya ve yeşilliğe çıkma arzuları, Hızır ile İlyas'a (aleyhimesselâm) duyulan sevgi ve saygı ile birleştirilerek böyle bir âdet ortaya çıkmıştır. İslâmiyet, Hızır ve İlyas'ın Allahü teâlânın sevdiği kullarından olduğunu haber veriyor. Fakat onlar adına mukaddes bir gün tayin edildiğini bildirmiyor. Âdet olarak yapılan şeyler dine ters düşmezse, yani dinin emirlerinin yapılmasına engel değilse ve dinin yasak ettiği şeylerin yapılmasına sebep olmazsa, en önemlisi de buna bir kudsiyet verilmemişse bir zararı yoktur.
.
Elyesa aleyhisselâm
14 Ocak 2005 01:00
Elyesa aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Nesebi Elyesa bin Ahtub bin Adiy bin Şütlem bin Efraim bin Yusuf'dur. İlyas aleyhisselâmdan sonra gönderilmiştir. Her ikisi de Musa aleyhisselâmın dinini yaymakla vazifelendirilmiş nebî idiler. İlyas aleyhisselâm, peygamber olarak gönderildiği Bal halkının, küfürde ısrar edip, bir türlü iman etmeye yanaşmamaları üzerine, Allahü teâlânın izni ile Balbek'te yaşayan bu kabile arasından ayrılıp gitti. Başka beldelerde yaşayanları, Allahü teâlâya iman ve ibadet etmeye davet etti. Bu davetleri sırasında, uğradığı bir belde halkı tarafından çok sevilip, orada kalması istendi. Bunun üzerine bir müddet orada kaldı. Bu sırada ihtiyar bir kadının evinde misafir olmuştu. Bu kadın Elyesa aleyhisselâmın annesi idi. İlyas aleyhisselâmın duası ile iyileşen Elyesa aleyhisselâm, Tevrat-ı şerifi öğrendi. İlyas aleyhisselâmdan sonra Elyesa aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak görevlendirildi. Elyesa aleyhisselâm, İsrailoğullarının ıslahı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne artıran bu kavim, Allahü teâlânın kendilerine gönderdiği kitabın gösterdiği yoldan ayrıldılar. Kabileler, devletin başına geçmek yarışına girdiler. Aralarındaki ayrılık ve başka memleket meseleleri yüzünden birbirlerine düştüler. İsrailoğulları arasındaki fitnenin, kavga ve çekişmelerin sonu gelmez oldu. Nihayet Allahü teâlâ, onların üzerlerine Asur Devletini musallat kıldı. Onlara esir olup, zelil ve perişan bir hayat sürmeye başladılar. Bu hâdiselerin olduğu sıralarda, Yunus aleyhisselâm, Asurluların başşehri olan Ninova'da dünyaya gelmişti. Elyesa aleyhisselâmdan Kur'an-ı kerimde bahsedilmiş olup, mealen şöyledir: (İsmail, Elyesa, Yunus ve Lût'u da hidayete erdirdik. Hepsini âlemlere üstün kıldık.) [En'âm 86] Erîha şehri ahalisinin içme suları acılaşmıştı. Halk, bu durumu Elyesa aleyhisselâma bildirip, bu hususta kendilerine yardımcı olmasını istemişlerdi. Bunun üzerine, Elyesa aleyhisselâm, acılaşan suyun içine bir parça tuz atıp; "Tatlı ol!" deyince, Allahü teâlânın izni ile su tatlı ve lezzetli olmuştur. İsrailoğulları, Elyesa aleyhisselâma bazen uyup, bildirdiği hususları yerine getirdiler. Bazen de muhalefet ettiler. Elyesa aleyhisselâm, vefatına yakın Zülkifl aleyhisselâmı, yerine halife tayin etti.
.
Emanet sahibine ulaşmalı
14 Ocak 2005 01:00
Hiçbir kültür, hiçbir inanç kendiliğinden devam etmez, sonraki kuşaklara intikal etmez. Ancak, kendinden önceki kuşaktan emanet olarak alınan bu değerler, kendinden sonraki kuşaklara ulaştırmakla devam eder. Bu da ancak, iyi bir çalışma ile, maddi manevi destekle olur. Üzerinde bulunduğumuz topraklarda nice medeniyetler, nice kültürler gelip geçmiş. Bunlar kültürlerine, örf ve âdetlerine sahip çıkmadıkları, kendilerinden sonraki nesillere nakletmedikleri için yok olup gitmişler. Aynı durum bizim için de geçerlidir. Vatanımıza, milletimize, dinimize sahip çıkmazsak birkaç nesil sonra bu topraklarda başka kültürlerin, başka dinlerin hakim olması kaçınılmazdır. Allah korusun, böyle bir şey olduğunda, hem ecdadımız hem de bizden sonraki çocuklarımız, torunlarımız bizden davacı olurlar. Ecdadımız; size emanet ettiğimiz bayrağı niçin sizden sonrakilere ulaştırmadınız, emanete hıyanet ettiniz diye; bizden sonrakiler ise, size gelen emaneti bize ulaştırmadığınız için biz dinden, manevi değerlerden uzaklaştık, bunun sorumlusu sizsiniz diye ahirette hesap sorarlar. Bu kolay verilecek bir hesap değildir. Bunun için vatanımıza, dinimize sahip çıkmak zorundayız. Vatana, dine sahip çıkmak önce gençlere sahip çıkmakla başlar. Bu da, vatanını, milletini, devletini seven gençler yetiştirmekle olur. Eğer gençlere sahip çıkılmaz, örf-âdetlerimize, ananelerimize, milli kültürümüze uygun yetiştirilmezse, boşluk meydana gelir. Meydana gelen bu boşluğu da birileri doldurur! Hiçbir kap boş kalmaz. Nasreddin Hoca'nın yaptığı gibi, testiyi kırmadan önce, tedbiri almak gerekir. Testi kırıldıktan sonra, ah, vah etmek testiyi geri getirmez. Bugün bazı gençlerimiz, yanlış yollara sapmışsa, şunun bunun maşası olmuşsa, kabahat sadece onların değil; fert fert hepimizin bunda payı vardır. Gençlerimize sahip çıkmanın en verimli devresi de fırtınaların estiği üniversite çağıdır. Bu dönemi kazasız belasız atlatan genç, hayata atılmış, artık yolunu çizmiş olur. Çeşitli zararlı akımlardan hiçbir şekilde etkilenmez. Devletimiz bu maksatla, yurtlar açarak gençliğe sahip çıkmakta. Ancak, devletin de imkanları sınırlı olduğu için, bütün üniversite ve yüksek okul öğrencilerine yatma, yeme-içme imkanı sunamamaktadır. Bu açığı doldurmak için birçok vakıf, halktan sağladıkları yardımlarla, Devlete destek olarak özel yurtlar açmıştır. İmkanları nispetinde gençleri, buralarda barındırıp, vatanımıza, devletimize faydalı halde yetişmesi için gayret etmektedir. İşte, bu vakıflardan biri de "İhlas Vakfı"dır. İhlas Vakfı, Türk Dünyası'ndan ve Anadolu'dan gelen binlerce fakir öğrenciye her türlü yardımı yapmaktadır. İhlas Vakfı Öğrenci Yurtları'nda, Türk Dünyası'ndan gelen öğrenciler ücretsiz olarak kalmaktadır. Yurtlarda 3 öğün yemek çıkmakta, Vakıf bu öğrencilere sevgi ve şefkat kucağını açmaktadır. İhlas Vakfı Öğrenci Yurtlarının bir yıllık et ihtiyacı, hayırsever vatandaşlarımızın verdikleri Kurban Vekaletleri ile karşılanmaktadır. Böyle hayır kurumlarını ve ilim yuvalarını bütün hayırseverlerin her türlü imkan ile desteklemesi ve yardım etmesi, milli, dini bir vazifedir. Bilgili, kültürlü, inançlı öğrencilerin yetişmesinde kurban vekaleti vererek bu hizmetlere ortak olalım, destek verelim. Kurban Vekaleti vermek isteyen hayırsever vatandaşların, kendilerine en yakın İhlas Vakfı Öğrenci Yurdu'na uğrayarak veya aşağıdaki adrese telefon ederek, Kurban Vekaleti vermeleri mümkün olmaktadır.
.
Zülkifl aleyhisselâm
15 Ocak 2005 01:00
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Peygamberliği kesin olarak belli olmayıp, âlimlerin ekserisi peygamber olduğunu söylemişlerdir. Asıl ismi Bişr olup, lakâbı Zülkifl'dir. Elyesâ aleyhisselâmdan sonra, kızmadan sabır göstererek dînin emirlerini ve yasaklarını İsrâiloğullarına bildirmeyi üzerine aldığı, kefil olduğu için kefâlet sâhibi mânâsında Zülkifl denilmiştir. Elyesâ aleyhisselâmın amcasının oğludur. Eyyüb aleyhisselamın soyundan olduğu da rivayet edilmiştir. İsrâiloğullarına Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını tebliğ etmiştir. Allahü teâlânın İsrâiloğullarına gönderdiği peygamberlerden Elyesâ aleyhisselâmın eceli gelip vefâtı yaklaşınca Allahü teâlâ rûhunu kabz edeceğini vahiyle bildirdi ve "Mülkünü, İsrâiloğullarından gece sabaha kadar ibâdet eden, namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hükm edecek birine ver"buyurdu. Bu peygamber kendisine verilen emri İsrâiloğullarına bildirdi. Aralarından bir genç kalkıp: "Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım" dedi. Peygamber o gence; "Bu kavmin içinde senden daha büyükleri var, sen otur" dedi. Sonra ikinci defâ aynı teklifi yaptı o genç yine "Kefil olurum" dedi. Üçüncü defâ aynı teklif tekrarlanınca cevap veren yine o genç oldu. Bunun üzerine Elyesâ aleyhisselâm, onu yerine halîfe bıraktı. Bu genç Bişr idi. Bu sebeple o gence Zülkifl lakabı verildi. Bu genç aldığı vazîfeyi eksiksiz olarak yerine getirmek için çalışırken İblis (Şeytan) onu kıskandı ve bu vazîfeyi yaptırmamak için çeşitli hîlelere başvurdu. Fakat bu genç İblisin hîlelerine aldanmadan aldığı vazîfeyi eksiksiz yerine getirdi. Bu hâlinden dolayı Allahü teâlâya şükretti. Allahü teâlâ Zülkifl aleyhisselâma peygamberlik vazîfesi verdi. Zülkifl aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını insanlara bildirdi. Tevrât'ı okuyup hükümlerini yerine getirdi. Tebliğ vazîfesini hakkıyla yerine getirdikten sonra Şam beldelerinden birinde vefât etti. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: (Yâ Muhammed!) İsmâil'i, İdrîs ve Zülkifl'i de yâd et (onların yüksek ve pek mükemmel hâllerini hâtırla). Hepsi de sabr edenlerden idiler. Ve onları da rahmetimiz içine (peygamberlik vermek, yâhut âhiret nîmetlerine kavuşturmak sûretiyle) aldık. Şüphe yok ki, onlar sâlihlerden idiler. (Enbiyâ sûresi: 85, 86) (Onların pek mükemmel hâllerini kavmine anlat.) Ve (onların) hepsi de hayırlılardandı. (Sâd sûresi: 48)
.
Aydınlar gerçek İslama ulaşamıyor
15 Ocak 2005 01:00
Geçenlerde gazeteler, ateistliği, "tanrı tanımaz"lığı ile ünlü 81 yaşındaki İngiliz felsefe profesörü Antony Flew'in "U" dönüşü yaparak artık bir yaratıcıya inandığını, bugüne kadar verdiği yanlış fikirden dolayı özür dilediğini yazdılar. Bu tür dönüş haberlerine son yıllarda sık sık rastlıyoruz.. 19. asır inançsızlığın yaygın olduğu bir asırdı. Bu asırda, pozitivist görüşe yani inançsızlığa inanmış fen adamlarında, fennin gelişmesiyle dinin sona ereceği inancı hakimdi. Bunların tahminlerine göre, 20. yüz yılda, din diye bir şey kalmayacaktı. Fakat yanıldılar; bilhassa 20 yüz yılın ikinci yarısından sonra hızlı bir şekilde dine yöneliş başladı. İnançsızlığın hakim olduğu devrede de yaratıcıya inanan kimseler yok değildi. Amerikan fen adamı Edisonbunlardandı. Birçok buluşları yanında, ilk elektrik ampulünü yaparak her yeri aydınlatan bu meşhûr kâşif hakkında, onun en yakın mesâi arkadaşı olan Martin Andre Rosonoff, şu hâtırayı anlatıyor: Bir gün laboratuvara girince, Edison'u kendinden geçmiş, çok dalgın bir hâlde, hiç kımıldamadan, elinde tuttuğu cıva kabına baktığını gördüm. Beni görünce dedi ki: "Şu civaya bak! Bu ne muazzam bir eserdir! Ben cıvaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Bunun özelliklerini düşündükçe, aklım başımdan gidiyor. Bana dünyadaki bütün insanlar hayrandır. Benim yaptığım birçok keşifleri, birçok yeni buluşları birer hârika, birer başarı zannediyorlar. Beni, insanüstü bir varlık gibi görmek istiyorlar. Hâlbuki, ne büyük hatâ! Ben, beş para bile etmeyen bir insanım. Benim keşiflerim esâsen dünyada bulunan, fakat o zamana kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir. Bunu ben yaptım diyen bir insan, en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiçbir şey gelmeyen âciz bir mahlûktur. İnsan, ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûktur. İyi düşünse, kibre, gurûra kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır..." Ünlü Rus yazarı Solzhenitsynde, bir gün, bir üniversitede Amerikan gençlerini başına toplayarak onlara, şöyle hitap etti: "Ben buraya gelince, çok bahtiyâr olacağımı zannetmiştim. Ne yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz, artık maddenin esîri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Fakat, rûhları bomboş. Hâlbuki, insanı hakîkî insan yapan, onun gelişmiş, temizlenmiş rûhudur. Size tavsiyem şudur: Rûhunuzu geliştirmeye, güzelleştirmeye bakın! Ancak o zaman, memleketinizde bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmaya başlar. Dîne önem verin! Din, insan rûhunun gıdâsıdır. Dînine bağlı insanlar, her işte sizin en büyük yardımcınız olacaktır. Çünkü, onları Allah korkusu doğru yoldan ayırmaz. Sizin en büyük zâbıta kuvvetiniz bile, herkesi gece gündüz murâkabe edemez. İnsanları fenâlıktan alıkoyan polis değil, onların duyduğu Allah korkusudur." Türkiye'ye gelip, atomda saklı muazzam enerji hakkında serî konferanslar veren atom bilgini W. Heisenberg diyor ki: "Bütün konferanslarımda atomdaki enerjiden nasıl istifâde edilebileceğini anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak şu suâl gelmektedir: Bu muazzam kudreti, küçücük yere kim ve nasıl koydu? Buna ancak metafizik (ilâhiyat) cevap verecektir. Buna da, İslâm dîni cevap verir. Arkadaşım atom âlimi Hahn ile aynı fikirdeyiz." Bugün bu tür aydınların, fen adamlarının en büyük sıkıntısı gerçek İslama ulaşamamalıdır. İslam diye sunulan inancın da onları tatmin etmemesidir. Gerçek İslama ulaştıkları zaman aklıselim bütün fen adamları ve aydınlar seve seve Müslüman olacaklardır. Bunu gören Yahudiler ve Hıristiyanlar, ismi İslam olan ve gerçekte İslamla ilgisi olmayan, içi boşaltılmış "Light islam" "IIımlı islam" veya terörü esas alan İslamı ortaya çıkartarak fen adamlarının İslama yönelişlerinin önünü kesiyorlar.
.
İşmoil aleyhisselâm
16 Ocak 2005 01:00
İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hârûn aleyhisselâmın neslinden olup babası Bali bin Alkame'dir. Annesinin adı Hanne'dir. Yakub aleyhisselamın oğullarından Lavi'nin soyundandır. Mûsâ aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiştir. Amâlikalılar, İsrâiloğullarına musallat oldular pekçok kimseyi öldürdüler, on binlercesini de esir ettiler. Mûsâ aleyhisselâmdan beri içerisinde Tevrat'ın bulunduğu ve İsrâiloğulları için birlik ve berâberliğin sembolü olan Tâbût'u da aldılar. Bilhassa Tâbût'un gitmesine çok üzülen İsrâiloğulları dağılıp, perişan bir hâle düştüler. Kendilerini bu durumdan kurtaracak bir peygamber göndermesi için duâ ettiler. Allahü teâlâ İşmoil aleyhisselâmı peygamber gönderdi. İşmoil aleyhisselam kırk yaşında iken bir gün namaz kılıyordu. Bu sırada Cebrail aleyhisselam gelerek hocasının sesine benzer bir sesle nida etti. İşmoil aleyhisselam hemen hocasının yanına gitti. "Buyurun, ne emrettini efendim"dedi. Hocası düşünüp onun üzülmemesi için ben çağırmadım demedi. "Şimdi git uyu" dedi. Dönüp gidince Cebrail aleyhisselam gelip önceki gibi yine nida etti. Bu hal üç defa tekrarlandıktan sonra Cebrail aleyhisselam İşmoil aleyhisselama gözüküp, kendisine Peygamberliğini bildirdi ve İsrailoğullarına bildirmesini söyledi. Bunun üzerine İşmoil aleyhisselam, İsrailoğullarına Tevrat'ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar, sonra itâat ettiler. İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Allahü teâlâ tarafından Tâlût'un hükümdâr tâyin edildiğini bildirdi. İsrâiloğulları Tâlût'un hükümdarlığını kabul etmedi. Nihâyet çeşitli itirâzlardan sonra Tâlût'un hükümdârlığını kabul ettiler. İçerisinde Tevrat'ın bulunduğu Tâbût'u Amâlikalılardan alıp, İsrâiloğullarına getiren Tâlût, İsrâiloğullarından büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe hazırladı. İşmoil aleyhisselâm Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahsedilen nehre gelince, Tâlût'un emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrâiloğullarından bazıları imtihanı kaybedip perişan ve sefîl hâlde geri döndü. Aralarında Dâvûd adlı bir gencin de bulunduğu Tâlût'a itâat eden az sayıda kimse nehri geçip Amâlika kavmine gâlip geldi. Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u, Dâvûd adlı genç öldürdü. Nihâyet İsrâiloğulları düşmanlarına gâlib gelip kuvvetlendiler. İşmoil aleyhisselâm İsrâiloğullarına on bir sene peygamberlik yaptı. Peygamberliğinin 11. senesinden sonra Tâlût'u İsrâiloğullarına hükümdâr tâyin edip elli iki yaşında vefât etti.
Yunus aleyhisselâm
17 Ocak 2005 01:00
Yunus aleyhisselâm, Musul yakınlarındaki Ninova ahalisine gönderilen peygamberdir. Babası Metâ adında bir zat olup, salih kimselerdendi. Yunus aleyhisselâm, kendisini balık yuttuğu için Zinnûn ve Sahib-i Hût adlarıyla da anılmıştır. Yunus aleyhisselâm, Asur Devletinin başşehri ve önemli bir ticaret merkezi olan Ninova şehrinde doğdu. Babası Metâ ve annesi, Allahü teâlâya duâ edip, kendilerine bir erkek evlât ihsan etmesini dilediler. Cenab-ı Hak, onlara Yunus'u ihsan etti. Ancak Yunus aleyhisselâm, ana rahmindeyken babası vefat etti. Annesi, onun doğum ve çocukluğu sırasında birçok harikulâde hâller gördü. Yunus aleyhisselâm Ninova'da büyüdü. Kavmi içinde emin, yalan söylemeyen, yardımsever bir kişi olarak meşhur oldu. Otuz yaşına gelince, Ninova ahalisine peygamber olarak gönderildi. Putlara tapan Ninova halkını, senelerce Allahü teâlâya iman ve ibadet etmeye davet etti. Kavmi, ona iman etmedikleri gibi, birçok eza ve cefada bulundular. Onunla alay ettiler. Fakat Yunus aleyhisselâm, yılmadan ve ümitsizliğe kapılmadan, onları hak dine davet etti. Allahü teâlânın azabı ile onları korkuttu. Fakat Ninova halkı, alay ederek, Yusuf aleyhisselâma dediler ki: - Tek bir kişinin hatırı için azap inip, herkesi yok edecekse, müsaade et de bu azap gelsin! Yunus aleyhisselâm, kavminin küfürde ısrar etmesine üzülüp, onların arasından ayrıldı. Allahü teâlâ ona vahyedip buyurdu ki: - Kullarımın arasından ayrılmakta acele etme! Geri dön, kırk gün daha onları imana çağır! Yunus aleyhisselâm bu ilâhî emir üzerine, kavmine döndü ve onları hak dine davete devam etti. Otuz yedi gün aralarında kaldı. Kavmi yine inanmadı. Bunun üzerine Yunus aleyhisselâm buyurdu ki: - O hâlde üç güne kadar başınıza gelecek azabı bekleyin! Bunun alâmeti önce benizleriniz sararacaktır! Sonra, ilâhî bir emir gelmeden, üzüntüyle aralarından ayrıldı
Hz. Yunus'un duası
19 Ocak 2005 01:00
Yunus aleyhisselâm, gemideki yolcuları Allahü teâlâya iman etmeye davet etti. Fakat gemidekiler, Yunus aleyhisselâmı denize attılar. O an gece vaktiydi. Yunus aleyhisselâmı bir balık yuttu. O zaman cenab-ı Hak balığa emredip, onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık, bu hâl üzere Yunus aleyhisselâmı alıp, denizin derinliklerinde kayboldu. Yunus aleyhisselâm, balığın karnında sağ, aklı başında ve şuuru yerindeydi. Balığın karanlık vücudunda çok üzgün bir hâlde şöyle niyazda bulundu: - Ya Rabbi! Ninova'ya dönmeye ve kavmimi imanlı bir şekilde görmeye ümidim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen, senin takdirin ne ise ona razıyım. O sırada bazı sesler işitti. "Bu nedir acaba?" diye söylendi. Allahü teâlâ, ona, balık karnında olduğunu vahyederek buyurdu ki: - Ey Yunus! Bu sesler, beni denizde zikreden canlıların sesleridir! Yunus aleyhisselâm, balığın karnında dahi her zaman zikre devam ediyordu. Melekler onun sesini işitip, Allahü teâlâya arz ettiler. Allahü teâlâ buyurdu ki: - Bu kulum Yunus'un sesidir. Bir hâli sebebiyle o denizde bir balığın karnındadır. Yunus aleyhisselâm "Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn" duasına devam etti. Bu duası ve tesbihi, onun kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün kaldıktan sonra kurtuluşa erdi. Yunus aleyhisselâm, balığın karnından Muharrem ayının onuncu (Aşure) günü çıktı. Balık onu çıkarıp, sahile bıraktığında; Yunus aleyhisselâm zayıflamış, bitkin, hasta bir durumdaydı ve himayeye muhtaçtı. Cenab-ı Hak ihsan ederek, Hazreti Yunus'u, güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirmek için, orada, geniş yapraklı, çabuk büyüyüp yükselen bir ağaç veya bitki bitirdi. Bu ağaç, sinek ve haşaratın zararını da önlemekteydi. Cenab-ı Hak, bir dağ keçisini de emrine verdi. Iyice kuvvetleninceye kadar, o dağ keçisi sabah akşam gelip, Hazreti Yunus'u emzirdi. Yunus aleyhisselâm kendine gelince, Allahü teâlâya şükredip ibadete başladı. Bir gün kendisine gölge veren ağacın kuruduğunu görüp üzüldü. Allahü teâlâ ona vahyedip, kavmine dönmesini emir buyurdu ve kavmine, tövbelerini kabul ettiğini bildirmesini emretti
Hz. Yunus'un mucizeleri
20 Ocak 2005 01:00
Yunus aleyhisselâm Allahü teâlânın emri ile kavmine gitmek üzere yola çıktı. Ninova şehri yakınlarına gelince, gördüğü bir çobana, kavminin durumunu sordu. Çoban da dedi ki: - Peygamberleri olan Yunus aleyhisselâm onlara darılıp gittiğinden sonra kendi başlarına kaldılar. Cenab-ı Hak onlara azap gönderdi. Azap bulutları başları üzerinde üç gün üç gece durdu. Fakat onlar bin bir pişmanlıkla ağlaştılar. Yunus aleyhisselâmı aramalarına rağmen bir yerde bulamadılar. Neticede Allahü teâlâ onları bağışladı. Üzerlerinden azabı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip, kendilerine emir ve yasakları öğretecek Yunus aleyhisselâmın gelmesini bekliyorlar. Yunus aleyhisselâm, kendisinin, bekledikleri kimse olduğunu ve gidip onlara haber vermesini istedi. Çoban, Ninova'ya gidip Yunus aleyhisselâmın geldiğini haber verdi. İlk anda Yunus aleyhisselâmın geldiğine inanmayan Ninova halkı, ağacın ve koyunun dile gelip konuşması neticesinde inandılar. Yunus aleyhisselâmın bulunduğu tarafa gittiler. Yunus aleyhisselâmı namaz kılarken buldular. Namazdan sonra onu hasretle kucaklayıp, özür dilediler. Beraberce şehre döndüler. Bundan sonra Yunus aleyhisselâm, onlara, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Kavmi mes'ut ve iyilik üzere oldular. Ninova'da vefat etti. Her peygamber gibi Yunus aleyhisselâmın da mucizeleri olmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır: 1- Balığın karnında yaşamak. Yunus aleyhisselâm, Kur'an-ı kerimde bildirildiği üzere, balığın karnında üç, yedi veya kırk gün yaşamıştır. 2- Bulutlardan ateş çıkması. Yunus aleyhisselamın duası bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Birgün Ninovalılar kendisinden buluttan ateş çıkarmasını istediler. Yunus aleyhisselam da dua etti ve bulutlardan ateş çıkarak yere düştü ve birtakım ağaçları yaktı. 3- Dağdaki kayadan su çıkması. 4- Kelerin şehadeti. Ninovalılar kendisinden mucize isteyince, eliyle dağa işaret etmesi vahyolundu. Dağa işaret edince dağdan bir keler çıkarak dile geldi ve "Ey insanlar, biliniz ki Yunus aleyhisselam hak peygamberdir. Sizi cennete, Rabbinizin magfiretine davet ediyor" dedi. 5- Kapı halkasının altın olması. Ninova hükümdarını imana davet edince şu kapımdaki halka altın olursa iman ederim dedi. Yunus aleyhisselam da eliyle tutunca halka altın oluverdi. 6- Su üzerinde odunsuz ateş yakmak 7- Vahşi hayvanların onun güzel sesini dinlemek için etrafında toplanması.
Dâvud aleyhisselâm
21 Ocak 2005 01:00
Dâvud aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hem peygamber hem de sultan idi. Nesebi, Davud bin Eyşa bin Uveyd bin Selmun bin Bâ'ir bin Yahşun idi. Yakub aleyhisselamın oğullarından Yehoda'nın soyundan idi. Kısa boylu, ak tenli, mavi gözlü, düz saçlı idi. On iki kardeşi daha vardı. Önceleri koyun güderdi. Çobanlık yaptığı zamanlarda vahşi hayvanlar bile onun isteklerini yerine getirirdi. Bir defasında bir aslanın üzerine bindiği rivayet olunur. Bir defasında babasına demiştir ki: "Ben dağlar arasında yol alırken tesbih okuyordum. Dağlar ve taşlar da benimle birlikte tesbih ediyordu." Bunu işiten babası; "Müjdeler olsun sana. Bu Allahü tealanın sana verdiği bir hayır işaretidir" dedi. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselâmdan sonra İsrailoğullarına birçok nebîler gönderdi. Onların vazifeleri; insanları Tevrat'ın hükümleriyle amel etmeye davet etmekti. Zaman uzadıkça, İsrailoğulları; Tevrat'ın hükümlerini değiştirmeye ve kendi nefslerine uymaya başladılar. Aralarında isyan, fısk ve fücur çoğaldı. Azgın kimseler, nebîlerin sözlerini dinlemez oldular. Ahlâkları tamamen bozuldu. O zaman, Mısır'la Şam arasındaki Amâlika kavminin hükümdarı Câlût'u, Allahü teâlâ, İsrailoğulları üzerine musallat kıldı. Câlût, İsrailoğullarına hücum edip, onları bozguna uğrattı ve vatanlarından sürüp, çocuklarını esir aldı. Cemaatlerini dağıttı. İsrailoğulları perişan oldular. Musa aleyhisselâm zamanından beri, İsrailoğullarında, elden ele geçen ve içinde mukaddes emanetlerin bulunduğu sandık da Câlût'un eline geçti. Câlût, bu sandığı alarak, hakaret olsun diye pis bir yere bıraktı. Kur'an-ı kerimde, bu sandığa Tâbût ismi verilmektedir. Ev, mal ve yurtlarından ayrı düşen İsrailoğulları, bütün rahatlarının kaçmasını ve huzursuzluklarını, Tâbût'un ellerinden çıkmasında bildiler. Başlıca emelleri, Tâbût'u ele geçirmek oldu. Böylece çare aramaya başladılar. Kavmin ileri gelenleri, kendilerine; kuvvetli, kudretli ve dirayetli bir kumandan bulmak için, Hazreti İşmoil'e gittiler. Ondan, İsrailoğullarını düşmandan kurtaracak bir hükümdar tayin etmesini istediler. İşmoil aleyhisselâm da, "Korkarım ki, üzerinize cihad farz kılınırsa, muharebe etmezsiniz!" dedi. İsrailoğulları dediler ki: "Niçin Allah yolunda savaşmayalım ki? Biz yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de evlâtlarımızdan mahrum edildik.
Hakiki bayram Cennette
21 Ocak 2005 01:00
Dünyadaki bu bayramlar hakiki bayram değil; Müslüman için hakiki bayram Cennete girdiği zamandır. Buradaki bayramlar aynada görülen görüntü gibidir. Tabii ki hakiki bayramın şartları var. Cennete gitmek kolay değil. Cenab-ı Hakkın razı olması sevmesi gerekir. Allahü teâlâ bir kulunu severse, ona iki şey nasib eder: 1) Ona iyi insanları tanıtır. 2) Razı olduğu işi yaptırtır. Daha da çok severse, derd ve bela verir. Cennete girebilmek için mümin her işini ihlasla, Allah rızası için yapması lazımdır. Bir kimsenin ihlası ne kadar artarsa o kadar çok hizmet eder. Bir kimsenin ne kadar hizmeti artarsa onun o oranda ihlası da artar. Allahü teâlânın kıymet verdiğine değer vermelidir. İnsanların kıymet verdiğine kıymet veren kıymetsizdir. Allahü teâlânın kıymet verdiğine kıymet veren azizdir. Allahü teâlânın aziz ettiğini, kimse zelil edemez. Allahü teâlânın zelil ettiğini, kimse aziz edemez. Herkese iyilik yapmaya mecbur değiliz. Fakat, hiç kimseye kötülük yapmaya da mezun değiliz. Müslüman olsun kâfir olsun kimseye kötülük yapamayız. Bu asırda korkak yaşayan, ürkek yaşayan kurtulur. Allahü teâlâ herkesin iyi bir Müslüman olmasını ister. İyi bir Müslümanın alameti de şunlardır: 1) Küfrü ve kâfirleri sevmez. 2) İbadetler kolay gelir; zevkli ve şevkli olur. Bu da ancak, iyi kimselerle görüşüp onlarla sohbet etmekle ve kitap okuyup dinimizi iyi öğrenip yaşamakla olur. Bir insan en bulaşıcı hastalık olan cüzzamlı bir kişinin yanında 7 sene kalsa, cüzzamın geçmeme ihtimali vardır. Fakat bir evde bulunan kötü bir insan, başka bir odada dahi olsa, ondaki kötü huylar mutlaka geçer. Kötülükler çabuk yayılır; çünkü nefsimiz kötüdür. Bir sepet üzümdeki bir tane çürük üzüm, bütün sepeti çürütür. Fakat sağlam üzümler o çürüğü kurtaramazlar. Dünyada en güzel şey; dünyaya düşkün olmamaktır. Dünyada en güzel rızk (para), helal kazançtır. Helal parayla beslenen vücuda ibadetler kolay gelir. Ölünce dört şey sorulacaktır: 1) Vücudunu nerede eskittin? 2) Vaktini nerede harcadın? 3) İlmini nerede kullandın? 4) Parayı nereden kazandın, nereye sarfettin?Çok para kazanmak ma'rifet değil, çok sevâb kazanmak marifet. Yazılacaklar yazıldı, söylenecekler söylendi. Bunları yapan kurtulur. Kısa zamanın kıymetini bilmeyen, uzun zamanın kıymetini anlamaz. Başarısızlığın sırrı: Cenab-ı Hakkın kendisine emanet olarak verdiklerini sahiplenmektir. Bu benimdir, demektir. İlmine; benim ilmimdir, görüşüne; benim görüşümdür, başarısına; benim başarımdır, sıhhatine; benim sıhhatimdir, malına; benim malımdır, diyen başarısızdır. Cihad, Allah için Onun kullarına hizmettir. Bu hizmetin kolay tarafı yoktur. Bu hizmet, ihlas ister, fedakarlık ister, müdara ister, kısacası güzel ahlâk ister. Bu hizmet memurlukla mukayese edilmez. İzin, mesai, gece-gündüz mefhumları düşünülmez. İnsanlara hizmette sıkıntıları nimet bilmek gerekir. Çok çalışan, çok sıkıntı çeken, çok nimete kavuşur. Sevgi yakınlık ister, kaçan mahrum kalır; gözlerden ırak olan gönülden de ırak olur. Allahü teâlâ hayır murad ettiği kimseyi dinde fakih yapar ve kalbindeki dünya muhabbetini çıkarır. O kimse kendi kusurlarını görmeye başlar; kendi kusurlarını görmekten, başkalarının kusurlarını araştıramaz olur. Müslüman dünyada hiçbir insanı incitmez. Müslüman gür bir su gibidir. Kirleri temizler. Hayatta en zor ve sevabı en çok olan ibadet namaz kılmaktır. Namazı şartlarına uygun olarak kılan her ibadeti kolay yapar.
Nicelik değil nitelik önemli
22 Ocak 2005 01:00
Eshabı kiram, Peygamber efendimizin beraber İslamiyeti yaydığı eşsiz insanlar, bir avuç olmalarına rağmen kısa zamanda İslamiyeti bütün dünyaya yaydılar. Çünkü başarıda sayı değil nitelik önemlidir. Peki bu eşsiz insanların belli başlı özellikleri nelerdi? 1. Fakirdiler 2. Gariptiler. 3. Biribirlerini aşk derecesinde severlerdi. 4. Yaptıklarından dünyalık bir menfaat beklemezlerdi. 5. Sadece Allahü teâlânın rızası için mücadele ederlerdi. Ahirete yönelik işlerde insanlara genelde şunlar engel olur. 1. Makam, mevki. 2. Unvan, 3 . Para, 4. İtibar, 5. Dünya menfaati. Bunların hizmette çok faydaları varsa da, kontrol elden kaçarsa o derece de hizmet için zararlı olabilirler. Bunun için bu dünyalık değerler insanı değiştirmemelidir. İnsan kendisini değiştirmezse Allahü teâlâ da ona verdiği nimetleri değiştirmez.. Herkeste şef olmak arzusu vardır. Bu, insanın tabî'atı gereğidir. Bu hâl ancak ve yalnız âhirete yüzü dönük olanlarda olmaz. Dine hizmette menfaatler aradan çekilmelidir, kimse tenkid edilmemelidir. Kendimizi, yaptıklarımızı beğenip kibire gurura kapılmamalıyız. Yaptığımızı değil yapmadığımızı söylemeliyiz. Bir gün öleceğiz ve yaptıklarımızın hesabını vereceğiz. "Ben olmazsam bu işi başkası yapamaz" denilmemelidir. Kabirler bensiz olmaz, zannedenlerle doludur. Ben olmazsam bu işler daha iyi olur, engel binim nefsimdir, demelidir. Kesinlikle hiçbir kulun, ister Müslüman olsun, ister kâfir olsun hiç kimsenin bedduâsını almamalıyız. Âhireti düşünen huzurludur. Dünyayı, dünya malını düşünen huzursuzdur. 80 sene sürünmeye râzı olalım, Cehennem azâbına aslâ râzı olmayalım. Her zaman güler yüzlü, tatlı dilli olmalıyız. Kendimizi suçladığımız ân, kendimizi hesaba çektiğimiz an rahat ve huzur buluruz. Çocuğun istikbâlini garantiye almak, onun iyi Müslüman olmasını sağlamakla mümkündür. Diploma ile istikbâl garantiye alınmış olmaz. Hattâ felaketine sebep olabilir. İyi Müslüman olunca diploma işe yarar. Yaptığımız ibâdetleri, hizmetleri Allah rızâsı için yapmalıyız. Başkası görsün diye yaparsak boşa gider. Aferin almak için, gösteriş için, öğünmek için yapılan hizmet burada kalır. Dünyada alacağını alır ahirette bir kıymeti olmaz. Hatta bundan dolayı azaba düçar olur. Üç grup insan vardır: Birinci grupta olanlar, yaptıklarını, dîn-i islâmın yayılmasında, ihlâsla yanî Allahü teâlânın rızâsı için yaparlar. Bunlar seve seve çalışırlar, samimîdirler. Ne ile karşılaşırlarsa karşılassınlar yüzlerini ekşitmezler, Allahü teâlâdan beklerler. Bunlar son nefeslerinde rahat olurlar... İkinci grupta olanların niyetleri bozuktur. İhlâsla çalışmazlar, Allahü teâlânın rızâsını düşünmezler; ama seve seve çalışırlar. Mesleklerini sevdiklerinden, aldıkları parayı helâl ettirmek isterler. Bunların niyeti karışıktır. Dolayısı ile son nefeste işleri zordur. Üçüncü grupta olanlar, ne ihlâsla, ne de seve seve çalışırlar. Ne niyetle çalıştıkları belli değildir. Sûi niyetlidirler, zoraki çalışırlar, bunların sonu felâkettir. Allahü teâlâ râzı olduğu kullarını razı olduğu işlerde istihdâm eder. Bir insan çok kıymetli bir işi kime verir? Çok sevdiğine, çok güvendiğine verir. İşte, bu dîn-i islâmı yaymayı Habîbim dediği ve çok sevdiği Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Efendimize verdi. Peygamberimizden sonra bu hizmetleri, Allahü teâlâ sevdiği kullarına vermiştir. Âlimler peygamberlerin vârisleridirler. Mü'min demek, affedici insan demektir. Mü'min demek, güleryüzlü, tatlı dilli insan demektir.İyi insan, kimseye yük olmaz ve herkesin yükünü çeker. Dünya; şeytân, nefs, para; bu üç sacayağı üzerine kurulmuştur. Bu felâketten kurtulmak ilimle olur, iyi insan arasında bulunmakla olur.
Mülkünü dilediğine verir
22 Ocak 2005 01:00
İsrailoğullarına ne zaman ki cihad farz kılındı; içlerinden çok azı hariç, cihaddan yüz çevirdiler. Hazreti İşmoil onlara dedi ki: "Allahü teâlâ sizin için Tâlût'u hükümdar olarak gönderdi." İsrailoğulları Tâlût'u hükümdarlığa münasip görmediler. Kendilerinin daha ehil olduklarını iddia ederek dediler ki: - Biz, hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona mal bakımından da bir bolluk verilmemişken, nasıl olur da bizim başımızda hükümdarlık onun olabilir? Onların bu itirazı karşısında İşmoil aleyhisselâm şöyle cevap verdi: - Şüphesiz Allah, üzerinize onu beğenip seçmiştir. Ona, ilim ve vücut bakımından, sizden ziyade bir üstünlük vermiştir. Allahü teâlâ mülkünü dilediği kimseye verir. İsrailoğulları her zamanki itirazcılıklarını yine gösterdiler. Peygamberlerinden, Tâlût'un hükümdar olduğuna dair alâmet istediler. Bunun üzerine, Hazreti İşmoil buyurdu ki: - Tâlût'un hükümdar olmasına alâmet, kaybetmiş olduğunuz Tâbût'un getirilmiş olmasıdır. Cenab-ı Hak; İsrailoğullarının, Tâlût'un hükümdarlığına kanaatleri olsun diye, Tâbût'u melekler vasıtasıyla Tâlût'un evine koydurdu. İsrailoğulları, Tâbût'u, Tâlût'un evinde bulunca, onun, kendilerine Allahü teâlâ tarafından hükümdar yapıldığına inandılar. Tâbût'un gelmesinden dolayı gönüllerine sükûnet ve rahatlık geldi. Böylece Tâlût, İsrailoğullarına hükümdar oldu. Tâlût hükümdar olunca, memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Allah yolunda cihad için, Kudüs'ten hareket ederek, askeriyle kral Câlût'un üzerine yürüdü. Mevsimin çok sıcak olması yüzünden, askerin suya ihtiyacı pek fazla idi. Tâlût, itaat eden asker ile etmeyenleri birbirlerinden ayırmak için dedi ki: - Allahü teâlâ, sizi, bir nehirle imtihan edecektir. Kim o nehirden doyuncaya kadar su içerse, askerimden değildir ve eğer bir kimse o nehirden içmez yahut bir avuç su içerse, zararı yoktur ve askerimdendir. Tâlût, bu talimatı, kendisinin hükümdar olacağını haber veren İşmoil aleyhisselâma gelen vahy-i ilâhiden almıştı.
.
Söz dinleyen kurtuldu
23 Ocak 2005 01:00
Tâlût, İsrailoğullarının başına geçince cihad için yola çıktı. Askerlerine yolda önlerine çıkacak nehirden su içmemelerini tenbih etti. Ordu, seksen bin kişi idi. Askerin çoğu, Tâlût'un talimatı haricine çıkarak, istedikleri kadar sudan içtiler. Az bir kısmı söz dinledi. Bunların da çoğu firar edince, geride çok az asker kaldı. Tâlût'un ordusunda itaat edenlerin sayısı, Eshab-ı Bedir sayısına denk idi. Resûlullah efendimiz Bedir günü eshabına buyurdu ki: - Bugün siz, Tâlût'un söz dinleyen eshabı adedincesiniz. Onlar mümin idiler. Tâlût'un emrini dinlemeyip nehirden içenlerin; içtikçe dudakları karardı, susuzlukları arttı, kendilerini korku kapladı, hareket etmeye kuvvetleri kalmayıp, nehir kenarında hâlsiz kaldılar. Emri dinleyenlerin imanları kuvvetlendi. Bu hâlden dolayı Allahü teâlâ onlara güç verdi. Nihayet iki ordu karşı karşıya geldi. Tâlût'un ordusunda, er olarak savaşa katılan on sekiz yaşında genç bir yiğit vardı. İsmi Dâvud idi. Dâvud aleyhisselâm, pederi Eyşâ ve on iki biraderi ile Tâlût'un askeri arasında bulunuyordu. Bunların en küçüğü Hazreti Dâvud idi. Rivayete göre Davud aleyhisselam vücud bakımından zayıf olduğu için babası onu yine sürülerin başında bırakmıştı. Davarlarını yayarken kendisine bir ses geldi: "Ey Davud! Sen Calut'u öldüreceksin. Burada durup ne yapacaksın. Haydi sürülerini Allaha emanet et ve kardeşlerine katıl. Talut, Calut'u öldürecek olana malının yarısını ve kızını onunla evlendirmeyi vaat etti" diyordu. Hemen davarlarını Allaha tevekkülle orada bırakıp babasının yanına geldi. Babası, oğulları için azık hazırlayarak Davud aleyhisselama verdi ve: "Oğlum, hemen kardeşlerinin yanına git! Düşmanlara karşı güç kazanmaları için bunları onlara ver. Durumlarını gör, benim yanıma ve işinin yanına hemen dön, dedi. Böylece Davud aleyhisselam Talut'un ordusuna katıldı. Hazreti Dâvud'un sesi çok güzeldi. Bugün dahi, "Dâvudî ses" tabiri kullanılmaktadır. Sesi çok güzel olduğu için, devlet reisi Tâlût'un huzuruna çıkarıldı. Tâlût onu, kendisine nedim yaptı. Dâvud aleyhisselâm, gün geçtikçe şöhret kazandı. Sonra da, Tâlût'un Amâlika kavmine karşı hazırladığı orduya katıldı. Harp başlamadan önce, Tâlût ferman edip; Câlût'u öldürene kızını vereceğini ve memleketin her tarafında onun mührünü geçerli kılacağını ilân etti. Sonra yardım için Allahü teâlâya dua ve niyazda bulundular.
Kırk gün ağladı...
25 Ocak 2005 01:00
Bir gün, Dâvud aleyhisselâma bir kişi geldi. Başka bir şahsın, öküzünü zorla elinden alıp gasbettiğini söyledi. Onu dava etti. Dâvud aleyhisselâm, davalıyı huzuruna çağırttı. Davalı dedi ki: - Böyle bir işin aslı yoktur. Ben kimsenin öküzünü gasbetmedim. Davacı olan kişinin de hiçbir şahidi yoktu. Dâvud aleyhisselâm olayı araştırdı. Hiçbir delil bulamadı. Gece olunca bir rüya gördü. Rüyasında, Allahü teâlâ tarafından davalının öldürülmesi emredildi. Bu emir üç defa tekrarlandı. Hazreti Dâvud, ertesi sabah davalıyı huzuruna çağırttı. Allahü teâlânın emrini ona bildirdi. Adam şaşırdı ve karara itiraz etti. Delilsiz ve şahitsiz bir insanın öldürülemeyeceğini söyledi. Dâvud aleyhisselâm ise, kararın kesin olduğunu, çünkü Allahü teâlâdan vahiy aldığını açıkladı. Zira peygamberlerin rüyası vahiy idi. Kendisi için bir kurtuluş ümidi kalmadığını anlayan davalı, başka bir suçunu itiraf ederek dedi ki: - Ey Allahın peygamberi! Daha önce şu iddia sahibinin babasını öldürmüştüm. Ortada hiçbir şahit de yoktu. Benim öldürülmemi Allahü teâlâ bunun için emretmiştir. Bu itiraf üzerine, o kişiye kısas tatbik edildi. Bu hâdise, bütün İsrailoğulları üzerinde büyük bir tesir meydana getirdi. Bundan sonra hiç kimse Allahü teâlânın emirlerinin dışına çıkmaya cesaret edemedi. Çünkü onlar, ıssız yerlerde bile suç işleseler, Allahü teâlânın bildirmesi ile Dâvud aleyhisselâmın kendilerini yakalayacağı inancında idiler. Böylece, Dâvud aleyhisselâmın hükûmeti kuvvetlendi. Zamanın en kuvvetli devleti, Dâvud aleyhisselâmın devleti oldu. Başka bir zaman da Dâvud aleyhisselâma gelen iki davalıdan birisi gelip, "Kardeşimin doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tane. Böyle olduğu hâlde, kardeşim, benden bu bir koyunu da almak istiyor" dedi. Dâvud aleyhisselâm da, "Kardeşin senden o bir koyunu da almak istediği için sana zulmetmektedir" buyurdu. Bir müddet sonra, Dâvud aleyhisselâm, çok kısa bir sürede karar vermiş olduğunu fark etti. Hâlbuki öbür kişiye de bunun sebebini sorması gerekirdi. Çünkü, ikinci kişi de haklı olabilirdi. Bu tavrın, kadılık (hâkimlik) kanunlarına uygun olmadığını ve Rabbinin, adaleti icra ederken, kendisini imtihan etmiş olabileceğini düşündü. Bunun üzerine, Dâvud aleyhisselâm, Allahü teâlâdan af dileyerek, kendi kendine; bundan sonra hüküm verirken acele etmeyeceğine, karar verirken, delilleri ortaya koyacağına dair söz verdi. Bu hâdiseden sonra kırk gün kırk gece ağladı. Başını secdeden kaldırmadı. Gözlerinin yaşı secde yerini ıslattı. Sonra Allahü teâlâdan hitap gelip; "Affeyledim!" buyuruldu.
Maymuna döndüler!
26 Ocak 2005 01:00
İsrailoğullarından yetmiş bin kişi balık avlamak ve satmakla geçinirlerdi. Cumartesi günü, Musa aleyhisselâmın dininde, ibadetten başka her iş haram olduğundan, balık avlamaya kimse cesaret edemezdi. Cenab-ı Hak, cumartesi günü balık avından onları men etti. Onlar da cumartesi günü avlanmamak üzere, nebîleri Dâvud aleyhisselâma söz verdiler. İsrailoğulları, verdikleri söze riayet edip, o gün balık avlamıyorlardı. Fakat şeytan, onlara; "Siz, balığın avından nehyolunmadınız, yemesinden nehyolundunuz!" diyerek kalblerine vesvese verdi. Böylece, bir kısmı cumartesi gününe gösterdikleri tazimi ihlâl ederek, balık avlamakla ilgili ilâhî yasağa muhalefet ettiler. Cumartesi günü, Allahü teâlânın hikmeti ile su yüzü balıkla dolar; diğer günler ise görünmezlerdi. Bu durum onlar için bir imtihan idi. Binaenaleyh, ilâhî emre uyarak imtihanı kazanmak mümkün iken, aksini yapmakla azaba koştular. İsrailoğullarının bir kısmı Cumartesi günü balık avlama yasağını ihlâl ederken, bir kısmı da onlara nasihat ediyordu. Böyle yapmalarının neticesinde, kendilerine ilâhî azabın geleceğini hatırlatıyorlardı. Bu yasağın, kendilerine, ilâhî bir imtihan olduğunu belirtiyorlardı. Nasihat edip, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münkerde bulunanlar; isyan içinde olanların herhangi bir azaba uğrayacaklarını düşünerek, asi ve bozguncularla kendileri arasına bir duvar çektiler. Yerlerini ayırıp, başka bir kapıdan işlediler ve onlara karışmadılar. Bir gün, asilerin dışarı çıkmadıklarını görünce, merak ederek gidip baktılar. Bir gecede, cenab-ı Hakkın gadabı ile hepsinin maymun; yahut gençlerinin maymun, yaşlılarının hınzır suretinde olduğunu gördüler. Bunlar, kâfir olup maymun suretine çevrilen akrabalarını tanıyamadılar. Lâkin maymunlar, akrabalarını tanıyıp, yanlarına gelerek, elbiselerini kokladılar ve ağlaştılar. Müminlerin; "Biz size, 'Allahü teâlânın emrini gözetin, haram ve günah işlerden vazgeçin!' demedik mi?" sözlerine de, yalnız başlarıyla cevap verip, tasdik ettiler ve üç gün sonra öldüler. Müminler ise, helâk olmaktan kurtuldular. Hak teâlâ rüzgârla yağmur gönderip, leşlerini deryaya bıraktı.
Mescid-i Aksa
27 Ocak 2005 01:00
Dâvud aleyhisselâmın hükümdarlığı zamanında, ortalığı kasıp kavuran bir taun [veba hastalığı] salgını görüldü. O da halkını alıp, Beyt-ül Makdis'in bulunduğu yere geldi. Melekler, buradan göğe yükselirlerdi. Dâvud aleyhisselâm, bu hâli gördüğü için, oraya dua etmek üzere gelmişti. Kayanın bulunduğu yere gelince, hastalığın kaldırılması için Allahü teâlâya yalvardı. Daha sonra burada, Mescid-i Aksa adı ile Kur'an-ı kerimde bildirilen büyük bir mescidin inşasını başlattı. İsrailoğullarına dedi ki: -Allahın size merhamet ettiği şu kayanın üzerini Mescid edinmenizi emrediyorum. Çünkü orası mescid edinmeye layık bir yerdir. Onun içinde siz ve sizden sonrakiler Allahü tealayı zikirden uzak kalmayacaklardır. Bunun üzerine İsrailoğulları mescid yapmak istedikleri zaman fakir biri gelip: -Burası benim yerim. Buraya ihtiyacım var. Benim hakkımı gasp etmeniz size helal olmaz, dedi. İsrailoğulları ise: -Burada senin hakkın gibi hakkı olmayan kimse yoktur. Sen insanların en cimrisi olma ve bizi sıkıntıya sokma, dediler. Fakir: -Ben hakkımı biliyorum siz ise hakkınızı bilmiyorsunuz, dedi. Bunun üzerine İsrailoğulları: -Rızan ile, gönlünden koparak vermezsen, biz onu senden zorla alırız, dediler. Adam; -Siz, buna Allahın hükmünde, Davud aleyhisselamın hükmünde bir dayanak buldunuz mu? dedi. Bunun üzerine durum Davud aleyhisselama bildirildi. Davud aleyhisselam: -Onu razı ediniz, dedi. İsrailoğulları; -Ey Allahü tealanın peygamberi! Orayı ondan kaça satın alalım? diye sordular. Davud aleyhisselam: -Yüz koyuna alın, buyurdu. Fakir adam Davud aleyhisselama gelerek: -Biraz artır, dedi. -Yüz sığır -Biraz daha artır -Yüz deve -Biraz daha artır. Sen bunu Allah için satın alıyorsun. Allahü teala ise kerimdir. Adamın bu sözü üzerine Davud aleyhisselam: -Öyleyse fiyatı sen takdir et, dedi
"Sen de öleceksin!"
28 Ocak 2005 01:00
Üzerine Mescid-i Aksa inşa edilecek arsa sahibi bir türlü razı olmuyordu. Yeni bir teklif verdi: "Hakkımı bir zeytin, bir hurma ve bir üzüm bahçesi karşılığında satarım" dedi. Davud aleyhisselam, "Olur" deyince adam, son olarak, "Arsanın karşısında oğluma bir yüksek duvar yaptır ve onu altın ve gümüşle doldur" dedi. Davud aleyhisselam adamın bu teklifini de kabul buyurdu. Bunun üzerine adam, "Ey Allahın peygamberi! Allahü tealanın benim bir tek günahımı bağışlaması bana bağışlanacak her şeyden daha sevgilidir" deyip arsasını bağışladı. Mescidin inşasına, hükümdarlığının on birinci yılında başlamıştı. Bizzat Dâvud aleyhisselâm ve bütün âlim ve önde gelenler, şevk ve iftiharla sırtlarında taş getirip, elleriyle bina etmeye gayret ve itina ederlerdi. Bina bir adam boyu olunca; "Bu işin tamamlanması, oğlun Süleyman'a müyesser olur!" diye ilâhî vahiy geldi. Bunun üzerine, bina için hazırladığı altın ve gümüşleri Hazreti Süleyman'a verdi. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini de vasiyet etti. Dâvud aleyhisselâm, gayretli idi. Her gece, kapılar kapandıktan sonra ibadet etmeye koyulurdu. Bir yere gidince, evinin kapısını mutlaka kilitlerdi. Bir gün, âdeti üzere evine gelince, kapıyı açıp içeri girdi. İçeride bir yabancı görünce, ona sordu: - Sen kimsin? - Yeryüzü sultanlarından korkmayan ve girmek istediği yerden, onu hiçbir şeyin men edemediği kimseyim. - Vallahi sen, ancak, ölüm meleğisin. - Evet. Bunun üzerine Dâvud aleyhisselâm, ona yine sordu: - Bana, ölüme hazırlanmam için, niçin haberci göndermedin? - Sana pek çok haberci geldi. Baban, kardeşin, komşun ve tanıdıkların nerededir? - Vefat ettiler. - Bütün bunlar, benim sana gönderdiğim habercilerdi. Çünkü sen de onlar gibi öleceksin. Daha sonra ölüm meleği, Dâvud aleyhisselâmın da müsaadesini alarak ruhunu kabzetti. Dâvud aleyhisselâm vefat edince, Allahü teâlâ, onun mülkünü, ilmini ve peygamberliğini oğlu Süleyman'a miras bıraktı. Dâvud aleyhisselâm, vefat ettiğinde yüz yaşında idi. Hayatında kırk sene saltanat sürmüştür.
.
Herkes pişman!
28 Ocak 2005 01:00
Dün, Osmanlı Devleti'nin 706. kuruluş yıl dönümüydü. 1299 yılında küçücük bir devlet olarak kurulan Osmanlı, her dindeki ve ırktaki milletlere gösterdiği adalet ve merhamet sebebiyle üç kıtaya hükmeden, gittiği her yere huzur getüren imparatorluk haline geldi. Balığın denizden çıktıktan sonra denizin kıymetini anladığı gibi, herkes Osmanlı yıkıldıktan sonra onun kıymetini anladı. Çünkü Osmanlı tarih sahnesinden çekildikten sonra dünyanın dengesi bozuldu. Asırlardır, anarşi, terör nedir bilmeyen, Orta Doğu, Balkanlar ve Osmanlı ile irtibatlı diğer bölgeler kargaşa ve terör bölgeleri haline geldi. Osmanlının zayıflamasını fırsat bilerek bağımsızlık hevesiyle ayaklanan milletler çok geçmeden ne kadar büyük hata işlediklerini anladılar. Fakat iş içten çoktan geçmişti. Bu sadece bizim dışımızdaki milletler için mi geçerlidir? Hayır, bizim için de geçerli bu durum. Bugün eğer, dünya siyasetinde önemli bir yerimiz yoksa, dünya siyasetinin sevk ve idaresinde söz sahibi değilsek, geçmişimizi, şanlı mazimizi yok farzetmemizdendir. Geçmişe sahip çıkmamamızdandır. Sen geçmişini bir çırpıda silip atarsan, başkaları haydi haydi yapar bunu. Öyle veya böyle her millet geçmişine sahip çıkar. Çünkü geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. İnsanlar gibi, milletler de, devletler de hata yapar. Geçmişi toptan silip atmak yerine, geçmişteki yanlışları tekrarlamamak ve doğruları devam ettirmek gerekir. Kültürler ve medeniyetler kolay oluşmaz; asırların birikimidir bu değerler. Bu değerler aynı zamanda milletlerin ruhu gibidir. Ruhsuz beden ayakta kalamayacağı gibi, kendine has kültürü olmayan milletler de ayakta kalamaz. Osmanlının yıkılması ile onu yıkanlar da zarar gördü. Halen de görmekteler. Osmanlı inançta İslamın ana gövdesini temsil eden Ehli sünneti temsil ediyordu. Ehli sünnet aşırılıklardan, terörden, anarşiden uzak olduğu için Osmanlılar ve Osmanlının idaresi altında bulunan diğer dinlerdeki milletler huzur içinde yaşadılar. Osmanlının yıkılması ile beraber, huzurun barışın temsilcisi olan Ehli sünnet de zayıfladı, ağırlığını, etkisini kaybetti. Ortadoğu'da İngilizler tarafından Vehhabilik, Selefilik gibi ekoller teşekkül ettirildi. Batı böyle yapmakla bu bölgelerde İslamiyetin yok olacağını, bu insanların ya Hıristiyan veya dinsiz olacağını düşündü. İslamiyetten korktukları için de, Müslüman kalmasınlar da ne olurlarsa olsunlar düşüncesi güdüldü. Fakat Batı'nın hesabı tutmadı. İnanç boşluğuna düşen bölge halkı, fanatik, radikal, inançların eline düştü. Bunlar canlı bomba gibi akıl almaz terör uygulamaları ile Batı'nın karşısına geçtiler. Batı'nın kendi kurduğu veya yönlendirdiği bozuk dini akımlar birer, ejderha, ahtapot haline gelip kendilerine saldırmaya başlayınca, Batı Osmanlıyı dolayısıyla Ehli sünneti yıkmakla ne büyük hata işlediğini anladı. Şimdi bu hatasını nasıl telafi edebileceklerinin telaşındalar. Başta Amerikalılar olmak üzere, bütün Batılı araştırmacılar Başbakanlık Osmanlı Arşivinden çıkmıyorlar. Osmanlılar bu bölgeyi altı asırdan fazla nasıl huzur ve barış içinde yaşattılar, bunun sırrı neydi, bunu araştırıyorlar. Aslında onlar da biliyorlar; huzur ve barışın adresinin Ehli sünnet itikadında olduğunu. Fakat, hücrelerine kadar işlemiş İslam düşmanlığı bu gerçeği görmelerine mani oluyor. İslam âleminin bu inanç etrafında tekrar toplanıp eski güçlerine ulaşmalarından korkuyorlar. Bunun için kendi kontrollerinde ve güdümünde olacak 'light', ılımlı İslam gibi modeller geliştirme peşindeler.
Hz. Dâvud'un mucizeleri
29 Ocak 2005 01:00
Cenab-ı Hak, Dâvud aleyhisselâma büyük teveccüh gösterip, pek çok mucize ve hususiyetler vermiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: - Allahü teâlâ, Dâvud aleyhisselâm hakkında; "Kulumuz Dâvud" buyurdu. Bu ilâhî hitap, onun şerefinin, derecesinin üstünlüğünü göstermektedir. - Dâvud aleyhisselâm, bütün işlerinde, sadece Allahü teâlânın rızasını gözetir, Ona yönelirdi. - Cenab-ı Hak; dağları, taşları, kuşları onun emrine verdi. Zebur'u okumaya başladığı zaman; kuşlar, havadan ağaçlara inerler; hep birlikte, okunan Zebur'u tekrar ederlerdi. - Kuşların dilini bilirdi. - Allahü teâlâ, Dâvud aleyhisselâma demiri hamur yapacak bir kudret verdi. Ateşe sokmadan ve dövmeden demire, mum gibi, istediği biçimi verirdi. Bu hâl ona verilen bir mucize idi. Kur'an-ı kerimde bu husus şöyle bildirilmektedir: (... Biz ona demiri [bal mumu gibi] yumuşattık.) [Sebe 10] - Demirden zırh yapıp satar, elinin emeğiyle geçinir, devlet hazinesinden bir şey almazdı. Cenab-ı Hak, Dâvud aleyhisselâma zırh yapma sanatını öğrettiğini, Kur'an-ı kerimde haber vermektedir: Dâvud aleyhisselâm, çoğu zaman kıyafet değiştirip şehirde dolaşır; halkın, idareden memnun olup olmadığını araştırırdı. Bir gün kıyafet değiştirerek çıkmış; kendisi hakkında halkın kanaatini soracak birisini aramıştı. Cebrail aleyhisselâm, insan şeklinde karşısına çıktı. Dâvud aleyhisselâm onu tanıyamadı. Ona sordu: - Dâvud'un memleketindeki durumunu nasıl buluyorsun? - O, ne iyi kişidir. Yalnız kendisinde bir haslet daha olsa. - O haslet nedir? - İşittim ki, o, hazineden geçiniyormuş. Hâlbuki, kişinin kendi kazancını yemesinden daha üstün bir şey yoktur. Bunun üzerine Dâvud aleyhisselâm geri döndü. Cenab-ı Haktan, kendi elinin emeğiyle bir geçim ihsan etmesini niyaz etti. Allahü teâlâ da ona demircilik sanatını öğretti. Artık o, zırh yapıp satıyor ve bununla geçiniyordu. Zırh yapma sayesinde maişeti bollaştı..
Osmanlı nasıl başardı?
29 Ocak 2005 01:00
Dün Osmanlının yıkılışından sonra idaresi altındaki ülkelerdeki sıkıntılardan, terör ve anarşiden bahsetmiştik. Osmanlılar, çeşit çeşit dillerde, dinlerde; başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insana, aralarındaki farkları bıraktırarak, onları bir ideal veya fikir etrafında toplayıp, üç kıtaya uzanan muazzam bir imparatorluk kurmuşlar. Bu muazzam iş nasıl yapıldı, nasıl başarıldı? Öncelikle bunu iyi bilmek lâzımdır. Çokları bunun kaba kuvvetle, savaşla yapıldığını zanneder. Halbuki, Osmanlıların bu başarısı yalnızca askerî değildi. Yani kaba kuvvete dayanmıyordu. Askerî yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çare idi. Öyleyse, onları mefkurelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas amiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metotları kullanmışlardı? Başarılı olmalarını sağlayan birçok metotları vardı. Bunlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu'da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır. Geldikleri bölgelerin değerlerini yok etmemişler, faydalı olanlarını hangi kültürden gelirse gelsin kabul etmişlerdir. Kimseyi, yaşayışlarından, inançlarından dolayı kınamamışlar, onları Müslüman olmaya da zorlamamışlardır. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara, bilmedikleri, görmekdikleri bir hayat tarzı sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslam ahlâkını gayri müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifadesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır. Sadece Anadolu'nun değil, birçok ülkenin fethinde, İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resulullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabul etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşayarak örnek olmaktan geçer. Mesela eskiden "alperen" denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlakı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshab-ı kiram gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyarına gelmişlerdi. Netice olarak, Osmanlı Devleti'nin hızlı bir şekilde gelişip yayılması, gönüllerde taht kurarak üç kıtaya hakim olması, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve güçlü devletlerinden birisi haline gelebilmesi, İslam ahlâkına sımsıkı sarılmalarının ve onu güzel metotlarla tatbik etmelerinin neticesidir... Bunun içindir ki, "lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entakdır" demişlerdir. Hâl hareket ile yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. Böyle olmasaydı, bu devletin böylesine güçlenip, adalet ve huzur içinde yaklaşık 6 asır ayakta kalması mümkün olur muydu?..
İnsanların en hayırlısı
30 Ocak 2005 01:00
Hazreti Dâvud fakir ve düşkünlere sadaka verir, malının üçte birini Müminlerin işleri için sarf ederdi. Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: (İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvud [aleyhisselâm] elinin emeği ile kazanıp yerdi.) Dâvud aleyhisselâmın diğer mucizeleri şunlardır: - Saltanatı heybetli olup, devleti, zamanının en kuvvetli devleti idi. - Dâvud aleyhisselâma, o vakte kadar diğer peygamberlere verilenlerden ayrı ve fazla olarak "fadl" verilmiştir. - Allahü teâlâ, Dâvud aleyhisselâma Zebur'u verdi. Cenab-ı Hak, faziletin; din ve ilimle olup, malla olmadığına işaret ederek, mealen; (Biz Dâvud'a [aleyhisselâm] Zebur'u verdik.) [İsrâ 55] buyurdu ve onun faziletini bildirdi. Hazreti Davud'a verilen Zebur; manzum olup, İbranî dili üzere idi. Meşhur dört kitaptan biridir. Vaaz ve nasihat şeklinde olup, Tevrat'ı kuvvetlendirir, açıklar. İçinde, helâl ve harama dâir hükümler yoktur. Tevrat'la amel etmeye çağırdığından, Tevrat'ı nesh etmedi, yani hükümlerini yürürlükten kaldırmadı. İçinde helâl ve harama dair hükümler yoktur. Zaten Dâvud aleyhisselâm da ayrı bir resûl olmayıp, İsrailoğullarının peygamberlerinden biri idi. Zebur, Dâvud aleyhisselâma ramazan ayında nazil oldu. Dâvûd aleyhisselâmın çok güzel, pek yanık ve tatlı sesle okuduğu Zebûr'u, dinleyenler hayran kalıp, kendinden geçerdi. Zebûr okunacağı zaman, insanlar, cinler, ehil ve yırtıcı hayvanlar durur, kuşlar üzerlerine kanat gerer, rüzgâr dinerdi. Hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere Peygamber efendimiz bir gün Ebû Mûsel Eş'arî'yi (radıyallahü anh) Kur'ân-ı kerîm okurken dinledi ve; "Gerçekten sana Dâvûd'un (aleyhisselâm) mizmarlarından (güzel ses ve âhenginden) biri verilmiştir" buyurdu. Resûlullah efendimiz onun sesini Dâvûd aleyhisselâmın sesine benzetmiştir. Kur'ân-ı kerîmden önce inzâl edilen (indirilen) bu Zebûr ve diğer ilâhî kitapların elde asılları olmayıp, hepsi zamanla tahrif veya yok edilmişlerdir. - Yırtıcı hayvanlar, Dâvud aleyhisselâmın huzuruna gelip, tam bir bağlılıkla ona hizmet ederlerdi...
En sevimli oruç
31 Ocak 2005 01:00
Dâvud aleyhisselâm bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Onun bu davranışı Muhammed aleyhisselâmın ümmeti için de bir ölçü olmuştur. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâya en sevimli oruç, Dâvud'un orucudur. O bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı. Allahü teâlâya en sevimli namaz da Dâvud'un namazı idi. O, gecenin yarısında uyur, üçte birinde namaz kılar, altıda birinde yine uyurdu.) Dâvud aleyhisselâm, Allahü teâlânın azabını hatırladığı zaman mafsalları gevşer, tamamen kendisini salıverir; Allahü teâlânın rahmetini hatırlayınca da eski hâline dönerdi. Dâvud aleyhisselâm, gece ve gündüz bütün günü ailesi arasında bölüştürmüştü. Hiçbir saat yoktu ki, çoluk çocuğundan, o sırada ibadet eden birisi bulunmasın. Böylece onun ailesi, günün yirmi dört saatini ibadetle geçirirdi. Nitekim ayet-i kerimede, (Ey Dâvud ailesi! Şükredin! Kullarım içinde gereği gibi Allaha şükreden azdır.) [Sebe 13] buyurulmaktadır. Dâvud aleyhisselâm, bir münacatında dedi ki: "Ilâhi! Seni hatırlayıp zikredenlerin meclisinden geçip, gafillerin meclisine gitmek istediğim vakit, oraya gitmeden ayaklarımı kır; zira senin böyle yapman, benim için büyük bir lütuftur." Resulullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: -Hazreti Dâvud (aleyhisselâm)'un duaları arasında şu da vardır: "Allahım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allah'ım! Senin sevgini nefsimden, âilemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl." Dâvûd aleyhisselâm; "Ya Rabbî! Seni nerede arayayım!" deyince, cevap olarak; "Ben, benim için kalpleri kırılmış, benim için kalpleri harâb olmuşların (evliyânın) yanındayım." buyruldu. Dâvûd aleyhisselâm Allahü teâlânın azâbını hatırladığı zaman, mafsalları gevşer, tamamen kendisini salıverir, Allahü teâlânın rahmetini hatırlayınca, eski hâline dönerdi. Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma şöyle vahyetti: -Ey Dâvûd! Biliyor musun, kullarımdan kimin günâhını bağışlamayı severim? Dâvûd aleyhisselâm; -Onlar kimdir, yâ Rabbî? dedi. Allahü teâlâ; -Günahlarını hatırladığı zaman, içi titreyenlerdir, buyurdu.
"O kimse benim!"
18 Ocak 2005 01:00
Yunus aleyhisselam azabın geleceği bildirilen üç gün doladan Ninova'dan ayrıldı. Haber verdiği gün gelince, Ninovalıların benizleri sarardı. Gökyüzü karardı. Şehri simsiyah bir duman kapladı. Herkesi korku ve telâş sardı. Feryat ve figana başladılar. "Yunus aleyhisselâm aramızda ise korkmayın, eğer gitmişse azap bizi helâk edecektir!" diye söyleştiler. O zaman Allahü teâlâ kalblerine pişmanlık hissini verdi. Onlar tövbe etmek arzusu ile yaşlı salih bir zata geldiler ve ne yapmaları gerektiğini sordular. O zat da, henüz azabın gelmesine iki gün olduğunu, tövbe etmelerini ve azabı kaldırması için dua etmelerini tavsiye etti. Bunun üzerine Ninova halkı, Allahü teâlâya ve Onun peygamberi Yunus aleyhisselâma iman ettiler. Allahü teâlâya dua edip azabı kaldırmasını niyaz ettiler. O zamana kadar yaptıkları her türlü kötülük ve haksızlığa da tövbe ettiler. Hatta öyle oldu ki, evlerindeki başkasına ait olan taşları söküp sahiplerine iade ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, tövbelerini kabul edip, azabı üzerlerinden kaldırdı. Duanın yapıldığı gün Cuma olup, Aşure Günü idi. Azabın kalkması ile sevinç içinde şehre dönen Ninova halkı, şehirde Yunus aleyhisselâmı aramaya başladılar. Yunus aleyhisselâm, kavminden ayrıldıktan sonra, Dicle nehri kenarındayken, yolcularla dolu olan bir gemiye bindi. Gemi hareket edip kıyıdan uzaklaştı ancak bir müddet gittikten sonra durdu ve kımıldamaz oldu. Gemidekiler şaşırıp kaldılar. Ne kadar çalıştılarsa da gemiyi bir türlü yürütemediler. Sonra da; "Aramızda bulunan bir kimse yüzünden gemi yürümüyor" diye aralarında söylendiler. Geminin batacağından endişe edip, paniğe kapıldılar. Durumu uğursuzluk kabul edip, aralarında şöyle bir karara vardılar: - Burada efendisinden kaçan bir kul vardır. Kur'a atalım, o meydana çıkar! O zamana kadar âdetleri, kur'a kime isabet ederse, ceza olarak o kimseyi denize atmaktı. Âdetleri gereği kur'a çektiler. Kur'a Yunus aleyhisselâma çıktı. O zaman Yunus aleyhisselâm, bunun, kendisi hakkında ilâhî bir imtihan olduğunu kabul edip, tevekkülle dedi ki: - O kimse benim! Gemidekiler, Yunus aleyhisselâma bakıp, salih bir kimse olduğunu anlayıp dediler ki: - Bu zat köleye benzemiyor! Yeniden kur'a çektiler. Kur'a yine Yunus aleyhisselâma isabet etti. Bir kere daha tekrar ettiler. Nihayet üçüncü defa çekilen kur'a da Yunus aleyhisselâma isabet etti. Bunun üzerine bazıları dediler ki: "Şüphesiz bu kişinin bir hatası olmalı!
.
Nimetlerin çoğalması
1 Şubat 2005 01:00
Kur'an-ı kerimde, Hazreti Dâvud'un daima Allahü teâlâdan çok korktuğu, kendisine ilim ve hakkı batıldan ayıran kuvvet verildiği bildirilmiştir. Bugün elde bulunan muharref Kitab-ı Mukaddes'te, Hazreti Dâvud'un, maiyetinde bulunan Urya adlı bir subayın Batşeba [Teşâmu] adlı karısı ile macerası diyerek yazılı olan çirkin hikâye doğru değildir. Hazret-i Ali, bu yanlış ve çirkin hikâyeyi anlatanlara yüz altmış değnek vuracağını bildirmiştir. Allahü teala, Davud aleyhisselama vahiy gönderdi ve "Ey Davud! Zikrim zikr edenlerin, Cennet'im ibadet edenlerin, kafi olmaklığım tevekkül edenlerin, nimetimin çoğalması şükredenlerin, rahmetim iyi işler yapanların, ünsiyetim beni ziyadesiyle arzu edenlerindir ve ben, muhiblerime mahsusum" buyurdu. Davud aleyhisselam; "Ya Rabbi! Sana ibadet etmek isterim. Bunun için hangi vakit daha makbuldür" diye arz etti. Allahü teala: "Ey Davud! Gecenin ilk vaktinde kalkan sonunda kalkamaz, sonunda kalkan ilk vakitte kalkamaz. Bunun için gece yarısında kalk, bana ibadette bulun! Ben de bütün dileklerini kabul edeyim" buyurdu. Bir defasında, Resul-i erkeme; "Gecenin hangi vakti daha makbuldür?" diye sorduklarında Resul-i Ekrem efendimiz; "Yarı geceden sonraki vakittir"buyurdular. Davud aleyhisselam, münacatında dedi ki; "İlahî! Seni hatırlayıp zikredenlerin meclisinden geçip, gafillerin meclisine gitmek istediğim vakit, oraya gitmeden ayaklarımı kır, zira senin böyle yapman, benim için büyük bir lütuftur." Allahü tealanın Davud aleyhisselamın kavminden, dualarını kabul ettiği abid, salih kimseler vardı. Yahya Gassani anlatır: "Davud aleyhisselam zamanında kuraklık oldu. Halk, dua etmek için aralarından üç âlim seçti. Onlar dua için sahraya çıktıklarında, içlerinden biri; "Ya Rabbi! Kitabında, bize, zulm edenleri affetmemizi bildirdin. İşte nefislerine zulm eden bizler, huzuruna geldik. Senden af dileriz. Bizi affeyle" dedi. Diğeri; "Ya Rabbi! Kitabında, köleleri azad etmemizi bizlere tavsiye ettin, işte kul olarak huzuruna geldik, bizleri azad eyle", Üçüncüsü de; "Ya Rabbi! Sen, kitabında; "Kapıya gelen saili (bir şey istiyeni, fakiri) reddetmeyin, ondan yüz çevirmeyin" buyuruyorsun. İşte biz sail (isteyici) olarak huzuruna geldik. Senden rahmet diliyoruz, boş çevirme" diye dua edince, Allahu teala hepsinin dualarını kabul ederek rahmetini gönderdi.
Sözlerin güzeli
2 Şubat 2005 01:00
Allahü teala, Hazreti Davud'a vahyetti ki: "Ey Davud! Kullarımdan herhangi biri, yaratmış olduklarımı bir yana atıp bana sığınırsa, bu halinden dolayı, yedi kat sema ve içindekiler, yedi kat yer ile içindekiler o kimseye düşman olsalar, yine onun için bir kurtuluş yolu açarım. İzzetime ve celalime yemin ederim ki, bu böyledir. Yine izzetime, celalime ve azametime yemin ederim ki, bir kimse beni bırakıp da, mahlukatımdan herhangi birine gönül bağlarsa, bütün sebep yollarını keserim. Kalbini, hırs ve içinden çıkılmaz meşguliyetlerle doldururum. Ömrü, dünyanın ömrü kadar da olsa, bitirip tüketemeyeceği ümitlerle doldururum. Ey Davud! Kim bana dua eder de duasını kabul etmem? Kapımın, çalana açılmadığını kim gördü? Mahlukatımın arzu ettiklerini ben veririm. Onların her istediği, bende mevcuttur. Bütün ümitlerin yeri benim. Bana âşık olanların kalblerini, yeryüzünde nazargahım kıldım. O kalbleri, bana daha da yanaşsın ve fazla iştiyak (arzu) duysunlar diye, her an nimetlerimi saçıyorum. Bana şükrettikleri ve beni unutup başkalarına meyletmedikleri için böyle yapıyorum. Bir an bile beni unutmasınlar diye onlara hadsiz, hudutsuz bana kavuşma arzusu veriyorum. Onlara ünsiyet (yakınlık) kapılarımı açtım. Bana dua etmeden isteklerini yerine getirdim. İzzetime, celalime yemin ederim ki, onları Firdevs Cenneti'ne koyup cemalimi göstereceğim. Ben onlardan, onlar da benden razı oluncaya kadar iyiliklerimi yağdıracağım. Yeryüzünde olanlara haber gönder. Beni sevenlerin sevgilisiyim. Benimle olmak isteyenlerle beraberim. Bana yakın olmak isteyenlerin can yoldaşıyım. Emirlerime itaat edenlere, muti sıfatımla tecelli ederim. Ben, başkalarına tercih edenleri seçerim." Allahü teala Davud aleyhisselama; "Benim ahlakımla ahlâklan, ahlâkımdan birisi de mutlak suretle sabırlı olmamdır" diye bildirdi. Davud aleyhisselam; "Ya Rabbi! Senin rızan uğrunda musibetlere sabreden kederli bir kimsenin mükâfatı nedir?" diye sorunca, Allahu teala; "Ondan hiç çıkarmayacağım iman kisvesini ona giydirmemdir" buyurdu. Allahü teala, Davud aleyhisselama; "Sabredenlerin yeri Darüsselam Cenneti'dir. Oraya girdikleri vakit, onlara şükretmeleri ilham edilir. Şükür, sözlerin en güzelidir. Onlar şükrettikçe, nimetlerimi artırır ve daha ziyadesini gösteririm" buyurdu
.
"Beni seveni sev!"
3 Şubat 2005 01:00
Allahu teâlâ, Hazreti Davud'a vahyetti ki: Ya Davud! Sevdiğinden bir şey saklayan sevgili hiç görülmüş müdür? İyi kimselerin, bana muhabbeti artar. Benim de onlara her an artmaktadır. Beni arayan bulur. Başkasını arayan, beni kaybeder. Kulumun en büyük işi, benim muhabbetim olursa, onu kendi zikrimle rahatlatırım. Onu sever, aramızdaki mesafeyi kaldırır ve perdeyi aralarım. Herkes gaflet içinde beni unutmuş iken, o ayık olur. İşte bunlar, hakikat ehlidirler. Sevgimi, kalbi ve dili ile beni zikredene verdim. Kalbine muhabbetimi yerleştirdim. Benden razı olursan ben de senden razı olurum. Verdiklerime şükredersen, iki cihanda aziz ederim. Gönderdiğim belalara sabretmeyenler, bizden bir talepte bulunmasınlar. Ben bir kulumu sevince, onun kalbini korkumla doldururum. Bana kavuşmak için onu pervane gibi yaparım. Bunda sonra o kul, taatıma can-u gönülden koşar. Dostlarımı, kubbelerimin altında gizlerim. Onları, ancak sevdiklerime tanıtırım. Onlara müjdeler, saadetler olsun. Beni unutanı bile unutmam, daima beni zikredeni hiç unutur muyum? Ben, cimrilere bile ihsanlarımı bolca yağdırırken, nasıl olur da cömertlere cimrilik ederim. Dileği olan kullarıma müjdele! Ben merhametliyim, kullarıma acırım. Bana severek kulluk yapanı, Cennet'ime koyarım. Bana kulluk etmeyeni de hiç acımadan Cehennem'e atarım. İzzetime, celalime yemin ederim ki, ancak beni arzu edenler bana yakın olurlar. Beni seveni (imtihan için veya derecelerini yükseltmek için) belalara salarım. Benden kaçmak isteyeni de yakarım. Günahkar olanlara benim gafur (mağfiret edici, bağışlayıcı) olduğumu bildir. Korkarak bana gelenlere azab etmem. Beni severek geleni, ayrılık ateşine atmam. Utanarak bana yöneleni, kıyamet günü utandırmam. Cennet'im, rahmetimden ümidini kesmeyenleredir. Yaptığı hatayı, benim affımdan daha büyük bilenlere gazap ederim. Bir kimsenin cezasını hemen vermek istesem, önce rahmetimden ümidini kesenleri cezalandırırım. Fakat, acele etmek benim şânımdan değildir. Geceleri sevdiklerimin kalbine tecelli ederim. Onlar, benimle huzur içinde kelam ederler. Benim sevdiğim, hayır ehli olan kullara saadetler olsun. Onların yeri ne kadar güzeldir." Allahu teala, Davud aleyhisselama; "Ey Davud! Beni sev, beni seveni sev ve beni kullarıma sevdir. Kullarım beni sevsinler" buyurdu. Davud Aleyhisselam; "Bunu nasıl yapayım?" deyince, Allahü teala; "Sen, beni güzel bir şekilde an. Benim nimet ve ihsanlarımı onlara hatırlat, onlar benden ancak iyilik bilsinler" buyurdu.
.
"Kim bana güvenirse..."
4 Şubat 2005 01:00
Allahü teâlâ Davud aleyhisselama buyurdu: "Kim diğer yaratıklara bakmaz ve bana, güvenir bana dayanırsa; yer, gök ona hileye kalksa da, ben ona çıkacak yol bulurum." "Ey Davud! Beni sevdiğini iddia eden kimse, bütün gece yatar uyursa, yalan söylemiş olur. Herkes sevgilisini tenhada arayıp bulmak istemez mi? İşte ben, gece vakti beni arayanlar için hazırım." "İştiyakın bana olsun. Benimle ünsiyet et ve başkalarından uzaklaş." "Benim dostlarıma ne oluyor ki, onlar dünyalığı düşünüyorlar? Halbuki, dünya düşüncesi, benim münacatımın zevkini giderir. Ey Davud! Dostlarımdan istediğim, âhireti isteyip dünyalık için gazap etmemeleridir." "Ey Davud! Bir hususta, sen bir şeyi murad edersin, ben de o hususta irade ederim. Netice, ancak benim dediğim olur." "Ey Davud! Eğer benden yüz çevirenler, benim onları nasıl beklediğimi, onlara nasıl acıdığımı ve onların günahı terk etmelerini nasıl istediğimi bilseler, bana olan heveslerinden hemen ölür ve benim sevgimden birbirlerinden ayrılırlardı. Ey Davud! İşte benden yüz çevirenlere karşı iradem budur. Bundan, bana yönelenlere karşı irademin ne olacağını sen düşün. Ey Davud! Kulumun bana en çok muhtaç olduğu zaman, benden müstağni olduğu andır. Benim de kuluma en çok merhamet edeceğim zaman, kulumun bana arka çevirdiği andır. Benim katımda en yüksek mevki de, bana yöneldiği andır." "Ey Davud! Uyanık ol, kendine dost ara. Beni sevmekte, sana uymayanlarla da arkadaşlık yapma. Çünkü bu gibiler senin düşmanındır, kalbini karartır ve seni benden uzaklaştırırlar." "Ey Davud! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!" Davud aleyhisselam; "İlahi! Senin güneşinin hararetine dayanamazken yarın Cehennem ateşinin hararetine nasıl dayanacağım? Ya Rabbi! Senin rahmet için olan davetine dayanamazken, azab için olana nasıl tahammül edeceğim" der, gözyaşı dökerdi.
.
Kuru gürültünün faydası yok
4 Şubat 2005 01:00
Son aylarda yoğunlaşan misyonerlik faaliyetlerinden herkes şikayetçi. Aslında misyoner faaliyetleri yeni değildir. 150 yılı aşkın süredir devam ediyor. Fakat bazı tarihi dönüm noktalarında doz artırıldığı için daha çok fark ediliyor. Geçmişte de, Tanzimat ve Gülhane Fermanı ile bu faaliyetler yoğunlaştırılmıştı. Şimdi ise, AB süreci ile yine dozaj artırıldı. Bilhassa, aşırı Batı hayranı Reşîd Paşa'nın hazırladığı, "Gülhâne Fermânı"ndan sonra, Osmanlı Devletindeki misyoner faaliyetleri yoğunluk kazandı. Bu maksatla Anadolu'nun en güzel yerlerine kolejler kuruldu. Fermândan sonra, Harput'ta, Fırat Koleji açıldı. Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 adet misyonerlik merkezi ve 21 adet de kilise açmışlardı. Altmışaltı Ermeni köyünden 62'sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmıştı. Yediden yetmişe, bütün Ermeniler Müslümanlara ve Osmanlı'ya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, Ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsta yetiştirmek için, büyük gayret sarfetmişlerdi. Meşhûr kadın misyoner Maria A.West, daha sonra neşrettiği (Romence of Missongn) kitâbında, "Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yaptık" demektedir. Bu maksatla Fırat Kolejinden sonra Gaziantep'te Antep Koleji ve Merzifon'da Anadolu Koleji, İstanbul'da ise Robert Kolejiaçıldı. Bu arada, Anadolu kaynamaya başladı. Ermeni komitacılar, Müslümanları insâfsızca katlediyordu. Yapılan araştırma sonucu, 1893'teki büyük katliamları yapan komitacıların bu kolejde yuvalandıkları, bütün faaliyetlerini burada yaptıkları ve başkanlarının Kayayan ve Tumayan adlı kolej öğretmenlerinin olduğu ortaya çıkarıldı. Bu sebeple, İngiltere ile Osmanlı devletinin arası açıldı. Batı, geçmişte zorbalıkla, vahşetle yaptığı misyonerlik faaliyetlerini bugün kibar bir görüntü vererek icra etmektedir. Batı'nın Osmanlı düşmanlığının da gerçek sebebi din idi. Osmanlı'ya Müslüman oldukları için düşmandılar, bunun için Osmanlı'yı yıktılar. Peki bu durum muvacehesinde biz ne yapmalıyız? Gerçekleri, realiteyi bilip buna göre hareket etmeliyiz. Hıristiyanlar, Müslüman mahallesinde nasıl salyangoz satar, nasıl İncil dağıtırlar, diyerek bağırıp çağırmanın hiçbir faydası yoktur. Geçmişte de (Tanzimattan beri) bugün de bu faaliyetleri yasaklayan kanuni bir engel yoktur. Mevcut kanunlara göre, herkes kendi dini inancını yayar, kimse buna engel olamaz. Bugün yapılacak iş, Müslümanların da dinlerini yaymak için aynı şekilde yoğun faaliyet göstermeleridir. Adamlar ta, Amerika'dan, İngiltere'den, Almanya'dan kalkıp gelip ülkemizde dinlerini tanıtan ücretsiz kitap dağıtıyorlar. Bizler burada ne yapıyoruz? Kaç kişiye dinimizi anlatan; "İslam Ahlakı","Herkese lazım Olan İman" gibi kitap hediye ettik, kaç kişiye dinimizi anlattık? Bunun muhasebesini yapalım. 150 yıldır çalışmalarına rağmen bir netice alamıyorlardı, fakat son yıllarda netice almaya başladılar. Çünkü, dinimizi bilen ve yaşayan azaldı; dinden bihaber hale geldik. İslam tarihi boyunca, dinini bilen ve yaşayan bir tek Hıristiyan olmuş Müslüman yoktur. Güzel dinimiz öğretilmez inançta boşluk bırakılırsa birileri gelip bu boşluğu doldurur. Buna kimse mani olamaz. Misyonerlerin ülkemizde ne işi var, diye kuru gürültünün de bir faydası olmaz. Ecdadımızın bize emanet ettiği güzel dinimizi bizden sonrakilere ulaştırmak zorundayız. Yoksa ahirette, hem ecdamızın hem de bizden sonraki nesillerin iki elleri bizim yakamızda olacaktır. Bunu unutmayalım!
"Beni arayan bulur!"
5 Şubat 2005 01:00
Davud aleyhisselamın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikayet etti. Dinleyip karar verip giderken, Azrail aleyhisselam gelip; "Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti. Fakat ölmedi" dedi. Davud aleyhisselam şaşıp, sebebini sorunca; "İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahu teala, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu" dedi. Nitekim hadis-i şerifte, "Sıla-i rahm yani akrabayı ziyaret ömrü uzatır" buyuruldu. Allahü teâlâ, Dâvud aleyhisselâma, "Bir kimse, her şeyden ümit kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi, ona zarar yapmaya, aldatmaya uğraşsalar, onu elbette kurtarırım" diye vahiy gönderdi. Allahü teala Davud aleyhisselama; "Yeryüzündeki bütün halka ilan et ve de ki: "Ben, beni sevenin sevgilisi, benimle oturanın arkadaşıyım. Beni zikr ile ünsiyet edenin dostu, bana arkadaşlık edenin refikiyim. Beni tercih edeni tercih ederim. Beni gerçek olarak seveni, kendim için kabul eder ve onu herkesten üstün tutarım. Gerçek olarak beni arayan bulur, fakat başkasını arayan beni bulamaz. Ey yeryüzünün halkı! İçine düştüğünüz şaşkınlık ve aldanmadan vazgeçin. Benim keremime, arkadaşlığıma ve benimle ünsiyete yönelin ki, ben de sizinle ünsiyet edeyim ve süratle sizi seveyim. Zira ben dostlarımın tıynetini, Halilim İbrahim, sırdaşım Musa ve halis dostum Muhammed'in (aleyhimüsselam) tıynetinde yarattım. Bana iştiyak duyanların kalbini, benim nurumdan yarattım" buyurmuştur. Davud aleyhisselam; "Ya Rabbi! Sana müştak olanlar, kavuşmayı isteyenler kimlerdir?" diye sorunca Allahü teala: "Onlar her türlü keder ve bulanıklıklardan kendilerini temizlediğim ve çekinmelerini emrettiğim, gönüllerinde bana bakmaları için pencere açtığım, safi kimseleridir. Ben kendi yed-i kudretimle, onların kalblerini alır, göklerin üzerine yükseltirim. Sonra meleklerimi çağırırım, onlar gelir bana secde ederler. Ben meleklerime; "Sizi, bana secde etmeniz için çağırmadım, sizi, bana müştak olanların gönüllerini göstermek ve onlarla iftihar etmek için çağırdım" derim. Onların kalbleri, güneşin yeryüzüne verdiği ziya gibi, göklerdeki meleklere aydınlık verir. Ya Davud! Ben, bana müştak olanların kalblerini benim rızamda yarattım. Benim cemalimin nuru ile onları nurlandırdım. Onları benim için haberci kıldım. Onlar, nimeti anar ve bana şükrederler. Bedenlerini ise, yeryüzünde bakacağım yer yaptım. Gönüllerinden bana gelen bir yol açtım. Her an oradan bana bakarlar ve bana olan şevk u iştiyakları artar" buyurdu
Çare; dinimizi yaymak
5 Şubat 2005 01:00
Dün, Hıristiyan misyonerlerle en iyi mücadelenin, dinimizi öğrenmek ve öğretmekle olacağını söylemiştik. Kısacası tek çare; dinimizi yaymak. Dinimizde buna Emr-i maruf ve nehy-i münker denir. Maruf, dinimizin emrettiği hususlardır. Münker ise, dinimizin yasakladığı, yani Allahü teâlânın razı olmadığı işlerdir. Dini yayma işi yani emr-i maruf çok mühimdir. Emr-i maruf yapılmazsa, dinimiz unutulur, yok olur. Aradan 1400 yıl geçmesine rağmen bugün İslamiyet bize ulaşmışsa bu emri maruf sebebiyle, bizden öncekilerin dini yaymasıyla olmuştur. Din doğru olarak öğretilmezse cehalet ve sapıklık yayılır. Din adı altında birçok dinsizlikler ortaya çıkar. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapılmazsa, o ülkenin başına büyük belâlar gelir. En büyük belalardan biri de, dinin unutulması ve o ülkenin Hıristiyanlaşmasıdır. Bundan büyük bela, zillet olur mu? Geçmiş ümmetlerde, Allahü teâlâ, bir meleğe, bir beldenin altını üstüne getirmesini emretti. O melek, bu kasabada hiç günah işlemeyen bir zatın da olduğunu, o zatı kurtarıp kurtarmayacağını suâl edince, Cenab-ı Hak, "Bütün şehir halkı ile onu da alt üst et! Çünkü o zat, günah işleyenlere yüzünü ekşitmemiştir" buyurdu. Bunun için, misyonerlerin yaptıkları faaliyetleri görenin, işitenin gafletten uyanması ve; bu kendi batıl dinini yaymak için bu kadar uğraşıyor ben ne yapıyorum, diye üzülmesi; gücü, imkânı nisbetinde İslamiyetin yayılmasına çalışması lazımdır. Peygamber efendimize, "İçinde iyilerin de bulunduğu bir ülke helak olur mu?" diye soruldu. Cevabında, "Evet helak olur. Çünkü günah işlendiğinde, iyiler sükut edince, hepsi helak olur" buyurdu. Dini yaymanın önemi büyük olduğu için mükafatı da büyüktür. Nitekim, hadis-i şerifte, "Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda savaşa verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Savaşın sevabı da, emr-i maruf ve nehy-i münker sevabı yanında denize göre, bir damla su gibidir" buyurulmuştur. Dini yayma işi yani emri maruf farzdır. İlmi, imkânı nisbetinde buna katılmamak büyük vebaldir. Peygamber efendimiz, "İmkânı var iken, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmayan bizden değildir"buyurmuştur. Hz. Âişe tarafından bildirilen hadis-i şerifte de: "İçinde peygamberler gibi ibâdet eden seksen bin kişi bulunan bir ülke azaba maruz kalmıştır. Çünkü onlar, Allah için buğzetmedi, emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunmadı" buyurulmuştur. Emr-i mâruf iki yolla yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her çeşit yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kanûnlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebep olabilir. Dinimizde fitne, anarşi çıkarmak da haramdır, büyük günahtır. İkinci yol, hâl ile, İslâmın güzel ahlâkına uyarak, örnek olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin malına, ırzına göz dikmemek, kanunlara uymak, borçlarını ödemek, en tesîrli, en faydalı nasihat yapmak olur. Bunun içindir ki, "lisan-ı hâl, lisan-ı kalden entaktır" demişlerdir. Hâl hareket ile, örnek olarak yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur. Mühim bir farzı yapmaktır. Bunun için, kimse ile tartışma, münakaşa yapmadan, dinimizin güzel ahlakını, emir ve yasaklarını bildiren kıymetli kitapları çevremize, münasebette olduğumuz kimselere güler yüzle, tatlı dille vermek veya bu hizmeti yapan kuruluşlara destek olmak lazımdır. Dinimizin bu önemli emri karşısında duyarsız kalmak, bizleri dünyada da ahirette de büyük sıkıntılara sokar. (Bu konularda daha geniş bilgi için; www.mehmetoruc.comsitesine müracaat edilebilir.)
.
Dağdaki ondört kişi
6 Şubat 2005 01:00
Allahü teâlâ buyurdu: "Ey Davud! Arzularını sevgim üzerine tercih eden âlime vereceğim cezanın en küçüğü, bana yalvarmasının tadını ona haram etmektir. Ey Davud! Dünya sevgisi kendisini kaplayan âlimi benden sorma, bu gibiler, bana muhabbetten insanlara mani olurlar; kullarımın bana gelen yollarını keserler. Ey Davud! Bir kaçağı bana iade eden zatı, basiretli ve anlayışlı yazarım. Kimi anlayışlı yazarsam, ona asla azab etmem." Davud aleyhisselam; "Ya Rabbi! Seni sevenleri bana göster" dedi. Allahu teala; "Lübnan dağına çık, orada genç, orta yaşlı ve ihtiyar olarak on dört kişi vardır. Yanlarına gittiğin vakit selamımı söyle ve de ki: "Rabbiniz size selam eder ve buyurur ki: "Bir isteğiniz var mı? Zira siz benim dostlarım, sevgililerim ve velilerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben ferahlanır ve sizin ferahlanmanıza yardım ederim" buyurdu. Davud aleyhisselam, Lübnan dağına çıkarak, onları bir pınar başında buldu. Orada, Allahü tealanın kudreti üzerinde düşünüyorlardı. Davud aleyhisselamı görünce, uzaklaşmak istediler, fakat Davud aleyhisselam; "Durun! Ben Allah'ın elçisiyim, size Rabbinizin haberini getirdim" deyince, hemen Davud aleyhisselama yöneldiler ve önlerine bakarak kulaklarını ona verdiler. Davud aleyhisselam; "Ben, Allahü tealanın size bir elçisiyim. Allahü tealanın size selamı var. Allahü teala; "Niçin benden bir şey istemiyorsunuz? Niçin bana seslenmiyorsunuz ki, ben sesinizi ve sözünüzü duymuş olayım. Siz benim sevgililerim ve velilerimsiniz. Sizin sevinmenizle ben de sevinirim ve sizin sevginize süratle gelirim. Her an şefkatli bir anne gibi, size bakarım" buyurdu" dedi. Davud aleyhisselam; "Ya Rabbi! Bunlar bu mertebeye nasıl kavuştular?" diye sordu. Allahü teala; "Hüsn-i zan, dünyalıktan çekinmek ve benim için halveti tercih edip yalnızlıkta bana münacat etmeleri sayesinde. Zira bu mevkiye ancak dünyayı (haram ve günahlarını) terk edip, kalbini yalnız bana bağlayıp, bütün varlıklar üzerine beni tercih edenler ulaşır. İşte bu durumda, ben onlara her saat, çeşitli ihsan ve ikramlarda bulunurum. Hastalanırsa, şefkatli bir anne gibi ona bakarım. Susadığı vakit sular ve zikrimin zevkini tattırırım. Ona bu ikramda bulunduğum vakit, dünya ve dünya ehline gözünü kör ederim de, dünyalığı ona sevdirmem. Benden başka hiçbir şey ile meşgul olmaz. Bir an önce bana ulaşmak ister. Ben ise, ona hemen öldürmeyi istemem. Onunla, gök ehline ve meleklerime iftihar ederim.
.
"Dualarını kabul ettim"
7 Şubat 2005 01:00
Lübnan dağındaki on dört kişi Allahü tealanın kendilerine selam göndermelerine çok sevindiler. Gözyaşı döktüler ve en yaşlıları; "Ya Rabbi! Seni tesbih eder ve noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Allah'ım! Biz, senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Ömrümüzde bir an seni hatırımızdan çıkarmışsak, bu husustaki kusurumuzu bağışla" dedi. Diğeri; "Allah'ım! Seni tesbih ederiz. Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Bize hüsn-i nazar etmekle ikramda bulun" dedi. Bir başkası da; "Allah'ım! Biz senin kulların ve kullarının çocuklarıyız. Hangi cüretle sana dua edelim? Halbuki, bizim rahmetinden başka hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını sen bilirsin. Sana gelen yolda bizi devam ettir ve bu suretle nimetini bize tamamla" dedi. Diğeri de; "Biz senin rızanı aramakta kusurluyuz, bu hususta kendi lütfunla bize yardımcı ol Ya Rabbi!" dedi. Bir başkası da; "Ya Rabbi! Bizi nutfeden yarattın, bize kendi lütfunla, azametini, düşünme imkanlarını bahşettin. Senin azametinle meşgul olup, celal ve kibriyalığını düşünen ve nuruna yaklaşmak isteyen kimse hiç söz söylemeğe cüret edebilir mi?" dedi. Diğeri; "Ya Rabbi! Senin şanının azametinden, evliyalarına yakınlığından ve sevgililerine fazla minnetinden, dilimiz tutuldu ve sana dua edemedik" dedi. Bir diğeri de; "Ya Rabbi! Seni zikretmeğe bizi hidayet eden, seninle meşgul olmakla bizi başkalarından alıkoyan sensin. Sana karşı şükrümüzdeki kusurumuzu bize bağışla" dedi. Diğer biri de; "Ya Rabbi! Bizim ihtiyacımızın, yalnız senin cemaline bakmak olduğunu bilirsin" dedi. Ötekisi de; "Ya Rabbi! Sen kendi cömertliğinden bize dua ile emretmesen, bir kul efendisine karşı nasıl cüret edebilirdi? Karanlıkta, hidayete ulaşacağımız nuru bize ver" dedi. Bir diğeri de; "Ya Rabbi! Fazlu kereminle bize bahşettiğin nimetinin tamamlanmasını isteriz" dedi. Diğeri de şöyle dedi: "Ya Rabbi! Yarattıklarının hiç birine ihtiyacımız yok, yalnız cemalini isteriz, bize lütfet cemalini göster." Diğeri de; "Allah'ım! Şanının âli ve kadrinin yüce olduğunu bilirim. Sen dostlarını seversin. Lütfet de kalbimi senden başka herhangi bir şey ile meşgül olmaktan alıkoy" diye dua etti. Allahü teala Davud aleyhisselama şöyle vahyetti: "Onlara de ki. "Sevdiklerime celbettim. Dualarını kabul ettim.
"Dostlarımı sev!"
8 Şubat 2005 01:00
Allahü teâlâ Davud aleyhisselama buyurdu: "Ya Davud! Dostlarımı sev! Dostlarımla samimi dostluk kur, dünya halkı ile de zaruri olarak bir arada bulun. Dinde ancak benim uygun bulduğuma sarıl! Şüpheli gördüğün şeylerden uzaklaş. Seni korumak bana aittir. Böyle yaparsan, senin delilin ve öncün olurum. İstemeden sana verir, zorluklarda sana yardım ederim. Yine ben, zatıma kasem ettim ki, kendisine ve kendi işine bağlananları, işleri ile baş başa bırakırım. Sen her şeyi benden bil. Ameline bağlanma, boşuna zahmet çekersin ve senden kimse istifade edemez. Beni bilmenin, bir haddi hududu olduğunu sanma. Sonra İsrailoğullarına, benimle hiç kimse arasında bir münasebetin olmadığını da bildir. Bunun için tamamen bana bağlansınlar. Ben de, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hatır ve hayale gelmeyen nimetleri onlara vereyim. Beni, daima iki gözünün önünde sakla ve basiret gözünle bana bak. Baş gözün ile akılları benden uzaklaşanlara bakma. Ben izzet ve celalime yemin ettim ki, denemek veya ilerde yakmak üzere bana kullukta bulunanlara sevab kapılarını açmam. Öğretene tevazu göster, öğrenmek isteyeni yorma. Eğer beni sevenler, öğrenenlerin benim katımdaki mevkilerini bilseydiler, onlara, üzerinde yürüyecek yer olur ve onları baş tacı yaparlardı. Ya Davud! Düştüğü şarhoşluktan bir talebeyi kurtarırsan, seni mücahidlerden yazarım. Benim katımda mücahidler defterine geçenler ise, vahşet görmez ve kimseye muhtaç olmazlar. Ey Davud! Sözümü dinle. Kullarımı, rahmetimden ümitsizliğe düşürme, o zaman ben de senin bana olan arzunu benden keserim." Davud aleyhisselam, bir gün dağlara çıktı. Tövbe ve istiğfar edip ağlamaya başladı. Kendisine, neden ağladığı sorulunca; "Bırakın da ağlama günü geçmeden, et kemikten ayrılmadan, azap melekleri beni yakalamadan önce ağlayayım" dedi. "Ey Davud! Dünya, köpeklerin üzerine toplanıp da sürükledikleri bir leşe benzer. Sen onlar gibi olup, onlarla beraber onu sürüklemeyi arzu eder misin? Ey Davud! Güzel yemek, yumuşak elbise ve batıl şöhret, hem insanlar arasında (bu dünyada), hem de âhirette elde edilsin, bu mümkün değildir." Davud aleyhisselam dedi ki: "Ya Rabbi! Kulların seni ziyaret ederlerse, alacakları ne olur? Sendeki hakları nedir? Zira, her ziyaret edenin, ziyaret edilende hakkı vardır." Allahu teâlâ buyurdu ki: "Ey Davud! Beni ziyaret edenlere, dünyada afiyet verir ve bana mülaki olduklarında (kavuştuklarında) da kendilerine magfiret ederim" buyurdu
.
