 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
150 milyon insan iki teyze arasında
3 Ocak 2009 01:00
Gözden ıraklar gönülleri yakın 'Dost Bangladeş' 29 Aralıkta yapılan seçimlerde Avami Partisi ipi göğüsledi. Görünüşe bakılırsa anahtar Bayan Şeyh Hasine'nin elinde olacak! Bangladeş'te iki yıllık bir aradan sonra seçimler yapılabildi. Çekişmenin Mucib-ür-rahman'ın kızı Şeyh Hasina ile Ziya-ür Rahmanın hanımı Halide Ziya arasında geçmesi bekleniyordu ve öyle de oldu. Şeyh Hasina liderliğindeki ittifak mecliste çoğunluğu elde etti ve nöbeti devraldı! İsterseniz biraz gerilere dönelim. Bengal Hicri 4. asırdan itibaren Müslüman tüccarlarla tanışıyor. Bu dürüst mütebessim insanlar İslamiyet'in yayılmasına vesile oluyor. O günlerde yörede Budistler mukim, Hindular enselerinde boza pişiriyor. Ünlü komutan Muhammed Bahtiyar Halaci bu zulme dur diyor (1203). Tam 554 yıl Delhi sultanlarına ve Babürlülere (bir şekilde Türkler'e) bağlı olarak yaşıyor, o huzurlu yılları unutamıyorlar. Derken müstemlekeciler musallat oluyor; İngilizler, Bengal Emiri Sirâcuddevle'yi yenip (1757) yöreye çörekleniyor. İngilizlerin dişe dokunur bir imar faaliyeti görünmüyor ama dili değiştiriyorlar, yazışmalar İngilizce yapılıyor. Müslümanlar zaman zaman başkaldırsalar da çok kanlı bastırılıyor. Londra sömürü çarkını çevirebilmek için halk arasına nifak tohumları ekiyor. Sonrasını biliyorsunuz Mahatma Gandi liderliğinde bağımsız Hindistan kuruluyor. Ancak İngiliz havaliden elini çekmiyor, şeytani politikalarla Müslümanlarla Hinduları takıştırıyor. Bir şekilde Pakistan'ın kopmasını sağlıyor (1947). Ortalık bir kez daha geriliyor, iki fakir ülke kanlı mücadelelerle güçten takattan düşüyor. Bangladeş yıllarca "Doğu Pakistan" adıyla anılıyor. Aralarında koskoca bir Hindistan var. Düşünebiliyor musunuz Dakka - İslamabad arasındaki mesafe İstanbul - Amsterdam arasındaki mesafeyi aşıyor. Birileri yine düğmeye basıyor ve ayrılıkçılar ayaklanıyor. BAĞIMSIZLIK YOLUNDA Yıl 1969... Hırslı siyasetçi Avami lideri Mucib-ür Rahman seçim propagandalarında "Doğu Pakistan'a muhtariyet kazandıracağını" vaat ediyor. Bengal halkı ona ihtiyatla yaklaşıyor. Aralık 1970 seçimlerinde Avami Partisi 313 sandalyeden 167'sini kazanıyor. İslamabad yönetimi haliyle panik yaşıyor. Öyle ya bugün Bengal ayrılırsa, yarın Pencaplılar, Afganlar, Keşmirliler, Sindliler ve Beluciler de marş, bayrak peşinde koşabilirler ve ülke ismini teşkil eden "P.A.K.S" harflerinin bir mânâsı kalmaz. Pakistan mahalli meclisin teşkilini erteliyor. Bengalliler de genel greve gidiyor. Bu arada silahlı direniş başlıyor. Hindistan bunalımı fırsat biliyor, ülkedeki Hindulara (ki bunlar % 10 bile değil) sahip çıkma bahanesi ile Bengal'i işgal ediveriyor. Pakistan askerleri iki ateş arasında kalınca çekilmek zorunda kalıyorlar (16 Kasım 1971) hasılı bağımsızlık "Hindistan eliyle" sunuluyor. Bangladeş'in ilk cumhurbaşkanı Şeyh Mucib-ür Rahman Pakistan'a inat Hindistan'a ve Rusya'ya yanaşıyor. Avami (Halk) Partisi'nin dört ayağı "Sosyalizm, ulusalcılık, laiklik ve demokrasi" olarak belirleniyor. Dördüncü maddeyi bizzat ihlal eden ve kendini ömür boyu devlet başkanı yapan Mucib ur-rahman karşı devrim endişesi ile uykuları dağıtıyor. Korkusuyla paralel olarak baskılar da artıyor. Ancak tehlike hiç beklemediği bir yerden "yanı başından" geliyor, çok güvendiği askerler evini basıyor. Çoluğuyla çocuğuyla birlikte kurşuna diziliyor. Aileden bir tek o günlerde İngiltere'de okuyan kızı Şeyh Hasine (Önceki gün yapılan seçimi kazanan hanımefendi) kurtuluyor. DARBECİ DARBECİYİ DAKKA'DA Yerine General Saim geçiyor, onu Kandahar Müştak Ahmed, onu da Dakka Garnizon Komutanı Tuğgeneral Halid Müşerref deviriyor. Sadece 4 gün sonra General Ziya-ür Rahman, Halid Müşerref'i yaka paça indiriyor. Ziya-ür Rahman orduyu nispeten siyasetten uzak tutuyor. 1977 yılında yapılan seçimleri kazanıyor ve geçici de olsa bir sükunet sağlıyor. Ziya-ür Rahman milliyetçi refleksleriyle tanınıyor, halka nispeten yakın duruyor. Darbeciler ancak 1981'e kadar sabrediyorlar. İhtilal başarılı olamasa da subayın biri Ziya-ür Rahman'ı vurup öldürüyor. Yapılan ilk seçimlerde Ziya ür Rahman'ın yardımcısı Abdüssettar Cumhurbaşkanı seçiliyor. 1982'de Genelkurmay Başkanı Erşad darbe yapıyor ve 1990'a kadar koltuğu işgal ediyor. Ziya-ür Rahman'ın dul hanımı Halide Ziya eteğini tutup sokağa çıkıyor, koca generale kök söktürüyor. Erşad yerini Yüksek Mahkeme Başkanı Şehabeddin Ahmed'e bırakıp kaçmak zorunda kalıyor. 1991 seçimlerini Halide Ziya kazanıyor. BABAM SAĞOLSUN Ancak Bangladeş'in Banga Bandusu (ulu önderi) Mucib-ür Rahman'ın kızı Şeyh Hasine meydanı "o kadına" bırakmıyor. "Devleti babam kurdu, vazife bana düşer" deyip görülmedik bir muhalefet başlatıyor. Ortalık öylesine geriliyor ki, hükümet icraat yapamaz oluyor. 1996-2001 arası Şeyh Hasine iktidara geliyor, 2001-2006 arası ise yeniden Halide Ziya Başbakan oluyor. Yetkiyi ele alan devr-i sabık başlatıyor, hasmı hakkında tahkikat komisyonları kurduruyor. İcraatlar didikleniyor, rakipler içeri tıkılıyor. 2006 seçimleri arefesinde gerginlik doruğa çıkıyor, taraflar arasında kanlı kavgalar yaşanınca seçim erteleniyor. Parlamentonun kapısına kilit vuruluyor ve örfi idare ilan ediliyor. Ordu destekli teknokratlar yönetimi ele alıyor. Halide Ziya eli hamurlu bir ev hanımı, Şeyh Hasine'nin mürekkep yalamışlığı var biraz. Bu iki teyze de ülke yönetecek donanımdan mahrumlar. Tek vasıfları "kahraman hanımı" ve "kahraman kızı" olmak... İkisi de yolsuzluğa bulaşmışlar. Ancak şedit taraftarları var, partililer tuttukları hanedanın saltanatında ikbal arıyorlar. Söylendiğine göre bu iki hanım 16 yıldır yüz yüze gelmiyor, asla konuşmuyorlar. Bildiğin "sen ben" kavgası, birbirlerinden nefret ediyorlar. Bu filmi seyretmiş miydik acaba? Yazık, oluyor güzelim yıllara... Un, yağ, şeker var ama... İlk intiba önemli mâlum. Eğer Bang-ladeş'e Hindistan üzerinden girerseniz gözünüze bayağı temiz pak geliyor. Çöp dağları bulunmuyor, lağım kokmuyor, en azından ortalıkta inekler, domuzlar dolanmıyor... Ama bizim gibi Bayreyn aktarmalı giderseniz, şok oluyorsunuz. Sefahetten, sefalete! Cadillacların Porschelerin aktığı ışıl ışıl caddelerden çıkıp, halk otobüslerinin, tuktukların, rikşaların ve tepeleme insan dolu kamyonların arasına düşüyorsunuz, şakülünüz kayıyor. Kalabalık, kalabalık, kalabalık... Uğultu, gürültü, çın çın çınlayan kornalar... İlk bakışta ürkütücü ama içine giriverince onlardan biri oluveriyorsunuz ve her şey tabii gelmeye başlıyor. YER GÖK İNSAN Bangladeş'in yüz ölçümü Türkiye'nin beşte bir kadar ama nüfusu ile ikiye katlıyor. Kaldı ki topraklarının haylisi su birikintisi, bazı alanlar tamamen metruk, insan yaşayamıyor. Kısacası bu dost ülke nüfus kesafetinde başa oynuyor. (Şimdilik dünya ikincisi). Dost kelimesini laf olsun diye kullanmadık. Gerçekten dostlar. % 90 Müslüman. Ezici bir ekseriyetle de Sünni ve Osmanlı padişahlarına gönülden bağlılar. İstanbul'un işgal altında olduğu yıllarda yüzüklerini bileziklerini derleyip topluyor, Kuvay-ı Milliye güçlerine ulaştırıyorlar. Hatta kadının biri sırf Halife kurtulsun diye çocuğunu esir tüccarına satıyor, parasını Anadolu'ya yolluyor. Bu paralarla önce Ankara'daki meclis binası yaptırılıyor, sonra İş Bankası kuruluyor. Meclis binası şimdi müze, İş Bankası CHP'den soruluyor... Bengalliler geleneklerine bağlılar kıyafetlerine toz kondurmuyorlar. Erkekler peştamal sarıyor, kadınlar şalvar kamis kuşanıyor. "Pakistan'dan niye ayrıldınız? Üç milyon kaybı nasıl göze aldınız" diye sorunca, göğüslerini geriyor "Dilimiz ve alfabemiz için" diyorlar. Pakistan'dan lisanları için ayrılmışlar ama şimdi İngilizce konuşuyorlar. Gençler ya Çelsili ya Mançesterli, bebekler bile "mamy mamy" diye ağlıyor. Harfleri kendilerine has, alayı üstten çizgili, adeta ipe dizilmiş çamaşırları andırıyor. Bayrakları yeşil zemin üstüne kırmızı yuvarlak. Yeşil Bengal oluyor tabii, kırmızı da kan! Bağımsızlığa kavuşmaları hakikaten zor olmuş, yeşil ülke kana boyanmış baştan başa. ELDE VAR HÜZÜN Bağımsızlık kulağa hoş gelse de huzur getirmemiş onlara. Alt yapı getirmemiş, sağlık getirmemiş, eğitim getirmemiş, itibar yok, kimlikleri eriyor. Pakistan'dan koptuktan sonra yelkenleri Hint rüzgarlarına açmışlar. Şimdi gece gündüz Bollywood kliplerine takılıyorlar. Hint klipleri aynen ilk mektep müsameresi gibi... Kırk kız arasında esas kız, kırk oğlan ortasında esas oğlan, grup halinde dans ediyor, zıp zıp zıplıyorlar. Oğlan ince perdeden yanık yanık çığırıyor, kız kıvrak bilek hareketleriyle göğü tırmalıyor. Sonraki klip de aynı, sonraki de aynı... Sadece ritm, mekân ve kostümler değişiyor. Çocukların kucaklarında çocuklar. Kardeşi sanıyorum ama "bebeği de olabilir" diyorlar. Malum Hint kültüründe ağzı süt kokanları evlendirmek gibi bir işgüzarlık var ve bu Bangladeş'e de sirayet ediyor. Hindistan'dan gelen bir başka kötü alışkanlık "pan". Bu müptelalık yapan bir ot, çiğnendikçe kızarıp köpürüyor. Sık sık yere tükürmek ihtiyacı duyuyorlar. Sanırsınız kıpkızıl kan. Yaşlıların damakları erimiş, dişleri şakır şakır sallanıyor. Hasılı bu ot hayırlı bir şeye benzemiyor. Ama şuurları açık, kim bilir belki de uçurmuyor, sadece tütün keyfi veriyor. En büyük tehlike ortalıkta cirit atan Batılılar, hangi taşı kaldırsan altından misyonerler çıkıyor. Yarın: Nehirler zehir taşıyor
.
Hudutsuz hizmet adamı Mehmet Darende
4 Ocak 2009 01:00
Darende abiyi en son yazacak isim benim, flu hatıra bile yok hafızamda. Ama "yazabilir misin" denildiğinde "yapabilirim" dedim, arkadaşlarını iyi tanıyordum zira... Onlar anlattılar ben not aldım, bir kitaplık malzemeden aşağıdaki "ortalamayı" çıkardım... Kalın gözlükleri vardı bir kere. Koyu yeşil camlı ve dürbün gibi derin... Gözleri merceğin ardında ufacık ufacık kalırdı, kirpiklerini kırpıştırarak bakardı insana. Gülümsediğini zannederdiniz... Zannetmek fazla oldu galiba... O zaten hep gülümserdi, gözlükler ekstradan bir sıcaklık katardı bakışlarına... Sağlık eğitimi aldığını bilirdik ama tansiyon ölçtüğüne hiç şahit olmadık, ne ateşe baktığına, ne de nabız saydığına... Beden dediğin bugün var, yarın yoktu, et kemik ne kadar önemli olabilirdi? Eğer bir gün toprak olacaksa... Küfür seli böylesine hızlı akarken, dipsiz girdaplar gençleri yutarken bigane kalamazdı... Bir şeyler yapılmalıydı mutlaka. İlim sahibi miydi? Evet! Hatip miydi? Hayli! İnanın sohbet meclisleri kursa, kürsülere çıksa kitlelere hitap edebilirdi pekâlâ... Ama o çok daha müessir bir yol seçti, İslam âlimlerinin eserlerini yaydı bütün Anadolu'ya. İş buydu işte, Mevlana Halid kadar alim, İmam-ı Rabbani gibi (Kuddise sirruh) mübelliğ olacak değildi ya. Bu iş için iki şey lazımdı, biri kendisi gibi inanmış yoldaşlar... İkincisi kör topal da olsa yürüyen bir araba! Arkadaşları sağdan say 20, soldan say 30 kişi... Alayı da üniversiteli... Bir de yol boylarında ağırlayanlar tabii... Tütünçiftlik'te, Düzce'de, Zonguldak'ta... Bunlar işçi, memur, küçük esnaf takımındandılar. Evlerinde üst üste dizilmiş yataklar, deste deste battaniyeler, takım takım çarşaflar... Ekip geldi mi tepsileri döşeyiverirler, aşı aşure tencerelerinde kaynatırlar. Olur ya "bir gece abiler gelirse" diye daim hazırlıklıdırlar. Yazdan erişte keser, torba torba tarhana tutarlar. Turşu bidonları yüzünden balkonları çökeyazar. Onca iştahlı genci doyurmak, tatlısıyla tuzlusuyla ağırlamak kolay mı? Elleri dardır ama evlerine bet bereket gelir, kilerleri dolar dolar taşar. Matematiğin iflas ettiği yer bu işte! Halbuki sadece yenilen ekmeklerin bedeli bütçelerini aşar. 12 Eylül evvelinden bahsediyoruz... Memleket ne yazık ki parsel parsel... Sağın da, solun da "kurtarılmış bölgeleri" var. Darende Abi en mimli yerlere girmekten korkmaz. Bu işi Allah'ın (Celle celalüh) rızası için yaptığına göre tereddüte mahal yoktur, şüphesiz korunacak ve kollanacaktırlar. Yola genelde tatil günleri çıkılır, bazen Cumadan! Darende Abi bir hafta boyunca bölgeyi dolanmış, kaymakamla, müftüyle, savcıyla, komutanla tanışmıştır. Resmi makamlara hizmeti anlatmış, izin almıştır bir bakıma. Sonra gelir takımları (birbirine lastikle tutturulmuş 5'erli kitap gruplarını) hazırlar, çantaları urganla arabanın tavanına bağlar, üzerine branda sarar. BASILSIN MARŞA Marşa basılırken yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Server'e (Sallallahü aleyhi ve sellem), cihar-ı yari güzin efendilerimize, aşere-i mübeşşereye, cem-i cümle bütün sahabelere (aleyhimürrıdvan), ehli beyte ve ehl-i sünnet âlimlerine fatiha okumaya çağırır, kendi dudakları da kıpırdar. Sonra "niyetlerimizi düzeltelim" der üstüne basa basa... Bundan maksat, "İslam alimlerinin eserlerini, nasiplisine ulaştırmak için yola çıktım, ben bir hiçim" demektir. "Sadece aracıyım, tabiri caizse kaşığım, kepçeyim. Hizmet esnasında fevkaladelikler olabilir ama bunları asla kendimden bilmeyeceğim!" Ve bir ikaz daha... Ama detayları tekrarlamaya bile lüzum duymaz "Aman abiler" diye hatırlatır o kadar... Aman abiler!... Kimseyle münakaşa edilmeyecek, siyaset konuşulmayacak, terslik yapana da, pislik atana gülünüp geçilecek, sövene dilsiz, dövene elsiz olunacak! Ve vurulur yollara... Darende Ağabey bazen İslâm büyüklerinden menkıbeler anlatır, bazen bir marş ya da ilahi mırıldanır, gençler çoşkuyla katılırlar ona. HEDEF KAHVELER Ekip gündüz kasaba ya da şehir merkezlerini dolanır, iş hanlarına, sanayi çarşılarına girer, çıkar. Darende Ağabey tek kapı atlamadan bütün esnafın ziyaretini arzular. Hiç bilemezsiniz arabesk satan bir kasetçide, bir kadın kuaföründe, bir tekel bayiinde ne "suya hasret topraklar" çıkar. Onun hedef kitlesi cami cemaatinden ziyade kıraathanelerdir zaten. Meyhaneleri özellikle seçer ve "muhabbetiniz bol olsun" cümlesi ile girer mevzuya... Masaya kapanıp ağlayanlar, dışarı çıkanlar, şişe kıranlar... Sarhoş meyhur dediğimiz insanlar kitap teklifini ikiletmeden kabul eder, "ben yandım evladım kurtulsun" deyip ellerini ceplerine atarlar. Emaneti genellikle yan dükkana bırakmamızı ister, ya da arabalarının bagajını açarlar. Rafta "o" şişeler varken kitaplar o mekanda tutulmaz! Nefes anason kokarken, veliyullahın eserlerine asla dokunulmaz! Kumar oynayanlar ise kahveciye seslenir "arkadaşlara ödeme yap" gibilerinden bir göz kırparlar. Karışık paralarını hayırlı işe harcamaktan sakınırlar. Darende Abi Anadolu insanına bu yüzden hayrandır işte. Ona göre bu millet sıradan değildir, elmas çamura da düşse elmastır, altın pas tutmaz. Gündüz sakince geçer, macera gece başlar. Darende ağabey muhtemelen YSE'nin çizdirdiği haritalardan birini açar, kendine göre bir hat çizer ve ilk köyden başlar. Araba genelde cami önünde durur, bazen çeşme başında... O, ağır ağır geriye döner, gözlüklerinin üstünden bakarak "hafız, paşa, sadıç, ya da kızan" der. Darende Ağabeyin kime "efe", kime "enişte" dediği bilinir, işaret edilen arkadaş kitapları alır, iner aşağıya. Diyelim indin. Önüne değil köye, vilayete yetecek kadar kitap bırakırlar. Külüstür alametin kapısı kapanır, motor zoraki hırıldar, egzoz inceden genzini yakar ve tekerlekler dönmeye başlar... Minibüsün ardından bakakalırsın, taa ki stop lambaları köşede kayboluncaya kadar. YAPAYALNIZ BİR BAŞINA İlk köyde inmek arzu edilen bir şey değildir aslında... Zira Darende Ağabeyin ne zaman döneceği belli olmaz... Gece yarısına kadar köy meydanında ağaç olursan iyi, sehere dek bekletirse hiç şaşma! Kahveler bir bir kapanır, uzaktan uzağa motor sesleri gelir, köpekler acı acı ulurlar. Biri koluna girip de evine götürürse ne âlâ, yoksa kalırsın ayazda? Olur ya bir de o beldenin aşırı solun elinde olduğunu düşünün. Militanlar afişe çıkmış. Buyur burdan yak! Direkt halk mahkemesine, sorgu kesin, işin içinde hırpalanmak da var. O zamanlar köy yerinde taksi ney bulunmaz, gideyim desen göndermezler, kaçayım desen kaçılmaz. Yapayalnızsın bir başına... Hadi gel de hizmeti kendinden bil, büyüklere sığınma! İlk kahveye endişe ile girersin. Şimdi çok şeyden korkmaktasındır, biriyle takışmaktan, yanlış anlaşılmaktan, münakaşaya tutuşmaktan... Elinde İslâm âlimlerinin kitapları varken efendi olacaksın, delikanlılık başka zaman. Gider kahveciye derdini anlatırsın, haklarını yemeyelim ekseri anlayışla karşılar. Alelacele televizyonu kapatıp "bi dakka" diye ünlerler "bakın misafirimiz var!" İskambil kağıtları katlanır, okey taşları saklanır, bütün kahve döner, sana bakar. Titreyen bir sesle selam verir, girersin konuya... Bu arada siyasi posterleri ve kıraathane müdavimlerini gözden geçirir, pot kırmamaya çalışırsın telaşla. ABİLERİM ABLALARIM! Hitabet profesyonel işidir, cümlelerinin yarım yarım olduğunu hissedersin, toparlayayım dedikçe hepten dağılırlar... Konuşmanı kendin de beğenmezsin ama bir babayiğit çıkar: "Ver!" der gür bir sesle, "bana da ver arkadaşlar da alsınlar!" Bir anda eller havaya kalkar, takımları dağıtırsın, ücretler yağar. Efendim ya parası olmayanlar? Darende Abi bu izni vermiştir sana, dilediğine kitap hediye edebilirsin, bunların bedelini eli biraz genişleyen ağabeyler karşılar... Onlar kendilerini saklasa da bilirsiniz, diş hekimidirler, muhasebecidirler, eczacıdırlar... Satışa genelde ürkerek başlanır ama çantalar boşalıverince içinizi doyumsuz bir haz kaplar! Bazen de olmaz, yalvarsan da yakarsan da yaprak kıpırdamaz. Minibüs döndüğünde çantaların dolu doludur, küp gibidir mübarekler, yerlerinden kalkmaz. Darende abi az satanın da, hiç satamayanın da sırtını sıvazlar, "önemli olan göstermekti gülüm" der, "içini serin tut, ecrimiz büyük olacak!" Gençler şuurludurlar, meşakkati sever, "parmakla gösterilmekten" pek korkarlar. Diyelim yüzlerce takım sattın, filanca sayıda mektubat, ilmihal... Tanesi şu kadardan, şu kadar tutar. Hesap vermeye kalkarsın, Rahmetli konuşturmaz. "Tamam tamam" der, "at torbaya!" Kitap paralarının toplandığı poşete kirli banknotları tıkarsın. Bir kere de saysa ya! Asla! DUALARI KABUL OLDU Rahmetli Darende Ağabey'in mal mülk edinmek gibi bir derdi hiç olmadı, halbuki evi kiraydı, borç gırtlağında... Yana yakıla dua eder, hizmet yolunda ölmeyi arzulardı. Ah büyüklerin eliyle bir kabre konulsa... Duaları kabul olmalı ki kucağında kitaplarla düştü toprağa... (26 Kasım 1979) Henüz bir yıllık evliydi, hayatının baharında... Yolun karşısında dolu dolu bir kahve görünce dayanamamış, fırlamıştı asfalta... Efendim ona çarpan vasıta hızlıymış, farlar cılızmış, frene biraz daha erken basılaymış da filan... Belki de rahmetli hatalıydı, gecenin kör karanlığında kavanoz dipli gözlüklerle o kadar... Laf işte... Bahane çok, arayana... O yaşadığı gibi öldü... Ve inanıyoruz ki öldüğü gibi haşr olacak! Veliyullaha âşıktı... Balıkesir Temsilcimiz İsmet Ağabey anlatmıştı: Mehmet Darende'nin Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerine büyük bir muhabbeti vardı. Rahmetli her hafta Bağlum'a giderdi, ben de katılırdım zaman zaman... O zamanlar sağlık okulunda talebeyiz. Ankara büyükçe bir köy, otobüs, tramvay arama... Keçiören'e kadar bir vasıta bulursan ne âlâ... Sonrası yaya... Soğuk kış günlerindeyiz, hava nasıl ayaz. Git gel 30 kilometre, nerden baksan 6 saat. Darende yolda Efendi Hazretlerini bir anlatır, zaman su gibi akar. Kabrin başına gelince paltosunu yayar, alır eline Mushaf-ı şerifi başka âlemlere dalar. Biz dualarımızı bitiririz ama okur da okur, vakit daralır, neticede leyliyiz, kapılar kapanmadan okula varılacak. Neden sonra kalkar, dizlerinde karlar. Uyuşmuştur ihtimal ama farkına bile varmaz. Biz telaşlanırız. O rahat. Geç kalmış, idareye çağrılmış... Kimin umurunda? Cüz eksik çıkınca!.. Erzurumlu bir marangozdu Rahmetli Sırrı amca. Darende Ağabeyin vefat haberi ulaştığında "bir hatim indirelim" demiş, cüzleri dağıtmıştı oracıkta. Birkaç gün sonra Mehmed Ağabeyi görüyor. "Sırrı Amca hediyenize çok memnun oldum" diyor rüyasında, "ama cüzlerden biri eksik. Kontrol edebilir misin acaba?" Sırrı amca sabah yoklamaya başlıyor. -Sen okudun mu abi? -Evet. -Sen okudun mu peki? -Tabii ki! Ve iş ortaya çakıyor. Birine "üç" cüz vermişler ama o "iki" anlamış yanlışlıkla... HUDUTSUZ HİZMET Mehmet Darende ve arkadaşları için mekan, zemin fark etmez, onlara kâh lüks semtlerde rastlarsınız, kâh gecekondular arasında... Dağ başlarında, hudut boylarında... KOL KOLA, OMUZ OMUZA Ekip kardeş gibidir, bazen mükellef sofralara oturur, icabında kuru lokma paylaşırlar. Dostlukları "Maşaallah!" dedirtesidir. Birinin ayağına diken batsa alayının canı yanar.
.
Sağı solu, önü arkası su fakat SUYA HASRET
4 Ocak 2009 01:00
Gözden ıraklar gönülleri yakın 'Dost Bangladeş' BENİM SADIK YÂRİM... Nehirlerin okyanusa açıldığı deltada en kıymetli şey toprak. Tarım toprakta yapılıyor, ev toprağa kuruluyor, hayvan toprakta otlatılıyor, mezar bile toprağa kazılıyor. Hepsi bir yana temiz ve tatlı sular çamurlu zeminlerde değil, sarp dağlarda oluyor. Bengalli fukaralar evlerinin önündeki birikintilerde bile balık avlıyor, öğünü kurtarıyorlar. (Sağda) Bengal'e adını veren iki heceden "Bang" tarihi Vanga krallığını işaret ediyor, "al" ise Sanskritçe'de "yüksek arazi" anlamına geliyor. Yüksek araziymiş!... Bu bir özlem tabii, apacık temenni! Çünkü (Chittagong bölgesini saymazsanız) ülkede dağ bayır yok. Memleket Ganj, Jamuna ve Meghna gibi deniz endamlı nehirlerin deltasında bulunuyor. Bu alüvyonlu ovalar münbit mi münbit ama neredeyse okyanusla aynı hizada duruyor. Rakım nadiren 9 metreye varıyor. Halbuki bazı yerlerde yıllık yağış miktarı 5000 mm'yi aşıyor. Kaldı ki nehirler okyanusa ulaşırken yayılıyor, bayılıyor, medten cezirden pek etkileniyor. Muson ikliminin hüküm sürdüğü havalide yağmurlar bardaktan boşanırcasına yağıyor, bazen aylarca gök görünmüyor. Irmaklar kabardı mı ovalar sular altında kalıyor. Sabah işe bisikletle gidiyorsunuz, dönüş sandalla oluyor. Şaka bir yana sel geldi mi ülkenin % 70'i kayboluyor. Binlerce insan, hayvan, onca, ev, eşya, araba akıntıya kapılıp, deryaya sürükleniyor. Kasırgalar da korkutuyor... Zaman zaman 235 kilometre sürate ulaşan rüzgar kaldırıp, koparıyor. NEHİR Mİ ZEHİR Mİ? Hindistan'ı boydan boya geçen nehirler Bengal körfezine sadece su ve toprak taşımıyor. Milyonluk metropollerin lağımını, sanayi atıklarını yüklenip getiriyorlar. Nehirler bir vadi içinde değil, adeta ovayla aynı seviyede akıyor. Suyun bittiği yerde çamur, çamurun bittiği yerde su başlıyor. Böylesine sulak bir arazi çeltik tarımı için biçilmiş kaftan. Zaten ülkenin en önemli kalemleri arasında pirinç (ve çay) bulunuyor. Karayolları sık sık nehirlerle kesiliyor. Bunlar enli nehirler ancak feribotla geçilebiliyor. Gemilerin karşı kıyıya vasıl olabilmek için 2,5 saat yol aldığını düşünürseniz nehirlerin cesameti anlaşılıyor. Fukaralıktan mı aldırmazlıktan mı bilinmez tekneler aşırı yükleniyor, ajanslara sık sık "Bangladeş'te yine gemi battı" haberleri düşüyor. HER EVE BİR GÖL Bilirsiniz bizde ev yaparken temel kazılır, binanın sıkıca toprağa tutunması sağlanır. Onlarda ise evler zeminden uzaklaştırılıyor, ya suni tümsekler üzerine kuruluyor, ya da kazıklar üstüne oturtuluyor. Zelzele umurlarında bile değil, öncelikle su baskını hesap ediliyor. Evler için tümsek yapılır dedik, peki toprağın alındığı alanlar? Elbette çukur çukur kalıyor ve ilk yağmurda dolup taşıyor. Her evin önünde üç beş evleklik bir gölcük, bunlar sarnıç gibi kullanılıyor. Banyo yapılıyor, çamaşır yıkanıyor. Şaşılacak şey ama bu birikintilerde sayısız balık yaşıyor, ağını savuran tavasını doldurabiliyor. Bu deltada taş kaya cinsinden bir şey bulunmuyor, muhallebiyi andıran zemin çok katlı binaları taşımıyor. Sazlıklar ve bataklıklar zaten yılan çiyan kaynıyor, iskana izin vermiyor. Sivrisinek ayrı dert, ciltler kabarık kabarık, bebeler bile dertli dertli kaşınıyor. EN SAĞLIKLI İÇECEK! Bengalliler ağır misafirlerine Hindistan Cevizi suyu ikram ederler. Bu iri meyveler su küpü gibidir, bir tanesinden yaklaşık iki su bardağı mayi çıkıyor. HEM ÇAMUR ÇEKİYORLAR, HEM ÇİLE!.. Kadınlar zincir oluşturmuş, nehir yatağından çamur çekiyor. Muhtemelen bir tümsek oluşturacak üstüne ev kuracaklar. Emeklerinin ilk taşkında eriyeceği aşikar. Biliyorlar, ama bu iklimde hayat böyle geçiyor. Suyun bittiği yerde çamur, çamurun bittiği yerde su başlıyor. Çocuklar nehirle dost, minik kaptanlar bambudan sallarıyla deryaya açılıyor! Kimyaları bozulmuş! Ocak ayı ortalaması 25-26 derece, bu sıcak ve rutubetli iklim böceklerin üremesine çok müsait, bu yüzden hayli tarım ilacı kullanılıyor. Yetmez gibi dünyanın ne kadar hurda gemisi varsa (bunlar asbest gibi kansorejen maddeler taşıyor) Bangladeş sahillerinde sökülüyor. Dakka yakınlarındaki artezyenlerde ise kabul edilebilir sınırın 50 ila 175 katı arsenik bulunuyor. Kullansan bir türlü, kullanmasan başka türlü... Durgun suların yer yer yeşillendiğine bakılırsa belli ki bakteri kaynıyor... Bize ısrarla "kuyu hatta şebeke suyuna da yaklaşma" diyorlar, "bırak içmeyi ağzını bile çalkalama!* Hasılı bu kadar suyun içinde suya hasretler... Hadi biz ambalajlı su alabiliriz ama şu fukaralar n'olacak? İş dönüp dolaşıyor yönetime geliyor. Memleketin yıllarına ipotek koyan ihtilalcilerin tuzu kuru tabii. Beyler Fransız Evian yudumladıkları için çilenin farkına varamıyorlar. Halbuki hiçbiri çözülmeyecek mesele değil. Arıtma sistemleri çok ilerledi, ufak yatırımlarla köklü çareler bulunabilir pekala..
.
Ucuz işgücü ucuz enerji
5 Ocak 2009 01:00
Gözden ıraklar gönülleri yakın 'Dost Bangladeş'Bölüm-3 Yazı ve fotoğraflar: İrfan Özfatura / irfan.ozfatura@tg.com.tr Bangladeş, Türkleri de ısrarla yatırıma çağırıyor, mülkiyet hakkı, vergi muafiyeti, sermaye transferi ve kanun önünde eşit muamele vaad ediyor Dakka öyle dakkada gidilen bir yer değil. Aktarmalı ulaşabiliyorsunuz ve bir koca gün (hatta fazlası) yollarda geçiyor. Geçen yıl Türkiye'den 310 Bengalli iş adamı vize istemiş, bu yıl sayı 1200'e varmış. Bangladeş'ten vize isteyen Türk işadamlarının sayısında da yaklaşık 4 misli artış var. Eğer THY direkt uçuşlara başlarsa ticaret hacmi artar. İstanbul, Bangladeş'in Batıya açılan kapısı olur ki bu iki tarafa da yarar. Bangladeş ile ticaretimiz bu yıl 309 milyon dolardan 500 milyon dolara çıktı. Onlar genel de jüt satıyor, tekstil makineleri alıyorlar. Boyama, yıkama üniteleri filan... Ülkenin en büyük gelir kaynağı yurtdışındaki işçilerin yolladığı paralar. Sadece Suudi Arabistan'da 1 milyon Bengalli var. İtalya'da 140 bini aşıyorlar. Onlara özenen maceracılar riskli yolculuklara çıkıyor ya TIR kasalarında ya derin denizlerde boğulup gidiyorlar. Bunlardan bir kısmı Süleymaniye ve Küçükpazar'daki viranelerde kalıyor. Zor şartlar altında, onu yirmisi bir odada... Üç kuruşa bir iş bulacaklar da yevmiyeyi doğrultacaklar. Karınlarını doyuracak memlekete para yollayacaklar. Bangladeşliler tekstilde güçlüler ama marka olamamışlar, dileriz ortak işler yapılır, Türklerden öğrenecekleri çok şey var zira!TEKSTİL LOKOMOTİF Bangladeş ihracatının % 74'nü tekstil ürünleri teşkil ediyor, bu sektör en büyük iş kapısı. Lakin, becerikli bir elemanın alacağı taş çatlasa 50 dolar, vasatlar 30'u da alamıyor. LC Waikiki ve Simge Çorap üretime geçmiş, Sanko'nun da geleceği söyleniyor. Ülkede çıkarılan doğalgaz ve elektrik dünya fiyatlarının çok altında ama... Aması var, elektrik sık kesiliyor. Ucuz enerji ve ucuz işçilik seramikçilerin önünü açmış, bu işgücünün yıldızı parlıyor. Bengal Körfezi'nde ve ülkeyi ağ gibi saran nehirlerde yakalanan balıklar ihraç kalemi olabilir ama değerlendirilemiyor. Ama jüt (hint keneviri) denildi mi bir numaralar, dünyanın dört bir yanına lif satıyorlar. Bunlar halı çuval halat urgan imalinde kullanılıyor. Pirinç çok pahalandı diyorlar bakıyorsunuz 50 sent bile etmiyor. N'apsınlar, alım güçlerine göre konuşuyorlar. Ama paraya para demeyen zenginler de var. Hatta araba ve tablo koleksiyonu yapacak kadar... Eskiden n'olur n'olmaz diye bir ayaklarını dışarda tutuyor, İngiltere'de ev villa alıyorlarmış. Şimdi üretmenin tadına varmışlar, artık ellerini taşın altına sokuyorlar. Bütün bu tereddütlerin altında 70'lerdeki uygulamalar yatıyor. Mucib ür Rahman'lı yıllarda devlet devletçiliği denemiş, her şey ters gitmiş yine de geri adım atmamışlar. Hırsızlık, yolsuzluk, adam kayırmacılık, bananecilik dolayısı ile işsizlik ve fukaralık hep o günlerden miras... ÖZELLEŞTİRME TAM GAZ Şimdi rejimin sadece adı sosyalist. Toplantılara başlamadan evvel bir hafız efendi Kur'an-ı kerim tilavetinde bulunuyor. Söze besmele ile başlıyor, Huda hafiz, fi emanillah diye noktalıyorlar. Devletçiliğin çıkmaz sokak olduğunu fark etmişler, bir yandan özelleştirme yapmaya çalışıyor bir yandan müteşebbisleri özendiriyorlar. Son 11 yılda özel sektör 4 milyar dolardan 14 milyar dolara yükselmiş. Bunu fevkalade sıhhatli buluyorlar nitekim % 5.5'lik bir büyüme oranı yakalamışlar. Türkleri de ısrarla yatırıma çağırıyor, mülkiyet hakkı, vergi muafiyeti, sermaye transferi ve arzu edildiğinde tesis taşıma izni veriyor, kanun önünde eşit muamele vaad ediyorlar. Odalar birliği Başkanı Enis-ül Hak "Ticaret önemli" diyor, "Bu ülkeler ticaret sayesinde Müslüman oldular. Artık dünyaya sadece AB ve ABD penceresinden bakmıyoruz, Türkiye'nin gücü iyiden iyiye hissediliyor. GÜLEN YÜZLERİ YETER Turizmden çok ümitvarlar. Özellikle uzunluğu 100 mil olan Coxpazar kumsalından ve Sunderban sazlığından para çıkarabileceklerine inanıyorlar. Kumsal 100 mil ama etrafında konaklama tesisi bulunmadıktan sonra... Sazlık işini de zor satarlar gibi geliyor bana. Efendim Bengal kaplanları, damalı karacalar... İyi güzel de nerde? Bak, bak, saz! Kaplanı gördün mü zaten film bitiyor. Son sözünüz "aaa kaplan" olabilir icabında... Bence Bengallilerin en büyük şansı gülen yüzleri, misafirperverlikleri. Fukaralıklarına rağmen çok temizler, evleri mescitleri çiçek gibi, pişirdikleri yeniyor. Bangladeş nüfusunun % 50'si 25 yaşın altında... Askerlik mecburiyeti yok ama meraklılar gönüllü olarak orduya katılabiliyorlar. Eğitim ücretsiz, okuma oranı hızla yükseliyor (bize % 53 olduğu söyleniyor) İngilizler bunca zülme rağmen hâlâ çok müessir. Dışarıda okumak isteyenleri imtihana alıyorlar. Ders başı 100 dolar. 5 dersten girdin gitti 500. Tahsil heveslilerinden yüz milyonlarca dolar tahsil ediyorlar. Özetlersek Bengalliler azla yetinen, şük-retmesini bilen, temiz, tertipli, çalışkan insanlar... Ah ellerinden bir tutan olsa... -BİTTİ- İSTANBUL'UN ADI ÇIKMIŞ! Bangladeş'te trafik püsküllü dert. Sabah ve akşam saatlerinde bazı caddeler kilitleniyor. Bırakın itfaiyeyi, ambulansı, sultan olsanız fark etmiyor. Trenlerin otobüslerin üstünde seyahat etmek serbest. Üst katların ücreti daha mâkul. Zaten şehir içi ulaşım 2 ile 20 taka arasında değişiyor. Bir dolar 70 taka, yani iki takalık yola 35 kere gidilebiliyor. Halk otobüslerinin kaportaları harita gibi... Duraklara birbirlerine sürte sürte yanaşıyor, arkadan gelen vurup, öndekini itiyor. Boya çizilmiş, ezilmiş büzülmüş kimin umurunda? Koltuklar yırtık pırtık cam çerçeve arama. İçi konserve gibi dolu, üstleri salkım saçak insan... Muavinler merdivende duruyor, kaportaya vurdukları darbelerle (herhalde bir nevi mors) şoföre mesaj yolluyorlar. Trafik ışığı yok, polisler sürücüleri ellerindeki değnekle hizaya sokuyor. Ehliyet ruhsat soranını görmedim, adaam sen de ceza yazsan ne yazar? Şehirler arası yollar üzerinde bisikletler, rikşalar, alış veriş yapanlar, sohbet buyuranlar... Aralarından zig zag çizerek geçeceksiniz, tabii lagalara düşmemeye çalışarak. Şoförümüzün adı Şahin. Ama doğan görünümlü şahin. Bulduğu boşluklara şimşek gibi dalıyor. Direksiyonun sağda olması insanı tedirgin ediyor, sanki millet üstünüze üstünüze geliyor. Bangladeş Dünyanın sayılı doğalgaz yataklarına sahip ama randımanlı işletemiyor. Yine de araçların ekserisi CNG (sıkıştırılmış gaz) yakıyor. Bu güzel bir gelişme, en azından havaları temiz, şehirler egzoz kokmuyor. Dakka'da 3 milyon rikşa var. Bunun 2 milyonu kayıtlı, patronların malı. Sahipleri rikşalarını kiralıyor. Günlüğü 40 taka, fazla kazan üstü sana... Rikşacılar küçük ücretlere "he" diyor, üç kuruşa saatlerce pedal basıyorlar. Samimi Müslümanlar Bengal halkı Şeyh Celaleddin-i Tebrizî, Şeyh Siraceddin, Şeyh Celal Mucarad-i Yenanî, Mevlâna Ata, Şeyh Ata'ü'l-Hak ve Nur Kutb-i Alem gibi (Kuddise sirruh) gönül ehillerinin terbiyesinden geçmiş. Halkın veliyullaha karşı derin bir muhabbeti var. 16. asırda İmam-ı Rabbanî Hazretleri, talebelerinden Mevlâna Hanid Danişmend'i Bengal'e gönderiyor. Mübarek hem bidatleri ayıklıyor, hem de sünnet-i seniyyeyi yaymaya çalışıyor. Burdvan'da kurulan Nakşi dergâhı adeta meşale oluyor. Hacılar çok itibarlı, Haremeyn aşkı hudut tanımıyor. Bangladeşli garipler sırf kabe-i muazzamayı görebilmek, Ravdayı mutahharayı ziyaret edebilmek için bir yıl boyunca Suudlara hizmetçilik yapıyorlar. Mikro kredi makro fayda Biliyorsunuz Bangladeş mikro krediyi hayata geçiren "öncü ülke" olarak tanınıyor. Bu proje Prof. Muhammed Yunus tarafından ortaya konuyor. İlk kredi alan müşteri bir dilenci, kadıncağız sadece 1 dolar talep ediyor ve sakız satmaya başlıyor. Sonraki müşteri (Safiye Begüm) bir yumak ip alacak kadar para istiyor, bambuları bağlayıp tabure sehpa yapmaya başlıyor. O belde de tam 42 kadın dikişe, örgüye başlıyor, kimi birkaç avuç mısır alıp evinin önüne ekiyor... Dikkatinizi çekerim, 42 insanı heyecanlandıran meblağın hepi topu 27 dolar tutuyor. Bunlar bankaların dikkate bile almayacakları rakamlar... İşin enteresan yanı kadınlar borçlarına çok sadık çıkıyor, neredeyse hiç kaçak olmuyor. Ve iş büyüyor 1976'da kurulan Greeman Bank (aslında bir vakıf) 6,1 milyon Bengalli'ye ulaşıyor. Yoksullar çarpmadan, kimseye abanmadan yaşıyor, başları dik dolanıyorlar. Gasp, hırsızlık, terör ve uyuşturucu kullanımında net düşüşler tespit ediliyor. Ve bu çalışma Muhammed Yunus'a Nobel kazandırıyor (2006
.
Derin gangsterAlkapon
11 Ocak 2009 01:00
Hükümetin sopası, patronların maşası, sendikacıların kâbusu, acımasız katil, purolu kral, devletçi mafyanın mimarı ve Alkatraz'ın frengili hastası... Alphonse Gabriela ... Tevellüd:1899 - İtalya... Berber Gabriela'dan olma, Terzi Teresa'dan doğma... Bilirsiniz Yahudiler için Avrupa daima sıkıntılı olmuştur, yüz yıl evvelki Napoli öyledir mesela... Nitekim Capone'lar da kamuflaj giyer, zemine uymak zorunda kalırlar. Çocuklarını kilisede vaftiz ettirir, Katolik okullarına yazdırırlar. Siz deyin iktisadi kriz, biz diyelim mahalle baskısı, aile ani bir kararla tası tarağı toplar, Amerika'ya doğru yelken açar. DERSİMİZ HAYAT BİLGİSİ Konu: Kolay kazanmanın, bol harcamanın yolları... Kısaca "yeraltı zenginliklerimiz" de diyebiliriz onlara... HIRSIZ, KURNAZ, HİPERHAYLAZ Minik Alkapon "yeni dünya"ya kolay intibak eder, daha ikinci gün bisiklet hırsızlığına başlar. Kendi deyimiyle "çalar çırpar, günah çıkartır" ve gönül huzuruyla yaşar. Büyük buhran yıllarında, işsizlik had safhaya çıkmıştır, babası meteliğe kurşun atar. Genç Alkapon iş başa düştü deyip kolları sıvar, gider gazino fedailiğine başlar. Patronu Frankie kanunsuz işlere "bu gözü kara çocuğu" yollar, tetik düşürmek için "yaşı müsaittir" zira. Nitekim henüz ağzı süt kokarken iki leşi olur ve suç dünyasına adım atar. O yıllarda Sicilyalılar New York'u mekan tutmuş, İrlandalıların sahasına sızmaya çalışmaktadırlar. Aynen İtalya 'daki "Cosa Nostra" gibi bir çatı altında toplanır, "Five point" (beş nokta) adı altında organize olurlar. Five Point'in fikir babası (bir numara) Lucky Luciano, Yahudi çocuklarına hırsızlık yaptırıp, uyuşturucu dağıttırarak sınıf atlamış bir çakaldır. İki numara Vito Genovese silah alıp, satar. Üç, Johnny Torrio kadın taciridir, gazino, genelev işlerine bakar. Dört, Yahudi Meyer Lansky, toplanan kara paraları Haham Rosenbaum'un sahibi olduğu International Credit Bank'ta "beyaz ötesi" yapar. Beş, Alkapon'un patronu Frankie Yale tetikçi besler, daha ziyade 'tahsilat' işlerine bakar. Genç Alkapon'un gözü yüksektedir, ah bir punduna getirse de patronunun ayağını kaydırsa. Frankie de tedirgindir olur, bu küçük serseriden kıllanmaya başlar. Bir gün Alkapon'un koluna girer "kardeşim Maria'ya niye asılıyorsun" deyip hır çıkarır, yer misin yemez misin der, alırlar araya. Vücuduna bir anda falçatalar girer çıkar, boynunu ve yüzünü boydan boya yararlar. Bir pürüzü çizmiş olmanın rahatlığı ile dağılırlar. Lâkin Alkapon'un alacak nefesi vardır daha... Yüzünde derin bıçak izi... İşte bu faça Gangsterlik yolunda önünü açar. "Scarface" (yaralı yüz) namı ile alemde nam tutar. O günlerde ABD'de içki yasağı vardır, Don Torrio adlı bir gazinocu kaçak viski taşıyacak adamlar aramaktadır. Bahsi geçen iş Alkapon'a uyar, kıvrak zekası ile patronunu paraya boğar. Bu arada Frankie ile olan hesabını da görür, can düşmanını evinin kapısında, üstelik çoluk çocuğunun gözü önünde zımbalar. Ama ne iştir bilinmez polis raporu "trafik kazası" diye tutar. Alkapon hasımlarını genelde 'spagetti yemeye' davet eder ve adam neşeyle tıkınırken beynine sıkar. Kime nasıl davranacağı belli olmaz, bazen bıçakla dilimler, bazen tamburalı ile tarar. Bilirsiniz; Mafya üyeleri umumiyetle resmi erkândan uzak dururlar. Ancak Alkapon inadına devletlülerle sarmaş dolaş olur, bu gücü arkalamaya bakar. Her ne kadar rugan ayakkabılarını ABD bayrağı ile silip parlattığı bilinse de ulusalcılığı kimselere bırakmaz. Mangal kül hesabı, üfür üfürebildiğin kadar... ABD'de grev, kanuni bir haktır malum, devlet buna mani olamaz. Ancak Başkan Hoover'in bir işaret çakması yeter, Alkapon gider sendikacıların gırtlağını sıkar. TAMAMEN DUYGUSAL Günün birinde Yahudi Meyer Lansky tarafından Başkan Hoover'a takdim edilir ve o günden sonra "derin işlere" taşeronluk yapar. Grev, kanuni bir haktır malum ve devlet buna karışamaz. Ancak Başkanın bir işaret çakması yeter, Alkapon gider işçi liderlerinin gırtlağını sıkar. Beyzbol sopasını sallaya sallaya "kahrolsun komünistler!" diye haykırır, rejimin savunuculuğuna kalkar. Sağda solda; "Bolşevizm ABD'ye sızamayacak, gençlerimizi sosyalist basından, kızıl fesattan koruyacağız" tarzında nutuklar atar. Gün gelir sendikalar Alkapon korkusundan kıpırdayamaz olurlar. Malum topuk kemiği hassastır, delinince can yakar! Cumhuriyetçi hükümetle, senli benli olan genç haydut kendine yeni bir hedef koyar. Torrio'nun tahtını da sallasa mıdır acaba? Nitekim arabası beklenmedik anlarda delinmeye başlayan yaşlı patron "spagetti yerken ölmemek için" kendi rızası ve hür iradesi ile tekaüde ayrılır "Veliahtım Al Capone!" deyip tası tarağı toplar. Alkapon Five Point'in beş patronundan biridir artık, kendine yeni bir imaj yapar. Görünüşte mobilya dekorasyonla uğraşan "itibarlı" bir müteşebbistir. Medyayı yemlemeye özen gösterir, aksini yazacak birileri olmadığına göre yüzündeki yarayı "savaşta aldığını" söylemenin ne mahsuru olabilir ki? Böylece vatanseverliği de belgelenir. GÜNDÜZ KÜLAHLI GECE... Gün gelir anneler çocuklarına onu örnek gösterir, sihirli değnekle para aklayan tilkiyi ayakta alkışlarlar. Hatta North Western Üniversitesi'nin ricası üzerine konferanslar verir, engin birikimlerini gençlerin istifadesine sunar. Halbuki Chicago Outfit'teki ofisinin önünde her gün yüzlerce şehir şakisi ellerinde referanslar (onlara kötü hal kağıdı diyelim isterseniz) 'gangster' olabilmek için sıraya girmektedir. İrlandalılar Alkapon'un yükselişinden bizârdırlar, gel gelelim Five Point'in gücünden tırsar, takışmayı göze alamazlar. Purolu Kral, belediye başkanlarını bağlar, polis içinde de adamları mevcuttur, minik kuşlar operasyonları fısıldar. Peki ensesine bir mermi filan? Valla öyle bir risk vardır, suikast endişesi ile yaşamak sıkmaya başlar. Nitekim bir gün yaveri Consigliorisi'e (Napoli'den köylüsü olur) "Para para para! Sahi bu meret ne işe yarar?" diye sorar, "dostlarımı bile öldürüyorum? Beni de vuracaklar! Bizi cehennem bekliyor. İyi de bu pis işleri niye bırakamıyorum? Böyle nereye kadar?" Alkapon oğlu Sonny'e pek düşkünse de karısı Mae ile hiç anlaşamaz. Evet Mae alımlı bir kadındır ama ukâladır, hırslarına dizgin vuramaz. Alkapon ona hiç güvenmez, yanında uyumaktan korkar. Nitekim evden kopar, Lexington Oteli'ni mekân tutar. Altın çerçeveli boy aynası, gizli bir geçide açılır ki bu dehliz ihtişam kelimesinin zayıf kaldığı bir saray yavrusuna çıkar. Burada fahişelerle düşüp kalkar ve frengi kapar. ÜRKÜTÜCÜ ADA: ALKATRAZ! Alkatraz, kaçılması gayr-i kabil bir mahpushanedir. Kanun kaçakları itina ile (!) ağırlanırlar. ALMA MAZLUMUN AHINI Oysa dışarıda namus kumkuması kesilmektedir, mini etek giydi diye yakınındaki kadınların bacaklarını kıracak kadar! Bu âlemin vefâsı yoktur, zaafını yakaladılar mı tepetaklak aşağı alırlar. Zaten çok şey bilmektedir, devletlülerin canını sıkar. Komünizm tehlike olmaktan çıktığına göre, bu pisliği yakalarından atmalıdırlar. Ve işaret verilir, Bugs Moran yönetimindeki İrlandalıları üstüne salarlar. Alkapon da altta kalmaz, iki suç şebekesi arasında çıkan müteaddit müsaderelerde 400'e yakın gangster telef olur. Çember gitgide daralmaktadır, hatta bir keresinde Cadillac'ı kalbura döner, sadık adamı Tavuk Henry ile paçayı zor kurtarırlar. Alkapon dişe diş mücadele verir, beklenenin aksine hakimiyet alanını büyütür, barları pavyonları haraca bağlar. Bu arada gazetecilere "Bugs'a unutamayacağı bir hediye vereceğim!" şeklinde beyânlarda bulunur. Savaş ilân eder bir bakıma... Bir gece polis kıyafetleri giyer, Bugs Moran'ın 2122 North Clark caddesindeki karargâhını basarlar. Mermi manyağı olan Bugs kıl payı kurtulur ama etrafında kimsecikler kalmaz. Ertesi gün gazetelerde boy boy ilanlar: "Sevgililer günün kutlu olsun Bugs!" Gel gelelim bu şov tepki alır, halk sokakları kana boyayan silahşörlerin acilen toplanmasını arzular. Dilekçeler, maruzatlar... Hükümet gereğini yapmak zorunda kalır. Düşünebiliyor musunuz Alkapon'u cinayetten, haraçtan, gasptan değil "vergi usul kanuna muhalefetten" içeri alırlar. Yahudi Mayer iyi gün dostudur, düşene acımaz, bir çelme de o takar. Bayan Kapon'u zarflar, geveze dilberden topladığı bilgileri dosyalayıp alâkalı mercilerin önüne koyar. Jüri Alkapon'u defalarca aklamıştır ama yeni hakim başka bir jüri tâyin edince işler sarpa sarar (1932). Alkapon kodeste de rahat durmaz. Atalanta cezaevini üs edinir, sokakla irtibatı kopmaz. Lâkin frengi bünyesini sarmaya va sarsmaya başlamıştır. Her ne kadar "bana bi şey olmaz" dese de, ufacık mikrop Amerikanın en güçlü adamını tuşlar. Kendini koyvermiştir, direnme gücü kalmaz. Artık sıradan bir mahkumdur o, bir zamanların ünlü liderini kimsecikler sallamaz. Sekiz kişilik bir koğuşta, sekiz saat kundura çakmaktadır. Vatanı için tabii, fedakârca (!) Zaman zaman ısmarlama elbiselerini, ipek pijamalarını, fedailerini hatırlar. Hüzünlenmemek elde midir? Kumardan, fuhuştan kazandığı yüzlerce milyon doları, kimbilir kimler mıncıklamaktadır şu anda... TELGRAFIN TELLERİNE... İki yıl sonra nakli çıkar. İskeleden tekneye binerken muhafızlarına korkulu gözlerle bakar: "Beni denize mi atacaksınız yoksa?" - Yok özel bir ada ayarladık sana... Evet Alkatraz kuş uçmaz, kervan geçmez bir adadır. Göç mevsiminde pelikanlar uğrar o kadar. Burada Alkapon'a çaylak muamelesi yapar, çamaşırhanede don gömlek yıkatırlar. Hastalığı her geçen gün ilerler, bedenini ve beynini eritmeye başlar. Onu birgün boş boş tavana bakarken bulurlar. Biteviye 'Damsız girilmez!' diye tekrarlamaktadır. Tahtaları oynamış mıdır acaba? Alkapon mahkûmiyetinin son aylarını revirde geçirir. Enjeksiyonlar ve şok tedavilerle güya hastalığı yavaşlatılır ve serbest bırakılır (1939). Ama dışarıda itibar kazanması zordur bu saatten sonra... N'olur n'olmaz diye sakladığı bir kaç milyon doları vardır sağda solda.. Miami Beach yakınlarında, Palm Adası'na yerleşse de paralarını ağız tadıyla yiyemez. Biteviye şapkalı gölgeler, tamburalı tüfekler görmektedir, kabuslarından kurtulamaz. Ölümü herkesi sevindirir, vârisleri zil takıp oynar, hasımları kına yakarlar (1947). Alkapon'un ofisi önünde yüzlerce sabıkalı yarma, kadrolu gangster olabilmek için bekleşiyorlar.
.
Başyazar denilince Dr. Yalçın Özer
18 Ocak 2009 01:00
Üniversitelilerin kamplara bölünüp silaha sarıldığı yıllarda vaktini kitapla geçiren, okuyan, yazan, öğrendiklerini paylaşan gençler de vardır. Yalçın Özer ve arkadaşları gibi... Özerler aslen Kayseri Sarızlıdırlar... Yalçın Ağabey Adana, Maraş hududunda bir kasabada (Yalakköy - sonra Yeşilkent oldu) doğar (1948). Babası Durdu Bey uzun yıllar Kahramanmaraş'ta sağlık memurluğu yapar. Annesi Elif Hanım da komşuları ile kaynaşır adeta Maraşlı olurlar. Yalçın Ağabeyin Kayserililere de, Maraşlılara da (biraz da Adanalılara) hemşerim deme gibi bir şansı olur, hem iç Anadolu, hem de Akdeniz kültürü ile yoğrulmak ufkunu açar. Kahramanmaraş'ın okur yazarı çoktur, ozanlık geleneği yaşar, şehirden ciddi şairler çıkar. Yalçın Abi de bu mümbit iklimden etkilenir, şiire merak salar. O yıllarda böyle üniversite kursları yoktur, hakikaten zeki ve çalışkan olanlar yüksek puan tuttururlar. Türkiye'nin en gözde fakültesi Çapa Tıp'tır, en güzide talebeler burada toplanırlar. Yalçın Ağabey de teamüllere uyar, ailesinin arzusu ile "Çapalı" olsa da gönlünde "Edebiyat Fakültesi" yatar... Dilerseniz onu arkadaşlarının dilinden dinleyelim biraz: SABAHLARA KADAR... "1970'in 71'e bağlandığı günler, Hukuk Fakültesine devam ediyorum o sıralar. Horhor'da bir gariphanemiz var. Bir gün kapı çalındı, baktım Adana Erkek Lisesi'nde birlikte okuduğumuz Zeki Tıraş. Yanında "Yalçın!" Çayla birlikte sohbet de deme geldi. Yalçın sıra dışı bir gençti Necip Fazıl'ın Çilesini ezbere biliyordu mesela. Hafızası berraktı, zekiydi. Kanımız kaynayıverdi... O günden sonra içtiğimiz su ayrı gitmedi... Soğanağa'da (Bayezid'in alt taraflarında) bir evde kalırlardı. Ev değil kütüphane... Yalçın bir kitabı eline aldı mı bitirmeden bırakmaz. Hem hızlı okur, hem de künhüne vakıf olur. Aradan uzun zaman geçse bile aradığı paragrafı rahatlıkla bulur. Türkiye'de Camus ve Kafka'ların bilinmediği yıllarda dünyadan haberdardı. Sürrealistleri, varoluşçuları yakından tanırdı. Okuduğunu anlayan anladığını paylaşan bir insan. Sabahlara kadar sayfalar arasında kaybolur, en son İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ını açar ve noktayı koyar. Gündüz sallanması gerekir ama dinçtir, neşesi yerindedir, çayı, sigarası olsun tamam... Ertesi gün yine öyle, ertesi gün yine öyle... Onun uykusuzluğa olan tahammülü şaşırtıcıdır, akıl sır almaz. Bir gün Enver Ören Bey'e Yalçın Özer'den bahsettim, "çok kabiliyetli bir arkadaş" dedim, "kendisine yazma fırsatı verebilir misiniz acaba?" Mufavık buldular, düşünebiliyor musunuz Yalçın'ın haberi yok daha. Onun için de sürpriz oldu, heyecanla başladı. Kalemi coşkuluydu, üslubu kıvrak mı kıvrak. Önceleri "Ümit" adlı bir köşesi vardı, sonra başyazar yaptılar, önünü açtılar." (Rahim Er) KİM BU ÇOCUK YA? "Yalçın ağabey siyasete hevesli değildi ama bu işin kalitesiz insanların elinde heder olmasına da dayanamazdı asla. AP gençlik kollarının ufak ufak kıpırdandığı yıllar. Sevdiğimiz beğendiğimiz bir arkadaş İlçe kongresinde aday. Lâkin şansı az, İstanbul İl ve Ankara Genel Merkez rakibinin ardında zira. Baktı koparıp alacaklar, Yalçın ceketimi istedi, verdim, alel acele giyinip kürsüye çıktı. Salon üç beş dakika içinde onun kalitesini fark etti. Slogan atmıyor, masa yumruklamıyor, dolu dolu konuşuyor. Nasıl derinlemesine tahliller, bağırmadan çağırmadan, sohbet tadında... Ankara'dan gelen ağır isimler bile tutulup kaldılar. Yanındakilere dönüp "kim bu çocuk" diye soruyorlar. Netice de desteklediğimiz aday kazandı. Hem açık ara farkla..." (İsmet Anaç) METELİĞE KURŞUN "Yalçın Abiyle 1981'de tanışmıştık. O zaman Haznedar'da mobilyacılık yapıyoruz, onun muayenehanesi var yanıbaşımızda... Abi kardeş gibiyiz adeta... Otakçılar Lisesinde talebeyim, veli olmuştu bana. Muayenehaneye akşam üzeri gelirdi, ben yardımcı olurdum ona. Tanıdıklarından katiyen para almaz, tanımadıklarından da ben ne koparırsam. Millet işi çözmüş, "bir konuda görüşcez" deyip içeri dalıyorlar. Ben "abi bunlar bedavacı" dedikçe elini sallar "boş veeer" derdi, "kiminden para, kiminden dua!" Evlenince Fatih'e yerleşti, evine yakın bir muayenehane açtı. Hükümet tabipliğinden de ayrılmıştı, ancak para istemeyi beceremiyordu hâlâ. Bir gün okuldan "velin gelsin" dediler, birlikte çıktık ama belli ki üzerinde kuruş yok, minibüslerden kaçıyor "yürüyelim bacaklarımız açılsın" diyor. O zamanlar Otakçılar'ın Müdürü Ata Bey. Yalçın Ağabeyi görünce kucakladı "Ooo doktor bey hoş geldiniz" filan! Üstelik koskoca yazar! Koltuklara buyur etmeler, çaylar, sigaralar. Yalçın Ağabeyin kılık kıyafeti yerinde, zaten çok yakışıklı, çok karizmatik bir adam. Meğer okul için bağış isteniyormuş, Yalçın abi nasıl sıkıldı, nasıl terledi anlatamam. "Bilahare göndereyim" deyip ayrıldı, lakin mahçup olmuştu, yıkılmıştı. Edirnekapı'dan beni minibüse bindirdi, kendi yürüye yürüye yöneldi Fatih tarafına. Muayenehane açıp da zarar eden tek doktor oydu belki. Dünya işlerine aldırış etmez, zaten işleri de yolunda gitmezdi. Bir keresinde tecil için askerlik şubesine uğruyor, "aaa ne güzel bizde seni arıyorduk" diyorlar, apar topar kışlaya... Aradan yıllar geçti, Yalçın Ağabey Ankara'da mebuslarla, bakanlarla... Manşetlerde, ekranlarda... Derken İstanbul Büyükşehir Belediyesine "Başkan adayı" yaptılar. Bir vesile ile karşılaştık, baktım Yalçın abi, aynı Yalçın abi... Hiç değişmemiş, yine hatırnaz, yine mütevazı, yine sevimli... Tabiri caizse o bir ahir zaman dervişiydi..." (A. Çekin) ZORAKİ ADAY "İstihbarat şefi çağırınca, "yine ne fırça atacak kim bilir" diye düşünüyorum yalanı yok ya! Önümü ilikliyor, kapı arasından kafamı uzatıyorum. Müdür, üzerinde Yalçın ağabeyin fotoğrafı olan bir el ilanını uzatırken mevzuyu özetliyor: "DYP Başkan Adayı Yalçın Özer'i sen takip edeceksin. Yanında dur, istifade etmeye bak." İlk durağımız Fatih, Malta'dan çıkıyoruz yola... Onu kısa sürede çözüyorum, usta bir gazeteci ama asla iyi bir siyasetçi değil. İyiyi bırakın siyasetçi değil, ağzından yalan çıkacak diye ödü kopuyor. Yapacağız edeceğiz yok, vaat vermiyor. Hasımları, üçüncü köprüden, Avcılar'ı Tuzla'ya bağlıyacak hatlardan bahsediyorlar, o "çocuklara birer arsa ayarlasak da top oynasalar" diyor. Ayakları yere basıyor, anlatmaktan çok dinlemeyi tercih ediyor. Etrafında, partiden tahsis edilen danışmanlar... "Efendim falanca semtteki programınız" diye kağıt uzatan sekreter kızlar, kravatını düzeltenler, omzunu sıvazlayanlar... Hava da nasıl sıcak anlatamam, o cadde bu sokak derken alnından boncuk boncuk terler birikiyor. Sık sık cebinden mendilini çıkarıyor. Bir keresinde alışkanlıkla elini cebine attı, dantel takke çıkmaz mı? Telaşını hissediyorum, avucunda saklıyor, çaktırmıyor güya... Gözü minarelerde, kulağı ezan sesinde ama bunu ilan etmiyor. Namazları merdiven altlarında, kuytu mescitlerde kılıyoruz kimsenin haberi olmuyor. Esnafla, sanatkarla kaynaşıyor, yaşlıyla yaşlı, çocukla çocuk oluyor. Seçilmiş seçilmemiş umurunda bile değil, çay sohbetlerini fırsat bilip, insanlara iki faydalı söz etmeye çabalıyor. Derken yarış hızlandı gece gündüz koşturuyoruz. Sakarlık işte o kargaşada bir cam kapıya daldım, elimden yara aldım. Yalçın Abi işi gücü bıraktı benimle uğraştı. Konvoylar düzülmüş, mitingler tertiplenmiş kimin umurunda? Belediye dediğin Mehmed'in elinden kıymetli olacak değil ya! Bu satırları yazarken bir hoş oldum inanın, sanırım tanıyanları da hüzün basacak." (Mehmet Dikbayır) CESARETİN BEDELİ Yalçın Abinin Belediye Başkanı olmak gibi bir arzusu yoktu ama Tansu Hanım ısrarla isteyince kendini buluvermişti arenada. Refah - Yol fikri onun kafasında şekillendi ki mezkur koalisyonun mimarı sayılabilirdi. 28 Şubat'ta kara listeye alındı. Güya bir makalesinde generallerin yolsuzluklarını yazmış, onlar da Yalçın ağabeyi yazmışlar kenara. O günlerde "asker" ve "yolsuzluk" kelimesini yan yana kullanmak büyük cürüm! Ellerinden gelse sallandıracaklar. Halbuki bu gün... Neler söyleniyor neler... Rütbeliler de yargılanabiliyor pekâlâ. Yalçın Ağabey "etrafımdakiler de hedef olmasın" diye yazmadı bir daha, kalemini kenara koydu, taş bastı bağrına... Hele bir eşref saatini bulacaksın ki... Yalçın ağabey Ankara'dan gelince misafirim olurdu. Belki bekarlıktan, belki fukaralıktan, sık taşınıyorum o zamanlar. Birinde Karagümrüğe götürüyorum onu, birinde Erenköy'e, birinde Çengelköy'e... Alıştı garibim, "bu sefer nereye gidiyoruz Abi" diye başladı sormaya. Evlenince baktım uzak duruyor, belli ki zahmet vermekten çekiniyor. Bırakır mıyım hiç, rahat etsin diye çocukları yolladım kayınbabama. O da benim gibi gece kuşu, sabaha kadar çay, muhabbet. Teklifsizdir de hani, "ya biraz peynir çıkarsana, talcid yok mu acaba?" Eli de yakışmaz ama çay demlemeye, yumurta kırmaya kalkar... Eşref saatini yakalarsan doyamazsın, 15 sene evvel okuduğu bir romanı öyle ballandırır ki şaşarsın. Aynı kitabı hevesle alırdım, bakarım kupkuru satırlar. Yalçın Abi önce o dönemi anlatır, şartları anlatır, yazarın üzerindeki baskıları filan. Bir satırda bin malumat... Gün geldi Ankara'ya tayinim çıktı, güya ev arıyoruz bana, beğendiklerimiz oluyor paramız yetmiyor, yetenler işimize gelmiyor. Ona da bir büro kiraladık bu arada. Halıflex lazım. Yarısı reklam karşılığı denince mal bulmuş gibi atladık, yüz ise elli verdik malı kapattık. Halbuki piyasada kırk bile etmezmiş, bizim tüccarlığımız da bu kadar... TELE TEŞHİS Yalçın Ağabey müthiş bir hekimdi, derdini telefonla anlatırsın teşhis koyar. Hem izah eder, hem ikna eder, sizi rahatlatmaya bakar. Makale konularını genellikle dost sohbetlerinden çıkarır, bütün gece ölçer biçer mevzuyu mayalar. Koltuğuna bağdaş kurarak oturur, bir süre saçları ve bıyıkları ile oynar. Sonra yüzü aydınlanıverir ve çaladaktilo yumulur yazıya... İlk yurt dışı seyahate birlikte çıkmıştık, cebimizde sayılı para. Hayatı idame kursundayız adeta.. Yalçın Abi koca bir pastırma getirmiş, peksimeti de unutmamış yanında. Bedava yaşamanın bedelini ağır ödedik, başladık mı kokmaya... Ama keyfimiz yerinde mağazalara girip çıkıyoruz, lüks otomobillerin fiyatını soruyoruz. Gören de milyoner sanacak... Bilahare çok gezilere katıldık. Yayan yapıldak dolaştık, nice şehri birlikte arşınladık. Şimdi Ankara'ya döneriz, diğer gazetelerin arabaları gelir havaalanına. Hatta iki kişilerse iki araba... Şoförler koşar kapıları açar. Bizim öyle bir imkanımız yok o zamanlar, taksi tutsak bütçemizi aşar. Baktık olmuyor merkezden otomobil istedik, bir şahin verdiler ki evlere şenlik, araba yola dökülüyor parça parça... Ne zaman marşa bassak ayrı vaka.. Bunlar başkasının sinirlerini alt üst edebilir ama o neşesini bozmazdı asla. Yalçın Abinin çocuksu bir yanı vardı, küçük şeylerden nasıl mutlu olurdu anlatamam. Şu anki aklım olsa.. Evet bu çok söylenen bir söz ama hakikaten istifadeye çalışırdım ondan. O gün söylediklerini yeni yeni anlayabiliyorum... Aradan 15 yıl geçtikten sonra... (Ahmet Sağırlı) İSMAİL KAPAN: Ondan dinle tadına var Yalçın ağabeyin kardeşi Ferit iyi çiğ köfte yoğururdu. Karagümrük'te buluşmuş, sohbeti koyultmuştuk o akşam. Hiç unutmam konu Herman Malwill ve Dostoyevsky'nin romanlarıydı. Zikr olunan romanları ben de okumuştum ama zihnimden gitmiş, küllenmiş. Yalçın ağabey öyle anlatıyor ki kitabın yazarı ile otursan o kadar keyif alınmaz. HAYRETTİN TURAN: Hem okur idi hemi de "yazar" Beni Dış Haberlere o özendirmişti rahmetli... Çok okuyan biriydi. "Bak Hayrettin" demişti "iyi yazmak için iyi okumak lazım!" Ve oracıkta Guy Sorman'ın "Ulusların Yeni Zenginliği" adlı eserini hediye etti. "Düşün bu yazar 18 ülkede bulunmuş" dedi, "en üsttekilerle de en alttakilerle de konuşmuş ve değişik bir bakış açısı oturtmuş. Kim bilir belki de on yıllarını adadı bu işe, şimdi getirip bütün birikimini önüne koyuyor. Kitap bu işte! Her biri ayrı hazine!"
.
İsrail'in kurucusu BEN GURİON
25 Ocak 2009 01:00
Orada (Avrupa'da) Yahudi düşmanlığı vardı, Naziler, Hitler, Auschwitz... Ama bu onların hatası mıydı? Araplar ancak bir şeyi görür: Biz geldik ve ülkelerini çaldık. Bunu niçin kabul etsinler ki? (Ben Gurion) Avigdor Gruen, Varşova varoşlarında yaşayan 11 çocuklu bir Yahudi'dir. Kendi halinde bir hukuk müşaviri gibi görünse de Hovevei Zion (Siyonun aşıkları) adlı gizli teşkilatın azasıdır aslında... Oğlu 1886 doğumlu David Gruen de babasının izinde gider, siyasete bulaşır genç yaşta. Aksi de düşünülemez zaten Haskalahçı Siyonistler evlerinde buluşmakta, geç saatlere kadar fısıldaşmaktadırlar. Mevzu bellidir, artık pis gettolarda sığıntı gibi yaşamaktan kurtulmalı, yer yurt sahibi olmalıdırlar. Bir yurt... Orta Afrika, Kıbrıs gibi yerler terennüm edilse de gönüllerinde Filistin yatar. Abdülhamid Han başta iken koca bir hayaldir bu, ne yapıp yapmalı sultanı yıpratmalıdırlar. David ben Gurion (ortada) İstanbul yıllarında... GÖÇMEN VAPURLARI Ulu Hakan'ın hal edildiği ittihatçıların ferman okuttuğu yılllarda kargaşayı değerlendirir, gruplar halinde Filistin'e sızarlar. Ki göçmelerden biri de Odessa üzerinden Yafa'ya gelen David Gruen'dir. Liderliğe o yıllardan niyetli olmalıdır, kendine Ben Gurion (Arslanın oğlu) gibi iddialı bir ad takar (1906). Filistin'e yerleşen Yahudiler güvendedirler. Çerkez bekçiler can emniyetini sağlar, hırsıza uğursuza fırsat tanımazlar. Ancak bununla yetinmez Avrupalı zenginlerin parasıyla silahlanır ve 'Şomrim' (Bekçiler) adlı bir örgüt kurarlar. David Ben Gurion da teşkilatın üyesidir, 'Şomrim'in askeri eylemler için de kullanılması fikrini ortaya atar. Aslanın Oğlu başlangıçta şarap mahzenlerinde çalışır, portakal toplar. Ancak bir süre sonra canı sıkılır, bilmiyoruz belki de Marksist damarı tutar. Bir yandan ırgatları ayaklandırır, bir yandan sabotajlara başlar. Ben Gurion, Sosyalist Parti Kongrelerinde en kızılından nutuklar atsa da sınıf savaşına katılmaz aksine "sınıf atlamaya" bakar. Eğer iyi bir gazeteci ya da avukat olursa... Gereğini de yapar, gider İstanbul Dâr ül-Fünun'da hukuk okumaya başlar. Ancak ibraz ettiği belgelerin sahte olduğu ortaya çıkınca okuldan atılır. Bir başka rivayete göre ihtilalcilikten takibata uğrar, ikazlara rağmen bildiğini okuyunca kapı önüne koyarlar (1915). İNGİLİZ DESTEĞİ İLE... O da Amerika'ya gider, Rus Yahudisi Pauline ile evlenip yuvasını kurar. Çoluk çocuğa karışsa da siyasetten bigane kalamaz. İngiliz komutasındaki Yahudi tugayına katılır, Londra ile teması sıcak tutar. Filistin İngiltere'nin eline geçince Yahudiler adeta bayram yaparlar. Artık arkalarında iki itici güç vardır, bir Kraliyetin desteği ve iki Rotschild'in paraları... 1919 Balfour Beyannamesindeki "Majestelerinin hükümeti Filistin'in Yahudi halkına milli yurt olmasını müspet telakki ediyor. Bunun tesisi için elindeki imkanları kullanmaya hazırdır" cümlesi cümlesini heveslendirir, gemilerle Filistin'e akarlar. Osmanlının çekildiği günlerde Beyrut, Sur, Sayda Fransızlardan sorulmaktadır, Yafa, Hayfa ve Telaviv ise Britanyalılardan... Yahudiler İngiliz ve Fransız himayesini iyi kullanır, hem sayıca artar, hem de ev arazi alırlar. Belli bir güce erişince tavır değiştirir, koydukları kanlı eylemlerle Arapları göçe zorlarlar. Ben Gurion dünyanın neresinde bir Yahudi cemaati varsa arar, sorar Filistin'e göçmeleri husunda iknaya çabalar. Irkçılığına rağmen bir yanı Marksist'tir hâlâ, Yahudi İşçi Sendikaları Federasyonunu (Histadrut) derler toparlar. 1920 yılında Dünya Siyonist teşkilatının yönetim kuruluna çağrılır, 1930'da Siyonist İşçi Partisini kurar. 1940'lı yıllarda Filistin'de Yahudiler nüfus olarak yüzde 11'e toprak olarak yüzde 7'ye çıkar. Araplar birbirleri ile uğraşmaktan tehlikenin farkına varamazlar VURUN SİVİLE! Ben Gurion'un kurduğu Haganah, kan dökücü bir örgüttür, nitekim Semiramis Otelini kundaklar ve 26 insanı diri diri yakar. Buna rağmen Ze'ev Jabotinsky ve Menachem Begin önderliğindeki Siyonist Revizyonistler (Irgun) onu ılımlı bulurlar. Zaman zaman ortak eylemlere de imza atar, mesela King David Oteli'ni birlikte bombalar yüze yakın sivilin canına kıyarlar. Avrupa'da yükselen antisemitizm işlerine yarar, göçmene şiddetle ihtiyaçları vardır zira. Ben Gurion "Almanya'da ki çocuklarımızın tamamının hayatını İngiltere'ye kaçırarak kurtarmaktansa, sadece yarısını İsrail'e taşımayı tercih ederim" demekten kaçınmaz. Hatta sağa sola yalancı vaizler yollar "Mesih yeryüzüne indi, Filistine koşun!" çağrısında bulunurlar. İngiliz, Fransız ordusu da onları arkalar Müslümanları gerekli gereksiz içeri alır, bunaltırlar. Sözde ülke halkı geleceğini tayin hakkına sahiptir... Ama BM Genel Kurulu İsrail'in kurulması arafesinde yörede çoğunluk olan Filistinlilerin fikrini almaz. Kaldı ki taksim ile nüfusun üçte birini bile oluşturmayan Yahudilere toprakların yarıdan fazlasını sunar ( 29 Kasım 1947). Ve beklenen olur. Ben Gurion 14 Mayıs 1948'de İsrail'in bağımsızlık bildirisini okur, "bütün vatandaşların ırk, din, cins ayrımı yapılmadan eşit sosyal ve siyasi haklara sahip olacağını" beyan eder ama... Amasını biliyorsunuz... Filistinliler insandan bile sayılmaz. İLK BAŞBAKAN Bağımsızlık ilanı Yahudi gençlerini pek neşelendirir, sokaklara çıkıp oynarlar. Halbuki Ben Gurion endişelidir, bu işi ancak savaş paklar. Büyük bir hızla silahlı Yahudi örgütlerini tasfiye eder ve eğitimli militanları düzenli orduya kazandırmaya bakar. İtiraz edenler olur ama geri adım atmaz. Nitekim Begin'in çetesi Irgun'a silah taşıyan bir gemiyi (Altalena) batırmaktan kaçınmaz. Araplar bölgede kalabalık iseler de devir kılıç kalkan devri değildir, Yahudiler ateş gücü bakımından hayli önde dururlar. Ben Gurion İsrail'in sınırlarının belirlenmesine bizzat karşı çıkar, gözünü komşularının toprağından ayıramaz... Nitekim devlet terörüyle yayılır, Araplara verilmiş olan Yafa, Hayfa, Akka, Taberiyye ve Safed'e de el koyar. Deir Yasin katliamından ürken halkı (800 bin kişi) mülteci durumuna düşürür, kamplara tıkarlar. Bu arada İsrail ajanları Mısır'daki Amerikan ve İngiliz kültür merkezlerine saldırır. İlk bakışta hadiseden Müslümanlar mesul tutulur ama bunun pis bir tertip olduğu anlaşılır, hücreler ortaya çıkar (Lavon hadisesi). Çok yazılıp çizildiği için oralara girmiyoruz, İsrail ordusu Mısır, Ürdün ve Suriye birliklerine karşı kolay zaferler kazanır. Ele geçirdikleri topraklara kendileri de inanamazlar. Ben Gurion hem imar faaliyetleri başlatır, hem de civar ülkelerdeki Yahudileri helikopterlerle (Operation Magic Carpet) İsrail'e taşıtır. 1953 yılında hükümetten çekilir ve bir nevi SSCB kolhozlarına benzeyen komün çiftliğine (Sdeh Bokker Kibbutzu'na) kapanır. 1955 yılında hükümete geri dönüp Savunma Bakanlığı yapar. Hatta onu bir defa daha Başbakanlık koltuğuna oturturlar. ULUSUNUN ATASI! İkinci Başbakanlık döneminde İngiliz ve Fransızlarla birlikte Kahire'ye kumpas kurarlar. Plana göre Mısır'la takışıp kriz çıkarmalıdırlar. İngiltere ve Fransa da müdahele etme bahanesi ile Süveyş'e çöreklenmeli, yeryüzün en stratejik noktasını ellerinde tutmalıdırlar. İsrail plan gereği Sina'yı bombalamaya başlar, İngiliz ve Fransızlar yöreye koşarlar. Ancak bu defa hesapları tutmaz, Birleşmiş Milletler bu kirli oyunu bozar. Ben Gurion yaşlansa da politikadan kopmaz. Bir zamanlar eliyle oturttuğu Levi Eshkol'u indirebilmek için sil baştan mücadeleye girişir ve yeni bir parti kurar. Gelgelelim sadece 4 milletvekili çıkarır, bıkkındır, yorgundur, siyasi mevta olur. Hayatının son günlerinde yine Kibbutz'a çekilir (1970), hatıra anlatır, misafir ağırlar. 1973 yılında ölen Ben Gurion Yahudiler arasında efsane bir isimdir, "Ulusun Atası" diye anılır hâlâ... Hani kedi köpek olsa Düşünüyorum da bir milyon kedi köpek, bir duvarın ardına tıkılsa, üzerlerine gemilerden uçaklardan bombalar atılsa bütün dünya ayağa kalkar. Yeşilciler, hayvanseverler adeta zemini sallar. Demek ki Müslüman'ın hayvan kadar değeri yok. Kadın ya da çocuk olması da farketmiyor. Geçtiğimiz günlerde Gazze'lilere reva görülen zulüm ilk değil, İsrail bunu hep yapıyor. Bu ülkede kandan kargaşadan yana olanların oyu yükseliyor zira... Ama Efendim Hamas da roket (maytap da diyebilirsiniz) atmasaymış onlara... Atmasa başka bir bahane bulacak, bu kıyımı yine yapacaklar. Sabra ve Şatila'daki garipler roket atıkları için mi kurşuna dizilmişlerdi acaba? Kibya Köyünü, Kefer Kasım'ı roket attıkları için mi basmış yüzlerce Müslüman'ı şehit etmişlerdi sormalı onlara? Ve diğer katliamlar... Saliha, Lod, al-Dawayima, Ebû Şuşa, Tantura, Jaffa, Arab al Muwassi, Safsaf, Deir al Asad, Majdal, Cenim, Nusayrat... Halkı çoğu defa duvar diplerinde kurşunlar, kuyulara doldururlar. Halil İbrahim Camisinde ise cemaatin rükuya eğilmesini bekler mermi yağdırırlar. İsrailli liderler saklana saklana değil göstere göstere Müslüman kanı döker ve bunu duyurmaya bakarlar. Filistinlilerin yüreğine can korkusu düşürmeli, halkı bıktırıp yöreden uzaklaştırmalıdırlar... Dağdan gelen bağdakini... O hesap. YARGILANMADIKÇA... Siyonistler kendi dışındakileri insan olarak görmedikleri için büyük bir vecd ile tetiğe basabiliyor, vicdanlarının sesini dinlemiyorlar. Menahem Begin de çocuk ve kadın katili idi, İzak Rabin de öyle, Ariel Şaron da... Olmert de bunlardan cesaret alıyor olmalı, nasıl olsa yargılanmayacağım, yaptığım yanıma kâr kalacak havasında. Tersinden okuyalım, eğer Ariel Şaron savaş suçundan yargılansa idi, sivillerin üzerine fosfor bombası atmaya cesaret edebilir miydi? Moşe Dayan'a yıktırdığı 120 tarihi caminin hesabı sorulmuş olsaydı, fütursuzca cami vurabilir miydi? Ne yalan söyliyeyim İsraillilerin en az yarısının katliamlara karşı olduğunu sanırdık. Aldanmışız. Operasyona verilen destek yüzde 95'i aşınca pek şaştık. Komşuları kavrulurken, kurşunlanırken piknik yapabiliyor, ıslık çalabiliyor, helikopterlere tezahüratta bulunup keyiflenebiliyorlar. Düşünün el kadar bebek cayır cayır yanacak, üzerine beton parçaları yağacak, sen nasıl vurduk ama deyip "çak" yapacaksın. Bu hastalık değilse ne? Bence acilen bir Pskiyatri Bakanlığı kurmalı ve topyekün tedavi olmalılar. LİDERDEN AL CEVABI Her şey inceldiği yerden, zulüm ise kalınlaştığı yerden kopar. Mazlum mazlumdur, bizim yüreğimiz kana bulanmış bir Yahudi çocuğu görmeye de dayanamaz. Aslında bütün bu açmazların cevabını Ben Gurion veriyor "siyonizm meselesine ahlaki açıdan yaklaşan her kimse, o Siyonist olamaz!... İstediğimiz Yahudi devleti, nihai hedef, son istasyon değil. Siyonist amaçlara ulaşmamızı sağlayacak bir araçtır... Terörü kullanmalıyız. Suikast yapmalı, gözdağı vermeliyiz. Celile bölgesindeki Arap nüfusunun bütün sosyal hizmetlerini zaptetmeli ve kesmeliyiz..." "Yahudi köyleri, Arap köylerinin yerine inşa edildi. Bu Arap köylerinin isimleri bile bilinmiyor... Nahlal yerine Mahlûl; Cibta yerine Kibbutz Gvad, Tal el - Şuman yerine Kefar Yehushua... Bu ülkede inşa edilen bir yer yoktur ki, öncesinde bir Arap nüfusu ve eseri olmasın... Biz Filistinlilerin geri dönmemesi için her şeyi yapmak zorundayız. Siyonistler sanıyorlar ki Müslümanlar Kudüs'ten vazgeçecekler. Yaşlılar ölecek, gençler unutacaklar! Aynı Ben Gurion dost meclislerinde samimi konuşmaktan kaçınmaz. "Eğer ben Arap lider olsaydım" der, "İsrail ile asla bir anlaşma yapmazdım... Orada (Avrupa'da) Yahudi düşmanlığı vardı, Naziler, Hitler, Auschwitz... Ama bu onların hatası mıydı? Araplar ancak bir şeyi görür: Biz geldik ve ülkelerini çaldık. Bunu niçin kabul etsinler ki?" SALKIM SAÇAK FİLİSTİN'E... Avrupa'da yükselen Yahudi düşmanlığı siyonistlerin işine yarar, gemiler salkım saçak göçmen yüklenir, Filistin'e akar. BİLEREK, İSTEYEREK, PLANLAYARAK... Filistinlilerin vatanını işgal eden siyonistler şuurlu olarak kan döker, baskı ve yıldırma politikasından medet umarlar. GAZZE SON SIĞINAK Denizin üstü bir defa daha teknelerle dolar, bu kez Araplar kırık dökük sandallara doluşur, Gazze'ye sığınırlar.
.