Süleyman aleyhisselâm
9 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Dâvud aleyhisselâmın oğludur. Yâkub aleyhisselâmın neslindendir. Kudüs yakınlarındaki Gazze şehrinde doğdu. Çocukluğundan beri bilgili, iyilik ve adaleti seven biri olarak tanınmıştı. On iki yaşındayken babasının yerine geçip, sultan oldu. Daha sonra kendisine, Allahü teâlâ tarafından peygamberliği bildirildi. Dünyaya hâkim olan dört kişiden biridir. Uzun boylu, beyaz tenli, iri vücudlu, nurlu güzel yüzlü, gür saçlı idi. Süleyman aleyhisselâm, daha çocuk iken son derece akıllı, içi dışı güzel ve olgundu. Bu yüzden, babası, büyük işleri onunla müşavere ederdi. Zekâ, anlayış ve firasette, ictihadda, isabette en ileride idi. Çocukluk zamanında, bir çocuk için mümkün olmayan, şaşılacak, hayret edilecek hâlleri ve hareketleri görülmüştü. Buharî'nin, Ebu Hüreyre'den bildirdiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: (Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde birer oğlan çocukları vardı. Yolda giderlerken, kurt gelip, bu kadınlardan büyük olanının çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine büyük kadın, arkadaşı küçük kadına; "Kurt, senin çocuğunu götürdü" dedi. Öbür kadın; "Hayır, senin çocuğunu götürdü" dedi. Nihayet, bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvud'a [aleyhisselâm] müracaat ettiler. Dâvud [aleyhisselâm], çocuğun büyük kadına ait olduğuna hükmetti. Onlar muhakemeden çıkıp, Süleyman'a [aleyhisselâm] gittiler. Dâvud'un [aleyhisselâm] hükmünü ona söylediler. Süleyman [aleyhisselâm] da dedi ki: - Bana bir bıçak getirin. Çocuğu, bu iki kadın arasında paylaştırayım. Hemen küçük kadın; "Aman öyle yapma! Allah sana rahmet eylesin. Çocuk bu kadınındır!" dedi. Bunun üzerine, Süleyman [aleyhisselâm] çocuğun küçük kadına ait olduğuna hükmetti.) Dâvud aleyhisselâm, bu hükmü işitip, oğlunun firaset ve zekâsına hayran kaldı. Dâvud aleyhisselâm, geride kalan çocuğu büyük kadının elinde bulması ve küçük kadının, onun kendi çocuğu olduğuna dair delil getirmekten âciz kalması sebebiyle, çocuğun, büyük kadına ait olduğuna hükmetmiştir.
"Kızmaktan sakın!"
10 Şubat 2005 01:00
Dâvud aleyhisselâm zamanında, bir gece, bir koyun sürüsü, bir tarlanın ekinlerini telef etti. Tarla sahibi, Dâvud aleyhisselâma gelip, koyunların sahibinden davacı oldu. Koyunların kıymeti, telef edilen ekine eşitti. Dâvud aleyhisselâm, koyunların, tarla sahibine verilmesine hükmetti. Süleyman aleyhisselâm daha on bir yaşındaydı. Babasının bu hükmünü işitince dedi ki: - Bu davada, iki taraf için de faydalı olan bir hüküm daha vardır. Babası ne olduğunu sorunca, utandı. Israr edilince, şöyle cevap verdi: - Koyunları ekin sahibine verin, süt ve yünlerinden faydalansın. Tarlayı da koyun sahibine verin, ekin ekip önceki hâle getirsin. Sonra da her biri, kendinde olanı önceki sahibine teslim etsin. Dâvud aleyhisselâm, oğlunun bu hikmetli sözlerini beğenip, ona göre hüküm verdi. Dâvud aleyhisselâmın on dokuz oğlu vardı. Bunlardan en küçükleri olan Süleyman aleyhisselâmın annesi ayrı idi. Diğerleri ise, Tâlût'un kızından dünyaya gelmişlerdi. Ömrünün sonlarına doğru, Dâvud aleyhisselâma, akıl ve firasette, hüküm ve adalette birçok üstünlüklerine şahit olduğu oğlu Süleyman aleyhisselâmı, yerine halife bırakması emredildi. Dâvud aleyhisselâm İsrailoğullarına; "İşte bu, benden sonra sizin üzerinize halifemdir!" diye vasiyette bulundu. Hepsi Süleyman aleyhisselâmın hilâfetini kabul ettiler. Allahü teala Davud aleyhisselama Süleyman aleyhisselamı halife kıldığını bildirince Davud aleyhisselam: -Ya Rabbi! Bana lütufkar olduğun gibi Süleyman'a da lütufkar ol" diye niyazda bulundu. Allahü teala: "O bana senin kul olduğun gibi kul olsun da ben de ona sana lütufkar davrandığım gibi lütufkar olayım"diye vahyetti. Dâvud aleyhisselâm, Hazreti Süleyman'ın kendi yerine halifesi olduğunu ilân edince, ona bazı nasihatlerde bulundu: "- Ey oğlum! Çok şaka yapmaktan sakın! Çünkü onun faydası azdır. Lüzumsuz şaka, dostlar arasında düşmanlık meydana getirir. Kızmaktan sakın! Çünkü kızmak, kızanı hafifletip, basitleştirir. Takvaya sarıl! Yani Allahü teâlâdan kork! Emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakın! Ona taatten ayrılma! Çünkü takva ve taat, Allahü teâlânın izni ile insanın her şeye galip gelmesine vesile olur.
"Azdıran zenginlikten sana sığınırım!"
11 Şubat 2005 01:00
Malezya Başbakanı, "Büyük bir felaket yaşadık, fakat el uzatan, yardım eden İslam ülkesi sayısı çok az" diye üzüntüsünü bildirdi, geçmiş olsun ziyaretinde bulunan Başbakanımız Sayın Erdoğan'a. Nasıl üzülmesin, Güney Asya felaketinden sonra, anne babası öldüğü için ortada kalan üç bin Müslüman çocuğuna Müslümanlar değil Hıristiyan misyonerler sahip çıktı! Bu sahipsiz çocukları korumaları altına aldılar. Bu çocukları himayeleri altında almaktaki maksatları belli; Hıristiyan olarak yetiştirmek. Zaten bunu saklamıyorlar da açıkca söylüyorlar. Bu haberden sonra ülkemizdeki, hali vakti yerinde: yazlığı kışlığı olan villalarda yaşayan zengin Müslümanlardan da hiçbir ses çıkmadı. Tabiri caiz ise kılları bile kıpırdamadı. Duyarsızlığın nemelazımcılığın bu kadarına da pes doğrusu. Diyeceksiniz ki, zenginlerimiz öyle bir rehavet içindeler ki, bırak dünyanın bir ucundaki çocukları, burunlarının dibindeki çocukları ve muhtaçları bile görmüyorlar. Birçok Müslüman genç, öğrenimlerini devam ettirebilmek için dış kaynaklı kuruluşlardan burs alarak onların tuzağına düşüyorlar zenginlerimizin ruhu bile duymuyor. Bir gün duyarlar, fakat iş işten çoktan geçmiş olur. Şairin dediği gibi; "Mala mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?/ Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi..." Çünkü, dini inancımıza göre, Allahü teâlâ Müslüman bir kuluna dünyalık bir nimet vermişse, keyif sürüp yan gelip yatması, gururlanması için değil, şükrünü yapması yani bu nimetleri Allah yolunda harcaması, Müslüman kardeşleri ile paylaşması, sıkıntıda olan kimselerin yardımına koşması içindir. Cenab-ı Hakkın verdiği nimetin şükrü ancak böyle yapılır. Bunun için herkes, içinde bulunduğu nimetin kıymetini bilmelidir. Nimetin kıymeti bilinirse, artar, bilinmezse elden gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, bir kimseye nimet verir ve insanların ihtiyaçlarını ona düşürür de, o da onların ihtiyaçlarını gidermezse, nimeti yok olmaya mahkumdur." Elden gittiği, yok olduğu gibi bir de bunun azabına düçar olur. Nitekim Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde "Şükrederseniz, nimetlerimi artırırım. Nankörlük ederseniz, azabım çok şiddetlidir" buyuruyor. (İbrahim 7) Başka bir ayet-i kerimede de mealen, "Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmayacak, sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle beraber kalacaktır." (Nahl 96) buyurulmaktadır. Tarih boyunca ne zaman ki, Müslümanlar zahidliği bırakıp dünyaya düşkün olmuşlar; rahatlarına, keyiflerine düşkün hale gelmişler; arkasından sıkıntılar ve zilletler gelmiş. Diğer milletlerin oyuncağı hale gelmişler. Seksenli yıllara kadar genelde Müslümanlar garip veya orta halli idiler. Bunun için sıradan Müslümanlar arasında, cemaatler arasında yardımlaşma dayanışma çok fazlaydı. Gösteriş merakı yoktu. Herkes, varını yoğunu Allah yolunda harcıyordu. Kardeşlik duyguları çok yüksekti. Yapılan her işte, ihlas yani Allah rızası öndeydi. Fakat seksenli yıllardan sonraki zenginlikler bize pek yaramadı. Para hepimizi değiştirdi. Bencillik ön plâna çıktı. Bu da birlik beraberliği ve dayanışmayı zafiyete uğrattı. Zenginlik de fakirlik de bir imtihandır. Fakat zenginliğin imtihanı daha zordur. Çünkü, zenginlik, Cenab-ı Hakkın razı olduğu yolda kullanıldığında insan için dünya ve ahiret için büyük bir saadet olduğu gibi, faydalı yolda kullanılmadığında da bir o kadar tehlikedir. Zenginliği faydalı yolda kullanmak kolay değildir. Zenginlik çoğu kimsenin felaketine sebep olmuştur. Bunun için Peygamber efendimiz, "Ya Rabbi, azdıran fakirlik ve azdıran zenginlikten sana sığınırım"buyurarak bizim de böyle dua etmemize işaret buyurmuşlardır.
.
"Kıskançlıkta bulunma!"
11 Şubat 2005 01:00
Dâvud aleyhisselâm, oğlu Hazreti Süleyman'a şöyle nasihatte bulundu: "İnsanlara karşı kıskançlıkta bulunma! Bu davranışın, insanlara suizan beslemene sebep olur. İnsanlardan bir şey bekleme! İşte bu, hakiki zenginliğin ta kendisidir. Allahü teâlânın kullarına verdiği çeşitli nimetlere göz dikmek, insan için bir fakirliktir. Özür dilemeyi icap ettirecek iş ve sözlerden sakın! Nefsini ve dilini doğruluğa alıştır! İyilik yapmaktan ayrılma! İmkânın varsa, bugünün dünkünden daha hayırlı olmasına çalış! Namazını, en son namazını kılan kimse gibi kıl! Aşağı ve bayağı kimselerle oturup kalkma; böyle kimselerle beraber olma! Kızdığın zaman, nefsini toprağa yapıştır! Allahü teâlânın rahmetinden ümitli ol! Çünkü, Allahü teâlânın rahmeti, her şeyi kaplamıştır." Dâvud aleyhisselâm, çok geçmeden vefat etti. Süleyman aleyhisselâm da babasının yerine geçti. Mülküne, hikmet ve ilmine vâris oldu. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, Süleyman aleyhisselâmı mealen şöyle övdü: (Biz Dâvud'a Süleyman'ı [aleyhimesselâm] verdik. O, ne güzel kuldur. Hakikaten o, bütün vakitlerinde zikr, tesbih ve tövbe ile Allahü teâlâya dönen bir kuldur.) [Sâd 30] Dâvud aleyhisselâmın vefatından sonra, oğlu Süleyman aleyhisselâm, peygamberlik, saltanat ve ilimde ona vâris oldu. Babasının yerine geçince; memleketin ileri gelenleri ile âlimlerini davet etti. Onlara dedi ki: - Ey insanlar, bize kuşların dili öğretildi. Bize peygamberlik ve saltanatla ilgili her şey verildi. Bunlar Allahü teâlânın açık seçik bir ihsanıdır. Hadis-i şerifte, Süleyman aleyhisselâmın mülkü ile ilgili olarak şöyle buyuruldu: (Süleyman bin Dâvud'a [aleyhimesselâm] verilen mülkü görmediniz mi? Bu, onun huşuunu, Allahü teâlâdan korkusunu artırdı.) Süleyman aleyhisselâm, dünyaya hâkim olan dört kişiden birisidir. Nitekim, Resûlullah efendimiz bu hususta buyurmuştur ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleyman [aleyhimesselâm] idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yani Mehdî de malik olacaktır.)
Mescid-i Aksa
12 Şubat 2005 01:00
Bütün cinnîler Süleyman aleyhisselâmın emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı. Cinnîlerin, Süleyman aleyhisselâm için yaptıkları şeylerden biri de Beyt-ül-Makdis yani Mescid-i Aksa'dır. Beyt-ül-Makdis'in inşasına önce Dâvud aleyhisselâm başladı. Duvarlarını bir adam boyu yükseltti. Allahü teâlâ, Dâvud aleyhisselâma; "Bunu sen tamamlayamayacaksın. Sana Süleyman isminde bir oğul vereceğim; o tamamlayacak!" diye vahyetti. Dâvud aleyhisselâm, oğlu Süleyman aleyhisselâmı kendi yerine halef seçtikten sonra vefat etti. Bir müddet sonra, Süleyman aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'i tamamlamak istedi. Cinleri topladı. Onlar arasında iş taksimi yaptı. Onlardan her bir cemaati bir işle vazifelendirdi. Sonra, on iki mahallesi olan bir şehir yaptırdı ve her mahalleye bir kabile yerleştirdi. Şehrin kurulması bitince, mescidin tamamlanmasını emretti. Cinleri bölüklere ayırdı. Bir kısmı, altın, gümüş ve yakut; bir kısmı, denizden saf inci; bir kısmı, mücevherat ve kıymetli taşlar; bir kısmı da misk, amber ve diğer güzel kokuları getirdiler. Bütün bunlardan yeteri kadar gelince, işlemek için ustalar getirtti. Ustalar, getirilen taşları yonttular. Mücevher, inci ve yakutları işlediler. Kaplanan malzemeleri kullanarak mescidin inşasını tamamladılar. O asırda, ondan güzel olmayan ve bir eşi bulunmayan bu mescide "Beyt-ül-Makdis" dediler. Daha sonra "Mescid-i Aksa" adıyla anıldı. Beyt-ül-Makdis'in inşası bitince, Süleyman aleyhisselâm, İsrailoğullarının âlimlerini topladı. Onlara, bu mescidi, Allahü teâlânın rızasını kazanmak için yaptırdığını, onda bulunan her şeyin Allah için yapıldığını anlatarak buyurdu ki: - Bu mescit Allahındır! Çünkü, Onun emri ile yapılmıştır. Onda bulunan her şey Allahındır. Kim ondan bir şey noksanlaştırırsa, Allahü teâlâya hainlik etmiştir. Sonra, İsrailoğullarına ziyafet verdi. Allahü teâlâ için kurbanlar kesti. Sonra şöyle dua etti: -Ya Rabbi! Bana bu mülkü, saltanatı sen ihsan ettin. Üzerimdeki nimetler sendendir. Beni yeryüzünde halife yaptın. Hamd sana mahsustur. Ya Rabbi, Bu Mescid'e giren kimse hakkında benim Senden dileğim şudur: Buraya girip içinde ihlasla iki rekat namaz kılan kimse, anasından doğduğu gündeki gibi günahlarından arınsın. Buraya giren günahkar günahına tövbe etsin. Korkuya kapılanı emniyete kavuştur. Hasta olana şifa ver. Kıtlığa uğrayana bolluk ve zenginlik ihsan et.
.
Hayatta kalma mücadelesi
12 Şubat 2005 01:00
Dün, Güney Asya'daki üçbin Müslüman çocuğun misyonerler tarafından Hıristiyanlaştırılmak üzere himayelerine aldıklarından ve ülkemizdeki zenginlerin, duyarsızlığından nemelazımcılığından bahsetmiştik. Bugün de bununla ilgili bir menkıbe ile konumuza devam edelim: Bir gün cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han, aynı zamanda süt kardeşi olan evliyanın büyüklerinden Yahya Efendi hazretlerine bir mektup göndererek şunu sorar: - Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize geleceğimizin ne olacağını haber ver! Devletimiz yok olacak mı? Yok olacaksa, bu hangi sebepten olacak? Mektubu okuyan Yahya Efendi hazretleri eline kâğıt kalem alıp; "Kardeşim, neme gerek!" diye iri harflerle yazıp Kanunî'ye gönderir. Kanunî, Yahya Efendiden gelen mektubu okuduğunda; "Böyle önemli bir konuda nasıl ilgisiz kalabilir, nasıl böyle cevap verir?" diye hayretler içinde kalır. İşin aslını öğrenmek için hemen kalkıp, Yahya Efendinin Beşiktaş'taki dergâhına gelerek der ki: - Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz! Biz de ona göre hareket edelim. Yahya Efendi bunun üzerine tebessüm ederek cevap verir: - Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamanıza şaşarız. - Nasıl? - Ülkende haksızlık, adam kayırma, rüşvet yayılırsa; işitenler de, "Neme gerek!" derse ve onu önlemeye çalışmazlarsa; sonra koyunu kurt değil de çoban yerse; bilenler de bunu söylemeyip gizlerse; fakirlerin, muhtaçların, gariplerin feryadı göklere çıkıp, bunları taşlardan başkası işitmezse; işte o zaman felâket başlar... Neslinin, devletinin yok olmasından o zaman korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir"buyurdu. Kânûnî bunları işitince, gözyaşlarını tutamadı. Yahyâ Efendiye olan sevgisi daha da arttı. Yahya Efendinin sözleri asırlar sonra aynen vuku buldu. Neticede, altı asırlık devlet bu sebeplerden yıkıldı, yok oldu... Bugün bütün dünyada, her inanç sahibi ya ayakta kalabilmek için ya da, başka inançlardaki insanları kendisine çekebilmek için kıyasıya bir mücadele vermektedir. Bu uğurda akıl almaz paralar, milyar dolarlar harcamaktadırlar. Her inanç sahibi biliyor ki, gerekli mücadeleyi yapmazsa bir gün yok olacaktır. Bu konuda, en az mücadele eden, hatta ileriye yönelik bir mücadelesi olmayan sadece Müslümanlardır. Batı, Müslümanların temsilcisi, hamisi Osmanlıyı yıkmakla kalmamış, Müslümanların başına öyle gaileler açmış ki, bırakın ilerisini önlerini görecek hal bırakmamış. Müslümanların üzerine âdeta ölü toprağı serpilmiş. Üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı'yı Anadolu'ya hapsedenler, ellerinden gelse asil Türk milletini tekrar Orta Asya'ya gönderecekler. Bunun mümkün olmadığını bildikleri için de yerinde imha planları yapıyorlar. Bu da, Anadolu halkının Hıristiyanlaştırılmasıdır. Çoklarınızın aklından bu nasıl olur, bu kadar insan nasıl Hıristiyan olur, diye içinden geçebilir. Bunlara, on asır önce Anadolu'nun tamamının Hıristiyan olduğunu hatırlatırım. Kaynağı devam etmeyen nehrin uzun süre akması mümkün değildir. Çocuklarımıza ciddi ve doğru bir şekilde din öğretilmez, bizden sonrakilere intikal ettirilmezse, birkaç nesil sonra milletimizin varlık sebebi İslamiyet kalmaz. Milli güvenliğimiz de tehlikeye düşer. Bunun için nemelazımcılığı bırakıp, üzerimizdeki ölü toprağını atarak dinimize sahip çıkmak, dinî olduğu kadar millî bir görevimiz olmalıdır.
.
Rüzgâr emrindeydi
13 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'in inşasını bitirince, Allahü teâlâdan, takdîrine uygun hüküm ile hükmetmeyi nasip etmesini istedi. Bu ona verildi. Kendisinden başka bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın, kendisine verilmesini de istedi. Bu da ona verildi. Resûlullah efendimizin ümmetine de, bu mescitte namaz kılmak çok sevap olmuştur. Nitekim hadis-i şerifte; (Mescid-i Haram'da kılınan namaz, yüz bin namaza; benim mescidimde kılınan namaz, bin namaza; Mescid-i Aksa'da kılınan namaz beş yüz namaza denktir) buyurulmuştur. Süleyman aleyhisselâm, Mescid-i Aksa'ya, Musa aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen Ahit sandığını koydu. Bu durum, Beyt-ül-Makdis'in Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devam etti. Buhtunnasar, Kudüs'ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksa'da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp, Babil'e götürdü. Süleyman aleyhisselâmın, cinler tarafından dokunmuş olan bir yaygısı vardı. Kendisi ve ordusu bu yaygının üzerine çıkar, rüzgâr onu emredilen yere götürürdü. Sabahtan öğleye kadar bir aylık, öğleden akşama kadar da bir aylık yol katederdi. Ayrıca rüzgâr, duymak istediği sesleri de Süleyman aleyhisselâma getirirdi. Süleyman aleyhisselâmın ordusundaki vazifeliler, yemek kaplarını ve malzemelerini de yanlarına alır, ihtiyaç oldukça yemek yapar, ekmek çıkarırlardı. Bu şekilde havada seyahat ederlerdi. Yine bir gün emir verilip, Süleyman aleyhisselâm ve ordusu, Iran'daki Istahar şehrinden Yemen tarafına hareket etti. Süleyman aleyhisselâmın ordusu daha sonra Taif'te Sedîr vadisine, sonra da karıncaların çok olduğu Neml vadisine ulaştı. Süleyman aleyhisselâmın ordusunun, kendilerine doğru geldiğini gören karıncaların reisi durumundaki dişi bir karınca, arkadaşlarını ikaz edip dedi ki: "Ey karıncalar! Süleyman aleyhisselâm ve ordusu bize doğru geliyor. Çabuk yuvalarınıza girin! Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler." Bunun üzerine, karıncalar, reislerinin sözüne uyarak yuvalarına girdiler. Karınca, Süleyman aleyhisselâma itaat etmekle memurdu. Elbette itaat ettiği zatı, onun fazilet ve adaletini bilirdi. Karıncalarda, Allahü teâlânın ihsan ettiği bir anlayış vardır. Çünkü onlar, faydalarına olan şeyleri bilirler. Meselâ, yuvalarına götürdükleri buğday tanesini, çimlenmemesi için ikiye bölerler. Fakat, kişniş otunu dört parça yaparlar. Çünkü kişniş otu, iki parça olursa tekrar bitip büyür.
.
Karıncanın nasihati!
14 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselâm, karıncaların reisinin "Süleyman aleyhisselâm ve ordusu bize doğru geliyor. Çabuk yuvalarınıza girin! Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler" sözünü, uzaktan duydu, tebessüm etti. Bunun üzerine, karıncalar yuvalarına girinceye kadar, ordusunu vadiye bırakmadı. Hayvan bile reisi bulunduğu topluluğu korumaya çalışıyordu. İnsan için, karıncanın bu davranışında ibretler vardı. Zira insan da emri altındakileri korumalıydı. Çoban, güttüğü sürüyü her türlü tehlikeye karşı nasıl koruyorsa, cemiyetteki idareci olanlar da, idare ettikleri kimseleri korumalıydılar. Rivayete göre Süleyman aleyhisselam karıncayı yanına getirtti ve ona: -Karıncaları niçin sakındırdın? Beni zalim diye mi işittiniz? Yoksa benim adaletli bir Peygamber olduğumu bilimediniz mi? Ne için "Bilmeden üstünüze basıp sizi öldürebilirler" dedin, diye sordu. Karınca: -Ey Allahın Peygamberi! Benim sözümdeki "Bilmeden" kaydını işitmediniz mi? Bununla beraber benim, maksadım ancak kalblerin kırılması idi. Sana bakmakla meşgul olup, Allahü tealayı tesbihten geri kalmaktan korktum, dedi. Süleyman aleyhisselam: -Bana öğüt ver, dedi. Karınca: -Babana Davud isminin niçin konulduğunu biliyor musun? -Hayır bilmiyorum. -O kalb yarasını tedavi etsin diye verildi. Sana Süleyman isminin niçin konulduğunu biliyor musun? Göğsüne selamet verilinceye kadar dayansın ve baban Davud'a erişmeye müstahak olasın diye verilmiştir. Karınca bunları söyledikten sonra tekrar: -Allahü teala sana rüzgarı ne için uysal kıldığını biliyor musun? Diye sordu. Süleyman aleyhisselam; -Hayır, bilmiyorum, dedi. Karınca: -Dünyanın tümünün esen, gelip geçen bir yelden ibaret bulunduğunu sana haber vermek için, dedi. Süleyman aleyhisselam karıncanın bu sözlerine gülümsedi.
.
Sebe halkı
15 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselâm zamanında, Yemen taraflarında Sebe kavmi vardı. Bu kavim, Yemen'de, San'a şehrine üç günlük mesafede, Mağrip bölgesinde kurulmuş bir şehirde yaşardı. Bu bölge çok mamur idi. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Mağrip seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyacı karşılanmış, hem de bu bölge selden korunmuştu. Her kavme olduğu gibi, Allahü teâlâ, onlara da birçok peygamber gönderdi. Sebe halkını Allahü teâlânın dinine davet ettiler. Onlara, Allahü teâlânın nimetlerini hatırlattılar. Allahü teâlânın emirlerine uymazlarsa, azaba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe halkı, onları yalanladılar. Üstelik; nankörlükte ileri giderek dediler ki: - Allahü teâlânın bize nimet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nimetleri bize vermesin! Allahü teâlâ, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onları cezalandırdı. Sebe halkının şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar. Gassan kabilesi Şam'a, Ezd kabilesi Amman'a, Huzaa kabilesi Tihame'ye, Evs ve Hazrec kabileleri Medine-i münevvereye geldi. Huzeyme kabilesi ise, Irak'a gitti. Sebe halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darbımesel olarak söylenmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. İşte Süleyman aleyhisselâm devrinde, Sebe ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultan vardı. Belkıs, Himyerî meliklerinin neslinden geliyordu. Annesi cinnîlerdendi. Süleyman aleyhisselâmın Belkıs'tan, onun da Süleyman aleyhisselâmdan haberi yoktu. Süleyman aleyhisselâm, Mescid-i Aksa'nın inşasını bitirince, Mekke-i mükerremeye gitmeye karar verdi. Hazırlığını yaptı. Rüzgâr, cinler, insanlar, kuşlar ve diğer vahşî hayvanlardan meydana gelen ordusu ile birlikte Mekke-i mükerremeye vardı. Mekke halkına, "Buradan bir peygamber çıkacaktır. Hak hususunda, Onun yanında herkes birdir. Allahü teâlânın emrini yerine getirmek hususunda, kınayanın kınamasına asla kıymet vermez" dedi. Gelecek peygamberin hangi din üzere olacağı sorusuna da, "O İslâm dini üzeredir. Ona yetişip de iman edenlere ne mutlu! Burada olanlar, olmayanlara; Onun, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) efendisi ve son peygamber olduğunu ulaştırsınlar!" cevabını verdi
.
Hüdhüd kuşu
16 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselâm, Kabe-i şerifte, kurbanlar kesip ibadetler yaptıktan sonra, bir sabah vakti, Mekke-i mükerremeden ayrılarak Yemen tarafına gitti. Giderken gördüğü güzel bir araziye inerek, namaz kılmak ve bir şeyler yemek istedi. Süleyman aleyhisselâm, konaklama ile meşgul iken; Hüdhüd [çavuş kuşu], daha yükseklere çıkıp, etrafı seyretmek istedi. Süleyman aleyhisselâmın meşguliyetinin bitmesine yakın, onun yanında olmaya karar vererek yükseldi. Hüdhüd etrafa bakınırken, Saba Melikesi Belkıs'ın güzel bahçelerinden birini gördü. Hoşuna gidip, oraya indi. Burada, başka bir hüdhüd ile karşılaştı. Karşılaştığı hüdhüd ona sordu: - Nereden gelip, nereye gidiyorsun? - Padişahımız Süleyman bin Dâvud'la Şam tarafından geldik. O; insanların, cinlerin, kuşların ve diğer vahşî hayvanların sultanıdır. - Senin padişahına büyük bir mülk verilmiş. Fakat bu Yemen diyarının melikesi Belkıs da, ondan aşağı değildir. Çünkü onun emrinde, pek çok kumandan, her kumandana bağlı pek çok asker vardır. İstersen sana onun mülk ve saltanatını göstereyim... Hüdhüd, nerede su olduğunu bilir ve Süleyman aleyhisselâma su bulurdu. Suyun yakınlığını ve uzaklığını bilirdi. Suyun bulunduğu yeri gagalar; cinler de orayı kazıp, su çıkarırlardı. Hüdhüd kuşu, böyle bir haslete sahip olduğu hâlde, bir çocuk tuzak kurup, üzerini azıcık bir toprakla örtünce, toprağın altındaki tuzağı göremez. Gelir üstüne basar. Tuzağa yakalanır. Hâlbuki o, toprağın altındaki suyu görmektedir. Bunun için; "Kaza ve kaderin vakti gelince, göz görmez olur, akıl baştan gider" denilmiştir. Süleyman aleyhisselâmın Hüdhüd'ü, Yemenli hüdhüde dedi ki: - Namaz vaktinde Süleyman aleyhisselâmın suya ihtiyacı olup, beni aramasından korkuyorum. Bunun için hemen dönmeliyim. - Fakat, Belkıs'ın memleketini Süleyman aleyhisselâma haber verirsen, o bundan memnun kalır. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâmın Hüdhüd'ü, onunla beraber Belkıs'ın mülkünü görmek için gitti
Hüdhüd nerede?"
17 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselâmın, ordusu ile beraber indiği yer, susuz bir yerdi. Su ihtiyacı üzerine, Süleyman aleyhisselâm, insan ve cinlerden orada su bulunup bulunmadığını sordu. Onlar da bilemediklerini söylediler. Bunun üzerine Süleyman aleyhisselâm, Hüdhüd'ü araştırdı. Ona, oralarda su bulunup bulunmadığını soracaktı. Fakat onu ortalıkta göremeyince, diğer kuşları çağırdı. Onlara dedi ki: - Hüdhüd'ü göremiyorum. Acaba ne oldu? Yoksa kayıplardan mı oldu? Mutlaka ona şiddetli bir azap yapacağım. Ya da bana kayıp olmasına mazeret olacak açık ve kat'î bir delil getirir. Süleyman aleyhisselâm Hüdhüd hakkında bu tehdidi yaptıktan sonra, kuşların efendisi olan Ukâb isimli kuşu çağırdı. Hüdhüd'ü derhal bulup getirmesini emretti. O kuş, hemen havalandı. Her tarafı gayet iyi görüyordu. Etrafa bakınırken, Hüdhüd'ün Yemen tarafından gelmekte olduğunu gördü. Hüdhüd'ün ortadan kaybolması, her ne kadar şiddetli azaba uğramasına sebep ise de, ortadan kaybolmasını telâfiye çalışması ve gittiği yerden sür'atle dönmesi de onun hakkında hayır ve saadet alâmetlerindendi. Süleyman aleyhisselâmın Hüdhüd'ü aramakla görevlendirdiği kuş, ona doğru öterek seslendi. Hüdhüd, kötü bir haber olduğunu anladı. Ukâb, Hüdhüd'ü Süleyman aleyhisselâma götürdü. Süleyman aleyhisselâm, kürsüsünde oturuyordu. Hüdhüd, Süleyman aleyhisselâma yaklaşıp, tevazu ve hürmetini arz etti. Süleyman aleyhisselâm buyurdu ki: - Nerede idin? Sana şiddetli azap edeceğim! Hüdhüd şöyle cevap verdi: - Ey Allahın nebîsi! Ben, senin bilmediğin bir şeye vâkıf oldum. Sebe şehrinden sana çok doğru ve mühim bir haber getirdim. Orada, insanlara hükümdarlık yapan bir kadın gördüm. Ona her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var. Ben, onu ve kavmini, Allahü teâlâyı bırakıp, güneşe secde eder buldum. Şeytan, onların güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini süslemiş; onları, hak yoldan alıkoymuş. Bu sebeple onlar hidayet ve tevhid yolunu bulamıyorlar
Hz. Süleyman'ın mektubu
18 Şubat 2005 01:00
Hüdhüd'ün Sebe halkı ile ilgili anlattıklarını dikkatle dinleyen Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve onun memleketinin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasını şöyle bitirdi: - Şeytan, göklerde ve yerdeki her gizliyi açığa çıkaran, kalblerinde ne gizliyorlarsa hepsini bilen Allahü teâlâya secde etmesinler diye, onları doğru yoldan alıkoyuyor. Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O büyük Arş'ın sahibidir. Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahü teâlâyı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleyman aleyhisselâm, gadaplandı ve bunu araştırmak isteyerek dedi ki: - Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Hüdhüd'ün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleyman aleyhisselâm, o anda Belkıs'a bir mektup yazdı. Mektubu, Allahü teâlânın adı yazılı mührüyle mühürleyip, Hüdhüd'e verdi. Süleyman aleyhisselâmın bir mührü vardı. Mührünün üzerinde, Allahü teâlânın ismiyle birlikte ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ismi de vardı. Süleyman aleyhisselâm, mektubu Hüdhüd'e verdikten sonra dedi ki: - Bu mektubu Belkıs ve kavmine götür! Onu, görebilecekleri bir yere bırak! Sonra, onlara yakın bir yere gizlenip, ne şekilde hareket edeceklerine bak! Belkıs, kavminin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her cuma günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış dört direk üzerine konurdu. Tahta oturunca, Belkıs, halkı görür; halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricası olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzuruna gider, başını önüne eğerdi. Belkıs'ın yüzüne asla bakmazdı. Sonra tazim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince de, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarının giderilmesi için, gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşküne girer; bir sonraki cuma gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi. Hüdhüd, Süleyman aleyhisselâmın mektubu ile gittiği zaman, kapılar kapanmış, etrafta muhafız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiçbir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Mektubu tahtına bıraktı. Sonra da, Belkıs'ın uyanıp mektubu okumasını beklemek için, olanları görebileceği bir pencere kenarına saklandı.
Aşûre gecesi ve günü
18 Şubat 2005 01:00
Bu akşam Aşûre gecesi, yarın da Aşûre günüdür. Muharrem ayının onuncu gününe Aşûre günü, dokuzuncu günü ile onuncu günü arasındaki geceye de Aşûre gecesi denir. Muharrem ayı, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydan biridir. Aşûre gecesi, bu ayın en kıymetli gecesidir. Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl buyurdu. Nitekim, Resulullah Efendimiz, "Allahü teâlâ, Aşûre gününü üstün kılmıştır. Allahü teâlâ, gökleri, yeri, dağları, denizleri, yıldızları, Arş'ı ve melekleri, Âdem aleyhisselâmı, Aşûre günü yarattı. İbrâhim aleyhisselâmın dünyaya gelişi ve Nemrud'un ateşinden kurtuluşu Aşûre günü oldu. Oğlunun yerine kesmek için büyük koç ihsân edildi. Firavun'un boğuluşu, Îsâ aleyhisselâmın göğe kaldırılışı, Eyyûb aleyhisselâmın belâdan kurtuluşu, Aşûre gününde olmuştur" buyurmuştur. Aşûre gününün fazîletleri hakkında diğer hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Aşûre gününün fazîletine kavuşmaya bakınız. Çünkü o gün, Allahü teâlânın günler arasında seçtiği mübârek bir gündür. Bugün oruç tutan kimseye, Allahü teâlâ, meleklerin, peygamberlerin, şehîdlerin ve sâlihlerin ibâdetleri kadar sevâb verir." "Aşûre günü oruç tutun! Çoluk çocuğunuza iyilik yapın! Bir kimse, Aşûre günü çoluk çocuğuna iyilik yapıp, sevindirse, Allahü teâlâ, ona senenin diğer günlerini iyi eder." "Ramazan-ı şerîf ayındaki oruçlardan sonra, en fazîletli oruç, Muharrem ayının orucudur. Farz namazlardan sonra en fazîletli namaz gece namazıdır." "Aşûre gününün orucu, bir senelik geçmiş günâhlara keffârettir." "Aşûre günü zerre kadar sadaka veren kimseye, Allahü teâlâ Uhud dağı kadar sevâb verir." "Aşûre günü gusleden, Allahü teâlâ katında annesinden yeni doğmuş gibi günâhlarından temizlenir." "Aşûre günü bir yetimin başını okşayan kimseyi, Allahü teâlâ, yetimin saçının her kılı için Cennette bir derece yükseltir." "Muharrem ayında bir gün oruç tutana, bugüne karşılık otuz gün oruç sevâbı yazılır." "Aşûre gecesi oruçlu bir mü'mine iftâr verene, Allahü teâlâ katında bütün Ümmet-i Muhammede iftâr vermiş, karınlarını doyurmuş gibi sevâb yazılır." (Sadece Aşûre günü oruç tutmak mekruh olduğu için, bir gün öncesi veya bir gün sonrası ile beraber tutulmalıdır.) Nûh aleyhisselâm gemide aşûre tatlısı pişirdiği için Müslümanların, Aşure günü, aşûre pişirmesi ibâdet olmaz. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm böyle yapmadı. Bugün aşûre pişirmeyi ibâdet sanmak bid'attır, günâhtır. Peygamber efendimizin yaptığı veya emrettiği şeyleri yapmak ibâdet olur. Din kitaplarının yazmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmediği şeyleri yapmak, sevâb olmaz, günâh olur. Bugüne mahsûs ibâdet sanmadan herhangi bir tatlı yapmak, tanıdıklara ziyâfet, fakîrlere sadaka vermek sünnettir, ibâdettir. Hz. Hüseyin, 10 Muharremde şehîd edildi. O yüce imâmın şehîd edilmesi, bütün Müslümanlar için büyük musîbet ve üzüntüdür. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali' ve Hz. Hamza'nın şehîd edilmeleri de, böyle büyük musîbet ve üzüntüdür. Fakat, peygamberimiz, Hz. Hamza'nın şehîd edildiği günün yıldönümlerinde mâtem [yas] tutmadı. Mâtem tutmayı da emretmedi. Mâtem yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber efendimizin ölümü için mâtem tutulurdu. Hadîs-i şerîfte, "Mâtem tutan, ölmeden tövbe etmezse, kıyâmette şiddetli azâb görür" buyuruldu.
Belkıs'ın endişesi!
19 Şubat 2005 01:00
Hüdhüd kuşu, Hz. Süleymanın mektubunu Belkıs'ın yanına bırakıp beklemeye başladı. Aradan bir hayli zaman geçtiği hâlde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, saklandığı yerden indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı. Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak baktı. Her yer kapalı olduğu hâlde, yanına kadar bu mektubun, kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü. Merakla odasından çıkıp, sarayın etrafına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsinin yerlerinde olduklarını görerek, onlara sordu: - Kapıyı açıp, benim odama giren kimse gördünüz mü? - Kapılar hiçbir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz. Belkıs, hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; "Bismillâhirrahmânirrahîm" yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitap edip dedi ki: - Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O mektup, Süleyman'dandır. O mektupta, "Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlânın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz! Bana, emrime itaat ediciler olarak geliniz!" yazılıdır. Belkıs, mektupta olanları açıkladıktan sonra, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve bu hususta kendisine yardımcı olmalarını istemek gayesiyle, sözlerine şöyle devam etti: - Ey eşraf! Bu işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz! Sizi toplayıp, sizinle müzakere etmeden hiçbir işte kat'î bir hüküm vermedim. Böyle mühim bir hususta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim? Belkıs'ın adamları, biz savaş erbabıyız. Bununla beraber emir sana aittir, deyince, Belkıs, "Şüphesiz hükümdarlar, bir memlekete zorla girdikleri zaman, orasını tahrip ederler. Halkından şerefli olanları zelil ve esir ederler" dedi. Belkıs, böyle söylemekle, onları; Süleyman aleyhisselâmın, ordusu ile üzerlerine gelerek, zorla memleketlerine girmek tehlikesi ile korkuttu. Onlar da dediler ki: - Süleyman aleyhisselâm ve orduları da böyle yapacaktır. Âlimlerimiz; akıllı kimsenin, sulh yoluyla düşmanlarını defedebileceği durumlarda, muharebeyi tercih ederek kendisini ve memleketini tehlikeye atmaması, mecbur kalmadıkça harbe girme teşebbüsünde bulunmaması icap ettiğini bildirmişlerdir
Belkıs'ın elçileri
20 Şubat 2005 01:00
Belkıs, adamlarının Hz. Süleymanın mektubu ile iligili dikkate değer bir fikir ileri sürememeleri üzerine, "Ben, onlara bir hediye göndereyim. Elçiler ne ile dönecek bakayım?" dedi. Bu, Belkıs'ın güzel bir tedbiri idi. "Eğer Süleyman [aleyhisselâm] dünya padişahlarından ise, hediyelerimi alır, hediyeler onu razı eder, bizden vazgeçer. Eğer peygamber ise, dinine tâbi olmaktan başka hiçbir şeyle razı edilemez. Mutlaka onun dinine tâbi olmamız icap eder" diye düşündü ve Süleyman aleyhisselâm için pek kıymetli hediyeler hazırlatıp gönderdi. Elçiler, hediyelerle birlikte Süleyman aleyhisselâmın huzuruna çıktılar. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ın hediyelerini kabul etmedi. Gelen elçilere dedi ki: - Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? Benim, sizin hediye ile yardımınıza ihtiyacım yoktur. Allahü teâlânın bana verdiği nimetler; din, peygamberlik, hikmet ve mülk sizin getirdiğinizden daha hayırlıdır. Belki siz, dünya hayatının görünüşüne baktığınız için ve mallarınız artacağından dolayı size verilen hediyeye sevinirsiniz. Ben ise dünyalıkla sevinmem. Dünyaya benim ihtiyacım yok. Çünkü Allahü teâlâ bana hiç kimseye vermediği dünyalığı verdi. Ayrıca beni peygamberlik ile de şereflendirdi. Belkıs'ın elçileri, Süleyman aleyhisselâmın sahip olduğu nimetleri görmüşler, kendi getirdiklerinin pek ehemmiyetsiz olduğunu farketmişlerdi. Ayrıca Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'a mektubu gönderdiği Hüdhüd vasıtasıyla, onların ne getirip ne soracaklarını, neyi elde etmek istediklerini, onların iç durumlarını öğrenmişti. Onlar; askerlerinin çokluğuna, kuvvetli olmalarına güveniyorlardı. Bunun için Süleyman aleyhisselâm da, elçilerin görecekleri yerde, asker ve kumandanlarını hazır etti. Kalabalık ve güçlü bir ordu ile muharebeye hazır olduğunu ima etti. Onlara, güç ve kuvvetini gösterdi. Kendisi için hiçbir değeri olmayan, onlara göre pek kıymetli olan hediyelere hiç ehemmiyet vermedi. Bütün bunlardan sonra, Süleyman aleyhisselâm, elçilerin reisine dedi ki: - Ey elçi! Şimdi getirdiğin hediyelerle Belkıs ve kavmine dön! Eğer iman etmiş oldukları hâlde bana gelmezlerse, muhakkak önüne geçemeyecekleri ordularla varır; onları oradan hor ve hakîr olarak çıkarırım!
"Tahtı kim getirir?"
21 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselamın Belkıs'ın hediyelerini kabul etmemesi, onları imana davet etmesi üzerine elçiler oradan ayrılıp, Belkıs'ın yanına döndüler. Süleyman aleyhisselâm ile alâkalı haberleri olduğu gibi anlattılar. Belkıs, bu anlatılanlardan, Süleyman aleyhisselâmın peygamber olduğunu anladı. Derhal yolculuğa hazırlandı. Tahtını muhafazalı bir yere koydurdu. Ayrıca kilitleyip, oraya bekçiler tayin etti. Kendisi, kalabalık ordusu ile beraber, Süleyman aleyhisselâma gitmek üzere yola çıktı. Cinler, bu durumu Süleyman aleyhisselâma haber verdiler. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ın akıllı olup olmadığını, tahtını tanıyıp tanıyamayacağını denemek istedi. Bu yüzden, Belkıs'ın, Yemen'de muhafaza altında bıraktığı tahtının getirilmesini istedi. Süleyman aleyhisselâmın, bunu, Allahü teâlânın kudretine, kendisinin peygamberliğine delâlet eden bir mucize olması için veya daha başka sebepler için istediği de bildirilmiştir. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ın tahtının getirilmesine karar verince, buyurdu ki: - Ey ileri gelenler! Belkıs ve kavmi iman etmiş olarak bana gelmeden önce, Belkıs'ın tahtını hanginiz bana getirir? O sırada Süleyman aleyhisselâm Kudüs'te bulunuyordu. Belkıs'ın tahtı ise Yemen'de Sebe şehrinde idi. İki şehir arası iki aylık yoldu. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ın tahtını, bizzat kendisi getirmekten âciz olduğu için başkasına emretmedi. Onun muradı, ümmetinden keramet ehli olan kimseyi meydana çıkarmaktı. Ümmeti arasında bulunan evliyanın kerameti, o peygamberin mucizesidir. Süleyman aleyhisselâm; "Belkıs'ın tahtını bana hanginiz getirir?" buyurunca, cinden bir ifrît dedi ki: - Sen makamından kalkmadan, ben onu sana getiririm. Ben Belkıs'ın tahtını getirmeye muktedirim. İfrîtin kuvvet ve kudreti fazlaydı. Ayağını, gözün gördüğü yere basardı. Fakat Süleyman aleyhisselâm buyurdu ki: - Bundan daha çabuk getirilmesini istiyorum. Bunun üzerine, huzurundaki ilim ehli olan bir zat söz alarak dedi ki: - Ben gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm
"Bu taht senin midir?"
22 Şubat 2005 01:00
Belkıs'ın tahtını, "Ben gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm" diyen Süleyman aleyhisselâmın başveziri ve teyzesinin oğlu olan Âsaf bin Berhıyâ idi. Âsaf bin Berhıyâ, Süleyman aleyhisselâmdan önce nazil olan semavî kitaplara vâkıftı. İsm-i a'zamı da bilirdi. İsm-i a'zamla dua ettiği için de, duası kabul olurdu. Süleyman aleyhisselâm, Âsaf'ın bu sözü üzerine buyurdu ki: - Eğer bunu yapabiliyorsan, hemen getir! Âsaf kalkıp abdest aldı. İsm-i a'zamla Allahü teâlâya dua edip secde etti. Belkıs'ın tahtı bulunduğu yerden, bir anda Süleyman aleyhisselâmın kürsüsünün yanına geldi. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ın Yemen'deki tahtını Kudüs'te yanında görünce, Allahü teâlânın halis kullarının âdeti üzere nimete şükür için dedi ki: - Bu Belkıs'ın tahtını o kadar uzak mesafeden, bu kadar kısa bir zaman içinde getirebilmek, bana Rabbimin lütfundan biridir. Rabbimin bu lütfu, Allahü teâlâya şükür mü edeceğimi, yoksa kendimi bu nimete lâyık görüp, nimetin hakkını eda etmekte kusurlu olmak suretiyle nankörlük mü edeceğimi imtihan içindir. Belkıs kafile ile Süleyman aleyhisselâmın yanına geldi. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ın aklını tecrübe etmek istedi. Bunun için bir köşk yaptırdı. Köşkün billûrdan olan avlusunun altına su akıttı. İçine balık ve kurbağa gibi suda yaşayan canlıları attı. Avluya giren, suya girdiğini zannederdi. Belkıs'ın tahtının değiştirilmesini de emrederek buyurdu ki: - Tahtın altını üste, üstünü arkaya, arkasını öne getirerek şeklini değiştirin; kendi tahtı olduğunu anlayacak mı bakalım? Belkıs, maiyeti ile beraber Süleyman aleyhisselâmın huzuruna gelince, kendisine soruldu: - Bu taht senin midir? Belkıs baktığında, kendi tahtına benzetti. Hatta kalbinden; "Birbiri içinde ve yedi kat daire şeklinde muhkem ve etrafında nöbetçi ve muhafızlar bulunan tahtım, buraya nasıl gelir?" diye düşünerek, gördüğüne inanamadı. Tahtta değişiklikler de olduğundan, bilmek ve bilmemek arasında cevap verdi: - Sanki odur!..
Gerçeği kabul etti
23 Şubat 2005 01:00
Belkıs, Süleyman aleyhisselamı ziyareti esnasında gördüğü harikulade haller karşısında İnat etmeyip gerçeği kabul etti: - Bundan önce de bize Hüdhüd'ün mektup bırakması, hediye ve elçiler meselesi ile Allahü teâlânın kudretine, Süleyman'ın [aleyhisselâm] peygamberliğine dair ilim verilmişti. Biz, ona teslim olanlardan idik, dedi. Belkıs, küfr içinde yüzen bir cemiyet içerisinde yetişmişti. Onlardan güneşe tapmayı öğrenmişti. Bu yüzden Süleyman aleyhisselâmın himayesine kavuşuncaya kadar Müslüman olmak şerefine erememişti. Süleyman aleyhisselâmın daveti ile iman etti ve dedi ki: - Ey Rabbim! Güneşe ibadet etmekle nefsime zulmetmişim. Şimdi Süleyman'ın maiyetinde âlemlerin Rabbi olan Allaha teslim oldum. Süleyman aleyhisselâm Belkıs'la evlendi. Belkıs'tan Dâvud isminde bir oğlu olup, babası hayatta iken vefat etti. Süleyman aleyhisselâm, Belkıs'ı, ordusunun başında geri Yemen'e gönderdi. Ayda bir kere rüzgâra biner, Belkıs'ın yanına giderdi. Süleyman aleyhisselâmın vefatından kısa bir müddet sonra Belkıs da vefat etti. Süleyman aleyhisselâm, Akabe Körfezi'nden Fırat kenarına kadar yerde, kırk sene adaletle hüküm sürdü. Diğer hükümdarlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticaret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizi'nde ticaret yaptırdı. Rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâra binip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makamına oturduğunda ve meclis kurduğunda, kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yan yana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleyman aleyhisselâm, beyaz tenli, güzel, nur yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edepli, hep Allahtan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; "Miskinin miskinlerle oturması uygundur" buyururdu. Ömrünün son anına kadar Allahü teâlânın takdîr ettiği izzetle, insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine itiraz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu. Süleyman aleyhisselâm, bir gün, yapılmakta olan büyük bir sarayın inşasını kontrol etmeye gitmişti. Bu bina, bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar, işçiler, cinler sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yalnız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarında, asasına (bastonuna) dayanıp durdu ve etrafı seyrederek tefekküre başladı..
"Şu an son anındır!"
24 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselâm sarayın balkonunda tefekkürle meşgul iken ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrail aleyhisselâm gelip dedi ki: - Şu an dünyadaki hayatının son anıdır. Süleyman aleyhisselâm buyurdu ki: - Allahü teâlânın takdîri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, asla kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir. Süleyman aleyhisselâm her yere hükmettiğinden, zamanında herkes iman etmiş, yeryüzünde pek az imansız kimse kalmıştı. Süleymân aleyhisselâm zamanında, Dâvud aleyhisselâm zamanındaki medenî haklar daha genişletildi.Yeni ahkâma göre, babaların çocukları üstünde sınırsız hakları vardı. Bir çocuk, kaç yaşında olursa olsun, babasının emirlerini yerine getirmekle mükellef idi. Büyük çocuk mîrâsta iki kat pay alıyordu. Nişanlanma, evlenme gibi husûslar, ancak âile büyükleri tarafından kararlaştırılmakta, evlenecekler kendileri için seçilen eşleri kabûle mecbûr bırakılmakta idiler. Çocuksuz veyâ çocuğu ölmüş bir dul kadın kaynı ile evlenmek zorunda idi. Bu evlenmeden sonra doğan ilk çocuk, ölen zevcin çocuğu sayılır, onun mîrâsını alırdı. Bir erkeğin birden fazla kadınla evlenmesine müsaade olunuyordu. Süleymân aleyhisselâmın vefâtından sonra, İsrailoğulları, 12 kabîleye ayrılmış, birbirlerine düşmüşlerdir. Bu ayrılış, daha Süleymân aleyhisselâm hayâtta iken başlamış, Fakat Süleymân aleyhisselâm, Allahü teâlânın ihsânı ile, kabîleleri bir arada tutabilmişti. Süleymân aleyhisselâmın yerine oğlu Rehoboam geçdi. 12 kabîleden yalnız ikisi ona sâdık kaldı. İsrâîl devleti ikiye ayrıldı. Bu devletlerden biri, (İsrâîl) olup 10 kabîleyi topladı. Geri kalan iki kabîleye (Yahûdâ) devleti denilir. Kudüs'te kaldı. Azdılar. Allahü teâlânın gazabına uğradılar. Bir müddet Âsûrî devletine bağlı olarak kaldılar. Âsûrî hükümdârı Buhtunnasar (Nebukadnezar), Kudüs'ü yakıp yıktı. İsrâîloğullarını zorla Kudüs'ten çıkararak Bâbil'e sürdü. Ancak Îrân Şâhı Keyhusrev [Kirüs], Âsûrîleri mağlûb edince, Yahûdîlerin tekrâr Kudüs'e dönmelerine izin verdi. Yahûdîler Kudüs'e dönerek, yanmış olan bu şehri biraz tamîr ettiler. Evvelâ Îrânlıların, Makedonyalıların sonra Romalıların idâresi altında yaşadılar...
Hz. Süleyman'ın mucizeleri
25 Şubat 2005 01:00
Süleyman aleyhisselam sultan oluşundan vefatına kadar Allaha karşı huşuundan dolayı alçak gönüllü olmuş, başını yukarı kaldırmamıştır. Miskinlerin yanlarına varır, hallerini sorardı. Hurma yaprağından zenbil örüp satardı. Böylece nafakasını temin ederdi. Her ayın başında altı gün, ortasında üç gün, sonunda da üç gün oruç tutardı. Süleyman aleyhisselâmın dokuz çeşit mucizesi vardı. Bunlar: 1- Sebe Suresi on ikinci ayetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı. Bir defasında Azrâîl aleyhisselâm Süleymân aleyhisselâmın yanına gelince, oturanlardan birine dikkat ile baktı. Bu kimse, meleğin böyle sert bakışından korktu. Azrâîl aleyhisselâm gidince, Süleymân aleyhisselâma yalvarıp, rüzgâra emretmesini, rüzgârın kendisini uzak memleketlerinden birine götürüp, Azrâîl aleyhisselâmdan kurtulmasını istedi. Azrâîl aleyhisselâm tekrâr gelince, Süleymân aleyhisselâm, o adamın yüzüne niçin sert baktığını sordu. Azrâîl aleyhisselâm, (Bir sâat sonra, uzaktaki şehirlerden birinde, o kimsenin canını almak için emrolunmuştum. Onu senin yanında görünce, hayretimden dikkat ile baktım. Emre uyup oraya gidince, onu orada görüp canını aldım) dedi. 2- Süleyman aleyhisselâm denizi geçmek istediği zaman, suyu çekilerek yol açılır, geçtikten sonra yine kapanırdı. 3- Âyet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün cinnîler emrindeydi. Ne zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, çanaklar, sabit çömlekler, tencereler yaparlardı. 4- Süleyman aleyhisselâmın bir mührü vardı. Üzerinde ism-i a'zam duası yazılıydı. O dua ile her isteği kolay olurdu. 5- Karıncalara varıncaya kadar her hayvanın sesini işitir, dillerini anlardı. 6- Nereye gitmek istese, rüzgâr emrinde olduğundan, kürsüsünü kaldırır, beraberinde götürürdü. 7- Cinnîler vasıtasıyla denizlerdeki incileri, cevherleri ve yerde bulunan defîneleri bilirdi. Kendine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen bir şey yoktu. 8- Neml vadisinde, maiyetiyle beraber bir dağ üzerine konmuştu. Orada kaldığı esnada, o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübarek ellerine bir miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhal dağın üzeri çayırlık çimenlik oluverdi. 9- Süleyman aleyhisselâm bir yere gittiği vakit, beraberinde duvarlar da giderdi
İyilik eden kazanır
25 Şubat 2005 01:00
Dost düşman herkese iyilik yapmalı, ihsanda bulunmalı, başkalarının ihtiyaçlarını görmelidir."İyilik ettim kötülük buldum" dememelidir. Kişinin yaptığı iyilik, bir şekilde kendine döner. Balık bilmezse Halık bilir, sözü meşhurdur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Herkes, kendisine ihsân edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilliyetinde yâni yaratılışında mevcuttur." Bunun için herkese, tatlı dil ve güler yüz göstermelidir. İnsanlara yapılacak en faydalı ihsan, en kıymetli hediyye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapanları görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mâni olmalıdır. Kimse ile münakaşa etmemelidir. Münâkaşa, dostluğu azaltır, düşmanlığı artırır. Kimseye kızmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, "Gadab etme" buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de,"Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir"buyuruldu. İnsanın yaratılışında, malı, parayı sevmek vardır. Ayrıca gadab vardır. Gadab, insanı intikama, kibre götürür. Bu hadîs-i şerîf, bu kötü huyların ilâcını bildiriyor. Sadakayı, zekatı emrediyor. Affederek, gadabı, intikamı temizliyor. Kendisine iyilik etmeyene hediyye vermek de, ihsanın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. İsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Diş kıranın, dişi kırılır. Burun, kulak kesenin, burnu kulağı kesilir, demiştim. Şimdi ise, kötülük yapana karşı, kötülük yapmayınız. Sağ yanağınıza vurana, sol yanağınızı çeviriniz, diyorum." İbn-ül Arabî hazretleri buyurdu ki:"Kötülük edene iyilik yapan kimse, ni'metlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfrân-ı ni'met etmiş olur." Hadis-i şerifte, "Müslüman Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyamet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse, bir Müslümanın ayıbını, kusurunu örterse, Allahü teâlâ, kıyamet günü onun ayıplarını, kabahatlerini örter"buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektubatında buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, aşırı hareketlerden korusun! Ortalama, adâlet üzere doğru yolda bulunmak nasîb etsin! Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmayı, çok kimsenin ihtiyâçlarını sağlamasını nasib etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir ni'mettir! Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, râhat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Bu büyük ni'mete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok tâlihli, pek bahtiyârdır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sâhibinin, Rabbinin ıyâline hizmet etmeği saâdet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını, yetiştirmekle övünmek, akıl îcâbıdır." Uhud gazâsında Resulullahın mübârek yüzü yaralanıp, mübârek dişi kırılınca, Eshâb-ı kirâm çok üzüldüler: "Duâ et, Allahü teâlâ, cezalarını versin" dediler. Peygamber efendimiz: "La'net etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahluka merhamet etmek için gönderildim" buyurdu. Sonra da şöyle duâ etti: " Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet ver. Tanımıyorlar, bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı!"
.
Lokman Hakîm
26 Şubat 2005 01:00
Dâvud aleyhisselâm zamânında, Arabistan'ın Umman tarafında yaşadı. Dâvud aleyhisselâmla görüşüp ondan ilim öğrendi. Müftî olan Lokman Hakîm, Dâvud aleyhisselâma peygamberlik bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı. Dâvud aleyhisselâma ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi. Eyyûb aleyhisselâmın teyzesinin oğlu olduğu da rivâyet edilmektedir. Peygamber veya velîdir denildi. Fransız bilginlerinin, Calinos'un (Galen) bir adı da Lokman Hakîm idi demeleri yanlıştır. Çünkü Lokman Hakîm, Dâvud aleyhisselâm zamânında; Calinos ise, ondan bin yıl kadar sonra yaşamıştır. Lokman ismi Kur'ân-ı kerîm'de geçmekte olup, bir sûreye (otuz birinci sûre) Lokman ismi verilmiştir. Bu sûrenin on ikinci âyetinde meâlen; "Biz Lokman'a hikmet verdik" buyurulmaktadır. Buradaki hikmet tâbirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsîr kitaplarında yazılıdır. Lokman Hakîm tabiplerin pîridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasîhatlar meşhurdur. Kur'ân-ı kerîm'de Lokman sûresi 3. âyet-i kerîmede meâlen; "Bir vakit Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah'a ortak koşma, çünkü şirk çok büyük zulümdür" buyurulmaktadır. Lokman Hakîm'e sen bu hâle nasıl geldin dediklerinde; "Doğru sözlü olmak, emâneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle" cevâbını verdi. İnsanlar ondan nasîhat istediler, o da şöyle nasîhat etti: Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel edilebilmesi için sekiz şeye dikkat etmek herkese lâzımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir; Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin evine girince de gözü korumaktır. İki şeyi hâtırdan hiçbir zaman çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğü ve ölümdür. İki şeyi de tamâmen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür. Lokman Hakîm oğluna nasihatında: "Ey oğlum! Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Gemin takvâ, yükün îmân, hâlin tevekkül olsun, umulur ki kurtulursun" buyurdu...
Zarâfet ve nezâket
26 Şubat 2005 01:00
İki üç asır önce İstanbul'da veya Osmanlının herhangi bir şehrinde yaşayan ecdadımız mezarından kalkasa, bizlerin yaşayışını; zarafetten, nezaketten insanlıktan uzak perişan halimizi görse buraların kendi ülkesi olduğuna inanması mümkün değildir. Gerçekten de, Osmanlılar, gönüllerini süsleyen İslam ahlâkının zarâfet ve nezâket nümuneleriyle dolu bir hayat yaşamışlardır. Dolayısıyla Avrupa'da insanlar âdetâ kralların eli altında esir muâmelesine tâbî tutularak çok ağır şartlarda yaşarken, Osmanlılarda Müslüman olmayan halk bile, devletin koruması altında gayet huzurlu bir ömür sürmekteydi. Osmanlının bu kadar merhametli, şefkatli olmasının esas kaynağı İslamiyetti. Herkese karşı gösterdiği iyilik ve insâniyeti, gayr-i müslimler, kendi dindaşlarından bile göremezlerdi. Osmanlıların bu hallerini Hıristiyan araştırmacı seyyahlardan dinleyelim: L. H. Delamarre:"İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lutufkârlığına misâfirperverliğine şâhid oldum. Rast geldiğim hangi Türke yol sorsam, hemen bana rehberlikte bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden geleni esirgemiyordu. Onların bütün davranışlarında mükemmel bir insaniyet ve kibârlık göze çarpıyordu." Dr. A. Brayer:"Osmanlılar'da öyle bir ruh vardır ki, bu sayede onlar, her Allah misâfirine mukaddes bir nîmet nazarıyla bakarlar. Ev sâhibi, misâfirine evinin en güzel odasını tahsîs ederek her hizmetini canla başla yapar. Hattâ misâfiri hastalandığı zaman hekîme götürür parasını dahî verir. Zîrâ misâfire masraf yaptırmayı ayıp saymaktadırlar. Misâfir, evden ayrılırken de orada kalmak suretiyle gösterdiği lutufkârlığın bir minnet ve şükran hâtırası olarak ev sahibinden kendisine birkaç hediye de takdîm edilir." Osmanlılar, koğuculuk, iftirâ, karalama, küfür, kin, garaz, kumar, intihar, düello ve cinâyet gibi her türlü fenâlıklardan son derece kaçınıp korunmaya çalışmışlardır. Öyle ki dıştan bakanlar, onların bu fenâlıkları âdetâ bilmediklerine hükmetmişlerdir. Bu hali Du Loir,şöyle ifade eder: "Türkler herhangi bir intikâm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu hususa âid bir hükmü mucibince, Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar. Aksi halde, namazlarının makbul olmayacağına inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umumî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musâfaha ederler ve küçükler büyüğünün elini öptükten sonra ellerini başlarına götürüp 'Bayramın mübârek olsun!' derler." "Küfürbazlık; öfke ve intikâm hissinin müşterek mahsulü olduğu gibi, kumarbazlığın da tabiî bir neticesidir. Bu, Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde ve tamamıyla mevcuddur. Ancak Osmanlıların sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız 'Vallâhi' şeklinde Allâh'a yemin ederler." Nitekim o devre şâhid olan yaşlı kimseler bilirler ki, bir şahsın kendisini kızdıran bir meselede muhâtabı için kullandığı cümleler: "Lâ havle..."veya; "Hay Allâh derdini alsın!""Fesübhanallâh!""Hasbünallâhü ve ni'mel-vekîl!" "Yâ sabır!" gibi güzel ve telkîn edici ifâdelerden ibarettir. Dergahlarda da duvarlara asılı levhalarda tesellî ve sabır için söylenen: "Bu da geçer yâ hu","Vazgeç yâ hu!"ve "Hoş gör yâ hu!" gibi sözler meşhurdur. Bugün ise, bu güzel, teselli edici, rahatlatıcı sözlerin yerini, "Allah belanı versin", "Allah kahretsin", "Lanet olasıca" ... gibi sözler aldı. Nereden nereye!
Lokman Hakîm'in nasihati
27 Şubat 2005 01:00
"Ey oğlum! Âlimlere karşı öğünmek, akılsızlarla inatlaşmak ve meclislerde, toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme! İhtiyâcım yok diyerek de ilmi terk etme." "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin. Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid olursun." "Ey oğlum! Allahü teâlâyı anan (hâtırlayan) insanlar görürsen onlarla otur. Âlim olsan da, ilminin faydasını görürsün ve ilmin artar, sen ehil isen sana öğretirler. Allahü teâlâ onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Allahü teâlâyı zikretmeyenleri görürsen onlardan uzak dur." "Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın!O, her sabah zikir ve tesbih ediyor, sen ise uyuyorsun." "Ey oğlum! Seçilmiş kullara teslim ol, kötülerle dost olma." "Ey oğlum! İnsanlara iyilikleri emir ve nasîhat edip kendini unutma! Yoksa mum gibi olursun. Mum insanları aydınlatır, fakat kendini yakıp eritir." "Ey oğlum! Yalandan çok sakın! Çünkü dînini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin." "Ey oğlum! Kötü huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma, yoksa arkadaş bulamazsın. İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün insanlara karşı iyi huylu ol." "Ey oğlum! Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamâ etmekten sakın. Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat et." "Ey oğlum! Dünyâ geçici ve kısadır. Senin dünyâ hayâtın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir." "Ey oğlum! Tövbeyi yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip yakalar." "Ey oğlum! Sükût etmekle pişmân olmazsın. Söz gümüş ise sükût altındır." "Ey oğlum! Helâl lokma ye ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara sor." "Ey oğlum! Âlimler meclisine devâm et. Bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allahü teâlâ, âlimlerin meclisindeki hikmet nûru ile de müminlerin kalbini aydınlatır."
Beş güzel haslet...
28 Şubat 2005 01:00
Lokman Hakîm'in nasihatleri: "Ey oğlum! Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecbûriyetinde kaldığın gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin." "Ey oğlum! Amel ancak yakîn (Allahü teâlâya olan ilim ve mârifet) ile yapılır. Herkes yakîni nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakîn noksanlığından gelir." "Ey oğlum! Helâl kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç musîbetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin kaybolması." "Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr eder, kötü konuşan günahkâr olur, diline hâkim olmayan pişmân olur." "Ey oğlum! Dünyâ malından yetecek kadarını al, fazlasını âhiret için hayra sarfet, Sıkıntıya düşecek ve başkasının sırtına yük olacak şekilde de tembellik etme." "Ey oğlum! Sakın kimseyi küçük görüp hakâret etme. Çünkü onun da senin de rabbimiz birdir." "Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim. İlimden lezzetli bir şey bulamadım. Dervişler, fakir ve yoksullar ilim sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar." Lokman Hakîm'in oğlu: "Babacığım, insanda hangi haslet daha iyidir?" diye sorunca; "Temiz, hâlis din" buyurdu. Eğer iki haslet olursa? "Din ve mal", üç haslet olursa? "Din, mal ve hayâ" buyurdu. Dört haslet olursa? dedi. "Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk" buyurdu. Beş haslet saymak icâb ederse diye sorunca; "Din, mal, haya, güzel huy ve cömertlik" buyurdu. Altı haslet sayarsak deyince; "Ey oğlum! Allahü teâlâ her kime bu beş iyi hasleti verdiyse, o kimse mümin ve müttekîdir. Allahü teâlâ katında velî ve sevgilidir. Şeytanın şerrinden uzaktır" buyurdu. Oğlu: "Babacığım, insanda en kötü haslet hangisidir?" dedi. "Allahü teâlâyı inkârdır" buyurdu. İki olursa dedi. "İnkâr ve kibirdir" buyurdu. Üç olursa dedi. "İnkâr, kibir ve şükür azlığı" buyurdu. Dört olursa dedi. "İnkâr, kibir, şükür azlığı ve cimrilik" buyurdu. Beş olursa diye sorunca; "İnkâr, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâk" buyurdu. Altı olursa deyince; "Ey Oğlum! Bu beş kötü hasletin bulunduğu kimse münâfıktır, şakîdir ve Allahü teâlâdan uzaktır" buyurdu.
.
Sahip olunan üç şey
1 Mart 2005 01:00
Lokman Hakîm'in nasihati: Ey oğul! Ateş gelirken ondan nasıl emin olunur? Dünyadan ayrılmak muhakkak iken, ona nasıl meyledilir? Ölüm nasıl akıldan çıkar? Onun geleceğinden aslâ şüphe edilmez. Uyuduğun gibi öleceksin. Ey oğlum! İnsanın üç şeyi vardır: Rûhunu Azrâil aleyhisselâm alır. Hayır veya şer ne ise; ameli kendisine kalır. Bedenini de kurtlar yer ve toprak çürütür." Birisi Lokman Hakîme: -Bu hallere nasıl kavuştun? Dedi. Lokman Hakîm: -Doğru sözlü olmak, emanete riayet etmek ve malayaniyi terk etmekle, dedi ve ilave etti: -Benim işlerimde seni şaşırtan nedir? Adam: -Halk senin döşeğinde oturuyor. Senin kapının önünü bürüyor. Senin sözlerini dinleyip kabul ediyor, dedi. Lokman Hakim: -Ey kardeşimin oğlu. Sana söyleyeceğim şeyleri yaparsan sen de böyle olursun, dedi. -Nedir onlar? -Ben gözümü haramdan sakınırım. Dilimi tutarım, ihtirasımı önlerim, edeb yerimi haramdan korurum, ibadetimi çok yaparım, verdiğim sözü yerine getiririm, misafirimi ağırlarım, komşumu korurum, malayaniyi terk ederim. İşte bunlar beni gördüğün gibi yaptı. Lokman Hakîm'den bir koyun boğazlaması istendi. Boğazladı. En iyi iki yerini getirmesini söylediler. O da dili ile yüreğini götürdü. Yine bir koyun daha kesmesini istediler. Kesti. En kötü iki yerini getirmesini istediler. Yine dil ile yüreği götürdü. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda buyurdu ki: -Bu iki organ iyi oldukları zaman bu ikisinden daha iyi bir şey yoktur. Kötü oldukları zaman da bunlardan kötüsü yoktur. Hafs bin Ömer'den rivâyet edildi ki: Lokman Hakîm, yanına bir hardal torbası koydu ve oğluna nasîhat etmeye başladı. Her bir nasîhatte bir hardal tânesini çıkardı. Nihâyet hardalları tükendi. Sonra da; "Ey oğlum! Sana o kadar nasîhat ettim ki, şâyet bu nasîhatler bir dağa verilseydi, dağ yarılır, parça parça olurdu" buyurdu. Oğlu da bu nasîhatleri tuttu. Lokman Hakîm'e "Hikmete nasıl kavuştun?" diye sorulduğunda; "Benden gizlenen şeyi araştırmadım. Vazîfem olmayan şeyin üzerinde durmadım" buyurdu.
.
Şa'ya aleyhisselam
2 Mart 2005 01:00
Şa'ya aleyhisselam, İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymak ve Tevrât'ın hükümlerini bildirmek üzere vazîfelendirilmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânından beri çok mâcerâlı ve karışık bir hayat yaşayan ve dinlerinde sebât göstermeyen İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği ve gönderilen nebîlerin yeniden tebliğ ettiği hak dinden tamâmen ayrıldılar. Tevrât'ı bile değiştirip, aslını bozdular. Kendilerine göre sapık bir yol tuttular ve bu bozuk yolda sürüklenip gittiler. Allahü teâlâ, Şa'yâ aleyhisselâmı peygamber olarak vazîfelendirdi. İsrâiloğullarını hak yola dâvet etti. Îsâ aleyhisselâmla son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın geleceklerini müjdeledi. Peygamber Efendimizle ilgili Şa'ya aleyhisselam kavmine şöyle dedi: -Allahü teala bana şöyle vahyetti: "Ben ümmi bir peygamber göndereceğim. O, kaba ve sert değildir. Sokaklarda bağırmaz. Fahşâdan uzak durur. Kötü ve sert söz söylemez. Ben O'na istikamet vereceğim. Her üstün ahlakı bahşedeceğim. Vekarı ona libas (örtü) yapacağım. İyiliği şiarı yapacağım. Kalbini takva ile dolduracağım. Düşüncesini hikmet, vefa ve doğruluğu O'na tabiat, huy yapacağım. Affedip iyiliği emretmeyi ona ahlak yapacağım. Gidişatını adil, yolunu hak yapacağım. Hidayeti O'na rehber kılacağım. Milletini İslam, ismini Ahmed yapacağım. Dalaletten sonra O'nun vasıtasıyla ilim vereceğim. Düşkünlükten sonra O'nunla yükselteceğim. Darlıktan sonra O'nunla zenginleştireceğim. Tefrikadan sonra O'nunla birleştireceğim. O'nun ümmetini insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet yapacağım. Benim vahdaniyetimi bildirmek ve bana iman etmek için emr-i maruf ve nehy-i münker yani iyiliği emredip kötülükten sakındırma yapacaklar. Benim için namaz kılacaklar, benim yolumda saf tutup cihad edecekler. Benim rızama kavuşmak için mallarını ve diyarlarını terk edecekler. Ben onlara mescidlerinde, meclislerinde, yattıkları ve gezdikleri yerlerde tekbir, tevhid ve tahmid ve temcid yapmayı yani Allahü ekber, la ilahe illallah, sübhanellah, elhamdülillah demeyi ilham edeceğim. Benim için elbiselerini ve bedenlerini, etraflarını temizleyecekler. Gece çok ibadet edecekler. Gündüz ise oruç tutacak, cihad edecekler. Bu benim bir ihsanımdır. Dilediğime veririm.
Hz. Şa'yâ'yı şehit ettiler
3 Mart 2005 01:00
İsrâiloğullarının başında Sudika isimli bir hükümdâr bulunuyordu. Bu hükümdârın zamânında İsrâiloğulları, Bâbil Meliki Senharib'in zulmüne mâruz kaldı. Sâlih bir kimse olan Sudika, Allahü teâlâya yalvarıp İsrâiloğullarının zulümden kurtulması için duâ etti. Allahü teâlâ Şa'yâ aleyhisselâma vahyedip melikin duâsını kabul ettiğini, düşmandan koruyacağını bildirdi. Şa'yâ aleyhisselâm, bu durumu Sudika'ya haber verince, Sudika çok sevinip şükür secdesine kapandı. Allahü teâlâ, Bâbil Meliki Senharib'in ordusunu helâk etti. Melik Sudika sağ kalan Senharib'i ve yakın adamlarını yakalattı. Senharib'in yanındakilerden birisi de oğlu Buhtunnasar idi. Sudika bunları bir müddet hapsettikten sonra, Şa'yâ aleyhisselâmın tebliğine uyarak hepsini serbest bırakıp, memleketlerine gönderdi. Bâbil hükümdârı Senharib ölünce yerine oğlu Buhtunnasar geçti. İsrâiloğulları hükümdârı Sudika vefât edince, İsrâiloğulları arasında saltanat kavgaları ve karışıklıklar ortaya çıktı. Onlar böyle azmaktayken, Şa'yâ aleyhisselâm dâimâ nasîhat etti. Fakat onu dinleyen olmadı. Allahü teâlânın vahyi üzerine kavmine Allahü teâlânın nîmetlerini hatırlattı. Allahü teâlânın onlara hidâyet yolunu gösterdiğini ve kendisinin de bunu bildirmek için peygamber olarak gönderildiğini, kurtuluş yoluna girmedikleri için perişan olduklarını söyledi. İsrâiloğulları Şa'yâ aleyhisselâmın nasîhatlerini dinlemedikleri gibi, ona iyice düşman oldular. Öldürmek için onun üzerine hücûm ettiler. Şa'yâ aleyhisselâm onların arasından kaçıp uzaklaştı. Yolda bir ağaç yarılıp açıldı. Bu ağacın kovuğuna girip gizlendi. Ağaç kapandı. Fakat eteğinden bir parça dışarıda kaldı. Onu tâkip eden İsrâiloğulları, bunun farkına vardılar. Ağacın içinde gizlenmiş olan Şa'yâ aleyhisselâmı şehit ettiler. Böylece Allahü teâlâ tarafından gönderilen peygamberi dinlemeyip, büyük bir felâkete düştüler. Daha sonraki yıllarda Bâbil hükümdârı Buhtunnasar tarafından yurtları istilâ edildi. Bir kısmı kılıçtan geçirildi, bir kısmı da esir edildi. Büyük bir zillete ve bedbahtlığa düştüler.
Ehl-i Beyt'i sevmek farzdır
19 Şubat 2005 01:00
Bugün Aşûre günü. Aşûre günü mübarek bir gündür.Yerler, gökler, melekler, Arş ve Âdem aleyhisselam bu günde yaratıldığı gibi, İbrahim aleyhisselamın ateşten kurtulması, oğlu Hz.İsmail'in yerine kesmek için büyük koç ihsan edilmesi, Firavun'un boğulması, Eyyub aleyhisselamın sıhhat bulması, Yunus aleyhisselamın balığın karnından kurtulması gibi güzel şeyler de hep Aşure gününde olmuştu. Bununla beraber Aşure günü, Resululluh efendimizin mübarek torunu Hazret-i Hüseyin'in Kerbela'da şehid edildiği gündür. Bu elim hadiseyi hatırladıkça Müslümanların yürekleri sızlar, gözleri kan ağlar. Bu faciadan dolayı yüreği sızlamayan bir Müslüman zaten düşünülemez. Çünkü Ehli sünnet İslam büyükleri Ehl-i Beyti sevmenin her mümine farz olduğunu bildirmişlerdir. Ehl-i Beyt ile ilgili Peygamber efendimiz, "Benden sonra size iki emanet bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız, yoldan çıkmazsınız. Birisi, ikincisinden daha büyüktür. Biri Allahü teâlânın kitâbı olan Kur'ân-ı kerîmdir ki, gökten yere kadar uzanmış, sağlam bir iptir. İkincisi, Ehl-i Beytimdir. Bunların ikisi birbirinden ayrılmaz. Bunlara uymayan Benim yolumdan ayrılır"buyurdu. Dinimiz her işte "ölçülü" olmayı emreder. Bunun için sevgide ve düşmanlıkta haddi aşmamak, dinimizin dışına çıkmamak lazımdır. Çünkü, bir kimse ne kadar, zalim olursa olsun, ne kadar alçakça işler yaparsa yapsın, açıkça dini inkar etmedikçe, inanılacak şeylere inandığı müddetçe, Müslümandır, buna kafir denilemez. Yezid, zalimliğine, caniliğe sebep olmasına rağmen, İslâmiyete düşman değildi. Namaz kıldığı, İslamiyeti yaymak için cihad ettiği tarihî bir gerçektir. İstanbul'u fethetmeye gelen ordunun başında Yezid vardı ve emrinde Hz. Halid bin Zeyd ve Mesleme gibi Eshab-ı kiramın büyükleri bulunuyordu. Kerbela'nın sebebi, Yezid'in din düşmanlığından değil, Hz.Hüseyin'in kendisine karşı geldiği için saltanatının tehlikeye gireceği korkusundandı. Babası Hazreti Muaviye, Eshab-ı kiramdandı, Resulullahın kayın biraderi ve vahiy katibi idi, Onun zamanında İslamiyet geniş bir coğrafyaya yayıldı. Kerbela bunun vefatından çok sonra meydana geldi. Bundan dolayı onu suçlayamayız. Kerbela vahşetini kimse savunmuyor, kimse bununla övünmüyor. Bunun için bu vahşeti öne çıkarmanın, her sene gündeme getirmenin kimseye faydası yoktur. Aksine, İslam tarihinin en büyük yarasını deşmek olur. Müslümanları üzmek olur. Müslümanlar arasına tefrika sokmak olur. İnsanlık, düşmanlıktan değil, kardeşlikten fayda görmüştür. Ateş düştüğü yeri yakar. Bu olaya en çok üzülenler, Hazreti Hüseyin'in soyundan gelen seyyidlerdir. Çünkü, dedeleriydi. O'nun mübarek kanını taşıyorlardı. Fakat buna rağmen Abdülkadir-i Geylani, Ahmed Bedevi, Ahmet Rufai, Abdülhakim Arvasi gibi seyyidlerin büyükleri ve meşhurları bağırlarına taş basıp asırlarca bu olayı dile getirmediler. Olaya sebep olanları küfürle itham etmediler. Bizler de bu şerefli insanlar gibi davranıp bu vicdanları paralayan cinayetleri konuşmamalıyız. Ayrıca, konuştuğumuz zaman kime ne faydası olacak? Bu mübarek şehidler geri mi gelecek? Tabii ki hayır, sadece acılar tazelenecek, birlik ve beraberliğimiz bozulacak. Huzur içinde ve kardeşçe yaşamak için bunları dile getirmemek şarttır. Sözümüzü İmam-ı Şafii hazretlerinin şu tarihi sözü ile bitirelim: "Allahü teâlâ, bu kanlara ellerimizi bulaştırmaktan bizleri korudu. Biz de dillerimizi bulaştırmaktan korumalıyız!"
.
Ermiya aleyhisselam
4 Mart 2005 01:00
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hârûn aleyhisselâm neslindendir. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini bildirmekle vazîfelendirilmişti. Babası Hılkiya'dır. Bir peygamber olan Şa'yâ aleyhisselâmın şehîd edilmesinden sonra, isyanları ve azgınlıkları iyice fazlalaşan İsrâiloğullarına peygamber olarak Ermiyâ aleyhisselâm gönderildi. Allahü teala Ermiya aleyhisselama şöyle buyurdu: "İsrailoğulları, peygamberleri Şa'ya aleyhisselamı şehid ettikleri için onları cezalandıracağım. Onlara ateşe tapanları, azabımdan korkmayanları, sevabımı ummayanları musallat edeceğim. Kavmin olan İsrailoğullarına git. Onlar hakkında sana emrettiğim şeyleri kendilerine anlat. Haklarındaki nimetlerimi hatırlat. Bid'at ve yaramazlıklarını anlat. Onları bana itaate ve ibadete davet et. Ermiya aleyhisselam, Nâşiye bin Emvas adlı hükümdâra ve İsrâiloğullarına Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Îmân ve itâate gelmezlerse, musîbetlere uğrayacaklarını haber verdi. Bu sözleri duyan ve azgınlıklarına devâm eden İsrâiloğulları, Ermiyâ aleyhisselâmı hapsettiler. Bu sırada Asûrî hükümdârı Buhtunnasar, büyük bir orduyla Kudüs üzerine yürüdü. Şehre girerek İsrâiloğullarının askerlerini tamâmen öldürdü. Mescîd-i Aksâ'yı yıkıp, içindeki kıymetli eşyâyı, altınları, gümüşleri ve mücevherleri aldı. Bütün şehri ateşe vererek Tevrat nüshalarını yaktırdı. Yetmiş bin çocuğu da esir alarak götürdü. Buhtunnasar, Ermiyâ aleyhisselâmı hapisten çıkararak, kendisiyle birlikte gitmesini istediyse de Ermiyâ aleyhisselâm gitmeyerek Kudüs'te kaldı. Buhtunnasar tarafından harâbe hâle getirilen Kudüs'te kaçıp saklanan İsrâiloğulları Ermiyâ aleyhisselâmın yanına gelip toplandılar. Barınacak yerleri kalmadığından Mısır'a gittiler. Ermiyâ aleyhisselâm onların hâdiselerden ibret almalarını ve Allahü teâlâya itâat etmelerini söyledi. İsrailoğulları bu dâveti yine dinlemediler. Ermiyâ aleyhisselâm isyânlarından vazgeçmeyeceklerini görerek Nil Nehri kenarına gitti. Bir müddet sonra Mısır'ı da istilâ eden Buhtunnasar, Mısır Firavununu mağlub ettiği gibi, İsrâiloğullarını da esir aldı. Ermiyâ aleyhisselâmı Mısır'da da gördü. Fakat ona emân (güven) verdi. Arzu ettiği yere gitmesi için serbest bıraktı. Vefatı hakkında kaynaklarda kesin bilgi yoktu
.
Diyanet'in karşı atağı
4 Mart 2005 01:00
Misyonerlik faaliyetleri, son aylarda değişik bir ivme kazandı. Bu faaliyetlerin yan bir ürünü olan "Dinlerarası Diyalog"un devamlı gündemde tutulması da bu değişikliğin bir parçasıdır. Daha önce sadece dini yönden tehlike teşkil eden bu faaliyetler, ülke güvenliği açısından da ciddi tehlike oluşturmaya başladı. Bunun farkına varan devlet kuruluşlarımız ve istihbarat birimlerimiz karşı atağa geçerek tehlikeyi bertaraf edecek ciddi tedbirler almaya yöneldiler. Her adım başı misyonerlerle karşı karşıya gelen vatandaşlarımız, "Bizim Diyanetimiz nerede, bunlara karşı niçin tedbir almıyor?" diye tepki gösteriyorlardı. Diyanet İşleri Başkanlığı bu haklı tepkileri dikkate alarak gerekli çalışmaları başlattı. Diyanet Dergisi'nin Şubat ayı sayısında, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Mehmet Görmez bu çalışmaları açıkladı. Halkımızın da katkıda bulunmaları ve destek vermeleri için bu faaliyetleri duyurmayı önemli bir vazife bildim. Bu çalışmalar özetle şöyle bildiriliyordu: "Tarihte Afrika'ya yönelik ilk misyonerlik hareketleri, bu hareketin sadece bir din telkini olmaktan çok siyasî, sosyal ve ekonomik amaçlarla bir inanç ve kültür coğrafyası oluşturma teşebbüsü olduğunun en açık göstergesidir. Kenya'nın ilk başbakanı olan Jomo Kenyatta(1889-1978), misyonerlerin gayesini çarpıcı bir biçimde şöyle özetler: "Hristiyanlık Afrika'ya geldiğinde Afrikalıların toprakları, madenleri; Hristiyanların ise ellerinde sadece İncilleri vardı. Hristiyanlar bize gözlerimizi kapayarak dua ve ibadet etmemiz gerektiğini telkin ettiler. Gözlerimizi açtığımızda onlar bizim topraklarımızı, madenlerimizi, biz de onların İncillerini almıştık. Onların elinde topraklarımızın tapuları, bizim elimizde İncil vardı..." Bu sözler siyasî bir nutuk değil, tarihî bir gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, herkesin kendi inancını anlatma ve tebliğ etmede özgür olduğunu söyler. Ancak kamu güvenliğini tehdit eden ve evrensel ahlâk normlarını dışlayan istismarcı prozelitizmi bundan hariç tutar. Misyonerler bu kuralı çiğniyor. Doğumevi, düşkünler yurdu ve hastanelerde dağıtılan malzemeler, o malzemeler verilirken yapılan telkinler bunun bir tezahürüdür. Esasında böyle bir yöntem bütün ilâhî dinlere göre ahlâk dışı bir yaklaşımdır. Bizim kültürümüz bunu kaldırmaz. Kullandıkları argümanlar da yöntemleri gibi ahlâk dışıdır. İslâm'ı kötülemek için kullandıkları bütün argümanlar, ilmî ve ahlâkî değildir. Her şeyden önce bir Hristiyanın Müslüman olması kolaydır, ancak bir Müslümanın Hristiyanlaşması kadar zor bir şey yoktur. Bunun için hiçbir misyoner, doğrudan bir Müslümana ben seni Hristiyanlaştırmaya geldim, demez. Onun inancından ve kültüründen bir şeyler koparmaya çalışır. Argümanlarından bazı örnekler vermek gerekirse... En çok kullandıkları argüman, Hristiyanlığın kendi mensuplarını ileri götürdüğü, buna karşın İslâm'ın geri bıraktığı iddiasıdır. Tabiî az çok tarih okuyan bunun yanlış olduğunu bilir. Rönesans, reform ve aydınlanma hareketlerinin Hristiyanlığa bir tepki olarak ortaya çıktığını herkes bilir. İleri olduğu iddia edilen batılı düşünce, Hristiyanlıktan uzaklaştıkça özgürleşmiştir! Aynı şeyleri İslâm için söylemek mümkün değildir. Eğer sizin muradınız dininizi tebliğ etmek ise ve eğer gayeniz Hz. İsa'ya imanı sağlamak ise neden önceliği, uyuşturucu bağımlısı, satanist vs. gibi pek çok sapıklıklara saplanmış insanlara vermiyorsunuz da, dünyanın en uzak ülkelerindeki Müslüman gençlere yöneliyorsunuz?" (Devamı yarın)
.
Diyanet'in karşı atağı (2)
5 Mart 2005 01:00
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç.Dr. Mehmet Görmez'in misyonerlerle mücadele faaliyetleri hakkındaki açıklaması: "Başkanlığımızda oluşan bilgi bankasındaki bütün bilgi ve araştırmalar analize tâbi tutulduğunda, misyonerlik faaliyetlerine zemin teşkil eden şartları, bireysel ve toplumsal zaafları şu şekilde sıralamak mümkündür: Halkımızın mensubu olduğu İslâm dini hakkında yeterli bilgisinin olmaması, ülkemizde giderek manevî, ahlâkî ve kültürel değerlerin zayıflaması, çeşitli sebeplerle dinin örselenmesi, zaman zaman gericilik ve yobazlıkla özdeşleştirilmesi, İslâm'ın şiddet ve terörle bağdaştırılması ve Hristiyanlığın sevgi ve barış temalarıyla sunulması, film ve popüler kitaplarla bu propagandanın yaygınlaşması. Kur'an-ı kerim, Ehl-i kitapla mücadele yöntemimizi "Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et" ayetiyle ortaya koymuştur. Biz bu mücadelede; tarihî hoşgörüyü, din ve vicdan özgürlüğünü engelleyici nitelikte herhangi bir olaya sebebiyet vermemeyi, dinleri bir rekabet ortamına sokmamayı, misyonerlik faaliyetlerini abartmamayı esas aldık. Misyonerlik hareketlerine karşı bizim çalışmalarımızı üç kategoride ele alabiliriz. Birincisi bilgilendirme faaliyetleridir. Misyonerlik faaliyetleri hakkında toplumu aydınlatmak amacıyla çeşitli il ve ilçelerde Müftülükler tarafından tertiplenen periyodik konferans, panel ve sempozyumlar devam etmektedir. Bu bağlamda, 15-17 Nisan 2005 tarihinde Çanakkale'de "Türk Dünyasında Misyonerlik" konulu bir sempozyum gerçekleştirilecektir. Sempozyuma konunun uzmanı akademisyenler ile Başkanlığın yetkilileri katılacak ve misyonerlikle ilgili alan araştırmaları değerlendirilerek bilimsel çerçevede konunun boyutları ortaya konulacaktır. İkincisi yayın faaliyetidir. Bu konuda; 1. Misyonerlik faaliyetlerinin çeşitli yönleriyle ilgili broşür, kitap, CD türünde yayınlar hazırlanmaktadır. 2. Konu hakkında din görevlilerini bilgilendirmek amacıyla, "Misyonerlik" adlı bir kitapçık yazdırılmış olup baskıya hazırlanmaktadır. 3. "Dünya Dinleri" adlı bir proje telif aşamasındadır. 4. Batılı bilim ve devlet adamlarından İslâm dinini tercih edenlerin hayat hikâyelerini anlatan "Neden Müslüman Oldum" türünde bir seri hazırlanmaktadır. 5. Ücretsiz dağıtılmak üzere misyonerlik faaliyetlerinin hedef ve amacını anlatan küçük kitapçıklar hazırlanmaktadır. 6. Misyonerlerin gerek kendi dinlerini yüceltmek, gerekse İslâm dinini kötülemek için kullandığı argümanlara yönelik kitaplar hazırlanmaktadır. 7. Konuyla ilgili TV ve radyo yayınlarına yönelik program projeleri hazırlanmaktadır. Üçüncüsü eğitim faaliyetidir. Diyanet İşleri Başkanlığı, misyonerlik faaliyetleri hakkında kısa vadede önce kendi personelini meslek içi eğitim kursları, seminer ve toplantılarla yetiştirmeyi hedeflemektedir. Ayrıca resmî ve sivil kurum ve kuruluşlarla ortak çalışmalar içindeyiz." Bu konuda, Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu da, "Misyonerlik konusunu yasaklarla çözemeyiz. Bununla mücadeleyi; ancak kendi inançlarımızı, kendi dinimizi anlatarak, halkımızı daha iyi aydınlatarak yapabiliriz" demiştir. Misyonerlerle en iyi mücadele yolu, dinimizi iyi bilmek ve yaşamaktır. Bilen yaşayan etki altında kalmaz. Bunun için misyonerler, dini yaşayışı olmayan, zayıf inançlı kimselere çengel atıyorlar.
.
Danyâl aleyhisselâm
5 Mart 2005 01:00
Danyâl aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara tebliğ etmiş, duyurmuştur. Süleyman aleyhisselamın soyundandır. İsrâiloğulları Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip isyân edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Çeşitli belâlar gönderdi. Düşmanları tarafından yurtları işgâl edildi. Dün bahsettiğimiz gibi, Asurlu hükümdârı Buhtunnasar (Nabukadnazar)'ın orduları Kudüs'e girip ele geçirdiler. Şehri yakıp yıktılar, İsrâiloğullarından pekçok kimseyi öldürdüler, esir aldıkları yetmiş bin çocuğu yanlarında götürdüler. Bu çocuklar arasında Danyâl aleyhisselâmı Buhtunnasar sarayına aldı. Danyâl aleyhisselâm onun sarayında büyüdü. Mecûsî olan, yâni ateşe tapan Buhtunnasar, Danyâl aleyhisselâmın kendi dîninden olmadığını anlayınca, onu yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı. Gördüğü bir rüyayı başkası tabir edemeyip Danyal aleyhisselamın tabir etmesi üzerine, O'nu hapisten çıkarıp memleketin işlerini havâle etti. Çıkardığı fermanla ona saygı gösterilmesini emretti. Buhtunnasar'ın adamları onu kıskandılar. Onun işten uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen adamlarının sözlerine aldanan Buhtunnasar, Danyâl aleyhisselâmı kendi dîninden olmadığı için ateşe attırdı. Fakat Danyâl aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla yanmadı. Daha sonra Buhtunnasar'a yâhut Buhtunnasar'ın resmine secde etmediği için, içinde arslanların bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü teâlânın yardımıyla arslanlar ona hiç dokunmadılar. Danyâl aleyhisselâm atıldığı kuyudan sağ sâlim kurtuldu. Buhtunnasar'ın ölümünden sonra, Üzeyr aleyhisselâmla birlikte Kudüs'e geldi. Kendisine peygamberlik verildi. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dîninin emir ve yasaklarını anlattı. Bir müddet sonra Ehvaz yakınlarında Sûs şehrinde vefât etti.
.
Üzeyr aleyhisselâm
6 Mart 2005 01:00
Üzeyr aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Babasının ismi Şureyha olup, Harun aleyhisselâmın neslindendir. Küçük yaşından itibaren Tevrat'ı öğrenmişti. Zaten Tevrat'ı ezbere bilen sayılı kimselerden idi. Allahü teâlâ, ilâhî emirlerden yüz çevirip, peygamberlerin nasihat ve ikazlarına kulak tıkayan ve çeşitli azgınlık ve taşkınlıkta bulunan İsrailoğullarına, Babil hükümdarı Buhtunnasar'ı ceza olarak musallat etti. Kalabalık bir orduyla Şam ve Ürdün bölgelerini istilâ edip, insanları öldürten Buhtunnasar, Kudüs'ü de istilâ etti. Mescid-i Aksa'yı yıkıp, Kudüs şehrinin bağ ve bahçelerini harap etti. İsrailoğullarından çoğunu öldürüp, pek çok çocuk ve genci de esir alarak Babil'e götürdü. Babil'e götürülen genç esirler arasında Üzeyr aleyhisselâm da vardı. Üzeyr aleyhisselâm, Babil'de bir müddet esaret hayatı yaşadıktan sonra, elli yaşında olduğu sıralarda, bir fırsatını bulup, memleketi olan Kudüs'e gitmek üzere yola çıktı. Kudüs yakınına gelince, bir bahçede konaklayıp, merkebinden yükünü indirdi ve bir ağaca bağladı. Uzaktan Kudüs şehrini seyredip; şehrin harap, yollarının ve bahçelerinin viran olduğunu görerek üzüldü. Bu sırada karnı acıktığı için bir miktar incir ve üzüm koparıp, incirin bir kısmını yedi; üzümün de suyunu sıkıp içti. Bir ağaç altına oturup, yıkılmış evlere, bozulmuş yollara, çürümüş tenlere, yığılmış kemiklere bakıp; âlemin sonunu, yeniden dirilişi ve Allahü teâlânın kudretini düşündü. Kendi kendine, "Acaba, bu hâlden sonra Hak teâlâ bu şehri nasıl tamir ve ihya eder?" diyerek, tefekküre dalıp uyudu. Hazreti Üzeyr uykuda iken vefat etti. Bu hâlde yüz sene kaldı. Allahü teâlâ; onun bedenini, yiyecek ve içeceğini, insanların ve hayvanların gözünden gizledi. Üzeyr aleyhisselâmı ölü bırakmasından yetmiş sene kadar sonra, Fâris hükümdarlarından Nüşek adında bir hükümdar eliyle, Beyt-i Mukaddes'i (Mescid-i Aksa) ve Kudüs şehrini imar etti. Bu sırada Babil hükümdarı Buhtunnasar ölünce, İsrailoğulları esaretten kurtulup, memleketlerine döndüler..
.
Hz. Üzeyr'in diriltilmesi
7 Mart 2005 01:00
Allahü teâlâ, Üzeyr aleyhisselâmı vefatından yüz sene sonra, yeniden diriltti. Üzeyr aleyhisselâm, kendisinin, bir gün veya bir günden de az olarak uyumuş olduğu uykudan uyandığını zannetti. Çünkü incir ve üzümün sanki dalından yeni koparılmış ve şıranın, sıkıldığı saatlerdeki gibi bozulmamış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, Üzeyr aleyhisselâma vahyedip, yüz sene kaldığını bildirdi. Üzeyr aleyhisselâm merkebine baktığı zaman, onun parça parça olan kemiklerinin, vücudundan ayrılmış olduğunu gördü. Allahü teâlâ ona buyurdu ki: "Seni, insanlara bir delil kılmak için böyle öldürüp dirilttik. Bunu, öldükten sonra dirilmenin var olduğuna delil kıldık. Merkebin kemiklerine bak! Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz? Sonra da onlara et giydiriyoruz?" Allahü teâlâ; ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup kaybolmuş olan merkebi tekrar diriltti. Bu durumu gören Üzeyr aleyhisselâm, "Ben bilirim ki, şüphesiz Allahü teâlâ her şeye kadirdir!" buyurarak, Allahü teâlânın kudretini müşahede etti. Üzeyr aleyhisselâm, yeniden dirilen merkebine binip Kudüs şehrine girdi. Bulduğu insanları, gördüğü ev ve mahalleleri tanıyamadı. Kendi mahallesi olarak tahmin ettiği yerde, bir evin önünde durdu. Kapıda, gözleri görmeyen, elleri ve ayakları tutmayan bir kadına rastladı. Kadına sordu: - Üzeyr'in evi neresidir? Âmâ ve kötürüm olan kadın da cevap verdi: - Üzeyr'in evi burasıdır. Ben Üzeyr'in hizmetçisiyim. Fakat Üzeyr kaybolalı yüz yıldan fazla oldu. Ondan ümidimizi kestik. Kadın böyle söyledikten sonra ağlamaya başladı. Bunun üzerine Üzeyr aleyhisselâm; "Ben Üzeyr'im" deyip başından geçenleri anlattı. Üzeyr aleyhisselâmın duası bereketiyle, kadın, hastalıklarından şifa buldu. Kadın, ailenin diğer fertlerine ve İsrailoğullarına, Üzeyr aleyhisselâmın geldiğini haber verdi. Aile halkı Üzeyr aleyhisselâmı tanıyıp ikna oldular. Sevinç ve heyecanla gelen şehir halkı da, Üzeyr aleyhisselâmı ziyaret edip, uzun zaman geçtiği hâlde değişmemiş olduğunu gördüler. Yaşlılar ona çeşitli sorular sorarak imtihan etmeye başladılar.
.
Yahudilerin iftirası
8 Mart 2005 01:00
Üzeyr aleyhisselâm diriltilip kudüse geldikten sonra kendisine peygamberlik emri bildirildi. İsrailoğullarına, Tevrat'ın hükümlerini tebliğ etmeye, onları azgınlık ve sapıklıklardan sakındırmaya çalıştı. Daha önce, kendilerini dünya ve ahiret saadetine davet eden peygamberlerin apaçık mucizelerini gördükleri hâlde, onları yalanlayan, birçok peygamberi de şehit eden İsrailoğulları, Üzeyr aleyhisselâmın davetini de kabul etmediler. Okuduğu Tevrat'ın uydurma olduğunu iddia edenler çıktı. İçlerinden biri dedi ki: - Benim dedem, Buhtunnasar'ın zulmü zamanında, yakılmak suretiyle bütün Tevrat nüshalarının yok edildiğini bildirdi. Yalnız bir nüsha Tevrat'ı filân dağın tepesine gömdüğünü söyledi. O nüshayı getirip, Üzeyr'in okuduklarıyla karşılaştıralım. Gömülü olan yerden Tevrat nüshalarını getirip, Üzeyr aleyhisselâmın okuduklarıyla karşılaştırdılar. Yazılı nüshada olanlarla Üzeyr aleyhisselâmın okuduklarının aynı olduğunu gördüler. Bu kadar uzun zamandan sonra, Hazreti Üzeyr'in, Tevrat'ı ezbere okumasının mümkün olamayacağını düşünerek, "Üzeyr, Allahın oğludur"diye iftirada bulundular. Üzeyr aleyhisselâm ise, onların bu inanışlarının küfür ve sapıklık olduğunu, vazgeçmedikleri takdirde şiddetli azaba uğrayacaklarını bildirdi. Vefat edinceye kadar, İsrailoğullarının arasında bulundu. Onları hak yola davet etmeye devam etti. Üzeyr aleyhisselâmın vefatından sonra İsrailoğullarının isyanları ve sapıklıkları iyice arttı. Hazreti Üzeyr'in de birçok mucizesi vardır. Bazıları şunlardır: Yüz sene müddetle ölü olduğu hâlde, bedenine hiçbir şey olmamıştı. Üzeyr aleyhisselâm, elli yaş civarında vefat etmişti. Aradan yüz sene geçtikten sonra, tekrar dirildiğinde, elli yaşındaki genç simasıyla duruyordu. Üzeyr aleyhisselâm, dirildiği zaman, eşeğinin ölmüş, etlerinin çürümüş ve kemiklerinin dağılmış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, o hayvanın kemiklerini birleştirip et giydirmek suretiyle diriltti ve insanlara yeniden dirilişi için delil kıldı. Üzeyr aleyhisselâm, Kudüs'teki evine döndüğü zaman, kör ve kötürüm hâlde gördüğü hizmetçiye dua etmişti. Duasının bereketiyle, kadının gözleri görür hâle gelmiş ve sıhhatine kavuşmuştu.
.
Zekeriyya aleyhisselâm
9 Mart 2005 01:00
Zekeriyya aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. İsmi Zekeriyya bin Âzan olup, soyu Süleyman aleyhisselâma ulaşır. Musa aleyhisselâmın getirdiği dinin emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Marangozluk yapar, elinin emeğiyle geçinirdi. Zekeriyya aleyhisselâm zamanında Şam vilâyeti Batlamyüsilerin elindeydi. Onlar Kudüs'te bulunan Beyt-ül-Makdis'e hürmet ederlerdi. Beyt-ül-Makdis mamur olup, gece ve gündüz orada ibadet edilirdi. Mescitte, Harun aleyhisselâm neslinden din büyükleri vardı. O zamanlarda İsrailoğulları arasında peygamber yoktu. Bunlar, bir peygamber göndermesi için gece gündüz Allahü teâlâya dua ettiler. Allahü teâlâ, Beyt-i Makdis'te Tevrat yazmayı ve kurban kesmeyi idare eden Zekeriyya aleyhisselâmı peygamber olarak vazifelendirdi. Zekeriyya aleyhisselâm, nasihat ederek insanları doğru yola çağırdı. İsrailoğullarından, onun bildirdiklerine inananlar olduğu gibi, inanmayıp karşı çıkanlar daha çok oldu. Zekeriyya aleyhisselâm, İmran bin Masan isminde bir dostunun kızı olan Elisa ile evlendi. Elisa, Hazreti Meryem'in teyzesi idi. Zekeriyya aleyhisselâm, Beyt-i Makdis'te ibadet etmekte olan Hazreti Meryem'i himayesi altına aldı. Hazreti Meryem için Beyt-i Makdis'te yüksek bir oda yaptırdı. Hazreti Meryem bu odada hem Allahü teâlâya ibadet etti, hem de Zekeriyya aleyhisselâmdan Tevrat okudu. Zekeriyya aleyhisselâm 99 veya 120 yaşına geldiği hâlde, neslini devam ettirecek bir evlâdı yoktu. Hanımı da zaten çocuk doğurmuyordu ve 98 yaşındaydı. Gerek Zekeriyya aleyhisselâmın, gerekse hanımının çocuk sahibi olma yaşları geçmişti. Fakat içine bir evlât sevgisi düşüp, kendisine salih bir evlât ihsan etmesi için Allahü teâlâya dua etti. Allahü teâlâ, ona Yahya isminde bir erkek çocuğu ihsan edeceğini Cebrail aleyhisselâm vasıtasıyla bildirdi. Bir gün Zekeriyya aleyhisselâm, odasında namaz kılarken, beyaz elbiseler içerisinde Cebrail aleyhisselâm gelerek, Allahü teâlânın, kendisine Yahya isminde bir oğul ihsan edeceğini müjdeledi. Ayrıca, onun, Hazreti İsa'yı tasdik edeceğini, zamanın büyüklerinden ve bütün kötülüklerden uzak, peygamberlikle muttasıf, salihler zümresinden bir zat olacağını haber verdi...
.
Hz. Zekeriya'nın münacatı
10 Mart 2005 01:00
Zekeriyya aleyhisselâm, Allahü teâlânın kendisine evlad ihsan edeceği müjdesine sevinip şöyle münacatta bulundu: - Ya Rabbi! Bana vadettiğin çocuğun olacağına delil ve alâmet olmak üzere, bu gönlüme yerleşmesi ve kalbimin, bana vadettiğin şeyde mutmain olması için bir nişan ver. O alâmetle bu nimeti şükürle karşılayayım. Allahü teâlâ Zekeriyya aleyhisselâmın duasını kabul ederek buyurdu ki: - Senin için alâmet, birbiri ardınca üç gece ve gündüz insanlarla konuşamamandır. Yahya aleyhisselâm ana rahmine düşünce, Zekeriyya aleyhisselâm konuşamaz oldu. Meramını ancak işaretle anlatabiliyordu. O, bu üç gün içinde devamlı ibadet ve zikirle meşgul oldu. Cenab-ı Hakka karşı hamd ve şükür vazifesini yerine getirdi. Müddet tamam olunca, Yahya aleyhisselâm dünyaya geldi. Yahya aleyhisselâmın doğumu ile, Zekeriyya aleyhisselâm ve ailesi sevince gark oldular. Yahya aleyhisselâmdan altı ay sonra, İsa aleyhisselâm dünyaya geldi. İsrailoğulları, İsa aleyhisselâm beşikteyken, Allahü teâlânın kudretiyle konuşmasına rağmen, onun babasız dünyaya gelmesiyle ilgili olarak, Zekeriyya aleyhisselâma iftira ettiler. Zekeriyya aleyhisselâmı öldürmek üzere aramaya başladılar. Yahudilerin iftiralarını ve kendisini öldürmek istediklerini haber alan Zekeriyya aleyhisselâm, Yahudilerin bulundukları yerden uzaklaştı. Yahudiler, onu yakalamak için peşine düştüler. Zekeriyya aleyhisselâm Beyt-ül-Makdis yakınlarında ağaçlı bir bahçeye girdi. Bir ağacın yanından geçerken, ağaçtan ses geldi: - Ey Allahın peygamberi! Bana gel! Ağaç yarıldı ve Zekeriyya aleyhisselâm içine girdikten sonra tekrar kapanarak, onu gizledi. İsrailoğulları, Zekeriyya aleyhisselâmın izini takip ettikleri hâlde, onun nereye gittiğini anlayamadılar. O sırada şeytan gelerek, onlara dedi ki: - Bu ağacı testere ile kesin, burada ise meydana çıkar. Yoksa ne kaybedersiniz ki? Kâfirler o ağacı biçerek Zekeriyya aleyhisselâmı şehit ettiler. Zekeriyya aleyhisselâmın türbesi Halep'tedir
.
Hz. Zekeriya'nın mucizeleri
11 Mart 2005 01:00
Her peygamber gibi Zekeriyya aleyhisselâmın da mucizeleri vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kalemleri, kendi kendine Tevrat'ı yazardı. Zekeriyya aleyhisselâm Beyt-i Makdis'te maiyetinde yetmiş kişi olduğu hâlde Tevrat yazarlardı. Yahudilerin biri gelip dedi ki: - Hak peygamber olsaydın, elinle Tevrat yazmaya muhtaç olmazdın. Sen de elinle yazıyorsun. Emrindekilerle senin aranda hiçbir fark görmüyorum. Hazreti Zekeriyya bu söze çok üzüldü ve meraklandı. Cebrail aleyhisselâm gelip dedi ki: - Ey Zekeriyya, buradan kalkınız! Kaleminize emrediniz, kendi kendine yazsın! Zekeriyya aleyhisselâm, kalkıp, emredince, kalem istenen şeyi yazmaya başladı. O saatte kalem on iki sure yazdı. Bu mucize ile birçok kimse iman etti. Zekeriyya aleyhisselâm, Hazreti Meryem'i terbiyesi altına aldığı vakit, yazılması lâzım gelen kefaletnameyi, kalemsiz, hokkasız yazmıştır. Zekeriyya aleyhisselâm ile Beyt-i Mukaddes hademe ve kayyimlerinden yirmi dokuz kişi arasında, Hazreti Meryem'in kefaleti hakkında meydana çıkan ihtilâf üzerine, herkes kendi kalemini Ürdün suyuna atmışlarken, yalnız Zekeriyya aleyhisselâmın kalemi suyun üzerinde dikili kalmıştır. Ağaçlar, Zekeriyya aleyhisselâmla konuşurlardı. Yahudilerden bir taife kendisini şehit etmek üzere araştırırken ve kendileri de onlardan kaçtığı vakit, bir ağaç; "Ey Allahın peygamberi, gel bende gizlen, seni ben muhafaza ederim!" diye dile gelmişti. Zekeriyya aleyhisselâm su üzerinde yürür ve mübarek ayakları ıslanmazdı. Kendisi için, suda yürümekle, karada yürümek arasında fark yoktu. Zekeriyya aleyhisselâmdan mucize istendiği vakit, yakınlarındaki ağaçlara mübarek eliyle işaret etmiş, ağaçlar, hemen köklerinden kopup, önlerine gelip durmuşlardır.
.
Çocuk eğitiminde yeni devir
11 Mart 2005 01:00
Her işte olduğu gibi, çocuk eğitiminde de, "orta yol"da olmak çok önemlidir. İnsanoğlu nedense hep uçlarda dolaşıyor, aşırılıklara kaçıyor. Bunun sebebi de orta yolda olmak zordur. Çünkü bu denge ister, dikkat ister. Kısacası bilgi ve emek ister. 1950'li yıllara kadar, çocuklar üzerinde aşırı bir baskı vardı. Amerikalı ünlü yazar Benjamin Spock'ın 1946 yılında yazdığı, çocuk terbiyesi ile ilgili meşhur kitabından sonra dengeler değişti, anne baba bu defa başka bir uca kaydı. Evde söz sahibi çocuklar oldu. Her iş, çocukların isteğine göre planlanmaya başlandı. Çünkü Spock, 40'tan fazla ülkede basılan kitaplarında, anne ve babaların çocuklarına katı eğitim uygulamak yerine onlarla arkadaş olmalarını onların her isteklerine uymalarını savunuyordu. Spock, yeni tezi ile çocuk eğitimi konusundaki tüm kuralları yerle bir ediyordu. Ancak Spock'un görüşlerinin çok da doğru olmadığı anlaşıldı. Çünkü, sürekli sıkılan, depresyona giren, kendisine hedef koyamayan ve hiçbir şeyden keyif alamayan bu kuşak yanlış yönlendirmenin eseriydi. Batı'da son dönemde çok popüler olan çocuk eğitimi konulu kitaplar, onların her isteğini yerine getirmenin yanlış olduğunu savunuyor. Uzmanlar, 'bazı' cezaların da gerekli olduğu görüşündeler. Bu sayede çocuk bencil ve şımarık olmayacak; ileride ne istediğini bilen olgun bir insan haline gelecek. Geçenlerde, Sabah Gazetesi'nde Eylem Bilgiç'in "Arkadaş değil anne baba olun" başlıkla bir araştırma haberi yayınlandı. Çocukların eğitimi ile ilgili önemli gerçeklere yer verilen bu haber özetle şöyleydi: Son 10-15 yıldır ailedeki hakimiyeti ellerinde bulunduran çocuklar artık dizginleri gerçek sahibine vermeye başladı. Bunun en büyük nedeni, sınırsız özgürlük tanınan çocukların mutsuz olması. Hayatlarını çocuklarının isteklerine göre yönlendiren anne ve babaların yerini 'disiplinli'anne ve babalar alıyor. 'Modern' olarak nitelenen ebeveyn, çocuklarını şımartmamayı öğreniyor. Anne babalar, yıllardır ağızlarından çıkacak tek bir kelime için çocuklarının gözlerinin içine baktı; hangi peyniri yemek istediğini, sandaletlerini mi, spor ayakkabılarını mı giyeceğini sordu. "Soğuk olmasına rağmen montunu giymek istemiyor musun, önemli değil, biz de arabayı önceden ısıtırız" dedi. Sonuç olarak da şımarık, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan, bencil çocuklar yetiştirdiler. Artık bu ebeveynin yerini "Ben ne dersem o olacak" diyen 21. yüzyıl anne ve babası alıyor. Amerika ve Avrupa'da çocuk yetiştirme üzerine çıkan kitaplar, anne ve babaları çocuklarının suyuna gitmemeleri için uyarıyor. Çok fazla üstüne titremenin, şımartmanın çocukları "megolaman"laştıracağı vurgulanıyor. Hatta işi anne babaya emirler yağdırmaya kadar götüreceklerine dikkat çekiliyor. Uzmanlara göre bu yetiştiriliş tarzı, çocuklar üzerindeki olumsuz etkisini, büyüyüp gerçek dünyayla karşı karşıya kaldıkları zaman da gösteriyor. Birer yetişkin haline geldiklerinde "özel" olmadıklarını ve herkesle aynı şartlar altında yaşamak zorunda kaldıklarını gören dünün şımarık çocukları, iş ve ikili ilişkilerde birçok şeyle savaşmak zorunda kalıyor. Zamanı geri çevirmek ise artık imkansız. (Yarın da, bu konuda uzmanların görüşlerine yer vereceğiz
Çocuklar da depresyonda
18 Mart 2005 01:00
Kadınlar depresyonda, erkekler depresyonda derken çocukları da depresyona soktuk. Böylece halkayı tamamladık... Geçen hafta, çocuğun her isteğine "evet" demenin zararlarından bahsetmiştik. Newsweekdergisi de, çocuklarına "hayır" diyemeyen aileleri kapak yaptı. Dergiye görüş bildiren uzmanlara göre mutlu, kendine güvenli bir çocuk yetiştirmek için zaman zaman hayır demeyi de öğrenmek gerekiyor. Dergi, her şeye evet diyen ailelerin nasıl ortaya çıktığını, bu durumun çocuk üzerindeki beklenmedik psikolojik etkilerini araştırdı. Dergiye göre asla hayır diyemeyen çocuk merkezli aile tipi, daha çok 90'lı yıllarda görülmeye başladı. Aileler çocuklarını özel okullarda okutup, dans derslerine götürmeye, onların "ama arkadaşımda var!"dediği şeyleri satın almaya ve istedikleri her şeyi yapmaya başladı. Bu davranış biçimi ailelerin mutlu ve başarılı çocuklar yetiştirme isteğinden kaynaklansa da, tam tersi bir durumu ortaya çıkardı. Uzmanlar kesin bir tavırla hayır diyemeyen ailelerin, çocuğun kendini daha çok güvende hissetmesine değil, aksine çocuğun sınırları bilmemesine yol açtığı için, kendini güvensiz hissetmesine sebep olduğunu söylüyor. Çocuklar bir şeye sahip olabilmek için çalışılması gerektiğini, başarının değerini bu yüzden anlayamıyor. Hayatta da istedikleri her şeye istedikleri anda sahip olabileceklerini sanıyorlar. Fakat gerçek hayatta olaylar, ailelerinde yaşadıkları tarzda gelişmiyor. Bu da çocukların kendilerine olan güvenlerini kaybetmesine sebep oluyor. Çocuk başarılı olmak, takdir edilmek ve bir şeye sahip olmak için çalışması gerektiğini anlayamıyor. Daha da kötüsü hayatta karşılaştığı aksilikler karşısında güçlü bir şekilde ayakta kalamıyor. Ve hep birilerinin desteğine, onayına ihtiyaç duyuyor. Çocuk, her isteği yerine getirildiği için, istekleri arasında hangisinin daha önemli ve öncelikli olduğunu anlayamıyor. Sadece istiyor, istekleri de ailesi tarafından yerine getiriliyor. Bu da doyumsuz çocukların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu çocuklar için depresyon, ilerleyen yaşlarda sürekli nükseden bir hastalık halini alıyor. Çocuklar daha bencil, daha "ben merkezci" oluyor. Paylaşmak, ortak bir iş yapmak gibi şeylerin değerini ise bir türlü anlayamıyor. Peki buna sebep ne? Araştırmalara göre çocuklar bir sene içinde 40 binden fazla reklam izliyor. Bu da onların bu reklamlardan etkilenmesine, reklamlarda gördükleri şeyleri istemesine sebep oluyor. Ayrıca sürekli izledikleri müzik programları ve bu programlara konuk olan şarkıcılar da onların daha çok şey istemesine neden oluyor. Örneğin televizyona çıkan yıldızların giydiği kıyafetlerden almak istiyorlar. Çocuklar böylece, daha küçük yaşlardan itibaren çeşitli markalarla tanışmış oluyor. Uzmanlar ABD'de her yıl ailelerin, çocukların lüks tüketimi için 53.8 milyar dolar harcadığını belirtiyor. Yine ABD'de 12-19 yaş arasındakiler, sadece kendileri için her yıl yaklaşık 175 milyar dolar harcıyor. Özellikle son yıllarda, iş yerinde geçirilen saatler daha değerli hale geldiği ve çocuklarıyla geçirdikleri saatler giderek azaldığı için, aileler bu zamanı çocuklarına hayır dedikten sonra yaşadıkları tartışmalarla geçirmek istemiyorlar. Ancak uzmanlar ailelere, çocuğun hayatta bazı limitlerin olduğunu anlayabilmesi için, kısacası çocukların iyiliği için hayır demeyi öğrenmelerini tavsiye ediyor. Sadece, hayır deyip kestirip atmak değil, sebeplerini de onların anlayacağı dil ile anlatmak gerekir. Bu da kolay bir iş değil, sabır ve zaman gerektiren bir iş. Bunu göze alamayan aileler, istenileni verip kurtulmak istiyorlar. Fakat, bu ileride aile için çocuk için daha büyük sıkıntılara yol açıyor. Bunun için sabırla usanmadan anlatmaya, onları hayatın gerçekleri ile tanıştırmaya çalışmak şart
.
Yahya aleyhisselâm
12 Mart 2005 01:00
Yahya aleyhisselâm, İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Zekeriyya aleyhisselâmın oğludur. Annesinin ismi Elisa olup, İmran'ın kızıydı. Hıristiyanlar Elizabeth diyorlar. Dâvud aleyhisselâmın neslinden olup, Hazreti Meryem'in teyzesinin oğluydu. Allahü teâlâ, onu, babası Zekeriyya aleyhisselâmın duası üzerine, yaşlı oldukları hâlde ihsan etti. Yahya aleyhisselâmın doğumu ile İsa aleyhisselâmın doğumu aynı seneye rastlamaktadır. Doğumundan itibaren fevkalâdelikler içinde olan Yahya aleyhisselâm, babası Zekeriyya aleyhisselâmın nezaretinde yetişti. Küçük yaşta Tevrat'ı okumaya ve hükümlerini anlamaya başladı. Zaten Allahü teâlâ tarafından, ona, küçük yaşından itibaren hikmet ihsan edildiği, Tevrat'ı okuyup hükümlerini anlama kabiliyeti verildiği bildirilmiştir. Tevrat'ı ve hükümlerini küçük yaşta öğrenmiş olan Yahya aleyhisselâm, bazen Beyt-ül-Makdis'te, bazen de tenha ve ıssız yerlerde Allahü teâlâya ibadet ve taatla meşgul olurdu. Yahya aleyhisselâm rüşt, olgunluk çağına ulaştığı zaman, kendisine, Allahü teâlâ tarafından peygamberlik emri bildirildi. İlk önce Musa aleyhisselâmın bildirdiği dinin esaslarına uyması ve Tevrat'ın hükümlerini insanlara tebliğ etmesi emredildi. İsa aleyhisselâma İncil nazil olup, Tevrat'ın hükmü kaldırılınca, İsrailoğullarını İncil'in emir ve yasaklarına uymaya çağırdı. Daha sonra Şam'a giderek insanları hak dine davet etti. Yahya aleyhisselâmın davetini kabul edenler olduğu gibi, türlü bahanelerle ona karşı çıkanlar da oldu. Peygamberlerin mucizelerini gördükleri hâlde, onlara inanmayıp, karşı çıkan ve birçok peygamberi şehit eden İsrailoğulları, İsa aleyhisselâma karşı çıkıp, onu şehit etmek istediler. Allahü teâlâ İsa aleyhisselâmı göğe kaldırdıktan sonra, Yahya aleyhisselâm, İncil'in hükümlerini insanlara anlatmaya devam etti. Yahudi hükümdarı Birinci Herod, Hazreti Yahya'ya iyi muamelede bulunurdu. Kendi kardeşinin kızı veya hanımının önceki kocasından bir kızı vardı. Yahudi hükümdarı Birinci Herod bu kızla evlenmeyi ve nikâhlarını Yahya aleyhisselâmın yapmasını istedi. Yahya aleyhisselâm böyle bir evliliğin Hazreti İsa'nın tebliğ ettiği İncil kitabında yasaklandığını ve böyle bir nikâhın imkânsız olduğunu bildirdi. Bu duruma içerleyen kızın annesi, Yahya aleyhisselâmın öldürülmesini istedi. Herod'un adamları, Yahya aleyhisselâmı yakalayıp, başını kesmek suretiyle şehit ettiler. Kesilmiş olmasına rağmen, Yahya aleyhisselâmın başı, mucize olarak; "Bu kızı almak sana helâl değildir!" diye defalarca söyledi. Yahya aleyhisselâmın mübarek bedeninin parçaları, başka başka şehirlerdedir. Başı ise Şam'daki Ümeyye Camii'ndeki türbededir.
.
Sorumlulukları hissettirilmeli
12 Mart 2005 01:00
Dün, ailede çocukların her istediğinin yerine getirilmesi, onları gelecekte olumsuz yönde etkilediğinden bahsederek, anne babalara, "Arkadaş değil anne baba olun!" tavsiyesinde bulunmuştuk. Bugün de bu konuda uzmanların görüşlerine yer vereceğiz. Florida'nın önde gelen psikologlarından Dr. Perry Buffington:Daha birkaç yıl öncesine kadar, çocuklarının her istediğini yerine getirerek onların bağlılığını kazanmaya çalışan anne babaların aslında onlara büyük zarar verdiğini savunan bir avuç insandık. Ama gün geçtikçe bu gerçeği fark edenlerin sayısı hızla artıyor. Evin generali anne babalar olmalı; lider konumda olduklarını çocuklarına göstermeli ve onlara sorumluluklarını sürekli hissettirmeliler. Mesela çocuğunuza verdiğiniz isim konusunda bile dikkatli olun ve moda isimlerden uzak durun. Örneğin ailenizde saygı duyduğunuz, değerli insanların isimlerini seçin. Böylelikle o kişide hayranlık duyduğunuz değerleri çocuklarınıza da kolaylıkla aşılayabilirsiniz. Çocuklar disiplini erken yaşlarda öğrenmelidir. Böylelikle büyüdükçe anne babaları kendilerine sınırlar koymaya başladığında buna uyum göstermekte zorlanmazlar. Anne baba gerektiği zamanlarda çocuklarına karşı sesini yükseltmeli ve gerektiğinde de cezalandırmalıdır. Verilecek küçük cezalar çocukların sorumluluk sahibi olarak yetişmelerinde önemli rol oynuyor. Yanlış bir şey yaptıklarında bir hafta boyunca çizgi film izlemelerini yasaklamak, tüm hafta sonu evden çıkmalarına izin vermemek, yatağa erken bir saatte göndermek, kısa bir süre de olsa kapının önüne koymak, tabaklarındaki tüm yemeği bitirmezlerse ertesi akşam yatağa aç göndermek, sebze yemeyi reddettiklerinde sevdiği yemekten mahrum bırakmak, harçlığını kesmek, sevdiği oyuncağını elinden almak gibi cezalar verilmelidir. Yine anne ve babanın elindeki en güçlü silah, "bakış"... Özellikle topluluk içinde ebeveynin çocuğunu gözleriyle disiplin altında tutması ve sorumluluklarını hatırlatması gerekir. Çocukları disiplin içinde yetiştirmek onlara sevgi göstermemek anlamına gelmez. Anne babaların, çocuklarının güzel davranışlarını onayladıklarını göstermekten de kaçınmamaları gerekir. Doç. Dr. Bengi Semerci (Psikiyatrist): Bütün dünyada bu işin uzmanlarının koyduğu genel bir kural var: Çocuklar ne 90'lardaki gibi aşırı özgürlükçü ne de aşırı katı kurallarla yetiştirilmeli. Buradaki özgürlük kelimesi tırnak içinde olmalı. Çünkü bu 'özgürlük'le, hakkını savunabilen, kendi ayakları üstünde durabilen, isteklerini gerçekleştirmek için kendi başına adımlar atabilecek çocuklar kastediliyor. Çocuğun aşırı disiplinli bir şekilde yetişmesi de doğru değil. Çocuk yetiştirmedeki doğru kural çocuğu dinlemek, söylediklerine kulak vermek ve onun gelişmekte, büyümekte olduğunu, bizim ona bir şey öğretmekle yükümlü olduğumuzu unutmamaktır. Onunla gerektiğinde konuşmalı, gerektiğinde ödül, gerektiğinde ceza vermeli ama evet ve hayırı, doğruyu, yanlışı da öğretmeliyiz. Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes (Çocuk ve Ergen Psikiyatristi): Beyin belli bir yaştan sonra tam gelişmesini tamamlar. Bu nedenle küçük yaştaki çocukları karar vermek durumunda bırakmak uygunsuz bir davranıştır. Dolayısıyla mutlaka belli bir yaşa kadar ailenin çocuğu yönlendirmesi gerekir. Küçük yaştaki çocuklar henüz karar verme, planlama yeteneklerine kavuşmamıştır. Beyinleri geliştikten sonra bunu yapabilirler. Disiplinden de anlaşılması gereken; çocuğun her konuda sınırını bilmesidir. Bu katı, ağır ceza anlamına gelmez. Tabii çocuğun zarar verici düzeyde bir davranışı olursa onu sevdiği bir şeyden mahrum bırakarak ceza verilebilir. Ama bu çocuğun kişiliğini zedeleyici, onur kırıcı bir ceza olmamalı. Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
İsa aleyhisselam
13 Mart 2005 01:00
İsa aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen ve Kur'an-ı kerimde ismi bildirilen peygamberlerdendir. Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine Ülül'azm denilen altı peygamberin beşincisidir. Annesi Hazreti Meryem'dir. Hazreti Meryem'in babası, Dâvud aleyhisselâmın soyundan ve Benî İsrail'in büyüklerinden İmran adında bir zattır. Bu zatın hanımı Hunne, çocuğu olmadığı için; "Allahü teâlâ bana bir çocuk ihsan ederse, onu Beyt-ül-Mukaddes'e hizmetçi yapacağım" diye adakta bulunmuştu. O zaman erkek çocukları, Beyt-ül-Mukaddes'e (Mescid-i Aksa) hizmetçi olarak adamak âdetti. Hunne hamileyken kocası İmran vefat etti. Bir müddet sonra bir kız çocuğu doğurdu ve adını, Allahın kulu manasına gelen "Meryem"koydu. "Ya Rabbi! Ne yapayım kız oldu, sen onu kabul buyur!" diyerek, Allahü teâlâya yalvardı ve çocuğunu alıp, Beyt-ül-Mukaddes'e götürdü. "Alınız, bu çocuk buraya adaktır!" diyerek Meryem'i oradaki hizmetçilere bıraktı. Hazreti Meryem, büyük bir zat olan İmran'ın kızı olduğundan, birçok kimse, onu büyütüp yetiştirmek istemişti. Fakat teyzesi Elisa'nın kocası ve peygamber olan Zekeriyya aleyhisselâm, Meryem'i alıp evine götürdü. Hazreti Meryem, teyzesinin yanında büyüdü. Daha sonra Zekeriyya aleyhisselâm ona, Beyt-ül Mukaddes'te husûsî bir oda yaptırdı. Hazreti Meryem odasına çekildi ve ibâdetle meşgul oldu. Yanına Zekeriyya aleyhisselâmdan başka kimse giremezdi. Zekeriyya aleyhisselam Hazreti Meryem'in yanına her gidişinde orada yiyecek birşey olduğunu görürdü. Bu hususta Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: "Rabbi, Meryem'i güzel bir kabul ile kabul buyurdu, onu iyi bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyya peygamberi de ona kefil, himâyesine memur kıldı. Zekeriyya ne zaman Meryem'in bulunduğu mihraba girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu: "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?" dedi. O da: "Bu, Allah tarafından; şüphe yok ki, Allah dilediğini hesabsız olarak rızıklandırır" dedi. (Âl-i İmrân 37) Hazreti Meryem, Beytül Makdis'de gece-gündüz hep ibâdetle meşgûl olurdu. O kadar çok ibâdet ederdi ki, ibâdeti İsrâiloğulları arasında darb-ı mesel hâline gelmişti.
.
Hz. Meryem'in faziletleri
14 Mart 2005 01:00
Hazret-i Meryem gece-gündüz hep ibâdetle meşgul olurdu. O kadar çok ibâdet ederdi ki, ibâdeti Benî İsrail arasında darb-ı mesel hâline geldi. Hâli ve hareketi, yaşayışı pek güzel idi. Allahü teâlâ ona birçok kerametler, güzel haller ihsan etmiş idi. Kerîm hâllerden, şerefli muamelelerden yâni keramet cinsinden onda görünen şeyler, harikulade hâller meşhur olup yayıldı. Ayet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: "Habîbim! Meryem'i de yâd eyle ki, o, ırzını (bir kal'a gibi) haramdan korumuştu..."(Enbiyâ sûresi: 91) "(Allahü teâlâ, îmân edenlere Fir'avn'ın hanımı Asiye binti Müzâhim'i bir misâl yaptığı gibi) İmrân'ın kızı Meryem'i de bir misâl yaptı ki, o ırzını, bir kal'a gibi korumuş, pek sağlam bir şekilde muhafaza etmişti."(Tahrîm sûresi: 12) "Yâd eyle şu vakti ki; melekler(yâni Cebrail aleyhisselâm, Hazreti Meryem'e şifahen) şöyle demişti: "Ey Meryem! Muhakkak ki Allahü teâlâ(çok ibâdet etmenle ve tertemiz olmanla) seni seçti ve seni(kötü hasletlerden ve kabîh, çirkin âdetlerden) pak etti. Ve seni âlemdeki(zamanındaki) bütün kadınlara mümtazkıldı,(Hazreti Meryem, Allahü teâlânın pek çok lütuf ve ihsanına kavuştu. Allahü teâlâ bunu beyân buyurduktan sonra, bu nimetlere şükür olarak ibâdet ve tâatını artırmasını ona vâcib kıldı ve buyurdu ki:) Ey Meryem! (Şükür için) Rabbin teâlâ hazretlerine tâate devam eyle!(Veya O'na şükür için namazında kıyamını uzun eyle!) Rabbine secde eyle! Rükû edenlerleberaber rükû eyle(namaz kılanlarla namaz kıl)." (Al-i İmrân sûresi: 42-43) Bu emirden sonra Hazreti Meryem'in ibâdet ve tâate devamı daha çok arttı. İmâm-ı Evzâ'î buyurdu ki: "Vaktâ ki Meryem (r.anhâ) bununla emrolundu, namazda çok durmaktan, çok namaz kılmaktan ayakları şişti..." Hazreti Meryem, o zamanda bulunan bütün kadınların en faziletlisi idi. Nitekim Buhâride Hazreti Ali'nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Îmrân kızı Meryem, zamanında dünyâda bulunan bütün kadınların hayırlısıdır. Bu Ümmetin kadınlarının en hayırlısı da Hadîce'dir(r.anhümâ)" buyurmuşlardır. Hazret-i Meryem'in fazîletleri, üstünlükleri hakkında İmâm-ı Ahmed'in senedleri ile hazret-i Enes'den bildirdiği hadîs-i şerifte; "Âlemdeki kadınlardan dördü pek yüksektir: Meryem binti İmrân, Fîr'avn'ın hanımı Âsiye, Hadîce binti Huveylid ve Fâtıma binti Muhammed" buyuruldu
.
Ona iftira ettiler!
15 Mart 2005 01:00
Hazreti Meryem'in ismi, Kur'ân-ı kerîmde çok zikredilmiş, Enbiyâ sûresinin 91. âyet-i kerîmesinde ismi geçmeden, fakat ona işaretle, ırzını çok güzel koruduğu bildirilmiş, Mâide sûresinin 75. âyet-i kerîmesinde ise "Sıddîka" diye övülmüştür. Hazreti Meryem'in fazîletleri, diğer insanlar arasında mümtaz, ayrı bir yeri olması, maddeler hâlinde özetle şöyledir: 1-Beyt-ül-Makdis'e nezr olarak kabul edilmesi. Hâlbuki, o zamana kadar, sâdece erkek çocuklar kabul edilir, kız çocuklar kabul edilmezdi. 2-Beyt-ül-Makdis'de bulunan odasına, Hak teâlâ tarafından gaybî olarak rızkının gönderilmesi. 3-Kerâmetlere nail olması. 4-Cebrâil aleyhisselâm ile konuşup görüşmesi. 5-Hazreti Îsâ'nın kundakta iken konuşması ve böylece, Hazreti Meryem'in iftiralardan temiz olduğunun sabit olması. 6-Kendinin ve oğlu Hazreti Îsâ'nın, âleme ibret ve misâl kılınması. Hazreti Meryem, on beş yaşındayken Yûsuf-i Neccâr adında biriyle nişanlanmıştı, fakat onunla evlenmedi. Allahü teâlâ kendisine babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi. Bu hususta Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: "Melekler: "Ey Meryem! Allah kendinden bir kelimeyle (bir emirle yaratılacak çocuğu) sana müjdeliyor, ismi Meryem'in oğlu Mesih-İsâ'dır. Dünyâda da, âhirette de şânı yücedir, hem de Allaha yakın olanlardan..." demişlerdi. Meryem: "Ey Rabbim! Bana bir insan dokunmamışken nasıl benim bir çocuğum olabilir?" dedi. Allahü teâlâ şöyle buyurdu: "Doğrudur, sana bir kimse dokunmamıştır, fakat Allahü teâlâ dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murâd edince ona sâdece "ol" der, o hemen oluverir." (Âl-i Imrân: 45-47) Hazreti Meryem, Allahü teâlânın dilemesiyle hâmile kaldı. Bundan bir müddet sonra normal hâmilelik hâlleri görülmeye başladı. Yahûdî kavmi hâmile olduğunu anlayınca, ona iftirâ etmeye başladılar.
.
Yûsuf-i Neccâr'ın merakı!
16 Mart 2005 01:00
Yûsuf-i Neccâr, Hazreti Meryem'in hâmile olduğunu görünce, adetâ ne olduğunu şaşırdı. Bunu nasıl yorumlayacağını bilemedi. Onun iffet, hayâ ve edebinin ne derece kemâlde olduğunu biliyor, yanlış bir iş yapmasına asla ihtimâl vermiyordu. Fakat Hazreti Meryem hâmile idi ve bunun, zahirde bir tek îzâhı vardı, o da, bir erkeğe yakın olması... Adetâ aklını kaçıracak gibi oluyordu. Nihayet bir yolunu bulup, Hz. Meryem'e dedi ki: "Bana söyler misin? Hiç tohum ekmeden ekin biter mi, yağmur yağmadan ağaç yetiştiği olur mu, erkek olmadan çocuk meydana gelir mi? Babasız olarak çocuk doğar mı?" Bunun üzerine Hazreti Meryem, şöyle dedi: -Evet doğar. Allahü teâlâ tohumu ilk yarattığında, tohumdan mı yarattı? Elbette tohumsuz yarattı. Bunu biliyor musun? Allahü teâlâ, ağacı ilk yarattığında yağmur ile mi yarattı? Elbette yağmursuz yarattı. O, yağmuru da, suyu da, ağacı da, tohumu da kendi ilâhî kudretiyle ve sâdece "Ol" emri ile yarattı. (Yine ezelî takdîri ile bu âlemde her şeyin sebepler ile meydana gelmesini dilediğinden, meselâ yağmuru, ağacın yetişmesi için bir sebep kıldı. Böyle sebepler olmadan da elbette yaratır. Fakat yine O, hâdiselerin sebepler ile vuku bulmasını dilediği için, hâdiseler, sebepler ile cereyan etmektedir. Meselâ; ateşi yakmaya, bıçağı kesmeye sebep kılmıştır. Fakat dilerse bunlarda te'sir halketmez. Meselâ; ateşin, İbrahim aleyhisselâmı yakmaması, bıçağın, Hazreti İsmail'i kesmemesi böyledir.) Yoksa sen, tohum ile yağmur sebepleri olmazsa, Allahü teâlâ ekin ile ağaç yetiştiremeyeceğini mi zannediyorsun? Hazreti Meryem'in bu sözlerine karşı Yûsuf-i Neccâr; -Hayır öyle bir şey demiyorum. Bilakis Allahü teâlâ dilediği her şeyi yapmaya kadirdir. Mutlak kudret sahibi yalnız O'dur. Bir şeyin olmasını dileyince yalnız "Ol" emrini verir. O şey de hemen oluverir diyorum, dedi. Hazreti Meryem, "Peki sen Allahü teâlanın Hazreti Âdem'i ve Hazreti Havva'yı da anasız ve babasız olarak yarattığını bilmiyor musun? deyince, o; "Evet biliyorum, dedi. Bu konuşmalardan, Hazreti Meryem'in -hâşâ- yanlış bir iş işlemediğini, bu hamileliğin, Hak teâlanın takdîri ve kudretiyle meydana geldiğini iyice anlayan Yûsuf-i Neccâr, artık bu hususta daha fazla soru sormanın, fikir yürütmenin ve çeşitli zanlarda bulunmanın yersiz olduğunu düşündü ve yanlış karar vermekten kaçındı. İsrailoğulları arasında yapılan dedikodulardan çok üzülen Hazreti Meryem, doğumu yaklaşınca, insanlardan uzak olan, Kudüs'ün 10 km güneyindeki Beyt-i Lahm adı verilen kasabaya çekildi
.
Hz. İsa'nın beşikte konuşması
17 Mart 2005 01:00
Hazreti Meryem, doğumun ilk alâmetleri belirdiği sırada bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş bir hurma ağacının altına geldi. Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı. Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi. Mevsim kış olduğu hâlde meyve verdi. Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı. Bu hâl, Hazreti Meryem'i tesellî etti. Nihâyet, yaslandığı kuru hurma ağacının altında Hazreti Îsâ dünyâya geldi. Îsâ aleyhisselâm doğduğu zaman, doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp, yere döküldü. O doğunca gökte büyük bir yıldız göründü. Hazreti Meryem, insanların kendisine ağır ithamlarda bulunarak iftirâ yapacaklarından iyice endişelenmeye başlamıştı. Bu sırada kendisine ilhâm edildiği Kur'ân-ı kerîmde meâlen şu şekilde bildirilmektedir: "(Cebrâil, yüksek bir yerde bulunan) Meryem'e aşağı tarafından şöyle çağırdı: "Sakın üzülme, Rabbin senin alt yanında bir su arkı yarattı. Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş tâze hurmalar dökülsün. Artık ye, iç, gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen 'Ben Rahmana, Allaha bir oruç (susmak) adadım. Onun için bugün hiç kimseye aslâ söz söylemeyeceğim' de." (Meryem: 24-26). Hazreti Meryem'in Beyt-i Lahm'de olduğunu ve çocuk doğurduğunu öğrenen Yahûdîler, toplanıp Beyt-i Lahm'e gittiler. Hazreti Meryem, onların geldiğini öğrenince, kucağında çocuğuyla berâber onların yanına gitti. Onu kucağında bir çocukla gören İsrâiloğulları, hakâret etmeye başladılar. "Ey Meryem! Sen çok çirkin bir iş yaptın. Hâlbuki sen çok temiz bir âileye mensupsun" dediklerinde; Hazreti Meryem onların kaba sözlerine karşı hiç ses çıkarmadan parmağıyla "Buna sorun"manasında yeni doğan çocuğa işaret etti. Onun bu hareketini görenler çıkışarak; "Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz. O çocuk bize cevap veremez" dediler. Bu sırada kundaktaki çocuk (Îsâ aleyhisselâm) annesinin işâretiyle dile geldi ve hârikulâde olarak konuşmaya başladı."Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız. Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O, bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır. Her nerede olsam beni mübârek kıldı ve hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkâr kıldı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir" dedi.
.
Mısır'da geçen on iki yıl
18 Mart 2005 01:00
İsrâiloğulları, Hz. İsa beşikte iken kendilerine cevap vermesi üzerine şaşırıp kaldılar, fakat dedikodu yapmaktan ve iftirâlardan da vazgeçmediler. Hazreti Îsâ'nın doğduğu sırada Filistin'deki Yahûdî Kralı, çocukları öldürtüyordu. Hazreti Meryem, oğlu Îsâ aleyhisselâmı alıp, Mısır'a gitti. Hazreti Îsâ, on iki yaşına ulaşıncaya kadar orada ikâmet ettiler. Bu küçük yaşta, kendisinden fevkalâde hâller zahir oldu. Bunlardan biri şu idi: Evinde kaldıkları ağanın bir şeyi kaybolmuştu. Bu evde, fakirler, zayıflar, düşkünler muhtaçlar kalırdı. Ağa, kaybolan bu malı, parayı kimin aldığını anlayamadı. Hazreti Meryem'e bu hâdise çok ağır geldi. Orada kalan diğer insanlar da çok üzüldü. Ev sahibinin canı çok sıkılmıştı. Bu işi siz yaptınız diyerek oradakileri azarladı. Îsâ aleyhisselâm bu hâli görünce, duruma müdâhale etti. O sırada orada biri kör, biri kötürüm iki kişi vardı. Hazreti Îsâ, kör adama seslenip; - Hadi, şu kötürümü al ve ayağa kalk, dedi. -Ben bunu yapamam, diye cevap verince; -Hadi, hadi. Evin şurasındaki delikten, ikiniz parayı alırken yaptığın gibi yap, buyurdu. O böyle deyince, körle kötürüm onu tasdik ettiler ve aldıkları parayı getirdiler. Îsâ aleyhisselâm, insanların gözünde büyüdü. Hâlbuki yaşı daha pek küçük idi. Hazreti Îsâ'nın Mısır'da kaldığı on iki sene içinde kendisinde görülen, fevkalâde hâllerden biri de şudur: Ağanın oğlu, çocuklarının sadakası olarak insanlara ziyafet tertîb etmişti. İnsanlar toplanıp, yemeğe başlayınca, onlara içecek bir şey de vermek istemişti. Küplerin yanına gelince bir şey bulamadı. Canı sıkılıp mahcûb oldu. Îsâ aleyhisselâm bu hâlini görünce, kalktı yanına geldi ve elini küpün ağzına sürdü. Böyle yapar yapmaz küplerin hepsi pek güzel şerbetler ile doluverdi. Oradaki insanlar, parmaklarını ısırırcasına hayrette kaldılar ve ona tazim ettiler. Kendisine ve annesine pek çok mal ve para arz ettiler. Onlar ise kabul etmediler. Hazreti Meryem, oğlu Hazreti İsa ile birlikte Kudüs'e gelip, Nâsıra kasabasına yerleştiler.
Hazreti İsa'nın peygamberliği
19 Mart 2005 01:00
İsa aleyhisselam ve annesi Nasıra köyüne yerleştikten sonra uzun müddet burada kaldılar. Hazreti İsa otuz yaşına girince, burada, Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi. Bulunduğu Nasıra şehrine nisbetle, Hazreti İsa'ya tabi olanlara Nasrani denilmiştir. Peygamber olduğu kendisine bildirilince hemen tebliğe başladı. İnsanların imana gelmelerini, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğreterek, ona göre amel etmelerini ve isyanda bulunmamalarını istedi. İsa aleyhisselam tebliğ vazifesine devam ederken birçok kimse küfürde direterek söylenilenleri kabul etmiyordu. İsa aleyhisselamın daveti üç safhada olmuştur. O ilk önce kendisinin Allahü teâlâ tarafından İsrailoğullarına peygamber gönderildiğini ve Rabbinden bir hikmet ile geldiğini bildirdi. Kendisine iman etmelerini söyledi. İnsanlara Allahü teâlâdan korkmalarını, peygamber olduğu için kendine tabi olmalarını ve itaat etmelerini emretti. Bütün peygamberlere yaptıkları gibi insanlar ondan da, peygamberliğine delil olarak mûcizeler istediler. Umûmiyetle, kabul etmeye yanaşmayan insanlar, inadlarına bir sebep bulmak isterlerdi. Bu yüzden mûcize göster derlerdi. Güya peygamber olduğunu söyleyen zat, mûcize olacak fevkalade bir şey gösteremeyecek, onlar da inanmamalarının bahanesini bulmuş olacaklardı. Bazıları da, hakikaten samimi kalb ile, o zatın peygamber olduğunu anlamak için mûcize ister ve mûcizeyi görünce de derhal kabul ve tasdik ederdi. İşte, bütün peygamberler gibi, İsa aleyhisselam da bütün bu istekler karşısında pek çok mûcizeler gösterdi. Hazret-i İsa, davetinin ikinci safhasında, kendinden önce, Benî İsrail peygamberlerinin ilki olan Musa aleyhisselama gönderilen Tevrât'ın ve hükümlerinin bozulmamış asli şeklini tasdik edici olduğunu bildirdi. Bununla beraber, Hak teâlânın, kendisine yeni bir din verdiğini ve İncil kitabını indirdiğini söyledi. Böylece Tevrât'ta bulunan bazı hükümlerin değiştirildiğini açıkladı. Bilindiği gibi, Tevrât'ı tasdik demek, onun ilahi kitaplardan olduğunu kabul etmek demektir. İsa aleyhisselama hatta bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselama bildirilen dinlerde, ibadetlere ve muamelata ait bazı hükümlerde değişiklikler bulunması onun ilahi bir kitab olduğunu tasdike mani değildir. Nitekim şimdi bütün mü'minler, Tevrât ve diğer ilahi kitapların hak olduklarına inanmakta, fakat bugün Kur'an-ı kerim hariç diğerlerinin tahrif edilip, değiştirilmiş olduğunu bilmektedirler. Yine bütün ilahi kitaplarda, Allahü teâlâ tarafından peygamberler vasıtası ile bildirilen iman, itikad hususları hep aynı olup, hiç değişmemiştir.
.
Batı kendini sorguluyor
19 Mart 2005 01:00
Batı son yıllarda birçok konuda kendini sorgulamaya başladı. İlim adamları "Nerede hata yaptık?" demeye başladı. Atı alan Üsküdar'ı geçti ama, zararın neresinden dönülürse kârdır. En azından Batı'nın peşine takılmış bizim gibi ülkeler aynı hatalara düşmemiş olurlar. Batı'nın son 50 yılda yaptığı en büyük hata, aile fertlerine özgürlük gayesiyle aile üzerinde yaptıkları tahribattı. Özgürlük adına, fuhuş ve cinsi sapıklıkların her türlüsü meşru hale getirildi. Bu da, Batı'da aile hayatını bitirdi. Birçok ülkede, nüfus artışı eksilerde. Bu da, ülkenin aydınlarını gelecek ile ilgili ciddi endişelere sevketti. Bu konularda ciddi bilimsel araştırmalara yönelmek zorunda kaldılar. Gazetelerde aileyi kurtarmakla ilgili makaleler, yorumlar sıklaştı. Geçenlerde İngiliz Daily Mail gazetesinde boşanmaların artması ve ailenin çökmesi ile ilgili bir haber yayınlandı. Daily Mail gazetesinin bu haberine göre; günümüz kadını artık aileden, cinsellikten uzaklaşıyor. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; modern kadının artık buna ayıracak zamanı yok. Bir kadın magazin dergisi olan Prima'nın araştırmasına göreyse; günümüzde, çalışan modern kadın yorucu geçen iş günü sonrası kocasına ayıracak vakit bulamıyor. Modern, kendi ayakları üzerinde duran kadınlar kendilerinde 'eş görevlerini' yerine getirmek zorunluluğu hissetmiyor. Prima dergisinin editörlerinden Maire Fahey, "40 ve 50'li yıllarda kadınlar kendilerini adeta eşlerinin ve ailelerinin mutluluklarına adamışlardı. Günümüzde ise, kadınların tek derdi; kariyerleri. İş hayatları, kariyer hırsları, özel ilişkilerinin önüne geçiyor" diyor. Bu da, erkeklerin gayri meşru arayışlarına, boşanmaların artmasına, ailenin çökmesine sebep oluyor. Pek çok araştırma gösteriyor ki; 50'li yıllarda mutlu aile tabloları vardı. 60'lı yıllarda cinsel devrim yaşandı ve kürtaj yasallaştı. 70'li yıllarda feminizm fikri giderek taraftar sayısını artırdı ve kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olabilmek ve ekonomik özgürlük için mücadele ettiler. O yıllarda kadınlarda evlilik yaşı ortalama 20 idi. 80'li yıllarda kariyere odaklı kadınların sayısı giderek arttı ve 90'lı yıllarda boşanma sayısı tavana vurdu. Son on yılda kadınların evlenme yaşı ortalama 27'ye çıktı. Cambridge Üniversitesi Sosyal Psikoloji uzmanlarından Dr. Terri Apter, "50'li ve 60'lı yıllarda yaşayan kadınlar hayatlarını dolduracak çok fazla şey bulamıyorlardı, fakat günümüz kadınlarının yapacak çok işi var. Boş vakitlerin giderek azalması, yüklerinin artması; iş hayatı kadınların cinsel hayatlarını ve aile düzenini olumsuz yönde etkiliyor" diyor. (SABAH, 30.08.2004) İngiltere'de, Bristol, Edinburg, Aberdeen ve Glasgow üniversitelerinden bilim adamlarının 30 yıl boyunca yaptığı araştırmanın sonuçlarına göre ise, zeki kadınlar yalnız kariyer için değil, ayrıca evlilik için de mücadele etmek zorunda... Çünkü erkekler, eş olarak kendilerinden daha az zeki, kariyer sahibi olmayan kadınları tercih ediyor. Araştırmaya göre, kariyer sahibi kadınlar evliliklerini sürdürmek için de özel çaba harcıyor. 900 kadın ve erkeğin 10 yaşında IQ'lerini ölçen ve 40'lı yaşlarına kadar hayatlarının nasıl geliştiğini izleyen bilim adamları, zeki birer öğrenci olan kız çocuklarının evlilik hayatlarında başarılı olamadıklarını ortaya koydu. (Milliyet, 4.1.2005) Her kurum gibi ailenin de olmazsa olmaz prensipleri var. Bunlara uyulmazsa aile ayakta kalamaz. Ayrıca aile başka kurumlara benzemez, yıkılınca tekrar inşa edilemez, giden geri gelmez.
.
"Ben Ahmed'in müjdecisiyim"
20 Mart 2005 01:00
Bütün peygamberler ümmetlerine aynı imanı bildirmişler, hep aynı şeylere inanmayı emretmişlerdir. Çeşitli zamanlarda gönderilen ilahi dinlerde olan değişiklikler, hep ibadetlerde, kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması icab eden hususlarda olmuştur. İmana ait hususlar değişmemiştir. İsa aleyhisselam da kavmine, kendinden önce gönderilmiş olan Tevrât'ı tasdik ettiğini bildiriyor ve şöyle diyordu: - Size hem benden önce nazil olan Tevrât'ı tasdik edici olarak, hem de üzerinize haram kılınmış olan şeylerin bazısını Hak teâlânın sizlere mübah ettiğini bildirmek için geldim ve sizlere Rabbinizden, peygamberliğimi tasdik edici İncil'i getirdim. O halde artık Allahü teâlâdan korkun ve sizi O'na davet ettiğim şeyde bana itaat edin. İsa aleyhisselam aynı zamanda kavmine âhir zaman peygamberi olan Muhammed aleyhisselamı da haber veriyor ve şöyle diyordu: - Ey İsrailoğulları! Ben size Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Musa'ya nazil olan Tevrât'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselam) ismindeki peygamberin müjdecisiyim. İsa aleyhisselam davetinin üçüncü safhasında, kendilerine peygamber olarak geldiği İsrailoğullarını tevhîde, ancak ve sadece Allahü teâlâya inanmaya, sırf O'na iman etmeye davet etti ve İsrailoğullarına şöyle dedi: - Şüphe yok ki, Allahü teâlâ benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na ibadet edin. İşte dosdoğru yol budur. Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibadet ediniz. Benim ilah olduğum şekilde bir itikadda bulunmayın. Zira ilah olmakla benim münasebetim yoktur. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Her kim Allahü teâlâya şirk, ortak koşarsa, muhakkak ki, Allahü teâlâ ona Cenneti haram etmiştir. Onun meskeni, varıp kalacağı yer Cehennem'dir. Şirkle kendi nefislerine zulmedenlere, kendilerini Cehennem'den kurtarma hususunda yardım edecek hiç kimse yoktur. İsa aleyhisselam böyle söylemekle onlara, hem hak olan doğru itikadı bildirip tarif etti, hem de şirk ve başka sebeplerle kendilerine zulmedenlere asla yardımcı bulunmayacağını bildirdi
.
Havarîlerin sözleri
21 Mart 2005 01:00
İsa aleyhisselam, İsrailoğullarının imana gelmeleri ve hidayete kavuşmaları için ne kadar davet ve tebliğde bulundu ise de, pek az kişi inandı. Üstelik onun, davette ısrarı çoğalıp devam ettikçe, İsrailoğullarının bunu kabul etmemek hususundaki inad ve ısrarları da artıyordu. Gün geçtikce biraz daha hırçınlaşıyorlar, bu daveti kabul etmemelerinin yanında, onun, tebliğe devam etmesine de dayanamıyorlardı. Bir de, onu, bu vazifeden alıkoymaya çalışmak için fevkalade gayret sarfediyorlardı. Nihayet Benî İsrail işi daha da ileri götürüp Hazreti İsa'yı öldürmeye teşebbüs ettiler. Bunun üzerine Hazreti İsa, kendisine imân edenler arasından seçtiği on iki mü'mine, (havârîlere); - Allahü teâlânın dinine hizmette ve onu muhafaza edip korumada kim bana yardımcı olacak? buyurdu. Havârîlerin hepsi birden dediler ki: - Bizler, Allahü teâlânın dinine yardımcılarız. Bizler, Hak teâlâ hazretlerine inanıp, imân ettik. Bütün varlığımızla, her şeyimizle Allahü teâlânın dinine yardım edeceğiz, bu yola destek olacağız. Allahü teâlânın dininin yardımcıları olmamız elbette lazımdır. Çünkü biz, Allahü teâlâya imân ettik. O'na imân ise; O'nun dinine yardımcı olmayı, O'nun sevdiklerini himaye ve müdâfaa etmeyi, Allahü teâlânın dininin düşmanları ile de muharebe etmeyi icabettirir. Sen şâhid ol ki bizler sana tam bağlı gerçek Müslümanlardanız. Yani biz, sana yardım hususunda bizden istediğine boyun eğici, seni himâye ve müdâfaa edicileriz. Bu hususta Allahü teâlânın emrine teslim olucularız. Peygamberlerin kavimlerinin lehinde ve aleyhinde şahidlik edecekleri o kıyamet gününde, bizim Müslüman olduğumuza şahidlik eyle. Havarilerin bu sözleri, dinlerinin hak olduğunu ve her peygamberin bildirdiği aynı iman esasları olduğunu ikrar ettiklerini ifade etmektedir. Bundan sonra da Havârîler, Hak teâlâya yönelerek; "Ey Rabbimiz! Tarafından, katından bize ne inzal etmiş, göndermiş isen, biz onların hepsine imân ettik. Artık bizi, birliğini ve peygamberlerinin hak olduğunu tasdik eden, emrine uyup, nehyettiklerinden sakınanlarla ismimizi onların isimleri ile beraber yaz. İkram ettiğin şeylerde bizi de onların arasına kat" diye yalvarıp ilticada bulundular. Böyle söyleyen bu müminlere "Allahü teâlânın dininin yardımcıları" mânâsına "Ensârullah" demiştir. Bu halis mü'minler "Havârîler" adı ile de anılmışlar ve daha çok bu isimle tanınmışlar, âyet-i kerimelerde de bu isimle zikrolunmuşlardır.
.
Hz. İsa'nın havarileri
22 Mart 2005 01:00
Havârîler: İsa aleyhisselamın kendisinden sonra İseviliği dünyaya yaymak için, eshabı arasından seçtiği on iki mü'min zattır. Bunların isimleri şöyledir. 1- Petrus veya Pierre: Asıl isminin, Şem'ûn, Simon veya Sim'ân olduğu da bildirilmiştir. 2- Anderas: Petrus'un kardeşidir. Buna Andre de denir. 3- Yuhannâ: Yahyâ demektir. Buna, Johannes, Jean ve Jani de denir. Ortodokslar Juvan, İngilizler John, Ermeniler de Ohannes demektedirler. 4- Büyük Ya'kûb: İngilizler buna James, Fransızlar ise Jacque derler. Yuhannâ'nın kardeşidir. 5- Filip. 6- Toma yahut Thomas. 7- Bartelemi veya Bartolome. 8- Matthias veya Mathias: Yudas'ın yerine, havârîler, Mathias'ı havârî seçtiler. İsa aleyhisselamdan sekiz sene sonra ondan işittiklerini yazan Mettâ (Matthaus, Mattieu) başka olup havârîlerden değildir. 9- Küçük Ya'kûb veya Jacque. 10- Simon veya Şem'ûn. 11- Yehûdâ veya Yudas: Küçük Ya'kûb'un kardeşidir. 12- Taddeus (Thaddaus): Luka'nın İncil'inde, havârî olarak bunun yerine Judas Yakobi'nin ismi yazılıdır. Mettâ'nın İncil'inde ise Lebbaus denildiği bildirilmiştir. İsa aleyhisselamdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak yazmış olan Barnabas, kendisinin on iki havârîden biri olduğunu bildiriyor. Hıristiyan kitablarında bunun yerinde Thomas yazılıdır. Havarilerin nasıl iman ettikleri şöyle anlatılmaktadır: Hazreti İsa bir yolculukta bunlara uğradığında balık avlarlarken gördü ve; "Siz şimdi balıkçılarsınız. Bana tabi olursanız, halkı ebedî hayatta ve sonsuz saâdette tutarsınız" dedi. "Sen kimsin?" diye sorduklarında; "Ben Allahın kulu ve resûlü olan Meryem oğlu İsa'yım" buyurdu. Mûcize istediler. Reisleri olan Şem'ûn balık ağını gece suya atmış ve boş çıkmıştı. İsa aleyhisselam "Tekrar sal" buyurdu. Ağı tekrar saldığında o kadar balık avlandı ki, iki sandalın adamları toplanıp balıkları güçlükle çıkardılar. Sandalları balıkla doldurdular. Sonra hepsi iman ettiler
.
Gökten sofra inmesi!
23 Mart 2005 01:00
Havârîler, gökten bir sofra inmesi için, Hazreti İsa'dan duâ etmesini istediler. İsa aleyhisselam onlara; hakîkî imân sahibi iseler, Allahü tealâdan korkmalarını ve böyle şeyler istememelerini bildirdi. - Siz Allahü teâlânın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz? O'nun gökten bir sofra indirmeye kâdir olduğu hususunda tereddüdünüz olduğundan mı böyle bir şey istemeye cesaret ediyorsunuz? diyerek, bu isteklerinin münasib olmadığını anlattı. Daha evvel kendilerine mucize gösterdiğini, artık Allahdan korkmalarını, fazla ileri gidip haddi aşmamalarını emretti. Havârîler; - Biz o sofradan yemeyi, kalbimizin mutmain olmasını, senin bize söylediklerinin doğru olduğunu yakinen bilmek istiyoruz. Maksadımız, Allahü teâlânın lütfuna nail olmak, buna kavuşmakla imânımızın kuvvet bulmasını te'min etmektir. Yoksa bozuk bir maksadımız yoktur, dediler. Böylece havârîler, bunu istemekteki maksadlarının, Hak teâlânın kudretinde tereddüd ve daha önce gördükleri mucizelere kanâatsizlik olmadığını bildirdiler. Gerçekten maksadları; açlıklarını gidermek, sofranın indiğini bizzat görerek kalben mutmain olup imânlarını kuvvetlendirmek; bir de bizzat gözleriyle gördüklerini orada bulunmayanlara anlatmaktır. Böylece istek ve niyetlerinde samimi oldukları anlaşılınca, İsa aleyhisselam gusl edip iki rekat namaz kıldı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Ayakta durdu ve ellerini bağlayarak, başını önüne eğdi. Çok ağlıyordu. Allahü teâlânın lütfuna güvenerek duâ edip yalvardı. Hak teâlâdan, kendilerine bir sofra indirmesini, sofranın kendisinin peygamberliğine bir âyet, mucize olmasını, o günün, kendileri ve daha sonra gelenler için bayram, neş'e ve sevinç günü olmasını niyaz etti. Niyazında Hak teâlânın, rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu beyan etti. Hazreti İsa'nın bu münâcâtı üzerine Allahü teâlâ buyurdu ki: - Yâ İsa! Ben istenilen sofrayı istenilen şekilde gökten indirmeye mutlak kâdirim, elbette indiririm. Lakin sofra geldikten sonra nimete nankörlük ve küfreden olursa, böylelerine âlemde hiçbir kimsenin görmediği azabı ederim.
.
"Yiyin ve şükredin!"
24 Mart 2005 01:00
İsa aleyhisselamın münacatı üzerine insanların gözleri önünde, duman gibi hafif iki bulut arasından kırmızı bir sofra indi. İsa aleyhisselam ağlıyor, bir taraftan da; "Ey Allahım! Beni şükredenlerden eyle. Yâ Rabbî! Onu rahmet kıl! Cezâ ve azâb kılma" diye yalvarıyordu. Sofra indiğinde orada bulunan herkes sanki hayretten donakalmıştı. Bereketli sofranın güzel kokusu hazır olanların üzerine misk ve amber gibi yayılıverdi. Sonra İsa aleyhisselam abdestini tazeleyip namaz kıldı. Ümmeti hakkında, bu nimetlere şükretmemeleri halinde çok büyük cezaya uğrayacaklarını düşünerek endişeleniyor ve bu sebeple ağlayıp sızlıyordu. Daha sonra; "Bismillâhi hayr-ur-râzıkîn"yani rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın ismi ile diyerek sofranın üstünde bulunan örtüyü kaldırdı. Örtü kaldırılınca, sofranın üzerinde, kendi yağıyla kızarmış ve kebap olmuş bir balık gördüler. Balığın üstünde pul, içinde kılçık yoktu. Baş tarafında tuz ve kuyruk kısmında ise bir kâse içinde sirke ve etrafında çeşit çeşit sebze bulunuyordu. Ayrıca sofrada ayrı ayrı konmuş beş adet ekmek vardı. Ekmeklerden birinin üzerinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde yağ, dördüncüsünde peynir ve beşincisinin üzerinde de kurumuş et vardı. Havârîlerin reisi Şem'ûn, Hazreti İsa'ya: - Bu yemek dünya mı yoksa âhiret yiyeceklerinden midir? diye suâ etti. Bunun üzerine İsa aleyhisselam; - Hiç birinden değil. Allahü teâlânın, kudretiyle şimdi yarattığı yemektir. Yiyin ve Allahü teâlânın nimetlerine şükredin, buyurdu. Havârîler; - Ey Allahın peygamberi! Bu mûcize içinde bir mûcize daha gösterir misiniz? deyince; Hazreti İsa; - Ey balık! Kâinâtın Rabbinin izni ile diril! buyurdu. Sofradaki balık o anda canlandı. Üzerinde pullar oluştu ve hareket etti. Havârîler endişeye kapıldılar. İsa aleyhisselam onların, mûcize üzerine mûcize istemelerini hoş karşılamadı. Sonra; - Korkarım ki, azâb olunursunuz, dedi. Ardında da; - Ey balık! Hak teâlânın izni ile eski haline dön, buyurdu. Balık hemen eski kızarmış halini aldı.
.
Hastalar şifa buldu
25 Mart 2005 01:00
Cenab-ı Hakkın gönderdiği sofra ortada duruyor fakat kimse yemeye cesaret edemiyordu. Orada bulunanlar, Hazreti İsa'ya; "Önce siz yeyin" dediler. O ise; "Hayır kim istediyse onlar yesin" buyurdu. Havârilerde bir korku meydana geldi. İsa aleyhisselam fakir, hasta, cüzzamlı, abraş ve sakatları çağırıp; - Allahü teâlânın ihsan ettiği bu rızıktan yiyin! Sizin için âfiyet, başkaları için belâdır, buyurdu. Bunlardan erkek ve kadın bin üç yüz kişi yedi. Hepsi doydu. Bereketinden, herkes yiyip doyduğu halde balık olduğu gibi kalmış, sofrada bir eksilme olmamıştı. İnsanların gözleri önünde bu bereket sofrası tekrar göğe çekildi. Sofranın bereketiyle hastalar şifâ bulup, fakirler zengin oldu. Üstelik bunlar ömürleri boyunca hastalık ve yoksulluk da görmediler. Sofradan yemeyenler bu hali görünce üzülüp, pişman oldular. İsa aleyhisselam Nusaybin'de bulunan kibri ve zülmü ile meşhur bir hükümdarı imâna davete me'mur edilince, harekete geçti. Havârîlere; - Hanginiz bu şehre varıp; "Allahü teâlânın kulu ve resûlü ve kelimesi olan İsa aleyhisselam, size doğru geliyor" diye seslenir, buyurdu. İçlerinden Ya'kûb; - Ben gideyim, dedi. İsa aleyhisselam ona; - Peki git, ama oradan en önce uzaklaşan sen olacaksın, buyurdu. Havari Ya'kubdan sonra içlerinden Tevmân, izin alıp beraber gittiler. Hazreti İsa, Tevmân'a; - Ey Tevmân! Takdir böyledir ki, yakın zamanda senin başına bela gelecek, buyurdu. Şem'ûn da; - Yâ Rûhallah! İzin verirseniz ben de gideyim, ama bir şartım vardır. Eğer dara düşersem ve sizi çağırırsam, nazarınızı, himmet ve yardımınızı eksik etmeyesiniz, deyip, izin aldı. Üçü beraber o şehre doğru gittiler. Şem'ûn, şehrin dışında durup, yoldaşlarına; - Siz girin seslenin, zarara uğrarsanız, ben sizi kurtarmaya çalışırım, dedi. Ya'kûb'la Tevmân şehri girdi. Ya'kûb bildirilen şekilde seslendi. Sesi duyunca insanlar onların başlarına toplandı. Allahın birliğine davet ettiler, ancak onlar inanmadılar.
.
Din sorgulanır hale getirildi
25 Mart 2005 01:00
Geçen hafta, televizyonlarda, gazetelerde tartışma konusu yapılan bir haber vardı: New York'ta bir kilisede ilahiyatçı bayan bir profesör, kadın erkek karışık cematin önüne geçip cuma namazı kıldırıyor. Sözde namaza başı, kolu açık kadınlar da katılıyor. Namaz sonrası yapılan açıklamada, "Bu olay, kadınlara yönelik eşitsizliğe dikkati çekmek için düzenlendi. İslam içerisinde haklarımız için duruyoruz. Artık daha fazla arka kapıları ve gölgelikleri kabul etmeyeceğiz" deniliyor. Geçen cuma akşama kadar, televizyonlarda bu rezaletin tartışması yapıldı. Onlar konuşur da bizim ilahiyatçılarımız konuşmaz mı, onlar da ahkam kestiler. Kimisi olur diyor, kimisi olmaz diyor; niçin olurdu niçin olmazdı konularının tartışıldığı bu olayda medyamıza epey renkli malzeme çıktı! Bu tartışmaları takip ederken meşhur misyoner ve iş adamı, Al Dobra'nın şu sözünü hatırladım. "Hedefimiz bir Müslümanı doğrudan dininden dördürmek değildir. Önce bir fitne tohumu ekeceğiz o çürüyecek, bir daha ekeceğiz o da çürüyecek, üçüncüsü çatlayıp filiz verecek. Bu filiz büyüyecek ve Müslümanlar dinlerini sorgulayacak hale gelecek. Bunu yaptığımız an, vazife yapılmış olacak..." Evet, bu duruma geldikten sonra bir şey yapmalarına gerek yok, Müslümanların kendi kendilerine verdikleri zarar yeter de artar bile. Al Dobra'nın bu sözü, her Müslümanın bilmesi ve çocuklarına öğretmesi gereken önemli bir tespit. Bugün bu hedefe varılmıştır. Misyonerler büyük bir başarı kazanmış olup, Müslümanları İslamiyeti sorgulama noktasına getirmişlerdir. Sorgulama ise şüphenin bir tezahürüdür. Ondört asırdan beri, dinde sorgulama diye bir şey yoktu. Çünkü din sorgulamaya değil, kesin şeksiz şüphesiz kabule dayanır. Ya kabul edersin veya etmezsin bu kişinin sorumluluğunda bir şeydir. Kabul ettikten sonra da, olduğu gibi inanmak zorundasın. İlave veya çıkarma yapmaya kalkarsan o ilahi din değil, senin düşüncen olur. Buna da din denilmez. Eskiden bu sorgulama sadece ilahiyatçılar arasında oluyordu. Son zamanlarda artık halka da bulaşmaya başladı bu hastalık. Her zararlı şey gibi, bu hastalığın mikrobu da bize Batı'dan geldi. Asr-ı saadetten beri güç kullanarak yıkamadıkları İslamiyeti, ancak içlerine mikrop salarak yıkabilecekleri düşüncesinin bir mahsulüdür bu tür olaylar ve tartışmalar. Mikrobun sağlam bedene zarar veremeyeceğini bildikleri için de, önce Müslümanları zaafa uğrattılar. Müslümanların en büyük zaafları da cahilliktir, dinin temel değerlerinin, esaslarının bilinmemesidir. Nitekim, hadis-i şerifte "Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!"buyuruldu. Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer, 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmada, bunu açıkça göstermektedir: "Sizin göreviniz, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz Müslüman ülkelerdeki nesillerin dinini öğrenmesine mani olmaktır." Eğer İslamiyet, günümüze kadar bozulmadan, aslına uygun bir şekilde gelebilmişse bu ilim ile yani, İslamiyetin toplumun her kesimine özellikle gençlere, ilmihal ve fıkıh kitapları yolu ile öğretilmesi ve yaşatılması ile olmuştur. Çünkü, suyu kesilen değirmenden un beklemek akıl dışı bir bekleyiş olur. Din öğretilmezse, bugün New York'ta yapılan maskaralıklar, yarın ülkemizde ve diğer bütün İslam ülkelerinde hakim olur. İslamiyetin sadece adı kalır; İslam adına yapılanların gerçek İslam ile bir ilgisi kalmaz. Yapılmak istenen de zaten bu.
.
Gönülden iman ettiler
26 Mart 2005 01:00
Nusaybin halkı, İsa aleyhisselam ile Hz. Meryem'i gerçek dışı şekilde işitip, sû-i zan edenlerdendi. Bunun için Hz.İsa'nın elçileri şehrin hakimine götürdüler. Şâh, Tevman'a işkence ettirip, zindana attırdı. Şem'ûn bu hali haber alıp şehre girdi. Halini gizledi. Güzel tedbir ve bazı çarelerle hakime yaklaştı. Hususi adamlarından ve nedimlerinden, sohbet arkadaşlarından oldu. Bir gün şehrin hakimine; - Müsâmahanıza sığınarak Tevmân'dan birkaç şey sormama izin vermenizi isterim, dedi. Şah; "Peki" dedi. Şem'ûn; Tevmân'ı yanına getirtti. Birbirlerini hiç tanımıyor gibi davrandılar. Şem'ûn; - Ey kişi, senin sözün nedir? dedi. Tevmân; - İsa aleyhisselam Allahın kulu ve resûlüdür derim, dedi. - Sözünün doğruluğuna delilin nedir, deyince; - Her hastalığa ilaç olmaktır, dedi. - Tabibler de bunu yapabilir, başka delil var mı? - Evlerinde ne yiyip ne sakladıklarını bildirmektir. - Kâhinler de bunu yapabilir, başka alamet var mı? - Çamurdan kuş sûreti yapıp üfleyince, kuşun canlanıp uçması. - Sihirbazlar da bunu yapabilir, başka alamet var mı? - Hak teâlânın izni ile ölüleri diriltir Tevman'ın bu sözü üzerine Şem'ûn, Hakime bakıp; - Bu büyük iddiadadır. Ölüleri diriltmek, Allahü teâlâya ve mûcize olarak peygamberlere mahsusdur, sihirbaz ve yalancıların işi değildir. Eğer doğru ise, İsa'yı çağırtıp soralım. O bunu inkar ederse, bu adama her çeşit azâbı yapalım; yok ölüyü diriltirse ki bu çok zor bir ihtimaldir, o zaman ona imân getirelim, dedi. Hakim, Şem'ûn'un bu sözlerini hoş karşıladı. Haber gönderdiler. Hazreti İsa geldi. Şem'ûn yine tanımıyor gibi davranıyordu. Uzun uzun suâller sorup, İsa aleyhisselam ikrar ve kabul edince, Şem'ûn; - Eğer doğru isen, hastaya şifâyı bu sakat adamında deneyelim, dedi. İsa aleyhisselam, çeşitli mucizeler gösterdi. Ölüleri diriltti ve hastaları iyileştirdi. Neticede Hakim ve askerleri, kumandanları bu mûcizeleri görüp, Hazreti İsa'nın Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğine gönülden inanıp imân getirdiler.Nusaybin halkı, İsa aleyhisselam ile Hz. Meryem'i gerçek dışı şekilde işitip, sû-i zan edenlerdendi. Bunun için Hz.İsa'nın elçileri şehrin hakimine götürdüler. Şâh, Tevman'a işkence ettirip, zindana attırdı. Şem'ûn bu hali haber alıp şehre girdi. Halini gizledi. Güzel tedbir ve bazı çarelerle hakime yaklaştı. Hususi adamlarından ve nedimlerinden, sohbet arkadaşlarından oldu. Bir gün şehrin hakimine; - Müsâmahanıza sığınarak Tevmân'dan birkaç şey sormama izin vermenizi isterim, dedi. Şah; "Peki" dedi. Şem'ûn; Tevmân'ı yanına getirtti. Birbirlerini hiç tanımıyor gibi davrandılar. Şem'ûn; - Ey kişi, senin sözün nedir? dedi. Tevmân; - İsa aleyhisselam Allahın kulu ve resûlüdür derim, dedi. - Sözünün doğruluğuna delilin nedir, deyince; - Her hastalığa ilaç olmaktır, dedi. - Tabibler de bunu yapabilir, başka delil var mı? - Evlerinde ne yiyip ne sakladıklarını bildirmektir. - Kâhinler de bunu yapabilir, başka alamet var mı? - Çamurdan kuş sûreti yapıp üfleyince, kuşun canlanıp uçması. - Sihirbazlar da bunu yapabilir, başka alamet var mı? - Hak teâlânın izni ile ölüleri diriltir Tevman'ın bu sözü üzerine Şem'ûn, Hakime bakıp; - Bu büyük iddiadadır. Ölüleri diriltmek, Allahü teâlâya ve mûcize olarak peygamberlere mahsusdur, sihirbaz ve yalancıların işi değildir. Eğer doğru ise, İsa'yı çağırtıp soralım. O bunu inkar ederse, bu adama her çeşit azâbı yapalım; yok ölüyü diriltirse ki bu çok zor bir ihtimaldir, o zaman ona imân getirelim, dedi. Hakim, Şem'ûn'un bu sözlerini hoş karşıladı. Haber gönderdiler. Hazreti İsa geldi. Şem'ûn yine tanımıyor gibi davranıyordu. Uzun uzun suâller sorup, İsa aleyhisselam ikrar ve kabul edince, Şem'ûn; - Eğer doğru isen, hastaya şifâyı bu sakat adamında deneyelim, dedi. İsa aleyhisselam, çeşitli mucizeler gösterdi. Ölüleri diriltti ve hastaları iyileştirdi. Neticede Hakim ve askerleri, kumandanları bu mûcizeleri görüp, Hazreti İsa'nın Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğine gönülden inanıp imân getirdiler.
.
Çanakkale Savaşında Namaz
26 Mart 2005 01:00
İngiliz'in, vakit vakit gemilerden, siperden... Yine bolca gülle, bomba savurduğu bir gündü. Hızlı hızlı geçiyordum, tehlikeli bir yerden, Birden bire gözlerime büyük bir şey göründü. Böyle büyük görünen şey küçücük bir insandı, Fakat bana çok dokundu, ayaklarım bağlandı. Ateşlerin yaladığı bu düzlükten geçenler, Güllelerin cehennemî yağmurundan kaçarken... Yolun biraz kenarında, tek başına bir nefer, Pervasızca bombalardan, ateşlerden, her şeyden.. Kendisine, süngüsünden bir mihrabcık kurmuştu, Sonra onun karşısında namazına durmuştu. Ne, havada ıslık çalan... ve düştüğü yerlere, Kızgın çelik dahmelerle ölüm saçan gülleler... Ne, semâda ifrit gibi, vızıldayan tayyâre... Ne dünyalık bir düşünce, ne bir korku, ne keder, Onun demir yüreğini oynatmaktan acizdi, Sanki toplar, şarapneller tehlikesiz... sessizdi! Potinleri yanındaydı... onun büyük saygısı, Kunduralı ibadeti görmüyordu muvafık. Böyle bir yüreğin bütün işi, kaygısı, Elbet Hakk'ın rızasına olmalıydı mutâbık. Kuru toprak üzerinde, kundurasız kılınan, Bu namazın, pek uygun bir kubbesiydi asman! Bir çam, ona gölgesinde yapmış idi seccade. Sanki tekbir alıyordu vakit vakit top sesi... Gözlerinin sade akı beyaz kalan yüzünde, Parlıyordu o sarsılmaz imanın gölgesi. Bir Müslüman nasıl olur, bu levhadan anladım, Hürmetlerle -yavaş yavaş- sokuldum beş on adım. Başındaki kabalağın gölgesine gömülen, Süzük gözler, dikilmişti o süngüden mihraba. Hakkın büyük divanında, eli bağlı, dururken, Artık o, can kaygısını almıyordu hesaba. Allah Allah, bu, bu ne yüksek bir imandır ya Rabbi! Bir Müslüman, ne büyük bir kahramandır, ya Rabbi! Kahramandır, çünkü toplar etrafında patlarken, Zerre kadar titremedi, namazını bozmadı. Dört yanına ateş saçan türlü türlü afetten, Sanki onu koruyordu bir meleğin kanadı. Onun, böyle tevekkülü bana pek çok dokundu, Yüreğimiz bir şey ezdi... iki gözüm sulandı. Ey medeni İngilizler! Daha varsa getirin, İnsanları, göme göme öldürecek şeyleri: Getirin de şu cenneti, cehenneme çevirin, Bakın onlar korkutur mu, bu Müslüman neferi! Bunu, hâlâ anlamıyor ne (Hamilton) ne Garey, Müslüman'ı korkutamaz Allah'tan başka şey. Böyle dalgın, düşünerek geçerken ben yanından, Sağa sola selam verdi, namazını bitirdi. Sonra, biraz kımıldadı... ellerini -Yaradan, Tâ gerisine duâ için- gök yüzüne çevirdi. Şimdi, artık Allah'ına döküyordu derdini, Gözlerini kapamıştı... unutmuştu kendini. Tâ gerisine karşı boynu bükük duran bir nefer, Korku bilmez bir yiğitti... hürmetlerle eğildim! Duâsına, mutlak amin diyorlardı melekler. Kendimi pek fazla gördüm... usul usul çekildim, Ben giderken, kulağıma değdi onun sadası; (Allahümme salli alâ seyyidinâ) duası, Şimdi, hâlâ nerede bir kabalaklı askeri, Görse gözüm, hatırlarım o kahraman neferi! (Ahmed Nedim, Harp Mecmuası, sayı: 4, s.56-57 Teşr'in-i sâni 331-Kasım 1915-) Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Hz. İsa'nın elçileri
27 Mart 2005 02:00
İsa aleyhisselam havârîlerinden iki kişiyi, Allahü teâlânın emri ile Antakya'ya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, imâna davet etmeleri için vazife vermişti. Bu emir üzerine Antakya'ya giden elçiler, halkı Allahü teâlâya imâna, tevhide, davet ettiler. Onların bu davetleri, Antakya'yı idaresi altında bulunduran kral tarafından da duyuldu. Elçileri yanına çağırtıp görmek istedi. Elçiler kralın yanına geldiklerinde onlara; - Siz kimsiniz? dedi. Elçiler; - Biz İsa aleyhisselamın elçileriyiz, dediler. - Bu şehre niçin geldiniz, maksadınız nedir? - Sizi, işitmeyen, görmeyen ve hiçbir şeye kâdir olmayan âciz putlara tapmaktan vazgeçip, her şeye kâdir olan ve her şeyi yaratan Allahü teâlâya imân ve ibadet etmeye davet için geldik. - Putlarımızdan başka bir ilâh mı vardır? - Seni ve ilâh diye taptığın putları ve her şeyi yaratan Allahü teâlâ vardır. Elçilerin bu sözüyle kendilerini imana davet eden elçileri hapsettirdi. Bu hapsedilme hadisesinden sonra, İsa aleyhisselam, havârîlerinin reisi olan Şem'ûn'u da, Antakya'ya gönderdi. Şem'ûn oraya varıp, kendini tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu. Onlarla samimi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şem'ûn'un kral ile temas kurmasını sağladılar. Nihayet Şem'ûn, kralın muhabbetini kazandı. Bundan sonra hapsedilmiş olan elçileri kurtarmak, kralı ve halkı, Allahü teâlâya imâna davet etmek için faaliyete geçti. Şem'ûn, krala çok tesir ettiğine iyice kanâat getirdikten sonra, maksadını krala açıkladı. Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemâat imân ettiler. Halka da tebliğde bulundular. - Gerçekten biz, size imânâ davet etmek için gönderilmiş elçileriz. Allahü teâlâya imân ediniz, dediler. Fakat halk onları yalanlayıp, imân etmediler. Onlarla mücâdele ettiler. - Siz de bizim gibi insansınız, bizden üstün bir meziyetiniz yoktur. Hem Allahü teâlâ âleme ne vahiy, ne risalet, kısaca hiçbir şey göndermemiştir. Siz yalan söyleyenlerdensiniz, dediler.
.
"Bize düşen tebliğdir"
28 Mart 2005 01:00
Antakya halkı Hz. İsa'nın elçilerini ret edince, elçiler dediler ki: - Rabbimiz biliyor ki biz, Rabbimizin emriyle, İsa aleyhisselamın sizi imâna davet etmek için gönderdiği elçileriz. Bizim üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir. İsa aleyhisselamın gönderdiği elçiler: "Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir" demekte, hem kendilerini teselli ediyorlardı. Yani; "Biz size tebliğde bulunmak sûretiyle vazifemizi yaptık. Artık biz bunun mes'uliyetinden, boynumuzdaki bu borçtan kurtulduk" dediler. Hem de Antakya halkını, davetleri üzerinde düşünmeye teşvik ettiler. Çünkü; "Bizim üzerimize düşen, apaçık bir tebliğdir" demek, onların bu tebliğ hakkında ve kendi durumları hakkında düşünmelerini icabettiriyordu. Çünkü bu elçiler, tebliğlerine karşılık olarak onlardan ne bir ücret, ne de bir başkanlık, makam, mevki istiyorlardı. Onların işleri sadece insanları imâna davet ve bunu insanlara anlatmak idi. Bütün bunlar ise akıl sahiplerini, tefekküre, iyi düşünmeye sevkeden sebeplerden idi. İsa aleyhisselamın elçilerinin davetten vazgeçmemeleri üzerine Antakya ahalisi: - Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük, yağmursuz kaldık. Eğer bu sözünüzden vazgeçmezseniz muhakkak sizi taşla öldürürüz. Bizden size acıklı bir işkence de dokunur, dediler. Câhillerin âdeti şöyledir ki; hep nefislerinin arzu ettiği şeyleri ararlar. Hevâ ve heveslerine uygun görmedikleri şeyi red ve inkâr ederler. Hattâ bütün hayırları ve saâdetleri içinde toplayan bir şeyi nefslerinin hevâsına ve bozuk isteklerine uymadığı için kabul etmezler. İşte bu sebeple, Antakya ahalisi, elçilere; "Biz sizi sevmiyoruz. Zira siz, bizim arzumuzun tersine birtakım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle "imân ediniz" demekten vazgeçin. Eğer bu teklifiniz vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz" dediler. Nefslerinin hevâsına ve taşkın isteklerine uyan azgın insanların âdeti şöyledir ki; maksadlarına kavuşmak için önce çeşitli hile ve desîselere başvururlar. Böylece, içlerinde bulundurdukları azgınlığı ve kötülükleri gizlemek isterler. Eğer böylece maksadlarına ulaşamazlarsa, zora ve tehdide başvururlar. Nitekim putperest Antakyalılar, İsa aleyhisselamın gönderdiği elçilere karşı bu yola başvurmuşlardır. "Size bizden acıklı bir işkence dokunur" diyerek, öldürünceye kadar taşlayacaklarını söylemeleri bu sebepledir.
.
"Haddi aşmış bir kavimsiniz"
29 Mart 2005 01:00
İsa aleyhisselamın elçileri Antakya halkanın tehditlerine karşı bir adım bile gerilemediler ve:"Uğursuzluğunuz beraberinizdedir yani batıl inancınızda ve bozuk amelinizdedir. Size nasihat edilirse bunu uğursuzluk sayacak ve küfrünüzde devam mı edeceksiniz? Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz" dediler. Antakya ahalisi, kendilerini saâdete kavuşturmak isteyen elçiler ile inatçı bir mücâdeleye girdiler ve aslâ dinlemediler. Neticede onları taşlayarak öldürmeye karar verdiler. Bu kararlarını, daha önce elçilerle görüşüp imân eden, Habîb'ün-Neccâr işitmişti. Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp, sür'atle koşarak, imân etmeyenlerin, elçiler ile mücâdele etmekte oldukları yere geldi. Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi. - Ey kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere... Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o kimselere... Onlar hidayet üzeredilerler. Onlara uyunuz ki, tebliğ etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar. Onlar sizi dünya ve âhiret hayrına davet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittiba etmeniz, tâbi olmanızdır, dedi. Habîb'ün-Neccâr böyle deyince, putperest halk; - Yoksa sen, bizim dinimize muhalefet edip, bu elçilerin dinine mi tâbi olursun? Bizim ilâhlarımıza tapmayıp, onların ilâhına mı ibadet ediyorsun? dediler. Habib'ün-Neccar: - Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibadet etmeyeyim? Siz öldükten sonra O'na döndürüleceksiniz. Allahü teâlânın huzurunda küfrünüzün, batıl amellerinizin cezasını göreceksiniz. Ben, Allah'tan başkasını, putları ilah edinir miyim? Eğer Allahü teâlâ bana bir zarar yapmak dilerse, putların şefaati bana hiçbir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar. Eğer ben, Allahü teâlâdan başkasına ibadet edersem, apaçık bir hüsrân, sapıklık içinde olurum, diye cevap verdi. Habîb'ün-Neccâr, kavminin inkâr içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifade tarzı çok üstün olan bir hitapla konuştu. Böylece, insanı yoktan yaratanın Allahü teâlâ olduğunu ve insanın öldükten sonra yeniden dirileceğini, dünyada yaptıklarının hesabını vereceğini anlatmak isdedi. İnsanın yaratılmasının bir nimet olduğuna, bu nimete şükür gerektiğine işaret etti. Bu şükrün de, insanın, Allahü teâlâya imân ve ibadet etmesi ile olacağını belirtti.
.
"Haydi gir Cennete"
30 Mart 2005 01:00
Habîb-ün Neccâr, kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allahü teâlâya imân etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allahü teâlâya imân ettiğini şöyle bildirdi: - Şüphe yok ki ben, sizi de yaratan Allahü teâlâya imân ettim. İşte bunu benden duyun. Gelin nasihatlerimi dinleyin. Habîb-ün Neccâr bu sözleri söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden hücûm edip, taşa tutarak onu şehid ettiler. Habîb-ün Neccâr, şehid edilmek üzere iken de; "Yâ Rabbî! Kavmime hidayet ver" diyerek duâ ediyordu. O şehid edilince, Allahü teâlâ tarafından rûhuna hitaben; "Haydi gir Cennete"buyuruldu. Bu hususta Yâsîn sûresinin 26. ve 27. âyet-i kerimelerinde meâlen buyruldu ki: "(Bütün nasihatlerine rağmen kavmi Habib-ün-Neccar'ı şehid ettiler. Şehid edilince, Hak teâlâ tarafından onun rûhuna hitabedilerek;) Haydi gir Cennet'e denildi. (Onun rûhu) dedi ki: Ne olurdu, kavmim, Rabbimin beni bağışladığını, Cennet'le ikram edilenlerden kıldığını bilselerdi. (Böylece küfürden vazgeçip, imân etselerdi ve böyle nimeti kazanmaya rağbet etselerdi.)" Allahü teâlâ, imân etmeyen ve Habîb-ün Neccâr'ı şehid eden putperest kavme gadab edip, cezalarını hemen verdi. Cebrâil aleyhisselamın sayhası ile hepsi helak oldu. Kur'ân-ı kerimde meâlen şöyle buyruldu: "Ondan (Habîb-ün Neccâr'ın kavmi tarafından şehid edilmesinden) sonra, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. (Helak edilişlerine sebep) yalnız bir sayha (Hazreti Cebrâil'in sayhası) oldu, hemen sönüverdiler, ölüp gittiler." Bu sayha ile helak edilenler, parlak bir ateşe, helak edilmeleri de ateşin sönüşüne benzetilmiştir. Canlı kimse parlak bir ateş gibidir. Canlı kimsede tabii bir hararet vardır. Bu hararet arttığı, çoğaldığı zaman, insandaki gadab ve şehvet halleri de artar. İşte Habîb-ün Neccâr'ın kavminde de gadab ve şehvet halleri pek fazla idi. İşte Antakya ahalisi de, gadablarının şiddeti sebebi ile Habîb-ün Neccâr'ı şehid ettiler. Şehvetlerine, nefslerinin hevasına pek ziyade dalmış olduklarından, heva ve heveslerine tabi olarak hak ve doğru sözü dinlemediler. Kendilerine gelen elçiler ve bu elçileri dinleyip, söylediklerini kabul etmelerini söyleyen Habîb-ün Neccâr, onların dünya ve âhiret saâdetine kavuşmalarını istemişti. Nitekim o, kavmi kendisini öldürdükleri esnada bile, onlara acıyıp; "Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver" diye duâ etmiştir.Fakat ne var ki, nefslerinin isteklerine uymaları ve isyanları sebebiyle helak edildiler ve bir anda sönüp gittiler.
.
Hz. İsa'nın göğe çıkarılması
31 Mart 2005 01:00
İsa aleyhisselam, İsrailoğullarına gönderilen bir peygamberdir. İsrailoğulları daha önce kendilerine Musa aleyhisselamın getirdiği hak dine uymakta gevşeklik gösterdiler. Pek çok itirazda bulundular, hatta doğru yoldan tamamen ayrıldılar. Musa aleyhisselamdan sonra da nebiler gönderildi. Bu nebiler, İsrailoğullarını Musa aleyhisselamın bildirdiği dine uymaları için uyarıp, tebliğde bulundular. İsrailoğulları bunları dinlemediği gibi, pek çoğunu da şehid ettiler. İsrailoğullarının bütün bu isyanları ve azgınlıkları; bazan zulüm ile öldürülmelerine, bazan da esir edilip zillet içinde yaşamalarına sebep oldu. İsa aleyhisselama peygamberliği bildirildiği sırada da İsrailoğulları dağınık bir şekilde ve zillet içinde yaşıyorlardı. Hatta kendilerini kurtaracak bir peygamber bekliyorlardı. Bekledikleri bu peygamberin, mücadeleci, tuttuğunu koparan, çok şiddetli, kavgacı, Yahudileri diğer milletlerin esaretinden kurtaracak olan bir şahsiyet olmasını umuyorlardı. İsa aleyhisselam, onları hidayete kavuşturmak için gönderilip, vazifelendirilince, İsrailoğulları ona inanmadılar. Onu çok yumuşak buldular. Kurtarıcı olarak gelen İsa aleyhisselam, dünyada sulh ve selamet hisleri yerleştirmeye, insanları birbirleriyle barıştırmaya çalıştı. Yahudilere, sapık yolda olduklarını ve bundan dönmelerini söyledi. İbadet olarak yaptıkları şeylerin gerçek ibadet olmadığını ve ahlaklarının bozukluğunu bildirdi. Kendisine tâbi olmalarını ve sadece gösterdiği yolun doğru olduğunu söyledi. Yahudilerden bir cemaât, İsa aleyhisselam ve annesi Hazreti Meryem'e dil uzattılar. İsa aleyhisselam bunu duyunca onlar hakkında; - Allahım! Sen benim Rabbimsin. Sen beni "Ol" emrin ile yarattın. Bana ve anneme dil uzatanlara lanet eyle, diye bedduâda bulundu. Allahü teâlâ, onun bu duâsını kabul eyledi. Hazreti İsa'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu gören Yahudiler, hadiseyi aralarında görüştüler. Hazreti İsa'yı aramaya başladılar. İsa aleyhisselamın havârîlerinden biri olan Yehûdâ (Judas), birkaç kuruş karşılığı İsa aleyhisselamın yerini onlara haber verdi. İsa aleyhisselamı yakalamak için Yahudilerle beraber eve girince, Allahü teâlâ, Yehûdâ'yı İsa aleyhisselama benzetti. Yahudiler de, onu İsa aleyhisselam diye yakaladılar. Öldürüp astılar. İsa aleyhisselam da göğe kaldırıldı. Bu sırada 33 yaşında idi.
.
"Arkadaşımız nerede?"
1 Nisan 2005 01:00
Hıristiyanlar, İsa aleyhisselamın haça gerilip, orada öldüğüne, fakat sonra dirilip göğe çıktığına, Müslümanlar ise, İsa aleyhisselamın haça gerilmediğine, doğrudan doğruya göğe kaldırıldığına inanırlar. Yahudiler, İsa aleyhisselama benzetilen şahsı yakalayıp, İsa aleyhisselam diye öldürdükten sonra; - Eğer bu İsa aleyhisselam ise, bizim arkadaşımız nerede? Şayet, bu bizim arkadaşımız ise, İsa aleyhisselam nerede? dediler. İşte bu, Yahudilerin İsa aleyhisselam hakkında ihtilaflarıdır. Bu hususta şüpheye düştüler. "Yüzü ona benziyor, bedeni o değil" dediler. Bu hususta, Kur'an-ı kerimde Tevrât'ı değiştiren İsrailoğullarının inkârları ve isyanları sebebiyle lanete uğradıkları meâlen şöyle bildirildi: "Bu, (onları lanetlememiz) bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirada bulunmalarında, Allahın resûlü Meryem oğlu İsa'yı; "öldürdük" demelerinden ötürüdür. Yoksa, onu öldürmediler ve haça germediler. Fakat onlara öyle göründü. (Onlardan biri Hz. İsa şeklinde kendilerine gösterildi ve bu adam öldürüldü.) Bu hususta ihtilaf edenlerin bilgileri ancak zan etmekten ibarettir." Onu asmadılar, onu öldürmediler. Bilakis, Allahü teâlâ, onu kendi katına yükseltti. Allahü teâlâ her şeye kadirdir, hakimdir." (Nîsâ: 157,158) "Yahudiler (İsa aleyhisselamı öldürmek için) hileye saptılar. Allah da (İsa aleyhisselamı göğe kaldırmak ve hilekârlardan birini İsa aleyhisselam gibi gösterip, yine kendilerine öldürtmek sûretiyle onlara) mukabele etti, ceza verdi. Allahü teâlâ hile yapanlara, umulmayan yerden ceza vermeye onlardan daha kadirdir. O zaman Allahü teâlâ buyurdu ki: "Yâ İsa! Muhakkak ben, seni yerden (en mükemmel şekilde) alıp meleklerin makamına yükselteceğim. Seni (ecelin bitince) öldürecek olan benim. Seni (sana kasteden) kafirlerin arasından çıkaracağım, onların şerlerinden kurtaracağım. Senin dinine tabi olanların, kıyamet gününe kadar küfredenlerin (âhirette) dönüşü de yalnız banadır. O vakit aranızda, ihtilaf ettiğiniz şeyde hükmü ben vereceğim. O kâfirlere gelince, ben onları dünyada da âhirette de en şiddetli bir azâbla cezalandıracağım. Ve onları azâbdan kurtarmak için hiçbir yardımcıları yoktur. Fakat imân edip, salih amel işleyenlere gelince, Allah onların hayır amellerinin sevabını noksansız olarak verecektir. Allah zâlimleri sevmez" (Âl-i İmrân: 54-57)
"İslamiyet hak din diyemeyecek miyiz?"
1 Nisan 2005 01:00
Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi almada en çok korktuğu, çekindiği Türkiye'nin Müslüman bir ülke olmasıdır. Bunu açıkça söylemeseler de, dolaylı yollardan ima etmektedirler. Korkularının sebebi de şu: Şu anda, Batı'da Hıristiyanlık bitmiş bir durumdadır. Gençlerin dinle ilgileri kalmamıştır. Sadece yaşı ellinin üzerindeki insanlar Hıristiyanlığa inanıyor. Bunlar da öldükten sonra Hıristiyanlık kalmayacak. İşte tam bu sırada, Türkiye Avrupa Birliğine üye olur, Müslümanlar bütün Avrupaya dağılır; bunları gören inanç boşluğundaki insanlar Müslüman olur ve Avrupa'nın dini çehresi değişir diye korkuyorlar. Bunun için, çeşitli yollarla İslamiyeti içeriden çökertip, rağbet görmeyecek, ilgi çekmeyecek hale sokmak istiyorlar. Çünkü, ancak gerçek İslam Batı'daki inançsız kimselerin ilgisini çeker, Hıristiylanlık gibi adı olan kendi olmayan bir İslamiyet Batı'nın ilgisini çekmez. Avrupa Birliği'ne girmeden ve girdikten sonra da "İslamı Protestanlaştırma" faaliyetleri devam edecek; gizli açık müdahaleler olacak. Daha şimdiden rahatsız olmaya ve müdahale etmeye başladılar bile. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Çanakkale Zaferi'nin 90. yıldönümü ve misyonerlik faaliyetleri nedeniyle camilerde okuttuğu hutbeler, AB üyesi ülkelerde ve Amerika'da tepkilere neden oldu. AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn,Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Brüksel ziyareti sırasında, bu hutbelerden duyulan rahatsızlığı dile getirdi. Özellikle, Diyanet'in 11 Mart tarihli hutbesinde yeralan "İslam'ı ve Müslümanları tarihten silmek için sözde kutsal ordular oluşturdular, ancak nihai amaçlarına ulaşamadılar", "Allah katında tek din İslamdır" cümlelerinden rahatsız olduklarını bildirerek "ayrımcılık" yapmakla suçladılar. Bunun için, ABD ve AB'nin önümüzdeki günlerde İslâm ülkelerine yönelik bazı yeni uygulamalar içine girecekleri gelen haberler arasında. Bu uygulamalar çerçevesinde cami imamlarının ve cuma hutbelerinin kontrol altına alınacağı da kaydedildi. Sayın Bakan hutbede "dini ayrımcılık" yapıldığı iddiasına tepki göstererek, "İslam dini son ve hak dindir. Bir Müslümanın bunu söylemesinden doğal bir şey olamaz. 'İslam dini son dindir ve hak dindir' diyemeyecek miyiz?" diye sordu. "O hutbede dini ayrımcılık göremiyorum. Her gün kilisede İsa'sız kurtuluş yoktur denilerek dua ediliyor. Bütün Hıristiyanların ifadesi budur. O öyle inanıyor, biz böyle inanıyoruz. Kendi dininiz ile ilgili dinimize nasıl inanıyorsak öyle anlatmak zorundayız. Her Müslüman İslam'ın en son din olduğuna hak din olduğuna inanmak zorundadır. Böyle inandığı için Müslüman olur." dedi. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Fikret Karaman da, İslamiyeti anlatmanın asli görevleri olduğunu bildirerek, misyonerlik faaliyetlerinin son günlerde daha da yoğunlaştığını bu hususta başka kuruluşlara da görev düştüğünü belirtti. Özellikle Balkanlar ve Türk Cumhuriyetlerinde yaygın olan misyonerlik faaliyetlerin bir bölümünün Anadolu topraklarında da yayıldığını belirten Karaman: "Misyonerlik faaliyetleri değişik görüntü ve metotlarla yürütülmektedir. Bu hususta kamu ve eğitim kurumları, sivil toplum kuruluşları, basın ve yayın organları gerekli duyarlılığı göstermelidir. Siyasi otorite tarafından da ihtiyaç duyulan alanlarda yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Buna göre ülkemizi ve insanımızı misyonerlik faaliyetlerine karşı korumak, ilgili kurumların ortak bir görevi olmalıdır" dedi. Sayın Karaman'ın dediği gibi, Batı'nın bu oyununa gelmemek için, bütün kurum ve kuruluşlarımızla, İslamiyetin doğru olarak öğretilmesine yardımcı olmak zorundayız. Sayın Başbakanın da dediği gibi, biz dinimizi temel kaynaklarımızdan en iyi şekilde öğrenir ve öğrenirsek, Batı avucunu yalar.= Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
Nasrânîler
2 Nisan 2005 01:00
İsa aleyhisselamın göğe çıkarılması şöyle olmuştur: Yahudilerin Hazreti İsa'yı öldürmeye teşebbüsleri üzerine, Cebrâil aleyhisselam İsa aleyhisselama çatı penceresi olan bir eve girmesini söyledi. İsa aleyhisselam böyle bir eve girince, Cebrâil aleyhisselam onu bu evden göğe çıkardı. Yehûda, İsa aleyhisselamın şeklinde gösterildi. İsa aleyhisselam diye o yakalandı ve haça gerildi. Orada hazır bulunanlar üç fırkaya (gruba) ayrıldılar. Onlardan bir fırka; "İsa aramızda Allah idi. Şimdi gitti..." Diğer fırka; "İsa aleyhisselam, Allahü teâlânın oğlu idi...", öbür fırka ise; "İsa aleyhisselam, Allahü teâlânın kulu ve resulüdür. Hak teâlâ semaya (göğe) kaldırmak sûretiyle ona ikram ve ihsanda bulundu" dediler. Bu fırkalardan her birinin müstakil cemâati vardır. Ancak itikadlarının bozukluğu sebebiyle ilk iki fırka kâfir olup, itikadlarının düzgünlüğü sebebiyle üçüncü fırka mü'min kalmıştır. Yahudilerin, İsa aleyhisselamı öldürüyoruz zannederek, ona benzetilen birini öldürmeleri ve onu çarmıha germe hadisesi, o zaman Rum imparatoru tarafından duyuldu. Yahudiler, o Rum imparatoruna bağlı idiler. O imparatora şöyle denildi: - İsrailoğullarından birisi çıktı. Kendisinin Allahü teâlânın resûlü olduğunu haber verir, ölüleri diriltir, anadan doğma körü iyileştirirdi. Fakat şimdi o öldürüldü. Bunun üzerine Rum İmparatoru; "Haberim olsa idi, onun öldürülmesine mani olurdum" dedi. Ve havârîleri Yahudilerin arasından çekip aldı. Havârîlere İsa aleyhisselam hakkında sordu. Onlar da, İsa aleyhisselamın ahvâlini olduğu gibi anlattılar. İmparator, İsa aleyhisselamın dinine tabi oldu. Yahudilerin haça gerdikleri şahsı indirip, gözler önünden kaldırdı. Onun asıldığı haça, hürmette bulundu. Onu muhafaza etti. Sonra İsrailoğulları ile muharebe etti. İsa aleyhisselama inanan Rum imparatorunun ismi Tabâris idi. O, böylece Nasrânî oldu. Ancak Nasrânîliğini belli etmedi. İsa aleyhisselamın bildirdiği dine bozulmadan önce inananlara Nasrânî denirdi. Şimdi bozuk şekliyle inananlar da kendilerine Nasrânî diyorlar. Tabâris'ten sonra gelen Maltîs ismindeki imparator, İsa aleyhisselamın göğe yükseltilmesinden 40 sene sonra Beyt-ül-Makdis'e hücûm etti. Pek çok kimseyi öldürdü ve esir etti. Şehirde taş üstünde taş bırakmadı. Bu hadiseden sonra, Kureyza ve Nadr isimlerindeki Yahudi kabileleri buradan çıkıp, Hicaz'a gittiler. İşte bütün bunlar, Allahü teâlânın İsa aleyhisselamı yalanlamaları ve öldürmeye kasdetmelerine karşılık Yahudilere verdiği cezalardır.