Siyonizmin kitabını yazan adam Theodor Herzl
1 Şubat 2009 01:00
Siyonizm kongrelerinin değişmez manzarası: Theodor Herzl'in fotoğrafı ve İsrail bayrağı... "Siyonizmin amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz!" Theodor Herzl Yıl: 1894... Yer: Fransa... Ortalık toz dumandır, o sıralar! Yahudi Yüzbaşı Alfred Dreyfus askerî sırları Almanlara satmaktan mahkeme önüne çıkarılmıştır. Halk felaket öfkelidir, "kahrolsun"lu sloganlar sokaklara taşar. YDavayı gazeteci olarak takip eden Macar Yahudisi Theodor Herzl, yükselen Antisemitizmden fevkalade bizar olur. Anlaşılan o ki Avrupa'nın tadı kaçmaktadır, artık buralarda yaşanmaz. O hızla oturur, "Der Judenstatt" (Yahudi Devleti) adlı bir kitap yazar (1896). Bu çalışma beklediğinin de ötesinde yankı bulur, Siyonizm'in manifestosu olur bir bakıma. Zikrolunan ideolojiye ilk tepki yine Yahudilerden gelir, bazı hahamlar siyonistleri kafirlikle suçlar. Buna rağmen hızla yayılır, para sahiplerinin (Özellikle Rothschild'lerin) himayesinde güçlenmeye başlarlar. Theodor, İsviçre Basel'deki 1. Siyonist Kongresine16 ülkeden 197 delege toplar. HEDEF IRK DEVLETİ O gün oy birliği ile "Devlet kurma" kararı alırlar. Bir ırk devleti ama... Din, pek de umurlarında değildir, zira aralarında Haskalahçılar (aydınlanmacılar) ağırlıktadırlar. Theodor'a hayallerini büyük tutar. "Kuzey sınırlarımız Kapadokya (Orta Anadolu) dağlarına dayanacak" der, "Güneyimiz ise Süveyş Kanalı'na!" Halbuki kongre azaları münhal ve müsait bir toprak parçasına razıdırlar. Yeri çok da önemli değildir aslında. Sahipsiz olması bakımından Uganda olabilir pekâlâ... Hatta Arjantin de uyar, Kanada da... Böyle bir proje ancak büyük devletlerin himayesinde gerçekleşebilir, önce Almanya'ya yaslanırlar. Abdülhamid Han, Kayzer Wilhelm'i ikaz edince köprüler atılır, işleri yatar. Onlar da gider Londra'ya yanaşırlar. İngilizler kendi sömürge alanlarına dokunulmasından hoşlanmaz Uganda'ya sıcak bakmazlar. Bunların kulağına "neden Filistin olmasın" cümlesini fısıldarlar. Filistin! Rüya gibi bir tekliftir, bir süre bu yönde fikir sivriltir ve muharref Tevrattan "vaad edilmiş topraklar" ibaresini bulup çıkarırlar. İlerleyen yıllarda Nil'den Fırat'a sözünü sloganlaştırırlar. Bayraklarının altındaki ve üstündeki mavi çizgiler o iki nehri gösterir açıkça! DÜŞMANIMIN DÜŞMANI Peki İngilizler Yahudilerden çok mu hoşlanır? Aksine, nefret eder, ellerinden gelse bir kaşık suda boğarlar. Yahudiler zamanında İsa Aleyhisselam'a çok eziyet etmişlerdir. Meryem Validemiz hakkında da ulu orta konuşurlar. Hatta Hıristiyanlar Hazret-i İsa'nın Yahudiler tarafından öldürüldüğünü sanırlar. (Biz göğe kaldırıldığına inanırız.) Batılılar Yahudilere eskiden de hasımdırlar. Misal Roma İmparatoru Titus Kudüs'e girer, alayını tarumar eder, tapınaklarını yıkar. Zaten o günden sonra bir daha toparlanamaz, sağda solda bölük pörçük yaşarlar. Almanlar, Fransızlar açıkça Yahudi düşmanıdırlar. Ruslar "Çarımıza yan baktın" bahanesi ile pogrom (kıyım) uygularlar. İtalyanlar ise aralarına bile almaz duvarların ardına (gettolara) tıkarlar. İspanyolların sabıkası malumdur, yakalasalar kıtır kıtır doğrarlar. Hani 1492'de Bayezid Han da donanmayı yollamasa... Yahudilerin en rahat yaşadıkları şehirler İstanbul, İzmir ve Selanik'tir, Osmanlı yurdunda saklanma ihtiyacı duymazlar. İngilizlerin Yahudileri Filistin'e yerleştirmek istemelerinin iki sebebi olabilir. Bir; yakalarından düşsünler, uzak dursunlar.... İki; Müslümanlarla takışsın, ortalığı karıştırsınlar. Arap Yahudi birbirini yesin, onlar da petrolü hortumlasınlar. CAZİP TEKLİF İngiliz hükümeti Filistin'deki konsoloslarını, Yahudileri himâyeye memur edince (1848) ufaktan ufaktan Yahudi göçü başlar. 1870-96 yılları arasında Filistin'de tarım kolonileri belirir. İyi de böyle kaçak göçek nereye kadar? Devlet kurmak şirket kurmaya benzemez, hukuki bir zemini olmalı, en azından sultanın rızasını almalıdırlar. Aslında tam zamanıdır, Osmanlı maliyesi zor durumdadır, dış borç gırtlağı aşar. Abdülhamid Han modern bir ordu kurmak, adam yetiştirmek, sanayileşmek, eğitim ve sağlık hizmetlerini yaymak için çırpınmaktadır âdeta. Takdir edersiniz ki bütün bu işler paraya bakar. Theodor Herzl, "fırsat bu fırsat" deyip sarayın kapısını aşındırır. Ulu hakan Basel'deki kongreden haberdardır, ünlü Siyonist'in ne isteyeceğini bilir, kapıyı kapalı tutar. O da mesajını Leh asıllı Kont Philipp de Newlinsky vasıtasıyla ulaştırır. Filistin'de sembolik bir Cumhuriyet kurma iznine karşılık dudak uçuklatıcı teklifler yapar. Buna göre Yahûdîler Osmanlı devletine büyük nakdi yardımlarda bulunacak, bir deniz üssü inşâ edecek, bahriyeyi donatacak, Sultanın siyasetini Avrupa'da destekleyecek ve talebelerimizi Filistin'de kuracakları üniversitede okutacaktırlar. UNUTULMAZ CEVAP Abdülhamîd Han, kararlıdır "Bakasın Newlinsky Efendi!" der, "Eğer Mr. Herzl, senin, benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise ona söyle! Ben bir karış dahi toprak satmam, zîrâ o toprağı milletim kan dökerek kazandı, kanlarıyla mahsuldâr kıldı. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efrâdı birer birer Plevne'de şehid düştü. Bir tânesi dahi geri dönmedi, hepsi muhârebe meydanında kaldı. Hiç canlı bir vücuttan parça verilebilir mi? Filistin de bizim parçamız, o koparsa kanlarımızla örteriz. Filistin'e cesetlerimizi çiğnenerek girilebilir ancak! Böyle bir teklif yapan adam bir adım daha atmasın ve memleketimi terk etsin derhal!" Bu net cevâba rağmen Herzl, işin peşini bırakmaz Sultana müteaddit defalar mektup yollar, rakamları yükseltir, ilave teklifler yapar. Lâkin Ulu Hakan haberleşmeyi kat'î bir şekilde keser, iğne ucu kadar ümit vermez ona... O günden sonra Yahudilere vize uygulanır, Filistin'e yerleşmeleri, mülk edinmeleri kesinkes yasaklanır. Seyyahlara, tacirlere belli bir süre tanınır, üç ayı dolduran sınırdışı edilir, Filistin'de duramaz. Ancak yerli Yahudilere getirilen bir sınırlama yoktur, bunun için de tedbir düşünür, Filistin'in en mümbit arazilerini satın alır, tapuları bizzat elinde toplar. HAİNLER SAHNEDE Peki sonra n'olur? Siyonistler de İttihatçılar arasına sızar, teşkilatı kullanırlar. Mesela Nissim Mazliyah İttihat ve Terakki gazetesinde yazarlık yapar, bilahare İzmir milletvekili olarak meclise girer, teşkilata yön vermeye başlar. Bir başka iş birlikçi Rafael Benuziyar'ın Selanik'te eczanesi vardır, Jön Türkler burada buluşurlar. Benuziyar militan gibi çalışır, Meşrutiyetin ilan edileceği gün şehrin duvarlarını bildiriye boyar. Aşer ve Avram Salem kardeşler, Leon Gatezno, manifaturacı Tiamo servetlerini Jön Türklerin emrine sunar." (Avram Galante) Kaldı ki Jönler, Abdülhamid Han ne söylediyse "tersini" yapmaya hazırdırlar. Eh işin ucunda servet ve ikbal de vardır. Filistindeki memurlar evraklarda tahrifat yaparak Yahudi göçmenleri nüfusa kaydeder, havalide meskunmuş gibi göstermeye başlarlar. Aldıkları bahşişler bir yana, arazi ticaretine girişir, kuruşlu paralara kapattıkları toprakları binlerce altın karşılığı satar, yükü tutarlar. (Belgeler... Ahmet Uçar - Tarih Düşünce 2002 Haziran) Elbette helal süt emmiş vatan evladları buna karşı koyar, mesela Akka Mutasarrıfı Zeyyur Paşa mevzuyu inceler, rüşvet, iltimas, iskan iddialarını belgelendirmeye başlar. Ancak Babıalideki mason devlet adamları ayağını kaydırır, tayinini apar topar Çanakkale'ye çıkarırlar. Çanakkale demişken aklıma geldi, Yahudiler Osmanlı idaresinde beyler paşalar gibi yaşamalarına rağmen huzur batar, gönüllü olarak İngilizlerin emrine girer, Çanakkale'de düşmanın yanında olurlar. Jabotinsky'nin örgütlediği militanlar "Siyon Katırcı Birliği"nde üniforma kuşanırlar. Ben Gurion, Ben Zvi gibi isimlerin yer aldığı tüfekli tabur Çanakkale'ye ulaşamadan harp biter, sıkamadıkları mermileri Filistin'e saklarlar. SADAKATİN BEDELİ Abdülhamid Han'a hal kararını bildiren heyet içinde Türk yoktur, sebebi anlaşılsın diye bilhassa Yahudi Emanuel Karosso'yu (Danone'cilerin dedesi olur) öne çıkarırlar. 1909'da kurulan İttihat ve Terakkî hükûmetinde üç Yahûdî nâzır yer alır ve alel acele çıkartılan bir kânunla ekalliyete toprak alabilme izni sağlanır. Abdülhamîd Han'ın şahsına âit arâzilere de el koyar, Yahûdîlere satarlar. Yine aynı hükümet Kerkük ve Musul'daki Sultana ait arazileri devletleştirir. Ardından zikrolunan arazileri ipotek ettirerek Londra'dan borç alırlar... Sonrasını tahmin edebiliyorsunuz, borcu kasıtlı olarak sallarlar, İngiliz'e de yöreye çöreklenme hakkı doğar. Eğer bahsi geçen araziler hanedana intikal edebilmiş olsaydı, İsrail ve Irak hükümetlerine "bakın tapusu bizde" diyebilecektik şu anda... Nedendir bilinmez bazıları Filistinlileri paragözlülükle ve ihanetle suçlasalar da garipler (istisnaları saymazsak) Yahudilere mülk satmaz. Abdülhamidli yıllarda satmaları kanunen mümkün değildir zaten, sonrasında da siyonistler para harcamaz. Manda yönetimini arkalar baskı ve terörle yayılırlar. İngilizler, direnen halkın evlerini başına yıkar, yöreden uzaklaşmalarını sağlar. Siyonistler bu ev yıkma geleneğini Britanyalılardan miras alırlar. İsrail'e en büyük kıyağı Birleşmiş Milletler yapar, azınlıkta olmalarına rağmen toprakların yarıdan fazlasını Yahudilere sunar. DEVLET TERÖRÜYLE Sonrası malumunuz... Arap liderler birbirleri ile uğraşmaktan omuz omuza veremez, cephe açamazlar. Çıkan bir iki gönülsüz savaşta kendi topraklarını bile koruyamazlar. ABD ve İngiltere yangına körük sıkar, kaşla göz arasında petrolü buharlaştırır, zemini kuruturlar. İlerleyen yıllarda İsrail, Filistin'i Müslümanlar için "yaşanmaz bir yer" haline getirmeye çabalar. Göstere göstere cinayet işler, katliam yapar. Mektep medrese yıkar, dozerlerle bağları, bahçeleri, zeytinlikleri bozar. Siyonistler Avrupa'da hayli ezilmiş, aşağılanmıştırlar. İktidar olsalar da kompleksten kurtulamaz, çözümü zorbalıkta ararlar. Bu arada hikayeyi tamamlayalım. Theodor Herzl İsrail'in kurulduğunu göremez, Abdülhamid Han'ın tavizsiz yaklaşımı moralini bozmuş, ümidini kırmıştır. Nitekim ölümüne de "Uganda'ya mı gitsek" tartışması bahane olur. Hararetli münakaşa tansiyonunu yükseltmiştir ihtimal. (1904) Cesedini yıllar sonra alır getirir, Kudüs'te toprağa bırakırlar. Her ne kadar yazının sonuna "demek ki neymiş efendim" deyip ana fikir özetleyenlerden hazzetmesem de söylemesem içimde kalacak. İsrail'in kuruluşunda Theodor Herzl'in gayretleri ve İngiltere'nin himayesi ortadadır ama en büyük pay ittihatçılarındır. Siyonistlere oyuncak olan darbeci çetenin zulmeti sadece bizi tutmaz, ulaşır taaa Gazze'ye kadar. HERZL SIRTINDA Yahudilerin Filistin'e yerleşmesine karşı çıkan Filistinlilerle savaşmak için kurulan Hagana örgütü, siyonistleri İsrail'e "Theodor Herzl" isimli gemiyle taşır.
O gitti devlet bitti
8 Şubat 2009 01:00
Abdülhamid Han'ın tahttan indirilmesinden sonra yönetim âdeta askerlerden sorulur. O günün güçlü isimlerinden Mahmud Şevket Paşa İstanbul sokaklarında... Biri Yahudi, biri Ermeni, 4 mebus patırtıyla girerler Abdülhamid Hanın odasına... Sözü Arnavut alır. Esat Toptani Paşa... Küstah ve nezaketsiz bir tavırla "Seni" der, "seni millet azletti, haberin ola!" Millet mi? Millet Abdülhamid Hana bayılır halbuki, sınırlarımız dışında da bir destandır o. Hindistan'da, Orta Asya'da, Cenubi Afrika'da, Java'da, Sumatra'da... Hem azl nasıl kelimedir öyle? Bu terim sadece kovulan memurlar için kullanır Osmanlı'da. Ulu Hakan Tiranlı Esat'ın niye öfkeli olduğunu bilir, Draç Beyi olan kardeşi bazı karanlık işlere karışmış, tutuklanıp İstanbul'a yollanmıştır zamanında. Buna rağmen mapushaneden kurtarıp, saraya aldırmıştır ama yaranamaz. Esat Toptani ile de bir şekilde anlaşabilir ama aralarına niye gayrimüslim alırlar? Emmanuel Karasso'nun, Aram Efendinin ne işi vardır burada? Üniformalı olan ikinci şahıs (Gürcü Arif Hikmet Paşa) fetva suretini okumaya başlar: 'İmam-Müslimin olan Zeyd bazı mesail-i mühimme-i şer'iyyeyi Kütüb-i şeriyyeden tayy ü ihraç ve kütüb-i mezkûreyi men ü hark ü ihrak itse...' 'Kütüb-i şerr'iyeyi hark ü ihrak... Yani şerî kitapları yırtıp yakmak! Maazallah... Kimi ne ile suçluyorsun, bahaneye bak! Kitapları bastıran devlettir zaten, evet zaman zaman hatalı baskılar olur ve bunları yakarlar. Ama hürmetle, külünü bile ortada koymaz, öper başlarına koyarlar. Abdülhamid han kederli kederli "Hasbinallah..." çeker, o kadar. MİNAREYİ ÇALAN KILIFINI... Zaten uyduruk fetva alakalı makamdan çıkmaz, fetvâ emîni Haci Nûrî Efendi, Pâdişâh'ın hal'i için bir sebep olmadığını beyân edince Talat Paşa panikler Meclis çatısı altındaki ulemâya baskıya başlar. Nitekim Elmalılı Hamdi Efendi'nin ağzından zikrolunan cümleleri kapar. Sultan bu oldu bittiye şaşmaz. Beklemektedir anlaşılan. İstese tedbirini alabilir pekala... Azıcık evveline gidersek Hassa birlikleri ile Hareket Ordusu denilen başıbozuk güruhu (ki içinde Türk'ten ziyade Rum Yahudi Sırp Bulgar vardır) rahatlıkla dağıtabilir. Olmadı muvakkaten saklanabilir, sükunet sağlanınca ortaya çıkar. Lakin Abdülhamid Han kan dökülmesin diye kılı kırk yarar, saltanatım yüzünden biri incinecek diye ödü kopar. Kaldı ki cebinde kabzasını sıkı sıkıya tuttuğu tabancasını çıkarıp bu dört densizin topuklarına sıksa ve "kapattım gitti, bundan böyle meclis filan yok" dese ne yapabilirler acaba? Ama efendim ihtilalci bunlar, tahkir ederler, alaya alırlar, sürgüne yollarlar... Abdülhamid Hanın umurunda bile değildir, canına kast edilse ne yazar? Amcası Abdülaziz Hana kıyan, biraderini tutup kenara koyan bu kadroya hiç güvenmemiştir zaten, bir de utanmadan evhamlı diyorlar. Heyet o kadar kabadır ki Sultanın oğlu Abdürrahim Efendi'nin (pek küçüktür daha) dudakları bükülür, içli içli ağlamaya başlar. Kara haber tez duyulurmuş, saray hanımları dizlerini dövmeye başlarlar, feryatlar figanlar... Ve geceyarısı tebliğ gelir: "Selanik'e gönderileceksiniz! Derhal!" İstanbul nere, Selanik nire? Halbuki kızları sözlüdür, oğlanların mektebi var. Abdülhamid Han başkâtibe "koltukta gözüm yok" der, "size teminat verebilirim. İstanbul'dan ayrılmasak nasıl olur acaba?" Muhatabı lâubalileşmiştir, lütfedip cevap bile vermez sultana. Selanik yuvaları... İttihatçıların ve Yahudilerin en güçlü oldukları yer orasıdır zira... "Peki" demekten başka ne yapabilir ki? Eşya alacak kadar bile fırsat tanınmaz üzerindekilerle yola çıkarırlar. Arabalar gecenin serininde kapıya dayanır, yollar bomboştur, yer yer askerler dolanmaktadırlar... Sirkeci Garı... İstim tutmuş bir lokomotif. Önlerindeki ve arkalarındaki vagonda silahlı muhafızlar... Suçlu nakli için gözetilen kurallar! Düdükler, buharlar, telaşlı koşturmacalar ve nitekim katarlar kıpırdar. Şimendifer nefes nefese Selanik'e koşar... Tamyol ve hiç durmadan! Abdülhamid han buruktur bu yolu kendisi yaptırmıştır bir zamanlar... Hani yerine geçenlerin ehil olduklarına inanabilse gam yemez ama korkulur ki bu maceracılar devletin başına gaile açarlar. ALLATİNİ PALAS Selanikte onları İtalyan uyruklu bir un tüccarının (Yahudi Giorgio Allatini'ye) evine kapatırlar. Bizimkiler Alâtini köşkü derler ona. Yıllar var ki metruktur, doğramalar per perişan. Köşke gece karanlığında girerler, yatsı ezanları okunmaktadır o an... Hava serincedir, bina belki de boş olduğundan üşütücüdür, hanedan birbirine sokulma ihtiyacı duyar. Isıtma ve aydınlatma sistemi mevcut ise de çalıştırılmaz. Parmak kadar bir mum verirler, o da sadece sultanın odasına... Önlerine karavanadan kalma kurumuş pilav koyarlar. Biraz da yoğurt, lokma ıslatacak kadar. Çatal, kaşık yoktur, bardak yoktur... El yıkamak bile kabil değildir çünkü sular akmaz. Çocuklar açtır, elleriyle yer, yatarlar. Ulu hakanı örümcekli bir odaya tıkar, üzerine kilit vururlar. Garibim yol yorgunudur, uzanma ihtiyacı duyar. Gözüne bir köşeye atılmış ot minder ilişir, ancak elini vurunca bulut bulut toz kalkar. Kafanı koy ve astım ol, ömür boyu tıkan. Sultan kumaşları yırtılmış, yayları çıkmış iki koltuk eskisini ağız ağza bitiştirir, aralarına kıvrılıp uyumaya çabalar. Çarşaf battaniye arama, iyi ki kaput vardır omuzlarında... Pencereler çakılıdır, pancurlar kapalı. Saat kaç, sabah mı akşam mı anlaşılmaz. Aylar sonra merhamete gelirler de çocukların güneş görebilmesi için pancurların aralanmasına müsaade buyururlar. PADİŞAH ÜZERİNDE TALİM Yazın kavurucu sıcaklarında bir iki defa balkon izni çıkar ama dakikalarla sınırlandırılarak... Müfrezenin başında Fethi Okyar vardır. Aile terbiyesi almış bir insandır, sultana kibar davranır, ancak subaylar içinde patavatsızlar ekseriyettedir hâlâ... O gün Ulu Hakan balkon iznini kullanmaktadır ki bir silah patlar, başının üzerindeki sıva dağılır, kumlar üstüne sıçrar, mermi düşer aşağıya. Bakar kovboy edalı bir subay, namluya üfürüp sırıtmakta... Tehdidkâr tavırlar, kin dolu bakışlar... Sultan sakindir, merakla sorar "Bunu neden yaptın?" Mütecaviz cevap bile vermez, taflanların ardına sinip kaçar. Bu adı sanı belli bir topçu yüzbaşısıdır. Onu herkes tanır. Abdülhamid Han bahçıvana seslenir. "Şu mermiyi getirsene bana" Adamcağızın beti benzi atar, affını diler, ağlamaya başlar. Demek ki bir bildiği var. Sultan hadiseyi kolağası Rasim'e anlatır, Rasim Bey çakıllar arasında mermiyi bulur cebine koyar. Ne sorgu ne sual? Şimdi buna delil karartmak diyorlar. Abdülhamid Hanın nasıl soğukkanlı olduğunu dost düşman bilir. Yıldız suikastinde paniklemeyen tek isim odur belki. Kollar bacaklar göğe yükselirken zerre kadar telaş yapmaz. Ölümü düğün gören biri için kurşun ne ki? Bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka... SABIR TAŞI OLSA... Abdülhamid Han sürgünden de tat almasını bilir, çocuklarına dolu dolu vakit ayırabilir. Kızcağızlarıyla dertleşir, oğlancıkların saçlarını okşar. Ah birkaç el aleti olsa da tahtalarla uğraşsa... Ne bileyim sehpa dolap yapsa, sedef kaksa... Bu fevkalade bir meşgaledir, dertlerini unutturur insana. Yeri gelmişken söyleyelim, o kıratta bir marangoz yeryüzünde bulunmaz, sedefkarlık hususunda belki Vasıf Usta yarışabilir onunla. Abdülhamid Han okumaya meraklıdır, ancak kitap gazete kesinlikle yasaktır burada. Bahçıvandan musahibinden duyduğu yarım yamalak haberleri yorumlar, memlekette neler olup bittiğini çözmeye çabalar. Sızan haberlere bakılırsa Yıldız Sarayı yağmalanmıştır. Bırakın perde avize gibi para eden şeyleri, kitaplar ve şehir fotoğrafları (ki muazzam bir arşivdir o) kapanın elinde kalmıştır. Cahil ihtilalciler fotoğrafı netsin? Yırtıp kırpıp Beşiktaş sokaklarına atar, kitapları yakarlar. Halbuki ne emekler ne paralar verilmiştir onlara. Hadi gel de sıkılma. Abdülhamid Han şehzadelik yıllarında ticaretle uğraşmış ve hatırı sayılır bir para kazanmıştır. Servetini daha ziyade Filistin ve Musul'daki arazilerin alımına harcar. Eh tapular elinde olduğuna göre ne Yahudiler Filistin'e sulanabilir, ne de Britanyalılar petrol kaynaklarına musallat olurlar. İttihatçılar şuurlu olarak sultanın mülkünü devletleştirir, Filistin'i göstere göstere Yahudilere satar, Musul'u İngiliz'in önüne koyarlar. Ulu Hakanın elinde birkaç parça mücevher kalmıştır. İsviçre ve Alman Bankalarında bir miktar nakti vardır. İttihatçılar, bunlara da göz koyar. YA PARANI, YA CANINI Bir sabah Muhafız Kumandanı Fethi Bey gelir, hürmetkar tavırlarla bir ihtiyacı olup olmadığını sorar. Sonra sıkılarak girer mevzuya: - Efendim ordu, himmetinize muhtaç. Abdülhamid Han sorar "Burada elim kolum bağlı ordu için ne yapabilirim ki?" -Bankalardaki nukût ve tahvilatınızı bağışlamanız isteniyor. Bu paraları çocuklarının çeyizi ve tahsili için ayırmıştır halbuki. Kaldı ki hisse senedlerinin bir kıymeti yoktur, Hicaz Demiryollarını ve Şirketi Hayriyyeyi desteklenmek için alınmıştır zamanında. Teberrudur bir manada... Hem değerinden satılabilse bile bir bölük donatmaz. Maksat o değil zaten, ayaza çıkarmak, intikam almak! Hani çalıp çarpmayacaklarını bilse saniye durmaz. Gene de hayır demez, kestirip atmaz. "Bunlar evlad ve ayalimindir, onlara sormasam olmaz." Ailesinin verme diyeceğini sanır ama aksine "ver baba" derler, "vaziyet vahimleşmeden ver! Şimdi bunlar parayı bahane ederler, zulümleri artar!" Doğru mu doğru, zabitler söz arasında limandaki zırhlıdan bahsederler, yok köşke yanlışlıkla bir mermi düşseymiş de filan! Çocukların kimyası bozulur, beş yaşındaki Abid Efendinin subay görünce dudakları uçuklar. Abdürrahim Efendi ise sinir nöbetleri geçire geçire sarılık olur, kızların durduk yerde burunları kanar. Refikası zaten çoktan düşmüştür yatağa... Nitekim Mahmut Şevket Paşa'dan bir şifre gelir ki zehir zemberek. Hakaretin bini, bir para. ACABALI SORULAR Abdülhamid Han, "milletin evladı da evladım sayılır" der ve servetini orduya bağışlar. Fethi Bey imzalanan vekaletnameyi cebine koyar. Sonra birden ayaklarına kapanıp ağlamaya başlar "Hakanım benim bu tıynette bir insan olmadığıma inanınız" der "ama..." Omuzlarından tutup kaldırır, şefkatle sırtını sıvazlar. Kimin ne tıynette olduğunu o da bilir pekala. Doyçe Bank memurları işlerine titizdir, vekaletnameyi kusurlu bulurlar. Yanlarına konsolosu da alıp gelir, odayı boşalttırırlar. Sultana bu bağışı hür iradesi ile yapıp yapmadığını sorarlar. Müspet cevap verince para dolu çantaları masaya bırakırlar. Subaylar bunları yangından mal kaçırırcasına kucaklar. Peki bu meblağ askere harcanır mı? O günlerde ortalık toz dumandır... Harcamadılarsa vebali boyunlarına. Hürriyet! Adalet! Müsavatmış! Laf! Duy da inanma! Yalnız şu var ki Abdülhamid Han imzayı atarken aldığı sözle nişanlı kızlarının mahpus hayatından kurtulmalarını sağlar. O hengamede nikahlarını kıydırır ve yuvalarına uğurlar. Evet, şimdilik bu kadar. Bu hamur çok su kaldırır daha... Abdülhamid Han'ın sıkıntılı günler yaşadığı Alâtini Köşkü.
.
Dîvâne sen değil bizmişiz
15 Şubat 2009 01:00
II. ABDÜLHAMİD HAN'A SALDIRANLAR ANCAK ÖLÜNCE KIYMET BİLİR! "Pâdişâh, hem zâlim hem deli dedik; /İhtilâle kıyam etmeli dedik; / Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik; / Çalıştık fitnenin intibahına..." Rıza Tevfik Bölükbaşı Abdülhamid Han Abdülhamid Hanın hâl edildikten sonra Selanik'e götürüldüğünü, Allatini adlı bir un tüccarının evine kapatıldığını anlatmış ve bir mim koymuştuk geçen hafta... Koca sultan Allatini kasrında dış dünyadan tecrit edilir, olup bitenden haberi olmaz. Görüşebildiği insanlar da inadına ketumdur, lütfedip tek kelime konuşmazlar. Eh gazete ve dergi de gelmediğine göre... Bak, bak duvar. Bir gün musahibi Ali Muhsin Efendi hatıralarınızı niye yazmıyorsunuz diye sorar. - Hiç düşünmedim, yazdırırlar mı acaba? - Siz anlatın ben yazayım o zaman. - Bak bu olabilir pekala. Bir süre sonra Ali Muhsin Bey görünmez olur, adamcağızı buharlaştırırlar. Merak edip sorar, itikâfa girdi derler. İtikafmış... İşleri güçleri yalan! Meğer hatırat yazdığını anlamış, köşkün mahzenine kapamışlar. Sultan bir gün Komutan Rasim Beyi sıkıştırır. "Naptınız adama?" -Hatıralarınızı yazıyormuş -İyi de ne var bunda? -Yasak! -Peki ben yazsam? Hiç tavsiye etmem gibilerinden bakar, belli ki başını ağrıtırlar. OLACAK İŞ Mİ? Diyelim, seçime gireceksiniz, sizi ezsinler diye karşınızdaki partileri birleştirir misiniz? Ama ittihatçı kafası buna basmaz. Tutar "Kiliseler Kanunu" diye bir ucubeye imza atarlar. Sırp, Sloven, Hırvat, Rum, Romen, Bulgarlar arasında sulh sağlarlar. Daha evvel Balkanlardaki kiliseler ekseri Yunanlıların elindedir, Rumlar postu kiliseye yayar, emlakını göstere göstere kullanılırlar. Bu keyfiyet diğerlerinin canını sıkar. Çıkarılan kanununa göre o havalide çoğunluk kimde ise kilise onların olacak, diğerlerine de en çok iki yıl içinde "devlet eliyle" yeni bir kilise yapılacaktır. O yıllarda İngiliz boyunduruğu altında yaşayan Hindistan'ın 250 milyon nüfusu vardır ama parlamentoda bir tek Hintli mebus bulunmaz. Bizim meşrutiyetimiz ise azınlık panayırıdır, meclise onlar yön verir, istedikleri kanunu çıkarırlar. Balkanlar kısa sürede süt liman olur Sırbı, Karadağlısı, Bulgarı, Yunanı ittifak yapar Rus desteği ile silahlanıp ayaklanırlar. İttihatçıların en iyi bildikleri şey darbeciliktir, iş vatan korumaya geldi mi teklemeye başlarlar. Asırlardır Türk'e yurt olan şehirler birer birer elden çıkar, gün gelir, Selanik önlerine dayanırlar. Bir gece Abdülhamid Hanın kapısı dövülür. "Kalkın gidiyoruz" derler telaşla. - Niye, nereye? - Şehir düştü düşecek, kaçmamız gerek. Kaçmak ha! Tabire bak! BANA BİR TÜFEK VERİN! Abdülhamid Han o eşsiz zekası ile bunların kilise anlaşmazlığını çözdüklerini anlar. Selanik öyle kolay ele geçirilecek bir şehir değildir, 30 bin tam donanımlı askerle korunur, cephaneler doludur. Müstahkem mevziler, tabyalar... Hem havali İstanbul'un kapısı sayılır, savaş burada kabul edilmezse doğuya kayar. Ulu Hakan "ben bir yere gitmiyorum" der, "verin bir tüfek, asker evlatlarımla savaşayım omuz omuza!" Hane halkı da aynı fikirdedir, üstlerine düşeni yapmaya hazırdırlar. Abdülhamid Hanın bir ara benzi sararır, zemin sanki ayağının altından kayar. Şuuru bulanır, acıyla mırıldanmaya başlar "benim buradan ancak cenazem çıkar!" İyi de ona fikrini soran yoktur ki. Beyler itiraz istemez, sadece buyruk yağdırırlar. Onları bir Alman teknesine atar, alel acele Beylerbeyi sarayına yanaşırlar. Boğaz köprüsünden geçerken kuş bakışı gördüğünüz kasrın geniş, ferah, aydınlık odaları da vardır ama sabık sultanı arka tarafta karanlık, rutubetli bir izbeye tıkarlar. İçeride kesif bir küf kokusu... Duvarlar sırılsıklam! MİRASYEDİ GİBİ Sanırım Selanik'i merak ediyorsunuz. Ne yazık ki İttihatçılar koca şehri tek mermi atmadan teslim eder, yöre Müslümanlarını sahipsiz bırakırlar. Yıkılan medreseler, yakılan camiler, kırılan mezar taşları... Ve kanlı katillerin önüne atılan kalabalıklar... Göç, göç, göç! Balkan Müslümanları Anadolu yollarına düşer, akıbeti meçhul bir sefere çıkarlar. İstanbul da eski İstanbul değildir artık, ittihatçılar halkı bezdirmiştir, rüşvet, ihtikar aşikar. Hükümete yakın isimler vagon ticaretinden yükü tutarlar. İstanbul efendileri yok olur, ortalığı arsız görgüsüz harp zenginleri kaplar. "İhtilal çocuklarını yer" derler ya Enverciler çift tarafı kesen ustura olur. Hem Mahmut Şevket Paşa'yı kurşunlar, hem de cinayeti bahane edip muhalifleri ipe yollarlar. Jön Türkler zamanında birbirlerini Abdülhamid Hana jurnallemişlerdir, bu dosyaların ortaya çıkması hiç de hoş olmaz. Sırf bu yüzden kundakçıları mesaiye yollar, Çırağanı, çıra gibi tutuştururlar. Abdülhamid Han görevi devraldığında 300 milyon lira borcumuz vardır. Ulu Hakan bunu 30 milyon liraya düşürmeyi başarır. Ancak ittihatçılar borcu beş yılda 350 milyon liraya çıkarırlar. Hazine tamtakır, kuru bakırdır. Maaşlar ödenemez, namerde el açmak zorunda kalırlar. Yavuz, Midilli bahsine hiç girmiyorum, böyle bir külü bebeler bile yutmaz. Devlet adamı dediğin kırk defa ölçer, bir kere biçer, yoğurdu üflemeye bakar. Halbuki Cihan Harbini hazırlayan sebeplerin hiçbiri bizim meselemiz değildir. Ne sömürgelerimiz vardır, ne de çelik imal ederiz. İnsafsız rekabet, daralan pazar payları bizi hiiiç ama hiç ırgalamaz. Abdülhamid Han savaşa şiddetle karşıdır, zira zafer kazanılsa bile memleket kurur, ordu yıpranır. Kaldı ki İngiltere gibi denizci bir millet varken Almanya'nın yanında durmak akla mantığa sığmaz. İttihatçılar içinde İngiliz ve Fransız yanlıları da az değildir, ancak Enver Paşa baskın çıkar, koca imparatorluğu maceraya atar. Neymiş Efendim Berlin-Bosphorus-Bağdat-Bombay hattı kuracak taa Hindistan'a uzanacaklarmış. Bilahare Bakü, Belgrad, Basra! Ne kadar "B"li şehir varsa selam duracak. Evet müttefikler Çanakkale'de takılır ama bu bize çok pahalıya patlar. Ölen çocuklarımız ekseriyetle yedek subaydır. Ya mimar, mühendis, muallimdir ya hekim, kimyager, baytar... Abdülhamid Hanın otuz küsür yıldır emek verdiği, üzerlerine titrediği nesil heba olur. Sanayi devrimi hayaldir bu saatten sonra. İttihatçilerin iki ortak paydaları vardır. Biiir Osmanlı düşmanlığı, ikiii Mehmetçiği kolay harcamaları... Türkün çocuğuna değer vermez, el kadar sabileri süngü hücumuna kaldırır, mitralyöz üzerine yollarlar. Tiril tiril Yemen kıyafetleri ile karda kışta Allahuekber dağlarına çıkarılanlar ana baba kuzusu değil midir Allah aşkına? İyi de Liman Von Sanders'in umurunda mı? Adamın derdi Rus'u İngiliz'i Anadolu'da oyalamak. Savaş ne kadar uzarsa ve kanlı olursa Almanya'ya o kadar yarar. MEĞER Kİ GEÇMİŞ OLA... İşler sarpa sarınca bazıları Abdülhamid Hanı anlamaya başlar. Mesela Talât Paşa şimşekleri çekmeyi göze alır, Ulu Hakanın kapısını çalar. Doğrusunu isterseniz hürmetkâr davranır. Muharebeler hakkında malumat verir, Payitahtı Konya'ya taşımayı düşündüklerini fısıldar. Ne demek Payitahtı taşımak? Abdülhamid Han nasıl kızar anlatılamaz. "Hayır!" der, "Ben Bizans İmparatoru Kostantin'den daha az haysiyetli değilim!" Öyle ya vatan dediğin canla kanla müdafaa edilir. Selanik'ten çıkmak zorunda kalmıştır ama İstanbul'dan ayrılmayacaktır!.. Koca Sultan sinirden kül kesilir, beti benzi atar. Talat Paşa, "sadece ihtimallerden bahsediyorum" deyip havayı yumuşatır, bizzat eliyle lavanta suyu sunar. Ve dokuz sütuna manşetlik bir cevap "Benim için öyle bir ihtimal yok!.. Asla da olmayacak!" Ziyaretçiler arasına Enver Paşa da katılır. Tavrı askercedir, fevkalade saygılıdır. Mahçuptur, konuşurken, önüne bakar. Sultan bu güçlü ismi yakinen tetkik eder, yeğeni Naciye Sultan'la evlidir, ki bir şekilde akrabadırlar. Evet, gençtir, yakışıklıdır, ağır başlıdır ancak onu biraz hadidülmizâc (öfkeli) ve muhteris bulur, nedense Hüseyin Avni Paşa'yı hatırlatır ona. BA'DE HARAB'ÜL BASRA... Savaşın sadece cephede değil masada da kazanılması gerektiğini bilmeyen bu çocuğun Harbiye Nazırlığı gibi ciddi bir makamı elinde tutması tuhaftır. Haydi bir birliğin başında olsa tamam... Nitekim Çanakkale sarhoşluğu tez biter ve değişik cephelerden mağlubiyet haberleri yağmaya başlar. Zamanla derin fikir ayrılıkları zuhur eder, Talat Paşa ile Enver Paşa arasındaki çekişme ayyuka çıkar. Enver Bey bir gün yine gelir. Savaşın safhalarını kısaca hülâsa edip, düşmanın nasıl güçlü olduğunu anlatır, üstü kapalı da olsa akıl sorar... Hey mübarek bunu yıllar evvel yapsan ya... Basra harap olduktan sonra! Abdülhamid Hanın "şimdi mi anladın" deyip azarlaması gerekir ama o karşısındakini kıramaz. Tecrübelerini paylaşmaya gelince konuşmak boşunadır, zira Enver Paşayı iş yapabilecek kıratta bulmaz. Fırtınaya tutulmuş bir geminin yolcusuna, telsizle süvarilik öğretilir mi? Bir kere istihbarat sağlıklı akmaz, harp ciddi iştir, dedikodular üzerinden hesap yapılmaz. Vah ki vah! Bu acemiler elmalarla armutları toplamaktadırlar. Ulu Hakan "Şevketmeap biraderim bu işleri bizden iyi bilirler" der bahsi kapar. Yine de içine sinmez "münferit sulh aramanın devletin hayrına olacağını" söylemeden yapamaz. Sulh ha! Enver Paşa nasırına basılmış gibi irkilir, itiraz damarı kabarır bir anda. Abdülhamid Han, Talat Paşa'ya bir şeyler anlatılabileceğine inanır ama ona asla! Yapılacak tek şey kalmıştır. Seccadeyi yaymak, Allahü tealaya sığınmak. Makamı âlâ olsun Ulu Hakan 91 yıl önce böylesi bir Şubat günü Cenab-ı Hakkın rahmetine kavuşur. Kurtulur şu deni dünyadan... Eğer zamanında ezip geçtiği üç kuruşluk Yunan'ın Anadolu'yu işgal ettiğini görecek olsa... Nasıl da yıkılırdı ama... İzin vermedim! Hamd ederim! Abdülhamid Han Şazeli Şeyhi Mahmud Ebuşşamat'a azlediliş sebebini bakın nasıl açıklıyor: "....şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim. "Jön Türk" ismiyle mâruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmem için ısrarcıydılar. Bilâhare yüzelli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaad ettiler. Kendilerine "değil yüzelli milyon, dünya dolusu altun verseniz bu teklifinizi kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Ümmet-i Muhammede hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam" diye kat'î cevap verdim. Onlar da hal'imde ittifak ettiler. Ve beni Selanik'e gönderdiler. Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm'a leke sürdürmediğim için olanlar oldu. Bundan dolayı Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim." 27 Nisan 1909 Sultan II. Abdülhamid Han cuma selâmlığında. Pişmanlık neye yarar ....Târihler adını andığı zaman; Sana hak verecek ey koca Sultan! Bizdik utanmadan iftira atan; Asrın en siyâsî Pâdişâhına!.. * * * Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik; İhtilâle kıyam etmeli dedik; Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik; Çalıştık fitnenin intibahına... * * * Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz; Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz; Sâde deli değil, edebsizmişiz; Tükürdük atalar kıblegâhına!.. Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han? Feryadım varır mı bârigâhına? cümlesi ile başlayan bu şiir hayli uzun, lakin tamamını aktarmak beni aşar. Cesur olmak gerek, en az Filozof Rıza kadar... Nadimlerden biri de Süleyman Nazif'tir: "Padişahım gelmemişken yada biz, İşte geldik senden istimdada biz, Öldürürler başlasak feryada biz, Hasret olduk eski istibdada biz" der, adeta tövbesini açıklar. Ulu Hakan, Rumu, Ermeniyi, Yahudiyi, hatta Masonları ve İttihatçıları bir şekilde çözer, gelgelelim İslam adına çıkan muarızlarını anlayamaz. Acı ama onu en fazla "dost bildikleri" hırpalar.
.
Bir vakıf insan Kıbrıslı Mustafa
22 Şubat 2009 01:00
Vefatından sadece 15 dakika evvel, Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin talebelerinden Danişmend Hazretlerini ziyaret ediyor.. (Sol başta) Kıbrıslı Mustafa çok gezer, her gittiği yerde sıcak dostluklar kurar. Gençle genç olur, çocukla çocuk, hem öğretir hem güldürür, etrafına neşe saçardı... Radyocu, gazeteci, sunucu, şair, hatip, muallim, müellif, vakıf gönüllüsü, seyyah, direnişçi, savaş gazisi.. Üstelik hem aşçıydı, hem gurme idi rahmetli... Taner Kervancıoğlu... 1944 Lefkoşe doğumlu... Kıbrıs'ı fetheden ordunun müftüsü Seyyid Mehmed Efendinin torunu. Tedrisata tarihî Haydarpaşa mektebinde başlıyor. Okuma yazmayı sökünce dedelerinin vakfettiği medresenin müdavimi oluyor. Bu ilim yuvasının kütüphanesi zengin mi zengin... Artık vakti sayfalar arasında geçiyor. Asrı saadet yıllarını okudukça yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı Servere (Sallallahü aleyhi ve sellem) olan muhabbeti artıyor. Babasının adı Mustafa, dedesinin adı da Mustafa... 'Bundan böyle benim adım da Mustafa olsun' diyor. Kayıtlar değişmiyor ama dostlar arasında adı Kıbrıslı Mustafa kalıyor. Orta tahsilini konsolosluk bursu ile Antalya'da yapıyor. O yıllarda iki kişinin tesirinde kalıyor. Bunlardan biri edebiyat muallimi Arif Nihat Asya... Ki sanırım şairliği oradan geliyor. Diğeri ise Mustafa Orhan isimli bir Türk subayı. Mustafa yüzbaşı aydınlık simalı, güleç yüzlü, çakı gibi bir zabit. Salih bir Müslüman. Kıbrıs gibi bir sayfiye muhitinde sünneti seniyye üzere yaşamaya gayret ediyor. Sözü sık sık Kuleli yıllarına getiriyor, kimya hocası Hüseyin Hilmi Bey'den bahsederken gözleri doluyor. MÜCAHİT Mustafa Ağabey Liseyi Kıbrıs'ta bitiriyor ve İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesine giriyor. Ancak yavru vatandan da kopmuyor. Devir Papaz Makarios devri, o yıllarda Rum tedhiş örgütleri Yahudilerin Gazze'de yaptıklarını yapıyor. Kıbrıslı Mustafa TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) içinde yer alıyor. Erenköy bölgesindeki direnişi örgütlüyor. Peki Mustafa Orhan? O, Larnaka'da Hala Sultan türbesini müdafaa ederken şehit oluyor. Saadete bakın ki son nefesini Ümm-ü Hiram Hatun'un (radıyallahu anha) eşiğinde veriyor. Ortalık durulunca Kıbrıslı Mustafa tekrar İstanbul'a dönüyor. Bu kez hekimlik değil öğretmenlik hevesi ağır basıyor ve Fen Fakültesinden mezun oluyor. Kıbrıslı Mustafa Ağabeyi 60'lı yıllardan hatırlarım, Üsküdar'dan... Sağ olsun kapımızı sıkça çalar, evimize neşe saçardı. Sonra tayin olduk yollar ve yıllar girdi araya. Dilerseniz onu yakından tanıyanlara bırakalım sözü. Mesela Lütfü Kasranoğlu'na: Delikanlılık yıllarımızda bir arkadaş gurubuyla takılıyor, lak lak edip duruyoruz. Babam o gün Hakikat Kitabevi'nden Mustafa ağabeyi almış getirmiş. Tanıştırdı. Bir teşehhüt miktarı oturmadan kanımız kaynadı. "Toplantılarımıza katılır mısınız?" dedik kırmadı. Dile kolay tam 25 yıl nazımızı çekti, sıkıntılarımıza katlandı. Mustafa Abi kendini setr ederdi. Büyüklüğü de oradan geliyor zaten. Dışarıdan baksan ona buna yemek tarifleri yapan şişman bir adam. Neşelidir, güler, güldürür, şen şakrak kahkahalar atar, ancak manevi değerlere ufaktan dokunuldu mu tanıyamazsınız. Bir celallenir, binayı inletir adeta. Onca insan gelir gider, istişare eder, kimsenin sırrı sızmaz dışarıya. Baktı söz dedikoduya akacak, mevzuyu değiştiriverir başka bir laf atar ortaya. ÇORBASIZ OLMAZ Kırkını geçenlerle uğraşmaz, bütün mesaisini gençlere harcar. İnsana çok ehemmiyet verir. "Biri yakalayın" der, "Allahü teâlâ bir, Resulullah bir. Bir insan az değil!" Sabırlıdır, kimseyle takışmaz; sapıklar, sahtekârlar hakkında da atıp tutmaz. Uzun uzun İslam alimlerinin büyüklüğünü anlatır. Muhatapları farkı fark eder, mesajı alırlar. Veliyullaha karşı hudutsuz bir muhabbet besler, onlara toz kondurmaz. Hanımın dayısı kanserdi. Ağırlaştı.. Birlikte gittik başına. Uzun uzun okudu, sonra Allahü tealanın izni ve keremi ile Abdülkadir Geylani hazretlerini çağırdı imdada. Nasıl bir ruhaniyet şaşarsın, sanki yanımızdalar. O ıstıraplı adamın yüzü gülmeye başladı. Gözünü huzur içinde kapadı ayan beyan. İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat'ını biz de okuruz ama o başka okur. Sanki Serhend meltemleri eser mekânda. Adamına çok sahip çıkar. Dostuna sataşanın gözünü oyar. Karadenizliyim ya! Zaman zaman "saat 12'yi geçti, kafan çalışmaz" diye takılırlar. Ben güler geçerim ama o bir mim koyar. O lafı sahibine mutlaka yedirir, mızrağı sallar sallar 12'den çakar. Bir keresinde Mustafa Örnek ağabeyin evindeyiz. Sağolsun hanımı hazırlık yapmış gitmiş komşuya . Evde elli kişi varız belki. Sordu "Çorba da var mı?" "Börek var, çörek var, meyve, çay hepsi tamam... Ama çorba ııh? Hem kimin aklına gelir ki?" -Kalk Lütfü çorba yap! Geçtim ocak başına. Yok şöyle çevir, su kat, tuz at, salça sal... Bir taraftan sohbet devam ediyor. Sırrı, Mehmet Polat abi çözdü geçenlerde, "O gün üzerimde nasıl kırgınlık vardı anlatamam" dedi, "Ah şöyle sıcak bir çorba olacak ki diye diye çaldım kapıyı, baktım senin elinde kepçe, tencere tıkırdamakta... Tadına vara vara içtim damarlarım açıldı adeta!" Durduk yerde helva yaptırası tutar. Bir taraftan tarif verir, sen fıstık ara, sen şerbet hazırla... Bayram değil seyran değil. İçimizden birinin canı çekti mutlaka... SÖZ USTASI Yalnız Anadolu'da değil Orta Asya ve Balkanlarda gitmediği görmediği köşe yoktur. Bir vilayetin örfü, ananesi, el sanatları, mutfak kültürü, tarihi ve mimarisi üzerinde konuşmaya başladı mı doyamazsın, ağzından bal damlar. Bir gün çevre yolunda ilerliyoruz adım adım ama. Patavatsız bir trafik polisi laf attı "ver ver o kiloları!" "Maşallah kabiliyetinize hayranım beyefendi" dedi, "Hem trafiği idare ediyorsunuz, hem telsiz dinliyorsunuz hem de araçların içindeki insanların sıhhatini düşünüyorsunuz. Maşallah!" Kendisi öyledir halbuki. Üç işi birden idare eder, dikkati dağılmaz. Pastacı Kazım Seki, "Bana bir pasta tarifi yaptı, inan utandım" demişti, "O ne dikkat, o ne püf noktalar?" Bak ben Karadenizliyim Karadeniz'i onun kadar tanımam. Zekiydi, gayretliydi, neşeliydi.. "En"lerin insanıydı rahmetli... Parayı necaset gibi tutar, anında hayra harcar. Garipler gözetir kollar, baş köşeleri ayırır onlara. Bazen sohbet düzenlenir, bakarsın 3 - 4 kişi gelmiş ancak. Belli ki bir problem var. Belki de evin hanımı hoşlanmıyor. Kimseye yük olmak istemez, öyle ya hizmet gönül işi, zorlamakla olmaz. HAZA DOST Arkadaşlarını arkada taşımaz! Daima önde tutar, beraber yürür ve alır ortaya atar. Soru soranı sever lakin "sualiniz değerli olsun" der, "laf olsun diye parmak kaldırma!" Serte sert davranır, halime halim. Kime nasıl gerekiyorsa. Vefalıdır da. Bir lokmanızı yedi, 40 yıl geçse unutmaz. Arkadaşlarla firma kurduk, Mustafa Abi bizden fazla heyecanlandı. Gıyabımızda hatimler indiriyor, adaklar adıyor. Davet ettik geldi, göz yaşı ile açtı ellerini "Malınız kadar zekatınız olsun inşallah!" Olur mu olur. Allahın hazinesinde çoook. Silahtan çıkan mermiyi çevirir dua. Bana iki kutu yaptır diye nasihat etmişti. Birini evin kapısına koy, birini işyerine as. Evden çıkarken sadaka vermeyi unuttun mu? Gel iş yerinde at. Bir gün biri bir şey istedi, git kutuyu aç. Mustafa Abi kibrit gibi parlayanlardan hoşlanmaz. Az yap, sürekli yap. İslamiyeti anlatmak herkesin harcı değil ama herkes bir kitap hediye edebilir pekala... Bir gün kucak kucak dağıttın, git beş sene yat. Yok öyle, arabanda çantanda devamlı bulunsun, ehlini buldukça uzat. Her şeyden önce kendi evladınla uğraş, al onları karşına, bir şeyler anlat. Gençleri eylemesi zordur, nasihat dinlemek dünyanın en zor işi, kızmak yasak, önce sevdirmeye bak. ECELİ Mİ ÇEKTİ? Türk dünyası böyle bir abi görmedi. Ne kadar seveni varmış meğer. Gidince anladım, bir efsaneymiş Orta Asya'da. Türkmen, Kazak, Özbek, Çerkez, Kürt, Boşnak, Arnavut, Gürcü, Laz.... Çocukla çocuk olur, hepsine ağabeylik yapar. Son Türkmenistan ziyaretini çok arzulamıştı, vize işi sarpa sarınca vazgeçer sandık ama tam 2.5 ay uğraştı, evrakı tamamladı. Onca yıl sonra gitti fakülteden diploma suretlerini çıkardı. Halbuki 63 yaşındaydı... Hoşlandığı işler de değil, bir şeyler olacak ama... Türkmenistan dediğin bildiğin çöl. Çok keyifli yerler değil, hani görülecek daha cazip yerler var. O gün Yusuf-i Hemadani hazretlerinin kabri başında muhteşem bir sohbet yapıyor. Halk bazı şeyleri yeni yeni öğreniyor. Bölgede İran ve Suudilerin ciddi propagandaları var, Türkler ortada görünmüyorlar. Kafalarda sorular, insanlar danışacak "aksakal" arıyor. Oradan karayolu ile İran'a geçiyor. Vefatından onbeş dakika evvel Kümbet-i Kavus denilen yerde Şah-ı Nakşibend'in (Kuddise sirruh) talebesi Danışmend hazretlerini ziyaret ediyor. Bistam ve Harkan'a gitmek üzere yola çıkıyor.... Bir trafik kazası... Ve son nefesini veriyor. Cenazeyi almaya gittik. İran'da bayağı fark edilmiş. Kim bu adam? Nasıl böyle kalabalık topluyor? Bizi de hayli sorguladılar. Telefonu bana yadigar kaldı, masamın üstünde tutuyorum. Sanki gelip kullanacakmış gibi şarj ediyorum. Bazen arayanlar oluyor, 'öldü' demeye dilim varmıyor. Kıbrıslı Mustafa Ağabeyin gazetemizin dağıttığı Rehber Ansiklopedisi'nin hazırlanmasında hayli emekleri vardı... HİZMET EDENE HİZMET EDİLİR... 1967'de tanışmıştık... İlim Yayma Cemiyeti, Çarşıkapı Yurdunda. Karakaşlı karagözlü bir genç. Anlatıyor da anlatıyor. Zaman zaman kulak kabartıyorum, hoşuma da gidiyor. O sıralar çözemediğim bir sürü mesele var kafamda, bir gün önünü kestim, sualleri sıraladım ard arda. O kadar rahat cevapladı ki anlatamam, sanki kapılar araladı bana. Bir Berat gecesiydi hiç unutmam, "yürü" dedi "gidiyoruz!" Ertesi gün imtihanım var ama ondan öğrenmişim "bir mümin gel dedi mi gidilir, nereye diye sorulmaz!" İyi ki usule uymuşum. O akşam Mekki Efendiyi ziyaret ettik, Aman Ya Rabbi o ne nurlu insan? Nasıl da bilgili, müşfik, mütebessim sonra... Sağolsun Kıbrıslı beni sadece Mekki efendiye götürmekle kalmadı Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin sohbetlerine kavuşmuş kim varsa tanıştırdı. Habil Bey Amca, Berber Enver Amca... Bunların kendilerine has hususiyetleri vardı. Hasip Bey Amcayı gören ehil olmasa da bir Allah dostu ile karşılaştığını anlardı. Ama bana en çok tesir eden Hüseyin Amca oldu. Derin bir insan! Sormadan müşkülünüzü çözer, kalbinizi okur adeta. MEN HADİME HUDİME... Eyyûb Camii yakınlarında bir dergah eskisinde meskundu, yaşlı ama çok heybetli. Hüseyin Efendi, Vahdeddin Hanın sultan olduğu yıllarda Kadiri şeyhi imiş, binlerce mürid ağzına bakıyor. Efendi Hazretleri Kaşgari Dergâhına yerleştirilince hoş geldinize gidiyor. Başında ulemaya mahsus kavuk, üzerinde kürklü hırka. Efendi hazretleri onu muhabbetle karşılıyor, yanına oturtuyor. Gelenlere yer gösterildikçe halka kayıyor... Hüseyin Efendi bir anda kendini kapının eşiğinde buluyor. Sanırım bir burukluk yaşıyor. Derken sohbet başlıyor. Ama ne sohbet, hiç duymadığı şeyleri duyuyor. Kalbinde anlatılmaz bir ferahlık, muhabbeti, gayreti katlana katlana artıyor. "Eğer şeyh bunlar ise ben neyim?" diyor ve ani bir kararla evine dönüyor. Kavuğu hırkayı çıkarıp sade kıyafetlere bürünüyor. Gelip Efendi hazretlerinin önünde diz kırıyor. Bilahare talebelerini de kenara çekiyor beni dinlerseniz Abdülhakim Efendi'ye bağlanın diyor, bağlanın ki ahiretiniz de dünyanız da aydınlansın... Hüseyin amca Efendi hazretlerine çok hizmet etmiş, Kıbrıslı Mustafa da Hüseyin amcaya. Ömrünün son yıllarında gerçekten muhtaçtı, her işini Mustafa abi takip etti, evladı gibi baktı ona... Hani "hizmet edene hizmet edilir" derler ya... Suphi Birpınar
.
Elbiseli Tarzan STEVE IRWIN
1 Mart 2009 01:00
Steve "Eğer bir hayvan tarafından öldürülürsem, bilin ki bu benim suçumdur" der, bir şekilde fermanına imza atar. Bilirsiniz gazeteciler Marilyn Monroe, Adolf Hitler, Saddam Hüseyn gibi ünlülerin ölümünden malzeme çıkarmaya bakar. Normal değil, bir bit yeniği var... Cinayet değil intihar... O kopyasıydı, aslı Bahamalarda güneşleniyormuş filan... Belgeselci Stephen Robert Irwin da onlardan biridir. Aradan birkaç ay geçmesin ki ölüm haberleri düşmesin ajanslara. Yok tarantula ısırdı, yok iguana... Reklam işte... İyisi kötüsü olmaz... Bu yüzden gazete mutfakları habere ihtiyatla yaklaşır, açık kapı bırakırlar. Sanki yine bir yerlerden çıkıverecek "inandınız mı" diyecektir sırıtarak... Ama bu defa atlatamaz. Hakikaten ölür, hadise Avustralya'da gündeme ipotek koyar. Cenazesine büyük bir kalabalık katılır, çocuklar kadınlar ve bizzat başbakan... Mumlar yakılır, karanfiller atılır, paneller, toplantılar... Bir "Hepimiz Stiviz" pankartı açmadıkları kalır, kim bilir, belki onu da yaparlar. YANGINDAN İLK KURTARILACAK Efendim Steve Avustralya kıyılarındaki sessiz sakin bir kasabanın (Victoria) sakinlerindendir. 1962 yılının sıcak bir Şubat günü (orada Şubatlar yaza gelir) doğar. Süzme veleddir, yüzünde muzipçe bir ifade, gözlerini pörtlete pörtlede bakar. Hiperaktiflik bu ya eli dursa ayağı durmaz, kıkırdamadan yapamaz. Sürüngenci!.. O da ne demeyin, evet böyle bir meslek vardır o diyarda... Diyelim evinize, çiftliğinize bir timsah ya da yılan dadandı, açar telefonu bildirirsiniz. Adamlar gelir yakalar, götürüp bir kuytuya atarlar. İşte Irwingiller de bu zenaattan ekmek yer, iyi kötü yevmiyeyi doğrulturlar. Malum insan tanımadığından korkar, tepkilerini çözen biri için o kadar da korkunç mahlûk değildir bunlar. Nitekim bizimki de kertenkelelerle emekler, yılanlarla sürünür ve düşe kalka büyür, ayağa kalkar. Henüz dokuz yaşında ilk timsahını yakalar ve rüştünü ispatlar. "Bana kısaca Steve diyebilirsiniz" deyip kart uzatacak çağa gelince ekibini kurar. Malum sürüngenleri yakalamak için geliştirilmiş ekipmanlar vardır ancak o alet edavat kullanmaz, pat diye hayvanın üstüne atlar. Bir zaman sonra "krokodaylhantır" adıyla nam yapar. Gençliğinde yılan derisinden çanta, ayakkabı imal edenlere karşı savaş açtığı bilinir, hatta bu yüzden akranları arasında adı "Snake Steve"e çıkar. İnsanlar genelde sürüngenlerden tırsar ama hiçbir sürüngen derisinden terlik papuç yaptırmak için insan avlamaz. TENCERE YUVARLANMIŞ Gelelim Terrie'ye... Görünüşte buğday benizli, başak saçlı, gök gözlü, hanım hanımcık bir kızdır lakin akranları gibi barbi bebeklerle oynamaz. Aksine yılan, çiyan, kertenkele kovalar, soğuk hayvanlara agucuk magucuk yapar, öper, sıkıştırır, mıncıklar. Büyüdükçe hedefleri de büyür, bu saatten sonra timsahtan aşşası kurtarmaz. Bu müşterek merak yollarını birleştirir ve Steve ile evlenip yuvalarını kurarlar. Steve - Terrie çifti 1991 yılında Queensland'daki "Reptile & Fauna Park"ı satın alır, çalıştırmaya başlar. Alkış (tabii ki biraz da para) uğruna riskli gösteriler yapar, milletin kanını dondururlar. Misal, Steve kafasını 5 metrelik canavarların ağzına sokar, bademciklerine bakar. Kâh zehirli yılanları koluna dolar, kâh güçlü pitonları boynuna sarar. Fillerin ayağı altına mı yatmaz, ayılara şaka mı yapmaz. Haydi aslan, kaplan, kediden sayılır lakin köpekbalığı kuçu kuçu diye çağrılmaz. Bir keresinde bir timsahın yanına gider, hayvanın ağzına yiyecek koyar. Diyeceksiniz ki "eee bunda ne var?" Bi şey yok da o sıra bir aylık oğlu kucağında olmasa... Mazallah timsah bir sıçrasa... SEZAR'IN HAKKINI... Bu gösteri çok tepki alır, analar babalar ayaklanır, söylemediklerini komazlar. Resmi makamlar tahkikat açar, ifadesini alırlar. Derken Steve tarantula ve akreplerle raksetmeye başlar. Bi'l cümle haşeratı plastik oyuncağa çevirir. Onun yüzünden çakma böcekler "öd patlatma" malzemesi olarak kullanılır, hayvanca espriler prim yapar. Steve zamanla televizyoncuların dikkatini çeker, ona iş teklifinde bulunurlar. Lakin kahramanımız hayvanat bahçesi numaralarından bıkmıştır, "gelin programa heyecan katalım" der, "sürüngenleri yuvasında ziyaret edelim, seyirci, hop otursun hop kalksın, adrenalin manyağı olsunlar!" Ve Crocodil Hunter (Timsah Avcısı) adıyla canavarlara künde atmaya başlar. Tamam bir tane timsah yakalayıp seyirciye gösterdin, sonra bir daha, bir daha... Yatır, boyunduruk tak, kuyruğunu ölç, dişlerine bak, sal gitsin, tamam! Öyle çok tekrara düşer ki bir zaman sonra programın mânâsı kalmaz. Mecburen değişiklik arama ihtiyacı duyar, bundan böyle ağaçlara da çıkmalı, deryalara da dalmalıdırlar... Steve Tazmanya canavarlarıyla, komodor ejderleriyle, boğa yılanlarıyla cüretkâr pozlar vermeye başlar. Bir bakarsınız sarmaşıklara tırmanıp orangutanların yanına çıkmış, bir bakarsınız kunduzların mekanında. Steve, çoşkun nehirlerde... Steve açık denizlerde... Steve bataklıklarda... Yani her maç deplasman... En ufak hatada bay bay! Bu dizi 137 ülkede yayınlanır ve 500 milyon kişiyi ekrankolik yapar. Zikrolunan belgeseller sayesinde metropol çocukları aslan terbiyeciliğine kalkar. "Timsah ağzını açtı mı, sopayı tıkıverecen" masalı anlatırlar. KAMERA ARKASI Bu arada bir detayı kaçırıyoruz tabii. Çekim ekibi yaklaşık 25 kişidir ve acil durumlarda kullanılmak üzere tüfekler, fişekler, uyuşturucular, hekimler, panzehirler vardır yanlarında... Steve'in en büyük silahı rahatlığıdır, hayvana sükunetle yaklaşır, zarar vermeyeceğine inandırır. İhtimal önce zavallının karnını doyurur, bir şekilde irtibat kurar. Zemin hazırlandıktan sonra "motor" denir, Steve o meşhur sarı safari kıyafetleri ile sahneye çıkar, hayvanatla peşreve başlar... Hadiseye heyecan katmak için zıp zıp zıplar, nefes nefese konuşur ve yaptığı işin tehlikelerini sıralar. Yeşilcilere göre bu şov lüzumsuz ve zararlıdır, hayvanı zapt ederken ama az ama çok şiddet uygulanmakta, bölgesine, yuvasına itimadı sarsılmaktadır. Hiçbir timsah teşhirci değildir, kamera karşısında kırıtmaktan maymunlar bile hoşlanmaz. Çekimler esnasında balinaları, mors balıklarını ve penguenleri rahatsız ettiği vakıadır, serzenişler pek de haksız sayılmaz. Aslına bakarsanız hayvanat bahçesi bile terstir, öyle ya onları parmaklıklar ardına hapsetmeye ne hakkımız var? Sayfiyede Sibirya kurdu besleyenlere de gıcık oluyorum bu arada, oh be söylemesem çatlayacaktım, hayvancıkların dili sarkıyor sarı sıcakta... Neyse... Mr. Steve, ilgili makamlara "hayvanseverim, hayvanlar da beni sever" şeklinde "özlü" bir savunma yapar. Laf işte, bunu kimse yutmaz ama program gelirinden hayvan koruma cemiyetlerine irice bir pay ayırınca "ikna" olurlar. TEHLİKENİN ÜSTÜNE ÜSTÜNE Sevenleri sık sık "bırak bu işleri" diye öğüt verir, "Bak sonun hayvanların elinden olacak!" Steve "atın ölümü arpadan..." havalarına girer, ikazlara aldırmaz. Nitekim hayatı boyunca zehirli, yırtıcı, paralayıcı, boğucu hayvanlarla boğuşan şovmenin ölümüne uysallığı ile tanınan bir balık sebep olur. İsterseniz tafsilata girelim... O gün "Animal Planet" için hazırlanan "Ocean's Deadliest" adlı bir program için dalmışlardır, Great Barrier Reef (büyük mercan seti) bölgesinde harika görüntüler toplarlar. Bir ara Steve vatozlara rastlar. Şimdi burada bir parantez açalım Vatoz denilen mahluk köpekbalığı ailesine mensuptur, gelgelelim kedibalığıgiller başlığı altında incelemeye alırlar. Ben size kalkanın okyanuslusu diyeyim de anlayın. Kuyruğunun ucunda bir iğnesi vardır, sıkıştırılırsa sokar. Dip balığıdır, kısmen kuma gömülüp pusu kurar, pusu dediysek ürkmeyin, kabukluları filan avlar. İnsanla işi olmaz, kırk yılın başı biri üstüne basacak ki çarpa... O da öldürücü değildir, çok çok yaralar... Vatozlar suda martılar gibi kanat çırpar, zarif hareketleri ile balerinleri kıskandırırlar. Hatta bazı cinsleri rüzgara yelken açar, kısa menzilli uçuşlar yapar (manta). HIZLI YAŞAR GENÇ ÖLÜR Neyse... Eleman ani bir kararla vatozlara sırnaşır, sarılmaya kalkar. Onun gibi tecrübeli ismin vatoza arkadan yaklaşılmayacağını bilmesi gerekir, hayvanın büyüsüne kapılır ihtimal. Vatoz samimiyetten hoşlanmaz ve iğnesini tam kalbine çakar. Steve göğsünde acı hissetmiş olmalıdır, elini dikene atar. Ve bir hata daha... Can havliyle dikeni söker atar. Halbuki vatoz iğnesi zoka gibidir kolay girer, zor çıkar. Düşünebiliyor musunuz kendi eliyle yüreğini yırtar. Sudan çıktığında sudan çıkmış balık gibidir. Ambulans helikopter gelesiye bir iki çırpınır o kadar. Vatozu suçlamak kimin haddine? Hayvancağız derinlerde kaybolmuştur çoktan... Hani "hükümsüzdür" dense yeri var. Yok yani üstüne timsahlar üşüşse, panterler paralasa, kobralar soksa, pitonlar boğsa tamam da, efsane avcının kuzu edalı bir balığın okuyla hayata el sallaması... Demek ki kimseyi hafife almayacaksın... Ya da vakit saat!
.
Prof. Dr. Hasan Gürbüz BİR BAŞARI HİKÂYESİ
8 Mart 2009 01:00
Hasan Hoca'nın cenazesinde Isparta sokakları insan almaz. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel de memleketinin yetiştirdiği güzide hocanın ailesini acılı günlerinde yalnız bırakmaz. Bazı isimler vardır ki kolay unutulmaz, ölürler ama hatıraları yaşar, sanırsınız koridorda karşınıza çıkacak... İşte Prof. Dr. Hasan Gürbüz de onlardan biridir... Bakın bu yazıyı hazırlamak kolay oldu, zira kardeşi Muammer Gürbüz çok tatlı anlatıyor. Bize de teybin düğmesine basmak kalıyor: Babam kışları İstanbul'da süt satardı, yazın Sütçüler'de bağa bahçeye bakar. Hasan Abimle ben İstanbul doğumluyuz ama Sütçüler'i de biliriz bir o kadar... 61- 62 olabilir. Hiç unutmam el kadarım daha, köy bebesiyiz işte, karnı şişik, sıska... İlçeden 1-2 saat uzakta anamın ahretliği var. Biz bizim mahsullerimizden götürürüz, onlar kendilerinkinden ayırırlar. Bir nevi takas. Rahmetli anam o gün Hasan abimle beni yolladı. Bindik merkebe tık tı kı, tık tı kı... Kadıncağız bizi karşıladı, yedirdi, içirdi, torbaları hazırladı, bir de oğlak kattı yanımıza. Ne kadar küçüğüm düşünün abim heybenin bir gözüne oğlağı koydu, bir gözüne beni oturttu. Kıl örme de insana nasıl dalar. Darlanmıyayım diye bir kayrak taşı yerleştirdi ayağımın altına. Biz önde o arkada... Kendi yayan yapıldak, beni yürütmez asla... Aramızda 5 yaş fark var ama o hem abilik hem babalık yaptı bana... EYÜP SULTAN YILLARI İstanbul'daki hemşehrilerimiz genelde süt satarlar. Çoğu bekar odalarında kalıyor. Merkez Aksaray! Akşamları Menderes kıraathanesinde buluşuyor, hasret gideriyorlar. Vatan Caddesi yeni yeni yapılıyor daha, evler yıkılıyor, molozlar dökülüyor. Bunları eşeleyip duruyoruz, bazen bakır kuruş, delikli para çıkar. O bulduklarını benim cebime koyar. Eh, koskoca abi tabii... Pertevniyal'de orta mektep okuyor. 63 ile 65 arası Eyüp'te üç ev değiştirdik. Düşünün 6 çocuklu ailenin eşyası bir at arabasına sığıyor. En büyük parça yuvarlanmış yatakla, tel dolap... Dört erkek çocuk yan yana yatarız, ben Hasan ağabeyimden ayrılmam. Aynı döşeği paylaşırız, üstümüzde yamalı yorgan. Döşek dediğin kaput bezinden bir çul, içine mısır yaprağı doldurmuşlar. Hasan Abim o şartlarda Eyüp Lisesini birincilikle bitirdi, ben kör topal gidiyorum, ite kaka. Abimle birlikte tel araba, çember yaparız. Bir gün tahtadan kayık yonttuk. Çeviriyoruz lastik buruluyor, bırakınca pervanesi dönüyor. Bakalım nasıl yüzecek? Haliç'te denemeye karar verdik. Kurduk, koyverdik bizim tekne alıp başını gitmez mi? O kadar uğraşmışız, bırakır mıyım, yakalıyayım derken düştüm suya. Abim canı pahasına kurtardı beni, düşünmeden atladı ardımdan... Birlikte simit, galete, pişmaniye satarız. Bir ara ben pazarcıya çırak oldum, zerzavatçilik havalı meslek o zamanlar. Ustam bakmış hevesliyim cepli bir önlük diktirmiş bana... Belime eliyle bağladı adamcağız, pangınotlar bu göze, bozuklar şuraya... Bakın şu işe ki o hafta da mal gelmedi, canım nasıl sıkıldı ama... Ve yanımda yine abim, bir yandan teselli verir, bir yandan saçımı okşar. "Takma be birader, haftalar bitmedi ya..." BAYRAMPAŞA Yıl 965... Kartaltepe'de bir arsa aldık, bir de gecekondu kondurduk, kurtulduk kiradan. Annem Isparta'dan halı getirir, konu komşuya satar. Günü gelmeden arsa taksidini kapatmaya koşar. Emlakçı (Hacı Recep Amca) bu dürüstlüğe bayılıyor. "Gelsin Hasan yanımızda çalışsın" diyor. Abim erkenlerden büroyu açar, çay demler, misafir ağırlar, muhasebe işlerini yapar, on parmağında on marifet öylesini nereden bulacaklar? Hacı Amca Bulgaristan göçmeni, kadastro okumuş zamanında. Ağabeyimi ahbaplarından Fahreddin Beyle tanıştırmış... Fahreddin Bey albay emeklisi ama tarih desen onda, edebiyat desen onda... Farsça, Osmanlıca sular seller gibi... Hâza derya... Abim zaten insan iyisiydi onları tanıdıktan sonra oldu mu aliyyül âlâ... Kul hakkı geçecek diye uykuları dağılır, o yaşta ehl-i takva... Her gün eve yeni bir şeyler öğrenmenin heyecanı ile koşar. O ne güzel menkıbeler, o ne içli kıssalar... Annem gözyaşlarını tülbentine emdirir, babam usul usul ağlar. Kardeşlerim ona keza... Hacı Recep Amca abimi evlad edindi adeta, netice de kızını da verdi ona... HAYDİ ŞAMPİYON Hayatımın dönüm noktalarında hep Abim vardır. Yıl 72-73... Matbaada çalışıyorum, değişik arkadaşlar edindim o aralar. Unkapanı'ndan bir gitar almışım, dımbırdatıyorum aklım sıra... Abim bir gün eve geliyor, aleti görüyor. Eh kaçın kurası, kimlerle düşüp kalktığımı anlıyor. Gitarı kırıp parçalıyor, anneme "söyle biradere, beni görsün" diyor. Bu ne demek? Dövecek! Kendimi marizlenmeye hazırlayıp çaldım kapıyı, sımsıcak karşıladı, oturttu karşısına! "Bak abim, söyle ne istiyorsan yapayım ama onlara takılma!" - O zaman sen de beni karateye yolla. - Bu işi en iyi bilen kim? - Yücel Spor... Biraz pahalı ama... - Hiç önemli değil... Göreyim seni şampiyon, beni utandırma! Gitmiş malzemeleri almış, akşam baktım yatağımın üzerinde urbalar, kuşaklar. O hep takdir getirir, yüksek yüksek puanlar... Ben pek kovalamam tabii üniversite de hayal. Abim doktora için İngiltere'ye gidince beni de yanına aldı, "Aman aslanım şu İngilizce'yi kap, ne demişler bir lisan bir insan..." O doktorayı bitirdi döndü, askerlik çağım geliyor ben de memleketin yolunu tuttum. Devreyi bekliyor, boş boş geziyorum. Bu arada bir 56 şevrole aldık. Araba perişan, kaporta harita gibi, motor çatlak. Ortanca ağabeyim tamirci ya, bahane ile iş çıksın ona... Arabayı bir güzel topladık, millet gözünü alamıyor. Koyu gri (sıçan tüyü), açık gri yaptırmışız, o günlerde öylesi moda. Ön çamurlukta mekanik taksimetre, hatırlar mısın bilmem "serbest" "dolu" yazar, kuşakta sarı siyah damalar... Arabaya kuruldum, taksicilik yapıyorum ama göreceksiniz beni, bir hava, bir hava... Saçlarımı limonla tarıyor, yumurta topukların ökçelerine basıyorum... Niyetim bir taksi durağı açmak... Bir gün yanıma oturdu, "Söz dinler misin abisi?" -Seni kırar mıyım? -Öyleyse üniversite imtihana gir bir daha! -Ya abi ya! Kaç kere girdim, olmuyor işte olmuyor! -Sen gel beni dinle. ABİ BURSUYLA Götürdü MTTB'nin üniversite kursuna kaydetti. Hiç unutmam Faruk Demir, Ayhan Okyar, Osman Özer gibi çok değerli hocalar var. Üniversite imtihanından netice gelmez mi "Yıldız Elektrik Mühendisliği!" Hayda! Ama okumak gibi bir niyetim yok, kolumun altına defter cetvel sıkıştırıp, yollara düşemem bu saatten sonra. Bizim de kendimize göre bir itibarımız var, di mi ama. Bir ara diferansiyeline baksın diye Şevroleyi tamirciye bıraktım, o arada arabayı satmışlar. Nasıl kızdım anlatamam. Anahtarı fırlattım attım. Sizin de... Arabanızın da... Eğer, o taksi dursa okuyamazdım. Abimin ileri görüşü. Bakıyor kaptırmışım. "Satın gitsin" diyor "zararına da bakmayın, yeter ki kurtulsun bundan!" Üniversite yıllarımda Hasan Abim devletten aldığım burs kadar, burs verirdi bana . Çoluk çocuk sahibi olmasına rağmen, paramı aksatmaz asla. Adapazarı'na, Ankara'ya, Isparta'ya, Edirne'ye derse gider, beni de alır yanına. Bensiz ne köfte geçer boğazından, ne ciğer tava... Bir keresinde kayınpederinin arabasını almış. 76 Nova... Müthiş bir otomobil, düşünün imparatorlar biniyor ona... Baktı hevesliyim "geç kullan" dedi. Arabada çıt yok, yağ gibi kayıyor. İyi de önümde bir kamyon... Ne yürüyor, ne yol veriyor, fırsatını bulup önüne geçtim, bastım frene... Kamyon durmaya çalışıyor ama ne mümkün. Balatalar ağlıyor adeta, langır lungur sesler, damper koptu kopacak. Gözüm aynada tam bize vuracak, topuklayıp kalktım. Olacak iş mi yani, resmen vukuat!.. İyi de adam o külüstürle beni nasıl yakalayacak? Üç adım gittik gitmedik kırmızı ışık. Nasıl da uzun yanıyor. Adam ağır ağır geldi, dayandı arkamıza. Cart cart cart el frenini çekti, bir indi, levye, takoz ne ararsan... Abim fırladı arabadan "tamam kardeş tamam" dedi kamyoncuya, "hep böyle yapıyor, eğer ben de bu şoförü kovmazsam!" O öfkeli adam alttan almaya başladı "yok yani beyfendi, işinden olmasın, kabahat biraz da bende aslında..." Yıl 1978, Balıkesir'de 45 gün staj yapacam. Yaz günü ya, gezmem lazım, abimin altında bir Ford Cortina var... Şunu bana versene dedim, çıkarıp anahtarı attı kucağıma... Şimdi düşünüyorum da... Hem iki çocuklu, hem sağa sola derse gidiyor, araba nasıl ihtiyaç, adeta ilaç ona... Gazetemizin kuruluşunda abimin hayli emeği vardı. Beni de gazeteye o aldı. Musahhihlikten, mürettiplikten başladım, taa en alttan... 88 yılında Burmingham'da bir fuara katılmıştık, yıllar sonra buluştuk Londra'da. Eski günleri yad ettik, adayı dolandık baştan başa... İstanbul'a dönüyoruz. Teyyarede sordu "İngiltere'yi nasıl buldun bu defa?" "Orada harcanan günlere yazık" dedim, "ne öldürür, ne güldürür. Bi numara olmaz bunlardan..." -Al benden de o kadar... İlk gidişte ne biçim tesirinde kalmıştım halbuki, demek insanın ufku açılıyor zamanla... MEMLEKET SEVDASI Hasan Abim memleketine aşıktı, Isparta'dan hiç kopmadı. Birkaç dönem gel seni milletvekili yapalım dediler kısmet olmadı. AP listesinde güçlü isimler vardı zira. Isparta'da üniversite açılınca rektörlüğe çağırdılar. Kurucu rektörlük sıkıntılı iş, lakin abim genç, neşeli, civarı iyi tanıyor. Sütçüler'in tabelasında 4 bin yazsa da iki bin nüfusu bile yoktu aslında. Köy görüntüsünden kurtulsun diye ilk apartmanı abim yaptırdı. Altını kütüphaneye verdi sonra. Hastane için de çok uğraştı ve işi kopardı. Derken muazzam bir yurt binası yaptırdı, Meslek Yüksek Okulu kazandırdı ayrıca... Şimdi abimin adını taşıyan okulda 5 branştan 700 talebe okuyor. Eskiden belli bir saaten sonra ekmek, yemek bulunmazdı, bugün onlarca lokanta çalışıyor. İki bakkal vardı şimdi üç büyük market var, kuyumcu, kırtasiyeci, ayakkabıcı, manifaturacı, fotoğrafçılar... Otobüs seferleri de arttı, bırakın Isparta'yı, aktarmasız Antalya'ya İstanbul'a yolcu çekiyorlar. Abim Isparta'ya gidince bütün dernekleri, grupları, cemaatleri bir araya getiriyor. Bir hafta birinin binasında, bir hafta diğerinin binasında toplanıyor, el birliği ile o kursun, ya da yurdun eksiklerini gideriyorlar. Sonra Belediye Başkanını, Valiyi, Emniyet Müdürünü ikna ediyor her cumayı değişik bir yerde kılıyorlar. Şevket Demirel de ekibe katılıyor. Halkla omuz omuza saf tutuyor, çayını, çorbasını içiyorlar. Nasıl bir birlik, beraberlik... Yabancıların bile dikkatini çekiyor. O cuma da Atabey'e gidecekler. Lakin Amerikalılar gelmiş Tıp Fakültesi Projesini etüd ediyorlar. Neyse adamları yemeğe uğurlayıp, namaza koşuyor. Vakit dar, arkadaşı altındaki arabaya güvenip topukluyor. İslamköy'ü geçiyorlar, yol geniş ve sakin ama araç kontrolden çıkıyor, ağaca vurup takla atıyor. Şoförde çizik bile yok ama Abim Rahmet-i Rahmana kavuşuyor. Müezzinlerin eli kulağında, uzaktan uzağa ezan sesleri geliyor. Annemi de dört yıl evvel aynı gün (1 Mart) kaybetmiştik... Defnettik yanı başına... Mert, fedakâr, vefakâr... Ekmekçizade yurdunu teslim almışız. Yurt dediğin bir medrese eskisi, ortalık per perişan. Örümcek ağları, şişeler, atıklar... Bütün odaları tek tek temizledik onunla. Hasan'la çalışmak büyük zevk, velevki çöpçülük bile olsa... Birlikte güreş tutarız... Ben yenilmeli oldum mu gıdıklarım, kahkahaları çınlar ortalıkta. İlerleyen yıllarda da yurdu çok kolladı... Talebelere ne lâzım... Bulur, buluşturur mutlaka... Bir gün beni Hacı Recep Amcaya götürdü. Rahmetli "gelin size arsa vereyim" dedi, "borcunuz bitsin, bana satın kârıyla." Cüzi paralarla taksitlerimizi ödedik, her gittiğimizde ikram. Çay söyler, kebap ısmarlar... Borç bitti rahmetli sordu: "Kaç para verdiniz bugüne kadar?" -Şu kadar... -Al sana üç misli! Ama beni dinlersen satma! Bekle biraz, buralar 100 kat artacak. Dediği gibi de oldu, eğer şu anda maddi bir imkanım varsa hep o arsadan. Hasan Abi neşeli ama cesurdu da, ben gözü kara geçinirim, onun gözü benden kara. Sövsen dövsen aldırmaz ama mukaddes değerlere dokundurmaz. Mert, fedakar, vefakar... Tam yola çıkılacak insan, kardeşim gibi özledim inan burnumda tütüyor... Ali İsmail Mahnoli Ustasıydım amirim oldu Mehmet Şevket Eygi bir makalesinden ötürü hapis cezası almış, Arabistan'a gitmiş. Babıalide Sabah gazetesinin idaresini Zeki Celep'e bırakmış. Zeki Bey genç bir ekip kurmak istiyor. Beni de çağırdılar, fotoğraf arşivinden başladık, bilahere yazı işleri, sayfa sekreterliği filan. Eski usul matrisler, kurşunlar... Zamana karşı bir yarış, yetişemiyoruz baskıya... Bir gün Mehmet Emin İnler samimiyetle konuştu. Hasan diye arkadaşım var, tanısanız beni oturtmazsınız burada. Süper bir çocuk, inanın hızınıza hız katar. Onu da aldılar, ben Hasan Gürbüz'e iş öğretiyorum güya. Bir süre sonra beni geçti, typometreyle, dizgi makineleriyle oynuyor adeta. Hakikat Gazetesi kurulunca Yazı İşleri Müdürümüz oldu. Derken üniversiteye girdi, doktora, doçentlik... Hızla yükseliyor... Hem çalışkan, hem becerikli her kesimden insanla dost oluyor, herkesin işine koşuyor. Hasan Abinin, Resullulah Efendimize (Sallallahü aleyhi ve sellem) büyük bir muhabbeti vardı, bilirim Haremeyn denince gözleri dolar. Bir tatil dönemi, dayanamıyor gizlice hacca gidiyor. Hocasının da arayacağı tutuyor. Kayınpederi Hacı Recep Amca fakültedeki dengeleri ne bilsin, "Hasan Mekke'de" demez mi? Sanki kürsüye bomba düşüyor, baskı baskı baskı... Netice de üniversiteden ayrılmak zorunda kalıyor. Garibim gidip Milli Eğitim Bakanlığında vazife alıyor. Doğrusu ben ona rektörlüğü de yakıştıramamıştım. Malum ciddi bir makam, onun gibi pür neşe bir insan, onca akademisyen arasında nasıl yapar? Vefatından sonra kardeşi Muammer'i görünce dayanamadım. Sarıldık ağlaştık, çocuğun da neşesi kaçırdım hiç yoktan. Suphi Birpınar Genç yaşta kurucu rektör Hasan Gürbüz hem okumak hem çalışmak zorunda kalmasına rağmen tahsil hayatını başarılarla taçlandırdı. İlk, orta ve lise yıllarında birinciliklere ipotek koydu ve 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldu. İ.Ü. İşletme İktisadı Enstitüsünü de birincilikle bitirdi. 1971 yılında İÜ. İşletme Fakültesi Denetim Kürsüsüne asistan olarak girdi. 73-74 yılında Londra'da doktora üzerine çalıştı ve Dr. unvanını aldı. 76-77 Sakarya DMMA öğretim üyesi ve Akademi Başkan Yardımcısı... 1977-79 MEB müşavirliği ve vekaleten YAY-KUR Başkanlığı yaptı. 1978-79 İngiltere York Üniversitesinde misafir bilim adamı... 1980 Muhasebe Doçenti unvanı ile İTİA'da öğretim üyeliği... 1988 Marmara Üniversitesinde Muhasebe Finans Profesörü... Çeşitli tarihlerde ABD, Almanya, Fransa, Belçika, İspanya, SSCB, Suudi Arabistan, Mısır ve KKTC'de çalışma ve uygulamalarda bulundu... Kasım 1992 tarihinde Isparta Süleyman Demirel üniversitesine rektör olarak atandı. 1 Mart 1996'da elim bir trafik kazasında hayatını kaybetti.
.