Hazreti İsa'nın gelmesi
3 Nisan 2005 01:00
İsa aleyhisselam kıyamet yaklaşınca, Şam'daki Ümeyye Câmii minaresine inecek ve kırk sene yaşayacaktır. Bu zaman zarfında, İslâmiyet'i yayacak ve Hazreti Mehdî ile buluşacak evlenip çocukları olacaktır. Sonra Medine'de vefat edip, Peygamber efendimizin medfûn bulunduğu Hücre-i seâdete defn olunacaktır. İsa aleyhisselam, gökten indirildiği zaman, İslâmiyet'e uyup, kendi ictihadı ile hüküm çıkaracaktır. İctihad ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benzeyecek, yani İmâm-ı a'zam'ın ictihadına uygun olacağını büyük âlim Muhammed Pârisâ hazretleri bildirmektedir. Hazreti İsa'nın nüzûlü ile ilgili Kur'ân-ı kerimde Zühruf suresi 61. âyet-i kerimesinde meâlen şöyle buyruldu: "Gerçekten o (İsa'nın nüzûlü) kıyamet için yaklaştığını bildiren bir beyandır, alamettir. Onun için, o kıyametin geleceğinden sakın şüphe etmeyin de, benim şerîatime tabi olun. İşte bu biricik doğru yoldur." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Peygamberlerin babaları bir, dinlerinin esası bir, anneleri ayrıdır. Ben, Meryem oğlu İsa'ya herkesten yakınım. Çünkü benimle onun arasında peygamber yoktur. Kıyamete yakın o inecektir. Onu görünce şu halleri ile tanıyın: Orta boylu, kırmızı beyaz tenli, düz saçlıdır. Yaş olmasa da saçı ıslak gibidir. İki âsâsı olur. Haçı kırar, domuzu öldürür. Cizyeyi kaldırır. Zamanında Müslüman olmayan bütün milletler pasif ve helak olur. Allahü teâlâ onun zamanında Deccâl'ı helak eder. Yeryüzünde emniyet ve adâlet te'sis olur. Hatta deveyle aslan, inekle kaplan, koyunla kurt birlikte otlar. Allahü teâlânın dilediği kadar yeryüzünde kalır. Sonra vefat eder. Cenaze namazını Müslümanlar kılıp, sonra onu defnederler." "70.000 silâhlı Yahudiyle Deccâl çıkacak. O, İsa'ya bakar bakmaz tuzun suda eridiği gibi erimeye başlayacak ve kaçmaya başlayacaktır. İsa şöyle diyecek: "Sana öyle bir nefes edeceğim ki, seni öldürecek." Sonra onu Lud kapısının doğu yakasında altedecek ve Allah Yahudileri yenilgiye uğratacak... Ve yeryüzü tıpkı kabın suyla dolması gibi Müslümanlarla dolacak. Tüm dünya bir de aynı Kelime'yi zikredecek, ona uyacak ve Allah'tan başkasına ibadet edilmeyecektir." (İbn Mâce)
.
Hz. İsa'nın mûcizeleri
4 Nisan 2005 01:00
İsa aleyhisselam daha doğmadan evvel onun, fevkalade halleri görülmüştü. Diğer peygamberler gibi o da, kavminin en asîl, şerefli ve itibar sahibi sülalesinden geldi. Annesi Hazreti Meryem, Kur'an-ı kerimde Hak teâlâ tarafından, iffetini çok güzel koruduğu bildirilerek Sıddîka diye medholunmuştur. Böylece o, her kadına nasib olmayan çok yüksek bir şerefe kavuşmuş, oğlu İsa aleyhisselam da Allahü teâlânın takdiri ve emri ile babasız olarak doğmuştur. Hazreti İsa'nın doğumundan hemen sonra, annesinin ayağının altından pek güzel bir su kaynamış, Hazreti Meryem'in mevsimi olmadığı halde ağacı sallamakla taze hurmalar dökülmüştür. Bütün bunların yanında, İsa aleyhisselam beşikte iken konuşmuş, çocukluğunda kendisinden çeşit çeşit gizli halleri, haber vermiştir. Bunların hepsi ondan meydana gelen belli başlı fevkalade hallerdir. İslâm âlimleri, herhangi bir peygamberden, peygamber olduğunun bildirilmesinden evvel görülen böyle alışılmışın yani âdetin üstünde olan hallere irhâs demişlerdir. İsa aleyhisselamın mûcizelerinden bazıları şöyledir: İsa aleyhisselam, Allahü tealânın izni ile mûcize olarak ölüleri diriltirdi. Bu hal pek çok defa vaki olmuştur. İsa aleyhisselam, bir gün bir yerden geçiyordu. Bir kabrin başında oturmuş ağlayan bir kadın gördü. Kadının haline acıyıp; - Ey Allahın kulu, sana ne oldu da ağlıyorsun? buyurdu. Kadın: - Bir tek kızım vardı, o da öldü. Ya burada öleceğim, yahut onu benim için diriltinceye kadar buradan ayrılmayacağım, diye Rabbime söz verdim. Bakalım ne olacak, dedi. İsa aleyhisselam; - Onu görsen, buradan ayrılır mısın? buyurdu. Kadın; - Evet, dedi. Bunun üzerine İsa aleyhisselam iki rekat namaz kıldı. Sonra gelip, kabrin yanına oturdu ve; - Ey kızcağız! Rahmân olan Allahü teâlânın izni ile kalk ve kabrinden çık! dedi. Kabir sallandı. İkinci defa seslendi. Kabir, Allah'ın izni ile yarıldı. Bir daha seslendi. Kızcağız, başındaki toprakları saçarak çıktı!.
.
"Niçin geciktin?"
5 Nisan 2005 01:00
İsa aleyhisselamın üç defa seslenmesi ile ölmüş kız dirilip kabirden dışarı çıktı. İsa aleyhisselam ona: - Niçin geciktin? diye sorunca; - İlk sesi duyduğum zaman, Allahü teâlâ bana bir melek gönderdi. Beni öldüğüm zamanki şeklime getirdi. İkinci sesi duyunca, Allahü teâlâ rûhumu bedenime iade eyledi. Üçüncü ses gelince, kıyametin sayhasıdır diye korktum. Başımdaki saçlar, kaşlarım ve kirpiklerim, kıyametin dehşetinden bir anda beyazlaştı, dedi. Sonra annesine dönüp: - Ey anneciğim! Ne olursun, ölümün şiddetini bana iki defa yükleme. Anneciğim, sabret ve sevabını Allahtan bekle! Benim dünyaya hiç ihtiyacım yok, dedi. Bundan sonra Hazreti İsa'ya dönerek; - Ey Rûhullah! Hak teâlâya duâ et de, beni âhirete döndürsün ve ölüm şiddetini bana hafif eylesin, dedi. Bunun üzerine İsa aleyhisselam duâ eyledi ve kızın rûhu kabz olundu. Tekrar üzerine toprak örtüp düzelttiler. Kadının acısı hafifledi. Verdiği söze sadakat gösterip, oradan ayrıldı. Bu büyük mûcize, Yahudilere ulaşınca İsa aleyhisselama düşmanlıkları ve kızgınlıkları daha da arttı. Çünkü onlar inanmıyorlar, muhalefet ediyorlardı. Yine İsa aleyhisselam zamanında bir kimsenin kızı vefat etmişti. Bir gece sonra İsa aleyhisselam duâ etti. Kız dirildi. Çok yaşadı. Evlendi ve çocuğu da oldu. İsrailoğullarının meliklerinden biri ölmüş, tabut üzerinde götürülüyordu. İsa aleyhisselam gelip, duâ eyleyince, Allahü teâlâ onu diriltti. İnsanlar bu müthiş manzara karşısında hayran ve şaşkın kaldılar. Ancak yine de iman etmediler. İsa aleyhisselamın mucizelerinden biri de, hastaları iyi etmesi, körlerin gözünü açması idi. İsa aleyhisselam, Allahü teâlânın izni ile, mübarek elini dokundurmakla, anadan doğma körlerin gözleri hemen açılıverirdi. Yine aynı şekilde, elinin temasıyla, vücuduna baras yani alacalık bulunan hastalar o anda iyileşirler ve hastalıklarından hiçbir eser kalmazdı. Bütün bu mûcizeler sadece elini sürmesi ile olduğundan, elini dokunan manasına Mesîh dendiği ve Mesih isminin buradan geldiği bildirilmiştir. İsa aleyhisselam yine mûcize olarak, kavminin ne yediklerini ve evlerinde ne sakladıklarını bilip, haber verirdi.
.
İseviliğin bozulması
7 Nisan 2005 01:00
Hazret-i Îsâ göğe çıkarıldıktan 40 sene sonra Romalılar, Kudüs'e hücum ettiler. Yahûdîlerin kimini öldürdüler, kimini esir aldılar. Kudüs'ü yağma ettiler, yakıp yıktılar. Tevrât nüshalarını ve başka din kitaplarının hepsini yaktılar. Kudüs şehri harabe hâline geldi. Yahûdîler bundan sonra derlenip toparlanamadılar. Bir hükûmet kuramadılar. Dağıldıkları yerlerde hor, hakir, aşağılanarak yaşadılar. Hazret-i Îsâ'ya inanan 12 havârîden birisi olan Yehûda mürted olunca yerine Matthias'ı havârî seçtiler ve etrâfa dağılıp Îsevîlik dînini yaymaya başladılar. Bunlardan Barnabas, havârîlerin en eskilerindendir. Kıbrıslıdır. Anadolu'yu ve Yunanistan'ı dolaşmıştır. 63 senesinde Kıbrıs'ta şehid edildi Îsevîlik yayılmaya başlayınca, Yahûdîler ile putperest Yunanlılar ve Romalılar onun karşısına çıktılar. Hazret-i Îsâ'nın dînine inananlar tutulup öldürüldü. Arenalarda vahşî hayvanlara yedirildi. Fakat hak olan bu din kendini tanıtmakta ve sevdirmekte gecikmedi. Îsevîler dinlerini gizli gizli sürdürmeye başladılar, gizli yerlerde kurdukları mâbetlerde ibâdet ettiler. Hazret-i Îsâ'nın hak olan dîni, az zaman sonra Yahûdîler tarafından sinsice değiştirildi. Bolüs (Pavlos) adındaki bir Yahûdî; Îsâ'ya inandığını söyleyerek ve Îsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, asıl İncîl'i yok etti. Dört kişi ortaya çıkıp on iki havârîden işittiklerini yazdılar. Böylece İncîl adında dört kitap meydana geldi ise de Bolüs'ün yalanları, bunlara da karıştı. Bir Yahûdî olan Bolüs, Yunan felsefesi ile meşgûl oluyordu. Havârîlerden Barnabas ile senelerce arkadaşlık yaptı. Yıkıcılık taşıyan bozuk fikirlerini ona aşılamak istedi, muvaffak olamayınca, açıkça düşmanlık yapmaya başladı. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyen Bolüs, Îsevî (yâni hakîkî Hıristiyan) görünüp kendisini din âlimi tanıtarak; "Îsâ, Allah'ın oğludur" dedi. Daha başka şeyler de uydurup, söyledi. Şarabın ve domuzun helâl olduğunu bildirdi. "Allah'ın zâtı birdir, sıfatları üç türlüdür" dedi. Bu sıfatlara "Uknûm" adı verildi. Bolüs'ün sapık fikirleri, Yunan filozofu Eflâtun'un felsefesine dayanıyordu. Münâfık olan Bolüs'ün "Îsâ'nın haça gerilmesi, hikmet ve kurtuluştur" diyerek ortaya attığı mânâsız bir iddiâ; bugünkü Hıristiyanlığın esas felsefesini ve bu dinde insanlara verilen yeri tâyin etti.
.
Putperestliğin sokulması
8 Nisan 2005 01:00
Yunan filozofu Eflâtun'un fikirlerini sokup İseviliğin bozulmaya çalışıldığı sırada, Barnabas (Barnabe) adındaki havârî, hazret-i Îsâ'dan işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, bu Barnabas İncîli de yok edildi. Günümüze kadar ancak bir nüshası gelmiştir. Uydurma İncîller zamanla çoğalarak, her yerde başka bir İncîl okunur oldu. Büyük Konstantin putperestken Mîlâdın 313. senesinde Hıristiyanlığı kabul etmiş, İstanbul şehrini büyütüp îmâr etmiş ve Konstantiniyye ismini vermişti. Konstantin 325 senesinde bir konsil toplayarak mevcud İncilleri dörde indirtmişti. Ayrıca Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabul etmiş, böylece yeni bir Hıristiyanlık dîni kurulmuştu. Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği İncîl'de ve Barnabas'ın yazdığı İncîl'de Allah'ın bir olduğu bildirilmişti. Fakat bu İncîl elde bulunmadığı için, filozof diyerek kıymet verdikleri Eflâtun'un ortaya attığı teslis (üçlü tanrı) fikri ilk yazılan dört bozuk İncîl'de yer almıştı. Aryûs ismindeki bir papaz bunun yanlış olduğunu, Allah'ın bir olup, Îsâ aleyhisselâmın O'nun oğlu değil, kulu olduğunu söyledi ise de, bunu dinlemediler. Hattâ aforoz ettiler. Aryûs, Mısır'a kaçtı ve orada tevhîdi (tek Allah inancını) neşretti ise de öldürüldü. Konstantin'den sonra gelen krallar, Aryûs'un mezhebi ile, yeni Hıristiyanlık arasında şaşkına döndüler. İstanbul'da ikinci ve sonra üçüncü, daha sonra, İzmir ile Aydın arasında bulunan Efes (Ephesus)'te dördüncü, Kadıköy'de beşinci ve İstanbul'da altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydana çıktı. Böylece, Hıristiyanlık ismiyle, akıl ve hakîkat dışında, bir din meydana geldi. Bu sebeplerden Avrupa'da Hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücumlar, hâlâ devâm etmektedir. Bu dînin kitabı olan İncîl, önce İbrânice neşredildi. Sonra Lâtince ve Yunancaya çevrildi. İbrânice nüshası, Yunancaya çevrilirken birçok yanlışlıklar yapılmış, çeşitli putlara tapan Yunanlıların, "Tek Allah" inancına ısınamayışından ve İncîl'i de, Eflâtun'un felsefesine uydurmak isteyişlerinden dolayı "üçlü tanrı" fikri meydana çıkmıştır. Eflâtun felsefesine göre birçok puta tapmak, her tanrı için ayrı bir put yapmak doğru değildir. İlâhlar hakîkatte üçtür: 1) Bunlardan en büyüğü, görünmez yaratıcı ilâh (Ekkinom), 2) Görünen veya hissedilen ve birincisinin vezîri, yardımcısı olan logos (mantık), 3) Görünen ve bilinen kâinât (tabiât)tır. İşte Yunanlılar ve Romalılar da, Hıristiyanlığı buna benzetmek istediler ve teslisi, üçlü tanrı inancını soktular.
.
Davasına hizmette başarılı idi
8 Nisan 2005 01:00
Papa II. Jean Paulbugün toprağa veriliyor.Toprağı bol olsun. Herkesin ortak fikri, yüzyıl içinde gelen en başarılı Papa olması. Çünkü, Vatikan'ın sınırlarına adeta hapsolmuş, unutulmuş bir Hıristiyanlığı bütün dünyaya tanıttı. 26 yıllık Papalığı döneminde 128 ülkeyi dolaştı. Komünizmin çoküşünde önemli bir rolü oldu. Hıristiyanlığın gelişmesi açısından bakacak olursak gerçekten başarılı bir liderdi. Tabii ki, biz bu açıdan bakacak değiliz. Biz kendi açımızdan bakarız. Dinimiz İslamiyete zararı mı oldu faydası mı, bizim için önemli olan budur. Papa II. Jean Paul zamanına kadar Hıristiyanlar paramparçaydı, birbirleri ile uğraşıyorlardı; Hıristiyan devletler de, komünizmle boğuşuyorlardı. Papa gerçek tehlikenin komünizm değil, İslamiyet olduğunu ileri sürerek, Rusya'nın çökmesinden sonra, Batı dünyasının bütün güçleri ile beraber "Yeşil kuşak" projesi doğrultusunda Müslümanlar üzerine çevrilmesini sağladı. Ezeli düşmanı İstanbul Ortodoks Patriğine ve diğer Hıristiyan mezhep liderlerine barış turları yaparak Hıristiyan birliğini gerçekleştirdi. Yahudilerle de yakınlık kurdu. Aynı barış turlarını İslam ülkelerine de yaptı. Camilere girdi, kendisine verilen Kur'an-ı kerimi öptü... Fakat bu turlarda diğer turlar gibi samimi değildi. Bir taraftan, "dinler kardeştir, zorlama olmasın" derken diğer taraftan, 2000 yılında dindaşlarına yayınladığı mesajında, "Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya'yı Hıristiyanlaştıralım" diyordu. Papa II. Jean Paul zeki biriydi. Müslümanlarla açıkça mücadele ve düşmanlıkla bir yere varılamadığını geçmişteki tecrübelerden görmüştü. Müslümanlara dost, barışsever görünerek kaleyi içeriden fethetmenin daha kolay ve daha etkili olacağını keşfetti. Bunun için Müslümanlar arasına tefrika, reform fikirlerini sokarak İslamiyeti tartışılır hale getirilmesine ön ayak oldu. Kadınların cemaate cuma namazı kıldırmaları, Orta Doğu'da dağıtılan sahte "Furkan" tefsiri, bu tartışmalardan sadece bir ikisi. Müslümanlar 14 asırdır tartışmadıkları konuları, Papa'nın geliştirdiği "İbrahimî Dinler" projesiyle tartışır hale geldiler. Dün bir okuyucum aradı. Şöyle bir soru sordu: "Biz burada bir grup arkadaş kendi aramızda tartışıyoruz. Bir kısmımız, 'ölen Papa, barışsever, iyi bir insandı bunun için Cennete girecek' diyor. Bir kısmımız da, 'bir insan Muhammed aleyhisselamı kabul edip Müslüman olmadıkça Cennete giremez' diyoruz, siz ne dersiniz?" İşte bence Papa'nın en önemli başarısı bu! Eskiden, Müslüman olmayan birinin Cennete gideceğini aklından bile geçirmeyen Müslümanlar, bugün bunun tartışmasını yapar hale geldiler. Papa, belki dindaşlarına karşı, barış sever, savaşa karşı olmasında samimi olabilir. Fakat, Müslümanlara karşı da böyle miydi? Böyle olmadığını şu olayla gösterdi. 27.4.2003 tarihinde düzenlenen ayinde, papaz Avianolu Marco'u' ermiş' mertebesine yükseltti. Bu papaz, 1683'teki Viyana kuşatmasında cephelerde verdiği, ''Haçın altında toplanın! Meryem adına savaşın! Türkleri yenin! Hıristiyanlık adına büyük düşman Türklere karşı savaşı kazanmak için Tanrıya olan imanımızı güçlendirmemiz lazımdır. Bunu yapmadan önce neye kalkışırsak kalkışalım, netice alamayız. Tanrı barış değil, savaş istiyor" diye vaaz vermiş bu yüzden ordumuz korkunç bir bozguna uğramış ve bu bozgun Avrupa'daki topraklarımızı kaybetmemize sebep olmuştur. (Murat Bardakçı-Hürriyet 11.5.2003) Papa'nın ülkemizin AB'ye girmesine karşı olması, PKK'yı kınamaması, Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptıkları iddiası ayrı bir barış sever örneği (!) Evet, Papa II. Jean Paul başarılıydı, fakat kendi inanç ve davasına hizmette başarılıydı. Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
"Baba-Oğul-Rûhulkudüs"
9 Nisan 2005 01:00
İseviliğe üçlü tanrı inancanı sokmak isteyenler, Hazret-i Îsâ'nın; "Ben ancak sizin gibi bir insanım" demesine rağmen, onu "Allah'ın oğlu" olarak kabul ettiler, buna bir de "Rûhulkudüs" ekleyerek "Baba-Oğul-Kutsal Ruh" adı altında üçlü tanrı manzumesi meydana getirdiler. Halbuki, İbrânice İncîl'de "Baba" kelimesi cenâb-ı Hakk'ın büyük kudret sâhibi olduğunu, hazret-i Îsâ hakkında kullanılan "oğul" kelimesi ise, Allahü teâlânın vücutça oğlu değil, sevgili kulu olduğu anlamına geliyordu. "Rûhulkudüs" ise, cenâb-ı Hakk'ın hazret-i Îsâ'ya verdiği peygamberlik kudretiydi. Kur'ân-ı kerîm'de bu husus meâlen şöyle açıklanmaktadır: "Îmân edenlere misâl olanlardan biri de, İmrân kızı Meryem, nâmusunu muhâfaza etti. Ona (yarattığımız) ruhtan üfledik. Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmiştir." (Tahrim sûresi: 12) Hıristiyanların, bu mantığa uymayan üçlü tanrı inancını ortaya koyması ve böylece Îsevîlik dîninin esâsını değiştirmesi, din adamları olan Papayı günahsız kabul etmesi, insanların günahkâr olarak doğduklarını iddiâ etmesi, hak dînini doğru yoldan çıkartmış, hele İncîl'de yazılı olduğu hâlde son peygamber Muhammed aleyhisselâmı kabûl etmemeleri, bugün bile İncîl'de mütemâdiyen değişiklikler yapmaları, cenâb-ı Hakk'ın gazâbına mûcib olmuştur. Nitekim Kur'ân-ı kerîm'in birkaç yerinde bu hususta meâlen şöyle buyurulmuştur: "Ey kitap ehli! Dîninizde haddi aşmayın ve taşkınlık etmeyin. Allahü teâlâyı hak üzere bilin (şirk koşmayın). O'nu tenzih edin. Allahü teâlâya karşı ancak hak olanı söyleyin. Muhakkak ki Meryem oğlu Îsâ, Allah'ın ancak peygamberidir. O'nun Meryem'e ilkâ edip bıraktığı kelimesidir. Allahü teâlâdan bir rûhtur. Allah'a ve peygamberlerine inanın! İlâh üçtür demeyin. Böyle söylemekten çok sakının ki, bu sakınmanız sizin için pek hayırlıdır. Muhakkak ki Allah bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir (uzaktır). Göklerde ve yerlerde olanları O yarattı." (Nisâ sûresi: 171) "De ki, Allah birdir. Her şeyden müstağnî (hiçbir şeye muhtaç değildir) ve her şey O'na muhtâc olandır. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. O'na benzeyen (O'nun dengi olan) kimse yoktur."(İhlâs sûresi: 1-4)
.
Sıra İslamiyette!
9 Nisan 2005 01:00
Alman Der Spiegel Dergisi'nde, Fransız düşünür Bernard Henri Levy,bir yazısında İslam aydınlanmasında din adamlarına büyük görev düştüğünü belirterek şöyle diyordu: ''Hıristiyan ve Yahudi din adamları yüzyıllarca önce nasıl kendi kutsal kitap ve yazılarını gözden geçirip onunla hesaplaştıysa, şimdi de kendi kutsal kitapları üzerinde hesaplaşma sırası İslam bilginlerinde...'' Bu sözün açık manası şudur: "Yahudilik ve Hıristiyanlığın ilahi olma, yani Allah tarafından gönderilen orijinal mesaj özelliği yok edildi. Şimdi sıra İslamiyette. İslamiyetin orijinalliğini bozmak, ilahi özelliğini yok etmek şart" diyor. Başka bir ifade ile, İslamın da, "Protestanlaştırılması", reforma tabi tutulması lazım diyor. Diyanet Dergisi bir sayısında bunu nasıl yapacaklarını şöyle açıklıyordu: "İnsanlığın kurtuluşu için gönderilmiş olan İslâm Dini, kıyamete kadar sürecektir. Hak ve son din İslâm geldiğinde, daha önce gelen ve tahrif edilen diğer dinlerin hükümlerini kaldırmıştır. Çünkü İslâm dini bütün insanlığın yaratılışına uygun temel prensiplere sahiptir. Akılla ve ilmî gerçeklerle çelişmez. Bu gerçeği göremeyen Roma Katolik Kilisesi, Avrupa'ya tamamen hakim olduktan sonra, önce dünyayı silah gücü ile Hırıstiyanlaştırmaya çalıştı. Bu sebeple Haçlı Seferleri düzenlendi. Haçlı orduları dalgalar halinde Müslüman ülkelerinin üzerine yürüdüler. Yapılan savaşlarla gayelerine erişemeyeceklerini anlayınca, Papa ve Hırıstiyan hükümdarlar bu işi barış yolu ile ve tatlılıkla yapmaya karar verdiler. İşte bugünkü Vatikan'ın faaliyetlerinin temeli bu karara dayanır. Tek gaye ve amaçları; Batı emperyalistlerinin emelleri önüne çekilmiş kalın bir duvar olan İslâmı yıkmak ve Müslümanları ezmek, Müslüman ruhunda İslâm inancını sarsmak ve onları Hıristiyanlaştırmaktır. Bu gayelerine ulaşabilmek için de şu faaliyetlerde bulunuyorlar: İslâm karşıtı fikirleri yaymak. Müslüman çocuklarının sırf maddeci bir terbiyeyle yetiştirilmesini sağlamak ve onlar ile tarihleri arasına perde germek. İslâmı modern hayata ayak uyduramama gibi kusurlarla itham ederek fikrî hücûma geçmek ve modern hayatın mefhumlarını İslâmdan üstün göstermek suretiyle Müslümanları dinlerinden ayırmaya zorlamak... Bu fikirleri de yıllardan beri; barış, toplumsal ahenk, dinlerarası diyalog, hoşgörü gibi evrensel insanî değerleri işliyorlar. Fakat hiç de samimi olmadıkları ortadadır. Tolerans, sevgi, barış ve kardeşlik gibi süslü sloganlarla yola çıkanlar, aynı hoşgörüyü, toleransı; İslâma tanımadıktan ve düşmanlıklarından vazgeçmedikten sonra bunlara kim inanır? Sonuç olarak Kur'an-ı kerimin ifadesiyle: "Allah katında hak din İslâm'dır." "Kim İslâmdan başka bir din ararsa, bu din asla kabul olunmaz ve o ahirette de büyük zarara uğrayanlardandır." Her şeyin gerçeğini en iyi bilen Yüce Allah olduğuna göre; O'nun orijinal kelâmı olan Kur'an-ı kerimin mesajına kulak vermekten başka insanlık için kurtuluş çaresi yoktur. Bunun için; misyonerlik faaliyetleri başta olmak üzere ülkemizi, dinimizi ve milletimizi bölmeye yönelik her türlü yıkıcı faaliyet karşısında dikkatli olmak zorundayız. Bunlara karşı mücadele etmek için öncelikle yeni yetişen nesillerimizi bu cereyanlara karşı sağlam ve doyurucu bilgilerle techiz etmek durumundayız. Genç nesillerle beraber bütün ülke insanını millî ve manevî değerlerle donatmalıyız. Bu uyarılara kayıtsız kalındıktan sonra ortaya çıkan manzara karşısında hayıflanmanın faydası olmayacaktır." (Diyanet Dergisi, sayı 106) Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Akıl almaz zulümler!
10 Nisan 2005 01:00
Hakiki İncil'de, Hazret-i İsa'nın, Cenab-ı Hakkın peygamberi ve kulu olduğu bildirilmesine rağmen Bolüs (Pavlüs)'ün üçlü tanrı inancı gibi sapık fikirleri zamanla yayıldı. Birçok kilise papazları tarafından tasvip gördü. Böyle inanan Hıristiyanlar, Avrupa krallarını elde edip kuvvetlendiler. Zamanla Hıristiyanlık büyük devletlerin resmî dîni hâline gelince, Orta Çağda karanlık bir devir başladı. Hazret-i Îsâ'nın telkin ettiği; "İnsanlık, merhamet, şefkat, sağ yanağına tokat atana sol yanağını da uzat!" esasları tamâmen unutuldu. Bunun yerine Hıristiyanlar, kin ve nefreti, düşmanlığı ve zulmü ele aldılar. Hıristiyanlık adı altında akla sığmaz zulümler, haksızlıklar yaptılar. İnsanın tüylerini ürperten Engizisyon Mahkemeleri kurarak yüzbinlerce insanı haksız yere ve çok kereler sırf servetlerini ele geçirmek için "dinsiz" adı altında türlü türlü işkenceler yaparak öldürdüler. Galileo gibi dünyânın döndüğünü bildiren bir bilgini, dinsizlikle itham ederek, sözünü geri almazsa, öldüreceklerini söyleyip tehdid ettiler. Allah'a mahsus olan "günâh affetmek" kudretini papazlara verdiler. Bunlar da, para karşılığı günahları affettiler. Hattâ Cennet'ten yerler sattılar! Papalar, türlü bahânelerle kralları bile aforoz ettiler. Hıristiyanlık dînine papazların evlenmemesi, evlenmiş kimselerin katiyyen boşanmaması, günâh çıkarmak mecbûriyeti gibi, mantık dışı kâideler konuldu. Bugünkü Hıristiyanlığın kabul ettiği başlıca esaslar şunlar: 1. İnsanlar günahkâr olarak doğar. Çünkü ilk insan hazret-i Âdem, Allah'ın sözünü tutmamış ve onun için Cennet'ten koğulmuştur. 2. Hazret-i Âdem'den sonra gelen bütün insanlar bu günâhı taşırlar. 3. Hazret-i Îsâ, insanları bu günahtan kurtarmak için, dünyâya gelmiş olan Allah'ın oğludur. 4. Cenâb-ı Hak, insanların günâhını affettirmek için, kendi oğlunu haça gerdirmiştir. 5. Dünyâ, bir çile yeridir. Dünyâda zevk ve safâ yasaktır. İnsanlar çile çekmek ve ibâdet etmek için yaratılmıştır. 6. İnsanlar, doğrudan doğruya, Allah ile temas edemezler. Allah'tan bir şey isteyemezler. Ancak râhipler, insanların yerine, Allah'a yalvarabilirler ve onların günâhını affedebilirler. 7. Hıristiyanlığın başında Papa bulunur. Papa günahsızdır. Onun her yaptığı iş doğrudur. 8. İnsanlarda ruh ve vücud ayrıdır. İnsanın rûhunu ancak papazlar temizler. Vücud ise, dâimâ günahkâr kalan bir çirkin et parçasından ibârettir.
.
Hıristiyanlığın kolları!
11 Nisan 2005 01:00
Hıristiyanlığın akıl ve mantığa sığmayan iddiâlardan dolayıdır ki, Yahûdîliğin düzeltilmesi için uğraşan hazret-i Îsâ'nın ortaya koyduğu din, esasından uzaklaşmış, büsbütün çığrından çıkmıştır. Hıristiyanlığın tekrar doğru yola girmesi için, çok çalışmalar yapılmış, reformlar meydana gelmiştir. Luther isminde bir papaz, Protestanlığı kurarak bâzı düzeltmeler yapacağım derken, bu ilâhî dîni, büsbütün tahrib etmiş, bozmuştur. İşte İslâm dîni, hazret-i Îsâ'dan sonra, bütün bu hatâları düzeltmek, yolundan çıkmış olan ve gittikçe daha da bozulan, "Tek Allah" inancını tekrar ilâhî ve mantıkî bir şekle koymak için Allahü teâlâ tarafından gönderilmiştir. Bugün herbiri ayrı bir dînin ortaya çıkışı gibi görülen bu mezheplerin en mühimleri Katolik mezhebi, Ortodoks mezhebi ve Protestanlıktır. Bunlar, çok sayıda kollara ayrılmıştır. Katolik mezhebi:Bu mezhebi temsil eden Katolik Roma Kilisesinin zirvesinde Papa bulunur. Papa, rûhânî bir devletin başkanıdır. Papadan sonra kardinaller, piskoposlar ve râhipler gelir. Bunlar ruhban sınıfını teşkil ederler. Râhiplerin özel görevleri arasında evlenmemek de vardır. Katolik inancında teslis (baba-oğul-kutsal ruh) esastır. Başlıca takdis âyinleri; vaftiz, tövbe, çile, evlenme, papazlığa tâyin ve ölülere yağ sürme gibi törenlerdir. Hıristiyanların, papazlara günâh çıkartma mecbûriyetleri vardır. Merkezi Vatikan olan Katolik Kilisesi, kendini Hıristiyanlığı dünyâya yayan tek evrensel kilise sayar. Katolik Kilisesine Batı ve Lâtin Kilisesi dendiği gibi, Petrus'un Kilisesi de denir. Ortodoks mezhebi:Bu mezhebi temsil eden kiliseye Ortodoks Kilisesi dendiği gibi Şark ve Yunan Kilisesi de denir. Merkezi İstanbul'dur. Doğu Kilisesi Katolik Kilisesinden kesin olarak 11. asırda (M. 1054) ayrılmıştır. Katolik Kilisesine göre kutsal ruh, baba ile oğuldan çıkmıştır. Ortodoks Kilisesine göre ise, yalnız babadan çıkmıştır. Ortodoks Kilisesi, A'raf, Meryem'in bir erkekle münâsebette bulunmadan gebe kalışı ve Papanın yanılmazlığı gibi görüşleri reddeder. Papazlar genellikle evlenir. Halk, ekmek ve şarapla kominyon âyini yapabilir. Protestanlık: Bu mezhebi temsil eden kiliseye, İncîl Kilisesi adı verilir. Bu isim, bu kiliseye mensup olanların İncîl'den başka bir şeye inanmadıklarına işâret eder. Protestanlarca, herkes İncîl'i okuyup anlayabilir.(Günümüzde de, "kaynak olarak sadece Kur'an-ı kerim yeter, Başka kaynağa ihtiyaç yoktur" diyen Müslümanlar, bunlardan etkilenmişlerdir. Bunun için bu faaliyetler "İslamın Protestanlaştırılması" faaliyeti olarak görülmektedir.
.
Kilise hakimiyeti!
12 Nisan 2005 01:00
Hıristiyanlıkta reform gerçekleştiren Luther ismindeki Alman papazı 1517 senesinde Roma'daki Papa'ya isyân edince, kiliselerin bir kısmı buna uydu. Bunlara da Protestan Kiliseleri denildi. Luther'in başlattığı bu hareket, İngiltere'de Anglikanizm Kilisesini, Fransa ve İsviçre'de de Kalvinizm'i ortaya çıkarmıştır. Protestan Kiliseler, Papa otoritesini reddederler. Tanrıya ulaşabilmek için hiçbir kilise adamının aracılığını kabul etmezler. Papazlar evlenirler. Günah çıkartmak umumiyetle kaldırılmıştır. En yüksek otorite kitaptır. Protestanlık, Almanya'da, Kuzey Avrupa memleketlerinde ve Kuzey Amerika'da yayılmış bulunmaktadır. Evangelistler bu mezheptendirler. Hıristiyanlık mezhepleri arasında târihte çok şiddetli mücâdele olmuştur. Meselâ Saint Bartelemy yortu günü olan 1572 yılı 24 Ağustosunda Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerin'in emri ile Paris ve civârında 60.000 Protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hıristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Hıristiyanların ibâdet yerlerine kilise adı verilir. Hıristiyanlıkta kilise, toplumun rûhânî ve cismânî bütün hayâtına hâkim olmuştur. Bu hâkimiyet şunlardan ibârettir. 1. Günahların îtirâfı: Kilisenin günahları îtirâf ettirmesi ve papazın günah çıkartması, en az hayatta bir defâ olarak kabul edilmiştir. 2. Vaftiz: Hıristiyanlıkta "baba, oğul ve kutsal ruh" adına vaftiz olmak kilisenin emridir. Bu, yüze su serperek veya vücudu suya batırarak yapılır. Su ile yıkamak sûretiyle yapılan vaftiz, Îsâ'nın kanalıyla insanların kirlerinin temizlenmesini sembolize eder. Böyle vaftiz olan kimse kilise önünde îmânını îlân etmiş olur. 3. Communion âyini: Bu, ekmeği kırıp üzerine şarap dökerek yemektir. Güyâ Îsâ'nın taraftarlarıyla birlikte son gece yediği yemeği sembolize edermiş. 4. Nikâh kıymak: Nikâh kilisede kıyılır. Kilise dışında yapılan nikâhlar meşrû değildir. Böyle yapmayanlar nikâhsız kabul edilir. 5. Ölüye mukaddes yağ sürmek: Ölüm döşeğindeki bir kişiye din adamının zeytinyağı sürmesi vazîfesidir. (Hıristiyanların bu törenlerini beğenen, değer vererek katılan Müslüman dinden çıkar.)
.
Özel gün ve bayramları
13 Nisan 2005 01:00
Hıristiyanlıkta kilisede yapılan günlük ve haftalık ibâdetlerden başka senelik bayramlar da vardır: a) Günlük ibâdet evvelce yedi defâyken, bugün her gün kilisede iki vakit ibâdet ve duâ vardır. Sabah ve akşam yapılan bu ibâdetler için tesbit edilmiş bir vakit yoktur. Günlük ibâdet bir saat sürer. Toplu ibâdet, ferdî ibâdetten daha makbuldür. b) En büyük ibâdet pazar günü yapılan ibâdetin topluca yerine getirilmesidir. Pazar âyininde vaaz ve nasîhatlere de yer verilir. Vaftiz ve diğer merâsimler hep pazar yapılır. Düğün merâsimleri, dünyevî olduğu için ikindiden sonra yapılır. Hıristiyan Bayramları şunlar: 1. Noel Bayramı: Hazret-i Îsâ'nın doğum yıl dönümü olarak kabul edilir. Her sene aralık ayının sonunda yapılır. 2. Paskalya Yortusu: Hıristiyanlıkta hazret-i Îsâ'nın ölümünden üç gün sonra dirildiğine inanılır. Paskalya bunun hâtırasıdır. Nİsanın 15'inden sonraki pazara tesâdüf eder. 3. Transfiguration Günü: Paskalyadan yüz gün sonradır, şekil değiştirme günüdür. 4. Meryem Ana Günü: 15 Ağustosa yakın pazar günü yapılır. Bu günde kadınlar ve kızlara Meryem Ananın iffeti, temsîlî olarak gösterilir. 5. Haç Yortusu: Eylülün 15'inde olur. Kudüs'ten İran'a götürülen haçların alınmasıyla ilgilidir. Genelde Hıristiyan ibâdetleri bunlardır. (Hıristiyanların bu bayramlarını, günlerini beğenen, değer vererek bunlara katılan Müslüman dinden çıkmış olur.) Hıristiyanlık âleminde son zamanlarda Allah inancı husûsunda önemli değişmeler ve gelişmeler olmaktadır. Katolik Kilisesinin ve Vatikan'ın Papa'dan sonra en önde gelen rûhânî lider ve bilim adamlarından meydana gelen dört kişilik bir heyetin yedi yıllık bir araştırma neticesinde hazırladığı Evrensel Kateşizm (Tebliğ) adlı el kitabında Katoliklerin de İslâmiyetteki gibi "Tek Allah" inancında olmaları gerektiği belirtildi. Hıristiyanların yeni el kitabı denilebilecek eserin şimdiye kadar bu gâye ile hazırlanan diğer Papalık yayınları arasındaki en önemli farkı, Allah inancının "Baba-oğul-Rûhu'l-Kudüs" şeklinde olmaması gerektiğinin açıkça belirtilmesidir. Kitapta; Allahü teâlâya yaratılmış varlıkların sıfat ve sûretlerinin hiçbirisinin yakıştırılamayacağı, çünkü Allahü teâlânın ne erkek, ne kadın ne de insan sûretiyle ilgisi bulunmayan tek yaratıcı olduğu ifâde ve kabul edilmektedir. Bu yeni inancın İslâmiyetteki Allah inancı gibi olması gerektiği açıkça belirtilmektedir.
.
Galile ve Engizisyon
14 Nisan 2005 01:00
Hıristiyanların üçlü tanrı inancı ile ilgili son yıllarda şüpheler, itirazlar hasıl olmaya başladı. Örneğin "Baba-oğul-Rûhu'l-Kudüs" şeklindeki teslis inancı taşıyan Katoliklerin bu inançlarının yanlış olduğu, Vatikan Rûhânî Meclis sorumluları Honore ve Konstant, eserin kontrolörü Kardinal Law, redaksiyon sekreteri Papaz Mgr Schönborn'un Papa'nın da tasdikiyle yayınladıkları Evrensel Kateşizm adlı eserde açıkça belirtildi. Bu kitapta, haklar, kilise ve Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk, Yahûdîlik, İslâmiyet ve diğer dinlerde Allah inancı olduğu gibi ele alınıyor ve yorumlanıyor. Netice olarak en doğru Allah inancının İslâmiyetteki gibi olması gerektiği kararlaştırılarak, Katoliklerin "Tek Allah"a inanmaları gerektiği belirtiliyor. Âile çevre meseleleri, işsizlik, insan hakları, yaratılış esasları ile günümüz dünyâsında çok tartışılan cinsiyet konuları üzerinde durulan, Vatikan'ın bu yeni eserinde; "Huzurlu yaşamanın anahtarı Yaratan'ı benimsemek ve Tek Allah'ın varlığına inanmaktır" denilmektedir. Hıristiyan dünyâsında bomba tesiri meydana getiren bu eserin yayınlanması ve dağıtımına başlanması bilim adamlarınca çok önemli bir gelişme olarak kabul edilmekte, doğacak netice merak ve ilgiyle beklenmektedir. Bundan 359 yıl önce Müslüman âlimlerin kitaplarından iktibas ederek dünyânın güneş etrâfında döndüğünü söyleyen ve Kopernik Teorisini açıkça müdâfaa eden Galileo, fikirlerinden vazgeçmesi ve dîne karşı gelmemesi için Papalık tarafından uyarıldı. Hattâ geçmiş hatâlarından pişmanlık duyduğuna dâir bir yazıya imzâ koyması için Engizisyon'un baskısına mâruz bırakıldı. Ancak Galileo son nefesinde "Eppur si Mouve=Dünyâ hep dönüyor!" diye fısıldayarak ömrü boyunca fikrine sâdık kaldığını gösterdi. "Allah dünyâyı bir daha hareket etmemek üzere durağan bir temel üzerine oturtmuştur" şeklindeki İncil'in tahrif edilmiş bir cümlesiyle çelişkili fikirler ihtivâ eden İki Kâinât Sistemi Üzerine Konuşmalar adlı kitabından dolayı Engizisyon'ca müebbed hapse mahkum edilen Galileo, gözleri kör olduktan sonra 1642'de öldü. Galileo'nin ölümünden 350 yıl geçtikten sonra Papalık Bilimler Akademisinin bir oturumunda onun dâhi bir fizikçi ve sâdık bir Hıristiyan olduğuna karar verildi. Fakat bütün bunlara rağmen Vatikan'ın "üçlü tanrı inancı" ile ilgili yeni bir adım atmaması, bu konuda samimi olup olmadıkları şüphesini doğurdu. Hıristiyanlığa karşı ilim adamlarının olumsuz bakışını düzeltmek için atılan sahte bir atılım olduğu kanaati hasıl oldu.
.
Bilim adamlarının görüşleri
15 Nisan 2005 01:00
Batılı ilim adamları, târihçiler, hattâ Hıristiyanlar, bugün elde bulunan İncillerin bozuk olduklarını bildirirken, mânevî kuvvetlere inanmayan, maddedeki ilerlemenin sarhoşu olup, ruh bilgilerinden haber alamayan ve hiçbir dîne inanmayanlar da İncillerdeki bozuk yerleri öne sürerek, bütün dinlerin aleyhinde bulunmaktadırlar. Bugünkü İncil hakkında, birçok batılı ilim adamının verdiği karar şudur: İncil; Allah sözü değildir. Allah sözü olması gereken eski İncil, bugünkü şekli ile tamâmen başka bir kitap hâline dönüşmüştür. Bugünkü İncil'de Allah sözü olması düşünülebilen sözler yanında, birçok yabancı kimseler tarafından eklenen sözler, tahminler, rivâyetler ve hikâyeler vardır. Bugünkü İncillerin Allah sözü mü, yoksa insan eseri mi olduğu hakkında Hıristiyan ilim ve fen adamlarından bâzılarının görüşü şöyledir: Moody İncil Enstitüsünden Dr. Graham Scroggie"İncil, Allah Sözü müdür?" adlı kitabının 17. sahifesinde diyor ki: "Evet, İncil insan eseridir. Bâzı kimseler, neden olduğunu anlamadığım sebeplerden ötürü, bunu inkâr etmektedirler. İncil, insanların dimağında teşekkül etmiş, insanlar tarafından insan dili ve insan eli ile yazılmış ve tamâmiyle insan karakteri taşıyan bir eserdir." Başka bir din adamı Kenneth Gragg, Hıristiyan olmasına rağmen, şöyle demektedir: İncil, Allah sözü değildir. Burada doğrudan doğruya insanların anlattıkları hikâyeler, herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören insanların görgü şâhitliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar kilise tarafından insanlara Allah sözüymüş gibi nakledilmektedir." Teolog Prof. Geyser: "İncil'in tamâmı Allah kelâmı değildir. Fakat, buna rağmen kutsal bir kitaptır" demektedir. İncil'de yazılı hususlara, bilhassa "Allah, oğul ve rûhülkudüs" gibi üçlü tanrıya inanmayan papalar bile ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan Papa Honorius, üçlü tanrıyı katiyetle reddettiği için ölümünden 48 sene sonra İstanbul'da toplanan Sinod (Papazlar Heyeti) tarafından resmen lânetlenmiştir (Sene M. 680). İncil'in bugünkü hâli: Bugün ellerindeki İncillerin doğruluğu hakkında tam bir paniğe kapılmış olan, bilhassa genç Hıristiyanlar, bu kitaplarının bildirdikleri hiçbir şeye inanmamakta ve tam mânâsıyla bir dinsiz olmaktadırlar.
.
"Huzurun Kaynağı Aile"
15 Nisan 2005 01:00
Aile, canlılar içinde sadece insanlara bahşedilmiş değerli bir müessesedir. İnsanı diğer canlılardan ayırt eden önemli bir farktır. Bu farkın yok olması insanı insanlıktan uzaklaştırır. Aile toplumun temel taşıdır. Her bina temel taşlar üzerinde yükselir. Bir binanın temel taşları sağlam değilse ömrü uzun olmaz, ufak bir sarsıntıda yıkılır. 19. yüzyılda, Sanayi Devrimi ile beraber birçok ülkede, özellikle de Batı ülkelerinde, kapitalist patronların kadını ekonomik yönden istismara başlaması ile bu temel taşlar yerinden oynadı; aile büyük sarsıntı geçirdi. Buna bağlı olarak toplumlar da sarsıntıya uğradı; huzursuzluk, manevi boşluk had safhaya ulaştı. Bu sarsıntı ülkemizde, biraz hafif seyir göstermekle beraber günbegün, şiddetini artırmakta, Batı ülkelerine erişebilme yarışını sürdürmektedir. Bunun için de, aile geçimsizlikleri, aile içi şiddet uygulamaları, boşanmalar hızla artmaktadır. Bütün bunların sebebi, ailede köşe taşları mesabesinde olan, anne, baba ve çocukların yerlerinden oynatılmasından ve yerli yerinde olmamalarındandır. Çünkü her taş yerinde ağırdır, hele bu taş temelde köşe taşı olursa. Ailede, toplumda tekrar huzurun sağlanması da, bu köşe taşlarının yerine konulması ve tabii fonksiyonlarını yerine getirmelerinin sağlanması ile mümkündür. İşte biz, bu çalışmamızda, aile fertlerinin aile içindeki rollerini ve ailenin toplumdaki yerini göstermeye çalıştık. Bunu yaparken de, kendi düşüncemizi değil, asırlardır oluşmuş, kemikleşmiş örf ve âdetlerimizi, mensubu olmakla iftihar ettiğimiz dinimizin emir ve yasaklarını esas aldık. Hepimiz, aldığımız bir cihazı kullanmadan önce, bunu imal eden mühendislerin hazırladığı "kullanma kılavuzunu" okuruz. Çünkü bu cihazdan en iyi bir şekilde verim alınabilmesi için nasıl kullanılması lazım geldiğini en iyi bilenlerin onlar olduğuna inanırız. Bunun gibi, insanı ve aile fertlerini yaratan, onlardan en iyi şekilde nasıl istifade edileceğini, ailede huzurun sağlanması için rollerinin ne olması lazım geldiğini en iyi Allahü teâlâ bilir. Bunun dışındaki bilgiler deneme yanılmaya bağlı yarım yamalak bilgilerdir. Bu bilgiler insanları, toplumları yanıltabilir. Bugün faydalı gibi görülen işlerin yarın ne kadar zararlı olduğunu çoğu kez görmekteyiz. Her meselede olduğu gibi, aile yaşayışımızda da, nasıl hareket etmemiz gerekiyor, ailedeki rollerimiz nelerdir, bunları İslam büyüklerinin kıymetli kitaplarından öğrenip yaşamaya çalışmamız lazımdır. Biz bu kitabımızda bunu yapmaya; kıymetli kitaplardan istifade ederek, bu eşsiz bilgileri sizlere sunmaya çalıştık. Kur'an-ı kerimde, "Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı." (Nahl-80) buyurulmaktadır. Evlerimizin, huzur ve sükûn yeri olması da, Allahü teâlânın bildirdiklerine uymaya bağlı. Bunlara ne kadar uyulursa, huzur ve sükûn da o derece fazla olur. Uyulmazsa, her önüne gelen kural koymaya kalkışırsa, evlerde huzur kalmaz. Evlerinde huzur olmayan toplumların sokaklarında da huzur olmaz. Cemiyet, nerede, ne zaman infilak edeceği belli olmayan serseri mayına döner. Bundan bütün insanlık zarar görür. Cenab-ı Hak, hepimizin evini, ailesini huzurlu eylesin. Amin. Bu yazı, siz değerli okuyucularımın ısrarlı talepleri üzerine hazırlanan , "Huzurun Kaynağı Aile" kitabımın önsözüdür. Kitap; Ailenin Önemi, Evlilik ve Aile Hayatı, Çocuk Eğitimi bölümlerinden oluşmaktadır. Kitapta, yüz yıldır toplumda kadının nasıl istismar edilip sömürüldüğü ve aileyi yok etmek için tezgâhlanan sinsi oyunlar belgelere dayalı olarak işlenmektedir. (Arı Sanat Yayınevi, 0212 520 41 51)
.
Elli bin hata!..
16 Nisan 2005 01:00
İncillerin İlahi olmadığını söyleyen ilim adamları gerekçe olarak şunları söylemektedirler: 1. İncil'de Allah sözü olarak kabul edilecek çok az parça vardır. 2. İncil'deki bâzı sözlerin Allah sözü değil, Peygamber sözü olduğu, onların ismi ile belirtilmektedir. 3. İncil'e kimin tarafından söylendiği belli olmayan birçok sözler eklenmiştir. 4. Havârîlerin hikâyelerine birçok masallar, efsâneler karıştığı bizzât Hıristiyan din adamları tarafından îtiraf edilmektedir. 5. Havârîlerin hazret-i Îsâ hakkındaki bildirdikleri birbirinden farklıdır. 6. İçinde hakîkî beyanlar bulunan (Barnabas İncili) gibi bâzı İnciller yok edilerek ortadan kaldırılmıştır. 7. İncil bugüne kadar pekçok defâlar dînî heyetler tarafından incelenerek değiştirilmiştir. Bu incelemeler daha devâm etmektedir. Bir rivâyete göre, bugün elde birbirinden tamâmen farklı 4000 İncil vardır. Her tetkik heyeti, bir evvelki İncil'in içinde çok ağır hatâlar bulunduğunu iddiâ etmektedir. 8. Krallar İncil'de tâdilât yapılması için emirler vermişler ve bu emirler yerine getirilmiştir. 9. İncil'in ifâdesi bir Allah kitabı ifâdesi olmaktan çok uzaktır. Hele Eski Ahid'in bâzı parçaları, çocukların yanında okunamayacak kadar müstehcendir. 10. İncil'in içinde 50.000 hatâ bulunduğunu, batılı Hıristiyan mecmuaları yazmaktadır. Bu hatâların en büyüğü olan üçlü Allah mefhumunu düzeltmek için bugün Hıristiyanlar aşırı bir gayret içindedirler. Hattâ son zamanlarda Yuhannâ İncili'nde bulunan bir cümleden bile faydalanmaya çalışmaktadırlar. Bu cümle şudur: "Yuhanna'nın birinci mektubu: Baba, kelime ve Rûhulkudüs, üçü birdir." Burada oğul yerine "kelime" denilmiştir. 11. İncil'in bir Allah kelâmı değil, (insan eseri) olduğu nihâyet Hıristiyan din adamları tarafından da kabûl edilmiştir. Halbuki, Allah kelâmı aslı değişmez. Böyle eksik, yanlış, hatâlı kısımları bulunan, ikide birde değiştirilen ve insan eli ile yazıldığı kendi din adamları tarafından da îtiraf edilen bir kitap "Allah'ın kitâbı" olamaz. Allahın kitabında bulunması gereken nasîhat, yol gösterme, iyiyi kötüyü ayırma, dünyâyı ve âhireti tanıtma, tesellî gibi hususların hiçbiri bugünkü İncillerde yoktur.
Terbiye için servet gerekmez
16 Nisan 2005 01:00
Anne ve baba, çocuk eğitiminde tam bir örnek olmalıdır. Anne baba çocuğa karşı davranışlarında tam bir fikir ve görüş birliğinde olmalıdır. Yani anne ve babadan biri sert davrandığı zaman diğeri şefkat göstermemeli, biri tarafından verilen ceza, diğeri tarafından affolunmamalıdır. Bilinmelidir ki, yerinde ve haklı olarak verilen ceza, çocuğun sevgisini hiçbir zaman azaltmaz. Bilakis ciddi ve yerinde ceza veren anne baba, körü körüne sevgi gösteren, her şeye göz yuman anne ve babadan daha çok sevilir, sayılır. Demek ki çocuk terbiyesinde sevgi, şefkat ve bağlılık mühim olmakla beraber, ciddiyet ve geçici sertlik de çok önemli birer faktördür. Çocuğa iyi bir terbiye verebilmek için, anne baba ve diğer âile fertlerinin bütün terbiye prensiplerini tam uygulamasıyla berâber, âile hayâtının düzenli olmasının yanında anne babanın da iyi geçimli olması şarttır. Anne baba geçimsizliği, hele ayrılığı kadar çocuk rûhunda fırtınalar koparan bir hâdise yok gibidir. Unutulmamalıdır ki, çocuklar anne babayı ideâl birer insan olarak görürler. Onlar gibi olmak ve onlar gibi hareket etmek isterler. Huy ve alışkanlıklarını çabuk kaparlar. Onun için çocuk dünyaya geldikten sonra, anne ve baba bütün yönleriyle, olduklarından daha iyi olmak mecburiyetindedirler. Kardeşi olmayan çocukların terbiyesi daha zor ve hatta bir problem olabilir. Halbuki birkaç çocuğun terbiyesi daha kolaydır. Her çocuk kendiliğinden itaat etmesini ve uysallığı öğrenir. Kardeşlerinin de istekleri olabileceğini ve onların da anne baba sevgisine en az kendisi kadar ihtiyacı olduğunu anlar. Daha doğrusu her şeyini kardeşleriyle paylaşmasını bilir. Böylece karşılıklı sevgi ve hürmeti erkenden öğrenen çocuklar, cemiyete kendini hazırlayarak yetişir. Ancak anne ve babanın her çocuğa aynı sevgi ve bağlılığı göstermesi şarttır. İyi bir terbiye verebilmek ve cemiyete faydalı bir fert yetiştirmek için para ve servete ihtiyaç yoktur. Hattâ zenginlik ve lüks hayat, ekseriyâ çocuğun fenâ yetişmesine sebeb olabilir. Çünkü acı da olsa, varlık içindeki bâzı anne babaların kendi zevk ve eğlencesini düşünerek, çocuklarını ihmâl ettikleri bir gerçektir. Halbuki anne babanın bu ihmalleri çocuk rûhunda fırtınalar koparabilir ve bu fırtınaların, çocuğu nereye sürükleyeceği belli olmaz. Diğer taraftan, zenginlik ve hudutsuz imkânlar, çocuğu kötü yollara saptırabilir. Müşâhede ve tecrübelere göre, yokluk içerisinde büyümesine rağmen iyi terbiye alan çocuk, daha fazla insan sevgisiyle yetişmekte ve cemiyete daha faydalı olmaktadır. Fakat bu, "Âilelerin çocuklarının daha iyi yetişmesi için fakirlik şarttır" mânâsına alınmamalıdır; ama âile varlıklı olsa bile çocuk âile servetine güvenmeden yetiştirilmelidir. Batılı araştırmacılar çocuk terbiyesinde din, ceza ve mükâfât, oyun ve oyuncaklar, okul gibi faktörlerin önemli olduğunu bildirirler. Çocuk terbiyesi dinlerin belli başlı mevzularındandır. Hayatı, dünya ve âhiret olmak üzere iki büyük safhada, ikincisini birincisinin devâmı olarak takdim eden İslâm dîni; insan ömrünü de doğum öncesinden başlayarak çocukluk, erginlik, yetişkinlik, olgunluk ve yaşlılık olarak safha safha, fakat bir zincirin halkaları şeklinde bütün olarak ele alır. Bu arada çocuk terbiyesinin esaslarını, modern pedagogların uzun araştırmalar sonucu elde ettikleri umdeleri de içine almış bir halde, mükemmel bir sistem şeklinde tesbit etmiştir. Çocuk terbiyesiyle ilgili hükümler incelendiğinde, Batılı yazarların saydığı faktörlerin asırlardır İslâm dîninde var olduğu görülür. (Huzurun Kaynağı Aile kitabından.
.
İnsanların en üstünü
18 Nisan 2005 01:00
Peygamber Efendimizden ve diğer peygamberlerden sonra şimdi de, peygamberlerden sonra insanların en üstünleri olan Eshab-ı kiramın hayatlarından ibretli kesitler sunmak istiyoruz. Tabii ki, öncelikli olarak Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık'tan... Hazreti Ebû Bekir, Peygamber Efendimizin ilk halîfesi, daha hayattayken Cennet ile müjdelenen, peygamberlerden sonra bütün insanların en üstünü olan sahâbîdir. Müslüman olmadan önce adı, Abdüluzzâ idi. Sevgili Peygamberimiz, îmân ettikten sonra ismini değiştirdi. Peygamber efendimiz; "Cehennem'den atîk olanı "âzâd edilmiş kimseyi" görüp, sevinmek isteyen kimse, Ebû Bekir'e baksın" buyurduğu için "Atîk" lakabıyla tanındı. Peygamber efendimizin bildirdiği her şeyi ânında ihlâsla tasdik ettiği için "Sıddîk" lakabıyla meşhûr oldu. Hazreti Ebû Bekir, Resûlullah Efendimizin, peygamberliğini bildirip, Müslüman olmasını istediği zaman hiç tereddüd etmeden İslâmiyeti kabul etti. Hazreti Ebû Bekir, Müslüman olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, Müslüman olmaları için iknâ etti. Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennet'le müjdelenenlerden; Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi yüksek şahsiyetler onun vâsıtasıyla Müslüman oldular. Annesi Ümmül Hayır da ilk Müslümanlardan oldu. Kureyşliler, İslâmiyet'i kabul eden Hazreti Ebû Bekir ve arkadaşlarını dinlerinden döndürmek için çeşitli işkenceler yaptılar. Hazreti Ebû Bekir, Mekke'de Müslüman olan köleleri satın alarak âzât etti ve işkenceden kurtardı. Bilâl-i Habeşî bunlardan birisidir. Hazreti Ebû Bekir, Peygamber Efendimiz ne söylerse îtirâz etmez, derhâl kabul ederdi. Sevgili Peygamberimizin Mîrac mûcizesini kabul etmeleri de böyle oldu. Müşrikler Peygamber Efendimizin Mîrac mûcizesini işitince, kabul etmediler. Hattâ onunla alay etmeye kalktılar. Sonra, Hazreti Ebû Bekir'e sordular. Ebû Bekir, Peygamber Efendimizin ismini duyunca; "Eğer O söyledi ise inandım. Bir anda gidip gelmiştir" dedi. Mîrac mûcizesini tasdik ve kabul ettiğini müşriklere iftihârla söyledi. Resûlullah efendimiz o gün Hazreti Ebû Bekir'e "Sıddîk" lakabını verdi. Bu lakabı almakla şerefi bir kat daha arttı.
.
"Delilim o rüyadır!"
19 Nisan 2005 01:00
Hazreti Ebû Bekir, İslâmiyet bildirilmeden önce seyahatte iken bir rüyâ görmüştü. "Gökten dolunay inip, Kâbe-i muazzamaya gelmiş, sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gökyüzüne yükselmişti. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın evine düşen parça ise, gökyüzüne yükselmemişti. Hazreti Ebû Bekir hemen evin kapısını kapamış, sanki bu ay parçasının gitmesine mânî olmuştu." Bu rüyayı tabirci, "Mekke'de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O'nun hidâyet nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O'nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!.." şeklinde tabir etmişti. Hazreti Ebû Bekir ne yapacağını şaşırmış hâldeyken, tabirci sözlerine şöyle devam etti: "Şimdi sen hemen memleketine dön! O'na ulaş! O'na vahiy gelmeye başladığında, git herkesten önce O'na îmân et! Hazreti Ebû Bekir bu ta'bîri kimseye anlatmadı. Peygamber efendimiz, peygamberliğini teblîğe başlayınca sordu: "Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?" Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Peygamberliğime delîl, o rü'yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta'bîrini istedin. O âlim, "Karışık bir rü'yâdır, i'tibâr edilmez" dedi. Sonra râhib Yemlîhâ, doğru ta'bîr etti. Yâ Ebâ Bekir, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmeye da'vet ederim." Bunun üzerine, Hazreti Ebû Bekir, Kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce şöyle düşünmüştü: "Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir iş değildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir Yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün değildir. Yarın gidip durumu Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O'na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü, hiç yalan söylemeyen bir kimsedir. Herkes O'ndan Muhammed-ül emîn diye bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim." Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hazreti Ebû Bekir'i İslâm'a da'veti düşünmüştü. Sabah olunca her ikisi de aynı düşünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, "Sözleşmeden birleştik" dediler.
.
"Niçin böyle edersin?"
20 Nisan 2005 01:00
Resûlullah Efendimiz bir gün Eshâbı ile oturmuşlardı. Konuşma esnasında, Hazreti Ebû Bekir dedi ki; "Yâ Resûlallah! Senin hakkın için ki, ömrümde hiç puta secde etmiş değilim." Hazreti Ömer: "Bu kadar câhiliye zamanımız geçti, bu nasıl oldu?" dedi. Hazreti Ebû Bekir dedi ki: "Babam Ebû Kuhâfe, bir gün beni alıp, puthâneye götürdü. 'Bunlar senin ilâhındır, bunlara secde eyle' dedi. Beni oraya koyup, gitti. Ben ileri vardım. Puta, 'karnım açtır, bana yiyecek ver' dedim. Cevap vermedi. Su istedim. Cevap vermedi. Elbisem yok, bana elbise ver, dedim. Cevap vermedi. Elime bir taş alıp, 'bu taşı senin üzerine atarım, eğer ilâh isen mâni ol' dedim. Cevap vermedi. Taşı puta vurdum. Yüzü üzeri düştü. Babam gelip, gördü. Bana dedi ki: 'Ey oğul! Niçin böyle edersin?' Elimden tutup, eve götürdü. Anneme durumu anlattı. Annem dedi ki; 'Bunu kendi hâline koyalım. Bunun hakkında, Allahü teâlâ tarafından bana hitap gelmiştir. Eseri zuhûr edecektir.' Sonra ben anneme sordum. 'Benim için sana gelen hitap ne idi?' Annem dedi ki: 'Seni doğurmam yakın olduğu gece, ağrı tutup, ıstırâba düştüm. Hâtıftan bir ses geldi ki; 'Ey hâtun! Müjdeler olsun sana ki, senden bir vücûd zuhûra gelecektir. Yerde adı Atîk ve semâda Sıddîk ve âhir zaman Peygamberine yâr ve refîk olacaktır, dedi." Ebû Hüreyre der ki: Hazreti Ebû Bekir sözünü tamamladı. Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, Hazreti Resûlullah'a "sâdık Ebû Bekir" dedi. Yani Ebû Bekir gerçek söyler, diye üç kere tekrar etti. Huzeyfe ibni Yemân anlatır: Bir gün Hazreti Resûlullah sabah namazını kılıp, dönüp, Ebû Bekr-i Sıddîk'ı sual etti. Ebû Bekir arka saftan, Lebbeyk "buradayım" yâ Resûlallah, dedi. "Yâ Ebâ Bekr! Birinci rekatte bana yetiştin mi?" diye sordu. Hazreti Ebû Bekir dedi ki: "Yâ Resûlallah! Birinci safta sizinle tekbîr alıp, Fâtiha sûresini okumaya başladım. Sonra, abdestimde vesvese oldu. Dışarı çıktım, kardan beyaz ve baldan tatlı bir su gördüm. Üstünde bir mendil örtülmüştü. Üzerinde, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah Ebû Bekir Sıddîk" diye yazılmış idi. Mendili alıp, önüme koydum. Abdest alıp, mendili tekrar kabın üzerine koydum. Sonra gördüm, kaybolmuş. Gelip, ilk rekatte size yetiştim, dedi. Resûl-i ekrem Efendimiz buyurdu ki: "Müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr! Ben namazda kırâ'eti tamamladım ki, rükû'a gideyim. Dizlerim tutuldu. Sen gelmeyince, rükû edemedim. Sana abdest suyu veren Cebrâîl idi. Mendili tutan Mikâîl idi. Benim dizlerimi tutan İsrâfîl idi.
.
"Allah bizimledir!"
21 Nisan 2005 01:00
Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlânın emri ile Mekke-i mükerremeden Hicret etmek dilediği zaman, gece ile beraber yola çıktılar. Hazreti Sıddîk o Resûl-i Rabbil âlemîn hazretlerini sakınıp; kâh ardına, kâh önüne, kâh sağına ve kâh soluna geçer ve kâh, mubârek ayağı parmakları üzerine basardı. Düşmanlar izlemesin diye. Bu esnada Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki: "Yâ Ebâ Bekr! Ne ıstırâb çekersin. Kendi nefsin için mi korkarsın?" Cevap verdi ki: "Yâ Resûlallah! Mubârek bedeninin bir kılına zarar gelir diye, korkarım ki, benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din sarayının mimârısın." Resûlullah Efendimiz, "Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir!"buyurdu. Mağaraya geldiler. Hazreti Ebû Bekir dedi ki: "Yâ Resûlallah! Bir miktar bekleyin. O mağaraya ben gireyim. Yılan, akrep cinsinden nesne var mı bakayım!" Resûlullah Efendimiz izin verdi. Mağara içine girince, ne kadar mahlûkat var ise, târûmâr olup, her biri deliğine girdi. Hazreti Ebû Bekir sırtından mübârek gömleğini çıkarıp, parça parça edip, o deliklerin tamamını tıkadı. O deliklerden biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O deliğe de, ayağının tabanını iyice tıkadı. O büyük sultâna, "içeri buyurun" diye hitap etti. İki cihân serveri de, Besmele söyleyerek, mağara içine girdi. Sabaha kadar orada kaldılar. Sabah oldu. Hazreti Ebû Bekir'in gömleğini arkasında göremeyince, sebebini sordular. Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk, "Yâ Resûlallah! Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini tıkayıp, şerlerini def ettim; deyince, Resûl-i ekrem Efendimiz, "Allahım! Ebû Bekir'i, kıyâmet günü, benim derecemde, benimle berâber bulundur!" buyurdu. Fahr-i âlem Efendimiz buyurmuşlardır ki: "Mi'râc gecesi, kardeşim Cebrâîl'e sual ettim ki, kıyâmet gününde, ümmetimin cümlesine sual olunur mu?" Cevap verdi ki; "Ey Allahü tealanın Habibi! Ümmetinin cümlesine hesâb vardır. Lâkin, Ebû Bekir'e yoktur. Ona kıyâmet gününde yürü sen hesapsız Cennet'e var; denilir. O ise, dünyada beni sevenler, benimle berâber Cennet'e girmeyince, ben Cennet'e girmem, der." Bir gün Resûlullah buyurdu ki: "Ebû Bekir'in îmânı diğer mü'minlerin îmânı ile ölçülse, Ebû Bekir'in îmânı ağır gelir." Bir rivâyette buyurmuştur ki: "Rüyamda gördüm ki, kıyâmet kopmuş. Mahşerde terâzî kurulmuş. Bütün mü'minlerin îmânı tartıldı. Ebû Bekir'in îmânı cümle ümmetin îmânından ağır geldi
.
Kötürüm adamın şükrü
22 Nisan 2005 01:00
İsa aleyhisselam bir ağacın altında kendinden geçmiş bir halde dua eden birini görür. Dikkatlice baktığında adamın ayakları tutmayan bir kötürüm olduğunu anlar. Sonra iki gözünün de görmediğini fark eder. Vücuduna dikkatlice baktığında ise cildinde baras hastalığı olduğunu görür. Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua etmektedir: "Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!.." Hazret-i İsa kötürüm adama yaklaşır: -Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor; bedenin de sağlıklı görünmüyor? Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen? Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam şöyle der: -Efendi! Allahü teala bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple Onu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de ona şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde Onu tanıma sevinci, dilinde de Ona şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör, bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü nasip eylemiş. İşte bunu düşününce kendimi tutamıyor ve: "Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbim! Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun!" diye teşekkür etmekten kendimi alamıyorum. Baş gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan İsa aleyhisselam: -Ver şu elini öyle ise! diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper. Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam: -Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygamber değil misin? der. İsa Peygamber: -Belli olmuyor mu? deyince: -Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm eden İsa aleyhisselam: -Sen hele bir ayağa kalkmayı dene! Deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar. Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur: -Ey Allahın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O'ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O'na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye koyar ve der ki: -Rabbim! Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak lütfettin. Artık bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında? Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa aleyhisselamın elini öpmek isterler. Ama Allahın Peygamberi işaret eder: "Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün!.." Derler ki: "Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiçbirimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık." Hazreti İsa bunlara şu cevabı verir: "Öyle ise tefekkür edin, siz de düşünün. Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır!"
.
"Müjdeler olsun sana!"
22 Nisan 2005 01:00
Resulullah Efendimiz, mağarada beklerken bir ara Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk'ın mubârek yüzlerinde değişiklik görüp, sebebini sorunca Hazret-i Ebu Bekir şöyle anlattı: "Mağarada olan delikleri bir bir tıkadım, lâkin, cübbe parçası bir deliğe yetmedi. O delik de açık kalmasın diye ayak tabanımı dayamıştım. Bir yılan, birkaç defa soktu. Ayağımı delikten çekmeye korktum ki, o yılan delikten dışarı çıkıp, zât-ı şerîfinize bir elem ve ıstırâb verir" diye Cevap verdi. Resûlullah Efendimiz: "Onunla benim aramı aç, bırak çıksın" buyurdu. O an hazreti Ebû Bekir mubârek ayağını delikten çekti. İçeriden görünüşü hüzün ve gam veren zehirli bir yılan çıktı. Fahr-i âlem Efendimiz: "Ey yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrârıma vâkıf olanı, Allahü teâlâdan korkup, benden hayâ etmedin mi, ayağını sokarak eziyet ettin" diyerek, azarlayınca, yılan şöyle cevap verdi: "Ey Habîb-i Rahmân! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! Senin âşıkın sâdece insanlar değildir. Belki hayvan zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemâline âşıktır. Hattâ ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeye müştak ve hayran ve kendinden geçmiş, şaşkın şekilde ağlayarak, mâl ve mülkünü terk edip, âşık-ı divânen olmuştum. Bu mağarayı şereflendireceğinizi öğrenmiştim. Onun için nice zamandan beri, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrîfiniz ile, ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem edeyim. Çünkü, en mes'ûd bir zamanda, bu karanlık mağarada, arkadaşınla mağaraya girince, sabah güneşi gibi zâhir olup, devlet güneşim doğdu. Fakat ne var ki, arkadaşın yine perde oldu. Bu sebeple, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp, zarûrî olarak, bu küstahlık benden vâkı' oldu", diye özür diledi. Seyyid-üs-sekaleyn, dünya ve âhirette bulunanların şefâ'atcisi, yılanın özürünü kabûl etti. Hazreti Ebû Bekir'in yarasına, mübârek ağızlarının suyundan sürdü. O ânda acısı şifâ buldu. Enes bin Mâlik rivâyet eder: Bir gün gördüm ki Server-i Enbiyâ, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk ile müsâfehâ edip, buyurdu ki, "Müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekir! Hak teâlâ, bütün mahlûklara, umûmî olarak, tecellî eder. Ammâ, sana husûsî olarak tecellî eder."
.
Kabirlerinden kanatlı kalkanlar!
23 Nisan 2005 01:00
Bir gün, Resûlullah efendimiz Eshâbının toplandığı bir yere gelmişti. Onlara şöyle buyurdu: Az önce, kardeşim Cebrâil yanımdan ayrıldı. Bana şu hadiseyi anlattı: "Yâ Resûlallah! Allahın kullarından biri, beş yüz yıldan beri bir adada tek başına yaşamaktaydı. Allahü teâlâ, o kula adada parmak kalınlığında, tatlı bir su verdi. Bir de nar ağacı verdi. Her gün bir nar olur. Her akşam o kul, adanın yüksek yerinden abdest almaya deniz kenarına iner. Narı alır, yer, suyunu içer, sonra namaza dururdu. Beşyüz yılını böyle ibâdetle geçirdi. Ölüm zamanı gelince, Rabbinden secdede rûhunu teslim etmek, cesedine hiçbir şey yol bulup gelememek, dirilinceye kadar böyle secdede kalmak için, niyâzda bulundu. Allahü teâlâ, onun her dileğini yerine getirdi. Allahü teâlâ bu kimsenin vefâtından sonra meleklerine emretti: - Bu kulumu rahmetimle Cennete koyunuz! O kul itiraz etti. Beşyüz yıl aralıksız ibâdet ettiği için ameli ile Cennete girmek istiyordu. Cenâb-ı Hak meleklere emretti: - Kulumun hesâbına bakın; ni'metimle amelini karşılaştırın! Melekler, bu kulun yaptığı amelleri ve Cenâb-ı Hakkın bu kuluna yaptığı ihsânları karşılaştırdılar. Bu hesap sonunda şu netice alındı: Onun beş yüz senelik ibâdeti, sadece görme ni'metinin, gözün karşılığı bile değildir. Kendindeki diğer ni'metler karşılıksız kalır. Bunun üzerine Allahü teâlâ şu emri verdi: - Bu kulumu Cehenneme atın! Cehenneme götürülürken o kul, yaptığı büyük yanlışlığı fark ederek yalvardı. Bu kulun yalvarıp yakarması neticesinde Allahü teâlâ meleklerine geri getirmelerini emretti. Ona, Allahü teâlâ sordu: - Kulum, sen hiçbir şey değilken, seni kim yarattı? - Yâ Rabbî, sen yarattın! - Bu senin amelinle mi oldu, yoksa rahmetimle mi? - Rahmetinle yâ Rabbî! - Beş yüz sene sana ibâdet kuvvetini kim verdi? - Sen verdin, yâ Rabbî! - Seni o adanın ortasına kim yerleştirdi? Tuzlu denizden sana kim tatlı suyu çıkardı? Her gece sana bir tane nar veren kim? Ve sen, bu sırada, rûhunu secde hâlinde almamı istedin ve duânı kabûl ettim. Bunları kim yaptı? - Sen, yâ Rabbî! - Evet, bütün bunlar benim rahmetimle oldu. Şimdi seni, rahmetimle Cennetime koyuyorum. Allahü teâlâ mü'minlerden bir zümreyi kabirlerinden kanatlı olarak diriltir. Sûr'a üfürüldüğü zaman kabirlerinden uçarlar. Cennet-i a'lâya koşarlar. Onları melekler karşılar ve onlara sorarlar: - Siz kimsiniz? Bu ni'metlere nasıl kavuştunuz? Siz dünyada nasıl bir amel işlediniz? - Biz O'na kulluk ettik. Yaptıklarımıza değil, O'nun rahmetine güvendik. O'ndan başka her şeyden yüz çevirdik. Başkasından bir şey beklemedik. Allahü teâlâ bize hesaba çekilecek bir dünyalık vermedi. Onun için böyle kolay geldik
.
"Fazlalığın sebebi nedir?"
23 Nisan 2005 01:00
Bir gün Resûl-i ekrem Efendimize bir gümüş yüzük hediye getirdiler. Resulullah bunu Hazreti Ebû Bekir'e verdi. "Yâ Atîk. Var, bunu bir kuyumcuya götür. Üzerine "Lâ ilâhe illallah yazsın", buyurdu. Hazreti Ebû Bekir yüzüğü alıp, kuyumcuya götürdü. Dedi ki: "Bu yüzüğün üzerine Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah nakşeyle." Bunu Sultân-ı Enbiyâ emretmemişti. Lâkin, Hazreti Ebû Bekir, Allahü teâlânın ism-i şerîfinden, Hazreti Habîbi ekremin ism-i şerîfi ayrı olmasını lâyık görmedi. Onun için, kuyumcuya böyle ısmarladı. Kuyumcu da, söylenildiği şekilde yüzüğün kaşı üzerine kazıyıp, tekrar, Ebû Bekir'e teslîm etti. Onlar da mubârek yüzüğü eline alıp, Fahr-i kâinâta getirirken, Allahü teâlâ hazretleri, azamet ve kibriyâsı ile, Cebrâîl aleyhisselâma emretti ki, "Yâ Cebrâîl! Acele yetiş. Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekir'in adını yaz. Çünkü, Ebû Bekir, benim ism-i şerîfimden Habîbimin isminin ayrı olmasını lâyık görmedi. Ben de lâyık görmedim ki, Habîbimin isminden, Ebû Bekir'in ismi ayrı olsun." Cebrâîl aleyhisselâm derhal yetişip, mübârek yüzük Ebû Bekir'in elinde iken ve haberi yok iken, üzerine, Hazreti Ebû Bekir'in ism-i şerîfini kazıdı. Sonra Ebû Bekir hazretleri o mubârek yüzüğü, Peygamberlerin Efendisine teslîm etti. Fahr-i kâinât hazretleri, yüzüğün kaşına, "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekir Sıddîk" yazılmış olduğunu anlayınca, bunun hikmeti nedir, diye tefekküre vardı. Ondan sonra Hazreti Ebû Bekir'e sual etti ki: "Yâ Sıddîk. Bu yüzüğün kaşına yalnız Lâ ilâhe illallah kazdır, diye sipâriş olunmuş idi. Sen ziyâde kazdırmışsın. Sebebi nedir?" Hazreti Sıddîk utancından mubârek başından ayağına varıncaya kadar terledi. Daha cevap vermeden Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi ki: "Yâ Resûlallah! Hak teâlâ hazretleri sana selâm eder. Ve buyurur ki, Ebû Bekir'in kendi adının yüzüğün kaşında yazıldığından haberi yoktur. Ben kazıttırdım. Habîbim bundan dolayı huzursuz olmasın. Zîrâ Ebû Bekir'in eline yüzüğü verdiğin vakit, yalnız Lâ ilâhe illallah yazdır, demiştin. Ebû Bekir benim ism-i şerîfimden, Habîbimin isminin ayrı olmasını lâyık görmeyip, kendisi kuyumcuya kazıttırdı. Ya'ni, Ebû Bekir senin adını, benim adımdan ayırmadı. Ben de senin adından Ebû Bekir'in adının ayrı olmasını revâ görmedim. Onun için, Cebrâîl'e emredip, gönderdim. Senin adının yanına Ebû Bekir'in adını yazdı."
.
"Bu hizmeti Ebû Bekir görsün!"
24 Nisan 2005 01:00
Hazreti Resûl-i ekrem buyururdu: Arasat meydanında, Hak teâlâ emreyler ki, Cennet'ten mahşer yerine sarı yakuttan bir taht getirirler. Ondan sonra, o tahtın sağ tarafına bir taht daha koyarlar. Eni ve uzunluğu bunun misâli olur. Ondan sonra sol tarafına ak gümüşten bir taht daha koyarlar. Eni ve uzunluğu bunlar gibidir. Ondan sonra, sarı yakuttan taht üzerine Ebû Bekr-i Sıddîk oturur. Sağ tarafında olan altından taht üzerine bir güzel melek oturur. Sol tarafında olan gümüş taht üzerine de bir melek oturur. Sonra, sağ tarafında oturan melek, ayak üzere durup, yüksek ses ile seslenir ki; "Ey mahşer meydanındaki Müslümanlar! Biliniz ki, Cennet hazînedârı Rıdvân benim. Allahü teâlâ bana emreyler ki, yâ Rıdvân! Cennet kapılarının anahtârlarını al. Habîbim Muhammed Mustafâ hazretlerine götür ve benim selâmımı söyle. Habîbim kimden râzı ise, hesapsız ve azâbsız Cennet'e alıp git. Ben de Cennet'in anahtârlarını alıp, Habîbi Ekreme götürürüm. Allahü teâlânın emr-i şerîfi gereğince durumu arz ederim." Server-i Enbiyâ buyurdu ki; "Yâ Rıdvân! Anahtârları Ebû Bekir'e götür. Zîrâ, ben ümmetimin günâhkârlarının şefâ'atiyle vazîfeliyim. Bu hizmeti Ebû Bekir görsün." Bilmiş olunuz ki, Hazreti Ebû Bekir'e Cennet'in anahtârlarını teslîm ederim ve de emrine mutî' olurum. Her kimden ki, Ebû Bekir râzıdır, Cennet'e alıp, giderim. Kimden hoşnut değildir, Cennet'e koymam; der. Ondan sonra sol tarafta gümüş taht üzerine oturan Melek ayak üzerine durup, seslenir ki; "Cehennem hazînedârı Mâlik benim. Allahü teâlâ hazretleri bana hitap eyler ki, yâ Mâlik! Cehennem kapılarının anahtârlarını habîbim Muhammed Mustafâ hazretlerine götür ve benden selâm söyle. Her kimden ki, Habîbim hoşnut değildir; Cehennem'e alıp, götüresin. Ben de Cehennem kapılarının anahtârlarını alıp, Sultân-ı Enbiyâya götürürüm. Allahü teâlâ hazretlerinin emr-i şerîfi üzere durumu açıklarım. Resulullah buyurur ki: "Yâ Mâlik! Âsî ümmetin hali ile meşgûlüm. Hemen anahtârları Ebû Bekir'e teslîm eyle. Bu hizmeti onlar görsünler." Şimdi uyanık olun ki, Cehennem'in anahtârlarını Hazreti Ebû Bekir'e teslîm ederim. Ben de emr-i şerîflerine mutî' olurum. Her kimden ki Ebû Bekr-i Sıddîk memnûn ve râzı değildir, suâlsiz ve hesapsız, Allahü teâlânın emri ile Cehennem'e alıp götürürüm
.
Hesapsız Cennete gidecekler
25 Nisan 2005 01:00
Bir gün Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Fahr-i âlemin huzur-ı şerîflerinde, saadetle otururlarken; bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edepsizlik edip, Ebû Bekir'e dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazreti Server-i kâinât; o kimse, Ebû Bekir'e edepsizlik ettikçe; bir şey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazreti Ebû Bekir; o bedbaht ve edepsizin edepsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip, birkaç söz söyleyince; Hazreti Fahr-i kâinât, saadetle ve devletle yerinden kalkıp, gitti. Hazreti Ebû Bekir Sultân-ı Enbiyânın ardına düşüp, yetişti ve: "Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edepsizlik edip, gönül incitirken, sükût buyurup bir şey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, gittiniz; sebebi nedir?" Dedi. Hazreti Resulullah buyurdu ki: "Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmaya başladığı zaman, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gadaba geldin; söylemeye başladın. O melek gidip, yerine iblîs geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam." Hazreti Ebû Bekir ondan sonra, vakitli vakitsiz söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zaman söz söylemek lâzım gelse, önce fikrederdi. Bir söz söyleyeceği zaman, o sözü kendi kendine nice zaman düşünür, tefekkürden sonra, mübârek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyleyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mubârek ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayırdan ve şerden dünya kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi. Ebû Hüreyre anlatır: Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Bugün sizin içinizde oruçlu olan var mıdır?" Hazreti Ebû Bekir cevap verdiler ki; "Ben oruçluyum." Server-i âlem yine buyurdular ki, "Sizden bugün kim cenâze hizmetinde bulundu?" Hazreti Ebû Bekir cevap verdiler ki; "Ben bulundum." Mefhar-ı mevcûdât yine sual buyurdular ki: "Sizden kim bugün, bir fakîre yiyecek verdi?" Hazreti Ebû Bekir, cevap verdiler ki; "Ben verdim." Yine sual ettiler ki: "Sizden bugün, kim hasta ziyâretine gitti?" Hazreti Ebû Bekir "Ben gittim" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Rabbil âlemin, buyurdular ki: "Bu hasletler bir kimsede bir arada olunca, o kimse Cennet'e girer." Cennet'e girmekten murâd, hesapsız ve kötü ameller üzerine olan cezâları görmeden Cennet'e dâhil olmaktır. Aslında sâdece îmân, Allahü teâlânın merhameti ile Cennet'e girmeye sebeptir.
.
Aradaki fark
26 Nisan 2005 01:00
Hazreti Ömer anlatır: Bir gün Resûl-i ekrem bize, askeri donatmak için sadaka getirin, diye emrettiler. Benim malımın çok olduğu bir zaman idi. Gönlümden geçti ki, her zamanda, kardeşim Ebû Bekir sadaka husûsunda hepimizden fazla sadaka verirdi. Bu defa ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki; "Yâ Ömer! Ev halkına ne bıraktın?" Dedim ki; "Yâ Resûlallah! Yarısını bıraktım." Bu sırada Hazreti Ebû Bekir cümle malını getirip, koydu. Resulullah Efendimiz: "Yâ Ebâ Bekir! Ev halkına ne bıraktın?" buyurdu. Hazreti Ebû Bekir; "Yâ Resûlallah! Aileme Allahü teâlâyı ve Resûlünü bıraktım" deyince, Resulullah Efendimiz: "İkinizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark gibidir" buyurdular. Hazreti Ömer buyurdu ki: Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk'ın her bir işte, önüne geçme ümidimi kestim. Bir defasında da, Hazreti Ebû Bekir'in huzur-ı şerîflerine bir dilenci gelip, 'Allah için bir şey verin' deyince, vermeye bir şeyi bulunmayıp, sırtındaki gömleği dilenciye verdi. Kendisi bir eski şal örtündü. İbâdetle meşgûl oldu. Allahü teâlânın emri ile Cebrâîl aleyhisselâm üzerine bir şal bürünüp, Hazreti Habîbullahın huzuruna geldi. Resûl-i ekrem: "Yâ kardeşim Cebrâîl! Bu ne hâldir. Seni bu hâl üzere hiç görmemiştim" dedi. Cebrail aleyhisselam: "Yâ Resulallah! Benim bu şekle girdiğimi acâib karşılama, ki Hak teâlâ bütün gök meleklerine bu sûrete girmeye emreylemiştir. Çünkü, Ebû Bekir şimdi bu şekildedir" diye cevap verdi. Bir gün Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ali mescidde oturuyorlardı. Bir kimse mescide girip, Hazreti Ali'yi görünce, gâyet mahzûn olup, yüzü sarardı. Hazreti Ebû Bekir bunun sebebini Hazreti Alî'ye sual etti. O da, bu kimse bana borçludur. Onun için elem çekti, dedi. Hazreti Ebû Bekir o kimseyi çağırıp, dedi ki, Hazreti Alî'ye borcunu niçin vermezsin. Dedi ki; Yâ Sıddîk! Allah hakkı için kudretim yoktur, ki vereyim. Yoksa bir gün tehîr etmezdim. Hazreti Ebû Bekir, Kur'ân-ı azîme riâyetinden ve kemâl derecede cömertliğinden o kimseye dedi ki, 'Eğer sûre-i Fâtihayı yarısına kadar okuyup, sevâbını bana bağışlar isen, borcunu ben öderim.' O kimse de kabûl edip, güzel ses ile Fâtihayı yarısına kadar okudu. Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki, 'Eğer tamamını okursan, borcun kadar dahâ vereyim.' O kimse Fâtiha sûresinin tamamını okuyup, Hazreti Ebû Bekir de vaad ettiği parayı verdi. Hem de az verdim diye özürler diledi. İşte Kur'ân-ı azîme ve Furkân-ı kerîme o server ve bütün Eshâb-ı kirâm böyle ta'zîm ve hürmet ederlerdi.
.
Hz. Ebu Bekir'in hissesi
27 Nisan 2005 01:00
Bir gün Peygamber Efendimiz, Hazreti Âişe-i Sıddîka'nın evine teşrîf buyurduğunda, "Yâ Âişe-i Sıddîka. Hiç yiyecekten bir şeyin var mıdır?" diye sordu. Hazreti Âişe latîfe ile dedi ki; "Sultânım, bu gece kaldığınız yerde, niçin tedârik etmediniz?" Hazreti Âişe'nin bu sözü Fahr-i kâinâtın mubârek gönüllerine hoş gelmedi. Huzursuz olup, odadan çıktılar. Hazreti Âişe, koştu. Mübârek eteğine yapıştı; alıkoyup, yaptığı latîfeden af dilemek istedi. Fakat muvaffak olamadı. Hazreti Âişe anladı ki, Fahr-i âlem hazretleri incindi. Hemen başını secdeye koyup, Allahü teâlâ hazretlerine yalvarmaya başladı. Dedi ki: "Yâ Rabbî! Benim hâlime acıyıp af edecek sensin. Senden başka benim hâlime acıyıp, yardım edecek yoktur." Allahü teâlâya hem yalvarır ve hem mübârek gözlerinin yaşı ırmak gibi akar idi. Allahü teâlâ hazretleri nihâyetsiz ihsânından, Hazreti Âişe'nin duasını kabûl edip, Cebrâîl aleyhisselâmı, Resulullaha gönderdi. Sultân-ı Enbiyâ bir ayağını mescidin içine koyup ve diğer ayağını da koymadan, Hazreti Cebrâîl yetişip, dedi ki; "Yâ Resulallah! Mescide girme ki, izin yoktur." Fahr-i kâinât hazretleri dedi ki; "Yâ kardeşim Cebrâîl! Sebebi nedir?" Hazreti Cebrâîl dedi ki: "Hazreti Âişe'nin gözü ırmak gibi akar. Hak teâlâ der ki, varıp, Âişe'nin hâtırını tesellî edesin." Resulullah Hazreti Âişe'nin evine geldi. Hazreti Âişe karşılayıp, Sultân-ı kâinâtın mübârek ayağının tozuna yüzünü sürüp, af diledi. Resûlullah Efendimiz af buyurdu. Allahü teâlâ, Hazreti Cebrâîl'e emretti ki; "Habîbim ile Âişe'yi ben araya girip, barıştırdım. İkrâm da bizden olsun. Var Cennet ni'metlerinin çeşitlerinden getirip, Hazreti Fahr-i âlem ile, Hazreti Âişe'nin önlerine koy." Cebrâîl aleyhisselâm Cennet'ten ni'met getirip, önlerine koydu. Hazreti Âişe, bir lokma Hazreti Sultân-ı Enbiyânın mübârek ağzına koyardı ve bir lokma kendi yer idi. İki lokma kalınca, Fahr-i âlem buyurdu ki; "Yâ Âişe! Bu iki lokmayı baban Ebû Bekir için alıkoy." Zîrâ Sultân-ı kâinâtın Ebû Bekir'e o mertebe muhabbeti vardı ki, bir lokmayı onsuz yemezdi. Bir an dahî onsuz olmazdı. Ebû Bekr-i Sıddîk'ın bu ni'metlerden hisse almamış olmasını uygun görmedi. Onun için Hazreti Âişe'ye buyurdu ki; İki lokmayı alıkoysun. Bu esnada kapı çalındı. Server-i Enbiyâ dedi ki; "Yâ Âişe! Kapıya gelen Ebû Bekir'dir. İçeri gelsin." Fahr-i âlem hazretleri de ne mertebe riâyet edip, severlerdi ki, Cennet ni'metini Ebû Bekr-i Sıddîk'a hisse olarak alıkoymayınca yalnız yemed
.
"Benden razı mıdır?"
28 Nisan 2005 01:00
Hazreti Ebû Bekir İslama geldiği vakitte, Hak teâlâ aşkına ve Habîbullah aşkına, fakîrlere seksen bin altın sadaka verdi. O hâle geldi ki, dışarı çıkacak elbisesi kalmamıştı. Bu hâl üzere üç gün evinde oturup, Peygamber Efendimizin huzur-u saadetlerine gidemedi. Dördüncü gün, Resulullah Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra buyurdular ki: "Üç gündür, Ebû Bekr-i Sıddîk mescide gelmedi. Acabâ mubârek hâtır-ı şerîfi nasıldır. Varalım, mubârek hâtırını soralım" diye söylerken, mübârek arkasına bir siyâh mutâf (keçi kılından gömlek) giymiş olarak Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Hazreti Resûlullah, Cebrâîl aleyhisselâmı bu hâlde görünce, mübârek şekli değişti. "Yâ kardeşim Cebrâîl; bu ne hâldir" diye sordu. Hazreti Cebrâîl, "Yâ Resûlallah! Ma'lûmunuz olsun ki, yedi kat gökte, arş ve kürsîde olan bütün melekler, bütün Kerûbîyûn böyle mutâf giydiler", dedi. Hazreti Resûl-i ekrem, "Bu işin aslı nedir, yâ kardeşim, bana açıkla", dedi. Hazreti Cebrâîl dedi ki; "Yâ Resûlallah! Hazreti Ebû Bekir, Allahü teâlânın aşkına ve senin dinin uğruna seksen bin altın sadaka verdi. Şimdi giyecek elbisesi kalmadığı için, üç günden beri mescide onun için gelemedi. Namazı evinde kıldı. Yâ Resûlallah! Hak teâlâ sana selâm edip ve buyurdu ki, Hazreti Ebû Bekir'e elbise göndersin." Resulullah, Eshâb-ı güzîne bakıp, dedi ki; "Her kimin, bir fazla kaftanı varsa, Ebû Bekir'e versin ki, ben sevineyim. Hak teâlâ karşılığında nice nice sevâblar ve dereceler versin. Benimle firdevs-i a'lâda komşu olsun." Bir sahâbî varıp, bir başka kimsede bir hırka buldu. Hazreti Ebû Bekir'e gönderdi. Hazreti Resûlullah'ın yanına gelmeden Cebrâîl aleyhisselâm yetişti. Dedi ki: "Yâ Resulallah! Allahü teâlâ sana selâm eder. Buyurdu ki, bütün sahâbîler ile Ebû Bekir'i izzet ve ikram ile karşılayasın." Ondan sonra, Peygamberlerin Sultanı, Hazreti Ebû Bekir'e karşı çıkıp, müsâfehâ etti. Bundan sonra, Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki; "Yâ Resulallah! Hak teâlâ sana selâm eder. Buyurur ki, Ebû Bekir kuluma benden selâm söyle! Bu fakîr hâliyle benden râzı mıdır; sor?" Peygamber Efendimiz, Hazreti Ebû Bekir'e sorduklarında; Hazreti Ebû Bekir, inleyip, bağırarak, feryâd ederek, dedi ki: "Ebû Bekir kimdir ki, kim oluyor ki, Rabbimden râzı olmayayım. Ben her şeyi yaratan Rabbimden râzıyım, râzıyım..
.
"Kimse yanmasın!"
29 Nisan 2005 01:00
Hazreti Ebû Bekir ile Ebüdderdâ, ikisi berâber giderken, bir dar yola geldiler. Ebüdderdâ önde, Hazreti Ebû Bekir arkada, o darlıkta yürürken, o sırada, Resul-i Ekrem Efendimiz karşıdan, parlak bir ay gibi, göründü. Hazreti Ebüdderdâ, Hazreti Ebû Bekir'in önüne geçmiş görünce Peygamber Efendimiz huzursuz olup, Ebüdderdâ'ya hitap ettiler ki: "Yâ Ebüdderdâ! Niçin Ebû Bekir'in önünden yürürsün. Bilmez misin ki, Ebû Bekir senden öncedir. Senden büyük olan kimsenin önünde gitmek edebi terk değil midir?" Hazreti Ebüdderdâ hatâsını anlayıp, tövbe ve istigfâr etti. Peygamber Efendimiz bir gün mescid-i şerîfinde, Eshâb-ı güzîn arasında, oturuyordu. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ hazretlerine buyurdular ki: "Ebû Bekir'in bir sâat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar." Resûl-i ekrem Efendimiz bunlara cevap vermeyip, Hazreti Bilâl'e emretti ki: "Var, Ebû Bekir'i da'vet eyle!" Hazreti Bilâl, Hazreti Ebû Bekir'in kapısını çaldı. Dedi ki; "Sizi Peygamber Efendimiz çağırır." Hemen o sâat Hazreti Ebû Bekir yerinden kalkıp, Server-i kâinâtın bulunduğu yere gitti. Sultân-ı kâinât karşılayıp, Hazreti Ebû Bekir'i yanına aldı. Sonra sual etti ki; "Yâ Sıddîk, ne amel üzerinde idin?" Cevap verdiler ki; "Yâ Habîballah! Hatırıma şöyle geldi ki, Hak teâlâ iki yer halketti. Birinin adı Cennet ve birinin adı da Cehennem. Elbette takdîr yerini bulup, ikisini de dolduracaktır. Birini yaramaz kulları ile, birini sâlih kulları ile. Yâ Resûlallah! Dedim ki, yâ Rabbî! Bu zayıf kulunun bedenini büyültüp, Cehennem'e koy ki, benim bedenim ile Cehennem dolsun. Senin emrin yerini bulsun. Bütün âlem, Cehennem korkusundan halâs olsun." Ondan sonra Eshâb-ı güzîn Hazreti Ebû Bekir'in böyle duasına ve yüksek himmetlerine hayrân olup, cümlesi hayır dua ettiler. Hazreti Ebû Hüreyre'nin rivâyet ettiği hadîs-i şerifte, Resûlullah Efendimiz buyurdular: "Bize her ni'meti veren ve iyilik eden kimseye karşılığını verdik. Ebû Bekir'in iyilik ve ikrâmının karşılığını veremedik. Hak teâlâ hazretleri kıyâmette ona karşılığını verir. Ebû Bekir'in malının fayda verdiği gibi, bir kimsenin malı bana fayda vermedi. Eğer ben dost ittihaz edici olsa idim Ebû Bekir'i dost edinirdim. Lâkin bilmiş olun, sizin sâhibiniz, Allahü teâlâ hazretlerinin dostudur." Hazreti Ömer buyurdu ki; Ebû Bekir bizim seyyidimiz, hayırlımızdır ki, Habîb-i Ekrem hazretlerine cümlemizden sevgilidir.
.
Resulullahtan soğutma gayretleri
29 Nisan 2005 01:00
Son yıllarda, İslam düşmanı bazı dış güçler ve bunların içimizdeki uzantıları sinsi bir şekilde Müslümanları Resulullah Efendimizden soğutmaya çalışmaktadırlar. Resulullahı, yerlerin göklerin bütün kâinatın Onun hürmetine yaratıldığı, Cenab-ı Hakkın Habibi olan bir peygamber değil de, sıradan bir insan olarak tanıtıyorlar. Haşa Kur'an-ı kerimi getirip işi bitmiş bir "Postacı" olarak görüyorlar. İnsanları Ona tabi olmaya, uymaya değil kendi kafalarına göre mana verdikleri Kur'an-ı kerim meallerine uymaya yönlendiriyorlar. Halbuki Cenâb-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhiret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun getirdiği dine uymaktır. Ona uymak için, önce îman etmek yani Onun peygamberliğini ve bildirdiklerini kabul etmek sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan sakınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymaya çalışmalıdır. Allahü teâlâ Onu, dünyadaki bütün insanları saadete dâvet için gönderdi ve Sebe' sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum." İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde de meâlen, "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever" buyurulmaktadır. Onların iddia ettikleri gibi Allahü teâlânın bildirdikleri ile Resulullahın bildirdikleri ayrı şeyler değildir. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne itaat edilmedikçe, Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerimede "Elbette muhakkak böyledir" buyurdu ve bazı doğru düşünmeyenlerin, bu iki itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerimelerinde de meâlen, "Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. Îman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık" buyurarak, Resulullahın bildirdikleri ile Cenab-ı Hakkın bildirdiklerini ayrı tutanların sonsuz Cehennemde kalacağını bildirmektedir. Muhammed aleyhisselâma tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. Resulullaha tam ve doğru tâbi olabilmek için "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir îman ve îtikat etmek şarttır. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, "Ehl-i sünnet" âlimleridir. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, her şey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele bir şey geçmez. Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Görülmemiş nimetler
30 Nisan 2005 01:00
Hazreti Ali bir gün hutbe gazâ ve cihâdın önemini anlatıyordu. Cemaatten biri ayağa kalkıp dedi ki: Yâ imâm! Bana Allah için cihâdın ve gazâların sevâbından haber ver." Bunun üzerine Hazreti Ali buyurdu ki: bir gün Resûl-i ekrem Efendimiz ile gazâya gidiyorduk. Senin benden sual ettiğin gibi, ben de Resûl-i ekrem'den sual ettim; dedim ki, 'yâ Resûlallah! Bize gazâ ve cihâdın sevâbından haber ver.' Hazreti Server-i kâinât buyurdular ki: Bir kavim gazâya niyet etse, Hak teâlâ onların Cehennem'den kurtuluşu için berat yazar. Kaç kişi sefer için hâzırlansa, Allahü teâlâ onlar ile meleklere öğünüp, buyurur ki; görün, benim kullarımı, benim yolumda gazâya hâzırlanırlar. Âilesine vedâ ederken, evi ve duvarları onlar için ağlar. Ve günâhlarından temizlenip, anadan doğmuş gibi olurlar. Yılanın, derisinden çıktığı gibi olurlar. Hak teâlâ her adımına kırk bin melek verir. Dört tarafından hıfzederler. İşledikleri her hasene ve her sevâb iki kat yazılır. Ona bin âbid ibâdetinin sevâbı yazılır. Öyle âbid ki, bin yıl ibâdet etmiş olur. Harbe gitmek üzere yola girdiği zaman, Hak teâlâ o kadar sevâb verir ki, dünyadaki bütün insanlar katip olsalar, onun hesâbında âciz olurlar. Düşmana karşı olup da, harbe başlasalar, melekler onları çevirip, üzerlerine durup, nusret ve zafer için, dua ederler. Hak teâlânın onun için, Cennet'te hâzır ettiği ikrâmları ve sevâbı haber verirler ve müjdelerler. Ondan sonra yere düşse, bir ses gelip, der ki; "Merhâbâ ey temiz rûh! Temiz bedeninden çıktın. Müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ senin için Cennet'inde o kadar sevâb ve ecirler ve mülk ve ni'metler hazırlamıştır ki, ne gözler görmüştür, ne kulaklar işitmiştir. Ne de kimsenin hâtırına gelmiştir." Hazreti Resûlullah yemin edip, buyurdu ki: Kıyâmet gününde, şehîdler yerlerinden kalkıp, mahşer yerine gelirken, yollarında peygamberler (aleyhimüsselâm) olur. Onlar gelince, ayağa kalkarlar. Şehîdler gelip, mücevherlerle süslü kürsüler üzerine otururlar. Her şehîd evlâdından ve ehlinden ve akrabâsından ve sevdiklerinden yetmiş bin kişiye şefâ'at edecektir. Resulullahın bu sözleri üzerine Hazreti Nevfel derler bir yiğit, iki oğlunu ve hanımını yanında getirip dedi ki: "Yâ Resûlallah! Ben dua edeyim, Siz âmîn deyiniz. Böylece duam kabûl olsun". Hazreti Server-i âlem, buyurdular ki: "Sen söyle, ben âmîn diyeyim." Hazreti Nevfel el kaldırıp, dedi ki: "Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle!"
.
Boşa giden iyilikler
30 Nisan 2005 01:00
Âhirette Cehennemden kurtulmak, sonsuz Cennet nimetlerine kavuşmak yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsûstur. Dünyada yapılan hayrât ve hasenât, yâni bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler Resûlullahın yolunda bulunmak şartı ile, âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve âhiretin harap olmasına sebep olur. Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saadete kavuşamaz. Ona tâbi olmak için, îman etmek ve İslamiyeti öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru îmanın bulunmasına alâmet, kâfirleri Allahın düşmanı bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü İslâm ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. İslâmiyetin izzeti ve şerefi, küfrü ve kâfirleri aşağılamakla olur. Kâfirlere izzet veren, hürmet eden, Müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. İmrân sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen; "Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din istiyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i İslâma arka çeviren, âhirette ziyân edecek, Cehenneme girecektir"buyuruldu. Muhammed Resûlullah, mahbûb-i Rabbil'âlemîndir. Yâni Allahü teâlânın sevgilisidir. Her şeyin en iyisi, sevgiliye verilir. Allahü teâlâ, "Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım!" buyurdu. Evliyanın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Efendi buyurdu ki: "Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünya yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu, güç birşey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır." Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, sevgilisinde toplamıştır. Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gayet nûrânî benizlisi idi. Mübârek yüzü, kırmızı ile karışık beyaz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gayet tatlı olup, gönülleri alır, ruhları cezb ederdi. Aklı o kadar çoktu ki, Arabistân yarım adasında, sert, inatçı insanlar arasında gelip, çok güzel idare ederek ve cefâlarına sabrederek, onları yumuşaklığa ve itaate getirdi. Çoğu dinlerini bırakıp Müslüman oldu ve dîn-i islâm yolunda harp etti. Onun uğrunda mallarını, yurtlarını feda edip, kanlarını akıttı. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değildiler. Resulullahın güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve Müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmaya ve sözünü dinlemeye tâkat getiremezdi. Özetleyecek olursak, dünya ve ahiret saadeti için, Resulullaha iman etmek, ona tabi olup bildirdiği yolda yürümek şarttır. Onun yolunu da, en doğru şekilde sadece "Ehli sünnet" alimleri bildirmişlerdir.
.
Şehadet haberi!
1 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Nevfel, Resulullah Efendimizden şehid olması için dua aldıktan sonra silâhını kuşanıp, atına binip, düşmana karşı çıktı. Birçok müşriki öldürdükten sonra sonunda atından düşürdüler. Sonra kendini şehîd ettiler. Zübeyr bin Avvâm der ki: Ben gelip Fahr-i kâinât Efendimize Nevfel'in şehâdetini bildirdim. Dedim ki; "Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mubârek etsin. Nevfel şehîd olup, kana bulanıp, yatar." Hazreti Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile berâber geldiler. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: "Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Şüphe yoktur ki, Hak teâlâ yarın kıyâmet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskten güzel kokar. Suâlsiz, hesapsız Cennet'e gidersin." Sonra örtü getirdiler, sarıp defnettiler. Resûlullah kalkıp parmaklarının üzerinde yürüyerek oradan uzaklaştı. Sonra sual ettiler. Buyurdular ki; "Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona bastım." Gazâ tamam olunca; Resulullah, her gün varıp, Nevfel'in kabrini ziyâret ederdi. Zübeyr bin Avvâm rivâyet eder ki, sayısız ganîmetler ile; gazâdan döndük. Muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye yöneldik. Medîne'ye yaklaşınca; Medîne halkı Hazreti Resûl-i Ekrem'i karşılamaya çıkıp, şiir okuyorlardı. Peygamber Efendimizi medh ve senâ ederler idi. Ansızın Hazreti Nevfel'in hanımı iki oğlu ile gelip, Peygamber Efendimiz'e, "gazânız mubârek olsun" dedi ve "Yâ Resûlallah, Nevfel'in hâli ne oldu. Hazreti Fahr-i âlemin mubârek gözlerinden yaş revân olup, yanında olanlar da ağladılar. Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki, "Yâ Zübeyr! Yürü. Nevfel'in haberini hanımına söylemeye kim dayanabilir ki, ben söyleyeyim." Mubârek eli ile ardına işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra Hazreti Ali geldi. Hanım O'na dedi ki. "Yâ Ebe'l Hasen! Nevfel ne oldu." Hazreti Ali ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona dedi ki; "Nevfel'in haberini hanımına nasıl söyleyebilirim." Eli ile ardına işâret etti; geçti. Ondan sonra Hazreti Osmân geldi. Hanım O'na da sordu. Hazreti Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işâret edip, geçti, gitti. Ondan sonra Hazreti Ömer geldi. Hanım ona da sordu. Hazreti Ömer de Cevap vermeyip, geriye işâret edip, geçti, gitti.
"Buyur yâ Sıddîk!"
2 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Nevfel'in şehadet haberini hanımına kimse haber veremiyordu. Hanımı nihayet Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk'a geldi. Mû'az bin Cebel der ki: Ben Hazreti Ebû Bekir'in, yanında yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Geride kimse de kalmamıştı. Hanım O'na da sordu. Hazreti Ebû Bekir mubârek sakalını avucuna alıp, gönlü perîşân olarak, parmağını dişine dokundurup, Hak teâlânın dergâhına teveccüh edip, dedi ki; "Yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmaktan Habîbi ekremîn sakındı. Hazreti Ali, Hazreti Osmân, Hazreti Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşâ edersem, ya'ni Nevfel'in şehâdet haberini verirsem, Habîbine muhâlefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem gönlü yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki, kadıncağızın gönlü tesellî olsun" deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, "Yâ Allah" deyince, o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel sür'atle gelip, Hazreti Ebû Bekir'e selâm verdi. "Buyur yâ Sıddîk, beni mi istersin", dedi. Mubârek elini açıp, Hazreti Alî'ye sonra Sahâbe-i güzîne yetişti ve selâm verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp, atlarından düşeyazdılar. Resûlullah Efendimizin mescidde iken Nevfel kalabalık bir grup ile içeri girip, selâm verdi. Resûl-i ekrem hazretleri Nevfel'i karşılayıp, selâmını alıp, yerine oturttuktan sonra, kendileri de oturdu. Buyurdu ki, "Sübhânallah! Bu bir âyettir ki, Hak teâlâ açıkladı. Acabâ kimin eliyle zâhir oldu"; derken, o ânda Cebrâîl aleyhisselâm geldi: "Yâ Muhammed! Şükür secdesi eyle ki, ümmetinde Allahü teâlâ, Hazreti Îsâ aleyhisselâm gibi, ölüyü dirilten kimse yarattı. Allahü teâlâ sana selâm eder. Buyurur ki, benim Habîbim, eğer senin mağara arkadaşın Ebû Bekr-i Sıddîk, bir kere dahâ "Yâ Allah" demiş olaydı, izzim-celâlim hakkı için, bütün şehîdleri, diriltirdim. Yâ Muhammed! Ebû Bekir kuluma söyle ki, ben ondan râzıyım. O da benden râzı mıdır? Onun sözünü doğru çıkarmak için, Nevfel'i dirilttim. Zîrâ o câhiliye döneminde yalan söylememiştir." Bunun üzerine, Server-i Âlem, Ebû Bekir'e Cebrâîl aleyhisselâmın verdiği müjde haberini söyleyip, buyurdular ki: "Yâ Ebâ Bekr! Haktır ve lâyıktır ki, Allahü teâlâ sana ikrâm etmiştir. Şükürler olsun o Allahü teâlâ hazretlerine ki, ben dünyadan ayrılmadan önce, ümmetimde Îsâ aleyhisselâm gibi, Allahü teâlânın izniyle ölüyü dirilten kimse yarattı." Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömür sürdü. Önceki oğullarından gayri iki oğlu dahâ oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.
.
"Onu sen kurtarırsın!"
3 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Bilâl-i Habeşî bir müşrikin kölesi idi. Fakat Müslüman olmakla şereflenmişti. Bir gün Müşriklerin putlarına hakaret edince, kafirler efendisine varıp, Hazreti Bilâl'den şikâyet ettiler. "Bir kölenin, bizim putlarımıza ihânet etmesi uygun mudur. Elbette bu kölenin cezasını vermek gerekir"; dediler. Efendisi de bunlara dedi ki; "Mâdem ki benim kölem böyle küstâhlık yaptı. Size verdim. Ne yapmak isterseniz, öyle yapın". Onlar da Bilâl'i aldılar. Sıcak kum üzerine çıplak olarak koyup, mubârek karnı üzerine taş koydular. Sonra iki ellerini ve iki ayağını bağladılar. Dediler ki, "Hazreti Muhammed'in dininden dönmeyince seni bundan kurtarmayız. Bunun altında kalırsın". Hazreti Bilâl bu taşın altında "Yâ Ehad" ismi şerîfini söylerdi. Allahü teâlânın hikmeti, Server-i Enbiyâ yoldan geçerken, Hazreti Bilâl'i bu azâbda yatar gördü. Hem de dili ile "Yâ Ehad" ismi şerîfini söyler. Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: "Yâ Ehad ismi şerîfi seni kurtarır". Ondan sonra, seadetle devlethânelerine gitti. Bu sırada Hazreti Ebû Bekir, Peygamber Efendimizin, huzuruna geldi. Hazreti Bilâl'in halini Ebû Bekir hazretlerine anlatıp, buyurdular ki, "Yâ Ebâ Bekir! Bilâl'i kâfir elinden, sen kurtarırsın. Yoksa bir başka kimse kurtaramaz." Hazreti Ebû Bekir, onlara dedi ki, "Gelin bana satın." Onlar dediler ki, "Biz Bilâl'i dünya ağırlığı akça da versen satmayız. Eğer Âmir adındaki kölen ile değiştirirsen olur." O Âmir, Hazreti Ebû Bekir sebebiyle, hesaba gelmez mal edinmişti. Meta'ından, yâdigârından, davarından başka nakit onbin dirhemi vardı. Hazreti Ebû Bekir derdi ki, "Yâ Âmir! Müslüman ol, bütün mâl ile azâd ol. Yanımda, kardeşim olasın." O kabul etmezdi. Hazreti Ebû Bekir, "Âmir'i, bütün malı ve davarı ile, Hazreti Bilâl için size verdim", deyince, kâfirler de, Hazreti Ebû Bekir'i aldattık. Bu kadar mal ve Âmir gibi köle aldık" diye sevindiler. Ondan sonra Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Bilâl'i, önce taşın altından kurtarıp, elini eline alıp, Habîb-i Ekremin huzur-ı âlilerine getirip, ayak üzerine durup, buyurdular ki, "Yâ Resûlallah! Bilâl'i Allahü teâlâ aşkına bugün azâd ettim". Fahr-i âlem hazretleri çok sevinip, Hazreti Ebû Bekir'e dualar etti. O anda Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Hazreti Ebû Bekir hakkında, meâl-i şerîfi, "O ateşten Ebû Bekir gibi, ziyâde müttekî olan sakınıp, kurtulur ki, Allahü teâlâ yanında temiz ve va'dine nâil olmak için, malını Allah yolunda hayrâta sarf eder."olan, Leyl sûresi 17 ve 18.ci âyet-i kerîmelerini getirdi.
.
"Sen onlardan olursun!"
4 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ebû Hüreyre'den nakil olunmuştur. Server-i kâinât Efendimiz buyurmuşlardır ki, "Bir kimse eşyâdan bir çift şeyi sadaka etse, fîsebîlillah Cennet kapılarından da'vet olunur. Cennet için kapılar vardır. Her kim ki namaz ehlindendir, namaz kapısından da'vet olunur. Her kim ki cihâd ehlindendir, cihâd kapısından da'vet olunur. Her kimse ki sadaka ehlindendir, sadaka kapısından da'vet olunur. Her kimse ki oruc ehlindendir, reyyân kapısından da'vet olunur." Hazreti Ebû Bekir sordu ki, yâ Resûlallah! Bu kapıların herbirinden çağrılanlara bir müşkilât yoktur. Lâkin, bu kapıların hepsinden çağrılan kimse var mıdır. Resûl-i ekrem Efendimiz buyurdular ki, "Evet ümit ederim ki, sen o kimselerden olursun." Bu hadîs-i şerîf, sahîh hadîs-i şerîflerdendir. Buhârî ve Müslim'de de vardır. Müslim şerhinde açıklanmıştır ki, hadîs-i şerifte bir çift sadaka etse, buyurdular. Bir çiftden murâd nedir. Bazıları iki at, iki köle, iki devedir dedi. Bazıları dedi ki, altın ile gümüş, yâ dirhem ile elbise, herhangi iki şey olarak açıklanmıştır. Bu hadîs-i şerifte Cennet kapılarının, dörtten fazlasını beyan buyurmadılar. Hem nasıl olduğunu da açıklamadılar. Lâkin malûmdur ki, Cennet'in sekiz kapısı vardır. Dört kapısının biri Tövbe kapısıdır. Biri gadabına hakim olanlar ve insanları af edenler kapısıdır. Biri rızâ gösterenler kapısıdır. Biri Eymen kapısıdır. Buhârî şârihi açıklamıştır ki, bir kimse bu hasletlerden bir haslet sâhibi olsa, o haslet kapısından çağrılsa, o kimseye bir müşkilât olmaz. Zîrâ, murâd Cennet'e girmektir. Lâkin cümle kapılardan çağrılmak, ikrâmdır. İstediğinden girmeye serbesttir. Hangisinden istersen oradan gir, demektir. Zîrâ cümlesinden girmek muhâldir. Lâkin, adı geçen şerhte demiştir ki, ben derim, ihtimâl var ki, Cennet bir kal'a gibidir ki, onu sekiz sur çevirir. Bazısı bazısından içeri, her bir surun kapısı vardır. O kapıdan çağrılan o iki sûrun arasında kalır. İkinci kapıdan çağrılan, ikinci ile üçüncü arasında kalır. Tâ sekizinci kapıdan çağrılan Cennet'in ortasına dâhil olmuş olur. Not: Bazı okuyucular, daha önce bu köşede yayınlanan "Peygamberler Tarihi" seri yazımızın tamamını nereden bulabiliriz, diye soruyorlar. Bu serinin ve daha önceki yazıların tamamına, mehmetoruc.com sitesinden ulaşılabilir.
.
Nimetin tamam olması
5 Mayıs 2005 01:00
Fahr-i Alem Efendimiz Arafat dağında, Kusvâ adlı devesine binmiş hâlde dururken, meâl-i şerîfi "Bugün dininizi ikmâl ettim. Size verdiğim ni'metleri tamamladım. Din olarak size İslam dinini beğendim" olan, Mâide sûresi, 3. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Sahâbe-i güzîn sevindiler. Fakat, Hazreti Ebû Bekir Sıddîk ağladı. Dediler ki, yâ Ebâ Bekir! Bugün sevinmek günüdür. Bu sevinmek îcâb eden hâle niçin ağlarsın ki, İslam dîni kemâl buldu. Allahü teâlâ mü'minler üzerine ni'metini tamamladı; sevinmek yeridir, ağlamak yeri değildir. Hazreti Ebû Bekir Sıddîk ârif ve gâyet akıllı bir sultân idi. Ne zaman ki, bu âyet-i kerîme okundu. Bildi ki, her kemâlin zevâli var olduğu, dünyada muhakkaktır. Onun için ağladı. Ebû Bekir Sıddîk dedi ki, arkadaşlar! Her kemâlin zevâli vardır. Her tamamın noksanı vardır. Zîrâ, bir iş tamam olduğu zaman noksanı vardır. Tamam oldu denildiğinde zevâli vardır buyuruldu ki, bu âyet-i kerîmede size dinin kemâli göründü. Ve lâkin bana Resulullah Efendimizin zevâli,sonu göründü. Bir yapıcı, bir pâdişâh için, saray yapıp, dört duvarını tamam eylese ve üstünü örtse, kapılarını assa, o yapıcıya destûr verirler. Ya'ni artık işin bitti, derler. Resulullah Efendimiz yapıcı idi. Din sarayını yapmaya gelmiş idi. O saray din sarayıdır ki, beştir. Birinci duvarı namazdır. İkinci duvarı zekâtdır. Üçüncü duvarı orucdur. Dördüncü duvarı hacdır. Kapısı gusüldür. Aslı îmândır. Tavanı ihlâsdır. Aşağı eşiği tevâzu'dur. Üst eşiği yavaşlıktır. Sağ kanadı tevekküldür. Sol kanadı temellukdur (Aşırı tevazu) . Kilidi küfürdür. Anahtârı şehâdettir. Derecesi rif'attir, yüksekliktir. İçi seadettir. Dışarısı şekâvettir, küfürdür. Her kim ki şehâdet anahtârı ile İslam sarayı kapısından küfür kilidini kırarak, içeri girdi ise, seadet onundur. Her kim, Allahü teâlâ korusun, küfür kilidini bu saray kapısına vurup, dışarıda kaldı ise, şekâvet,küfür onundur. Hazreti Resûl-i ekrem ne zaman ki bu İslam sarayını yapıp, kemâline yetiştirdi. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmenin ağırlığından, Server-i âlemin devesi çöküp, dizine kadar kuma battı. O Server-i kâinât hazretleri vedâ haccı yapıp, Medîne-i Münevvereye seadetle geldikten sonra, seksenüç gün dünyada kaldı. Rivâyet ederler ki, önce nâzil olan âyet-i kerîme İkra' sûresidir. Ve son olarak yukarıda bildirilen âyet-i kerîme nâzil oldu.
.
Kıyamet alametleri
6 Mayıs 2005 01:00
Artık o hale geldi ki, Batı'da ne yapılıyorsa, ne konuşuluyorsa, ne tartışılıyorsa ertesi gün ülkemizde de aynı şeyler yapılıyor. Bu günleri Resulullah efendimiz haber vermişti zaten. Bir hadis-i şerifinde, "Yemin ederim ki bir zaman gelir siz, Hıristiyan ve Yahudilere öylesine tâbi olursunuz ki, âdetlerinin peşinde, karış karış, onların ardı sıra yürürsünüz, arşın arşın, saat saat, adım adım onları takip edersiniz hatta öyle olur ki, eğer onlar keler (kertenkele)deliğine girseler, oranın tehlikeli olduğunu, zehirli olduğunu düşünmeyerek siz de oraya dahil olursunuz." (İmamı Süyûtî) Son günlerde Batı'da, Kıyamet alametleri tartışılıyor. Hemen bizde de, bunun tartışması başlatıldı. Hıristiyanlar kendi dinlerine göre, ülkemizdekiler de kendi yorumlarına göre bu alametleri vermeye başladığı için insanların kafası karıştı. Bu önemli dini konuyu en doğru şekilde, Resulullahın ve Eshabının varisleri olan "Ehli Sünnet" alimleri açıklamışlardır. Kur'ân-ı kerîm'de A'râf sûresi 187. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Habîbim! Sana kıyâmet ne zaman kopar, diye sorarlar. De ki: Onu ancak Rabbim bilir. Onu kimse bilemez. Vakti gelince onu ancak Alahü teâlâ meydana çıkarır. O size ansızın gelir." buyurulmuştur. Fakat kıyâmetin alâmetleri hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Bu alâmetler iki kısımdır. Biri "Küçük alâmetler" olup, sayıları pekçoktur. Bunların birçokları görülmüş ve meydana çıkmaya devam etmektedir. Bir kısmı da büyük alâmetlerdir. Bunların sayısı bildirilmiştir. Bu alâmetler çıkmadıkça kıyâmet kopmaz. Ehli sünnet alimlerinin bildirdiği "Küçük alâmetler" den bazıları şunlardır: İnsanlardan ilim kalkıp, câhillik çok olur. Câhiller başa geçip, câhillikleri ile insanlara hükmeder. İnsanlardan emânet kalkar, yâni emin kişi bulunmaz ve aşağı insanlar yüksek tutulur. Âlimler zulüm ve fısk (günah) işler, ilmi, para karşılığı öğretirler. İbâdet edenlerin çoğu da din bilgilerinden habersiz olup âdet üzere ibâdet ederler. Zararından kurtulmak için, insanlara ikram olunur. Erkek karısına uyup, anasına muhâlefet ve isyan eder. Aşağı kimseler, meclislerde, toplantılarda söz ve nutuk söyler. Oyun ve çalgı âletleri çok kullanılır. Sonra gelenler, önce gelmiş olanlara bilgisiz ve ahmak der. Erkek ile kadınlar arasında harama, günaha vâsıta olanlar çok olur. İyi bilinen kimsede zerre kadar îmân bulunmaz. Adam öldürmek ve fitne çok olur. Bid'atler çıkıp, sünnetler terk olunur. Deccal vekilleri çıkıp, insanları doğru yoldan çıkarır. Her köşede zâlim ve cebbarlar görünüp, zorla insanların mallarını elinden alır. İnsanlarda, birbirine karşı sevgi kalmaz. Doğru söyleyene insanlar kızıp, onu başlarından kovmaya, işinden ayırmaya çalışır. Fuhuş, zina yayılır. Veled-i zina çoğalır. İçki çok içilir. İyilik tavsiye edilmez, kötülük men edilmez. Günaha teşvik artar ve iyiliğe mani olunur. Camilerde Kur'an-ı kerim teganni ile okunur. Akrabalık münasebetleri zayıflayıp kopar. Evlad, ana-babasına kin güder. Büyükler, küçüklere acımaz, küçükler de büyükleri saymaz. İltimas, rüşvet ve tefecilik çoğalır. Dünya menfaati için din alet edilir. Gençler, günahlara dalıp, kadınlar işi azıtarak baştan çıkar. Hadîs-i şerîfte; "Gençleriniz fâsık olunca, sizin hâliniz ne olur?"ve "Kadınlarınız taşkınlık edip, İslâmiyetin hudûdunu aşınca hâliniz ne olur?"buyruldu. İslâmiyete uygun işler ayıp sayılıp, terk olunur. Tuğyan, taşkınlık yapılıp, yeme, içme ve giyinmede isrâf edilir. Zengin aziz tutulur. Yüksek binalar yapılır. İslâm dîninin izin vermediği şekilde hareket edilir. Kadınlar evde söz sahibi olur. İslâmın ismi, Kur'ân-ı kerîmin resmi kalır. Yâni emirlerine uyulmaz. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Yakında insanlar üzerine bir zaman gelir ki, İslâmın ancak ismi, Kur'ân-ı kerîmin ancak resmi kalır. Mescitleri (câmileri) görünüşte mâmur, lâkin hidâyet ve irşâd yönünden haraptır." buyruldu. (Yarın; Kıyametin büyük alâmetleri)
İmanı çok kuvvetli idi
8 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer buyurdu ki, Hazreti Ebû Bekir'in bir gecelik ameline veyahut bir sâatlik ameline, bütün ömrümce işlediğim amelleri mümkün olsa değişirim. Sordular ki, yâ Emîr-ül mü'minîn! Ebû Bekir'in o günde bir gecelik ameli ne idi. Şöyle cevap verdi: O gece ki, Server-i âlem Efendimize hicret etmek emredildi. Birçok Eshâb-ı güzîn arasında Ebû Bekir, Fahr-i âlem Efendimize yol arkadaşı ta'yîn olundu. Hak teâlâ huzurunda ve Habîbullah katında ona yakın olup, mertebesi yüksek olmasa, bu seadete ve bu izzete vâsıl olmaz idi. Resûl-i ekrem hazretleri ile Mekke-i Mükeremeden, Medîne-i münevvereye teşrîf buyurdular. Bundan büyük devlet-i ebedî ve seadet-i sermedî bir kimseye müyesser olmamıştır. Bundan sonra da müyesser olmaz. Yine o günde bir sâatlik amel odur ki, Fahr-i âlem hazretleri âhırete sefer ettikte, bedevi arabların çoğu, mürted oldular. Ben vardım. Hazreti Ebû Bekir'e dedim: Yâ Resûlallahın halifesi. Mel'ûnlara birkaç gün müddet verseniz câiz değil midir. Buyurdular ki, yâ Ömer! Muhakkak ki bu İslam dîni kemâl mertebe tamamlanıp, kuvvetlenmiştir. Şimdi geri dönüş yoktur. Nitekim Allahü teâlâ kelâm-ı kadîminde, Mâide sûresi, 3.cü âyet-i kerîmesinde meâlen "Bugün dininizi sizin için ikmâl ettim. Üzerinize olan ni'metimi tamamladım ve size din olarak İslamiyeti vermekle râzı oldum." buyurmuştur. Şimdi, o Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri ilâh yoktur. Bir an amân vermeyip, ben onlara kılıç çekip, mürtedler ile kılıçtan gayri nesne ile söyleşmem, dedi. Hazreti Ebû Bekir, halîm, selîm tabî'atli, şefkat ve merhamet üzere iken, bunların hakkında böyle buyurdukları, îmânının kuvvetindendir. Bundan sonra dîn-i İslam'a zevâl gelmeyeceğini, kuvvetinin azalmayacağını bildiği için, böyle kat'î cevap verdi. Kalb-i şerîfleri, Resûlullah Efendimizin kalb-i şerîflerine uygun olup, îmânının kuvveti ve sıdkı, bu mertebe kemâl bulmuş idi ki, hiç bir kimse bunun derecesine yetişmemiştir. Şimdi, Hazreti Ömer gibi bir sultân-ı zişân, Hazreti Ebû Bekir hakkında böyle şehâdet edince, kıyâs eyle ki, Hazreti Ebû Bekir'in derecesi, ne yüksek ve âlî, seadetli derecedir. Bunlara muhabbet edip, hâlis sevenler dünyada ve âhırette inşâallah mahrûm kalmazlar.
.
"Dostu dosta kavuşturun!"
6 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ebû Bekir Sıddîk halife olunca nafakası için çarşıda ticaretine devam etti. Dediler ki, sana beytülmâldan nafaka tayîn edelim. Sen Müslümanların işlerini gör. Günlük iki dirhem tayîn ettiler. Yine kendi buyurdular ki, ben zayıf bir kulum. Yevmiye iki dirhemlik amele kudretim yoktur. Öyle olunca, iki dirhem bana harâm olur. Ondan sonra bir dirhem ta'yîn ettiler. Hazreti Ebû Bekir o bir dirhemi alıp, bir testiye koyardı. Nafakasını kendi malından sağlardı. Vefâtları yaklaştığı zaman, o testiyi istedi ve onda olan akçeyi döktü. Kerîmeleri Âişe-i Sıddîka hazretlerine buyurdular ki, bu akçeyi Ömer bin Hattâb hazretlerine götür. De ki, bu mal Müslümanlarındır. Bunu Müslümanlardan ihtiyacı olanlarına versin. Âişe-i Sıddîka da o meblâğı Hazreti Ömer hilâfet makâmına geçince, huzuruna götürüp ve babasının vasiyetlerini beyan ettiklerinde, Hazreti Ömer, ağlayıp, "Ey Sıddîk! Bizi büyük zahmete bıraktın. Ne garîb Ebû Bekir ki, öldükden sonra yine adâlet ettin. Kim senin yolundan yürüyebilir," deyip, mubârek gözlerinden yaş revân oldu. Resûl-i ekrem Efendimizin ahirete intikâlinden sonra, Hazreti Ebû Bekir, hilâfet müddetlerinde, günden güne zayıfladılar. Zayıflıkları gün geçtikçe arttı. Bir gün Âişe-i Sıddîka ona sordular ki, ey benim babam, sana ne oldu ki gün be gün zayıflarsın. Cevâbında buyurdular ki, ey kızım, bilmiş ol ki, Resulullah Efendimizin ayrılığı beni zayıflattı. Hazreti Ebû Bekir Sıddîk dünyadan âhırete göç edince Eshâb-ı kirâmın hepsi bu serveri nereye defnedelim, diye tereddüd ettiler. Hazreti Âişe buyurdu ki, bu tereddüdün aşırı ıstırâbından uyumuşum. Kulağıma bir ses geldi. "Dostu dosta kavuşturun!" diyordu. Uykudan uyanıp, bu hâdiseyi Eshâb-ı kirâma anlattım. Onlar da biz de bu sesi işittik; dediler. Mescid içinde namaz kılanlar bile işittik dediler. Bundan sonra, müşâvereye ihtiyâç kalmayıp, şüpheleri gitti. Sonra götürüp, Habîb-i Ekrem hazretlerinin yanına defnettiler. Câbir bin Abdullah'dan rivâyet edilir. Ebû Bekir Sıddîk vefâtına yakın vasıyet etti. "Ben vefât ettikten sonra, beni şu Beyt-i şerîfin kapısına götürün. Resûl-i ekrem hazretlerinin kabr-i şerîfleri oradadır. O kapıyı çalınız. Eğer o kapı size açılırsa, beni oraya defnediniz." Câbir dedi ki, biz onu alıp, gittik. O kapıyı çaldık, dedik ki, işte Ebû Bekir. İster ki, sizin yanınıza defnolunsun. O kapı açıldı. Biz o kapıyı kimin açtığını duymadık. İçeri giriniz, onu defnediniz, sesini duyduk. Hâlbuki ne bir şahıs, ne bir şey gördük.
.
"Boş yere kan dökmez!"
7 Mayıs 2005 01:00
Peygamber Efendimiz, âhirete sefer ettikten sonra, münâfıklar baş kaldırıp, çevredeki bedevi arabların ekserîsi mürted oldu. Mürtedler ittifâk edip, zekât toplayan memurları öldürdüler. Resûl-i ekrem hazretleri âhırete sefer ettiği için, eğlenceler düzenlediler. Bu haber Eshâb-ı Güzîne geldi. Çok üzüldüler ve mahzûn oldular. Mescîd'de toplanıp, meşveret ettiler. Emîr-ül-mü'minîn Hazreti Ebû Bekir Sıddîk, minber üzerine çıkıp, hutbe okudu. Buyurdu ki, Ey mü'minler! Biliniz ki, her kim Muhammed aleyhisselâma taparsa, Muhammed aleyhisselâm âhıret âlemine göç etti. Her kim Muhammed aleyhisselâmın Allahına taparsa, o Allah diridir, şerîki yoktur. Yine dedi ki, Ey Müslümanlar! Biliniz ki, münâfıklar, açıktan fitne çıkardılar. Allahü teâlâ ve Resûlünün zekât toplayıcılarını öldürdüler. Eğer biz bu işi basit tutarsak, onlar kuvvet bulur. İslamiyet zayıf olur. Yemin ettim ki, vallâhi, bugünden sonra onlar ile harp ederim. Onlar ile benim aramda kılınç vardır. Sonra Hazreti Ömer kalkıp, dedi ki, Ey Allahü teâlânın Resûlünün halifesi. Cümlemiz emrine mutîyiz. Lâkin seferde olan Üsâme'ye de haber gönderin. Cümle asker ile gelsin. Bu az iş değildir. Hazreti Ebû Bekir buyurdu ki, Üsâme'ye ihtiyâcımız yoktur. Burada hâzır olan asker kâfî gelir. Allahü teâlâ hazretlerinin fadlı ile ve Habîbullah hazretlerinin mucizeleri ile mürtedlerin hakkından gelirler. Câbir bin Abdullah dedi ki, nice büyük sahâbîler ile minber dibinde oturmuştuk. Cenk niyetine durduk. Herbirimiz Ebû Bekir'in emri ile, yüreklenip ve kuvvetlenip, arslan gibi şâhlandık. O sâat, gazâ davulları çalındı. Onbin asker silâhlanıp, hâzır oldular. Hazreti Ebû Bekir Hâlid ibni Velîd'i, hâzır edip, onbin askere kumandan ta'yîn edip, cümlesini Allahü teâlâya ısmarladı. Mürtedler üzerine gönderdi. Hâlid bin Velîd askeri ile varıp, Hak teâlâ hazretlerinin kudreti ile, Resûl-i ekremin zekât toplayan memûrlarını şehîd eden tâifeyi, katletti. Ondan sonra bütün mürtedler gelip, pişmân olup, amân dilediler. Hazreti Ebû Bekir'in huzuruna nâme yazdılar. Yanıldık, hatâ işledik. Namaz kılalım, zekât verelim. Her ne buyurur isen yerine getirelim. Hemen Hâlid bin Velîd'i üstümüzden kaldır. Zîrâ, damarımızı kuruttu, kökümüzü kesti, dediler. Ebû Bekir hazretleri buyurdu ki, ben Peygamberimizin huzurunda işittim ki, "Hâlid, Allahü teâlâ hazretlerinin kılıcıdır. Asla boş yere kan dökmez." Mâdem ki amân dilediler ve itâ'at gösterdiler, geri döndüler, îmâna geldiler. Böylece Hazreti Ebu Bekir'in kararlılığı sayesinde İslamiyet büyük bir tehlikeden kurtuldu.
..
İmanı çok kuvvetli idi
8 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer buyurdu ki, Hazreti Ebû Bekir'in bir gecelik ameline veyahut bir sâatlik ameline, bütün ömrümce işlediğim amelleri mümkün olsa değişirim. Sordular ki, yâ Emîr-ül mü'minîn! Ebû Bekir'in o günde bir gecelik ameli ne idi. Şöyle cevap verdi: O gece ki, Server-i âlem Efendimize hicret etmek emredildi. Birçok Eshâb-ı güzîn arasında Ebû Bekir, Fahr-i âlem Efendimize yol arkadaşı ta'yîn olundu. Hak teâlâ huzurunda ve Habîbullah katında ona yakın olup, mertebesi yüksek olmasa, bu seadete ve bu izzete vâsıl olmaz idi. Resûl-i ekrem hazretleri ile Mekke-i Mükeremeden, Medîne-i münevvereye teşrîf buyurdular. Bundan büyük devlet-i ebedî ve seadet-i sermedî bir kimseye müyesser olmamıştır. Bundan sonra da müyesser olmaz. Yine o günde bir sâatlik amel odur ki, Fahr-i âlem hazretleri âhırete sefer ettikte, bedevi arabların çoğu, mürted oldular. Ben vardım. Hazreti Ebû Bekir'e dedim: Yâ Resûlallahın halifesi. Mel'ûnlara birkaç gün müddet verseniz câiz değil midir. Buyurdular ki, yâ Ömer! Muhakkak ki bu İslam dîni kemâl mertebe tamamlanıp, kuvvetlenmiştir. Şimdi geri dönüş yoktur. Nitekim Allahü teâlâ kelâm-ı kadîminde, Mâide sûresi, 3.cü âyet-i kerîmesinde meâlen "Bugün dininizi sizin için ikmâl ettim. Üzerinize olan ni'metimi tamamladım ve size din olarak İslamiyeti vermekle râzı oldum." buyurmuştur. Şimdi, o Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri ilâh yoktur. Bir an amân vermeyip, ben onlara kılıç çekip, mürtedler ile kılıçtan gayri nesne ile söyleşmem, dedi. Hazreti Ebû Bekir, halîm, selîm tabî'atli, şefkat ve merhamet üzere iken, bunların hakkında böyle buyurdukları, îmânının kuvvetindendir. Bundan sonra dîn-i İslam'a zevâl gelmeyeceğini, kuvvetinin azalmayacağını bildiği için, böyle kat'î cevap verdi. Kalb-i şerîfleri, Resûlullah Efendimizin kalb-i şerîflerine uygun olup, îmânının kuvveti ve sıdkı, bu mertebe kemâl bulmuş idi ki, hiç bir kimse bunun derecesine yetişmemiştir. Şimdi, Hazreti Ömer gibi bir sultân-ı zişân, Hazreti Ebû Bekir hakkında böyle şehâdet edince, kıyâs eyle ki, Hazreti Ebû Bekir'in derecesi, ne yüksek ve âlî, seadetli derecedir. Bunlara muhabbet edip, hâlis sevenler dünyada ve âhırette inşâallah mahrûm kalmazlar.
.
"Yerine Ömer'i geçir!"
9 Mayıs 2005 01:00
Ebû Bekir Sıddîk hazretleri halife olduğunda Yemâme vilâyetinde Müseyleme adında bir yalancı, peygamberlik davasında bulundu. Hazreti Ebû Bekir, sahâbe-i kirâmı Yemâme vilâyetine gazâya gönderdi. Büyük savaş olup, Müseyleme-i kezzâb'ı öldürdüler. Târîhte şöyle beyan olunmuştur: Müseyleme cenginden sonra; Eshâb-ı kirâmın mubârek hâtırlarına korku geldi. Kur'ân-ı kerîm hâfızları şehid olduğu için, Kur'ân-ı kerîm yeryüzünden kalkacak diye korktular. Allahü teâlâ hazretleri, Hazreti Ömer'in mubârek kalbine ilhâm etti ki, Kur'ân-ı kerimi bir araya toplayıp, bir mushaf yazılsın. Hemen kalkıp, Hazreti Ebû Bekir'in huzuruna vardı. Durumu arz etti. Hazreti Sıddîk buyurdular ki: "Ben bu işte etrâflıca düşünmeye muhtâcım. Zîrâ Habîb-i ekrem Efendimiz, toplamadılar. Cem edin diye emir de buyurmadılar... O zaman Ebû Bekir hazretlerinin de mubârek kalbine Allahü teâlâ ilhâm buyurdu ki, hayır ve rahmet, Kur'ân-ı kerimi toplayıp, bir mushaf yazmaktadır. Böylece Kur'an-ı kerim onun zamanında toplandı. Hazreti Ebû Bekir Sıddîk son hastalığında buyurdu ki: Hilâfeti kime bırakacağım konusunda, tekrar istihâre ettim. Allahü teâlâdan diledim ki, bana rızâsına uygun olanı versin. Bilirsiniz yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse Allahü teâlâya kavuşma vaktinde kendine iftirâ yapılmasını arzû etmez ve Müslümanları aldatmayı uygun bulmaz. Dediler ki: Ey Resûlullah'ın halifesi. Hiç kimsenin doğruluğunuzda şüphesi yoktur. Ne söyleyecek isen, söyle. Buyurdu ki: Rüyamda Resûl-i ekrem Efendimizi gördüm. İki beyaz kaftan giymiş. O kaftanların eteklerini ben tutuyordum. Ne zaman ki o iki kaftan yeşil olmaya ve parlamaya başladı. Şöyle ki; bakanların gözlerini alırdı. Hazreti Resûl-i ekrem bana selâm verip, benimle müsâfehâ ederek, şereflendirdi. Mûbârek elini benim göğsüme koydu. Bende olan ıstırâb geçti. Dedi ki: Ey Ebû Bekir! Sana kavuşma arzûmuz artmıştır. Vakti geldi ki bizden yana gelesin. Ben uyku içinde o kadar ağlamışım ki, ehlim haberdâr olmuşlar. Bana sonra haber verdiler. Ben de dedim ki; "Ben de sizi özledim, yâ Resûlallah!" Buyurdular ki: Yerine, bu ümmet için ümmetin âdil ve sâdıkı, yerde ve gökte herkesin rızâsını kazanmış, zamanının temizi olan Ömer bin Hattâb'ı geçir. Ondan sonra bana haber verdiler ve dediler ki: Fikir ve vehimden kurtuldun ve sen Sıddîksın. Gökte melekler içinde Sıddîksın. Yerde halk içinde Sıddîksın. Sonra gittiler. Ben uyandım. Yüzüm gözyaşından ıslanmış. Âile efrâdım başımın ucunda ağlaşırlardı...
.
İlk mushaf
10 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ebû Bekir son hastalığında, kendisinin evlâdını, Hazreti Âişe-i Sıddîka'ya ısmarladı. İki oğlan iki kız vasiyet etti. Hazreti Âişe der ki, hâlbuki, bir kız kardeşim var idi. Diğer kız kardeşim hangisidir, dedim. Hanımım hâmiledir. Öyle zân ederim ki, doğuracağı kız olsa gerektir. Sonra, doğum oldu. Kız evlâdı oldu. Zeyd bin Sâbit hazretleri buyurdular ki: Bir gün Hazreti Ebû Bekir beni istemiş. Ben de huzuruna vardım. Gördüm ki, Hazreti Ömer de, Hazreti Ebû Bekir de, durumu açıklayıp, Kur'ân-ı kerimi toplamayı bana teklîf ettiler. Bu iş dağlardan ağır geldi. Bir nice gün sonra, Allahü teâlâ benim kalbime de ilhâm etti ki, hayır ve rahmet, Kur'ân-ı kerîmi cem etmekte, bir araya toplamaktadır. Ben ise Hazreti Peygamberin zaman-ı şerîflerinde vahiy kâtibi idim. Sonra Kur'ân-ı kerimi o tertîb üzere toplamaya teveccüh edip, tahtalarda ve kâğıtlarda, taşlarda ve ağaçlarda yazılanları ve Eshâb-ı kirâmın hâtırlarında mahfûz olanları toplayıp, Resûl-i ekrem hazretlerinden son zamanında dinlediğim tertîb üzere yazdım. Sûre-i Berâe'nin sonuna varınca; 127'nci âyet-i kerîmesinden sonra, sûre sonuna kadar son iki âyet hâtırlayamadım. Ba'zı kimselere sordum. Sonra Huzeyme tebni Sâbit el-Ensârî hazretler söyledi yerine yazdım. Sonra Sûre-i Ahzâba kadar yazdım. Ahzâb sûresinin 23'üncü âyetini Hazreti Resûl-i Ekremden işitmiş idim. Kaybettim. Onu taleb ettim. Yine Huzeyme-i Ensârî hazretlerinden onu da yazdım. Yerine koydum. Nihâyet Mushafı tamamladım. Halifeye götürdüm. Bütün Eshab eksiksiz olduğuna icma etti. Ona "ilk Mushaf" diye ad koydular. Hazreti Ali, Hazreti Ebû Bekir hakkında buyurdu ki: O, insanlar arasında en büyük sevâba kavuşmuştur. Kur'ân-ı kerîmi, levhâlardan toplu hâle ilk getiren Hazreti Ebû Bekir'dir. Hazreti Ebû Bekir Sıddîk'ın hilâfeti zamanında bu Mushaf, onun yanında kaldı. Hazreti Sıddîk-ı ekber, âhirete göçtükten sonra, Hazreti Ömer'in yanında durdu. Hazreti Ömer âhirete göçtükten sonra, Resûlullah Efendimizin muhterem zevceleri, Hazreti Ömer'in kızı Hafsa'nın yanında durdu. Hazreti Ebû Bekir'in hilâfet müddeti iki sene oldu. Bu süre hakkında eksik ve fazla rivâyet de vardır. Ömürleri altmış üç senedir. Hicretin onüçünde, mübârek cemâzil evvel'in yirmi ikisinde akşam ile yatsı arasında vefât ettiler.
.
Ümmetin hayırlısı
12 Mayıs 2005 01:00
Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ın üstünlüğünü haber veren hadîs-i şerîfler: 1- Abdullah ibni Abbâs rivâyet eder. Resûlullah Efendimiz buyurdu: Bir kimse vardır ki, Cennet'e girdiği zaman, köşklerde, saraylarda, odalarda bulunan herkes ona merhabâ, merhabâ derler. Ebû Bekir Sıddîk dedi ki; biz o kimseyi görür müyüz! Resûlul aleyhisselâm buyurdu ki: Evet, yâ Ebâ Bekir, o kimse sensin. 2- Esâd bin Zürâh diyor ki: Resûlullah Efendimizi hutbe okurken gördüm. Ebû Bekir'e iltifât edici şeyler söyledi. Nerede Ebû Bekir, buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm bana şimdi haber verdi ki: Ümmetin hayırlısı, Senden sonra Ebû Bekir'dir. 3- Abdullah ibni Abbâs rivâyet eder. Resûlullah'ın huzurunda, Ebû Bekir Sıddîk zikrolundu. Hazreti Server-i âlem buyurdular ki: Ebû Bekir'in misli gibi kimse olamaz. İnsanlar beni tekzîb ederken, ya'ni yalanlarken o beni tastik etti ve bana îmân getirdi. Herkes benden kaçarken, o bana kızını tezvîc etti. Malını bana fedâ etti. Benimle zor kaldığımız sâatte ve gecede berâber mücâhede etti. Âgâh olun ki, Ebû Bekir Sıddîk kıyâmet gününde Cennet develerinden bir deveye binmiş olarak gelir. Eyeri yeşil zebercedden, yuları inciden, kendisi de sündüs ve istebrakdan yeşil iki elbise giymiş olduğu hâlde, bana anlatır, ben de ona anlatırım. Kıyâmet ehli derler ki; bunlar kimlerdir. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed (aleyhisselâm) ve Ebû Bekir Sıddîk'tır,diyeler. 4- Hazreti Âişe-i Sıddîka buyurdular ki: Resûlullah Efendimizin son hastalığında ağrısı arttı. Buyurdular ki: Ebû Bekir'e emir edin, insanlara imâm olup, namaz kıldırsın. Ben dedim ki: Yâ Resûlallah! Ebû Bekir sizin makâmınıza geçince, ağlamasından sesini kimse işitmez. Ömer bin Hattâb'ı emir edin, kavme imâmet eylesin. Resûlullah hazretleri yine buyurdu ki: Ebû Bekir'e söyleyin, insanlara imâmet eylesin. Yine ben dedim; yâ Resûlullah! Ebû Bekir, sizin makâmınızda durmağa tâkat getiremez. Yine buyurdu ki: Ebû Bekir'e söyleyin. insanlara imâmet eylesin. Âişe hazretleri yine buyurdu ki: Hafsa'ya varıp, dedim ki, sen Resûlullah Efendimize söyle ki, babam Ebû Bekir imâmet makâmında durursa, ağlamaktan kimse sesini işitmez. Hazreti Hafsa da söyledi. Yine Resûlullah buyurdular ki: Ebû Bekir'e söyleyin, kavme imâmet eylesin. Siz kardeşim Yûsüf aleyhisselâmı sıkıntıya düşüren kimseler değil misiniz? Ben Ebû Bekir diyorum. Siz Ömer diyorsunuz!..
.
"O, göklerde daha meşhurdur"
13 Mayıs 2005 01:00
Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk'ın üstünlüğünü haber veren hadîs-i şerîfler: Câbir bin Abdullah hazretleri buyurdular ki, Resûlullah Efendimizin huzur-ı şerîflerinde idik. Kays kabîlesinden bir gürûh geldi. İleri-geri bazı sözler söyleyip, sorular sordular. Resûlullah Efendimiz, Ebû Bekir Sıddîk'a dönüp, buyurdular ki: Söylediklerini duydun mu? O da; duydum, yâ Resûlallah! dedi: Şimdi, o hâlde onlara cevap ver, buyurdu. Hazreti Ebû Bekir onlara gâyet güzel cevâblar verdi. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Yâ Ebâ Bekir, Allahü tebâreke ve teâlâ sana Rıdvân-ı Ekber versin." Sahâbe-i güzînden birisi dedi ki: Yâ Resûlallah! Rıdvân-ı Ekber nedir? Buyurdular ki: Allahü teâlâ âhirette cümle kullarına umûmî tecellî eder. Ebû Bekir'e husûsî tecellî eder. Ebû Hüreyre anlatır: Resûl-i ekrem hazretleri, Cebrâîl aleyhisselâma sorrdu ki: Yâ Cebrâîl, siz semâda Ebû Bekir'i bilir misiniz? Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Evet, Seni halka Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, Ebû Bekir gökte yerdekinden dahâ çok meşhurdur. Göklerdeki adı Halîm'dir. Abdullah ibni Abbâs, Resûlullah Efendimizden rivâyet eder. Resûl-i ekrem buyurdular ki: Beni mi'râca götürdükleri gece, Allahü teâlâ bana buyurdu; Yâ Ahmed! Ehlini kime ısmarladın? Ebû Bekir Sıddîk'a, dedim. Allahü teâlâ buyurdu: O benim kullarımın, senden sonra, en sevgilisidir. Benden ona selâm götür. Huzeyfe rivâyet eder. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: Her kim rüyada beni görmüşse, muhakkak beni görmüştür. Zîrâ şeytân benim sûretimde görünmez. Her kim, Ebû Bekir'i uykuda görürse, Ebû Bekir'i görmüştür. Zîrâ şeytân Ebû Bekir'in sûretinde de görünmez. Bir gün Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm söyler. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ yetmiş dünya büyüklüğünde bir âlem halk etmiştir. Onun zemîni beyaz misk ile döşelidir. Orası, Arş'tan bir iğne atsan, zemîne düşmeyecek şekilde melekler ile doludur. Allahü teâlâ o melekleri yarattığı günden beri, tesbîh ve tehlîl ederler. Sevâbını Ebû Bekir Sıddîk hazretlerinin muhiblerine (sevenlerine) bağışlarlar. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: Bir isteği olan kimse, gece kalkıp, gusl edip veyâ abdest alıp, iki rekat namaz kılsa, her rekatinde bir Fâtiha ve üç kere sûre-i İhlâs okusa, namazdan sonra başını secdeye koyup, "Yâ Rabbî, benim isteğimi Ebû Bekir Sıddîk hurmetine yerine getir" diye dua etse; Allahü teâlâ, Ebû Bekir Sıddîk hürmetine isteğini verir.
.
"Sen namazı da kazâ et!"
13 Mayıs 2005 01:00
Sa'dî Şîrâzî hazretlerinden kıssalar: Zâhid olarak bilinen fakat riyakâr olan biri, padişahın misâfiri olmuştu. Sofraya oturduklarında, her zaman yediğinden daha az yedi. Namaza kalktıklarında her zamankinden daha yavaş kıldı. Padişahın, kendisini takdîr etmesini istiyordu. Evine dönünce sofra kurdurdu, yemek istedi. Anlayışlı bir oğlu vardı. Babasına: - Sultânın ziyâfetinde bir şey yemedin mi baba? diye sordu. - Onların önünde ayıplamasınlar diye işe yarayacak kadar birşey yemedim, dedi. Çocuk cevap verdi: - Öyleyse namazı da kazâ et sen! Çünkü onu da işe yarayacak gibi kılmamışsındır!.. ..... Ey hünerlerini avucunda tutup, ayıplarını koltuğunda saklayan mağrur, âciz gününde bu geçmez parayla ne alacaksın? İhlâs sahibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de, O, seni görmektedir" buyuruldu. Başkalarının sevgisine ve medhetmelerine kavuşmak için, dünya işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan daha fenâdır. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ, hepsinden daha fenâdır. İbâdet yaparak Allahü teâlâdan dünya menfaatlerini istemek, riyâ olmaz. Birisi bir âbide (çok ibâdet eden kimse) dedi ki: - Filân âbid hakkında sen ne dersin? Başkaları onun aleyhine konuşuyor. Âbid cevap verdi: - Dışında ayıp görmüyorum. İçine gelince, gaybı bilmiyorum. Kimi âbid kılığında görürsen yine âbid bil, iyi insan diye kabûl et! Onun içinde olanı bilmesen ne çıkar? Bir adamcağızın gözü ağrıdı. Bir baytara (veterinere) gitti, ilâç istedi. Baytar, hayvanlara sürdüğü ilâçtan onun gözüne de sürdü. Adam kör oldu. Dâvâyı hakime arz ettiler. O da: - Baytarın hiç de kabahati yok, tazminat ödemesi gerekmez, dedi. Çünkü bu adam aklı başında biri olsaydı baytara gitmezdi. Akıllı kimse, önemli işleri rastgele kimselere vermez. Hasır dokuyan da dokuyucudur, ama onu ipek tezgâhının başına oturtmazlar. Zâlim hükümdarlardan biri, bir âbide sordu: - İbâdetlerden hangisi üstündür? Bana nasıl bir ibâdet tavsiye edersin? Âbid cevap verdi: - Sana uyku tavsiye ederim. Ta ki, o bir nefeslik süre içinde halkı incitmeyesin! Halk rahat etsin. Senin uyuman, uyanıklığından iyidir. Uykusu uyanıklığından hayırlı olana yazıklar olsun! Herkes âdil olmak zorundadır. Bir insanda adâlet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, âzâsında adâlet bulunmalıdır. Her âzâsını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâktan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır.
.
Sıddık için ayağa kalktı!
14 Mayıs 2005 01:00
Ömer-ibnül-Hattâb rivâyet eder: Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Beş kimseden başkası için ayağa kalkmayınız. Anneye, babaya, size Kur'ân-ı azîmüşşân ta'lîm eden hocaya, âlime, ki ilme hürmet için. Şerefleri dolayısı ile seyyidlere ve adlinden dolayı âdil sultâna." Ömer bin Hattâb der ki: Resûlullah Efendimiz bu hadîs-i şerîfi buyurduğu zaman Ebû Bekir Sıddîk meclis-i saadete geldi. Peygamber hazretleri onun için ayağa kalktı. Hazreti Ebû Bekir oturmayınca, kendileri de oturmadılar. Ömer bin Hattâb dediler ki: Yâ Resûlallah! Bize buyurdunuz ki, bu beş kimseden başkası için ayağa kalkmayınız. Siz Ebû Bekir için ayağa kalktınız! Buyurdular ki: Cebrâîl aleyhisselâm gelip, önümde oturmuş idi. O sırada Ebû Bekir mescide girdi. Hazreti Cebrâîl dedi ki; Yâ Muhammed! Ebû Bekir geldi. Ben dedim; yâ Cebrâîl! Ebû Bekir'i tanır mısın? Dedi ki: Yâ Muhammed! Ebû Bekir, melekler yanında meşhurdur ki, senin yeryüzünde tanıdığın gibi, onu tanırlar. Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekir Sıddîk önünde ayağa kalktı. Ben de kalktım. Yâ Ömer, bir yerde ki, Cebrâîl aleyhisselâm ayağa kalkar, ben kalkmaz mıyım! Ebû Bekir'e hürmetinden ötürü, Hazreti Ebû Bekir oturmayınca, Cebrâîl aleyhisselâm oturmadı. Ben de oturmadım... Ebû Sa'îdil Hudrî rivâyet eder: Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: Kıyâmet günü olunca, Allahü tebâreke ve teâlânın emri ile Arş önünde kırmızı altından üç kürsî konulur. Mahşer meydanı onların nûru ile nûrlanır, aydınlanır. Biri bir kenârda, biri öbür kenârda, biri ortada kurulur. İbrâhîm aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emri ile bir kenârdaki minber üzerine oturur. Ben de (Muhammed aleyhisselâm); öbür kenârdaki minber üzerine otururum. Orta yerde olan minber boş kalır. Bir münâdî, seslenir ki, 'Ebû Bekir Sıddîk nerededir?' Ebû Bekir Sıddîk'ı durduğu yerden ta'zîm ile getirirler. Ortadaki minber üzerine oturturlar. Sonra bir münâdî seslenir ve der ki, 'Halîl ve Habîb arasında Sıddîk'ın bulunması ne hoştur, ne güzeldir.' Sonra Allahü teâlâ hazretleri üçünden hicâbı kaldırıp, tecellî eder, dîdârını gösterir. Ben, baş gözü ile, Allahü teâlâyı müşâhede ederim. İbrâhîm de müşâhede eder, Ebû Bekir de müşâhede eder. Ebû Ubeyde bin Cerrâh rivâyet eder: Resûlullah Efendimiz mubârek elini Ebû Bekir Sıddîk hazretlerinin omzuna koyarak, buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekir! Kullar, Allahü teâlâ hazretlerinin huzuruna dağlar misilli günâh ile çıksalar, kalblerinde senin muhabbetin olsa, Allahü teâlâ onların günâhlarını affeder...
.
Her şeyin hayırlısı
14 Mayıs 2005 01:00
Sa'dî Şîrâzî hazretlerinden kıssalar: Yoksul bir kimsenin hanımı, bir çocuğunun olmasını çok arzû ediyordu. Gece gündüz yalvararak dedi ki: "Eğer şânı yüce Allah bana bir oğul verirse, giydiğim şu hırkadan başka neyim varsa dervişlere dağıtacağım." Allahü teâlâ duâsını kabûl etti. Günü geldi bir erkek çocuğu oldu. Fakîr şenlik etti. Adadığı gibi, dostlarına sofra kurdu. Sevincine diyecek yoktu. Yıllardan sonra Şam seferinden dönüyordum. O kimsenin mahallesinden geçtim. Durumlarını sordum. Dediler ki: - O fakîr kimse şimdi zindanda hapis. - Sebep ne? - Oğlu şarap içmiş, kavga etmiş, birinin kanına girmiş, şehirden kaçmış. Ayırmak için kavgada babası da olduğundan yakalayıp hapse attılar. Dedim ki: - Bu belâyı Allahtan yalvara yalvara istemişti. Ey anlayışlı kimse, kadınların yılan doğurmaları, hayırsız evlât doğurmalarından daha iyidir. Bunun için bir şey isterken mutlaka hayırlısını istemelidir... *** Yalnız yaşayan bir derviş, sahranın bir köşesinde oturuyordu. Yanından bir padişah geçti. Derviş, başını kaldırıp hükümdara iltifat etmedi. Padişah da, saltanatın verdiği azamet dolayısiyle, öfkelendi: Vezir dervişe dedi ki: - Yeryüzünün padişahı yanından geçti. Niçin saygı göstermedin? Terbiyenin icâbını neden yerine getirmedin? Derviş cevap verdi: - Padişaha söyle de, kim kendisinden ni'met umuyorsa saygıyı ondan beklesin. Şunu da bilsin ki, padişahlar halkın koruması içindir, halk padişaha boyun eğmek için değil. Her ne kadar ni'met, onun devlet kudretiyle elde edilirse de, padişah, fakîrin koruyucusudur. Koyun, çoban için değildir. Fakat çoban, koyun içindir. Padişah, dervişin sözünü beğendi: - Benden bir şey iste, dedi. Derviş cevap verdi: - Bir daha beni rahatsız etmemenizi istiyorum. Padişah: - O hâlde bana öğüt ver, deyince derviş şunu söyledi: - Şimdi elinde nimet varken düşün! Bu devlet de, saltanat da elden ele geçip gidecektir. Kalıcı olan ahiret için yapılandır. Yapılan ibadet bile olsa Allah rızası için yapılmamışsa dünyalık olur, dünyada kalır. Hadîs-i şerîfte, "Dünyalık olan şeyler, mel'ûndur. Allah için olan şeyler, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyler, mel'ûn değildir" buyuruldu. Dünyalık olan şeylerin, Allahü teâlâ indinde hiç kıymeti yoktur. Dîne uyarak kazanılan ve kullanılan rızık, dünyalık olmaz. Dünya nimeti olur. Hadîs-i şerîfte, "Dünyalık olan şeylerin Allah indinde sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi" buyuruldu. Kâfirlere, dünyalığı çok vererek, onları felâkete sürüklemektedir. Hadîs-i şerîflerde, "Mü'minin Allah indinde kıymeti, topladığı dünyalık kadar azalır" ve "Dünya sevgisi arttıkça, âhirete olan zararı da artar. Âhiret sevgisi arttıkça, dünyanın ona zararı azalır" buyuruldu. Hazret-i Ali diyor ki: Dünya ile âhiret, şark ile garb gibidir. Birine yaklaşan, diğerinden uzaklaşır
.
Hz. Cebrail ile konuştu!
15 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Enes buyurdu ki: Resûlullah Efendimiz bir vakit hastalandı. Hastalığı uzadı. Bir sabah Hazreti Ebû Bekir Sıddîk, Resûlullah Efendimizin ziyâretine gitmiş idi. Zîrâ, her işi herkesten önce yapmayı severdi. Bu âdet-i şerîfesi idi. Varıp gördü ki, Resûlullah hazretleri evinde yatmış, mübârek başını Dıhye-i Kelbî'nin dizine koymuştu. Hazreti Ebû Bekir, Dıhye-i Kelbî'ye selâm verip, 'Resûl-i ekremin hâli nasıldır?' dedi. Dedi ki; hayırdır ey halife-i Resûlillah! Ebû Bekir Sıddîk dedi ki; Allahü teâlâ sana hayır versin. İyi karşılıklar versin. Bu müjdeyi bana verdin. Dıhye dedi ki; yâ Ebâ Bekir! O Allahü teâlâ hakkı için ki, Ondan gayri Allah yoktur, ben seni gayrilerden, herkesin sevdiğinden çok severim. Senin benim yanımda hediyelerin vardır, sana ulaştırayım. Sen Allahü teâlânın Resûlünün halifesisin. Enbiyâ ve Mürsellerden sonra, Âdemoğullarının seyyidisin "aleyhissalâtü vesselâm". Sana tâbi olan ve seni seven felâh bulur. Bütün hayırlar, iyilikler, felâh kelimesinde toplanmıştır. Felâh; dünya ve âhirete âit isteklerin yerine gelmesine derler. Denilmiştir ki; felâh dört şeydir: Bir bekâ ki, fenâsı olmaya. Bir zenginlik ki, fakîrliği olmaya. Bir izzet ki, zelîlliği olmaya. Bir ilim ki, cehli olmaya. Seni sevmeyen ve sana uymayan ziyân etti. Her kim ki seni dost tutar, Resûlullah hazretlerinin dostluğu ile dost tutar. Her kim sana buğz eder. Resûlullah hazretlerine buğzu olmak sebebi ile sana buğz eder. Senin dostun hakîkatte Allahü teâlâ hazretlerinin ve Resûlünün dostudur. Senin düşmanın, hakikatte Allahü teâlâ ve Resûlünün düşmanıdır. Her kim ki, seni düşman tutar. Muhammed Mustafâ'nın şefâati o kimseye vâsıl olmaz. Her kim ki, Muhammed Mustafâ'nın şefâatinden mahrûm olur. O kimse Allahü teâlânın rahmetinden de mahrûm kalır. Yâ Ebâ Bekir, sen bunun için iyi ve azîzsin; yakın gel. Yakın geldiği ânda, Dıhye kayboldu. Resûlullah Efendimiz de uykudan uyandı. Buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekir! Bu sual-cevap şeklindeki konuşma nedir? Ebû Bekir hazretleri de Dıhye ile yaptığı konuşmayı haber verdi. Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm, buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekir! O Dıhye değil idi. O Cebrâîl-i emîn idi. Sana haber verdi o isimlerden ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri onları sana verdi.
.
Karıncayı bile incitmezdi
16 Mayıs 2005 01:00
Abdullah bin Mes'ûd anlatır: Bedir Savaşında, ben de hâzır idim. Benden âciz kimse yoktu. Lâkin Ebû Cehil'in başını kesip, getirmek bana nasib oldu. Savaşta, Ebû Bekir Sıddîk hazretlerini, Muhammed Mustafâ'nın huzur-u şerîfinde gördük. Hazreti Sıddîk kendi oğlunu kâfirler safında gördü. Gayret ve hamiyyet-i dîniyyesi galebe gelip, din gayreti ile ortaya çıkıp; yâ Resûlallah bana izin ver, tâ kâfirler ile muhârebe edeyim! Resûlullah Efendimiz; yâ Ebâ Bekir! Harbe katılma. Benim yanımda, gözüm ve kulağım gibi olduğunu bilmiyor musun? buyurup, hazreti Ebû Bekir'i; Allahü teâlânın selâmını ve kelâmını işiten mübârek kulaklarına ve Allahü teâlâyı bilmediğimiz şekilde gören mübârek gözlerine benzettiler. Server-i âlem Resûl-i ekrem Efendimizin mübârek başlarından kadem-i şerîflerine kadar her bir âzâsı güzel idi. Velâkin mubârek gözleri ve kulakları cümle âzâlarından dahâ güzel idi. Doğudan batıya bütün Müslümanlar, muvâfık ve muhâlif hepsi bilirler ki, Resûlullah Efendimiz çok kere, kulağından ve gözünden dolayı dua buyurmuştur: "Ey benim Allahım! Beni kulağım ve gözüm ile faydalandır. Benim gözümü ve kulağımı benden sonra ümmetime mîrâs bırak." Allahü teâlâ bu iki duaya icâbet etmiştir. Resûl-i ekrem Efendimizi hayatta Ebû Bekir ile faydalandırmıştır. Vefâtlarından sonra, Ebû Bekir'i mîrâs tutucu halife etmiştir. Bu iki dua, o iki duaya benzer ki; Ebû Bekir Sıddik'a buyurmuşlar idi: "Allahü teâlâ, sana, hayâtımda ve vefâtımdan sonra, benim tarafımdan en iyi karşılıklar versin!" Bu duaların tamamını Allahü teâlâ kabûl buyurmuştur. Zîrâ, İslam dîni önce ve sonra, Ebû Bekir Sıddîk hazretleri ile karâr tuttu. Furkân sûresi 63. ayetinde buyuruldu: "Allahü teâlânın üstün kulları ol kimselerdir ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler. Tâ ki, canlı karıncayı incitmeyeler." Ayet-i kerimede buyurulduğu üzre, Ebû Bekir Sıddîk yolda yürür iken bir canlıyı ezmemek için, ayağı önüne bakardı. Bir vakit yolda yürürken, yol üzerinde karınca gördü. Ayağı ile üzerine basmamak istedi. Bir genç geldi. Hazreti Sıddîk'ı söz ile meşgûl etti. Unutup, karıncanın üzerine bastı. Sonra, Hazreti Sıddîk bakıp, onu gördü. Üzüldü. Ne yapacağını düşünmeye başladı. Tam o sâat, Allahü teâlânın izniyle o karınca konuşmaya başladı: Esselâmü aleyke yâ halife-i Resûlillah! Üzüldünüz, üzülmeyin! Sizin üzülme sebebinizden dolayı, Allahü teâlâ ben zayıf kulunu konuşturdu. Resûlullah buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekir, sana halife diyen kimse karıncadır. Sana buğzeden ve düşman olan kimseler karıncadan âdi olu
.
Yetmiş deve yükü çeyiz!
17 Mayıs 2005 01:00
Resûlullah Efendimiz Hadîce-i Kübrâ ile evlenecekleri zaman, Hazreti Hadîce, bir şahsı gizlice Resulullahın huzuruna gönderdi. O kişi gelip dedi ki: Müşrikler alay ederler, kendi şöhretli hâlinle, bir fakîre varıp, zevceliği kabûl ettin. Şimdi bir miktar çeyiz gönderin, az da olsa, ben onu çoğaltıp, halka gösteririm. Ayıplayanların ayıplaması, kötüleyenlerin kötülemesi def olur. Resûlullah Efendimiz kalkıp gitti. Ben kimden borç isteyeyim ki, bana borç verir, diyordu. Yine kendi kendine, bâri vefâkâr Ebû Bekir'in dükkânına varayım deyip, pazara geldi. Ebû Bekir Sıddîk uzaktan gördü ki, Sultân-ı kâinât hazretleri, saadet ve izzetle teşrîf buyurur. Sevincinden şaşırmış olarak kendi kendine dedi ki, eğer benim dükkânıma teşrîf ederse, her ne ister ise vereyim. Kâinatın Efendisi doğru Ebû Bekir Sıddîk'ın dükkânına geldi. Hazreti Ebû Bekir Sıddîk da karşılayıp, dedi ki: Yâ Muhammedül-emîn! Niçin üzüntülüsün? Fahr-i âlem buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekir. Bana bir miktar şey gerek ki, Hadîce'ye ceyiz götüreyim. Ebû Bekir Sıddîk dedi ki: Yâ Muhammedül-emîn! Yetmiş devem, Şam'a ticârete gitmişti. Bugün müjde getirdiler ki, sâlim ve ganîmet ile geldiler. Kerem edip, karşılayın. Kervânbaşı olan şahsa durumu bildirin. O kervânın başındaki şahsa sağ ve sâlim geldiğinde, azâd edeceğimi, yüz altın vereceğimi, Ebû Bekir'in bunu va'detmiş olduğunu söyleyin. Resulullah Efendimiz, çok sevinip, kervânın önüne geldi. Kervânbaşı, "ben ve develer, sana fedâdır" deyip, develeri Hadîce-i kübrâ hazretlerinin sarayı tarafına sürdüler. Pazar ortasına vardılar.Ebû Bekir Sıddîk bir kimse gönderdi ki, "Muhammedül-emîn hazretlerine söyle, develeri getirip, bu aradan geçirsinler." Getirdiler. Dedi ki: Yâ Muhammedül-emîn, bir miktar durun. Hizmetçi gönderip, kendi evinden renkli-ipekli kaftanlar getirtip, herbirini bir devenin yükü üzerine çektiler. Renkli ipekli kumaşlar ile çeyizleri iletirler. Bütün Mekke-i mükerreme ehline, malûmdur ki, Resulullah Efendimizin malı yoktur. Ebû Bekir Sıddîk malını ve mülkünü Hazreti Muhammed'e fedâ etmiştir. O develeri, üzerlerinde ipekli-renkli kumaşlar ile örtülü olarak, sesli olarak Mekke-i mükerremeyi dolaştırarak, Hazreti Hadîce'nin evine ilettiler. Cümleye malûm oldu ki, bu Hazreti Hadîce'nin çeyizidir. Muhammedül-emîn getirmiştir. Sıddîk-ı Ekberin bunun gibi, hizmet-i şerîfleri ve haseneleri, sayısızdır..
Dokuz hurma!..
18 Mayıs 2005 01:00
Enes bin Mâlik anlatır: Resûlullah Efendimizden, Ebû Bekir'in o kadar üstünlüğünü işittim ki, hayrette kaldım. Server-i âlem hazretleri, bu dünyadan, öbür âleme göç ettiler. Bir gece Sultân-ı Enbiyâyı rüyada gördüm. Önüne bir tabak hurma koymuşlar. "Yâ Resûlallah! Hak teâlânın sana verdiği o nesneden bana da ver!" dedim. Bana bir hurma verdi. "Yâ Resûlallah! İhsânınızı arttırınız" dedim. Böyle böyle dokuz hurma verdi. Yine "yâ Resûlallah, tekrar ver" dedim. Uykudan uyandım. Baktım, dokuz hurmayı elimde buldum. Bilâl'in ezân sesini işittim. Abdest alıp, mescide geldim. Sabah namazını Ebû Bekir hazretlerinin arkasında kıldım. Namazdan sonra bir sâat başımı önüme salıp, tesbîh çektim. Başımı kaldırdım. Hazreti Sıddîk'ı gördüm. Mubârek arkasını mihrâba vermiş. O rüyamda, Resûlullah Efendimizin önünde gördüğüm hurma tabağını şimdi, Hazreti Sıddîk'ın önünde gördüm. Dedim ki: "Yâ halife-i Resûlillah! Allahü teâlânın sana verdiği ni'metlerden bana da ver!" Bana bir hurma verdi. Dedim, "arttır". Bir hurma dahâ verdi. Dokuz hurmaya dek bana verdi. Ben dedim: "Yâ halife-i Resûlillah, arttır." Buyurdu ki: "Yâ Enes! Eğer gece Resûlullah hazretleri daha çok verse idi, ben de çok verirdim." Hazret-i Ömer anlatır: Ebû Bekir Sıddîk'i gördüm. Dilini parmağı ile tutup ovar idi. Dedim ki: Yâ halife-i Resûlillah, ne yapıyorsun! Buyurdu ki: Bu beni çok işlere uğratmıştır!.. Yine Hazreti Ebû Bekir yedi dirhem ağırlığındaki bir taşı, yedi sene ağzında tuttu. Bir söz söyleyeceği zaman, eğer o söz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin zikrinden gayri olsa idi, sol eli ile dilini tutup, sağ eli ile o taşı dili üzerine sürerdi. Der idi ki: Ey dil! Bir dahâ söylemeyesin o sözü ki, Allahü teâlâ hazretlerinin sevdiği şey olmaya. Hüccet-ül-İslam İmâm-ı Gazâlî Kimyâ-i seadet adlı kitabında buyuruyor ki: Ebû Bekir Sıddîk yedi lokma yemek yer idi. Fazla arzû eder ise, dokuz lokma yer idi. Şimdi, yüzbin rahmet olsun, Hazreti Sıddîk üzerine ki, bütün işleri bu yol üzerine idi. O pâk din ve doğru i'tikâd senin üzerine olsun ki ya'ni doğru i'tikâdlı olasın ki, Ebû Bekir, Ömer, Osmân ve Ali'yi "radıyallahü teâlâ anhüm" berâber sevesin. Bunlardan birini sevmemek insanı doğru yoldan ayırır.
.
Yediklerine dikkat ederdi
19 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ebû Bekir Sıddîk'in bir kölesi vardı. Ömrünün sonlarında her akşam iftâr vaktinde yemek getirirdi. Âdet-i şerîfleri öyle idi ki, nereden ve nasıl aldığını, kimden satın aldığını, onun san'atı ve mesleği ne olduğunu o köleden sormayınca o yemekten bir lokma ağzına koymazdı. Bu köle bir gece yine yemek getirdi. Ebû Bekir Sıddîk sual etmeden, mubârek elini uzatıp, bir lokma yemekten aldılar. Köle dedi ki: Ey Efendi! Ne oldu ki, bu akşam sormadan yemeğe el uzattınız. Ebû Bekir Sıddîk'ın mübârek gözleri yaş ile dolup, buyurdu: Açlık bana sıkıntı verip, sabırsızlandırdı. Böylece bu hâl başıma geldi. Şimdi bana haber ver ki, bu akşam yemeği nereden getirdin? Köle dedi ki: Câhiliye vaktinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba raks ettim. Onlara hoş geldi. Bana dediler ki, şimdi bir nesnemiz yoktur. Vaad etmişlerdi ki, elimize birşey geçince sana iyilik ederiz. Ben bugün gördüm ki, onların elleri doludur. Ben vaadlerini hatırlattım. Yiyeceği bana verdiler. Ebû Bekir Sıddîk bunu işitti. Çok üzüldü. Ağladı. Yemeği önünden attı. Parmağını boğazına o kadar soktu ki, kay' etti. O lokma karnından dışarı geldi. Kendine eziyet verdi. Mübârek yüzü göğerdi ve karardı. Mubârek yüzünün şeklinin değişikliğini görenler, bir miktar su içmesini ve bu üzüntüden halâs olacağını söylediler. Sıcak su getirdiler. İçti, bir kere dahâ istifra etti. Rahâtsız oldu. İnceledi ki, karnında bir şey kalmadı. Dediler ki: Yâ Sıddîk, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı mıdır? Buyurdu ki: Evet. Resûlullah Efendimizden işittim. Buyurdular ki: "Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, yediği harâm olan kimselere Cennet'i harâm etmiştir." Sonra başını yukarı kaldırıp, Yâ ilâhel âlemîn! Yediğim lokma için elimden geleni yaptım. O lokmaları içimden çıkarttım ettim. O lokmadan damarlarımda bir şey kaldı ise affet. Bu zayıf kulun, Cehennem azâbına dayanamam diye, dua buyurdu. Bu o Ebû Bekir'dir ki, Resûlullah Efendimiz, "Ebû Bekir benim gözüm ve kulağım gibidir" buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir, peygamberlerden sonra insanların en üstünüdür. Ayet-i kerime ile övülmüştür. Kur'ân-ı kerimi kitap halinde ilk toplayan budur. Hicretten 13 sene sonra, 63 yaşında iken vefat etti. Resulullahın yanına defnedildi.
.
Sevgiliyi kavuşturun!
20 Mayıs 2005 01:00
Câbir bin Abdullah anlatır: Hazret-i Ebu Bekir Sıddık'ın vefatından sonra bir bedevî A'râbî, bir kırmızı deve üzerinde, Hazreti Alî'nin huzuruna gelip, deveden inip, dedi ki: Esselâmü aleyke, yâ emîr-el mü'minîn! Çabuk bana haber ver ki, Ebû Bekir Cennet'te midir? Hazreti Ali bundan dolayı üzülüp, buyurdu ki: -Yâ A'râbî, keşke, anan seni doğurmamış olsa idi. Resûlullah Efendimizin hayâtında ve vefâtlarından sonra, bu sözü hiç kimse söylemedi. Sen söyledin. Muhâcirîn ve Ensâr arasında, şüphe yoktur ki, Hazreti Ebû Bekir Sıddîk, Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem Efendimizin hayâtında vezîri idi. Vefâtından sonra halifesi idi. Ondan sonra her kimin i'tikâdı bunun üzerine olmaz ise, o dalâlettedir. Ey A'râbî! Hazreti Ebû Bekir Cennet ehlini, tıpkı, gökyüzündeki bir yıldızın, yeryüzünün ehlini aydınlatdığı gibi aydınlatır. Ebû Bekir Cennet'te, bir köşkten bir köşke, bir kasırdan bir kasra gider. Cennet'te hiçbir kasır ve bir saray, bir oda, bir bahçe, bostân olmaz ki, illâ Hazreti Ebû Bekir'in nûrundan aydınlanmasın. Cennet ehli köşklerden başlarını çıkarıp, derler ki: Yâ Rıdvân! Bu nûr nedir? Rıdvân der ki; Bu Ebû Bekir'in yüzünün nûrudur ki, kasırdan kasra ve odadan odaya gider. Hazreti Ali sözüne devamla dedi ki: -Yâ A'râbî! Ebû Bekir Sıddîk, vefâtı ânında bana dedi ki; benim cânım, benim gözümün nûru ve benim dostum ve benim azîzim. Benim vefâtım yakınlaştı. Ömrüm sonuna yaklaştı. Beni o, Resûlullah Efendimizi yıkadığın mübârek ellerin ile yıka. Kefene sar ve tabut üzerine koy. Cenâzemi Resûlullah Efendimizin Ravda-i mukaddeselerinin kapısına koy. Ve de ki; yâ Resûlallah! Ebû Bekir kapıdadır. İçeri girmek için izin ister. Eğer kilit anahtarsız açılırsa, beni Seyyid-i âlemin mübârek arkası yanına defnedin. Eğer kilit açılmaz ise, beni Bakî' Kabristanına götürüp, garîbler kabristanına defnedin. Hazreti Ali devamla buyurdu ki: -Yâ A'râbî, o halife-i Resûlullah olan Ebû Bekir Sıddîk dünyadan göçtü. Vasiyetini yerine getirip, techîz ettim. Ravda-i mukaddese kapısına götürdüm. İzin istedim. O saat kilit kendiliğinden açılıp, bir ses işittim ki: "Habîbi habîbe kavuşturun. Habîbini çok özlemiştir"diyordu
.
İş işten geçmeden!
20 Mayıs 2005 01:00
Kendi örf ve âdetlerimize, manevî değerlerimize sırt çevirip, topyekûn Batı'ya yöneldiğimizden beri, çocuklarımız ailelerinden kopuk olarak yetiştirildi. Buna bağlı olarak da, çocukların ailelerine, anne babalarına bakışı değişti. Çünkü çocuklara devamlı şu aşılanıyordu: Anne babanız cahil, geri kafalıdır, olaylara bakışı sığ veya yanlıştır. Siz modern çağda yaşıyorsunuz, anne babanızın sözüne göre değil, çağdaş değerlere göre hareket edin. (Tabii ki, çağdaş değerlerin içinde din yoktu!) Anne babanızla takışmayın fakat onların fikirlerini de dikkate almayın. Siz kendiniz düşünün, kendiniz karar verin!.. Ancak, sinsice onların düşünmesine fırsat vermeden kendileri yönlendirdiler gençleri. Hal böyle olunca, bu zihniyette yetişen gençler, manevî değerlerimize ve anne babanın söylediği her söze şüphe gözü ile baktılar. Hatta onların söylediklerinin tersini yaptılar. Neticede, geçmişimizle, örf ve âdetimizle ilgisi olmayan kendini, arayışta, boşlukta bulan bir gençlik yetişti. Boşlukta olduğu için de, çoğu kurda kuşa yem oldu. Kimi fuhuş batağında, kimi uyuşturucu mafyasının tuzağında, kimi anarşide kimi de satanizm gibi inançsızlıkta buldu kendini. Gençler, iş işten geçtikten sonra; eyvah ben ne yaptım, cahil diye küçümsediğim anne babamın, büyüklerimin dediklerine uysaydım bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti, dediler. Fakat giden geri gelmiyordu. Fakat işin güzel tarafı bazılarının bunu itiraf edebilmeleriydi. Bu itiraf hiç olmazsa, kendilerinden sonra gelen gençlere ibret olur da onlar bu bataklıklara saplanmazlar. Bu ibretli itiraflardan birini sunmak istiyorum sizlere. Bu, 19 yaşında satanizm batağına düşmüş, bu uğurda kız arkadaşını boğarak öldüren ve 36 yıla mahkum olan genç bir kız Gülşah'ın itirafı: "Arayış her ergenlik çağı gencinin sorunudur. Bulunduğunuz konum, içine girdiğiniz çevre, yaşadığınız hayat biçimi, bir şekilde sizi bir yerlere getiriyor. Ama siz o sırada bunun farkında olamıyorsunuz. Ve iş işten geçtikten sonra 'Ben bu duruma nasıl geldim?' diyorsunuz. Sonuçta bulunduğumuz ülke şartları içinde milyonlarca Gülşah var. Ben bunlardan sadece biriyim. Dışarıda bu tuzaklardan kurtulmayı bekleyen milyonlarca genç var. Dışarıda uyuşturucu var, kötü amaçlar var, gençleri bunlara tutsak etmek isteyenler var... Hepsi birer tuzak tabii ki. Dolayısıyla, hayatı tanımaya çalışan gençlerin bu tür şeylerden etkilenmeleri de kaçınılmaz oluyor... Bir tabak kırmıyor, bir çatal kaybetmiyorsunuz ki! Kıydığınız bir hayat, bir insan, bir can... Peki ne oldu da canavarlaştı, bir zamanlar anne ve babalarının kötülüklerden koruması için Allah'a yalvardığı bu çocuklar? İşte bu söyleşim, bu sorulara cevap arayabilmek, yavruları için kaygılanan anne ve babalara 'bir şeyler' anlatabilmek için yapıldı. O 'bir şeyler' ki, eksikliği çocuklarımızı akıl almaz serüvenlere, trajedilere sürükleyebiliyor. Ya onun, ya da onunla birlikte ceza evinde tek başıma kalınca kendimle hesaplaşmaya, çeki düzen vermeye başladım... Her şeyi bu duruma getiren yine insanın kendisi. Suçu başkalarında arayacağınıza kendinizde aramanız gerekiyor. Etrafımda hiç mi iyi örnekler yoktu? Niye iyileri örnek alamadım? Neden böyle oldu, ben niçin bu duruma geldim?. İçimde çok büyük pişmanlık var. Bir yanda da haksız yere ölmüş bir insan var. Amaçsız ve adice... Acım çok fazla benim. Ömür boyu hapis cezası alsam bile, onun yanında hiçbir şey ifade etmiyor. O da bir genç kızdı. Onun da duyguları, ailesi, ulaşmak istediği hedefleri vardı. Bunlara saçma sapan bir şey uğruna engel olundu. Acım bu nedenle çok büyük ve hiç bitmeyecek... Kişilik arayışları gençleri mutlaka bir şeylere özendirir. Gençseniz kendinize dikkat edin. Toplumda sizin zayıflıklarınızı kullanarak kötüye yönlendirebilecek çok fazla kötü var. Onlardan geri tutsunlar kendilerini. Gençliğe bunu söylemek istiyorum."
.
Hz. Ali'nin üzüntüsü
21 Mayıs 2005 01:00
Emîr-ül-mü'minîn Ali bin Ebî Tâlib'in, Ebû Bekir Sıddîk'ın vefâtı sırasında söylediği sözler şöyle rivâyet olunmuştur: Ebû Bekir Sıddîk bu fânî âlemden, bâki âleme göç ettiler. Mübârek yüzünü ve bedenini bir çarşaf ile örttüler. Medîne-i Münevvere; Resûlullah Efendimizin, öbür âleme göç ettikleri gibi, inleme ve ağlama sesleri ile dolmuş idi. Hazreti Ali işitip, ağlayarak, "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" diyerek geldi. Söylediği sözlerin manâsı budur: Nübüvvet hilâfeti bugün bitti. Geldi, o evin kapısında durdu. Ebû Bekir Sıddîk hazretleri odada idi. Buyurdu: Yâ Ebâ Bekir! Sen Resûlullah'ın dostu ve musâhibi ve mûnisi ve sırdaşı ve müşâviri idin. En önce İslam'ı sen kabûl ettin. Senin îmânın cümle kavmin îmânından kuvvetli ve güzel oldu. Senin yakînin dahâ kuvvetli, Allahü azîmüşşân hazretlerinden korkun büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert, sen idin. Resûlullah üzerine en şefkatli, en yardımcı sen idin. Senin Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden dahâ iyi idi. Hayır sâhiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Hazreti Muhammed Mustafâ'nın huzur-ı şerîflerinde, senin derecen en yüksek oldu. Ona en yakın sen oldun. İkrâmda, ihsânda, güzel huylarda, boyda, yaşta, başta, ona en çok benzeyen sen oldun. Allahü teâlâ sana, çok mükâfât versin ki, Resûlullah'a herkes yalancı derken, sen, doğru söylüyorsun, inandım, dedin. Sen onun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur'ân-ı kerîmde "sıdk" ile şereflendirdi. Resûlullaha en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Herkes Ondan kaçarken, sen Onun ile sohbet ettin. Seferlerde ve sıkıntılı yerlerde halifesi idin. Onun ümmetinin halifesi ve dininin koruyucusu oldun. Câhiller dinden çıkarken, sen dîn-i İslam'a kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken, sen Muhammed Mustafâ'nın yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en belîği, edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temiz idi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu önceden görür, geri kalmışları İslam'a sokarak aydınlatırdın... Sahâbe-i güzînin hepsi bu sözleri sessizce dinlemişler idi. Hazreti Alî'nin kelâmı bitti. Cümle yer ehli ve gök ehli ağlamağa başladılar. Doğru söyledin yâ Resûlullah'ın damâdı, dediler.
.
İyi Müslüman olmak
21 Mayıs 2005 01:00
İyi Müslüman demek salih Müslüman yani, her işinde dinin emir ve yasaklarını gözeten, kalben ve bedenen İslamiyeti yaşayan kimse demektir. Evliyânın büyüklerinden Şakik bin İbrâhim hazretlerine, "Bir kimsenin sâlih olup olmadığı nasıl anlaşılır?" diye sorduklarında şöyle cevap verdi: Bu üç şeyle anlaşılır: 1-Salih insanlar şundan hoşlanırlar; yaptıklarından memnun olurlarsa iyi insan demektir. 2-Bir kimse, Allahü teâlânın emirlerini yaptığında değil de, dünya rahatlığı ve mevkisi ile ilgili işleri yaptığında hoşlanır, bunu çok arzû ederse, bu kimse sâlih değildir. 3-Ölümü düşündüğünde, nefsi ölmekten kaçmıyor ve her zaman kendini ölüme hazır hissediyorsa bu insan sâlih kimsedir. Bir kimsede, bu üç özellik bir araya gelmişse, bu kimsenin Allahü teâlâya yalvarıp, bu hâli kendisinden almaması, kendisine gurur gelmemesi için yalvarması lâzımdır. Sâlih Müslüman, yaptığını sırf Allah rızâsı için yapar. Böyle kimse, kendi nefsinin isteklerini değil, Allahü teâlânın isteklerini, emirlerini yapar. Böylece zararlı, kötü işlerden kendini kurtarmış olur. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen, "Şüphesiz ki nefs, bütün gücü ile kötülüğe meyyaldir, kötülüğü yaptırır." buyurulmuştur. Sâlih kimse, amellerinin karşılığını sadece Allahtan bekler. Başkalarının övmeleri, kötülemeleri ona hiç te'sîr etmez. Büyüklerden birisi buyurdu ki: - Kişi ibâdet yaparken, koyun çobanından ibret almalı, onun gibi olmalıdır. - Koyun çobanından nasıl ibret alınır? diye sorduklarında şöyle cevap verdi: - Koyun çobanı, sürüsünün yanında namaz kılar. Fakat kıldığı bu namaz sebebiyle koyunların kendisini methetmelerini beklemez. Her zaman nasıl kılıyorsa öyle kılar. Koyunlar görüyor diye namazı farklı kılmaz. İşte kendini bilen, sâlih Müslüman böyle olur. Başkalarının, kendi hakkında söyleyecekleri şeylere aldırmaz. İnsanların varlığı ile yokluğu bir olur. Sâlih kimseler ibâdet ederken şu dört şeye dikkat ederler: 1-Yapacağı ibâdet hakkında yeterli bilgi sahibidir. 2-İbâdete başlarken önce niyyetini düzeltir. 3-İbâdetine sabırla devam eder. 4-Yaptığını ihlâs ile yapar, ihlâsı elden bırakmaz. Hayır sahibi sâlih insanlar, birbirlerine yazdıkları nasîhat mektuplarında şu üç şeyi yazarlardı: 1-Her kim âhiret için çalışırsa, dünya işleri de kendiliğinden olur, Allah ona kâfîdir. 2-Kim Allah ile arasını düzeltirse yâni Allahü teâlânın emirlerini yapar, yasaklarından kaçınırsa, Allah da insanlarla onun arasını düzeltir. Herkes ona iyi muâmele eder. Geçimleri iyi olur. 3-Kim kalbini, niyetini düzeltirse Allah da onun diğer işlerini düzeltir. Yâni kalbini düzeltir. Yaptıklarını Allah rızâsı için yaparsa, Allahü teâlâ da, dinin emirlerine uymayı ona kolay eyler. Büyüklerden biri buyurdu ki: Allahü teâlâ kötü kimseleri şu üç şeyle cezâlandırır: 1-İlim verir, fakat ilmi ile amel etmeyi nasip etmez. 2-Sâlihlerle arkadaşlık eder, onların hâlleri ile hâllenmeyi nasip etmez. Onların kadrini, kıymetini bilemez. 3-İbâdet kapılarını açar fakat, ihlâs kapılarını kapar. Bunların üçüne de sebep, o kişinin kalbinin bozuk olmasıdır. Kalbini düzelten kimseler, böyle cezâlara mübtelâ olmazlar.
.
Hazreti Ömer
22 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer, Eshâb-ı kirâmın en büyüklerinden ve Peygamberimizin ikinci halîfesidir. Hulefâ-i Râşidînden ve Aşere-i mübeşşereden yâni Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Dâimâ görüşünde isâbet kaydettiğii, doğru söylediği veya hakkı bâtıldan ayırdığı için "Fârûk" ismi verildi. İslâmdan önceki Mekke toplumunda doğup büyüyen Hazreti Ömer, soy kütüğü ilmini iyi bilirdi. Gençliğinde ata biner ve güreş yapardı. Hicaz bölgesinin o zaman en meşhur ve büyük panayırı olan Ukaz Panayırında defâlarca güreşte birinci oldu. Ayrıca hitâbetinin üstünlüğü ve ata binmekteki mahâreti meşhur olmuştur. Eğere dokunmadan ata binerdi. Sol elini sağ eli gibi iyi kullanırdı. Çok heybetli, cesur ve çok kuvvetliydi. Edebindan, hayâsından Resûlullah'ın huzûrunda o kadar yavaş konuşurdu ki, Peygamberimiz; "Yüksek söyle yâ Ömer, işitemiyorum." buyururdu. Peygamber efendimiz bir gün Hazreti Ömer ile Ebû Cehl'in bir yerde oturup, gizli gizli bir şeyler konuştuklarını gördü. O gece duâ edip; "Yâ Rabbî! Bu İslâm dînini Ömer ile yâhut Ebû Cehl ile kuvvetlendir." dedi. Peygamber efendimizin duâsı üzerine Hazreti Ömer Müslüman olmakla şereflendi. Müslüman olması şöyle oldu: Resûlullah'a peygamber olduğunun bildirilmesinin altıncı yılında, Resûlullah'ın amcası Hazreti Hamza îmâna gelince, Müslümanlar çok kuvvetlendi. Çok sevindiler. Bu iş Kureyş kâfirlerine güç geldi. İleri gelenleri toplandılar. "Muhammed'in adamları çoğalıyor. Bunu önlemeye çâre bulalım." dediler. Herbiri bir şey söyledi. Ebû Cehl; "Muhammed'i öldürmekten başka çâre yoktur. Bunu yapana, şu kadar deve, bu kadar da altın veririm." dedi. Ömer bin Hattâb yerinden fırladı. "Bu işi, Hattâboğlundan başka yapacak yoktur." dedip yola düştü. Yolda, Nuaym bin Abdullah'a rastladı. Nuaym; "Bu şiddet, bu hiddetle nereye yâ Ömer?" dedi. O da; "Millet arasına ikilik sokan, kardeşi kardeşe düşman eden Muhammed'i öldürmeye gidiyorum." dedi. "Yâ Ömer! Güç bir işe gidiyorsun. O'nun Eshâbı, çevresinde pervâne gibi dolaşıyor. O'na bir şey olmasın diye titreşiyorlar. O'na yaklaşmak çok zordur. O'nu öldürsen bile Abdülmutaliboğullarının elinden yakanı nasıl kurtarabilirsin?" dedi. Onun bu sözlerine çok kızıp kılıcına sarıldı. "Yâ Ömer! Beni bırak! Kardeşin Fâtıma ile zevci Saîd bin Zeyd'e git ki, ikisi de Müslüman oldu" dedi
.
Düşmanlık dostluğa dönüştü
23 Mayıs 2005 01:00
Resulullahı öldürmek niyeti ile yola çıkan Hattâboğlu Ömer, yolda kız kardeşi ile eniştesinin Müslüman olduğunu duyunca çok hiddetlenip hızla kardeşinin evine gitti. O anlarda Tâhâ sûresi yeni gelmiş, Saîd ile Fâtıma bunu okuyorlardı. Ömer bin Hattâb, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı sert bir şekilde çaldı. Onu, kılıç belinde kızgın görünce yazıyı saklayıp Habbâb'ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar. Ömer bin Hattâb içeri girince; "Ne okuyordunuz?" diye sordu. Saîd'in; "Bir şey yok." cevâbı üzerine daha da kızarak; "İşittiğim doğruymuş. Siz de O'nun sihrine aldanmışsınız." dedi. Saîd'i yakasından tutup, yere attı. Fâtıma beyini kurtarmak isterken, onun yüzüne de öfkeyle bir tokat indirdi. Fâtıma'nın burnundan kan boşandı. Bunu gören Ömer bin Hattâb, kardeşine acıdı. Fâtıma îmân kuvvetiyle Allahü teâlâya sığınarak; "Yâ Ömer! Niçin Allah'tan utanmazsın? Âyetler ve mûcizelerle gönderdiği Peygambere inanmazsın? İşte ben ve zevcim, Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen bundan dönmeyiz." dedi ve kelime-i şehâdeti okudu. Ömer bin Hattâb, yere oturdu. Yumuşak sesle; "Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarınız." dedi. Fâtıma getirip ona verdi. Ömer bin Hattâb, güzel okuma bilirdi. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur'ân-ı kerîmin fesâhatı, belâgatı, mânâları ve üstünlükleri kalbini çok yumuşattı. "Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve toprağın altındaki şeyler hep O'nundur." meâlindeki âyeti okuyunca, derin derin düşünceye daldı. "Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin taptığınız Allah'ın mıdır?" dedi. Kardeşi; "Evet, öyle ya! Şüphe mi var?" dedi. "Yâ Fâtımâ! Bizim bin beş yüz kadar altından, gümüşten, tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var. Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok!" diyerek, şaşkınlığı arttı. Biraz daha okudu. "O'ndan başkasına tapılmaz, bel bağlanmaz. Her şey, ancak O'ndan beklenir. En güzel isimler O'nundur." meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. "Hakîkaten, ne kadar doğru." dedi. Habbâb bu sözü işitince, yerinden fırladı. Tekbir getirdikten sonra; "Müjde yâ Ömer! Resûlullah Allahü teâlâya duâ ederek; "Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehl ile yâhut Ömer ile kuvvetlendir." buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet sana nasîb oldu." dedi. Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hazreti Ömer'in kalbindeki düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen; "Resûlullah nerede?" dedi. Kalbi, Resûlullah'ın sevgisiyle yanmaya başladı.
.
"Beni bilen bilir!"
24 Mayıs 2005 01:00
Resûl-i ekrem Safâ Tepesi yanında, Erkam'ın evinde Eshâbına nasîhat veriyordu. Eshâb-ı kirâm toplanmış, O'nun nurlu cemâlini görmekle, tatlı tesirli sözlerini işitmekle kalplerini cilâlıyor, rûhlarını ferahlatıyorlardı. Sonsuz lezzet, zevk ve neşe içinde hâlden hâle dönüyorlardı. Ömer bin Hattâb'ın buraya geldiği gördülür. Onun kılıçla geldiğini gören Eshâb-ı kirâm, Resûlullah'ın etrâfını sardı. Hazreti Hamza; "Ömer'den çekinecek ne var, iyilikle geldiyse, hoş geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden, ben onun başını yere düşürürüm." derken, Resûlullah efendimiz; "Yol verin, içeri gelsin!" buyurdu. Biri sağında, biri solunda, ötekiler tetikte olarak içeri girdi. Cebrâil aleyhisselâm daha önce Hazreti Ömer'in îmân ettiğini, yolda olduğunu haber vermişti. Resûlullah Hazreti Ömer'i tebessüm buyurarak karşıladı ve; "Bırakınız, yanından ayrılınız!" buyurdu. Bıraktılar. Resûlullah'ın önünde diz çöktü. Resûlullah efendimiz, kolundan tutup; "Îmâna gel yâ Ömer!" buyurdu. O da temiz kalple kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâm, sevinçlerinden yüksek sesle tekbir getirdi. Eshab-ı kiram, o zamâna kadar îmân ettiklerini gizler, gizli ibâdet ederlerdi. Hazreti Hamza'nın ve üç gün sonra da Hazreti Ömer'in Müslüman olması ile Müslümanlar kuvvetlendi. Hazreti Ömer; "Kardeşlerimiz ne kadardır?" dedi. "Seninle kırk olduk." dediler. "Öyleyse, ne duruyoruz? Haydi çıkalım, Harem-i şerîfe gidelim. Açıkça namaz kılalım!" dedi. Resûlullah kabul buyurdu. Kureyş'in ileri gelenleri, Hazreti Ömer'in bütün Müslümanlarla berâber Kabeye geldiğini görünce; "Ömer Muhammedîleri toplamış getiriyor." dediler. Sevindiler. Ebû Cehl, zekî, cin fikirli olduğundan, bu gelişi beğenmedi. İleri varıp; "Yâ Ömer! Bu ne hâl?" dedi. Hazreti Ömer hiç aldırış etmeden; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden resûlullah." dedi. Ebû Cehl, ne diyeceğini şaşırdı. Dona kaldı. Hazreti Ömer bunlara dönerek; "Beni bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki, Hattâboğlu Ömer'im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen, yerinden kıpırdasın." dedi. Hepsi geriye çekilip dağıldılar. Ehl-i İslâm, Harem-i şerîfte saf olup, yüksek sesle tekbir aldı. İlk olarak meydanda namaz kıldılar. Hazreti Ömer, o günden sonra, dayısı Ebû Cehl'e ve kâfirlerin ileri gelenlerine meydan okudu. Hazreti Ömer Müslüman olunca; "Ey Peygamberim! Sana Allah ve müminlerden, senin izinde gidenler yetişir." meâlindeki Enfâl sûresi altmış dördüncü âyeti indi.
.
"Kabul ettik ve itâat ettik."
25 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer, bütün savaşlarda bulundu. Bedir ve Uhud savaşlarında devamlı Resûlullah'ın yanında yer aldı. Hendek Savaşında hendeğin önemli bir yerini emrindeki askerlerle tuttu ve hücum eden düşmana mâni oldu. Hayber'in fethinden sonra askerler arasında taksim edilen arâziden kendine düşen kısmı vakfetti. Bu ilk vakıflardan biri oldu. Mekke'nin fethinde de bulundu. Mekke'nin fethinden sonra yapılan Huneyn Savaşına katıldı. Tebük Seferinde bütün malının yarısını orduya verdi. Hendek Savaşından sonra Peygamber efendimiz Hazreti Ömer'in kızı Hazreti Hafsâ ile evlendi. Böylece Resûlullah'ın akrabâsı olmakla şereflendi. Vedâ Haccında da bulunan Hazreti Ömer, Resûlullah'ın vefâtından sonra Hazreti Ebû Bekir'e devamlı yardımcı oldu. Hazreti Ebû Bekir'in halîfe seçilmesinde ilk bîat eden Hazreti Ömer'dir. Bundan sonra da her işinde halîfeye yardım edip, vefâtına kadar onun hizmetinde bulundu. Usâme ordusunun Sûriye'ye gönderilmesinde, irtidat (dinden dönme) olaylarının önlenmesinde büyük hizmetler yaptı. Hazreti Ebû Bekir devrinin beytülmâl emîni, yâni mâliye vekili Hazreti Ömer idi. O zaman henüz toplanmamış sahîfeler hâlinde bulunan Kur'ân-ı kerîmin bir kitap hâline getirilmesini ilk önce Hazreti Ömer teklif etti. Hazreti Ebû Bekir Kur'ân-ı kerîm âyetlerini kitap hâlinde bir araya toplattı. Hazreti Ebû Bekir vefâtına yakın, Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerini çağırıp görüştükten sonra, Hazreti Ömer'i halîfe tâyin etti. Hazreti Osman'ı çağırarak; "Yaz." buyurdu. O da yazmaya başladı. Önce besmele yazıldı. Sonra; "Bu Allah'ın Resûlünün sallallahü aleyhi ve sellem halîfesi Ebû Bekir'in dünyâdaki son günü, âhiretteki ilk gününün vasiyetidir. Ben Ömer ibni Hattâb'ı halîfe seçtim. Onu dinleyin. Ona itâat edin! Hayrı araştırmada kusur etmedim. Eğer sabır ve adâlet eylerse beni tasdik etmiş olur. Yanılmışsam gaybı ancak Allah bilir. Ben hayrı istedim..." yazdırdı. Hazreti Ebû Bekir kendinden sonra Hazreti Ömer'i halîfe seçtiğini Eshâb-ı kirâma bildirip yazdırdığı vasiyetini okuyunca, Eshâb-ı kirâm; "Kabul ettik ve itâat ettik." dediler. Hazreti Ömer 634 (H.13) yılında halîfe oldu. İlk olarak Emîr-ül müminîn ismini aldı. On sene altı ay ve yedi gün adâletle halîfelik yaptı. Halîfeliği sırasında o zamânın iki büyük devleti olan Bizans ve Sâsâni İmparatorluklarının hâkimiyeti altında bulunan Suriye, Filistin, Mısır, Irak ve İran'ı İslâm devletinin sınırları içine aldı. Zamânında bin otuz altı büyük şehir zapt edildi.
.
Mükemmel idare
26 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer zamanında, Kuzey Afrika'dan Türkistan'a, Âzerbaycan'dan Yemen'e kadar uzanan ve iki milyon kilometre kareden büyük olan İslâm devletini, kurduğu mükemmel müesseselerle gâyet muntazam bir şekilde idâre etti. Devleti idârî bölgelere ayırmıştı. Bu bölgelerin en başta gelenleri Hicaz, Suriye, El-Cezire, Basra, Kûfe, Mısır, Filistin, İran, Horasan ve Kirman bölgeleriydi. Her bir idârî bölgenin başına bir vâli tâyin etti. Bölgeler vilâyet, nâhiye, kasaba merkezlerine ayrıldı. Buraların idâresini verdiği vâlilerin, memur ve diğer görevlilerin seçiminde ve denetiminde son derece titiz davranırdı. Vâlilerden, kâdılarından ve diğer memurlarından mal beyannâmesi istedi. Onlara dolgun maaş verirdi. Vâlilerin aylık maaşı 1000 dinardı. Vâliler hakkında yapılan şikâyetleri tahkîk ederdi. Dâvâlara bakması için mahkemeler, adlî teşkilâtlar, suç ve zâbıta işlerine bakan, satıcıları kontrol eden, halkın birbiriyle olan günlük münâsebetlerini düzenleyen teşkilâtlar kurdu. Beytülmâl için ayrı bir yer ve memurlar tâyin edildi. İlk defâ para bastırdı. Yine Hazreti Ömer zamânında dört binden fazla câmi ve mescit yapıldı. Yollar, köprüler inşâ edilip, su kanalları açıldı. Mekke'de hacılar için, yollar boyunca misâfirhâneler, hanlar yapılıp, kuyular açıldı. Yeni fethedilen bölgelerde yerleşim merkezleri kurulup buralar îmâr edildi. Yazılı muâmelelerde karışıklığı önlemek için Peygamber efendimizin hicreti başlangıç olan takvim kararlaştırıldı İlk defâ nüfus sayımı Hazreti Ömer zamânında yapıldı. Fakir çocuklara maaş verildi. Satıcıların, esnafın ve tüccarın müşterileri aldatmalarına mâni olmak için hisbe denilen belediye teşkilâtını kurdu. Posta teşkilâtını geliştirdi. Geceleri bekçi koyup, âsâyişin teminini ilk defâ o tatbik etti. Mısır'dan Medîne'nin Câr iskelesine deniz yoluyla gıdâ maddeleri ilk defâ onun zamânında geldi. Makâm-ı İbrâhim'i bugünkü yerine koydu. Müslümanların artmasıyla küçük gelmeye başlayan Mescid-i Haram'ı ve Mescid-i Nebevî'yi genişletip tâmir ettirdi. Mescid-i Haram etrâfına duvar çektirdi. Eshâb-ı kirâma maaş verilmesi için dereceleme yapıp her birinin derecesini dîvân denilen defterde tesbit ettirdi. Bunların saklandığı yere de dîvân adı verilmiştir. Ayrıca miskinlere, fakir olanlara beytülmâldan un ve yiyecek verilmesi şeklinde nafaka bağladı. Mısır Vâlisi Amr ibn-ül Âs, Akdeniz'i Kızıldeniz'e bağlayacak bir kanal açmak için teşebbüse geçmek üzere izin istediğinde, Hazreti Ömer ona gerekli izni verdi
.