Eski ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice KUDRET SARHOŞU
15 Mart 2009 01:00
Rice, Buhs ile bir kitap grubunda tanışır. Bu tanışıklık Condi'yi Ulusal Güvenlik Danışmanlığına ve Dışişleri Bakanlığına kadar götürür. Malcolm X "Amerika'da iki çeşit köle var" der, "çiftlik köleleri (ırgatlar) ve ev köleleri (halayıklar)..." Irgatların içi dışı siyahtır, halayıklar ise beyazdan ziyade beyazcıdırlar. İşte Rice'lar bu gruba girer, el ovuşturur, kafa sallar, aferin alırlar. Dede Rice Alabama Birmingham'ın orta karar semtlerinden Titusville'yi mekan tutar. Saf kan "güneyli"dir, yani köleliğe karşı çıkana, karşı çıkar. O yıllarda bir zencinin yüksek tahsil yapması ne mümkün? Ama papaz olacaksan başka... Burs bile ayarlar, önünü açarlar. Nitekim Condi'nin dedesi de aslına nesline bakmadan Presbiteryan papazı olur, efendilerinin düdüğünü çalar. Condi'nin babası da aynı yolda ilerler. Beyazlarla eşit hakları talep eden isyankar gençlere "kiliseli masallar" anlatır, bir nevi şerbetçilik yapar. Gelelim anne tarafına... Grand father Albert Ray beyazlarla kurduğu ikili münasebetlerle sınıf atlayan bir paragözdür. Otomobili olan nadir zencilerden biridir o. İnşaat yapar, maden işletir, çılgınlar gibi dolar yığar. Büyük buhranda ev, arsa, dükkan kovalar, kelepir ne bulursa kapatmaya bakar. Mrs. Angelena tınılarla yatıp notalarla kalkan bir çalgıcıdır. Kızına da İtalyanca bir müzik terimi olan "con doleezza" ismini koyar (1954). Bu tabir "tatlı tatlı" anlamında kullanılır. Rice ise İngilizce bir kelimedir, "pirinç ya da pilav!" Mrs. Condoleezza Rice... Bayan Tatlı Pilav! Oh yes, kısaca Condi diyebilirsiniz bana... DARBELİ MATKAP Condi'nin babası John Rice papazlıktan iyi kazanıyor olmalıdır ki hobilerine zaman ayırır. Bir beyzbol takımını yönetmektedir o sıralar. Kızcağıza "küçük yıldız" diye hitap eder, birlikte maç izler, taktikler ve kurallar üzerine kafa yorarlar. Condi, 7/24 piyona çalışır, akranları seksek oynayıp ip atlarken o Mozart tıngırdatmaya çabalar. Yetmez gibi Fransızca, bale, flüt ve keman dersleri... Anne ve babası ona zor hedefler gösterir, olgun bir insan gibi davranırlar. Beyazlarla raks edebilmek için iki kat iyi olmalıdır zira... Her ne kadar kayrılsalar da neticede siyahtırlar. Panayıra giremez, dönme dolaba binemez, atlı karıncaya yaklaşamazlar. Hasılı Condi çocukluğunu yaşayamaz. Kim bilir belki de bu yüzden "ben merkezci" olur, acıma duygusunu çöpe atar. O günlerde kahrolasıca Klu Klux Klan baskınlar yapmakta, siyahların evlerini yakmaktadır. Şerifler tedbir almaz, aksine ırkçılara alkış tutarlar. Alabama Valisi Bull Connor zencilerden nefret eder. En ufak bir gösteride polisleri ve itfaiyecileri üstlerine salar. Eğitimli kurt köpekleri sadece paçalara değil, kabalara da dalar, kanlı parçalar koparırlar. Irkçılar 63 Eylülünde zenci kiliselerinden birini bombalar, dört kız çocuğunu moleküllerine ayırırlar. Katiller bellidir ama adalet ağır işler, öyle ki adamların ecelleri ile ölmesini bekleyecek kadar. (Düşünün dava 2002 yılına sarkar.) Sözüm ona siyahlara oy hakkı verilmiştir ama sandık başında marifet göstermeleri istenir. Mesela "bil bakalım" diye sorarlar "kafamda kaç saç var?" -Hı? -Bilemedin naş naş! Condi, önce Denver'de bir misyoner okulunda okur, sonra yine bir Hıristiyan Lisesine (St Mary) yazılır. Korunur, kollanır, düşünün artistik patinaj bile yapar. 30 kız öğrenci içinde 3 zenci vardır, bizimki zirveye ipotek koyar. Denver üniversitesinde de burslu okur, konservatuara da girip çıkar bu arada. O günlerde Shockley adlı bir profesör zencilerin geri zekalı olduğu iddiasındadır ve bunun beyazlara sirayet etmesinden endişe duyar. Condi kalkar "burada Fransızca konuşabilen Bethooven çalabilen bir tek benim" der, "sizin kültürünüzü size öğretebilirim pekala." Kibarca "gerzek sizsiniz" demeye getirir, adamın lafını ağzına tıkar. Çekoslovakya'nın işgal edildiği yıllarda, herkes SSCB'ye söver sayar, Condi aksine Ruslara merak salar. Josef Korbel (Madeleine Albright'ın babası olur) adlı bir Çek Yahudisi'nin tesirinde kalıp siyaset okur. Yetmez gibi kril alfabesi öğrenir, Rusça dersleri almaya başlar. Zekidir, heveslidir, Pravda karıştırabilecek hale gelmesi zaman almaz. İlk oyunu Carter'a vermiştir. Carter, Afganistan'a saldıran SSCB'yi sert bir dille uyarıp ambargolar uygulayınca vitesten atar. Ona göre güçlü olan, dilediğini yapmalıdır. Müslüman bir ülkenin işgali problem sayılmaz. Hadiseye Stalinvari baktığını saklamaz. Artık Carter'ı da beğenmez, Cumhuriyetçilere kayar. Bir ara Moskova'ya gider Rus diline ve mimarisine olan hayranlığı artar. Berrak Rusçası ile insanları şaşırtmaktan zevk duyar. Baba Bush ile Gorbaçov'un bir araya geldiği Malta Zirvesinde o da vardır, soğuk savaşın bitirilmesi ve ortak bir düşman belirlenmesinde (tabii ki İslam) kendince rol oynar. Buradan kazandığı ivme ile Stanford'a alınır, silah denetimi ve milli güvenlik dersleri vermeye başlar. 15 yaşında üniversiteye girmiş, genç yaşta profesör yapılmıştır. Elinden tutanları unutamaz... BUSHKOLİK, GÜÇPEREST Bush ailesi ile kitap grubundan tanışırlar. Zikr olunan kitap (A World Transformed) Baba Bush dönemini anlatmaktadır. Daha ziyade Sovyetlerin dağılmasına projektör tutar. Condi'nin faydasını görmüş olmalıdırlar ki bir kenara yazarlar. Gelirken giderken George Dabilyu ile tanışır (Teksas valisidir o zamanlar) kısa sürede kaynaşır, ahbap olurlar. Önceleri beyzbol muhabbetleri yapar, derken dış politikaya dalar, tenis kortlarında, koşu bandlarında vatan kurtarırlar. Condi dünya siyasetini futbol taktikleri ile yorumlar, öğrenciler bu tarzdan hoşlanır. Ancak Bush'un sığ seviyesi talebelere ulaşamaz, ortaya karışık siyaset derslerinden pek bir şey kapamaz. Muallimanım n'apsın? Huniyle kulağından akıtacak hali yoktur ya! Halbuki Bush, Condi'ye hayrandır, bu sportmen kızdan hoşlanır, sırdaş edinir, içini açar. Condi eli maşalı görünür, romantizmden nasipsiz rolleri yapar. Samimiyetinin derecesini bilmiyoruz ama Beyazsaray'da yer edinir, hatta Yeltsin'e posta koyacak kadar. O gün Yeltsin'e çizilen programda Başkanla görüşme yoktur, Rus lider "ben ufak adamlarla konuşmam" deyip yokuş yapınca Condi'nin gözleri ateş saçar. Ani bir kararla şoföre döner "Beyfendiyi oteline bırakın lütfen" der, defteri kapar. Bu resmen "yürü len işine" demektir, koca Yeltsin hizaya girer, paşa paşa programa uyar. KAZ GELECEK YERDEN... Condi disiplin budalasıdır, kuralcıdır, serttir, terstir, adamı bozar. Lakin ilkeli değildir, dolara dayanamaz. Chevron, TransAmerica, Hewlett Packard, JP Morgan gibi şirketlerle senli benli olur, kısa toplantılar için avuç dolusu para aparmaya başlar. Malum bu firmalar yöneticilerine büyük imkanlar sunar, cam tavanlı odalar, albenili sekreterler, limusinler, saunalar... Bizim kızın altında elmasta gözü yoktur, ancak Imelda Marcos gibi ayakkabı manyağıdır, bin çift alsa yine doymaz. Zevksiz etek döpiyesler giyer, cart renkli fistan gördü mü dayanamaz. Condi nüfuzunu bu firmalar için kullanır, mesela Petrolcü Chevron onun sayesinde Kazakistan Tingiz bölgesine el atar. Çok uluslu firmalar yerine göre saldırganlaşır, karışıklık çıkarır, kanlı irinli işler yaparlar. Pentagon yılları... Nükleer planlama çalışmaları... Vakıflar, hayır ve barış kurumları, politik araştırma enstitüleri... Şiltler, ödüller, onurlar... Bir sürü ıvır zıvır üniversiteden sunulan fahri doktoralar... Condi kırk ayrı telde oynar. Bunları küçümsemeyin sadece HP Vakfı her yıl 120 milyon dolar harcar. Carnegie Corporation dediğin cemiyet, Carter, Gorbaçov, Mc Namara gibi ünlüleri bünyesinde tutar. Derken Stanford Rektöründen "dekanlık" teklifi alır ki bu üniversitenin 1.5 milyar dolarlık bütçesi vardır ve uhdesinde 1400 akademisyen vazife yapar. Condi dekanlığı döneminde bazı kadınları kayırır, bazı kadınlara da manasız baskılar yapar. Bu icraatını "müspet ayrımcılık" gibi garip bir başlık altında açıklar. Yurt problemini çözemese de topladığı bağışlar artar. Antrenmanlarını hiç aksatmaz, ciddi ağırlıklar kaldırır, genç atletlerle kafa kafaya koşar. Orkestrada da bizzat yer alır, resitaller sunar. Condi, gittiği her yerde protesto edilir. N'olmuş, öperiz geçer Fransızlar Condoleezza Rice'a "bayan bounty" derler. Bounty... Yani içinden 'bembeyaz' Hindistan cevizi çıkan 'çikolata'... Condi, 2001'de Başkanın Ulusal Güvenlik Danışmanı olur. İlk Bush kabinesinde Cheney, Powell ve Rumsfeld gibi şahinler vardır. İkiz kule saldırısını kimin planladığını bilmiyoruz ama ardından pis kokular sızar. Bush saldırıları bahane edip Irak ve Afganistan'ın üzerine kırmızı bir çarpı atar. O günden sonra Condi ortalıkta daha sık görünmeye başlar, Beyaz Saray sözcüsü olur, infiali patronunun dilediği şekilde kanalize etmeye bakar. Condi düz bir akademisyendir, bir Türk'ün, Arab'ın, Rus'un, Japon'un tavrını tarzını anlayamaz, hadiselerin perde arkasını okuyamaz. Evet çalışmaları ona profesörlük kazandırabilir ama bunlar hayatın gerçeklerine oturmaz. Sakallı Celal'in dediği gibi "cehaletin böylesi tahsille olabilir ancak!" Peki Bush, Condi'den iyisini bulabilir mi? Elbette bulabilir ama ona işi bilen değil, söz dinleyen lazımdır. Kaldı ki bir taşla iki kuş vurur, tek sandalye ile zencilerin de gönlünü yapar kadınların da... Condi eziktir, kendini ispat kaygısı duyar, delicesine bir başarı açlığı yaşar. Nitekim ABD Dışişleri Bakanı olur ki, onların 40 cadı gücünde oldukları söylenir ormanda... Kel ya da ak saçlı erkeklerin hakimiyetindeki dış politika Condi gibi bir zenci kıza alışık değildir. Condi alışılmadık şeyler de söyler ayrıca. Ona göre pentagon dünyanın "polis imdat" servisi değildir. Ordu vazgeçilmez bir güçtür, kenarda tutulmamalı, kullanılmalıdır icabında... Efendim "Afganistan'da düğün konvoyu vurulmuş. Şu kadar kadın, şu kadar çocuk... Ölüler, yaralılar..." Bizim kız buz gibi bir edayla "n'olmuş yani" der "hem büyütecek ne var bunda?" Gazze katliamından sonra Olmert ile yanyana ve "sırıtarak" sahneye çıkar. 1400 küsur insanın hesabını soran gazetecilere "bunlar çok doğal" diyebilir, utanmadan. Bu nasıl hastalıklı bir mantıktır ki Tsunami felaketinden bile "fırsatlar" çıkarmaya bakar. Irak işgalinin de "hürriyet götürüyoruz"un ötesinde bir sebebi olmalıdır. Akla İsrail'i korumak ve kollamak geliyor. Bilmem ne olabilir ki başka? İşte burada ABD'de hızla yayılan ve Bush'u da peşine takan evanjelizm akımını tanımakta yarar var. Bunlar ABD'yi kuran ve yobazlıkları ile tanınan Protestan Puritenler'in devamıdırlar. Evanjelizmin temelleri siyonizmin şekillendiği yıllarda (18. asır) atılır. İngiliz George Whitefield, John Wesley ve Amerikalı teolog Jonathan Edwards oturup "yeni bir din" yazarlar. Yahudiler'in "seçilmiş halk" olduğuna inanır, ısrarla Filistin'i peşkeşe çalışırlar. Kehanetlerine göre Siyonistlerle Evanjelikler birleşecek, Müslümanlarla Katoliklere karşı müthiş bir savaş (armageddon) açacaktırlar... Güya, dünya Yahudilerin olacak, cennet nimetleri de evanjeliklere kalacak(!) Zavallılar kıyamet tarihini belirleyebileceklerini sanır, kandan kasvetten medet umarlar. İşte bu dogmalar, İsrail'in gücüne güç katar. Evanjelik teorisyenlerin arkasında Yahudilerin durduğunu anlamak için çok zeki olmaya gerek yok, İbni Sebe'yi tanıyan herkes hadiseyi okuyabilir kolayca Jimmy Carter, Ronald Reagan ve Baba Bush'un dönemlerinde devlet eliyle yayılan Evanjelizm, 11 Eylül'den sonra Global Emperyalizmi yönetmeye başlar. Bu girdap Condi'yi de yutar... Yuvayı dişi kuş yaparmış, Bush dünyanın yuvasını yaptırır ona. Sadece Irak'ta bir milyon ceset var, perişan olan kadınlar, çileli çocuklar... Eğer sana biçilen "Vampirella" rolü uykularını kaçırdıysa yazık. Yok, kaçırmadıysa daha yazık! 5 yaşında annesi Angelena ile birlikte... 15 yaşında üniversitede 25 yaşında öğretim görevlisi 50 yaşında "güç bende artık"
.
İstanbul'a damgasını vuran belediye başkanları
22 Mart 2009 01:00
Bugün sizlerle son 50 yılı dolaşacağız. İstanbul Belediye Sarayından kimler geçmiş hatırlamaya çalışacağız. Biliyorsunuz 27 Mayıs 1960'da askerler yönetime el koyar. Komutanlar vatansever olabilirler lâkin şehrin problemlerini anlamaktan uzaktırlar. Şimdi içinizden birini topçu bataryasının ya da ne bileyim bir istihkam birliğinin başına koysalar, işler nasıl sarpa sararsa, paşalar da vakit kaybettirirler İstanbul'a. Netekim, Orgeneral Refik Tulga, Albay Şefik Erensü, Albay Turan Ertuğ kalıcı bir eser bırakamaz. Yine ihtilalciler tarafından Belediye Başkanlığına getirilen Prof. Kamuran Görgün "Belediye yasası" üzerine çok kafa yorarsa da Ankara'da muhatap bulamaz. O da kızar ve istifasını sunar. Yerine atanan Bilecikli Niyazi Akı, Mülkiyelidir. Nahiye müdürlüğünden başlayıp yükselmiştir. Mesaisini daha ziyade elektrik meselesine harcar. Onun ardından koltuğa oturtulan Necdet Uğur da belediyecilik adına pek iz nişane bırakamaz. Biliyorsunuz Necdet Bey ilerleyen yıllarda CHP İstanbul Milletvekili olur, Ecevit hükümetinde İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlığı yapar. EROĞAN SEÇİLİR AMA... Gariptir, 1960 darbesi ile yıldızı parlatılan Necdet Uğur, 12 Eylül darbesi ile al aşağı edilir, el etek çeker politikadan. O günlerde İstanbul'a valiler tayin olunmaktadır, bunlar belediye reisliğine de bakar. 1963 yılından itibaren belediye başkanları tek dereceli sistem ile "seçilmeye" başlar. Kışla gölgesinde yapılan ilk mahalli seçim ne yazık ki milletin teveccühünü yansıtmaz. Sandıktan hesaplananın aksine Adalet Partisi adayı Kadri Eroğan çıkınca derin amcalar "bi dakka" buyururlar. Yüksek Seçim Kurulu marifetiyle CHP adayı Haşim İşcan'ı başkan yaparlar. Yok, Eroğan adaylık başvurusunda hata yapmış da filan. Yetmez gibi YSK, AP'nin kazandığı bütün belediye meclisi üyeliklerini iptal eder, yerine CHP'li ve TİP'li üyeleri koyar. Haşim İşcan, Mülkiyelidir, değişik yerlerde valilik yapmıştır zamanında. Aslen Edirnelidir. Balkan muhacirlerinin iskânında vazife aldığı için göçmenler onu iyi tanırlar. Ölümünden sonra Saraçhanebaşı'ndaki geçide adı verilir. Geçidin dükkanları restoran olarak planlanmıştır. Ancak egzost ve idrar kokan, korna sesleri yankılanan sıkıntılı geçit lokantacılardan talep bulmaz. Bir zaman plakçıların mekanı olur, sonra da bisikletçileri ağırlar. Haşim İşcan, beyin kanamasından vefat edince Belediyenin başına vekaleten Faruk Ilgaz geçer. Futbol camiasının yakından tanıdığı Ilgaz'ın siyasi yönünü bilmezdik ama son günlerde ismi Encümen-i Daniş arasında geçiyor. 1968 seçimlerinde iş başına gelen AP'li Fahri Atabey doğma büyüme İstanbulludur, Rahmetli Menderes'in dostudur. İyi bir hatip ve iyi bir tabiptir. Nitekim başkanlık yıllarında da hastanelerin problemlerini çözmeye çalışır. Tiyatroya olan ilgisi ile tanınır ayrıca. KARAOĞLAN RÜZGÂRIYLA CHP, 1973 seçimlerinde "Mavi gömlekli kahraman" efsanesini iyi kullanır. Ecevit'in Robert Kolejden sınıf arkadaşı Ahmet İsvan yüzde 64 gibi bir oy ile Belediye Başkanlığını kazanır. Ahmet Bey, "aşırı" ama "ilkeli" bir insandır, başına gelecekleri bildiği halde Belediyeye partili doldurmaz. CHP Teşkilatı da onu hedef alır ve yıpratmaya başlar. Ücretleri ödeyemediği için temizlik işçileri grev yapar, İstanbul sokakları mezbeleye döner, iğrenç kokular burun kırar. Başkan dürüsttür, ancak dengeli duramaz. Hiç gereği yokken DİSK militanı gibi meydana çıkar ve 34 kişinin öldüğü, 1 Mayıs hadisesi onun başına patlar. 12 Eylül'de içeri alınır ve 27 ay hapis yatar. CHP 1977 seçimlerine Rizeli Aytekin Kotil ile (Mustafa Sarıgül'ün kayınpederi olur) girer ki bu kez parti örgütü de arkasındadır. Kaldı ki 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nın tesiri sürmektedir hâlâ. Aytekin Bey, Ayhan Işık'a benzer, iyi fotoğraf verir, yakışıklı adamdır vesselam. CHP bu seçimde yüzde 69 gibi rekor oyla Belediyeyi alır. Ancak Kotil, partililerin taleplerine "ı ıh!" diyemez, iş kontrolden çıkar. Eğer garajları hurdalığa çeviren güçsüz, gürültülü, müsrif İkarusları da saymazsak belediyecilik adına ders alınacak bir icraat yapamaz. DALAN, DALAR FAKAT... 12 Eylül'de Kotil, Milli Güvenlik Konseyi kararıyla görevden alınır. Yerine Korgeneral İsmail Hakkı Akansel'i atarlar. 30 Ağustos 1981 belediyenin başına konan Ecmel Kutay da yine bir general emeklisidir. (Adı Ercümen-i Daniş toplantılarında geçiyor.) 1982-84 arası ise halkın "Tırtıl Paşa" diye andığı Abdullah Tırtıl vazife yapar. Ve tekrar demokrasiye dönülür. Millet bu kez kendine yakın bulduğu Turgut Özal'a inanır. ANAP sadece Hükümeti kurmaz, Belediyeleri de alır. Bedrettin Dalan'ın arkasında Özal gibi bir Başbakan vardır. Tonton Amca "Yık gitsin!" der, "Sen onları mahkemeye vereceğine, onlar sana dava açsınlar!" Bedreddin Bey, bu kararlılıktan cesaret alır ve gereğini yapar. Haliç vadisine bir dalar, pir dalar. Denize kurum, atmosfere zehir saçan dökümhanelere acımaz. Foseptik çukuruna dönen 'Altın Boynuz'u "gözlerinin rengine" çevirme yolunda önemli adımlar atar. Eminönü - Alibeyköy arası 2 saati bulurken, düşer dakikalara... Tarlabaşı'nda açtırdığı bulvar ile Taksim soluk aldırır sonra. Yapılacak çok iş vardır, düşünebiliyor musunuz güzelim Eminönü, Sebze Hali ve kamyon ambarlarının kuşatması altındadır hâlâ. Dalan güzel bir ivme yakalar, ancak gurura kapılır. Kendini o noktalara getiren Özal'ı yok sayma gafletinde bulunur. Bir sonraki seçimde ANAP amblemlerinden uzak durur. Papatyalardan medet umarsa da netice ortada... Sonrasını biliyorsunuz, gücü milyar dolarlara varan İstek Vakfı okulları, parti kurma çalışmaları, ulusalcılarla girdiği dirsek temasları filan... Hırsın yuvarladığı yere bakın, Türk adaletinden kaçıyor şu an... İstanbul'un gördüğü son solcu SHP'li Prof. Dr. Nureddin Sözen olur. Nureddin Bey ünlü bir KBB uzmanıdır, İstanbul için de büyük projeleri vardır. Hakkını yemeyelim, özellikle metro için çok çalışır. Sembolik de olsa bebeklere süt dağıtır. Gel gelelim bu dönemde particilik tavan yapar. Trilyonun ancak devlet bütçesinde zikredildiği yıllarda İSKİ'den trilyonlar uçar. Bal tutanlar kaybolur, fatura Ergun Göknel'e çıkar. Gençliğinde sendikaları arkalayan Başkan grevcilerin gazabına uğrar. Düşünün Ümraniye'de çöp dağları patlar, havada cesetler uçuşur, kollar bacaklar... Yandaş medya üstüne gitmez, adeta pansuman yapar. Su haftada bir akmaktadır, o da sadece alt katlarda... İnsanlar ter kokar, çocuklar bitlenmeye başlar. Hazine arazisini talan etmek, kazanılmış haktan sayılır, arazi mafiaları palazlanır, varoşların çivisi çıkar. İÇİMİZDEN BİRİ Yine böylesi bir Mart günü (27 Mart 1994) beklenmedik bir şekilde seçimi kazanan Recep Tayyip Erdoğan genç bir isimdir ve yepyeni bir çığır açar. Yatırımı havaya ve suya yapar. Evlere doğalgaz dağıtır, su isale hatlarını yeniler, Belediye tarihte ilk kez baraj açar. Dumanı kara İkarusların yerine gıcır MAN'lar, yeşil Mercedesler alır, metro yapımına hız katar. Recep Bey'in asıl farkı insana değer vermesi ve içinden çıktığı kesimi unutmamasıdır. Kasımpaşalı olduğunu saklamaz, hatta bununla gurur duyar. O güne kadar sadece elitlerin girebildiği mekanları vatandaşa açar. İtilmişleri kakılmışları, saraylarda kasırlarda ağırlar. Ahali Belediye Başkanlarına rahat ulaşır, yönetim şeffaflaşır, yardımlaşma artar. Köprülü kavşaklar, yeni yollar... Üstelik borçlar (2 milyar dolar) ödenir, 4 milyar dolarlık da yatırım yaparlar. Gecekonduya karşı yeşili bol siteler planlanır, Başakkent'ten ev almayanlar pişman olurlar. Ve bir komedi daha... "Çaldın çarptın, vurdun kırdın" diyemeyenler "şiir okudun" bahanesi ile (Ki o dörtlük Ziya Gökalp'indir), Başkanın biletini keser, hapse atarlar. O sıralar, Hamideye Suları hakkında bir haber kovalıyordum hiç unutmam. CHP zamanında adı "Halk Su"ya çevrilen ve adeta pasa, pise terk edilen tesisi yenilemeye çalışıyorlardı. Genel Müdür Arif Dağlar, kendi fabrikası olsa bu kadar uğraşırdı ancak. Şebeke olmayan ücra semtlere kamyonla içme suyu taşıyorlardı ayrıca. Sıraya giren ilk kamyona bindim, varoşlara doğru çıktık yola. Şoför, sarışın bir gençti, muhabbeti tatlıydı. "Dünyanın en güzel işini yapıyorum abi" demişti, "Su dağıtmak gibi sevap mı var, üstelik bunun için bana para veriyorlar." Halbuki gecekondu semtlerinde kraldır onlar. İstese halkı hizaya dizebilir, yalvartabilirdi pekala. Üç sefer yapmak da elindeydi, 5 sefer yapmak da... Hasılı bu işler biraz da gönül işi, ekip işi... Hayırda sevap umanın farkı... Tayyip beyin şansı da burada... Ali Müfit Gürtuna, hukukçudur. Bir zamanlar TRT'de çalıştığı için medya ile münasebetlerini sıcak tutar. Nisan 1999 yapılan seçimlerde Fazilet Partisi'nden Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçilmekte zorlanmaz. Gürtuna gölgede bir isimdir, evet masada o oturur ama işleri yine Tayyip beyin kadrosu yürütür, başkan değil emanetçi gözüyle bakılır ona... HEM KİBAR HEM MİMAR 5 yıldır birlikte olduğumuz Mimar Kadir Topbaş zarif bir insan olarak tanınır, kavga sevmez, ağız dalaşından kaçar. Estetik kaygılar da taşır ki İstanbul'un gerçekten ihtiyacı vardır buna. Dikkat ederseniz gelmiş geçmiş belediye başkanları içinde hekimler ve subaylar ağırlıktadırlar. Sonra mülkiyeliler ve hukukçular.... Halbuki bu iş mimar işidir ve Kadir Bey şehrin başına geçen "ilk" mimar. Bu seçimde diğerleri vaat yağdırsa da, o "eserlerim ortada" demenin rahatlığını yaşıyor. Metro artık hayatımıza girdi ve büyük bir yük kaldırıyor. Eğer Şişhane Ayazağa hattını görmeyen varsa bir denesin, yerin altında apayrı bir dünya... Bir Akbil'e Avcılar'dan Kadıköy... Metrobüsler yağ gibi akıyor, Cadillaclılar camdan bakıyor. Eskiden havaalanında işimiz çıktı mı midemize ağrılar girerdi, her zaman taksi tutacak para olmaz ki insanda. Şimdi tramvay taaa altına kadar giriyor. İDO'daki kalite apaçık ortada. İskelelerde kirli, pasaklı çımacıların yerini gencecik çocuklar aldı. Yıllardır zarar eden şehir hatları saat gibi çalışıyor. 15 yıl önce biriken balçıktan vapurların bile yanaşamadığı Sütlüce'de, bugün dünya liderleri ağırlanıyor. RÜYA GİBİ Kağıthane'den Piyalepaşa'ya tünel mi açılırmış? Kabataş, Taksim'e tüple mi bağlanırmış? Boğaz alttan mı aşılırmış? Piyerloti'ye teleferikle mi çıkılırmış? Binlerce tamirci ve hurdacı barındıran Topkapı park mı yapılırmış? Kutlu Fetih, resim ve ışık şöleni ile mi anlatılırmış? Rüya gibi... Ama oluyor. Sütlüce Kültür Merkezi'ne bütün dünya hayran kaldı, yabancılar Türkiye'yi konuşuyor. En güzeli de İstanbullu sahil kentinde oturduğunu anladı, Ambarlı'dan bisikletine bin, deniz havası alarak Eminönü'ne kadar pedal bas... Aynı şey karşısı için de geçerli Ada manzaralı yürüyüşler sizi bekliyor... Doktora için yıllardır yurtdışında kalan ve yabancıyla evlenen bir arkadaşım anlattı. -Hanıma "İstanbulumuz çok güzeldir ama" demiştim, "çoraktır biraz, korkarım memleketini ararsın" Havaalanında bir indik... Aaaa ortalık yemyeşil, allı güllü çiçekler uzanıyor. Görmiyeli n'olmuş böyle... Hanım sordu "İstanbul'un neresi çorak?" Haydi gel burdan yak. Geçen sabah tramvay Pazartekke'de durdu. Millet huzursuz, vakit dar? Mikrofonda kibar bir ses. "Özür dileriz efendim. Önümüzdeki araç manevra yapacağı için bir dakika beklemek zorundayız, bilginize..." Yaşlı bir amca "Heyyy hey!" dedi, "Eskiden bizimle muhatap mı olurlardı? Bir şey sorsak azarlarlar. Demek ki bu makinistin müşteriyi memnun etme gibi bir derdi var." İşte "Toplam Kalite" denilen şey bu. Eğer en alttaki bile elini taşın altına koyuyorsa... Burada sussak iyi olacak, malum o mevzular Resul İzmirli Ağabeyimizin sahasına giriyor... Erdoğan, metro açılışına projede emeği geçen Sözen'i de davet etmeyi unutmaz. İstanbul'u raylı sistemle ören Başkan Kadir Topbaş, ilk yerli tramvay ile..
.
Kazan'ın mazlum hanbikesi Süyüm Bike
29 Mart 2009 01:00
Kaç kula nasip olur? Seyyid Kul-Şerif camisi bir zamanlar sekiz zarif minaresi ile göz kamaştırırdı adeta. Çarın yıktırdığı mabet 450 yıl sonra yeniden müminlerle buluştu... Bu eser Türk müteahhit ve işçilerinin kalitesini gösteriyor aynı zamanda... Tatarlar mübarek gün ve gecelerde Süyüm Bike kulesini ziyaret eder, çileli ecemizi dualarla anarlar. Gel de imrenme... Asırlarca Fatiha almak kaç kula nasip olur acaba? Bugün size adı sıkça duyulan ama yeterince tanınmayan bir Tatar hanımından bahsedeceğiz... Süyüm Bike'den! Kazan şehrinin neresinden bakarsanız bakın bir kule görürsünüz, Minare deseniz değil, burç deseniz hiç değil. Yedi katlı bir alamet işte... Turist rehberleri kestirmeden gider, işe biraz da romantizm katarlar: Onlara sorarsanız Korkunç İvan, Kazan'ı ele geçirir ama gönlünü de şehrin narin melikesine (Süyüm Bike'ye) kaptırır bu arada. "N'olur benimle evlen seni Çariçe yapayım" diye yalvarmaya başlar. Süyüm Bike çaresizdir, red etmek kolaydır da, halkının katledilmesinden korkar. İpe un serip vakit kazanmaya bakar. "Tamam" der "ama bir hafta içinde yedi katlı bir kule yaptırırsan!" Bir haftada yedi kat ha!.. Haydaaa! İvan ustaları, ölümle tehdit edince zavallılar yemez içmez çalışır, işi tamamlarlar. Süyüm Bike de güya kucağında oğluyla yedinci kata çıkar ve "senin gibi adama eş olacağıma canıma kıyarım" der, atlar aşağıya. Bu hikayenin Rus versiyonu... Duy da inanma! CAN ALİ, SAFA GİRAY Gelelim hadisenin aslına... Bir kere Tatarcada Bike'nin (hanım, begüm) manasına geldiğini söylememiz lazım, Ay bike, Han bike gibi mesela... Süyüm Bike, Nogay liderlerinden Yusuf Mirza'nın kızıdır. Zariftir, şefkatlidir. Dindardır, sonra... Nasıl asildir, nasıl vakurdur anlatılamaz, gören ayağa kalkar, düğme ilikleme ihtiyacı duyar. Kazan Hanı Can Ali, talip olduğunda 15'indedir elan. Bir hana "ı ıh" demek kolay mı? Babası "verdim gitti" deyince ağzını açmaz, tek kelime konuşmaz. Tatarlar tarım ve hayvancılıkla geçinirler o yıllarda. İdil, Kama nehirlerine ağ atar, uçana kaçana ok salarlar. Kürk tacirleri en gözde parçaları Kazan panayırından toplar. Toprakları bereketli, başaklar dolgundur. Kar kalktı mı ormanlar çiçeğe keser, kovanlardan bal taşar. Kazan'da entellektüel, aristokrat bir sınıf vardır, bunlar yerli yersiz devlet işlerine karışırlar. Türkün töresinde kağana tabiyet vardır ama ağalar sürekli tenkid eder, Başbuğu yıpratırlar. Bir zamanlar Moskova'daki taht kavgalarına yön veren Kazan Hanları güçten düşer, kendi halkına bile laf anlatamaz olurlar. İç mücadelenin kızışması düşmana yarar, Çar avuçlarını ovuşturmaya başlar. Hasılı Can Ali devri pek parlak sayılmaz, Kazanlılar ayaklanıp Hanı öldürür, yerine Safa Giray'ı oturturlar. HALK YAKIŞTIRINCA Safa Giray daha gençtir ama halkı derler toparlar. Diğer hanlarla birlikte hareket eder, Çar'ın oyunlarını bozar. Ruslar zaman zaman gelip şehri kuşatsalar da dikiş tutturamazlar. Yetmez "en iyi müdafaa hücumdur" mantığından hareketle Moskova üzerine sefer açar. Hayli esir alır, hesapsız ganimet toplar. Kazanlılar onu çok severler, aynen Süyüm Bike'yi sevdikleri gibi... İkisini yanyana görmek ister, eski hanın dul eşini ona yakıştırırlar. Safa Giray 24'ündedir henüz, Süyüm Bike ise 17'sindedir daha. Uzatmayalım, evlenir, imrenilen bir yuva kurarlar. Su uyur düşman uyumaz demişler, hainler ve gafiller boş durmaz, Moskofla dirsek temasında bulunurlar. Safâ Giray işbirlikçilere acımaz, tuttuğunu kadıya yollar. Muhalifler de kaçar gider Çar'ın kanatları altına sokulurlar. Düşünebiliyor musunuz İvan Grozni bunlardan düzenli birlikler kurar, atlandırır pusatlandırır, Kazan üzerine yollar (1546). Rusları biçip geçen Safâ Giray, soydaşlarını kırmaya kıyamaz. Bir müddet Süyüm Bike'nin babası Yusuf Mirza'nın yanına sığınır. Sonra ansızın gelip Kazan'ı geri alır, şirin şehri uğru elinde bırakmaz. Bu arada nur topu gibi bir oğulları olur (1547) adını "Ödemiş Giray" koyarlar. KUCAĞINDAKİ HAN Safa Giray vefat edince (1549) eşraf toplanır, henüz emekleyen Ödemiş Giray'ı Han yaparlar. Vasi olarak da Süyüm Bike'yi oturturlar koltuğa. Kazan'ın başına bir kadının (20 yaşında filandır) geçmesi İvan Grozni'yi ümitlendirir. Çar, genç Melikenin kendi taraftarlarından biriyle evlenmesini arzular, bilvasıta ülke yönetimine el atmaya kalkar. Başka bir adamla evlenmek ha? Hem Safa Giray gibi bir yiğitten sonra? Asla! Çar fasılalarla Kazan'a saldırır. Süyüm Bikenin babası Yusuf Mirza da, şehri rahatlatmak için Moskova üzerine yürür. Lakin dişe dokunur bir zafer kazanamaz. 1550 yılında 60 bin kişilik Rus ordusu Kazan'ı kuşatır. Burada bir parantez açalım, hadiseyi hikayeleştiren yazarlar genelde ak küheylan üzerinde yalın kılıç vuruşan, saçları sağa sola uçuşan bir Süyümbike portresi çizer, akılları sıra çağdaş Türk kadınına "gönderme" yaparlar. Halbuki bir hanzade değil düşmanına kendi askerine bile saçını göstermez, kışlalara girip çıkmaz. Hem unutmayın ki Hanbikemiz emzikli bir kadındır o aralar, hani sıra ona gelesiye kadaaar... Kaldı ki başında babası, emrinde Ak Muhammed, Mamay Bek, Nurali Mirza, Kuzıcak Oğlan, Seyyid Kul Muhammed, Barbolsın Atalık, Baybars Bek ve Çora Batır gibi komutanları vardır. Nur içinde yatsınlar, ölümüne vuruşurlar. 1551'de Ruslar yeniden gelir. İşin acı yanı bu sefer Tatarlar arasında niza çoğalmış, asker azalmıştır. "Savaşalım" diyenlerle, "uzlaşalım" diyenler arasında sert münakaşalar çıkar. ELLER KABZADA Süyüm Bike koltuk sevdalısı değildir, bakar bu işler erkek işi, selahiyetlerini Astırhan Hanı Kasım'ın muharip oğlu Yadigar'a bırakır ve en doğrusunu yapar. Yadigar cenk mektebinde pişmiş bir bahadırdır, başa geçince halkın kendine güveni artar. Dağ tarafı da Ruslar'a karşı ayaklanır, şehirle birlik olurlar. Bu arada Kırım orduları Tula'ya kadar ilerler, Moskova'yı bunaltırlar. Çar'ın sineceği sanılır lakin İvan hiç beklenmedik bir kararla, 150 bin asker, 150 top ve İngiliz mühendisi Butler'in kumandasındaki istihkam kıtasını Kazan'a yollar. Her şey öylesine ani gelişir ki komşu boylardan ve Osmanlıdan yardım isteyecek zaman kalmaz. Kırım Mirzaları düşmana baskın yapmak üzere şehirden ayrılır, ancak pusuya düşüp şehit olurlar. Rus ordusu engellemelere rağmen Ağustos 1552'de Kazan'a ulaşır, şehri sarar. Yapançca Bey, Sunak Mirza ve Eyyüb Bey Ruslar'ı sahraya çekip hırpalar. Düşman iki ateş arasında kalır, zor anlar yaşar. Tam çekilmeyi düşünüyorlardır ki lağımcılar surları uçurmayı başarırlar. Yeis içindeki Ruslar neşelenir, şamata ile şehre doluşurlar (15 Ekim). Kazanlılar hem sayıca az, hem yorgundurlar. Buna rağmen iç kaleye çekilir, göğüs göğüse çarpışırlar. Seyyid Kul-Şerif ve emrindeki hafızlar, danişmendler, mollalar destan yazar. Yâdigâr Han ona keza... İyi de kes kes nereye kadar? Nitekim beklenen olur, direniş sönmeye yüz tutar. Korkunç İvan "Süyüm Bike ve Kırımlı mücahidleri Moskova'ya yollarsanız tamam" der, "Çekilirim, şehre de dokunmam!". HEDEFTEKİ İSİM Malum beyler "olur" der, göz göre göre Ecelerini satarlar. Süyün Bike çaresizdir, katliam yaşanmasın diye boyun eğer karara. Gider Han Camiinde iki rekat namaz kılar. Sonra Safa Giray'ın kabrini ziyaret eder. Rahmetli kocası ile canlı imiş gibi dertleşir, bir bir başına gelenleri sıralar. Etrafındakiler de duygulanır, göz yaşları tıpır tıpır düşer toprağa. Sonra dostları ile helalleşir, tacını kibarca yere bırakır. Dimdik iskeleye yürür ve Rusların teknesine çıkar. Gemi ağır ağır yelken açar, ahali de ayak uydurur, nehrin iki yanında akar. Belli ki Süyüm Bike'yi çok özleyecek, çok arayacaktırlar. Gemi hızlanırken kulaklarında Bilge Bikelerinin hüzünlü sesi çınlar: "Eyyy Kazan! Ey, kanlı, kaygulu şehir! Başından tacın düştü, şimdi dul kadın gibisin, şanın mazide kaldı. Hani nerede senin bayramların seyranların? Nerede beylerin, yumuk elli çocukların? Nerede genç kadınların, güzel kızların... Ve nerede o şen kahkahalar? Eskiden bal akan ırmakların vardı senin ve serin pınarların... Bundan böyle kan ve gözyaşı akacak!.. Sonra ellerini açar: "Ya Rabbi. azgın düşmanları ve hassaten İvan'ı kahr-ı perişan eyle!.. Memleketin başına bu gaileyi açanları havale ediyorum sana!" Peki Ruslar sözlerinde dururlar mı? Nerdeee? Daha gemi kaybolmadan silahlarını sıyırır, katliama koyulurlar. Güzelim camileri yıkar, evleri dükkanları yağmalarlar. Tuğla üzerinde tuğla komaz, mezar taşlarını un ufak yaparlar. İşbirlikçiler kullanıldıklarını anlarlar ama... Meğer ki geçmiş ola... KAFESTEKİ KARTAL Kazan'ın çileli Melikesini taşıyan gemi Moskova'ya ulaşır. Doğrusunu söylemek gerekirse Korkunç İvan, Süyüm Bike'yi ihtiramla karşılar. Lâkin düşman düşmandır, nitekim Ödemiş Giray'ı vaftiz ettirir, adını Aleksandr koyar. Süyüm Bike bunları görmektense ölmeye razıdır. Duaları kabul olmalı ki genç yaşta (26) gözlerini yumar. Ödemiş Giray da vefat eder, el kadar sabi iken kavuşur anacığına. Yıllar sonra Süyüm Bike'nin evrak-ı metrukesi incelenir. Zavallı Hanbikemizin kaleminden kan damlar adeta: "Vatan sevgisini, vatanını kaybeden bilir; gönül derdini yarinden ayrılanın bildiği gibi... Her şeye sahip oldum ve hepsini kaybettim... Çok acı yaşadım ama hiç biri beni Kazan gibi yakmadı! Bir devleti silah pusat değil, çaşıtların (casusların) dili yıkar. Beni de, benden olanlar mahvetti, inanın Rusların gücü yetmezdi buna!" Peki Kazan şehrinin düşmesiyle savaş durur mu? Aksine Başkort, Çuvaş, Çirmiş kabileleri bayrağı devralırlar. Sarı-Batır, Ahmed-Batır, Mamış-Birdi ve Zeyn-Seyyid İdil (Volga) havalisinde Ruslar'ı rahat bırakmaz. Türkler, yıllarca Kazan'a yaklaştırılmaz, ancak Pugaçev isyanının (1774) ardından rahat bir nefes alırlar. Çariçe Katherina, bazı tavizler vermek zorunda kalır. Orenburg müftülüğü kurulur (1778), İslamiyet resmen kabul edilir, cami, mescid, mektep tesisine izin verilir neden sonra. Kazanlılar mazlum melikelerini unutamaz, zikrolunan kuleyi yapar, adını yaşatırlar. 418 caminin malzemesi kilise oldu! Çar İvan Grozni, Kazan'ı ele geçirince her biri çok sanatlı 536 camiden, 418'ini yıktırır. Taşlarından, sütunlarından habire kilise yaptırır. Moskova'daki soğan kubbeli kiliselerde de o malzemelerin kullanıldığı bilinir, zaten bu yüzden "Kazansky" adıyla anılır. Ruslar, Tatarları ısrarla Anadolu'ya göçe zorlar, onlar ise inatla "Kitmibez" (gitmiyeceğiz) diye haykırırlar. Baskılar insaf, izan sınırını aşar, "obur" adı verilen tahsildarda vicdan bulunmaz. Halkı Mehmedof, Aliyev, Ayşevsky diye çağırmaya başlarlar. 1863-1905 yılları arasında Çar olan İlminsky, devşirme faaliyetine girişir, geride kalan camileri de yıkar. Bazı Tatarlar altından kalkılmaz vergilerden kurtulmak için Hıristiyanlaşmış gibi görünürlerse de bu dahi erimeye sebep olur. Ruslar Türk çocuklarını vaftiz eder, hususi kreşlerde eğitime alırlar (Kreşinler). 1926 sayımına göre SSCB'de 100 bin Kreşin tespit edilir, ünlü yazar Turganiev bunlardan biridir mesela
.
İSTANBUL'UN ÜÇ ÇİLESİ YANGINLAR ZELZELELER VE VALİLER
5 Nisan 2009 01:00
Şehremaneti görevini üstlenenlerden Ziver Bey; arabacıları, faytoncuları ve kayıkçıları hizaya sokar. 1963 yılına kadar belediye başkanlığına, "atanmış valiler" bakar. Bunlar sırça saraylarda yaşar "halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor" şeklinde potlar kırarlar İstanbul'un ilk belediye başkanı Nasreddin Hocanın torunlarından alim ve şair Hızır Çelebidir ki, Molla Yegân hazretlerinin gözde talebelerinden biridir. Ayrıca kadılık da yaparlar. Hızır Bey Anadolu yakası sakinlerindendir, adını taşıyan "Kadı köyü" kuytu bir köşedir o zamanlar. Sultan Fatih, kutlu fethin ardından Ayasofya'dan daha muhteşem bir cami için niyetlenmiş, taa Mısır'dan muazzam sütunlar getirtmiştir. Gelgelelim Rum mimar bunları gereksiz yere budar, proje akamete uğrar. Sultan çok bozulur "hay elin kırılaydı da..." demekten kendini alamaz. Adamları bunu "eli kırıla" şeklinde anlar ve gereğini yaparlar. Mimar da eteğini tuttuğu gibi kadıya koşar. Hızır Bey, koca padişahı huzuruna çağırtır. Fatih gelir, tam sedire oturacaktır ki, buz gibi bir sesle "Sen" der, "Murat Oğlu Mehmet ayağa kalk!" Dava görülür, karar çıkar: "Kısas!" Rum mimar nasıl hislenir anlatılamaz, hani "davamdan caydım" demese sultanın kolu çatır çatır kırılacak. Eh Fatih de diyetini öder, o başka. Osmanlı da her şey vesikalıdır. Hızır Beyi takiben 422 kadı efendinin vazife aldığını yazar kaynaklar. Yeri gelmişken belirtelim Vefâ ile Zeyrek arasında Hızır Beyin camisi, medresesi vardır. Bunlar 930'lu yıllarda nazım planlarını çizen Fransız Prost'un hışmına uğrar. Kabri İMÇ Bloklarının gölgesindedir elan. TANZİMATTAN SONRA Tanzimat'tan sonra Valilik ile Belediye (şehremaneti) ayrılır. İlk "şehir emini" fukara perverliği ile tanınan Pepe Salih Paşadır (1855). Şehreminleri arasında adı mahalleye, mektebe verildiği için hatırladıklarımız var: Hacı Hüsam, Haydar Ağa, Ali Kabuli, Halet Efendi, Ahmet Rasim gibi... Dilerseniz bunlardan bir kaçını hatırlamaya çalışalım. Hüseyin Bey esnafı çok sık dolanır. Kirli çalışanı, hile yapanı anında cezalandırır. Bir keresinde Edirnekapı'da yüklü bir merkebin kıraathane önüne bağlandığını görür, sahibi kahve höpürdetip, çubuk çekmektedir o an. Küfeleri indirtip bahçıvanın sırtına vurdurur, boynuna da yem torbası takar. Hüseyin Bey kerem sahibidir, iftara doğru yalısı her sınıftan insanla dolar. Adettendir, ezana doğru ekabir ellerini yeleklerine atar, "üç dakka kaldı" "yok beş dakka kaldı" deyip saat yarıştırırlar. Bu muhabbetin istisnasız yapıldığını bilen bir marangoz çırağı eğreti bir saat alıp cebine koyar. Mevzu açılınca alakasız bir vakit söyler kafadan. Hüseyin bey "o da saat mı canım" der "kaldır denize at!" Bizimki fırsatı değerlendirir, "baş üstüne" deyip sallar suya. Çıkarken beklediği olur. Hüseyin Bey cebine nefis bir saat koyar, kulağına "diş kirası" diye fısıldar. Alicenap insanlardır vesselam. HEKİMLER VE PAŞALAR Ahmet Şükrü Bey Posta nazırlığından gelir, memur asıllıdır ya, teşkilatı nizama koyar. Hacı Ahmet Efendi sadece İstanbul'un değil, Haremyn'in su yolları için de çaba harcar. Mevlevi asıllıdır, nitekim Yeni Kapı Mevlevihane'sinin avlusunda yatar. Mazhar Paşa ise cömertliği ile tanınır, kimseyi boş çıkarmaz. Ehemmiyetsiz bir haber getirene bile altın yaldızlı Hafız Osman hatları bağışlar. Gönül yapa yapa, babadan kalan serveti bitirir, öldüğü zaman varislerine tekaüd maaşı kalır ancak. 15 sene Şehreminliği yapan Rıdvan Paşa o gün Göztepe istasyonunda inmiş köşküne gitmektedir ki saldırıya uğrar. Zabıtalar canileri tutar, merkeze doğru yola koyulurlar. Kurbağalıdere üstünde bazı subaylar önlerine keser, katilleri kurtarıp Selimiye kışlasına alırlar. Ordu siyasete gark olmuştur anlayacağınız, artık kim kimeee, dum duma! Reşid Mümtaz Paşa temizliğe ve narha verdiği ehemmiyetle tanınır, hesabına sıkıdır, maaşları aksatmaz. Rauf paşa ilim ehli bir zattır, rüşvetçilerle ve irtikapçılara savaş açar. Abiddir, dervişçe yaşar. Bilirsiniz Kadıköy'den kalkan otobüslerin kahir ekseri "Ziverbey'den geçer" tabelası taşırlar. Ziver Bey ünlü bir cerrahtır aslında. Şehremini olunca mevzuata çok kafa yorar. Arabacıları, faytoncuları, sırıkla mal satan ciğercileri hizaya koyar. Su ve gaz kumpanyalarına keyfi istim salma rahatlığı tanımaz. Yıldız bahçesini halka açar, Darülaceze'ye sahip çıkar. Hazım Bey zamanında 2. Abdülhamid Han dünyanın en usta itfaiyecisini (Kont Şeçini) Dersaadet'e davet eder, itfaiye alayları kurarlar. Halil Bey Avrupa'da eski eserlere nasıl değer verildiğini görür ve benzerini tatbike çabalar. İttihat ve Terakki ile istikrar bozulur. Şehremanetine getirilen zatlar ancak 6 ay vazife yaparlar. Para azalır, maaşlar kaynar, rüşvet ve iltimas kök salar. Yangınlar yıkıcıdır, zaman zaman kolera da alevlenir, pislik çizmeyi aşar zira. Yolların genişletilmesine şiddetle ihtiyaç vardır ama kimse burnundan kıl aldırmaz. Misal Ermeni mezarlığının duvarından tek taş dahi kopartılamaz.. Darbecilerin gücü sokak köpeklerine yeter, zavallıları toplar, aç bi ilaç hayırsız adaya atarlar. Mareşal Cemil Topuzlu ünlü bir tabiptir (İlk röntgenci). Çifte havuzlarda nefis bir köşkü vardır, burada devrin siyasilerini ağırlar. Belediye hizmetlerine de hızlı başlar, dilencileri toplayıp Darülaceze'ye tıkar. Ancak İttihat Terakki rütbesini indirince istifa eder, döner işine bakar. AYRAN YOK İÇMEYE İttihatçılar Berlin'den Bombay'a uzanan muhteşem bir devlet için yola çıkar, ipe hayal dizdiklerini nedeeen sonra anlarlar. Harb-i Umumi yıllarında halka ekmek ve su bile sunamazlar. Temizlik işlerinde birkaç kırık dökük araba, bir kaç hastalıklı ihtiyar kalır ancak. Hayat pahalılığı yüzünden seyyarlar zuhur eder, karaborsa hortlar. İşte İsmet Bey yokluk kıtlık yıllarında vazife yapar. Romanya'dan un getirtmeye çabalarsa da Rus torpidobotları gemilere el koyar. Pirinç yoktur, bulgur yok... Gaz şeker, odun kömür ona keza... Su meselesine çok emek harcar. Ölümü de sudan olur, İstinye'de denize düşer, cesedi bir hafta sonra çıkar. İsmail Bey işi kuralına göre oynar, kimseye "kıyak" yapmaz, belediyeye siyaset sokmaz. Bedri Bey, bütçe açıkları yüzünden yeise düşer. Bırakın yatırımı, iaşe bile bulamaz. Cihan Harbi mağlubiyetle sona erince Almanya'ya kaçar. Operatör Emin melon şapkalı bir taklitçidir, kafaya bakın Belediye'ye para kazandırmak için batakhane açar, gençlere kumar oynatmaya kalkar. Celal bey ise "Şu cihet katidir ki" der, "muntazam kaldırımlarda yürümek geceleri tiyetoroya gitmek isteyen, tabip ve hastane bulan, elektrik ziyasından, havagazından, kumpanya suyundan müstefit olan, köylerde oturandan daha fazla vergi vermelidir." Kısaca belediye rüsumunun tatbikini arzular. CUMHURİYET YILLARI Hatko İsmail Canbulat Çerkes sürgününde Anadolu'ya göçmüş bir Adıge'dir. Hızlı ittihatçıdır, Manastır ve Selanik'te görev yapar. Meşrutiyetin ilanı ile İstanbul'la gelir muallim, kaymakam, mebus, Emniyet Umum Müdürü derken İstanbul şehremini olur. Bilahere Dahiliye Vekaletine atanır ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer alır. Böylesine hızlı yükseltilmesine rağmen İstiklal Mahkemesi kararıyla asılır... Tuhaf! İzmir suikastinde adı geçmiş de filan... İzmirli Ali Haydar Yuluğ İstanbul'a İtfaiye ve mezbahayı kazandırır, gayretlidir lâkin tayini Ankara'ya çıkınca istifayı basar. 1924'te bir başka Manastırlı, Emin Erkul vazifeye atanır. Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane mezunudur. 1920'de Bursa'dan mebus seçilerek TBMM'ye katılır. Derken Emanet ve Vilayet ayrılığı kalkar. Adam kıtlığından olacak tayin edilen zat ikisine de bakar. Bu görevi üstlenen ilk bürokrat Sakızlı Muhittin Üstündağ'dır. 1928 - 38 arasında on yıl İstanbul'u yöneten Üstündağ baskıcı bir kanun adamıdır (Emniyet Müdürü ve savcı) imar faaliyetlerinden, ziyade inkılapları oturtmaya çabalar. KIR DAR GELDİ Lütfi Kırdar dahi Kerkük asıllı bir tabiptir. M. Kemal ile Erzurum kongresinden tanışırlar. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Viyana ve Münih'e ihtisasa yollanır. Kütahya ve Manisa mebusluğuna atanır. 1938'de İstanbul valisi yapılır ve 12 yıl görevde kalmayı başarır. Yıldız Parkı'nı ve Emirgan Korusu'nu halka açan, Florya'yı gün ışığına çıkaran Kırdar, Levent'te iki katlı, bahçe nizamlı evlere imza atar. Harbiye Spor ve Sergi Sarayı, Açıkhava Tiyatrosu ve Dolmabahçe Stadyumu onun eseridir. İçinde nefis bir cami olan tarihi Taksim kışlasını yıktırır, o zarif eser rüyalarına girecek, ilerleyen yıllarda çok pişman olacaktır. Bağrıma bir tekme savurdu vali Acısından avlu, dere, "kır dar" geldi (Neyzen Tevfik) 1949'da onu elçi yapar, kibarca ayırırlar. Kırdar buna çok kızar. Gider Manisa CHP'den adaylığını koyar ve kazanır, ancak 1950 seçiminde hüsrana uğrar. 1954'de parti değiştirir ve DP'den İstanbul milletvekili olur. 1957'de tekrar seçilir, Sağlık Bakanlığı yapar. 27 Mayıs askeri darbesi ile tutuklanır ve idamla yargılanır. İhtilalciler tarafından çok aşağılanır, 74 yaşında olmasına rağmen ayakta tutulur, hakarete uğrar. Nitekim Yassıada'da gözlerini yumar. İstanbul'un çehresi son yüzyılda adeta değişir. Kimi tarihi eserlere kafayı takar, kimi de yol yapar. Mini mini valimiz! N'olacak halimiz? Fahreddin Kerim Gökay memleketin en büyük zenginlerinden biridir, terekesinden tam "630 tane tapu" çıkar. İstanbul'un bir başka "hekim - vali"si Fahreddin Kerim Gökay, aslında Emraz-ı Akliye (asabiye) mütehassısıdır. Sağlık ve maarif şûralarında azalık, Kızılay ve Yeşilay derneklerinde başkanlık yapar. Devletin değil CHP'nin valisi olur, partinin arzularını önde tutar. F. K. Gökay 1957'ye kadar vazifede kalır. Sonra Bern Büyükelçiliği, YTP İstanbul Milletvekilliği (1961-1965) Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı (1963) yapar. Kısa boyundan ötürü, "mini mini valimiz / n'olacak halimiz" denen Gökay, tabandan habersiz bir elittir. Laf olsun diye konuşur, "Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor" şeklinde pot kırar. 1950 seçimi öncesinde, İnönü'ye Taksim Meydanında toplanan kalabalığı göstermiş ve "İşte paşam İstanbul" sözüyle manşetlere çıkmıştır. Gelgelelim bu seçimde ağır bir hezimete uğrarlar. Hasılı 1920 -1957 arası İstanbul'da vazife yapan valilerin (dolayısı ile belediye başkanlarının) tamamı CHP'lidir. Bunlar seçimle gelmez, millete hesap verme gibi bir dertleri olmaz. Osmanlıya öfkeyle bakar, her yıkılan kubbeyi, her kırılan mezar taşını, kazınan kitabeyi "zafer" sayarlar. Şehrin silüetini değiştirir, asırlık semtleri betona ezdirme gafletinde bulunurlar. Nitekim F.K. Gökay da duvarlarında Ebüssü'ûd Efendinin cinnilere yazdığı fetvalar bulunan "Yazılı Medrese"ye el atar. Belki de akademik çalışmalara kaynak olacak esrarlı hurufatı yok eder, bunu "ilericilik" sayar. Sayesinde İstanbul büyük bir köy olur, Haliç sanayiye açılır, Alibeyköy ve Okmeydanı'nın çivisi çıkar. Zeytinburnu, Kazlıçeşme keza... GELMEZ AMA GETİRİRLER! F.K. Gökay, Mazhar Osman'ın talebesidir ancak Belediye Başkanı olunca hocasını ziyaret etme nezaketinde bulunmaz. Mazhar Osman "Fahrettin yakında milletvekili olur, yine gelmez" der, "Başbakan olur, yine gelmez. Cumhurbaşkanı olur yine gelmez. Sonunda "haşa" tanrılığa kalkar, alır getirirler bana!" İstanbulluları tanzim satışlarla F.K. Gökay tanıştırır, Migros'un Magirusları semt semt dolanır, sağda solda tezgah açarlar. Türkiye'de ilk lions kulübünü kuran da odur (1963) bu konuda öncülük yapar. Adnan Menderes'e verdiği asabi cevaplarla tanınan F.K. Gökay memleketin en büyük zenginlerinden biridir, terekesinden "tam 630 tane tapu" çıkar. 1957'de vekaleten İstanbul belediye başkanlığı yapan Ahmet Kemal Hadımlı, 1960 İhtilali'nde tutuklanır, doooğru Yassıada'ya... 57-58 arası vazife alan Mehmet Mümtaz Tarhan temizliği ciddiye alır, "tükürük yasağını" çıkarır. Çocuk kumarhanelerini kapatır. Bilahare Ankara mebusu ve Çalışma Bakanı olur. Tarhan ve Ankara Kolejlerini kurar. Gençlerbirliği ve İstanbulspor kulüplerinde başkanlık yapar. Hukukçu Ethem Yetkiner, Emniyet camiasında yükselmiştir, 7 ay kadar valiliğe bakar. Kemal Aygün ise Mülkiyelidir. Emniyet Genel Müdürlüğü, Ankara valiliğinin ardından İstanbul Valiliğine getirilir, lakin Yassıada'da yargılanmaktan kurtulamaz. İsterseniz burada nokta koyalım. Malum, 1960 sonrası anlatılmıştı evvelki hafta..
.
II. GEORGE BUSH HIRÇIN PRENS!
12 Nisan 2009 01:00
Oğul Bush, kaabiliyetsiz bir çocuktur, orta ve liseyi zor bitirir. Ama gençlik yıllarını hızlı yaşar. Alkol, kokain, artık ne varsa. Sonra cepheden kaçar. Babasının nüfuzunu kullanarak 'yükselir'. Ayak oyunlarıyla başkan seçilir ve dünyanın başına dert olur Bushlar derin bir ailedir, hanedan mantığı ile çalışırlar. Saldırgandırlar, savaş yanlısıdırlar. Amerikan devletinin tam 12 yılına ipotek koyarlar. KOMEDYEN GİBİ Bush gaflarıyla ve sakarlıklarıyla tanınır. Asla düşülmez denilen 'ginger'ı devirerek üretici firmayı zora sokar. Kraker yerken kafasını gözünü betonlara vurur ciddi darbeler alır. Dünyayı kana bulayan Başkan kendini yaralamayı da başarır. Gitttikçe sevimsizleştiği günlerden birinde danışmanları Bush'a "şow yap" tavsiyesinde bulunurlar. "Mesela" derler, "mekteplere git, miniklerin başını okşa!" Başkan uygun bulur ve okul ziyaretinde karar kılar. Çat kapı bir sınıfa dalar. Bir iki soğuk espriden sonra çocuklara döner, "Sorusu olan var mı bana?" Titrek bir parmak kalkar. -Adım Cony efendim. 1- Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen başkan olmanız dürüstlüğe sığar mı? 2- Irak da kitle imha silahı bulunamadı. Peki dökülen kanlardan hiç mi yüreğiniz sızlamadı? 3- Hem terörizme karşıyım diyorsunuz hem de İsrail terörüne destek veriyorsunuz. Sizce bu tavır... Sözünü tamamlayamadan zil çalar. Başkan "çıkabilirsiniz" gibisinden bir işaret yapar. İkinci ders kaldıkları yerden başlarlar. Başkan "Evet" der, "başka sorusu olan?" Yine bir el kalkar. Adım Tomy efendim. Benim de size birkaç sorum olacak: 1- Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen nasıl başkan oldunuz? 2- Irak da dökülen kanlar hiç mi yüreğinizi sızlatmadı? 3- Hem terörizme karşıyım demeniz hem de İsrail terörüne destek vermeniz tenakuz sayılmaz mı? 4- Arkadaşım Cony'i n'aptınız? 5- Geçen ders zil niye yarım saat erken çaldı? Nedendir bilinmez Obama, üniversiteli gençlerin sorularına muhatap olduğunda bu fıkra geldi aklıma... Her ne kadar George W. Bush ile kıyaslanmayacak kadar dengeli durursa da... YALNIZ KOVBOY Neyse biz hikayemize dönelim... G. Walker, 1946'da Connecticut'ta doğar. Kaabiliyetsiz bir çocuktur... Mektep yıllarında paso çizgi roman okur, Tommiks'ten Tom Braks'tan hisse kapmaya bakar. Bilirsiniz işte... Hep o hikaye... Şirin bir kasaba... Ve havaliye dadanan gringolar... Soygun, yağma, tehdit... "Tock, smack, crassh, uh, ah, kahr, bela, karamba" üst sesleri ile renklendirilen saldırılar... Ve "nı nı nııın!" Bütün bunlara "dur" diyen bir kahraman! Kısık gözlü kovboy attığını vurur, vurduğunu yıkar, tek başına sükunet sağlar. Canın cehenneme dostum. Grav grav grav! Sonunda sessizce kasabadan ayrılır bir başka serüvene yelken açar... George'un zeka seviyesinden bahsetmiştik, oturup da tuğla kalınlığındaki klasikleri okuyacak hali yoktur ya. Amerika'da bu tiplere Redneck derler, pek de makbul sayılmazlar laf aramızda. Hasılı orta lise, kör topal biter ve George Dabilyu, Yale Üniversitesine kapağı atar. Okulla dersle ilgilenmez. Mezun olduğunda (1968) kütüphanenin yerini bile bilmez, yani o kadar... Gençlik yıllarında hızlı yaşar. Her gece barda, gönlüm hovarda... Alkol, kokoin, marihuana... Artık ne ararsan... Sonra ansızın fren yapar, "yıkılsın meyhaneler" türküsünü terennüme başlar. Evanjeliklerin peşine takılır, kökü pek de derinlere inmeyen inancı yaymaya çabalar. BABAM SAĞOLSUN Askerliğini ailesinin yanında (Texas eyaletinde) Hava Muhafız Kuvvetleri'nde pilot olarak yapar. Vietnam'da savaşmamak için babasının nüfuzunu kullanır, tabiri caizse cepheden kaçar. Parasıyla değil mi verir dolarını mastırını da yapar (1975). Okuma özürlüdür, bildiği dört kıtayı şöyle sayar: Amerika, Asya, Avrupa ve "Nijerya!" Donanımsız ama hırslıdır, babasının forsunu kullanarak bir yerlere gelebileceğini hisseder ve yükselmek için her yolu mubah sayar. Kural kaide tanımaz. Kim bilir belki de işin kuralı budur, kuralına göre oynar. "Düşene bir tepik de sen at" görüşünden yanadır, Teksas'ta valilik yaptığı yıllarda işi imzaya kalan mahkumları tereddütsüz idama yollar. Bazı infazları gülerek seyrettiği söylenir, artık vebali boynuna... 1978'de Temsilciler Meclisi üyeliği için aday olursa da kazanamaz. Bir süre Texas Rangers beyzbol takımını yönetir (89-94) ama ondan da bıkar. Ardından Bush Petrol Şirketi'ni kurarsa da işi toparlayamaz. Mecburen siyasete döner, adaylığını koyar. Menejerler çalışır, eşi Laura, ikiz kızları Barbara ve Jenna ile çektirdiği "mutlu aile" pozlarıyla seçmeni yakalarlar. 1994'te Texas Valisi olur, lâkin arkasındaki kurtlar (Baba Bush, Cheney, Rumsfeld) önüne büyük hedefler koyar. Arizona Senatörü John McCain'i saf dışı eder Cumhuriyetçilere başkan adayı yaparlar. ŞAİBELİ SEÇİM Bill Clinton sevilen bir liderdir. Bütçeyi denkleştirmekle kalmaz, fazlası da çıkar. Ancak birileri ona Monica Lewinsky adlı bir Yahudi yosmasını musallat eder, macerayı manşetlere taşıyıp gözden düşürmeyi başarırlar. Böylesi durumlarda prezidentler hedef saptırır, bir yerleri bombalarlar. Clinton da fukara Sudan'ı seçer, kinin aspirin üreten tesisi berhava edip durumu kurtarmaya bakar. Kurtarır da... Demokratlar bu hengameden sıyrılır, yüzer gezer oyları yeniden toplarlar. Anketlere bakılırsa seçim kıran kırana geçecektir, tabiri caizse bıçak sırtında.... Cumhuriyetçiler, Demokratların rehavetini iyi değerlendirirler. Siyonist basın yanlarında olduğuna göre, işi oldu bittiye getirmelidirler. Neticeler kesinleşmeden zaferlerini ilan etmeli, sokağa hakim olmalıdırlar. Nasıl olsa tartışmanın gideceği yer yüksek mahkemedir. Eh orada da amcaları teyzeleri vardır, karar aleyhlerine çıkacak değildir ya... FLORİDA KRİTERLERİ Ve dananın kuyruğu Florida'da kopar. "Eyalet Valisi Jeb Bush" George'un babasının oğludur. Mimli vali ilk elde eski suçluların oy kullanma hakkını elinden alır. Böylece sabıkalı zencilerden kurtulurlar. Hatta kalem oyunlarıyla sabıkasızlardan da... Halkı açıktan tehdit eder, seçmenlerin üçte birine oy kullandırmazlar. Sandıktan çevrilenlere "protesto etmemeleri" öğütlenir. Yoksa tutuklanmak vardır işin ucunda... Bütün bunlara rağmen yarış at başı gider, soluk soluğa... Kuzen John Ellis, FOX seçim merkezini ablukaya almıştır, yalan dolan her yolu dener, havaya hakim olur bir anda. Buna rağmen işi kurtaramayınca Yüksek Seçim Kurulundan Katherina Harris'i devreye sokarlar. Harris gününden sonra mühürlenen denizaşırı oyları (ki kesinlikle usulsüzdür) geçerli sayar. Bu arada 680 muhalif reyi çizer atar, aradan çıkarırlar. ABD içinden postalananları da denizaşırılara ilave eder, bilgisayar kayıtları ile oynarlar. Demokratlar itiraza yeltenir. Ama yavuz hırsızlar baskın çıkar, açar ağızlarını gözlerini yumarlar. Uzak ülkelerde canını hiçe sayan kahramanların rencide edildiğini savunur, "teröristin bombasını bulan markasına bakmaz" gibi kel alaka açıklamalar yaparlar. Televizyonlarda kahraman hayatlarından parçalar... Damardan müzikler, iç çekmeler, hıçkırıklar... Sonra hep bir ağızdan "vatan hainlerine" yüklenir, denizaşırı kahramanları tahkir ve tezyifle suçlarlar. Demokratlar yüreksizdir, bu saldırıdan tırsar ve geri adım atarlar. BABASININ İZİNDE Armut dibine düşer. George W. Bush, ilginç özelliklerini babasından alır; kendisini bekleye gazetecilere hemen her toplantıda binbir surat haliyle 'malzeme' verir. Ama bu onu sevimli yapmaya yetmez.AYAK OYUNLARI 9 Aralık Cumartesi... Florida oyları yeniden sayıma alınır. Al Gore farkı hızla kapatır, hani 66 oy daha çıksa tamam. İşin aleyhlerine neticeleneceğini fark eden uyanıklar, Yüksek Mahkemeye müracaat eder ve sayımı durdururlar. Sandra Day O'connor ve William Rehnquist adlı iki ihtiyar yargıç Baba Bush'un kankasıdır. Arizona'da açılan cazip imkanlara "he" der, gereğini yaparlar. Bir zamanlar ırk ayırımına karşı düzenlenen "Eşit Korunma Hakkı" adlı ek maddeyi çalıştırır, sayımı gereksiz bulurlar. Bakın şu işe ki Al Gore, Bush'tan 539.898 oy fazla almasına rağmen koltuğu kurtaramaz. İllizyonist medya da üsteni düşeni yapar, sahtekarları ayakta alkışlar. O günden sonra oyları çalınan Florida halkı Bush'u hep öfke ile karşılar ama başkan Cadillac'ından inmez bile, adeta milletinden kaçar. Bilirsiniz bazı politikacılar hırsızlık yapmak için makam kovalar. Bush hamudu ile götürür, makamı bile çalar. Amerikan halkı yeise kapılır, insanlarda çalışma şevki kalmaz. Niçin sabah erkenden kalkıp çalışacağım, emeğim cunta ve hempalarını zengin etmekten başka ne işe yarıyor? Hem niye vergi vereceğim? Darbe masraflarını karşılamak için mi? Evlatlarımızı savaşa yollasınlar diye mi? (Michael Moore) Bush, kasaları dolu bir iktidar devralır, ancak çökmekte olan bir ekonomi bırakır. Bir çok firma batar, bir çokları da suni teneffüsle yaşar. Kriz öyle derindir ki dünyanın bile çivisi çıkar. Clinton devrinde ABD vatandaşı olabilmek için riskler alan insanlar ABD'den kaçmaya başlar... Ceberut bir polis devleti... Gemisini kurtaran kaptan. PİŞKİNLİK STANDART 20 Ocak 2001... Bush ABD Kongre binası basamaklarını tırmalanırken halk "yuh" çeker, adeta boğazını yırtar. Ama cunta profesyoneldir, ıslıklanmış, alkışlanmış kimin umurunda... Peki bu ekipte kimler vardır? Dick Cheney'den başlayalım! Mandela düşmanı, fukara çocuklara sağlanan yardımlara karşı bir garip muhafazakar... Kaldı ki petrol tröstleri ile kurduğu ilişkiler gün yüzüne sızar. Adalet Bakanı John Ascroft valilik yıllarında imzaladığı idamlarla tanınır, kampanya sırasında AT&T, Rent A Car, Enterprise, Microsoft gibi firmalardan bağışlar sağlar. Hazine Bakanı Paul O'Neill daha evvel alüminyum firması Alcao'da çalışmıştır, seçilince firmanın arıtma sistemi kurmasına gerek kalmaz, havamıza her sene 60 bin ton SO2 salarlar. Tarım Bakanı Ann Veneman genetik yapısı değiştirilmiş gıdalardan yükü tutar. Kaldırdığı kanunlarla Calgene/ Monsanto/ Pharmacia firmasının önünü açar. Ticaret bakanı Don Evans Petrol şirketi Tom Brown'un CEO'sudur. Bush'un kampanyası için tek başına 190 milyon dolar toplar. Savunma Bakanı Rumsfeld, doğan görünümlü şahindir. SSCB ile yapılması planlanan Stratejik Silahların Sınırlandırılması anlaşmasını baltalar. Pharmacia ve General Instrument'in (sonra Motorola) CEO'sudur, zamanında Kellogs, Sears, Allstate, Chigago Tribune, Los Angeles Times'da yönetim kurulu üyelikleri yapar. UYANIKLAR MANGASI Enerji bakanı S. Abraham uslanmaz bir çevre düşmanıdır, az yakan otomobillere ve yenilenebilir enerjiye karşı çıkar. Gözü Alaska petrollerindedir. Ama efendim ormanlar gidermiş. Hiiiç sallamaz. Sağlık bakanı Tommmy Thomson tütüncülerin yoldaşıdır, valilik kampanyası esnasında Philip Morris'ten para aldığını saklamaz. İçişleri bakanı Gale Norton, Ford Motor ve Bp Amaco tarafından desteklenen çevre derneğinde çalışsa da "Tehdit Altındaki Türler" kanunu anayasaya aykırı bulup mer'iyetten kaldırır. Kurşunlu oyuncaklar imal eden firmaların avukatlığına soyunur utanmadan. Çalışma Bakanı Elaine Chao ise Dole Gıda, Clorox, Kuzeybatı Havayolları ve CR.Bard firmalarıyla içli dışlıdır. Tıbbi cihazlar imal eder, bunları tecrübe için kanunsuz deneyler yapar. Dışişleri Colin Powell Gulfstream, Aerospace ve AOL yönetim kurullarından gelmedir... Kısaca silah tüccarıdır, kan alır, irin satar. Gizli Danışman Kenneth L. Lay ise mensuplarına saunalı odalar, limusinler, albenili sekreterler sunan Enron'un başıdır diyeyim de anlaşıla... Bunların ortak özellikleri halktan değil firmalardan yana durmalarıdır. Fukarayı, tabiatı, barışçı insanları sevmez tozdan dumandan medet umarlar. HAÇLILAR SİLBAŞTAN Bush başkan olduktan sonra kurmaylar değişik kumpaslar kurar Amerikan halkını savaşa hazırlarlar. Nitekim 10 ay sonra İkiz kuleleri ve Pentagonu vurdururlar. Fahrenheit 9/11'i seyreden herkes bunun devlet eliyle yaptırıldığını anlar. (Bu tertip bir başka yazımızın konusu olacak) George W. ilk anda tedirginliğini saklayamaz ancak esas oğlan (Dick Cheney) vaziyete hakimdir, sağlam duruşuyla Bush'a güven sağlar. Acemi başkan ezberletildiği gibi "Haçlı Savaşını başlattığını" söyler ve düğmeye basar. İlk elde Afganistan'a dalar, Raşid Dostum adlı bir eski bir Rus çavuşunu kullanırlar. Bu ihtilal çok kanlı olur, yargısız infaz yaparlar. "Hey sen, sen ve sen Taliban yanlısısın, duvar dibine çök!" Degav degav degav! Ülkenin başına ısmarlama bir adam koyar, resmen ferman okuturlar. Ve sıra gelir Irak'a... Bağdat'ı kitle imha silahları geliştirdiği iddiası ile suçlar, güzelim ülkeyi yakar, yıkar, müzelerini boşaltırlar. Maksat bağcıyı dövmektir, Saddam'ı bahane eder günahsız halkın canına okurlar. CIA ve Mossad 7/24 mesai yapar, Şii-Sünni gerginliği çıkarabilmek için Ehl-i Beyt kabirlerini bombalar. Böyle bir eylemi hiçbir Müslüman yapmaz, alet de olmaz. Filistinlileri katletme işini ise Siyonistlere bırakır, kanlı cinayetlerin arkasında dururlar. Hukuğu ara ki bulasın... Ebu Garipler, Quantanamolar... Sırada Suriye, İran, Sudan vardır... Ama sıkar! Zira maskeleri düşer, yalanları su yüzüne çıkar. Artık bu tezgahları saflığı salaklığı ile tanınan Amerikalılar bile yutmaz. Oğul Bush, ileri görüşlüdür. Özellikle dürbünün kapağını çıkarmayı akıl ettiği zaman
.
Bu kadar mı sevilir bir insan Vehbi Arvas
19 Nisan 2009 01:00
Belki bin kişinin hayatını yazdım, böylesine zorlandığımı hatırlamam. Vehbi ağabeyi anlatmak ne zormuş? Aciz kalıyor insan. En iyisi mikrofon tutmak... Evet, Habib Arvas Beyden başlasak iyi olacak... Vehbi Ağabey akrabam, akranımdı.. Çocukluk yıllarında adıyla hitap ettim mi bilmem ama gençlik yıllarımda "Vehbi abi" derdim ona. Yaşça büyük olsam da nesepçe öndeydi zira... Babamla amcalarımla aynı kuşakta... Vehbi Abi mektepliyken de olgundu. Çok kızması, çok üzülmesi, çok gülmesi gereken anlarda sükunetini korur, aşırıya kaçmazdı asla. Van o zamanlar küçücük bir şehir, hepi topu iki cadde, onlar da yamalı asfalt. Sağda solda lüleler şırıldar, yalaklar taşar taşar, göle akar. Erek Dağından kopup gelen kanal adeta dolanır sokaklarda... Kanal tertemizdir, içilebilir, üstelik buzdolabı vazifesi görür, millet kavununu karpuzunu fileye koyar, salar suya... Şamran altında manda beslerler. Nasıl da güzel kaymağı olur ama... Kalıp gibi kaldır koy, tam sini boyunda. Üstüne Çatak balı boca edeceksin ki, kaşık kaşık dalına. O günler para yok ama bereket vardı. Otlu peynir, ceviz, inci kefali istemediğin kadar. Bahçeler meyve dolu, dallar kırılayazar. Vehbi Abiler şimdi Beşyol diye anılan mevkide otururlardı, Çarşıbaşı'nda. Hazreti Ömer Camisinin hemen karşısında, iki katlı toprak bir bina. Evde, okulda... Gece 23'e kadar jeneratör çalışır, sadece çarşı mahallinde ışıklar yanar. Vehbi ağabeylerin evi de bunlar arasında. Kenar semtten meraklılar gelir, elektrik düğmelerini, açıp kaparlar... Bak hele! Vay vay vay! Belediyenin bir arazözü, iki tane otobüsü var. Lakin şehir içi ulaşımı faytonlardan soruyorlar. Dolmuşlar ufak ufak görünmeye başlamış daha... Van'da lise var ama Ziraat Mektebi daha forslu o sıralar. Biz de ona gittik, hem leyli olarak. Hafta sonu evciyiz, Vehbi ağabeylerin evinde kalırız, sabahlara kadar anlatırız, uyku tutmaz. Pazar akşamı mütalaaya katılmak mecburi ama çok defa kaytarırız. Pazartesi yoklamasında müdür muavini sorar "Arvaslar burada mı Arvaslar?" El kaldırırsak mesele yok, mevcut tamam! Okulumuz Van'dan 20 küsür kilometre ötede... İkimiz çantaları bisiklete asarız, birimiz öne diğerimiz arkaya... O yorulur ben geçerim, ben yorulurum o geçer Eblanganiz'e varasıya bacaklarımız kopar. Vehbi Abi bir yere gidecekse mutlaka beni arar. Ben de öyle, onsuz bir yere kıpırdamam. Şu sevgiye bakın ki yaz tatilinde bensiz yapamaz, alır bisikletini yola çıkar. Taaa Van'dan Gevaş'a kadar pedal basar. Nerden baksan 45-50 km. Arada ciddi rampalar var. Hani bisiklette bisiklet olsa... Kalın tekerlekli, çubuk frenli, gavur ölüsü gibi bir alet, vites mites arama... Doyamadım Hiç unutmam Rahmetli Orhan Karmış Abi gelmiş, Seyyid Fehim Hazretlerini ziyarete gideceğiz. Arvas hakkında çok şey duymuşum ama ilk defa göreceğim. Kalbim küt küt atıyor, tatlı bir heyecan. Gevaş'tan dağ aşacağız, İbrahim amca birkaç katır ve cins bir at getirmiş. Ama ne at? Sevimli mi sevimli, uysal mı uysal. Hâza küheylan. Herkesin gözü onda. İbrahim Amca sordu: Arvas'a ilk gelen kim? "Ben" dedim. "Öyle ise ata sen bin!" Bindim yağ gibi akıyor mübarek, sallamadan. Vehbi ağabeye katır düştü, malum rahatsızdır, iyi yorar. Değişsek mi acaba? Mübarek hissetmiş olmalı ki "ben o ata çok bindim" dedi, "keyfine bak." Okuldan mezun olduk ben Rize'yi çektim, yağmurdan gök görünmüyor. İlk gurbetim, evi memleketi hele Vehbi ağabeyi nasıl özlemişim anlatamam. Oturup bir mektup yazmışım feryad-ı figan. Yıllar sonra yine buluştuk İstanbul'da... Bu kez daha iyi tanıdım, kıymetini de anladım. Artık Efendim diyorum ona... Yumuşak huyuna, mütebessim çehresine hayranım hele ki sabrına. Ya Rabbi derdim hiç değilse yarısı kadar ver bana da. Vehbi Abi gönül ehlidir ama kendini saklar. Görünüşte hazır cevaptır, latife yapar. Ne hikmetse, düğünlerde sohbetlerde bizi yan yana oturturlar. Öyle bir talebimiz yoktur ama bundan memnun olduğumuz da aşikar. Ne var ki vefatından iki gün önce müesssenin verdiği yemekte yerlerimiz değişmiş, masanın bir ucunda Vehbi abinin, diğer ucunda benim ismim var. Nasıl üzüldüm anlatamam. Çıktık, "Efendim" dedim, "bizi ayırmışlar." - Burası ayrılık dünyası Habib Abi, ahirette beraber oluruz inşallah! Mübarek son günlerinde vedalaşıyordu adeta. O akşam elemanlarından birinden helallik istiyor. Çocuk "görüşürüz abi", diyor "yarın buradayım nasıl olsa" -Sen hakkını helal et hele.. Yarın geleceğimiz ne malum ama? Biliyor musun şu dünyada her sevgiye doydum Vehbi ağabeye doyamadım. Babamı kaybettiğimde bu kadar üzülmüştüm ancak. O benim sırdaşımdı, dert ortağımdı, akıl hocamdı... Yerini kimse dolduramaz.. Vefatından sonra Mustafa Abi rüyasında görüyor; nimetler içinde ama "üç şeye çok pişmanım" diyor. "Cemaatsiz kıldığım namazlara, sohbetsiz geçirdiğim zamanlara ve istişare etmeden verdiğim kararlara..." Görüyor musun bize hâlâ nasihat ediyor. Şefaat de eder İnşallah! (Habib Arvas) Nasıl unutulur? 13 yaşındayım. Hoşap'tayız yeni adıyla Güzelsu'da... Evin önünde kırmızı bir minibüs durdu. Direksiyonda Abdurrahman Abi... Babam "ooo Ado hoş geldin" deyip beni gösterdi "alın bu çocuğu da, aranıza karışsın, bir şeyler öğrensin yanınızda!" Biniş o biniş, şükürler olsun bir daha hiç inmedim, ayrılmadım aralarından... Arka koltukta Vehbi ağabeyi görmüştüm o gün. Camı yeşil gözlüklerinin ardından sevimli sevimli bakıyordu bana. Durur muyum, ilişiverdim yanına. Beraber kitap satmıştık Yüksekova'da... Daha nice yollara vurduk, hep omuz omuza... Gazetemizin Van bürosunda (kadroluları saymazsanız) iki kişi demirbaş. Biri Vehbi Abi, diğeri Ekrem Şerif Arvas. Bunlar meccane çalışırlar, sabah işe giderken yolları üzerindeki aboneleri bırakır, tatil günleri tahsilat yaparlar. Şimdi büroya girdiniz di mi? Mustafa Aktaşçı sağda oturur, Emin Toker solda. Vehbi abi Mustafa ağabeye "hesap kitap nasıl" diye laf atar, sonra Emin abiye döner "büyük gazeteci" der, "haberlerden neler var? Ağanın eli Hakikaten biri ömür boyu hesap kitap yaptı, bu gün müessesenin kilit noktasında, öbürü İHA bölge müdürü oldu Doğu Anadolu ondan soruluyor. Vehbi abi de fahri muhabirimizdi, çantasında fotoğraf makinesi taşır, öyle ya n'olur, n'olmaz. Liseyi bitirdim Berekat yayınevinde çalışıyorum, Bayezid, Beyazsaray'da... Vehbi Abi sık sık ziyaretime gelir. Yemekleri hep o ısmarlar, benim misafirim güya... "Ama Abi" derim, "artık benim de maaşım var!" - I ıh katiyen olmaz! Trabzon pidesi yeriz, pişkinini sever, yanında mutlaka ayran. Sonra İzmir'e gittim. İHA'ya... Sabahları TGRT'ye gündem geçiyorum. İstanbul'dan bakmışlar sesim mikrofonik. Sen gel dediler buraya! TV Haber dairesindeyiz... Bakanlar, valiler filan... Önümüz açık, fırsat bu fırsat... O günlerde İlhan abi çok sempatik gelmişti bana... Daima gülümseyen, ona buna selam dağıtan bir adam. Genel Müdüre çıktım (Veysel Beye) "Abi" dedim, "sen beni Radyo'ya yollasana." - Niye? Televizyonculuk daha cazip, herkesin gözü burda... - Ben razıyım. - Ama tenzili rütbe olur, kötülük yapamam sana. İki üç gün salladı sonunda ikna oldu. Radyoya gittim beni Vehbi ağabeyle aynı odaya koydular. Daha ne isterim Cenab-ı Hakktan? Makaleler arasında adlı bir programa başladım ve bir klasik oldu zamanla... Vehbi Abi yenilikçidir, eli kalem tutar. Şairdir sonra... Hem değişik şeyler düşünür hem de işini takip eder, kimselere bırakmaz. Bir çok programın altında imzası var. Muhabbet Saati çok tutmuştu mesela. Doğal sakinleştirici Vehbi Abinin odasına hışımla girenler olur, yumuşayıp çıkarlar. Öyle mütebessim, öyle vakurdur ki insan mecburen kendini toplar. O bir şeye ısrar etmez, hep "teklif etmiş olayım" havasında. Aksini söyleyene de darılmaz, icabında geri adım atar. Sessizdir, sıkıntılarını sızdırmaz. Bayramdan bayrama sigara yakar. Bitlis'ten sapsarı tütün gelir, elceğizi ile sarar. Üç dört gün toz duman, bayram bitti tamam. Şahane çiğ köfte yoğurur sonra. Onda onbeşte bir TGRT FM çalışanlarına ziyafet var. 30-35 kişiyi doyurur, salatalar, tatlılar... Vehbi Abinin Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerine büyük bir muhabbeti vardı. Bazen aşkla dolar taşar. "Hadi yürü" der, "Bağlum'a". Geceden bineriz, sabah döneriz kimsecikler anlamaz. Bir başka arzusu hacca gitmekti, yüz sürebilmekti mübarek topaklara.. Dostlarına "Gidince orada kalmalı" derdi, "defnetsinler Medine'ye ya da Cennetül Mualla'ya..." Öyleyse 63 yaşını bekle derdik, gülerdi kibarca.. O gün mikrofon sizde diye bir programım var, ikindiyi birlikte kıldık. Müezzini ben oldum hatta. Eve gittim, vefat haberi... Bir sohbette kavuşmuş rahmet-i Rahman'a! Sağlıklıydı halbuki. Demek ki vakit saat... Yeri doldurulamadı... Masası boş durur hâlâ... (Ataullah Arvas) Müftünün oğlu... Vehbi abi ile arasıra korulara gideriz. Kapıdakiler beni tanır, basın kartı sahibi olduğumu bilirler. Ben yine de girişte durur, "Müftünün oğluyum" der basarım gaza... Bir iki böyle oldu, farkındayım gözden kaçırmıyor. O gün rahmetli geçmişti direksiyona, turnikeye geldi. Benden öğrendiği gibi "Müftünün oğluyum" dedi. Adam "İstersen valinin oğlu ol" dedi, makbuzu yırtıp uzattı burnuna. Ücreti öderken "Yaa Vecheddin abi nasıl beceriyorsun bu işi" diye sordu, "Benim babam vilayet müftüsüydü forsumuz geçmiyor, senin ki ilçe müftüsüydü millet kapılarda karşılıyor." O günden sonra beni nerde görse topuklarını birleştirir, düğmesini ilikler "Müftünün oğlu buyursunlar" deyip yol gösterirdi bana... (Vecheddin Arvas) İMRENDİREN DOSTLUK Habib ve Vehbi Arvas, kardeş gibidirler, bir ömür geçirirler omuz omuza... DEREYE DÜŞÜRÜNCE... Cüzdan meselesi Arvas'a gitmeyi çok arzuluyordum, Vehbi abi destek oldu birlikte çıktık yola. Bilen bilir Müküs (Bahçesaray) küçük bir kasaba. İçinden bir çay akar, sanki fırtına. Düşünebiliyor musunuz kilimini kaptıran Irak'taki fukaraya tasadduk ediyor, yakalamak ne mümkün dönüp evine gidiyor. Vehbi abi gel abdestini Müküs Çayında tazele dedi, büyüklerimiz öyle yaparlardı zira. Şadırvan var ama uydum ona. İyi de o arada cüzdan düşmez mi suya. Basın kartı, ehliyet, hüviyet hepsi içinde, para mara artık ne varsa... Vehbi Abi nasıl üzüldü anlatamam. Çarşı içinde turluyoruz bir dükkan sahibi (hiç unutmam adı Adnan) buyur etti. Oturduk çaylar geldi. Adamcağız baktı sıkıntılıyım. Hayrola dedi ne var? -Ya hiç sorma, cüzdan... -Merak etme bişey olmaz. Nasıl olmaz dedim, bu su fili bile götürür, cüzdan çoktaaan vardı hududa... Bak delikanlı öyle bir yere geldin ki korkma. Burda bir şey kaybolmaz! Neyse Arvas'a gittik, bizi dergahta ağırladılar. Yer yatağı serdiler, Vehbi ağabeyle uzandık mı yan yana. Nasıl feyzli bir gece, gönlüm kıpır kıpır, gözümü kırpmadım desem yeri var. Sabah namazını kıldık, gün ışımadan yürüdük Seyyid Fehim Hazretlerinin huzuruna... Yolda ayakkabılarımızı çıkardık, büyüklerin dolandığı zeminde yalınayak. O ziyaretten nasıl istifade ettim anlatamam. Mekan elbette mübarek, üstelik Vehbi abi var yanımda... Hüviyetmiş, paraymış, kimin umurunda? Ertesi gün Müküs'e döndük. Baktım Adnan Bey dükkanın önünde, karşıdan cüzdanı sallıyor. Çocuklar bulmuş getirmişler, birer harçlık vermiş onlara... Vehbi Abi evlad-ı resuldür ama kendini setr eder, gülüşür, şakalaşır kimseye mesafe koymaz. Şah-ı Nakşibend hazretlerine "nasıl vefat etmek istersiniz" diye sorulduğunda "sohbette" buyurmuşlar. Vehbi Abi de sohbet sohbet dolaşırdı, zira aşıktı ona. O gün de sohbette... Bir ara abdest alıyor, yan odaya çekiliyor. 20-30 kişinin olduğu bir evde yapayalnız vefat ediyor. (Necdet Suna) AMCA'YA HASRET.. Çocukla çocuk, Büyükle büyük, O narin bedenin, Yüreği büyük. Büyüğe küçük, Küçüldükçe büyük, Tevâzu hakikati, Muhakkak büyük. Vehbi amca, gönlümüz senle Bir muhabbet dolu tebessümle, Belli ki şuralarda bir yerde, Duâlarınlasın, bizimle.. ( Bende-i azizân...) "DUA ZAMANI" Telefondaki mesaj Bir Allah dostu Vehbi Abi'ye "dedenizle niye rabıta yapmıyorsunuz" diyor, "deneyin göreceksiniz önce rüyanızda sonra hayatınızda karşınıza çıkacak!" Rabıta yaptığına ve müjdelere kavuştuğuna eminim ama hallerini titizlikle saklar. Onda iki şeyin sevgisi doruktaydı, İslam büyüklerine ve mübarek topraklara... Hac'dan dönen gençlere "ne iyi ettinde gittin" derdi, "darısı başımıza!" Geçen sene karar verdik, birlikte gideceğiz Hicaz'a... Meğer ona vekil olacakmışım. Hiç gelir miydi aklıma? Her Cuma odama uğrar hani bir çay içeçek kadar. O gün de geldi, aksilik bu ya ortalık nasıl kalabalık, kalamadık başbaşa. Bir ara telefonumu aldı, kurcalayıp bıraktı masaya. O akşam vefat etmiş, ertesi gün saat dokuzda "dıt dıt dııt" alarm. Telefonda bir yazı... "Dua zamanı... Vehbi Arvas'a!" Ben ihmal etmiyorum ama siz de katılabilirsiniz çağrıya. El Fatiha! (İsmail Mahnoli)
.
Hollywood'un aykırı yönetmeni MICHAEL MOORE
26 Nisan 2009 01:00
İZ BIRAKANLAR İrfan ÖZFATURA / irfan.ozfatura@tg.com.tr "Öldürün şu Iraklıları! Petrolümüzün üstünde oturuyorlar!" "Bowling for Columbine" belgeseli ile Oskar alan Moore, ödül töreninde "Bizler bu savaşa karşıyız Bay Bush, utanın!" diye haykırır. Kasıtlı olarak yükseltilen müzik sesine rağmen susmaz. Gazze katliamı esnasında ABD'de ikamet eden bir Türk'e sormuştum, "Amerikalılar bunu nasıl karşılıyorlar?" "Haberleri yoktur ki" dedi, "Medya siyonistlerin elinde ve onlar halkı uyutacak konular bulmakta ustadırlar. TV'de her akşam bilmem kaçıncı sokak cinayeti işleniyor... Uzmanlar geliyor, uzmanlar gidiyor, hadise anını masaya yatırıyorlar. Yok ayıcıklı battaniye arabanın içinde miydi, değil miydi? İki yıl geçti, hâlâ aynı şeyleri tartışıyorlar... Kaldı ki halk Filistin meselesinden bihaberdir, okumaz, araştırmaz ilgi de duymaz. Şarkı sözlerinin kahir ekserinin araba jantlarına yazıldığı bir ülkeden ne bekliyorsun. Birileri ölmüş kimin umurunda?" Elbet istisnaları da var. İşte onlardan biri huzurlarınızda... İÇİMİZDEKİ İRLANDALILAR! Michael, 23 Nisan 1954'te Michigan'da dünyaya gelen bir işçi çocuğudur, İrlandalıdır aslında. Henüz 4 yaşında okuma yazma öğrendiği için birinci sınıfın ikinci ayında vitesten atar. "Ey... Bi...Si..." diye heceleyen alıklarla birlikte baygın baygın okul şarkıları söyletmeleri yok mudur dayanamaz. "Are you sleeping... Are you sleeping..." Hoşlanıyormuş gibi sırıtsa da, iğrenir onlardan... Birileri farkına varır da üst sınıfa çıkarırlar. Ancak annesi olacak kadın arabaya taş koyar, gider müdüre çıkar. Onu tekrar birinci sınıfa alırlar. Düşünebiliyor musunuz dün küçümseyen tavırlarla "Bye bye lavuklar, öptüm sizi" diye el salladığınız bir sınıfa geri döndürülüyorsunuz... Hay aksi... Kahr... Bela! Michael daha ağzı süt kokarken yazarlığa kalkar. Ancak 4. sınıfta çıkardığı gazeteyi "ahlaka mugayir" bulur ve kapatırlar. 6. sınıfta bir gazete daha çıkarır, onda da "tezyif ve tahkire varan" ifadelere rastlarlar. Mektepte köktenkatolikçi bir tedrisat hüküm sürmektedir bizimki okul rahibine "ayin salonunda çok fare var, bırakalım da kongre yapsınlar" teklifinde bulununca hışma uğrar. Hem gazetesini kapatır, hem de "müsamerede ilahi söyleyeceksin" buyururlar. Olacak şey değil. Ona verilebilecek en korkunç ceza! Ama Michael altta kalmaz, arkadaşlarını ayartır, sahnede kazık gibi durur, şapşal şapşal velilerin yüzüne bakarlar. Ebeveynlerin gözleri ateş saçmaktadır. Nitekim yoldaşları ikinci ilahiden itibaren tırsar, ufaktan ufaktan koroya katılırlar. MEKTEP DEĞİL KIŞLA Michael, bu okulda yapamaz, bir başka liseye atlar. Hoş orada da uslu durmaz, idarenin işlerine çomak sokar. Ona göre müdürlerin tek hedefi vardır "küçük serserileri sokak köpeği gibi avlamak ve burunlarını sürtüp akıllandırmak!" Şunu yap! Bunu asla!... Yok kravatını gevşetme, yok gömleği sok donuna! O gün gazetede iki haber okumuştur. 1- Seçmen yaşı 18'e indirildi. Güzeeel! 2- Eğitim Kurulu Başkanı emekliye ayrılacak! Bu daha da güzeeel! Derhal vilayeti arar "seçme yaşına girdiğime göre zikr olunan makama adaylığımı koyabilir miyim" diye sorar. Sekreter hanım "neden olmasın" der, "eğer 20 imza toplayabiliyorsan..." İmzaları şip şak hazırlar, istidasını yazar. Ve seçim sathi mahalinde nümayişe başlar. "Değerli arkadaşlar! Söz size, bu lise müdürü kovulacak!" Ve korkulan olur, seçimi kazanır. Hem açık ara farkla. O gün gömleğini hassaten pantolonun dışına sarkıtır, saçlarını dağıtır, müdür odasının önünde turlamaya başlar. Umumiyetle "hey sen" diye kükreyen adam "Günaydın Mister Moore" der, kibarlıktan kırılırcasına... Ama yemezler, ne eder, eder müdür ve muavinini istifaya zorlar. SİSTEMİN ÇİVİSİ ÇIKMIŞ ABD içten içe çürümüştür. Kütüphaneler perişandır mesela... Eski, yırtık ve kirli kitaplar, kırık sandalyeler, bıkkın memurlar. Kitaplıkta 40 yıl evvel tartışılan mevzular hakkında çok şey bulabilirsiniz ama ozon deliği ve AİDS'e dair bir şey arayan boşa çabalar. Mektepler Pepsi ve Fanta'nın tasallutu altındadır. Firmalar bağışlar sayesinde postu yayar, kantinde tek kale maç yapma hakkı kazanırlar. Nereye baksanız Coke!.. Kapıda, bacada, skor levhasında... Okul havalimanına yakın olduğu için çatıda 7-Up yazar boydan boya. Burger King, Wendy's, Kellogs ve Pop Tarts da aşağı kalmaz, saldırgan pazarlama strateiji ile gençleri makasa alırlar. Bakın şu işe ki beslenme müfredatını çikolatacı Hershey's hazırlar. Şimdi n'apsın Maykıl, mecburen programa uyar. Gel de obez olma. Okullarda belli bir internet şirketi (Zap-me) hakimdir ve sadece belli bir televizyon (Kanal-1) izlenir. Ekonomi dersleri GM'dendir. Meccanen canım... Babasının hayrına... Büyükler okullara 5 yılda bir girer, oy atıp çıkarlar. Michael, böyle demokrasinin taaa... Halbuki 2 bin çocuk bir diktatörün sultası altındadır o binada. Arkadaşlarını "konsey seçimlerine girin" diye ayaklandırır "ve her şeyi alaya alın. Mesela okulun sembol hayvanını amip olarak değiştirin, müdürü beslenme saatinde süt içmeye zorlayın. Fotoğraf kulübü, izci kulübü yerine feminist ya da şövenist kulüpler kurun, gazete çıkarın, hasımlarınıza saldırmak için mizahı kullanın. Afallayan bir idarecinin şaşkın bakışlarını izlemek kadar keyf veren bir şey yoktur zira." KAMERAAAA OMZA! Neyse kör topal lise biter Flint Üniversitesi'nde gazetecilik eğitimi almaya başlar. Bu arada Michigan Times'ta editörlük yapar. Ama bunlar doyurucu işler değildir, yevmiyeyi GM'den doğrulturlar. Anası, babası, büyükbabası (ve kendisi) General Motors'da çalışırlar. İyi de firma fabrikayı söküp de Meksika'ya taşıyınca... Haydaaa! Gringolor iş sahibi olur, mooregiller morarır ayazda kalırlar. Michael zaten sistemle barışık değildir, buna da bir mim koyar. Bir gün 69 Chevy'si ile okula gitmiştir bir saat dolanır park yeri bulamaz. Açar camı "seni bırakıyorum üniversite" der, basar gaza. Oku da adam ol! Laf! Bu arada dergi ile de mahkemelik olur ama hakkını arar. 58 bin dolar tazminat koparır ve "Roger and Me"yi yapar. GM'yi makaraya sardığı film büyük ses getirir. Gelsin ödüller... Paralar... 1994 - 95 arasında NBC için "TV Nation" adlı bir haber programı hazırlar. 2002'de "Bowling for Columbine" adlı belgeseliyle Oskar alan Moore, ödül töreninde "bizler bu savaşa karşıyız! Utanın bay Bush, Utanın!" diye haykırır. Kasıtlı olarak yükseltilen müzik sesine rağmen susmaz, şahinlerin çanına ot tıkar. 2003'te Bush'un Suudi Kralı ve Üsame Bin Ladin'le olan münasebetlerini tırmalar. 11 Eylül'ün perde arkasını araştırır ve büyük puan toplar... Bu kotlu montlu beyzbol şapkalı hırpani herif tehlikeli olmaya başlamıştır, rejimin derin isimleri adamlarına "dikkatli olun çocuklar, Moore duymasın" diye fısıldar. Ama hangi taşı kaldırsalar altından Maykıl çıkar. İLLİZYONİST MEDYA Aykırı TV'ci hükümet sözcülerine ve ısmarlama basına inanmaz, işgal altındaki toprakları bizzat görmek için yola çıkar. Batı Şeria ve Gazze'de karşılaştığı dram, Orta Amerika, ve Güneydoğu Asya'dan bin beterdir. Bir zamanlar Yahudilere acıyan yazar, Telaviv'in Müslümanlara karşı beslediği kini bir türlü anlayamaz. Öfke dediğin gelip geçer, öyle duvar saati gibi saklanıp da sonraki nesillere bırakılmaz. Filistinliler temsil edilmeden vergi öder, yargılanmadan tutuklanırlar. Evleri sebepsiz yıkılır, uzaktan kumandalı buldozörler 7/24 çalışırlar. Toprakları çalınır, ağaçları kırılır, çocukları vurulur. Hani dövüşmesinler de n'apsınlar? Maykıl "Eğer her yıl vergilerimizden ayrılan 3 milyar doları İsrail'e veriyorsak bu zulme ortağız" der, "ve gün gelir hesabını sorarlar!" Sonra oturup bir "teklif" hazırlar: Kongre, akan kanı durdurması için İsrail'e 30 gün süre tanıyacak! Gazze ve Batı Şeria bir koridorla birleştirilecek ve Filistin'e devlet olma şansı sunulacak! Uymadı mı? İsrail'e verilen paranın iki katı (ki ben kendi payıma düşene razıyım der) Filistin'e yollanacak. Arafat'ı da silahlı mücadeleye değil sivil itaatsizliğe çağırır. "Sadece grev yapın ve caddelere yatın" der "itfaiye ve köpeklerle saldıracaklar ama kıpırdamayın. Böyle eylemler planla, söz ben de olacam aranızda!" Ve bir inceliğe parmak basar: "Bakın biz ülkemizi kırmızı urbalıları (İngilizleri) avlayarak kazandık ama 225 yıl geçti elimizden silahı bırakamadık. Şiddet şiddeti doğurur, Vietnam'da Kamboçya'da yüz binlerce can yaktık. O coğrafyayı terkettik ama ortalık durulmadı hâlâ..." ADALET.. ACABA? Moore ABD adaletine güvenmez, zira idamların yüzde 60'ı hatalıdır, elektrikli sandalyeye yollanan 5 kişiden üçü (tabii ki ekseri zenci) kim vurduya gider, akıl hastası ve küçük olmaları da dikkate alınmaz. Bush "Çocuk Hakları Sözleşmesine" imza koymayan bir lider olarak ün yapar. Michael Moore, kirli şirket Enron ile Bush irtibatını sıkça kaşır, çevreci projelerden cayılması, Antibalistik Füze Anlaşmasının rafa kaldırılması, kızıştırılan uyuşturucu savaşı gibi konulara cesaretle el atar. ABD gerçekten bir numaradır... Zengin sayısında, askeri harcamalarda, sığır eti tüketiminde, ateşli silahlarda, enerji tüketmede, CO2 yaymada, zehirli atıklarda, bütçe açığında, günlük kalori miktarında (tıkınmada), tecavüz olaylarında, çocuk intiharlarında hep 1 numara. Bkz... Aptal Beyaz Adamlar, Ahbap Memleketim Nerede? bky (babıali kültür yayıncılığı) ÖLMEK BEDAVA! Gözükara yönetmen, tedavisini Amerika'da yaptıramayan garipleri toplar. Atar bir bota, doooğru Küba'ya... Michael Moore iyi belgeselcidir, "Fahrenayt 9/11" ile seçime hile karıştıranların, "Benim Cici Silahım" ile kan tacirlerinin nasırına basar. Takdir edersiniz ki hepsini aktarmaya kalksak sayfaya sığmaz. Ancak ABD sağlık sisteminin nasıl çöktüğünü anlatan "Sicko" yu atlayamayacağım ama... ABD'yi rüyalar ülkesi sanan öyle çok ki, bu bahsi açmasam içimde kalacak... Efendim, zikrolunan film kaza geçiren bir işsizin dikiş iğnesi ile bacağını diktiğini gösteren bir sahne ile başlar ki gerçekten "ıhhhggg" dedirtir insana. Amerika'da sağlık sigortası olmayan adamdan sayılmaz ve onlardan on milyonlarcası dolanır ortalıkta... Ardından iki parmağını hızara kaptıran bir marangoz girer ekrana. Hekimler orta parmak için 60 bin, yüzük parmağı için de 15 bin dolar isterler. Borç harç onbeşi bulur, yüzük parmağını diker, orta parmağı kaldırıp çöpe atarlar. YATTI BALIK, YAN GOING Sağlık sigortası olanların durumu da pek parlak sayılmaz. Laura Burnham, trafik kazası geçirmiştir. Sigorta şirketi ambulans ücreti hususunda çamura yatar. Niye? Onaylanması lazımmış da filan. Yani kızcağız yaralı ve baygınken evrak kovalamalıymış, işe bak! Daug Noe sağır doğan kızı Annette'ya işitme cihazı taktırmalıdır. Sigorta şirketi CIGNA sadece bir kulak için "he" der, öbürüne yokuş yapar. Becky Makle Amerika'nın en büyük sigorta şirketlerinden birinde çalışır. Tek işi vardır hastaları şirket merkezinden uzak tutmak. Yalan, yalan, yalan... Kızcağızın dengesi bozulmuştur, "kendimden iğreniyorum" deyip ağlamaya başlar. Maria tatildeyken hastalanır, "Blue Shield"den habersiz MR çektirir. Japonya'daki doktorlar beyin tümörü olduğunu söyleseler de sigortacılar inanmaz. Michael Moore doktoru bulur ve sorar: "Bu bir MR talebi reddi. Bu da, beyin cerrahına çıkılmasına mani olan evrak. Altlarında imzanız var." "Var, n'olcak!" Adam pişkindir, bize bişey olmaz havalarında... BAL TUTAN, PARMAK YALAR ABD'de en iyi bir tıp direktörü şirketini para harcamaktan kurtarandır. "Humana" için çalışan Dr. Linda Peeno açık konuşur: "Dosyalara bakar ve reddetmenin yollarını ararız. Atlatılan hastalar hanemize yazılır, prim alırız karşılığında." Tarsha Harris ameliyat olmuştur. Sigorta Firması "Blue Cross"un tabipleri operasyonu onaylasalar da bir yandan arar, tarar hastanın geçmişte mantar kremi kullandığını bulurlar. Diyeceksiniz ne var bunda? "Vay sen misin mantarını saklayan!" Poliçesini iptal eder, masrafı söke söke alırlar. Bazı hastaneler yaşlı ve kimsesiz hastaları bir başka hastanenin bahçesine bırakıp kaçar. Zavallılar ayazda titreşir, aç ve açıkta kalırlar. Halbuki Sağlık Sigortası sektörünün 800 milyar dolarlık bir hacmi vardır, hani yarısı hastalara harcansa... Hükümetler (1971 Nixon'dan beri) çarka çanak tutar, "bak kominizm gelir ha" der, halkı korkuturlar. Michael, Kanada, İngiltere ve Fransa'yı da gezer halka bedava hizmet sunan devlet hastanelerini inceler, şaşkınlığını saklayamaz. Ve müthiş final... Tedavisini Amerika'da yaptıramayan garipleri (ki aralarında ikiz kulelerde çalışan gönüllüler ve kahraman itfaiyeciler de vardır) toplar. Atar bir bota, doooğru Küba'ya... İlkel ve fukara ülkeye, şeytanlar adasına! Tıbbi seviye nerelerdeymiş, hasta nasıl ağırlanırmış gösterir onlara.
.
Derviş gönüllü sultan Ömer bin Abdülaziz
3 Mayıs 2009 01:00
Ömer bin Abdülaziz, Suriye'de Halep-Hama arasındaki Maarat-ül Numan şehrine (Deyr es-Sim'an köyüne) defnedilir. Halîfeler beştir; Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali... Ve Ömer bin Abdülazîz hazretleri (Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı Şâfiî) Dili dönen, zâhidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz gibi olur. O, dünya ayağına gelmişken ilgilenmedi." (Mâlik bin Dinâr) Emevi Halîfesi Abdülmelik vefat etmiştir. Daha merhumun toprağı kurumadan vezîr Recâ emirleri toplar. Mühürlü ahidnâmeyi sıkı sıkı tutar, tek tek yüzlerine bakar. Halifenin iki oğlu vardır, yerini hangisine bırakmıştır acaba? Hazirun dikkat kesilir, hani sinek uçsa uğultu yapar. Güngörmüş vezir havaya hakimdir, zarfı ağır ağır açar, üstüne basa basa okumaya başlar. Önce besmele, hamdele ve salavat... Müteveffa sultan arzusunu net bir şekilde açıklar: "Yeğenim Ömer bin Abdülazîz'in halife olmasına..." Ömer de oradadır, bu emre çok şaşar. "Yapamam, edemem" dese de onu dinlemez, tek tek gelip bîatta bulunurlar. Salon bir anda yaver, seyis dolar, onu hilâfet kasrına götürecek alay atları hazırlanır, muhafızlar sert komutlarla hiza alırlar. Mübarek, bu seremoniden ziyadesiyle sıkılır, atları ahıra, askerleri kışlasına yollar. Gider eskisi gibi çadırında yatar. O gece uzun uzun düşünür. Ertesi sabah ilk işi kölelerini azad etmek olur (bazıları efendisinden ayrılmaz). Servetini son kuruşuna kadar dağıtır, sırtında bir elbisesi kalır ancak. Sonra hanımıyla konuşma ihtiyacı duyar, "Bak Fâtıma" der, "Allah razı olsun senden hoşnudum. Güzel günlerimiz geçti ama bundan böyle yükümüz ağır olacak. Bana katlanmak zorunda değilsin, dilersen ayrılabilirsin pekala..." O sadık bir kadındır "ölünceye kadar seninleyim" der "ve şunu bil ki asla takılmayacağım ayağına!" - Peki ziynetlerini beytülmâle bağışla desem! - Ne zaman itiraz ettim sana? Fatıma, Hazreti Fâtıma gibi mânevî süslere taliptir, mücevherlerini derler toplar, önüne koyar. HAREMEYNE HADEME Şimdi biraz gerilere gidelim. Hani İnsan iyisi derler ya Ömer bin Abdülaziz de onlardan biridir, adeta başkaları için yaşar. Nasıl temiz nasıl nurlu bir sima... Bak bak, ferahla! Hicri 60 doğumludur, Medine'de sayıları hayli azalan sahabelerden, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer Tayyar, Saîd bin Müseyyib'den (Radıyallahu anhüm) ders alır, ilim ve edeple donanır. Kaldı ki devlet idaresine de aşinadır. Babasının (Mısır Valisi Abdülazîz bin Mervân) yanında hayli tecrübe kazanır. Amcası (Halife Abdülmelik) onun hayranlarından biridir. Bir baba (hele hele bir halife) için "kızımı alır mısın" demek kolay değildir ama bunu yapar. Yetmez kızını gurbete yollamayı da göze alır, damadını sevdiği şehirden (Medine'den) koparmaz. İlerleyen yıllarda onu Haremeyn'e (Mekke ve Medîne'ye) vâli yapar. Ömer bin Abdülaziz Haremeyn Valiliğini deruhte ettiği yıllarda rüştünü ispatlar. Huzur ve emniyeti sağlar, hacıları fevkalade ağırlar. Su yolları, hanlar hamamlar... Mescid-i Nebi'ye yeni bir çehre kazandırır. Hücre-i Seâdeti yontma taşlarla sil baştan yaptırır, etrafını kapısı olmayan ikinci bir duvarla sarar. Nurlu mescide yeni bir mihrâb ve dört minâre daha katar, nakkaşlar maharetlerini konuştururlar... Lakin bu iş valiliğe benzemez, uzak ülkeler ve değişik kavimler vardır emri altında... Ömer bin Abdülaziz halife olunca önce talepleri dinler, sonra hızla icraata başlar. İlk işi maliyeyi ıslah etmek olur, arazileri ölçtürür, biçtirir, tescillerini yapar. Herkesle hesaplaşır devletten alacağı olan tek kişi kalmaz. Nüfusu saydırır, orduyu düzene koyar. Tebaaya anası, babası, çocukları gibi muamele eder, dedesi (Hazret-i Ömer) gibi olmaya bakar. Ehl-i Beyt'e fevkalade hürmet eder. Onları tek tek arar, sorar. Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) vakıf ettiği Fedek Bahçesini oniki imamdan Muhammed Bâkır'ın emrine sunar. KITALAR ÖTESİNE... Bu arada mücahidler kıtaları aşmış, Berberîler topyekun Müslüman olmuşturlar. Düşünebiliyor musunuz taaa Narbonne'da (Fransa'da) üs kurar, Mayorka, Sicilya, Balaer adalarını ezan sesiyle tanıştırırlar. O günlerde Pireneler'den ötesi bataklıktır. İslam komutanları Avrupa'yı fethe değer bulmaz. Halbuki bir Malatya için yüz bin Rum esiri iade eder, pişman da olmazlar. Bir ara ıssız yerlerde koyun otlatan bir çoban Mâlik bin Dinâr hazretlerine sorar. "Halife değişmiş olmalı, kimdir bu temiz ve adil insan?" -Sen onun temiz ve adil olduğunu nereden biliyorsun? -Baştakiler adaletle hükmedince hayvanlar bile hakkına razı olur. Kurtlar bütün sürüyü kırmaz, yemeyecekleri kuzuyu boğmaz. Hasılı millet huzur içindedir, bir bolluk bir bereket, ambarlar dolar dolar taşar. ASRIN MÜCEDDİDİ Biliyorsunuz Hazret-i Ebu Bekir Kur'an-ı kerimi ezbere bilen sahabeleri bir araya getirmiş ve Mushaf-ı şerifi yazdırmıştır. Hazret-i Osman nüshaları çoğaltır, uzak ülkelere yollar. Ömer ibni Abdülaziz ise henüz ravileri hayattayken hadisi şerifleri toplamaya çabalar. Bu iş için vazifelendirdiği alimlerin başında Zühri hazretleri gelir ki Mekke ve Medine'de çalmadık kapı bırakmaz. Dahası hacca gelen ulemayı takip eder, aktarılan hadisi şerifleri itina ile yazarlar. Ömer bin Abdülaziz Bizans ile takışmaz, hatta kalbi İslam'a ısınsın diye tekfura hediyeler yollar. İmparator da mukabelede bulunur, ki görülmemiş şeylerdir bunlar. Özellikle hanımı Fatıma için gönderdiği gerdanlık göz kamaştırır. Kadıncağız sadece denemek için boynuna yaklaştırmıştır ki mani olur. "Hayır" der "yapma!" - Ama bana yollanmış. Bizzat adıma. - Sen halife hanımı olmasaydın, yollar mıydı acaba? AH BİR DİRHEMİ OLSA... Halife beytülmaldan maaş almaz, bir katırı vardır, pazarlarda çalıştırır, ihtiyaçlarını karşılar. Katırcı bir gün her zamankinden fazla para getirir "bu gün iş bereketliydi" der, "hiç durmadık akşama kadar". Mübarek "olmadı ama" der, "öyle bile olsa hayvanı yorma. Şimdi üç gün istirahat ver ona!" Bir gün evlerinin önünden üzümcü geçer ama ne ondan, ne de hanımından bir dirhem para çıkmaz. Satıcı uzaklaşır gider, ardından baka kalırlar. Güya halife olacaktır, bebeleri için üç beş salkım üzüm alamaz. Ömer bin Abdülazîz aslında boylu poslu, geniş omuzludur. Halîfe olduktan sonra süzülüverir, iki yıl içinde kaburgaları çıkar. Tek gömleği vardır, akşamdan yıkar, sabah sırtına atar... Vâlileri tayin ederken "ellerinizi Müslümanların kanından, midenizi malından, dilinizi ırzından uzak tutun" buyurur, adeta kılı kırk yarar. Bir ara oğlunun bin dirheme yüzük taşı aldığını duyar. Ona iki dirhemlik bir yüzük yollar, ki üzerinde "Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin" yazmaktadır. Oğlu mesajı alır, gereğini yapar. Yüzüğü satar, fukaraya sofra açar. KATİLİYLE YAN YANA Ömer bin Abdülaziz hazretleri "Ahiretini dünyâ için satan ahmaktır" buyurur "âhiretini başkasının dünyâsı için satan ise ahmak kere ahmak!" Hasılı ne yer, ne yedirir, gayrı meşru iş kovalayanlara nefes aldırmaz. Onlar da hizmetçisini ayartır, yemeğine zehir kattırırlar. (Hicri 101) Ömer bin Abdülazîz bir lokma almıştır ki vaziyeti anlar. Derhal kölesini çağırıp sorar: "Sana bir fenâlığım dokunmadı, bu ihâneti neden yaptın bana?" - Yâ Emir-el-müminîn! Bin altın verdiler. - Nerede o altınlar? - Evimde sakladım. - Getir o altınları, beyt-ül mala bırak. Altınlar hazineye girer, köleyi bağışlar. Gücü kuvveti azalıp da, beti benzi solunca eşi dostu, "âilene beytülmâldan bir şeyler vasiyet et" derler, "ilerde sıkıntıya düşmesinler". Mübarek güler "Eğer çocuklarım sâlih olurlarsa, A'raf sûresinin 196'ıncı âyet-i kerîmesi yeter" buyurur, "yok kötü olacaklarsa, niye destek vereyim onlara?" Halife'nin vefatına (40 yaşındadır daha) rahipler bile yanar "yeryüzünün güneşi battı" diye ağlaşırlar. Mübarek sadece iki yıl iktidarda kalmıştır, onu takip eden yirmi beş yıl boyunca zenginler zekât verecek fakir bulamazlar. Ondan sonra vazifeyi devralan Halîfe Zeyd ibni Abdülmelik, kız kardeşi Fâtıma'yı çağırır, beytülmala bıraktığı mücevherleri iâde etmek ister. Fâtıma; "Vallahi kabul etmem" der, "ben Ömer'e sağlığında itâat ettim, vefâtından sonra isyân edemem!" KABİRDE DE YAN YANA Büyük alim, ilk müceddid Ömer ibni Abdülaziz sevimli, rahatlatan bir mekânda yatar. Sadık hanımı Fâtıma binti Abdülmelik de ayak ucunda... Nice sultanın adı unutulur ama onun ziyaretçisi eksik olmaz. Üçüncü yol Bir gün adamın biri gelir, "Efendim filan kimse, sizin için şöyle, şöyle söylüyor". Ömer bin Abdülazîz; "Bak buna laf taşımak derler, derhal yargıya intikal ettirmeliyim. Eğer yalancı isen, Hucurât suresinin altıncı âyet-i kerîmesine göre; yok yanıldınsa, Kalem suresi on birinci âyet-i kerîmesine göre yargılanırsın. İstersen üçüncü bir hâli tercih edelim, git helallik iste, seni evine gönderelim." Bir daha birilerinin aleyhinde konuşmak mı? Ne mümkün, kimin haddine? Yarı yarıya Şairin biri Haremeyn valisi olduğu yıllarda Ömer bin Abdülaziz'e bir şiir sunar. Çıkarır on bin dinar verir. Aradan yıllar geçer, artık koca Emevi Devletinin halifesidir. Şair çok daha sanatlı beyitler yazar, gelip kapısını çalar. Valiyken 10 bin dinar bağışladığına göre en az 100 bin altın vermelidir ona... Ömer bin Abdülaziz, methedilmekten hoşlanmaz ama adamı savmak da yakışık almaz... Şaire döner "hepsi hepsi 500 dirhemim var" der "kabul edersen yarısı sana, yarısı bana!" Şair 250 dirhemi alır kesesine koyar. "Ben böyle bereketli para görmedim" diyecektir yıllar sonra... Harcadım harcadım bitmedi ne zaman elimi atsam bir şey çıkar mutlaka... Kabrin dilinden Ömer bin Abdülâziz ne zaman bir cenaze olsa mutlaka koşar, hadiseye hikmet nazarıyla bakar. O gün de bir dostunun defnine katılmıştır. Millet dağılır, o bir kuytuya oturur, başını alır ellerinin arasına... Gençler gelir yanına çöker, "Ne yapıyorsun" diye sorarlar. - Hiiç... Kabirle konuşuyordum da.... - Kabir sana ne diyor? - Onların kefenlerini yırttım, kanlarını emdim, vücutlarını parçaladım, azalarını dağıttım. Ellerini kollarından, pazularını omuzlarından, kalçalarını uyluklarından, ayırdım. Ben makam mevki sâhibi ayırmam, genç yaşlı tanımam. Hani, sizden önce yaşıyanlar? Onlar da büyük şehirler kurdular, derin kanallar kazdılar. Sıhhatlerine, paralarına, kuvvetlerine aldandılar, günahlara daldılar. Herkesin imrendiği sultanlar göz açıp kapayıncaya kadar yaşadı. Kurtlar böcekler kemiklerini sıyırdı, şimdi toprak oldular. Onların da köşkleri kasrları, oğulları uşakları vardı, ne zenginlere zenginliği yaradı, ne de fukaranın fakirliği kaldı. O hatiplere sor, dilleri neden oynamıyor? O zeytin gözlüler, niçin bakmıyorlar? Nerede o nâzik tenliler, keman kaşlılar. Dostları çoktaaan unuttu, haşerata bıraktılar. Söyleyin bana ölümden kim kaçmış, hem kim kaçar? Süt meselesi Meşhur menkıbedir bilirsiniz. Hilafet yükünü omuzlayınca Hazret-i Ömer'in (radıyallahu anh) uykuları kaçar, çıkıp sokakları arşınlar. İşte Medîne'de kol gezdiği bir gece kulağına bir ses gelir: "Şu suyu süte katsana!" - Ama anne Emîr-ül-Müminîn süte su katmayı yasak etmedi mi?" - Amaaan boşveer. Ömer nerden görecek? - Allahü teâlâ görüyor anne! O her şeyi biliyor. Hazret-i Ömer bu sesin sahibini merak eder, araştırır soruşturur, karşısına hanım hanımcık bir kızcağız çıkar. Kararını verir ve onu oğlu Asım'a nikahlar. İşte bu kızcağız Ömer bin Abdülazizin ninesi olur. Farkında mısınız? Mesele geliyor dolaşıyor sütte düğümleniyor. Helal sütte!.
.
Ortak kültür sınır tanımaz
4 Mayıs 2009 01:00
Son Akdeniz Ülkeleri Toplantısında Batılı monşerler Beşar'ı sıkıştırmış, Türkiye-Suriye yakınlaşmasından duydukları rahatsızlığı dile getirip parmak sallamışlar. Beşar'ın da kafası atmış, "Bakın mayınları kaldırdım" demiş, "Kızdırırsanız sınırları da kaldırırım!" Şam'da yaşayan bir Türk, sekiz yıldır buradayım, sadece bir tane sarhoş gördüm diyor halbuki bu ülkede alkol yasağı da yok. Sonra Suriye'de kapkaç olmaz. Bir kere halk hırsızın üstüne yürür, hırpalar, sonra karakolda buruştururlar, bir posta da kodeste geçer, canını çıkarırlar... Kısacası burası "emin" bir diyar. Said Amca bunu teyid eden bir hadise anlatıyor: "Yıllar evvel karayolu ile hacdan dönüyoruz Halep'te konakladık. Otomobilin tavan bagajına bavulları sarmışız, çözmeye başladım. Otelci sordu, "hayrola?" - İçeri alacağım, n'olur, n'olmaz. - Bi şeycik olmaz. Hiç uğraşma üstünde bırak. Bavullar üç gün boyunca sokakta kaldı, hakikaten kimse dokunmadı onlara... Genelde Arap deyince esmer kara kaşlı kara gözlü insanlar gelir aklımıza... Halbuki Suriyeliler kumralcadırlar, hatta aralarında sarışına kaçanları var. Çocukların yarısı renkli gözlü, çakır, yeşil, ela... Boncuk boncuk bakıyorlar insana. EVİNİZDE GİBİSİNİZ Emin olun dünyanın hiçbir yerinde Suriye'deki kadar rahat dolanamazsınız. İnsanı aynı bizim insanımız. Mutfağı bizim mutfağımız. Tesettürleri bile bize benziyor daha ziyade manto eşarp kullanıyorlar. Suriye'nin Türkiye ile uzun bir sınırı var, kültürler zaten hudut tanımıyor. Aynı ezgileri dinliyor, aynı lezzetlerden hoşlanıyor, dünya siyaseti hakkında benzer tepkiler veriyorlar. Halkı Müslüman ve büyük ekseri sünni Osmanlı'yla problemleri yok, dedelerimizden kalan eserleri de iyi korumuşlar. Onların da fukarası kağıt topluyor, seyyarları kaldırıma yayılıyor, aynı bizim hesap pamuk helva yapanlar, mısır kaynatanlar... Kışlar elbette daha yumuşak, bahar erken geliyor. Henüz nisan başında çağla bademler tezgaha düşüyor. Onların otobüsleri de fişek gibi, güya takometre var ama Türklerden teknoloji transferi yapmışlar, 120'yle de gitse 80 gösteriyor. DOSTLAR ARASINDA... Hafız Esad'lı yıllarda Suriye'ye hakim olan BAAS'çılar Türkiye ile gereksiz yere köprüleri atmışlar. Lakin halklar arasında bir sürtüşme hiç olmamış. Olamaz da... Tayyip Beyin ve Kürşad Tüzmen'in çabaları malum, Beşar Esad da kayıtsız kalmamış çağrıya. Ankara Şam arasındaki buzlar erimiş, iki başkent tekrar kaynaşmış yıllar sonra. Son Akdeniz Ülkeleri Toplantısında Batılı monşerler Beşar'ı sıkıştırmış, Türkiye-Suriye yakınlaşmasından duydukları rahatsızlığı dile getirip parmak sallamışlar. Beşar'ın da kafası atmış, "Bakın mayınları kaldırdım" demiş, "Kızdırırsanız sınırları da kaldırırım ha!" Ne kadarı doğru bilmiyoruz ama çarşı pazarda bunlar anlatılıyor. Başer'in hanımı Esma Türk asıllı, Humus eşrafından, ailesi "Itri" soyadı taşıyor. Suriye'de hayat ucuz, harcıyorsunuz harcıyorsunuz bitmiyor. Bozdurduğunuz paralar elinizde kalıyor. Aslında para bozdurmanıza da gerek yok, Türk parası her yerde geçiyor. Hatta Euro'nun kabul görmediği yerlerde liranın saltanatı sürüyor. Suriyeliler ailelerine çok düşkünler, hanımlar önde tutuluyor, çocuklar omuzda taşınıyor. Muhabbeti pek seviyorlar, komşuluk önemli, maaile toplanıp akşam gezmesine gidiliyor. Genelde ayrı oturuluyor, erkekler dama balkona çıkıyor, kadınlar misafir odasına kuruluyor. Bu sohbetler gece boyu sürüyor, bazen eve günün ilk ışıkları ile dönülüyor. CAN BOĞAZDAN... Hali vakti yerinde olanlar yemeği dışarıda yiyor. Olmadı sipariş veriliyor. Bazı evlerde aylarca tencere tıkırdamıyor. Lokantalar lunapark gibi, belki 5 bin kişiyi ağırlayabiliyor. Hiç aceleleri yok, patlamış mısırlar, kestaneler geliyor, nargileler tütüyor, mırralar yuvarlanıyor. Buna rağmen kilolu değiller, demek yakıyorlar. Tatlıcılık ayrı bir sanat, çok da ustalar. Kimse evde uğraşmıyor gidip erbabından alıyor. Kadayıf baklava on numara. "Şam fıstığı" bol ya, acımadan atıyor, halı gibi seriyorlar. Evleri de evlilikleri de bize benziyor. Görücü usulü yaygın, gelinleri genelde oğlan anaları seçiyor. Gençleri de görüştürüp fikirlerini alıyorlar. He derlerse kollar sıvanıyor, hazırlıklar başlıyor. Düğün cemiyetinde kadınlar evde, erkekler camide toplanıyor. Yanık sesli hafızlar Kur'an-ı kerim okuyor, cami avlusunda da dondurma dağıtılıyor, ağızlar tatlanıyor. BİZE BENZİYORLAR... Son yıllarda karışık düğünler de yapılmaya başlamış, bu yüzden yaşlılar Türk dizilerine pek kızıyorlar. Dizilerimiz (ne yazık ki) pek müessir, korkarım bazı hastalıklar sirayet edecek onlara. Film dediğin seyredilip geçilir ama bunlar kaptırıyor, abartıyorlar. Evlerde niza çıkıyor. Tartışanlar, boşananlar... Oyuncularımızı reklam panolarında görünce şaşırıyorum. Hani adaylık koysalar kesin mebus olurlar. Biliyor musunuz yabancı bir şehri gezerken hep şu soruyu sormuşumdur. "Bak bakalım. Hayatının kalan kısmını burada geçirebilir misin acaba?" Çoğu kez ölçerim tartarım İstanbul ağır basar. Tereddütsüz evet diyebileceğim birkaç şehir oldu. Bunlardan biri Şam... Halep, Humus, Hama da olabilir icabında... Evet burada yaşanır, hem fevkalade komşuluk yapılır bu insanlarla... VER Bİ BURTAKA Diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi Suriye'de de meyve suyu satmak geçerli bir iş kolu... Elma, muz, ananas gibi meyveleri acımadan sıkıyor, doyurucu karışımlar hazırlıyorlar. Suriyeliler aileye çok düşkünler. Fırsat buldukça çoluk çocuk gezmeye birlikte gidiyorlar... KÜLTÜRLERİ DE AYNI, ÇARŞILARI DA... Suriye'de, her ne kadar sağda solda devlet başkanı posterleri görünüyorsa da baskı yok, ya da biz hissetmiyoruz. Fotoğraf makinesini, kamerayı rahat kullanabiliyorsunuz zira. Yanınızda yörenizde polis bitmiyor, objektifi kime çevirseniz gülümsüyor, el sallayıp poz veriyorlar. Onlar da Anadolu insanı gibi lokma paylaşmaktan hoşlanıyor, piknikçiler çıkınlarını gösterip "buyrun" diyorlar. Tarih boyunca değişik kültürlere ev sahipliği yapan Suriye'nin ciddi bir mutfağı var. Yoğurtlu dolma gibi Araplara has yemeklerden tutun, acemlerin etli safranlı pilavına kadar. Onlar da bizim gibi badılcana bayılıyor, hudaratsız (yeşilliksiz) yapamıyorlar. Yoğurdu zahter (kekik) ve zeytinyağı ile süslüyor, humusu baş köşeye koyuyorlar. Yabancı dil bilmeden gezebilirsiniz Suriye'de Türkçe ile rahat dolanıyorsunuz. Esnaf kırık dökük de olsa dilimizi biliyor. Kaldı ki ülkede 4 milyon Türkmen var, bunlar bozulmamış bir Türkçe ile konuşuyorlar. Türkmenler daha ziyade Golan tepelerinde yaşıyorlarmış, İsrail işgal edince zor durumda kalmışlar. Mecburen büyük şehirlere gelmiş ama pek düzen tutturamamışlar. Cumhuriyetin ilk yıllarında da Suriye'ye bir akın olmuş, özellikle şapka inkılabından sonra başı İstiklal mahkemesi ile derde girenler Hatay'a (O zamanlar Fransız idaresinde) geçmiş bir süre problemsiz yaşamışlar. Ne zaman ki Hatay da TC'ye geçmiş, inmişler aşağıya... Bunlar genelde eğitimli, ağır kamil insanlar. Suriye'de de itibarlılar, sözleri dinleniyor. Aslında memleketimizin de ihtiyacı var onlara. Muhiddin Arabi Hazretlerinin medfun bulunduğu Salihiye'de ve Kasiyun eteklerinde (Dağ Mahallesi) çok miktarda Anadolu asıllı yaşıyor. Onlara Muhacirin ya da Etrak deniyor. Etrak içinde hikayesi en yürek buranı elbette Vahideddin Han.
.
Övülen şehir
5 Mayıs 2009 01:00
Hem Arabın yüzü hem Şam'ın şekeri -2- HAZIRLAYAN: İrfan ÖZFATURA Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) Suriye'yi iki kere şereflendiriyor, Şam için dua buyuruyorlar: "Ya Rabbi Şam'ımızı ve Yemen'imizi mübarek eyle!" Şam övülmüş bir belde, insanı kuşatıp sarıyor. Menkıbeleri ile büyüdüğünüz nebilerin, sahabelerin, velilerin türbelerini görünce içiniz bir hoş oluyor. "Şeref-ül mekan bi'l mekin" demişler, mekânın şerefi yaşayanlardan ve yaşananlardan geliyor. Dedelerimiz Harameyn ve Kudüs'ün ardından Şam'ı saymışlar. Batılılar ona 'Damascus', Araplar 'Dımeşk' demiş, Türkler işe Şam-ı şerif, ya da şehr-i cemil gibi ihtiram yüklü kelimelerle anmışlar. Şam'a on bine yakın sahabe gelmiş, bir kısmı şehirde vefat etmiş. Ki bunlar arasında Bilal-i Habeşi, Abdullah bin Cafer-i Tayyar, Ebu Derdâ, Ebu Hureyre, Abdullah İbni Mektum, Dıhye-i Kelbi, Havle binti Ezve (hanım sahabi) Şurah bin Hasene, Ümmü Habibe, Ümmü Seleme, Halife Muaviye gibi (Aleyhimürrıdvan) zirve isimler var. Ehl-i beytin göz bebeklerinden Hazreti Hüseyin ve Seyyide Zeynep ona keza... İbn-i Abidin, İbn-i Asakir, Ebu Süleyman Darani gibi alimler de Şam'da medfunlar. Ve sayısız devlet adamı... Selahaddin Eyyubi, Nureddin Zengi, Vahideddin Han! ULU HAKAN'DAN Osmanlılar bu şehirde haylı iz bırakmış, sağda solda tuğralar gülümsüyor. Şam'ın Eminönü'sü Mıntıka-ı Hurra. Trafik Mercii Meydanı etrafında dönüyor. Parkın ortasında granit bir sütun. Üzerinde küçük bir cami maketi. Aaaa ben bunu bir yerden hatırlıyorum ama... Meğer Yıldız Camii imiş, telgraf hattı kurulduğunda 2. Abdulhamid Han hediye etmiş Şam'a. Abdülhamid'in bir hediyesi daha var, üstelik kendi adını taşıyor. Evet şehirde ticaretin nabzı 140 yıllık Hamidiye Çarşısı'nda atıyor. Aynen Kapalıçarşı gibi örtülü. Ve kalabalık en az Kapalıçarşı kadar. Ana artere açılan aralıklarda heyecan verici mekanlar var. Mesela şirin bir mescidin içinde Ebu Hureyre'nin (radıyallahu anh) kabri (ya da makamı) bulunuyor. Ebu Hureyre "Kediciklerin babası" demek... Efendimizden (Sallallahü aleyhi ve selem) en çok hadis rivayet eden sahabeler arasında geliyor. Bir başka aralık Nuriye Medresesine açılıyor. Burada adil, yiğit bir sultan yatıyor. Bir gönül ehli... Mahmud Nureddin Zengi! HİCAZ DEMİRYOLU Numan Ünal Ağabeyi tanıyan tanır. Bardağın daima dolu yanını gören istisna bir insan... İki kelimeyle anlatın dense "safi heyecan!" Birlikte Hicaz demiryolunun önemli duraklarından biri olan Şam İstasyonuna gidiyoruz, içi içine sığmıyor. 2.Abdülhamid 1 Eylül 1900'de başlattığı proje ile İstanbul Mekke arası 120 saata düşüyor. Hicaz ve Yemen'deki askerlerimize kolay sevkiyat yapılabiliyor. Güzergâh boyunca sadece ray döşenmiyor, köprüler, istasyonlar, hastaneler ve telgraf merkezleri de getiriliyor. İstasyon şehrin en mutena semtinde. Binaya güzel bakmışlar şu anda kitapevi, dini, edebi tarihi yayınlar teşhir ediliyor. Sağda solda İstanbul-Şam ve Şam-Van-Tahran seferlerini gösteren haritalar. Anlaşılan o ki Türkiye münasebetlerine ehemmiyet veriyorlar. MAZLUM SULTAN Son yıllarda yayınlanan kitaplar Vahideddin Han'ın Anadolu hareketini nasıl başlattığını, Türkiye'den kovulurken sadece tespihini alıp çıktığını açık açık anlatıyor. Hayatının ahirinde parasız pulsuz kalan ve bakkala kasaba olan borcundan dolayı San Remo'da na'şına el konulan (1926) mazlum sultan, Şam da (Süleymaniye Külliyesinde) yatıyor. Türbedar Mustafa "biliyor musunuz burası çok farklı bir mekan" diyor, "bunca yıldır hizmet ederim, tek haşerata rastlamadım daha. Hazirenin kendine has bir kokusu var, sadece ben duyduğumu sanırdım ama misafirler de hissediyorlar." Kanuni devrinde Mimar Sinan'a yaptırılan (1554) Külliyenin haziresinde genelde hanedan mensupları yatıyor. Bunlar İtalya'da Fransa'da yaşamak zorunda kalsalar da Şam'a defnedilmeyi vasiyet etmiş, muradlarına nail olmuşlar. Sanırım Şam için verilen müjdelerden haberdârlar... Süleymaniye Külliyesi bir ara askeri müze olarak kullanılıyordu ve külüstür Mig'ler namlularını çevirmişlerdi yarı tehditkar! Cami bakımsız ve perişandı o yıllarda.. Şu anda silahtan pusattan arındırılmış, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte onarılıyor (TİKA önderliğinde). Külliyenin bedesteni turist kaynıyor, içinde cam işleme atölyeleri, ressamlar, sanatkarlar... Cami ve hazire ziyarete kapalı ama Türk iseniz başka, kapılar açılıyor ardına kadar. KASİYUN DAĞI Şam aslında düz bir ovada uzanıyor, ortasından Bereden nehri akıyor. Yanında dik mi dik sarp mı sarp bir dağ... Kasiyun Dağı hem yeşil hem havadar. Yaz akşamları küfül küfül esiyor, çay bahçeleri cıvıl cıvıl, geç vakitlere kadar servis yapılıyor. İnsanlık tarihinin ilk katili ile ilk şehidi (Kâbil Hâbil) Kasiyun Dağında yaşamış. Zeledani denen bu mevki ziyaret ediliyor. Kırklar Mescidi etrafında 700 kadar nebinin defnedildiği söyleniyor ve 70 bin şehitten bahs açıyorlar. Şamlılar yağmur duasına burada çıkıyor.. Kasiyun eteklerinde Mevlana Halid-i Bağdadı, Muhyiddin-i Arabi, Abdülgani Nablusi gibi büyüklerin dergâhları ve kabirleri var. Ne hikmettir bilinmez gönül ehli bu mevkiden kopmuyor. Hepsi bir yana, Server-i âlem (Sallallahü aleyhi ve sellem) Suriye'yi iki kere şereflendiriyorlar. Niyetleri Şam ama ikisinde de Busra'dan dönmek zorunda kalıyorlar. Şam için dua buyuruyorlar. Allahümme bariklena fi şamina ve yemenina (Ya Rabbi Şam'ımızı ve Yemen'imizi mübarek eyle!) Meclisteki bir sahabe ilave ediyor; "Ve fi Necdina" (Necid'imizi de) Efendimiz duayı tekrarlıyorlar ama içinde Necd bulunmuyor. BİR DAĞ, DAĞLAR GİBİ HATIRA... Şamlıların söylediğine göre Hazret-i Nuh, Hazret-i İbrahim, Hazret-i Eyyüb, Hazret-i Lût, Hazret-i Hud, Hazret-i İlyas ve Hazret-i Davud (Aleyhisselâtü vesselam) az ya da çok Kasiyun dağında yaşamışlar. Hazret-i Süleymanın sarayı da burada kurulmuş, Belkıs'ın tahtı da buraya getirilmiş hatta. Hazret-i İsa havarileri burada namaz kılmış, Yahya aleyhisselam annesi ile burada saklanmışlar. Büyük alim ve veli Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri, Kasiyun Dağı eteklerinde medfun... SEYYİDE ZEYNEB (radıyallahü anha) Hazret-i Hasan ve Hüseyn'in kardeşi... Hazret-i Ali ve Hazret-i Fatıma'nın kızı... Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken dünyaya geliyor... Son derece zekî, akl-ı selîm sahibi. Muhteşem bir hatip, sözleri kalplere tesir ediyor. Yine Şam'da medfun bulunan Abdullah bin Cafer'le evlenmiş, Ali, Abbas, Ümmü Külsüm ve Avn el-Ekber gibi dört pırlanta yetiştirmiş. Annesi Fatımatü'z-Zehrâ'dan ve Esmâ binti Umeys'ten hadis-i şerifler rivayet eden bu güzide sahabi Kerbela hadisesine şahit oluyor, tarifsiz acılar yaşıyor. ÇELİK BİLEKLİ, PAMUK YÜREKLİ KOMUTAN Selahaddin Eyyubi Emevi camiinin hemen yanı başında yüksek kubbeli bir türbe. Banisi Yavuz Sultan Selim Han. Yavuz Mısır seferi öncesi gelip ziyarette bulunuyor, uzun uzun Kur'an-ı kerim okuyor. Yavuz ve Selahaddin... İkisi baş başa... Ne manzara ama... Selehaddin Eyyubi'nin türbesinde iki sanduka var. Bunlardan taş olanını Alman İmparatoru 2.Wilhelm yollamış. Atmamış ama kullanmamışlar da. Büyük mücahid tahta sanduka altında yatıyor, yeşil kumaş ile örtülü olanda. Sadece Wilhelm değil birçok batılı ona hayran. Ancaaak! Ancak 1917'de Fransızlar yöreye musallat oluyor, işgal ordusunun edepsiz generali nurlu kabri tekmeliyor "Kalk Selahaddin kalk da bak" diyor, "Hıttin'in intikamı alındı, artık buradayız!" Boş laf. "Peki şimdi neredesiniz" diye sorarlar adama... Selahaddin Eyyubi büyük bir savaşçı ama affetmeyi seviyor. Sivile asla kılıç kaldırmıyor, fidyelerini ödeyemeyen esirlere kendi servetinden para dağıtıyor. Belki de bu yüzden varislerine sadece 47 dirhem bırakıyor ki 1 dinar bile değil. Şer'an fakir, hani zekat alsa yeri var! Tanıyanlar Selahaddin Eyyubi'nin yüzünde hüzünlü bir hava olduğundan dem vururlar. Bir cuma hutbesinde hatip, tebessüm etmenin faydalarını sıralar. Çıkışta Sultan Selahaddin, hoca efendinin koluna girer "Biliyorum beni işaret buyurdunuz" der, "yerden göğe haklısınız ama..." Hıçkırığını yutarak ilave eder "Söyleyin nasıl gülebilirim. Mescidi Aksamız esaret altında!" Biz şen kahkahalar atabildiğimize göre... Ah.. Ahh!.. Encamımız hayrola!
.
İslam'ın batıya açılan kapısı
6 Mayıs 2009 01:00
Aramileri, Fenikelileri, Romalıları, Emevileri, Eyyübileri, Abbasileri, Selçukluları ve Osmanlıları ağırlayan Suriye, İslâm'ın Batı'ya açıldığı kapı. Anadolu'nun serinliği de burada, Arabistan'ın sıcaklığı da... Bab-üs Sagir kabristanında gördüğünüz her taş bir fakihe, bir veliye, bir şehide ait olabilir. Tasnifini yapmak yıllar alır ancak... Şimdi bir turistin İstanbul'a geldiğini düşünelim. "Halid bin Zeyd" Hazretlerini ziyaret etmek istiyor olsun. İyi de kaç taksi şoförü bu isme aşinadır? Ama "Eyüp Sultan" derse o başka. Herkes gösterir, kime sorsa... Bir kere Arabide "p" diye bir harf yok, aslı Eyyûb o da oğlunun ismi. İyi de Sultanı nasıl izah edeceksiniz peki? Bizim insanımız oradaki sultanın ne manaya geldiğini bilir ama yabancılar? "Şah, melik, emir" sanırlar ihtimal. Yıllar evvel Tunus'ta Abdullah-i tercümani hazretlerinin kabrini arıyorum, esnafın biri iş hanının ikinci katını göstermez mi? Baktım Tercüme bürosu, sanırım Abdullah adlı biri çalışıyor orada. Hasılı İslam büyüklerinin mahalli isimleri, kitaplardakine uymaz. Çoğu kez "şıh, sahip, mir, hace" gibi bir ek koyarlar başına. Suriye'ye gideceğimi duyunca Ansiklopedi servisinden rica ediyorlar. "Evliyalar serisini silbaştan düzenliyoruz, resim istesek yük olur muyuz acaba?" Ne demek, elbette! Makinem objektiflerim zaten yanımda, beş on kare için sizi kıracak değilim ya? "Sen öyle san" diyorlar. Bir liste geliyor tam sekiz sayfa! Baka kalıyorum, ne isimler, ne isimler... Demek boşuna Şam-ı şerif demiyorlar ona... Her karışında şüheda, sülaha... Hele Bab-üs sagir. Bir uzman girsin, iki yılda çıkabilirse gelin yanıma! Evet, Şam'dan anlatacak çok şey var ama Malula'dan söz açmasam içimde kalacak. Rabbim isterse eğer Temel yayla yolunda bir taşa oturup soluklanmış. Ayağının altında sıra sıra dağlar, çam, çim, bulut ne ararsan. Bakmış bakmış ve "hey güzel Allahım" demiş, "seni inkar eden kafirdir!" İnanın Malula da benzer şeyleri dedirtiyor insana... Bir dağ düşünün yekpare mermer. Zirvesinden ikiye ayrılmış ama öyle fay, çatlak değil yılan gibi yumuşak kıvrımlarla uzanan bir yol var arada. Tolga Uslubaş jeologtur biliyorsunuz, resimleri gösteriyorum, "bilimsel bir izahı yok" diyor "hani dere nehir aksa belki ama sözkonusu yer vadi değil de zirve olunca..." Geriye tek cümle kalıyor kudret-i İlahi... Zaten her şey öyle değil mi? Kızıldenizi yaran mevlam nelere kadir değil ki? Rabbim isterse eğer sular büklüm büklüm burulur... Ve sırtına Sakarya'nın... Amenna! Efendim Malula Hazreti Meryem Validemiz ile İsa Aleyhisselam'ın Yahudilerden saklandıkları bir mevki. Canlarına kastedenler ova tarafından gelince çaresiz kalıyorlar. Arkalarında sarp mı sarp bir dağ var zira... Rivayete göre dağ yarılıp yol oluveriyor, Meryem validemizle nurlu oğlu rahatlıkla geçiyorlar deniz tarafına. Burası yer yüzünde Aramice konuşulan tek belde. Bu yüzden Kiliseler birliği para yağdırıyor. Avrupa'dan yetim kız çocuklarını getiriyor, rahibe yetiştiriyorlar. Aramice kolay öğrenilen bir lisan, bu yüzden hızla yayılmış. Kültür dili, ticaret dili derken Asur sarayına da girmiş. Kayıtlar umumiyetle papirüsler üzerine yazıldığı için belgeler sağlam kalmış. Şimdi bir enstitü kurmuş, çözmeye çalışıyorlar. Malula'da Müslüman sayısı Hıristiyan sayısına yakın ama sahipsizler. 16 kiliseye karşılık iki cami bulunuyor. Aramice konuşan herkes Hıristiyan değil, bunun bilinmesini istiyorlar. Rivayetlere göre Hazret-i Meryem ve İsa Aleyhisselam bu yoldan dağı aşar Romalıların elinden kurtulurlar. İmam-ı Nevevî hazretlerinin türbesi. NEVA'nın kandili: İmam-ı Nevevi... Neva Busra yakınlarında küçük bir kasaba... İmam-ı Nevevi (Rahimehumullah) burada doğmuş burada yaşamış. Çok büyük bir alim, hatta Şafii-yi sani diyorlar. Riyazüssalihin adlı hadis kitabı çok ünlü. Müslim'e 9 cild şerh yazıyor. Ben bunu 200 cild de yazardım ancak bu kadar kısaltabildim diyor. M. Said Arvas hocamızın ona büyük bir muhabbeti var. Anlattıklarını buraya sığdırmam mümkün değil ama şunu aktarmalıyım. İmam-ı Nevevi hazretleri hacca gidiyor, Kabe-i muazzamayı görünce heyecanlanıyor, namaza niyetleniyor. Bir çocuk, "amca yanlış yapıyorsun" diyor, "Mescidi haramın tahiyatül mescidi tavaftır bilmiyor musun?" - Sen nerden biliyorsun? - Kim bilmez? İmam-ı Nevevi'nin Minhac'ında yazıyor! Çınarın GÖLGESİNDE... İmam-ı Nevevi hazretlerinin kabri üzerinde kendiliğinden bir çınar filizlenir. O ağaç o gün bu gündür (730 yıl) büyük velinin ziyaretçilerine gölge yapar
.
Bahira, Nestura ve ROMANOS
10 Mayıs 2009 01:00
İZ BIRAKANLAR İrfan ÖZFATURA irfan.ozfatura@tg.com.trİhtiyar rahip mührü nübüvveti görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar, "Sen ahir zaman peygamberisin" der "Ben inandım, iman ettim. Ah o günlere ulaşsam da, hizmetinde bulunsam!" BAHİRA'NIN MANASTIRI Ebu İdas Cercis, bizim bildiğimiz adıyla Bahira (Aramîce seçilmiş demektir) sözü dinlenen bir Süryani rahibidir. Oldukça yaşlıdır, ihtimal beli büküktür, saçı sakalı kar gibi beyaz... Bahira önceleri Yahudi'dir, sonra Hıristiyanlığı seçer. Teslise (üç tanrı inancına) karşı vahdaniyeti savununca papazlar arasında da barınamaz. Kadıköy konsilinden kovulunca taaa Ürdün sınırındaki Busra'ya çekilir ve inandığı gibi yaşar. Zikrolunan manastır kuytuda kalsa da hayli itibarlıdır. Zira asırlık kütüphanesinde ele geçmez kitaplar vardır. Burası bir okuldur aslında. Astronomi ve kozmografyadan anlar, hekimlik de yaparlar. Başrahipler ölene kadar vazifede kalır, yerine geçecek ismi bizzat belirler, haleflerini makama hazırlarlar. Bahira da bu kültürle yetişir, eski kitaplarda ahir zaman peygamberini müjdeleyen satırlara rastlar. Fahr-i âleme görmeden aşık olur, sırrını sözünü dinleyen ruhanileri de fısıldar. BEKLENEN YOLCU Son günlerde Habibullah'a beslediği muhabbet artmış artmış, benliğini sarmıştır. Bir şeyler olacaktır sanki, anlayamadığı ve anlatamadığı şeyler. Kuleye çıkıp uzun uzun Mekke cihetine bakar, bir ses, bir koku, bir işaret arar. Geceleri çölü dinler, adeta meçhul yolcunun adımlarını sayar. Yüreği ılıcık, sıcacıktır, içi içine sığmaz. O günlerde Şam - Yemen ticaretini Mekkelilerden sorarlar. Kervancılar burada konaklar. Atlarını sular, develerini salar, yıkanır, paklanır, yorgun vücutlarını döşeklere bırakırlar. Bir kaç gün de olsa kavurucu çöllerin, dondurucu gecelerin acısını çıkarırlar. Bahira'nın kervanlarla ve kervancılarla ilgilendiği görülmüş şey değildir ama o gün yanlarına koşar. Bir telaş, bir heyecan... Kafileyi topyekûn yemeğe çağırır. Zengin, fakir, köle, eşraf... Kim ama kim varsa... Kureyşliler bunu tuhaf bulur, hatta şaşırırlar. Lâkin davet davettir, sofra açan bir ihtiyarı kıracak değillerdir ya. Peygamber Efendimiz henüz 12 yaşındadır (bir rivayete göre 9), onu nöbete bırakırlar. Rahip misafirleri tek tek inceler, belli ki aradığını bulamaz. HERKES BURDA MI? Zira Habibullah'a gölge eden bulut oradadır hâlâ. Ağaçlar tazimle eğilmekte, kayalar selâma durmaktadırlar. Kuru olduğunu çok iyi bildiği dallar zümrüt zümrüt donanmıştırlar. Üstüne basa basa sorar: "Gelmeyen biri var!" Ebu Talip "hepimiz buradayız" der, sadece eşyaların başında... - Eşyalara keşişler bakar, çağırın onu da! Adı güzel Muhammed içeri girer, edeple yaklaşır amcasına. Letafet, zerafet, nezaket... Görülmemiş bir olgunluk, tarifsiz vakar. Bahira aradığını bulmuş, yüzü aydınlanmıştır. Ebu Talib'e sorar: "Adı ne?" - Muhammed! - Yakınınız mı olur? - Oğlumdur. - Yanılmayasınız? Onun annesi babası vefat etmedi mi? - Evet etti ama ben oğlum derim ona. - Bu kırmızılık gözlerinde devamlı durur mu? - Durur! Bahira yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı servere döner "Soracaklarıma doğru cevap ver" der, "Lat ve Uzza hakkına!" Efendimiz putların adını ağzına almaz, ancak "Allah aşkına" deyince yemin verir, bildiklerini saklamaz. - Uyur musun? - Gözüm uyur, kalbim uyumaz! Sırtını açar mısın? Amcasına bakar. Ebu Talip "aç oğlum" der, "herhalde bir bildiği var!" Yakasını sıyırır. İhtiyar rahip mührü nübüvveti görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar, "Sen ahir zaman peygamberisin" der "Ben inandım, iman ettim. Ah o günlere ulaşsam da, hizmetinde bulunsam!" Bahira, Ebu Talib'e "n'olur Şam'a gitmeyin" der, "benim bildiklerimi Yahudiler de bilir ve korkarım size saldırırlar!" Ka'b bin Ahbar, Abdullah bin Selâm (Radıyallahü anhüm gibi) Yahudi alimleri hakkı kabul etseler de genelde kavmiyet asabiyetleri ağır basar. Ebu Talib, söz dinler, az demez, çok demez mallarını Busra'da satar. Buna rağmen Zebir, Temmam ve Deris adlı üç Yahudi militanı suikasta yeltenir ama başarılı olamazlar. Bahira, Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberlikle vazifelendirildiği günlere kavuşamaz. Talebelerinden Mühezzeb ondan duyduklarını kaleme alır, ortaya El-Enba gibi değerli bir eser çıkar. İKİNCİ SEFER Efendimiz 25 yaşında iken bir kere daha Şam'a doğru yola çıkarlar. Hani Hazret-i Hatice'nin kervanıyla... Bahira vefat etmiştir, yerini bıraktığı Nestura dahi son peygambere inanmakta, bir işaret beklemektedir Hicaz taraflarından... Busra 'da yine yukarıdakine benzer hadiseler yaşanır. Nestura edeple gelip huzurunda durur ve "İsa aleyhisselama İncili gönderen Allah hakkı için söylüyorum ki sen son Peygambersin" der, "vahiy indiği günlere erişebilir miyim acaba?" Sonra Meysere ile Huzeyme'yi kenara çeker, "Şam'a gitmenize razı olamam" der, "Yahudiler sizi rahat bırakmaz!" Malları Busra pazarında satar, iyi de kazanırlar. Şam'a gitmeleri için bir sebep kalmaz. Bu kısmı okuyucularımız iyi bilir, malum defaatle anlatıldı bizim sayfada... Şimdi daha az bilinen bir tarih dilimine mikrofon tutalım. (Evet mikrofon! İrfan turizmin Suriyeli rehberi İbrahim bakın nasıl anlatıyor:) TARİH TEKERRÜR Hazret-i Ebubekir devri... Busra tekfuru Romanos bilge bir insandır. Ebubekir Sıddık ile taaa tacirlik yıllarından tanışırlar. Derken yıllar, yollar girer araya... Hicaz bölgesinde olup bitenlerden kısmen haberdardır. Henüz Müslümanlarla karşılaşmamıştırlar ama beklemektedir akşam sabah... Nitekim günün birinde Şurah bin Hasene (Radıyallahu anh) komutasındaki mücahitler gelir, kapıya dayanırlar. Kalabalık sayılmaz ama kararlıdırlar! Bir panik bir telaş, silaha sarılan sarılana... Romanos "bir dakika" der, "sakin olun, gidip konuşacağım onlarla!" Derhal atına atlar, korkusuzca girer mücahidlerin arasına. Hazret-i Şurah ile selamlaşır, bir gölgeye otururlar. Romanos "Kureyşten bir resul gönderileceğini biliyoruz" der, "o Muhammed mi? N'olur doğruyu söyle bana!" - Hiç süphen olmasın. Elbette ve mutlaka! - Peki bir kitap indirildi mi? / - Evet! - Şarab haram kılındı mı? / - Evet! - Namaz farz kılındı mı? / - Evet! - Cihad farz kılındı mı? - Öyle olmasa işimiz ne burada? ONUNLA BİTSE... Romanos cevabını almıştır, tereddütü kalmaz, ancak iş onunla bitmez ki, kavmi dikbaşlıdır, sözünü dinleyeceklerini sanmaz. Halbuki Şurah bin Hasene açık konuşmaktadır: "Ya Müslüman olun, ya bayrağımız altında yaşayın, ya da..." - Ya da? - Savaş! - Ebubekir refikim olsa böyle demezdi ama? - Bu onun şahsi işi değil farklı davranacağını sanmam. Romanos kaleye döner, meclisi toplar. "Arkadaşlar" der, "vaziyet böyle böyle... Kanaatimi sorarsanız Muhammed-ül emin ahir zaman nebisi. Zaten nice zamandır onu beklemedik mi? Bence Müslümanlarla birlikte olmalı, dünyamızı da ahiretimizi de kurtarmalıyız. Görüyorsunuz Filistin, Irak, Havran ve Tedmur'u aldılar, hızla yayılıyorlar. Bu gün anlaşmazsak yarın Halid bin Velid'i yollarlar. Gelin tekliflerini kabul edelim, dileyen eskisi gibi yaşar. Hoş, kimseye karışmıyor, zorlamıyorlar." Mecliste büyük patırtı kopar, bir öfke, bir öfke! Hatta bazıları kılıç çekip üstüne yürür, ortalık toz duman! Romanos manevra yapmak zorunda kalır, "ben sizi denemiştim" deyip sükuneti sağlar. Oylamadan kahir ekseriyetle savaş kararı çıkar. Çünkü kalabalık ve donanımlıdırlar. Ertesi sabah Rum ordusu muharebe düzeni alır. Tam bin süvari... Ormanlaşan mızraklar, gök renkli zırhlar. Borular, davullar, huysuz huysuz eşinen atlar. Müslümanlar bir kaç yüz kadardırlar. Şurah bin Hasene, ellerini açar yüksek sesle okumaya başlar "Ya Hayyu ya Kayyûm! Ya zel-celâli vel-ikram. Ya bedies semavati vel ard. Allahummensurna alel kavmil kafirin!" Elini yüzüne sürmemiştir ki bir toz bulutu kopar, ortalığı nal sesi kaplar. Gelen Halid bin Velid'dir... Tam zamanında! ANLADIKLARI DİLDEN Şimdi güçler dengelenmiştir. İki ordu yeniden mevzilenir. Bir ara Rum safları dalgalanır. Romanos adamlarını yarıp öne çıkar, altında ateş parçası gibi bir küheylan. Doğruca Halid bin Velid'in üstüne sürer. "Haydi çık karşıma!" Hazreti Halid kendinden emin ve rahattır. Bir süre birbirlerini süzer, hamle için fırsat kollarlar. Romanos'un derdi dövüşmek değil, konuşmaktır. "Ben size inanıyorum" diye fısıldar, "ancak liderleri gibi görünsem de esirleri sayılırım. Çoluk çocuğum ellerinde, ne yapacağımı bilmiyorum. Şu an beni seyrediyorlar. Ya Halid daha hızlı vur, anlamasınlar!" Süreta dövüş başladığı gibi biter, güya yenişemez, ayrılırlar. Romanos adamlarının yanına döner "biz bunlara güç yetiremeyiz" der, "en iyisi anlaşmak!" Rumlar çok kızar, onu evine kapatırlar. Tercan adlı bir komutanın emrine girer, hücuma kalkarlar. Lakin çok kayıp verir, kendilerini surların arkasına zor atarlar. Kalplerini korku bürür, Bizanstan yardım isteme kararı alırlar. Aradan ne kadar geçer bilmiyoruz. O gece Abdurrahman bin Ebubekir nöbetçidir, kör karanlıkta Romanos çıka gelir. "Ey emir" der, "hizmetçilerim surda bir gedik açtı, gelin, beni takip edin." Mücahidler sessizce şehre girer, direnişi bitirirler. Üstelik kırmadan dökmeden, kimsenin canını yakmadan. Komutan Tercan kılıcını uzatırken "çok merak ediyorum" der "sizi içeri kim aldı acaba?" Halid bin Velid Hazretleri susarsa da Romanos dayanamaz. "Ben" der, "bundan böyle Müslümanım haberiniz ola!" Romanos henüz çıkmıştır ki hanımı belirir kapıda. "Dün gece rüyamda Resulullah'ı görmekle şereflendim Ya Halid" der "davete uydum Müslüman oldum. İzniniz olur mu bilmem ama Halide adını aldım. Söyleyin Romanos'a ya İslam'ı seçer, ya da beni kaybeder!" Hazret-i Halid "kalbini ferah tut" der, "O senden önce davrandı!" Romanos, o günden sonra Halid Bin Velid'in yanından ayrılmaz, Şam'ın fethinde omuz omuza vuruşurlar. Bu sadık müminin ilmini, adaletini, ihlasını şuradan anlayın ki Hazreti Ömer onu vali olarak tayin eder Busra'ya.  ROMA'NIN GÜÇLÜ KENTİ BUSRA Bahira deyince akıllara sahra ortasında bir manastır geliyor, halbuki köklü zengin bir Roma kentidir Busra ... GÜL KOKUYOR Nur içinde yatsın Selâhaddin Eyyûbî, Habib-i Ekremin devesinin çöktüğü yere (Mebraka-i Nâka) bir mescid ve medrese yaptırır. Hazret-i Osman, çoğalttırdığı 5 Mushaf-ı şeriften birini Busra'ya yollamıştır. O güzide emaneti bu külliyede saklarlar. İbn-i Kesir hazretleri yıllarca ders verir burada. Çok talebe yetiştirir, meşhur tefsirini de burada yazar
.
Bir garip ölmüş diyeler Sultan Vahideddin
17 Mayıs 2009 01:00
Son halife İstanbul'dan ayrılırken hazineden tek parça almaz. Düşünebiliyor musunuz; koca Sultan bakkala, kasaba, manava olan borcunu ödeyemeden gözlerini yumar. San Remo esnafı haciz memuru ile gelir naaşına el koydururlar. Bu Google bir alem. Eğer "Vahideddin" yazarsanız karşınıza başka şeyler çıkıyor "Vahdettin" yazarsanız çok başka... Nasıl başka? Valla bayağı başka? "Varol" ve "kahrol" arasında ne kadar fark varsa... Şimdi kısa bir tarih turu yapalım. Tanzimat fermanı ile birlikte sultanların gücü azalmış, Abdülaziz Hanın katli ve Abdülhamid Hanın halli ile meydan acemilere kalmıştır. Bulanık hava fırsatçılara yarar. Galata bankerleri, vagon tacirleri, klüpçüler, rüşvetçiler, iltimasçılar... Ve ardı ardına gelen gaileler... Balkan meselesi, Kafkas meselesi... Mısır, Irak, Yemen, Arabistan... İçeriden Sırpı, Rumu, Bulgarı, Ermenisi, siyonisti, jönler, bönler, ittihatçılar... Dışarıdan İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Ruslar... Ne devletmiş ya, salla salla yıkılmaz. Para yoktur, silah yok. Mühimmat yok, tayın yok, kaput yok, papuç yok... Hazine tamtakırdır, memurlar maaş alamaz, borçlanır borçlanır tahtaya yazarlar. O yıllarda İngilizler ve Almanlar pazar kavgasına tutuşmuş, kılıçları sıyırmıştırlar. Endüstriyel bir ürünümüz yoktur ki mücadeleye katılsak. Bu rekabet bizi hiiiç ırgalamaz ama hayalperestler Berlin'den Bombay'a uzanan bir imparatorluk kurmaya kalkar. Vahideddin Han "Ben bir paratonerim" der, "Devlet ve milletin üzerine düşen yıldırımları üzerime çektim, çok kavruldum çok yandım ama kurtulduk sonunda..." GÜNDÜZ KÜLÂHLI... İttihat Terakki yeraltı örgütüdür, kan dökmekten kaçmaz. Güpegündüz Babıaliyi (deyin ki TBMM) basar, tehditle, cinayetle makama kurulurlar. Yağmalanan saraylar, dağıtılan arşivler, dağa kaldırılan komutanlar... Azgınlık haline gelen hürriyet! Kuru sloganlar, ucuz kahramanlıklar. Geyikli muhabbetler, Enverli, Niyazili marşlar! Derken başımıza Almanları musallat eder komuta kademesini gavurlara bırakırlar. Türk subayları Von Sanders'lere selam dururlar. Ve izah edilemeyen vakalar? Selanik'i neden tek mermi atmadan Yunan'a sunar, Trablusgarb'ı askerden arındırırıp İtalyanlara bırakırlar? Saros'da Hamidiye zırhlısı, yaralı Yunan muhribi Averof'u "vur emrine rağmen" niçin torpillemez de çekip gitmesine göz yumar? Goben ve Breslaw'ın Karadeniz'e çıkması ayrı komedidir. Almanlar fes takıp Rus limanlarını yakar, fatura Anadolu halkına çıkar. Çanakkale'de mitralyöz önüne itilen tıfıllar, Sarıkamış'ta dağa yollanan fidanlar. Ama efendim üzerindekiler yazlık Yemen kıyafetiymiş. Amaaan kimin umurunda? Donarlarsa donsunlar, nasıl olsa onlardan çok var. Üfff içim bayıldı, hikayemize dönsek iyi olacak. NİYETİ SALTANAT OLSA... Vahideddin Han 1 yaşında babasını kaybeden bir yetimdir. Padişah olma ihtimali yok gibidir, bu yüzden askerliğe değil ilme ve edebiyata merak salar. Hatırı sayılır bir fakihtir ama parmakla gösterilmekten hoşlanmaz. Nimet'ül - İslam kitabını bizzat kaleme alsa da Muhammed Zihni Efendinin adıyla yayınlar. (Bir mazlum padişah - Kadir Mısıroğlu) Müftüler onun çapını kır'atını iyi bilir. Fetva verip geçmez, mehazlarını da sunarlar. Tasavvuf ehlidir Gümüşhanevi dergâhından feyz almaya bakar. Arabisi fasihtir, Farsçası sular seller gibi akar. Hüsni hatta ustadır sonra... Keskin nişancıdır, atlardan iyi anlar. Çengelköy sırtlarında safkan taylar yetiştirir, ki zaten gelirini buradan sağlar. (İstiklal savaşı yıllarında hayvanlarını satar, parasını Anadolu'ya yollar.) Yaşı 57'ye gelmiş, köşesine çekilmiştir. Vücudu nahiftir, bastonsuz adım atamaz. Taht sürpriz olur, Şehzade Süleyman Efendi vefat edince kendini buluverir koltukta. Kılıcı bizzat şeyh Ahmed eş-şerif es-Sünûsi'nin elinden kuşanır, hafızlar feth sure-i celilesini tilavet buyururlar. Tarihçiler "eğer Sultan Abdülhamid Hanın hemen ardından Vahideddin Han getirilebilseydi" derler "asgari zayiatla sıyrılabilirdik aradan.!" Vahideddin Han, şehzadelik yıllarında Alman İmparatoru Wilhelm'e iade-i ziyarette bulunmuştur. Bu seyahatte yaverliğini M. Kemal yapar. Paşa, İttihatçılar aleyhinde konuşmakta ve her vesile ile saltanata olan sadakatini açıklamaktadır. Sonraki günlerde de irtibatı koparmaz, saygılı mektuplar yazar. Hatta bir ara Padişahın kızı Sabiha Sultan'a talip olur ama genç kız onu istemez, Şehzade Ömer Faruk Efendi'de karar kılar. Vahideddin Han tahta henüz oturmuştur ki M. Kemal İstanbul'a gelir ve kendisinin "erkan-ı harbiye reisi" yapılmasını arzular. İyi de Enver Paşa çift tarafı kesen ustura gibidir, Padişah İ.Terakki ile takışacak kadar güçlü değildir daha. Yine de M. Kemal'in önünü açar, büyük ümitlerle Filistin Cephesine yollar. Ancak cephe çöker, büyük bir hezimet yaşarlar. M. Kemal ne Şam'da, ne Halep'te tutunabilir, Adana Bahçe'de durabilir ancak. Oradan bir telgraf çekip hükümet hakkındaki fikrini açıklar. TEKLİFİ CİDDİYE ALIR Vahideddin Han teklifi ciddiye alır ve Ahmed İzzettin Paşa'yı sadrazam yapar. Ancak bu kabine ölçüp biçmeden Mondros'a imza koyar, Müttefiklere lüzum gördükleri her yeri "işgal hakkı" doğar. Sultan mütarekeyi görünce beyninden vurulmuşa döner, hükümeti istifaya zorlar. Vazife Tevfik Paşa'ya verilir ama zırhlılar çoktaaan İstanbul Boğazına girmiştir. Meğer ki geçmiş ola... İşgalciler meclisi değil sultanı muhatap alırlar. Üzerinde öyle korkunç bir baskı vardır ki nasıl anlatıla... Evet Anadolu'dan başlatılacak bir hareketin muvaffak olacağına adı gibi inanır ama bu şartlar altında İstanbul'u bırakamaz. Eğer Dersaadet terk edilirse tespihin ipi kopar. Türk İslam medeniyetine dair ne varsa yağmalanır ve boşluğu Rumlarla doldururlar. Marmara ve Trakya belki de dönmemek üzere elimizden çıkar. Vahideddin Han çaresizdir, içi yanar. Nitekim yakınlarına "ben milletin közü üzerine oturmuşum" der "kuş tüyünden minderlere gömüldüğümü sanıyorlar." Bir tarafta "taht" bir tarafta "tabut!" Teneşir şuracıkta... Sanılanın aksine Vahiddeddin Han savaş filan kaybetmiş değildir, yenilmiş bir devletin başına geçirilmiştir. Ordusu yoktur, donanması yoktur, buna rağmen dik durur. Ayasofya civarındaki mülklerin Rumlara satışına kesinkes mani olur, camiye haç takmaya kalkacaklar hakkında "vur emri" çıkarmaktan kaçınmaz. DIŞI SENİ İÇİ BENİ... Bilirsiniz bir adı da 6. Mehmed'dir. İ.Terakki ona da kulp takar adını "altın(cı) Mehmed"e çıkarırlar. Altınla en işi olmayan insan odur, devletin kuruşuna dokunmadığı yıllar sonra "TC Hesapları İnceleme Komisyonu" raporları ile çıkar ortaya. Vahideddin Han, Bab-ı aliye süngülü İngiliz askerleri arasından geçerek girer. Rumların, Ermenilerin savurduğu galiz küfürlere aldırmaz. Cuma selamlıkları çok risklidir ama katiyetle aksatmaz. Sünnet merasimleri, hatim cemiyetleri... Şehrin havasına hakim olmaya bakar. İşgalcilerin saldırılarını cesaretle protesto eder ve derhal hesap sorar. Ama cevap verirler, vermezler o başka. Yıldız sarayındaki Cihan Nüma Köşkü yandığında bahçıvanın teki ağlamaya başlar. Padişah "milletimin ocağı yanıyor" der, "evimin ne ehemmiyeti var?" Anadolu'daki direnişi örgütlemek onun zihninde olgunlaşır, M. Kemal Paşayı fevkalade yetkilerle donatır ve Samsun'a yollar. Hazine-i hassadan verilenlerden maada, kendi şahsi parasından 30 bin altın lira katar yanına. Gidişini kolaylaştırmak için "Ordu müfettişi" gibi bir kimlik ayarlar. Anadolu'ya gizli gizli silah ve adam geçirir, yanık yanık dua eder arkalarından. Kuvva-yı milliye iş yapmaya başlayınca işgalciler gelir "dağıt şunları" diye çıkışırlar. "Bu benim kontrolüm dışındaki bir halk hareketi" der "karışamam!" İngilizler bu kez kabineyi ve Şehyül İslamı sıkıştırır, Kuvva-yi Milliye aleyhinde bir fetva almayı başarırlar. Hadiseden sultanın haberi bile olmaz. Bunun böyle olduğunu Ankara da bilir ama birileri ısıtıp ısıtıp servis yapar. Anadolu halkı Asitane'yi ve Padişahı kurtarmak için çarpışmaktadır. Nitekim Sivas kongresinde açıkça "saltanatı" korumaktan söz açılır. Kuvva-yı milliyeye yön verenler, yeni bir rejimin hesabını ne zaman yaparlar bilmiyoruz. Anadolu hareketine destek için yola çıkan Şehzade Ömer Faruk Efendiyi uzaklaştırdıklarına göre "içten içe hazırlanıyor" olmalıdırlar. Meclis 23 Nisan 1920'de açılır, üç gün sonra İstanbul'a bağlılık telgrafı yollanır. 27 Nisan günü M. Kemal Paşa padişaha sadakatini açıklar. Önceleri İstanbul Ankara arasında husumet yoktur. İlerleyen günlerde Avrupalılar uluslararası konferanslara Ankara hükümetini çağırır, Mudanya Mütarekesinde İstanbul'u yok sayarlar. Sultanın gücü azalır, eli kolu bağlanır. Hele saltanat ilga edilince sade vatandaştan farkı kalmaz. Bu arada yargısız infazlar yaşanır. Mesela gazeteci Ali Kemal'i berberden kaldırıp linç eder, kafatasını taşla çekiçle paralarlar. Cesedi teşhir eder, korku ve dehşet uyandırırlar. Sırada Vahideddin Han vardır. Halifeyi ite kaka mahkemeye çıkarmalı, aşağılamalıdırlar. Nitekim meclisten "Hiyanet-i vataniye ile itham edilmesi" yönünde karar çıkar. Peki Vahideddin Han direnebilir mi? Zor! Her ne kadar kahir ekseriyet "padişahım çok yaşa" diye bağırırsa da "örgütlü bir güç" vardır karşısında. Kaldı ki ecdadı gibi merhametlidir, kan akmasına dayanamaz. Nasıl Abdülaziz Han katillerini eliyle besledi ve nasıl Abdülhamid Han Hareket Ordusunu dağıtmaya yanaşmadıysa, o da kavgayı bırakır, çıkınını toplar. Üzerindeki emanetleri makbuz karşılığında vazifelilere devreder, ki sadece elinin altındaki minyatür kitabı 3 milyon lira yapar. Hoş, bunlar şahsına gelen hediyelerdir, alıp gitse kimse konuşamaz. İngilizler saray hazinesinin götürülmesinden yanadırlar. Sultan, bu yöndeki direktiflerini Kolonel Maksivel'in ağzına tıkar. Hasılı etrafındakilerle helalleşir, vedalaşır o ara muhasip maaşını getirir, "bu ay çalışmadık ki alalım" der, gerisin geri yollar. SÜLEYMANİYE KÜLLİYESİ'NDE Mazlum Sultan Vahideddin şimdi Şam'da, Kanuni tarafından Mimar Sinan'a yaptırılan Külliyenin haziresinde yatıyor. Türbedar Ahmed "Biliyor musunuz burası çok farklı bir mekan" diyor: "Bunca yıldır hizmet ederim, tek haşerata rastlamadım daha. Hazirenin kendine has bir kokusu var, insanın gönlüne ferahlık veriyor." BİR YİĞİT GURBETE DÜŞSE... Vahiddedin Han yurt dışına çıktığında Türk - Yunan savaşı bitmiş, sükunet sağlanmıştır. Bu yüzden "sattı, kaçtı" kelimeleri yakışık almaz. M. Kemal, İstanbul'dan nasıl İngiliz vizesi ile ayrıldıysa o da aynı yoldan çıkar. Neticede esirdir, gemi seçme gibi şansı olamaz. Malaya zırhlısı ile Malta'ya kadar gider. Oradan Mısır'a geçer, Zemzem adlı bir İran teknesi ile İskenderiye'den Hicaz'a yelken açar. Cidde'de mahşeri bir kalabalıkla karşılanır. Sanki tahta çıkmış gibi 101 pare top atılır. Demek İslam âleminde hâlâ itibarlıdır... Niyeti Harameyn'de kalmaksa da Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi "uzaklaşalım sultanım" der, "Suudlar Halifelik makamını ele geçirmeye çalışacaklar!" Sonraki günlerde kendine bir yurt arar. Kıbrıs müsaittir ama İngilizler mani olurlar. Vatansızlık kadar zor şey var mı? Garibim ortada kalır... Aklına bir zamanlar İstanbul'da ağırladığı İtalyan Kralı Victor Emanuel gelir. Kral onu ihtiramla karşılar, Napoli ya da Floransa da bir şato vermeyi (masrafını da üstlenmeyi) arzular. Bir halife, kafire yaslanabilir mi? Asla! Vahideddin Han, San Remo adlı bir kasabaya çekilir ve sessiz sedasız yaşar. Bir ara kral Emanuel ziyaretine gelir, bir şeyleri eksik görmüş olmalıdır ki yardım teklifi yapar. Ancak Vahideddin Han teşekkür eder, o bahsi kesinkes kapar. Derken Hind Müslümanları külliyetli miktarda para ile gelir, keseleri önüne koyarlar. Vahideddin Han "ülkenizde medrese var mı" diye sorar. "Evet var. Bilhassa Sind-i İslamiyye çok meşhurdur civarda." - O zaman bunları medresenize bağışlayın benim adıma! Gel gelelim bir süre sonra meteliksiz kalırlar. Bakkala kasaba olan borcunu ödeyemeden gözünü yumar (16 Mayıs 1926). Esnaf Vahideddin Hanın vefatını duyunca ayaklanır. İcra memuru ile gelir naaşına el koyarlar. Yakınları merhumu arka kapıdan kaçırır, hedef saptırmak için boş tabut başında ağlaşırlar. (Borcu bilahare Abdülmecid Efendi kapatır) Kabir yeri ayrı problemdir, onlara sadece Suriye kucak açar
.
Milletine alp'ler yetiştiren Yiğit
24 Mayıs 2009 01:00
İZ BIRAKANLAR İRFAN ÖZFATURA irfan.ozfatura@tg.com.tr Faks: 0212 454 31 80 ALPAGUT MOKAN Kültigin Kağan dönemi komutanlarından birini anlatan "Mokan"ın tanıtım çekimleri yapıldı. Bu Holywood'un da dahil edileceği yüksek bütçeli bir film olacak. Finans çalışmaları neticelenirse bugün yarın platoya çıkacaklar. > Mahmut Arslan - İrfan Özfatura Salihli doğumlu bir Anadolu çocuğudur Nihat. Akşamları üç kardeş babalarının dizi dibine oturur adamcağızın yüzüne bakarlar. Bir kıssa bir destan dinler, uykuya kıpır kıpır atan yüreklerle dalarlar. Rüyalarında hilali burçlara diker, düşmana kâbus olurlar... Nihat, biraz dinlediği menkıbelerin, biraz da seyrettiği Çin filmlerinin tesirinde kalır ve el kadar tıfıl iken tekvandoya merak salar. Başarılı bir öğrencidir aslında, liseyi teşekkürle bitirir. Üniversiteyi de kazanır ancak tercihini "savaş sanatlarından" yana yapar. İşin Türkiye ayağını az çok bilir, iyi de bu eğitim yurt dışında nasıl verilmektedir acaba? Babası "git gözünle gör" der ve mütevazı aylığından ayırabildiği 200 doçemarkı sıkıştırır avucuna. Nihat sırtına çantasını vurur, otostop yapa yapa düşer yollara. Nerde akşam orda sabah, kaygılarla dolu bir macera... Mekan yok, lisan yok, üç yıl bu dile kolay. Belçika, Almanya, İtalya, Yugoslavya, Fransa, Avusturya ve İspanya'da salon salon dolanır, maçlar yapar. En ünlü isimleri takır takır yenince tanınır, yer bulur camiada. Artık bir antrenördür o, cebinde para, itibar istemediğin kadar... Lâkin memleket hasreti ağır basar, bozar düzenini vatana koşar. Bir müddet İstanbul'da çalışır, çalıştırır. Avrupa gözlüğü ile bakınca aksaklıklar çıkar ortaya. YEŞİLÇAM'IN BRUCE LEE'Sİ O günlerde Nihat'ın atletik vücudu, ritmi, sürati ve "çekik gözleri" Yeşilçam yapımcılarının dikkatini çeker. Kahramanımız teklifi düşünmeden kabul eder. Türk filmlerindeki dövüş sahneleri rahatsız edicidir zira. Hele tarihî filmleri hepten şişirirler. Sonra gerekli gereksiz kadın kullanır, işi ucuzlatırlar. Malkoçoğlu ve Battal Gazi adına çekilen filmler birer cinayettir. Bunlar adı sanı belli büyüklerimizdir ki, hesabını zor verirler öbür dünyada... Nihat Yiğit yapımcılarına istikamet çizecek kadar güçlü değildir daha. "Öyle istendiği için" Bruce Lee taklidi rollere çıkar ama seyirciye "çocuk işi biliyor" dedirtir, rahatlıkla... Bu serüven de gelir geçer, bütün dikkatini savaş sanatına vermelidir şimdi. Ani bir kararla toplar çıkınını, ver elini Japonya (1990)... Çin, Kore, Tayland, Malezya ve Singapur'da tam 4.5 yıl dolanır. Ünlü okulların, senseilerin, samurayların kapısını çalar. MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ Dilerseniz bundan sonrasını Nihat Yiğit'in ağzından dinleyelim: Biliyor musunuz büyük ümitlerle gittiğim Uzak Doğu beni sarmadı, aksine gözümü açtı. Perdenin önü kadar arkasını da görüyordum artık, bu sporlar devlet tarafından pazarlanmakta, propaganda malzemesi olarak kullanılmaktaydı. Bakın 24 Mayıs'ta Türk Japon kültür haftası kutlanacak. Japonlar buraya karate, judo, aikido, kendo takımlarını getirecek şov yapacaklar. Koca Japonya, ki "G-7"ler içinde yer alıyor, parası var, pulu var, teknolojisi var. Lakin iş tanıtıma geldi mi savaş sanatını öne çıkarıyor. Hasılı Uzak Doğulular beni bana sorgulattılar. Ülkem için yapabileceğim çok şey vardı zira. Milliyetçilik kahvelerde oturup laklak etmek değildi, elimi koymalıydım taşın altına. BU KADAR CENGAVERDİLER DE... Eğer Çinliler bu kadar muharip idi iseler, Türklerin karşısında niye duramadılar? Neden binlerce kilometrelik setlerin arkasına saklandılar? Benim ecdadımın da savaş sanatı olmalıydı. Konu üzerinde derinleştikçe kapılar açıldı ve bir umman çıktı karşıma. Çok çalıştım, çok danıştım, tarihçilerden, coğrafyacılardan, sosyologlardan, pedagoglardan, spor hocalarından destek aldım. Ve birikimlerimi iki başlık altında topladım "Savaşçının yolu ve kanı" manasına gelen "Sayokan" ve Türk kılıç tekniklerini ihtiva eden "Yesuken!" Şimdi haklı olarak soracaksınız: Sayokan'ın Karate Tekvando'dan ne farkı var? * Evet, doğrusu bizim de aklımıza bu geldi ilk anda? Diğer savaş sanatları estetiktir, göz okşar, lakin pratikte kullanılamaz. Alt beyine kolay kayıt edilen sistemler değildir. Halbuki Sayokan bisiklete binmek gibidir, bir kere öğrenildi mi tamam. Zira Sayokan kolay kavranır, refleks halini alır, yeri geldi mi devreye girer anında... Hem yarışmaları keyif verir, hem de polisin askerin işine yarar. KATA DEDİĞİN BİR NEVİ DANS Evet, yabancıların kataları, pumseleri, toaları kıvraktır, çünkü bunlar bir nevi danstırlar. Bizde ise tola var... Tola yani "dolu", boş değil, işe yarar. Sakın diğer sistemleri karaladığım sanılmasın, öyle ya da böyle çocuklarımızı kahve köşelerinden kurtardılar. Bizim aybarlarımız her kapıda ayrı bir müfredat işler. Alpler bu spora Manay kapıdan adım atar, Toy kapıyı, Kunt Kapıyı, Mamak Kapıyı, Kazan Kapıyı, Baydar Kapıyı geçip Nogay Kapıya varırlar. Bütün bunların Kıpçak, Oğuz, Urkun Türkçe'sinde mânâları var. Ustalarımız "dan" yerine "san" alırlar. * Nasıl yağlı güreşte büyükorta ve başaltı geçilmeden başa soyunulmuyorsa? Aynen öyle. Sen git önce destenin iyisi ol, sonra küçük ortaya... Sayokan cenkleri hilalvari (ayça) hareketlerle yapılır. Teknikler saf berrak Türkçe ile adlandırılır. Ok yumruk, orak yumruk, kanca yumruk, kılıç el, burgu, omca, alt tırpan, sarmala... Kurt kapanı ve sancak teknikleri sonra... * İyi de elbiseleriniz Japonlarınkine benzemiyor mu biraz? Biz urbalarımızda da ecdadın izini sürüyoruz. Elime 2 asırlık bir Uygur çapanı geçti, onu baz aldık. Bu kemer tarzı da Japonya'dan değil Kaşgar ellerinden geliyor. Ha Japon'un kıyafeti bizim abalarımıza benziyormuş. Olabilir o onların problemi. Biz kaynağımızı biliyoruz, içimiz rahat. Kemeri iki kere doluyoruz. Birincisi Allah-ü teâlâya sadakat, ikincisi millete, vatana, bayrağa... Kuşak merasimlerinde Ahilik geleneğini esas alıyoruz, nasıl çırak çalışıp kalfa oluyorsa... * Biraz da kılıçlı sporlardan söz açsak? Mâlum geçmişte en ufak kavimlere bile peygamber geldi. MÖ 6. YY'da kazınan Altı Yarıg Tigin kitabelerinde "Yaratan vardır, birdir" diyor, "yarlık ve uluk sahibidir" (Hüküm verir, pay ve kısmet dağıtır) Bakıyorsunuz açıkça "tevhid inancı!" Hiç şüphe yok ki Dedem Korkut mümin idi, Oğuz Kağan mümin! Nitekim benim ecdadım kendiliğinden geliyor, İslam'ın sancaktarı oluyorlar. Diğer Türkler saman alevi, ne Mançurya'daki Budist Buryaklar alemde iz bırakmış, ne de Çinlileşmiş Karakıtaylar... Osmanlı ve Selçuklu kılıç sanatı hakkında hayli kaynak var. Ancak Orta Asya dönemi karanlıkta kalmış... Ben bilinmeyeni gün yüzüne çıkarmaya uğraşıyor ve bu kılıcı tutan ellerin "muvahhid" olduğuna inanıyorum. YESUKEN "YASADAN" YANA Yesuken "yasadan yana" demek. Kılıçta çal tekniklerimiz var, isimleri kulağımıza aşina... İlk geleni Boşkurlar eğitir, yani "boş olanı kur". Bunlar Urkun Türkçesi... İkinci sınıf Uydaşı'lara verilir, yani uyulan kişi. Derken Atabaylar... Atabeyleri tarihten bilirsiniz donanımlı insanlar, şehzadelerin eğitimini onlardan sorarlar. * İşin akademik yanını güçlü tutuyorsunuz. Peki tez, doktora çalışmaları yapılıyor mu bu konuda. Ne yazık ki hayır. Böyle bir şey olabilmesi için önce devletimizin bizi tanıması gerek. Japon'un Çinli'nin getirdiği makbul, çünkü onlar üstün (!) insanlar. Biz Türk'üz ya, bir şey beceremeyiz asla (!) Bakın Sayokan'nın ABD'de, İngiltere'de federasyonu var, 14 ülkede faal ve bütün bunlar bir çatı altında (Dünya Federasyonu) toplanıyor. 120 ülkede tanıtım yaptık, nasıl alâka gördük anlatamam. Azerbaycan'da devlet töreni ile karşılanıyoruz, gelgelelim yurdumuzda federasyon kuramadık hâlâ... Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğüne 2000 yılında müracaatta bulunduk, Merkez Danışma Kurulu Üyeleri de iyi insanlar ama... * Anadolu'da yaygın mı peki? Türkiye'nin 21 vilayetinde 33 okulumuz var, yüzlerce antrenör çalışıyor. Bir seminer yaptık mı binlerce genç toplanıyor. Ve biz bunlara sabrı, saygıyı, vefayı öğretiyoruz. Alplerimiz devletini sever, anne, baba ve hocalarına mutidirler. Bilmem bizden başka ne isterler? Düşünebiliyor musun Amerika'daki öğrencilerimiz (ki bunlar Hıristiyan) bayrağımız altından geçiyor, sporun terimleri ile birlikte lisanımıza ısınıyorlar. İngiltere de bu var, Romanya'da, İspanya'da, Suriye'de bu var, Güney Afrika'da, Belçika'da bu var, İran'da, Bostwana'da bu var... Bir Uzak Doğu sporu yapan ne kadar Japonca Çince öğrenirse Sayokan yapan da o kadar Türkçe öğrenir. Seminerlere katılanlar daha fazlasını da istiyor kurslara gidiyorlar. TAYGUN MUSTAFA CİALİNİ Derinleştikçe merakları artıyor, okuyor araştırıyorlar. Bizim ABD temsilcimiz İtalyan asıllı. "Ben Etrüsk kökenliyim, Türk sayılırım" demeye başladı, imzasını "Taygun Mustafa Cialini" diye atıyor. Talebeleri arasında Kızılderililer var, aslen Türk olduklarını öğrenmiş, gurur duymuşlar. Eğer, Çin, Japonya ve Kore'de olduğu gibi devletimiz bizi desteklese her ülkede Türkiye hayranları olur. İşte sana lobi... Büyüklerimiz bundan hoşlanmıyorlarsa söyleyeceğim bir şey yok ama hoşlanıyorlarsa el uzatsınlar. Sayın Başbakanımız "Bizim taş üstüne taş koyana ihtiyacımız var" demişti, işte taş üstüne taş... İnan serzeniş değil! Biliyorum kızmaya öfkelenmeye hakkım yok. Ama üzülüyorum ülkem adına... * Peki Sayokan son halini buldu mu? Başka yabgular da olacak mı ? Mucid olan Allahü teâlâdır, insan bir şey yaratamaz. Hepimiz faniyiz, ölüp gideceğiz sonunda. Ben sadece emanetçiyim. "Ben" demek bile küstah işi, aptal cesareti. Allah riyadan kibirden korusun hepimizi. Sonraki nesiller elbette Sayokan'ın üzerine çok şey koyacaklar, zira el üstünde el var. Yabgu bir unvan. Rabbim Celle celallühu bizden daha üstün insanlar yaratmaya kaadir. Şüphesiz bize lütfetmediği ama başkasına lütfedeceği şeyler de var. Yabgu'nun çocuklara büyük sevgisi var ANA DUASIYLA... İnsan Yabgu da olsa ana kuzusu... Ayşe Hanım teyze "oğlum Nihat iyi bir talebeydi" diyor, "Biz okusun istedik ama bu yolu seçti. Küçükken bir yerlerden halterler bulur gelir, ben atarım, o getirir geri. Sonra baktık hevesli, mani olmadık. Zaten kötü bir şey yapmıyordu ki... Babaları abdestli namazlı bir insandı rahmetli. O da Nihat'ı çok severdi. Sanıldığı gibi kavgacı bir çocuk değildi, mahalleden şikayet geldiğini hatırlamam. İşi gücü silah. Tahta kılıçlar, ağaç dalından oklar... Yorgandan dağlar, dereler kurar. Üç kardeş kâh şehit olurlar, kâh zafer kazanırlar."