Akıl almaz bir teklif
27 Mayıs 2005 01:00
Son, 50-60 yıldan beri, Batı'da, "Kadın-erkek eşitliği","Özgürlük", "Kadın hakları" sloganları ile ortaya çıkılıp işlenen cinayetlerin ardı arkası kesilmiyor. Önce kadınları mahvettiler; kadınları kadınlıktan çıkardılar. Kadını kurtarma bahanesiyle cinselliğini her alanda kullanarak akıl almaz şekilde kadını istismar ettiler... Şimdi sırada çocuklar var. Şu rezalete bakın. Geçenlerde, Danimarka Kadın-Erkek Eşitliği Bakanı bayan Eva Kjer, pornografinin çağdaş toplumun bir parçası olduğunu söyleyerek aileleri çocuklarını pornoya alıştırmaya çağırdı. Kadın-Erkek Eşitliği Bakanı Eva Kjer Hansen, tüm dünyada aileler çocuklarını pornodan ve aşırı cinsel içerikli görüntülerden korumaya çalışırken ailelere böyle bir çağrıda bulundu. Amerika'nın New York kentinde Birleşmiş Milletler Kadın Konferansı'nda konuşan Danimarkalı Bakan Hansen, ailelere şu öneride bulundu: Çocukların porno endüstrisi karşısında tam donanımlı hale gelmesi için anne ve babaların onları pornoya alıştırmaları gerekiyor... Çocukların aşırı cinsel içerikli görüntülerden korunması gerektiğini belirten ve bu amaçta birçok çalışma yapan kadın örgütleri ve akademisyenler, bir bakandan üstelik de bir kadın bakandan bu tarz bir yaklaşım beklemediklerini belirtti. Hansen'in bu açıklamalarına en sert tepki de kendi hem cinslerinden geldi. Ülkenin etkin kadın grupları, Bakan Hansen'in açıklamalarını ve yaklaşımını kınarken, Kadınlar Konseyi Başkanı Randi İversen, "Hansen'i dinlerken bir Bakan mı konuşuyor yoksa porno sektöründen bir temsilci mi konuşuyor anlamakta güçlük çektim" dedi. İversen, verdiği bu tepkide yalnız değildi. Kadın erkek eşitliği konusunda akademik araştırmalar yapan Eşitlik Merkezi Başkanı Karen Sjörup da "Bu tam bir felaket. Sayın Bakan, piyasa güçlerinin her dayatmasını kabul etmemizi bekliyor olmalı" dedi. Ve Hansen'in porno endüstrisinin etkisiyle bu şekilde konuştuğu imasında bulundu. Bu tür, çağrılar, bilgilendirme adı altındaki yanlış uygulamar sebebiyle Avrupa'da aile yok olmak üzeredir. Eski klasik muhafazakar aile türü nerede ise karmakarışıktır. Fuhuş artık sıradan bir davranış halini almıştır. Okullar, sosyal tesisler bir fuhuş merkezi halini almıştır. Kendi araştırmaları ile bu rezalet gözler önüne serilmiş durumdadır. Örneğin İngiltere'de yapılan son araştırmaya göre, 14 yaşındaki kızların dörtte biri fuhuş yapmış ve ortalama 3 kişiyle birlikte olmuşlar. İşin başka bir içler acısı yönü de, bu çocukların bu işleri alkollü olarak yapmalarıdır. Demek ki, daha bu yaşlarda çocuklar alkole alışıyor. Ailede, annesinin, babasının meşrubat içer gibi içki içtiğini gören çocuğun buna alışması gayet normal. Yapılan bu araştırmaya göre yüzde 60'ı bu hale düşmelerinde alkolün büyük rolü olduğunu itiraf etmişlerdir. Yarısı da, daha sonra pişman olduklarını söylemişlerdir. Yüzde 29'u ise ne yaptığının farkında bile değil. 13-14 yaşındanki çocuktan başka ne beklenir ki. Yaş ortalaması 14 olan 2 bin okuyucusu arasında soruşturma yapan 'Bliss' Dergisi'nin bulgularına göre, 13 yaş ya da altındakilerin yüzde 16'sı, 14 yaşındakilerin yüzde 22'si, 15 yaş ya da üstündekilerin yüzde 48'i içki ve fuhuş pisliğine bulaşmış. Ankete cevap verenlerin yüzde 75'i görsel baskı ve tahrik sebebiyle böyle bir yola girdiklerini söylemişlerdir. Yüzde 70'i ise cinsellik hakkında bilgilerinin olmadığını itiraf etmişlerlerdir. (Hürriyet, 25.3.2005) Yapılan araştırmalarda tablo böyle iken, bayan bakan kalkıyor, çocuklara porno filmi gösterilmesi çağrısında bulunuyor. Batı ile ilgili bu tür haberleri ve araştırmaları vermekten baksadım, Batı'nın zannedildiği gibi güllük gülüstanlık olmadığını, ne tür tehlikelerin bizi beklediğini; şimdiden tedbir almazsak aynı akıbete bizim de düşeceğimizi bildirmek içindir. Komşudaki yangına karşı tedbir almaz isek bizim evimizin de yanması kaçınılmazdır.
.
İlme çok önem verdi
27 Mayıs 2005 01:00
İslâmın adâletini bütün dünyaya tanıtan Hazreti Ömer, ilmin yayılmasına, insanların eğitilmesine de büyük önem verir ve fethedilen yerlerde İslâmiyet'in yayılması, yeni kitlelere anlatılması için çok gayret sarfederdi. Onun halîfeliği sırasında, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin öğretilmesi için her tarafta okullar açılmış ve buralarda ders vermek üzere maaşlı öğretmenler tâyin edilmişti. Hazreti Ömer, insanların bilmedikleri meseleler, hükümler hakkında, mâlumat elde edebilmeleri için müftüler tâyin etmişti. Herkes, muhtaç olduğu dînî, hukûkî bilgileri müftülerden sorup öğrenerek, ona göre hareketini tanzim edebilirdi. Fetvâ, irşâd ve insanları aydınlatma vazîfesi, pek mühim olup, bunun ehli olmayan kimseler tarafından yapılması, fayda yerine zarar vereceğinden, Hazreti Ömer müftüleri bizzat tâyin eder, kendisinin müsâade vermediği kişileri fetvâdan men ederdi. Zamânında fetvâ verme vazîfesini gören zâtlar; Hazreti Ali, Osman, Muâz bin Cebel, Abdurrahmân bin Avf, Übey ibni Ka'b, Zeyd bin Sâbit, Ebû Hüreyre, Ebüdderdâ radıyallahü anhüm gibi Eshâb-ı kirâmın büyükleriydi. Hazreti Ömer çok âdil, âbid, merhametli, alçak gönüllü olup, fakirlikle yaşardı. Hazreti Ömer, kuru arpa ekmeği yer, kalın kumaşlardan elbise giyerdi. Zamânında çok fetihler oldu. Öyle ki onun zamânında sekiz bin câmide Cumâ namazı kılınıyordu. Her nereye asker gönderse, zafer bulup, sağ sâlim olarak ganîmetle dönerdi. Ordusunun mağlup olduğu görülmemişti. Çünkü çok hazırlıklı, tedbirli ve adâletli hareket ederdi. Şânı bu kadar büyük, şöhreti bu kadar fazla olmasına rağmen yemesi, içmesi değişmedi. Mübârek kalbine kibir gelmedi, büyüklenmedi. Sonu üzüntü, pişmanlık olan iş yapmadı. Öyle adâletliydi ki, kendi oğlu günâh işleyince, Allahü teâlânın emri kadar had vurulmasını emretti. Ölünceye kadar bütün İslâm âleminin, Resûlullah efendimiz gibi huzur, safâ ve rahatlık içinde yaşamasını temin etti. Hazreti Ömer, 645 (H.23) yılının son ayında Ebû Lü'lü Fîruz adında Yahûdî bir köle tarafından namaz kılarken şehit edildi. Fîruz bir kişiyi daha yaralayıp kaçtı ve yakalanmadan önce intihar etti. Hazreti Ömer evine kaldırıldıktan bir müddet sonra ayılıp; "Kâtilim kimdir?" dedi. Ebû Lü'lü Fîruz olduğu söylenince; "Allah'a şükürler olsun ki bir Müslüman tarafından vurulmadım..." dedi.
.
Fıkhın temelini attı
28 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer kendinden sonra halîfe olacak kimsenin tâyini için Eshâb-ı kirâmdan, Cennetle müjdelenenlerden yedi kişiyi seçti. Bunlar; Hazreti Osman, Hazreti Ali, Zübeyr, Talhâ, Sa'd ibni Ebî Vakkas, Abdurrahmân bin Avf ve Abdullah ibni Ömer radıyallahü anhüm idi. Bu yedi kişiden kendi oğlu Abdullah bin Ömer'i seçilmemek kaydıyla listeye dâhil etmişti. Bundan sonra oğlu Abdullah'ı Peygamber efendimizin hanımı Hazreti Âişe'ye gönderip kendisinin Resûlullah'ın yanına defnedilmesi için müsâade etmesini istedi. Hazreti Âişe'ye durum bildirilince; "O yeri kendim için ayırmıştım, fakat gönül hoşluğu ile Hazreti Ömer'e veriyorum" dedi. Hazreti Ömer bu haberi duyunca; "Bu benim en büyük dileğimdi" buyurarak çok memnun oldu. Yaralandıktan yirmi dört saat sonra vefât etti. Peygamber efendimizin yanına defnedildi. Şehit olduğunda 63 yaşındaydı. Her hâliyle dost ve düşmanın hayran kaldığı adâleti dillere destan olan Hazreti Ömer'in vefâtı, Eshâb-ı kirâmı ve diğer Müslümanları son derece üzdü, mahzûn etti. Hazreti Ömer şehit olunca, Abdullah ibni Ömer, Sahâbe-i kirâma dedi ki: "İlmin onda dokuzu, Ömer ile berâber öldü." Bâzılarının bu sözü anlamayarak durakladıklarını görünce; "İlimden maksadım Allahü teâlâyı bilmektir. Diğer bilgiler değildir" dedi. Peygamberlerden sonra insanların en üstünü Hazreti Ebû Bekir'dir. Ondan sonra Hazreti Ömer insanların en üstünüdür. Hazreti Ömer, bütün ilimlerde Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerindendi. Tefsir ilminde çok yüksekti. Kur'ân-ı kerîmin tefsirini bizzat Resûlullah'tan dinlemiş ve öğrenmiştir. Peygamber efendimizin devrinde de kâdılık yapar ve Eshâb-ı kirâmın müşkillerini hâllederdi. Kur'ân-ı kerîmin birçok âyeti onun ictihâdını teyit etmiş kuvvetlendirmiştir. Hazreti Ömer'in fıkıh ilmine de büyük hizmeti olmuştur. Fıkıh usûlünün birçok kâidesini tespit etmiş, Resûlullah'ın sünnetlerini îtinâ ile tespite çalışmış ve pekçok fetvâ vermiştir. Bu fetvâların bin kadarı fıkhın mühim meselelerinin temelini teşkil etmiştir. Hazreti Ömer, çeşitli hadîs-i şerîflerle methedildi: "Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Ömer elbette peygamber olurdu" hadîs-i şerîfi yüksekliğini anlatmaya yetişir
.
En kıymetli iş!
28 Mayıs 2005 01:00
Hayatta ilim öğrenmekten daha kıymetli, daha güzel birşey yoktur. Bir Müslümanın, kendisine farz olan bir meseleyi öğrenmesi bütün dünya nimetlerine sahip olmasından daha iyidir. Çünkü, işlerin hepsi, ilim ile doğru olur, ilimsiz bir şey yapılamaz. Peygamber efendimize: - İşlerin hangisi üstündür, diye üç kere suâl edildi. Peygamber efendimiz her seferinde: - İlimdir, buyurdu. - Yâ Resûlallah bunun hikmeti nedir? diye suâl edildiğinde: - Çünkü hiçbir şey ilimsiz doğru olmaz ve onsuz hiç kıymeti olmaz, buyurdu İnsan birçok sıkıntılara katlanarak, amel işlemektedir. Bunlar ilimsiz olarak yapılırsa, hepsi boşa gidebilir. İlim ve ibâdetin aslı iki şey ile elde edilir: Birincisi, kalbin dünya sevgisinden kurtulması, ikincisi de az yimek, mideyi tıka basa doldurmamaktır. İbâdetlerde ihlâs ancak bu iki şey ile elde edilir. Bir kimsenin kalbi dünya sevgisi ile, dünya nimetlerine muhabbet ile doluysa, ondan ihlâslı amel meydana gelmez. Midesi dolu olan kimsede de nefsin arzûları eksik olmaz. Bu arzûlar, kalbi tesîr altına alır. Böyle bir kimsenin de cenâb-ı Hak nazarında kıymeti yoktur. Mubâhların fazlasından ve haramlardan sakınmalı, nefsin hoşuna giden kötü işlerden uzak durmalıdır. Fesatlık, çekememezlik, kin, kendini beğenme, cimrilik gibi kötü huyları kalbden çıkarmak lâzımdır. Bir kimsenin, itâatli iyi huylu kul olabilmesi için dört şart vardır: 1- Uzun emelli olmamak. 2-Cenâb-ı Hakkın vaadinden emîn olmak. 3-Cenâb-ı Hakkın taksimine yâni verdiği rızıklara râzı olmak. 4- Mideyi haramlardan korumak. Kim ki, bu dört şeyi yerine getirirse, nefsini itaat altına almış olur. Eski kitaplarda bununla ilgili şu misal verilir: İnsan bedeni eyerlenmiş bir at gibidir. Eğer, atın eyeri ve gemi gereği gibi yapılmışsa, harp yerinde çok işe yarar. Eğer at terbiye edilmemişse, eyeri düzgün değilse işe yarayacağı yerde huysuzluk eder. Hem kendi kanının dökülmesine, hem de sahibinin ölmesine, mahvolmasına sebep olur. Nefsine hâkim olan her ni'mete kavuşur. Âyet-i kerîmede meâlen, "Nefsini hevâ ve şehvetlerden uzak tutan kimsenin menzil ve karargâhı Cennettir" buyurulmuştur. A'raf sûresinde de meâlen "... Bu kimsenin hâli, koğsan da, kendi hâlinde bıraksan da, dilini çıkartıp soluyan köpek gibidir..." buyurularak, nefsinin arzûları peşinde koşan kimse köpeğe benzetilmiştir. Hadîs-i şerîfte de, "İnsanlar, yâ âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmayanda hayır yoktur" buyuruldu. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, akıllı olan kimse, yâ âlim olur yâ talebe. Bugün gerçek manada âlim bulmak çok zor olduğu için, din bilgilerini eski âlimlerin fıkıh kitaplarından öğrenmek zorundayız. İlmihâlini bilmeyen kimse mutlaka öğrenmelidir. Ancak, dinini bilen ve yaşayan kimse Peygamber efendimizin buyurduğu hayırlı kimselerden olur. Nefsi terbiye etmek zor değildir. Uğraşıldığı takdirde en azgın köpekler bile terbiye edilmektedir. İlim sahibi olan, tövbe edip, nefsi ile mücâdele eden, Allahü teâlânın lütûf ve keremine mazhar olur. Böyle kimse, Allahü teâlânın beğendiği kimsedir. Onun gönlü Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu kimse sadece Allahü teâlânın rızâsını istediği için, ihsânlardan mahrûm kalmaz.
.
"O Cebrâil idi!.."
29 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer, Peygamber efendimizden beş yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği en meşhur hadîs-i şerîf "Cibril hadisi"dir: "Öyle bir gün idi ki, Eshâb-ı kirâmdan birkaçımız Resûlullah efendimizin huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O gün, o saat, çok şerefli, pek kıymetli ve hiç ele geçmez bir gündü. Çünkü, Resûlullah'ın sohbetinde, yanında bulunmakla şereflenmek, ruhlara gıdâ olan, canlara zevk ve safâ veren cemâlini görmek nasip olmuştu. O vakit, ay doğar gibi, bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyahtı. Üzerinde toz toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullah'ın Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanımıyorduk. Yâni, görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullah efendimizin huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. Ellerini Resûl-i ekrem efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem sorarak; "Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyet'i, Müslümanlığı anlat" dedi. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: "İslâmın şartlarından birincisi Kelime-i şehâdet getirmek, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" demektir." (İslâmın ikinci şartı) vakti gelince namazı kılmaktır. (Üçüncüsü) malın zekâtını vermektir. (Dördüncüsü) Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmaktır. (Beşincisi) gücü yetenin, ömründe bir kere hac etmesidir." O zât Resûlullah'tan bu cevapları işitince; "Doğru söyledin yâ Resûlallah" dedi. Biz dinleyiciler, onun bu sözüne şaştık! Çünkü, hem soruyor, hem de verilen cevâbın doğru olduğunu tasdik ediyordu. Bu zât yine sorarak; "Yâ Resûlallah! Îmânın ne olduğunu, hakîkatini ve mâhiyetini de bana bildir" dedi. Resûlullah efendimiz; "Îmân, önce Allahü teâlâya inanmaktır" buyurdu. Sonra devâm ettiler: (Îmânın altı temelinden ikincisi) Allahü teâlânın meleklerine inanmaktır. (Üçüncüsü) Allahü teâlânın bildirdiği kitaplarına inanmaktır. (Dördüncüsü) Allahü teâlânın peygamberlerine inanmaktır. (Beşincisi) âhiret gününe inanmaktır. (Altıncısı) kadere, hayır ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır..." Sonra o zât gitti. Ben uzun bir müddet Resûlullah efendimizin yanında kaldım. Bana buyurdu ki: "Yâ Ömer! O soranın kim olduğunu biliyor musun?" Ben; "Allah ve Resûlü bilir" dedim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "O (Cibrîl) Cebrâil idi. Sizlere dîninizi öğretmek için geldi" buyurdu.
.
"İslâmın nûru"
30 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer'in fazîletini, üstünlüğünü ve kıymetini bildirmek için hakkında din âlimleri ve Müslüman olmayan kimseler tarafından ciltlerle kitap yazıldı. Hazreti Ömer'i metheden hadîs-i şerîflerin çoğunu Hazreti Ali bildirmiştir. Onu metheden hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır: "Ömer îmân ettiği gün, Cebrâil (aleyhisselâm) geldi ve; 'Melekler birbirlerine Ömer'in Müslüman olduğunu müjdelediler' dedi." "Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve İslâmın nûrudur." "Allahü teâlâ, hakkı Ömer'in diline ve kalbine yerleştirmiştir." "Şeytan, Ömer ibni Hattâb'ı gördüğü zaman, heybetinden yüz üstü yere düşer." "Şu dört kişiyi ancak münâfık olan kimse sevmez: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali." Hazreti Ömer'in rivayet ettiği hadis-i şeriflerden bazıları: İki Müslüman karşılaştıklarında, birbirlerine selâm vererek müsâfehalaşırsa, aralarına yüz rahmet iner. Bunun doksanı, önce selâm verip müsâfehalaşana, onu ise müsâfeha eden ikinci şahsadır. Ya ma'rûfu (iyiliği) emreder ve münkerden (kötülüklerden) nehyedersiniz, yâhut Allahü teâlâ sizin kötülerinizi size musallat eder. Sonra iyileriniz duâ etmeye yönelir, fakat duâları kabûl olmaz. Eğer siz hakkıyla Allah'a tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, sizin de rızkınızı verirdi. Onlar sabah aç çıkar akşama tok olarak döner. İnsanlara karşı büyüklük taslayanı (kibirleneni) Allah zelîl kılar. Buyurdu ki: Sâdık arkadaşlar bulun ve onların arasında yaşayın. Dürüst ve samîmi arkadaşlar, darlıkta yardımcı, genişlikte süs ve zînettirler. Dostunun sana düşen işini güzel bir şekilde gör ki, lüzumunda, sana daha güzeliyle karşılıkta bulunsun. Düşmanlarından uzaklaş, her dosta bel bağlama, ancak emin olanları seç. Emin olanlar, Allahü teâlâdan korkanlardır. Kötü insanlarla düşüp kalkma, onlardan kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını verme ifşâ ederler. İşlerini Allah'tan korkanlara danış ve onlarla istişâre et!
.
"Şerefi başka yerde aramayız!"
31 Mayıs 2005 01:00
Hazreti Ömer buyurdu ki: Allah'a itâat eden büyük zâtların sözlerine dikkat edin. Çünkü onlara Allah tarafından gerçekler tecellî eder ve onu konuşurlar. İyilik kolay bir şeydir. Güler yüz ve yumuşak söz bunu temin eder. Şiddet göstermeksizin kuvvetli, zayıflık göstermeksizin yumuşak ol. Çok gülenin heybeti azalır. Şaka yapan eğlenceye alınır. Bir şeyi çok yapan onunla tanınır. Çok konuşan çok yanılır, hatâya düşer. Böyle kimsenin hayâsı azalır. Hayâsı azalan şüpheli şeylerden az kaçınır. Şüpheli şeylerden az kaçınanın kalbi ölür. Hakkımda hangisinin daha hayırlı olduğunu bilemediğim için darlık (fakirlik) ve bolluk (zenginlik) günlerimin hiçbirine aldırış etmedim... Hazreti Ömer bir defâsında Şam'a gitmişti. Orada giydiği eski elbiselerden dolayı söz edildiğini duyunca; "Biz İslâmiyetle izzet bulduk, izzeti, şerefi başka yerde aramayız" buyurdu. Amellerin efdali, farzları yapıp haramlardan kaçınmak ve Allah katında sâdık niyettir. Hesâba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin. Amelleriniz tartılmadan önce tartınız. Yolu bir mezbeleden geçse, orada durur ve: "İşte hırsla sarıldığımız dünyâ" derdi. Âhiret işlerinde zarar etmektense, dünyâya âit işlerde zarar ediniz. Böylesi sizin için daha hayırlıdır. Dul kadınlara, yetimlere sırtında un taşırdı. Bu hâlini gören biri: "Bırakın biz taşıyalım" deyince, Hazreti Ömer; "Ya kıyâmet günü günâhımı kim taşır?" buyururdu. Alay, şaka ve mizah etmekten kaçınınız. Zîrâ insanın şerefini kırar, vakarını azaltır. Ahmakla arkadaşlık etmekten kaçın. Çünkü, ekseriya, sana iyilik yapayım derken zararı dokunur. Tövbe edenlerle oturun, onların kalpleri yumuşak olur. İslâm ordusunun İran'ı fethettiği gece, Hazreti Osman, Hazreti Ömer'in huzûruna girip selâm vermişti. Hazreti Ömer acele mektup yazıyordu. Mektubu yazıp bitirince yanmakta olan lambayı söndürdü. Başka bir lamba yaktıktan sonra onun selâmına cevap verip konuşmaya başladı. Hazreti Osman, lambayı söndürüp, başka bir lamba yakmasının sebebini sorunca; "Söndürdüğüm lâmba, beytülmâlındır. Bana âit değildir. Onu Müslümanların işini görmek için yakmıştım, onların işini görmek için yazdığım mektup bitti. Şimdi seninle şahsî işimiz için konuşuyoruz, bunun için de kendime âit olan lâmbayı yaktım" buyurdu.
.
Hakkı bâtıldan ayırdı
1 Haziran 2005 01:00
Hazreti Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem Hazreti Ömer'e, Fârûk lakabını takmışlar idi. Sebebi o idi ki, hakkı bâtıldan ayırdı ve Dîn-i İslam'ı kabûl etti. Din onlar ile kuvvet buldu. Fârûk lakabı almasına bir başka sebeb de şudur: Bir münâfık ile bir Yahudi, bir hususta anlaşamadı. Yahudi davayı hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ Efendimizin meclis-i şerîflerine gelmek istedi. Münâfık da Yahudilerin reîsi Ka'b bin Eşref'e gitmek istedi. Sonunda, Resûlullah'ın katına geldiler. Davayı Yahudinin lehine hüküm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp, Hazreti Ömer'in huzuruna davayı halletmesi için geldiler. Yahudi, Resûlullah Efendimize davayı anlattıklarını ve kendi lehine hüküm verdiğini, münâfıkın ise buna râzı olmadığını söyledi. Hazreti Ömer o münâfıktan, anlaşmazlığı sual buyurdular ki, bu Yahudi'nin anlattığı gibi midir? Münâfık, evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim ki, sen hüküm edesin, dedi. Hazreti Ömer buyurdu ki: Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hüküm edeceğim. Varıp, evinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu. Buyurdu ki: Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmayan kimseye ben böyle hüküm eylerim. İşte bu sebepten dolayı Hazreti Ömer'e hak ile bâtıl arasını ayırt etti demek olan "Fârûk" isimi verildi. Ayrıca o vakit, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm, şu mealdeki ayet-i kerimeyi getirdi: "Şu kimseleri görmez misin, sana ve senden öncekilere indirilen kitaplara inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta gitmek isterler..." [Nisâ sûresi 59] Tâgûttan murâd Ka'b bin Eşref'dir. Server-i âlem buyurdular ki: Sizden önce olan ümmetler içinde muhaddisler vardı. Eğer içinizde de var ise, muhakkak o Ömer'dir. Yani sizden önce olan ümmetler içinde Enbiyâ var idi. Mele-i âlâ tarafından ilhâm olunurlar idi. Benim ümmetimde eğer böyle kimse olur ise, ki vardır, bu mertebe sâhibinin öncüsü Ömer'dir. Ümmet-i Muhammed sâir ümmetlerden efdal olduğu sâbittir. Diğer ümmetlerde bu sıfat ile muttasıf olan kimseler olduğuna göre, bu ümmette bulunması muhakkaktır. Benim ümmetimde var ise buyurdukları te'kid için ve kat'î olarak bildirmek içindir. Meselâ, bir kimse, çok sevdiği dostu için der ki; eğer benim, bir dostum var ise o da falan kimsedir. Murâdı o kimsenin ziyâde sadâkatini beyandır.
.
Herkesle ilgilenirdi
2 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer, Hazreti Ebû Bekir'e dedi ki: "Ey, Resûlullah'tan sonra, insanların en hayırlısı..." Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir buyurdular ki: Âgâh ol yâ Ömer. Sen bana böyle söyledin fakat şu da bir gerçek ki, Resûlullah'tan işittim. Buyurdular ki: "Ömer'den hayırlı bir kimse üzerine gün doğmamıştır." Yine onun devamında Ukbe bin Âmir'den Nakledilir ki: Hazreti Resûlullah buyurdular: "Eğer benden sonra Peygamber gelmek ihtimâli olsa idi, Ömer bin Hattâb Peygamber olurdu." Âlimler ittifâk etmişlerdir. Hazreti Ömer'den sonra, dünyada kimseye Hazreti Ömer dirliği gibi dirlik verilmedi. Kimse onun yoluna varamadı. Hilâfette Hazreti Ömer şöyle idi. Dicle nehri kenârında koyun güden çobanın, bir koyunu zâyi olsa, korkarım ki, onu Allahü teâlâ hazretleri niçin çobanın koyunlarını gözetmedin diye benden sorar, der idi. Rivâyet olunur ki, bir gün Hazreti Ömer öğle sıcağında kendisi, sadaka develerini bağlıyordu. Dediler, yâ Emîr-el-mü'minîn! Niçin sen kendin zahmet çekersin. Bir kişiye buyurun, o bağlasa, olmaz mı? Buyurdu ki: bunlar fakîrlerin hakkıdır. Çünkü, Allahü teâlâ beni bunlara çoban etti. Fakîrlerin işlerini kendim görmem lâzımdır. Zîrâ âhirette benden sorarlar. Bir kişi dedi ki: Yâ Emîr-el-mü'minîn! Sana yakın olanların işlerini sen kendin görürsün. Uzak olanların işini nasıl görürsün. Buyurdu ki: İnşâallahü teâlâ bir sene gezeceğim. Nice gücü yetmez, fakîr ve hastalar vardır. Kendim onların kapılarına varıp, ihtiyâçlarını göreceğim. Hazreti Ömer zamânında sâhipleri Müslüman olmayan bir ticâret kervanı gelip Medîne'nin yakınında konaklamıştı. Çok yorgun oldukları için hepsi derin bir uykuya dalmıştı. Hazreti Ömer bu kervandan haberdâr olunca, Eshâb-ı kirâmdan Abdurrahmân bin Avf'ı da yanına alıp, sabaha kadar kervanın etrâfında dolaşarak onlara herhangi bir zarar gelmemesi için bekledi. Kervanda bulunanlar ancak sabaha karşı bundan haberdâr oldular. Kendilerini bekleyen bu kişinin kim olduğunu merak ettiler. Sabaha karşı uzaklaşıp gittiklerini görünce, içlerinden biri tâkibe başladı. Hazreti Ömer'in mescide girip namaz kıldırmasından sonra merakla bu zât kimdir diye soran kimse, onun Müslümanların halîfesi olduğunu öğrenip kervanda bulunanlara giderek hâdiseyi anlattı. Kervandakiler; "Onun Müslüman olmayanlara yardımı böyle olursa, kimbilir Müslümanlara şefkati ve yardımı ne kadar çoktur. Onun dîni gerçekten hak dindir" dediler. Daha sonra da Hazreti Ömer'in huzûruna gidip hepsi Müslüman oldular.
Tevazu sahibiydi...
3 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer, Eslemî'yi beytül-mâla emîn tayîn etmişti. Bir gün Eslemî'den sordular ki, hiç Hazreti Ömer'in beytül-mâldan herhangi bir şey aldığı oldu mu? Dedi ki: Eğer, ehl ve ıyâlinin nafakaya ihtiyâcı olursa, beytül-mâldan ödünç alırdı. Eline mal geçince, yine yerine koyardı. Hazreti Ömer'in, kuru arpa ekmeği yemek âdeti idi. Kalın kumaştan gömlek giyerdi. Birçok gazâlar yaptı. O kadar vilâyetler fethetti ki, o kadar mâl ve menâl onun katına geldi ki, kimseye o kadar gelmedi. Arab ve Acem ve Rum beyleri ikrâmlar edip, hükmüne baş eğdiler. O kadar şehir imâret etti ki, had ve hesâbı yoktu. Meşrık ve magrib arası, tâ Ceyhûn'a ve Âzerbaycân, Horasan derbendine ve Amman, Kirmân, Mısır, Şâm ve Rûma varıncaya kadar; bütün beldeler onun hükmüne baş eğdi. Hattâ, rivâyet olundu ki, Hazreti Ömer'in zaman-ı şerîflerinde, sekiz bin câmii şerifte cuma kılmak müyesser olmuştur. Büyük gazâlar yapmıştır. Bu kadar memleketleri feth eylemek, ezelde ona takdîr olmuştur. Her nereye asker gönderse, mensûr ve muzaffer olup, sâlimen, ganîmetler ile geriye dönmüşlerdir. Ordusu hiç mağlûb olmamıştır. Tedbîrli ve tedârikli ve adâletli idi. Hilâfeti zamanında yemesi ve içmesi hiç değişmedi, fazlalaşmadı. Hiçbir zaman hâtırlarına kibir gelmedi, büyüklenmedi. Sonu pişmânlık, üzüntü olacak iş yapmadı. Hazreti Ömer hilâfet makâmına geçtikten sonra, kızı Hazreti Hafsa ki Resûlullah'ın ezvâc-ı mutahheralarındandır, muhterem babalarını görmeye vardılar. Üzerinde olan hırkanın oniki yerde yaması vardı. Hattâ yamanın ikisi deriden idi. Hazreti Hafsa, babasını bu hırka ile görüp, hâtır-ı şerîfleri mahzûn olup, dedi ki: Ey devletlim ve gözümün nûru babam. Bu hırkayı bir fakîre verseniz. Kendi arkanıza bir yeni hırka yapsanız, câiz olmaz mı? Hazreti Ömer buyurdular ki: Kızım, sen Fahr-i âlem hazretlerinin helali idin. Sen ona bizden yakın idin. Bilmez misin ki, Server-i âlem bu alçak dünyadan neler çekmiştir. Ne mertebe sakınmıştır. Dünyayı hor ve zelîl edip, emri altına almıştır. Bana vasiyet edip, "Yâ Ömer, kıyâmet gününde, benim ile ve Ebû Bekir ile buluşmak istersen, yolumuzdan ayrılma" diye buyurmadı mı?
.
Fakirleri gözetirdi
4 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer halife iken, Hazreti Nu'mân'ı serdâr yapıp, Acem diyârına gönderdi. Nihâvend ile Hemedân'ı fethettiler. Bir Mecusî Acem, Mugîre'nin elinde esîr iken, koynundan bir kutu çıkarıp, dedi ki: Babam bana bu kutuyu verdiği zamanda, vasiyet etmiştir ki, pâdişâh olduğun vakit bunu açasın. Ben şimdiden sonra pâdişâh olacak değilim, deyip, kutuyu Mugîre hazretlerine teslîm etti. Mugîre de, kutuyu eline alıp, bütün İslam askeri içinde açıp, gördüler ki, içi çok kıymetli mücevher ile doludur. Hepsi dediler ki; bu kutu ceng ile alınmamıştır. Yine bunu aynı şekilde, Emîr-ül mü'minîn Ömer'e gönderelim. O kutuyu bir kutu içine koyup ve mühürleyip, Hazreti Ömer'e gönderdiler. Hazreti Ömer de kutuyu Eshâb-ı güzîn arasında açıp, gördükten sonra, götüren kimseye; bu da gâzîlerin hakkıdır. Satsınlar, akçesini, gâzîlere taksîm etsinler, diye emretti. Sonra o kutuyu yine İslam askeri içine gönderip, etraftan gelen zenginler toplanıp, satın aldılar. Otuz bin kişinin her birine onarbin akçe düştü. Husûsan, önce mağlûb ettikleri askerin malından beytülmâl için beşte bir ayrıldıktan sonra, adam başına altmış bin akçe hisse düşmüş idi. Altından ve gümüşten gayri çok mal ve ganîmet ele geçmiş idi. Bu gazâlarda tahsîl olunan mal ve ganîmetlerden, Hazreti Ömer bir habbesini kabûl etmezdi. Cümlesini fakîrlere ve gâzîlere sarf ederdi. Hazreti Ömer hilâfeti zamanında, Sâriye hazretlerini, İslam askeri ile, bir gazâya gönderdiler. Gazâ yapılacak yere varıp, bir dağın eteğinde konakladılar. Müslümanların mola verdikleri dağın arkasında bulunan kâfirler, onları gâfil avlayarak hücûm etmek istediler. O sırada, Hazreti Ömer Medîne-i münevverede cuma günü minber üzerinde, hutbe okurken, yüksek sesle, üç kere nidâ ettiler; "Yâ Sâriye el-Cebel-el-Cebel". (Yâ Sâriye, dağa, dağa.) Allahü teâlâ, kudreti ile Hazreti Ömer'in o sesini, o hâl içinde bulunan Sâriye hazretlerinin mubârek kulaklarına işittirdi. O ses sebebi ile arkalarını dağa verdiler. Düşmana gâlip gelip, onları hezîmete uğrattılar. Hazreti Ali o günün ve o sâatin târîhini bir tarafa yazdı. Hazreti Sâriye, İslam askeri ile muzaffer olarak ve ganîmetler ile döndü. O mâcerâdan sordular. Sâriye o durumu açıklayıp, buyurdular ki: Düşmanlar bize hîle yapıp, ansızın basmak istedi. Cum'a günü bir dağın eteğinde oyalanırken, bir ses işittim ki, 'yâ Sâriye-el-Cebel' dedi. Biz de arkamızı dağa verdik. Allahü teâlânın inâyeti ile, düşmana gâlip geldik...
.
Eski bir kilim ve iki yastık!
5 Haziran 2005 01:00
Hicretin yirmi üçüncü senesi idi. Bir gün Ömer bin Hattâb'a bir aşîretin zulmünden şikâyet ettiler. İrân tarafında bir aşîret vardır. San'atları harâmîliktir. Müslümanların yollarını basarlar. Mallarını alırlar. Îmâna gelmezler. Müslümanlara karışmazlar. Hazreti Ömer Mesleme bin Kays'ı onların üzerine gönderdi. Mesleme asker ile varıp, onları dîne davet etti. Kabûl etmediler. Cizye verin dedi, kabûl etmediler. Cenk ettiler. Mesleme galip geldi. Mesleme ganîmet malının beşte birini beyt-ül-mâl için ayırdı. Bir kutu ile kıymetli taşlar eline geçmişti. Hazreti Ömer'e, beşte bir mal ile o kutuyu, Müslümanların rızâsı ile armağan gönderdi. O gönderdiği kişi rivâyet eder ki: Medîne-i münevvereye geldim. Gördüm, Hazreti Ömer yemekler pişirip, mescidde fukarâya yedirirdi. Zîrâ âdet-i şerîfesi bu idi ki, beyt-ül-mâldan fakîrler için günde bir deve kesip, pişirip, yedirirdi. Yemek yenirken, kendisi mübârek eline bir âsâ alıp, ayağı üzerine durup, yiyenleri gözetirdi. Ekmek ve aş lâzım oldukça, götürüp verirdi. O kişi der ki; Hazreti Ömer'i bu hizmeti yaparken gördüm. Sabredip, bekledim. Hazreti Ömer işini bitirip, evlerine geldiler. Ben de arkasından vardım. Bana; içeri girin dedi. İçeri girdim. Evinin içinde, baktım, bir eskimiş kilim, iki yastıktan gayri nesne görmedim. O yastıklar da hurma lifinden idi. Hazreti Ömer kilim üzerine oturup, yastığı benim altıma verdi. Kalkıp, bir çanağa bir miktar zeytinyağı koyup, içine biraz tuz koydu. Berâber yedik. Ondan sonra, o hediye kutusunu çıkarıp, Hazreti Ömer'in önüne koydum. Hazreti Ömer; bu nedir, dedi. Mesleme bin Kays bunu size gönderdi. Müslümanlar da hisselerinden vazgeçtiler. Hepsinin rızâsı ile bunu sana armağan gönderdiler, dedim. Hazreti Ömer onu görünce, mubârek iki ellerini dizi üzerine koyup, ağladı ve dedi ki: Hak teâlâ hazretleri Ömer'e bu kadar nesneler verdi. Ömer'in gözü ve karnı doymadı. Bununla doyar mı, dersin. Yürü bu kutuyu Mesleme'ye götür ve de ki; bir dahâ bunun gibi iş yapmasın. Müslümanların nasîbini kimseye göndermesin. Bu cevâhirleri satsın, Müslümanlara dağıtsın. Çabuk git! Bana iki deve verdi. Buyurdu, bu develere nöbetle binip, oraya varınca, senden dahâ müstehak ve dahâ fakîr bir kişi bulup, bu develeri ona ver. O kişi dedi ki: Gecikmiş olarak Medîne'den çıkıp, o makâma eriştim. Kutuyu Mesleme'ye verdim. Durumu söyledim. Mesleme de o cevherleri otuz bin altına satıp, orada bulunan gâzîlere bölüştürdü.
.
Karşısında yalan söyleyemezlerdi
6 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer'in manevi halleri, rûhâniyyetleri bu mertebe idi ki, her kim karşısına gelse, yalan söylemek kastetse, dili varmaz idi. Doğru söylerdi. Bir mü'min ile bir münâfık karşısına varınca da, söylemeden onları fark ederdi. Zîrâ sûretlerine bakmayıp, sîretlerine nazar ederdi. Onun için yüksek şânlarına uygun olarak Ömer-ül Fârûk denilmiştir. Dostluğu ve düşmanlığı Allahü teâlâ için ederdi. Gayretli idi. İleriyi görücü, tedbîr sâhibi idi. Nice kere, görüşlerine uygun âyet-i kerîme nâzil olmuştur. Hazreti Ömer'in zaman-ı şerîflerinde, Şâm şehri civârında, bir kaleyi muhâsara ettiler. Allahü teâlânın hikmeti öğle vakti yaklaştı. Fetih müyesser olmadı. Hazreti Ömer gadaba gelip, İslam askerinin hepsini huzuruna çağırıp, bu âna kadar kalenin fetholunamamasının sebebi nedir. Kâfirler kimlerdir ki, İslam askerine karşı koyarlar. Aranızda zâhiren bir hatâ sâdır olmuş kimse olmasa, bu kadar dayanamazdı, diye şiddetli azarladı. Eshâb-ı tâhire varıp, her birisi tövbe ve istigfâr ile meşgûl oldular. O esnada Eshâb-ı güzînden birisi ağlayarak, Hazreti Ömer'in huzurlarına gelip, dedi ki: Yâ Emîr-el-mü'minîn, bu gece teheccüde kalktığım vakit, karanlık olduğundan, misvâkımı arayıp, bulamadım. Misvâksız namaz kıldım. Var ise benim hatâmdandır. Hazreti Ömer buyurdu ki: Tövbe ve istigfâra devam eyle... Ve bir sâat geçmeden kale fetholundu. İslâm askerine lâzım olan budur ki, doğru yoldan dışarı bir adım atmazlar. Böylece, vardıkları yerlerde yüz aklıklar edip, fetihler müyesser olur. Yoksa cevr ve zulüm ne dünyaya ve ne âhirete yarar. Zâlimler dünyada ve âhirette perîşânlıktan kurtulamazlar. Hattâ nice muteber kitaplarda meşâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuşlardır: Bir asker zulüm üzerine olsa, Allahü tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında, düşmanla karşılaşınca, o zâlim askerin kalbine vehm ve korku verip, düşman üzerine galebe etmeden firâr eder. Cenk etmeye asla iktidârı olmaz. Allahü teâlâ âlimdir. Böyle hâller çok olmuş, tecrübe olunmuştur. Allahü teâlâ nefislerimizin şerrinden, çirkin işleri yapmaktan hepimizi muhâfaza buyursun... Hazreti Ömer'in hilâfetleri zamanında, Medîne-i münevverede bir yangın çıktı. Sahâbe-i güzîn korku ile durumu Hazreti Ömer'e ilettiler. Hazreti Ömer bir saksı parçası alıp, üzerine yazdı ki; "Yâ nâr (ateş), Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" Varıp onu ateşe bıraktılar. Allahü teâlânın izni ile sönüverdi...
.
Çamurlu parmaklar!
7 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer, halîfeliği zamânında Bizans imparatoruna elçi gönderip dîne dâvet etti. Bizans elçisi Medîne-i münevvereye geldi. Hazreti Ömer, ihtiyar bir kadının duvarını yaptırıyordu. Elçinin geldiğini haber verdiler. "Buraya gelsin" buyurdu. "Efendim, ellerinizi yıkayıp bir yere otursanız nasıl olur?" dediler. Kabul buyurmadı. Elçiyi çağırdılar. "Arap hükümdarı bu mudur? Böyle olduğunu bilsem gelmezdim ve Bizans İmparatoru da beni göndermezdi" dedi. Hazreti Ömer çamurlu mübârek iki parmağı ile işâret ederek; "Eğer göndermeseydi, onun iki gözünü çıkarırdım" buyurdu. Hazreti Ömer, parmağıyla işâret edince, iki çamurlu parmak gelip, Bizans İmparatorunun gözlerini kör eyledi. Parmaklarının çamuru gözlerinin üzerinde kaldı, silmek mümkün olmadı. Bir zaman sonra elçi dönünce imparatorun gözlerinin kör olduğunu gördü. Sebebini araştırdı. Hazreti Ömer ile geçen hâdiseyi de anlatınca hepsi hayret ettiler. Bazı rivâyetlerde, Rum hükümdarının elçisi geldiği vakit, Eshâb-ı güzîn Hazreti Ömer'in yanında otururlar idi. Hazreti Ömer, hurma lifinden bir gömlek giymiş, dokuz yerinden yamanmış idi. Acabâ, sultânım, mübârek arkanıza bir kaftan alsanız câiz olmaz mı, dediklerinde, hemen Hazreti Ömer gadaba gelip, dedi ki: Dahâ bu itibâr görmek arzûsundan kurtulmadınız mı. Dîn-i İslamda kudreti böyle mi fehmettiniz. Bize dîn-i İslam'ın şerefi yetmez mi. Dîn-i İslamdan efdal ve eşref bir nesne var mıdır ki, ona itibâr edersiniz. Hak teâlâ hazretleri bizi Kelime-i şehâdet ile münevver etti... Söyleyenler pişmân olup, artık, cevâba kâdir olmayıp, başlarını aşağıya eğip, sükût ettiler. Başka bir zaman yine bir elçi gölmişti. Elçi gelip, Hazreti Ömer'in sarayını sordu. Şöyle zân etti ki, diğer sultanlar gibi, onun da sarayı vardır. Dediler ki, onun sarayı yoktur. Şu ânda kendisi şehri kontrol için, gezmektedir. Elçi onun gittiği mahalle doğru gitti. Hazreti Ömer'i gördü. Toprak üzerine yatmış. Kamçısını başının altına koymuş, uyuyordu. Elçi bu hâli görüp, hayret etti. Dedi ki, doğu ve batı ehli bu kişiden korkarlar. Kalbinden "ben bunu, yalnız buldum. Öldüreyim. İnsanları, bunun korkusundan kurtarayım" diye geçirdi. Kılıncını kaldırdığı ânda, Allahü teâlâ, yerden bir arslan çıkardı. Bunun üzerine hamle etti. Korkusundan kılıncı elinden bıraktı. Hazreti Ömer bu hâlde uyandı. Hiçbir şeyden haberi yoktu. Elçiye, ne olduğunu sordu. Elçi de hâdiseyi anlattı ve Müslüman olup, Hazreti Ömer'in hizmet-i şerîflerinde bulunup, ölünceye kadar ayrılmadı
.
Rum imparatorunun hediyeleri
8 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer halife iken, bir gün mescidde oturuyordu. Rum kayserinin elçisi geldi. Bazı hediyeler ve bir doğan, bir tazı, bir şişe zehir de getirdi. Dedi ki: Yâ halife. Bu tazı öyle bir tazıdır ki, her nereye salar isen, avını yakalar, kaçırmaz. Avı ondan kurtulmaz. Bu doğan da bir doğandır ki, hangi kuşa salarsanız, hiç aman vermeyip, alır. Asla bir kuş pençesinden kurtulamaz. Bu şişe içinde olan zehir, öyle bir zehirdir ki, bir katresini insana içirseler, o ânda ölür, o kişi kurtulamaz. Tuhâf nesne olup, pâdişâhlar hazînesinde bulunması lâzımdır ve lâyıktır diye, Rum sultânı kayser göndermiştir. Hazreti Ömer buyurdu ki: Kuş nedir ki, insan onunla meşgûl olup, ondan ne fayda hâsıl eder. Ehl-i hâl olan onu eline alıp, amellerini boşa çıkarmaz, deyip, bağlarını çıkarıp, sahrâya salıverdi. Kelb (köpek) nedir ki, insan ona tâlib ve râgıb olup, o mekrûhu evine koysun ve ardınca gezip, yürüsün. Onun da zincirlerini alıp, azâd eyleyip, serbest bıraktı. Ondan sonra o içinde zehir olan şişeyi mübârek eline alıp, dedi ki: Benim dünyada nefsimden büyük düşmanım yoktur. O zehiri Besmele çekip tamamını içti. Elçi bu hâli görünce, şaşırıp, mescid kapısında durdu. Bir zamandan sonra gelip, Hazreti Ömer'e baktı. Gördü ki, Hazreti Ömer önceki gibi sıhhat ve selâmette oturur. Hemen yerinden kalkıp, Hazreti Ömer'in ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp dedi ki: Yâ halife, bana îmânı anlat. Hazreti Ömer elçiye Kelime-i şehâdet telkîn etti ve elçi, Müslüman oldu. Ondan sonra elçi, Rum kayserine gitmeyip, geri kalan ömrünü hazreti Ömer'in hizmetinde geçirdi. Hazreti Ömer halife iken, birisini komutan tayîn edip, İslam askeri ile gazâya göndermişti. Askerler gittikten sonra, bir gün Hazreti Ömer oturduğu yerde, üç kere sesli olarak "lebbeyk" dedi. Bu hâlin olduğu günün târîhini yazdılar. Görelim bunun aslı nedir, dediler. Bir zaman sonra o serdâr ve askerleri, nice fetihler yapıp, sâlimen ve ganîmetler ile geri geldiler. Serdâr, Hazreti Ömer'e sefer ahvâlini bir bir anlattı. Hazreti Ömer buyurdu ki: Yâ o yiğidin hâli ne oldu, dedi. O da, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine ma'lûmdur, yâ Ömer! Kasd ile olmadı. Suyun derinliğini ölçmek için soyunup, suya girdi. Meğer o su gâyet soğuk olup, tâkat getiremeyip, üç kere; yâ Ömer diye bağırdı ve rûhunu teslîm etti. Hazreti Ömer, "benden sonra âdet olmayacağını bilsem, seni katlederdim. Ammâ git, o yiğidin evlâdına akça borcunu ver, ya'ni diyetini öde" diye tenbîh etti. Hazreti Ömer bu mertebe âdil idi. Askerin ahvâline çok fazla alâka gösterirdi.
.
Şerefi başka yerde aramayın!"
9 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer hilâfeti zamanında, Şâm şehrine gitmek îcâb etmişti. Saadet ve izzetle, Eshâb-ı güzînden bir cemâati de yanlarına alıp, Medîne-i Münevvereden çıkıp, yola revân oldular. Hazreti Ömer'in bir deveden başka bineceği yoktu. Mugîre adlı bir köle var idi. Bir sâat Hazreti Ömer, bir sâat Mugîre binerdi o deveye. Hazreti Ömer önünde piyâde olurdu. Allahü teâlânın hikmeti, Şâm şehrine girecekleri vakit, deveye binme sırası Mugîre'ye gelmişti. Eshâb-ı güzîn, Hazreti Ömer'e geldiler, dediler ki: Efendim, ihsân eyleyin. Bu sâatte deveye saadetle sizin binmenizi ricâ ederiz. Hazreti Ömer buyurdu ki: Önce nöbet benim idi, bu sâat sıra Mugîre'nindir. Deveye niçin ben bineyim? Eshâb-ı güzîn dediler ki: Şimdi Şâm şehrine girilecektir. Buranın bütün ileri gelenleri, sizi karşılamaya gelirler. Onlar atlı, siz halife iken yaya yürümek münâsib değildir. Lutfunuzdan ümit ederiz ki, ricâmızı makbûl tutup, red etmeyiniz. Hazreti Ömer huzursuz olup, dedi ki: Siz bunlardan kurtulmadınız mı? İslam dininin kadrini böyle mi anladınız. Bize İslam şerefi yetmez mi? İslâm dininden ekrem ve eşref bir nesne var mıdır? Bu saadet ve bu devlet ve bu izzeti Allahü teâlâ hazretleri bize ihsân eylemiştir. Dîn-i İslam tâcını başına koymak, kime müyesser olmuştur. Resûlullah'ın getirdiği İslam elbisesini arkamıza giydirdi. Kelime-i şehâdeti dilimize çırağ etti. Kur'ân-ı azîm ile kalbimizi münevver etti. İslamiyetin kadrini acaba niçin anlamamışsınız ki, kendinizi halka, binek üzerinde göstermek istersiniz. Yalnız Habîb-i ekremin ümmeti olmak şerefi size yetmez mi, diye cevap verince, kimse söze kâdir olamayıp, bir şey diyemediler. Hazreti Ömer, Şâm şehrine girince; her kimin bizde hakkı var ise, gelip bizden taleb eylesin, dedi. Dediler ki: Ey Allahü teâlânın halifesi. Senden herkes râzıdır. Senden kimse huzursuz değildir. Bir ferdin sizde hakkı yoktur. Münâdîler yüksek sesle çağırdılar. Hiçbir kimse gelip, bir hak taleb etmedi. Mugîre adlı kölesi ileri gelip, dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Bir gün, hiç suçum yok iken, kulağımı çekip, ağrıttınız, dedi. Hazreti Ömer buyurdular ki: Yâ Mugîre, gel sen de benim kulağımı çek. Mugîre de Hazreti Ömer'in kulağına yapışıp, bir miktar çekti. Hazreti Ömer böyle sultân idi ki, kölesi hakkında bunun gibi durumu kabûlden çekinmeyip, dünyada cezâsını çekti
.
"Gelecek aya çıkabilecek misin?"
10 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer hilâfeti zamanında, birkaç bin askeri gazâya gönderdi. Âdet-i şerîfleri şöyle idi ki, gazâya giden askerlerin evlerine adam gönderip, durumlarını sorardı. Her gece kendileri şehri gezerdi. Allahü teâlânın hikmeti, bir gece şehri dolaşıyordu. Bir kapının yanından geçerken, içeriden bir kadın sesi işitti. Kulak verdi. Gördü ki, o kadın ağlıyor ve devamlı söylüyordu ki, benim kocamı halife gazâya gönderdi. Ben burada aç ve susuz kaldım. Yarın varayım, halifenin kapısına çocuklarımı bırakayım... Hazreti Ömer bunu işitir işitmez, ağlaya ağlaya saadethânelerine gelip, bir çuval unu omuzuna alıp götürdü. Mubârek elleri ile odun parçalayıp, ateş yaktı. Sonra eline bir testi alıp, su getirdi. Ondan sonra bir tencereyi ocağa koyup, derhâl o aşı pişirdi. Bir sahan içine koyup, o hâtunun çocuklarını kaldırıp, önüne götürdü ve yedirdi. Ondan sonra özürler dileyip, dedi ki: Yâ hâtun! Suçumuzu af eyle. Zîrâ habersizdik. Şimdiden sonra halini her zaman bize bildir, deyip, yoluna gitti. Kadın da, Hazreti Ömer'in tevâzu ve alçak gönüllülüğünü görünce hayret edip, Hazreti Ömer'e hayır dualar etti. Hazreti Ömer halife iken, bir bayram günü, bütün Eshâb-ı güzîn evlâdlarına hâllerine uygun olarak, bayramlık elbiseler aldılar. O bayramda, Hazreti Ömer'in çocuğunun elbisesi eski idi. Diğer çocukların elbiseleri yeni idi. Çocukluk sebebi ile olacak ki, onunla bir miktar alay ettiler. Hazreti Ömer'in oğlu kendisi ile alay ettiklerini anlayınca, ağlaya ağlaya babasının huzuruna geldi. Hazreti Ömer oğlunu ağlar şekilde görünce, sebebini sordular. O da çocuklar ile arasında geçen hâdiseyi babasına anlattı. Hazreti Ömer da oğlunu böyle mahzûn ve gamlı görünce, kalbden acıyıp, şefkat ve merhametinden, beytül-mâl emînini huzuruna çağırdı. Dedi ki: Bayram gelmekte olup, herkes çocuklarına yeni elbise aldılar. Bizim oğlumuzun elbisesi eski olmakla, diğer çocuklar alay etmişler. Ağlayarak bana geldi. Ben de hâlini görünce, zarûrî olarak şefkat ve merhametimden dolayı, sizi davet ettim ki, beyt-ül-mâldan bana tayin olunan gelecek aya âit olmak üzere birkaç akçe veresin ki, buna bir elbise alayım. Beytül-mâl emîni dedi ki: Yâ Emîr-el-mü'minîn, gelecek aya kadar yaşayacağınızdan emin misiniz? Hazreti Ömer söylediğine pişmân olup, istigfâr etti. O emîni beğenip, hayır dua etti. Allahü teâlâ hazretleri kemâl-i lütfundan Hazreti Ömer'in oğluna da bir yol ile teselli verip, her biri gönülleri hoş olarak gittiler.
.
Gençlik nereye gidiyor?
10 Haziran 2005 01:00
Çocukların suç işleme oranının her gün arttığını günlük haberlerde açıkça görüyoruz. Önceleri hırsızlık, gasp, cinayet, alkol, uyuşturucu kullanma suçları görülürken son zamanlarda çocuklarda fuhşun da yaygınlaşmaya başladığını basından takip ediyoruz. Aileden yeterli terbiyeyi alamayan çocuklar, TV'lerden, internetten gördüklerini, öğrendiklerini dışarıda fırsat bulduğunda şuursuzca tatbike kalkışıyor. İşte size son haftada gazetelere yansıyan birkaç örnek: "15 yaşındaki çocuk ablasını öldürdü.", "14 yaşındaki çocuk annesini öldürdü.", "Bursa'da, ilköğretim 1 ve 8'inci sınıftaki, 12-14 yaşındaki erkek öğrenciler okul tuvaletinde sınıf arkadaşı kıza tecavüz etti. Videoya çekilen görüntüler CD halinde meraklılara satıyor..." Bu ve bunlara benzer daha nice olaylar... Bütün bu olup bitenlere karşı ne gibi tedbir alınıyor? Hiç! Tedbiri bırakın, teşvik bile ediliyor. Kadınları, cinsel bir meta olarak gören ve onu bir reklâm vasıtası olarak kullanan firmalar, şimdi de, çocuk yaştaki kızlara el attı... Geçenlerde, Ege Bölgesinde bir lisede "Miss Pearl Of The World Güzellik Yarışması"nın Türkiye elemesi yapıldı. Sponsor firma sahiplerinin "jüri" olduğu yarışmada 13 aday yarıştı. Mahalli idarecilerin gözleri önünde kızlar yarı çıplak podyuma çıkarılıp "güzel"lik yarışmasına sokuldu. Elemede, 17 yaşındaki lise öğrencisi bir kız birinci seçildi. Bu olayları görünce insan ister istemez, ne oluyor, nereye gidiyoruz, geleceğimizi emenet edeceğimiz gençler bunlar mı olacak? demekten kendini alamıyor. Sadece ben değil aklı selim sahibi pek çok kimse bu endişeyi taşıyor. Bunlardan biri de, Akşam Gazetesi'nden Zülfikar Doğan. Sayın Doğan bu endişesini bakınız nasıl dile gitiriyor: "Bir yandan sekiz yıllık temel eğitim dedik, diğer yandan bunun sosyal, eğitsel ve sistem alt yapısını tam kuramadık gibi geliyor. Okula yeni başlayan 7 yaşındaki kız, ya da oğlan çocuğuyla, ergenlik çağında 13-14-15 yaşında, cinselliğinin farkına varmış, kız-erkek aynı binada okuyor. Küçükler aciz korumasız. Sadece tecavüz değil, dayak, tehdit, korkutma, parasını, saatini alma gibi olaylar da yaşanıyor. Küçükler, abilere, ablalara 'ses' çıkartamıyor. Tehdit altındaki çocuk, korku ile kimseye bir şey de söyleyemiyor. Ortaya çıkan, polise, adliyeye intikal eden kimi olaylara bakarsanız, bazılarında tecavüz yıllarca sürüyor! Bir de yeni eğitim planlamasında, zorunlu eğitimin 11-12 yıla çıkartılması durumunda, 17-18 yaşındaki 'lise' çağında, genç kız ve delikanlılarla, 7-10-14 yaşındaki kızların, oğlanların aynı okul binasını, tuvaleti, yatılı okullarda yatakhaneyi paylaştığını düşünün. Sübyancılık, eşcinsellik, lezbiyenlik, çocuk tecavüzleri alıp başını gider mi?.. Ekonomide her şey iyiye gitse, pespembe olsa da giderek ruhları-bedenleri 'tahrip olmuş' çocukların, gençlerin sayısının arttığı, 'kaybedecek bir şeyi olmayanların' çoğaldığı bir toplumda siz o paraları harcayabilir misiniz? Refahın tadına varabilir misiniz?" ( Akşam, 3.6.2005) Anne babalar, "Çocuklar doğruyu eğriyi kendileri bulsun" aldatmacasına kanmadan çocuklarını adım adım takip edip, en azından en tehlikeli, en kritik devreleri olan "ergenlik" yaşını salimen atlatmasına yardımcı olmak zorundalar. Yoksa son pişmanlık işe yaramayacak!
.
"Cennet ehlinin ışığı!"
11 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer hilâfeti zamanında, bir gazadan çok mal getirmişlerdi. Bu malın beşte birini hakkı olanlara taksîm ederken, Hazreti Hasan bin Ali bin Ebû Tâlib'e bin dirhem gümüş verdi. Hazreti Hüseyin'e bin dirhem gümüş verdi. Sonra, Hazreti Ömer'in kendi oğlu, Hazreti Abdullah gazâ malından istedi. Ona beşyüz dirhem gümüş verdi. Abdullah dedi ki: Efendim, yetişmiş yiğit olan ve nice defa gazâya gidip ve Hazreti Resûlullah Efendimizin önünde kılınç çekip, nice başlar düşürmüşken, bana beşyüz dirhem verirsin. Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin ki, henüz tâze yiğitlerdir. Onlara biner dirhem verirsin. Bunun hikmeti nedir? Hazreti Ömer buyurdu ki: Yâ Abdullah! Sen onlar ile berâber mi olmak istersin? Onların, Hazreti Ali gibi babaları vardır ve Hazreti Fâtımâ-tüz-zehrâ gibi, anaları vardır. Peygamber Efendimiz gibi dedeleri vardır. Hazreti Ümm-i Gülsüm ve Hazreti Rukayya gibi teyzeleri vardır. Hazreti Cafer Tayyâr ve Hazreti Ukayl gibi amcaları vardır... Hazreti Ömer'in böyle söylediğini, Hazreti Ali hazretleri işitti. O büyük zât buyurdu ki: Resûl-i ekrem Efendimiz, "Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve İslam'ın nûrudur" buyurmuş idi. Bunu boş yere buyurmamıştır. Hazreti Ömer bir kıtlık zamanında, bir deve kurban edip, Medîne-i Münevverenin fakîrlerine bölüştürün diye emretti. Bölüştürme işini yapan hizmetçi, o devenin kıymetli yerlerinden bir miktar alıkoyup, halife için güzel bir şekilde pişirip, iftâr zamanında huzur-u şerîflerine getirdi. Hazreti Ömer bu et neredendir diye sual buyurdular. Hizmetçi dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Emr-i şerîfiniz ile fakîrlere teslîm olunan deve etinden sizin hissenizdir. Rengi değişip, buyurdu ki: Vay benim gibi kimseye ki, fukarâya kötü yerini ayırıp, kendisi için en güzel yerinden alıkoyuyor. Şimdi, yâ hizmetçi! Bir dahâ böyle etme. Kaldır bu yemeği, benim önümden. Fakîrlerden, çoluk-çocuğu olan bir kimsenin evine götür. Ver, yesinler. Bana yine önceki âdet üzere yemek getir ki, halife olan kimsenin haftada bir kere et yemesi kâfîdir. Sonra, hizmetçi emr-i şerîfleri üzere yemeği uygun bir fakîre verdi. Hazreti Ömer'in eski âdeti üzere, bir miktar zeytin yağı ile kuru ekmek parçası getirip, sofraya koydu. Hazreti Emîr-ül mü'minîn, o ekmek parçasını yağa batırıp, gönül rahatlığı ile yiyip, yerlerin ve göklerin sâhibi olan Allahü teâlâya şükür ve hamd etti
.
Nimete şükredilmezse
11 Haziran 2005 01:00
İnsanoğlunun en büyük eksikliklerinden biri de, sahip olduğu nimetlerin kıymetini bilmemesi ve bu nimetleri sahiplenerek elinden çıkabileceğini düşünmemesidir. Halbuki verilen her nimetin bir veriliş maksadı vardır. Buna uygun davranılmazsa nimet elden gider. Cenab-ı Hakkın, gönderdiği nimetlerin kıymeti bilinir, şükrü yapılırsa bunlar artırılır. Şükrü yapılmazsa elinden alır, almakla kalmaz şiddetli azab eder. Geçmişte bunların sayısız örnekleri vardır. Bunlardan biri de, Sebe halkının başına gelenlerdir. Sebe, Yemen'de San'a şehrine üç günlük mesafede kurulmuş bir şehirdi. Bu bölge çok imar edilmiş bir beldeydi. Mağrib Seddi yani ilk baraj yapılarak bölgenin su ihtiyacı karşılanmış hem de selden korunmuştu. Baştan başa birbirlerine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Sebe beldesinde, eziyet verici canlılar, hayvanlar, sivri sinek ve diğer sinekler, pire, akrep, yılan gibi haşerat yoktu. Bunlar başka bölgeden gelseler de burada yaşayamayıp ölüyorlardı. Bu beldeye gelen hastalar iyileşirdi. Allahü teâlâ, bu beldenin halkına bunlar gibi daha birçok nimetler vermişti. Halk, refâh ve huzûr içinde yaşıyordu. Allahü teâlâ bu kadar nimet verdiği bu kavme birçok peygamber göndererek onları dine davet etti. Peygamberler onlara Allahü teâlânın nimetlerini hatırlattılar. Allahü teâlânın emirlerine uymazlarsa, azâba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe halkı, "Allahın bize nimet verdiğine filan biz inanmayız" dediler. Sebe sûresinde, Sebe halkı için, "Fakat onlar, bu kadar nimetin şükründen yüz çevirdiler" buyuruldu. Daha sonra, bir sel gelip, bunların evlerini bahçelerini su altında bıraktı. O güzelim bahçeler harap oldu. Allahü teâlâ kendilerine köstebeği musallat etti. Köstebekler, Mağrib Seddini alttan deldi, Seddeki su aktı, bütün bahçeler, bağlar harap hâle geldi. Sebe halkının gururlanıp, kibirleneceği bir şey kalmadı. Bütün nimetler ellerinden alındı. Sebe sûresinde meâlen, "İşte biz onları, ni'mete nankörlükleri sebebiyle böyle cezâlandırdık. Biz ancak nimete nankörlük edenleri cezâlandırırız" buyuruldu. Verilen nimetlerin kıymetini bilmeyen Sebe halkının başlarına gelen çeşitli musîbetlerden sonra, sağ kalanlar, çevre beldelere dağıldılar. Hepsi çok perişan oldu. Bunların bu hâli, çevrede yaşayan kavimlere birer ibret oldu. Bu hâdiseler darb-ı mesel hâlinde anlatılmaya başlandı. Bu husûsta, Sebe' sûresinde, "Şüphesiz ki bunda, çok sabır, çok şükreden için, elbette ibret vardır" buyurulmuştur. Bir nimetin gelmesine vasıta olan kimseye teşekkür edileceğini herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. O hâlde, her nimetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. Fakat, O'na nasıl şükredeceklerini insanlar anlayamazlar. O'na karşı söylenmesini güzel sandıkları şeyler, O'na çirkin gelebilir. O'nu büyültmek, hürmet etmek sandıkları, hakâret ve küçültmek olabilir. O'na hürmet ve şükür şekilleri, yine O'ndan bildirilmedikçe, O'na lâyık olacağına güvenilemez ve O'nun kabûl edeceği bir ibâdet olamaz. Çünkü, insanların hamdetmeleri, O'na belki hakâret olur. İşte, O'nun tarafından bildirilen, tazîm, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin bildirdikleri dinlerdir. Ona kalb ile yapılacak hürmetler, dil ile yapılacak şükürler, dinde gösterilmiştir. Her uzvun yapacağı işleri, açık ve geniş olarak, dinimiz beyân buyurmuştur. Verilen nimetler, Cenab-ı Hakkın bildirdiği şekilde kullanılınca, bu nimetin şükrü yapılmış olur. ----------- Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Önce kendine tatbik ederdi
12 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer, Medîne-i Münevvereden hac yapmak üzere, Mekke-i mükerremeye gitmişti. Varıp gelinceye kadar hesâb ettiler. Seksen dirhem harcanılmış. Çok harcadım diye çok üzüldü. Nakledilir ki, Kâ'be-i Mu'azzamaya varıp-gelinceye kadar, yollarda bir gün çadır kurmayıp, bir köhne perde gölgelik edip, onun altında gölgelendi. Hazreti Ömer herhangi bir şeyden halkı men etse, ev halkının tamamını toplayıp, buyururdu ki: Allahü teâlânın buyurduğu üzere, Onun yasak ettiği bir nesneyi halkın işlemesinden men ettim. Ona uymaya siz herkesten dahâ çok uyanık olunuz. O fiili işlememek başkalarından dahâ çok size lâzımdır. Şöyle bilmiş olunuz ki; sizden biriniz o işi işlese, gayrilere edeceğim cezânın dahâ fazlasını ona yaparım, buyurur idi. Ondan halkı men ederdi. Yakınlarının kaçınması ve korkusu başkalarından dahâ çok olurdu. Hazreti Ömer halifeliği zamanında, Medîne-i Münevverenin etrâfında bir deve palanını düşürmüş. Onu alıp, sür'atle giderken terlemişti. Hazreti Ali ile karşılaştılar. Hazreti Ali sordular ki, yâ Emîr-el mü'minîn! Bu ne hâldir. Cevap verdiler ki: Yâ kardeşim Ali, bu deve Müslümanların beyt-ül-mâlındandır. Palanını düşürüp, kaçmış. Onu bulup, yine üzerine koymak isterim. Böylece hilâfet zamanımızda, beyt-ül-mâla ziyân vermiş olmayalım. Hazreti Ali dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Size ne hâcet. Bir başka kimse gönderseniz, olmaz mıydı? Cevap verdiler ki: Yâ Resûlullah'ın amcasının oğlu! Bu iş benim ahdime lâzımdır. Kıyâmet günü olunca, bu işin kusurunu benden sorarlar. En iyisi budur ki, kimseye ısmarlamayıp, işimi kendim görmeliyim. Böylece, dergâh-ı izzette mahçupluk çekmeyeyim. Hazreti Ali bu sözü işitti. Bir derinden âh çekip, ağlamaya başladı. Dedi ki: Yâ Ömer, senden sonra gelenlere rahat koymadın. Zîrâ onlar bu yolda gidemezler, sıkıntıya düşerler... Bir zaman Hazreti Ömer'e Rum imparatorundan elçi geldi. Bu elçi, Hazreti Ömer'in hanımlarına hediye olarak mücevher getirmişti. Hanımları bu mecevherleri seyrederken Hazreti Emîr-ül mü'minîn içeri girip, onlarda bu cevherleri gördü. Nereden geldi, diyerek sual buyurdular. Hâtunları da hâdisenin aslını anlatınca, Hazreti Ömer buyurdular ki: Eğer siz halife hâtunu olmasa idiniz, size bu cevherlerin birisini göndermezler idi. Size gelen de, halifeye gelen de Müslümanların beyt-ül-mâlınındır, diyerek o cevâhirleri sattırıp, beyt-ül-mâla verdi. O hâtunların da, Hazreti Ömer'e karşılık vermeyip, Emîr-ül mü'minînin emrine tâbi olmaları takdîre şayandır
.
"Resulullah sorarsa!"
13 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer Irâk vilâyetine Eshâb-ı güzîn ile asker gönderdi. Az zamanda Allahü teâlânın izni ile vilâyetleri feth edip, kiliseleri câmi, puthâneleri mescid yapıp, sâlimen ve ganîmetler ile Medîne-i Münevvereye döndüler. Halife ile buluştular. Lâkin, Hazreti Ömer bunlara asla iltifât etmeyip, ne yaptınız diye de sormadı. Onun bu muâmelesi, Eshâb-ı güzîne gâyet güç gelip, Emîr-ül mü'minîn oğlu Abdullah ibni Ömer ile mescidde buluşup, şikâyet ettiler. O da dedi ki: Emîr-ül mü'minîn ile bu elbiseler ile mi buluştunuz? Meğer bunlar acem vilâyetinin güzel süslü elbiselerinden giymişler idi. Abdullah ibni Ömer'in işâreti ile, arkalarına önceki elbiselerini giyip, geri Hazreti Emîr-ül mü'minînin huzurlarına geldiler. Ömer, bunlara izzet ve ikrâm edip, her birinin hâtır-ı şerîflerini ayrı ayrı sorup, merhabâ yâ Eshâbe Resûlillah, merhabâ yâ Muhâcirin ve Ensârın meşhurları diye, bunları haddin üstünde taltîf etti. Bu sırada Eshâbdan biri sordu: Yâ Emîr-el mü'minîn! Hikmeti ne idi ki, önceki görüşmemizde iltifât buyurmayıp, nefret eder şekilde karşılandık. Şimdi ise güzel sûretle karşıladınız. Cevap buyurdular ki: Önceki gelişinizde, değişik elbiseler giydiğinizi gördüm. Her birisi gözüme belâ dikeni gibi görünüp, dedim ki; Sübhânallah! Hilâfet zamanımızda, Eshâb-ı güzîn elbiselerini değiştirdiler. Birkaç günden sonra, kalbleri de değişip, dünya zînetlerine meyil ve muhabbetleri çok olur. Yârın kıyâmet gününde, Resûlullah Efendimize kavuşunca; yâ Ömer, senin hilâfetin zamanında, benim Eshâbım elbiselerini değiştirip, sonra kalbleri değişti. Sen niçin nehyetmedin, mâni olmadın diye hitap ederek azarlamalarından korktum. Onun için sizlere iltifâta mecâlim olmadı. Allahü teâlânın izni ile, önceki elbiseleri görüp, o hâlden kurtulup, şimdiki hâle geldim, buyurdu. Yine bu savaş sonrasında, getirdikleri ganîmet mallarını Eshâb arasında eşit olarak taksîm ettikten sonra, kaplar ile Acem tatlılarından bazı tatlılar getirmişlerdi. Huzur-u şerîflerine koydular. Mübârek parmakları ile bir miktar tadıp, lezzet ve kokusuna bakıp, bu, şu yiyeceklerdendir ki, bundan dolayı mü'minlerden oğlu babasını, kardeş kardeşini katletseler gerektir, deyip, kaldırın bu yiyeceği, şu gazâda şehîd olan mü'minlerin çoluk-çocuğuna verin ki, ayrılık acısı ile acılanmış ağızları tatlansın, buyurdular.
.
"O kimse ben olabilirim!"
14 Haziran 2005 01:00
Her kişinin zühd ve takvâsı ve Allahü teâlâdan havf ve recâsı (korku ve ümidi), şu şekilde ve i'tidâlde olmalı ki, ne bir ân ümitsizlik hâli olsun. Ne de bir ân korkusuzluk hâli olsun. Nitekim Hazreti Ömer buyururlar ki: Eğer Hak teâlâ hazretleri buyursa ki; ben cümle kullarımın hepsini Cennet'e koyup, içlerinden bir kuluma azâb ederim. Ben, kendi günâhlarıma bakıp, korkarım ki, Allahü teâlâ hazretlerinin o azâb edeceği kul, ben olurum. Eğer Hak teâlâ buyursa ki; bütün kullarımı Cehennem'e koyarım. Birisini Cennet'e koyarım. Ben o erhamerrâhimîn ve ekrem-ül ekremîn Allahü teâlâ hazretlerinden ümit ederim ki, o Cennet'e giren kul ben olurum. Nitekim büyükler buyurmuşlardır: Şimdi mü'mine lâyık olan ve şânına muvâfık olan budur ki, ne Allahü teâlâ hazretlerinin mekrinden, azâbından emîn ola ve ne rahmetinden ümidini kese. Yine o büyükler nasîhat ederler ki, muvahhid mü'mine lâzım olan emirlerden biri de, her hâlde ölümü hatırlamaktır. Hiçbir vakit, gâfil olmamasıdır. Resûlullah Efendimiz buyurmuşlardır ki: "Lezzetleri yıkanı, eğlencelere son vereni çok hâtırlayınız!" manâ-i şerîfi, Allahü teâlâ bilir, budur ki, lezzetleri yıkanın zikrini çok edin ki, o ölümdür. Nitekim, Hazreti Ömer bir kimseye her gün birkaç kere gelip, ölümü hâtırlatsın diye birkaç akçe ta'yîn etmiştir. Her vakit o kimse gelip, ölümü ona hatırlattı. Her gün o kimse gelip, hizmet edâ ettikçe, Hazreti Ömer ta'yîn buyurdukları akçeyi verirlerdi. O şahsın vazîfesine son verilince, o kimse bunun sebebini sordu. Buyurdular ki: Senin bundan sonra gelip, ölümü hâtırıma gerek kalmadı, bunu ihtiyâç yok artık. Zîrâ sakalımıza ak düştü. Sakalın akı ise ölümün habercisidir. Dâimâ göz önünde olup, ölümü hâtırlatır. Nakledilir ki, bir gün Hazreti Ömer bir cemiyette ağladı. Niçin ağladığı sual olununca, buyurdular ki: Niçin ağlamayayım ki, eğer Fırat kenârında oğlak zâyi olsa, yârın kıyâmet gününde, o Ömer'den sorulur. Yine naklolunur ki, bir gün Hazreti Ömer eline bir saman çöpü alıp, der idi ki: Ne olaydı, bu saman çöpü ben olaydım. Ne olaydı mahlûk olmaya idim, vâlidem beni doğurmayaydı. Ne olaydı, hâtırlanan nesne değil de, unutulan nesne olaydım.
.
"Ömer'inize yazıklar olsun!"
15 Haziran 2005 01:00
Medîne-i Münevverenin taşrasına akşam namazı vakti bir kâfile gelip, konmuştu. Hazreti Emîr-ül mü'minîn Ömer giderken, Abdürrahmân bin Avf hazretlerine rast geldi. Dedi ki: Gel seninle bu gece, bu kâfileyi bekleyelim. Böylece, hırsızlardan zarar görmesinler. Rahat olsunlar ki, yorgundurlar. Hilâfet zamanımızda eğer bunlara bir zarar olacak olur ise, kıyâmet gününde bizden sorarlar. O gece kâfileyi beklerken, bir çocuk, bir mahalde, bir evin içinde devamlı ağlıyordu. Hazreti Ömer o evin kapısına varıp, anasına seslenip, şu ağlayanı ağlatma deyip, tenbîh eyleyip, gelip, yine kendi ibâdetine meşgûl oldu. Çocuk gittikçe ağlamasını arttırdı. Hazreti Ömer defalarca, şu ma'sûmu ağlatma diye gitti geldi. Tâ ki, seher vakti oldu. Kâfile de uykudan uyandılar. Hazreti Emîr-ül mü'minîn o hâtunun kapısına varıp, dedi ki: Ne yaramaz, merhameti olmayan anasın ki, bu gece bu tıfıl rahat olmadı. Sabaha kadar bağırması dinmedi, dedi. O hâtun cevap verdi ki: Yâ Ebâ Abdullah! Niçin beni kötülersin ve beni azârlarsın. Benim hâlimden haberdâr değilsin ki! Ben bu çocuğu sütten kestim. Evde yiyecek cinsinden bir nesne yoktur ki, onun ile oyalayayım, susturayım, rahat olsun, dedi. Emîr-ül mü'minin hazretleri dedi ki: Bu çocuk kaç yaşındadır? Hâtun da dedi ki: Henüz bir yaşını bitirmemiştir. Emir-ül mü'minin buyurdu ki: Niçin vakti gelmeden sütten kestin. Hâtun cevap verdi ki: Halifemiz olan Hazreti Ömer'e Allahü teâlâ insâf versin. Çocuklar sütten kesilmeyince nafaka takdîr eylemez. Ona binâen vakitsiz kestim. Hazreti Ömer geri dönüp, ağlayarak mescide geldi. Sabah namazını şiddetli ağlamaktan güçlük ile kılıp, selâm verdikten sonra, ağlaya ağlaya "Sizin Ömer'inize yazıklar olsun, yazıklar olsun!" dedi. Hemen o sâat tellâllar bağırdı ki: Her Müslümanın, gerek oğlu ve gerek kızı doğar ise, gelsin Halifeye bildirsin ki, beyt-ül-mâldan ona nafaka takdîr etsin. Şimdiden sonra kimse nafaka tamahıyla evlâdını vaktinden önce sütten kesmesin ve bu türlü kimselerin evlâdı var ise, getirsinler, bugünden nafaka yazdırsınlar. Herkes, sürûr ve safâ içinde, sevinerek, Hazreti Ömer'in adâletine ve insâfına hayrânlık duydular.
.
Oluk yerine konuldu
16 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer halife iken, bir cuma günü, temiz, güzel bir elbise giyip, namaza gidiyordu. Hazreti Abbâs'ın evi bu yol üzerinde idi. Hazreti Abbâs, bir güvencini boğazlayıp, dam üzerinde yıkayıp, kanlı suyunu, oluktan yola dökmüş idi. O sırada Hazreti Ömer, oluğun altından geçerken, o kanlı su üzerine dökülüp, elbiseleri kirlendi. Bu oluk, burada Müslümanlara zarar veriyor diye emretti, oluğu yerinden kopardılar. Geriye evine dönüp, diğer elbisesini giyip, namaza gitti. Cuma namazını kıldıktan sonra, Hazreti Abbâs'ın huzurlarına gelip, oluğu kopardığı için özür diledi. Hazreti Abbâs dedi ki: Ey halife, o oluğu, Resûlullah Efendimiz mubârek elleri ile oraya koymuş idi. Hazreti Ömer'in, yüzünde bir değişiklik olup, dedi ki: Ey Resûlullah'ın amcası. Ömer üzerine nezrolsun ki, sen omuzuma basıp, o oluğu eski hâli üzere yerine koyasın. O sâat yerinden kalkıp, o mahalle varıp, dediği gibi yaptılar. Câbir bin Abdullah hazretlerinden rivâyet olunmuştur. Hazreti Ömer-ibnül Hattâb, Resûlullah Efendimizden rivâyetle bana buyurdular ki: Resûl-i ekremden işittim. Eğer ömrüm kifâyet eder ise, elbette Yahudileri Arab Yarımadası'ndan çıkarırım. Hattâ Müslümanlardan başka kimseyi koymam. Bir rivâyette de, Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: Eğer Allahü teâlânın izni ile fazla yaşar isem, elbette Yahudi milletini Arabistan yarımadasından çıkarırım. İbni Ömer'den rivâyet olunmuştur. Hazreti Ömer hutbede, buyurdu ki: Muhakkak, Resûlullah Hayber Yahudisi ile malları üzerine ahd etmişler idi ve de buyurmuşlardı ki; "Allahü teâlânın terk ettiği şey üzerine sizi terk ederiz." Yahudilerin ihrâcını bize emretmemiştir. Hazreti Ali buyurdular ki: Ben Hayber Yahudilerinin çıkarılmasını istiyordum. Hazreti Ömer'in niyeti de böyle idi. Hazreti Ömer'in huzuruna Ebül Hakîk kabîlesinden birisi geldi. Dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn. Sen bizi ihrâc edecek misin? Hâlbuki Fahr-i âlem bizi çıkarmamıştır. Bizi Hayber mahallindeki mallarımız üzerine âmil kılmıştır. Hazreti Ömer buyurdular ki: Resûlullah'ın buyurduklarını benim unuttuğumu mu zannediyorsunuz. Size, Hayber'den çıkarılınca hâliniz ne olur. Deveniz sizin ile menzil menzil yarış eder, buyurmuş idi. Yahudi dedi ki: Ebûl Kâsım böyle latîfe yapmıştı. Hazreti Ömer buyurdu ki: Ey Allahü teâlânın düşmanı, şimdi yalan söyledin. Yahudileri Hayber'den çıkardı. Onlara karşılık tayin olunan mal, deve, paralarının bedelini verdi.
.
"Hilâfete lâyık bunlardır"
17 Haziran 2005 01:00
Bir Yahudi olan Ebû Lü'lü, Mugîre tebnî Şûbe'nin kölesi idi. Efendisini Hazreti Ömer'e gelip şikâyet etti: Efendim benden haddimden fazla harc ister, dedi. Hazreti Ömer buyurdu ki: Ne miktar ister? Dedi ki: Her gün iki dirhem, ister. Hazreti Ömer buyurdu ki: Ne sanat bilirsin? Birkaçını saydı. Hazreti Ömer buyurdu ki: Bu sanatlar ile bu kadar harc çok değildir. Sonra, işittim ki, sen yel değirmeni yaparmışsın. Benim için de bir yel değirmeni yapsan. Bunun üzerine Ebû Lü'lü dedi ki: Senin için bir yel değirmeni yapayım ki, şarkta ve garbda onu söyleyeler!.. Hazreti Ömer Mecliste olanlara buyurdular ki: Bu kâfir beni katletmek istediğini söylüyor. Eğer böyle demek istiyor ise, onu ortadan kalkması için emredin, dediler. Buyurdu ki: Katilden önce kısâs olmaz. Yahudi Ebû Lü'lü, Hazreti Ömer'i öldürmek için fırsatı gözetti. Bir gün sabah namazını edâ ederken, fırsat bulup, altı yerinden yaraladı. Benî Esed kabîlesinden bir er Ebû Lü'lü'ye bir ok atıp, yıktı. Birisi de bıçak ile boğazlayıp, öldürdü. Hazreti Ömer Abdürrahmân bin Avf'a emretti. O imâmlık yaptı. Sonra Sahâbe-i güzîn'i toplayıp, buyurdu ki: Siz mi Ebû Lü'lüye benim katlimi emrettiniz? Hepsi, hâşâ bizim haberimiz yoktur, diye yemin ettiler. Hazreti Ömer dedi ki: Elhamdülillah ki, ben bu ümmetin, katlettiği kimse olmadım. Çok şükür beni öldürmek isteyen bir Müslüman değil. Hilâfet emrini Şûrâya havâle etti. Diri iken ve ölü iken hilâfetin benim üzerimde olmasını istemem. Âşere-i mübeşşereden altı serveri, müşâvereye tayîn buyurdular ki, hilâfete lâyık bunlardır. Lâkin, her birinde bir husûs müşâhede ederim. Onların birini diğerine tercih edemem. O altı serverin biri Osmân bin Affân ve biri Alîyül mürtedâ ve biri Talha ve biri Zübeyr ve biri Sa'd bin Ebî Vakkâs ve biri Abdürrahmân bin Avf idi. Sa'îd bin Zeyd hazretleri hayatta idiler. Lâkin Hazreti Ömer onu müşâvereye dâhil kılmadılar. Zîrâ amcası oğlu ve eniştesi idi. Ammâ Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri âhiret âlemine göçmüşler idi. Onların hakkında buyurdular ki: Eğer Ebû Ubeyde hayatta olaydı, onu halife tayîn ederdim. Zîrâ Resûlullah ona "Ümmetin emîni" buyurmuştu. Altı server aralarından birini hilâfete tayîn etsinler. Bütün Sahâbe-i güzîn de o kimseyi halife bilip, ona mutî' olurlar.
.
"Nasıl yaşarsanız..."
17 Haziran 2005 01:00
Bazen gazetelerde insanı derin düşünceye sevkeden, ibretli haberler çıkıyor. İşte size birkaç örnek: "Tek kişilik dans şovlarıyla ün kazanan 83 yaşındaki Şemsettin Ünlü, hayata gözlerini bir dans pistinde yumdu. Yakınlarının 'hiç yaşlanmayan çocuk' olarak tanımladığı Ünlü, vasiyetini şu şekilde açıklamıştı: 'Cenazemin ardından müzikle dans edin. Akşamına da bira için, çalın, eğlenin!' Hiçbir etkinliği kaçırmayan Şemsi Amca'yı Bluesseverler daha çok festivallerdeki tek kişilik şovlarıyla tanıdılar. Dans pistinin açılışını hep o yapardı. Eğlenceye, dansa, kadınlara; kısacası yaşama aşırı düşkündü. Eşi ile birlikte (.....) plazaya giden tanınmış dansçı Şemsettin Ünlü, gece boyunca arkadaşlarıyla dans edip pistten inmedi. Gecenin sonuna doğru dans ettiği pistte fenalaşan Blues Dede, oturdukları masaya geldi ve eşinin kucağına yığılarak kalp krizinden öldü." (Hürriyet, 20.5.2005) Halen hayatta olan ve kolon kanserine karşı tedaviyi reddeden 76 yaşındaki ünlü bir sunucu da kansere karşı kemoterapiyi reddederek 'Öleceksem böyle ayakta öleyim' demiş. (Sabah, 27.5.2005) Meşhur şarkıcı Zeki Müren de yıllar önce sahnede ölmüştü. Yine meşhur müzisyen Selahattin Pınar da, vasiyetinde, her yıl ölüm yıldönümünde, kabrine rakı dökülmesini vasiyet etmiş, kendisi de meyhanede ölmüştü. Bütün bunlar Peygamber efendimizin şu eşsiz sözlerini hatırlatıyor insana: "Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!" İnsanlık tarihi boyunca herkesin kabul ettiği, kimsenin şüphe etmediği bir gerçek var. O da ölüm gerçeği. Kimse bundan kaçamamıştır. Dünyaya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakir. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim imiş, kimi mazlum. O hâllerinin de hepsi geçti, unutuldu. Onların bir kısmı inandı, Müslüman oldu, bir kısmı da inanmadı. Fakat inanan da inanmayan da öldü, dünyada kalmadı. Bir İslam büyüğü insanın bu kaçınılmaz sonu ile ilgili şöyle buyuruyor: Ey insan! İyi düşün! Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir hayâl oldu ise, o zaman, bütün ömrün, bütün hayatın, çalışmaların, didinmelerin hep hayal, bir rüyâ gibi olacak. O zaman, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem diyemezsin. Buna imkan yok! Çaresiz, onların arasına gideceksin! Allahın var olduğunu, Cennete, Cehenneme inanmayı, akıl da, ilim de, fen de reddedemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar. İnanmayanlar, inkâr etmelerine akıl ile, fen ile bir vesika gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesikalar sayılamayacak kadar çoktur. Dünya kütüphâneleri bu vesikaları bildiren kitaplarla doludur. Onlar nefslerine, zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden başka bir şey düşünmüyorlar. Hâlbuki, İslâmiyet zevki yasak etmemiştir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamıştır. O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temin eder. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. Yıkıcı olmaz. Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de rahata, huzura kavuşur. Hem de, âhiretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün rahatlıkların, saadetlerin başı, iman etmekte, Müslüman olmaktadır. İman etmek de, çok kolaydır. İman, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden, inanmak demektir. İman eden, Allahü teâlânın emirlerine teslim olur. Böylece, Müslüman olur, sonsuz saadete kavuşur.
.
"Babamın yâdigârı gidiyor!"
18 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer seher vaktinde mescid-i şerifte namaz kılmaya giderken, Yahudi Ebû Lü'lü, tarafından karanlıkta bıçakla, mubârek karnından yaralanınca Emîr-ül mü'minîn yardım istedi. Adamları geldiler. Emîr-ül mü'minîni bu hâl içinde görüp, ağlaştılar. Hazreti Ömer'i o mahalden alıp, evine getirdiler. Cerrâh görüp, yarayı dikti. İyileşinceye kadar hareket etmesin, üç-dört gün yatsın, iyi olur, dedi. Sahâbe-i güzîn gelip çevresinde oturdular. Hilâfet emrini ve sâir dîni emirleri onlara vasiyet ederken, namaz vakti gelip, müezzin ezân okudu. Sonra yüzünü cerrâha dönüp dedi ki: Şimdi abdest alıp, namaz kılsam ne olur. Cerrâh dedi ki: Eğer yerinden hareket edersen, bu diktiğim yerden sökülür, vefât edersin. Emîr-ül mü'minîn dedi ki: Namazı terk etmekten ise, karnım yarılsın ve öleyim dahâ iyi, elbette namaz kılsam gerektir. Sahâbeden birini Hazreti Âişe'nin huzuruna gönderdi ki: Destûr verir mi ki, biz de Resûlullah Efendimizin Ravda-i mutahheralarına girelim ve O Servere ilticâ edelim... Hazreti Âişe bu haberi işitince ağladı. Âh, kıymetli Ömer, babamın yâdigârı da gidiyor. İşte o yeri ben kendim için saklardım. Ammâ onlara hibe ettim. Hazreti Ömer'e söyleyin ki, Resûlullah ve babamın yanına varınca, benim selâmımı onlara söylesin. Ve desin ki; bu ayrılığım ne zamana kadar olacak. Hazreti Ömer bu haberi işitince, oğlu Abdullah hazretlerine dedi ki: Benim cenâze namazımı kıldıktan sonra, Âişe-i Sıddîka'nın huzuruna varıp, tekrar izin isteyesin. Sağlığımda benden utanıp, izin vermiş olabilir ve pişmân olmuş olabilir. Onun rızâsı ile defnolayım. Namaz vakti sonuna gelmişti. Müezzin ikâmet okudu. Emîr-ül mü'minîn, ayağa kalkıp, abdest almak ve namaz kılmak istedi. O ânda dikilen yerler sökülüp, Emîr-ül mü'minîn yere düştü. Dostlarına; elvedâ elvedâ, esen kalın, hakkınızı helal ediniz, tekrar görüşmemiz kıyâmete kaldı, dedi. Sahâbeler arasında ağlama-inleme başladı. Hemen o sâat Hazreti Ömer şehâdet kelimesini getirip, cânını Allahü teâlâ hazretlerine teslîm etti. Ondan sonra yıkadılar. Namazını kıldılar. Oğlu Abdullah, Âişe-i Sıddîka hazretlerine gitti, izin istedi. Hazreti Âişe ağladı. Dedi ki: Ey Ömer, adâleti hayâtında da, ölünce de elinden bırakmadın. O yeri sana fedâ ettim. Ondan sonra mübârek cenâzesini, Ravda-i mutahhera kapısına getirdiler. Birisi ileri varıp: Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Ömer'i getirdik. Eğer destûr var ise, ravda içine defnederiz, dedi. Cümle Sahâbe-i güzîn, Resûlullah Efendimizin, "Dostumu benim yanıma getirin", diye sesini işittiler.
.
Gerçek hayat
18 Haziran 2005 01:00
Toplumun huzurunu bozan, insanları birbirine düşüren olayların gerçek sebebi ölümü düşünmemektir. Ölüm ve sonrasını düşünen insan, kendi menfaatleri ve eğlenceleri için başkalarına zarar veremez. Peygamberimiz, "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!" buyurdu. Bunun için İslâm büyükleri, her gün en az bir kere ölümü hatırlamayı âdet edinmişti. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri her gün yirmi kere, kendini ölmüş, mezara konmuş düşünürdü. Çünkü, ölümü çok hatırlamak, insanların hakkını hukukunu tanımaya, dinin emirlerine sarılmaya ve günâhlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesâreti azaltır. Ayrıca daima ölümü düşünen kimsenin ömrü uzun olur. Ölümü unutup, çok uzun ömürlü olacağını zannedenlerin ise ömrü kısa olur. Ölmek, yok olmak değildir. Ölüm, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesidir. Rûhun, bedenden ayrılmasıdır. Ölüm, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, bir eve göç etmektir. Ömer bin Abdül'azîz hazretleri, "Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!" buyurdu. İnsan, ölümü istemez. İnsan yaşamayı sever. Hâlbuki ölüm, ona hayırlıdır. Sâlih olan mümin, ölüm ile, dünyanın eziyet ve yorgunluğundan kurtulur. Ölüm, mümine hediyedir, nimettir. Zâlimlerin ölümü ile ise memleketler ve insanlar rahata kavuşur. Din düşmanlarından bir zâlimin ölümü üzerine bir şair şu beyti söylemiştir: Ne kendi etti rahat, ne âlem etti huzûr,/Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr. Müminin rûhunun bedenden ayrılması, esîrin hapisten kurtulması gibidir. Mümin öldükten sonra, bu dünyaya geri gelmek istemez. Yalnız şehîdler, ahirette kendilerine verilen nimetleri görünce, dünyaya geri gelip, bir daha şehîd olmak ister. Müminlere ahirette çok ikrâmlarda bulunulacaktır. Müminlere yapılacak ikrâmlardan birincisi, ölümdeki sevinçtir, rahatlıktır. Mümini rahatlatan, ancak Allahü teâlâya kavuşmaktır. Her mümine ölüm, hayatından daha iyidir. Azrâil aleyhisselâm, İbrâhîm aleyhisselâmdan rûhunu almak için izin isteyince, İbrâhîm aleyhisselâm: - Dost, dostun canını alır mı? dedi. Allahü teâlâ, Azrâil aleyhisselâma: - Dost dosta kavuşmaktan kaçınır mı? diye sormasını emretti. Bunun üzerine İbrâhîm aleyhisselâm: - Yâ Rabbî! Rûhumu hemen al! diye duâ etti. Bir an önce, Rabbine kavuşmak istedi. Allahü teâlânın emirlerine uyan bir mümine, ölümden daha sevinçli bir şey olmaz. Allahü teâlâya kavuşmağı seven mümin, ölümü ister. Çünkü ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Cenneti seven ve ona hazırlanan insan ölümü sever. Çünkü, ölüm olmayınca, Cennete girilmez. Salih, iyi bir insan ölür ölmez, Allahü teâlânın ihsânları başlar. Saadet sâhibi şu kimsedir ki, Azrâil aleyhisselâm gelip, "Korkma, Erhamürrâhimîne gidiyorsun. Asıl vatanına kavuşuyorsun. Büyük devlete erişiyorsun!" der. Böyle kimseye, bundan daha şerefli bir gün yoktur. Bu dünya, bir konaktır. O cihâna bakınca zindandır. Bu geçici varlık, bir görünüştür. Gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekte, geçip gitmektedir. Hadîs-i şerîfte, "İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar" buyuruldu. Dünya hayatı, rüyâ gibidir. Ölen kimse uyanınca, rüyâ bitecek, gerçek hayat başlayacaktır. Müslümanın ölümü, hayattır. Hem de, sonsuz hayat! Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Kurt koyuna saldırmazdı!
19 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer halife olduktan sonra, o kadar adâlet üzere hareket etti ki, ne kimse yapmıştır ve ne yapabilecektir. Şu şekilde adalet etti ki, kurdun koyuna zararı olmazdı. Rivâyet ederler ki, ne zaman ki Hazreti Ömer şehâdet şerbetini içti, bir çoban koyununun yanında dururken, bir kurt geldi. Koyuna saldırdı. Çoban hemen feryâd edip, ağladı. Ve; âh Ömer, "İnnâ lillah ve..." dedi. Çobanlar ona sordular ki, Hazreti Ömer'in vefât ettiğini nereden bildin. Dedi ki: Şundan bildim ki, Hazreti Ömer hayatta iken, kurdun koyun sürüsüne baktığı hâlde zararı yok idi. Şimdi gördüm ki, kurt koyuna saldırdı. Bildim ki, Hazreti Ömer bu dünyadan göç eylemiştir. Hazreti Server-i kâinât Efendimiz, bir gün meclis-i şerîflerinde kabir azâbını, münker ve nekîrin ne yol ile gelip, heybet ile sual ettiklerini beyan buyurdular. Hazreti Ömer sordu ki: Yâ Resûlallah! Biz kabre girdikten sonra, bu akıl bize verilip, sonra mı sual olunuruz, yoksa verilmeden mi sual olunuruz? Resûl-i ekrem Efendimiz buyurdular ki: "Şimdi ne akılda isen, kabirde de böyle olursun." Hazreti Ömer dedi ki: Böyle olduktan sonra, üzülmeye lüzûm yoktur... Sonra, Hazreti Ömer vefât etti. Kabre defnettikten sonra, Hazreti Alî'nin falan zamanda, Hazreti Ömer'in böyle söylemiş olduğu hâtırına geldi. Göreyim davâsının eri midir, diyerek kabrine geldi. Mubârek gözlerini yumup, kalb-i şerîflerini Hazreti Ömer'in ahvâline yöneltip, tam bir teveccüh ile murâkabeye vardıklarında, Allahü teâlâ gözlerinden perdeyi kaldırıp, durumu müşâhede etti. Gördü ki; Münker ve Nekîr heybetle gelip, Hazreti Ömer'e dediler ki: "Rabbin kim, dinin nedir, Peygamberin kimdir..." Hazreti Ömer onlara sual etti ki: Yedinci gökten buraya kadar, ne miktar yol geldiniz? Dediler ki: Yedibin yıllık yoldur. Hazreti Ömer buyurdu ki: Yâ siz yedibin yıllık yoldan gelinceye kadar Hâlıkı unutmadınız. Bugün evimden çıkıp, kabre gelince, Rabbimi ve dînimi ve Peygamberimi nasıl unuturum? Melekler dediler ki: Yâ Ömer biz de senin böyle cevap vereceğini bilirdik. Lâkin bu heybetle gelip, sual etmeye memûruz. Sonra, Hazreti Ali mubârek gözlerini açıp; Allahü teâlâ mubârek etsin, Ömer da'vâsının eri imiş, dedi. Sonra Hazreti Ömer meleklerden, bundan sonra böyle, ümmet-i Muhammedden bir ferde bu heybetle gelmeyeceklerine dair söz aldı... Hazreti Ömer'in hilâfet müddeti on sene, altı ay, yedi gündür. Ömrü şerîfleri altmışüç sene on gündür. Ömürleri müddetinde, on hac yaptılar.
.
Üç ayet-i kerime
20 Haziran 2005 01:00
İmâm-ı Begavî, Sûre-i Bekara'da, meâl-i şerîfi "Ey mü'minler, siz makâm-ı İbrâhîm'i namazgâh (Namaz kılınacak yer) edinin!" olan "126'ncı" âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Enes bin Malik'ten şöyle bildirmiştir: Ömer-ibnül Hattâb buyurdu ki; Vallahi ben Allahü teâlâ hazretlerine üç şeyde muvâfakât ettim ve Rabbim celle şânühü hazretleri de bana üç şeyde muvâfakât etti. 1-Yâ Resûlallah, ne olaydı makâm-ı İbrâhîm'i namaz kılınacak yer yapsaydınız, dedim. Hemen Allahü teâlâ meâl-i şerîfi, "Ey mü'minler, siz makâm-ı İbrâhîmi namazgâh edinin!" olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. 2-Dedim ki, yâ Resûlallah! Sizin yanınıza biz de geliyoruz. Fâsıklar da geliyor. Ne olaydı mü'minlerin annelerine hicâb ile emir buyursaydınız. Hemen Allahü teâlâ azze şânühü hazretleri hicâb âyetini inzâl etti. 3-Resûlullah'ın bazı hanımları birbirleri arasında nizâ etmişler idi. Bu hâdiseyi işitip, Onlara vardım. Böyle yapıp, Resûlullahı üzerseniz, Allahü teâlâ, kendi Resûlüne sizden hayırlı hâtunlar verir, dedim. Hemen Allahü teâlâ; meâl-i şerîfi "Resûlüm, eğer sizi boşarsa, Onun Rabbi, sizi pek yakında, sizden hayırlı hanımlar ile değiştirir..." olan Tahrîm sûresi beşinci âyetini gönderdi. Yine İmâm-ı Begavî, Meâlimüttenzîl'de sûre-i Bekaranın, meâl-i şerîfi "Kadınlarınız çocuk yetiştiren tarlanızdır. O hâlde tarlanıza dilediğiniz gibi varın..."olan 223'üncü âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle bildirmiştir. İbni Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir. Hazreti Ömer, Resûlullah Efendimizin huzur-u şerîflerine geldi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Ben helâk oldum. Habîbullah hazretleri buyurdular ki, nedir o şey ki, seni helâk etti? Dedi ki: Dün gece hanımım ile sünnete uygun olmayan bir şekilde berâber oldum! Resûl-i ekrem Efendimiz asla cevap vermedi. Allahü teâlâ hazretleri o vakit bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. "Bekara sûresi 223'üncü âyet-i kerîmesi. "Kadınlarınız ile istediğiniz şekilde ve istediğiniz zaman cimâ edebilirsiniz. Yalnız livâta şeklinde ve hayz zamanında yaklaşmak harâmdır." Hazreti Ömer'in şefkatı ve rahmeti, mahlûkât üzerine çok fazlaydı. Ömer bin Hattâb bir yaşlı gayri müslim gördü ki, kapı kapı dolaşır dilenir. Hazreti Ömer hazretleri buyurdu ki: Ey pîr! Gençlik vaktinde senden cizye aldım. Lâyık olan odur ki, bugün seni affetmeliyim. Affedip, her gün kendinin ve ıyâlinin, çoluk-çocuğunun yiyeceğini beyt-ül-mâldan versinler, buyurdu.
.
"Biz ona son verdik"
21 Haziran 2005 01:00
İmâm-ı Begavî, sûre-i Bekara'da; meâl-i şerîfi "Senden içki ve kumarı sorarlar ise, onlara de ki, ikisi de büyük günâhtır ve insanlara menfaatleri vardır. Günâhı, zararı, faydasından büyüktür, çoktur" olan ikiyüzondokuzuncu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, beyan buyurmuş ki, bu âyet-i kerime nâzil olunca, Ömer bin Hattâb ve bazı eshab Resûlullah Efendimize geldiler. Dediler ki: Yâ Resûlallah! Bize içki ve kumar hakkındaki hükmü bildirir misin? Allahü teâlâ içki hakkında, Mekke-i Mükerremede dört âyet-i kerîme gönderdi. Meâl-i şerîfi "Size hurma ve üzümden elde edilenleri içiririz. İşte bunda da aklını kullanacak bir kavim için bir alâmet vardır" olan Nahl sûresi 67'nci âyet-i kerîmesi, bunlardan biridir. Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra, Eshâb-ı kirâmın bazısı, içkiyi terk etti. Ba'zısı açıkça yasaklığı bildirilmediği için terk etmedi. O sırada Abdürrahmân bin Avf, birkaç sahâbeyi ziyâfete davet etti. Onlara içki getirdi. İçip, sarhoş oldular. Akşam namazı oldu. Cemâ'at ile namaz kıldılar. İmâm olan, "Kâfirûn" sûresini okudu. İkinci âyet-i kerîmedeki "Lâ" lafzını okumadı, terk etti. Allahü teâlâ bundan sonra meâl-i şerîfi "Ey îmân edenler! Ne söylediğinizi bilmeniz için sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız" olan Nisâ sûresinin kırkikinci âyet-i kerîmesini gönderdi. Sarhoşluğu, namaz vaktinde harâm kıldı. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, bir kısmı tamamen içkiyi terk etti. Dediler ki: Namaza mâni olan şeyde hayır yoktur. Bir kısmı da, namaz vaktinin hâricinde içerler idi. Hattâ bir kişi yatsı namazını edâ ettikten sonra içki içer, sabaha kadar sarhoşluğu giderdi. Sabah namazını kıldıktan sonra içenin öğle namazında sarhoşluğu gider idi. Fakat bu arada tatsız olaylar da olurdu. Bunun üzerine Hazreti Ömer dedi ki: "Yâ Rabbî, bize içki hakkında kesin emrini bildir." Hemen Allahü teâlâ meâl-i şerîfi, "Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar, kumar okları, pistir, şeytân işidir. Bunlardan sakınınız ki, felâh bulasınız. Şeytân içki ve kumar ile aranızda düşmanlık, buğuz meydana getirmek ister. Böylece Allaha ibâdetten ve bilhâssa namazdan alıkoyar. O hâlde onlara artık son vermez misiniz!" olan Mâide sûresinin 90-91'inci âyet-i kerîmelerini göndererek haramlığını kesin olarak bildirdi. Hazreti Ömer buyurdu ki: "Biz ona son verdik, yâ Rabbî
.