.
SULTANLIKTAN DERVİŞLİĞE TERFİ! İBRÂHİM BİN EDHEM
7 Haziran 2009 01:00
Babası Edhem padişah idi, unutuldu gitti. Oğlu İbrahim dervişliği seçti, bin 200 küsur yıldır hâlâ gönüllerde yaşıyor Elliyi devirdik ya, satırlar başladı karışmaya. Direndik dayandık ama sonunda düştük okuma gözlüklerinin kucağına. Eminönü'ndeki tablacılardan dört tane gözlük aldım (fazla vermeyin tanesi 5 lira) o cebime, bu cebime, çantaya, masaya... Biliyorum hepsi kaybolacak, beş on gün sonra biri bile kalmayacak. Küçükken de böyle dağınıktım, bırakın kalemi silgiyi, koca çantayı kaybederdim el kadar odada.. Anam rahmetli sakin bir kadındı "İbrahim Ethem hazretlerinin ruhuna bir Fatiha üç ihlas hediyye et" derdi, "onu buldurur sana Allahü teâlâ!" Dua veliye, dilek Cenab-ı Haktan! Bunun altını çizerdi mutlaka... Ne zaman sıkışsam dudaklarım kıpırdar, kaybettiklerimi bulurdum sonunda... √√√ İbrahim bin Edhem müstesna bir gençtir, hoş simalıdır, tatlı dillidir, görenler asaletine vurulurlar. Nasıl vurulmasınlar Hazret-i Ömer'in torunudur zira... Babası Belh Sultanıdır, oğlunun üstüne titrer, önüne kırk altın kalkanlı fedai koyar, ardına kırk altın gürzlü cengaver takar. Geçtiği yer panayır kesilir, tuğlar, ziller, davullar... Şehzade İbrahim şaşaanın tam ortasındadır ama akıntıya kapılmaz. Sanki başka şeyler arar kalabalıklar arasında... İbrahim bin Edhem hazretlerinin Jable'deki türbesinin içten ve dıştan görünüşü... HANCI Saray bu ziyâfet eksik mi olur? İşte ak pilavların, kızarmış etlerin ve serin şerbetlerin koşuşturulduğu gecelerden birinde kimsenin tanımadığı bir zat çıkagelir, oturur sofraya. Muhafızlar tutulup kalır, mani de olamazlar. İbrâhim bin Edhem şaşkındır, cesaretini toplayıp sorar "Sizi tanıyor muyuz acaba?" - Sanmam! Öylesine bir yolcuyum, sadece konaklayacağım o kadar. - İyi ama burası han değil ki? - Ne ya? - Saray! - Sizden evvel kim oturuyordu burada? - Filan kişi! - Ondan evvel - Feşmekan! - Peki n'oldu onlara? - Şimdi toprak altındalar. - Bu nasıl saray ki biri gidiyor biri geliyor. Söyle bana ne farkı var handan? Esrarengiz yolcu ani bir hareketle kalkar. İbrahim bin Edhem peşi sıra koşar: "İsminizi bağışlar mısınız bana?" "Hızır'ım" der mi bilmiyoruz ama o heybet, o vakar... Gün gibi aşikar! YOLCU Genç şehzade hadisenin tesirinden kurtulamaz. Dön o tarafa, dön bu tarafa, bir türlü uyku tutmaz. Boşa koyar dolmaz, doluya koyar almaz. Düşün düşün düşün. Sahi nereye gitmektedir böyle? Ye, iç, eğlen nereye kadar? İşte ızdırapla kıvrandığı gecelerden birinde tavan çatırdamaya başlar. Pencereyi açıp bağırır "Hey! Kim var orada?" - Kervancı! Develerimi arıyorum da! - Devenin ne işi var damda? - Bunu kuştüyü yataklar ve süslü elbiseler içinde hakikati arayan biri mi söylüyor bana? Sükut!.. Ne diyebilir ki adama? Kalbine bir ateştir düşer, o günden sonra aşk-ı ilahi ile yanıp tutuşmaya başlar. Tevbe eder, boyun büker ve çok ağlar. Ebeveyni oğullarını yakından izlemektedirler. O cıvıl cıvıl gence bir şeyler olmuştur sanki. Bilirler sır küpüdür, derdini dillendirmez, içini kimselere açmaz. AVCI Gamı kasveti dağılsın diye ava yollar, "bak akşama geyik bekliyoruz" der, sırtını sıvazlarlar. Ata binmek, iz sürmek iyi gelecektir ihtimal. Genç şehzade mahir avcıdır, nitekim bir ceylanı sıkıştırır kuytuda. Aaa o da ne? Hayvan kaçmaz, aksine üstüne üstüne yürür, gözünün içine bakar. Soluğu duyulacak kadar sokulur ve "sen bunun için yaratılmadın" diye fısıldar. "Uyan İbrahim uyan! Ölüm seni uyandırmadan!" Eli gevşer, ok bir yana düşer, yay bir yana... Bir süre kararsız dolanır, ne zaman ki babasının emrinde çalışan çobanlardan birine rastlar, atlas kaftanını çıkarıp garibe verir, abasını sopasını alır, vurur sahaya! Taç taht terk etmek kolay mı? Elbette vesveselerle boğuşur, nefsi ile amansız bir mücadele yapar. Yürüye yürüye Merv civarına varmıştır ki bir âmâ gözüne batar. Zavallı adımını köprüye atayım derken boşluğa basar. Altında derin nehir ve kabaran sular... Şehzademizin ağzından gayri ihtiyari "Allahümmahfezhu" (Ey Allah'ım. Onu muhâfaza et!) cümlesi çıkar. Ve ne olur biliyor musunuz? Adamcağız havada kalakalır, yoldaşları yetişir, çekerler yukarıya. Evet, Edhem oğlu İbrahim hallere sırlara kapı aralamıştır. Lakin öğreneceği çok şey vardır daha... SEYYAH Bir süre Nişâbur'da yaşar. Allahü teâlâya gönlünce ibâdet edebilmek için sâkince bir yer arar. Mağaraları mesken edinir, kavurucu günler, dondurucu ayazlar... Ne zaman ki insanlar ona tazim ve hürmette bulunur, başka diyarlara yelken açar. Sonra Harameyn'e yönelir, Kâbe ve Ravda aşkı dayanılmaz olmuştur zira... Eğer bir kervana, kafileye dahil olsa üç ay, bilemedin 5 ay sonra menziline vasıl olur ama o elli adım yürüyüp namaza durur, yüz adım atıp zikre başlar. Dile kolay tam 14 yıl çöllere katlanır, kumlara batar. Harem-i şerîfin âlimleri yanık dervişin methini duyar, karşılamak için sahraya çıkarlar. Halk da onlara katılır, kalabalık katlana katlana artar. Nereden bilsinler, İbrahim bin Edhem'i, İbrahim bin Edhem'den sorarlar. Mübarek "bırakın onu" der, "karşılamaya değmez. İşiniz mi yok bu sıcakta!" "Öyle bir zât hakkında nasıl konuşuyorsun" diye çıkışırlar, "karşılamaya değmeyen sensin ancak!" "Tamam, ben de onu söylüyorum" dese de anlatamaz, hatta içlerinden itip kakan, hırpalayanlar çıkar. Hakikati sonra anlarlar, o başka. NAR İbrahim bin Edhem hazretleri "Lokmayı helâlden temin için uğraşmak, geceleri ibâdet edip, gündüzleri oruç tutmaktan efdaldir" buyurur. Kendisi de çalışır, alnının teriyle geçinmeye bakar. Mekke yıllarında sahradan çalı çırpı toplar mesela. Kazancını biriktirmez, müminlere ikrâm ettikçe rahatlar. Bahçe bekçiliği yaptığı günlerden birinde bağ sâhibi eşi dostu ile gelir, çardaklara kurulurlar. Adam "misafirlerime en tatlı narlardan getir" der, "iyi seç tadına doyamasınlar!" Gel gelelim alayı ekşi çıkar. Bir daha getirir yine aynı, yiyenin içi ürperir adeta. Bağ sâhibi, "Sübhanallah!" der, "Şunca zamandır bekçilik yapıyorsun, ekşisini tatlısını ayıramıyor musun hâlâ?" - Ben çeşni başı değil bekçiyim, yemediğim narların tadını nerden bileyim? - Yani hiç mi yemedin? - Hiç yemedim. - Tuhafsın vesselam. Bazen "İbrâhim bin Edhem misin be adam" diyeceğim geliyor sana... Mübarek bakar burada da tanınacak, helalleşir ayrılır, yürür gider bilinmediği taraflara... HURMA Kendileri anlatırlar "Bir gece Mescid-i Aksâ'da kalmak istedim. Câmi vazifelileri görmesinler diye hasırların arasına gizlendim. Gecenin ilerleyen saatlerinde kapı açıldı, içeriye yaşlı bir zât girdi. Yanında kırk derviş daha... İçlerinden biri "burada tanımadığımız biri var" dedi. Mihrâbda bulunan, tebessüm etti "Evet, İbrâhim bin Edhem var, kırk gündür kalb huzûru ile ibâdet edemiyor" Ortaya çıkıp "doğru söylüyorsunuz" dedim, "neden acaba?" - Hatırlarsan Basra'da hurma satın almıştın. Bir tanesi yere düştü. Sen onu kendinin zannettin zenbiline attın. Hemen ertesi gün yola düşüp hurmacıyı buldum, helâllik istedim. Satıcı dahi çok hislendi vakitlerini ibâdetle geçirmeye başladı o günden sonra. ULEMA İbrahim bin Edhem hazretleri neredeyse bütün İslam coğrafyasını dolanır, ilim ve hikmet toplar. Fıkhı bizzat İmam-ı Azam hazretlerinden öğrenir, Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ ve Şeyh Mansûr Selâmi'nin sohbetlerinde diz kırar. Veysel Karânî hazretlerinin rûhâniyetinden çok istifâde eder sonra... Yahyâ bin Saîd, Saîd bin Mezbân, Mukatil bin Süleymân ve Süfyân-ı Sevrî'den hadîs-i şerîf rivâyet eder. Evzâî, Şakîk-i Belhî, İbrâhim bin Beşar da ondan hadîs-i şerîf alırlar. Nesâî, Dâre Kutnî ve İmâm-ı Buhârî ona çok güvenir, senet sayarlar. SARHOŞ Bir gün köşede sızmış kalmış yüzüne gözüne kusmuklar bulaşmış bir sarhoş görür. Su getirip ağzını yıkar, inceliğe bakın Allah isminin anıldığı bir uzvu kirli bırakmaya içi dayanmaz. Ayılınca hadiseyi anlatırlar, adamcağız pişman olur ve yeni bir başlangıç yapar. Nasîhat isteyen birine "Bağlı olanı aç, açık olanı kapa" buyurur. O kimse;"anlayamadım" deyince açıklar: "Kesenin ipini çöz hayra harca, dilini sıkı tut, boş konuşma!" Uzun zaman arkadaşlık ettiği bir dostu "bir hatam varsa söyle de düzelteyim" dediğinde "bilemem" der, "çünkü daima muhabbetle baktım sana." Ayıbını arayan husumetle bakana sormalı di mi ama... YETMEZ Mİ? Sordular: Allahü teâlâ; "Ey kullarım, benden isteyiniz, kabûl ederim, veririm" buyuruyor. Halbuki istiyoruz vermiyor? Cevâben buyurdular ki: "Allahü teâlâyı çağırırsınız O'na itâat etmezsiniz. Kur'ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerinden faydalanırsınız. O'na şükretmezsiniz. Cennet'in ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem'i âsiler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Üzerinize taş, ateş yağmadığına ve yere batmadığınıza şükredin. Daha ne istiyorsunuz? Duâlarınızın neticesi, yalnız bu olsa yetmez mi?" BİLİYORUM TEKRAR AMA... Bizim okuyucularımız bu menkıbelere aşinadırlar, korkarım tereciye tere sattık, bir daha düştük tekrara... Ancak şu resimler Türkiye'de hiç yayınlanmadı, sizinle paylaşmasam inanın içimde kalırdı. Kitaplara bakarsanız İbrahim bin Edhem Hazretleri Şam'da medfun. İyi de neresinde? Babussagir'de? Kasiyun'da? Tuma kapısında? Daha evvel Suriye'ye gitmişliğim vardı ama izine esamisine rastlayamamıştım çok arasam da... Meğer eskilerin Şam dedikleri Şam'dan öte bir şeymiş, taaa Ürdün'den tutun cenûb-i Anadolu'ya... Geçenlerde Ahmed Abi aradı, İslam Alimleri Ansiklopedisinin yeni baskısı için Suriye'de resim çekeceğiz dedi, yardımcı olabilir misin bize? - Ne demek?.. Elbette!.. Baş üstüne!.. Hazırlıkları tez tamamladık. Pasaport, bilet, vize... Gitmeden önce haritayı serdik, notları yaydık... Busra'ya inelim mi? Neva'ya gidelim mi? Üç gün Halep, iki gün Hama... Şüphesiz aksamalar sarkmalar olacak, belki hesapta olmayan yerler çıkacak. Nitekim çıktı da... Suriyeliler "Jable'yi atlamayın" dediler "gitmelisiniz mutlaka!" - Jable'de ne var? - İbrahim Sultan! - Vaktimiz mahdut, öncelikli ulema kabirlerini resimlemeye çalışıyoruz, öyle vezirlere sultanlara dağılırsak iş bitmez üç ayda. - Bu onlardan değil ama... Hani bir gün sarayında uyurken damda ses duyuyor da... Aman Ya Rabbi! İbrahim bin Edhem hazretlerinden bahsediyor. Hastaya ilaç mı sorulur, hemen çıkıyoruz yola. AK DENİZ, PAK CAMİ... Jable, Humus Lazkiye arasında şirin bir kasaba. Başı karlı Lübnan dağlarını geriden dolanınca ortalık aydınlanıveriyor, yosun kokulu rüzgar arabanın içine içine doluyor. Bahr-i sefid nasıl da aşina... Mavinin şu tonu hiçbir denizde olmaz zira... Solumuzda ak köpüklü sahil ve yalılar, sağımızda sarp tepeler ve zaptı zor hisarlar. Bunlar haçlı kaleleri, kimbilir Selahaddin Eyyubi'yi nasıl uğraştırdılar? Keyifli bir yol. Göz alabildiğine uzanan zeytinlikler ve pembe çiçekleriyle göz alan zakkumlar... Şair "yeşil giy ala karşı" demiş. Yakışıyor be. Haklı valla... Öğle ezanı okunurken Jable'ye varıyoruz. Sormaya gerek bile kalmıyor, Bizans harabelerinin yanı başına oturtulan ak cami dostça gülümsüyor. İçinde iki sanduka var, biri İbrahim bin Edhem hazretlerine ait, öbürü arkadaşı, yoldaşı ve manevi veziri Yakub'a. Sağ olsun cemaat dostça karşılıyor, bildiklerini anlatıyorlar. İbrahim bin Edhem hazretleri bir deniz kazasında (bazılarına göre deniz gazasında) şehid olunca buraya defnedilmiş. Külliye zarif ve oturaklı. Belli ki devlet eli değmiş, onlara sorarsanız bizzat validesi yaptırıyor. Başbakanımızın "One minute" çıkışından sonra itibarımız hayli yükselmiş, bizi ağırlamak için yarışıyorlar. Ne yazık ki o kadar vaktimiz yok. Caminin İmamı "bu ikrama hayır diyemeyeceksiniz ama" deyip duvara gömülü dolabın kapağını aralıyor. Bu nasıl bir koku? İnsanın aklına güllü gülistanlı beyitler düşüyor. Müzeyyen kutular ve ince ince işlenmiş kumaşlar arasından itina ile çıkardığı bir cam muhafazayı uzatıyor. İçinde yüzü suyu hürmetine âlemlerin yaratıldığı Serverin (sallallahü aleyhi ve sellem) saçları var. Öpün koklayın, yüzünüze gözünüze de sürün diyor... Dönüyoruz ama gönlümüz orada kalıyor. Dilerseniz yazımızı M. Said Arvas hocamızın sözüyle noktalayalım. "Babası Edhem padişah idi, unutuldu gitti. Oğlu İbrahim dervişliği seçti, 1200 küsur yıldır gönüllerde yaşıyor!"
.
Pahalı aktör, ucuz siyasetçi
14 Haziran 2009 01:00
Arnold, California valiliğine ikinci kez seçildi. Tarihi ve kahramanı olmayan bir devlet n'apar? Oturur roman yazar. Amerikalılar bir zamanlar bebelerini Tex, Teksas, Tombiks ile kandırırlardı, sonraları Tarzan, Killing, Superman, James Bond ile oyalarlar. Ismarlama kahramanlar aşındıkça yeni tipler tasarlar, Batman, Spiderman, Blade, Rambo, Conan ve Terminatör'den medet umarlar. İşte bu gün adı giydirildiği tiple ünlenen bir aktörden bahsedeceğiz size, Arnold'dan... Küçük yaşta vücut geliştirme işine dalan Arnold; en çok Barbar Conan ve Terminatör filmleriyle tanınır. Siyah gözlükler takar ve purosundan baca gibi duman salar. Ancak bu tutkusu pahalıya mal olur ve onu hastanelik eder. GESTAPO ÇOCUĞU Arnold, Avusturya Graz'da Weiz adlı bir köy irisinde doğar (1947). Babası Polis Şefi Gustav Schwarzenegger, Anschluss fikrinin uslanmaz militanlarından biridir. Bu görüşün sahipleri temelde sosyal demokrat iseler de Almanya'da Nazilerin iktidara gelmesini ve iki halkın tek bayrak altında birleşmesini arzularlar. Şef Gustav'ın siyasi görüşleri kendini bağlar ama devirdiği şişeler hane halkına da batar. Komiserimiz maalesef çok içer ve kadehin dibini buldukça sataşacak adam arar. Maaşı alkole yatırdığı için ev perişandır, üç kuruşu denkleştirip de bir buzdolabı alamazlar. Karısı Aurelia Jadmy'nin ilk evliliğinden de bir oğlu (Meinhard) vardır, delikanlı üvey kardeşinden hoşlanmaz, fırsatını bulsa bir kaşık suda boğar. Kısacası huzursuz bir evdir herkes duvarını örer, hayatını yaşar. Şefkate en muhtaç olduğu günlerde başı okşanmadan büyüyen Arnold bunları bir kenara yazar, öfke ile dolar. Çok ama çok güçlü olmalıdır, betonları kırmalı, sinileri yırtmalı, yan bakanı sinek gibi ezmelidir icabında. Sanırım biraz da seyrettiği John Wayne filmlerinin tesirinde kalır, genç yaşta halterin altına yatar. Reg Park ya da Steve Reeves gibi onbeşgen bir vücuda sahip olabilmek için ter dökmeye başlar. Askerliğini Avusturya ordusunda erbaş olarak yapar (1965) kışlada onun gibi body meraklıları vardır, birlikte çalışırlar. Karavana yaramış olmalıdır ki omuzları genişler, beli incelip kopayazar. Junior Mr. Europe yarışmasına katılmak için firarı göze alır. Cezadan yırtmanın tek yolu vardır, kupayı getirip komutanının önüne koymak... Koyar da! Ardından iki yıl üst üste (67-68) Mr. Universe'i kazanır ki henüz çocuk simalıdır daha. ŞÖHRET PEŞİNDE Şimdi zanaatı paraya tebdil etme vaktidir, Arnie işi kuralına göre oynar, gider postu "yeni dünya"ya yayar. İngilizcesi berbattır, birileri ona "özel ders al" tavsiyesinde bulunurlar. Yes, no derken muallimesi Barbara Outland Baker'la muhabbeti kurar ve tam 5 yıl birlikte olurlar. (Arnold and Me) Kahramanımız yeryüzündeki en gözde vücut geliştirme ödülü Mr. Olympia'yı almayı kafasına koymuştur. Gel gelelim Sergio Oliva gibi bir efsanenin önüne geçebilmesi için on fırın ekmek yemesi lâzımdır. Arnie inatla çalışır ve 1970'de kürsüye çıkar. Takip eden 5 yıl boyunca yerini kaptırmaz artık ona "Mr. Olympia" buyururlar. 1972'de üvey kardeşi Meinhard ve babası Gustav'ı kaybeder. Lakin lütfedip cenazesine katılmaz. Kederli ailesine "işlerimin yoğunluğu nedeniyle..." diye başlayan bir telgraf yollar, o kadar. O günlerde gençler vücut geliştirmeye pek meraklıdırlar. Arnie fırsatı değerlendirir, spor aletleri pazarlayan bir şirketle ortaklık yapar. O boy boy poz verir, şerikleri sipariş alırlar. Düşünebiliyor musunuz henüz 22 yaşında dolar milyoneri olur, paranın belini kırar. Bu arada reklam ve manken ajanslarına girer çıkar, hatta çöpçatan programlarında boy gösterir ve poşetlik dergilere malzeme olmaktan kaçınmaz. BARBAR CONAN Nitekim beklediği olur hollywood'dan teklif almaya başlar. İlk iki filmi tek kelime ile berbattır, hatta büyük bütçelerle kotarılan "Herkül New York'ta" da acemice oynar. Sadece kasım kasım kasılır ve adelelerini seyircinin gözüne sokar. Aradan geçen 5 yıla rağmen İngilizceyi sökebilmiş değildir bu yüzden konuşmalara katılmaz "ha" "hı" diyerek mevzuyu kurtarmaya bakar. Takdir edersiniz ki Schwarzenegger kolay telaffuz edilen bir soyadı değildir. Hal böyle olunca yapımcılar ona Arnold Strong (sert Arnold) gibi bir isim yakıştırırlar. Ancak sonraki filmlerinde soyadında ısrar eder, kimbilir belki de ırkçı damarı tutar. Arnie donuk bir oyuncudur, gülümseyemez, şaşıramaz, ağlayamaz. Dövüşmeyi de bilmez, dimdik yürür, hareketleri göz okşamaz. Hatta bazı münekkidler altındaki atın ondan daha iyi rol yaptığını savunurlar. İyi de her zaman yakışıklı jönler kazanmaz ki, nasıl ki bizde Kemal Sunal marka olduysa Amerika'da da Conankolikler türer, gişelere tomarla dolar bırakırlar. Sen, ben beğenmişiz, beğenmemişiz kimin umurunda? Sektörün kurtları onda bir ışık yakalar ki adını neonlara yazar, ödül üstüne ödül yağdırırlar. ASTALA VISTA BEYBİ Ve iş gelir dayanır, terminatöre çıkar. Senaryoda güya günümüze dönen zalim bir robot vardır. Taaa 2020 yılında işlerine mani olacak adamı çocukluğunda yakalamalı ve kafasını koparmalıdır. Onların karşısına daha güçsüz ama insan canlısı bir robot (Arnold) çıkar. Arnie mekanik tepkiler verir ki, bu rol sıfatına "cuk" uyar. Kötü robot birkaç bin kişiyi telef edip külliyetli miktarda gayrimenkulü harap etse de sıktığı mermilerin biri bile bunlara dokunmaz. Veeee iyi robot, kötü robotun iki dirhemlik yerini yakalar, bitirici vuruşu yapıp noktayı koyar. Sağ olsun iki abd-i acizle (ki bunlar genelde bir kadın ve bir tıfıl olurlar) dünyamızı kurtarır, bize bağışlar(!) Bittabii kanımıza yüksek oranda adrenalin pompalanmaktadır o an... Bilirsiniz Hollywood'da tutan filmlerin ikincileri üçüncüleri tezgahlanır. Nasıl Rocky 1, 2, 3, 4, 5 yapıldıysa, Terminatör de teammüllere uyar. Malum ABD'de ÖSYM diye bir müessese yoktur, parası olan okur, olmayan seyrine bakar. Cüzdanın kalın ise master ve doktora da yapabilirsin pekala. George Dabilyu bile Yale'den mezun olduğuna göre göre Arnold niye okumasın di mi ama? PARASIYLA DEĞİL Mİ? Dolarıyla değil mi, University of Wisconsin'e girer, ücretini günü gününe yatırır ve makbuzları itina ile saklar. Vakti zamanı gelince ibraz edip mezuniyete hak kazanır, cübbe kuşanıp, kep atar. Artık nezih insanların (zengin demek istiyoruz tabii) bulunduğu mekanlara takılmaktadır, iktisadi trendler üzerine ağdalı cümleler kurar. İşte Başkan John F. Kennedy'nin yeğeni TV sunucusu Maria Shriver ile böylesi meclislerden birinde tanışırlar. Samimiyet ilerler ve ilişki evliliğe çıkar. Filmleri seriye bağlamıştır bu arada... Commando, Raw Deal, Predator, Red Sonja... O günlerde seyirciler Schwarzenegger ile Sylvester Stallone'nun atıştığını sanırlar. Çocuklar hangisi döver diye iddiaya tutuşadursun bizimki kulvar değiştirip komedi filmlerine atlar. Derken Bruce Willis ve Demi Moore'la birlikte "Planet Hollywood" restoran zincirini kurar. Ardından film şirketi gelir, hem oynar, hem oynatır, kısa zamanda yükü tutar. Arnie "Kıro olabilirim ama para bende" havasındadır, şehrin caddelerinde Hummer'larla dolanır. Siyah gözlükler takar ve purosundan baca gibi duman salar. Şöhretse şöhret, alkışsa alkış, fülus istemediğin kadar... Kazandıkça hırsı artar ve gün gelir Colifornia Valiliğine asılmaya başlar... İyi de onu rakiplerinin önüne çıkaracak ne özelliği vardır? Mesken meselesi, trafik, yeşil alan... Bütün bunlardan anlamaz. Ancak ne kadar pislik biliyorsa yapar. Sinemada "hamile erkeği" oynaması "rol işte" denilip geçilebilir ama işi gücü bırakıp eşcinsel evliliklerine omuz çıkması anlaşılamaz. Uyuşturucu konusunda da kaygısızdır, misal marihuanayı ottan kökten sayar. Kan alacağı damarı iyi bilir, havalide ekseriyette olan Ermenilere göz kırpar. Papağan gibi tehcir, soykırım kelimelerini geveler, söyler söyler başa sarar. Halbuki Anadoludaki dengeleri bilmez, yöre halklarını tanımaz. Hatta bir ara kantarın topuzunu kaçırır Türkleri Nazilere benzetir utanmadan. Ulen Avusturyalı olan kim? Nazilik size yakışır ancak. CALIFORNIA KAYMAKAMI Arnie filmlerden yüklü miktarda para alır, mesela Terminatör II ile 30 milyon doları cebine koyar. Ancak işin bir de görünmeyen yanı vardır, Amerikalı kan tacirleri piyasaya sürdükleri hafif silahları ya Sylvester'in Rambosu ile ya da Arnold'un Komandosu ile tanıtırlar. Sadece hükümetlere değil, ihtilalcilere ve gerillalara da mal yollar, bedeli beşle onla çarparlar. Arnie kirli ticaretin farkındadır ama vicdanı sızlamaz, aldığı paraya bakar. Gittikçe militarist bir karakter kazanır, savaş baltasını beline asar. Düşünebiliyor musunuz yaşı altmışı aştığı yıllarda bile kamuflaj giyer, ordu malı zırhlılara biner ve tank koleksiyonu yapar. Gözü yüksektedir, şimdilik mümkün olmasa da (ABD dışında doğmuştur zira) Reagan'ın izinde gider, başkanlığa sulandığını saklamaz. Bu yüzden yerli yersiz siyonistleri alkışlar, aşikare taraf tutar. Siyasetin en ucuz ve en kolay yolunu seçer, adrese teslim politika yapar. KÖKTENFAŞİST BUYURGAN ''Politika politikacılara bırakılamayacak kadar önemlidir. Güç ve otoriteyi sonuna kadar destekliyorum. İnsanlar bize muhtaçlar, onlara ne yapmaları ve nasıl davranmaları gerektiğini anlatmalıyız!'' Pöh!.. Bir sanatçı bu kadar saçmalayabilir mi? Ama o, saçmalar. Dahası Irak'taki yankileri ziyaret eder ve "çocuklar, sizler gerçek yok edicilersiniz" diye övgü yağdırır aklı sıra... Güzelim ülkeyi ve bilmem kaç bin yıllık medeniyeti yok ettikleri vakıa, doğru, bu hususta katılıyorum ona! Uzatmayalım... Arnie valilik seçimini rahat kazanır, hatta rakiplerine fark atar. Gelgelim işi yüzüne gözüne bulaştırır, ard arda kopan yangınlarda havlu atar. 15 milyar dolar açık veren vilayet resmen iflas eder. Kasa tamtakır kuru bakır... 200 bin kişinin maaşı aksar, 22 bin kişiyi işten kovar. Bu arada Californiya Devlet Üniversitesi ciddi bir kalite kaybına uğrar. Zira bütcesi kuşa çevrilmiştir, bu şartlar altında araştırma maraştırma yapılamaz. KAS YAPARKEN GÖZ.. Bu arada adaleleri söner, yağları sarkar. Zamanında aldığı streoidler şeklini şemalini bozar. Yorgun kalbi by-passla tıkırdar, ciğeri ciğerlikten çıkar. Aldığı beddualardan olacak işleri ters gider. Motorikletle kaza yapınca ehliyeti olmadığı anlaşılır, kayak yapayım derken bacaklarını kırar, açılan taciz davaları başını ağrıtmaya başlar. Bir darbede Avusturyalı hemşehrilerinden yer. Bir zamanlar adını şehrin stadına koyan Grazlılar kör ve yaşlı bir mahkumun idamını tasdiklediği için onu kara listeye alırlar. Adını internet sitesinden silip atar, "vatandaşlıktan çıkarılması hususunu" oya sunarlar. Ve düşünebiliyor musunuz bu hafta vizyona giren "Terminatör IV" Arnold'suz çevrilir, küçücük bir rol bile vermez, onu setten uzak tutarlar. DİZİ GİBİ Arnold, 1984 yılında çekilen Terminatör filmiyle büyük bir ün yakalar. Ardından film, diziye döner ve yenileri çekilir. Ancak "Terminatör 4: Kurtuluş'ta yer bulamaz. Hollywood onun yerine yenilerini bulur.
.
Sıradan atlet, sıra dışı tüccar Phil Knight
21 Haziran 2009 01:00
İZ BIRAKANLAR İrfan ÖZFATURA irfan.ozfatura@tg.com.tr Faks: 0212 454 31 80 Phil Knight, okul takımında uzun mesafe koşan bir atlettir ama öyle dişe dokunur bir başarı kazanamaz. Kusuru hep ayakkabılarında bulur, kendine toz kondurmaz. Stanford Üniversitesinde master yaptığı yıllarda, "Japonya'da ayakkabı imal ettirip Amerika'da satmak" gibi bir konu üzerine kafa yorar. Tez biter diplomasını duvara asar. İyi de bu bilgileri paraya tahvil edebilir mi acaba? İlk işi eski antrenörü Bill Bowerman'ı ayartmak olur, birlikte iş alemine yelken açarlar. Mr. Bill yıllardır el yapımı ayakkabılar üzerinde çalışmaktadır, düşünebiliyor musunuz tost makinesine kauçuk döküp dondurmaya kalkar. Netice pek iç açıcı olmasa da ayakkabı imalatından az buçuk anlar. Uzatmayalım iki ortak 500'er dolar verip el sıkışır, "Blue Ribbon Sports"u kurarlar (1964). ZEKİ ÇEVİK VE.. Phil, Bill'in tasarladığı ayakkabıları, Onisuka Tiger Co. Adlı bir Japon firmasına ürettirir ve master tezinin "gereğini" yapar. 1971'de daha çarpıcı bir marka üzerinde fikir sivriltir ve "NIKE" isminde karar kılarlar. Üniversiteli bir kızcağıza 35 dolar verip, ünlü "swoosh" logosunu yaptırırlar. Doğrusunu isterseniz kancaya benzeyen basit eğrilikten hoşlanmaz ama bir 35 dolar daha vermeyi göze alamazlar. İşte o hazzetmedikleri logo beyinlere kazınır, gençlerin rüyasını süslemeye başlar. Mr. Phil zamanla işi kapar, Uzak Doğu'da çok daha ucuza ayakkabı ürettirebileceğini fark edince Onisuka Tiger'la yolları ayırır (1972) Malezya'da, Pakistan'da taşeron arar. Zaten ona göre önemli olan imalat değil, "tasarım ve pazarlamadır". NIKE 1970-80 arasında bir çok yeniliğe öncülük yapar. 80-84 arasında her yıl yüzde 44 büyürlerse de aerobik piyasasındaki hareketlenmeyi yakalayamazlar. Pazar liderliğini Reebok'a kaptırırlar, hisse senetleri sürünmeye başlar. İki yıl içinde kârları yüzde 80 erir, firma içi koordinasyon zayıflar. Düşünün 22 milyon çift ayakkabı ellerinde kalır, malı eritesiye göbekleri çatlar. Evet güçlü bir rakipleri varır, hangi taşı kaldırsalar altından Reebok çıkar. BULANIR DURULUR Phil Knight, "merkezi yönetimin getirdiği ataletten" kurtulmaları gerektiğini anlar. Küçük küçük takımlara ayrılır, ufak tefek işlere odaklanırlar. Ve çarpıcı reklam kampanyaları ile hücuma kalkarlar. Michael Jordan gibi ünlüleri kullanır ve NIKE'ın "teknolojik bir ürün" olduğunu vurgularlar. Bilhassa "Just do it" sloganı çok tutar. Gettolarda basket oynayan itilmişler NIKE giyiverince NBA'dan çağırılacaklarını sanırlar. "Havalı taban" zekice bir buluştur, NIKE bununla spor ayakkabı endüstrisinde çığır açar. O hızla deri ürünler imal eden "Cole Haan" şirketini de alır, normal ayakkabıları spor tabanlarla donatırlar. Sağda solda NikeTown'lar yükselir, mağazaları doldurmak için golf, hokey malzemeleri, kep, tişört, sandalet işine atlar, kemerden, saate, şorttan cüzdana, her malı bulundururlar. Mesela anakonda derisinden mamul altın kopçalı ayakkabılar bin 600 sterlinlik fiyatına rağmen yok satar. Firma ayrıca Air Jordan ve Converse markaları ile de yapılanır, tam 110 ülkede bayrak dalgalandırırlar. 2007 yılı rakamı ile 16 küsur milyar dolar ciro yaparlar, eleman sayısı 30 bini aşar. Brezilya milli takımı ve Manchester United maçlara onun logosu ile çıkar. Barcelona ona keza... İşte size bir başarı hikayesi... Ne güzel di mi ama? Şimdi geçelim madalyonun arka tarafına. ÜRETİM ASLA... "Yap sat dert al, al sat para kazan" derler ya Phil (havalı taban hariç) hiçbir şey üretmez, ısrarla imalattan kaçar. Malları Kore, Tayvan, Vietnam, Çin, Tayland, Malezya, Endonezya, Kamboçya, gibi ülkelerde yaptırır, hem ucuz işgücünden yararlanır, hem de peşin para kullanmaktan kurtulurlar. Garipler çek senet ne bulurlarsa alır, vadeye ses çıkarmazlar. Ha bu arada işi kapıp, ileride rakip olurlar mı? Zor... Zira gençler kaliteden ziyade "etiket" arar, paralarını markaya yatırırlar. Hoşlarına gitse bile "ünsüz ürüne" mesafeli dururlar. Bu arada AB ve NAFTA doğu mallarına kota koyar. Duvarları yükseltir, kendi firmalarını emniyete alırlar. NIKE imalat yaptığı ülkelerin kotalarını hoyratça kullanır, mahalli üreticileri ininde boğar. NAYKLARIM HA! NİKE taşeronları daha ziyade serbest bölgelerde konuşlanır, işçileri pis, havasız, ışıksız binalara tıkarlar. Özellikle kadın ve çocuk çalıştırırlar, zira bayanlar daha muti olur, baskılara ses çıkarmazlar. Zamanla sistem despotlaşır, merhamet rafa kalkar. Vietnam fabrikasında 56 kadın işçiyi kıyafetleri yüzünden cezalandırır, o sarı sıcakta bayıltasıya koştururlar. Yine bir dikiş hatası yüzünden 15 kadını ayakkabılarla döver, kafalarına kafalarına vururlar. Biliyor musunuz Asyalılar bu dayak şekline "nayklanmak" diyorlar. Vietnam fabrikalarında çalışan kadınlar tehlikeli eşiğin "177 katı" toluene maruz kalır (Kasım 1997 New York Times) bu zehir, böbrekleri, ciğerleri ve sinir sistemini perişan eder, doğum hastalıklarına, bebek anomalilerine yol açar. Çin'de yapıştırıcı olarak kullanılan "ABS- 514" ise hem uçucu ve hem de "uçurucu"dur, extradan kafa yapar. Endonezya fabrikalarında ise 12-13 yaşında kızcağızlar ter döker. Bunlar haftada 70 saat çalışır ama "karınlarını doyuracak" kadar para kazanamazlar. Çin ve Filipinlerdeki işçiler 21-23 yaşında kızlardır. Bunlar defalarca tacize uğrar ama ses çıkaramazlar. Temmuz 1997'de Nike'ın Çin'deki Wellco fabrikalarında genç kadınların saati 16 cente çalıştıkları (Amerika'dakinin nerdeyse kırkta biri) ve 2 ila 4 saat fazla mesaiye zorlandıkları tespit edilir. BOĞAZ TOKLUĞUNA Ücret Hindistan ve Bangladeş'te (çocuk terzi yardımcıları için) 10 cente kadar düşer. Nisan 1997'de 10 bin Endonezyalı işçi sokağa çıkarsa da firma "hesabınıza uyarsa" kartına oynar, işçileri tezgah başına oturtmakta zorlanmaz. Firma, zaman zaman ABD ve Kanada da protesto edilir. Mesela Victoria Üniversitesi öğrencileri bir koşu düzenler, yarışa katılanlardan Vietnamdaki bir NIKE işçisinin yevmiyesini alır (2.08 dolar), kazanana da Endonezya'daki bir NIKE işçisinin yevmiyesini (3.20 dolar) sunarlar. Ancak ABD polisi bundan hoşlanmaz, 17 Ekim'de Eugene Oregon'da gerçekleşen anti-NIKE gösterilerine katıldığı iddia edilen gencin evini basar. Ailesine silah doğrultur, babasını kelepçeleyip götürür, annesinin cadılar bayramında giydiği kostüme bile el koyarlar. Evin penceresini söker, çalıntı olabilir bahanesiyle çocuğun elbiselerini, bisikletini, hatta duvarlardaki posterlerini karakola taşırlar. "Neler oluyor" diye soranlara "uyuşturucu bulduklarından" söz açarlar. Firma Vietnamlıları "Amerikan tarzı bir demokrasinin yerleşmesi için buradayız" yalanıyla oyalasa da aksine baskıcı rejimlerin gölgesinde yuvalanır, kargaşadan medet umar. ÇALIŞANA DAMLALIKLA Günümüzde, biri Beavorton (Oregon) diğeri de Hilversum (Holanda) olmak özere iki ana karargâhı olan firma, diğer giyecekleri de fukaralara yaptırır. ABD, hemen hemen bütün üretici ülkelere kota uyguladığı için, içlerinden biri kota sınırına yaklaşınca, diğerine geçer "sen bırak, sen başla" der, daldan dala atlarlar. Sporcu NIKE'a çevrecilik çok yakışır, ancak firmanın Asyalı taşeronları insana ve tabiata saygısızdırlar. Zehirli suları nehirlere, kara dumanları atmosfere salar, filtre ve arıtma sistemlerine kuruş ayırmazlar. Adı geçen imalathanelerin yerleştiği zonlara devlet karışmaz, vergiden de muaftırlar. Hasılı bir taşla beş kuş vururlar. Düşünün bir kaç dolar yevmiye ile yaptırdıkları parçaların tanesini 70 - 80 dolardan satar, para istiflemekten yorulurlar. Fazla mesaiye zorlanan işçiler bitip tükeniyormuş kimin umurunda... REKLAMA ÇUVALLA NIKE 2001 yılında insan hakları örgütlerinin işçilerin teşkilatlanması için tavsiye ettiği şartları reddeder ama reklama çuvalla para harcar. Sadece Micheal Jordan'a ödenen para ile Endonezya'daki işçilerin ücretlerini iki katına çıkarmak kabildir ama böyle bir şey olmaz. Ardından Davids, Totti, Figo, Ronaldo, Roberto Carlos, Cantona gibi futbolculara para yağdırır. Henüz 18 yaşında bir çaylak olan LeBron James'le 90 milyon dolarlık, Manchester United'la ise 480 milyon dolarlık bir kontrat imzalar. Bir reklam filminde Amerikalı koşucu Suzy Favor Hamilton, Freddie kılıklı bir katil tarafından kovalanır. Tabii, Hamilton, ayağındaki NIKE'ler sayesinde, sapık katilin elinden kurtulur, motorlu testereden yırtar. Bazıları reklamı "hayal kırıklığı" olarak görseler de satışlar katlanarak artar. Evet NIKE rahat, hafif ve estetiktir ancak müşteriler onun hangi şartlarda üretildiğini öğrenince huzursuz olurlar. NIKE dendi mi akla pis imalathaneler, çocuk işçiler, bıktırıcı mesailer, açlık, sefalet, taciz, gözdağı kısaca "sömürü" gelmeye başlar. Hisse senetler yüzde 15 değer kaybeder satışlar yüzde 10 düşer. "Boykot" kelimesi telaffuza edilince firma geri adım atar. KÖŞEYE SIKIŞINCA İlk defa 1996'da, Pakistan fabrikasında futbol topu yapan çocukların fotoğrafları yayınlanınca köşeye sıkışan Phil Knight, (ABD 6'ıncı zenginidir) firmasının "kölelik ölçeğinde ücretlerle, zoraki mesailerle ve keyfi istismarla anıldığını" itiraftan kaçamaz. "Çalışanların durumunu kesin olarak düzelteceklerini" vaat ederse de değişen bir şey olmaz. Bu münakaşalardan sıkılınca kendini emekli eder, yerine paratoner yöneticiler koyar. NIKE idarecileri küreselleşme aleyhtarlarına hedef olmaktan korkmaz, ancak "pazar payını kaybetmekten" kaygı duyarlar. İster istemez masaya oturur ve iş verdikleri 705 şirketin adını açıklamak zorunda kalırlar. Bunlar daha ziyade Çin'de (124) ve Tayland'da (73) bulunurlar. Peki bu şirketler bundan sonra insanlara insanca yaklaşacaklar mı? Zor. Aynı şartlarda ömür çürütmeye talip milyonlarca işçi olduktan sonra... Reklama milyon dolarlar ayıran Nike, bilerek ve isteyerek çocuk çalıştırır, işçilikten kazanmaya bakar. Şapka düştü kel göründü "Ülkenin kuzeyinde yaşıyordum, işsizdim, şehre göçtüm. Bed and Bath Prestige şirketinde iş buldum. Burada NIKE ürünleri imal ediliyordu, ilk gün boynumuza 'kurallar' yazılı bir kağıt astılar. Küçücük hücrelerde 6 kişi kalıyorduk. Dışarı çıkmak, ailemizi görmek yasaktı. Bazen haftada 110 saat ter döküyorduk. Fabrikanın sahibi Chaiyapat Photikamjorn bize içine amfetamin katılmış kolalar içiriyordu, bu sayede 48 saat durmadan çalışabiliyorduk. Bazı arkadaşlarımız madde bağımlısı oldu, insanlıktan çıktılar. Patron yanında fedaileriyle gezerdi, sık sık hoparlörlerden nutuk çekerdi, fabrika denetlenirse neler söyleyeceğimizi ezberlemiştik adeta. Sendika ve örgütlenme gibi kelimeleri ağzına alanlar ailesi ile vedalaşmaya hazır olmalıydılar. Güvenlikçiler fısıldaşanları sorguya çeker, hırpalardılar." Evet, Lern adlı Tayland'lı işçi yaşadıklarını anlatınca firma büyük bir şok yaşar. Hisse senetleri düşer, satışlar dip yapar. NİKE bundan böyle işçi haklarını dikkate alacağına dair ilanlar yayınlarsa da işin kolayına kaçar, yetkilileri yemleyip dosyaları kapar. Dikkatinizi çekti mi bilmem geçtiğimiz günlerde ajanslar NİKE'ın zor durumda olduğunu ve "500'ü şirketin Oregon merkezinden olmak üzere 1750 kişiyi işten çıkaracağını" duyurdular... Eeee etme bulma dünyası. Üzüldüm desem yalan olacak
.
EVDEKİ HESAP İRAN'A UYMAZ
28 Haziran 2009 01:00
Batılılar, Saddam'ı saldırtıp İran'daki rejimi yıkacaklarını sanırlar. Bombalanan şehirler, kimyasal silahlar... İran zor günlerde milli birlik ve beraberliğini sağlar. Rejim inadına kök salar. Hep öyle olur, muhabir Tahran'a gider, Hicap Caddesinde pusuya yatar. Binlerce çarşaflı arasından iki tane makyajlı dilberi zumlar. Malum medyanın yazı işleri böyle resimlere balıklama atlar. Rejime çalaklavye bilet keser, bol özgürlüklü manşetler atarlar. Seçimler sonrasında da aynı işgüzarlık görülüyor, çatışmaları Ukrayna'daki, Gürcistan'daki Turuncu hareketlerle karıştırıyor, Musavi'yi sanki sistem aleyhtarı gibi sunuyorlar. Sahi onun "Humeyni'nin sağlığında" 8 yıl başbakanlık yaptığını bilmiyorlar mı, yoksa bilmezden mi geliyorlar? Obama bile "o gelse ne değişir, bu gelse ne" dedi, bizimkiler bulanık suda balık avlıyor. Sanırım şöyle geçmişe doğru bir gidip gelmekte yarar var. AİLEDEN MUHALİF Humeyni 1902 yılında Humeyn Kasabası'nda doğar. Bu aileden siyaset konuşmaktan hoşlanan din adamları çıkmaktadır. Nitekim babası Mustafa Musavi ve ağabeyi Pasendideh sıra dışı çıkışları ile tanınırlar. Humeyni henüz bebek iken babası öldürülür. Aslında mahalli bir meseledir ama aile bunu Şah'tan bilir, kenara yazar. Gelen giden ağıt yaktıkça çocuğun kimyası bozulur, sisteme diş bilemeye başlar. Humeyni de Şii eğitimden geçer, önce ağabeyi Pasendideh'ten okur, sonra Irak'da... Netice de Kum kentine döner, cemaate hitaba başlar. 1937 yılında hocası Abdülkerim Hayri Yezdi vefat edince Faiziye Medresesi'ni ondan sorarlar. Aşırı heyecanlıdır, siyasete bigane kalamaz, nutuklarında tansiyonu yüksek tutar. ÇAKMA PEHLEVİ Şah, güçlü bir hanedanın mensubu değildir aslında... Babası Rıza Şah yabancıların emrinde çalışan kaba saba bir onbaşıdır zamanında. Adam kıtlığından olacak İngilizlere yaranmayı başarır, ihtilal yapıp saraya demir atar. İlerleyen yıllarda Türkiye'deki değişimden etkilenir ve halka batılı hayat tarzı dayatmaya kalkar. Rıza Şah'ın serüven seven bir mizacı vardır, kırklı yıllarda kendisine iktidar bağışlayanlara ihanet eder, Almanlara oynar. Neticede tacından tahtından olur, Ruslar ve İngilizler onu kulağından tutup indirir, yaka paça sürgüne yollarlar. Yerine oturtulan oğlu Şah Rıza Pehlevi daha ürkek ve daha ılımlıdır. Demokrattır da... Şiilerin baskısına rağmen Sünnileri yok saymaz ve bu topraklarda yaşayan ulemanın eserlerini "devlet eliyle" basar. Biliyorsunuz İran tarihte Emevi, Abbasi, Selçuklu, Harezmşah ve Timur Oğulları gibi güçlü hanedanlarca yönetilmiştir. Başlangıçta Safeviler de Sünni ve ehl-i tasavvufturlar (Şeyh Safiyyüddîn Erdebîlî Hazretlerine bağlıdırlar) Ancak hırsıyla tanınan Şah İsmail, Şii inancını devlet politikası haline getirir ve karışıklık çıkarsın diye Anadolu'ya dailer fedailer yollar... Şii İran, tarihi boyunca asla Hıristiyanlarla çatışmaz. Aksine kardeşlerini arkadan vurur, sendelemelerini sağlar. Eğer Osmanlı okyanuslara çıkamadıysa, Amerika'da Müslüman bir devletin nüvesini atamadıysa İran'la uğraştığındandır. Yine aynı İran doğusundaki Gürganiye Devletinin kolunu kanadını kırar, Delhi'yi tarumar eder, müesseseleri yıkar. Yüzlerce yıllık devlet bocalayınca Avrupalı sömürgeciler fırsatı kaçırmaz, büyük bir iştah ile Hindistan'a çullanırlar. CIA MARİFETİYLE Ellili yıllarda İran'da muhalefetin merkezinde mollalar değil, sosyalistler vardır. Nitekim mimli bir solcu olan Musaddık seçimleri rahat kazanır ve petrolü millileştirme yolunda adımlar atar. Şah Rıza bütün kartlarını oynayıp kaybedince kendi kullandığı tayyare ile ülkeden kaçar. Süreyya ile birlikte İtalya'da bir çiftlik evi arıyorlardır ki CIA Musaddık'ı devirir (1953), Şah'a "geç koltuğuna otur" buyururlar. Buna rağmen İran Komünist Partisi (TUDEH) gücünden çok şey kaybetmez. Sol muhalifler özellikle Batılı üniversitelerde yuvalanırlar. Master, doktora yapar para ve unvan sahibi olurlar. Mollalar ise daha ziyade esnaf üzerinde müessirdir, nitekim şahın "Bazaarileri" (esnafı) bitirmek için aldığı abuk kararları karşı propagandada kullanırlar. Ardından toprak reformu yapılır ve vakıflar ellerindeki hudutsuz arazilerden olurlar. Humeyni buna çok kızar, sesi yükselmeye başlar. Şah "güç bende" modundadır, direnişe kulak asmaz. Yetmez gizli servis (SAVAK) elemanları Faiziye Medresesini basar, vaaz vermekte olan Humeyni'yi içeri alırlar. Bir din adamının kürsüden indirilip derdest edilmesi hiç şık olmaz. Şah yaptığı hatanın farkına varır ama meğer ki geçmiş ola... Ok yaydan çıkmıştır bir kere, Humeyni militanlaşır, yönetime karşı savaş açar. İPLERİYLE KUYUYA... Şah çareyi Humeyni'yi sürgüne (Necef ve Bursa'ya) yollamakta arar. Bu arada güdümündeki Rastakhiz Partisi dışındaki bütün siyasi partileri yasaklar. (1964) Parti kapatmak... İyi de halkın iştirak etmediği bir iktidarla nereye kadar? Şah zeminin kaydığını fark eder ama gururunu ayak altına alıp da yeni bir başlangıç yapamaz. Sistem ciddi bir şekilde erozyona uğrar. Bilirsiniz Rıza Pehlevi pilottur, sporcudur, sağlığına meraklıdır, rutin kontrollerini aksatmaz. İşte Amerika'da yapılan tahlillerden birinde kanser olduğu ortaya çıkar. Doktorları ona hakikati söylerler mi bilmiyoruz ama Washington "Yeni İran" için kolları sıvar. Onların lügâtinde vefa gibi bir kelime yoktur, derhal fütüroloji enstitülerine kapanır, senaryo üretmeye başlarlar. Şah'ın oğlu Rıza 17 yaşındadır daha... Böylesi çetrefilli bir ülkede dizginleri elinde tutabilir mi? Zor, ham hayal! Görünürde Sosyalistlerin iktidara gelmemesi için bir mani yoktur. İlerleyen yıllarda Tahran, Moskova'ya yanaşacaktır ihtimal. Ruslar zaten Irak'ta ve Suriye'de güçlüdürler, yetmez Afganistan'da da Marksist İhtilal yaptırırlar (1978). Eğer İran'ı da aralarına alacak olurlarsa Körfez, Demirperde'nin eline geçer, dünyanın şakülü kayar. ÜLKE SİZİN Humeyni elini kolunu sallayarak İran'a döner. Özel Air France, Tahran'a indiğinde caddeler cıvıl cıvıldır. Meydanlarda milyonlarca insan... KAPILAR ARDINDA Süperler kapalı kapılar ardından fısıldaşır ve "Mollalara oynama" kararı alırlar. Humeyni, 16 ay boyunca Fransa'da (Neauple-le-Château) ağırlanır. Ona adeta devlet başkanı muamelesi yapılır. Emrinde ajanslar, masasında kırmızı telefonlar... İran'a yolladığı ses bantları ile nümayişlere maya çalar. Humeyniciler slogan üretirken kantarın topuzunu kaçırır, ne Rıza'nın sapıklığını, ne da Farah'ın fahişeliğini koyarlar. Ki Türk asıllı bir aileden gelen Farah Diba, hanım hanımcık bir kadındır. Annedir en azından. Şahtan çok şahçılar da yangına benzin sıkar, "Kanlı Cuma" gibi bir katliama imza atarlar. Gel zaman git zaman halkını dipçikleyen askerler huzursuz olur, ordu içinden kıpırdanmalar başlar. O güne kadar Şah'ı ısrarla kavgaya çağıran Batılılar kenara çekiliverir, adamı yapayalnız bırakırlar. İşler sarpa sarınca Pehlevi'ye "İran'ı terk et" der, Humeyni'nin önünü açarlar. Humeyni elini kolunu sallayarak İran'a döner. Özel Air France Tahran'a indiğinde (Şubat 79) caddeler cıvıl cıvıldır. Ortalık serapa insan... Hep öyle olur, devrimciler heyecan dorukta iken bir referandum yaptırır ve kendilerine ömür boyu önderlik bağışlarlar. Humeyni de teamüle uyar. KİN, KAN, KARGAŞA... Siyaset sürprizlerle doludur, hesaplarsınız kitaplarsınız ama bazen bütün öngörüleriniz boş çıkar. Nitekim mollalar da kendilerine altın tepsi içinde iktidar sunan Batıya muti olmaz, ABD'yi "büyük şeytan" ilan eder, köprüleri atarlar. Şahın baskısından bunalan halk yeni rejim ile aradığını bulur mu? Halkı bilmem ama "devrim aleyhtarı" olarak yaftalananlar nefes alamaz. Geçici Hükümetin başı Mehdi Bazargan dahi mağrur mollalardan yaka silker, bu cahil militanların devlet dairelerinden uzak tutulmasını arzular. Milliyetçi kanadın temsilcisi ve rejimin ilk Cumhurbaşkanı Beni Sadr da tazyike dayanamaz, bakar olmayacak bırakır gider Fransa'ya... Fransa'ya kaçan bir başka isim Halkın Mücahitleri lideri Mesud Recavi'dir. Bu örgüt kolay pes etmez, tedhişe soyunur, devlet binalarını bombalar. Beheşti ve Recai gibi önemli isimleri öldürmekten kaçınmaz. O saatten sonra tutuklamalar sürek avına döner, "karşı devrim" korkusu ile işler çığırından çıkar. Bu arada hayat pahalanmıştır, gıda maddeleri el yakar. Humeyni halkın yakınmalarına kulak asmaz "biz bu devrimi kavun karpuz fiyatları düşsün diye yapmadık" der, noktayı koyar. DEVRİM MERAKLISINA Devrim beklenilenden de kolay olmuştur, Humeyni çıtayı yükseltir, rejim ihracı için düğmeye basar. Eh o kadar da değil ama... Nitekim korkulan olur, maşa kullanmaktaki mahareti ile tanınan Batı, İran'ın başına Saddam'ı sarar. Silah tacirleri üç vardiya mesai yapar, asrın en kanlı ve en manasız savaşına alkış tutarlar. İran Hava Kuvvetleri çok güçlüdür ancak acemi devrimciler pilotları sallandırdığı için hava üsleri kasaba garajına döner, savaş gemileri ancak balık avlamaya yarar. İlk günlerde Irak tek kale maç yaparsa da İranlılar tez toplanır ve Şattülarab'ın öbür yakasına geçmeyi başarırlar. Gencecik çocuklar vasiyetnamelerini yazar, güle oynaya cepheye koşar. Irak fütursuzca zehirli gaz kullanır, şehirleri bombalar. Biri de çıkıp "ne yapıyorsun" diye sormaz. Evet İran savaşta bir milyon evladını kaybeder ama milli birlik ve beraberliğini sağlar. Birkaç yıla kalmaz yıkılır denilen rejim işte o dönemde kök salar. İran'ı pes ettirmek için uygulanan ambargolar ise yerli sanayiyi güçlendirir, bir zamanlar yabancılara pazar olan ülke kendi otomobilini kamyonunu yapar. Tayyare helikopter imalinde de mesafe alır, uzaya uydu yollar. Batılılar bütün bunları hoş karşılayabilir ancak nükleer santral inşaatı ilerleyince huzursuz olurlar. Bu nasıl reformist? 2 Ekim 1981 seçimlerinde oyların % 97'sini alan Ali Hamaney Devlet Başkanı olur. Peki Hamaney kimi başbakan yapar biliyor musunuz? Bu gün reformcu aday olarak seçime giren ve kaybeden Hüseyin Musavi'yi. İşte kritik sual burada? Seçimleri Ahmed-i Necat kazanmasa ne değişirdi acaba? Reformcu dediğiniz Musavi, devrimin en şedit günlerinde 8 yıl başbakanlık yapmış bir insan. Elbette o da nükleer programa destek verecek, o da Hamas'a ve Hizbullah'a omuz çıkacak. Anti emperyalistlerden, Amerikan aleyhtarlarından baş döndürücü alkışlar alan İran bu rolü kolay kolay bırakamaz. Kaldı ki şu anda Osmanlının boşalttığı alanı kullanıyor, resmen İslam dünyasının liderliğine oynuyorlar. Yer sofrasında lavaşa peynir saran bir başkan... Bu resim doğu ülkelerinde her zaman prim yapar. Musavi daha aristokrat davranır... Köklü devlet geleneği olan İran'a onu yakıştıranların sayısı tahminleri aşar.NERESİ ŞERİAT? 20'nci asrın iki beşeri nizamı komünizm ve kapitalizm insanlığa bir şey veremez. Yeni nesiller arayış içine girer, İslam hakkında okuyup araştırırlar. Eğer güzel dinimiz, güler yüzlü, tatlı dilli mübelliğler tarafından sunulacak olsa... Sanatçılar yazarlar İslamiyet hakkında övücü sözler sarf ettikçe şer cephesi paniklemeye başlar. İşte bu yüzden aksi, hırslı geçimsiz Humeyni İslam karşıtlarının işine yarar. Onun militanca tavırlarını manşetlere taşır, kâh eli kanlı karikatürlerini çizer, kâh çatık kaşlı resimlerini basarlar. Gün geçmez ki ekranlar İran mahreçli bir infaz vakasına yer ayırmasınlar. Eğer Osmanlı, Selçuklu şeriat ile yönetildiyse, İran'daki şeriat olamaz... Hakiki şeriat önce bu molları yargılar. Elçilik basmak, rehin almak yakışır mı Müslümana? TÜRKLER ÇEKİLİNCE... Peki İran İslam alemine liderlik yapabilir mi? İslam dünyasında ezici ekseriyetin Sünni olduğu vakıa. İlk bakışta Şiilerin, "mescitlere astıkları insan tasvirleri ile, vaz geçemedikleri muta nikahı (ücretli ve geçici birliktelik) ile, sık kabaran Pers damarlarıyla ve Sahabelere karşı takındıkları saygısız tavırlarla" başka bir coğrafyada zemin bulamayacağı söylense de... Propaganda diye bir gerçek var... En güçlü silah! Suriye'nin belki yüzde 90'ı sünni ama her yüz dükkandan 90'ında Lübnanlı Şii lider Fadlallah'ın posteri görülüyor. Nitekim Irak'ı da (Bush'un sayesinde) avuçlarına aldılar. Sorsanız Filistin'de hiç Şii yoktur lâkin çaresiz kalan insanlar İran destekli Hamas etrafında toplandılar. Musavi'nin icraatı farklı olur muydu? Sanmam. Belki biraz daha usturuplu davranırdı o kadar...
.
Arkadaşlarının dilinden Levent Akın
5 Temmuz 2009 01:00
Eskiden filmi karanlık odaya verdik mi dizimiz titrerdi heyecandan. Gündüz işinde pek problem çıkmaz ama gece işleri can sıkar. Diyafram, poz süresi, asa, mesafe hep size bakar, birini gözden kaçır, yandı gülüm keten helva. Aynı değerleri bir de flaş ister... Tabii hadise çıkaranlar, poz vermiş seni bekliyorlar!... Hasılı yıkanan makaralar bazen koli bandı gibi sapsarı çıkar, bazen pantolon kemeri gibi simsiyah... Levent Akın gazetemizin en iyi fotoğraf çekeni. Aynı zamanda makine alıp satar. Benim gece işlerinde çuvalladığımı görünce, "Bu makineyle bu kadar İrfan Abi" dedi, "Kem alatla, kemalât olmaz!" Ve uygun bir fiyatla bir Nikon f4 getirdi bana. Müstamel ama çil çil bir alet. Makarayı yuvaya koyuyorsun asasını barkottan okuyor. Saniyede sekiz kare basıyor, kaleşnikof gibi saydırıyor. Bir de makineyle uyumlu flaş uydurdu, zum giriyorsun o da giriyor, açılıyorsun o da açılıyor. Mesafeyi ölçüyor, ne kadar ışık lazımsa o kadar atıyor. (Bunlar büyük teknoloji o zamanlar) O makineden nasıl memnun kaldım anlatamam, fotoğrafhane önünde dokuz doğurmaktan kurtuldum ve çok dua ettim ona. Biliyorum bodoslama daldım... Ne yapabilirim ama... Levent Akın'la ilgili kimden hatıra istesem, "bana bir makine satmıştı" diye girdi mevzuya... OSMAN SAĞIRLI'DAN Bir ay kadar önceydi "Görüşemiyoruz Osman" dedi, "Ölmeden bi buluşsak!" Sanki ayrılık halleri üzerine çökmüş gibiydi. Aynı şeyi Harun Yerebakan abide de hissettim mesela. Levent Abi, eski Genel Yayın Müdürümüz Kenan Akın'ın kardeşi olurdu. Mükemmel bir iş ahlâkı vardı, abisi ile karşılaştı mı düğmesini ilikler, sıradan bir personel gibi dururdu kenarda. Onunla habere çıkmak büyük keyifti. Esprili, rahat, yük olmaz, aksine seni omuzlar. Aslında foto muhabiri sadece resmine bakar ama o bazı notlar alır, habere derinlik katar. Onca yıl birlikte çalıştık, Levent Abi'nin bir kere surat astığını hatırlamam. Halbuki bizim işlerimiz nefes nefese yürür, mâlum hep son anda... Hem fotoğraf yetişecek, hem haber kurtulacak. Vakit daima dar. STAJYERE İLK DERS Eskiden stajyer muhabir çok olurdu. Levent Abi kapıdan giren delikanlıya "Hoş geldin kardeşim" der ve makinesi olup olmadığını sorar. Varsa mesele yok, yoksa kırık dökük bir alet uzatır, "al" der, "şimdilik bununla başla!" Eğer muhatabı meraklı ise modelli makine arzular, Levent Abi uygun bir paket hazırlar ona. "Şunu al, buna bakma..." Ama piyasada ele geçmeyecek fiyatlara... Taksitler genellikle sonraki aylara sarkar. Verirsen alır, vermezsen sormaz, defter ney tutmaz. Varlıklı bir aileden gelmeydi, Arapça zaten ana dili. Irak'ta Arabistan'da iş yapmış, kah batmış, kah çıkmış. Güngörmüş, cömert bir insan. Çok olgun, sanırsın koca adam. Birlikte Fizan'a yürü hiç korkma... Düşünüyorum da servise ağalık yaptığı yıllarda 33-34 yaşındaymış daha. Şimdi o yaştakiler çocukluktan kurtulamıyor, ilgi, alaka bekliyorlar... BORCUMUZ VAR Fotoğraf makinesine çok meraklıydı, diyelim bugün yeni bir model çıktı, yarın onda. Objektifler boy boy. Teleler, balık gözleri, geniş açılar... Dolabı servisin kileri gibi, kime ne lazım, gider açar. Mesela bir 35 - 350 objektifi vardı (ki süper bi alet 500 metreden serçeye vesikalık çakar) bir sene ben kullandım. 17 Ağustos zelzelesinde en dramatik resimleri onunla aldım. Benden sonra belki bir yıl Ziya Sandıkçıoğlu kullandı, derken Mehmet Dikbayır... Sonra kim götürdü bilemiyorum artık. Halbuki değerli parçaydı, nerden baksan 2-3 bin mark yazar. En son 100 bin dolarlık bir makine getirtmiş 120 milyon piksel. Türkiye'de onu tarayacak sistem yok daha... Sordum "Abi bunu niye aldın?" -Ne bileyim işte, merak. Levent ağabeyin ticaret hayatı da fırtınalıydı, zira yüzü çok yumuşak. Ömrü kefil olduklarının borcunu ödemekle geçti, dostlara verdiği hatır çeklerini sineye çekti. Sanırım hepimizin borcu var ona... Vefa borcu en azından... Vefa borcu en azından.... MUHAMMED SIRRI'DAN Eskiden siyasi hadiseler sıkça patlar, adli haberlerde kan çıkardı. Muhabirin dayak yemesi adi vakaydı. Nitekim bir keresinde Taksim'de uyuşturucu mafyası bizi buruşturdu. Yüzüm gözüm az hasarla kurtuldu ama makineyi "linç" ettiler bu arada. Ferit Zengin'in iki makinesi vardı, birini bana verdi. Haydi bir vukuat daha... Flaş, objektif darmaduman. Gittik Levent Akın'a "Abi bana bir makine..." "Dolap açık aslanım, seç al." Bir FM 2 Nikon, bir kollu Metz flaş aldım ondan. Derken beni gazetenin birinden ast-ronomik ücretle (en az 4 misli) çağırdılar, iyi de adamlar boyuma posuma değil makineme bakacaklar. Levent Abiden mükemmel bir seri dizdim Nikon f4, flaş filan... Bir servet ama aldırmıyorum, nasıl olsa bol para alacağız. Gittim baktım bizim gazetedeki hava yok, birkaç saat durdum içim darlandı. Oradan kaçtım adeta... İyi de makine elimde kaldı, ben bu pahalı aleti n'edeyim şimdi. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Borç gırtlağa kadar. Sabah Levent abi sordu "n'oldu?" - Olmadı abi. - Boşveeer canını sıkma, makineyi bırakabilirsin dolaba... Onun çelik gövdeli bir cep telefonu vardı hiç unutmam. Demode bir Ericcson ama çok sağlam. Düşünebiliyor musunuz ortaya koyuyor, minyatür kale maç yapıyoruz onunla. Tepen tepene, bari bir şeycik olsa. O zamanlar yeni telefon alanlar, afili hareketlerle ceplerinden çıkarır, masaya koyarlar. Mevzuyu çekiyor çekmiyor muhabbetine getirir bir şekilde hava atarlar. Kantin azıcık kuytuda, kimsenin telefonu çalışmaz. Levent abi "ben çekmeyen telefonu paralarım arkadaş" der kaldırır vurur betona. Muhatabına da aynı şeyi yapmak düşer ama... Ama... MEZARINI HAZIRLATMIŞ Kenan Abi "biz kabir yeri arıyorduk" dedi "meğer yıllar evvel yerini ayırtmış." Hem de ne yer. Denilebilir ki Halid bin Zeyd hazretlerine en yakın kabir onunki. Eyüp mezarlığına döndünüz, yokuşa adım atmadan sağ kolda... Tabiri caizse köşe başı. Ona uğramadan giriş yok kabristana... Defnedildiği gün validesi ile birlikte yüzüne baktım, aynen sağlığındaki gibi... Gözleri kırpık kırpık sanki bakıyor aradan. Yüzünde yine o bildik tebessüm. Rahat huzurlu endişesiz geldi bana... Gülümseyerek yaşadı, gülümseyerek gitti, hani nasıl yaşarsan öyle ölürsün denir ya... ABDÜLKADİR KARATAŞ'TAN İlk iş ve son iş... Doksanların başıydı... Askerden dönmüşüm... İstihbarat Şefimiz Bekir Aydın, merhumla tanıştırdı... Serviste foto muhabiri olarak işe başlamış. Elimize bir adres tutuşturdu "çırağın teki kolunu makineye kaptırmış!" Cağaloğlu'ndan Eminönü indik, oradan otobüse binip Okmeydanı'na... Epeyce bir çabadan sonra, imalathaneyi bulduk... Sokaktan merdivenle inilen bir atölye... İzbe mi izbe. Yeşil boyaları yer yer dökülmüş demir bir kapı. Tabii ki kapalı. Yetmemiş zincir dolamış, kilit asmışlar! İşyerinin sahibi çoktan sırra kadem basmış. Mahalleli sus pus, kimse konuşmaya yanaşmıyor. Aile hastanede, muhtar ketum... Bir kulübeye yönelip, servisi aradık "Ağabey, böyleyken böyle. Fotoğraf imkânı olmadı" dedik utana sıkıla... Dönüş yolunda ikimizin de morali bozuk... Otobüste mahcup bir eda ile serzenişine şahit oldum: "İlk işimizden eli boş dönüyoruz ya..." Arkadaşlığımız o günden sonra kök saldı. Hiçbir kırgınlık, dargınlık yaşamadık. Vefatından bir hafta önce, Şişli'deki ofisinde beraberdik. Bir kurumun bültenini hazırlıyoruz. Ben her zamanki gibi aceleciyim, asabiyim, o ise alabildiğine sabırlı, hoşgörülü... Bir ara gözlerime baktı: "Abi dert etme ya" dedi, "olacaksa olur, olmazsa olmaz. Biz ilk işimizden de boş dönmüştük unutma!" Oracıkta yıllar evveline gittik geldik, kahkahaları koy verdik... O her şeye rağmen "çelebi" halini muhafaza etmeyi bilen bir "Levent'ti" Yüzündeki masum gülümseyişiyle bıraktı gitti... Mekânı cennet ola! ALİ İHSAN GÜLCÜ'DEN Sanki hâlâ buralarda Bir gün evvel birlikte olduğun bir arkadaşı ertesi gün kaybediyorsun. Hele ki o arkadaş Levent Akın gibi biriyse... Biz onunla on yıl birlikte haber yaptık, 2001 yılında müteşebbis damarı tuttu gitti Hasköy'de bir stüdyo kurdu. Ben de 2003'te emekli oldum kendi stüdyomu kurdum. Krizde de hayır var, iki ayrı büro, iki ayrı kira... Gel güçlerimizi birleştirelim dedik. Çok tatlı günlerimiz geçti ona doyamadım, sağa dönüyorum Levent, sola dönüyorum Levent. Sanki buralarda dolanıyor. Daha geçen gün bir hatırasını anlatmıştı. Dündar'la birlikte İzmit'e gidiyorlar, bir AVM'nin çatısı yerleştiriliyor. Uzak mesafeleri teleyle alıyor, tam Demirel'i çekmek için geniş açıyı takacak biri elinde silahla koşuyor. Adam takır takır silah sıkıyor, o çatır çatır deklanşöre basıyor, iki saniyede her şey olup bitiyor. İyi de makineye objektif takılı değil ki o ele geçmez enstantaneler perişan oluyor. SERDE AĞALIK VAR! Levent gazeteye başlamadan evvel Arabistan'da mobilya ticareti ile iştigal etmiş. 9 kere hac yaptım dediğine göre en az 9 yıl kalmış olmalı. Sanırım Suudi kefil ketenpereye getiriyor, ceketini alıp yurda dönmek zorunda kalıyor. Bu yediği ne ilk kazıktı, ne de son... Ama o umursamaz, serde ağalık var. Ezkaza bir iş yaptıran ahbap olurdu onunla. Geçen iki yaşlı öğretmen kalkmış buraya gelmişler. Yıllar evvel okullarına bir mezuniyet kitapçığı hazırlamış. Sanırsın ki evladları ölmüş, Levent diyor başka şey demiyorlar. O gece hanımını ve kızını yazlığa bırakmak üzere çıkmıştı yola Kendi sayfiyeden hoşlanmaz, İstanbul dışında pek kalmaz. Sanırım uyku basıyor, arkasından gelen kamyonlar korna çalıyor, selektör yapıyor ama duyuramıyorlar. Zig zag çize çize karşı şeride geçiyor ve şarampola dalıyor... DÜNDAR BATIK'TAN Kimlere komşu oldu Ölüm... Şu bir sene içinde bilmem ki kaç kere hatırlatıldı bize. Hem de yakınlarımız sevdiklerimiz tarafından... Önce Mahmud Celal ağabeyimi uğurladık, sonra Rahmetli Kemal Çapraz'ı ve ardından Harun Yerebakan... Hepsi de aniden, hepsi de genç yaşta! Ve yine acı acı çalan bir telefon. Açıyorum Ali İhsan Gülcü. Abi Levent Akın ve zevcesi Şule Hanımefendi... Sözünü tamamlıyamıyor. Ne yalan söyleyeyim inanmadım, inanmak istemedim belki.. Gazeteyi aradım, İHA'yı aradım. Bir ümit verir diye Kenan ağabeyi aradım. 'Maalesef Dündar' deyince dondum kaldım. Ecel işte... Trafik kazası bahane... Acı haber tez duyulurmuş, o gün Eyyûb Sultan Camii'nde tanıdık bildik simalar. Eğer ölümlerle düğünler de olmasa "meşgul dostlar" nasıl buluşacaklar? Cemaat toplanırken bir yaz yağmuru ıslatıyor zemini, ortalık serinleyiveriyor. Ağlamaklı oluyorum, dilime "rahmet" kelimesi takılıp kalıyor. "Evet, rahmet. İşte rahmet!" Ve Levent ile zevcesi Halid bin Zeyd hazretlerine komşu oluyorlar. 20 yıla yakın, ailece görüştüğümüz Levent'le uzun haber seyahatlerine çıkmıştık. Hele 1996'da 25 gün süren bir Doğu ve Güneydoğu Anadolu seyahatimiz var ki dillere destan... Yaşadığımız komik hatıralar Bab-ı Ali'de anlatılır hâlâ. SİNİRLERİNİ ALDIRMIŞ Bir insan kızınca gülebilir mi? Zor! Ama Levent güler, tebessüm yüzünden eksik olmaz. Bir keresinde fotoğraf çantasını didikliyor. Acilen bir aparat lazım ama ara ki bulasın. Ekseni etrafında döne döne yeleğinin ceplerini boşaltıyor. Sonra bir daha. Bir daha...Neden sonra o parçayı birine verdiğini hatırladı. Başını yumruklayıp bir kahkaha atışı var ki, unutamam. Levent Akın'ı ve sayısız kez kurduğu sofralara oturduğumuz kardeşimiz Şule Hanım Efendi'yi hep rahmet ve minnetle yad edeceğiz. Ne diyebiliriz ki? Her nefis ölümü tadacak! Yavruları İpek'in eski sağlığına kavuşabilmesi için hep birlikte dua edeceğiz. Ne yapabiliriz ki başka? Yaşayanlardan sabahı selamı, vefat edenlerden Fatiha'yı eksik etmeyin n'olur! Dostların sayısı az ama acıları büyük oluyor!
.
Doğu Türkistan'da bir zamanlar devlet vardı
12 Temmuz 2009 01:00
VURUN UYGUR'A! Nükleer denemeler, kürtajlar, idamlar... Kızıl Çin 2.5 Anadolu büyüklüğündeki Şarkî Türkistan'da Türkleri bitirebilmek için her yolu dener, kan dökmekten kaçınmaz. Ali Han (ya da İlihan) Töre 1885 Tokmak doğumlu bir Özbek Türküdür. Babası Şakir Hoca Eşan tarihi Balasagun şehrinde (Issık Göl taraflarında) meskun bir Nakşibendi şeyhidir. İlmi ile amil bir zattır, bilhassa Kırgızistan civarında iyi tanınır. Ali Han, ilk derslerini dedesi Muhammed Hocadan okur, 13 yaşında iken ağabeyi Alim Han Töre ile Mekke-i Mükerreme'ye gider ve 17 yaşına kadar amcasının yanında kalırlar. O günlerde Haremeyn Osmanlıların elindedir, Mekke ve Medine'de mükemmel medreseler vardır. Sadece Arabi öğrenmekle kalmaz, fıkh, hadis, siyer, tefsir ile de donanırlar. Bu arada Türk zabitleri ile dostluklar kurar, onlardan muharebe hatıraları dinler, birlikte harita yayar, kurmayca kafa yorarlar. Ali Han bilahare Buhara Emir Alim Han Medresesi'ne devam eder, din ilimlerinin yanında tarih, coğrafya, edebiyat, hendese, felekiyat dersleri alır ve bilhassa tababette derinleşmeye bakar. Meraklı bir talebedir, ilme doymaz. Müderrislerin gölgesi gibidir, çekinmeden kapılarını çalar, sorularına ısrarla cevap arar. Eline geçirdiği gazeteleri içercesine okur, dünyada olup bitenlere de bigane kalmaz. O FETVA Tedrisini tamamladıktan sonra yurduna döner, talebe yetiştirmeye başlar. Rus Çarı, I. Cihan Harbi için Türkistan'da asker toplamaya teşebbüs edince cesaretle karşı çıkar ve "Halifenin askerine silah çeken cehennemliktir" şeklinde bir fetva yayınlar. Bu çıkış hayli tesirli olur ve Rusların bölgeden eli boş dönmelerini sağlar. Hakkında tutuklama emri çıkarılsa da yakalanmaz. Ancak adını bir kenara yazar, kara listeye alırlar. 1916 yılında Batı Türkistan, Çarlık Rusya'sına karşı kıyama kalkar. O da kendi muhitinde isyana katılırsa da Ruslar ayaklanmayı kan dökerek bastırırlar. Ali Han Töre pes etmez, gider aynı meşaleyi Kaşgar'da yakar. 1917 yılında Bolşevikler "Azadlık mücadelesine" katılanlara af çıkarırlar. Memleketine döner ama huzur bulamaz. Komünistler her dine ama özellikle İslam'a düşmandırlar. Müslümanların kökünü kurutabilmek için en lafazan ateistleri Türkistan'a yollar; namazı, orucu, kandili, bayramı alaya aldırırlar. Sırf bu iş ile uğraşan kadrolar vardır, sabah akşam mukaddes değerlere söver, karşılığında maaş alır, rütbe kazanırlar. Sık sık "irtica ve hurafeyle mücadele" kampanyaları düzenler, tarihî cami, medrese ve tekkeleri ortadan kaldırırlar. "Semerkant saykeli rüyi zemin est, Buhara kuvveti İslâmi din est" (Semerkant yeryüzünün cilası, Buhara İslâm dininin kuvvetidir) diye ün kazansa da kalabalıklar şuursuzdurlar. Müslümanlık urbada kalmıştır, şeriat kitapta... İşte o zor yıllarda Ali Han Töre ısrarla İslamiyeti anlatır, köklü medeniyetimizi yaşamaya ve yaşatmaya çabalar. Bir taraftan Bolşeviklerle, bir taraftan ceditçilerle uğraşır vaaz ve nasihatleri ile cemaate ümit verir, mücadele arzusunu diri tutar. Bu arada Kasımovcular Harekatı'nın temsilciliğini üstlenir. On bir yılda altı defa tutuklanır, sonunda Sibirya'ya sürgünü çıkar. Ruslar onun paşa paşa Sibirya'ya gideceğini sanırlarsa da akıllara durgunluk veren bir oyunla Bişkek Şehir Hapishanesi'nden firar eder ve Şarkî Türkistan'da bayrak açar. GULCA'DA Bir yıl kadar Gulca'da çalışır. Kazandığı bütün parayı kaçakçılara verip hanımını ve çocuklarını yanına getirtir. Ancak komünistler Şarkî Türkistan'a da casuslar, militanlar yollar, imal ettikleri kaliteli ürünleri ucuz ucuz pazara sokarlar. Dışarıdan baksanız Rusya güllük gülistanlık... Zor olur ama Ali Han Töre kızıl propagandaları bertaraf eder, Uygurlar bir süre sonra Sovyet Emperyalizmi'nin hakiki yüzünü görmeye başlar. Ruslar da hile ve desise yoluna sapar, Şarkî Türkistan Valisi General Şen Şi Sey'i satın alırlar. Vali bir gece ansızın Rusya'dan kaçanları kodese tıkar. Ali Han Töre ile oğlu Asil Han Töre izlerini kaybettirirlerse de on ay kadar sonra Asuk pazarında tanınır, yakalanırlar. Gariptir onu müebbedlerin arasına iter adeta unuturlar. Malları müsadere edilir, ailesi sokağa atılır, kalırlar mı kış günü ortada... "İçeride" yargılanmadan yatan onbinler vardır. Merkezi Çin Hükümeti 1941 yılında hapishanelerde bir teftiş başlatır ve suçları sadece "Sovyetlerden kaçmak" olan insanların bulunduğu ortaya çıkar. Kağıt üzerinde böyle bir suç yoktur, tabii ki serbest bırakılırlar. GÖK BAYRAK Ali Han Töre, mapus damlarından sağ ve sağlam çıkan birkaç Türk'ten biridir, halk büyük bir sevinç yaşar, evi ziyaretçilerle dolup taşar. 2. Cihan harbinde Nazilerle takışan Sovyetler zor durumda kalır. Çin Valisinin de gücü zayıflar. Ali Han Töre boşluğu değerlendirir arkadaşlarını "Azadlık Cemiyeti" etrafında teşkilatlandırır, Hürriyet için fırsat kollar. 1944 Temmuzunda Altay'daki Gomindang'ın 384. Alayını basar, oradan kaldırdıkları silahlarla Nilki Şehrini kurtarırlar. Bolşeviklerin ayaklandıkları günün 27'nci sene-i devriyesinde (7 Kasım 1944) Gulca'yı ele geçirip, merkez yaparlar. Ali Han Töre Vilayet Konağı'ndaki Çin bayrağını eliyle yırtar, ay yıldızı göndere çeker ağlaya ağlaya. O gün bütün dünyaya "Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti"ni kurulduğunu duyururlar. Ali Han Töre Cumhurbaşkanı seçilir, Hekimbey Hoca ve Kazak asıllı Ebul Hayri Töre ise yardımcılığına bakar. Ellerine 4 savaş uçağı, 618 tüfek, 56 makineli, 12 havan, bir kaç ton cephane geçer. O yıllarda SSCB, Japonlara ve Merkezi Çin Hükümeti'ne karşı tampon olsun diye Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti'ne ses çıkarmaz. Hatta silah satar. Gerçi verdikleri uyduruk tüfekler el yakar (30 koyuna bir tüfek) buna rağmen alır ve Milli Ordu'yu kurarlar. Özbek ve Kazak asıllı askeri uzmanlar da gelir, bilgilerini paylaşırlar. Seferberlik ilan edildiğinde 100 bin gönüllü şubelere koşar, lakin elde 30 bin silah olduğu için 70 binini geri yollarlar. Buna rağmen 85 bin kişilik Çin Ordusunu yener, nazlı hilali; Terbegatay, Altay ve İli semalarında dalgalandırırlar. Ardından Milliyetçi Çin ordusu ile savaşır ve yeni bir zafere imza atarlar (1945). Milli ordu içinde Uygur'u, Tatar'ı, Kazak'ı hatta Rus'u omuz omuza vuruşur. Gani Batur, Fatih Batur, Osman Batur, Ekber Batur ve General Palinov gibi komutanlar büyük işler başarırlar. Ali Han Töre'nin adı "Maraşal Ata'ya" çıkar. Maraşal Ata yaklaşık 300 harekâtı yönetir ve neredeyse tamamından muzaffer olur. Askerini evladı gibi sever, şehit ve gazi ailelerini arar sorar. PASAPORT, PARA Genç devlet hızla müesseselerini kurar, kendi milli parasını basar. Seyyahlar tüccarlar yurt dışına "Şarkî Türkistan" pasaportu ile çıkar. Bu arada vergiler yarı yarıya azaltılmış, insanlara oy verme hakkı tanınmıştır. Adaleti tesis eder, çalışma saatlerini ayarlarlar. Din ve dil serbestliği sağlanır, insanlara insanca yaklaşırlar. Ne yazık ki bu dost devleti Sadece Afganistan tanır o kadar. TC hariciyesi etliye sütlüye karışmamakta kararlıdır. Monşerlerimiz 12 Kasım 1933'de (11 yıl önce) Hoca Niyaz Hacı yönetiminde kurulan Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyetini de yalnız bırakmıştırlar, yine aynı şeyi yaparlar. CHP iktidarı "Türkçü" avındadır, soydaşlarımızı da "turancılıkla" yaftalar, kapıyı yüzlerine çarpar. Bu tavır Çin ve Rus tarafını iştahlandırır, kuralı teamülü rafa kaldırır, belden aşağı vururlar. 1946 yazı... Şarkî Türkistan Ordusu bir yandan Manas vadisine uzanmış, bir yandan da Urumçi'yi sıkıştırmaktadır. Şehir düştü düşecektir ki SSCB'nin Gulca Başkonsolosu Dabaşin, Ali Han Töre'nin kapısını çalar. "Başkan Stalin sizinle görüşmek istiyor" der, davetiyesini sunar. ALINA MI GELİR Ali Han Töre bu görüşme için Korgaz Şehri'ne gider ve hayatının hatasını yapar. Yanına diplomat değil, asker almalı, çatışma ihtimalini gözden ırak tutmamalıdır. Nitekim Ruslar onu pusuya düşürür ve Taşkent'e kaçırırlar. Aniden kaybolan bir Cumhurbaşkanı... Düşünebiliyor musunuz halkının haberi bile olmaz. Ruslar, Ali Han Töre'nin yerine gelen Ahmet Can Kasımi'yi de takibe alır, onu ve ekibini bir tayyare kazasına getirir 5 arkadaşı ile birlikte ortadan kaldırırlar (Eylül 1949). Evet onların da yerini dolduracak isimler vardır ama "Cumhuriyet fazilettir" sloganı pratikte çalışmaz... Particilik, fırkacılık yüzünden birbirlerine düşer, kimi gruplar Çinlilerle, kimi Ruslarla işbirliği yapar. Sadece 6 yıl yaşayan Doğu Türkistan Hükümeti ve 100 bin kişilik Doğu Türkistan Ordusu, Ruslar tarafından dağıtılır (Aralık 1949). Babasının malı ya! Stalin Batı Türkistanı kendine ayırır, Şarkî Türkistanı Çine bağışlar(!) BU ARADA Dönelim hikayemize... Maraşal Ata böylesine hareketli bir hayat sürmesine rağmen ilimden edebiyattan kopmaz. Tarih-i Muhammedi, Türkistan Gaykusu, Şifau'l-ilel (Hastalıklar Devası), Şiirler Toplusu gibi kitaplarının yanı sıra Emir Timur'un "Tüzükât-ı Timur"unu, Ahmed Daniş'in Farsça "Nevadir ül Vekai"sini ve Herman Vambery'nin "Buhara veya Maveraünnehir Tarihi"ni Türkçe'ye kazandırır. Ali Han Töre'nin şiirlerinden birini burada vermeyi düşündüm ama Çağatay Türkçesi ile kulak okşayan mısralar günümüz Türkçesi ile fena dağıldılar. Şiirin çevirisi olmuyor vesselam... Doğu Türkistanın çilekeş lideri, Taşkent sürgününde gözlerini yumar (1976). Onu vasiyeti üzerine Şeyh Zeynüddin Baba Kabristanına defnederler. Makamı âlâ ola. CİDDİ DEVLET, NİZAMİ ORDU... 7 Kasım 1944 yılında kuruluşunu dünyaya duyuran "Şarkî Türkistan İslam Cumhuriyeti" meclisi, bakanları, parası, pasaportu, askeri, ordusu olan ciddi bir devlettir. Ancak Ankara'dan destek bulamayan Uygurların sevinçleri kursaklarında kalır. DIŞ(LANAN) TÜRKLER > Kırklı yıllarda devlet dairelerini parti merkezine çeviren CHP şürekası "Türk", "millet" gibi kelimelerden hoşlanmaz. Milliyetçi gençleri tabutluklara tıkar, dış Türklere "dış kapının mandalı" gibi bakar. Bırakın Azeri'nin, Türkmen'in, Kazak'ın, Kırgız'ın, Tatar'ın, Başkırt'ın, Uygur'un derdi ile dertlenmeyi, Anadolu halkı gariptir öz yurdunda. Doğu Türkistan'da genç bir Türk devleti kurulmuş... İyi de kimin umurunda? "Tek" partinin "çok" sesli müzik, Cumhuriyet Balosu, tayyare Piyangosu gibi çook önemli işleri vardır o sıralar... Düşünebiliyor musunuz Stalin'in katliamlarından kaçan soydaşlarımızın iltica talepleri dikkate alınmaz, yaka paça iade edilirler Rusya'ya... 1945 yılında katarlara tıkılıp huduta yollanan Kırımlılar öldürüleceklerini iyi bilirler mesela . Bu yüzden elbiselerini, çizmelerini çıkarır, Kars Tren İstasyonunda kardeşlerine atarlar. Ve beklendiği gibi olur, Ruslar hududu geçmelerini bile beklemez, üzerlerine kurşun yağdırırlar. Kanları karışır Aras'ın dertli sularına... Hariciyemiz Anayurt ile ancak Özallı yıllarda ilgilenmeye başlar... Meğer ki geçmiş ola...