"Taştan daha katıyım!"
22 Haziran 2005 01:00
Ömer-ül Fârûkun şânı ile alâkalı âyet-i kerîmeler vardır. Bunlardan birisi; meâl-i şerîfi "Ey Resûlüm! Cebrâîl'e düşman olanlara de ki, ona düşmanlığa sebeb yoktur. O, Allahü teâlânın emri ile Kur'ân-ı kerîmi senin kalbine, dahâ önce inen kitaplara muvâfık olarak, mü'minleri hak dîne hidâyet ve Cennet'e gireceklerini müjdelediği hâlde indirdi. Bir kimse Allahü teâlâya, Meleklerine, Peygamberlerine, Cebrâîl'e ve Mikâîle düşman olursa, Allahü teâlâ kâfirlere düşmandır" olan doksanyedi ve doksansekizinci âyet-i kerîmeleridir. Ömer bin Hattâb hazretlerinin bir âdeti var idi. Gidip-geldiği yolu Yahudilerin toplandığı yere uğrardı. Varıp, onların yanına girerdi. Onların sözünü dinlerdi. Onlar ile konuşurdu. Onlar: Yâ Ömer! Biz seni Muhammed'in eshâbının hepsinden çok severiz. Zîrâ onlar gelip-geçerken, bizim üzerimizden geçerler. Bizi rencîde ederler. Sen bizi incitmezsin. Hattâ dersimizi dahî dinlersin. Seni onun için severiz, derler idi. Hazreti Ömer buyurdu ki: Allahü teâlâ hakkı için ki, ben sizin yanınıza dost olmak için gelmem. Size bir şeyler sormamdan maksad, hâşâ ki dînimden şüphem olduğundan değildir. Süâlime sebeb odur ki, şirkinizin, küfrünüzün aslını iyice öğreneyim. Resûlullah Efendimizin şânındaki eserlerini ve burhânlarını ve ni'metlerini, üstünlüklerini sizin kitaplarınızda çok görürüm. Siz bedbahtlığınızdan ve kötü düşünceli olduğunuzdan îmân getirmezsiniz. Dediler ki: Yâ Ömer! Hazreti Muhammed'e devamlı hangi melek gelir. Hazreti Ömer buyurdu: Cebrâîl aleyhisselâm gelir. Dediler; biz Cebrâîl'i sevmeyiz. Muhammed'i bizim sırlamıza muttâli eder. Bir yere gelen azâbı veyâ kıtlığı veyâ yıldırımı Cebrâîl getirir. Mikâîl iyidir ki, sulhu, emniyeti ve bol nimeti getirir. Hazreti Ömer buyurdu: Ey bîçareler! Siz Cebrâîl aleyhisselâmı bilirsiniz ve Muhammed Efendimizi inkâr mı edersiniz. Ben şehâdet ederim o kimseye ki, Hazreti Cebrâîl'i düşman tutar, Allahü teâlânın düşmanı olur. Oradan Resûl-i ekrem Efendimizin huzur-ı şerîflerine geldi. Cebrâîl aleyhisselâm ondan önce gelip, yukarıda bahsedilen âyet-i kerîmeyi getirmişti. Resûlullah Efendimiz, Hazreti Ömer'e okuyup, buyurdu ki: "Yâ Ömer! Senin Rabbin sana muvâfakat etti." Hazreti Ömer şâd olup, Allahü teâlâya şükretti. Buyurdu ki; bundan sonra, kendimi dîn-i İslam üzerine taştan katı buluyorum.
.
Destursuz girmek!
23 Haziran 2005 01:00
Hazreti Ömer, Resulullah efendimizin rahatsız olmasına çok üzülürdü. Resûl-i ekrem Efendimizin harem-i şerîflerine destursuz girenleri görünce, bir gün dedi ki: Ne olaydı, emir geleydi de, Resûlullah'ın saadethânelerine destûrsuz girmeselerdi!.. Allahü tebâreke ve teâlâ, Hazreti Ömer'in sözüne muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi: "Ey îmân edenler! Resûlümün evine yemeğe davet olunmaksızın ve vaktine bakmaksızın girmeyin." (Ahzâb sûresi 53) İbni Abbâs buyurdular ki: Bu âyet-i kerîme bir grup hakkında nâzîl olmuştur. Onlar Resûlullah Efendimizin yemek vaktini gözleyip, o vakitte varıp, Resûlullah'ın yanında otururlar idi. Yemek gelir yerler idi. Sohbet ederlerdi. Dışarı gitmezlerdi. Resûlullah bir hizmetçisini, Hazreti Ömer'i çağırması için gönderdi. Kaylûle vakti idi. Hazreti Ömer uyumuştu. O hizmetçi bağırdı. Uyanmadı. Kapıyı açıp, içeri girdi. Hazreti Ömer'in teninden bir miktar açılmıştı. O hizmetçi hemen dışarı çıktı. Dedi ki: Ey Allahım, Ömer'i sen uyandır. Bir kere dahâ bağırdı. Hazreti Ömer uyandı. Hizmetçinin içeri girip, açılan yerini gördüğünü anladı. Üzüldü. Ne olaydı, sabah vakti ve kaylûle vakti ve akşam vakti, bu üç vakitte, halk evlerinde uyurlar. Allahü teâlâdan buyruk nâzil olsaydı da, birbirinin evine izin ile girselerdi. Hazreti Ömer'in sözüne muvâfık Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. "Ey îmân edenler! Sizin mülk-i yemininizde olan kız, erkek, köle ve hür çocuklarınızdan, bülûg çağına ermeyenler, üç vakitte yanınıza girerken, izin istesinler. Zîrâ sabah namazından önce, öğle vaktinde ve yatsı namazından sonra örtünmeniz zor olur. (Elbiseler değiştirilir.) Bu üç vaktin dışında, birbirinizin yanına girmenizde size, hizmetçi ve çocuklarınıza günâh yoktur. Allah size hüküm âyetlerini böylece bildiriyor. Allah sizin hâlinizi bilir. Ve İslamiyetin hikmetini icrâ eder. Çocuklarınız bülûg çağına erişince, onlardan önce bâlig olanların izin istediği gibi her vakitte izin istesinler." [Nûr sûresi 58] Uhud cenginde Ebû Süfyân henüz Müslüman olmamış iken dedi ki: "Bizim Uzza'mız var, sizin Uzza'nız yoktur." Ömer ibnül Hattâb cevap verip, buyurdu ki: "Bizim Mevlâmız var, sizin Mevlânız yoktur". Allahü teâlâ hazretleri Hazreti Ömer'in kaviline muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi: "... Mü'minlerin yardım görmesi ve kâfirlerin kahrolması, Allahü teâlânın mü'minlere velî olması ve yardım etmesidir. Kâfirlerin Mevlâsı, onların azâbını men eden bir yardımcıları yoktur." (Muhammed sûresi 11
.
Kim Ömer'i severse...
24 Haziran 2005 01:00
Resûlullah Efendimiz buyurdu: Kıyâmet günü dîn-i İslam mahşere güzel sûrette ve süslenmiş olarak gelir. Hak teâlâ bu durumu bilir iken, sorar ki, sen kimsin. İslâm der ki: Yâ ilâhel âlemîn! Ben İslamım. Allahü teâlâ buyurur. Bunu Cennet'e iletin. İslam der ki: Yâ ilâhel âlemîn. Beni azîz tutup, ikrâm eden kimseleri, azîz tutup, ikrâm etmedikçe, bana yardım edenlere yardım etmeyince ve bana yer verenlere, yer vermeyince, ben Cennet'e gitmem. Allahü teâlâ emreder ki: Var o kimseleri getir ki, seni azîz tutmuştur. Ve sana nusret etmiştir. O vakit İslam gelip, halkın safları arasında gezer. O sırada Ömer'i görüp, elinden tutup, seslenir "bağırır" ve der ki: İlâhî! Bu o kimsedir ki, beni herkes sürdüğü zaman, bana kendi yanında yer veren, kabûl eden, azîz tutandır. Halk beni o vakit ret ettiler. Bu kimse bana nusret, yardım etti. Halk beni kendilerinden uzak ettiler. Bu zât beni azîz etti. O vakit halk beni zelîl ettiler. Allahü teâlâ buyurur: Onu Cennet'e ilet. İslam der ki: Yâ Rabbel âlemîn! Tâ kıyâmete dek, her kim "Ömer'i sever" beni sever, onları da Cennet'e iletmeyince bunu iletmem. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl buyurur. Öyle yap! İslam mahşerde safların arasında dolanır. Her kim ki, Ömer'i sever. Onun elini tutup, Ömer ile Cennet'e iletir. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: Yâ Ömer! Cebrâîl (aleyhissalâtü vesselâm) benim yanıma geldi. Dedim ki; yâ Cebrâîl! Bana, Ömer bin Hattâb'ın göklerdeki fazîletinden haber ver. Dedi ki, yâ Muhammed! Ömer'in göklerdeki fazîletlerinden ve menkıbelerinden eğer sana haber verirsem, Nûh aleyhisselamın ömrünce -ki kavmi yanında bin seneden elli sene eksiktir- henüz fazîletlerini söylemeye kâdir olamam. Resûlullah Efendimiz buyurur ki: Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi ve dedi ki: Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu ki: Ömer'e benden selâm et! Ona haber ver ki, Onun rızâsı benim hükmümdür. Onun hışmı benim adlimdir. Hazreti Enes haber verdi: Resûlullah Efendimiz Ömer'in yüzüne bakıp, güldü ve buyurdu ki: Yâ Hattâb oğlu! Bilir misin niçin tebessüm ettim. Hazreti Ömer; Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Saadetle buyurdu: "Ondan dolayı güldüm ki, Allahü teâlâ, Arefe gecesi Arafat'ta bulunanlara inâyet nazarı ile nazar etti. Sana husûsî olarak nazar etti."
.
Okullar tatile girmişken...
24 Haziran 2005 01:00
Geçenlerde, yirmi yaşlarında bir okuyucum gelmişti. Namazında abdestinde, dini konularda hassas bir gençti. Her işinde dine uygun yaşamak için gayret ettiğini gördüm. Ancak konuşma sırasında Kur'an-ı kerimi okumasını bilmediğini öğrenince çok hayret ettim ve çok üzüldüm. Çocukluğunda, anne babasının öğretmediğini sonra da fırsat bulamadığını söyledi. Bir Müslümanın mukaddes kitabını okuyamaması, öğrenmemesi affedilecek bir hata değildir. Bu çok zor bir iş de değildir. Ciddi bir şekilde üzerine düşen bir kimse onbeş günde rahatlıkla öğrenir. Çok şükür kırklı yıllardaki gibi öğrenme yasağı ve engelleri ile karşı karşıya da değiliz. O yıllardaki bütün engellemelere rağmen, herkes yine de çocuklarına Kur'an-ı kerimi öğretmiştir, bilmiyen nerede ise yok gibiydi. En azından günümüze göre bilenlerin oranından çok yüksekti. Bunun için, bu rahatlıklar ve imkanlar içinde, kendimiz öğrenmez ve çocuklarımıza öğretmez isek bunun vebali büyük olur. Ahirette bunun hesabını veremeyiz. Tabii ki Kur'an-ı kerimi en kolay öğrenme zamanı çocukluk devresidir. Bunun için burada, anne-babaya büyük bir görev düşmektedir. Çocuklarına küçük yaşlarda tecvid üzere Kur'an-ı kerimi öğretmek ve namaz surelerini ve dualarını ezberletmek zorundadırlar. Çocuklar büyüdükten sonra, evlenip aile, iş meşgalesi başlayınca öğrenmesi zorlaşır. Bunun için okullar tatile girmişken, yaz tatili başlamışken camilere gönderip çocukların Kur'an-ı kerimi öğrenmeleri muhakkak sağlanmalıdır. Camilere göndermekle kalmayıp takibi de yapılmalıdır. Genelde çocuklar yaz tatilinde kursa gidiyorlar. Kur'an-ı kerimi öğreniyorlar. Okul başlayınca bıraktıkları için ertesi yaza kadar öğrendiklerini de unutuyorlar. Tekrar kursa gönderiliyor, tekrar unutuyorlar. Bu kısır döngü devam ediyor. Neticede Kur'an-ı kerim istenildiği gibi öğrenilemiyor. Bunun için anne-baba, yaz tatili sonunda ara verdirmeden devamını sağlamalıdır. Günde yarım sayfa da olsa ara verilmeden okutulursa unutulmamış olur. Anne baba, Kur'an-ı kerim okumasını biliyorsa kendileri bunu takip etmelidir. Bilmiyorlarsa, bilen ehil birini icabında eve çağırıp ücretini vererek özel ders verdirmelidir. Çocuklarımızı ilkokuldan itibaren üniversiteye kadar dershaneye gönderiyoruz, milyarlar harcıyoruz. Çocuklarımızın dünyalık geleceği için nasıl bu harcamaları yapıyorsak gerekiyorsa ücretle öğretmen tutup çocuklarımıza Kur'an-ı kerimi ve zaruri iman ve ibadet bilgilerini öğretmek zorundayız. Eğer bu konuda üzerimize düşeni yapmazsak, en azından derslerine verdiğimiz önemi Kur'an-ı kerimi öğrenmede göstermezsek, dinimize gereği kadar önem vermediğimiz manası çıkar ki, bu tehlikeli bir durumdur. Kur'an-ı kerimi öğrenmek, öğretmek ve okumak çok sevabdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "En hayırlınız, Kur'an-ı kerimi öğrenen ve öğreteninizdir." (Buharî) "Kur'an okuyun! Çünkü kıyamette şefaat eder." (Müslim) "Kur'an okunan yere rahmet yağar, melekler hazır olur." (Buharî) Bir Müslümanın evinde, Kur'an-ı kerimi bilenin olmaması, Kur'an-ı kerim okunmaması düşünülemez. Ecdadımız, Kur'an-ı kerime hürmet ve O'nun emirleri doğrultusunda çalıştıkları için üç kıt'aya hükmettiler, bütün dünyaya adalet ve güzel ahlakı yaydılar. Kur'an-ı kerim okumanın dünya ve ahirette sayısız faydaları vardır. Hadis-i şerifte, "Kur'an okunan evin hayrı artar, sakinlerini sıkmaz, melekler toplanır, şeytanlar oradan uzaklaşır. Kur'an okunmayan ev, içindekilere dar gelir, sıkıntı verir, bereketsiz olur. Melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya dolar" buyuruldu. Hiçbir Müslüman da, meleklerin uzaklaştığı, şeytanların dolduğu bir evi olsun istemez herhalde!
.
"Bu iyi gençtir!"
25 Haziran 2005 01:00
Bir genç, Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerinin yanına geldi. Ebû Zer o gence dedi ki: Benim için Hak teâlâdan istigfâr et, affedilmemi iste. O genç dedi ki: Yâ Ebâ Zer! Sen Hazreti Resûlullah'ın sohbetinde bulunmuşsun. Ben senin nasıl affolunmanı isterim. Ebû Zer; "olsun, iste" dedi. Genç dedi, bana haber ver ki, bende ne hayırlı işâret gördün ki, duamı ve istigfârımı istersin. Ebû Zer dedi ki: Bundan dolayı ki, sen Hazreti Ömer'in önünden geçiyordun. Hazreti Ömer, bu iyi gençtir, buyurdu. Ben ki, Ebû Zer'im. Resûlullah Efendimizden işittim ki, "Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömer'in dili üzerine koymuştur" buyurdu. Ya'lâ bin Ziyâd rivâyeti ile, Hazreti Hasen buyurdu ki: Bir vakit Hazreti Ömer, Ebû Zer hazretlerinin elini tutup, sıktı. Ebû Zer, elimi bırak, incittin, yâ İslam'ın kilidi, dedi. Hazreti Ömer; yâ Ebâ Zer, bu söylediğin nasıl bir sözdür? Ebû Zer dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn, hâtırlar mısın, falan vakit, falan günde Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: Eğer aranızda yayılacak fitnelerden korkuyor iseniz, Ömer'in bereketi ile onlar size erişmez. Yâ Ömer, sen İslam'ın kilidisin. Resûlullah buyurdu ki: "Meclislerinizi Ömer bin Hattâb'ı anarak zînetlendiriniz!" Ali bin Ebî Tâlib buyurdu ki: Sâlihler zikrolunduğu zaman, siz Ömer'in zikri ile olun. Zîrâ biz ki, Resûlullah'ın eshâbıyız. Hepimiz sekîne ve ârâmın Ömer'in dili üzerine olduğuna, ittifâk etmişiz. Mübârek bin Fudâle, Hasen'den rivâyet etmiştir. Resûlullah buyurdu ki: "İnsanoğlundan başkası, kendisi gibi bin kimseden dahâ kıymetli olamaz. Ömer ise bin mislinden dahâ hayırlıdır." Abdullah bin Mes'ûd'un rivâyeti ile gelmiştir. Dedi ki: Üç kimsenin firâseti gâyet iyi oldu. 1- Mısır azîzinin firâseti. Hazreti Yûsüf aleyhisselâm hakkında firâset edip, kendi zevcesine dedi ki; bunu mükerrem tut. Olur ki, ondan bize menfâat erişir. 2- Şuayb aleyhisselâmın kerîmesinin firâseti ki; Mûsâ aleyhisselâm davete gelmişti. Babasına dedi ki: Ey babacığım. Onu ücret ile tut. Kavî ve emîndir. 3- Hazreti Ebû Bekir Sıddîk'ın firâseti ki; kendinden sonra, hilâfeti Hazreti Ömer'e verdi ki, onda adâlet fehmetti. Bir gün Hazreti Ali bin Ebî Tâlib dışarı çıktı. Üzerinde çok güzel bir elbise vardı. Bu elbiseyi bana kardeşim, dostum, sâdıkım ve safiyyim Ömer bin Hattâb giydirdi, buyurdu...
.
Meleğin müjdesi
26 Haziran 2005 01:00
Ebû Bekir Sıddîk rivâyet etmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdu: "Eğer benden sonra Allahü teâlâ Peygamber gönderse idi, Ömer'i gönderirdi. Allahü teâlâ iki melek ile ona kuvvet vermiştir. Bunlar ona kuvvet verir. Ondan bir hatâ meydana gelecek olsa, ondan döndürürler. Doğrusunu yaptırırlar." Abdullah bin Ömer rivâyet etmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "İnsanlar birşey söyledi. Ömer de o hususta bir şey söyledi. Ömer'in kaviline muvâfık olarak ayet-i kerime nâzil oldu." Übeyy bin Ka'b rivâyeti ile gelmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Benden sonra, Allahü teâlânın yakın olduğu kimse, Hattâb oğludur. O kimse, Hak teâlânın kudreti ile elini tuttuğu, feryâdına eriştiği, selâm verdiği, Cennet'ine koyduğu kimsedir. O Ömer bin Hattâb'dır. Bu makâmda yakınlık mekân ile olmaz. O yakınlığı Allahü teâlâ ve ben bilirim. Ona bir kerâmet ve bir ni'met verir ki, başkalarına bu mertebe ve yükseklik olmaz." Resûlullah Efendimiz; "Şeytân Ömer'i gördüğü vakit, Ömer'in heybetinden yüzü üzerine düşerdi" buyurdu. Fadl bin Abbâs rivâyet etmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Ömer bin Hattâb benimledir. Ben Ömer bin Hattâb ileyim. Benim vefâtımdan sonra, Hak teâlâ Ömer iledir. Her nerede olursa olsun, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin hıfz ve emânında olur." Abdullah bin Abbâs rivâyet etmiştir. Resûlullah buyurdu ki: "Ömer'in Müslüman olduğu gün, Cebrâîl aleyhisselâm benim üzerime nâzil oldu. Ömer bin Hattâb Müslüman oldu diye meleklerin birbirine müjde verip, şâd olduklarını, bana haber verdi." Enes bin Mâlik rivâyet etmiştir. Resûlullah buyurdu ki: "Yâ Ömer! Sen benim ümmetim üzerine berekâtsın. Allahü tebâreke ve teâlâ senin şânında göndermiştir. Nâfile ibâdetlerden, zikir ve Kur'ân-ı kerîm okumağı gündüz kaçırdıklarını gece, gece kaçırdıklarını gündüz kazâ et." A'meş, Süfyân'dan ve Abdullah'dan rivâyet etmiştir. Dediler ki: Vallahi Ömer'in amelini terâzînin bir kefesine koysalar, diğer insanların amellerini de terâzînin diğer kefesine koysalar, Ömer'in amelinin ağır geleceğini zan ederiz.
.
"Onun gibisi gelmedi!"
27 Haziran 2005 01:00
Bir gün Hazret-i Ali oturmuş, sohbet ediyordu. Söz arasında bir kimse, Hazreti Ömer'i methetmeye başladı. Hazreti Ali buyurdu ki: Allahü teâlâ Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra, Ömer'e benzer kul halk etmemiş ve hiçbir babanın ve ananın Ömer gibi oğlu olmamıştır. O Ömer'dir ki, âlimdir. Hak teâlâ hazretlerinin dininin sınırlarını bilir. Allahü teâlâ İslam'ı onunla azîz etti, onunla adâlet etti. Böylece kendisi emîn oldu. İslamiyeti bilen fakîhtir. Emîr-ül mü'minîn Ömer, İslam dininde güzel âdetler bıraktı. İslamda ilk kâdıyı o tayîn etti. Postayı ilk kuran odur. Beyt-ül-mâl binâsı yaptırdı. Zekât ve başka malları buraya koyardı. Zindanı ilk binâ eden odur. Mescid ve câmileri şehirlerde o tertîb etti. Serhadları, sınırları o vazetti. Müezzin gibi hayırlı iş işliyenlere ücret verirdi. Îrân toprağı üzerine harâcı o tayîn etti. Cemâat ile, Ramazân ayında terâvîh namazını âşikâre kıldı. Resûlullah terâvîh namazı kılardı, fakat âşikâr etmezdi. Allahü teâlânın terâvîh namazını ümmeti üzerine farz edeceğinden ve onların meşakkat çekeceğinden çekinirdi. Hazreti Ömer'de bu mertebe yükseklik var idi ki, adâletin, heybetin, siyâsetin, gayretinin sesi ufuklara yayılmış iken, bir zerre kibir ve ucb kendi nefsinde yoktu. Kendini cümleden aşağı görürdü. Kendi eli ile yaptığı işleri kimse gücü yetip, yapamadı. Der idi ki: Ey Müslümanlar, çalışın, başkaları üzerine yük olmayın. Pazarda, çoluk-çocuğumun nafakasını temîn etmek için çalışırken öldüğüm yer, bana en sevimli yerdir. Çalışmayı bırakıp da Allahü teâlâ rızkımı verir demeyiniz. Allahü teâlâ gökten altın ve gümüş göndermez. Âdet-i kerîmesini değiştirmez. Cümle mubâhları gözler önüne sermiştir. Vera ve takvâsı o mertebede idi ki, sadaka sütünden bir içim Hazreti Ömer'e verdiler. İçti. Sonra anladı ki, buna lâyık değil idi. Parmağını boğazına soktu. O sütü kay etti. O kadar zorluk ve mihnet çekti ki, mubârek rûhu bedeninden ayrılıyor diye korktular. Bir gün evine girdi. Hâtununun sandığından misk kokusu duydu. Buyurdu ki: Bu ne kokusudur? Hâtunu dedi ki: Fakirler için olan miski satarken elime kokusu sindi. Sandığa dokundum. Ömer o sandığı alıp toprağa o kadar sürdü ki, asla kokusu kalmadı. Lâkin Ömer bundan murâdı şu idi ki; küçük zararlara göz yumarak, büyük zarara yakalanmayalar. Veyâ harâm korkusundan bir helali terk etmiş olup, müttekîler sevâbını bulmak için yapılmış olur...
.
Mecusinin imanı...
28 Haziran 2005 01:00
Hazret-i Ömer'in başkomutanı Sa'd, Kûfe'de bir saray binâ etmek arzû etti. Saray yapacağı yerin bir tarafı bir Mecusî'nin evine bitişik idi. Sa'd, Mecusî'yi çağırıp, dedi ki: O evi bana sat. Sa'd çok para verdiği hâlde, Mecusî satmadı. Hâzır olanlar, dediler ki, bu Mecûsi'ye bu kadar ricâ etmeye ne lüzûm vardır. Sen o evi al ve bedelini de ver. Mecusî de bunu işitip, korktu ki, Sa'd böyle yapacak. Evine varıp, hanımına dedi ki: Ne tedbîr alalım. Hanımı dedi ki: Onların bir emîrleri var ki, ona emîr-ül mü'minîn Ömer derler. Kalk onun yanına varıp, Sa'd'ı şikâyet et. O emir buyurur, Sa'd da elini senden çeker... Mecusî de kalkıp, Medîne-i Münevvereye vardı. Sordu ki, Emîr-ül mü'minînin sarayı nerededir. Onun sarayı yoktur. Kendisi dışarıya, sahrâya çıkmıştır, dediler. O Mecusî sâir emîrler gibi şehir hâricine avlanmaya gitmiştir zan etti. Şehir hâricine çıkıp, etrâfı gözetip, hangi tarafından haşmetle ve hizmetkârları ile gelecek diye baktı. Hiçbir taraftan bir toz eseri dahî kalkıp görülmedi. Hazreti Ömer ise, kamçısını başının altına koyup, toprak üzerinde uyumuş idi. O Mecusî onu gördü. Lâkin onun Emîr-ül mü'minîn olduğunu bilmiyordu. Uyandırdı ve dedi ki: Emîr-ül mü'minîn hangi tarafa gitmiştir. Hazreti Ömer buyurdu ki: Onu niçin soruyorsun ve ne istersin? Mecusî dedi ki: Sad'dan ona şikâyete geldim. O evimi cebren elimden almak ister... Hazreti Ömer oradan kalkıp, saadethânelerine geldiler. Hizmetçiye buyurdular ki: Bir parça kâğıd getir, Sa'da bir nâme yazacağım. Hizmetçi aradı, kâğıd bulamadı. Buyurdular ki: Bir parça deri de olursa, getir. Hizmetçi bulamadı. Bir koyun küreği bulup, getirdi. Üzerine "Bismillâhirrahmânirrahîm. Yâ Sa'd! Bu nâme sana eriştiği zaman hasmını hoşnut et. Veyâ kalkıp huzuruma gel!" diye yazdı. O kürek kemiğini Mecusî'ye verdi. Mecusî onu alıp, evine geldi. Hanımı dedi ki: Ne yaptın? Hayret ki, bu uzun yolu gittim. Bu kadar meşakkat ile; elime yazılmış bir parça kemik verdiler, dedi. Hanımı dedi ki: Mâdemki getirdin, Sa'd'a onu götür arz et. Bakalım ne söyler... Mecusî de kalkıp, Sa'd'ın yanına gitti. Sa'd hazretleri namazını kılıp, saray kapısında oturmuştu. Halk, karşısına saf bağlayıp oturmuşlar idi. Mecusî kürek kemiğini Sa'd'ın karşısında tutup, durdu. Sa'd'ın gözü onu görünce, Emîr-ül mü'minîn Hazreti Ömer'in yazısı olduğunu anlayıp, çehresi değişti. Dedi ki: Her ne ister isen bana söyle. Beni Emîr-ül mü'minîn Hazreti Ömer'in huzuruna çıkarma ki, ben Ömer'in siyâsetine tâkat getiremem. Hemen o Mecusî, aklı başından gidip, düştü. Bir zaman sonra ayıldı. Dedi ki: Yâ Sa'd! Bana İslam'ı arz eyle, deyip, Müslüman oldu. Evini ona, hüsn-i rızâsı ile bağışladı.
.
"Boynunu vururdum!"
29 Haziran 2005 01:00
Bir gün Hz. Ömer Resûlullah Efendimizin arkasında namaz kılıyordu. Resûl aleyhisselâm sûre-i Vennaziatı okuyordu. Surede Fir'avnun yaptıklarından bahsediliyordu. Hz. Ömer hiddetlenip "Eğer ben orada hâzır olaydım, boynunu vururdum" dedi. Namaz edâ edildikden sonra, Resûlullah Efendimiz, Fir'avnun kavmine, "Ben sizin ulu tanrınızım dedi" olan âyet-i kerîmeyi okuduğunda, Hazreti Ömer'in gayret damarı kabarıp yukarıdaki sözü söylediği için, "Yâ Ömer, namazda konuştun. Namazını yeniden kıl", buyurdu. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emrini eriştirip, buyurdu ki: "Yâ Resulallah! Ömer'e namazı yeniden kıl diye söyleme! Biz o namazı kabûl ettik. O namazı cümle ümmetin namazına berâber ettik ki, biz çok gayretli, sevdiğini kayırıcı kimseleri severiz." Hazreti Ömer bir bayram günü, Hazreti Resûlullah'ın huzur-ı şerîflerine geldi. Mescide vardılar. Sonra yola çıktılar. Medîne-i Münevverenin çocukları Server-i kâinâta yapışıp, bayramlık istediler. Hazreti Habîbullah buyurdu ki: Yâ Ömer! Beni bunlardan satın al, kurtar. Hazreti Ömer de gidip, bir parça et ve bir miktar hurma ve meyve getirip, çocuklara verdi.Çocuklar uzaklaştı. Resûlullah buyurdu ki: Yâ Ömer! Sen beni Mâlik bin Za'rin, Yûsüf aleyhisselâmı aldığından dahâ ucuza aldın. Mâlik, Yûsüf'u birkaç dirheme aldı. Sen beni meyveye ve ete aldın. Ömer dedi ki: Yâ Resûlallah! Her ne kadar Yûsüf aleyhisselâmdan ucuz aldım ise de, ondan güzel ve şirinsin. Hazreti Ömer öyle bir mert idi ki, onun gölgesinden iblîs kaçardı. Mısır'daki Nil nehri kurumuş iken, onun mektubu ile aktı. Onun kamçısı ile zelzele durdu. Heybetinden ve onun sesini Medîne-i Münevverede hutbe okurken, Irâk'tan işittiler. Allahü teâlâ onun rey'ine uygun âyet-i kerîme gönderdi. İslâm onunla kuvvetlendi. Aslan onun yastığının bekçiliğini yapardı. Onun yükünü çekmekten yer ve gök âciz kalırdı. Bir gün Resûlullah Efendimiz, saadetle otururlardı. Ömer bin Hattâb meclis-i şerîfinde hâzır oldu. Hazreti Server-i âlem buyurdu ki: "Yâ Ömer, bana ilâhî emir gelmiştir ki, adâlet nûrunu, Ömer bin Hattâb'a ver. Şimdi sana verdim. Cihânda adâlet etmek senin nasîbindir."
.
"Ömer'den âdilini bulamadım!"
30 Haziran 2005 01:00
Ebû Bekir Sıddîk hazretlerinin bu dünyadan göç etmek vakti yaklaşınca bir vasiyetnâme yazdı. Halife olacak şahsın ismini yani Hazreti Ömer'i yazdı. Eshâbdan bazıları gelip, dediler ki: Niçin böyle ettin, Ömer bin Hattâb sert tabî'atlı kimsedir. Allahü teâlâ huzurunda, Ömer'i Müslümanlar üzerine getirdiğinden dolayı, ne hüccet getirirsin? Sıddîk buyurdu ki: Beni kaldırın, oturtun. Oturup, buyurdu ki: Eğer Hak teâlâ, benden niçin Ömer'i halife ettin diye sual buyurursa, ben Cevap veririm ki; yâ ilâhelâlemîn. O gün yeryüzünde, Ömer'den âdil kimse bulamadım. O sebebden Ömer'i halife tayîn ettim... Sonra Hazreti Ömer hilâfet makâmına oturdu. Etraftan insanlar gelip, sorarlardı emîr kimdir diye. Kurt koyun ile berâber su içip, dolaşır, hiç ziyân etmez. Hazreti Ömer o kadar âdil davrandı, adâlet gösterdi ki, Müslümanlar maksadlarına kavuştular. Dul kadınlara suyu kendi çekerdi. Ve unu kendi satın alırdı ve kendi götürürdü. Hamallara yardım ederdi. Der idi ki: Bir miktar yol ben götüreyim ve bir miktar sen götür. Köle ve câriye su çekmekten veyâ un öğütmekten âciz kalmış ise, yardım ederdi. Geceleri Abdürrahmân bin Avf ile berâber şehri dolaşıp, bekçilik ederdi. Abdürrahmân bin Avf der ki: Ben Hazreti Ömer'den acâiblikler gördüm. Ne gördün, dediler? Buyurdu ki: Hayatta olsa, ben söylemeye kâdir olmazdım. Birisi odur ki; her gece ikimiz şehri dolanırdık. Bir mahalleye varırdık. Ömer bana der idi ki: Sen burada dur. Ben de muhâlefete kâdir olamayıp, dururdum. Varıp, bir zamandan sonra, gelirdi. Sual etmeye de cür'et edemezdim. Vefâtlarından sonra bir gece o mahalleye varıp, bir ev içine girdim. Bir ihtiyâr kadın gördüm. Kendi kendine "acabâ ne oldu ki, Ömer bu gece gelmedi" diyordu. Ben dedim ki: Ey hâtun! Ömer dünyadan göçtü! Kadın bunu işitince, bir âh çekip, bayıldı. Sonra aklı geri geldi. Dedi ki: Ey Allahım! Bana yardımda bulunan Ömer'i affet. Ona dedim ki: Ne yardım ederdi. Gündüz vakti üzerimi kirletirdim. Onu dışarıya bırıkırdım o gelip yıkardı. Bana yiyecekten ne nesne gerek ise, getirirdi. Dedim ki: Ey hâtun! Ben de Ömer'in arkadaşıyım. Eğer o gitti ise ben sağım. Ben Ömer'in yaptığı işleri yapayım. Beni çağırıp, dedi ki: Ömer'in yerini kim tutabilir. Eğer Ömer'in arkadaşı isen, bana dua eyle, yardım et. Hemen dedi ki: Yâ ilâhel âlemîn! Ben o hastalığı Ömer'in yardımı ile çekerdim. Ömer gitti. Benim rûhumu kabz eyle ki, ben Ömer'siz ömür istemem... Bunu dedi, o sâat duası makbûl olup, dünyadan göç etti. Ben ağladım. Techîz ve tekfînini yapıp, defnettim.
.
Yükünü taşıtmadı...
1 Temmuz 2005 01:00
Abdürrahmân bin Avf hazretleri anlatır: Hazreti Ömer bir gece bir tulumu su ile doldurup, arkasına almış, Medîne-i Münevvere köylerine giderken yorulmuş. Ben dedim ki: Ya emîr-el mü'minîn, yorulmuşsunuz! Bana ver, biraz da ben götüreyim. Bana; eğer bugün sen benim tulumumun yükünü götürür isen, yarın benim günahımın yükünü kim götürür, buyurmuştu... Oğlu Abdullah babasının vefâtlarından bir sene sonra onu rüyada görmüş. Sabahleyin başı açık dışarı gelip, mescid-i şerîfe vardı. Seslenip, dedi ki: Ey Sahâbîler, toplanın. Babamın selâmını size getirdim. Hepsi toplandılar. Orada Abdullah hazretleri buyurdu ki: Dün gece babamı rüyada gördüm. Dün geceye kadar, babamın âhirete göç edişi bir sene oldu. Resûlullah Efendimize babamı rüyada göreyim niyeti ile salevât getirirdim. Fakat, göremezdim. Tâ dün gece gördüm. Babamın yüzü değişmiş. Dedim; ey baba! Bu ne hâldir. Senin yüzünün rengi kırmızı idi. Dedi; ey oğul, şimdi kurtuldum. Şimdiye kadar muhâsebede idim. Dedim; ey baba nasıl muhâsebe (hesâb) olundun. Hesâbın biri bitmeden biri başlıyordu. Hâl bir yere erişti ki, beyt-ül-mâla âit sadaka develerinin bir yuları var idi. Birçok yerden bağlamıştım. Artık deveye takacak yeri kalmamıştı. Dışarı atmıştım. Cenâb-ı Rabbil âlemînden azarlayıcı hitap geldi ki; niçin o yuları attın! Müslümanların malını zâyi' ettin! Ey baba, bu itâbdan ne sebeple kurtuldun? Dedi ki; ey oğul! Bir gün Hasan ve Hüseyin hazretleri babanın yanına gelmişlerdi. Selâm verdiler. Oturdular. Baban, Müslümanların işi ile meşgûl idi. Selâmlarını işitmedi. Sonra işi bitti. Buraya gelin. Onlar dediler; biz selâm verdik. Baban dedi; işitmedim. Baban kalktı. Onların yanına vardı. Onların ikisi de ayağa kalktılar. Baban ikisinin de elini öptü. Hazîne ile meşgûl olan hizmetkâra buyurdu ki; iki kaftan getir. Her birini birine giydir. Onlardan sonra özür dileyip, dedi ki; bizden râzı olun ki, bilmedik, kusur ettik. Hasan ve Hüseyin, babalarının huzurlarına vardılar. Dediler ki: Emîr-ül mü'minîn Ömer bize hil'at verdi [elbise verdi]. Hazreti Ali çok memnûn oldu. Oğullarına dedi ki: Hazreti Ömer'e gidin ve ona, Resulullah Efendimizin: "Ömer hayatta olduğu müddetçe İslamın nuru, vefatından sonra da Cennet ehlinin ışığıdır" buyurduğunu haber verin. İşte bu müjde sebebiyle hesaptan kurtuldum.
.
"Üçüncü Dalga" korkusu!
1 Temmuz 2005 01:00
Son yıllarda Batı'yı üçüncü büyük İslamî dalga korkusu sardı. AB ülkelerinin Türkiye'yi içlerine almada gösterdikleri direncin sebebi bu korku. Kendi bilim adamları tarafından yapılan araştırmalar sonunda hazırlanan rapora göre; birinci büyük dalga, Asr-ı saadet dediğimiz dört büyük halife zamanındaki dalga. Daha hazret-i Ömer devrinde İslamiyet; Arap Yarımadasından dışarı taşıp, Kuzey Afrika'dan Türkistan'a, Azerbaycan'dan Yemen'e kadar iki milyon kilometre karelik büyük bir alana yayılmıştı. Bu dalga, İslam âlemine sokulan fitnelerle, bozuk akımlarla durdurulmuş, uzun bir duraklamadan sonra, Osmanlılar zamanında tekrar ivme kazanmıştı. Batı'nın tespit ettiği ikinci büyük İslamî dalga işte budur. Osmanlılar, İslamın yayılmasına hız vererek Avrupa'nın içlerine, Viyana kapılarına kadar dayanmışlardı. Avrupa, tamamen İslamın kontrolüne girme tehlikesi ile karşı karşıya gelmişti. Osmanlının varlığını kendileri için büyük bir tehlike gören Batı, canhıraş bir gayretle öncelikle Osmanlı'yı Avrupa'dan atma ve sonra da tamamen yok etmeyi hedef aldı. İçeriden ve dışarıdan yaptığı yıkıcı faaliyetlerle buna mavaffak oldu. Onların hesabına göre, Osmanlı'nın yıkılmasıyla; hamiliğini yaptığı İslamiyet de yıkılacak, yok olacaktı. Fakat hesap tutmadı. 20. yüzyılda, komünizmin zulmünden, kapitalizmin acımasızlığından ve Hristiyanlığın içi boş, akla mantığa ters inancından dolayı dünyada, yeni bir inanç ve sistem arayışları baş gösterdi. Neticede insanlar İslama yönelmeye başladı. Batı, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmayı planlarken, kendi içlerinden, Hristiyanlardan da gayri ihtiyari bir İslam merakının uyandığının farkına vardı. Batı, önüne geçemediği bu yönelişe de üçüncü büyük İslamî dalga adını verdi. Batı'nın yeni planı, projesi muhakkak gerçekleşeceğine inandığı bu dalgayı kendi kontrolüne almaktır. Kendilerinin organize ettikleri, yönlendirdikleri sözde İslamî hareketler ile bu dalgayı kontrolleri altında tutmak. Bu proje kapsamında hiçbir masraftan da kaçınmıyorlar. Bu gaye için 2005 yılında ayırdıkları bütçe 10 milyar dolar! 23 İslam ülkesinde dağıtılacak para bu. Amaç, dizayn ettikleri dini kabul ettirmek. Yani dinde reforma, İslamın Protestanlaştırılmasına razı etmek. Nihai hedef ise; fıkhı, emir ve yasağı olmayan içi boşaltılmış bir İslam!.. US News&World Report'in haberine göre, İslâm dininde reform yaşanması için dünya çapında olağanüstü gayret gösterilmektedir. Bütçesi 21 milyar doları aşan Uluslararası Kalkınma Ajansı, bütçesinin yarıdan fazlasını 'İslâm dünyasına yardım' için kullanmaktadır. Bu kuruluş, 24 ülkede İslâmî radyo ve televizyon programlarına, dini okullara, İslâmî düşünce üretim kuruluşlarına, 'ılımlı İslâm'ı teşvik eden faaliyetlere mali yardım yapmaktadır. (Güler Kömürcü, Akşam, 3.6.2005) Bu maksatla, geçen nisan ayında, Katar'ın başkenti Doha'da yapılan toplantıda, kolay kolay bir araya getirilmesi zor 200 katılımcı bir araya getirildi. Burada, İslam ülkelerinden gelen temsilcilere, Batı'nın İslamî reformlardaki kararlılığı dile getirilerek aba altından sopa gösterildi. Ancak, onlar istemese de, İslamiyet varlığını sürdürecek. Nitekim ayet-i kerimde mealen "Onlar, Allahın nurunu söndürmeye yelteniyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır"buyuruluyor. (61/ Peki bu durumda fert bazında bizim yapmamız gereken ne? Onların, reform yapıp bozmak istedikleri gerçek İslamı, klasik fıkıh ve ilmihal kitaplarından iyice öğrenmek ve yaşamak... Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Hz. Ömer'e gelin oldu!..
2 Temmuz 2005 01:00
Bir gün Hazreti Ömer Medîne-i münevverede gidiyordu. Bir ihtiyâr kadın yol kenârında durmuş idi. Bir başka kadın ona dedi ki: İçeri gir, emîr-ül mü'minîn Ömer gidiyor. Acûze "ihtiyâr" kadın, başını dışarı çıkarıp dedi ki: Kimdir, emîr-ül mü'minîn. Bir merd idi ki, ona dün Ömer derler idi. Bugün emîr-ül mü'minîn mi oldu? Hazreti Ömer o sözü işitti. Geri döndü, dedi ki: Ömer'i Ömer'e gösteren o kadın kimdir. Ömer'in kendini tanımasına, anlamasına sebeb oldu. Ondan sonra her gün o acûzenin (ihtiyâr kadının) kapısına gelirdi ve derdi ki: Atılacak çöpün var ise atayım, hizmetin var ise göreyim. Destin boş ise ver, su getireyim. Zîrâ Ömer'i senden gayri kimse tanımadı... Hazreti Ömer bir gece yine Medîne-i münevverede geziyordu. Bir kadın evi içinde kızına dedi ki: Kızım bir miktar su getir, sütün içine kat. Kızı dedi ki: Emîr-ül mü'minîn nidâ ettirmedi mi, süte su katmayınız. Kadın dedi ki: O şimdi burada değildir. Kız dedi ki: Ömer burada değil ise, Rabbi görüyor!.. Hazreti Ömer onun sözünü işitti. Geldi, oğluna dedi ki: Senin için bir kız buldum. Onu sana alayım. Ertesi gün o kadının kapısına geldi. Dedi ki: Kızını benim oğluma ver. Kadın dedi ki: Bende o cür'et yoktur ki, bunu kalbimden geçireyim. Hazreti Ömer buyurdu ki: Ben o kızdan işittim söylediği o sözü ki hoşuma gitti. O kızı kendi oğlu Âsım hazretlerine aldı. Abdül'azîz o kızın evlâdından oldu. Abdül'azîzden emîr-ül mü'minîn Ömer bin Abdül'azîz hazretleri vücûda geldi. Onun hilâfeti zamanında kurt koyun ile gezerdi. Hazreti Ömer bir gece şehri gezerken bir evden çeşitli sesler işitti. Hemen dama çıktı. Damdan o eve girdi. Gördü ki, bir kişi bir kadın ile oturmuş. Orta yerde de şarap var. Hazreti Ömer; bu kadar günâhın cezâsını çekmeyeceğini mi zan ediyorsunuz, dedi! O kişi dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Ben bir günâh işledim ise, sen dört günâh işledin. Birincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki, "Evlere kapılarından giriniz" sen damdan girdin. İkincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki: "Evlerinizden gayrî evlere izin alıp, ehli üzerine selâm vermeyince girmeyiniz." Sen fermân dinlemeden girdin. Üçüncüsü; Allahü teâlâ buyurur: "Tecessüs etmeyiniz." Sen tecessüs ettin. Dördüncüsü; Allahü teâlâ buyurur, "Sû-i zân etmekten sakınınız." Sen sû-i zan ettin!.. Bu sözler gönlüne çok tesîr etti. Pişmân oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etti. Hazreti Ömer'in adâleti ve siyâseti bereketi ile, o kişi de tövbe edip, iyiler zümresinden oldu.
.
Önce fıkıh bilgisi
2 Temmuz 2005 01:00
Öğrenilmesi farz veya vâcib olan fıkıh bilgilerini öğrenmemek büyük günâhtır. Bunun için eskiden bu bilgileri bilmeyenin, bilip de yapmayanın İslâmiyette şâhidliği kabûl edilmezdi. Kadı mahkemede şâhidlere i'tirâz olunduğu zaman, fıkıhtan sorardı. Bilemezse şahidliğini kabûl etmezdi. Dinimizde bilinmesi gereken din bilgilerini bilmek, öğrendikten sonra bildiği ile amel etmek çok önemlidir. Bunun için her Müslümanın bilmesi gereken hususları öğrenmesi şarttır. Kur'ân-ı kerîmden namaz kılacak kadar ezberlemek farzdır. Bunu öğrendikten sonra, fıkıh bilgilerinden farz-ı ayn olanları öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmin fazlasını ezberlemekten daha iyidir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemek, hâfız olmak farz-ı kifâyedir. İbâdetler ve alışveriş için lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise farz-ı ayndır. Helâlden, harâmdan zaruri bilgileri ezberlemek lâzımdır. İlmihâllerdeki bilgilerin tamamını öğrenen kimse bu bilgileri öğrenmiş olur. Bunların bir kısmı farz-ı ayndır. Bir kısmı da farz-ı kifâyedir. Herkese, işine göre, lüzûmlu olanlar farz-ı ayn olur. Fakat hepsini öğrenmek, Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekten daha iyidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde fıkıh ilmini övmektedir. Bir fıkıh âlimi, bin zâhidden daha kıymetlidir. Fıkıh bilgileri, ancak dört mezhebin âlimlerinden öğrenilir. Ehli sünnete göre dört mezhebden birinde bulunmayan fıkıh bilgisi ile amel etmek câiz değildir. Tefsîr ilminin kâideleri kurulmamış, kollara ayrılmamış, sonuna varılmamıştır. Her âyetin çok tefsîri vardır. Hepsini Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Önce, îmânı Ehl-i sünnet i'tikâdına uygun hale getirmelidir. Sonra farzları, harâmları öğrenmek farzdır. Bunları öğretmek ve kendine lâzım olandan başka fıkıh bilgilerini öğrenmek farz-ı kifâyedir. Fıkıh kitabı okuyanlar, müctehidlerin ömürlerini feda ederek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıkları hazır hükümleri öğrenirler. Âyetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ihtiyacından kurtulurlar. Zaten Hicrî dördüncü asırdan sonra, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarabilen âlim kalmadı. Farz-ı kifâye olanları bilen, yapan var iken, bunları öğrenmek müstehab olur. Bunları yapmak nâfile ibâdet olur. Namaz kılacak kadar Kur'ân-ı kerîm ezberleyen kimsenin, boş zamanlarında daha çok ezberlemesi, nâfile namaz kılmasından daha çok sevâb olur. İbâdetlerinde ve günlük işlerinde lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmesi ise, bundan daha çok sevâb olur. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgilerini öğrenmek de, nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır. Lüzûmundan fazla fıkıh bilgisi öğrenirken, tasavvuf bilgilerini ve âriflerin sözlerini ve hâl tercümelerini öğrenmesi de müstehab olur. Bunları okumak, kalbde ihlâsı artırır. Fıkıh bilgilerini, derin âlimler, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlardır. Bunlar, ancak fıkıh kitaplarından ve fıkıh âlimlerinden öğrenilir. Farz-ı ayn olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nâfile olan tefsîr okumak, câiz değildir. Zâten, müctehid olmayanların, tefsîrden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkânsızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkanın âlimleri, tefsîrlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, diğerlerinin tefsîrden ne anlayabileceğini düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsîrleri okuyanlar, böyle felâkete düşerse, Seyid Kutup, Abduh, Ömer Rızâ vb. dinde reformcuların, mezhepsizlerin tefsîr adındaki kitaplarını okuyan acabâ ne olur? Bu büyük tehlikelerden kurtulmanın tek yolu, güvenilir kimselerin yazdığı ilmihal kitaplarından dinimizi öğrenmektir. Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Köleden özür diledi!
3 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Ömer bir gün, mübârek başını koyup, yatacaktı ki, tam o sırada bir köle, seslenip, dedi: Kalk, yâ Emîr-el mü'minîn. Önce bana insâf eyle. Rabbül âlemîn kıyâmet günü benim hakkımı senden alır. Hazreti Ömer acele kalkıp, onun sözü gönlüne fazla tesîr etti. Buyurdu ki: Ne iş yaparsın. Yardım edeyim. O köle dedi ki: Ben düşkün, hasta bir kişiyim. Elbisemi yıkayasın ve temizleyesin. O kendi esvâblarını çıkardı ve dedi; yâ Emîr-el mü'minîn! Sen esvâbını bana ver; giyineyim ki, çıplaklığa sabredemem. Hazreti Ömer esvâbını çıkarıp, ona verdi. Kendi beline bir peştamâl bağladı. Kölenin elbisesini yıkadı. Ondan özürler diledi. Yumuşak sözler ile helallik diledi. Köle dedi; yâ Emîr-el mü'minîn, eğer sana acımasam, helal etmezdim. Sen bilirsin ki, kıyâmet gününde, şarktan-garba Müslümanların çıplakları ve açları ve zayıflerı ve fakîrleri ve mübtelâları haklarından seni sual ederler. Allahü teâlâ bunların haklarından sana sual eder, sen ne cevap verirsin. Ömer çok ağladı. Yine köleden özürler diledi. Gönlünü hoş etti. Kendi elbisesini ona bağışladı. Ağlayarak geri döndü... Hazreti Ömer'in zamanında bir kervân, bir gece vaktinde Medîne-i münevvereye geldi. Kervândakilerin hiçbiri Müslüman değildi. Konakladıkları gibi hepsi uyudular. Zîrâ yorulmuşlardı. Develerini ve yüklerini himâyesiz koydular. Ömer bu hâlde onları uyumuş gördü. Düşündü ki; sakın olmaya ki, bunların mallarını çalarlar, ben mes'ûl olurum. Bu endîşe ile Abdürrahmân bin Avf'ın yanına vardı. Abdürrahmân bin Avf sordu; yâ Emîr-el mü'minîn! Bu vakitte ne iş için geldiniz. Buyurdu ki: Yâ Abdürrahmân! Bir kervâna uğradım. Konmuşlar ve hepsi uyumuşlar. Korktum ki, onların malları çalınır. Bana muvâfakat et, varalım, onları bekleyelim... İkisi varıp, beklediler. Sabah vakti oldu. Ömer; "Es-salât, es-salât", deyip, seslendi. Uyandılar. Emîr-ül mü'minîn dönüp, evine geldi. Kervân halkından bir kimse, Emîr-ül mü'minînin, arkasından gitti. Bu kimdir ki, bunları sabaha kadar bekledi. Onu başkalarından sual etti. Dediler, o emîr-ül mü'minîn Ömer hazretleridir. Yeryüzündeki insanların en iyisidir. O kişi de varıp, kervân halkına haber verdi ki, emîr-ül mü'minîn Ömer kendisi gelip, biz uyurken kervanımızı beklemiş. Dediler, onun gayri Müslimlere bile bu derece şefkat ve merhameti olduğuna göre, Müslümanlara ne derecede merhametlidir. Biz anladık ki, onun dîni hak dindir... Hepsi kalkıp, Hz. Ömer'in huzur-ı şerîflerine varıp, Müslüman oldular...
.
Selmân-ı Fârisî'yi azletti!
4 Temmuz 2005 01:00
Emîr-ül mü'minîn hazreti Ömer, Selmân-ı Fârisî'yi Fârîs vilâyetine vâlî tayîn etti. Ebû Mûsel Eş'ârî hazretlerini de hâkim tayîn etti. Her birine beyt-ül mâldan iki dank tayîn buyurdu. Buyurdular ki; beyt-ül-mâldan bir mescid binâ ediniz. Selmân vardı, Emîrlik işleri ile uğraşmaya ve mescid binâ etmeye başladı. Ebû Mûsel Eş'ârî başka bir yerde oturup, Müslümanlar arasında hükmetmeye başladı. Selmân kendi ücretinden iki dank aldı. Bir dankı ile Şâmî kilim aldı. Zîrâ hastalığı vardı. Şâm yapısı o kilim hastalığa faydalı idi. Bir danka iki arpa ekmeği aldı. Yemekten sonra, kendi kilimini döşeyip, üzerinde bir miktar uyudu. Ebû Mûsel Eş'ârî, Emîr-ül mü'minîn katına mektup yazdı: Yâ Emîr-el mü'minîn! Selmân, Resûlullah'ın yaşayışını ve Eshâb-ı güzînin hâllerini bırakıp, çeşitli nefîs yemekler ile meşgûl olur ve yumuşak eşyâ üzerinde uyur. Müslümanların işleri ile meşgûl olmaz. Hazreti Ömer o mektubu okudu. Bir kimse gönderip, Selmân'ı azletti, görevden aldı. Geri yanına çağırdı. Selmân Medîne-i münevvereye geldi. Ahâli karşılamaya çıktı. Hazreti Ömer de karşılamaya çıktı. Selmân-ı Fârisî Hazreti Ömer'i görüp, deveden indi. Yanına varıp, müsafehâ etti. Sonra, Selmân dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Benim hakkımda ne işittin ki, beni azlettin? Hazreti Ömer iki arpa ekmeğini ve Şâmî kilim üzerinde uyuduğunu söyledi. Selmân, kendi hastalığını söyledi ve tövbe etti. Bir dahâ etmem, dedi. Emîr-ül mü'minîn Hazreti Ömer buyurdu ki: Yâ Selmân! Allahü teâlânın izzü ve celâli hakkı için, eğer benim halimden sen de bir nesne işittin ise ki, sana mekrûh gelen, uygun gelmeyen bir şey, bana haber ver, tâ ben de tövbe edeyim. Selmân dedi: Yâ Emîr-el mü'minîn, işittim ki, senin iki kaftanın vardı. Biri eski, biri Cum'a namazından dolayı yeni idi. Sen bilirsin ki, bizim Peygamberimizin hiçbir vakit gömleği iki olmadı. Emîr-ül mü'minîn buyurdu ki: Yâ Selmân, bir zaman iki gömlek edinmiştim. Lâkin, birisini fukarâya verdim. Tövbe etmiştim ve iki elbise kullanmayacağıma da söz verdim. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ bana ümmetimden dört yüz bin kimseyi Cennet'e koyacağını va'detti." Hazreti Ebû Bekir, bize ziyâde et yâ Resûlallah, dedi. Buyurdu ki: İki elini avuç yapıp, bunun kadar, buyurdu. Yine Ebû Bekir dedi ki: Bize ziyâde et, çoğalt yâ Resûlallah! Yine öyle buyurdu. Hazreti Ömer dedi ki: Bütün ümmeti Allahü teâlâ Cennet'e koymağı irâde etse idi, bir avuçta koyardı. Resûlullah "Ömer doğru söyledi" buyurdular.
.
Yer ona boyun eğdi!
5 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Ömer Îrân bölgesini fethetti. Deve, at, altın, koyun ve sığır gibi çok ganîmet getirdiler. Emîr-ül mü'minîn bütün o ganîmeti taksîm etti. Kendisine asla birşey alıkoymadı. Evine gece vakti geldi. Ev ehli dediler ki: Niçin bizim için iki dirhem getirmedin? Yemek için, bu gece evde hiç yiyecek yoktur! Hazreti Ömer buyurdu ki: Ey hâtun! Korktum o tâifeden olmaktan ki, Allahü teâlâ hazretleri Kur'an-ı kerimde buyurur: "... Dünya hayâtında güzel ni'metleri yiyerek, iyi işlerinizin sevâbını giderdiniz. Onlardan faydalandınız, yeryüzünde kibirlenip, günâh işlediniz. Bugün şiddetli azâb ile cezâlanacaksınız." (Ahkâf sûresi 20) Bir gece Hazreti Osmân Hazreti Ömer'in huzuruna vardı. Gördü ki, acele ile mektup yazarlar. Hazreti Osmân selâm verdiler. Emîr-ül mü'minîn cevap vermedi. Mektubu bitirdi. Çırâğı (kandil) söndürüp, selâma cevap verdi. Hazreti Osmân sordu: Neden selâmın cevâbını çırâğı söndürdükden sonra verdiniz. Buyurdular ki: Yâ Osmân! Çırâğı Müslümanların maslahatları için ışıklandırdım. Korktum ki, o zaman selâmını alsam o çırâğ ışığında, kıyâmet gününde, Müslümanlar benden haklarını isterler. Allahü teâlâ beni ondan sual edip, ben cevap vermeye tâkat getiremem... Hazreti Ömer'in hilâfetleri zamanında, bir böldede zelzele vâki oldu. Hazreti Ömer halkı topladı. Minbere çıkıp, hutbe okudu. Hutbede buyurdu ki: Ey Müslümanlar! Resûlullah Efendimizden işitmiştim, buyurdular ki: "Yerin zelzelesi iki şeyden olur. Zinâ ve zulüm âşikâre olur ise, yer ona tâkat getiremez. Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhına yalvarır, inler ve sallanmağa başlar. Tâ ki, Allahü teâlâ onları helâk eder." Şimdi eğer günâhkâr ben isem, tövbe ettim. Siz de tövbe ediniz. Onlar da tövbe ettiler. Hazreti Ömer kamçısını yere vurdu. Buyurdu ki: Ey yer! Sen tövbe edenlerin altında sallanıyorsun. Eğer sâkin olup, karâr kılmazsan, ben sana bir vururum ki, kıyâmete kadar onu söylerler! Sonra yer sâkin oldu. Hazreti Ömer hayatta iken, bir dahâ yer sallanmadı, ona boyun eğdi. Nitekim, Hazreti Mûsâ aleyhisselâma boyun eğip, Kârûn'u yuttu. Rüzgârın itâ'at etmesi ise o hutbede, "yâ Sâriye dağa!" buyurdukları zamandadır. Bu sesi Nehâvend'de Sâriye hazretlerinin işitmesine vâsıl oldu. Rüzgâr, Süleymân aleyhisselama da itâat etmiş idi...
.
"Onu da bize ısmarlasaydın!"
6 Temmuz 2005 01:00
Bir gün Emîr-ül mü'minîn Hazreti Ömer dervişlere bahşîş verdi, mal ihsân etti. Bir kişi bir oğlan çocuğu ile geldi. Hz. Ömer buyurdu ki: Sübhânallah! Bu çocuğun sana benzediği kadar, birbirine benzeyen kimse görmedim. O kişi dedi ki: Yâ emîr-el mü'minîn! Bu oğlanın acâib hallerinden sana haber vereyim. Ben sefere gitmek murâd ettim. Bunun anası hâmile idi. Bana dedi ki; beni bu hâlde koyup, gider misin? Ben dedim ki; karnında olan nesneyi Allahü teâlâya emânet ettim. Sonra seferden döndüm. Annesi ölmüş fakat çocuk kurtulmuştu. Ben dedim ki; ne olaydı, anası da diri olaydı. Hâtıfdan bir ses dedi ki; eğer anasını da bize ısmarlamış olaydın, bu şekilde onu da geri verirdik... Emîr-ül mü'minîn Ömer, bekçi gibi, şehri dolanırdı. Nerede bir noksanlık görür ise, onu tedârik ederdi. Bu kadar ihtiyât ile dâimâ ağlar idi. Ona dediler ki; yâ Emîr-el mü'minîn, bu kadar korku ve ağlamak neden dolayıdır? Buyurdu ki: Eğer bir koyun veyâ bir keçi Fırat kenârında gezer. Onun hastalığına ilâç yapmazlar ise, korkarım ki, kıyâmette onu benden sual ederler... Emîr-ül mü'minîn Hazreti Ömer, Ebû Mûsâ-el Eş'arî Fars vilâyetine vâlî tayîn edip, göndermişti. Bir müddet sonra bir mektup yazdı. Mektupta: Bilmelisin ki, idârecilerin en iyisi o kimsedir ki, halkı onun sebebi ile iyidir. Kötü bahtlılar onun ile kötü bahtlıdır. Ve zinhâr yâ Ebû Mûsâ, elini açık tutup, isrâf edici olma ki, o vakit başkaları da öyle ederler... Bir vakit Hazreti Ömer ve Hz. Huzeyfe oturmuşlar idi. Hazreti Ömer buyurdu ki: Yâ Huzeyfe! Resûlullah Efendimiz münâfıkların sırrını sana söylemiştir. Bende nifâk eserinden ne görürsün? Hz. Huzeyfe dedi ki: Allahü teâlâ muhâfaza etsin. Sen bunu nasıl söylüyorsun! Resûlullah Efendimizden işitmedim, sende münâfıklık alâmeti yoktur... Bir vakitte de oturmuştu. Vera sözünü söylerdi. Sonra buyurdu ki: Harâma ve şüpheliye düşerim korkusu ile yetmiş helalden el çektim... Ömer bin Hattâb'a Şâm'dan kaplar içinde zeytin getirmişler idi. Hazreti Ömer onu taksim ederdi. Oğlu önünde otururdu. Boş olan kaplara elini sürerdi. Eli yağlı olurdu. O yağlı elini saçına sürerdi. Hazreti Ömer dedi ki: Ey oğul! Saçını yağlı görürüm. Oğlu dedi ki: Evet, elim zeytinlerin kabından, saçlarım da elimden yağlandı. Çabucak oğlunun elinden tutup, hamama götürdü. Saçlarını yıkattı. Buyurdu ki: Oğlum! Bu iş babanın azâb görmesinden kolaydır..
.
Şikayetinden vazgeçti!
7 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Ömer, Üveys-i Karnî'nin sıfatını Resûlullah Efendimizden işitmişti. Hazreti Ömer'e söylemişti, Üveys'i görmemişti. Fakat, Üveys'i çok senâ ederdi. Ömer'e Üveys hakkında vasiyet etti. Hilâfet sırası Hazreti Ömer'e geldi. Arefe gününde halkı Arafat'ta toplanmış buldu. Minber üzerine çıktı. Seslendi: Her kim Irâklı ise ayağa kalksın. Bir miktar halk ayağa kalktılar. Her kim Yemenli ise, ayrı tarafta otursun. Bir kişi kalktı. Emîr-ül mü'minîn o kişiden sual buyurdu ki: Neredensin? O dedi, Karn'denim. Buyurdu ki: Üveys-i Karnî'yi bilir misin? Bilirim, onu niçin soruyorsunuz. Hâlbuki, içimizde ondan dîvâne ve fakîr yoktur... Emîr-ül mü'minîn bunu işitti ve buyurdu ki: Onu o sebebden isterim ki, Resûlullah Efendimizden işittim, buyurdu ki: "Kıyâmet günü Râbi'a ve Mudar kabîlelerinin koyunlarının yünü adedince, Onun şefâ'atiyle benim ümmetimden Cennet'e girseler gerektir." Bu iki kabîle Arabistân'da büyük kabîlelerdir. Koyunları çoktur... Bir gün bir kişi Hazreti Ömer'in huzuruna hanımından şikâyet etmeye gitti. Evinin kapısına vardı. İçeriden bir münâkaşa sesi geliyordu. O kişi der ki: "Kulağımla işittim ki, muhterem hanımları ona çok sözler söyler. Hazreti Ömer ona asla karşılık vermez. Susar ve dinler." O kişi kendi kendine dedi ki: Ben isterim ki kendi hanımımdan Hazreti Ömer'e şikâyet edeyim. Şimdi o benden de çok elemde ve cefâdadır. Evine gitmek üzere geri dönmüş idi. Hazreti Ömer dışarı çıktı, o kişiyi gördü ki, gidiyor. Ona dedi ki: Ne iş için gelmiştin? O kişi, Yâ Emîr-el mü'minîn! Hanımımdan sana şikâyet etmeye gelmiştim. Sizin harem-i şerîfinizde olan nesneyi işitince geri döndüm, dedi. Hazreti Ömer buyurdu ki: "Ben onu, üzerimde olan şu haklardan dolayı affederim. Birincisi, benim ile Cehennem arasında perdedir. Nefsim onun ile harâmdan sâkin olur. İkincisi, evden dışarı giderim, evimin bekçisi olur. Üçüncüsü, çamaşırımı yıkar. Dördüncüsü, çocuklarımın bakıcısıdır. Beşincisi, ekmeğimi yapar, yemeğimi pişirir. Onun bu hakları onu azarlamama mânidir." O mert kimse de dedi ki: Doğru söyleyen kişiyi ve doğru giden kişiyi Allahü teâlâ sever. Benim hanımımın da bu hakları var. Onu rızâm ile affettim.
.
Yahudinin köpeği!
8 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Ömer'in âdet-i şerîfleri şu idi ki; herkesten önce mescide giderlerdi. Bir gün mescide giderken gördü ki, bir çocuk, acele ile önünden gider. Hazreti Ömer dedi ki: Ey çocuk, niçin bu kadar acele mescide gidersin. Sana henüz namaz dahî farz olmamış! Çocuk dedi ki: Yâ Ömer, ben niçin acele etmeyeyim ki, dün, benden küçük bir çocuk vefât etti. Hazreti Ömer çocuktan bu sözü işitince, o şekilde ağladı ki, gözünden yaş yerine kan geldi. Ravdat-ül ulemâ kitabında Hazreti Ali'den rivâyet edilir: Resûlullah'ın huzuruna bir kişi geldi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Filân Yahudi'nin bir köpeği vardır. Her ne zaman cemâate gelmek için oradan geçerim, beni ısırır, elbisemi yırtar. O Yahudi'ye emir edin ki, o köpeği hapsetsin! Resûlullah hazretleri kalkıp, o Yahudi'nin evine gitti. Yahudi karşıladı. Resûlullah "Senin köpeğin bu kimseyi dişlemiş ve elbisesini yırtmış" buyurdu. Yahudi dedi ki: Benim köpeğim kendine eziyet etmeyene eziyet etmez. Resûlullah Efendimiz, Yahudi'nin köpeğini gördü. Köpek kalktı. Ondan yana koşup, kuyruğunu oynatmaya başladı. O sırada o şahsı da gördü ve hemen saldırdı. Resûlullah buyurdu ki: Nedir senin hâlin yâ kelb! Niçin bu kimseye sebepsiz eziyet edersin. Hak teâlâ köpeğe konuşmak için izin verdi. Hattâ fasîh bir lisân ve güzel bir ibâre ile dedi ki: Yâ Nebiyyallah! Muhakkak, benim yanımdan her gün bin adam geçer. Hiçbirine zarar vermem. Bu adama o sebebden eziyet ederim ki, Ebû Bekir ve Hazreti Ömer'e buğzeder ve o iki serverin güzel sûretlerini kapısının dehlîzinde tasvîr etmiştir. Evine girerken ve evinden çıkarken o sûret-i şerîflere tükürür. Yâ Resûlallah! Benim ile berâber buyurun, onun evine gidelim. Eğer ben yalancı isem, nefsim sana fedâ olsun. Resûlullah Efendimiz o şahısın evine gittiler. Baktılar ki, köpeğin anlattığı minvâl üzere dehlîzin kapısı üzerinde, tasvirlerin üzerinde tükürük izleri görünür. Resûl-i ekrem hazretleri o şahsa dönüp, buyurdular ki: "Tövbe eyle, Müslüman ol. Allahü teâlâ hazretleri tövbeni kabûl eyleye." O şahıs da tövbe edip, Müslüman oldu. Sonra kelbin sâhibi de Müslüman oldu. Sonra kelb dedi ki: Selâm senin üzerine olsun yâ Resûlallah! Sen Hak teâlânın gönderdiği hak Peygambersin. Sonra gözden kayboldu.
.
İbadetlerin en kıymetlisi
8 Temmuz 2005 01:00
Son yıllarda sistemli bir şekilde fıkıh düşmanlığı yapılıyor. Sanki fıkıh dinden ayrı bir şeymiş, dinin aslında olmayan, âlimlerin sonradan koyduğu bir sistemmiş gibi lanse ediliyor. Bu akımın günümüz temsilcilerinden Yusuf El Kardavi, geçenlerde İstanbul'da bir toplantıda, fıkhın Resulullah efendimizin gönderiliş gayesine aykırı olduğunu, insanlara altından kalkamayacakları sorumluluklar yüklediğini bildirerek dinin bu sıkıntılardan kurtarılması gerektiğini söyledi. Halbuki fıkıh, dinden ayrı bir şey değildir. Âlimlerin; dinin iki esas kaynağı olan Kur'an-ı kerime ve hadisi şeriflere dayalı olarak, dinde yapılması veya yapılmaması gereken hususları tesbit edip, bunu halkın anlayacağı şekilde kitaplarında bildirdikleridir. Fıkhı mezhep âlimleri sonradan çıkartmış da değildir. Hazret-i Peygamber zamanında da vardı. Peygamber efendimiz fıkhı ve fıkıh âlimlerini medhetmiştir. Hadis-i şerifte, "İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.", "Âlimlerin en hayırlısı fıkıh âlimleridir" buyuruldu (Buharî). Fıkha karşı çıkanların maksadı, insanları doğrudan âyetlere, hadislere yönlendirip dinde kargaşa çıkartmaktır. Sıkınıtıdan kurtaralım aldatmacasıyla halkı sıkıntıya sokarak dinden uzaklaştırmaktır. Şimdi sizlere doğrudan hadis ile amel etmek isteyen bir okuyucumun başına gelenleri anlatayım: "70'li yıllarda sağ-sol olaylarının doruk noktada olduğu günlerdi. Bir arkadaşım bana, böyle vurdu-kırdıyla olmaz. Sen adına mücadele yaptığın dini bilmiyorsun. Önce dinini öğren dedi. Ben de bu sözden etkilenip hemen bir hadis kitabı aldım başladım okumaya. Bir akşam, "Günah işleyeni, eliniz ile men ediniz, buna gücünüz yetmezse, söz ile mani olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, îmanın en aşağısıdır" hadis-i şerifini okumuştum. Ertesi gün iş yerinde çalışıyorum. Karşı masadaki ateist mesai arkadaşım, kurşun kalem ile yazı yazarken kalemin ucu kırılınca, Allah'a sövdü. Hemen akşam okuduğum hadis aklıma geldi. Kendi kendime düşünmeye başladım. Hadis-i şerifte bildirilen üç şıktan hangisi ile karşılık vermeliydim? Benim imanım kuvvetli, birincisi ile karşılık vereyim, dedim. Yavaşca kalktım mesai arkadaşımın yanına vardım. Bütün gücümle yumruklamaya başladım. Ağzı burnu kan içinde kaldı. Gürültüye gelip bizi ayırdılar. İş büyümesin diye benim hemen iş yerinden uzaklaştırdılar. Ertesi gün iş yerine geldiğimde, müdür bey beni odasına çağırdı. Bana dün olup bitenleri sordu. Ben aynen anlattım. Müdür tecrübeli biriydi. Bana, oğlum sokakta bu şekilde davranan birçok kimse var. Sokakta yürürken, yine böyle bir davranış ile karşılaşsan ne yaparsın? diye sordu. Ben, yine aynısını yaparım dedim. Bana, oğlum o zaman sen memururiyeti bırak, çık sokağa, dedi. Bu düşünce ile burada memuriyet yapamazsın. Ben de, peki o zaman memuriyetten ayrılıyorum, dedim. Babam ayrılacağımı duyunca çok üzüldü. Oğlum 2-3 ay sonra askere gideceksin, benim hatırım için ayrılma diye adeta yalvardı. Ben de babamın hatırı için susmaya karar verdim. O günlerde, Tam İlmihal Seadeti Ebediyye kitabı elime geçti. Okurken aynı hadis-i şerifi orada gördüm. Hads-i şerifin sonunda şöyle bir açıklama vardı: Hadis-i şerifte bildirilen birinci şıkkı devlet yapar, ikincisini âlimler yapar üçüncüsünü ise avam yani halk yapar, yazılıydı. Bu açıklamayı okuyunca ne kadar yanlış bir iş yaptığımı anladım. Sonra kitabın tamamını dikkatlice okuyarak hayatıma buna göre düzen verdim. Böylece rahata ve huzura kavuştum..." Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
"Bunları sevmek imandandır!"
9 Temmuz 2005 01:00
Resûlullah Efendimiz, Mescid-i şerîfi binâ etmeye başladığında, kendi mubârek eli ile bir taş koydu. Sonra, Ebû Bekir'e buyurdu ki: Sen de taşını benim taşımın yanına koy. Sonra Hazreti Ömer'e de buyurdu ki: Yâ Ömer! Sen de taşını Ebû Bekir'in taşının yanına koy. Buyurdu ki: Bunlar benden sonra halifelerimdir. Resûlullah Efendimiz, Ebû Bekir'e hitap edip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekir! Sen yatağa girdiğin vakit, ne düşünerek yatarsın? Hazreti Ebû Bekir; bir nefesi veririm, geri almak müyesser olur mu, olmaz mı. Bir nefesi ki alırım geri vermek, mümkün olur mu, yâ olmaz mı, onu düşünürüm, dedi. Sonra Hazreti Ömer'e dönüp, buyurdu ki: Sen ne düşünerek yatağına girersin. Hazreti Ömer dedi ki: Sabaha çıkar mıyım, çıkmaz mıyım, onu düşünürüm. Sonra, Resûlullah, Hazret-i Ebu Bekir'in üstünlüğünü bildirmek için Hazreti Ömer'e buyurdu ki: Yâ Ömer! İşte, senin düşüncenle; Ebû Bekir'in düşüncesi arasındaki fark. Resûlullah Efendimiz ile Hazreti Ali gidiyorlardı. Buyurdular ki: "Yâ Ali! Hiçbir kavim arasında devamlı sevinçlilik ve sürûr olmadı. İllâ ki, o sevinçli hâlden sonra, onlara bir gam ve sıkıntı erişti. Yâ Ali! Bütün dünya ni'metleri kesilir. İllâ Cennet ni'metleri devamlı olur, kesilmez. Yâ Ali! Sen istikâmet üzere olasın. İlk ânda zarar görünse bile, sonunda sevinç olur." Bu sözleri söyler iken, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer karşıdan geldiler. Resûlullah buyurdular: "Bu ikisi ümmetin müjdecileridir. Bunları sevmek, îmândandır. Bunlara buğzetmek, nifâktandır." Hazreti Ali dedi ki: "Evet, yâ Resûlallah! Ben onları severim. Onların sevgisi benim kalbimde, sizin bu sözünüzden sonra çoğaldı." Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Gökte iki melek vardır. Birisi dâimâ şiddet ve gadab ile buyurur. Birisi sühûlet ile ve hilm ile buyurur. Her ikisi de hak üzerinedirler. Onların birisi Cebrâîl'dir ve birisi Mikâîl'dir. Resûllerden iki kimse vardır. Birisi lütuf ile ve iyilik ile buyurur ve birisi katılık ile ve şiddet ile buyurur. İkisi de hak üzeredirler. Birisi Hazreti İbrâhîm ve birisi Hazreti Nûh aleyhimesselâmdır. Benim eshâbımdan da iki kimse vardır. Birisi rıfk ile ve merhamet ile emreder. Birisi sertlik ile ve şiddet ile emreder. İkisi de hak üzeredirler. Biri Ebû Bekir Sıddîk ve biri Ömer-ül Fârûk'tur."
"Her mahluk onları tanır!"
10 Temmuz 2005 01:00
Enes bin Mâlik'ten rivâyet olunmuştur. Resûlullah Efendimiz, ensârdan bir kimseyi, mektup ile Yemen tarafına Mu'âz bin Cebel hazretlerine gönderdi. Bu şahsın adı Sefîne idi. Sefîne yolda giderken, bir aslan onun karşısına çıktı. Güyâ onunla söyleşir gibi, sesler çıkarıyordu. Sefîne ona dedi ki: Ey aslan, benim yanımda Resûlullah Efendimizin mektubu var!.. Bunu işitip, uzaklaştı. Sefîne Yemen'e vardı. Resûlullah Efendimizin cevâbını Mu'âz bin Cebel hazretlerinden aldı. Dönüp, o mevkiye gelince, yine o aslan onun önüne geldi. Yine yüzüne karşı gelip, güyâ konuşurdu. Sefîne yolu tutup, Medîne-i Münevvereye geldi. Resûlullah Efendimizin huzuruna vardı. Henüz hiçbir kelâm etmezden önce, Server-i âlem buyurdu ki: -Yâ Sefîne, hâdiseyi sen mi anlatırsın, ben mi anlatayım! Sefîne dedi ki: Yâ Resûlallah! Hâdiseyi sizden işitmek güzeldir. Buyurdu ki: O aslan gidişinde ve gelişinde senin önüne çıktı. Sana ne dediğini anladın mı? Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Sana gidişinde, "Resûlullahı, Ebû Bekir'i ve Ömer'i (radıyallahü teâlâ anhüm) ne hâl üzere bıraktınız" dedi. Abdullah bin Mes'ûd kalkıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Yırtıcı hayvanlar Ebû Bekir'in ve Ömer'in fazîletlerini bilirler mi? Buyurdu ki: Evet! Beni hak Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, semâvatı, yedi kat yeri, Cennet'i ve Cehennemi, Arş ve kürsî, melekleri ve cinleri, dağları ve deryâları, hayvanları ve yırtıcı hayvanları ve ağaçları ve bunun gibi eşyâyı halketti. Yani yarattı. Bunların hepsi Ebû Bekir ile Ömer'in fazîletini bilirler. Ebüdderdâ nakletmiştir. Resûlullah Efendimizin huzur-ı şerîflerine, Ebû Bekir ve Hazreti Ömer geldiler. Hazreti Resûlullah buyurdular ki: "Şükür ve hamd olsun Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ki, beni sizinle kuvvetlendirdi." Hadîs-i şerîflerde, "Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir'dir. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta en şiddetlisi Ömer'dir. Hayâsı en çok olanı Osman'dır. İslamiyet'teki zorlukları en çok çözen Alî'dir. Ümmetimin en emîni Ebû Ubeyde bin Cerrâh'dır. Ümmetimin en zâhidi Ebû Zer'dir. İbâdeti en çok olan Ebüdderdâ'dır. Ümmetimin en halîmi ve cömerdi Muâviye bin Ebî Süfyândır" buyuruldu. Hazreti Ali rivâyet eder. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Hazreti Ebû Bekir Sıddîk'a, ondan sonra Ömer-ül Fârûka mutî olunuz, doğru yolu bulursunuz. Onların izinde giderseniz, olgun olursunuz!"
.
"Peygamber kızıyla evleneceksin"
11 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Osman Eshâb-ı kirâmın en büyüklerindendir, Peygamberimizin dâmâdı ve üçüncü halifesidir. 577 senesinde Mekke'de doğdu. Babası Affân olup, Kureyş kabîlesinin Benî Ümeyye kolundandır. Annesi ise Ervâ binti Küreyz'dir. Hem ana hem baba yönünden soyu, Abdülmenaf'ta Peygamber efendimizin temiz nesebiyle birleşir. Dünyâdayken Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hazreti Rukayye'den Abdullah isminde bir oğlu olmuş, bu sebeple Ebû Abdullah künyesiyle tanınmıştır. Osmân-ı Zinnûreyn, ilk Müslüman olanların beşincisidir. Müslüman olmadan önce ticâretle uğraşırdı. Zengin bir tüccar olup, mükemmel ve zarif bir cemiyet insanı idi. Kabîlesi arasında geniş bir çevresi ve büyük îtibârı vardı. İslâmiyet gelmeden önce, Hazreti Ebû Bekir ile yakın arkadaş ve dost idi. Ona karşı içten bir sevgi besler, iş husûsunda da görüşüp konuşurlardı. O da Hazreti Ebû Bekir gibi câhiliye devrinin her türlü kötülüklerinden uzak durmuştur. Ebû Bekir Müslüman olduktan sonra o da onun teşvikiyle Müslüman oldu. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlatır: Benim bir teyzem vardı. Bilgin biriydi. Bir gün onun evine varmıştım. Bana dedi ki: "Sana bir hâtun nasip olacak ki, ne sen ondan önce bir hâtun görmüş olursun, ne de o, senden önce bir erkek görmüş olur. Güzel yüzlü ve zâhide bir hâtun olup, bir büyük peygamber kızı olsa gerektir." Ben, teyzemin bu sözüne hayret ettim. Yine bana dedi ki: "Bir peygamber geldi. O'na gökten vahiy nâzil oldu." Ben dedim ki: "Ey teyzem, böyle bir sır, şehirde hiç duyulmadı. O hâlde bu sözü açık söyle." O zaman dedi ki: "Abdullah'ın oğlu Muhammed'e peygamberlik geldi. Halkı dîne dâvet eder. Çok zaman geçmez ki, O'nun dîniyle âlem nûrlanır. Teyzemin bu sözleri, bana çok tesir etti. Endişeye düştüm. Ebû Bekir ile aramızda büyük bir dostluk vardı. Birbirimizden hiç ayrılmazdık. Bu meseleyi görüşmek üzere, iki gün sonra, hemen Ebû Bekir'in yanına gittim. Teyzemin söylediklerini O'na söyledim. Ebû Bekir bana dedi ki: "Yâ Osman! Sen akıllı bir kimsesin. Hiç görmez ve işitmez ve bir şeye fayda ve zarar vermez olan birkaç taş, tanrılığa nasıl lâyık olur?" Ben; "Doğru söylüyorsun, teyzemin sözü gerçektir" dedim. Müslüman olmaya razı oldum."
.
"Ey uyuyanlar, uyanın!"
12 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Osman'ı Resûlullah'ın huzûruna götürdü. Peygamber efendimiz Hazreti Osman'a şöyle buyurdu: "Yâ Osman! Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe dâvet ediyor. Sen de icâbet eyle (kabul et). Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim." Hazreti Osman, Resûlullahın yüksek hâlleri ve güler yüzle söylediği sözler karşısında kendinden geçip, büyük bir şevk ve teslimiyetle Kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu. Sonra da daha önce Şam'a gittiği sırada gördüğü bir rüyâyı şöyle anlattı: "Ya Resûlallah! Biz Muân ile Zerkâ denilen yer arasındaydık, bir ara orada uyumuştuk. O sırada; "Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmed Mekke'de zuhûr etti" diye nidâ eden bir ses işittik. Mekke'ye gelince de sizin Peygamber olarak gönderildiğinizi öğrendik." Hazreti Osman Müslüman olduktan sonra, diğer Müslümanlar gibi o da çeşitli işkencelere uğradı. Bilhassa amcası tarafından çok işkence yapıldı. Müslüman olduğu için amcası, onu iple belinden ağaca bağlayıp, yoruluncaya kadar kırbaçla döverdi. O bütün bu işkencelere sabreder hep Kelime-i şehâdet okurdu. Müslüman olduktan sonra, Peygamberimizin kızı Rukayye ile evlendi. Peygamberimizin kızları Rukayye ve Ümmü Gülsüm daha önce Ebû Leheb'in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlanmışlardı. Peygamberimiz, insanları Müslüman olmaya dâvete başlayınca, Ebû Leheb düşmanlık etmeye başladı. Oğulları da düşmanlık edip, Resûlullah'ın kızlarını almaktan vazgeçtiler. Böylece Resûlullah'ı sıkıntıya düşürmek istediler. Bunun üzerine vahiy gelerek Rukayye Hazreti Osman'a nikah edildi. Hazreti Osman Müslüman olunca, müşrikler tarafından yapılan işkencelere uzun zaman tahammül edip, Habeşistan'a hicret etmeye izin verilince hanımı Rukayye radıyallahü anhâ ile Habeşistan'a hicret etti. Böylece Habeşistan'a ilk hicret eden Müslümanlardan oldu. Bir müddet sonra Mekke'ye dönüp, ikinci olarak tekrar Habeşistan'a hicret etti. Bu ikinci hicretten sonra da Mekke'ye dönüp, son olarak Medîne'ye hicret etti. Böylece dîni uğruna üç kere hicret etti. Hazreti Osman, Peygamberimizin vahiy kâtiplerindendi. Güzel yazar, güzel konuşur ve çok kuvvetli bir hatipti. Dâimâ Kur'ân-ı kerîm okur, ondan çeşitli meseleler çıkarırdı. Kur'ân-ı kerîmi hıfzı (ezberi) çok kuvvetliydi. Namazda bir rekatte bütün Kur'ân-ı kerîmi okuyan dört kişiden biri de odur. Çok okuduğu için iki mushaf elinde eskimiştir.
.
"Bir kızım daha olsaydı..."
13 Temmuz 2005 01:00
Medîne'ye hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında en zengini Hazreti Osman idi. Hicretin ilk günlerinde su sıkıntısı çekilmişti. Hazreti Osman bir Yahûdî tarafından suyu parayla satılan Rûme Kuyusunu o zamanki parayla kırk bin dinara satın alıp, Müslümanların su ihtiyacını karşılamak için vakfetti. Bedir Savaşı hâriç bütün savaşlarda bulundu. Hudeybiye Anlaşmasında Mekke'ye elçi olarak gönderildi. Tebük Seferinde on bin kişilik İslâm ordusunun, bütün ihtiyaçlarını karşılayıp donattı. Ayrıca bin altın da yardımda bulundu. Bütün malını İslâmiyetin yayılması, insanların kurtulması, saâdete kavuşması için Allah yolunda harcadı. Bedir Savaşı yapıldığı sırada, Peygamberimizin kızı olan, hanımı Hazreti Rukayye'nin ağır hasta olması sebebiyle, Bedir Savaşına katılmasına izin verilmedi. Zafer haberi geldiği gün Hazreti Rukayye vefât etti. Hazreti Osman'ın Rukayye'den, Abdullah adında bir oğlu olup, hicretin dördüncü yılında altı yaşında vefât etti. Peygamberimiz, kızı Rukayye'nin vefâtından sonra diğer kızı Ümmü Gülsüm'ü Hazreti Osman ile evlendirdi. Böylece Peygamberimizin iki kerîmesiyle evlenme nîmetine kavuştuğu için, "iki nur sâhibi" mânâsına "Zinnûreyn" denildi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm de vefât edince Peygamberimiz; "Yâ Osman bir kızım daha olsaydı, onu da sana verirdim" buyurdu. İslâmiyet yayılmaya başlayınca, her taraftan Müslümanlar çoğalıp Medîne'ye geliyordu. Peygamber efendimizin mescidi dar gelmeye başlamıştı. Bunun üzerine Resûlullah; "Bizim mescidimizi bir zırâ olsun genişleten Cennete gider" buyurdu. Hazreti Osman; "Yâ Resûlallah, malım mülküm sana fedâ olsun. Mescidi genişletme işini üzerime alıyorum" dedi. Mescidi kırk zırâ (20 metre) genişletti ve bütün masraflarını karşıladı. Bunun üzerine Tevbe sûresinin; "Allah'ın mescitlerini ancak, Allah'a, âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren ve yalnız Allah'tan korkan kimseler tâmir eder. İşte hidâyet üzere bulunanlardan oldukları umulanlar bunlardır" meâlindeki on sekizinci âyet-i kerîmesi nâzil oldu
.
Altın devrin devamı...
14 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Osman ekseriyetle Peygamberimizin yanında bulunurdu. Vedâ Haccında da Resûlullah efendimizle berâberdi. Peygamberimizin vefâtından sonra Hazreti Ebû Bekir'e bîat edip onun halîfeliği sırasında meşveret meclisinde bulundu. Ebû Bekir Sıddîk'in kendisinden sonra Hazreti Ömer'in halîfe olmasını bildirdiği ahitnâme Hazreti Osman tarafından yazılıp hazırlandı. Hazreti Ömer'in yaralandığında, içlerinden birini kendisinden sonra halîfe seçmeleri için tâyin ettiği altı kişiden biriydi. Bu heyet tarafından hicretin 24. yılında (m. 644) senesinde Muharrem ayının birinci günü halîfe seçildi ve bîat olundu. 12 sene hilâfet makâmında kalan Hz. Osman cesurdu. Hiçbir felâket karşısında sarsılmamıştır. Bunun için halîfeliği de başarılı geçmiştir. Bilhassa halîfeliğinin ilk yılları. İslâm târihinde altın bir devir teşkil eden Ebû Bekir ve Ömer radıyallahü anhümâ devirlerinin bir devamıydı. Devrinde birçok fetih yapılmıştır. Horasan, Hindistan, Mâverâünnehr, Kafkasya, Kıbrıs Adası ve Kuzey Afrika'nın birçok yeri, onun devrinde İslâm topraklarına katılmıştır. Yine onun halîfeliği sırasında Şam'da vâlilik yapan Hazreti Muâviye komutasındaki ordu Kıbrıs Adasını alarak Akdeniz'de önemli bir mevki elde etti. O zaman Bizans'ın hükümet merkezi olan İstanbul da Hazreti Muâviye tarafından kuşatıldı. Hazreti Osman herkese lâyık olduğu vazifeyi verirdi. Onun tâyin ettiği vâlileri, emirleri, onu sevmekte ve emirlerini yapmakta, askerlikte ve memleketleri fethetmekte, çalışkanlıkta en seçme kimselerdi. Onun zamânında İslâm memleketleri batıda İspanya'ya kadar, doğuda Kabil ve Belh'e kadar genişletildi. İslâm orduları denizde ve karada büyük zaferler kazandı. Hicaz'daki ve Irak'taki bakımsız yerleri, güvendiği kimselere ve yakınlarına verip, zirâat âletleri de temin ederek çalıştırırdı. Millete çok toprak kazandırarak zirâatı geliştirip, bağlar, meyve bahçeleri yetiştirdi. Kuyular kazdırıp, kanallar açtırdı. Arabistan'ın kuru toprakları onun zamânında en bereketli yerler gibi olmuştu. Emniyet ve huzur da böylece kendiliğinden meydana gelmişti. Hanlar, misafirhâneler yapılmıştı. Ticâret ve nakliyatta kolaylık da, bunlara bağlı olarak gelişmişti. Mal, servet artıp iş hayâtı canlandı. Onun zamânında Medîne'de tarla sürmeyen, bağ yetiştirmeyen kimse kalmadı. Bu bereketi ve huzûru gören Eshâb-ı kirâm, Hazreti Osman'ı çok takdir ettiler...
.
Bir ay süren ekran evliliği!
15 Temmuz 2005 01:00
Merak ediyordum bu evliliği. Merakın devam edip etmeyeceği konusunda değildi. Devam etmeyeceği belli idi. Merakım ne kadar devam edeceği üzerine idi. Nihayet geçen hafta bu merakımı giderecek haberin Sabah gazetesinde, "Ekran evliliği altı ay sürdü" başlığı ile verildiğini gördüm. Büyük bir fiyasko ile neticelendiği için televizyonda veremediler. Ben bu evliliği altı ay süre biçmiştim. Fakat yanıldım; ancak bir ay devam etmiş. Her ne kadar resmi boşanma işlemi altıncı ay sonunda neticelenmiş ise de, fiili beraberlik bir ay, hatta kendi ifadelerine göre 25 gün sürmüş. Haber şöyleydi: " 'Gelinim Olur Musun?'adlı yarışmada, halk oylamasıyla birinci seçilerek hayatlarını birleştiren Şale Elat- Ahmet Akman evliliği sona erdi. Şale'nin 'şiddetli geçimsizlik' nedeniyle açtığı boşanma davası tek celsede sonuçlandı. Kamuoyunda büyük tartışmalara yol açan Şale-Ahmet evliliği, altı ay sonra ayrılıkla noktalandı. Altı ay önce büyük umutlarla ve büyük bir aşkla evlenen genç çift, şiddetli geçimsizlik nedeniyle hayatlarını ayırma kararı aldı.Yarışma sonucunda, canlı yayında hayatlarını birleştiren gençler, ev, otomobil, balayı ve çeşitli hediyeler kazannmışlardı. Şimdi gelelim boşanma sebebinin detayına. Şale Hanım, bunları şöyle sıralıyor: "Ben kandırıldım. Kandırıldığımı öğrendiğim zaman kalbim kırıldı ve evi terk ettim. Bana bir su şirketi olduğunu söylemişti ama yalanmış. İşsizmiş. Bütün gün evde oturan bir koca istemiyorum. Hem işsiz, hem de beni kandırdı. 25 gün aynı evi paylaştık. Hayatımda bir değişiklik olsun istedim. Belki 'beyaz atlı prens'imi bulurum diye düşünmüştüm, fakat yanıldım. Beni kandıran bir adamla daha fazla aynı evde oturmam mümkün değildi." (Sabah-8.7.2005) Ne demişler, "sokakta başlayan evlilik sokakta biter!" Kadıköy'de tanışanlan Karaköy'de ayrılır. Bunun gibi, medyada başlayan evlilikler de medyada biter. Evlilik ciddi bir iştir. Gayri ciddi bir şekilde; oylama ile, yarışma ile TV programları ile yapılan evlilikler ancak bu kadar sürer. Eğer bu evlilik açık oylama ile değil de, yakın çevrenin, anne babanın desteği ile yapılsaydı netice böyle olmazdı. En azından eşlerin durumu bilinirdi. Şirketi var mı yok mu, işte çalışıyor mu çalışmıyor mu bunlar bilinirdi. Aldattı, kandırdı iddiaları ortaya atılamazdı. Çünkü taraflar birbirlerinin her yönünü ile tanırlardı. Aile müessesesi, bu kadar basite, hafife alınacak kadar bir kurum değildir. Oluşmasında kendine has kuralları vardır. Bu kurallara uyulmaması, hadisenin tabii mecrasında ele alınmaması, suyu tersine akıtmak kadar abes bir iş olur. Evlilikte niyet çok önemlidir. Niyet, kendisi için, ailesi için toplum için faydalı huzurlu bir yuva olmalıdır. Aile mal, mülk, güzellik gibi dünyalık istekler üzerine kurulmamalıdır. Böyle arzular üzerine kurulun aileden, ne kendilerine de de topluma bir fayda gelir. Kendileri de bu arzularına kavuşamazlar. Nitekim hadis-i şerifte, "Bir kimse, bir kadını malı için, güzelliği için almış olsa, o kimse hem malından hem de güzelliğinden mahrum kalır" buyurulmuştur. Kur'an-ı kerimde, "Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı" (Nahl-80) buyurulmaktadır. Evlerimizin, huzur ve sükûn yeri olması da, Allahü tealanın bildirdiklerine uymaya bağlı. Bunlara ne kadar uyulursa, huzur ve sükûn da o derece fazla olur. Evlerinde huzur olmayan toplumların sokaklarında da huzur olmaz. Cemiyet, nerede, ne zaman infilak edeceği belli olayan serseri mayına döner. Bundan bütün insanlık zarar görür. (Evlilikte dikkat edilecek hususlar için, "Huzurun Kaynağı Aile" kitabını önemle tavsiye ederim.) >
.
Fitnecilerin ayaklanması!
15 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Osman İslama önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bu hizmetlerinden biri de Hazreti Ebû Bekir'in bir araya toplattığı Kur'ân-ı kerîm nüshasından, altı nüsha daha yazdırıp, büyük İslâm merkezlerine göndermesidir. Bu bakımdan ona Nâşir-ül Kur'ân (Kur'ân'ın yayıcısı) denilmiştir. Hazreti Ömer'in hilâfeti zamânı olan on sene ile İmâm-ı Osman'ın on iki senesinden ilk altısı, refâh ve istirahatla geçerek, İslâm memleketlerinin hepsinde dînî hükümler uygulandı ve İslâm dünyâsı çok genişledi. Hattâ, bütün Arabistan ve Afrika'nın büyük bir kısmı, İslâm memleketinin bir parçası olmuş, Trablusgarb, Fizan, Bingazi, Tunus, Cezayir, Fas, Merakeş, Dimyat, Zeyyad, Aden, San'a, Asir, Bahreyn, Hadramût, Katif, Necd, bütün Irak, ve Sind, Semerkand, Hive, Buhârâ ve Türkistan, İran, Kafkasya İslâmın idâresi altına girerek, İslâm sancağı, İstanbul surlarının önüne kadar götürülmüştü. Fethedilen memleketlerin ahâlisi de seve seve Müslüman olmakla şereflendiklerinden İslâm nüfûsu pek artmış, milyonları aşmıştı. Bu kadar genişlik ve çokluk sebebiyle fikirlerde ayrılık çoğalmış, düşünüş tarzları, idrâk şekilleri arasında farklılıklar baş göstermişti. Müslüman şekline giren münâfıkların körüklemesiyle halîfeye karşı çıkan isyan yüzünden Hazreti Osman'ın hilâfetinin son altı senesi karışık ve gürültülü geçti. Yahûdîler ve diğer İslâm düşmanları, çeşitli ihtilaflar çıkararak, fitne ve fesadı yaymak teşebbüsüne geçtiler. Fitnenin ve fesadın en büyük kaynağı Mısır'da idi. Buradaki fitne hareketini, Yemenli bir Yahûdî olan Abdullah ibni Sebe adındaki bir münâfık yapıyordu. Her tarafa yerleştirdiği adamları ile temas hâlinde olup, fitnenin yayılması için her yola başvuruyordu. İslâmiyeti içerden yıkmak için faaliyete geçen Abdullah ibni Sebe, önce Basra ve Kûfe'de gizli teşkilât kurdu. Daha sonra Medîne'ye gelip, orada birtakım fitne ve karıştırıcılık faaliyeti göstermek istediyse de, tutunamayıp, Mısır'a kaçtı. Mısır'da yıkıcı faaliyetlerini devam ettirmek üzere, kendisi gibi fitneci kimseleri etrâfına topladı ve faaliyete geçti. Burada fitnenin ilk tohumlarını atıp, Sebeiyye fırkasını ortaya çıkardı. Kurduğu gizli teşkilâtla, câhil ve başıboş Mısır Kıbtilerini aldatarak bir çapulcu alayı topladı. Âsilerden on üç bin kişi, Medîne-i münevvere şehrini sarmaya kadar ileri gidip, halîfeye, hilâfetten çekilmesini teklif etmişlerdir. İmâm-ı Osman ise; "Server-i âlemin bana giydirdiği elbiseyi, elimle çıkarmam" buyurdu.
.
"Osman'a çok saygı göster!"
16 Temmuz 2005 01:00
Hicretin otuz beşinci senesinde asiler Medîne'ye gelerek, halîfenin evini kuşattılar, Muhâsara, kırk gün devam etti. Hazreti Hasan ve Hüseyin ile Hazreti Talha, halîfe-i müslimînin kapısında nöbet tuttular. Nihayet âsiler, komşu duvarından aşarak içeriye girdiler. Hazreti Osman oruçlu olup, Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Âsilerden Mısırlı Gâfiki, Halîfe'nin üzerine atılıp şehit etti. Bu arada hanımı Nâile'nin de parmakları kesildi. Âsiler, Halîfenin evini soydular. Devlet hazinesi olan beytülmâlı da yağma ettiler. Âsiler, Medîne-i münevvereyi kana buladılar. Halîfenin cenâzesi, üç gün defnedilemedi. Nihâyet Zübeyr on yedi kişiyle cenâze namazını kıldıktan sonra, Bakî Mezarlığına defnettiler. Şehit olduğu zaman 82 yaşında bulunuyordu... Hazreti Osman'ın şehit edilme haberi, İslâm ülkesinde büyük üzüntüye yol açtı. Her tarafta büyük bir huzursuzluk ve hüzün başladı. İslâm düşmanları fitne çıkarmışlar, kinlerini kusmuşlardı. Hazreti Osman'ın şehit edildiği zamâna kadar tam bir birlik içinde olan Müslümanlar arasında bâzı kimseler ayrılarak fırkalara bölündüler. Peygamberimizin bildirdiği ve Eshâb-ı kirâmın tâbi olduğu doğru yoldan ayrılmayan Müslümanlar ise, fitneyi yok etmek için büyük gayretler gösterdiler. Doğru yoldan aslâ sapmadılar. Hazreti Osman dâimâ adâletli davrandı. Müslümanların rahatı için büyük titizlik gösterdi. Fitne hareketine birtakım ithamlarla başlayan âsilerin her türlü bozuk iddialarına, iknâ edici cevaplar verip, delillerini gösterdi. Fakat âsilerin maksadı karışıklık çıkarma ve fitne yaymak olduğundan Hazreti Osman'ı şehit ettiler. Onun şehit olmasından sonra Hazreti Ali halîfe seçildi. Hadîs-i şerîflerde Hazreti Osman hakkında buyruldu ki: "Her peygamberin Cennette bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da Osman'dır." Resulullah, kızı Rukayye'yi Hazreti Osman'a verdikten kısa bir süre sonra, kızına; "Osman bin Affân'ı nasıl buldun?" dedi. "Hayırlı, iyi gördüm" dedi. "Ey cânım kızım! Osmân'a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur!"buyurdu. Hazreti Osman, hilm ve hayâsıyla meşhurdur. Mârifet ilminde gâyet mâhirdi. Peygamber efendimiz bir defâsında onun için; "Osman'dan gökteki melekler hayâ ederler" buyurdu.
.
Eş seçiminde aranacak özellikler
16 Temmuz 2005 01:00
Dün, bir ay süren yanlış bir evlilik üzerinde durmuştum. Evliliğin uzun ömürlü ve huzur içinde geçmesinde eşlerin inancının, yaşayışının örf ve âdetinin önemi büyüktür. Bunun için eş seçiminde çok titiz davranmalı, kılı kırk yarmalıdır. Aksi takdirde, ileride ayrılıklara; çocukların ve ailenin perişan olmalarına sebep olur. Sağlıklı bir evlilik için eşler birbirini seçmede, ana, baba, hala, teyze, kardeş, eş-dost gibi yakınlarından mutlaka istifade etmeli. Bunların tecrübelerinden faydanılmalı. Gençlerin kendi başlarına birbirlerini sağlıklı bir şekilde tanımalarına imkan yoktur. Çünkü, gençler akıl ve tecrübe ile değil hisleri ile hareket ederler. Hisler ise insanı çoğu zaman yanıltır. Aile büyüklerinin tavsiyelerini dikkate almadan yapılan evliliklerin çoğu, hayatın gerçekleri ile karşı karşıya gelince hüsran ile sonuçlanmaktadır. Ya evlilik bitmekte ya da, sıkıntılı olarak "mecburi evlilik" şeklinde devam etmektedir. Bununla ilgili yaşanmış yüzlerce olaydan kısa bir anekdot sunmak istiyorum. Anne babasını hiçe sayan bir genç kızın itirafı bu: "Lisede okurken birbirimizi sevip beğendik, ikimiz de üniversiteyi kazanamayınca aile büyüklerimizin rıza göstermemesine rağmen evlendik. Hayatın böyle tozpembe olarak devam edeceğini zannediyorduk. Fakat ne yazık ki, üç yıl birbirimize olan yoğunlaştırılmış sevgimiz, aşkımız üç haftada bitti. Düne kadar en büyük beklentimiz birbirimizdik, fakat şimdi herkesin envai çeşit beklentileri çıktı ortaya. Eskiden birbirimize günde 3-4 şiir yazarken şimdi aramızda tek kelimelik bile sevgi sözü dolaşmıyor. Aynı otelde kalan iki yabancı gibiyiz. Bütün bunlar hakkında ailem beni uyarmıştı ama kimseyi dinlemedim; daha doğrusu aşkın gözü kör etti ikimizi de. "Ulu sözü dinlemeyen ulur kalır" diyen çok yerinde söylemiş" E. B (Genç Beyin) Kötü huy ve iffetsizlik ile adı çıkıp, kendini ve kocasını dillere düşüren kadından kaçınmalıdır. "Gübrelikte biten gülleri koklamayınız!" hadîs-i şerîfi, sütü bozuk, ahlâksızlarla evlenmeyi yasak etmektedir. Şu üç sıfat kadının iyi huylu olduğuna alamettir: Güzel ahlaklı olmak, Allahü teâlâdan korkar olmak, kanaatkâr olup, Cenab-ı Hakkın verdiğine razı olmak. Bir kadın Resulullah efendimizin yanına gelerek sordu: "Ben kadınları temsilen geldim. Allah cihadı erkeklere farz kılmıştır. Savaştan sağ çıkarlarsa gazi, ölürlerse şehid oluyorlar. Biz kadınlar da onlara yardımcı oluyoruz. Bize bu konuda mükafat, bir bedel var mı?" Resulullah efendimiz şöyle cevap verdi: "Karşılaştığın her kadına söyle: Kocaya itaat etmek, hakkını yerine getirmek onun yaptıklarının hepsine bedeldir. Ancak içinizde bunu yapanlar pek azdır." Kadın, ev işlerini çevirecek kadar; yemek yapmasını, ev işlerini, dikiş işlerini bilmeli. Peygamber efendimiz kadının bunları bilmesini tavsiye buyurmaktadır: "Allahü teâlânın farz kıldığını yapmaktan ve kocasına itaattan sonra kadınlar için, yün eğirmekten, iplik bükmekten üstün iş yoktur. Bir saat yün eğirmek, iplik bükmek veya dokumak, kadınlar için bir yıl ibâdet etmekten daha sevabdır. Dokudukları her iplik için amel defterlerine bir şehid sevabı yazılır." Asla ait olmayan teferruattan sayılan kusurlar üzerinde durulmamalıdır. Dört dörtlük bir eş bulmak zor, hattâ imkânsızdır. Unutmamalı ki, kusûrsuz dost arayan dostsuz kalır; noksansız eş arayan da eşsiz kalır. Dört dörtlük eşler ancak filmlerde olur. ('Huzurun Kaynağı Aile' kitabından-Arı Sanat 0212 520 41 51) > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
Zayi olan on şey!
17 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Osman cömert, hayâ sâhibiydi. Gecenin bir kısmında uyur, sonra ibâdete kalkardı. Gündüzleri de oruçlu geçirirdi. Muhtaç olanlara bol bol yemek yedirir, kendisi de evde sirke ile zeytinyağı yerdi. Halife iken, deveye binince kölesini de arkaya alır, böyle yaptığı için çekinmez sıkılmazdı. Kabristana uğradığı zaman oturur, ağlardı. Öyle ki sakalı ıslanırdı. Hazret-i Osman'ın veciz sözlerinden bazıları: "Dünyâ için üzülmek kalbe zulmet, âhiret için üzülmek ise kalbe nûrdur." "Ârifin alâmetlerindendir. Kalbi havf ve recâ, dili hamd ve senâ, gözü yaşlı ve hayâlı, isteği günahları ve dünyâyı terk ve rıza üzerine olmaktır. İnsanların en iyisi Rabbine kavuşmadan önce, Rabbini kendinden râzı eden, içine girmeden önce kendi kabrini en güzel yapandır." "İbâdetin tadını dört şeyde buldum: Allah'ın farz kıldıklarını yapmada, yasaklarından sakınmada, Allah'tan sevap bekleyerek emr-i ma'rûf yapmada ve Allah'ın gadabından kaçınarak nehy-i münker etmede." "Dört şey vardır ki, dışı fazilet, içi farzdır: Sâlihlerle düşüp kalkmak fazilet, onlara uymak farz; Kur'ân okumak fazilet, onunla amel farz; kabir ziyâreti fazilet, kabir için hazırlanmak farz, hasta ziyâreti fazilet, vasıyyetini almak farzdır." "Ölümü bilip gülene, dünyânın fâni olduğunu bilip ona rağbet edene, işlerin takdirle olduğunu bilip, istediği olmayınca üzülene, hesâba inanıp mal toplayana, Cehenneme inanıp günah işleyene, Allahü teâlâya inanıp dünyâ ile rahatlayana, şeytanı düşman bilip, ona itâat edene çok şaşarım!" "Beş vakit namazı vaktinde devam üzere kılana dokuz şey ikram edilir: Allah onu sever, bedeni sağlam olur, melekler onu korur, evine bereket iner, yüzünde sâlihler simâsı olur, Allahü teâlâ kalbini yumuşatır, Sırat'ı şimşek gibi geçer, Allahü teâlâ; "Onlar için korku ve üzüntü yoktur" zümresine onu ilhak eyler, Allahü teâlâ onu Cehennemden korur. On şey çok zâyi olmuştur: Sual sorulmayan âlim, amel edilmeyen ilim, kabul edilmeyen doğru görüş, kullanılmayan silah, içinde namaz kılınmayan mescit, okunmayan mushaf, infâk edilmeyen mal, binilmeyen vâsıta, dünyâyı isteyenin içindeki zühd ilmi, içinde âhiret yolculuğu için azık edinilmeyen uzun ömür...
.
"Onlar için korku yoktur"
18 Temmuz 2005 01:00
İmâm-ı Begavî, sûre-i Bekara'nın sonunda meâl-i şerîfi "Mallarını Allah yolunda infâk edenler, dağıtanlar..." olan 262'nci âyet-i kerîmesinin izahında tefsir alimlerinin, bu âyet-i kerîme, Hazreti Osmân bin Affân ve Hazreti Abdürrahmân bin Avf haklarında nâzil olmuştur, dediklerini bildirir. Abdürrahmân bin Avf, Resûlullah'ın huzuruna dört bin dirhem getirip demişti ki; yanımda sekizbin dirhem var idi. Dörtbin dirhemi kendime ve âileme alıkoydum. Dörtbin dirhemi Rabbime ödünç verdim. Resûl-i ekrem ona buyurdu ki: "Evinde bıraktığına ve borç verdiğine, Allahü teâlâ bereket versin!" Ancak Osmân Müslümanları Tebûk gazâsında orduyu donattı. Ticâret develerini, hevedleri ve çulları ile berâber verdi. O iki serverin hakkında bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Abdürrahmân bin Sümre dedi ki: Ceyş-i Usretde Hazreti Osmân, bin dinâr ile geldi. Ceyş-i Usretden murâd, Tebük gazâsıdır. Hazreti Resûlullah'ın kucağına altınları döktü. Ben gördüm. Resûlullah mubârek elini altınlar arasına dâhil kılıp, karıştırdı. Sonra buyurdu ki: "Osmân'a bundan sonra yaptıkları zarar vermez." Allahü teâlâ hazretleri meâl-i şerîfi, "Allah yolunda mallarını sarf eden kimseler, dağıttıkları şeyler ile karşısındakileri ezâda ve minnette bırakmazlar. Onların ecrini onların Rabbi verir. Onlar için korku ve üzüntü yoktur" olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Bütün melekler benimle iftihar ederler. Ben de Osman bin Affân ile öğünürüm." "Ben Allahü teâlânın huzûrunda, Hazreti Osman'ın düşmanlarının hasmıyım, onlara karşıyım." "Osman'ın şefâati sâyesinde, Cehennemi hak etmiş yetmiş bin kişi, hesapsız Cennete girecektir." Abdullah bin Abbâs, Resûlullah'ın; "Yâ Rabbi, Osman'ı kıyâmet gününün sıkıntılarından kurtar, ona rahatlık ver. O bizim birçok sıkıntımızı gidermiştir" buyurduğunu bildirmiştir.
.
Meleklerin hayâ ettiği kimse!
19 Temmuz 2005 01:00
Hazret-i Osman birisine iyilik, ihsan yaptığında onu mahcub etmemek için çok gayret gösterirdi. Çünkü, ihsânda ve ikrâmda bulunduğu kimsenin, ben sana şunları verdim, bu kadar şey verdim, diye verdiği ni'meti onun başına kakmak, onu üzmek olur. Nimet verdiği, ihsânda bulunduğu kimseyi mahcûb etmek, utandırmaktır. Veyâ ikrâmda bulunduğu kimseyi, hiç bilmesi îcâb etmeyen birisi yanında ikrâm ettiğini söyleyerek utandırmaktır. Süfyân hazretleri demiştir ki: Minnet ve ezâ demek, sana verdim, sen şükür etmedin, demektir... Abdürrahmân bin Zeyd bin Eslem dedi ki: Benim babam der ki; bir şahıs bir şeyi, bir kimseye bağışlasın. Sonra baksın ki, senin selâmın onun üzerine ağır gelir. Selâmını o kimseden önce verme... Allahü teâlâ kullarına ihsân ve iyilik ettikten sonra, başa kakmayı harâm kılmıştır. Kullarına her çeşit ni'meti verip, onların başına kakmamayı kendi zât-i pâkine mahsus sıfat kılmıştır. Zîrâ kuldan minnet, kulun iyilik etmesi, sonra başa kakması ve üzmesidir. Hak teâlâ hazretlerinin minneti, kullarına ni'met vererek, kullarını memnûn etmesi, hattâ ihsânını artırması, bunları hâtırlatmasıdır. İmâm-ı Begavî Mesâbîh-i şerîfte, Menkıbe-i Osmân bâbında sahîh hadîs olarak, Hazreti Âişe-i Sıddîka'dan şunu nakletmişlerdir: Hazreti Âişe buyurdular ki; Resûlullah, topuk ile dizi arası açık olduğu hâlde evimde yatıyordu. Hazreti Ebû Bekir kapıya gelip, izin istediler. Hazreti Habîbullah izin verdiler. Kendileri o hâllerini değiştirmediler. Sohbete başladıktan sonra, Hazreti Ömer gelip, izin istediler. Hazreti Fahr-i âlem ona da izin verdiler, hallerini değiştirmeden o hâlde, sohbete devam ettiler. Sonra Hazreti Osmân gelip, izin isteyince hemen Resûlullah Efendimiz oturup, örtüsünü üzerine aldı. İzin verdi. Sonra cümlesi kalkıp, gittikten sonra, Hazreti Âişe dedi ki; yâ Resûlallah! Babam Ebû Bekir geldi. Hiç hareket etmediniz. Ömer geldi. Ona da aynı şekilde oldunuz. Sonra Osmân geldi. Kalkıp, esvâbınızı, elbisenizi örttünüz. Server-i âlem Efendimiz buyurdular: "Meleklerin hayâ ettiği kimseden ben hayâ etmez miyim?" Bir rivâyette buyurdular ki: "Muhakkak ki, Osmân çok hayâlı bir kimsedir. Ben ondan hayâ ettim. Eğer ona o hâl üzere iken izin versem, içeri girip, hâcetini, arzûsunu, isteğini bana söyleyemezdi."
.
Resulullahın Cennet arkadaşı
20 Temmuz 2005 01:00
Talha bin Abdullah'tan rivâyet olunmuştur. Resûlullah buyurdular ki: "Her nebî için bir refîk vardır. Benim refîkim, arkadaşım Cennet'te Osman'dır." Yine, Hz. Enes'ten rivâyet olunmuştur. Hazreti Enes dedi ki: Resûlullah Efendimiz bize bî'at-ı rıdvân ile emrettikleri vakitte, Hazreti Osman'ı Mekke-i mükeremede, Kureyş'e resûl, haberci göndermiş idi. İnsanlar ile bî'at ederken, "Muhakkak ki Osmân, Allahü teâlânın ve Resûlünün hâcetini, işini görmektedir!" buyurup, mübârek ellerinin birini kendisi için, birini Osmân için kıldı. Kendileri için kıldığı eli, Hazreti Osmân için kıldığı el üzerine koyup, Hazreti Osmân yerine bî'at ettiler. Nakleden der ki: Resûlullah Efendimizin kendi mübârek elleri Hazreti Osmân bin Affân için, sâir insanların kendi ellerinden hayırlı oldu. Mürre bin Ka'b'dan naklolunmuştur: Ben Resûlullah Efendimizden işittim. Meydana gelecek fitneleri zikretti. O sırada biri geçiyordu. Resûlullah buyurdular ki: "O fitne günü bu kişi hidâyet üzerinde sâbittir." Ben kalktım, o şahıstan tarafa baktım. O şahıs Osmân bin Affân idi. Nakleden der ki: O şahsın yüzünü Habîbullah Efendimize göstererek, dedim ki; bu mudur yâ Resûlallah! Evet, buyurdu. Âişe-i Sıddîka'dan rivâyet olunmuştur. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Yâ Osmân! Allahü teâlâ seni yakında halife yapacaktır. Seni halifelikten indirmek isteyen insanlar için, kendini halifelikten azletme!"Bu hadîs-i şeriften dolayı Hazreti Osmân; muhâsara olunduğu günü Hilâfetten çekilmedi. Yine o bâbda, İbni Ömer'den rivâyet olunmuştur: Resûlullah fitneyi zikretti. Buyurdu ki: "O fitnede Osmân mazlûm olarak katlolunur." Hazreti Osmân bin Affân îmâna geldikten sonra, amcası, Hazreti Osmân'a düşmanlık ve husûmet edip, eli ile ve dili ile çok eziyet yaptı. "Sen Muhammed'in dininden dön" diye o kadar eziyet yaptı ki, anlatmak ve söylemek mümkün değildir... Günlerden bir gün Hazreti Osman'ın yanına varıp, dedi ki: İnsâfa geldin mi? Hemen ya dininden dön, atan ve dedenin dinine gir, veyâ sana eziyetten geri durmam!.. Hazreti Osmân buyurdu ki: Ey amca! Bu kadar cefânın, yüz mislini de yapsan bana, Hazreti Muhammed'in doğru dininden, dönmek ihtimâlim yoktur. Boş yere zahmet çekersin, dedi. Sonra, amcası Hazreti Osmân'a eziyet etmekten vazgeçti. O sadâkat sâhibi, cefâdan kurtuldu. Doğru Fahr-i âlem Efendimizin saadethânelerine vardı. Diğer Eshâb ile Habeşistân'a hicret ettiler...
.
"Ondan melekler hayâ eder"
22 Temmuz 2005 01:00
Bir gün Resûl-i ekrem Efendimizin yanında bir melek durdu. Hazreti Osmân geçti. Resûlullaha dedi ki: Bu geçen kimdir. Dediler: Hazreti Osman'dır. Hemen ki, Osmân adını işitti, ayak üzerine durdu ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Bu serverden cümle melekler hayâ eder. Ve muhabbet edip, ri'âyet ederler ve bunun mertebesi Hak teâlâ hazretlerinin dergâh-ı âlisinde yücedir. Bunun gibi şânı yüksek sultânı kavmi ne bahâne ile cesâret edip, katlederler, dedi. Fahr-i âlem Efendimiz, "Yâ Osmân! Hak teâlâ senin önce ve âhir günâhını af etsin!" diye dua etti. Hak teâlâ Habîbullah hazretlerinin duasını kabûl edip, Hazreti Osman'ı affetti. Nice âyet-i kerîme hakkında nâzil olmuştur. Hazreti Habîbullah "Cennet ehli, Cennet'te bir burak gördüler. Bu burak nedir, diye sordular. Hak teâlâ azamet ve kibriyâsı ile buyurdu ki; bu bir nûrdur. Burak değildir. Hazreti Osmân bir odadan başka bir odaya giderdi. Gördüğünüz o nûr, na'lınının nûrudur" buyurdu. Yerde yürürken Cennet'te nûr verirdi. Meşhurdur ki, Hazreti Osmân, iki rekat namazda Kur'ân-ı azîmüşşânı hatmederdi. Bir gün Server-i âlem Efendimiz Eshâb-ı güzîn ile otururken, Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Dedi ki: Yâ Resulallah! Hazreti Yûsüf-i Sıddîk aleyhisselâmın mubârek sakalına bakmak ister isen, Hazreti Osman'ın mübârek sakalına bak. Hazreti İbrâhîm Halîlullah aleyhisselâmın mübârek sakalına bakmak istersen, Hazreti Osman'ın mübârek sakalına bak. Her kimin bir Peygambere benzerliği varsa, o kimse muhakkak ehl-i Cennettir. Bir gün Osmân bin Affân, Resûlullah Efendimize gelip, dedi ki: Yâ Resûlallah! Kemâl-i lütfundan bu âciz bendenizi topraktan kaldırıp, evimizi şereflendiriniz, teşrîf buyurunuz. Sultân-ı kâinât ve mefhar-i mevcûdât buyurdular ki, yalnız beni mi da'vet ediyorsun, yoksa Eshâb-ı kirâmı da mı? Hazreti Osmân dedi ki: Eshâb-ı kirâm da gelsinler. Server-i Enbiyâ, Bilâl-i Habeşi'yi çağırıp, buyurdu ki: Yâ Bilâl! Bütün Sahâbeye haber ver. Osman'ın da'vetine gelsinler. Kendileri kalkıp, Hazreti Ali ile Hazreti Osman'ın saadethânelerine doğru gitmeye başladılar. Yolda giderken, Hazreti Osmân, Resûl-i ekremin ardınca gidip, adımlarını sayardı. Resûlullah Efendimiz buyurdu: Yâ Osmân! Niçin sayıyorsun. Hazreti Osmân dedi ki: Yâ Resûlallah, her mübârek adımınız için, bir köle âzâd olsun. Da'vetten sonra bütün köleleri âzâd oldu. Kölelerin âhidnâmelerini verdi.
.
Nasıl huzur olsun ki!
22 Temmuz 2005 01:00
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan'ın eski özel siyasi danışmanı ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Başkanı Prof. Ghassan Salama, "Osmanlı İmparatorluğu'nun boşluğu doldurulamadı, Osmanlı'nın çekildiği bölgelerde barış, huzur hiç olmadı" demiş. Adaletin olmadığı yerde huzur ve barış olur mu hiç? Osmanlı bu bölgelerde asırlarca; din ve ırk farkı gözetmeden herkese adalet ile yaklaştığı için huzur vardı. Avrupa'da, kralların, istediği kimseyi astırdıkları, istediği kimseyi hapsettikleri yani tam bir diktatörlük ile ülkelerini idâre ettikleri zamanlarda, Osmanlı'da devletin bir memuru olan Şeyhülislam, Padişahı sorgulayabiliyordu! İnsanlık icabı yaptığı yanlışı yüzüne karşı açıkça söyleyebiliyordu. Tarihte bunun örnekleri çoktur... Sultan Selim Hân'ın Şeyhülislâmlarından Zembilli Ali Efendi, yolda, elleri bağlanmış gayri müslim tüccarlara rastladı. Bu kişilere sordu: - Nedir bu hâliniz? - Biz tüccar kimseleriz. Alış-verişimizi sultanın emrine göre yapmadığımız zannedildiği için bizi tutuklattı. Bunun üzerine, Zembilli Ali Efendi, Pâdişâhın huzûruna varıp dedi ki: - Pâdişâhım, yabancı tüccarlara haksızlık yapılmış. Bunların serbest bırakılması lâzımdır. Bunlar kanunlarımıza aykırı bir iş yapmamışlar. Pâdişâh bu âni çıkışa kızdı: - Ben sana ne demiştim? Benim yaptığım siyasî işlere sen karışmayacaksın dememiş miydim? - Burada insanların, haksızlığa uğraması, zulüm görmesi mevzûbahis. Bunun için, Şeyhülislâm olarak, buna müdâhale etmem benim vazîfemdir. Karışmazsam, vazîfemi yapmamış olurum. Yavuz Sultan Selim, korkusuzca tüccarların hakkını savunan Ali Efendi'nin bu hareketine çok memnûn oldu. Yanlış bir iş yaptığında kendisini îkâz edecek bir din adamı bulunduğu için Allahü teâlâya şükretti. Sonra yabancı tüccarları salıverdi... Osmanlı devleti kuvvetli olduğu dönemlerde adâlet, en iyi şekilde korunmuş, herkese âdil muâmele yapılmıştır. Tarihe bakıldığında açık olarak görülmektedir ki, İslâm devletleri, adâlete bağlılıkları nisbetinde, kuvvetlenmişler, galip gelmişler. Fakat aynı millet, aynı ordu, adâletten uzaklaşınca, başarıları azalmıştır. İslâm devletlerinin kurulması, yükselmesi, durması ve çökmeleri de hep adâlete bağlılıkları nisbetinde olmuştur. Osmanlı devleti duraklama ve gerileme dönemlerine girince Avrupa devletleri, değişik yollarla, Osmanlı adâletine müdâhale etmeye başladılar. Böylece Osmanlı devletindeki, adâlet, halkın birliği, beraberliği bozulmaya başladı. Kendilerine asırlardır, çok iyi muâmele edilen gayr-i müslim halkta, kışkırtma neticesinde, kıpırdanmalar başladı. Zaten Avrupa'nın da maksadı buydu. Çeşitli ırktaki insanları, bağımsızlığa teşvîk ediyorlardı. Zayıf bir zamanını yakalayıp, Osmanlının yıkılışına sebep olan Tanzimat Fermanı'nı imzalattılar. Bu, yıkılışın başlangıcı oldu. Batı'da özel olarak eğitilen, kendi öz değerlerine düşman olarak yetiştirilen Batı hayranı sözde enteller, devletin kilit noktalarına getirildiler. Bunlar da halkımızı adım adım, örf ve âdetlerimizden, İslam ahlakından uzaklaştırdılar. Teknoloji yerine, Batı'nın ahlaksızlıklarını transfer ederek Osmanlı'yı Osmanlı yapan değerlerden mahrum bıraktılar. Bu da Osmanlı'nın yıkılmasına, barış ve huzurun yok olmasına sebep oldu...
.
"Siz bunlarla başa çıkamazsınız!"
23 Temmuz 2005 01:00
O devirlerde Batı, şimdiki gibi Müslümanları sinsice içeriden yıkma planlarını daha yapmamıştı. Hedefine savaş yolu ile uluşmak istiyordu. Bunun için ikide bir Haçlı Seferleri düzenliyorlardı. Bu saldırılara son vermek için Kânûnî Sultan Süleyman Hân ordusuyla sefere çıkmıştı. Ordu, ağır ağır ilerliyordu. Yol dar olduğundan, ordu mecbûren bağların içinden geçiyordu. Hava çok sıcak olduğundan asker susuzluktan kıvranıyordu. Çok güzel üzümleri bulunan, bir bağdan geçerken, askerin biri dayanamayıp, bağdan bir salkım üzüm kopararak biraz olsun susuzluğunu giderdi. Sonra da, asma ağacına, yediği üzümün çok üzerinde bir para bağlayarak, yoluna devam etti. Çok geçmeden mola verildi. Asker, kan ter içinde bir köylünün koşarak geldiğini gördü. Hristiyan köylü ısrarla Pâdişâh ile görüşmek istiyordu. Köylüyü Kânûnî'nin huzûruna götürdüler. Kânûnî sordu: - Nedir bu hâlin, kan ter içinde kalmışsın, yoksa askerler sana zarar mı verdi? - Ben şikâyet için değil memnûniyetimi bildirmek için geldim. Böyle bir askeri, böyle bir komutanı tebrîk etmemek insâfsızlık olur. - Askerlerim sizi memnun edecek ne yapmışlar? - Askerleriniz bağdan geçtikten sonra, asmanın dalında bağlı bir kese gördüm. İçini açtığımda, para vardı. Dikkatli baktığımda, bir salkım üzümün koparıldığını gördüm. Anladım ki koparılan üzümün parası olarak bırakılmış. Sizde böyle güzel ahlâklı asker olduğu müddetçe sırtınız yere gelmez. Kânûnî, derhâl o askerin bulunmasını emretti. Hristiyan köylü, bu askere ne gibi mükâfât verecek diye merakla beklemeye başladı. Nihâyet asker bulunup, Padişahın huzûruna getirildi. Kânûnî: - Niçin izinsiz iş yaparsın? Parası verilmiş olsa bile, sâhibinden habersiz, mal almanın câiz olmadığını bilmiyor musun, diye askeri azarladı. Sonra da, "Bu asker derhâl ordudan uzaklaştırılsın" diye emir verdi. Hristiyan köylü heyecanla Kânûnî'ye sordu: - Ben bu askerin mükâfâtlandırılması için gelmiştim, fakat siz onu cezâlandırdınız. - Kursağında, harâm lokma bulunan bir askerle zafer kazanılmaz. Bunun için ordudan attım. Eğer aldığı üzümün parasını bırakmamış olsaydı, zâlimlerden olurdu. İşte o zaman kellesini bile zor kurtarırdı... Aynı ordu, Belgrat yakınlarında, yine mola vermişti. Askerler, susuzluklarını gidermek, abdest almak için çeşme arıyorlardı. Bir manastırın yakınında çeşme bulup, ihtiyâçlarını giderirken, râhib, birkaç râhibeyi iyice süsleyip, çeşmenin başına gönderdi. Kadınların geldiğini gören askerler, hemen çeşmenin başından çekilip, sırtlarını döndüler, süslü kadınlara yan gözle bile bakmadılar. Bu durumu uzaktan ibretle seyreden râhib, hemen Haçlı kumandanına şunları yazdı: "Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bunlar kadına-kıza, mala-mülke önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini fedâ ederek, Allah yolunda savaşıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Siz onlardaki bu özellikleri ortadan kaldırmadan, onlarla savaşırsanız, canlarınızdan ve mallarınızdan mahrûm kalacağınız açıktır. Kendinizi ölüme atmayınız!.." İşte Batı'nın, taktik değiştirip İslam ülkelerinde; manevi değerlerden uzaklaştırma, "Protestanlaştırma" operasyonlarına girmesinin sebebi Müslümanları bu yaşayıştan uzaklaştırmaktır...
.
Namazını kılmadı!
23 Temmuz 2005 01:00
Câbir-i Ensârî'den rivâyet olundu. Bir gün bir cenâze götürdüler. Resûlullah Efendimiz çekinip, namazını kılmadı. Sual ettiler ki: Yâ Resûlallah! Şimdiye kadar, hiçbir cenâzeden çekinmeyip, gördüğünüz gibi namazını kılardınız. Hikmeti ne oldu ki, bu cenazenin namazını kılmadınız. Cevâbında buyurdular ki: "Bu şahıs, benim yârim Osmân'a buğzederdi. Osmân'a buğzeden kimseye Allahü tebâreke ve teâlâ buğzeder. Bir kimseye ki, Allahü teâlâ buğz eder. Benim onun namazını kılmam uygun mudur?" Âişe-i Sıddîka nakletmiştir. Bir gün Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Yâ Âişe! Dilerim ki, eshâbımdan ba'zısı buraya, yanıma gelsinler. Onlara ba'zı söyleyeceklerim vardır. Söyleyeyim." Dedim; yâ Resûlallah! Ebû Bekir'i çağırayım mı? Bir şey söylemedi. Bildim ki, onu dilemez. Dedim; Ömer'i çağırayım mı? Onun için de bir şey demedi. Bildim ki, onu dahî dilemez. Dedim; amcan oğlu Ali'yi çağırayım mı? Ona da bir şey söylemedi. Dedim; Osman'ı çağırayım mı? Buyurdular ki; "Çağır gelsin!" Çağırdım, Hazret-i Osman geldi, Resûlullah'ın huzur-ı şerîfinde durdu. Resûlullah hazretleri ona ba'zı şeyler söyledi. Onun rengi değişti. Ba'zı şeyler de söyledi. Rengi eski hâlini aldı. Hazreti Osman'ın evini muhâsara ettikleri günde, ona dediler ki: Niçin karşılık vermezsin. Dedi ki: Hazreti Resûlullah benim ile sözleşmiştir. Bana çok söz söylemiştir. Ben bu belâya sabrederim. Hazreti Âişe demiştir ki: Benim zannım öyledir ki, Hazreti Habîb-i ekrem o vakit ona bu kıssayı haber vermiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Peygamberler (aleyhimüsselâm) hayâtlarında iken birer kimse ile öğünmüşler idi. Ben de Osmân bin Affân ile öğünürüm". Bir yerde de buyurdu ki: "Bütün melekler benimle iftihâr ederler. Ben Osmân ile iftihâr ederim." Bir yerde de buyurdu ki: "Mahşer gününde bütün Peygamberler (aleyhimüsselâm) eshâblarından birisini refîk edip, onunla gezerler. Bir ân yanlarından ayrılmazlar. Ben de Osman'ı refîk edinirim. Bir ân onsuz olmam. Cennet'te benim refîkim Osmân olacaktır."
.
Osman'a bol karşılık ver!"
24 Temmuz 2005 01:00
Abdullah ibni Abbâs rivâyet etmiştir. Fahr-i âlem Efendimiz buyurmuşlardır: "Osman'ın şefâ'ati ile, hepsi ateşe müstahâk olan kimselerden elbette yetmişbin kişi Cennet'e girse gerektir." Abdullah ibni Ömer'den rivâyet olunur ki, Resûl-i ekrem Efendimiz buyurmuşlar ki, "Mi'râc gecesi dördüncü göğe ayak bastığımda, karşıma bir huri çıktı. Kahkaha ile gülerdi. Sual ettim ki; sen kimin için yaratıldın? Dedi ki: "Zulüm ile şehîd edilen Osmân bin Affân için yaratıldım" dedi." Abdullah ibni Mes'ûd rivâyet etmiştir. Bir gazâda Resûlullah ile hâzır idim. yiyecekler bitti. Askerde hayli üzüntü ve sıkıntı hâsıl oldu. Server-i âlem Efendimiz bu duruma vâkıf olup, buyurdular ki, "Vallahi güneş batmadan Allahü teâlâ hazretleri size rızık gönderir." Bu manayı Hazreti Osmân hemen anlayıp, Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlü mutlaka doğru söyler diye düşünüp, bir yerde on dört yük zahîre buldu. Yüksek fiyat ile alıp, güneş batmadan dokuz yükünü Resûlullah Efendimize getirdi. "Bu nedir, yâ Osmân" diye buyurunca, dedi ki: Osman'ın Allah ve Resûlüne hediyesidir. Seyyid-i kâinât Efendimizin mu'cizâtı te'hîrsiz meydana gelince, mü'minler sevinip, münâfıklar mahzûn ve giryân oldular. Resûlullah Efendimiz mübârek ellerini dergâha kaldırıp, "Yâ Rabbî, Osmân'a çok ecir ver, iyiliklerine bol karşılık ver" diye hayır dua buyurdular. Ebûl Mû'în Nesefî anlatır: Hazreti Ömer âhirete sefer ettikleri vakitte, hilâfeti altı serverin arasında müşâvere ettiler. O altı kişiden Sa'd hazretleri orada yoktu. Talha ve Zübeyr i'tizâr ettiler. Bizim hilâfet ile işimiz yoktur. İstemeyiz dediler. Üç kişi kaldı. Osmân ve Ali ve Abdürrahmân. Abdürrahmân bin Avf dedi ki: "Ben işi ikinize bıraktım." Onlar dediler; öyle olsun. Üç gün mühlet istediler. Abdürrahmân hazretleri o üç günde, halk arasında gizli-âşikâr kimin halife olması gerektiğini araştırdı. Cümle halkın Hazreti Osmân tarafına meyilli olduklarını öğrendi, tesbît etti. "Ben Osmân bin Affân'ı seçtim" buyurdu. Hazreti Ali ve diğer Sahâbe-i güzîn Hazreti Osmân ile bî'at edip, fitne ve kavgayı ref' ettiler. Hazret-i Osman, herkese adâletle davranmaya çok dikkat ederdi. Bir gün bir kölesinin kulağını çekti. Kölenin kulağı acıyıp şöyle dedi: "Efendim, herkesin birbirinden hakkını alacağı kıyâmet gününü düşününüz." Bu söz Hazreti Osman'a çok tesir etti. "Gel, sen de benim kulağımı çek, ödeşelim" buyurdu.
.
Levh-i mahfûzda görürsün!.."
25 Temmuz 2005 01:00
Kur'ân-ı kerimin çoğaltılmasının Hazreti Osmân tarafından yapıldığı meşhur olduğu ma'lûmdur. Kur'ân-ı kerîmi, Ebû Bekir Sıddîk, Hazreti Ömer ve diğer Sahâbe-i güzînin ittifâkları ile toplamıştır. Hazreti Osman'ın hilâfetleri zamanında, Irâk ve Şâm fetholduğu zaman, halk arasında toplanmış bir araya getirilmiş mushaf yok idi. Huzeyfe bin el-Yemânî Irâk ve Şâm tarafına gazâya gitti. Halkın Kur'an-ı kerimi okumadaki zorluklarını görüp, dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Kitâbullahta Yahudiler ve Nasrânîler gibi, ihtilâf etmezden önce ümmet-i Muhammed'e meded eyle! Hazreti Osmân bunu işitince, bütün Eshâb-ı kirâmı toplayıp, buyurdular ki: Hâtırıma böyle gelir ki, Ebû Bekir Sıddîk'ın topladığı Kur'ân-ı kerîmden beş aded mushaf yazıp, her birini bir vilâyete gönderelim. Halk ona tâbi' olsunlar. Sahâbe-i kirâm, isâbetli olacağını söylediler. Hazreti Ali buyurdular ki: Eğer ben de halife olsa idim, böyle yapardım. Hazreti Osmân, ilk mushafı, Hazreti Hafsa'dan getirtip, Sa'îd bin Âs'a yazması için emretti. Zeyd bin Sâbit'e emretti ki, kitâb hâline getirsinler. Bir rivâyette Abdullah bin Zübeyr ve Sa'îd bin Âs ve Abdürrahmân bin Hâris'e yazsınlar, diye emretti. Zeyd bin Sâbit kitâb hâline getirdi. Bunlara buyurdular ki: Eğer sizin bir müşkiliniz olursa, Kureyş lügatine mürâcaat ediniz. Zîrâ Kur'ân-ı azîmüşşân Kureyş lügati üzerine nâzil olmuştur. Bunlar sûre-i Bekara'da bir müşkilât ile karşılaştılar. Biri tâbut okudu. Birisi tâbuh okudu. Hazreti Osmân'a arz ettiler. Hazreti Osmân, tâbuttur buyurdular. Beş mushaf yazdılar. Bu mushafların adlarına "Mushaf-ı imâm" koyup, her birini bir şehre gönderdiler. İhtilâf olunduğu vakit bu mushaflara mürâcaat olunsun. Birisini Mekke-i Mükerremeye, birisini Basra'ya, birisini Şâm-ı şerîfe, birisini Kufe'ye gönderip, birisini de Medîne-i Münevverede alıkoydular. Bir rivâyette de yedi mushaf idi. Birisini Yemen tarafına, birisini de Bahreyn'e gönderdiler. Hazreti Osman'ın rey'i ve tedbîri ve tasarrûfları bu şekildedir. Hazreti Osmân bin Affân, Kur'ân-ı azîmüşşânın yazılma işi ile uğraşırken, bir Cuma günü, Cuma namazını kıldıktan sonra, mubârek ellerini kaldırıp, dua ederken, bir kişi gelip Mushafı şerifin sırasına itiraz etti. Hazreti Osmân, o kişinin tereddüdünü kaldırmak için, "Bak, levh-i mahfûzu görürsün" dedi. O kişi de bakıp, o ân levh-i mahfûzu gördü. Kur'ân-ı azîmüşşân levh üzerinde, bu tertîb üzerinde yazılmıştır. Bu kerâmeti görünce, Hazreti Osman'ın büyüklüğünü anladı..
.
Rumları yola getirdi
26 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Ömer vefât edip, Hazreti Osmân yerine halife olunca, Hazreti Ömer'in vefât haberi üzerine Rumlar harekete geçti. Hazreti Osmân; Afrikiyye'de Bizanslılara karşı cihad eden Abdullah bin Ebî Serh'e ve Abdullah bin Zübeyr'i imdâda gönderdi. İki fırka birbiri ile karşılaştılar. Cenk günü de belli oldu. Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Ebî Serh'e dedi ki, Rum ve Frenk askeri çoktur. Müslümanların askeri azdır. Onlara hîle yaparak muzaffer olmalıdır. Sen asker ile durup, hâzır ol. Benim tarafımdan tekbîr seslerini işitince, hemen Rum ve Frenk askerine varıp, vuruşmağa başla. Zîrâ haber almışım ki, Rum kumandanı askerden ayrı yerde olup, tavus kanadından yapılmış gölgeliğinde birkaç şarkıcı ile oturur. Abdullah bin Ebî Serh hâzır vaziyyette dururken, Abdullah bin Zübeyr otuz er alıp, resmî elçiler gibi gitti. Rum kumandanına yakın vardı. O otuz askere dedi ki: Siz Rum ve Frengin askeri ile benim aramda durun ki, benim hâlime vâkıf olmayalar. Eğer benim hâlime kasdetmek isterler ise, onları bir müddet meşgûl ediniz. Bu arada ben de işimi yapayım. Hemen atını salıp, hücûm etti. Rum kumandanını ve yanındakileri kılıç ile helâk edip, tekbîr getirdi. O otuz er de yüksek ses ile tekbîr aldılar. Abdullah bin Ebî Serh hâzır vaziyyette dururken, tekbîr sesini işittiği gibi, İslam askeri ile bir yerden tekbîr alıp, Rum ve Frenk askerine hamle edip, birbirlerine vurdular. Onbin kâfiri kırıp, kılıçtan geçirdiler. Bu zafere Abdullah bin Zübeyr'in kahramanlığı sebeb oldu. Meşhur Rum şehirlerinden birkaç şehir Müslümanların tasarrûfuna dâhil oldu. Abdullah bin Ebî Serh Medâyin'e vardı. O vilâyeti ele geçirip, harac aldı. Hicretin Yirmialtıncı senesinde Hazreti Osmân Harem-i şerîf etrâfında birçok evleri satın aldı. Bu şekilde Mescid-i Harâmı genişletti. Yirmisekizinci senesinde haber geldi ki, Horasan kavmi emre mutî olmuyorlar. Sa'd bin Âs hazretlerini gönderdi. Onları, itâ'ate getirdi. Otuzuncu senede, Resûlullah Efendimizin yüzüğü, Hazreti Osman'ın elinden Erîs kuyusuna düştü. Ne kadar istediler ise de bulamadılar. Bu sene Hazreti Muâviye İstanbul'a varıp, gazâ etti. Hazret-i Osman, hazret-i Ebu Bekir ile ilgili şunu söyledi: Diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir söz söylememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr olmadıkça aslâ dünyâ kelâmı söylemezdi. Bir hadîs-i şerîfte; "Ebû Bekir'in îmânı bütün mü'minlerin îmânları ile tartılsa, Ebû Bekir'in îmânı ağır gelir"buyruldu."
.
İbni Sebe fitnesi!..
27 Temmuz 2005 01:00
Abdullah bin Sebe adlı Yahudi, Hazreti Ömer'in zamanında Müslüman olduğunu söylemişti. Fakat, Yahudilik kîni gönlünde bâkî kalmıştı. İslâm dininde, çok kötü bir fitne çıkarmak istedi. Hazreti Ömer'in şiddeti ve tedbîrli hareketi onun fitnesine mâni olurdu. Hazreti Osmân zamanında fırsat bulup, fitne çıkardı. "Hazreti Osman'ın gidişi, Şeyhayn gidişlerine muhâlif idi" diyerek, Müslümanları Hazreti Osmân üzerine ayaklandırdı. Hattâ insanlara öyle i'tikâd ettirdi ki, Hazreti Osman'ın üzerine yürümek, ayaklanmak ibâdettir, fikrini aşıladı. Mısırlılardan bir grup, Hazreti Alî'nin huzuruna geldiler, gittiler. Basrâlılar Zübeyr bin Avvâm'ın huzuruna, Kûfeliler, Talha'nın huzuruna geldiler. Bu din büyüklerinin nasîhatları bunlara fayda verip, söylenenleri kabûl ettiler. Sonra, bunlar yine fitne çıkarmak için toplandılar. Hazreti Osman'ı susturmak, yâhûd Hilâfetten hal' etmek, çekilmesini sağlamak, eğer öyle olmaz ise, katletmeye karâr verdiler. Hazreti Osmân hazretlerinin üzerine yürüdüler. Abdullah bin Sebe ismindeki Yahudi, eski kitapları çok okumuştu. Müslüman olduğunu söylüyordu. Medîne'ye gelip, halifenin gözüne girmek istedi. Fakat, halife buna hiç yüz vermedi. Bu her yerde Hazreti Osman'ı kötüledi. Halifeye, bu Yahudi dönmesi, her zaman seni kötülüyor, dediler. Halife, bunu Medîne'den çıkardı. Bu da Mısır'a gidip, halifeye karşı propagandaya başladı. Ağzı çok laf yaptığından, câhilleri etrâfına topladı. En çok söylediği şey, "Her Peygamberin bir vezîri var idi. Bizim Peygamberimizin vezîri de Alî'dir. Hilâfet, onun hakkı idi. Osmân onun elinden aldı" sözleri idi. Fellahları kandırıp, Osmân kâfirdir, dediler. Halife her suâle cevap verip, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile haklı olduğunu isbât etti. Bir sene sonra, Mısır'dan dört bin ve Irâk'tan dört bin kişi geldi. Gelenlerin maksadları Hazreti Osman'ı hâl' etmek idi. Mısırlılar Hazreti Alî'ye gelip, "Seni halife yapacağız" dediler. Hazreti Ali bunlara darılıp, "Peygamberimiz sizin yerleştiğiniz yere gelip konacak askerin mel'ûn olduğunu haber verdi" buyurdu. Hazreti Alî, gelenlerin Mısır valisinden şikayetçi olduklarını görünce, Hazret-i Osman'a durumu iletti. O da valiyi görevden aldı. Ve valiye bir mektup yazdı. Mektupta, eski vâliye emir olup, gelenleri kabûl ediniz deniyordu. O zaman yazılar noktasız olduğundan, noktanın yerine göre, katlediniz manası da okunur. Mısırlılar böyle okuyup, kızdılar. Geri döndüler.
.
"Bu gece bizimlesin!"
28 Temmuz 2005 01:00
İbni Sebe'nin ayaklandırdığı asiler Hazret-i Osman'ın evini sardılar. Hazret-i Osmân'ın evini koruyan dörtyüz muhafızı vardı. Hazreti Osmân bunları huzuruna çağırıp, buyurdu ki: Her kim odasına varıp, silâhını bırakıp, kendi hâlinde oturursa benim hayır duam onun ile olsun. Onlar da emre uyup, dağıldılar. Ondan sonra Hazreti Alî'ye haber verdiler. Onbin kadar kimse Hazreti Osman'ın katli için toplanıp gelmişlerdir, dediler. O da, İmâm-ı Hasen'i ve İmâm-ı Hüseyin'i gönderdi. Tenbîh etti ki: Her kim ki Hazreti Osman'ı kasd için gelir ise kılıcı vurun. Her kim olursa olsun, aman vermeyin. Bu iki şehzâde, bellerine kılıçlarını kuşanıp, Hazreti Osman'ın kapısına vardılar. Bu şehzâdeleri gördükleri gibi, hiçbir fert kapıya gelmeye cesâret edemedi. Kapıyı bırakıp, saray duvarını deldiler. Hazreti Osmân Kur'ân-ı azîm ve Fürkân-ı kerîm okurlar idi. Okurken şehîd ettiler. Hazreti Osmân vefât etmeden önce Hazreti imâm-ı Alî'ye haber verdiler. Acele ile kalkıp, Hazreti Osman'ın yanına gitti. İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyin'i görüp, onları tekdîr edip, içeri Hazreti Osman'ın yanına vardı. Mubârek hâtırını sordu. Hazreti Osmân hâline şükür edip, dedi ki: Yâ Ali! Bu başıma geleni Resûlullah Efendimiz bana bildirmedi mi zannedersin. Yâ Ali! Lütuf edip, benden ötürü bir kimseye zarar etmeyesin. Bu gece Peygamber Efendimizi rüyada gördüm. Bana buyurdu ki; "Yâ Osmân! Bu gece bizim yanımızda iftâr edersin!" Yâ Ali, on nesneyi sakladım. Mahrem hazîne gibi kimseye açmadım. O on nesneyi bu üslûb üzere takrîr buyurdular: Ben İslam'ın üçüncü halifesi oldum. Peygamberimiz Efendimizin iki kerîme-i muhteremelerini almak, hiç kimseye müyesser olmamıştır. Bana müyesser oldu. Tegannî etmedim. Tegannî edilen yere bile uğramadım. Îmâna geldikten sonra zinâ etmedim. Önceden de zinâ etmemiştim. Îmâna geldikten sonra, hırsızlık etmedim. Önceden de etmemiştim. Fahr-i âlem Efendimiz ile bî'at edip, mubârek eline elim yapıştıktan sonra, sağ elimi avret yerime uzatmadım. Bir Cum'a günü geçmedi ki, ben bir köle âzâd etmiş olmayayım. Eğer hâzır köle bulunmaz ise, sonra bir köle alıp, getirip, âzâd ederdim. Resûlullah Efendimizin zaman-ı şerîflerinden beri benim başıma geleceği bilirdim. Lâkin kimseye açmazdım...
.
"Rûme Kuyusunu kim alır?"
29 Temmuz 2005 01:00
Sümâme tebni Cezemîl Kuşeyrî anlatır: Ben Yevmüddâra hâzır oldum. Yevmüddâr, Hazreti Osman'ın katlolunduğu güne derler. Hazreti Osmân, evini muhâsara edenlerin hâlini anladı. Onlara hitap edip, buyurdular ki: Allahü teâlâya ve de İslam'a yemin ederim ki, siz bilmez misiniz, Resûlullah Efendimiz Medîne'ye geldi. Medîne-i Münevverede Rûme Kuyusundan başka tatlı su yoktu. Buyurdular ki, "Rûme Kuyusunu kim satın alır, kendi kovası ile Müslümanların kovasını bir tutarsa, onun Rûme Kuyusundaki kovasından Cennet'teki kovası hayırlı olur." Kendi hâlis malımdan o kuyuyu satın aldım. Siz bugün o kuyunun suyunu içmekten beni men edersiniz. Hattâ deniz suyu gibi tuzlu su içerim! Hepsi dediler ki: "Evet öyledir". İbni Abdülber'den nakletmiştir ki: Medîne-i Münevverede bir Yahudi'nin ağzı örülü bir kuyusu var idi. Suyu gâyet tatlı idi. Suyunu satardı. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Rûme Kuyusunu kim alır, kendi kovasını Müslümanların kovası ile berâber tutarsa, Cennet'teki kovası bundan hayırlı olur." Hazreti Osmân varıp, kuyu için Yahudi ile pazarlık etti. Yahudi kuyunun tamamını satmaktan kaçındı. Hazreti Osmân da, yarısını aldı. Nöbet yolu ile, bir gün Osman'ın olacak, bir gün Yahudi'nin olacaktı. Hazreti Osmân nöbetini sebîl ve sadaka etti. Yahudi ücret ile satardı. Hazreti Osman'ın nöbeti gelince, Müslümanlar iki günlük su alırlardı. Yahudi'nin nöbetinde asla uğramazlar idi. Yahudi'nin pazarı kesâda uğrayınca, diğer yarısını da satmak istedi. Diğer yarısını da Hazreti Osmân ondan satın aldı. Önceki yarısını Yahudi'den oniki bin dirheme almıştı. Diğer yarısını da sekiz bin dirheme aldı. Tamamını sebîl etti. Yine Hazreti Osmân muhâsara edenlere hitap edip, buyurdu ki: Allahü teâlâ hazretlerine yemin ederim ki, siz bilmez misiniz. Mescid dar geliyordu. Resûlullah buyurdular ki: "Falanın yerini kim satın alıp, Mescide katarsa, o yerden dahâ iyisine Cennet'te kavuşur." O yeri has malım ile satın aldım ve Mescide ilhâk ettim, kattım. Siz bugün beni o mescidde iki rekat namaz kılmaktan men ediyorsunuz. Dediler, "evet öyledir". O yine buyurdu ki: Yemin ederim Allahü teâlâya ki, Tebûk gazâsında, İslam askerini kendi malımdan techîz ettiğimi bilmiyor musunuz? Dediler; "evet, biliyoruz!" Fakat asiliklerinden vazgeçmiyorlardı.
.
Aklı maksada uygun kullanmak
29 Temmuz 2005 01:00
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için akıl gibi anlayıcı bir kuvvet vermiştir. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isâbet ettiği halde, bazıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allahü teâlânın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarihi inceleyecek olursak, insanların kendi başlarına ve önlerinde Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendisine en büyük faydası olan Güneş'i, yaratıcı sandı ve ona tapmağa başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanardağları ve benzerlerini gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir sûret, simge yapmağa kalktı. Bundan da putlar doğdu. İnsanlar, bunların gazabından korktu ve onlara kurbanlar kesti. Hattâ, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslâmiyet başladığı zaman, Kâbe'de 360 put vardı. İnsan, Peygamber olmadan, rehbersiz karanlıkta doğru yolu bulamaz. Peygamberler olmadan insanın yaratanını tanıması, ona nasıl ibâdet edeceğini aklı ile bulması mümkün değildir. O zaman aklın fonksiyonu nedir? Yâni akıl ne işe yarar? Aklın yaratılış maksadı nedir? diye sorulacak olursa: Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanabilmemiz için, Güneş'i, ışığı yaratmıştır. Güneş'in ve çeşitli ışık kaynaklarının ışığı olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü görmeyen, Güneş'ten faydalanamaz. Fakat, bunların Güneş'e kabahat bulmağa hakları olmaz. Demek ki akıl cenâb-ı Hakkın insanlara verdiği nimetlerin en kıymetlilerinden. Fakat, akıl da yalnız başına bir işe yaramıyor. Akıldan gerektiği şekilde istifade edebilmek için, onu yaratılış maksadına uygun olarak kullanmak lazımdır. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, dînin ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımızla bulamazdık. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslâmiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve âhirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin gösterdiği yoldan gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir toplum mesûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, âhirette de rahat ve mesûd yaşıyanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çaresi yoktur. Akıl, anlayamadığı şeyleri nasıl ölçebilir? Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir?
.
"Resulullaha söz verdim!"
30 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Osman evini saran asilere seslendi: Yemin ederim Allahü teâlâya ki, Resûlullah Mekke-i Mükeremeden Sebîr adlı dağa çıktılar. Ebû Bekir ve Ömer ve ben de berâber çıktım. Dağ harekete geldi. Hattâ taşları döküldü. Resûlullah mübârek ayağı ile dağa vurup, buyurdular ki: "Sâkin ol yâ Sebîr! Senin üzerinde bir Nebî ve bir Sıddîk ve iki şehîd vardır." Bunu bilmez misiniz. Dediler, "evet, biliyoruz!" dediler. Hazreti Osmân bu sözleri ile, hasımlarını izhâr edip, kendisinin hak üzere olup, hasımlarının bâtıl üzerine olduğunu, onlar kendi dilleri ile ikrâr ettiler. Hazreti Resûlullah Sebîr Dağı üzerinde iki şehîd buyurduklarının birisi Hazreti Ömer, birisi Hazreti Osman'dır. Yine hasımlara hitap edip, dedi ki: Kâ'be'nin Rabbi hakkı için siz şâhid olunuz ki, muhakkak ben şehîdim. Üç defa böyle buyurdular: Süheyl der ki: Hazreti Osmân dâr gününde bana dedi ki; muhakkak Resûlullah Efendimiz benden söz aldı. Ben o ahid üzerine sabrediciyim. Ya'ni bana vasiyet buyurdular ki; sabredeyim, karşılık vermeyeyim. Adî bin Hâtem rivâyet etmiştir: Hazreti Osmân'ın şehîd olduğu gün bir nidâ işittim: "Yâ Osmân bin Affân! Rahatlık ve saadet ile, Rabbini gadabsız bulman ile, gufrân ve rıdvân ile müjdeliyorum." Etrâfıma baktım. Bir kimse göremedim. Hazreti Osmân şehâdet şerbetini içti. Üç gün mubârek cenâzesi durup, defnolunmadı. Üç günden sonra, gaybdan bir nida geldi ki: "Osman'ın cenâzesini defnedin. Namazını kılınız ki, muhakkak Hak teâlâ ve tekaddes hazretleri ona salevât etti, ya'ni rahmet etti" diyordu. Hazreti Osmân bin Affân üç günden sonra, Bakî tarafına defnolunmağa giderken, arkalarından bir büyük bulut hâsıl oldu. Cenâze ile gidenlerin yüreklerine korku düşüp, az kaldı ki, cenâzeyi bırakıp, gideceklerdi. O bulutun içinden bir ses, "korkmayınız, cenazeyi bırakıp gitmeyiniz ki, biz de bu mübârek cenazenin namazını kılmaya geldik" diyordu. Hazreti Osmân şehîdlik rütbesine nâil olduktan sonra, Resûl-üs sekaleyn Efendimizin Mescid-i şerîflerinin üzerinde, üç gün üç gece cinnîler gelip, ağlayıp, feryâd ve figân ettiler. Cümle halk bunların feryâd ve figânlarını işittiler. Bu da Hazreti Osman'ın büyüklüğüne işârettir.
.
Aklımızın kapasitesi
30 Temmuz 2005 01:00
Her şeyin bir kapasitesi olduğu gibi, aklın da bir kapasitesi vardır. Aklın kapasitesi zorlanırsa, insanı şaşırtır, yanlış yola götürür. Meselâ, peygamberlerin söyledikleri ahiret bilgilerini, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer. At yokuşa doğru kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da yürüyemediği, anlayamadığı âhiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa insan, aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeğe kalkışarak yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvvetleri ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. Bilinmeyen şeyi bilinen şeye benzeterek neticeye varmak isteyen yanılır. Aklın Peygamberlik bilgileri yanında, hiç kıymeti yoktur. Mukayese bile kabul etmez. Çünkü Peygamberler, Allahın, yaratanın bildirdiklerini söylemektedirler. Yine bilginin kaynağı Allahü teâlâdır. Akıl ise, Allahın yarattığı bir varlıktır. Yaratan ile yaratılan hiç mukayese edilebilir mi? Bütün bunlardan şu netice çıkıyor: Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Zaten, Peygamberlere tâbi olmak, akla uygun, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Niketim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izâha kalkışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakîkatleri meydana çıkarırlarken, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Aklına, zekâsına güvenenler, aklının, zekâsının yanılmadığını zannedenler, kendilerini ve kendilerine inananları dünya ve ahiret saâdetinden mahrum bırakmışlardır. Sonsuz Cehennem ateşine sürüklemişlerdir. Meselâ, Eflâtun, yaptığı çalışmalar sonucunda nefsinde meydana gelen bazı halleri görünce, Peygamberlere uymak lâzım olmadığını sandı. "Biz temizlenmiş insanlarız. Temizleyicilere ihtiyacımız kalmamıştır" diyerek aynı devirde yaşayan hazreti İsa ile görüşmedi. Diğer felsefeciler ve bunların yolunda gidenler de böyledir. Hakîkî hakîm ve tabîb olan Allahü teâlâ, Peygamberleri ve bunların dinlerini, nefs-i emmâreyi, nefsin kötülüklerini yıkmak, azgınlıktan kurtarmak için gönderdi. Onu yıkmak, ıslah etmek, kurtarmak için bu büyüklere uymaktan başka çaresi olmadığını bildirdi. Nefsin azgınlıklarından kurtaracak yegâne ilâç, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. Bundan başka hiçbir şey, insanı felâketten kurtaramaz! Dînimizde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Âhiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhiret saâdetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu
.
"Delilik onlar için azdır!"
31 Temmuz 2005 01:00
Hazreti Osmân şehâdet mertebesine kavuşup, âhirete sefer ettikten sonra, Medîne-i münevverede halifelerin oturması vâki olmamıştır. Allahü teâlânın rızâ-ı şerîfleri olmamıştır. Zîrâ Hazreti İmâm-ı Ali halife olunca, Kûfe şehrine yerleştiler. Hazreti Osman'ın şehâdetine gelinceye kadar bu ümmet arasında fitne yok idi. Hazreti Osmân şehîd oldu. Dünya fitne ile doldu. Fitnenin sonu Deccâl ile son bulsa gerektir. Hazreti Osman'ın şehâdetinden bir kimsenin gönlüne bir zerre kadar sürûr gelse, eğer o kimse Deccâl'a yetişirse, ona tâbi olup, kâfir olmasından korkulur. Eğer Deccâl'a yetişmezse, kıyâmet günü haşroldukta, Deccâl ile haşr olmasından korkulur. İbni Sa'îd-il Gıfârî derler bir kimse var idi. Hazreti Osmân şehâdet şerbetini içtikten sonra, saadethânelerine girdi. Orada Sultân-ı kâinâttan kalmış bir âsâ var idi. Onu alıp, dizine dayayıp, kırmak istedi. Orada hâzır olanlar, çağırışıp, sakın ola ki, bu mübârek âsâyı kırma, zîrâ, Fahr-i âlem Efendimizden kalmıştır, dediler. O da âsâyı kırmadı. Lâkin küstâhlık edip, Hazreti Osman'ın evine girip, o mubârek âsâyı kırmak kastettiği için, o kimsenin ayağına bir hastalık zuhûr edip, günden güne arttı. Senesine varmadı, öldü. Büyüklerden birisi rivâyet eder. Kâbe-i şerîfi tavâf ederken bir âmâ gördüm. Hem tavâf ediyor ve hem de, "Yâ Rab! Bilirim ki, günâhım af olunmaz!" diyordu. Ben de ona; böyle bir yerde, böyle söz söylenir mi, dedim. O da dedi ki: Bir arkadaşım ile, Hazreti Osmân şehîd olduktan sonra, yüzüne bir tokat vuralım diye yemin ettik. Şehâdet şerbetini içti. Ben ve arkadaşım Hazreti Osman'ın yanına vardık. Gördük, mubârek başı hâtununun yanında, örtülmüş durur. Arkadaşım hâtununa dedi ki: Aç yüzünü, Onun yüzüne tokat vurmaya ahd ettik. Hâtunu dedi ki: Allahü teâlâ hazretlerinden korkmaz mısınız! Peygamber Efendimizin sohbetini anmaz mısınız! Hazreti Peygamberin iki muhterem kerîmesini aldığını fikretmez misiniz? Ben hicâb edip, geri döndüm. Arkadaşım orada kalıp, vardı, Hazreti Osman'ın mübârek başını açıp, nûra gark olmuş yatarken, mübârek gül yanağına, kuruyacak bir eliyle tokat vurdu. Hazreti Osman'ın hâtunu, "elleriniz kurusun ve gözleriniz kör olsun" dediği gibi, o ânda, kapıdan dışarı çıkamadan gözlerimiz kör oldu. Ve ellerimiz kurudu. Hazreti Zeyd'den rivâyet olunur ki, Hazreti Osman'ın katline kasdedenlerin tamamı az zamanda aklını kaçırıp, helâk oldular. Abdullah bin Mubârek bu haberi işittiği zaman "Delilik onlar için azdır" buyurmuştur.
"Cennet onun içindir"
1 Ağustos 2005 01:00
Hazreti Osmân'ın şânlarını ve şereflerini bildiren âyet-i kerîmeler: İslam dîni yayılmaya başlayınca, her taraftan Arablar Medîne-i münevvereye gelmeye başladılar. Mescid-i şerîf dar olduğu için, gelenler yer bulamadığından sahrâda çadır kurup, oturdular. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Her kim bu bizim mescidimizi, bir zrâ' dahî genişletirse, Cennet onun içindir." Osmân hazretleri, yâ Resûlallah! Benim malım ve mülküm sana fedâdır. Ben kemter kulun genişleteyim, dedi. Sonra kırk zrâ' (yaklaşık 20 m) genişletti. Allahü teâlâ hazretleri, meâl-i şerîfi; "Allahü teâlânın mescidlerini, ancak Allaha ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve yalnız Allahü teâlâdan korkan kimseler tamîr eder. Bu vasıftaki kimselere Cennet'e götürecek amelleri yapmak lâzım olur" olan Tevbe sûresi onsekizinci âyet-i kerîmesini gönderdi. Tefsir âlimleri buyurdu ki, aşağıdaki âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur: Hazreti Osmân gündüz oruç tutardı. Gece namaz kılardı. Her gece iki rekat namaz kılardı. Bir rekatinde Kur'ân-ı azîm-üş-şânın tamamını okurdu. Bir rekatinde bin "Kul hüvallahü ehad" sûre-i şerîfesini okurdu. Hak teâlâ bu âyet-i kerîmeyi irsâl buyurdu. "Bütün gece secde edip ve ayakta durup, devamlı ibâdet ve itâ'at eden ile isyân eden bir olur mu? O âhiret azâbından korkar. Rabbinin rahmetini ümit eder. Ey Resûlüm, de ki, hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu. Nitekim devamlı itâ'at eden ile isyân eden de bir değildir. Bildirdiklerimize ancak akıl sâhibleri kıymet verir." (Zümer sûresi 9) Bu âyet-i kerîmenin nâzil olmasına sebeb o idi ki; hazreti Osmân hayrât etmekte, namazda ve oruçta ve mal vermekte devamlı idi. Allahü teâlâ hazretleri, onun yüksek şânı için, meâl-i şerîfi, "Şüphesiz ki, kendilerine bizden saadet îcâb etmiş olanlar, işte bunlar Cehennem'den uzaklaştırılmışlardır. Cehennem'den uzaklaştırılan O Cennetlikler, Cehennem'in hışıltısını bile duymazlar. Bunlar canlarının istediği şeyler içinde ebedî olarak kalıcıdırlar. O en büyük korku (sûra üfürülüş ânı) bunları mahzûn etmeyecek, kendilerini melekler şöyle karşılayacaklar: İşte bu size dünyada vadedilen mutlu gündür!" olan Enbiyâ sûresi 101, 102 ve 103'üncü âyet-i kerîmelerini gönderdi. Bir rivâyette gelmiştir. Hazreti Ali bu âyet-i kerîmeyi okudular. Sonra buyurdular ki: Ben onlardanım. Ebû Bekir ve Ömer ve Osmân ve Talha ve Zübeyr ve Sa'îd ve Abdürrahmân "radıyallahü anhüm" da onlardandır
.
"Ben Osmân'dan râzıyım"
2 Ağustos 2005 01:00
Allahü teâlâ, Müslümanlara, birbirinizle ittifâk edip, mallarınızın bir miktarını vâcib ve bir miktarını nafile olarak Allah yolunda harcayın, buyurmuştu. Onlara, infâklarının netîcesinin bereketinin nasıl olacağını ve onun sevâbının haddi, miktarı ne kadar olacağını beyan buyurmuş, meâl-i şerîfi, "Müslümanlardan mallarını cihâd veyâ dahâ başka hayırlı işler gibi, Allahü teâlânın gösterdiği yolda sarf etmeleri, bir taneyi tarlaya ekip, bundan yedi başak ve her bir başaktan yüz tane almaya benzer. Allahü teâlâ dilediği kimselere bu kat kat arttırmayı veyâ dahâ fazlasını kulun malını dağıtmasındaki ihlâsı nisbetinde, sevâbını on, yetmiş, yediyüz veyâ dahâ fazla katları kadar arttırır. Allahü teâlâ vasi'dir. Alîmdir. Allah yolunda mal sarf edenler, sarf ettiklerinde men' ve ezâ etmeyenler, Rablarının yanında büyük sevâblara kavuşurlar. Onlar için, âhirette korku ve dünya işlerinde üzüntü yoktur" olan, Bekara sûresi 261, 262'nci âyet-i kerîmeleri ile bildirmiştir. Abdürrahmân bin Avf, Resûlullah'ın huzur-ı şerîflerine, dört bin dirhem ile geldi. Dedi ki: Yâ Resûlallah! Yanımda sekiz bin dirhem var idi. Dört bin dirhemini çoluk çocuğuma nafaka için alıkoydum. Dört bin dirhemini getirdim. Allahü teâlâ hazretlerine karz-ı hasen [ödünç] verdim. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlâ verdiğine ve hem de ıyâlin için alıkoyduğuna bereket versin. Fakat Hazreti Osmân Tebûk gazâsında buyurdular ki: Techîzatı olmayan herkesin techîzatını almak benim üzerime olsun... Bin deve yükü ile gâzîlerin techîzâtına sarf etti. Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi onların şânları için gönderdi. Abdürrahmân bin Sümüre der ki: Hazreti Osmân bin kırmızı altın getirdi. Resûlullah Efendimizin kucağına döktü. Dahâ önce de beyan olunmuştur. Hazreti Habîb-i ekrem mübârek eli ile o altınları döndürüp, buyurdular ki: "Affân oğluna, bugünden sonra her ne ederse, ziyân etmez!" Ebû Sa'îd-i Hudrî der ki: Resûlullah Efendimizi gördüm. Mubârek ellerini kaldırmış, Osmân'a şöyle dua buyururdu: "Yâ Rabbî! Ben Osmân'dan râzıyım. Sen de râzı ol!" Böylece, sabah oluncaya kadar dua buyurdular. "Mallarını cihâd ve hayır işlerinde Allah için harcayanlar..." olan Bekara sûresinin 262'nci âyeti kerîmesi Osmân bin Affân, Abdürrahmân bin Avf şân-ı şerîfleri bildirilmiştir.
.
Sen benim dostumsun!"
3 Ağustos 2005 01:00
Hazreti Osman'ın üstünlükleri hakkında bildirilen hadîs-i şerîfler: Ebû Karfesa'dan rivâyet olunmuştur. Bir gün Resûlullah Efendimizin meclis-i şerîflerinde bir cemâ'at oturmuşlardı. Ben de onların içinde bir zaman oturdum. Sonra, Hazreti Osmân meclis-i şerîflerine dâhil oldular. Bir köşede oturdular. Resûlullah buyurdu ki: "Yâ Osmân! Bana yakın ol." Biraz yaklaştılar. Yine buyurdu ki: "Bana yakın ol!" O mertebe yakın oldu ki, Hazreti Osmân'ın dizi, Habîbullah'ın mübârek dizine ulaştı. Osman'ın yakasının bağı açık göründü. Mubârek eli ile yakasını bağladı. Ve yüzüne baktı. Mübârek gözleri yaş ile doldu. Sonra buyurdu: "Yâ Osmân! Önünde büyük iş olacağını bil! Sen kıyâmet gününde benim havzıma erişenlerin ilki olursun! Senin damarlarından kan revân olur. Rengi kan rengi olur. Kokusu misk kokusu olur. Ben ki, sana "Sübhânallah! Sana bunu kim etti?" derim. Sen de, "falan ve falan etti" dersin. Orada bir nidâ edici, Arş'tan nidâ eder ki; biliniz ki Osmân bin Affân, pâdişâh ve emîr, dünya sürülmüş üzerine. Sonra, senin ile Allahü teâlâ arasındaki perde kalkar. Sana Allahü teâlâ tecellî edip, buyurur: "Yâ Osmân! Seni öldürenler hakkında ne düşünürsün?" Sen dersin ki: "Yâ Rab! Eğer Sen onları azarlar isen, cezâlandırır isen, ben de azarlarım. Eğer Sen onları af edersen, ben de af ederim..." Câbir der ki, biz muhâcirlerden bir cemaat, Resûlullah'ın huzur-ı şerîflerinde oturmuş idik. Ebû Bekir ve Ömer ve Osmân ve Ali ve Talha ve Zübeyr ve Abdürrahmân bin Avf ve Sa'd bin Ebî Vakkâs "radıyallahü teâlâ anhüm" onların arasında idi. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Sizden herkes, kendi dost ve yârinin yanına varsın!" Onlar da öyle yaptılar. Resûl-i ekrem Osman'ın yanına vardı ve onu yanına aldı. Yüzünü öptü ve buyurdu ki: "Yâ Osmân! Sen benim dünyada ve âhirette dostumsun!" Resûlullah Osmân bin Affân'a buyurdular ki: "Ben Ümmü Gülsüm'ü, Allahü teâlâ tarafından vahy gelerek sana verdim." Mugîre bin Şûbe' rivâyeti ile gelmiştir. Mugîre tebni Şûbe dedi ki: Müşrikler Huneyn Gazâsı günü hezîmete uğradılar. Resûlullah Efendimizin bir adama buyurduğunu işittim: "Ey Allahın düşmanı. Allahü tebâreke ve teâlâ sana buğz eder!" Mugîre der ki: Yâ Resûlallah! Bu o kişidir ki, Kureyş'e buğz eder. Buyurdu ki: "Evet, Osmân bin Affân'a buğz eder!"
.
"Nasıl bereketli olmasın!"
4 Ağustos 2005 01:00
Abdürrahmân bin Ebî Leylâ rivâyet eder. Hazreti Ali'nin emri üzerine hizmetçisi Kanber mescidden birini alıp getirdi. Emîr-ül mü'minîn gelene sordu; Osman'ı sever misin? Dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn, Allahü teâlânın izzet ve azameti hakkı için, ben Hazreti Osman'ı kendi cânımdan dahâ çok severim. Bir vakit Resûlullah'ın huzuruna varmıştım. Dedim ki: Yâ Resûlallah! Bana bir şey ver ki, bir hanım almışım, hiçbir nesne yoktur ki, onun mehrini vereyim. Resûlullah Efendimiz, bana bir ukiye altın verdiler. (Bir ukiye kırk dirhem kıymetinde altın idi.) Ebû Bekir de bir ukiye verdi. Hazreti Ömer de bir ukiye verdi. Hazreti Osman iki ukiye verdi. Yâ Osmân, Resûlullah ve Ebû Bekir ve Ömer birer verdiler. Sen niçin iki verdin, dedim. Hazreti Osmân dedi ki: Bir ukiye kendimden ötürü, bir ukiye de, Ali bin Ebû Tâlib'den ötürü verdim ki, o vakit onun hâzır bir nesnesi yoktu ki, sana versin. Ondan sonra dedim ki: Yâ Resûlallah! Bu malın bereketi olması için, bana dua et. Resûlullah Efendimiz buyurdu: Bu malın bereketi nasıl olmaz ki, bunu sana Peygamber ve Sıddîk ve iki şehîd verdi... Hazreti Ali bunu işittiği zaman çok sevindi ve buyurdu ki: Doğru söyledin... Sa'd bin İbrâhîm rivâyet eder. Ali bin Ebî Tâlib, Resûlullah'ın huzurlarında oturmuştu. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin geldiler. Server-i âlem onları gördü. Buyurdu ki: "Yâ Ali! Bu ikisi, ya'ni Hasan ve Hüseyin, Cennet gençlerinin büyükleridir, üstünleridir. Onların babaları onlardan yüksektir. Osmân bin Affân, İbrâhîm Halîl-ür-rahmân aleyhisselâma benzer." Muhârık bin Sümâme, kız kardeşi Ümmü Gülsüm'e söyledi ki; mü'minlerin annesi Hazreti Âişe'ye benden selâm söyle. Ümmü Gülsüm der ki: Hazreti Âişe-i Sıddîka'nın huzuruna varıp sordum, Hazreti Osmân bin Affân hakkında, bir hadîs-i şerîf nakil buyurunuz ki, onu şehîd ettikleri vakit, herkes bir söz söyledi. Hazreti Âişe buyurdu ki: Ben şehâdet ederim ki, bir soğuk gecede, Osmân bin Affân'ı, bu ev içinde, Resûlullah Efendimiz ile gördüm. Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm vahiy getirdi. Vahiy gelince, Resûlullah üzerine bir ağırlık inerdi. Nitekim, Hak teâlâ haber verir. "Biz senin üzerine vahyederiz. Ya'ni Kur'ân ki o, her ne kadar dil üzerinde hafîf ise de azamette ağırdır." Resûlullah mubârek elini Osman'ın arkasına vurup, buyurdu ki: "Bu makâm kime müyesser olur. Allahü teâlâ hazretleri bu makâmı Peygamberlerinden başka hiç kimseye vermemiştir. Ancak, o kimseye vermiştir ki, fazlaca ikrâm edendir. Her kim ki, Osmân'a kötü sözler söyler ise, Allahü teâlânın la'neti onun üzerine olsun
.
Hepsi aklını oynattı!
5 Ağustos 2005 01:00
Enes bin Mâlik rivâyet etmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: Hazreti Lût aleyhisselâmdan sonra, hanımı ile, Allahü teâlâ yolunda ilk hicret eden Osmân bin Affân'dır. Allahü teâlâ bilir ki, Eshâb-ı güzîn, Mekke'den Medîne'ye, Resûlullah Efendimizin huzuruna hicreti yalnız yapmışlardır. Hazreti Osmân, ehli ve ıyâli ile berâber hicret etmiştir. Yûsüf bin Abdullah bin Selâm rivâyet eder: Resûlullah Efendimiz "Ben; Allahü tebâreke ve teâlâ huzurunda, Osman'ın düşmanlarının hasmıyım" buyurmuştur. Resûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki: "Biz Osmân bin Affân'ı, Allahü teâlâ katında halîl ve kerîm olan babamız İbrâhîm aleyhisselâma benzetiyoruz." Abdullah bin Ömer'den rivâyet olunmuştur. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Osmân benim ümmetimin en hayâlısı ve en çok ikrâm edenidir." Kelîb bin Velîd, İbni Melbeke'den rivâyet eder. Abdullah ibni Ömer huzuruna bir adam geldi ve sordu: Osmân ibni Affân Bedr Gazâsında hâzır oldu mu? Abdullah hazretleri buyurdu ki: Hâyır olmadı. Bî'at-ı Rıdvân'da hâzır oldu mu. Buyurdu ki: Hâyır olmadı. O kişi kalktı gitti. Dediler, bu kişi sizden bazı şeyler sordu. Cevâbınızdan anladı ki, siz Osman'ı zemmettiniz, kötülediniz. Buyurdular ki, acele o adamı geri döndürün. Çağırdılar, geri döndü. Buyurdular ki: Benden sual ettiğin sözleri anladın mı. O şahıs dedi ki: Evet. Senden sual ettim; Osmân Bedr Gazâsında hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Sual ettim ki; Bî'at-ı rıdvânda hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Sual ettim ki, Uhud'da dağılanlar arasında mı idi. Sen dedin, evet. Abdullah bin Ömer buyurdu ki: Bedr Gazâsında Hazreti Osmân hâzır olmadı, ammâ, Allahü teâlânın ve Resûlünün hâcetinde, işinde idi. Resûlullah Efendimiz, Hazreti Osman'ın nasîbini o gazâda ayırdı. Ondan gayri hâzır olmayanlara hisse ayırmadılar. Bî'at-ı Rıdvân'da da, Osmân hâzır olmadı. Resûlullah hazretleri Hazreti Osman'ı, Mekke-i Mükerremeye elçi göndermiş idi. Eshâb-ı güzîn bî'at ettiler. Resûlullah Efendimiz kendi mubârek elinin birisini diğerine tutup, buyurdu ki; bu Osman'ın eli olsun. Resûl-i ekremin mubârek eli, Osman'ın elinden üstündür. Abdullah bin Ömer o şahsa buyurdu ki: Sakın ola ki, Osmân hakkında kötü düşünmeyesin. Abdullah bin Mubârek, Ebû Mus'ab'dan, o da Yezîd bin Ebî Leheb'den rivâyet etmiştir. Osmân bin Affân ile kavga edenlerin cümlesi dîvâne, deli oldular. Abdullah bin Mubârek der ki: Onların Cehennem'de tadacakları azâb yanında delilikleri azdır.
.
Bütün iyiliklerin kaynağı
5 Ağustos 2005 01:00
Bütün iyiliklerin kaynağı dindir. İlâhi dinler olmasaydı, memleketlerin imârı, insanların rahatı, yanî medeniyet olmaz, insanlık, canavarlık şeklini alırdı. Dinin emirlerinden uzaklaştıkça, bütün insanların, geçimsizlik, sefâlet, işkence, sıkıntı ile kıvrandıkları görülmektedir. Fen âletleri, teknoloji, medenî vâsıtalar, akıllara hayret verecek şekilde ilerlediği hâlde, dünyadaki huzursuzluğun, insanlıktaki sıkıntının azalmadığı, arttığı göze çarpmaktadır. Dinin dışında, rahat huzur arayanın hâli, susuzluğunu deniz suyu ile gidermeye çalışanın hâline benzer. Deniz suyu içtikçe, suzuzluğu artar. Susuzluğu arttıkça, yeniden su içer. Bu durum o kimsenin çatlaması ile son bulur. Bir toplumun, maneviyatsız, huzura kavuşması mümkün değildir. Bugün Batı'nın refah seviyesi çok ilerdedir. İnsanların her türlü maddi ihtiyaçları görülmektedir. En iyi evlerde oturmakta, en iyi şekilde gıdasını almakta, maddi yönden hiçbir sıkıntı çekmemektedirler. Fakat buna rağmen, istatistikler incelendiğinde, intihar olaylarının en fazla görüldüğü yerlerin, bu refah seviyesi yüksek olan yerler olduğu açıkça görülmektedir. Afrika'da, açlıktan bir deri bir kemik kalmış, barınacak bir barakası bile olmayan, sokakta yatıp kalkan insanlarda ise intihar olayları çok daha azdır. İnsan sadece maddeden ibâret değildir. Bunun için insana huzuru, saâdeti verebilmek için maddiyatı ve maneviyatı paralel götürmek lâzımdır. Burada denge bozulursa sıkıntı başlar. Zaten bütün sıkıntıların kaynağı bu dengeyi sağlayamamaktır. Allahü teâlâ, insanların saâdetlerine sebep olan şeyleri emretti. Emrettiği şeylerin hepsi, insanın faydasına olan şeylerdir. Felâketlerine sebep olanları da yasak etti. Dinli olsun, dinsiz olsun, bir kimse bilerek veya bilmeyerek, bu emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Faydalı ilâcı kullanan herkesin dertten kurtulması gibidir. Dinsiz kimselerin ve milletlerin birçok işlerinde başarılı olduklarını görüyoruz. Bunun sebebi Kur'ân-ı kerîmin emirlerine uygun olarak çalıştıkları içindir. Fakat bu başarının faydası sadece dünyada oluyor. Âhirette ise bir faydası olmuyor. Meselâ, bir kimse, içki, zinâ gibi şeyleri dinimiz yasak ettiği için terk ederse, hem dünyada, hem de âhirette faydasını görür. Midesine dokunduğu için içkiyi terk eden sadece dünyada faydasını görür, âhirette faydasını görmez. Bunun, âhiretteki faydasına kavuşabilmesi için, Kur'ân-ı kerîme îmân ederek, niyet ederek yapması lâzımdır. Dinimiz, ne kadar çok olursa olsun çalışıp kazanmak, fen, tıp, matematik, geometri, mimarlık ve harp vasıtalarını öğrenmek, yapmak; kısaca insanlara rahat, huzur ve saâdet sağlayan her medenî vasıtaları yapmayı emretmektedir. Bunların hepsini, Allahü teâlânın gösterdiği şekillerde, yollarda ve şartlarda yapmak ve kullanmak ibâdet olur. Allahü teâlâ, böyle Müslümanlardan râzı olur. Bunlara âhirette sonsuz ni'metler, saâdetler ihsân eder. Dinimiz, mal, mülk gibi dünyalık edinmeyi yasaklamıyor. Dünya malına tapınmayı yani maksadın, gâyenin mal, mülk edinmek olmasını yasaklıyor. Dünya malının, âhireti kazanmada vasıta yapılmasını emrediyor. Paranın kalbe sokulmasını yasaklıyor, sadece cepte kalmasını istiyor. İslâm dîninde, ilim, fen, teknik, sanat ve ticâreti emreden, bunlar için çalışmayı teşvîk eden nice emirler, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Çünkü medenî bir toplumun, bir milletin kurtuluşu ve saâdeti fakîrlik ile olamaz. >
.
"Osman gökleri aydınlatır"
6 Ağustos 2005 01:00
Enes bin Mâlik bildiriyor. Resûlullah Efendimiz bir gece kalkıp, gidiyordu. Hazreti Osmân da ileride gidiyordu. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Resûlallah! Bu kimdir ki, bu sâatte senin önünden gitti. Buyurdular ki: "Osmân bin Affân'dır". Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Bu Ebû Amr'dır, ya'ni Osman'dır. Resûlullah Efendimiz buyurdular: "Evet yâ Cebrâîl. Siz Osman'ı gökte de tanır mısınız!" Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Resûlallah! O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı için ki, seni halka hak nebî gönderdi. Güneşin yer yüzünü aydınlattığı gibi, Osmân gökleri aydınlatır. Ebû Sa'îd-i Hudrî rivâyet eder: Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Ey Allahım! Muhakkak ki Osmân, rızânı taleb eder. Sen de fadl ve keremin ile Osmân'dan râzı ol!" Abdullah bin Abbâs rivâyeti ile gelmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurdular: "Ey Allahım! Osmân'a, kıyâmet gününün şiddetinden rahatlık ve kurtuluş ver. Çünkü, o bizi nice sıkıntılı günlerimizde rahata kavuşturdu." Emîr-ül mü'minîn Osmân hakkında rivâyet olunur. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Eğer kırk kızım olsa idi, cümlesini birbiri ardınca, hiçbiri kalmayıncaya kadar Osmân'a verirdim." Abdullah bin Ömer rivâyet eder. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Muhakkak istedim ki, Eshâbımdan dört kimseyi âleme göndereyim ki, halka Kur'ân-ı azîm-üş-şânı ta'lîm etsinler. Bizden önce de Îsâ bin Meryem aleyhimüsselâm havârîlerini halka göndermişti." Osmân bin Affân'ı, Abdullah bin Mes'ûd'u ve Mu'âz bin Cebel'i ve Übeyy bin Ka'b'ı "radıyallahü teâlâ anhüm" gönderdiler. Abdullah bin Abbâs rivâyet eder. Resûlullah Efendimiz, buyurdular ki: "Ümmetimden büyük günâh işleyip, Cehennem'e gitmesi îcâb eden yetmiş bin kimseye Osmân şefâ'at eder. Allahü teâlâ onları Cennet'e gönderir." Hazreti Rukayye anlatır. Babam bana buyurdu ki: "Yâ Rukayye! Ebû Abdullah Osmân bin Affân'ı nasıl buldun!". Ben dedim ki: "Hayır ile gördüm. İyilik ile gördüm!" Babam buyurdu ki: "Cümle Eshâbım arasında ahlâkı bana en çok benzeyen odur. Osmân'a hürmette kusur etme
.
Saadete kavuşmak için
6 Ağustos 2005 01:00
Cenab-ı Hak, saadete, huzura kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve Kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Allahü teâlâ, kullarına çok acımakta, onların dünyada rahat ve huzûr içinde yaşamalarını istemektedir. Bunun için, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, bunlara kitaplar göndererek huzûr, saâdet yolunu göstermiştir. Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermeyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği peygamberlere teslim olmalarını diledi. Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine fen bilgilerine, tecrübeye dayanan teknik buluşlara dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saâdete ve felâkete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Böylece ahirette, kimse ben aklım ile bu kadar bulabildim, seni aklım ile bu kadar tanıyabildim, ibâdet edebildim diyemeyecek, mazeret gösteremeyecektir. Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır. Peygamberlerin birincisi hazret-i Âdem'dir. Sonuncusu ise, hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin hepsine îmân etmek lâzımdır. Hepsi masûm, yani günâhsız ve doğru sözlüdür. Bunlardan birine inanmamak, hepsine inanmamak demektir. Çünkü, hepsi aynı îmânı bildirmiştir. Yani, hepsinin dinlerinin aslı, temeli (yâni îmân edilecek şeyleri) birdir. Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlayamayacağı çok şeyler vardır ki, bunlar peygamberlik makâmında anlaşılır. Her şey akıl ile anlaşılabilseydi, peygamberler gönderilmezdi. Âhiret azabları, peygamberler göndererek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, "Biz, peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz" buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizâmı, düzeni incelemek, peygamberlerin haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrenmek farzdır. Peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, peygambere değil aklına inanmış olur. Halbuki, îmân gaybadır. Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne yapmaları önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, "Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi" buyuruldu. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
"İkisi de zengindir"
7 Ağustos 2005 01:00
Ukbe bin Âmir el Cühenî anlatır: Resûlullah Efendimiz bir gün buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekir ve Ömer! Sizin ikiniz, dünyada ve âhirette kardeşlersiniz. Şimdi her ikiniz, birbirinize selâm veriniz ve müsâfeha ediniz." Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer'in elini tuttu. Resûlullah Efendimiz tebessüm edip, buyurdu ki: "Yâ Ebâ Bekir! Sen Ömer'in önünde olursun!" Sonra buyurdular ki "Yâ Zübeyr ve Talha! Siz de geliniz. Sizin aranızda da kardeşlik vereyim. Her ikiniz, dünyada ve âhirette kardeşlersiniz. Şimdi birbirinize selâm verip, müsâfeha ediniz." Nasıl buyurdu ise öyle yaptılar. Sonra buyurdu, Übeyy bin Ka'b ve Abdullah bin Mes'ûd da öyle yaptılar. Sonra Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Sâlim'i, ki Sâlim Ebû Huzeyfe'nin kölesi idi, onlara da buyurdu. Onlar da öyle yaptılar. Sonra Üsâme tebni Zeyd ile Ebû Hind öyle yaptılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf yüzünü Hazreti Osmân bin Affân tarafına döndürüp dedi ki: "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!" Bize ne olmuştur ve ne işlemişiz ki, Resûlullah Efendimiz benim ve senin tarafımıza iltifât etmedi. Allahü teâlânın gadabından ve Resûlünün azarından; yine Allahü teâlâya sığınırız, dedi. Resûlullah Efendimiz onlar tarafına bakıp, buyurdular ki: "Hak teâlânın izzi ve celâli ve kudreti ve azameti hakkı için, Allahü teâlâ sizin üzerinize gadablı değildir. Ve Resûlü de sizi azarlamış değildir. Allahü teâlâ ve Resûlü ve melekleri yanında ikrâm görenlerdensiniz! Velâkin, ben sizi yâd etmek istediğim zaman, Hak teâlâ bir melek göndermiştir. Beni men etti ve dedi ki: Onları sonra yâd et ki, onların ikisi de ganîdir, zengindir. Ben de ondan dolayı sizi sonra yâd ettim. Bunun gibi, kıyâmet gününde hesâb ederler. Fakîrlerin hesâbını önce yaparlar. Zenginlerin hesâbını sonra yaparlar. Ve sonra siz, dünyada ve âhirette kardeşlersiniz. Siz de birbirinize selâm verip, müsâfeha ediniz." Onlar da öyle yaptılar. Sonra Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Râzı oldunuz mu!" Onlar dediler ki: "Evet, râzı olduk. Allahü teâlâya şükrederiz ki, bizi rüsvâ etmedi." Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Sizin üzerinize dahâ ilâve edeyim mi!" Evet, dediler. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Siz ikiniz dünyada ve âhirette kardeşlersiniz! Cennet'te benim kardeşim İlyâs aleyhisselâmdır. İlyâs aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine bütün halkın en sevgilisi idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Cebrâîl aleyhisselâmı İlyâs'a gönderdi ki, Hak teâlâ sana kardeşlik verdi; bir kulun halâsıyle ki, onu zulüm ile öldürürler. Ben ki, Resûlullah olarak Hak teâlâyı sizi şâhid tutarım ki, size dünyada ve âhirette kardeşlik verdim. Siz bugün cümlenin iyisisiniz."
.
"Her şeyden çift yarattık..."
8 Ağustos 2005 01:00
Nu'mân bin Beşîr rivâyet etmiştir: Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "İçinizde hayâ bakımından en sâdıkınız, Osmân bin Affân'dır." Bu haber zâhir delîldir ki, hiç kimsenin hayâ ve hicâbı bu ümmette Osmân bin Affân'ın hayâ ve hicâbından dahâ çok ve üstün değildir. Hazreti Âdem aleyhisselâmın zamanından bu zamana gelene kadar, güzel ahlâktan herkeste zuhûra gelmiştir. O güzel ahlâktan hayâ, o ahlâkların eşreflerindendir. Bu sözün manâsı odur ki; hayırdan ve şerden her nesne ki, Allahü teâlâ halk etmiştir, onu çift halk etmiştir. Kur'ân-ı kerîm onunla nâtıktır. "Her şeyden çift yarattık..." buyurulmaktadır. (Zâriyât sûresi 49) Açlığı yarattı. Tokluğu onun çifti kıldı. Sıhhati yarattı. Hastalığı ona çift kıldı. Fakîrliği yarattı. Zengin olmayı ona çift kıldı. Kimseye muhtaç olmamak ile, başkalarına yük olmayı çift kıldı. Gönlü yarattı. Rûhu ona çift kıldı. Nefesi yarattı. Râyihâyı ona çift kıldı. Dîni yarattı. Kemâli ona çift kıldı. "Bugün dininizi tamam ettim!" (Mâide sûresi 3) Dünyayı yarattı. Zevâli, yok olmayı ona çift kıldı. "Dünya malından yanınızda olanlar fânîdir. Allahın indinde, Cennet'teki sevâb, oradakilerle bâkîdir!" (Nahl sûresi 96) Toprağı yarattı. Sükûnu, ıstırapsızlığı onun çifti etti. Yer altını yarattı. Darlığı ve karanlığı onun çifti etti. Yeri yarattı. Açılmayı, yayılmağı onun çifti etti. "Allahü teâlâ sizin için Arz'ı döşek yapmıştır. (Yeri geniş etti ki, üzerinde geniş yollar açasınız.)" (Nûh sûresi 19) Göğü yarattı. Yüksekliği, mertebeyi onun çifti etti. "Yedi kat gökleri çok kuvvetli sağlam kıldık. Zamanla bozulmaz." (Nebe' sûresi 12) Cennet'i yarattı. Maddî ve manevî sıkıntıları ona çift kıldı. Nitekim Seyyid-i âlem Efendimiz buyurdu ki: "Cennet, istenmeyen, sıkıntı veren şeyler ile örtülüdür. Cehennem de, şehvetler, arzûlanan şeyler ile örtülüdür." Îmânı yarattı. Hayâyı onun çifti etti. Çeşitli haberlerde gelmiştir. Enes bin Mâlik rivâyet etmiştir. Resûlullah Efendimiz buyurmuştur ki: "Hayâ ve îmân bir arada bulunur." Ya'ni hayâ ve îmânı birbirinin çifti etti. Lâkin hayâyı gözde yarattı. Ne kadar ki, hayâ gözdedir. Îmân da gönüldedir. Allahü teâlâ korusun, hayâ gözden zâil olunca, gidince, îmân da gönül, kalb de zayıf olur. Bu ikisi de kat'î delîl ile sâbittir. Şek ve şüphe yoktur. Osmân Zinnûreyn hazretlerinin zamanında, yeryüzünde ondan fazîletli ve azîz, yüksek hâlli kimse yok idi. Hazreti Osmân'ın yüksek hâlleri ve hayâsı ve cömertliği ve sâir Menkıbeleri sayısızdır. Hayâ, Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Mahlûklara da bu sıfat gelmiştir.
.
Hz. Osman'ın salih amelleri
9 Ağustos 2005 01:00
Resûlullah Efendimizden sordular. Cennet'te berk, ışık, şimşek olur mu? Buyurdular ki: Evet olur. Osmân bin Affân bir kasrdan bir kasra giderken yüzünün nûru ışık olur. Bundan dolayıdır ki, ona "zinnûreyn" derler. Hazreti Osmân uzun gecelerde tâat yapıp ve Kur'ân-ı azîm-üş-şân okumaktan geri kalmazdı. Mubârek gözü ağlamaktan kuru olmazdı. Hazreti Câbir ve Hazreti Enes rivâyet etmişlerdir. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Ben Mi'râc Gecesi dünya göğünde bir mihrâb gördüm. Dört mil uzunluğu, bir mil eni ve mercân tanesinden idi. O mihrâbın içinde Osman'ın hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. İkinci göğün üzerinde bir mihrâb gördüm. Kırk mil uzunluğu ve on mil eni ve bir tane inciden idi. Onun da içinde Osman'ın hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. Üçüncü göğün üzerinde bir mihrâb gördüm. Dörtyüz mil uzunluğu ve yüz mil eni ve bir firûzeden idi. O mihrâbın içinde Osman'ın güzel sûretini gördüm. Dördüncü gök üzerinde bir mihrâb gördüm. İkibin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir yâkut dânesinden idi. O mihrâbın içinde Osman'ın güzel yüzünü gördüm. Beşinci gök üzerinde bir mihrâb gördüm. Üç bin mil uzunluğu, ikibin mil eni, bir tane kırmızı yakuttan idi. O mihrâbın içinde Osman'ın genç cemâlini gördüm. Altıncı gök üzerinde bir mihrâb gördüm. Dört bin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir tane zebercedden idi. O mihrâbın içinde Osman'ın hüsn-ü sûretini gördüm. Fevc fevc, tâife tâife, gürûh gürûh, her ân ve her sâat mukarreblerden ve rûhânîlerden ve melekler gelirler ve o mihrâbın berâberinde durup, Osman'ın hüsn-i sûret ve cemâline karşı Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine senâ ederler. Ben dedim ki: Yâ Cebrâîl! Mihrâbların içinde olan Osman'ın bu sûret, hüsn ve cemâli ne zamandan beri zûhura gelmiştir. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: O Allahü teâlâ hakkı için ki, Âdem safîyullah halk olunmazdan dörtyüz bin sene önce, Osman'ın bu sûret ve cemâli bu yedi gök üzerinde mihrâblarda zuhûr etmiştir. Amel-i sâlihînin bereketinden ve hayrâtından zuhûra gelmiştir." Bu sâlih amellerin birincisi odur ki; Osmân dâimâ oruç tutardı. İkincisi, gece yatmaz. Bütün gece namaz kılardı. Üçüncüsü, elbisesi olmayanlara elbise alarak giyindirir. Dördüncüsü, açların karnını doyurur. Beşincisi, Sûre-i İhlâsı çok okur. Altıncısı, Hazreti Osmân gönlünde Müslümanlara bir zerre kin tutmaz, hased, sû-i zân etmez. Yedincisi, her acz, her belâ, her musîbet Osman'ın önüne gelir. O hâlde kızmaz, sabreder ve kimseye şikâyet etmezdi.
.
Zinnûreyn "İki nur sahibi"
10 Ağustos 2005 01:00
Hazreti Osmân'a Zinnûreyn denilmesinin sebepleri: Ma'lûmdur ki, Allahü teâlâ hazretleri Mûsâ "alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm" hazretlerine iki nûr vermişti. Biri Tevrât nûru. Biri Yed-i Beydâ nûru. Hazreti Osmân'a da iki nûr vermişti. O sebeple Zinnûreyn derler. İki nûr, Resûlullah Efendimizin iki kerîmelerini, biri Rukayye ve biri Ümmü Gülsüm'dür almıştır. Aliyyül mürtedâ hazretlerinin öğünmesi Resûlullah Efendimizin bir kerîmesiyle idi. Hazreti Osmân'ın öğünmesi ondan ziyâde olur. O iki nûr iki hicrettir ki, Osmân bin Affân'a nasîb olmuştur. Bir kavil de odur ki, o iki nûr iki gazâdır. Biri Bedr gazâsı, biri Hudeybiye gazâsıdır. Ammâ Bedr gazâsında Resûlullah Efendimiz, Osmân bin Affân'a buyurdular ki, "Yâ Osmân! Ben sendenim, sen bendensin!" Hem kendi nûrunu tutasın ve hem benim nûrumu tutasın. Hudeybiye gazâsında Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: İşte bu iki elimin biri benim elimdir. Ve biri Osman'ın elidir. Doğru Bî'at-ı Rıdvân ettim. O vakitte Resûlullah Efendimizin iki mubârek eli birbirine ulaştı. Bir elinden güneş gibi bir nûr ve bir elinden ay gibi bir nûr parladı. Buyurdular ki, "Bu iki nûr Osman'ın nûrudur. Osmân benim ile ebedî olarak Cennet'te refîktir." Bir kavil de odur ki, iki nûrun biri, gündüz oruçlu olmanın, biri gece namaz kılmanın nûrudur. Bir kavilde odur ki, o iki nûrun biri îmân nûru ve biri Kur'ân nûrudur. Bir kavil de odur ki, iki nûrun biri zâhirinin nûru ve biri bâtınının nûrudur. Herkesin ittifâkıyla Hazreti Osmân hem şeyh-i ehl-i îmân idi ve hem şeyh-i Kur'ân idi. Şu sebebden Şeyh-i ehl-i îmân idi ki, yetîmler babası idi. Dertliler yardımcısı idi. İhtiyâr kadınların yardımcısı idi. Âmâlara yardım ederdi. Şeyh-i Kur'ân idi. Ya'ni Kur'ân-ı azîmüşşânı kendi hattı ile dört mushaf-ı şerîf yazdı. Âlemin dört tarafına gönderdi. Yirmi küsur sene akşam namazını kıldıktan sonra, dört rekat namaz kıldı. Her rekatte sûre-i Fâtihâdan sonra kırk kere Kulhüvallahü ehad sûresini okurdu. Ondan sonra ihlâs ile dörtbin tesbîh, tehlîl ve dua okurdu. Bir kavle göre; tertîb ve tertil ile her gece vitr namazında okurdu. Bu mertebelerden sonra, bir de şehâdet mertebesine kavuştu. Haberde gelmiştir ki, Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Ben mi'râc gecesi dedim ki: Yâ Rabbî! Osmân bin Affân senin hesâbın için hayâ eder. Allahü teâlâ buyurdu: Yâ Habibim! Ben cümle mahlûku hesâba çeksem de Osmân'a hesâb etmem, ben Osmân'dan hesâbı kaldırdım."
.
Bu mertebeye ne ile eriştin?"
11 Ağustos 2005 01:00
Büyüklük dünyada dört şey ile olur. Âhirette de dört şey ile olur. Dünyada hüsn, güzellik ve cemâl ile olur. Sehâvet, cömertlik ve mal ile olur. Çevresinin, akrabalarının çokluğu ile olur. Âhirette iyi sünnet ve iyi ibâdet ile, iyi huy ile ve iyi sîret ile olur. Emîr-ül mü'minîn Osmân bin Affân hazretlerinde, bu sekizi de mevcut idi. Mal ve cemâl sâhibi idi. Resûlullah'ın yakın akrabâsından idi. Emîr-ül mü'minîn idi. Sünneti iyi bilirdi ki, Kur'ân-ı azîm-üş-şânı toplayıp, dört tarafa gönderdi. Kıyâmete kadar tilâvet edenlerin sevâbına ortak oldu. Ahlâkının güzel olmasından dolayı, Resûlullah muhterem kerîmeleri Ümmü Gülsüm'ü, Hazreti Osmân'a tezvîc buyurduklarında söyledikleri dahâ önce beyan olunmuştur. İbâdeti ve iyiliği de dahâ önce bildirildi. Sîreti, iyiliği odur ki; bir gün bir tanıdığı, Osmân bin Affân'ın huzuruna gitmek için evinden çıktı. Giderken yolda bir kadın gördü. Tekrar ona baktı. Sonra huzurlarına vardı. Hz. Osmân ona buyurdu ki: "Senin gözlerinde zinâ eseri görürüm!" O da dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Resûlullah'tan sonra vahiy inmiş midir? Buyurdular ki: Vahiy inmedi. Velâkin, mü'minin firâseti doğrudur. Nitekim, Seyyid-il âlem Efendimiz buyurdular ki: "Mü'minin firâsetinden kaçınınız. Çünkü, mü'min, Allahü teâlânın nûru ile bakar." İslâmın bekâsı dört nesne iledir. Kırâet ile, tahâret ile ve ibâdet ile ve mücâhede ile. Allahü teâlâ, bu dördünü de Hazreti Osmân'a müyesser etti. Bu dört dâimâ onun için olur: Kur'ân-ı kerimi kırâ'et için cem etti. Rûme kuyusunu, mü'minlerin su içmesi için satın aldı. Mescid-i şerîfi ibâdet için genişletti. Tebûk gazâsında askeri mücâhede için techîz etti. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Mi'râc gecesi beni göğe götürdüler. Dünya göğüne vardım. Osman'ın sûretini gördüm. Dedim: Bu mertebeye ne ile eriştin? Dedi: Gece namazı ile. İkinci göğe vardım. Osman'ın sûretini gördüm. Dedim: Bu mertebeye ne ile eriştin? Dedi: Kur'ân-ı azîm-üş-şân okumak ile. Üçüncü göğe eriştim. Osman'ın sûretini gördüm. Dedim: Bu mertebeye ne ile erdin? Dedi: Sûre-i İhlâs okumak ile. Dördüncü göğe vardım. Osman'ın sûretini gördüm. Dedim: Bu mertebeye ne ile eriştin? Dedi: Âl-i Resûle, Resûlün akrabâsına nasîhat etmekle. Beşinci göğe eriştim. Osman'ın sûretini gördüm. Dedim: Bu mertebeye ne ile eriştin? Dedi: Mescidde i'tikâf etmekle. Altıncı göğe vardım. Osman'ın sûretini gördüm. Dedim: Bu mertebeye ne ile eriştin? Dedi: Allahü teâlâdan hayâ etmek ile. Yedinci göğe eriştim. Osman'ın sûretini gördüm. Dedim: Bu mertebeye ne ile eriştin? Dedi: Musîbetler ve mihnetler çekmekle."
.
Ya Rabbi ben aciz kaldım!"
12 Ağustos 2005 01:00
Hazreti Osman bir defâsında Resûlullah'ın evinde hiç yiyecek kalmadığını işitmişti. Hemen bir semiz koyun, bir miktar bal ve bir çuval un alıp Hazreti Aişe'nin evine götürdü. Hazreti Aişe'ye şöyle dedi: "Ey müminlerin annesi, Resûl-i ekremin bunu diğer hanımları arasında paylaştıracağını zannediyorum. Hiç paylaştırmasın çünkü ben onlara da bunların aynısını gönderdim, dedi. Peygamber efendimiz eve gelip durumu öğrenince; "Yâ Rabbi Osman'ın geçmiş, gelecek, gizli, âşikâr, bütün günahlarını affet" diyerek duâ etti. Hazreti Osmân'dan sual ettiler: Yâ Emîr-el mü'minîn! Allahü teala hakkı için söyle ki, bu makâma ne ile ulaştın? Cevap verdi ki: Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Sünnet-i Resûlullahı sol tarafıma koydum. Bilirdim ki, Allahü teâlâ hazretleri benim sırlarımı bilir. Resulullah, Hazreti Ali'nin bir halinden dolayı ona üzülmüşlerdi. Hazret-i Ali'ye Hazreti Ebû Bekir şefâ'at etti. Affetmedi. Ömer-ül Fârûk şefâ'at etti. Affetmedi. Osmân bin Affân şefâ'at etti. Af buyurdular. Sonra sordular ki: Yâ Resulallah! Neden Ebû Bekir ve Ömer'in şefâ'atini kabûl etmediniz de Osman'ın şefâ'atini kabûl edip, af ettiniz. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "Bir kimsenin şefâ'atini kabûl ettim ki, Allahü teâlâya hitap edip dese ki; yâ Rab! Bu yer ile göğü yer değiştir. Veyâ dese ki; yâ Rab! Ümmet-i Muhammed'in cümle âsîlerine rahmet eyle! Allahü teâlâ şefâ'atini kabûl edip, cümlesini affeder." Bir gün Hazreti Osmân dört deve yükü buğdayı Fahr-i kâinâta hediye ettiler. Hizmetçileri geri gelip dediler ki: Yâ efendi, buğdayı Habîb-i Rabbil âlemîn, muhâcirîne verdiler. Hazreti Osmân dört deve yükü dahâ buğdayı gönderdi. Onu da Resûl-i ekrem hazretleri Ensâra dağıttılar. Hazreti Osmân dört deve yükü buğdayı dahâ gönderdi. Fahr-i kâinât onu da ailesi arasında taksîm edip, evlerine gönderdiler. Mübârek ellerini kaldırıp şöyle dua etti: "Yâ Rab! Ben Osman'ın ihsânından âciz oldum. Her kim bana ihsân etti, ben ona mükâfatını verdim. Ammâ Osman'ın mükâfâtından âcizim yâ Rab. Sen Osmân'a karşılığını ver." Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Buyurdu: "Yâ Rasulallah! Allahü teala sana selâm eder. Buyurdu ki: Osmân'a benden selâm söyle. Söyle ki, biz ondan râzı olduk. Onu Cennet'te Sana refîk ettik. Arasat hesâbını ondan ref' ettik. Eğer sen ona mükâfattan âciz isen, biz ona mükâfattan âciz değiliz."
.
Uzun yaşam" seansları!
12 Ağustos 2005 01:00
| | |