Katillerin kâbusu Kazak kahraman Osman Batur
19 Temmuz 2009 01:00
Kazak kahramanı Osman Batur 2 metreye yaklaşan boyuyla dağ gibi bir adamdır, saçı sakalı simsiyah! Konuşmaz, nutuk atmaz, duyguları sessizce yüreğine akar. Osman Batur ve arkadaşları mesut günlerinde Tokuztarav yaylasında... Yıl: 1890... Yer: Altaylar.. İslam Bey adı üzerine beydir. Emri altında yaklaşık 100 çadır vardır. Koyunlar, sığırlar, atlar... Seyisler, yamaklar, çobanlar... Ne zaman ki Köktogay'da havalar ısınır, yukarılara vururlar. Zorlu bir yolculuktan sonra Tokuztarav'da (9 dişli tarak) da "üy" kurarlar. Bu yaylanın zemini zümrüt yeşilidir. Suyu kardan soğuktur, havası çiçek kokar. İki saat yatan uykuya doyar. Yaprak hışırtısı, su şıkırtısı, melemeler, kişnemeler, çıngıraklar... Zaman zaman ava çıkar, uçana kaçana "kartal" salarlar... Bu evcil kartallar değil tavşana, çakala bile dalar, lahzada gözlerini oyar. Hasılı keyifleri yerindedir, hele Ayça Hatun'un çadırından bir bebek çığlığı kopunca neşeleri artar. İslam Beyin babası âlim bir zattır (aksakal) gelip uzun uzun okur. "Adını Osman koydum" der, "Osman-ı Zinnureyn gibi abid ve cömert olur inşallah!" İslam oğlu Osman iştahlı bir çocuktur kase kase süt içer, dişlerinin çıktığı gün et kemirmeye başlar. Gürbüzdür kalıplıdır, bileklerinde nasıl acı kuvvet, akranlarını zorlanmadan yıkar. Daha el kadar tıfıl iken koyunların sırtına yapışır, merkeplerin üstüne atlar. Ata da pek yakışır. Hani ak bulutlar mor dağlara nasıl yakışıyorsa... Vakti gelince o da cüz kesesini boynuna asar, büyük bir hevesle "okuv"a koşar. Dersler Elif Ba'dan başlar, sonra tecvid, emsile, bina... Artık kim ne kadar okursa... İslam tarihi, fıkh, hadis, kelâm... Bunlar zaten kesintisiz sürer, çadır sohbetleri açıktır meraklısına... BAŞBUĞ SAĞDA Günlerden birinde ünlü Kazak komutanı Böke Batur'un yolu düşer obalarına... Ardında iki manga kurt bakışlı civan! Başbuğun sırtında çapan, başında erik kurusu tumak (bir nevi kulaklıklı kalpak) vardır yanlarında baykuş tüyleri uçuşmakta... Sözde çay içecek kadar oturacaktır ama derhal koyunlar kesilir, ayranlar çalkalanır, tepsi tepsi pilavlar... Bizim Osman, Böke Batur'un atını yemleyip sulamak üzere teslim alır, ancak tepesine çıkıverir bir anda. Halbuki bu siyah aygır adam seçer, değme yiğitleri yaklaştırmaz yanına... Böke Batur onun zorlu bir cengaver olacağını anlar, babasına "Osman'ı bana ver" der, "yetişsin yanımda!" Hay hay... Ki 12'sindedir daha... O yıllarda Çinlilerle savaşmaktadırlar. Düşman kum gibi kalabalık gelir, bu yüzden Kazakların kızı kızanı dövüşür, bebelerin de dedelerin de eli silah tutar. Osman, Böke Batur'dan çok şey öğrenir, rüzgarın dilinden, göğün renginden mana çıkarmaya başlar. Düşmana tilki gibi sessizce yaklaşır, karda dolaşsa iz bırakmaz. At üzerinde 20 saat geçirecek kadar mukavimdir, 500 km ötelere haber taşır icabında... Böke Batur herkese anlatmadıklarını onunla paylaşır, düzenli orduların zaaflarını fısıldar. Pusu atmak, vur kaç, sindirme, yıldırma... Şimdi gerilla taktikleri deniyor bunlara... Çinliler Böke Batur'u defalarca ele geçirirlerse de o her seferinde kaçmayı başarır. Kurtulmasından ziyade yakalanması düşündürücüdür. Komutanın canı hep boşboğazlar yüzünden yanar. Bu yüzden olacak Osman ketum olur, kerpetenle çekseniz ağzından kelime çıkmaz. Gün gelir Böke Batur elini delikanlının omzuna koyar "senin bana ihtiyacın kalmadı evlad" der, "fakat şu milletin ihtiyacı var sana! Haydi şimdi var git avuluna!" İNNA LİLLAH... Osman baba ocağına varmıştır ki acı haber ulaşır. Çinlilerle "meydan savaşına" giren Böke Batur (böyle bir şeyi yapmazdı ama) yenilmiş, Türkiye'ye kaçarken yakalanmıştır sınırda. Efsane mücahidi Urumçi'ye götürür, başını vururlar. Naaşını ibret-i alem için şehir kapısına asarlar. Evet havali kendini bildi bileli Çin tehdidi altındadır ama yetmez gibi bir de Ruslar musallat olurlar. Çar için vergi ister, çar adına asker toplarlar... Çar aşağı, Çar yukarı.. Hay çar kadar başınıza! Genellikle sarhoş gezer, hırsızlık uğursuzluk yaparlar, iş yağmayla bitse neyse, ırz namus tanımazlar. Gecenin bir vakti kapınız tekmelenerek kırılabilir, akça pakça kızlar korkularından yüzlerine is çalar, göze şirin görünmemek için çamura tezeğe bulanırlar. Hasılı yaylalar matem yerine döner, ozanlar sadece ağıt yakar. Kazaklar Çar güçlerini püskürtür ama 1917 ihtilalinden sonra işin çivisi çıkar. Bolşevikler sırnaşıktır, din, iman, milliyet, mülkiyet tanımaz halkı dipçik zoruyla madenlerde çalıştırırlar. İşin garip yanı yerli komünistler de düşmanla birlik olurlar. Orak çekiçli madalyaya tamah eder, eşi dostu satarlar... Hele Stalin devrinde baskılar pek artar, felaket bunalırlar. Çinlilerin eline geçen Osman Batur Urumçi sokaklarında dolaştırılıyor. SİLAH NAMUS Yapılacak çok şey yoktur, alel acele göç düzer, Doğu Türkistan'a akarlar. Düşünebiliyor musunuz kızıllara bulaşmaktansa Çin'e yaklaşmayı yeğ tutarlar. Bazı küçük gruplar ise Tibet üzerinden Keşmir'e geçer, Hindistan yoluyla Anadolu'ya ulaşırlar. Bu arada Osman evlenmiş barklanmıştır, baba olunca ihtiyatı artar. Gerekli olmadıkça elini kabzaya atmaz, zira hadiselerin nereye varacağı ve nerede duracağı hiiiç belli olmaz. Öfke ile kalkılan işlerin bedeli ağır olur, fatura kadınlara çocuklara çıkar... Küfür bir millettir. Rus'un Çinliden farkı yoktur aslında... Ancak ikisini birden karşılarına almaz, birine olsun yakın durur, silah sızdırmaya bakarlar. Derken ortalığa Mançuryalılar doluşur, bunlar resmen haydutturlar. Ufacık altın diş için boğazınızı keser, güpegündüz çene koparırlar. İslamoğlu Osman'ın liderlik gibi bir iddiası yoktur, kendi halinde tıkırdar. Ama ne zamanki mescidlerdeki Kur'an-ı Kerimleri yırtarlar dayanamaz. Aynı günlerde (1941) yayınlanan bir emir hepten kimyasını bozar. Neymiş efendim, silahlar teslim olunacakmış! Tiz!.. Derhal!.. Şu vakte kadar!... TEK BAŞINA! Maksatları bellidir, silahını ver ki rahat rahat sataşsınlar. İslamoğlu Osman uzun uzun düşünür. Mal mülk hepsi yalan. Esir olduktan sonra güğümlerinden süt, ambarlarından tahıl taşsa neye yarar? "Gök girsin, kızıl çıksın" der, "eğer küffar gibi yaşayacaksam." Tüfeğini omzuna asar, fişekleri göğsüne sarar. Halleşir, helalleşir, vurur dağlara! Altaylardan bahsediyoruz, sert bir iklimden, sarp bir coğrafyadan. Ve kalleş bir düşmandan... Nelerle karşılaşacağını iyi bilir, artık rahat döşek, sıcak yemek, huzurlu uyku hayaldir ona... Dondurucu gecelerde dakikalar yıl olur, bekle ki sabah ışıya... Osman tek başına çıktığı mücadelede yalnız kalmaz. Hemen o gün büyük oğlu Serdiman ile ahretliği Süleyman gelir, katılırlar. Bir iken üç olurlar. Kısa bir süre sonra Zelebay Telci, Nurgocay Batur, Ahid Hacı, Kâseyin Batır, Canım Han, Musa Mergen, Sulibay, Ökürbay , Nogaybay, Halil Teyci, Karakul Zalin gibi mücahitler etrafında toplanırlar. Artık "Batur"dur o, emrini ikiletmemeye çalışır, sömürgecilerin çanlarına ot tıkarlar. Ruslar hayli zayiat verdikten sonra defolup giderler, zira 2. Cihan Harbinde Almanlarla tokuşunca paçaları sıkışır, dertlerine yanarlar. Ancak Çinlileri söküp atmak kolay olmaz. Gün gelir Osman Batur 50 bin kişilik orduya hükmeder, adım adım ilerler, hedefine 2 yıl sonra ulaşabilir ancak. İşte böylesi bir Temmuz günü (22 Temmuz 1943) Aksakallar Bulgun'da toplanır ve cümleten Osman Batur'a tabi olurlar. O Altay Kazaklarının Han'ıdır artık, bilahare Geçici Halk Cumhuriyeti Başkanlığına seçilir ve 1947 Şubatına kadar Doğu Türkistan Hükümeti'nin askerî ve mülkî âmiri olarak vazife yapar. DUY DA İNANMA! Çin, Doğu Türkistan'ı rahat bırakmaz, 1945 yılından itibaren var gücü ile saldırır, tank, top, tayyare... Biyolojik harp, zehirli gaz, pislik adına ne biliyorlarsa... Osman Batur Ruslardan aldığı silahlarla direnişi yayar, beklenenin hilafına tesiri artar. Gelgelelim Çin de Komünist olunca denge politikalarının mânâsı kalmaz. Moskovanın kızılı ile Pekinin kızılı birleşir, ortak operasyonlara imza atarlar. Düşünebiliyor musunuz Mao'nun militanları Urumçi'ye Rus nakliye uçaklarıyla taşınırlar. Daha da kötüsü Kazak, Kırgız ve Uygur Komünistleri destek verir onlara. Megafonlarla teslim ol çağrıları yapar, isim isim hitap eder, "yakınların elimizde" diye çığırırlar. Bir inanma, iki inanma... İyi de nereye kadar? İnsan gerilmeye başlar. Yetmez gibi tertipledikleri heyetler köy köy dolanır, ilerici güçlerin, mürtecileri nasıl bozduğunu anlatırlar. Bir sürü mavra... Gözünüze bakarak yalan söyler, vaatlerinde durmazlar. Yakılan avullar, zehirlenen kuyular... Çaresizlik ne zor, tuttuğunuz elinizde kalır, zemin altınızdan kayar. Osman Batur kan kaybetmektedir, 1950 yılında etrafında (çoğu kadın ve çocuk) dört bin kişi vardır ancak. Bir kısmı da Gobi çölüne dalar, iyice dağılırlar. ATI YUVARLANINCA Çekile çekile Han Ambal dağlarına sığınırlarsa da çember daralır, Gezgöl bölgesinde sıkışırlar. Kayıp vere vere ölüme alışır, ağlamayı unuturlar. Erkek kardeşi Delihan İslâmoğlu'nun şehadet haberini yeni almıştır ki ailesinin esir düştüğünü duyar. Kızı Kabiyra (18), oğlu Baybolla (14) hanımı Mamey Hatunun gözleri önünde doğranmış, küçük oğlu Kariy (11) ile şirin kızı Sapiyan (9) diri diri kuyuya atılmıştır. Yavrularının çığlıkları karşısında çıldıran Mamey yüzünü gözünü paralar. Zavallı kadını kolundan tuttukları gibi nehre savururlar. Osman Batur ve adamları mükemmel savaşçılardır. Ele geçirilmeleri zordur ama... Yanlarında hayvanlar, kadınlar ve çocuklar olmasa... Nitekim zamanında çekilemeyip mevzisinde kalan kerimesi Azapay'ı (17) kurtarmak için kendini tehlikeye atar. Kızını atının terkisine almayı başarırsa da hayvan tökezler, düşer kalırlar. Bir süre atı siper ederek çarpışır, yaklaşanın alnına alnına çakarlar. Komünistler Osman Batur'u diri yakalamak ister, yaklaşık 200 kayıp verirler bu uğurda... Ve beklenen son... Mermiler biter, namlular susar. MAKAMI ÂLÂ OLA! Çinliler pek neşelenir, sarı suratlarına renk gelir, kısık gözleri boncuklaşır adeta... Mücahidimizin boynuna tabelalar asar, ite kaka Urumçi sokaklarında dolandırırlar. Efsane lider o halinde bile özgürlük mesajları haykırır. Bakarlar olacak gibi değil, ağzına tıkaç sokarlar. 29 Nisan 1951... Celladlar keyifle işbaşı yapar. Önce kulaklarını keser, sonra parmaklarını koparırlar. Kolunu bacağını yarar, damarları boşalasıya kanını akıtırlar. Tek kelime alamayacaklarını anlayınca, kuytuya çeker ve kurşun yağdırırlar. Ölüm eninde sonunda gelecek. Arzusu şehadet olana düğün bayram... Kazaklar o gün civardaki ormanları ateşe verir, işgalcilerin yüreklerine korku salarlar. Osman Batur'un oğulları Şerdiman, Nimetullah ve Nebî bir süre daha direnirler ama... Sonrasını biliyorsunuz. Lüzum var mı anlatmaya? İngiliz Yazar Godfrey Lias: Eğer Osman Batur uçak ve motor çağından önce yaşasaydı, Türkistan hür olabilirdi şu an... Tıkın tabutluğa!.. Eğer 1944 yılında yaşıyor olsaydık, böylesi bir yazı yüzünden muhtemelen yargılanır, "Türkçülük ve turancılıkla" yaftalanırdınız. Büyük bir cürümdü bu... İktidardaki CHP şürekası "yoldaşların" emrindeydi, "soydaşların" derdiyle dertlenenleri affedemezdi asla... Ağzınızdan "Orta Asya, anayurt" gibi bir kelime çıktı mı bitti. Derhal takibat açılırdı hakkınızda... Mahkemeye çıkıncaya kadar, canınız çıkarılır, yaka paça tıkılırdınız Sirkeci Sansaryan Han'daki tabutluklara... Bir beton hücre düşünün ama sadece tabut ebadında... Sağ omzunuzda, sol omzunuzda ve sırtınızda ıslak beton, paslı bir kapı tam burnunuzda. Metal kelepçelerle tavana asılmışsınız ve her biri 500 wattlık üç ampul tepenizde yanmakta.. Bir süre sonra göremez, düşünemez olursunuz, üç gün içinde kıvama gelir, imza atarsınız her önünüze konulana... Düşünebiliyor musunuz Zeki Velidi Togan gibi bir ilim adamını bile burada ağırlar, Türkçülerle mek-tuplaştığı bahanesi ile Subay Alpaslan Türkeş'i tabutluğa tıkarlar. Tıp fakültesi talebelerinden Mehmet Külahlıoğlu'nun ciğerleri elden çıkar, Reha Oğuz Türkkan ise bir gözünü tamamen kaybeder, diğerini yarı yarıya... Bizim kültürümüzde işkence diye bir şey yok, tabutluk o güne kadar duyulmamış, uygulanmamış daha...Çok merak ediyorum, Milli şefimizin savcıları, işkence konusunda engin birikimiyle tanınan Çin'den "teknik yardım" aldılar mı acaba?
.
KIZ KARDEŞLERİN ÇEYİZİ CAMİ' OLDU
26 Temmuz 2009 01:00
İZ BIRAKANLAR İrfan ÖZFATURA irfan.ozfatura@tg.com.tr Makedonya Kalkandelen'den ibretli bir cami hikâyesi... Hurşide ve Men-sure adlı iki kız kardeş çeyizlerinden takılarından vazgeçip, Alaca Külliyesi gibi zirve bir esere imza attı. Üsküp'teyiz... Sağolsun, Sultan Murad Camii imam ve hatibi İsmail Hoca külliyeyi tanıtıyor. Bir ara pencereden yarım yamalak görünen bir minareyi işaret ediyor: "Gördüün? Tutunsüz cami" - Tütünsüz mü? - Bilırsın nedir Tutunsüz cami? Dinle bak nasıl bi hikaye var onda... - Buyrun hocam? - Şimdi var imiş iki kardaş taa Türk zamanında. 30 yıl baraber çalışmışlar, işleri ortak. Biri tiryaki, öbirisi tutuni agzına vurmas. Nasıl geldi vakit, ayrılmışlar. Sigara kullanan yapar bi esap. Günde bir paket içsem şu kaa lira. Yıl ücyuzatmıjbej gün. Çarp oni da 30'la... Kardaşının önüne epey bi para bırakır. Öbiri sorar "nedır bu?" -O dur ki tutün parası! -Nerden icabettı be ya? -Eh ben onca yıldır içerim tutün, arcaarım kasadan... Şimdi lazım ödiyem sana. Kardaşı "dur" demiş "bununla yaptıralım bir cami, sevabi sana da olsun bana da." SANKİ YEDİM Fatih Sinanağa Mahallesindeki Sanki Yedim Camiinin de hoş bir hikayesi var. Bundan 300 yıl kadar evvel mahallede Keçeci Hayreddin diye bir esnaf yaşıyor, halis, abid bir insan. Elinin emeği ile geçinmeye çalışıyor. Gönlünde bir cami yaptırmak var ama bu iş onun boyunu çoook aşıyor. Mübarek, yılmıyor, yıkılmıyor. Vaz geçebileceği masraflarını hususi bir kesede topluyor. Mesela yeni bir mintan mı alacak? Almıyor, "sanki giydim" deyip parayı mâlum keseye aktarıyor. Fayton mu tutacak? Tutmuyor, "sanki bindim" deyip bedelini ayırıyor. Canı kebap mı çekti yemiyor, "sanki yedim" diyor. Helvacı, meyveci, bozacı... Dükkanın önünden kim geçse akçeler kese değiştiriyor. İşte böyle böyle bir meblağ birikiyor ve bunlarla "Sankiyedim Camisinin" inşaasına başlıyor. ŞAR DAĞI ŞAHİT Bu iki peşrevden sonra mevzuya girelim. Osmanlı bundan 720 yıl evvel (1. Kosova Savaşı ile) Balkanlar'da kalıcı olduğunu ilan ediyor. Ecdadımız feth ettiği topraklara adalet ve hizmet götürüyor. Batılılar gibi çalmıyor, çırpmıyor, sömürmüyor. Hem halkın emniyetini sağlıyor hem de refağını düşünüyor. Sadece Kalkandelen'e 12 cami 4 medrese 7 tekke 10 han 100 çeşme, yollar, köprüler yaptırıyor. İşte Alaca Camii de onlardan biri... Alaca!.. Bu ismi iç mekana akseden o tatlı kızıllıktan dolayı almış. Allığın sebebi harçta kullanılan yumurtalar... Cami nasıl narin ve nasıl müzeyyen anlatamam. Adeta "bana hanım eli değdi" diye bağırıyor. Evet değmiş. Hisli, ibretli bir hikayesi var... Efendim, eşraftan birinin (ne yazık ki adını bilmiyoruz) iki kızı oluyor. Büyüğünün adını Hurşide öbürünkini Mensure koyuyor. KISKANANLAR ÇATLASIN Bilirsiniz bizde kız beşiğe yatırıldı mı, çeyizler sandığa sıralanır... Eh Kalkandelen'de de farklı olmuyor. Yıllar yılları kovalıyor, filanca yere iğne oyası, feşmekan köye kilim ısmarlanıyor. Bursa'dan kumaş, Debre'den gümüş getirtiliyor. Sipariş listesine bakarsanız daha çoook işleri var, kap kacak, terlik papuç, yastık yorgan... Eksik gedik bir türlü bitmiyor. Bilirsiniz çeyiz kız için değil elalem için yapılır, garipler kullanamadan sergiler açar, mahallelinin beğenisine sunarlar. Düğün arafesinde arabalara yükler, damat evinin yolunu tutarlar. Ama öyle doğruca gidilmez, beldenin bütün sokaklarına girer çıkar, davulcu zurnacı tutup, ortalığı ayaklandırırlar. Yani kibarca "görün işte" derler "elimizden geleni yaptık, gücümüz neye yetiyorsa..." Aslında bu merasimler kem gözlülerin nazarını çekmekten başka işe yaramaz, birileri dudak kıvıracak bahane bulur mutlaka... Hatta anlatılır paşanın teki kızı için mükemmel bir çeyiz hazırlamış, İran Halıları, Hind kumaşları, şamdanlar, kaseler, fincanlar, billurlar. Yani yok yok. Doğacak çocuğun beşiğinden oturağına kadar... Paşa memnun... Eh bundan alası Şam'da kayısı... Ancak fukaranın biri yolunu kesiyor "paşası paşası" diyor "hani mangalın maşası?" Hurşide ve Mensure'nin babaları bey midir ağa mıdır bilmiyoruz. Belki de tacirdir ama varidatlı olduğu vakıa... Kızları için kasaları keseleri açıyor, "ben bu parayı onlar için kazandım" diyor, "her şeyin en iyisi alına!" O devir kızları 15 - 16'sında gelin olduklarına göre bunlar daha küçük olmalı. Herhalde 12 sinde 13'ünde filan... DOĞRU BE ABA Hurşide çok zahide bir kız. Milletin gözünü pörtlete pörtlete baktığı ziynetlere "ne yani alt tarafı taş metal" diyebiliyor, altını elması elinin tersi ile itebiliyor. Mensure ise dünyalar iyisi bir kız, vur tokatı lokmasını al ağzından. Hurşide düşünceli geçen günlerden sonra bacısını kenara çekiyor "bak abacım" diyor, "bir teklifim olacak sana..." NİYET HAYIR Mensure'nin lügatinde itiraz gibi bir kelime yok, hemencecik "oluur" diyor, "benden yana tamam." - Bi dinle hele! Bilırsın bu çeyiz işi hem yorucu, hem masraflı... Çoğunu da kullanmayacağız zaten, maksat onun bunun ağzını kapamak... Halbuki her kuruşun vebali var, ne kaaa mal, o kaaa hesap. Bir kefene sarılıp gideceğiz sonunda. - Doğru dersin be aba... - Var mısın bir cami yaptıralım şu çeyiz parasıyla. - İyi de babam ne der acaba?... - Ne diyecek. Beze püsürüğe nehir gibi akıtıyor ya... O akşam babalarını kapıda karşılıyorlar. Biri terlik koşturuyor, öbürü kahve yetiştiriyor. Adamacağız "süleyesinız" diyor, "sizin bir diyeceğınız var bana?" Kızlar nefes nefese konuşuyor, daldan dala geçiyorlar... Biri susuyor, öbürü başlıyor, mevzunun etrafında dolanıyorlar. Babalarının kıvama girdiğini hissedince takıları getirip önüne koyuyorlar "baba biz isterız..." -Eeee? -Bir cami yaptıram bunnarla! Adamcağız gözlerini kısıyor, dalıııp gidiyor. Sükut... Sallangaçlı saat bile cevap bekliyor... Tık tıkların arası genişliyor da genişliyor, zaman ayan beyan uzuyor. AKIBET HAYIR Neden sonra manalı manalı kızlarının yüzüne bakıyor "Niyet hayır, akıbet hayır!" diyor, "Rabbim yardımcımız olsun altından kalkarız inşallah!" Kızcağızlar neşeli çığlıklar atıyor, buseler yağmur olup yağıyor... Adamcağız sözünde duruyor, önce Kalkandelen'in en mevki yerinde (Tam da Köpüklü nehri ile Anayolun birleştiği köşede) bir arsa ayarlıyor... Sonra ehil bir mimar bulup el sıkışıyor. Başlamak bitirmenin yarısıdır derler, kim bilir belki de eş dost da hayra katılıyor, içinde tuğlam olsun diyenler çıkıyor. Hurşide ve Mensure kardeşlerin hayalinde mutevazı bir cami yatıyor lakin ortaya muhteşem bir eser çıkıyor. Dahası hamam, mektep ve imaret de şekilleniveriyor. (1495) VE BİR HANIM DAHA Alaca Cami duvarlarında çiçekler, meyveler, göller, nehirler, islam beldeleri ve mesire tasvirleri yer alıyor... Ressamlar güya isimsiz ama Leonardo'yu aratmıyorlar... Nakkaşlar da ince ince çalışıyor oyalara dantellere nazire yapıyorlar. Mermerler zevkli, ahşaplar usta işi... Düşünün Türk İslam eserlerini es geçmesiyle tanınan UNESCO bile hakkını veriyor "bu eser dünya mirasıdır korunup kollanmalı" diyor. Aradan üç asır geçiyor. 1800'lü yıllarda Kalkandelen'de vazife yapan Recep Paşanın kızı Fatıma Hanım Alaca Camiye bayılıyor. Nasıl huzur verici bir mekan, eşiğinden ayrılamaz oluyor. Babasını ve biraderini (Abdurrahman Paşa) teşvik ediyor ve külliye esaslı bir tamirden geçiyor. Etrafı açılıyor, yeşillendiriliyor, tabiri caizse devlet eli değiyor. (Bu yüzden Paşa Camii de deniyor) ABLA KARDEŞ YAN YANA... Hurşide ve Mensure kardeşleri ölüm bile ayıramamış caminin avlusunda yan yana yatıyorlar.  HESAP ORTADA Alaca Cami tartışmasız Balkanların en zarif camisi. Ama o mimarisi kadar yetiştirdiği hafızlarla da tanınıyor. Makedonya ve Arnavutluk'ta vazife yapan hafızların çoğu oradan yetişmiş, her yıl yüzlerce çocuk Kur'an-ı kerim öğreniyor. Hele şu günlerde cami kuş yuvası gibi, cüz kesesini boynuna asan seyirtip geliyor. Minikler hocaefendinin karşısında diziliyor, bellerinden büküle büküle heceliyorlar. "Be üstün be!.. Be esre bi!.. Be ötre bü!.. Be Bi Bü" Çoğu başak saçlı, boncuk gözlü, hokka burunlu şeyler... Bilmem Türk, bilmem Arnavut ama çok güzeller. Hele küçük hanımlar tülbent, minik efendiler keçe külah giyince daha bir şirinleşiyorlar. Nur ala nur, gören Maşaallah diyor. Alaca camiinde düzenlenen hatim merasimleri dillere destan, o gün Ohri, Sturga, Gostivar ve Üsküp, Kalkandelen'e akıyor. Herkes iki dirhem bir çekirdek, lokumlar tutuluyor, şerbetler içiliyor, gül suları serpiliyor. İlahiler, kasideler derken mushaflar açılıyor. Kulakların pası sedaların en güzeli ile siliniyor... Eller açık, gözler yaşlı, yüreklere nehirler akıyor. Dua... Dua... Dua... Ya Rabbi hasıl olan ecr-ü mesûbatı Hurşide ve Mensure kullarının aziz ruhuna... Bir sene değil iki sene değil... 514 yıl bu dile kolay... Düşünüyorum da eğer çoook çok mükemmel bir çeyiz hazırlamış olsalardı... Şimdi kim okurdu onlara? Alaca külliyesinin bazı binaları günümüze çıkamasa da hamam dimdik ayakta. Şirin bina Köpüklü Nehri'ne pek yakışıyor.
Unutulmaz sima NECATİ YAZICI
2 Ağustos 2009 01:00
Vefat edeli 8 yıl oldu, inanamadık hâlâ... Necati Ağabeyin hatıraları öyle sıcak, öyle canlı ki koridorda karşılaşsa kimse şaşmaz Montaj, pikaj, renk ayırımı... Necati Abi hangi işe el atsa en iyisini yapar, mükemmeliyetçilikten taviz vermezdi asla. Geçtiğimiz hafta 20 Temmuzdu mâlum. Ah bir gazi bulsak da Kıbrıs hatıralarını dinlesek derken Salih Yazıcı söze karıştı. "Necati Abim olacaktı ki" dedi "ne anlatırdı ama..." Ve sohbet Kıbrıs'tan açıldı, Necati Abi etrafında başladı dolanmaya... Tanımayanlar için söyleyelim rahmetli Necati Abi İhlas Holding'in Güvenlik Müdürüydü zamanında... Her güvenlikçi gibi o da tatlı sert durur, kurallardan taviz vermezdi asla.. Ama beş dakika otur bambaşka bir adam çıkar karşına... Nasıl esprili, nasıl candan... Neyse biz sözü yine kardeşine bırakalım Aslen Samsunluyuz ama babam (Şükrü Nail Bey) memur olduğu için her birimiz ayrı yerlerde doğduk. Abim Muhammed Necati'nin de Çemişgezek düştü şansına (1953). Bu kaza resmen Tunceli'ye bağlı ise de abim kendini Elazığlı hissederdi. Kalbi Harput'ta atardı zira... Gakkoş muhabbetlerinden hoşlanırdı ne de olsa serde delikanlılık var. Her memur gibi biz de tayinler yaşadık, tahsilimizi Ankara, Konya Cihanbeyli, Muş, Giresun, Samsun, Erzincan ve Sivas vilayetlerinin değişik mekteplerinde tamamladık. Çemişgezek'ten de kopmadık, her yıl gider, bir süre kalırdık. Abim memleketine bayılırdı. Niye? Trafik polisi yoktu da ondan. Düşünebiliyor musunuz boyu üç karış, taksi, traktör, kaptıkaçtı her aracı kullanır ustalıkla. Teknik konulara pek hevesliydi, zaten sırf bu yüzden gitti yazıldı Sanat Okuluna... CIVIL CIVIL Lisan derslerinden hoşlanmazdı hatta sanat okulunda İngilizce yok denince sevinçten uçmuş, yabancı dil kitaplarını büyük bir keyifle yakmıştı. Lâkin ilerleyen yıllarda kendi harçlığından kitaplar, kasetler aldı, büyük bir gayretle çalıştı, farkı kapattı.. Her sporu yapar, profesyonellere taş çıkarırdı. Futbolu severdi, top ayağına yakışırdı. Fanatik değildi ama Fenerbahçe yendi mi gözleri parlardı. Araçlara ve silahlara karşı aşırı bir meyli vardı. Altında bisiklet olduğu yıllarda cebinden sapan sarkardı. Motosikletle birlikte tabanca bıçağa merak saldı, eh takdir edersiniz ki otomobile de tüfek uyardı. Altındaki araçlar geliştikçe silahları da güçleniyordu. Bu saatten sonra onu ya savaş uçakları, ya da hücum botları paklardı. İkincisini seçti zira denizlere aşıktı. ÇAKI GİBİ Bizim ailede askeriyeye karşı büyük bir muhabbet vardır, kışla peygamber ocağı sayılır. Nitekim ondan 2 yaş büyük olan ağabeyim Ahmed 1969 yılında Kara Harp Okuluna girdi. O da subaylığa heveslendi ama sanat okulu mezunları Harbiye'ye alınmıyorlardı. Bu yüzden Deniz Astsubay Okuluna girmeyi kafasına koydu. Nitekim 1971 yılında imtihanları kazanıp, bahriyeli oldu. Arkadaş canlısıydı. Yedirir, içirir, yatırır, elindekini avucundakini paylaşırdı. İcabında ölüme gider, dostlarına toz kondurmazdı. Yaşadığımız bütün şehirlerde beldelerde ahbapları kaldı, onları düzenli arar, irtibatı koparmazdı. Cesur, gözü kara... Onunla yola çık, hiiiç arkana bakma! Preveze denizaltısı ile katıldıkları bir tatbikatta serseri mayına çarpıyorlar. Yara öldürücü değil ama denizaltı 50 metre derinlikte hareketsiz kalıyor. Kurtarma ekibinin ne zaman geleceği belli değil, hava an be an azalıyor. Ayılanlar bayılanlar... Milletin gözü saatte, saniyeler yıllaşıyor. Buna benzer vakalar başka ülkelerde çok dramatik bitiyor, elin gavuru oksijeni bitirmesin diye arkadaşını boğuyor. Neyse... Abim fıkralar anlatıyor, espriler yapıyor, "ölürsek şehit oluruz" diyor "bundan ala makam mı var?" Mürettebata tarifsiz bir sükunet geliyor, kolkola girip ölümü bekliyorlar. Tam intikaları oynuyorlar ki kurtarma ekibi yetişiyor. Tüpe geçerlerken komutan elini abimin omzuna koyuyor "sağol Necati" diyor "büyük iş başardın, bu hizmetini unutamam." KITALAR ARASI Abim her türlü kara, deniz aracını rahatlıkla kullanır, üç aşağı beş yukarı helikopter ve tayyareden de anlardı... Bir keresinde kıtalar arası uçuyorlar, karanlık bir gece, fırtına kaldırıp koparıyor. Motorun biri devreden çıkıyor, üstüne üstlük bir de yardımcı pilot rahatsızlanmasın mı? Kaptan "onu arkaya yatırın" diyor, "Necati gelsin otursun yanıma!" Zor oluyor ama koca alameti Azor Adalarına indirmeyi başarıyorlar. Amerika'da katıldığı komando kursunda günde 2 bin mermi yakma mecburiyeti var. Canına minnet ama şarjöre fişek doldurmaktan parmakları kopuyor. Bu çok hususi bir kurs, tehlike etrafınızda dolanıyor. Mesela bir keresinde onu paraşütle Latin Amerika ülkelerinden birine (adı mahfuz) atıyorlar. "Git filan radarı devreden çıkar!" Bölge tropikal, yılanı var, çiyanı var. Hepsi bir yana radar off olunca ortalık karışıyor, adamlar sınırda kuş uçurtmuyorlar. Hani bir NATO askeri yakalasalar var ya, bacağından sallandıracaklar. Ve ikinci bir emir geliyor "şimdi sahile in denize gir, filan koordinatlarda seni bir denizaltı bekliyor". 12 mil (20 km) açılıyor dile kolay, üstelik silahlarını bırakmadan. Denizaltıyı şu saate kadar buldun buldun. Yoksa şansına küs, bye bye!. Köpek balığı filan? Valla çıkar mı çıkar. Necati abim görevi başarı ile tamamlayan iki askerden biri, diğerleri sapır sapır dökülüyor. VATAN UĞRUNA 1974'de Kıbrıs çıkarmasına katıldı. Harekât esnasında yolladığı mektupta bir dörtlük vardı ki hiç unutmam. "Fırtınalar ruhuma haykırsın uzun uzun, Dalgaların altında kapansın gözlerim. Mezarımın çimeni yem yeşil yosun, Çiçeği de, beyaz köpükler olsun." Belli ki şehadeti arzuluyor.... Ve işaret veriliyor, çıkarma gemileri demir alıyor, bunlar ilk dalga... Mehmetçikler birazdan sahile inecekler, sarılıp helalleşiyorlar, dudaklarda dua. Menzile varıyorlar, kapaklar açılıyor, nasıl bir yaylım ateşi... Adımını atan ilk yavrumuz şehit düşüyor, diğerleri donup kalıyor. Abim aslında gemide vazifeli ama dayanamıyor, askerlerin önüne geçiyor, tekbirlerle fırlıyor, dağılıyorlar kumsala... Durum hâlâ çok kritik, özellikle villanın birinden açılan ateş çok can yakıyor. Abim arkadan dolanıyor, bir tekmede kapıyı kırıyor. Rum muhafız ile göz göze geliyor, aynı anda tetiğe basıyorlar. Abim adamın göğsünü kurşunla dolduruyor ama bu arada iki isabet alıyor. 12 Eylül öncesi Jandarma botlarında görev yaptı. Silah kaçakçıları ve anarşistlerle çok uğraştı. Bunlar riskli vazifelerdi ama devleti milleti için bir şeyler yapabilmekten şeref duyardı. İSTANBUL YILLARI Genelde uyumluydu sessizdi ama hassas olduğu mevzularda kesinlikle geri adım atmaz, eğer "hayır abicim" dediyse konu kapanmıştır. Bırak gitsin, hiç uğraşma.. Tok ve yumuşak bir ses tonu vardı, çok da tatlı dilliydi, özellikle annemi ikna etmeyi iyi becerirdi. Mesela kadıncağızın altınlarını lacivert bir Renault 12'ye tebdil etmeyi becerdi. Tut tutabilirsen artık, o kepçe, Anadolu kazan. Her ne kadar atletik ise de böbreklerinden muzdaripti. Gemiler kolay değil, yer demir gök demir, soğuk içinize işliyor. Sanırım dalgıçlık da vücudu yıpratıyor. Önce sınıfını değiştirdiler, sonra malulen emekli ettiler. Babam Samsun'daki evin üst katını ona ayırmıştı. Lakin İstanbul kanına girmişti bir kez, Asitaneden ayrılamazdı bu saatten sonra... Türkiye Gazetesinde kıtadan tanıdığı arkadaşları vardı, onu da çağırmışlar. Montaj pikajdan başladı... Bundan da büyük keyf aldı, masası pırıl pırıl, cetveller kretuvarlar... Düzen temizlik dedin mi bir numara... Havlusu emre hazır, terlikler hazırolda... Masasının kalemliğinde, şair Nâbi'nin meşhur dörtlüğü... Sakın terk-i edebden, küy-i mahbûb-i Hudâdır bu, Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ'dır bu! Doğrusu işi çabuk kaptı, renk ayırıma yeni cihazlar alınınca oraya atladı. Sonra Ankara matbaasının kuruluşunda vazife aldı. Abdülhakim Işık ağabey ile müstesna bir dostlukları vardı. Bu muhabbet onu çok değiştirdi, her geçen gün gayreti, ihlası samimiyeti arttı, ki biz de fark edebiliyorduk pekala... HİZMET EHLİ Boş zamanlarında arabanın bagajına dini eserler doldurur vurur yola, hani ne tarafa olursa... Parası olana satar, olmayana hediye eder. Birilerinin okumasından öğrenmesinden büyük haz duyar... Dünya gözünde değil, gecesiyle gündüzüyle ahirete hazırlanmakta... 1997 yılında, İhlas Holding binasına Güvenlik Müdürü yaptılar. 2001 krizi ile İhlas Finans faaliyetleri durduruldu. Zor günler, tadsız hadiseler yaşandı. Abim İhlas camiasına ve kurucularına yürekten bağlıydı. Sevdiklerine söz söyletmemeye çalışır, üzüntüsünü içine atardı. Meğer birkaç ay evvel "anjiyo" olmuş ama bunu saklamış. Stres sıkıntı derken bir de "guatır" başlamaz mı? Doktorlar, ısrarla üzüntüden heyecandan kaçmasını tavsiye etseler de o dostlarını zor gününde yalnız bırakamazdı. "Benden bu kadar" deyip ayrılamazdı asla... Dostluğu ölümüneydi, nitekim onu bu müesseseden ölüm ayırdı. Henüz 48 yaşındaydı, anne ve babamız hayattaydı. Ben şahidim dinini, milletini, bayrağını ve İslam âlimlerini çok seviyordu. Hayatını hizmete adadı. Kardeşi Salih Yazıcı KARADA, HAVADA, DENİZDE... Necati Abi mükemmel bir askerdi; dalar, paraşütle atlar, zor vazifelerden yüzünün akıyla çıkardı. Genç yaşta (malulen) emekli olunca gazetemizde vazife aldı. Hangi servise gittiyse, düzen getirdi hız kattı... Sabırlı, sadık, samimi Necati Ağabey bir kere çok cömertti, yedirmekten içirmekten zevk duyardı. Akşama doğru acıkırız, yoruluruz, bir bakarsın kucakları paket dolu, "Gelin.. Gelin!" Domates, peynir, karpuz, üzüm artık ne bulduysa... En azından açma, simit, çatal... Gören de boğazına düşkün sanır, halbuki çok az yer, pazartesi perşembeleri oruç tutardı. Çabuk dost edinir, tanıştıklarını gazeteye abone ederdi mutlaka... Yüzünde belli belirsiz hüzün vardı, gülmekten, malayaniden hoşlanmaz. Lüzumsuz laftan sakınır, kimsenin arkasından konuşmazdı. Sabırlı, kararlı, sözünde duran bir insan. Ben samimiyeti onda gördüm, sevdiklerine siper olurdu adeta... VASİYETİYMİŞ MEĞER Bir akşam "Durmuş Abi kalır mısın" dedi, "sohbet edelim biraz" O gece ikiye kadar oturduk. Finans krizinden çok etkilenmişti, "Enver ağabeye atılan iftiralara kahroluyorum. Abi bu dert beni götürecek" diye dertlenmişti. Sanki ölecek gibi konuşuyor, yok şunu şöyle yap, bunu böyle yapma... Filan evi hazırladım, geçirirsiniz vakfa... Meğer vasiyetini veriyormuş, anlamamışım. Aradan üç beş gün geçti, sabah namazını henüz kılmışım... Telefon çaldı. Açtım Mehmet Aygün. (Mehmet Aygün de kaza geçirdi, dualarınızı bekliyor bu arada) Önce bir sükut... Buyur Mehmet Abi diyorum konuşamıyor. Neden sonra "Necati ağabeyi kaybettik" dedi. Herhalde başka bir göreve verdiler diye düşünüyorum, "Sağlık olsun, yeni müdür kim acaba?" - Necati abi vefat etti, anlatamadım galiba? - İnna lillah! Nur içinde yatsın. Bütün haklarımı helal ediyorum ona. Mesai arkadaşı Durmuş Tozar Gel de şaşma! Kendisini Eyyub Sultana, Kaşgarî Dergahının arkasındaki âile kabristanına defnetmiştik. Meğer tapudaki yerimiz üç beş parsel ötede imiş, nakletme mecburiyeti hasıl oldu hiç yoktan. Hafta sonu, 3 - 5 arkadaş toplandık, bekçilerin nezaretinde kabri açtık. Bir ara tabutun kapağı kaydı, naaşı göründü. Aradan geçen iki yıla rağmen kefeni bembeyazdı... Konuşsan cevap verecek âdeta... Abisi Ahmet Yazıcı Bülbüller imrenirdi Bir insanı tanımak için ya yola çıkmak, ya da konaklamak lazım. Ben dahasını yaptım Necati Abi ile yıllarca bekâr evinde kaldım. Hafızamda iki ayrı Necati Abi var. Bir tanesi yüreği vatan sevgisi ile çarpan deli dolu bir asker... Bir yiğit, bir kahraman! İkincisi Allah ve Resulünün muhabbeti ile eriyip akan, boynunu büken ve çok ağlayan... Necati Abi hizmet ehliydi, fedakârdı, müşfikti... Şairdi sonra... Sesi güzel ötesiydi... Efendimizi meth-ü sena eden Nat-ı şerifleri yanık bir üslupla okur, ünlü mevlidhanları aratmazdı. Bu yönünü pek az kimse bilirdi, zira ortaya çıkmazdı. Ama uzun gece yolculuklarında uykumuz bastı mı "haydi" derdim, beni kırmazdı... Arkadaşı Osman Gül Selamet der kenarest Bir gün evrakları düzenliyoruz. Aaa bir baktım Necati Abi adına bir diploma... Ankara Hukuk Fakültesinden mezun olmuş zamanında... Bu tahsil ile Holding içinde daha önemli yerlerde olabilirdi pekâlâ... Öyle ya koskoca avukat, niye sürünsün ki buralarda? Yüzümde bir gölgelenme mi, yoksa bakışlarımda bir şaşkınlık mı hissetti bilmem, diplomayı aldı cart cart yırtıp öğütme makinesine attı. Hani "tedirgin olma, sizi bırakmam" diyor açıkça... Çok kaliteli bir insandı, lâkin öne çıkmazdı. O, bu müessesenin ameleliğine talipti, kenarda durmaktan tad alırdı... Ne zaman hacdan dönsem ziyaretime gelir, imrenerek yüzüme bakardı. Harameyne hasretti, Server-i âleme (Sallalahü aleyhi ve sellem) âşıktı... Birlikte hacca gitmeye niyetlenmiştik ama o güne çıkamadı... Mesai arkadaşı Ali İsmail Mahnoli
.
BABIALİ'nin Hekimoğlu'su
9 Ağustos 2009 01:00
"Hekimoğlu İsmail" müstear ismiyle 40'ın üzerinde kitap ve sayısız makaleye imza atan yazar Ömer Okçu, bugünlerde çok hasta. Babıali'nin usta kalemi sevenlerinden dua bekliyor. Minyeli Abdullah ile Erzincanlı Ömer arasında pek fark yoktur aslında... Ha Mısır'da maznunsun, ha Türkiye'de parya... Dinini, milletini, devletini seven orada da horlanır, burada da. DUALARINIZI BEKLİYOR Çengelköy'de ziyaret ettiğimiz Ömer Abinin okuyucularımıza çok selamı var. Yüzünden okunsa da ızdırabını saklıyor. Ne şikayet ne yakınma... Sadece dua bekliyor. Altmışlı yıllar. Ümraniye henüz avuç içi kadar. Merkez dediğin beş on sokak. Üç beş sokak da Sondurak'ta... Çakmak mahallesi şekillenmemiş daha... Tabiri caizse mezra... Ana caddeyi saymazsanız yol yok, elektrik yok, su yok. Ama kasap var, berber var, yazlık sinema var. Bakkallarda çivit, ispirto, üç ortalı harita metod, timsahlı kalem, teneke kutuda bisküvi ve zambo sakız satılıyor. En gözde ürün gaz ve lamba camı... Lüküs hakikaten lüks, benim diyenin eline geçmiyor.. Fırıncı merkeple ekmek dağıtıyor, yumurta saman dolu sepetlerden seçiliyor. Bahçesinde tulumba olmayanlar galvaniz kovaları yükleniyor, en az kırk kişinin beklediği çeşme başında sıraya giriyor. Otobüs parmak hesabı, kaçıran taaa Kısıklı'ya yürüyor. Mesafe mesele değil de Namazgâh civarı çok sapa, çoban köpekleri üstünüze üstünüze geliyor. Arazinin ortasına bir ilkmektep yapmışlar, çamur taa belinize çıkıyor. Okula girmeden evvel çizmelerini yıkamayan azar işitiyor. VATİZDİZ? İTİ ZEBUK! Orta ve lise bildiğiniz baraka, dikine kesilmiş konserve kutusu diyeyim de anlaşıla. Oluklu saçtan yapılan derslikler yazın yanıyor, kışın donuyor. Düşen perçinlerin deliklerinden içerisi görünüyor. İngilizce muallimi yok, vekil öğretmenler "Vatsyorneym? Mayneymiz..."in ötesinde bir şey öğretemiyor. Gatenby tarafından hazırlanan 949 baskılı kitaplarda Mr ve Mrs Brown adlı bir karı koca ile George, Jack, Mary ve Rose adlı dört veled var ama bunlar ne yer, ne içer, ne konuşurlar? Muammayı çözemeyenler Ömer Okçu'nun kapısını çalıyor. Ömer Abi çiçeği burnunda bir astsubay... Defalarca Amerika'ya gitmiş gelmiş, gavurun lisanını sular seller gibi konuşuyor. Talebelerinden biri abim, akşamları defterini koltuğuna sıkıştırıp derse gidiyor. Umumiyetle misafir odasına alıyor, oturacak yer bulursan çök, yer kitap, gök kitap. Ortalık müsveddeden geçilmiyor. YASSAH HEMŞERİM! Bir gece yatsı vaktiydi, kapı çalındı baktık Ömer abi... Tedirgindi... Elinde kül renkli bir dosya... "Yüzbaşım rica etsem gözden geçirir misin acaba? Bak kırılacağımı sanma, sizin fikriniz önemli, eksiği gediği neyi varsa?" Tükenmez kalemle yazılmış yüzlerce kağıt... Okumayı yeni sökmüşüm, başlık gözümden kaçmıyor. "Midyeli Abdullah" diye heceliyorum, gülmekten kırılıyor. Babam geceleri eline sabit kalemi alıyor, kendince bir şeyler çiziyor, oklar, notlar. Yatarken kağıtları dürüp paketliyor, camdan fıydırılacak hale getiriyor. Söylemiyorlar ama biliyoruz. O günlerde subay, astsubay evleri basılıyor, ola ki dini bir yayın, bir Osmanlıca kitap yakalattın, çıra gibi yandın. Hele İslam harfleri cızzz. Buldular mı başına en püsküllüsünden dert aldın. Velev ki bu Cumhuriyeti ve İstiklal harbini öven bir kitap dahi olsa. Babam bir zamanlar sahaflardan hayli taş baskı ve yazma toplamış. N'olur n'olmaz diye bir ahbabına yollamış. Adamcağız da ürkmüş, gömmüş, kitaplar kitaplıktan çıkmış. O güzelim cildlere, ince tezhiplere nasıl yanmazsın, sayfalar erimiş erimiş akmış. HEKİM OĞLUNUN OĞLU Meğer Ömer abi de bazı kitapları poşetleyip kuyuya sarkıtıyor, çalışmalarını döşeme tahtasının altında, sifon haznesinde saklıyormuş. Halbuki genç bir askerin şiir roman yazması kadar tabii ne var? Masum, mâkul, temiz, gayretler bunlar... Sanırım bu kadar peşrev yeter, artık hikayesine girsek iyi olacak. Efendim Ömer Okçu 1932 yılında Erzincan'da doğuyor. Hekimoğlu mahlası boş değil, dedesi İsmail yörede tanınan bir hekim, Ermeniler tarafından şehit ediliyor. Babası Fahri Bey Kâzım Karabekir Paşa'nın emrinde dört yıl askerlik yapıyor. Savaş bitiyor, elde avuçta bir şey yok. Garibim madalyasını satıp kerpiç bir ev alıyor. O yıllarda devletlüler halka yol, okul, hastane getiremiyor ama baskı kurmasını pek biliyorlar. Misal, Kur'an-ı kerim yasak. Bir kaç gözü kara ihtiyar, tehlikeyi göze alıyor, çocuk okutuyor. Ömer Abi de saklana saklana bir kadının evine gidiyor, jandarma korkusundan ödleri kopuyor. Derken Erzincan zelzelesi... Henüz 7-8 yaşlarında... Gecenin bir vakti sarsıntıya uyanıyor, bir bakıyor duvar kaydı gitti, çil çil yıldızlar görünüyor. Onu toz toprak içinden çekip alıyorlar, dışarısı ayaz, üstünde sadece fanilası pijaması var. O hengamede kız kardeşi vefat ediyor, ağabeyi sır oluyor bir daha haber alınamıyor. Ortalık harabe, yokluk kıtlık bel büküyor. Sonraki yıllar zor geçiyor, garibim büyük hedeflerini ertelemek zorunda kalıyor. Bir an önce eline ekmek alabilmek için Astsubay Okuluna yazılıyor. KAMETLEMESİNİ BİLSE Okulu bitirip kıtaya çıkıyor... Neşeli, yakışıklı bir genç. O günlerin en gözde kulüplerinden Davutpaşa'da forma giyiyor. Çalımbaz, süratli, bilekleri kıvrak. Hasımlarını bir o yana, bir bu yana yatırıyor. Etrafında bomboş insanlar, alkol, fuhuş, kumar... Sıkılıyor, daralıyor... Yıl 1950. Bir ikindi Süleymaniye Camii'ne giriyor. Cemaat iki kişi. Biri o, diğeri imam. Hoca efendi "haydi kametle" diyor. İyi de kamet nasıl getiriliyor? İşte o açlık ile okumaya başlıyor, "Serdengeçti" derken "Büyük Doğu" ile tanışıyor. İlk yazılarını Babaeski'de tek odalı bir evde yazıyor, büyük bir cesaretle Necip Fazıl'a yolluyor. Ya duyarlarsa? Duyarlarsa duysunlar! O zemheri gecesi enkaz altından don gömlek çıktı ya, artık tehlikelere aldırmıyor. Rızka Allah (Celle Celalüh) kefil, kullara takılmıyor... Yıl 1958... Bir kurs sonrası ABD'den dönüyor. Atlas Okyanusu üzerinde tayyarenin dört motorundan üçü susuyor, hızla irtifa kaybediyorlar. Öyle ki dalgaların köpükleri görünüyor. Uçuş ekibi son bilgileri veriyor. "Köpek balıklarından korunmak için şu kimyasalı sürün, havadan görünmek için şu boyayı dökün". Millet panik içinde Ömer Abinin rahatlığı kan donduruyor. "Sevinin" diyor, "Sevinin büyük bir mezarımız olacak. Çok büyük... Okyanus kadar!" BİZİM ÖMER'İN ROMANI İlerleyen yıllarda gözlerini ağrıtasıya okuyor, parmaklarını acıtasıya yazıyor. Derken Minyeli Abdullah, Sabah gazetesinde tefrika ediliyor. Üstleri birşeylerin farkındalar ama mahlas kullanıldığı için ispat edemiyorlar. O günden sonra yıldırma seansları başlıyor. Alıyorlar bir odaya, saatlerce oturtuyor, oturtuyor, salıyorlar. Adı "sakıncalı personel" ya, vebalı muammelesi görüyor. Ömer Abi açıkça teklif ediyor: "Hoşlanmıyorsanız tayin edin." - Olmaz! - Atın öyleyse... - O hiç olmaz! Nasıl atsınlar? Onsuz işler sarpa sarıyor. Derken gece yarısı baskınları, evinde şok aramalar... Sarma tenceresi bile didikleniyor. Yok, yok, yok.. Ta ki bir arkadaşı sağda solda "bizim Ömer'in romanı" diye boşboğazlık edinceye kadar. Mahkeme, mahkeme, mahkeme... Düşünebiliyor musunuz askeri savcı 7 yıl hapsini istiyor. Ömer Abi, Sermin Teyzeye "Beni tevkif ettiler mi üç gün bekle" diyor, "baktın gelmedim, kolundaki bilezikleri sat, doğru babana! Dönersem ne âlâ, dönmezsem El Fatiha..." ZENGİN OL, FAKİR YAŞA Emekliye ayrılınca Yeni Asya gazetesinin başına geçiyor. Titiz, tertipli, geldiği saat belli, gittiği saat belli. Herkesten fazla çalışıyor ama kuruş almıyor. Yetmez gibi Anadolu'nun dört bir yanında konferanslar veriyor. Yol masrafıymış, konaklama ücretiymiş hepsi cepten gidiyor. Ömer Abi mütedeyyin insanların da ticaret yapmalarını çok istiyor. Çünkü hizmet parayla dönüyor. Birçok şirket kuruyor, sermaye sahipleri ile iş bilenleri buluşturuyor. Maksat "bakın biz yaptık, oldu" demek. Oluyor da... Şüphesiz para kazanıyor ama dervişçe yaşıyor... (Kırçıllı bir paltosu, damalı bir kaşkolu vardı. Bunlar yıllarca üstünde kaldı.) Kitaplar, kitabevleri, yayın şirketleri, imza günleri... Malum cenah, yıldırmaya çalışıyor, nitekim bir yazısına kulp takıp içeri alıyorlar. Umurunda sanki, Şile Cezaevine gülerek giriyor, gülerek çıkıyor. Nazara mı geliyor bilmiyoruz, bir sabah namazı (3 Şubat 2002) Eyyûb Camiinde gözü kararıyor... Apar topar kaldırıyorlar, yorgun beden bitap, beyni kanıyor. Doktorlar "gidici" diyorlar ama dualar kabul oluyor, Allahü teâlâ onu sevdiklerine bağışlıyor. Şuuru yerine gelse de bazı şeyler bulanık kalıyor. Ama gayreti eskisi gibi... O yaştan sonra tekrar Kur'an-ı kerim öğreniyor. "Tohum gibiyim" diyor, yeşermeye çabalıyor... Ömer Abi bu günlerde de hasta... Ağrıları var, yürüyemiyor. "Derdimi Seviyorum" diye cild cild kitaplar yazan birinin halinden şikayetçi olmayacağı vakıa... Sadece dua bekliyor. DİLE KOLAY Ömer Okçu, 77 yıla 42 kitap ve binlerce makale sığdırır. Hikmet avcısı... Ömer Abi talebeliği sever, hayatı boyunca ders kovalar, gençlerle oturur icabında.... Bir makalesinden dolayı "medrese-i Yusufiye" yolunda... Halinden memnun, şikayetçi görünmüyor...NAZLI HİLAL AŞKINA Ömer Okçu ile hem Kılıçlı'da hem de Alemdağ Füze Üssünde çalıştık. Çok iyi bir ekiptik, üç NATO teftişi geçirdik, üçünü de birinci bitirdik. Amerika'da atışlara katıldık, yine lideriz. Hem de açık ara farkla. Kafaya koymuşuz, nazlı hilal mutlaka zirvede olacak! İngilizi, Fransızı, İtalyanı... Düşünün NATO içinde kaç ülke var? Alemdağ tepe, rüzgâr ilik donduruyor... Mustafa 40 derece ateşle jeneratör başında. "Astsubayım seni revire göndereyim!" - Yok komutanım siz bu köhne jeneratörü çalıştıramazsınız sonra, teklerse sistemdeki değerler uçar. İşinize bakın, acı patlıcanı kırağı çalmaz. Diğerleri de öyle sabahlara kadar vida sıkarlar, birini atlasalar gitti puanlar. Hem inançlılar, hem donanımlılar. Yunus, Durmuş, Ünal... Hepsi ayrı pırlanta... Zekiler, uyanıklar... Ben de teşvik ettim, çoğu yüksek tahsil yaptılar. Zamanla et tırnak gibi olduk, birine diken batsa hepimizin canı yanar. Üs komutanı soruyor "Ya bu Necati'yi niye seviyorsunuz bu kadar?" Rahmetli Bahaeddin atlıyor: "Bilemem ama git şu Hercules'i (dev bir füze) sırtla dese, düşünmeden girerim altına." KAHVENİN HATIRI Amerika'da atıştayız, El Paso'da... Ömer'le Juarez'e geçeceğiz, Meksika'ya... Hudut belli belirsiz, sadece küçük bir dere var arada. Tramvaya bindin tamam. Aşırı alkol alan ve vukuatları ile tanınan bir arkadaş ansızın dikildi karşımıza. Yüzünden düşen bin parça... "Juarez'in bataklık olduğunu bilmiyor musunuz? Ne işiniz var orada?" - Kahve alacaktık ama... - Alın benim kahvelerim sizin olsun... N'olur gitmeyin oraya! Adımız dindara çıkmış ya alaya alınacağımızdan korkuyor. Kalıba değil, kalbe bakacaksın. Bu ne temizlik ya... Donduk kaldık, gel de ağlama... Hava Kuvvetlerinde gelenektir, yıl sonu toplantıları yapılır. Tenkidler dinlenir, teklifler toplanır. Bir keresinde Ömer kalktı: "Efendim üssümüze bir cami yaptırsak..." - İyi de paramız yok, askerimiz az.. - Ben ne bir torba çimento istiyorum, ne de bir er... Karışmayın yeter. Yapar mı yapar... Ah izin çıksa... KESİŞEN YOLLAR Ömer önceleri Ömerli'de otururdu. Köy mesirelik, yazları çağırır, pek de güzel ağırlar. Ne hikmetse yollarımız sık kesişti ondan sonra. Yıllarca komşuluk yaptık, hanımlar da iyi anlaştılar. Tekaüd olunca ikimiz de Babıali'ye koştuk, düşünebiliyor musun iş yerlerimiz yine aynı aralıkta (Çatalçeşme Sokak). Çok defa Üsküdar'dan vapura birlikte bineriz, birlikte vururuz Cağaloğlu yokuşuna. Onun en sevdiğim yanı bilmediğine "bilmiyorum" diyebilmesidir, muhatabını arar, çekinmeden sorar. Bir gün geldi, baktım elinde kağıt, belli ki soruları var. Ömer bu, kimbilir ne ince mevzular... Ani bir kararla "gel" dedim, birlikte Askeri liseden hocamız Emekli Albay Hüseyin Hilmi Işık Bey'in kapısını çaldık... Nasıl âlim, nasıl halim bir insan... Söz sözü açtı. Ümraniye'nin kelime manasından girdiler, Asr-ı saadet yıllarına açıldılar... Sahabe-i kiram efendilerimizi öyle bir anlattılar ki... Anlatamam. Odada Münevver Medine rüzgarları dolanıyor sanki, hurmalıklar hışırdıyor kulaklarımızda. Ayrıldık. Ömer çok hislenmiş, sesi titriyor ayan beyan. "İyi de abicim biz buraya niye geldik? Hani sorular?" - Ben istediğimi aldım Necati abi... Öyle ip uçları verdiler ki, düğümler çözülüverdi. Şimdi ufkum daha berrak! > Em. Füze. Alb. M. Necati ÖzfaturaSATIRLAR ARASINDA Alemdağ'da bir sene kadar birlikte çalıştık. Bir gün geldi "Komutanım matematik çalıştırır mısınız bana?" "Kabul" dedim, "Sen de İngilizce öğreteceksin ama!" Dostluğumuz ilerledi, baktım çok okuyor. Kitap olmayan bir evde büyümüş, büyük bir açlığı var... Felsefe, psikoloji, iktisat teorileri, mimari, Rus klasikleri, hukuk, tarih, coğrafya... Sağdan da okuyor, soldan da... Ne bulursa... Sabahlara kadar satırlar arasında geziniyor. Masanın bir ayağını kesmiş, uyursa sendeliyor, kendine geliyor. Kese kağıtlarını bile didikliyor, takvim yapraklarını, sararmış gazete kupürlerini saklıyor... Kırılmayacağını bildiğim için "selüloz tüccarı" diye takılıyorum ona. Ben de okumayı severim ama daldan dala konmam. Vaktimi seçme eserlere ayırır, tekrar tekrar okurum icabında. Nöbet geceleri uzundur, konu konuyu açar. Bazen yeri gelir, üç beş kelime ile katılırım mevzuya. Yüzüme hayretle bakar "Valla siz haklısınız komutanım" der, "bin kitap da devrilse bu incelik yakalanamaz!" > TGRT FM Genel Müdürü Em. Füze Alb. İlhan Apak
.
Nurşin daima gündemde!
16 Ağustos 2009 01:00
NURŞİNLİ BÜYÜK VELÎ ABDURRAHMÂN TÂGÎ Abdurrahman Tâgî hazretlerinin medfûn bulunduğu kabristan. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül geçen hafta Bitlis vilayetimizi gezmişti malum. Nurşin'e "Nurşin" deyince ortalık kopmuş kalkmıştı hatırlarsınız. Nurşin nur yayılan yer manasına gelir ki bazı dilcilere göre Türkçe bir isimdir aslında... 1987 yılında adını değiştirir "Güroymak" yaparlar. Halbuki Bitlis Vilayetinin ismi Makedoncadır ama dokunanı karışanı olmaz. Bu bölge 13 asırdır Müslümanların elindedir, sadece Kürtler değil, Türkmenler, Avşarlar, Araplar da yaşar. Ahlatşahlar, Eyyubiler, Harezmşahlar, İlhanlılar, Celayirliler, Artukoğulları ve Timuroğulları havalide güzel izler bırakırlar. Bir ara Safevilerin (İran'ın) eline geçse de Bitlisli bir âlim (Şeyh İdris-i Bitlisi hazretleri) aşiretlerin Osmanlıya sadık kalmalarını sağlar... Bitlis sulak mı sulaktır, Botan, Hizan gibi güçlü akarsular bir yana Van Gölü uzanır yanıbaşında. Nemrut Kraterinin ağzı derin bir göldür, iç yamaçları gümrah bir orman. Toprakları bereketlidir, sadece tahılla kalmaz, leziz meyveler ve aranan tütünler yetiştirir, arıcılık, balıkçılık da yaparlar. Bitlis yemekleri üzerine uzun listeler yazılabilir, lakin bir tek büryan mutfak kültürünün gücünü anlatmaya yeter de artar. Siz Türkülere aldırmayın! Bitlis'te sadece beş minare yoktur, şehir sayısız Selçuklu eserini barındırır. Bilhassa Ahlat açık hava müzesi gibidir adeta... Nurşin ve Hizan ise medreseleri ile tanınır. Buradan yetişen âlimler hem Anadolu'da, hem de Suriye ve Irak'ta meşale olurlar... İşte biz bunlardan birini anlatmaya çalışacağız bugün... Haddimiz değil ama affına sığınarak... SÛFİ EVİ Şirvan... 180 yıl evvel filan... Molla Mahmûd, ilmiyle amil bir âlimdir. Hanımı Seyyide Meyâsin ise Evlad-ı resulden Molla Muhammed Efendinin kızı olup hal sahibidir. Bu kutlu haneden çok velî çıkmıştır, halk arasında "Sûfî evi" diye tanınmaktadırlar. Bir oğulları olur (Hicri 1247) adını Abdurrahman koyarlar. Abdurrahmân henüz kundakta iken tavrı duruşu ile dikkat çeker. Ebeveyni "bu bize Cenâb-ı Allah'ın bir lütfu ihsanıdır" der, yetişmesine ihtimâm gösterirler. Dedesi Molla Muhammed dahi sevimli torunu ile yakinen ilgilenir, onu ilmine vâris yapar. Abdurrahmân Tâgî yaşından olgundur, oyunla, oyuncakla meşgûl olmaz. Ya bir kenara oturup sohbet dinler, ya da satırlar arasında kaybolmaya bakar. Annesi vefat ettiğinde 10 yaşındadır daha... O günden sonra bütün enerjisini ilim yolunda harcar. Önce Molla Abdüssamed'in tedrisinden geçer, sonra Molla Ziyâüddîn Arvâsî'nin eteğine yapışıp ilim hikmet toplar. Ziyâüddîn Arvâsî hazretleri gönül ehli bir zattır, talebelerine "adı güzel Muhammed'in muhabbetini" (sallallahü aleyhi ve sellem) aşılar. Abdurrahmân Tâgî de aşk ateşi ile yanmaya başlar. Yöre âlimlerinden Molla Resuli Sipiki'nin, sonra da Molla Abdurrahmanı Melekendi'nin yanında okur, fıkıh, tefsîr, hadîs gibi ilimlerden icâzet alır. Gün gelir Ispahart medresesinde ders vermeye başlar. FİKİR, ZİKİR, ŞÜKÜR Talebelerini zaman zaman kırlara, tepelere, su başlarına götürür, Allahü teâlânın eşsiz kudretini anlamalarını sağlar. Çözümü zor meselelerle karşılaşınca, ilâhî aşka dâir bir kasîde söylemelerini ister. (Çoğu kez Şehy Ahmed-i Cüzeyri hazretlerinin divanından beyitler okurlar) O gözlerini yumar, Allahü teâlâya sığınır. Biiznillah meçhuller aydınlanır, murad ve mânâ netleşir, hakikat ortaya çıkar. Kanaat sâhibidir, kendisine nâhiye müdürlüğü, kâdılık verildiği hâlde dönüp bakmaz. Gözü tasavvuf yolundadır, yana yakıla bir mürşidi kamil arar. Bir ara Rufâî şeyhlerinden Hacı Emin Şirvânî'nin dergahına devam eder, sonra Şeyh Hamza Telvî'nin sohbetlerine katılır ve nitekim Kâdiri mensûblarından Şeyh Abdülbârî Çarçâhî'nin önünde diz kırar. Az yer, az uyur, bâzı geceler kabristânda sabahlar. Hocası ona her gün "yüz yetmiş bin" kere "Lâ ilâhe illallah" demesini emretmiştir. Lakin şuurlu olarak... "Kalbini bir taş kabul edeceksin!" buyurur "onu kelime-i tevhid çekici ile döveceksin. Ama cezbeyle vuracaksın, muhabbetle... Vuracaksın vuracaksın, kıvılcımlar çıkacak!" DEREYİ GEÇ ANLARSIN O günlerde büyük âlim ve veli Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri Külat'ta oturmaktadırlar. Abdurrahmân Tâgî o mübareğin talebelerinden Süleymân Erbûsî ile eskiden beri tanışır, akrandırlar. Bir gün öylesine soracağı tutar, "Külat'taki sûfîler nasıl? Ne yapıyorlar?" - Görmen lazım! Ah Karasuyu geçecek olsan! Bu cümlede insanı heyecanlandıracak bir şey yoktur ama Abdurrahman Tâgî'nin kulaklarında uğuldar. Bütün gece aynı cümle... Geçecek olsan... Karasuyu geçecek olsan... Sabahı zor eder, namazı müteakip Süleymân Erbûsî'nin peşine takılır, Külat'a doğru yola çıkarlar. Ne zaman ki zikrolunan dereyi aşarlar, bir başka âlemin kapıları aralanır. Kalbine nehirler akar sanki, izahını yapamadığı hâller, zevkler, tatlar... Bu köylerde hiçbir oyun aleti yoktur, çalgıcılar da uğramaz. Sakinleri değil kul hakkından, hayvan hakkından da korkar, lüzumsuz yere ata merkebe binmez, onları yormazlar. Pek sade giyinirler, vakitlerini camilerde, tekkelerde geçirmeye çalışırlar. DORUKLARA DOĞRU Abdurrahman Tâgî, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretlerine hayran olur. Onun himâyesi ve tasarrufu altında hâllere sırlara yelken açar. Daha önce elde ettiğini sandığı makamların gafletten ve ömür tüketmekten başka bir şey olmadığını anlar. Bir sabah hocasına; "Efendim!" der, "her şeyde Lafza-i Celâl'in zikrini duyuyorum. Hattâ önüm sıra yürüyen köpekler bile onu söylüyorlar..." Bu olgunluk alametidir, tebessüm buyururlar. Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kâdılığını yürütür. O sadece dava görücü, hüküm verici değildir, dosttur, arkadaştır, muallimdir sonra. İnsanlara güzel ahlâkı ile örnek olmaya bakar. Bilahare Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döner. Çoğu geceler uyumaz, hocasının penceresine bakan bir taşın üzerinde sabahlar. Bir gün değil, iki gün değil, tam dokuz yıl, dile kolay. Nihayet Sıbgatullah Arvâsî hazretleri icâzet verir, irşâdla vazîfelendirip sırtını sıvazlar. SEYDÂ HAZRETLERİ Abdurrahman Tâgî "baş üstüne" der, ancak derse başlamadan evvel neyi var neyi yoksa satar, hepsini de hayra hasenata harcar. Gösterişten pek sakınır, yeni diktirdiği elbiseleri bir süre eskisi altına giyip örselenmesini bekler, ondan sonra kuşanır ancak... İşte bu samimiyet kalplere tesir eder, civarda "Seydâ Hazretleri" adıyla anılmaya başlar. Her mümin gibi o da Harameyn'in hasretiyle yanmaktadır, fırsatını bulur bulmaz Beytullaha koşar. Haccını îfâ ettikten sonra Resul-ü Zişan efendimizin nurlu ravdasını ziyâretle şereflenir, hisli anlar yaşar. Medîne-i münevverede İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar'la (kudddise sirrüh) tanışır, Silsile-i aliye büyüklerini anar, anlatırlar... Hac dönüşü, hocasının emriyle, Bitlis vilâyetine bağlı Nurşîn beldesinde irşada başlar, halkla hemhal olur, unutulmaz dostluklar kurar. Nurşin zamanla nurlanır ve şenlenir, sakinleri dünya hırsından arınır, gönül yapmaya, lokma paylaşmaya bakarlar... Bir süre sonra tasavvuf yolcuları hikmet avcıları şirin kasabaya akar... Ziyaretçiler gün be gün artınca kazan kazan aş kaynatır, sofralar donatırlar. Fırınlar gün boyu çalışır, hatta bir değirmen yaptırırlar. Ancak komşu köydeki değirmencinin işleri bozulunca mübarek dayanamaz, "değirmeni yıkın" buyurur, "buğdayları yollayın ona!" Veliyullah budur işte. Bir mü'minin üzülmesine incinmesine dayanamaz. Abdurrahmân Tâgî hazretleri diğer Nakşi büyükleri gibi sohbete çok önem verir, ilerleyen yaşlarında bile sohbet kovalar. Bu uğurda zahmetli yolculuklara çıkar. Son günlerinde hayli hastalanmıştır. Buna rağmen hiçbir sünneti ihmâl etmez, namazlarını ayakta kılar. Yanlarına ot minderle destek yapılmasa oturamayacak kadar bitkindir lakin gece ibâdetlerini aksatmaz. ÖLÜM GÜZEL ŞEY... Vefât etmeden önce Serveri âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) açıkça görünür, bal yemesini, şerbet içmesini emir buyururlar. Sevenleri "Aklınızdan yolculuk mu geçiyor?" diye sorarlar. Cevap manidardır, "yolculuk olmasa Aleyhisselatü vesselam efendimiz görünmezlerdi bana." İkindiye doğru zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın (ehl-i beyttendir) eteğinden tutar ve şu beyti okurlar Kâbe hareminin harîmine vâsıl olamazsın Eğer evlâd-ı Alî'nin eteğine yapışmazsan! Yakınlarına son kez nasihatte bulunur, yerine Şeyh Fethullah Verkânîsî'yi (Rahmetullahi aleyh) halîfe bırakırlar. Ve vakit saat gelir, ayrılığın olmadığı âlemde dostlarla buluşurlar... Komşuları bu güzel insanı ağlaya ağlaya defn eder, aradan geçen yıllara rağmen unutmaz, hatırasını yaşatırlar. Nurşin... Böylesine feyzli ve bereketli bir beldedir vesselam. Umarız onun adını taşıyan "açılım" da vesile olur hayra... Buyurdular ki! Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmaz ve yaptırmazlar. Zikirden maksad tevhid olup Allahü teâlânın varlığını ve birliğini hatırlatmaktır. Tesbih tanelerini eksik mi çektim fazla mı? Bunlara takılmayın. (O güzel kelimelerin yaşatacağı hali, zevki yakalamaya bakın) Mürşid-i kâmil talebesinin her hastalığını tedâvi eder. Yeter ki ihlâsı ve muhabbeti eksik olmasın. Tarikat-ı Nakşibendiyye sünnetleri ihyaya dayanır. Talip bidatlari ve ruhsatları terk etmeli, takva yolunda ilerlemeye çalışmalıdır. Zinâ yapan zinânın günah olduğunu bilir ve pişmanlık duyar. Lakin bid'atlere bulaşan cürm işlediğini bilmez, pişman da olmaz. İlaç, pişmanlıktadır, nefsini kusûrlu bulmakta... Kendisine dînini öğreten hocasına "neden" ve "niçin" diyen talebe iflâh olmaz. Mürşidine îtirâz eden, feyzine kavuşamaz. Farz namazlarınızı mutlaka "vaktinde ve cemâatle" kılın. Sünnetleri terk etmeyin asla! Hâlidiyye yolunda halvete girmek yoktur. Halvette şöhret vardır. Şöhret âfettir. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti arzulamazlar? Niçin sohbet meclisine katılmazlar? Niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Halbuki sohbet ehlinin ev sâhibi Allahü teâlâ, teşrîfâtçısı Hazret-i Ali, sâkîsi (su, çay dağıtanı) Hızır aleyhisselâmdır
Hazret-i EBÛ BEKR-İ SIDDÎK radıyallahü anh
23 Ağustos 2009 01:00
Her kim rü'yâda beni görmüşdür. Muhakkak beni görmüşdür. Zîrâ şeytân benim sûretimde görünmez. Her kim, Ebû Bekr'i uykuda görür. Ebû Bekr'i görmüşdür. Zîrâ şeytân Ebû Bekr'in sûretinde de görünmez. (Hadis-i Şerif) Veda haccı... Fahr-i enâm Arafat dağında Kusva üzerinde iken "Bugün dininizi ikmal ettim. Size verdiğim ni'metleri tamamladım" manasındaki ayeti kerime nazil olur. Ayet-i kerimenin ağırlığına bakın ki deve çökeyazar, dizine kadar kuma batar. Elbette sevinenler de olur ancak feraset ehlini bir düşüncedir alır. Mesela Hazret-i Ebû Bekr mahzûnlaşır, başlar ağlamaya. Ayrılık vakti yaklaşmaktadır zira. Efendimiz son günlerinde sadık dostunun imam olmalarını arzular. Fahr-i kainatın dar-ı bekaya irtihallerinden sonra bazı müminler acı haberi kabullenmekte zorlanırlar. Ebû Bekr-i Sıddîk sakindir, önce Hazreti Aişe'nin hücresine girer, Nebiyi muhteremin yüzündeki örtüyü açar, mübarek simaları ay gibidir "Vefatın da hayatın gibi güzel" diye fısıldar. HUVE'L BAKÎ Ehli beyti teselli ettikten sonra minbere çıkar ve "kim" der, "Resulluh'a (sallallahü teâlâ aleyhi ve selem) tapıyorsa bilsin ki o vefât etti. Kim Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine tapıyorsa bilsin ki o bakidir!" Cemaat sükunete erer ve istisnasız tabi olurlar ona. Ancak Mekke ve Medine dışı karışıktır hâlâ. Mürtedler (dinden dönenler) zekat toplayıcıları katleder, aşikare meydan okurlar. Yalancı peygamberler meydanı boş bulurlar, Necdli Müseylemet-ül kezzab büyük fitne koparır mesela. Beni Esed Reisi Tuleyha ona keza (sonradan pişman olur)... Derken Bahreyn'de Hatam adlı biri çıkar. Çarpışmalar sert geçer, Halid bin Velid sabırla bekler isyancıların içip sızdıkları bir gece baskın yapar. Ummandaki yalancı peygamberi ise Hazret-i İkrime susturur, yaraya merhem çalar. Bunların ortak özelliği içki ve zinayı serbest bırakmalarıdır, taraftar kazanmak için namazı azaltır, zekatı kaldırırlar. Zor olur ama Müslümanlar mürtedleri saf dışı eder, Arabistan'da birlik ve beraberliği sağlarlar. Ancak birçok hafız da şehadet şerbetini yudumlar. Nerede ne zaman savaş çıkacağı ve daha ne kadar hafızın şehid olacağı belli değildir, bu yüzden Hazret-i Ebû Bekr fakihleri, vahiy katiplerini bir araya getirir ve Kuran-ı kerimi toplar. İlk Mushaf-ı şerifi yazarlar. (Cem-ül Kuran) GEREĞİ YAPILA Böylesine önemli vazifeleri üstlenen Hazret-i Ebû Bekr aynı zamanda bir aile reisidir, çalışmak kazanmak zorundadır. Bir gün bakarlar ki çarşıda gömleğini satmakta... Bir halife ekmek parasıyla uğraşmamalı der, onu iki dirhem maaşa bağlarlar. Hazret-i Ebû Bekr "ama bu çok fazla" deyince bir dirhem iki dankta karar kılarlar. Mübarek yine de kazandığı ile geçinir, maaşını bir testide biriktirir, kuruşunu harcamaz. Vefatından önce kerimeleri Hazret-i Aişe'ye "al bunları Ömer bin Hattab'a götür" buyurur "o gereğini yapar!" Hazret-i Ömer çok hislenir, gözyaşlarını tutamaz. Gereği bellidir, "fukaraya dağıtmak!" KRALLAR KIRILINCA Müminler zamanla Arabistan'dan taşar, uzak ülkelerde davete başlarlar. Kralların meliklerin yüzleri ekşir, bu genç devleti ezmeye kalkarlar. Tehdit ciddidir, artık askeri bakımdan da güçlü olmalı, ümmet-i Muhammedi korumalıdırlar. Mukaddes beldeleri savunmanın tek yolu vardır, savaşı düşmanın topraklarına yıkmak. Nitekim Halid bin Velid ve Müsenna bin Harise Irak'a doğru yola çıkarlar. Hire Valisi mâkul bir insandır, anlaşmaya razı olur. Ancak komutan Hürmüz ve Fars kahramanları Kubat ile Enuşcan büyük bir ordu ile çıkagelir, meydan okurlar. Cenk öncesi Halid bin Velid, Hürmüz'ü meydana davet eder. Yenilmez diye tanınan devasa muharibi ikiye yarar. O gün Sasaniler mânâsız işler yapar, gereksiz yere safları bozar, panik içinde kaçışırlar. Zırhlarını bile çıkarmadan Fırat'a koşarlar... Boğulan boğulana... KÖHNE BİZANS Sasani imparatoru mağlubiyeti kabullenemez, ünlü komutan Endirezgâr ve silahşör Behman'ı üzerlerine yollar. Halid bin Velid, Velece ve Leys savaşları ile onları da dağıtır. Ki artık karşılarında dişe dokunur bir güç kalmaz. Hazret-i Halid ve Ubeyde bin Cerrah bu defa Bizans'a yönelir, sancak-ı şerifi (Ukap) yeni şehirlere asarlar. Ecnadin, Busra ve nihayet Şam.. Yermuk'ta 240 kişilik Bizans ordusunu dağıtır, sadece 3 bin kayıpla net bir zafere imza atarlar. Ölen Rumların sayısı 100 bindir ki cesetler arasında ünlü komutan Theodoros da yatar. Halbuki Müslümanlar sayıca ve silahça noksandırlar. Ordular gönüllülerden ibarettir, kıta kışla tanımazlar. Bizans ve Sasani orduları ise profesyonellerden kuruludur, talimlidirler, donanımlıdırlar. Asırlara dayanan tecrübeleri, muharebe tarzları vardır. İşte burada akıl mantık durur, ikiyle ikiyi toplarsınız yirmi iki çıkar. Nitekim Heraklius da Antakya'ya çekilir, "Elveda Suriye" der, "Burası Müslümanlar için ne mükemmel bir yurt olacak!" Hakikaten Sahabe-i kiram efendilerimiz yöre halklarıyla kaynaşır, coğrafyayı çil çil kubbelerle donatırlar. 63 YAŞINDA Hazreti Ebû Bekr, Server-i Kâinattan iki yaş küçüktür ve onun ardından sadece iki yıl yaşar. Bu iki yıla çok şey sığdırır, İslam devleti üç kıtada at koşturmaya başlar. Hazret-i Ebû Bekr nefsini ölmüş bilir, Allahü teâlâ hazretlerinin ta'âtından ve zikrinden gafil olmaz. Dâimâ ağlar, "Allahümme ente veli fiddünyâ vel âhıreti teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn (Yâ Rabbî! Sen benim, dünyâda ve âhıretde velîmsin, sâhibimsin. Bana müslümân olarak ölmeyi nasîb et ve sâlih kullarının arasında bulundur) duasını çok okurlar. Cenaze namazını Hazret-i Ömer kıldırır, vasiyeti üzerine kızı Aişe'nin hücresine (Resullullahın yanı başına) defneder, dostu dosttan ayırmazlar. Hazret-Ali (radıyallahü anh) anlatır: Ebû Bekr-i Sıddîk bana "Ey gözümün nûru" dedi, vefâtım yaklaştı. Beni o, Resûlullah'ı "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" yıkadığın mubârek ellerinle yıka. Sonra Cenâzemi Ravda-i mukaddeselerinin kapısına koy. Ve de ki, yâ Resûlallah! Ebû Bekr kapıdadır. İçeri girmek için izin ister. Eğer kilit anahtarsız açılırsa, beni Seyyid-i âlemin yanına defn et. Eğer kilit açılmazsa, Bakî' kabristanına götür, göm garîbler arasına... Vasiyetini yerine getirip, techîz eyledim. Ravda-i mukaddese kapısına götürdüm. İzin istedim. Kilit kendiliğinden açıldı, o an bir ses işittim "Habîbi habîbe kavuşdurun". (Hazret-i Ebû Bekr 1375 yıl evvel bu gün vefat etmişti...) Enes bin Mâlik "radıyallahü teâlâ anh" rivâyet ederler. Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" hazretleri Ebû Bekr, Ömer ve Osmân "radıyallahü teâlâ anhüm" Uhud Dağına çıkdılar. Dağ sallandı. Resûl-i ekrem mübârek ayağı ile dağa vurdu ve buyurdu ki: Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerinde bir Peygamber, bir Sıddîk, iki şehîd var. YOK DİYEMEZ Kİ Malını mülkünü İslam uğruna harcayıp parasız kaldığı günlerde bir adam gelir, on iki bin akçe ister ama hemen derhal! Yoktur, lakin "La" diyemez ki. Gider bir Yahudi'den borç alır, verir. Şakası yok, ödeyemezse Yahudi'ye köle olacak, söz ağızdan çıkar zira. Nitekim korkulan olur ve kölelik yolu görünür ona. Birazdan alacaklı kapıya dayanacaktır, ihtimal elinde zincirler bukağılar... Hazret-i Aişe dayanamaz, ağlamaya başlar. Gözyaşları tıpır tıpır dökülür ama nasıl, ardı ardına. Yere şıp şıp düşen damlalardan biri çın çın ses çıkarınca validemiz dikkat kesilir. Bakar yerde bir cevher, bilmiyoruz artık elmas gibi mi, belki de pırlanta... Hazret-i Sıddîk çarşıya çıkar, yabancı bir tüccar (Cebrail aleyhisselamdır) yolunu keser, cevheri gösterip sorar: "Ne kadar?" - 12 bin dinar. -"Bu cevher en az yirmi bin eder" der ve çıkarır önüne koyar. Hazret-i Ebû Bekr Yahudiye altınları gösterir, "doldur eteğine" der "bunların hepsi senin!" Muhatabı şaşkındır, çarşıda yaprak oynasa duyulur zira. Bakar altınların üzerinde kudret kalemi ile yazılmış bir hat. "Lâ ilâhe illallah Muhammedun resûlullah" Yüreğini tatlı bir heyecan sarar. İman eder, altınları dağıtır fukraya... DİLİ ALTINDA Hazret-i Ebû Bekr vakitli vakitsiz, gerekli gereksiz konuşmamak için dilinin altına taş koyar. Bir şey söyleyeceği zaman ölçer, biçer, tartar, lüzumuna inanırsa ağzından taşı çıkarır. Meramını kısa cümlelerle anlatır ve sessiz dünyasına döner anında. Ey dil. Söylemeyesin o sözü ki, Allahü teâlânın mardîsi (makbulü) olmaya. Hazret-i Ebû Bekr'in cömertliğini biliyorsunuz... İşte bir gün yine gözü kara bağışlar yapar ve kendine giyecek esvap bile kalmaz. Bir mutafa (keçi kılından mamul çaput) bürünür, namazlarını mecburen evde kılar. Fahr-i Alem dahi meraklanır, cemaate hitaben "Varıp Ebû Bekr'e gidelim halini soralım" buyururlar. O esnada Cebrail aleyhisselam siyah bir mutaf kuşanmış halde görünür. "Ya Resulallah" der, "Malumunuz olsun ki yedi kat gökte, arş ve kürsideki bütün melekler ve kerabiyyun, Hazret-i Ebû Bekr hatırına mutaf kuşandılar. Zira o varını yoğunu dağıttı bir elbisesi bile kalmadı ki dışarı çıksa!" KEBAP KOKUSU Bir ara komşuları "Ebû Bekr'in evinden kebap kokuları geliyor" derler, "Bizi davet etmiyor ama..." Efendimiz mânâlı mânâlı gülümser "O kokuyu duyunca haber verin, gidip kapısını çalalım" buyururlar. Ve yine o koku... Hep birlikte kalkarlar... Tak tak tak. -İçeri buyurmaz mısınız Ya Resulallah! -Bu ne koku ya Ebû Bekr? Mahcuptur, üsteleyince anlatmak zorunda kalır "Ya hayr-ül beşer! Hak Subhanehü teâlâ bana hem İslamiyeti nasip etti, hem de habibine arkadaş eyledi. Acaba bu nimetin şükrünü eda edebilir miyim diye düşündükçe ciğerim kavruluyor... Koku o koku, komşular kusura bakmasınlar!" BU HASLETLER Kİ... ∂ Ebu Hureyre (Radıyallahü ahn) anlatır: Resulullah (Sallallahü aleyhi ve selem) "bugün sizden kim oruç tuttu" diye sordu. Kimseden ses çıkmadı. Ebû Bekr elini kaldırdı: "Ben!" Mefhar-ı mevcudat tekrar sordular: "Peki bu gün sizden cenaze takip eden oldu mu?" Yine Ebû Bekr'in eli kalktı: "Ben!" Peki bu gün bir fakir doyuran? -"Ben!" Hasta ziyaret eden? -"Ben!" "Bu hasletler ki bir kimsede birleşir, o cennete gider."
Ümmetin firavunu EBU CEHİL
30 Ağustos 2009 01:00
Kutlu hicretin ardından Medineliler Efendimizle (Sallallahü aleyhi ve sellem) tanışmayı arzularlar. Büyük ekseri ilk görüşlerinde Müslüman olur. Ne mucize isterler ne de bir soru sorarlar. Büyük bir teslimiyetle "Amenna" derler, "bu güzel yüzün sahibi yalancı olamaz!" Halbuki Kureyşliler Allahın habibini yakından tanır. Onun "emin" olduğunu, cömertliğini, asaletini, konukseverliğini iyi bilir, bedduasından da korkarlar. Peki nedir bu kin, bu inat? Hani düşmanlığın da bir hududu var. Server-i kâinatla uğraşanların arasında Ebu Leheb, Ukbe bin Muayt, Velid bin Mugire, Ümeyye bin Halef başa oynarlar. Ama biri daha da öndedir. "Amr bin Hişâm el-Muğira!" Cehalete dönüşte o kadar ısrarcıdır ki Ebu Cehil adıyla anılır bir süre sonra... ÇOK İYİ BİLİRLER AMA... Fahr-i alemin Kâbe'nin yanında oturduğu günlerden birinde Cebrâil aleyhisselâm gelir. Müşriklerin azılılarından Âs bin Vâil'in ayağına, Esved bin Muttalib'in gözüne, Hâris'in karnına, Esved bin Yagves'in başına, Velîd'in bacağına birer işaret koyar. Bunlardan Âs bin Vâil'in tabanına diken batar. Ayağı deve boynu gibi şişer ve can verir kıvrana kıvrana... Esved bin Muttalib bir ağaç altında otururken gözleri kararır. Başını çarpar dallara ... Hâris bin Kays ise tuzlu balık yemiştir. Öyle bir hararet basar ki nasıl anlatıla. İçer, içer, içer... Ta ki çatlayasıya kadar. Esved bin Abdi Yagves Bad-ı semûm denilen mevkie gitmiştir, bir bakar eli yüzü kapkara. Telaşla evine döner ama çoluk çocuğu tanımaz, içeri almazlar. Kederden kahrolur, beynini paralar evinin kapısına vura vura... Velîd bin Mugîre ise bir okçu dükkanının önünden geçmektedir, baldırına bir demir parçası saplanır. Kanı durduramazlar göz göre göre sararıp solar. Bunların beşi de düçar oldukları felaketin sebebini bilir "Muhammed'in Allah'ı beni öldürecek" diye haykırırlar. KÖPEKLERİNDEN BİRİNİ Tebliğ vazifesi verilmeden evvel Efendimizin kızları Ümmü Gülsüm ve Rukayye (Radıyallahu anhüma) Ebu Leheb'in oğlu Uteybe ve Utbe ile nişanlıdırlar. Server-i alem tebliğe başlayınca Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil oğullarını kenara çeker "Muhammed'in kızlarını boşayacaksınız" diye yırtınır ciyak ciyak, "boşayın ki kimsenin yüzüne bakamasınlar!" Uteybe boşamakla kalmaz, Efendimize "seni de getirdiğin dini de tanımıyorum" der, iter kakar elbisesini yırtar. Habibullah çok kırılır. "Dilerim Allahü teala köpeklerinden birini üzerine salar" buyururlar. Ebu Leheb bunu işitince kül kesilir, oğlunun akıbetini beklemeye başlar. O günlerde içinde Uteybe'nin de bulunduğu bir kervan Şam'a doğru yola çıkar. Zerka denilen mevkide mola vermişlerdir ki bir aslan etraflarında dolanmaya başlar. Uteybe başına gelecekleri hisseder "bu aslan beni parçalayacak" der "Muhammed'in söyledikleri çıkacak!" Aslan bir ara uzaklaşır. Arkadaşları Uteybe'yi aralarına alırlar. "Korkma" derler "burada bu kadar silahlı varken yaklaşamaz. Sen yüzünü bezle sar yat, tanıyacak değil ya!" Gecenin ilerleyen saatlerinde aslan geri döner koklaya koklaya Uteybe'yi bulur ve dişlerini kafasına geçirip cehennem yollar. Ebu Leheb buna hiç şaşmaz. "Ben söylemiştim" der, o kadar! NEDEN EŞİT OLACAKLAR? Kureyşliler zamanında Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail'in tebliğ ettiği Hanif dinine mensupturlar. Sonra tevhid akidesinden uzaklaşır ve Kabeyi muazzamayı putlarla doldururlar. Lat'a, Menat'a gerçekten inanırlar mı bilmiyoruz ama bu işten para kazanırlar. Kabe ziyareti için Arabistan'ın dört bir yanından gelen insanları ağırlar, kârlı ticaretler yaparlar. İçlerinden bazıları Karun gibi zenginleşir ve biteviye kendilerine yontan bir düzen kurarlar. Sözleri kanundur, asar, keser, el koyar, kimseye hesap verme ihtiyacı duymazlar. Dediklerin yaptırmaya alışmıştırlar. Kibirli, kindar, kıskançtırlar. "Özel" olduklarına inanır, avam ile bir arada bulunmazlar. Köleleri kimsesizleri hayvanlarla bir tutarlar. Halbuki Fahr-i alem "tarağın dişleri gibi eşit" bir cemiyetten bahsetmektedir. Efendiler bundan hiiiç hoşlanmaz. Bildirilen azaplara rağmen şirkte ısrar eder, konumlarını kaybetmeye yanaşmazlar. ONLARDAN DA BİZDEN DE... Ebu Cehil'in başka sebepleri de (!) vardır ayrıca. "Biz (Mahzumoğulları)" der, " yıllardır Abd-i Menaf oğullarıyla çekiştik durduk. Onlardan yemek yedirenler, bağış yapanlar çıktı... Bizden de... Onlardan şairler, silahşörler, kahramanlar çıktı. Bizden de... Onlardan arabuluculuk yapanlar diyet yüklenenler çıktı... Bizden de... Kabe'nin hicabe (açma kapama koruma) hizmetine talip oldular, "olur" dedik, liva (sancaktarlık) hizmetini aldılar "peki" dedik. Nedve hizmetini, sikaye (su dağıtma) hizmetini (ki bunlar büyük nüfuz ve itibar sağlar) nöbetleşe götürdük yıllarca. Onlarla kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelmiştik ki bizden "Resul çıktı" dediler! İşte bunun dengini bulamazdık. Ya kabul etmeliydik, ya inkar! BİLE BİLE İNADINA Müşrikler halk arasında Muhammed kâhindir, mecnundur, şairdir, sahirdir deseler de bir araya gelince sus pus olurlar. Nitekim Velîd bin Mugîre (Ebu Cehîl'in amcası, Halid bin Velid'in babası olur) "Hayır" der, "onun okudukları kâhin fısıltısı olamaz. Biz, kâhinleri biliriz. Sürekli yalan söylerler. Ama Muhammed yalan konuşmaz asla. O mecnun da değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, onun şuurlu olduğu meydanda. O şair de değildir. Biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okudukları çok başka! Sihirbaz da değil, düğümlerle, kemiklerle uğraşmıyor zira. Velîd bin Muğîre, Kur'an'ı kerime olan hayranlığını da saklamaz. Ebu Cehil bakar en güçlü müttefikini kaybedecek onun damarına basar. Önüne üç beş dinar koyar ve "Vah sana" der, "onlara yanaştığına göre fakir düşmüş olmalısın? Velid için para toplayalım, haydi arkadaşlar!" Bir gece, Kâbe civarındadırlar. İçlerinden biri samimiyetle sorar "Ya Amr, Muhammed yalan söylüyor olabilir mi acaba? - Asla! Biz çocukluk yıllarımızda da Muhammed-ül Emin derdik ona. - Peki seni iman etmekten alıkoyan ne? - Müslüman olursam kadınların arkamdan kıkırdamasından korkuyorum "Koca Amr, Abdulmuttalib' in yetimine tabi oldu" derler ki dayanamam. ULULAR ÖNDERLER DURURKEN... Ebu Cehil birçok mucizeye şahit olur. Bir keresinde Allah'ın Resulüne "elimdekini bil iman edeceğim" der. Avucundaki taşlar dile gelir: "Eşhedü en la ilahe illallah..." Ayın ikiye bölünmesini de gözüyle görür ama "göz boyadın" der utanmadan. Halbuki yoldan gelen kervancılar da hadiseye şahit olmuşturlar! Müşrik önderleri neyin hak neyin batıl olduğunun farkındadırlar. Halkı âyet-i kerîmeleri dinlemekten men eder ama kendileri geceleri gizlice efendimizin evine yaklaşır bir köşeye saklanırlar. Resul-ü zişan Kuran-ı kerim tilavetine başlayınca kulaklarını dört açarlar. Ortalık aydınlanınca, birbirlerini görür, ayıplar, "bir daha böyle yapmayalım" der, dağılırlar. Laf!... Ertesi gece yine oradadırlar. Gel gelelim bu kutlu kaynaktan yudumlamaz, bilerek isteyerek Allahü teâlâya meydan okurlar. Eğer Kur'an inecek idiyse neden yaşlı zengin birine inmemiştir? (Haşa) Nitekim Velid bin Mugire "Ben Kureyş'in önderi değil miyim" der, "hadi Kur'an bana gelmedi, bari Ümeyye bin Halef'e gelecek olsa..." ZALİMİN ZULMÜ VARSA... Aslında görmüş geçirmiş insanlardır, varlıklıdırlar, aristokrattırlar. Buna rağmen küçülür, basitleşmeye başlarlar. Koca koca adamlar (ve kadınlar) Fahr-i âlemin kapısı önüne pislik dökecek, diken serpecek kadar çocuklaşırlar. Namaz kılarken üzerine deve işkembesi atar, kahkahadan kırılırlar. İki cihan Serveri İslâm'ı tebliğ ederken, peşi sıra dolanıp sırnaşır, sulu sulu konuşurlar. Eziyet gün be gün artar. Hele kendi kölelerinin, çocuklarının iman ettiğini öğrenince çileden çıkarlar. Habeşli Bilal'in (Radıyallahu anh) yaşadıklarını hepimiz biliyoruz.. Ebu Cehil, kölesi Zinnire'yi döve döve kör eder sonra. Sümeyye validemizi ise kollarından bacaklarından develere bağlar. Hayvanları aksi yönlere sürüp eklemlerini ayırır. O kadar kin yüklüdür ki annesi yaşındaki kadını mızraklamaktan utanmaz. Müslüman olan kardeşi Seleme'ye de söver, sayar, günlerce aç, susuz koyar. Bir keresinde İraş adlı bir yabancıdan deve satın almıştır. Ancak bedelini ödemez "sonra gel" deyip üstüne yatar. Zavallı adam Kureyşlilerden aracı olmalarını ister ama onula nizalaşmaya kimse yanaşmaz. Birileri "git Muhammedi bul" diye akıl verirler, "ondan çekinir ve korkar!" Allahın Habibi garip yolcuyu kırmaz, Ebu Cehil'in kapısını çalar. Tek cümle ile "şu adamın hakkını ver!" buyururlar. O zalim gaspçı mum gibi erir, paşa paşa gider, devenin bedelini getirir önlerine koyar. KOMİK TEKLİFLER Müşrik önderleri zaman zaman Ebu Talib'e gelir, gülünç tekliflerde bulunurlar: "Söyle Muhammed'e mal, para ne isterse verelim, en güzel kızlarla evlendirelim. Başımıza idareci yapalım hatta... Yeter ki vazgeçsin bu sevdadan." Resulü zişanın cevabı muhteşemdir: "Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler de vazgeçmem. Ya Allahü teâlânın dînini cihana yayarım, ya da canımı feda ederim onun yoluna!" Ve gülünç ötesi bir teklif daha: "Ya Ebu Talip sen bize yeğenini ver. Biz de yakışıklı becerikli bir genç verelim sana!" Ebu Talip "bu da laf mı yani" der, "ben biricik yeğenimi vereyim öldürün, sonra besletmek için çocuğunuzu yollayın bana!" Ebu Cehil hem hakkı bilmekte öndedir, hem de inkârda. Bir keresinde secdeye kapandığında Efendimizin başını ezmeye kalkar. İrice bir taşı kaldırır ve adeta donar. Sorarlar n'oldu? "Anlatsam inanmazsınız" der "yanında benzerini görmediğim bir canavar vardı, parçalayacaktı az daha!" Derken evinin girişine derin bir kuyu kazdırır. Aklı sıra efendimizi davet edecek içine yuvarlayacaktır. Olacak bu ya çukura kendi düşer yanlışlıkla... Halat atarlar, merdiven uzatırlar nafile, onu bu girdaptan kimse çıkaramaz. Bakar olmayacak "Muhammedi çağırın" der "beni o kurtarır ancak!" Resul-i Ekrem gelir ellerini uzatırlar (halbuki hayli derindir), çekip alırlar yukarıya... Boynumu omzuma yakın kes Ebu cehil "bilinçli" kafirdir. Hazret-i Hamza yayla vurup da başını yardığında, adamları kılıçlarına sarılırlar. Onlara "hayır durun" der, "ben bunu hakkettim, siz durun kenarda!" Korkusu Hazret-i Hamza'nın Müslüman olmasıdır, batıl davası için şahsi meseleleri erteleyebilir, geri adım atabilir icabında. Mekke'de müminlerin sayısı artınca onları sürüp çıkartır ve tecrit ettirir insafsızca. Nitekim Darünnedve toplantılarından birinde yandaşlarını ayaklandırır ve Efendimizi katletme kararı çıkar. Suikast için her kabileden bir müşrik ister, kan davasını önleyecektir aklı sıra... Kureyşliler kervancılıkla geçindikleri için yolları üzerindeki kabilelerle takışmamaya çalışırlar. Mesela sırf Gıfarlı olduğu için Ebu Zer Hazretlerini sineye çeker, söylediklerini yutarlar. Halbuki şimdi Medineli Müslümanların tehdidi altındadırlar. Hicret edenlerin mallarına el koyduklarına göre, onlara da yol kesmek gibi bir hak doğar. Ebu Cehil güya Şam kervanını korumak için ordu toplamıştır. Yolda kervanın sağ salim Mekke'ye ulaştığı duyulur ama o dönmeye yanaşmaz. Israrla "Medine'yi basalım" der, yan çizenleri korkaklıkla suçlar. Öyle ya Medineliler çok çok 300 kişi çıkarabilirler karşılarına, üstelik onlar çiftçidirler dövüşmeyi bilmezler, talimsiz, donanımsızdırlar. Zaferinden emindir, ziller defler, rakkaseler, muganniyeler... Mola yerlerinde develer kestirir, şölen yaparlar. Dura kalka Bedr Kuyularına varırlar... UMMADIK TAŞ Abdurrahman bin Avf anlatır: Bedr savaşındayız, çocuğun biri geldi "amca Ebu Cehil'i tanır mısın?" - Senin onunla ne işin var? - Efendimize pek ezâ vermiş, ahdettim yapışacağım yakasına. O ara Ebu Cehil'i gördüm devesi üzerindeydi yanında seçme muhafızlar. İşte dedim aradığınız orada. Hızla fırladılar o kadar ufak tefektiler ki develerin altlarından geçebiliyorlardı pekala. Biri şehid oldu ama Ebu Cehil'i yere düşürmeyi başardılar. Hasılı Afra Hatunun iki oğulcuğu Muaz ve Muavviz o şedit kafiri alaşağı eder kana boyarlar. Düşünebiliyor musunuz ilk defa kılıç tutan, ilk defa cenk meydanına çıkan adsız sansız iki Müslüman... Bu çok ağrına gider, daha da acısı yaralılar arasında yatarken rüzgâra karşı yürümekte zorlanan zayıf bir sahabi (Abdullah ibni Mesud) onu tanır, göğsüne basar. Hani bunu yapan bir Ömer olsa gam yemez, Ali olsa, Hamza olsa yine tamam.... Ölürken bile düşmanlığı bırakmaz. Kim kazandı diye sorar? - Zafer İslam'ındır. Yeis ve keder içinde gideceksin, veyl sana. Son talebine bakın: "Boynumu omzuma yakın kes, kafam küçük görünür yoksa!"
Selimiye'nin kandiliydi Fahreddin Duruöz
6 Eylül 2009 01:00
> Cüneyt Bitikçioğlu İSTANBUL  Fahreddin Amcanın cenazesi bir koca ömür geçirdiği Selimiye Camiinden kalkmıştı. Eksikliği hissedilecekti, cemaat bunun farkındaydı pekâlâ... Bizim gazetemiz bir ailedir... Büyükçe bir aile... Dağıtıcılarımız kapılara gazete bırakmakla kalmaz sımsıcak dostluklar kurarlar. Bir süre sonra okuyucu kendini gazetenin ferdi gibi hisseder. "Şöyle olsa, böyle olsa..." diye başlayan teklifler yapar... Bunların dikkate alındığını görür, şevki muhabbeti artar. Rahmetli Fahreddin Amca da onlardan biriydi mesela... Bundan sonrasını arkadaşımız Cüneyt Bitikçioğlu'ndan dinleyelim... Yıl 1992... Erenköy'de oturuyoruz... Nasıl karlı, nasıl soğuk bir gün... Yerler takır takır buz, araçlar trafiğe çıkamıyor. Altımda kar lastikli bir Renault, serde ise gençlik var. İsterseniz cahilin cesareti deyin, havaya aldırmıyorum o zamanlar... Gazetede birlikte çalıştığımız bir abimiz yaklaştı. Elinde bir bidon gaz... "Sevaba girmek ister misin Cüneyt?" - Elbette... Kim istemez? - İyi öyleyse çek Selimiye'ye! Yolda anlatıyor "abonelerimizden bir Seyyid amcamız var" diyor, "gaz sobası ile ısınıyor. Şimdi yetiştik, yetiştik yoksa garibim hasta olacak!" Selimiye'nin sokaklarını bilen bilir, bodoslamasına Harem'e iner ki dik kere diktir. Hayret araba ne kayıyor, ne zorlanıyor, düzde gider gibi rahat. Bir kolaylık var ama anlayabilmiş değilim daha... İSTANBUL BEYEFENDİSİ Şerif Kuyusu sokaktaki Hayırlı apartmanının önünde duruyoruz. Bidonu yüklenip zile basıyoruz. Rahmetli sarındığı battaniye ile kapıyı açıyor. Burnu kızarmış elleri mor mor... Ama sımsıcak gülümsüyor. Yüzünde bir halavet, bir letafet var. Beyaz sakalı çehresini hale gibi sarmış, adeta nur saçıyor. İyi ki teklifi kabul etmişim diyorum, iyiki de gelmişim... Gazyağını eşiğe bırakıp müsaade istiyoruz. "Olmaaaz" diyor, buyrun içeri. Yakıtı sobanın haznesine dökmemiz vakit almıyor, üç beş dakika sonra oda ılınıyor ısınıyor. Suhunet normale dönünce yüzü pembeleşiyor, keyfi yerine geliyor. Çay çörek çıkarıyor, belli ki ikramı seviyor. Anladığım kadarı ile hali vakti pek yerinde değil, ev giriş katında ve en dişe dokunur kısmını merdiven boşluğu yiyor. Eşyaları kırık dökük, parçalar birbirine uymuyor. Sanırım eşten dosttan toplama, Ama Fahreddin Amca bin kıratlık elmas gibi parlıyor. Sohbeti öyle tatlı ve öyle doyurucu ki anlatamam. Her hadiseye hikmet nazarıyla bakıyor. Ehli tasavvuf olduğu belli. Daha evvel duymadığımız konulara giriyor, girift mevzuları anlayabileceğimiz seviyelere indiriyor. Duru, berrak, akıcı bir Türkçesi var ama Arabi ve Farisi'ye de en az Türkçe kadar vâkıf olduğu anlaşılıyor. O ilk sohbetin tesirinden günlerce çıkamıyorum. Tanışmama vesile olan ağabeye soruyorum, "bir kere daha ziyaret edebilir miyim acaba?" - Tabii! - Hani rahatsız etmekten korkuyorum da... - Ne rahatsızlığı. Aksine memnun olur... SEVİNÇTE DE TASADA DA Bu ruhsat cesaret veriyor. Neşeli olsam Fahreddin Amcaya koşuyorum, kederli olsam yine Fahreddin Amcaya. Zaten yolumun üstü, ufak tefek işlerini görüyor, hayır duasını alıyorum bu arada. Bir gün İHA'da vazife yapan kameraman arkadaşım Metin Başer'e "sen hiç Allah dostu gördün mü" diyorum. - Bilmem? - Gel öyleyse... Giriyoruz. Yine hoş bir sohbet, gönlümüz genişliyor, ufkumuz açılıyor. Bir ara Fahrettin Amca Metin'e dikkatli dikkatli bakıp soruyor "Evli misin yavrum" - Evet efendim! - Kaç çocuğun var? Boynunu büküyor, biliyorum çocuğu yok ve çok istiyor. Elindeki inciri uzatırken "üzülme evladım" diyor, "dilerim Rabbimden nur topu gibi bir kız evlat verir sana!" Birkaç ay sonra Metin geliyor, nasıl sevinçli uçuyor adeta... "Abi bebek bekliyoruz. O amcanın dediği çıktı sonunda!" - Çıkar çıkar, hem kız olursa şaşırma! Meğer yıllardır çocuk hasreti ile yanıyorlarmış. O günlerde doktor doktor dolanmış, çalmadık kapı bırakmamışlar. Hikâyenin sonunu biliyorsunuz. Evet, nur topu gibi bir kızı oldu, bıcır bıcır konuşup evlerini neşeye boğdu. AYAKLI KÜTÜPHANE Eğer cemaate gelip gittiği vakitleri de saymazsanız evden nadiren çıkar. Çok okur, okuduğu kitabın künhüne vakıf olur. Ne sorsanız cevabını alırsınız ama öyle pat diye değil, bir süre gözlerini yumar, sonra içeriden deri ciltli bir kitap getirir, sayfaları aralar. Yani cevap benden değil demeye getirir, mehazını gösterir sana... Bir gün genç bir hekimle konuşmalarına şahit oldum, o ne derin tıbbi bilgi... Tabip de duymadığı şeyleri öğrenmenin keyfini yaşıyor, yüzü gülüyor aydınlanıyor adeta... Çok cömertti. Güneşin ısıtmaya başladığı bahar günlerinden birinde "Fahreddin Amca hava çok güzel" dedim, "şöyle bir turlayalım ayakların açılsın." Hiç gerek yok filan dese de ısrar ettim, arabaya attım. Sahilde kuytu bir yerde durduk. Gidip ekmek arası bir şeyler yaptırdım. O anda kemikleri çıkmış bir köpek gördü, etleri tek tek hayvancağıza yedirdi. Onun da canı var dedi, nasıl yutkundururum o garibi dimi ama? Bir keresinde saçı başı dağılmış bir mekansız yolumuzu kesti. "Abi bir çorba parası!" Cebinde on lirası vardı, tereddütsüz uzattı. "Ya Fahreddin amca" dedim, "bunlar profesyonel!" - Olsun biz amatör kalalım da. - Peki ya şimdi gidip şarap alırsa? - Bana çorba dedi gerisine karışmam. İnsanları sorgulama salahiyetimiz yok, Allah indinde kimin üstün olduğu hiç belli olmaz. Ve bir beyit okudu oracıkta... "Harabat ehlini hor görme zahid, hazineye malik viraneler var!" NİYET HAYIR AKIBET HAYIR Evet herkese şefkat nazarıyla bakar, bardağın dolu tarafını görmeye çalışırdı ama bizi zarar görebileceğimiz insanlardan da uzak tutmaya çalışırdı. Açıkça filancaya yaklaşma dediği de olurdu icabında... Bazen de 'bak o arkadaşın çok candan, çok hassas, doğru dürüst bir insan" diye tavsiye ederdi, "Kıymetini bil, eteğini bırakma!" Onu hep dua ederken görürdük, biz ondan dua isteriz, o bizden dua... Dua, dua, dua... Eller karıncalanmış Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış Dünya dua üzerine kurulmuş ve dua üzerine ayakta duruyor derdi. Duanın açamayacağı kapı yoktur, yüce Mevlam neye kaadir değil ki? Niyet hayr, akıbet hayr... Her işimizi Allah rızası için yapacağız, günlük işlerde de Cenab-ı hakkın rızasını arayacağız. Niyet çok önemli... Bir talebe "Ya Rabbi senin dinine hizmet için okuyorum, Müslümanlara faydalı olacağım" dese fakülte yılları boyunca ecr kazanır... Niyyeti şan şöhret para olan da vebal yüklenir aynı koridorlarda... Çok sakindi, asla panik yapmaz... Bir gün yolda gidiyoruz yağmur başladı. Aksilik bu ya, şemsiye de yok yanımda... "Şeker değiliz ki eriyelim" dedi, "çok çok ıslanırız bunu da dert edecek değiliz ya... " Islansak da aldırmayacaktım ama tuhaf şeyler oldu, kupkuru geldik eve kadar. MAL DA YALAN MÜLK DE Bir bayram günü elini öpmek için evine gittik. Masanın üzerinde fiyonklu bir paket var. Herhalde bizden evvel gelenler bıraktılar. Gözüne ilişti, ambalajını açtı ve çikolataların hepsini cebimize çantamıza doldurdu, kutunun dibi göründü bir anda. "Efendim gelenlere de ikram edersiniz" diyecek oldum, "adaam sende, sizden iyisini mi bulacam?" Fahrettin amca böyleydi işte gelen gider, bir an durmaz... Mübarek iki konunun çok üstünde dururdu. Şeriate ittiba, mahlukata şefkat! Muktefi Yazıcı Abiden dinledim. Bir gün Selimiye sokaklarında dolanıyorlar, kasap vitrinine bakan bir sokak köpeği görüyor. Ani bir kararla dükkana giriyor elini bir sağ cebine sokuyor, bir sol cebine sokuyor. Bulduğu yırtık pangınotları tezgaha koyuyor. Kasap şaşkın, 60-70 gram bir et kesiyor. "Sarmanıza gerek yok" diyor tutup hayvanın önüne bırakıyor. Sonra bir şey olmamış gibi "Eveeet nerede kalmıştık" deyip sohbetine devam ediyor. BİLLUR SESLİ HAFIZ Sanırım hadiseleri anlatırken hayat hikayesini kaçırdık... Fahreddin Amca ilmi ile amil bir alimin oğlu, nitekim genç yaşta hafız oluyor... Sesi çok güzel, hatta gazinocular kapısını aşındırıyor, "yıldız olacaksın" deyip sahne teklifinde bulunuyorlar. O Kur'an-ı kerimi asla geçim vesilesi yapmıyor, hassasiyeti yüzünden camilerde de vazife almıyor. Bir ara bankada çalışıyor, maaşı iyi ama bu para içine sinmiyor. Amirleri terfi ettirmeyi düşünüyorlar, o ceketini alıp çıkıyor. Ailesinde bir asalet olduğunun farkında, lakin bunu izah edemiyor. Beylerbeyinde sohbet ettikleri günlerden birinde Hüseyin Hilmi Efendi (Rahmetullahi aleyh) "büyüklerinize sorun efendim" diyor, "Allahü alem sizin damarlarınızda Server-i Kânatın (Sallallahü aleyhi ve sellem) kanı dolanıyor!" Çok şaşırıyor, babasına soruyor. Ne evet diyor ne hayır. "Sen iyi bir kul olmaya bak" deyip geçiştiriyor. Ancak son nefesini verirken eğilmesini işaret ediyor. Kulağına "o zatın söyledikleri doğrudur" diye fısıldıyor, şecerenin yerini söylüyor. Evliya kaldı mı? Açıkça söylemek gerekirse, etrafına insanları toplayan, yükseklere kurulup nasihat buyuran yaşlılardan hoşlanmazdım... Oldu ya denk geldi, zoraki otururdum... Fahreddin hocamla dayım Cüneyt Bitikçioğlu sayesinde tanıştım... Sanırım hesaplamıştı, yoldan geçerken, "gel bak seni bir amcaya götüreceğim, çok güzel dini sohbetler yapar" dedi. Yine sıkılacağımı sandım ama dayımı da kıramadım. Aman ya Rabbi vakit nasıl akmış, kendimi sohbete kaptırmışım. İçimde anlatılmaz bir ferahlık, aksi, kibirli yanlarım erimiş gitmiş, yerine çocukça bir neşe gelmiş, adeta arınmışım. İnanın kuzu kesildim, meğer böyle bir sohbete ne kadar çok ihtiyacım varmış. Bir insan bu kadar mı mütevazı olur? Yaşı sekseni aşmasına rağmen çayı eliyle dolduruyor, tek tek önümüze koyuyor. "Herhalde" dedim "evliya dedikleri böyle bir şey oluyor!" İlerleyen yıllarda bir çok fevkaladelikler yaşadım ve bu şüphemin yerini muhabbet aldı. Sormayı düşündüğüm meseleleri sohbetin tabii seyri içinde anlatıyordu, acabalarım azaldı. BAK NELER SÖYLÜYOR? Vefatına yakındı, bir gün yine ziyarete gitmiştim. Çok edepli duruyor, feyzinden istifade için çırpınıyordum. Aniden bana dönüp sordu "sence ben evliya mıyım?" Kendimden emin bir şekilde "evet" cevabını verdim. Çok güldü, aralıktan hanımına seslendi "Safiye bu Tayfur neler söylüyor böyle?" Sonra ciddileşti "Bak evlâdım" dedi, "Ben evliya değilim ama değilim diye yemin edemem. Sen de etme, kimse etmesin. Çünkü bazı evliyalar vardır ki evliya olduklarından habersizdirler. Evliyalık ibadetten ziyade çekmekle ilgilidir! Ne çekmekle? Dert, bela, sıkıntı, hastalık, fakirlik, bekarlık... Bizler, her şey, her varlık ona aidiz. O (Celle Celallühu) istediğini evliya yapar, istediğini yapmaz. Karışamayız, anlayamayız. Her şey onun değil mi? Bize n'oluyor? Dikkatli olmak gerek, yol kıldan ince zira... Bir veli bir meclise giriyor "acaba burada benden daha yükseği var mı gibilerinden" bakıyor. Oradaki insanların en alt seviyesine indiriliyor bir anda... Fahreddin Amca hallerinin anlatılmasından hoşlanmazdı hayattayken sırlarını açmadım. Vefat edince çok üzülmüştüm, dakikalarca ağladım, kendime hakim olamadım. Onu bu kadar özleyeceğim aklıma gelmezdi, şimdi kim bana vakit ayıracaktı, kim yanlışlarımı düzeltecek, sıkıntılarıma dert edinecek, teselli sunacaktı? Ama sonraki günlerde beni yalnız bırakmadığını gördüm. Vefatından sonra velilerin teveccühü artarmış. Buna da şahit oldum. Tayfur Şahin
Biri yalan söylüyor AMA?
13 Eylül 2009 01:00
İZ BIRAKANLAR İrfan ÖZFATURA irfan.ozfatura@tg.com.tr 11 Eylül'ün üzerinden 8 yıl geçti. Cevabı verilemeyen sorular var hâlâ... Bu saldırıyı kim planladı, kim oynadı, kime yaradı? Kimin canı yandı, kimler parmak yaladı? İskeleti çelikle kurulan İkiz Kuleler, mühendisliğin zirvesidir, değil uçak, Apollo çarpsa yıkılmaz! ABD Irak'da bir milyon ceset, iki milyon göçmen ve harap olmuş şehirler bıraktı. Tarım bitti, sanayi gitti, saraylar müzeler talan edildi. Şimdi Afganistan'da, Pakistan'da ellişer yüzer sivil katlediyor. Düğün alaylarını, taziye evlerini vuruyor, kadın ve çocuk ayırmıyor. İçimizden bazıları "ama onlar da kaşındı" demiyorlar mı cinlerim tepeme çıkıyor. Demek ki Usameli masallar hâlâ prim yapıyor... Gelin hadiselere bir başka zaviyeden bakalım bu defa... 13 mart 1962... Düzenlediği tertiplerle dünyayı huzursuz eden Pentagon bir ara Küba'ya takar. General Lemnitzer Beyazsaray'a bir operasyon planı sunar. Buna göre Guantanamo'daki ABD Deniz Üssüne saldırılacak, cephanelik uçurulacak, gemiler batırılacaktır. Miami, Florida ve Washington'da cinayetler işlenecek, terörzedeler için cenaze törenleri yapılacaktır. Ve nihayet uzaktan kumanda edilen insansız bir uçak Küba Hava Sahası üzerinde düşürülecek, böylece Amerikan halkı topyekun ayaklandırılacaktır. Başkan McNamara razı olmaz ve plan kaldırılır rafa... TUZAKTAN KUMANDA Demek ki Amerikalılar teyyareleri o yıllarda bile uzaktan sevk edebilmektedirler. 1 Aralık 1984'te yakıt araştırması için uzaktan kumanda edilen bir Boeing, Edwards Hava Üssü'nden havalanır, 10 kere iner kalkar ve 16 saat 22 dakika havada kaldıktan sonra kanadı üzerine yere çarptırılır. Ağustos 1997 Federal Acil Durum Yönetim Masası "Terörizme cevap" isimli bir rapor hazırlar, ki kapağında "İkiz Kuleler" vardır. Şubat 1998. Kuzey Hava Savunma Merkezi (NORAD) "Ya kaçırılan uçaklar Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'a yönlendirilirse" şeklinde senaryolar yazar. Haziran 2000. Adalet Bakanlığı İkiz Kuleleleri hedefine alan bir "Terör El Kitabı" yayınlar. Eylül 2000. Aralarında Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Jeb Bush ve Paul Wolfowitz'in de bulunduğu muhafazakâr düşünce grubu "savunmanın yeniden yapılandırılabilmesi için 'Pearl Harbour' misali dehşet verici hadiselere ihtiyaç duyduklarını deklare eder, altına imza atarlar. Ekim 2000... Genelkurmay MASCAL adını verdiği simülasyon eğitimine yoğunlaşır ki hadise bir Boeing 757'nin Pentagon'a çarptığını varsayar. Hava yolları işin içine fazlaca çekilmiştir, öyle ki Adalet Bakanı John Ashcroft asla yolcu uçaklarına binmez, sadece kiralık jetlerle uçar. MENFAAT ŞEBEKESİ 24 Temmuz 2001 (saldırıdan sadece 6 hafta önce) İkiz kulelelerin sahibi Larry Silverstein, kompleksi 3.2 milyar dolardan kiralar ve kontrata (terörist saldırıları ihtiva eden) 3.5 milyar dolarlık bir sigorta poliçesini ekler, ustalıkla. Eylül başında Birleşik Havayolları, Boing ve Amerikan Airlines hisseleri üzerine konulan "Put Opsiyon"lar günlük ortalamayı 4, sonra 5, derken 11 kat aşar. Bu şu demektir birileri hisselerin hızla düşeceğine inanır, yatırımı "krize" yapar. 7 Eylül... Bomba kokusu alan köpekler İkiz Kulelerden çıkarılır. Güvenlikçilerin mesaileri gevşer, asansör boşluklarından matkap sesleri gelmeye başlar. 10 Eylül... Yüksek rütbeli subaylar, uçuş iptal talebinde bulunurlar. (Newsweek) Condoleeza Rice'dan San Francisco Belediye Başkanı Willie Brown'a, bir ikaz gelir. "Yarın sabah uçma!" 11 Eylül 2001 sabahı Kuzey Amerika Hava Savunma Birlikleri'nin tamamı teyakkuza geçirilir, avcı uçakları "Kuzeyli İhtiyatı" adlı tatbikat için Alaska'ya yollanırlar. Andrews Hava Üssü'nde doğru dürüst uçak kalmaz. Washington korumasızdır adeta... Nitekim sivil bir uçağın önünün kesilmesi istendiğinde telaşlanırlar. Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir Boing ikiz kulelere çarpar. GÖZ VAR HİZAN VAR Saat 9.38 Arlington Virginia. Söylenene bakılırsa Amerikan Havayolları'nın 77 sefer sayılı uçağı Pentagon'un zemin katına çarpmıştır. 2130 metreden inişe geçerek iki buçuk dakikada zemine inebilmek... Bunun için tayyarenin 853 km/h'lik hızla 330 derece dönmesi lazımdır ki bir Boing bu manevrayı yapamaz. Hele hele kokpitte Hani Hanjaur gibi bir acemi oturuyorsa... Pentagon duvarında iki insan yüksekliğnde bir delik vardır. 47 m.uzunluğunda, 13 m. yüksekliğinde ve 38 m. genişliğindeki bir Boing'i bu oyuktan sokmak iğne deliğinden halat geçirmeye benzer adeta. Haydi gövde geçti, her biri 6 şar ton olan motorlar binada iz bırakmalıdır en azından. Halbuki deliğin yanındaki pencereler bile dağılmaz. Her ne kadar 100 tonluk Boingin yangın esnasında buharlaştığı iddia edilse de Titanyum 1688 derecede erir. Jet yakıtı sürekli beslense dahi 1100 dereceyi aşamaz. Sağa sola bırakılan birkaç tayyare parçası içinde A 3 ScottWarrior'a ait Turbo jet motorun ön şaft yatak muhafazası tespit edilir. İhtimal hurdalıktan getirilmiş hadise mahaline atılmıştır. Ki bunlar hızla toplanır, paketlenip kaldırılırlar. DUY DA İNANMA! Hepsi bir yana uçağın çarptığı söylenen aydınlatma direkleri yerden itina ile sökülmüş ve yan yatırılmışlardır, darbesizdirler, dümdüz dururlar. Hem nedendir bilinmez uçağın sürtündüğü (!) alanda çimler bozulmaz. Uzun lafın kısası Pentagon roketle (TomaHawk olabilir) vurulmuştur. Patlama anındaki çıkan gri beyaz ışık ve nitrogliserin kokusu bunu doğrular. 2.3 km ötedeki Sheraton otelinde kalanlar çarpmadan ziyade patlamadan söz açarlar. FBI n'olur, n'olmaz diye civardaki kamera kayıtlarına el koyar. Gelelim Pennsylvania'da düştüğü söylenen uçağa... Resmi raporlara göre Cleveland Ohio arasında rotasından sapan tayyarede kavga çıkmış, kahraman yolcular korsanlara posta koymuşlardır da filan. İtiş kakış esnasında uçak düş-müştür güya. İyi de gösterilen yerde enkaz yoktur, birkaç kırık dal ve 4.6 m uzunluğunda külle hurdayla dolu bir çukur gösterirler o kadar. Ne koltuk, ne bavul, ne kol bacak, ne de kan! Halbuki zikredilen uçak Cleveland'a inmiştir çoktan. Delta Havayolları bilgiyi doğrular. İkiz kuleler mühendisliğin zirvesidir, düşünebiliyor musunuz 100 yıl sürecek kasırgalara bile dayanabilir, yangınlara aldırmaz. Bütün gökdelenler öyledir aslında. Nitekim 1945 yılında bir B-25 bombardıman uçağı State Empire'a çarpar, 14 kiyi ölür ama bina yıkılmaz. Hatta İspanya'da 30 saat boyunca alev alev yanan bir binada çeliğin vasfı bozulmaz, çökme yaşanmaz. İkiz Kuleler 200 bin ton çelikten ve 425 bin metreküp vasıflı betondan yapılmıştır, 103 asansörü, 43.600 penceresi vardır. Bu devasa binanın çarpmadan 56 dakika sonra ve sadece "on saniye içinde çökmesi" akıl alacak şey değildir. Malzeme o irtifadan (417 metreden) boşluğa bırakılsa ancak 9,2 saniyede düşer aşağıya. Betonun toz haline gelmesi, çeliklerin dilim dilim dilimlenmesi, jet yakıtının becereceği işler değildir sonra. Uzatmayalım bina "kontrollü olarak" çökertilir. Nitekim şahitler yıkılmadan az evvel mükerrer patlamalar duyduklarını açıklar. MUMU YATSIYA KADAR Araştırma Enstitüsünden Van Romero "Çökmelerin sistemli olduğu ortada" der, tayyareleri hiiç ciddiye almaz. Ha iki gün sonra fikri değişir (!) o başka. Çelik standardında söz sahibi olan müesseseler de iskelet eridi iddiasını komik bulurlar. Tenakuza bakın ki çeliği eriten alevler Arap pasaportlarını yakamaz. Mezkur evrak zarar görmeden sokağa uçar, gider FBI elemanlarının kucağına konarlar (!) İtfaiyeciler lobide karşılaştıkları tahribatı anlayamazlar. Duvarlar ritmli bir şekilde patlar, mermerler kopup fırlar. Her ne kadar bunlar asansör boşluğundan düşen "alev topuyla" açıklansa da o boşlukta hava bulunmaz, hava olmayan yerde alevden söz açılamaz. Sadece girişte değil diğer katlarda ve metro tünelinde de patlamalar yaşanır. İnfilaklerin ardından siyah dumanlar çıkar. Uzatmayalım burada planlı kontrollü bir yıkım mevzubahistir. Nitekim kameralar yukarıdan aşağı zincirleme uzayan parıltıları yakalar. New York gözlemevindeki Sismograflar patlamaları kaydeder, dosyalayıp isteyene sunarlar. Kuzey Kulesi çökmeden birkaç saniye evvel kamera sehpaları şiddetle titrer ki yayında da görülebilir pekâlâ. O akşam 17.20'de, hadiseden 90 metre uzaktaki Dünya Ticaret Merkezinin 47 katlı ofis binası hiç bir sebep yokken olduğu yere çöker, herşey 6 saniye içinde olur biter... Burada CİA ve Savunma Bakanlığının büroları vardır. İkiz Kulelerin güvenliğini Kuveyt-Amerikan ortaklı bir elektronik şirketi (Securacom) sağlamaktadır. Bakın şu işeki Bush'un kardeşi Marvin adı geçen firmanın Yönetim Kurulu'ndadır. Eğer enkaz incelenebilse çok şey açığa çıkar ama buna izin verilmez, molozu okyanusa döker, delilleri karartırlar. Laden'li mi Laden'siz mi? ABD Hükümeti Afganistan'ın Celalabad kentinde ele geçirilen (!) bir kaseti yayınlar. Güya Bin Laden Eylül saldırılarını itiraf etmektedir orada. Ancak mezkur şahıs Bin Ladin'e benzemez. FBI'ın internet sitesine göre Usame solaktır. Ama bizimki sağ eliyle yazar. Parmağındaki altın yüzük, düzmece filmi hazırlayanların cehaletini ortaya koyar. Bin Laden El Cezire'ye verdiği demeçte "Çıkar kovalayan insanlar tarafından tertiplendiği anlaşılan saldırılarla uzaktan yakından alakam yok. Afganistan'da yaşamaktayım ve bu ülkenin yöneticileri böylesi operasyonlara sıcak bakmıyorlar" der açıkça... Düzmece kayıtlar Karakutular... Evet bunlar bulunur ama kayıtlar sır olmuştur. Donald Rumsfeld pilot kabini ses kayıtlarının kurtarılamadığını açıklar utanmadan. Hostes Betty Ong kaçırılan uçaktan bir görüşme gerçekleştirmiştir sözüm ona. - İsmim Betty Ong. Lüks sınıfta bıçaklanan biri var. Sprey sıktılar nefes alamıyoruz. Mutfak hostesimiz ve kabin amirimiz bıçaklanmış durumda. Pilot kabinine giremiyoruz, kapı açılmıyor. Ama Bayan Ong çok sakindir, elindeki metini okuyor gibidir. Hiç de öyle cinayet görmüş gibi konuşmaz. Mark Bingham olduğu öne sürülen biri de annesini arar. -Anne? Ben Mark Bingham (resmiyete bak) Seni seviyorum anne. San Francisco'ya gidiyorum. Üç adam uçağı ele geçirdi, yanlarında bomba olduğunu söylüyorlar. Ve ilave eder "Bana inanıyorsun değil mi anne?" Sonra bir daha " Bana inan!" Telaşsız pürüzsüz bir üslup, adam rolünü acemice oynar. Halbuki yolcu uçaklarının seyir yüksekliğinden bu kalitede ses alınamaz. Eğer o günlerde bu kadar net görüşülebiliyorsa, Amerikan Airlines yeni ses sistemlerine niye onca masraf yapmıştır? Di mi ama? Hayali korsanlar Derken Adalet Bakanlığı ölü hava korsanlarının isimlerini açıklar. Gelgelelim Velid El Şehri turp gibidir, Fas Kasablanka'dan el sallar, Abdulaziz Al Ömeri ise "Saudi Telecoms"ta bir mühendistir o sıralar. Denver'da okurken pasaportunu kaybetmiştir o kadar. Wail M. Elşehri de hayattadır, Gaffar Elgani Suudi Elçiliğinde çalışmakta, Halid Almidar Mekke'de programcılık yapmaktadır. Selim Al-Hazmi Yanbu'da bir kimya fabrikasındadır, Said Elhamdi Tunus'ta pilot eğitimi almaktadır, Ahmed Alnami Suudi Havayolları'nda... Hepsi bir yana Muhammed Atta akrabalarını arayıp sorar... Nitekim otopsi listesinde de yer almazlar. FBI Başkanı Robert Mueller "failler hakkında derin şüpheler taşıyorum" derken sıkıntılı anlar yaşar. Normalde ikiz kulelerde 50 bin kişi çalışır. Ancak o gün pek tenhadır. Hadi Türkler geç kalktıkları için sıyırırlar ama Yahudi'ler şuurlu bir şekilde mesai yapmazlar. İlerleyen günlerde binada bulunan firmalar bilgisayarlarındaki portföylere, muhasebe kayıtlarına ulaşmak ister. Bir Alman firması (Convar) enkazdan çıkan sabit diskleri kurtarmaya başlar. Ve Eylül başında gerçekleştirilen anormal finans hareketleri, yasa dışı alım satımlar ortaya çıkar. Demek ki bazı beyler eylemi biliyor, bekliyordurlar. (Reuters) Convar eline geçen bilgileri FBI ile paylaşır, ancak soruşturma açılmaz. Yağmalanan altınlar İkiz Kulelerin altı Dünyanın en büyük altın depolarından biridir. Arapların yanı sıra New York Metal Borsası, Nova Scotia Bank, Chase Manhattan Bank, New York Bank, Hong Kong &Shanghai Bank da ciddi miktarda "Külçe Altın" saklar. (TimesOnline) Söylenenler doğruysa yekunu 160 milyar doları aşar. Altın altındır, toza bulanmakla değeri azalmaz. Ancak yıkıntıdan külçeler çıkmaz. Sadece tünelde 10 tekerli bir TIR'ın damperinde 238 milyon dolarlık altın bulunur. (Diğerleri yürümüş gitmiş, bu arıza yapmış anlaşılan) Ve enteresan bir tespit daha.. Mıntıkada tek ceset yoktur. (Routers) Demek ki amcalar, profesyoneldir, temiz iş (!) çıkarırlar. Enkaz kaldırılırken "Ground Zero"ya giriş yasaklanır, işçilere kırmızı çizgiler çizilir ve "tünele yaklaşanların vurulacakları" söylenir. Eh pis kara petrol için bir milyon Iraklıyı öldüren tiranlar, bu dudak uçuklatıcı meblağ için iki kuleye ve iki bin insana acıyacak değildirler ya... Yukarıdaki bilgileri Dylan Avery, Korey Rowe ve Jason Bermas'ın çektiği 'Bozuk para' adlı belgeselden aldım... Şimdi bilgisayarınızı açıyorsunuz Google'a "Loose Change Türkçe altyazı" yazıyorsunuz, çıkıyor karşınıza. Daha neler var neler? Tafsilatıyla... Zikrolunan film "Şu an kızgın mısınız?" sorusuyla bitiyor. Cast akmadan evvel son bir kelime geçiyor: "Olmalısınız
.
Taif'in putunu yıkan sahabe Mugire-tebni Şu'be (Radıyallahu anh)
20 Eylül 2009 01:00
Ey Tâifliler! Bir de Arapların en akıllısıyız diye övünürsünüz, vah size! Lât dediğiniz nedir ki? Altı üstü taş. Görmez, duymaz, yararı da, zararı da dokunmaz. Bakın un ufak edeceğim onu, kıpırdayamayacak! Hazreti Mugire'nin valilik yaptığı Kufe. Hicri 5... Yer Taif! Yörenin güçlü kabilelerinden Mâlikoğulları Mısır meliki Mukavkıs'a bir heyet çıkarırlar. Sakîflilerden Mugire-tebni Şu'be'yi de yanlarına alırlar. Mugire'nin amcası Urve bin Mes'ûd tecrübeli bir insandır. Malikoğulları'nın nasıl mızıkçı olduklarını bilir, yeğenini engellemeye çabalar. Ancak Mugire görmeye öğrenmeye o kadar meraklıdır ki dayanamaz. Kafile sağ salim İskenderiye'ye varır. Mukavkıs, onları bir kilisede ağırlar. Bir süre dinlenir yorgunluk atar, akabinde saraya çağrılırlar. Kısa bir tanışma faslı... Melik, Taif ve Mâlikoğulları hakkında usulen bir şeyler sorar, dikkatini daha ziyade Hicaz bölgesindeki gelişmelere teksif eder, "Medine'den nasıl geçebildiniz?"der, "Nasıl oldu da sizi saldılar?" - Deniz yolunu tercih ettik, doğrusu çekiniyoruz onlardan! - Şüphesiz sizi de İslamiyet'e davet etmiş olmalılar? - Bizden kimse katılmaz onlara! - Peki ya kendi kavminden? - Uyan da oluyor, uymayan da... Kureyş ile iki defa savaştılar, birinde yendiler, diğeri ortada. ZEKAT NAMAZ - Onun insanlardan ne istediğini söyler misiniz bana? - Bir şey istemiyor. Sadece bir Allah'a inanmaya çağırıyor. Namaz kılın, zekât verin diyor. Günde beş kere saf tutar ibadete dururlar. Nisaba malik olanlar kırkta birini fukaraya ayırırlar... - Başka? - Muhammed hısım ve akrabâyı gözetmeyi, sözünde durmayı emrediyor. Riba, zinâ yasak. İçki içmiyor, hayvanları Allah'ın adıyla kesiyorlar. - Peki, O asil biri midir? - Evet kavminin nesep yönünden en seçkinidir. - Yalan söyler mi? - Asla... Kureyşliler "Emîn" der ona. - Daha ziyade kimler inanıyor? - Gençler! - Daha önceki Peygamberlere de ilk tâbi olan gençlerdi!.. Peki Medîne Yahûdîleri? - Ondan hiç hoşlanmadılar, arkadan vurdular ama yenildiler, dört bir yana dağıldılar. MUHASEBE ISTIRAP Bütün bunlar Mukavkıs'ın bilmediği şeyler değildir aslında... Bu davet Hatib bin Ebi Beltea (radıyallahu anh) tarafından ona da yapılmıştır zamanında... Kavminin tepkisinden korktuğu için kabul etmemiş, bile bile saplanmıştır batıla... Buna rağmen misafirlerine fikrini söylemekten korkmaz "Bilin ki Muhammed Peygamberdir" der, "Onu bizzat Îsâ bin Meryem müjdeliyor!" -Eğer bütün Arabistan da Müslüman olsa biz uymayacağız ona! Mukavkıs bu cüreti sevmez, yüzü ekşir, boşuna mı konuştuk gibilerinden bakar. "Eğer o, Kıptilere ya da Rumlara gelseydi, şüphesiz tabi olurlardı" der o kadar. Mâlikoğulları getirdikleri hediyeleri Mukavkıs'a sunarlar. Melik de misli misli mukabelede bulunur, zengin olurlar bir anda. Arkadaşları kazandıkları malın keyfini sürerlerken Mugîre'yi bir düşüncedir alır. Medine'ye gitmek o Serveri görmek için dayanılmaz bir arzu duyar. İskenderiye'de bulunduğu süre zarfında manastırları aşındırır, rahiplere son peygamberin vasıflarını sorar. MÜJDELENEN NEBİ Ebû Guseym kilisesi reisi dünya kaygılarından sıyrılmış bir ihtiyardır. Kıptîler onun rızâsını, duâsını almak için yarışır, hastalarını okuturlar. Ünlü rahip, Mugire'nin sorusunu büyük bir samimiyetle cevaplar: "Evet, o hatem-ül enbiyadır. Hazret-i İsa'nın haber verdiği Nebidir. İsmi Ahmed'dir. Arap'tır, ümmîdir. Ne uzun, ne de kısadır, ne esmer, ne de çok beyazdır. Gözlerinde hafif bir kırmızılık vardır. Saçını uzatır, kalınca kumaştan libas giyer, yemek seçmez. Kılıcını omzunda taşır ama sataşmayana çekmez. - Başka? - O, selem ağaçlarının yetiştiği yerden çıkar ve hurmalık bir yere hicret eder. Kendisinden önceki nebilerde bulunmayan hasletlerle donanmıştır. Diğerleri yalnız kendi kavimlerine tebliğ yaptığı hâlde, O, bütün insanlara gönderilmiştir! Diğer ümmetler mabetlerde ibadet eder ama onlar yeryüzünü mescit bilirler. Vakit nerede girerse, dönerler kıbleye. Dönüş yoluna geçerler... Aldıkları hediyeler heyettekilerin tavrını değiştirir, fazlaca sevinir, içer sızar taşkınlık yaparlar. Amcasının dedikleri çıkmaktadır, aralarında bir soğukluk başlar. Böyle giderse kılıçlar konuşacaktır ihtimal. İlk vuran Mugire olur ve rotayı Medine'ye çevirir ani bir kararla... Müslümanlar Hendek savaşına hazırlanmaktadır o sıralar. Münevver beldeye girer girmez Ebû Bekir (radıyallahu anh) ile karşılaşırlar. Hazret-i Sıddık'ın muhteşem bir hafızası vardır: "Siz Urve bin Mesud'un yeğeni değil misiniz?" diye sorar, alır onu evine götürür, nezaketle ağırlar. Mugire, "Benim yerim bu temiz ve nurlu insanların yanı olmalı" der ve başından geçenleri anlatır. Resul-i Ekrem de dinlemek ister ve çok memnun kalırlar. EFENDİMİZİN YANINDA Hazret-i Mugire o günden sonra Efendimizden ayrılmaz. Hudeybiye Antlaşmasında Fahr-i alemin yanı başındadır. Kureyşli müşrikler, Benî Sakîf reîsi Urve bin Mesûd'u elçi olarak yollarlar. Ki biliyorsunuz Hazret-i Mugire'nin amcası olur bizzat. Urve, Resulullah ile konuşurken bir ara mübârek sakalını okşar. Bu eski bir Arap âdetidir, samimiyetini gösterir güya. Mugire kılıcının tersiyle amcasının bileğine vurur, "Çek o elini, koparmayayım!" diye fısıldar. Gözleri ateş saçmaktadır adeta... Urve donup kalır. Yeğeni ne kadar değişmiştir böyle. Belli ki Müslümanlar Muhammed uğruna can vermekten kaçmazlar. Nitekim Kureyş ileri gelenlerine "Ben ne Kisralar, ne Kayserler, ne Necaşîler tanıdım" der, "Fakat böyle bir bağlılık görmedim. Gelin beni dinleyin, uğraşmayın onlarla!" Urve bin Mes'ud sözünün eridir, ilerleyen günlerde kendiliğinden gelecek ve hulûsu kalp ile kelimeyi şehadet getirecektir. Dahası kavmini davet için izin ister. Efendimiz Taiflileri iyi tanır, 'Seni öldürmelerinden korkarım!' buyururlar. SAKİF, TAİF Hazret-i Urve "Beni çok sever, uyandırmaya dahi kıyamazlar" dese de Efendimizin endişeleri yerinde çıkar. Hemşehrileri bu bilge insanı gözlerini kırpmadan şehit eder. Resul-i zişan çok müteessir olur, müminler cenge hazırlanıyorlardır ki haram aylar girer. Sakiflileri korku basar. Öyle ya bütün Arabistan, Müslüman olmuştur. Bu sele daha ne kadar dayanırlar? Sakifliler, Kinane bin Abdiyaleyl başkanlığında bir heyet teşkil eder Medine'ye yollarlar. Hazret-i Mugire onları gelişlerinden tanır ve çok sıcak karşılar. Efendimiz Sakiflileri bizzat Mescid-i Nebiye açılan odalardan birinde ağırlar. Heyet iman ile şereflenip döner ama Taifliler kibirli ve azgındırlar, fuhşu ve faizi bırakmaya yanaşmazlar. Zekatı masraflı, namazı zahmetli bulurlar. Arabistan'ın en verimli bağları onlardadır, şarapsız yapamazlar. Falcılık ayrı hastalıktır sonra... Heyet İslam'ı anlatsa da itibar etmez, ünlü putları Lat'a dönerler inadına... Çok büyük bir puttur bu, apartman gibi kat kat. "Rabbe" der, secdeye kapanırlar. Evet o orada durdukça Taif'de yeni bir devir başlamaz! Nitekim Efendimiz Ebû Süfyân ile Mugîre'yi (radıyallahu anhüm) Lat putunu yıkmaya yollar. Ebû Süfyân çok ihtiyatlı ve pek zekidir. Kendisi Zilherem'de kalır, Mugîre ve ondokuz genci Tâif'e sokar. Hazret-i Mugire akşamdan kabilesiyle (Muattiboğulları) buluşur, tedbirini alır. Sabah çarşının en kalabalık olduğu saatte elinde baltayla Lat'ın kapısını parçalar. Akrabaları silahlanmış köşe başlarını tutmuşturlar. Müşrik kadınları başlarını açar, saçlarını yolar, lanetler beddualar yağdırırlar. Oraya buraya koşar erkeklerini çarpışmaya çağırırlar. Taifli müşrikler hazırlıksız yakalanmış, bu ani gelişme karşısında tutulup kalmışlardır. Lakin şehirde ciddi bir güçleri vardır, kılıç kuşanmaları zaman almaz. Ebu Süfyan işte tam o kritik eşikte şehre girer, küfür cephesinin adeta kolunu kanadını kırar. Putu yıkmak mesele değildir, iş ki gönüllerdeki putlar yıkıla... Hazret-i Mugîre bunu yapacak, putperesliğin nasıl boş bir şey olduğunu gösterecektir halkına. ÇIĞLIKLAR ZILGITLAR Nitekim elindeki balta ile ilk darbeyi vurur ve kendini sırt üstü yere atar. Sanki ıstırap çekiyormuş gibi titremeye başlar. Müşrikler çok sevinir, kadınlar zılgıt atar, "Rabbe, onu öldürdü" diye çığlıklanırlar. Mugire uğultunun kesilmesini bekler ve sıçrayıp ayağa kalkar. "Ey Tâifliler" der, "Bir de Arapların en akıllısıyız diye övünürsünüz. Bu ne ahmaklıktır, vah size, vah ki vah! Lât dediğiniz nedir ki? Altı üstü taş. Görmez, duymaz, yararı da, zararı da dokunmaz. Bakın şimdi un ufak edeceğim onu, kıpırdayamayacak. Nitekim balyozlarla baltalarla girişir kısa bir süre içinde bir moloz yığını bırakırlar. Lât'ın kapıcısı Aclân bin Attâb'a göre ünlü put sabretmektedir ama temele inince çok kızacak(!) Sırf bu söz üzerine temellerini de söker sağa sola savururlar. Bakın şu işe ki altından hayli altın ve gümüş çıkar. Bunlarla bir süre evvel şehid edilen Urve bin Mes'ud'un borçlarını kapatırlar. Putla birlikte tabular da yıkılır, Taifliler fevç fevç İslama koşar, şehirden Kur'an sesleri yükselmeye başlar. Hidayet Allah'tan! (Celle Celalüh) Hazret-i Mugire, Bî'at-i Rıdvân'da da bulunur. Mekke'nin fethinde, Huneyn Gazvesinde, Tebük Seferinde mühim işler yapar. Derken Vedâ haccına katılır. Resûlullahın âhirete teşriflerinde techiz ve tekfininde vazife alır. Allah'ın habibi defnedilirken yüzüğünü düşürür. Hazreti Ali'nin izni ile nurlu kabre iner ve Server-i alem'in ayaklarını sıvazlar. İki cihan serverine son dokunan o olur bu dünyada. HAZRETİ MUGİRE ANLATIYOR Resulullah bir gece ayakları şişinceye kadar namaz kıldı. Sordum: Allahü tela sizin geçmiş - gelecek bütün "zelle"lerinizi afvetmedi mi? Cevap muhteşemdi: "Şükreden kul da mı olmayayım?" HALİFELERİN HİZMETİNDE Mugire (radıyallahu anh) Yemâme harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük'de de Rumlara karşı savaşır, bu arada gözünden yaralanır. Hazreti Ömer'in hilâfetinde Irak'ın fethine katılır. Kadisiye Meydan Muharebesi öncesi Müslümanların sefirliğini yapar. O günlerde yeryüzünde üç imparatorluk vardır, Habeş, Sasani, Bizans! İran şahı Zü'l-Hâcibin takmış takıştırmış kurulmuştur tahtına. Muhafızları ipekli elbiseler, küpe ve bileziklerle dizilmiştir ardına... Mugire silahlarını vermeye yanaşmaz, bu yüzden iki güçlü muhafız koluna girer, alırlar araya. Kabul salonunda dağ gibi ilerler, harbesini yere vura vura! Metal sesi tak taak kubbede çınlar. Kıyafeti sadedir ama bir heybet, bir vakar! Şah: "Siz aç ve perişan bir kavimsiniz. Biraz yiyecek vereyim de dönün" der, alaya alır aklı sıra... Mugire bin Şube konuşmasına Allah'a hamd ve sena ile başlar; "Evet" der "Biz İslâm'dan önce dediğiniz gibiydik. Ancak Allahü Teâlâ aramızdan en asil, en şerefli, en eminini elçi gönderdi. O bize bu toprakların fethedileceğini müjdeledi. Resulü Zişan ne söylediyse çıktı. İnanın bu da çıkacak! Arkadaşlarım bu debdebeyi bitirecek, şu zenginliği elinizden alacak!" ÖPÜLECEK KILIÇ Ekabir takımının beklemediği sözlerdir bunlar. Şaşırır telaşlanırlar. Yenilgi tanımayan komutan Rüstem hiddetle öne çıkar. Mücevherlerle süslü kılıcını, Hazret-i Mugîre'ye gösterir ve "Sefir hazretleri" der, "Ben bu kılıcı çok öptürttüm, haberin ola!" -Kılıcını değil, kınını öpmüşlerdir. Alkışçılara aldırma! Sonra kendi kılıcını sıyırır "Bence bu daha keskin, kendi elimle bileyledim. İnanmazsan gel de bak!" Temaslardan bir netice çıkmaz ama İranlıların yüreklerine korku salar. Nitekim Kadısiye'de Sasani kurmayları akıl almaz hatalar yapar ve mağlup olurlar. Nihâvend ve Hemedan savaşları da zaferle neticelenir, binlerce yıllık mazisi olan imparatorluğu gömerler tarihin tozlu yapraklarına. Hazret-i Ömer (radıyallahu anh), Mugire'yi önce Basra (638), sonra Kûfe Vâliliğine tâyin eder. Vâliliği esnâsında gelir ve gider hesâbı tutar, faaliyetleri, tayinleri, vakaları yazıya döker, arşivleyip saklar. Halife bu usulü pek beğenir, diğerlerinin de tatbik etmesini arzular. Osman-ı zinnureyn devrinde Medîne'ye çağrılır, başkente güç katar. Sonra tekrar Kûfe Vâliliğine tâyin edilir. Bu arada hâricî isyânını bastırır, sükuneti sağlar. Hazret-i Muâviye de onu çok takdir eder, bilgi ve tecrübesinden istifadeye bakar. Vefâtına kadar Kûfe Vâlisi olarak kalır. 670 senesi Şaban-ı şerif ayında taundan vefât ettiğinde yetmiş yaşındadır. Mugîre radıyallahü anh, Arap dahilerinden biridir. İhtiyatlıdır, teşkilâtçıdır. Karışık meseleleri kolayca hâlleder, sıkıntılı durumlarda bir çıkış yolu bulur mutlaka. Hazreti Mugîre'den: >> Mugire radıyallahu anh hayli talebe yetiştirir, rivâyet ettiği yüz otuz üç hadis-i şerif geçer kitaplara. "Evlenmeden evvel, Server-i alem'e danışmıştım" der. Sordular: "Zikrolunan hanımı gördün mü?" - Hayır yâ Resûlallah. - Onu gör! Birbirinizi görmeniz, muhabbetinizi artırır zîrâ. >> Bir kimse evine girdiği zaman selâm verirse, şeytan, "Artık, benim burada duracak yerim kalmadı" der. Sofraya oturup yemeye başladığı zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, "Benim burada ne duracak yerim, ne de yiyecek bir şeyim kaldı" der ve eli boş çıkar... >> Arkasından saç baş dağıtarak ağlanılan ölü, feryâd ve figân sebebiyle düçar olur azâba. >> Ölülere kötü söylemeyiniz, zîrâ bu sebeple hayâttaki yakınlarını incitmiş olursunuz.
Bir deste özlem...
27 Eylül 2009 01:00
Öğretmen, gazeteci, şair CEVDET SÖZTUTAN MAŞALLAH DEYİN Soldan sağa Ömer, Hanefi, Sadık, (arkadakiler) Mehmed, Cafer, Cevdet... Altı kardeş, altı gazeteci, altı ayrı yazar... Söztutanlar yazdıkları kitapları üst üste koysalar, boylarını aşar. Kolay yazan biri değilim ama üzerinde çok uğraşırım... İsterim ki yazı aksın, pürüzlerinden arınsın, berraklaşsın. Ama olmaz, bu bilgisayar denen alet içinizi bayıltır, ekran göz kapaklarınıza asılmaya başlar. Zaten satırları değil, ezberinizdekini okuyorsunuzdur, cümleler kontrolünüzden çıkar. Gazeteyi eline alınca bir bakarsın.. Aman ki aman! Ne hatalar, ne hatalar! Şimdi hatırlamıyorum ama yazının birinde bir tatsızlık görmüştüm yine. Gerçi öyle mana bozan bir şey de değil ama... Olmasa daha yakışacak. Önce canım sıkıldı, sonra "adaaam sen de" dedim "bunun kim farkına varacak?" Ne kadar geçti bilmiyorum. Cevdet abi geldi, "Bir şey söylesem darılır mısın?" - Estağfirullah. Tuttu tam da orayı gösterdi, "şöyle mi olsaydı acaba?" Baktım estetik kaygıları dorukta... Eee bir şair o... Ve şairler kolay yetişmiyor. MAHCUP MÜTEVAZI Yaş, tahsil, eser, statü... Nereden baksanız bizden yüksekteydi lakin daima alttan alır, boyun büker, yere bakar. Nasıl mahçup, nasıl edepli bir insan... Bir ara ünlülerin latifelerini toplamıştı... Ama öyle kah kih güldürenleri değil, düşündürenleri... Zekice olanları, en zarifleri... "Rica etsem bakabilir misin" demişti müsveddeleri uzatırken, "çizmek karalamak serbest, n'olur acıma!" İnanabiliyor musunuz Cevdet ağabeyin kitabına tek çizgi atamadan iade ettim. Bir insan bu kadar mı titiz olur ya? Ne editöre, ne musahhihe ihtiyacı var, ver gitsin baskıya... Efendim Söztutanlarla talebelik yıllarından tanışırdık... Erzurum'dan. Sarıkamış'a bağlı bir köydendiler (Sırataşlar). 6 erkek iki kız.. Hepsi de sınıfının birincisi... Teşekkürler, iftiharlar... Babaları gönlü zengin bir fukara... "Yeter ki okuyun" diyor "ceketimi satarım icabında!" Yakaları erimiş, soluk bir rençper ceketi... Hani kaç para yapacaksa? Adamcağız köy kahvesinde çocuklarının karnelerini gösterirmiş dostlarına. "Türkçe beş, aritmetik beş, hayat bilgisi beş... Baştan aşağı âlâ, çok da güzel okuyor kerata!" Tam oğulları maaşa geçer, adamcağız vefat eder, demek ki rahatlık yok dünyada. Cevdet Abi en büyükleriydi, hem öğretmenlik yapar hem de edebiyat fakültesinde okurdu üniversite yıllarımda. Derslerini çok ciddiye alırdı, onca talebe içinde belirmiş, sivrilmiş, Prof. Dr. Kaya Bilgegil'in gözdesi olmuştu bir anda... Kırık dökük bir maaş, çoluk çocuk, yetmedi onca kardeş başında... Ama dünya gailesini umursamaz, aksine idealistti hem dünyayı kurtaracak kadar. Aradan yıllar geçti kardeşi Mehmet, İhlas Dergi Grubu Başkanı oldu, diğer kardeşi Sadık, Spor Servisi Sorumlusu. Cafer Abi bulmaca sayfasını deruhte ediyor, Hanefi gece editörlüğü yapıyordu. Ömer Söztutan ise spor muhabiriydi, "Söz Market"e başlamamıştı daha. Olacak şey mi yani, beşibiryerde altıncısı dışarıda... İŞİ VER UNUT! Gazeteci olmayan tek Söztutan da dayanamadı, katıldı halkaya. Muhabirlik, musahhihlik ne dedilerse yaptı. İşi ver unut, tek başına ordu... Adeta Deli balta! Fotoğraf çeker, film yıkar, montaj pikajdan anlar... Haber de yazar, mizanpaja da kafa yorar. Nitekim aldığı ödülleri dizse burdan yol olur Şam'a... Gün geldi Erzurum baskı tesislerini kurmak gibi zor bir işin altına girdi ve çıktı yüzünün akıyla.... Mart 2003... Osman Sağırlı ile Irak'a gideceğiz. Oğlu Faruk İHA naklen yayın arabasıyla Bağdat'ta... Cevdet Abi utanıp sıkılarak bir paket kattı yanımıza. İki de bir "kusura bakmayın" diyor, "zahmet olmazsa..." Zaten ufacık bir çanta.. İçinde kazak, çamaşır filan var ve hiç unutmam bir de çikolata... Neyse Amman'dan çıktık yola... Belki bin kilometre gittik otobanda tek araba yok, gel de tırsma. Bağdat'a dışardan bakarsanız felaket! Ne kadar çukur varsa ham petrol doldurmuş yakıyor, sözümona dumanla perdeleme yapıyorlar. Uçaksavar mermileri bizim ilk mektepte çizdiğimiz sınır çizgileri gibi kesik kesik izler bırakıyor havada... Neyse arkadaşlarla buluştuk, Faruk da aralarında. Garibim başına bir madenci lambası takmış, gece botlarıyla yatıyor. Meğer yakınlara bombalar düşünce elektrikler gidiyor, çok işe yarıyormuş bu lamba. Botlara gelince.... Bombardımanda isabet almasanız bile camlar, fayanslar kırılıyor, yerlere saçılıyor. O heyecanla kalktın yürüdün ayakların yarılır maazallah. Zaten ülkede ilaç yok, hekim yok, sargı bezi bile karaborsa... Üç beş kesik yüzünden iş alırsın başına... BİRLİKTEN KUVVET... Bağdat kuşatma altında iken İHA ve gazetemiz dışında hiçbir kurum muhabir bulunduramadı orada. Haber yoğunluğu nasıl arttı anlatamam, akşam geliveriyor bir anda. Bombalara aldırmıyoruz artık, mazot ya da ekmek bulmak için daha büyük savaşlar veriliyor zira. Gündüzler hızlı akıyor ama geceler bitmiyor. B-52'ler uğuldayınca müezzinler minarelere çıkıyor yanık yanık sela okuyorlar. Bombalamada genelde bir hat tutturuyorlar, uçağın hangi doğrultuda ilerlediğini anlayabiliyorsunuz pekâlâ... Eğer ses ve sarsıntı yaklaşıyorsa fena, uzaklaşıyorsa vur kafayı yat, zinde çık sabaha! Sesiyle ışığıyla gelen patlamalar neyse de sessiz sedasız kopan sallantılar yok mu ödünüzü koparıyor. Karyolanız bir o yana bir bu yana gidiyor, kolonlar çatırdıyor. Bunu çözebilmiş değilim hâlâ, mermiler Dicle'ye mi düşüyordu yoksa? Hemen arkamızdıki apartmanda Fedayun-i Saddam'ın muharipleri kalıyor. Çatıda milisler, ağır makineliler... Hedefteler ihtimal.. Komşuyu vururlarsa ayvayı yedik, barındığımız bina zor kalır ayakta... Zamanla şamataya alıştık, Faruk da lambasını botlarını savurdu attı kenara. Camlara koli bandıyla şeritler çektik, evet kırılabilir ama dağılmazlardı bundan sonra. Hasılı karıştık gitti hayata, paso çay içiyor, şişe (nargile) çekiyoruz arada. Neşemiz yerine geldi. Dertleri zevk edinirsen kolay, salla gitsin aldırma... Ama aldıranlar da varmış.. Cevdet abi gibi mesela... Baba olmak kolay mı? Garibim kalemiyle dertleşmiş ve muhteşem bir eser çıkarmış ortaya... (Gül kül oldu Bağdat'ta!) Bir ayağımız Eyüp'te Gönül bağımız Eyüp'te Ümidim odur ki Hak'tan; Son toprağımız Eyüp'te... Sizin hiç... Siz, hiç gecenin bir yarısı acılar içinde kıvranan babanızın son sözlerine şahit oldunuz mu? "Çocuklar sana emanet hanım! Onları dinine milletine hayırlı evladlar olarak yetiştir" diye fısıldarken uyuyor numarası yaptınız mı? Sizin hiç ölüm döşeğinde "Hastane yollarında arabalarınızı kullandık. Hakkınızı helal edin n'olur" diyecek kadar ince düşünen bir ablanız oldu mu? Peki ya ağabeyiniz? "Hayat hayal. Babam kırk küsurunda gitmişti ben elliye vardım, şükürler olsun doya doya yaşadım" diyen bir ağabeyiniz? * * * Burnundan kıl aldırmayan doktorların, azarlamayı marifet sanan hemşirelerin kol gezdiği kirli, bakımsız bir devlet hastanesinde ziyaret etmiştim onu... "İki projem vardı sağlığım elvermedi" demişti. "Biri hastane koğuşlarında sürünen bir gencin romanı. İkincisi Sarıkamış'ın kitabı." -Abi yaparsın inşallah, tatile çıkarız olmazsa... -Ne zaman? -Yaza! - Ölme Cevdet, yaz gelecek... - Niye öyle söylüyorsun abi? -Tabiplerde ilaç yoktur yaramaa! Ansızın sustu, yanındaki boş karyolayı gösterdi parmağıyla. "Gencecik çocuktu, sabaha karşı vefat etti. Bak dün doluydu, bugün boş. Zaten dünya boş, bomboş! Şimdi sen kesin bir hikaye çıkarırsın bundan, sonuna da Yunus'un mısralarını ekle: "Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil!" Kanser kitlesi beyninin altındaydı. Gözünden burnundan sıvılar taşıyordu, halinden şikayet etmezdi ama ıstırabı dayanılmaz olmalıydı. Çarşafları mıncıkladığını görünce morfinle uyutmaya başlamışlardı. Kandil gecesi bir arkadaşı aradı. "Cevdet'i verir misin?" -Abim uyuyor. -Yaaa kaldır kardeşim. Mübarek gece! Böyle erkenden yatılır mı? Erkenden de yatılırmış! Ecel genç, yaşlı dinlemiyor. Vakti gelen gidiyor. > Sadık Söztutan NASIL unutulur? Mektebe başlamamışım henüz, haşarılık had safhada... Mahallenin yukarısında bir insanın ancak eğilerek geçebildiği bir tünel var, içinde koşuyoruz bir o tarafa bir bu tarafa... Yukarıdan biri saçımı çekti sanki. Tünelden çıktığımda ne görsem beğenirsiniz, üstüm başım serapa kan. Başımın yarıldığını neden sonra anladım, feryat figan. Babam koştu geldi, bir taksi tuttu. Hastaneye acilden girdik, klakson çala çala. (Ne önemli şeylerdi ama...) Neyse çıktık, babam bir koli çikolata aldı. "Bunları arkadaşlarına ver" dedi, "sadaka belaları def eder zira!" Sadece birini yedim, gerisini dağıttım. Küçümencik oğlanlara, saçı örgülü kızlara... Uzatıyorsun gülüyor, uzatıyorsun gülüyor. Paylaşmanın tadını aldım ilk defa. Babam belirli aralıklarla gazete bayilerini gezer, satış rakamlarını toplar. Eğer bir bayi iadesiz satış yaptıysa yüzünde güller açar. "Gir istediğini al" der, ya da atar elini cebine, bir beşlik sıkıştırır avucuma... Gazete satışları ile harçlığım arasında bir nispet kurulmuştu açıkça... Kim bilir belki de bu yüzden içimize işledi... Elimde değil, gazetemizin başarıları nabzımı artırır hâlâ. NE FİSKE NE AZAR Geldik ortaokula. Diplomayı önüne koyarsam bisiklet alacak bana. Öff ki öff... 2. sınıftayım daha! O gün bir mahalle arkadaşım bisikletini verdi, "haydi bir tur da sen at." Acemilik işte zikzaklar çize çize başladığım serüven, acı bir fren sesiyle bitti. Bana bir şey olmadı ama bisiklet bisikletlikten çıktı bu arada. Eve geldim, kimseye bir şey hissettirmeden daldım yatağa. Sabah kalktım hane halkının yüzünde tebessüm var. Ohh çok şükür, demek ki her şey yolunda. Gözüme bir parıltı ilişti. Baktım, aaa balkonda çil çil bir bisiklet. Heyecanlandım. Babam "önce kahvaltını yap oğlum" dedi, "sonra!" Lokmaları peş peşe yuvarlayıp balkona çıktım. Bir baktım dün otobüse ezdirdiğim bisiklet de yatıyor kenarda. Sonradan öğrendim... Meğer o gece arkadaşımın ailesi gelmiş, yağmış, gürlemiş babamı hırpalamışlar. Garibim ani bir kararla kalkmış, bir bisiklet onlara almış, bir bisiklet de bana... Ne bir fiske, ne iğneli bir söz... Söyleyin nasıl özlenmez böyle baba... YAZSAM İYİYDİ AMA... Babam çok yazar, benim de yazmamı arzulardı. Bir gün albenili bir hatıra defteri koydu önüme ve şu satırları karaladı ilk sayfaya... Sevgili yavrum! Hayat geriye bakıldığında hiç yaşanmamış gibi kısa; ileriye bakıldığında sırlarla dolu meçhul, uçsuz bucaksız umman. Geçmiş ve gelecek arasındaki o ince çizgi... "Şu an" var ya, işte odur önemli olan. O an ki, her an eskiyor, her an yenileniyor. Her an yeni bir sermaye sunuluyor sana. Bak oğlum her gününün muhasebesini yap, hatıralarını yaz! Belki gelecekte yolunu aydınlatacak ışıklar bulacaksın onda. Bugün sevindiğin ya da hüzünlendiğin hadiselere ileride daha farklı bakacaksın. Ki olgunluk diyorlar buna... Yavrum, günlük tutmak sana; yazma mesuliyeti, şuur, disiplin kazandıracak. Hatıralarına sahip çıktıkça kendine saygın artacak. Şu günlük senin hayatındır zira. Hayatının da, senin kadar güzel olmasını dilerim... Fi Emanillah! 23.01.2002... *** Ve üç gün sonra bir yazı daha... Ah be evladım! Görüyorum ki, günlüğünü eline bile almamışsın, bari tek bir cümle olsa! Biliyor musun, benim nazarımda sütünü içmeyen çocuk gibisin hâlâ! Öyle ya! Yazmadan nasıl besleneceksin ki? "Yazmak yaşamaktır" demiş bir edip. Okumak nedir peki? Okumak da mana kazandırmaktır hayata. Yaşadığının farkına varmak! Unutma, paylaşıldıkça artan iki şey var: Sevgi ve bilgi... Ve bir paragraf Saadet-i Ebediyye kitabından: Evlat ana baba elinde emanettir. Çocukların temiz kalpleri kıymetli cevherdir, onlar mum gibi her şekli alabilir... 26.01.2002 > Ahmet Faruk Söztutan Kabir alma, komşu al! Cevdet Abiyle hukukumuz eskilere dayanır, taaa Erzurum'da Matbaa Müdürü olduğu yıllara. Sakindir, mütebessimdir, yanlışlarımızı görmezden gelir, üstümüze varmaz. Yıllar sonra yine buluştuk İstanbul'da... Cevdet Abi bir Asitane hayranıydı, Eba Eyyûb hazretlerine karşı anlatılmaz bir muhabbeti vardı. Hatta "Bir ayağımız Eyüp'te / Gönül bağımız Eyüp'te / Ümidim odur ki Hak'tan; / Son toprağımız Eyüp'te..." şeklinde bir dörtlük yazmıştı. Vefat ettiği gün kardeşleri aradı, "Yakuplu'da kabir yeri alındı, kazıldı ama biliyorsun rahmetli Eyüp âşığı idi, zorlasak bir yer bulabilir miyiz acaba?" Derhal Mezarlıklar Müdürlüğüne gittim. Yok, yok, yok... Gazeteci filan da dinlemiyor, esnemiyorlar. Israr ısrar ısrar... Nitekim kapı araladılar. "Merkeze git, bir görevli al, boşluk bulursan ne âlâ?" Zincirlikuyu'ya koştum yanıma iyi niyetli bir adamcağız taktılar. Soruyorum burası olur mu? Elindeki dosyaya bakıyor "Hayır altında kabir var." Peki ya burası? "Yol olacak!" Ya bura? "Çok dar, tabut sığmaz!" Ümidim kırıldı, "n'apalım Yakuplu olsun artık" demek üzereyim ki bir köşe bulduk ama altı kaya... Namaza birkaç saat kalmış, "ha gayret" dedik giriştik, nasıl çalışıyoruz ama.... Ben böyle güzel bir toprak kokusu duymadım daha. Mis, mis... Anlatılmaz bir letafet var, yatasım geldi inanın. Marketçi Hamdi ağabeyimizin rahmetli hanımı çok saliha bir insandı. O gece rüyada görüyor, soruyorlar "Nasılsın?" - Çok şükür düşünemeyeceğiniz nimetler içindeyiz. Dün mübarek hocamız 'bir misafirimiz geliyor" buyurdular, "kalk sil, süpür, hazırla, komşunu karşıla!" Meğer o hanımefendinin yanı başını kazmışız iyi mi? Dönmüş dolaşmış gelmişiz o noktaya! > Osman Sağırlı
.
Bir hüzün şairi: CAHİT SITKI
4 Ekim 2009 01:00
Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında. TESELLİYİ ŞİİRDE ARADI CAHİT SITKI TARANCI Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu ev şimdi müze... Şairlerin mevsimleri vardır, Cahit Sıtkı'ya da Ekim'i yakıştırırlar. Mısralarının güz ve hüzün kokması bir yana, böylesi bir Ekim günü (4 Ekim 1910) doğar, yine bir Ekim günü (13-Ekim-1956) toprağa bırakırlar. Hüseyin Cahit, Diyar-ı Bekir Cami-i Kebir Mahallesinde Akkoyunlu, Artuklu ve Osmanlı çizgileri taşıyan 3 asırlık bir köşkte (bir ara hastaneydi şimdi müze) doğar. Avlulu, havuzlu, oturaklı, ferah ve müzeyyen bir binadır bu. Salonlar, kilerler ve 14 yüksek tavanlı, oda... Güneyde kış köşesi, kuzeyde yaz köşesi... Bahara doğuyu ayırmış, sonbahara batıyı münasip bulmuşlar... Albenili kasr, siyah bazalt taşından yapılmıştır, mimarı yer yer ak mermerler de kullanır, dantel gibi oturtur yuvasına. Ev kalabalıkçadır, gün boyu aşçılar, seyisler koşturur. Dadılar, lalalar, halayıklar... Babası Bekir Sıtkı eşraftandır... Şehirde Pirinçcizade namıyla marufturlar. Bu saray parçasında sık sık meclisler kurulur, edebi sohbetler dem tutar... O devrin Diyarbakır'ı zaten çok nezihtir, Arabi Farisi bilmek, aruzdan, vezinden anlamak meziyet sayılmaz. Peki evin bir kütüphanesi? Herhalde yani, sorduğun şeye bak... Şimdi düşünelim, varoşun izbelerinde doğan, kitap bulamayan, destan dinlemeyen, ozan tanımayan, sütten kesilir kesilmez ekmek kavgasına başlayan ve beş gazoz kapağı için arkadaşının kafasını yaran biri şair olabilir mi? Olur ama nadirattan! Konak çocukları maça 1-0 önde başlar. GURBET ÖYLE ACI Kİ... Niye öyle yaparlar bilinmez Cahit'i el kadar tıfıl iken İstanbul'a yollar, Saint Joseph'e yazdırırlar. Zikrolunan mektep pek kasvetlidir, çocukcağız mösyü misyonerlerin elinde bunalmaya başlar. Zaten mariz olan ruhu iyice kararır, içine kapanmaya başlar. Annesi Arife Hanıma hüzünlü mektuplar yazar. Babasına yolladıkları daha bir ağdalıdır, uzun peşrevlerden sonra "tamamen duygusallaşır". Yok şu tarihe kadar şunca lira yollanmazsa şöyle olurmuş da filan... Zaman zaman kendine de mektuplar atar. Enim konum bekler ve zarfı heyecanla açar. Hatta anlatırlar bir keresinde yerde bir kız fotoğrafı bulur, yanına şiirler ilave eder kendine yollar. Hoş, aşkın en dertsizi hayaldeki değil midir? Kalem elinde nasıl olsa, uydur uydur yaz! Cahit Sıtkı karakterinin şekillendiği yıllarda kesif bir Batı bombardımanına tutulur, yat kalk Moliere, ye iç Lamartine! Rimbaud ve Mallarme kusturasıya kadar! Haliyle Frenk dili ve edebiyatının tesiri altında kalır. Bilhassa Baudelaire, Verlaine çocuğu peşine takar. Cahit, Saint Joseph'e hiç ısınamaz, nitekim ani bir kararla Galatasaray Lisesi'ne kaçar. İşte ahbabı akranı Ziya Osman Saba ile burada tanışır, birbirlerinin şiirlerini hikayelerini okurlar. Bir gün cesaretini toplayıp Servet-i Fünun'un kapısını çalar (1930), Halit Fahri'nin (Ozansoy) önüne 20 tane şiir koyar. İçinden biri seçilir ve yayınlanır. İmzasını gördüğü gün içi içine sığmaz, adeta göklerde uçar. Cahit Sıtkı "Sanat için sanat" umdesine bağlı kalır ve çoşkulu mısralara imza atar. Üslubu sadedir, girift, müphem, muğlak mecazlardan kaçar. Mevzuları hayatın içinden seçer. Yazdır, kıştır, bahardır, doğumdur, okuldur, düğündür... Bir de vefat tabii.. Kaçılmaz hakikat... Ki her nefis onu tadar. ÖLÜM KORKUSU OLMASA... Cahit ölümden pek korkar, kabir kefen dendi mi sıkıntılar basar, ağıtlar yakar. Bazen isyan çizgisinde dolanır, validesine dahi sitemler serzenişler yollar: "Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı?/ Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim?" Cumhuriyetin ilk yıllarıdır, değerler alt üst olmuştur, insaf izan alabora... Aydınlar bağnaz, yobaz ve aymazdırlar. Açar ağızlarını, gözlerini yumar, ecdada hakaret yağdırırlar. Basit 23 Nisan şiirleri yazanlar malı götürür, Cahit'i yok sayarlar. Osmanlıya söverek yükselmeyi o da bilir ama böyle bir yola asla sapmaz. Kafası karışıktır, boşa koyar dolmaz, doluya koyar almaz... Evet, Cahit Sıtkı da sistemin ürünüdür, lakin istenildiği gibi kupkuru bir materyalist olmaz. Şaşırdım kaldım nasıl atsam adım; Gün kasvet gece kasvet. Bulutlar, sisler içinde bunaldım; Gök mavisine hasret. *** Olmuyor seni düşünmemek Tanrım, Ummamak senden medet. Suyun dibine vardı ayaklarım; Suyun dibinde zulmet. *** Kalmadı ümidin soluk ve cılız Işığında bereket. Ve ölüm, kapımda kişner, sabırsız Bir at oldu Cahit, ölüm ve ötesini çok düşünür, kabir ve mahşer üzerine pek kafa yorar. İyi de akıl bir yere kadar... Ey her gün gölgesini omzumda duyduğum el, Gölgesi kendisinden bin kere beter ölüm Her gece karanlıkta karşıma çıkan heykel, Herkes gibi bana da bir gün mukadder ölüm. Eğer bir alimin dizi dibine çökebilse, bir mutasavvıftan ilim ve edep öğrenebilse Anadolu yeni bir Yunus'la tanışabilir ama olmaz. Yine de mısralarında tekke şairlerini andıran bir hava hissedilir ufaktan. Otuzlu yılların yazar çizer takımı gündüz Babıali'yi mekan tutar, gece Beyoğlu'na takılırlar. Bu çevre Diyarbakır'dan çok farklıdır, sigara yakmayanı, alkol kullanmayanı dışlar. Yazarlık para eden bir zeneattır, yersin içersin artar, hatta seni "Avrepo"lara bile yollar. Nitekim Cahit de Fransa'ya gider, bitmeyen eğitimini Sciences Politiques'te tamamlamaya karar kılar (1938-1940). Ayrıca Paris Radyosu'nda Türkçe spikerlik yapar. ZİRVEYE ÇIKARAN ŞİİR Tam düzenini kurmuştur ki 2. Cihan Harbi kopar. Vapur, şimendifer çalışmaz olur, sınırları tomofillere otobaslara kapatırlar. İsviçre'ye geçebilmek için bir velespit alır, günlerce pedal basar. Neticede sağ salim vasıl olur vatana... Askerliğini yaptıktan sonra bir süre İstanbul'da babasının işlerini kovalar. Sonra Ankara'ya gider, AA, TMO ve Çalışma Bakanlığı'nda mesai yapar. Henüz ünlü değildir, 1946 yılında CHP'nin açtığı şiir yarışmasında birinci olunca şöhreti yakalar. (Ne yalan söyliyeyim "1946 ve CHP" deyince "şiir edebiyat" değil, "baskı dipçik" geliyor aklıma...) Onu zirveye taşıyan manzumeyi hepiniz biliyorsunuz: Evet...Yaş 35, yolun yarısı eder... Ecelden kim kaçmış ki!.. Nedense Cahit Sıtkı'nın hep şiirinden dem vurulur, halbuki hikayeciliği de sağlamdır, hem Hüseyin Rahmi'ye "vay canına" dedirtecek kadar.... Genelde sokaktaki vatandaşı anlatır. Aylak, hayalperest, ürkek, tasavvurlarını tahakkuk ettiremeyen bir adam... Günübirlik dertler, borç harç, yuva hasreti, muhallebicide rast gelinen küçük kızlar, kaçamak bakışlar... Hikayelere pat diye girer, günümüz tabiriyle bodoslama... Öyle şairane tasvirlere de sapmaz, hani kahvede konuşurcasına... "Gerçekten uyandığıma inanabilmek için gözlerimi oğuşturunca ne görsem!.." Cahit Sıtkı, kırkına kadar bohemce yaşar. Zamanla bekarlık tak eder canına. Bir sıcak ev, bir müşfik hatun, bir tas çorba hasreti benliğini sarar. Bu akşam ilk olarak ağladım Bekar odamın penceresinde. Hani ev bark, hani çoluk çocuk? Ne geçti elime bu hayatın Meyhanesinde, kerhanesinde? Yatağım her gece böyle soğuk Saadet bu ömrün neresinde? Sonunda gözünü karartıp yuvasını kurar, üç mes'ud yılın ardından hastalanır. O çok korktuğu ölümün adım adım yaklaştığını hisseder ama parmağını bile kıpırdatamaz. Vücudu felç olmuştur zira. Son bir ümitle alıp Viyana'ya götürürler, ancak tabutla döner yurduna. Ve bir namazlık saltanatı olur taht misali musalla taşında! YOLCUDUR ABBAS! 'Haydi Abbas, vakit tamam; Akşam diyordun, işte oldu akşam. Kur bakalım çilingir soframızı, Dinsin artık bu kalb ağrısı. *** Şu ağacın gölgesinde olsun; Tam kenarında havuzun. Aya haber sal çıksın bu gece; Görünsün şöyle gönlümce *** Bas kırbacı sihirli seccadeye. ...Var git / Böyle ferman etti Cahit, Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan, Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.' SEN İSTANBUL BİLİR? Beşiktaş'taki sevgili tamam. Peki Abbas? Lambanın cini gibi gösterilen Abbas, Cahit Sıtkı'nın emir eridir. Mardin Midyatlı bir delikanlıdır bu. Saf, temiz, cefakar... Cahit Sıtkı o gece de sofrasını kurdurtmuş, Çakırkeyf olmuştur. Emir erine takılır: "Abbas Sen İstanbul bilir?" -Bilir komutan! -Göndersem gider? -Gider komutan! -Şimdi ben sana bir edrese verecek. Sen Karaköy gidecek, tramvay binecek, Beşiktaş inecek. Orada bi gız var, beni sevgili. Kaçıracaksın, getirecek!' Sabah ne görse iyi... Abbas tahta bavulunu hazırlamış, yola çıkmak için destur bekliyor... Demek ki kırklı yıllarda yedek zabitlere bile "emir eri" sunarlar. Bu çocuklar evinizi süpürür, çamaşırınızı yıkar, mezenizi hazırlar. Kafaya alabilir, dalganızı da geçebilirsiniz... Vatan borcu n'apsın? İçlerine atar, sabırla gün sayarlar. Sistem böyle bir şeydir işte, şair de olsa akıntıya kürek çekemez insan! Hava güzel n'apsın? Cahit Sıtkı'nın edip olacağı bellidir ama katiyetle iyi bir talebe olamaz. Girdiği mektepleri (Mülkiye, Ticaret) tamamlayamaz. Tembeldir, sebatsızdır, dersleri sallamaz. "Mülkiye'deyim. Olağanüstü bir Nisan günü... Zil çalmış, içimde bir pirelenme. Bu havada Sadık Sami'den medeni hukuk dinlenir mi? Çimlere uzandım, bir yandan sigaramı tellendiriyorum. Aradan bir çeyrek geçti geçmedi, yanı başımda bir ses: "Ne o Cahit Bey, derse girmeyecek misiniz?" İstifimi bozmadım: "Hayır efendim, hava o kadar güzel ki!.." Numaramı not defterine yazıp başını sallayarak uzaklaşan kişi, müdür yardımcımız Zeki Bey'di" Ortaya karışık Bugün cuma; Büyükannemi hatırlıyorum, ...Yere düşen ekmek parçasını Öpüp başıma götürdüğüm günler! O zaman inandığım gibi, Sahiden bir öbür dünya varsa eğer, Orada da cumaysa bugün, Başında bulutlardan beyaz örtüsü, Büyükannem namaz kılmaktadır, Namahrem eli değmez seccadesinde; Mekke-i Mükerreme'den getirilmiş. Dilerim duasında unutmasın beni; Günahkâr olduğumu hatırlayarak. *** Ne vefasız geçmişten hayır var Ne gelecekler imdada koşar Çoktandır tekneyi aldı sular Çoktandır ümitler sende ölüm. *** Affan Dede'ye para saydım Sattı bana çocukluğumu Artık ne adım var ne yaşım Bilmiyorum kim olduğumu Hiçbir şey sorulmasın benden Haberim yok olan bitenden Bu bahar havası bu bahçe Havuzda su şırılşırıldır Uçurtmam bulutlardan yüce Zıpzıplarım pırıl pırıldır Ne güzel dönüyor çemberim Hiç bitmese horoz şekerim... *** Herkes gibi teselliye muhtaç olsaydım eğer, Derdim ki: "Elbet bir ağlayanım olur benim de; Ramazan geceleri Yasin okuyanım, Baharda kabrime menekşe getirenim de.
Afili devrimci: Mao Zedung
11 Ekim 2009 01:00
BİZ OKUDUK DA N'OLDU? Mao gençlerin okumasından hoşlanmaz. Hanlin Akademisinde yaptığı konuşmada "Marksist yayınlara bile bakmayın" der "benim kitaplarımda her şey var!" Bu arada gizli muhalifler, Mao'nun kitaplarını yere göğe sığdıramazlar. Buna "hortlak haklamak" denir. Eski Çin inanışına göre bir şey ne kadar övülürse ömrü o kadar kısa olur zira. Aşırı yüceltilenler ansızın düşer ve parçalanırlar. Düşünebiliyor musunuz Mao methiyelerden bizar olduğunu saklamaz. Masallara efsanelere inandığına göre burjuvalıktan arınamamıştır hâlâ...  Mao ve arkadaşları takriben 10 bin kilometre süren uzun yürüyüş esnasında... Mao Zedung, 1893 yılında Hunan eyaletine bağlı Şaoşan köyünde doğar. Havalinin sakinleri eskiden beri imparatordan hoşlanmazlar. Nitekim Tayping ayaklanmasına da yardım ve yataklık eder, bedeline katlanırlar. Mao'nun dedesi haşmetmaaplarının sadık bendelerinden biridir, idam edilen köylülerin arazilerine konarak kirli bir servet yapar. Annesi mutaassıp bir Budist, babası ise paragöz bir çiftçidir. Mao da önceleri akranları gibi tarlada tapanda çalışır. Dedesi bakar pek çelimsiz, "bari kendini kurtarsın" der mektebe yollar. Klasik Çin tedrisatına Konfiçyus'un öğretileri hakimdir, saygı, itaat gibi başlıklar öne çıkar. Mao inadına dik başlıdır, ölümüne isyankâr... Ne ele ne avuca sığar... EVERİN DÜZELİR! Mektebi bitirince eşkıya hikâyelerine dadanır, krallara posta koyan halk kahramanlarını taklide kalkar. Belki uslanır diye evlendirirler ki 14 yaşındadır daha... Hanımı 18 yaşında güzelce bir kızdır, lakin onu eve bağlayamaz. Mao ani bir kararla Çang Şa'ya gider, "kardeş" adlı terör örgütü ile dağa çıkar. Sonra Hsiang'da bir okula yazılır. Polis okulu, sabunculuk, hukuk tahsili derken iktisatta karar kılar. Lakin eğitim dili İngilizce olunca kıvıramaz. Fikirleri oturmuş değildir. Bir ara Almanlara bayılır, bir ara Fransızlara hayrandır. Cumhuriyetin kurucusu Sun Yat Sen'e de toz kondurmaz. Siyasetin sertinden hoşlanır, sağ ya da sol fark etmez. Habire "yaşasın"lı, "kahrolsun"lu cümleler kurar, boşluğa yumruk sallar. Parasızdır, el kadar odada bir sürü öğrenci ile birlikte kalır. Çok okur, kafası karışıktır. Kâh devrimci olur, kâh monarşizme sıcak bakar. Bir ara sadece vücudu ile ilgilenir, yağmur ve güneş banyoları yapar, kış günleri nehre girer, uzun uzuuun seyahatlere çıkar. İmzası ilk defa "Yeni Gençlik" adlı bir dergide görülür, beden eğitimi ile ilgili sıradan makalelerdir bunlar. Rus Devrimi Asya'da büyük akis uyandırır. Mao o günlerde "Uyanık Halkın Kültürel Birliği" adlı bir örgüte takılmaya başlar. Uzak Doğu, Sosyalizm ile Batılı Hıristiyanlar marifetiyle tanışır. Nitekim ABD Üniteryan Kilisesi adına komünistlik yapan Katayama Sen, Pekin Üniversitesine el atar. Ardından Endonezya Komünist Partisinin mimarı Hollandalı Henk Sneevliet Çin masasına atanır. Fransız Komünistlerinden sağlanan ayni ve nakdi yardımla faaliyete başlar. AFİLİ MİLİTAN Mao o günlerde öğretmen okulundadır ve Ahlâk Profesörü Yang Çangki'nin kızı Yang Kaihui'ye sırılsıklam âşıktır. Bu kız kıpkızıl bir militandır, eğer ideoloji üzerine konuşacaksan kolay, gelir oturuverir yanına... Mao diyalektikten girer, gönül meselelerinden çıkar ve bi şekilde kızı bağlar. (Bu kadın bilahare Çang Kay Şek'in giriştiği temizlik harekâtında boğdurulacaktır.) Çin'in Kominist önderlerinden Li Ta Çao, Mao ile yakinen ilgilenir, ona üniversite kütüphanesinde iş ayarlar. Partide de bir yere getirecektir ama şaşkın çocuk adresi unuttuğu için 1922 kongresine katılamaz. Hollandalı Sneevliet kontrolünde yayılan Çin kızılları itidalli gider, yer yer ulusalcılara yanaşırlar. Hedef olmaktan çekinir, Koumintang içine sızarlar. Cumhuriyetin kurucusu Sun Yat Sen ölünce sular bulanır, Moskova, ÇKP'nin başına teşkilatçılığı ile tanınan Mikail Borodin'i yollar. Borodin küçük hücrelerden yanadır, yer altına inerler bir bakıma... Mao ve hücresi Hunan'da toprak sahiplerinin nasırına basar. Ancak hasımları da dişli çıkar, bakar pabuç pahalı, Kanton'a kaçar. Bu arada yükselmenin yolunun silahşörlükten değil, kalemşörlükten geçtiğini anlar. "Siyaset Haftası"na yolladığı makalelerle hızlı bir çıkış yakalar. Aksi konuşur, başına buyruktur. Nitekim tarım ağalarıyla hesaplaşmak için Hunan'da "Güz Hasadı" adlı bir eyleme maya çalar. Lakin bu gereksiz çıkış pahalıya patlar. Cezalandırılmayı bekliyordur ki, merkez komiteye alınır, parti basamaklarında tırmanmaya başlar. Zaman zaman kovulsa da umursamaz, Borodin'in desteği arkasındadır nasıl olsa... KIZILA ŞİDDET GEREK Mao'ya göre devrim çiçek resimleri çizerek gelmez. Şiddeti egemen kılmak gerekir ki, o da onu yapar. Eylemler artınca askerler üzerlerine gelir. Mao kâh suları zehirler, kâh tarlaları yakar. Kazandığı küçük zaferlerle büyük isim yapar. Karısı ve kız kardeşi öldürülse de yılmaz, kargaşadan güçlenerek çıkar. Neticede Çin hükümeti onu Moskova'ya şikayet eder. Politbüro patronları "tamam, tamam kulağını çekeriz" deseler de aksine önünü açar. 1931'de kurulan Çin Sovyeti'nin başına oturturlar. Mao daima en alttakilere oynar. Kaybedecek şeyi olmayan çulsuzları ayağa kaldırır. Irgatlara göre devrim toprak sahiplerinin fildişi yataklarında yatmak, karılarına kızlarına sarkmaktır. Ve bunlar ihtilal için gün saymaktadırlar. Mao belli bir sayıya erişince (1932) "Uzun Yürüyüş"ü başlatır, ancak hükümet mekanize birlikleri yollayınca dağılırlar. Bir süre Jinggang dağlarında gizlenir, burada köy ağasının albenili kızı He Zizhen'e göz koyar. İtiraz ne mümkün? Devrimci bu, ya alır, ya yakar! Japon işgali "Uzun Yürüyüş" için yeni bir bahane olur. Mao inatla ve ısrarla ilerler, beşi buzullarla kaplı 18 sıradağı ve 24 büyük nehri aşar. Bilhassa derin vadiler içinde çılgınca akan Tatu Nehrini geçmek zor olur. Gönüllüler ahşap tabanlı asma köprüyü ele geçirebilmek için intiharı göze alırlar. İktidar hırsı böyle bir şeydir işte... Adamlarının onda dokuzu ölse de lider işine bakar. ORMANDA İKİ FİDAN Peki bu ordunun ihtiyaçları neyle karşılanır? Tabii ki yağma ve soygunla. Ellerine öyle mal ve para geçer ki artar, taşıyamadıklarını halka dağıtırlar. Bu arada garnizonları basar, silahlara el koyar. Hapishaneleri boşaltır, hırlıyı hırsızı peşlerine takarlar. Yaklaşık on bin kilometre yürür ve sık sık çarpışırlar. Uçaklar enselerindedir. Nitekim karısı He bombardımanda yaralanır. Mao çocuklarını bir köylüye bırakır. Bu yavrular daha sonra bulunamazlar. Kızıl lider sızlanan karısına "Hanım hanım!" der, "Yedi yüz milyon ağaçlı bir ormanda, iki fidanın lafı olmaz!" O günlerde Çin ordusu Japonlarla boğuşmaktadır... Mao devletin askerini arkadan vuran "hain" görüntüsü vermek istemez, Çan Kay Şek'e işgalcilere karşı birlikte vuruşma teklifi yapar. Çan Kay soğuk dursa da generalleri razı olur, başkana söylenecek söz kalmaz. Japonların silahları güçlüdür, iki tarafı da sustururlar. Çan Çungking'e sığınır, Mao ise Yenan'a. Bir mağaraya kapanır tam 12 yıl felsefe yapar, ünlü denemeleri "Pratik Üstüne" ve "Çelişki Üstüne"yi yazar. Bu arada "oportünistleri" tasfiye eder, partide pürüz bırakmaz. ÇAPKIN DEVRİMCİ Karısı He'yi tedavi görmesi için Moskova'ya henüz yollamıştır ki bir tiyatro kumpanyasındaki genç artiste (Jiang Qing) vurulur. Merkez konseyin itirazına rağmen çocuğu yaşında 'çıtır'la yaşar. Bu fettan kız Mao'yu parmağında oynatacak ve ilerleyen yıllarda Çin'in başına bela olacaktır. (Bkz. Dörtlü çete) Her devrimci gibi Mao da evhamlıdır, mevzu koltuk ise babasına bile acımaz. Yakın arkadaşı Çu En Lay'ın adını "ampiriste" çıkarır mesela. Hatta bir ara "haydi casusları yakalayalım" adlı bir kampanya başlatır. İhbar üstüne ihbar, canı yanan yanana... O günlerde Mao seyahatlerini Amerikan uçakları ile yapmakta, Amerikan silahları kullanmaktadır. Washington'lu diplomat Dixie ile aralarında su sızmaz. Millet katıra biner onun altında yayla gibi Chevrolet ambulans... Harpten sonra kaldığı yerden teröre başlar. Darp, cinayet, kundaklama... Başkan Çan Kay Şek güçlüdür ama gereksiz yere panik yapar, elindeki kartları oynamadan Farmoza'ya kaçar. Kızıllar Pekin'e ellerini kollarını sallayarak girerler. Mao'nun ilk mesajı hayli ağırdır: "Halk için demokrasi! Gericiler için dikta!" Demokrasiyi gören olmaz ama diktatörlük ortadadır ayan beyan. Halk mahkemeleri üç vardiya kalem kırar, mahkûmları diz üstü çöktürür, kafalarına kafalarına sıkarlar. Yerli yetikli insanları maymuna çevririr, kağıttan külahlar geçirip alaya alırlar. Hakaretin, tecavüzün bini bir para... Mâlum Çinliler Türklerden hoşlanmaz. Netice de Mao da bir Çinlidir ve gereğini yapar. Doğu Türkistan'da görülmemiş katliamlara imza atar. Mao'ya göre yeryüzündeki insanların yarısı ölse bile devrim için savaşılmalıdır. Hindistan lideri Nehru bu sözler karşısında dehşete kapılır adeta. Al sana bir Stalin daha... Dediğini de yapar, ülke acından kıvranırken nükleer silaha milyar dolarlar harcar. "ZEHİRLİ" ÇİÇEKLER! Mao'nun öngörüleri ne yazık ki pratiğe oturmaz. Ağaların elinden almakla toprakların verimi merimi artmaz. Eşitliği ancak dipte sağlayabilir, vatandaş doyamaz, ısınamaz, korku ile yaşar. Bir urba, bir kasket... Eğer imtiyazlı iseniz bir de bisikletiniz olur o kadar. Mao bakar işler sarpa saracak "100 çiçek" adını verdiği açılımla mesuliyeti paylaşmaya kalkar. Ülke aydınlarından en az yüzü çareler üretmeli ve bunlar programa konulmalıdırlar. Çiçekler ne yüzde, ne binde durur, artar da artar. Ancak çarelerin pek azı rejime sadık kalır. Mao bu çiçekleri "zehirli" ilan eder ve "zakkum" muamelesi yapar. Ardından "Büyük Sıçrama" hamlesini başlatırsa da umduğunu bulamaz. Bütün büyük önderler gibi o da kendini ulaşılmaz sanır, her konuda konuşur, bildiğine de bilmediğine de karışır. Alkış, alkış, alkış... Başı döner, çocuklaşır. Bırakın olgunları ağzı süt kokan tıfılları bile Maocu programa alır. Emrettiği yere yol açılır, dilediği noktaya liman yapılır. İyi de çelik üretimini planlarken ufak bir hata yapar. Tesisin kurulduğu yerde ne kömür madeni, ne de demir filizi vardır. Demiryolu hattı ile iş kurtulur ama astarı yüzünü aşar. Yine çiftçileri sanayiye kaydırmakla üretim artmaz, aksine tarım da dibe vurur, kıtlık başlar. 12 milyon insan telef olur bir yılda. Sahi, Bilimsel Sosyalizm böyle bir şey midir acaba? GEL OTUR, GİT DEFOL! Mao'nun en büyük yanlışı bedelini düşünmeden Kremline posta koyması olur. Kruşçev de Rus uzmanları geri çeker, zaten kör topal yürüyen sanayi hepten teklemeye başlar. "Büyük kurtarıcı!" bakar memleket düzelesi değil, topu taca atar. Marksizm üzerine derin tahliller yapması gerektiğini söyleyerek köşesine çekilir, yükü Çu En Lay'ın üzerine yıkar. (1957) 1958 Vuhan Kongresi ile Liu Şao Çi'yi eliyle cumhurbaşkanı yapar. Sonra pişman olur, Liu Şao Çi'yi revizyonist ilan eder ve ayağını kaydırır. "Gel" dediği gelecek, "git" dediği gidecektir. Parti yönetimi ve ordu elindedir nasıl olsa. 1966'da yeni bir şov peşinde koşar, tam 11 milyon kızıl muhafızı Pekin'e yığar. Düşünebiliyor musunuz 50 km uzunluğunda bir kafiledir bunlar. Ellerinde kitaplar, boyun damarlarını kabarta kabarta Mao'nun sözlerini çığırırlar. Gel de korkma! Ulu önder, artık karısı Jiang Qing ve yeğeni Yao Ven Yuan ile çalışmaktadır. Sen, ben, bizim oğlan... Aile boyu CacoCola! Ve teori ile bağdaşmayan şeyler olur, Halk Kurtuluş Ordusu, halkın canını yakar (1969). Kızıl muhafızlar karşı devrimcileri (!) öldürmekle kalmaz, etlerini kızartıp yakınlarının ağzına tıkar. Ceset ceset ceset... Kazıklar üzerinde kuru kafalar... Adam sanki Karpatlar'ın Voyvodasına nazire yapar. Köklü Çin medeniyetine dair ne varsa tahrip edilir, aydınlar sanatkârlar kör kurşunlara uğrar. Bu işgüzârlığın adını da "Büyük Kültür Devrimi" koyarlar. SENEDE BİR GÜÜÜÜN!.. Senede sadece bir gün (ekim başında) devrim hatırlanır. Kızıl bayraklar, Mao resimleri fora edilir. Kızlar, oğlanlar kaz adımı yürür, tayyareler uçar, tanklar, toplar... Sonra... Sonra n'olsun? Mersolar, Kadillaklar dökülür yollara...   Deng Xiaoping DEVRİMİN 'DENG' HALİ Mao ölünce 1.50'lik bir adam (Deng Xiaoping) ipleri ele geçirir. Cüce Deng, Maonun dengi değildir ama dengeli gider. Meydan nutuklarında "kudretli Marx gökyüzünde oturuyor ve ne yaptığımızı görüyor" dese de Marksizm'in çare olmadığını bilir, Çin'i liberalleştiriverir. Cola ve sakızla başlayan macera fren tutmaz. Gençler dünyayı tanır, paranın tadını alırlar. Artık Çin'den de müteşebbisler çıkar ve ejderha kıpırdanmaya başlar. Sonrasını biliyorsunuz... Çin, milyonlarca milyonerli kapitalist bir ülke olur... Parfüm kokusu, fuhuş, kumar, taklit pazar, çakma markalar.
Yarıştırmacı gazeteci SIRRI KAPLAN
18 Ekim 2009 01:00
11 Ekim Dünya Gazete Dağıtıcıları Günü... O kadar da aklımdaydı, atlıyorum telaşe arasında... Bizim gibi tirajının neredeyse tamamını dağıttıran bir gazete için bu konu çok önemli... Bir dağıtıcı hikâyesi... Bir dağıtıcı hikâyesi... Kimi anlatsam acaba? Durun, buldum galiba... *** Erzurum'da Üniversite kazanmışım, tıfılım daha... Şehir hakkında hiçbir fikrim yok. Ne yenir, ne içilir, nerede kalınır sonra? Kırk bilinmeyenli denklem... Muamma! O zamanlar gazete merkezimiz Cağaloğlu'nda. Gidip bir akıl sorsam mı acaba? "Cennet çeşmeyi bul, Hacı Sırrı'yı gör tamam" diyorlar, "Var git, hiç korkma!" Cennet Çeşmeyi kolay buluyorum. Hacı Sırrı deyince biriket ve oluklu sactan mamul bir barakayı gösteriyorlar. Bir marangozhane bu, önünde keresteler, tomruklar... İçeriden planya sesi geliyor. Giriyorum, ak sakallı, ay simalı bir ihtiyar. Kaş göz ile "içeri geç" diyor. Sonradan öğreniyorum iki parmağını hızara kaptırmış, makine başında konuşmuyor. Yazıhanede ben yaşlarda iki genç, biri tahta sedire uzanmış kestiriyor, öbürü kitap okuyor. Yaz sayılır ama soba harlı, yonga dumanı pek hoş kokuyor... Çivit renkli çinko çaydanlık hazin hazin iç çekiyor. Kitap karıştıranı alışkın ifadelerle "hoş geldin" diyor, "kayda mı?" -Evet. -Hangi fakülteye? -Diş hekimliğine... -İyi biz de tıptayız. Bursalıyım, adım Erdoğan. O sıra çaydanlık fak fak fokurduyor. Erdoğan yerinden kıpırdamadan "Doktor su kaynadı" diyor. Ufak tefek olanı sıçrayıp kalkıyor, demliğe biraz Filiz biraz Tomurcuk atıyor. Bardakları naylon leğenin içinde gıcırdata gıcırdata yıkıyor. Sonra camı açıyor, suyu kasımpatıların dibine savuruyor. Tanışıyoruz "Ankaralıyım" diyor, "adım Zeki ama doktor derler bana!" ÇAY NE? SAY NE? Çayın buruk kokusu henüz yayılıyor ki eğreti kapı (bi de marangozun kapısı olmaz diyorlar) açılıyor, Sırrı Amca'nın üstünde sırtı astarlı bir yelek. Çok içten kucaklıyor yüzümü göğsüne basıyor. Hoşça bir esans kullanmış, elleri iri iri, müsafaha ederken nasırları avucuma batıyor. Eski dostuz sanki, yıllardır görüşmemişiz de hasret gideriyor. "Abey nerden?" -İstanbul'dan, filanın filanın selamı var. "Ve aleyküm selaaam" derken, kalkıyor düğmesini ilikliyor. Sanki selam yollayanı ayakta karşılıyor. Çaylar ince belli bardaklarla dağılıyor, kaşık maşık yok. Hacı Sırrı ağzına ufacık bir şeker sıkıştırıp hüpletiyor. Üç yudumda bitirip uzatıyor. "Tezele Doktor!" Kapı biteviye açılıyor, birileri gelip sekilere oturuyor. Çay bitiyor, tekrar demleniyor... Bitiyor, tekrar demleniyor. El kadar yazıhanede bir düzine insan oluyor, bir neşe, bir neşe. Kahkahalar sokağa taşıyor. Bakıyorum da muhabbetin mayası Hacı Sırrı'da. Bu ihtiyar boş değil, gençle genç, yaşlıyla yaşlı oluyor. Latife yapıyor, şaka götürüyor. FKB'yi Ege Üniversitesinde okuduğum için o yıl fazla dersim yok, marangozhane ikinci adresim oluyor. Bildiklerini kendine saklamıyor, paylaşmaktan zevk alıyor. Mesela gençliğinde at beslermiş... Ciritçiler hakkında bir soruyorum, bir kitaplık malumat veriyor. Bir kuka tesbihi var, Osmanlı işi... Mart ayında üç kamyon ot teklif etmişler "ı ıh" demiş... Kış hitamında üç kamyon ot bir servet... "Amaan" diyor, "parayı n'ediym, rahmetli babamdan hatıra..." Ezan yaklaştı mı elini cebine atar, kösteklisini çıkarıp masaya koyar. Akrebe yelkovana baktığını sanırsınız, o porselen kadrana dalar. Meğer oğlu Celal ilk maaşı ile almış, "buyur baba" demiş elini öperken "sen daha iyilerine lâyıksın ama..." Oğlunu çok seviyor, torunlarını ona keza... Yanık yanık dualara ediyor gıyaplarında... Bir gün kereste geldi at arabalarıyla. Bakın şu işe ki kalfalar da yok ortada... Sordum "yardım edeyim mi?" -Eee iyi olur valla. Sırrı Amca Koca Yusuf gibi maşaallah. Kerestenin ikisini bir koltuğuna, ikisini öbür koltuğuna sıkıştırıp yürüyor. Arkadan ben tutuyorum ama yetişmek ne mümkün, elim, belim kopuyor. Neticede kütük ayağıma düşüyor. Dönüyor tüh tühlenen gözlerle bakıyor. "Bi şey olmadı ya?" -Yok sıyırdı geçti, acımadı Sırrı Amca... -Senin eyagından bene ne adam? Ben kerestemi soruyom!.. VATAN BORCU BİTER BİTMEZ Sırrı Amca vatan borcunu Gebze ve Derince'de yapıyor. Kırklı yılların İzmit'i işte... Her yer bağ bahçe, kiraz sepetleri yol boyuna taşıyor. O gün çarşı iznine çıkmışlar, arkadaşlarıyla güreş tutuyor. Üzüm toplayan bir ihtiyar laf atıyor, "tabii buldun acemileri, kumaş gibi katla! Var mısın benle tutmaya" -Bak yenersem üzümlerini yerim ama... İhtiyar gülerek "tamam" diyor ve Sırrı amcayı bir anda tuş ediyor. - Aaaa... Ayağım kaydı galiba. - Hadi, gel bi da... Hoop yine havaya.. "Ya n'oluyor böyle bana?" Aksakal "hiç uğraşma delikanlı" diyor, "kırk defa da tutsak yenerim, ben saray pehlivanıydım zamanında." -Tamam mağlubuz anladık, peki üzüm meselesi n'olacah? -Buyrun bağ sizin, yiyin yiyebildiğiniz kadar. Sırrı amca hiç öylesini tatmamış daha... Anlattığına bakılırsa çavuş üzümü, belki de kınalı yapıncak... Askerden evvel çalışmış, kenarda 20 bin lirası duruyor. Gidiyor yol kenarında 35 dönümlük bir bağ alıyor. İki katlı ev de caba... Ama tezkereyi kaptığı gibi Erzurum'a dönüyor. Bağı bir iki bin lira kârıyla satıyor, bakmıyor ardına. Ahh be Sırrı Amca" diyorum "E-5 kenarındaki araziler kaç para haberin var mı? Kesin dolar milyoneriydin şu anda!" Elini umursamaz bir şekilde sallıyor "adaaam sen de" diyor terekteki kitaplara bakarak, "zenginlik burada!" Efendim Sırrı amca yine asker... Yolu bir şekilde İstanbul'a düşüyor. O gün Bayezid Camisinde namaz kılıyor. Bakıyor sağda solda vaaz veren hocalar. İstikameti gönül pusulasına bırakıyor. Kalabalıklara hitap edenleri geçiyor, geçiyor, bir kuytuda sessiz sedasız ders yapan nurani âlimin halkasına katılıyor. Sırrı Amca az çok rahle-i tedristen geçmiştir, Alvarlı Mehmed Efendi'den okumuş zamanında... Lakin o gün dinledikleri çok başka. İnsanı saran kuşatan bir şeyler var bu zatta... Hocaefendi sohbeti müteakiben halini hatırını soruyor. "Aferin asker efendiye" diyor ve talebelerinden birine (Şakir Amca'ya) "ilgilenin" gibilerinden bir işaret yapıyor. Şakir Amca derhal koluna giriyor, götürüp güzel bir yemek yediriyor ve cebine bir sarı lira bırakıyor, kaşla göz arasında... Sırrı Amca hatırayı dizini döve döve tamamlıyor: "Ahh ki ah! O mübareğin Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri olduğunu yıllar sonra anladım. Meğer ki geçmiş ola..." SEN KAŞINDIN AMA... 60 ihtilalinin olduğu günler... Yolcu bekliyor istasyonda... Aydınlının biriyle tanışıyorlar. "Vay, kimin hemşehrisi" diye fısıldıyor, "gözünü sevdiğimin Menderes'i..." Adam birden asabileşiyor, "Adnan'ın da, Berrin'in de..." - Tamam kardeşim sus, bi şey demedik ya. - Anasını da, bacısını da!.. Sesi gitgide yükseliyor. Etrafta devriyeler var. Tutup götürürler valla... Bakıyor iş uzayacak, üste çıkıyor. "Hayır beyfendi" diyor gür bir sesle, "Gürsel Paşama sövemezsiniz! O benim hemşehrim (Aşkaleli idi malum). Demirkıratçı olabilirsiniz ama bu size halkçılara hakaret hakkı vermiyor!" Adam şaşkın, apışıp kalıyor, "ben ettim sen etme" diye yalvarıyor, "sus, n'olur sus... Allah aşkına!" Öyle ya potansiyel suçlu, üzerinde "Aydın" yazan bir kafa kağıdı taşıyor. GÖNÜL SIRÇA SARAY Sırrı Amca sabah namazını Lala Paşa'da kılar, ajansı vilayetin karşısındaki kıraathanede dinler, ilk çayını yudumlar bu arada. Ecevitçi bir arkadaşı var, o da hacı. Kahvede Demirelciler Türkeşçiler çoğunlukta, buna takılıyor sıkıştırıyorlar. Hacı "yalnız buldunuz tabii" diyor, "yüklenin bakalım adaletiniz buysa..." O günlerde kahveye genç bir hattat takılıyor, ona kaş göz ediyorlar. Hacıya dönüp "bak arkadaş da sizden" diyorlar, "sırt sırta verin de kalmayın lafın altında!" Hacı gence bakıyor, bakıyor, bakıyor... "Bu bizden olamaz!" diyor. -Niye? -Çünkü sıfatında nur-i Muhammedi var! Halkçı Hacının Erzurum'da girip çıktığı nadir dükkanlardan biri marangozhaneydi. Sırrı Amca arkadaşını ayakta karşılar, yer gösterir, bize "elini öpün" diye işaret yapar. Tanıdıkça anladık ki hakikaten dürüst, güvenilir bir insan. "Eee ne var bunda" demeyin. 12 Eylül evvelinden bahsediyoruz, farklı partiden olanlar selam bile almazlar. DERT BABASI O zamanlar telefonu postaneye yazdırıyorsun yarım günde sıra geliyor. Hatlar matlar karışıyor, çınlıyor, zırlıyor... Talebeler yazıhaneye alışık, "Sırrı amca telefon..." - Git et, yerini mi soruyon? Biri gelir "amca para." - Aç çekmeceyi orda! Memleketten havalesi gelen borcunu uzatır. - Tamam tamam, aldığın yere bırak. Adı yardımsevere çıkmış, eteğini tutan geliyor "aman amca bize bir ev." Erzurumlular iyidir hoştur da içlerine kapalıdırlar. Apartman içinde talebe ney barındırmazlar. Lakin Hacı Sırrı aracı olunca iş değişiyor, "evsabisi" yokuş yapamıyor. Nitekim bize de Yoncalık otobüs durakları yakınlarında bir giriş katı ayarlıyor. Peki eşya? Yine Sırrı Amca'ya gidiyoruz, zorlamaya borcumuz var ya. Neticede iki ranza buluyor, kilim, perde veriyor. Tabak çanak, sünger yatak, bir de müstamel soba.... Arkadaşlardan biri soruyor: "Sırrı amca biz bu sobayı n'apcaz?" -Soba n'apılır? -Yakılır da... Yakacak? -Adam, görmirsen her taraf tahta! Sordugun şeye bah! Kömür o zamanlar devletin tekelinde. Tahsisat için aile reisi olmanız gerekiyor. Yok evlenme cüzdanı, yok ikametgâh... Biz yakılabilecek en pahalı şeyi yakıyoruz, jilet gibi tahtaları atıyoruz sobaya... Esnaf onu pek seviyor. Dediğini ikiletmiyorlar. O da kredisini talebeler için kullanıyor, teneke teneke zeytin peynir koparıyor, pekmez reçel artık ne olursa... Çok da nefis yemek yapar. Erkek yemeği tabii... Soğanlar iri iriymiş, eh olacak o kadar. Ramazan ayında evi dolup dolup taşar. Bir gün değil, iki gün değil, her gece iftar... O kadayıf dolmaları dağ gibi gelir. Yenilen yenir, artanı derler toplar, yanımıza katar. Kurban bayramında atölyeye eşten dosttan et yağar. Doktor Zekiyle birlikte kavurup, tenekelere basar. Nerde bir talebe evi var, gider kapısına bırakırlar... GELELİM MEVZUYA O günlerde gazetemiz iddialı değil. Var ama sureta... İstanbul'dan PTT ile yollanıyor. Postacılar biriktiriyor biriktiriyor üç beş haftalığı toptan bırakıyorlar. Taa geçen ayın hadiseleri, tabii sarmıyor. Biz sayfaları usulen çeviriyoruz, Sırrı amca ise basın ilandan gelen tebligatları bile didikliyor. Bilmiyorum artık ne buluyor? Bir gün baktık Sırrı Amcanın yanakları al al, bir heyecan, bir heyecan! "Abeyler gazetemiz artık dağıtımla yollanacah. Ne dersiniz, kaç istesah acaba?" Elli yeter diyen oluyor, yetmişbeş gelsin diyen oluyor... Dinliyor dinliyor ve sarılıyor telefona. "Şimdilik üçyüz yollayın, artırırız inşallah!" Çok geçmiyor gazete balyaları atölyeye inmeye başlıyor... Faruk Gürgür adlı bir ağabeyimiz var, bir insan iyisi, tam dadaş. "Emekliliğim geldi zaten" diyor "ayrılayım gitsin, gazetemizin bir satıcıya ihtiyacı olacak!" Dikkat edin dağıtıcı değil, satıcı... Yükleniyorsun gazeteleri koşturuyorsun. Kahve, dükkan, istasyon, garaj... Kolay değil sokaklar buz, hava ayaz... İşin tatsız yanı gazete kamyonu çoğu defa zamanında ulaşamıyor. Zaten dünkü gazeteyi satıyorsun, bir bakmışsın vakit yatsıya akıyor. (Erzurumda kışın yatsı 17.30'da filan okunuyor) Saat dört oldu mu istasyon, garaj kuruyor, Cürcikapısında bile adam kalmıyor.. Gazete vaktinde biterse Sırrı Amcanın keyfi yerine gelir, "hele doktor ver bi cigara!" Gazete elde kalınca efkarlanır, kahırlanır, gayri bu sıkıntıyı tütün bile paklamaz. Hasılı işe bi düzen vermek gerekiyor. Sırrı Amca çarıkları çekiyor, dostları tek tek dolanıp abone yazıyor. Onun Erzurum'da ne kadar sevildiğini o zaman anlıyorum. Üç yüz gazeteye müşteri bulmakta zorlanmıyor. "İyi, rahatlar artık" diyoruz ama o sil baştan telefona sarılıyor: "Alo İstanbul, gazetemizi 500 yapın, yetmiyo!" Beş yüz gazete kolay mı? Hani bi kuruş menfaati olsa... Durduk yerde iş alıyor başına... NEREDEN NEREYE? Tahsilat ayrı çile. Evet çamura yatan yok ama gecikiyor. Açıkları cebinden kapatıyor. Bu arada kendi işlerini boşladığını hissediyoruz, doğrama için gelenleri meslektaşlarına yolluyor. Derken Gazete'ye bir büro gerekiyor... Öyle ya bundan böyle ziyaretçiler olabilir. Ne bileyim komutandır, validir... Gemalmaz Çarşısında bir dükkan buluyor, Mahmut Sağırlı (TEK mühendisti) istifa edip geçiyor başına... Neyse biz mezun olup gidiyoruz... Aradan kaç yıl geçiyor bilmiyorum yolum düşüyor Erzurum'a... Aaa o da ne? Hilafsız iki esnaftan biri gazetemizi okuyor... Düşünebiliyor musunuz satışımız diğer gazetelerin toplamına fark atıyor. Bütün berberlerin, kahvelerin, lokantaların abone olduğunu düşünürseniz en az 100 bin okuyucuya ulaşıyor. Sonraki yıllarda da Erzurum'dan heyecan verici haberler geliyor. Muhteşem bir baskı tesisi açılıyor, ilaveler hazırlanıyor, muhabirler yetiştiriliyor... Cevval dağıtıcılar, iş bilen reklamcılar... Hem şehir hareketleniyor, hem de bünye içinde bir yarıştır başlıyor... 1 milyon 600 bin satmak kolay mı? O gayret, o muhabbet, o çalışma... Ve (Rahmetli) Hacı Sırrılar olmasa... Derince 1942... Kemal oğlu Sırrı asker ocağında... Belki otuz yıllık bir fotoğraf... Rahmetli Sırrı Amca üniversiteli gençlerle yan yana.
Dünya kadınlarını terzi yapan Alman
25 Ekim 2009 01:00
Sanırım 2005'ti. Yine böylesi bir kasım günü... Bir cenaze haberi... Gözüme Mercedes ordusu çarpıyor ilk anda... Öyle manda ya da balina kasa da değil, 8 metre olanlardan... Üç değil, beş değil, tam yüz tane gemi gibi araba... Baden Baden Senfoni Orkestrası çalıyor, Karlsruhe Devlet Tiyatrosu Korosu söylüyor... Bach'ın 3 Numaralı suiti ile başlayan dinleti, Mozart'ın 'Lacrimos"u ile devam ediyor... Almanya'nın önde gelen işadamları, medya patronları, hatta bakanları hizada... Erkeklerin tamamı takım elbiseli, kadınların etek döpiyesleri simsiyah. Gözlerde koyu gözlükler, kafalarda kara kara şapkalar... Tabii hepsi de marka. Sanırsın defile yapıyorlar. Dior, Armani, Pierre ya da Zenga... "Bu ne kolpa düzen" diyorum içimden, "ne dümenler dönüyor şu dünyada!" Bilirsiniz böyle girişlerin ardından söz Afrika'daki açlara getirilir, "aksırıncaya tıksırıncaya kadar yiyin, gözünüze dizine dursun emi" denir. Bir yandan atışa hazırlanıyor bir yandan da merak ediyorum. Kim len bu komprodor, mafia babası mı acaba? Ekranda bir kadın resmi beliriyor... Aenne Magdalena! Ben bu teyzeyi bir yerlerden hatırlıyorum ama... Aaa dur bi dakka... Tabiii ya... Aenne! Şu ünlü Burda dergisini kuran, hazırlayan, pazarlayan, evlerimize sokan, giydirip kuşatan Alman! KISKANANLAR ÇATLASIN Efendim Anna Magdalena Lemminger 1909'da Baden eyaletinde doğar. Buharlı şimendiferlerde çalışan çulsuz bir makinistin büyük kızıdır. Bu kasabadan bozma durgun şehirde uzayıp kısalacak değildir ya, o da demiryolcunun tekiyle evlenecektir, ihtimal... Annesi (Maria) kendi halinde bir kadındır. "Mesleği" maddesinin karşısına "ev hanımı" yazar geçer, fazlasını da arzulamaz. Anna önceleri kendini çirkin sanır, kimbilir belki de adını "yengeç"e çıkaran ev halkını ciddiye alır. Ama ilerliyen yıllarda üzerine kilitlenen bakışların farkına varır. Hem ayna diye bir şey vardır di mi ama? Hırslı bir kızdır, hedefini yüksek tutar. İyi giyinmeyi, mektebe ney faytonla gitmeyi arzular. Ailenin gücü bellidir, babasını zorlamaz. Komşunun kızıyla birlikte para denkleştirip kumaş alır, keser, diker, yakıştırırlar. Anna rüzgara yelken açan biri değildir, akıntılara kapılmaz, kalabalıklara inat tarzını ve farkını koyar ortaya. Mesela yaşıtlarının örgülü saçlarını savura savura yürüdükleri günlerde ense ve kakülleri kısacık kestirir "aaa kıyma onlara" diyenleri sallamaz. Sonra ani bir kararla adını değiştirir, bir şarkıdan aldığı "Aenne" ismini kullanmaya başlar. Offenburg'da bu ismi kullanan ikinci biri yoktur, ufak da olsa şöhret yapar kendi çapında... Ailesi aksi kızı dizginleyememekten korkar, rahibelerle dolu bir mektebe yatırırlar. Bir nevi gözetim altı yani... Burası onu hiiç sarmaz, ısrarlara itirazlara rağmen ayrılır ve nazar-ı dikkatleri üzerine celb edecek bir iş arar. Elektrik idaresinin veznedarlığı tam ona göredir, biçilmiş kaftan! O gün zengin yayıncının canti oğlu (Dr. Franz Burda) ödeme yapmak için vezneye yanaşmıştır. Aenne gülümser "buyrun bayım" der, kibarca... Nı nı nııın... Çocuk tutulur kalır ve film kopar! Neyse... Beyaz atlı matbaacısını bulan fettan kızımız teammüllere uyar. Bir iki ufak nazdan sonra yuvasını kurar (1931) Peşpeşe üç oğlan doğurur, Tayyip beyin görüşüne katılır bir bakıma... Doğrusunu isterseniz müşfik bir annedir, çocuklarını ihmal etmez, kaprislerini erteler, yavrularının sıhhat ve selametini önde tutar. Laf aramızda küçüğünü biraz daha fazla sever, paşanın bir dediği iki olmaz. Tabii Aanne'nin anneliği bizimkilere benzemez elinin altında aşçısı, dadısı vardır, sandığınız gibi saçını süpürge müpürge yapmaz. Çook çok keyfi yerindeyse mutfağa geçer, eşten dosttan aldığı pasta ve kurabiye tariflerini dener o kadar. Cerrah gibi çalışır, hizmetçilerine "şimdi un", "biraz da vanilya" diye emreder. Bulaşıkları ööölece bırakır. Ellerini yıkar, çıkar... By by! En büyük eğlencesi moda, yemek, mobilya mecmualarını karıştırmaktır, kendince arşiv yapar. ENKAZ DEVRALIR AMA... Kariyer kapısı mı? Valla kendiliğinden açılır. 1949 yılında (ki artık kırkındadır) kocasının işleri bozulur. Adam "nasıl iflas etsek de ucuza kurtulsak" hesapları yaparken, karşısına geçer, elini beline koyar. "Bana bir şans ver Franz" der "para nasıl kazanılırmış göstereyim sana!" Adamcağız çaresizdir, "nasıl istersen" diye mırıldanır. Eşek zaten ölmüş, kurttan korkacak değil ya... Aenne heyecanla kolları sıvar, işe 48 bıkkın personele gayret aşılayarak başlar. Ortalığı temizletir, aydınlatır, meyhaneye dönen kirli odalarda çiçek açar. O güne kadar Almanların giyim kuşam alanında bir iddiaları yoktur. Aenne, "Avrupa'da köylü diye aşağılanan Helgaların da, matbezel ve sinyoralar kadar şık olabileceklerini" ispatlar. Burda Moden dergisi ile "Paris, Roma, Milano, London" gibi moda merkezlerinin tekerine çomak sokar. Ünlü markalara yaklaşamayanlar patronları yere yayar, sabunla kumaş çiziktirmeye başlar. PATRONCU PATRONİÇE Aslında hadise basittir. Aenne en ünlü stilistleri bir araya getirir, en usta terzilere diktirir ve en alımlı mankenlere giydirir. Resimleri profesyonel fotoğrafçılara çektirir ve "işte elbise bu" der, "isteyen yapabilir!" Eli az çok makas tutan kadınlar "Burda Moden" sayesinde göz kamaştıran parçalar çıkarırlar. Aenne tezgahı doğru zamanda ve doğru yerde açar. Almanya İkinci Cihan Harbinden yeni çıkmıştır zira... Orta sınıf çökmüş, gelir gurupları arasında derin uçurumlar belirmiştir. Burda sayesinde ortadirek de zenginler gibi giyinebilir, zevahiri kurtarırlar en azından... Aenne'nin yola çıkarken "yosmaya değil basmaya baktırtacağım" gibi bir iddiası var mıdır bilmiyoruz... Ama elbiseler "burdayım" demeye başlar. Şirket katlana katlana büyür, ünü sınırları aşar. Gün gelir Burda 16 dilde yayınlanır, 89 ülkede vitrine çıkar. 5 bin kişi çalıştırır ve 5 milyon tiraja ulaşırlar. Düşünebiliyor musunuz Sovyetlere bile sızarlar. Aenne 1974'te Anna'yı, 1977'de Carina'yı, 1986'da Verena'yı yayınlar, 1987'de Hachette ile elele verip "Elle"ye imza atar. 1995'te İtalyan Rizzolini ile ortak olur ve 2.2 milyar mark ciro yaparlar. Diyeceksiniz ki peki senin merakın nerden geliyor? Anadan! Rahmetli anam ve teyzelerim enstitülüydüler, dikişten iyi anlarlar. Şişleri, tığları, gümüş renkli yüksükleri, sülfile makasları, rigaları, ruletleri, kömürlü ütüleri, içi düğme ve iğnelerle dolu teneke kutuları tekmil tamam... Para için değil, duasına çalışırlar. Şipşakçıdırlar, misal çocuk mintanları, poturları on dakikalarını almaz. Anam işe başlamadan evvel pantolu dikilecek velede "bundan kaç kilo et çıkar" gibisinden bir bakar. Ne mezura, ne cetvel. El terazi, göz mizan. Kara saplı makasıyla kırt kırt keser, ninesinden kalma tek kolluyla çeker, uzatıverir anasına... Hatta keyfi yerindeyse kıçına kapaklı cep bile yapar. Ama belinin lastiği ile uğraşmaz, paçaları ney bastırmaz. Küçük kızlara robadan kesim, bebe yaka elbiseler diker, kollarını pamuk prensesinkiler gibi kabartıverir icabında... O hapishane demirlerini andıran çizgili pamuklulardan bir filalde pijama çıkarır, adamı zebraya çevirir kaşla göz arasında... Eskiden kadınlara da elbise tasarlarmış, değerli kumaşlara makas atarmış korkmadan... Ta ki bu Burda nam dergi çıkasıya kadar... Patronlar DSİ haritası gibi yerlere yayılınca bilen bilmeyen terzi olmuş, ustalar ıskartaya... Ama kolu oturtamadılar mı gelirler. Şiraze kaydı mı, pot yaptımı yüzler aşağıda. Aman abla, n'olur bir el at şuna... Sarılar inatçı olur derler, öyleyim tamam. Ama anam bir yere gönderdi mi giderdim nazlanmadan. Bunu komşu kadınları da keşfetti. İrfanı yollasak astar alabilir mi acaba? Yok teyel ipi, yok ekstafor, yok telâ, makara... Adımız mutiye çıktı, mecburen katlancan bu saatten sonra... Üsküdar'da girip çıkmadığımı tuhafiyeci kalmadı, bonmarşe sonmarşe ne karın ağrısıysa... Doğancılar yokuşundaki Sümerbank personeli ile hısım oldum adeta... O yağlı kağıda ne denirdi bak dilimin ucunda? Milaj mıydı, pelür müydü yoksa? Kumaştan da anlardım kendi çapımda. Patiskayı pazeni, divitini kadifeyi, gobleni sateni ayırırdım en azından... Hatta büyüklerimden gördüğüm gibi yapar, üç parmakla buruşturup "tamam" derdim "ütü tutar." KALIN HESAP, İNCE AYAR Neyse gelelim mevzuya... Efendim beşi beş dooçe marktan beş milyon dergi n'apar? Kağıda şu kadar gitse, baskıya şu kadar. Dağıtımı, iadeyi, yırtılanı, ıslananı düş, tanesinde 20 fenik kalsa... Hayır, hayır, hesap o değil ablalar! Bunun hepsi kar olsa gene zarar. Peki kazanç nerde? Tabii ki reklamda! İşte orta direkçi Aenne de bu inceliği iyi kapar, bilerek isteyerek (teammüden diyorlar) lüks tüketime maya çalar. Sayfa sayfa makyaj setleri, boyalar, çamaşırlar, istenmeyen tüyler, kıllar... Bacı bacı, yeme içme epilasyon cihazı al! Kırışıklar için şu krem, noktalar için filan. Sıkın, sürünün... Hemen alın, sürüm sürüm sürünün! Türkün töresi kimin umurunda? İşte yılbaşı sofranız! Ortada hindi, inadına şarap, domuzuna salam... En janjanlı çam süsleri... Pratik Paskalya çöreği, boyalı yumurtalar... Bahar geldi etekler fora, yaz geldi bikini, mayo. Güneşinize göre bronz, kesenize göre yağ... Ve eldivenler serpuşlar... Tüllüsü, tüylüsü, yünlüsü... Dantelden fötr, hasırdan Meksika! Efendim Grace Kelly'nin kıyafetiymiş. Objektife dön sırıt, aynı poz, aynı eda...Ya ne kolay! Sen mantıları götür, onun yaptığı sporları yapma, fistanı giy tamam(!) Ve evimizin yeni sakinleri Pfaff, Singer, Bosch, Braun, Fakir, Tefal, Fa... Hoh hoh ho Hoover, Blapunkt, Siemens, Miele, AEG, Rowenta, Nivea... Doktor Oetker, pastalar ekler... Kühne, Becel, Kraft, Maggi, Kinder. Hazır çorbalar, krem şantiler... Turta örten jeller, jöleler (uzak dursunlar aman) kurabiyelere ekilen renkli kürecikler... Kek kalıpları, kıvam arttırıcılar, tatlandırıcılar... Seç seç al, Made in Germany bunlar... TÜKETİCİ TÜKENENE KADAR Burda'lar Almancılara ısmarlanırdı o zamanlar. Bu yüzden kadınlarımız Schinttbogen fadenlauf, wordere mitte, einreihen auf, umbruch, gummizug, neu gibi kelimelere aşinadırlar. Evet şimdi bunlar kullanılmıyor ama pli, pens, manşet, anvelop, straplez, bluz, şört, tişört, bolero, tunik, vatka, bermuda, süveter, trençkot, ekose, makosen gibi terimler kazık çaktılar... Lisan gitti mi erozyon başlar, ki büyüklerimiz buna "kültür emperyalizmi" diyorlar. Satın al, satın al, kullanmadan bi daha al! Farkında mısınız bilmem. İlk aşıyı Ayşegül ve Barbie ile yapıyorlar. Ayşegül tatilde, Ayşegül Paris'te... Barbie kayak takımlı, Barbie abiyeli, Barbie gecelikli, mini etekli... Örtülü sömürü neyse de, örfümüzü ananemizi bozmasalar. Bakın Avrupalının beyaz gelinliği nasıl da girdi hayatımıza? Papazkarası redingotlar ona keza... Yaa, hani Anadolu'da gelin ata binerdi de, başına "al duvak" atılırdı filan... Üç etek, bindallı, yelekmiş, cepkenmiş... Bazlamalarımız gözlemelerimiz varmış bizim, helvaymış, gömbeymiş, şerbetmiş... Çöküntü başladı mı fren tutmuyor. Valla Burda bile ağırbaşlı kaldı son yıllarda. Şimdi varsa yoksa daracık kot, yaşlısının gencinin üstünde bi karış fanila... Estetikten de nasipsizler, yağlarını mı sergiliyorlar acaba? AKLINA MI GELİRDİ Aenne hırslı bir kızdır ama bir imparatorluk kuracağı aklına bile gelmez o yıllarda   DERGİ AL, TERZİ OL! Burda dergileri basittir, kolay anlaşılır. Kadınları tek derste "terzi" yapar.
.
Üsküp-İstanbul arasında YAHYA KEMAL
1 Kasım 2009 01:00
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer! Vefa Lisesi Ulu Hakandan yadigârdır mâlum ve hayli ünlü yetiştirir zamanında... Adnan Adıvar, Hasan Âli Yücel, Hüseyin Cahit, Mehmet Âkif, Mithat Cemal, Sıddık Sami, Tarık Minkari... Evet, ben de Vefalıyım ama vefalı olamadım. Hiç değilse şu isimlerinden birini anlatabilirdim pekâlâ... Ama bu gün diyeti ödeyecek, mektepdaşlarımızdan birini yâd edip vaziyeti kurtaracağım inşallah. Değerli bir edebiyatçımızdan söz açacağım size... Yahya Kemal Beyatlı'dan... Söz açacağım dedim, doğru. Tamamen anlatmak için kitap çıkarmak lazım zira... Efendim, şairimiz Üsküp'ün köklü ailelerinden birine mensuptur, 1884 yılında bir zemheri günü doğar, adını Ahmed Agâh koyarlar. Tahsiline Üsküp'te başlar, idadiyi Selanik ve İstanbul'da tamamlar. O günlerde güçlü esen muhalefet rüzgârı onu da önüne katar, Jön Türklere kapılır, Paris'e doğru yelken açar. Siyaset daha caziptir ama babasına verdiği sözü tutar, fakülteye devam eder, Mülkiye diplomasını alır, duvara asar. Bu arada Avrupalı edebiyatçılarla tanışır, yeni tarzlar üzerine kafa yorar. Tuhaftır ama Paris'te Doğu Dilleri Okulu'na devam eder Arabi ve Farisi okur Fransızlardan... Paris'te geçirdiği 9 yılın ardından sıla hasreti ile yanar. Ani bir kararla yurda döner (1913) Darüşşafaka'da tarih, edebiyat muallimliği yapar. O zamanlar öyle memur seçme sınavları filan yoktur tabii, nazır beyi selamla, git ertesi gün işe başla! Derken Medresetü'l-Vaizin ve Darülfünun'da da derslere girer çıkar. Değişik bir üslubu vardır ve bu talebeleri pek sarar. MEBUS, SEFİR, MÜSTEŞAR Mütarekeden sonra Âti, İleri, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliye dergilerinde yazılar yazar. "Dergâh" dergisini kurup bilfiil matbuat alemine adım atar. Milli mücadelenin yanındadır ama eline silah milah almaz. Kurtuluş savaşından sonra Lozan Konferansı'na katılır. Suriye ile sınır tespit komisyonlarında vazife alır. O da arkadaşları gibi isim değiştirme modasına kapılır. Soyadı hususunda dedelerine sadık kaldığı söylenebilir. Şeyh suvar (atlı bey) lâkabına küçük bir takla attırır "Beyatlı" da karar kılar. 1923'te Urfa mebusu olur. Şimdi Üsküplü'nün Urfa'da ne işi var diye sorup da beni zorlamayın. Zaten bildiğimiz manada seçim de sandık da yoktur ortada. Hal böyle olunca Urfa'yı ve Urfalıları tanıması icap etmez, şehrin dertlerini ondan soracak değillerdir ya? Aynen Yozgat ve Tekirdağ'ın problemlerini de sormadıkları gibi.. (Yozgat ve Tekirdağ'dan da mebusluk yaptığı anlaşılıyor inşallah) O yıllarda Çankaya'ya yakın duranlar bir nevi ulufe alır, mebus ya da sefir yapılırlar. Yahya Kemal her iki nimete de kavuşur, başına adeta devlet kuşu konar. Avrupa'nın çeşitli başkentlerine (Varşova, Madrid, Lizbon) elçi olarak yollanır. Doğrusunu isterseniz diplomatlıkta zorlanmaz. Hem mülkiyelidir, hem de temsil kabiliyetine haizdir, lisanı vardır en azından... Nedendir bilinmez korunur, kollanır, kayrılır. Hatta bir ara Halkevleri Sanat Danışmanlığı gibi bir makam sunarlar. İsmet Paşamızın milli şef olduğu yıllarda da değişen bir şey olmaz. Seçimler yapılır ama süreta... Valiler hem şehremini (belediye başkanı) olur, hem de CHP İl teşkilatını uhdelerine alırlar. Belli bir kadro işte... Tek kale maç yapar. Ki kitaplar buna zümre iktidarı (oligarşi) diyorlar. Paşa, Yahya Kemal'i de unutmaz, İstanbul milletvekili (1943-1946) olarak çağırır Ankara'ya. Yahya Kemal müzmin bekarlarımızdan biridir, Pakistan Büyükelçiliğinden emekli olduktan sonra bir süre İstanbul Park Otel'de (Gümüşsuyu sırtlarında lebiderya bir binadır) yaşar. Düzensiz hayatı yüzünden vücudu çöker, tedavi için Paris'e yollanırsa da şifa bulamaz. Son günlerini Cerrahpaşa'da geçirir ve böylesi bir 1 Kasım günü (1958) gözlerini hayata yumar. HALBUKİ, OYSA... Şimdi plağı çevirelim ve madolyanın öbür yüzüne bakalım... Yahya Kemal şairdir bir kere, sanatkârdır. Bu konuda dostu düşmanı mutabık kalır. O, ecdada sövmenin marifet sayıldığı günlerde büyük bir boşluğu doldurur, mısraları ile kâh bin atlı akınlara katılır, kâh Süleymaniye avlusunda secdeye kapanır. Üstüne basa basa "maneviyatçıyım" der ve bedeline katlanmaya hazırdır. Ki bu kararlı tavrı ile bazı amcaların ezberini bozar. Anadolu'ya, Rumeli'ye ve hassaten İstanbul'a saf temiz samimi bir sevgi besler, ancak tutkuyla bağlananların söyleyebileceği beyitlere imza atar. Uydurukçaya asla bulaşmaz, hece vezninin "kanun" olduğu yıllarda aruzdan caymaz (Dört Aruzcular). Büyük şair ve çok büyük bir alim olan Bakî'nin yolunda yürür, taklitçisin diyenlere aldırmaz. Devlet adamıdır. Mustafa Kemal'in sofrasına oturabilen sayılı isimden biridir ama devrin çapsız şairleri gibi "atam atam" diye çığırma basitliğinde bulunmaz. Hatta o davetlerden birinde Behçet Kemal Çağlar Atatürk'e ayaküstü bir şiir yazar, boyun damarlarını şişire şişire okumaya başlar. M. Kemal, Y. Kemal'e sorar: "B. Kemal'i nasıl buldun?" "O bir fenomen" der, laf sokar kibarca... Çıkarlar... Behçet Kemal övüldüğünü sanmaktadır, eğilir yılışır. Yahya Kemal elinin tersi ile yıkıl işareti yapar, "Git başımdan!" M. Kemal yine sofrasına çağırdığı gecelerden birinde sorar "Ankara'nın nesini seviyorsun?" "İstanbul'a dönüşünü!" der diğerlerinin şaşkın bakışlarına aldırmadan. "İstanbul'a dönüş" sarsıntılı bir şimendifer yolculuğu olmasa gerektir, mana içinde mana! Onun bu sağlam duruşunun sebebini araştırırsanız şunlar çıkar karşınıza. Çocukluğunda yaşadığı şehir, aldığı terbiye, ailesi.. Ki kısaca Üsküp ve Üsküplüler diyebiliriz buna. EVLAD-I FATİHAN Ona ait ilk kayda meşini yıpranmış bir Mushaf-ı şerifin ilk sahifesinde rastlanır."Mahdumum Ahmet Agâh dünyaya geldi. 20 Teşrinisani 1300... Saat on bir buçuk raddeleri" İshakiye Mahallesinde büyük valide Adile Hanımın konağında açmıştır gözlerini. O gece kar yağmıştır, Üsküp nadiren boyanır böyle buzlu beyaza... Babası bir ara Belediye Başkanlığı da yapan ehil bir memurdur. Dedeleri, büyük dedeleri hürmet edilen zatlardır. Annesi Nakiye Hanım, Leskofçeli İsmail Paşazade Dilâver Beyin kızıdır. Bilirsiniz bu aileden şairler çıkar. Her iki tarafın cetleri de Şehsuvar Paşa'da (III. Mustafa devri sancak beyi) birleşirler. Ki şeksiz şüphesiz evlâd-ı fatihandırlar. Şairimiz dadılar, uşaklar elinde büyür. Dadısı Fatıma Hatun hususi meziyetlerle mücehhez bir hanımdır. Çocuğu yoktur bu yüzden AA'a pek bağlanır. Nanasının (Fatıma Hatunun) kocası Ali Zaim asırlar evvelki kâhyaları andırır. Kadim bir insandır, pos bıyıklıdır. Vakurdur, heybetlidir, sadıktır. Özenle işlenmiş, mavi çakşır giyer, lâhor işi kuşak sarınır. Cepkeninin cebinden kösteğinin zinziri sallanır. Leskofçe muhacirlerinden Hüseyin Ağa sıradan bir uşaktır ama şairimiz önünde saygı ile eğilir ve Lala der ona. Battal Gazi Destanı'nı ilk kez ondan dinlemiştir zira. Hüseyin Ağa bazen yanık türküler mırıldanır, kâh gurbet havaları ile hüzün yüklenir, kâh kahramanlık ezgileri ile ağlatır. Üsküp'te şairimizin doğduğu ev ve mektebinin bulunduğu semt. AYAĞI ÖPÜLESİ ANA Bütün bunlar bir yana Yahya Kemal'in üzerinde annesinin inanılmaz bir tesiri vardır. Nakiye hanım Ehl-i takva bir kadındır. Gün boyu Muhammediye okur, şairimiz ilk Kur'ân-ı kerim derslerini ondan alır. Türkçe'yi onun dizi dibinde sever, güzel lisanımız için "anamın ak sütü gibi tatlı" diyecektir yıllar sonra... Annesi sık sık "bak uğulcaazım" der, "dünyada iki insanı çok seveceksin tamam mı?... Önce yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve selem, sonra Sultan Murat efendimizi!..." İyi de hangi Murat? Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci? Üsküplüler Murad-ı Hüdavendigâr'la, II. Murat'ı mecz eder, ikisinden ulu bir hayal kurar, götürüp Murat Camiinin bulunduğu tepeye oturturlar. Murat dendi mi "devlet" gelir akla, o sıralar tahtta kimin oturduğu pek de umurlarında değildir aslında... MÜREKKEP YALAMIŞ Şairimiz anlatır: "Annem, beni bir gün kucağına aldı. Gözleri yaşlıydı. Saçlarımı okşadı. 'Seni Mektep'e başlatacağız Agâh' dedi, 'korkma, sıkılma, orada oyun oynaycaksın akranlarınla' Çarşıdan bana savatlı bir divit ile sırmalı bir cüzdan aldılar. Mektep sabahı büyük annem Adile Hanımın Elini öptürdüler; ninem beni bağrına bastı ve bir sarı lira sıkıştırdı avucuma. Sonra annemin, teyzelerimin ellerini öptüm. Evin harem kısmında veda işi bittikten sonra beni selâmlığa çıkardılar. Aman ya Rabbi! Minderlerde çepçevre insan, kimisi bağdaş kurmuş, kimisi diz kırmış. Bana bakarak: Maşallah! Maşallah! Diyor, iltifat ediyorlar. Babam kolumdan tutarak Hoca Sabri Efendinin önünde diz çöktürdü. Önünde bir rahle, üzerinde de yeşil bir kâğıt var Sabri Efendi elimi tuttu, kamışı hokkaya daldırdık yeşil kâğıdın üzerine "Rabbi yessir..." yazdırdı. Güya ben yazmışım gibi aferin. aferin diyorlar. Sonra yazının üzerine toz şeker döktü, 'haydi göreyim seni mürekkebi yala' . Kâğıdı yaladım. Alkışlar alkışlar. Maşallah... Subhanallah... Derken eller açıldı, dua ... Mahalle arkadaşlarıma (ki artık mektep arkadaşım olacaklardı) şerbetler sunuluyor külah külah şeker dağıtılıyor bu arada. Beni faytona bindirdiler, çocuklar ardımızda.. Kafile mektep yoluna koyuldu, koro halinde başladık mı ilâhîye, sokaklar çın çın çınlıyor Şol cennetin ırmakları Akar Allah deyu deyu Çıkmış İslam bülbülleri Öter Allah deyu deyu Esnaf dükkanlarının önüne çıkmış gülümsüyor, kafes arkalarında, saçaklarda tülbentli başlar sallanıyor. Nitekim Saat Bayırından çıktık, Beyanbaba Türbesi denilen o muhteşem türbeden sonra Yeni Mekteb göründü. Hocam Gani Efendi beni yüksek tavanlı, geniş bir divanhaneye aldı. Kendi rahlesi, dipte, değirmi bir sofa hâlinde. Çocuklar postekiler üzerine çökerek okurlar... MEKTEPLİ AGÂH Agâh, annesinin özenle oyaladığı şilteyi Muallim Gani Efendinin arkasına koyar ve tedrisat başlar. İlk okuyabildiği eser bir ilmihal kitabıdır ve başında "Elhamdülillah biz Müslümanız... Din-î mübîne ser - beste - gânız!" yazar. Artık evde annesi ile Muhammediye okur, cennet cehennem sırat köprüsü hakkında sorular sorar. Sekiz yaşına girdiğim bir sonbahar günü beni Yeni Mektepten aldılar, hakikaten yeni bir mektep olan Mekteb-i Edeb'e yazdırdılar. İşte bu şarktan garba ilk geçişim oldu. On bir yaşımda iken buradan şahadetname aldım. Biricik validesi vefat ettiğinde 13 yaşındadır. Artık kendi deyişi ile sofu olmuştur, her gün İsa Bey camisine gider ve Yasin-i şerif okur anacığının aziz ruhuna... "Üsküp'te, biz Türkler, en maddî, riyazî ve doğru bir tarih hesabiyle, Milâdın 1392 senesinden 1914 senesine kadar tam beş yüz on sene oturmuştuk. Lakin 1392'de fethedilen Üsküp şehir filan değil bir kaleciktir. Yıldırım Beyazıt Üsküp'ü hem feth hem de tesis eder II. Murat ise mamur kılar Rumelinin önemli merkezlerinden biri yapar. Şehrin imarı ile uğraşan Paşa Yiğit adlı Türk beyi ile onun oğlu Oruç Paşa'nın adı mahallelerde yaşar. Üsküplüler II. Murat'ın kurmaylarından Sırbistan fatihi Gazi İshak Bey'i ve onun oğlu Gazi İsa Beyi (ki o da Fatih'in silâh arkadaşıdır) yaptırdığı muhteşem camilerden tanırlar. Şehrin ötesinde berisinde mezar taşları vardır ve hepsi hakkında bir şeyler anlatırlar." KULAĞINDAKİ EZAN Şehir o kadar Türk o kadar müslümandır ki kokusu sinmiştir toprağına. Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa'nın "O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Ezan-ı Muhammedi başladığı zaman evimizde ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp'ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mabet sükûnu kaplardı. Annemin dudakları ism-i celâlle kımıldardı. 1300 sene evvel, Hazret-i Muhammed'in Bilâl-i Habeşî'den dinlediği ezan, asırlarca sonra hem dinî hem millî sedamız olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim. Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümde bırakmış değildir. Müslüman Türk çocuklarının dinî ve millî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesiri olduğuna inanırım. Paris'te iken bile, hiç münasebeti olmadığı hâlde, kulaklarımda Üsküp'teki ezan seslerinin akseddiği anlar olmuştur." İşte şairimiz, böylesi faziletli bir annenin evlâdıdır. Ve nurlu Üsküp, Skopje olmamıştır daha.
Yüreğimizdeki yara: SELANİK
8 Kasım 2009 01:00
"Beyaz Kule" Osmanlıyım diye bağıran bir eser ama ne bir tuğra ne kitabe bırakmışlar. Kulemiz Yunan Kültür ve Medeniyet Bakanlığınca Bizans eseri diye tanıtılıyor. Selanik'e büyük hayallerle gelen Türkler şaşırıp kalıyor. 1912'lerde varlığı bilinen 83 camiden biri bile açık değil, binalar değişik amaçlarla kullanılıyor. Selanik, Yunanistan'ın ikinci büyük şehri. Nüfusu bir milyon filan. Deyin ki İstanbul'un bir mahallesi... Şöyle camı açıp Sefaköy'den İkitelli'ye doğru bakıyorum, eh işte... Anca o kadar... Ama hatıra dersen yığınla... 5 koca asır geçirmişiz dile kolay. Efendim Selanik, İstanbul'dan 70 küsur yıl evvel 1. Murad devrinde alınır. Zaman zaman el değiştirirse de II. Murad kesinkes topraklarımıza katar (1430) Vardar Yenicesi'ndeki Türkler kente akar. Osmanlı, girdiği yerin halkını bizar etmez, şehrin Rumları ve Bulgarları yine eskisi gibi yaşar. Selanik, Vardar Nehrinin deryayla buluştuğu yerde kurulan ehemmiyetli bir limandır. Yollar geçitler eşiğinde düğümlenir âdeta. İstasyonundan hem Edirne ve İstanbul'a tren kalkar, hem Üsküp'e, Manastır'a, Belgrad'a... Karayolu ile Adriyatik'e de açılır, Tuna boylarına da.... Draç, Peşte, Mitroviça... Hasılı Selanik kimin elindeyse Balkanları ondan sorarlar. MAZLUMUN YANINDA Yıl 1492... İberik yarımadası. Köktenteslisçi İspanyolların Hıristiyan olmayanları kıtır kıtır kestikleri günlerde Bayezid Han üzerine düşeni yapar. Müslümanların yanı sıra Yahudileri de kurtarır, İstanbul İzmir ve Selanik'te yer açar. Avrupa'da sürek avı sürerken Osmanlı mülkünden huzur içinde yaşar, alır, satar, para kazanırlar. Kimse tavuklarına kış demez, nasırlarına basmaz. Hatta çarşıda pazarda İbranice konuşurlar. Gelgelelim 1666 yılında Sabetay Sevi adlı Yahudi, Mesih olduğunu iddia eder ve ırkdaşları içinde hayli taraftar toplar. Sıkıştırılınca kıvırır ama Sabetayistler dal budak salar. Bunlar Müslüman kisvesine bürünür, kendilerini ustalıkla saklarlar... 1906'da yapılan nüfus sayımına göre, Selanik'te Türkler ve Yahudiler ekseriyettedir, Rumların bir ağırlığı bulunmaz. Ha Türklerin içinde de Sabetaycılar vardır, o başka. Zaten belediye başkanlığına da dönmenin biri bakar. Osmanlı Kadı Siciline göre, Selanik'te 83 cami, altısı küçük 18 kilise ve 20 sinagog bulunur. 43 mahallede Müslümanlar, 16 mahallede Yahudiler, 12 mahallede ise Hıristiyanlar (Rum, Ermeni, Bulgar) otururlar. Ecdad Selanik'i birbirinden güzel eserlerle donatır. Sayısız han, hamam, sebil, mektep yapar. Hatta İstanbul'da bile yokken tramvay hattı döşer, Berlin'le Paris'le yarıştırırlar. Şehir bakımlı yüzü ile yatırımcıları cezp eder, oteller, mağazalar açılır, acenteler, konsolosluklar, bankalar... Tanzimat Fermanı'nın ilanını takiben azınlıklar şirazeden çıkar, içten pazarlıklılar bilhassa Selanik'te yuvalanır, masonlar, siyonistler cirit atar. Badehu Sabetaycılar, İttihat Terakki saflarına sızar. Örgütü emelleri doğrultusunda yönlendirir ve büyük güç kazanırlar. Türk yurdunda garip şeyler olmaktadır. Misal bölüğün parasıyla Makedonya dağlarına çıkan ve komutanlarına kurşun yağdıran Resneli Niyazi bedavadan kahramanlığı kapar. Yakup Cemil nasıl bir subaysa gider, Genel Kurmay Başkanının (aynı görüştedirler oysa) beynine sıkar. SÜRGÜNDEKİ SULTAN Sabetaycıların en büyük düşmanı Filistin'de bir Yahudi devleti kurulmasına izin vermeyen Abdülhamid Handır. Ulu hakanı devirebilmek için ayran gönüllü subayları kullanır, imparatorluğu akla ziyan maceralara sokarlar. İttihatçı subayların dediği olur, Kanun-i Esasi ilan edilir, dizginler sarayın elinden çıkar. Meşrutiyet ne yazık ki bölücülere yarar. Meclis-i mebusanda çeşitli milletlere mensup 133 vekil vardır, Türkler 127'de kalırlar. Neticede Bosna-Hersek işgal edilir, Bulgaristan ayrılır, Girit Yunanistan'a katıldığını açıklar. Müslümanların kanına giren çeteciler için umumi af çıkar, isyancılar dağdan iner, şehirli olurlar. İttihatçı eylemler fren tutmaz, Bu kez 31 Mart vakasını bahane eder, Rum, Ermeni, Sırp, Bulgar komitacılarla kolkola girip İstanbul'u basarlar (25 Nisan 1909). Abdülhamid Han muhafızlarının ısrarına rağmen kan dökmez, Hareket Ordusu denen başıbozuk güruhu kırmaz. Ama bunlar saldırgandırlar, Yıldız'ı yağmalamakla kalmaz, kütüphaneleri dağıtır, fotoğraf arşivlerini sokağa saçarlar. Bilahare içinde tek Türk bulunmayan bir heyet Abdülhamid Han'a "hal" kararını bildirir, sultanı yaka paça Selanik'e getirir, Alatini köşküne tıkarlar. Efendim Tahsin Paşa zamanında devlet malını zimmete geçirdiği için tenzili rütbe olan paragözün tekidir. Padişahın da kibarlığı işte... Bu adi cürme bile "ihtilastan menkub" gibi ağdalı bir isim takar, kabahatini yüzüne vurmaz. Hırsıza "hırsız" demekten hicap duyar. İttihatçılar sırf padişaha garez besliyor diye ol Tahsin'i Selanik Kolordu komutanlığına oturturlar. Tahsin Paşa ve avanesi ellerine düşen Sultanı bunaltır. Balkona bile çıkmasına müsaade etmez, üzerinde atış talimi yaparlar. Padişahın gazete mecmua okuması kesinkes yasaktır, musahiplerini de (sohpet arkadaşlarını) mahzenlere kapatır, dünyadan bi haber bırakırlar. SİYASET KIŞLADA Diplomasi ihtisas işidir, Abdülhamid Han dünyanın dört bir yanından gelen bilgileri derler toplar, hassas dengelere oynar. Mesela Balkan milletlerinin arasındaki kilise meselesini bilerek gündemde tutar. Kilise, manastırlar (ve onlara ait gayrimenkuller) genellikle Rumların elindedir. Sırplar, Bulgarlar bundan hiç hoşlanmaz. Gel gelelim İttihatçılar acemice işler yapar, düşman kardeşleri bir araya getirir, el sıkıştırırlar. Münakaşaya sebep olan kiliseyi en kalabalık guruba verir, diğerlerine devlet kesesinden kilise yaparlar. Eh ihtilaf bitince adamlar rahatlar, kafa kafaya verir Osmanlıya karşı ayaklanırlar. Rusya bir yandan ittifakı destekler, bir yandan da Babıaliye "Ben kefilim" der, "Balkanlarda savaş mavaş olmayacak!" Eski Hariciye Nazırı Asım Bey, Meclis-i Meb'usanda; "Balkanlardan imanım kadar eminim harb ihtimali yok" derken yeni Nazır Ermeni Gabriel Noradingiyan bildiklerini saklar. Başbakan Sait Paşa "Balkan Hükümetleriyle iyileşen münasebetlerimizden" dem vurup, Venizelos ve Sazanof'a övgüler yağdıradursun adamlar hazırlıklarını tamamlar. Le Tamps gazetesi Bulgar-Sırp anlaşmasını çarşaf çarşaf manşete taşırken, bizimkiler uyurlar. 120 Tabur talimli ve donanımlı askeri terhis eder, yetmez gibi 35 taburu da Yemen'e yollarlar. Bakın şu gaflete ki, Hükümet Sırbistan'ın Avrupa'dan satın aldığı silahların Selanik Limanı'ndan Belgrat'a sevkinde bir beis (!) bulmaz. Türkler asker bir millettir, evet bir cihat çağırısı ile yeni ordular kurulabilir. Ancak kışlaya siyaset girmiştir, subaylar cepheyle ilgilenmez, padişahları kovunca kime yaslansak, hangi rejimi oturtsak sualine cevap ararlar. Aralarında gruplaşırlar. Mektepliler, alaylılardan hoşlanmaz, redifler kurmaylara takar. Yok zadeganlar, yok halaskar zabitan... "Bizdendir işini yap", "salla gitsin yaramaz" çekişmeleri ayyuka çıkar. Savaş yayıldığında subaylar hâlâ politika konuşmaktadırlar, halbuki mevziler dağılmış, ricat başlamıştır çoktan... YA RABBİ KAHHAR ADINLA Selanik... Alatini köşkü... Gece yarısı Abdülhamid Han'ın kapısı çalınır. Muhafız Kumandanı Rasim Bey "Hazırlanın" der, "yolculuk var!" - Hayırdır İnşallah! - Sizden saklandı efendim, şu anda dört düvelle harp halindeyiz. Selanik düştü düşecek, yarına çıkmaz... - Dört düvelle mi? Kim bunlar? - Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan. - Nasıl birleşirler, aralarında kilise kavgaları var. - Meclisi mebusân ve Ayan bu ihtilâfı hâlletti. Başımıza böyle işlerin açılacağını kim bilebilirdi ki? Sabah sizi gemiyle alacaklar, haberiniz ola! - Hayır! Selanik, İstanbul'un anahtarıdır. Bana bir tüfek verin, asker evlatlarımla şehri koruyacağım! Gidin kumandanınıza söyleyin, buradan ancak cenazem çıkar! İyi de ona fikrini soran yoktur ki, esir muamelesi yapar, getirdikleri gibi ite kaka İstanbul'a yollarlar. Sultan "Allah-ü teala bu felakete sebeb olanları Kahhar ismiyle kahretsin" der, "Devleti batırdılar!" Ağlamaklıdır, teessürünü saklayamaz. ORGANİZE İŞLER BUNLAR Halbuki Selanik'te kaybedilmiş bir şey yoktur henüz, düşman şehre girebilir ama göze alınamayacak zayiatlar verdikten sonra... Balık baştan kokar. Eğer bir komutan teslimden konuşuyorsa, işin çivisi çıkar. Nitekim emir komuta zinciri kopar, erler techizatı ve cephane sandıklarını arazide bırakır dağılırlar. Hatta top arabalarının koşumlarını keserler, atlara binen kaçar. Türk ordusu böyle bir zillete tarihi boyunca düşmemiştir, durun yapmayın diyenler de saldırıya uğrar. Sırp, Yunan, Bulgar kuvvetleri için de durum parlak değildir aslında. Hava soğuk, zemin ağırdır. Çamurda yatmaktan bıkmış usanmış, insanlıktan çıkmıştırlar. Kolera veba yaygındır, bakteriler baruttan fazla can yakar. Hepsi bir yana başlarında zafere inanan bir komutan yoktur, bıkkındırlar. Öyle ya savaş savaş nereye kadar? Denge politikasının hâlâ şansı vardır. Bulgarlar Ege'ye açılabilmek için Selanik'i çılgınca arzulamaktadırlar ki bu güç Rumlara karşı kullanılabilir pekâlâ. Ama Tahsin Paşa şehri Yunan'a teslimde kararlıdır ve bunu bir an önce yapar. Bulgar ordusu yaklaşmadan... Düşman şehre girerken askerimize istirahat emri verir, adeta misafir gibi karşılar. Evet! 97 yıl evvel böylesi bir 9 Kasım günü Selanik teslim edilir, üstelik dişe dokunur bir şey koparılmadan. 70 modern top, 70 bin tüfek, milyonlarca mermi, 1200 hayvan ve daha kullanmaya fırsat bulamadığımız tayyareleri düşmana bırakırlar. 25 bin er ve bin subay teslim olur. 15 bin er firar eder ya da bulunamaz. Bütün bunlara karşı lütfedilen şeyler komiktir, yok efendim subaylara kılıç taşıma hakkı bağışlanmış da filan... 470 yıllık Türk hâkimiyeti bir anda biter. Rumlar yollara dökülür, kızlar balkonlara... Çiçek atan atana. Caddelerde haçlı flamalar, mavi mavi bayraklar... İşin acı yanı bazı Yahudiler de galipleri alkışlar. Kral öldü yaşasın kral! Gidene ağam, gelene paşam! Yunan Veliahtı Konstantin'in yayınladığı bildiriye göre Osmanlılar serbest kalacak, şer'i mahkemeler işine devam edecektir güya... Rumlar verdikleri hiçbir sözü tutmaz, sakin geçen bir günün ardından yağma, cinayet ve tecavüzler başlar. Din hürriyeti lafta kalır, hoca efendileri sallandırır, camilere çan takarlar. Taşkınlıklar Kölnische Zeitung muhabirinin bile canını sıkar. "Rumlar Haçı kana boyadılar" der, "İnsanlık bu mu acaba?" Yunan hükümeti iaşesini taahhüt ettiği Osmanlı askerlerini aç bi ilaç bırakır. Çoğu vefat eder, fırsatını bulan kaçar. Firarlar domino taşı etkisi yapar, diğer birliklerin de moral ve disiplinini bozar. Panik sari hastalık gibi yayılır, mevziler boşalmaya başlar. Hasılı Selanik'in teslimi ile Garp Ordusu çöker, Edirne bile elden çıkar. AL RUM'U VER TÜRK'Ü Yunanlılar o hızla Bozcaada, Limni, Somatraki ve Taşoz adalarına da el koyar, bırakın itirazı kınayan bile çıkmaz. Çok tuhaftır Selanik misak-ı milli sınırları içine de alınmaz. Halbuki havalide çok miktarda Türk yaşamaktadır. Dedelerimiz bazı kasabalarda ezici ekseriyeti ellerinde tutmaktadırlar. Kavala, Serez, Drama... Yenice Vardar sonra... Bazı köyler beldeler % 100 Türk'tür. İdare değişebilir ama kendileri gibi kalmakta kararlıdırlar. Onları da "mübadele" denilen ucube karar yıkar. Hariciyecilerin "lanetli çözüm" diye andığı mübadele, tehcirden beter bir uygulamadır, iki taraflı can yakar. Fikir fitneci İngiliz'den çıkarsa da, teklif "ulus devlet peşinde koşan" Ankara ve Atina hükümetlerine cuk uyar. Az olsun benden olsun! Devlet dediğin büyük düşünür, kabileciler içlerine kapanırlar. İyi de Orta Anadolu'dan apar topar toplanıp Yunanistan'a yollanan Ortodoks vatandaşlar Türk asıllıdırlar. Alpaslan'dan 3 asır önce Orta Asya'dan gelen Karamaniler şaşkındır, "bizi gâvura niye veriyorsunuz" diye sorarlar. Bakın şu işe ki aradan dört kuşak geçmesine rağmen hâlâ Türkçe konuşuyor, hâlâ kuru fasulye pişiriyor, baklava börek açıyorlar. Helenlerle Pontuslarla kaynaşıp karışmadılar... İsterseniz bu mübadele işini bir başka yazıya bırakalım. Sadece ninemden dinlediklerimi aktarsam yeter de artar, inanın dizi çıkar... Ha bu arada Yahudileri unutuyoruz. Onlar da ikiye ayrılır. Bir kısmı aramıza katılır (malum Sabetaycılar Müslüman adı taşır) Türkiye'de el üstünde tutulur, Laik Cumhuriyetin kuruluşunda vazife alırlar. Bir kısmı da Yunan'a sokulur ve hayatının hatasını yapar. Rumlar Yahudileri baskı altına alır, bunaltırlar. 25 bin kadarı, Selanik'ten kaçar kurtulur. Kalanları (46 bin kişidir) Cihan Harbinde Nazilerin insafına bırakırlar
GDO'nun şaibeli milyarderleri
15 Kasım 2009 01:00
"Petrolü kontrol ederseniz ülkeleri yönetirsiniz; ama yiyeceği kontrol ederseniz, halkları da yönetirsiniz" ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger Bir ara İskandinavyalı geyikseverler kurtlara takıyor. Nerde parçalanmış bir ceset görseler heyheyleniyor, çatal boynuzluları korumak ve kollamak uğruna sürek avı düzenliyorlar. Degav degav degav! Urun kurtlara! Alayının bacağına ip bağlayıp sürüyor, postlarına ot dolduruyorlar. Sözüm ona ormanda huzur ve güven ortamı tesis ediliyor. Sonra? Sonra olan oluyor. Kış gelince vadiler dolusu geyik ölüsü buluyor, buna bir mana veremiyorlar. Ortalık leşten geçilmiyor. Bir ufunet, bir ufunet... Hastalıklar kapıya dayanıyor. Oturup inceliyor ve geyiklerde hiyerarşinin çok önemli olduğunu öğreniyorlar. Sürünün yaşlı erkekleri dururken gençler çiftleşmiyor. Eh ihtiyar babadan gelen yavrular da kışı çıkaramıyor. Hadiseyi çözdünüz di mi? Kurtlar yaşlıları ortadan kaldırıyor ve geyik nesline büyük bir iyilik yapıyor. * * * Efendim müteşebbisin biri küçük bir adada turistik tesis açmaya kalkıyor. Gelgelelim martı çığlıkları canını sıkıyor. Sabahlara kadar, cak cak cak! Biri akıl veriyor. "Birkaç tilki getir, barınamasınlar!" Öyle yapıyor ve hakikaten martılar uzaklaşıyor. İyi ama o günden sonra ortalık fıkır fıkır yılan kaynamaya başlıyor. Yapılacak şeyi biliyor artık. Tilkileri gönderiyor, martılara kucak açıyor... * * * Bir Fransız firması alakart restaurantlarda sunmak üzere iri kurbağalar isteyince yörenin Hintlileri sazlıklara koşuyor.. Bilmem kaç tanesi şu kadar franktan, sat, sat, para... Gel gelelim kurbağalar azaldıkça sinek ve haşerat artıyor, tahammül edilmez raddelere varıyor. Kullanılan kimyasallar yüzünden sular zehirleniyor, toprak kirleniyor, kaldırdıkları pirinç ellerinde kalıyor. Şimdi yeniden kurbağaları bekliyorlar. Gözleri ufukta... * * * Adamcağızın biri kozasından çıkmak için çabalayan bir kelebeği seyre dalıyor. Hayvancık saatlerce uğraşıp didinince dayanamıyor, çakısı ile kozanın ağzını yırtıveriyor. Ancak kafesinden kolayca çıkan kelebek uçamıyor, kaçamıyor, çiçeklere koşamıyor. Kanatları buruşup kararıyor. Meğer sır deliğin inceliğinde imiş. Kelebeğin vücudundaki mayiler ancak o çaba ile yayılabiliyor uçlara. *** Bundan 20 yıl kadar evvel Batılı ilaç firmaları anne sütünü "aratmayacak" mamalar yapmış "emzirmektense kaşıkla besleyin, doya doya yesin gelişsin" teorisini savunmuşlardı. Lakin bütün seri katiller, psikopatlar emzirilmeyen çocuklar arasından çıkınca şafak attı. Anne göğsünden sadece süt değil, merhamet, şefkat, aktığını da anlayabildiler sonunda... * * * Ben yabani hayatı çeken kameramanlara çok kızardım bir zamanlar. Şimdi büyük kedinin biri güzelim ceylanı gözlerinin önünde deviriyor, hiç karışmıyorlar. İnsan hareket mareket yapar, hışt hoşt der en azından. Elleri belinde seyrediyor, parmaklarını bile oynatmıyorlar. Doğrusu buymuş oysa... SİLAHSIZ SAVAŞ Lafı GDO'ya getireceğimi anlamışsınızdır. Sahi durup dururken organizmaların genetiği niye değiştirilir? Korkarım birileri yine dengelerle oynuyor. Muhaliflerin yazdıklarına bakarsanız GDO'lar hem bitki çeşitliliğini bitiriyor, hem toprağı kendine bağlıyor. Hani Sapanca Gölüne piranha salmak gibi bir şey. Girdikleri yerde hakimiyetlerini ilan ediyorlar ve çarklar sadece tohum üreten üç beş firma için dönüyor. Efendim balık geni eklenince domatesin mukavemeti artacakmış. Yüzgeçleri de çıkar mı bilmiyorum ama ihtimal içimizden birilerinin nesebi kuruyacak, bazılarımız da kanser olacak. Eee ekmesinler öyleyse... İşte o, o kadar kolay değil, adamlar üçüncü dünya ülkelerini ikna (!) için her yolu deniyor, sopadan anlayana sopa gösteriyor, paradan hoşlanana para veriyorlar. Projeye "Yeşil Devrim" gibi albenili bir isim takmış, Afrika ayağına bizzat Kofi Annan'ı oturtmuşlar. Eğer gelişmelerden bihuzur olanları dinlerseniz oyun büyük. Bu sayede Asya ve Afrika "savaşsız silahsız insansızlaştırılacak", Kuzey Amerika ve Batı Avrupa'da organik gıdalarla beslenen bir avuç mutlu azınlığa ise bomboş ve çok zengin bir dünya kalacak! Efendiler yeryüzünü yeniden keşfetmenin tadına varacaklar. İşte o mesud günler için Norveç'te Spitsbergen adasında bir dağın altına muazzam bir Tohum Bankası kurdular (Svalbard), her çeşit nebat için kafi miktar tohum tedarikleyip sakladılar. Bin yıl bile geçse bozulmayacak şartlar sağlandı, kapıyı kapattılar. Hadiseye biraz daha ılımlı yaklaşan uzmanlar... "GDO macerasının nerede duracağı belli olmaz, elimizin altında böyle bir depo olmasında yarar var" diyorlar... HANİ MAZİLERİ TEMİZ OLSA Sahi böyle bir şey olabilir mi? Ben inanırım valla. Sen işini kış tut da... Batılılar senin benim gibi düşünmez, kul hakkına inanmazlar. Onlara göre "ötekiler", sömürülebilir, kullanılabilir, öldürülebilir de icabında. Bu GDO meselesi de mıştırıklı... Arkasında sabıkalı isimler var zira. Bush'un Tarım Bakanı Ann Veneman ile Savunma Bakanı Donald Rumsfeld hiiiç itimat telkin etmiyor meselâ. Bu işle iştigal eden firmaların dosyaları kabarık. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan bombaları, Vietnam'da kullanılan kimyasalları (Agent Orange) üretmekten tutun da, tetanos aşısı dümeni ile Nikaragua ve Filipinler'de kadınların üreme kabiliyetlerini durdurmaya kadar... Hepsi bir yana, projenin masraflarını "nüfus eksiltme planları" ile tanınan Rockefeller Vakfı'nın üstlenmesi mide bulandırıyor. Rockefeller Vakfı bir zamanlar engellileri imha edip, insan neslini ıslaha kalkan Kayzer Wilhelm'in biyologlarına imkan sağlamış, "öjenik" adlı lanetli teoriye omuz çıkmıştı. Zikrolunan vakıf bugün Yahudi asıllı Henry Kissenger'in direktifleriyle çalışıyor. ÖRTÜLÜ SÖMÜRÜ YOLDA İşin tuhaf yanı GDO sanıldığı gibi verim artışı da sağlamıyor, daha az ilaca, daha az gübreye ihtiyaç duyduğu da kocaman yalan. Böyle bir şeyi niye yapsınlar ki? İlaç ve gübre satıldıkça petrolcüler kazanıyor. Bu GDO'lu tohumlar bizi hangi kılığa sokacak henüz meçhul, lâkin yapılan deneylerde fareler farelikten çıktılar. Hayvancıklar tel tel döküldü ve üreme kaabiliyetlerinden oldular. Yine GDO'cuların "dünyayı kurtaracağız" iddiası ile ürettikleri "altın pirinç" piyasaya verilemeden imha edildi, çünkü nergizden aldıkları genler yüzünden zehir kusuyor. Malum Hibrit tohumlar da önce hayal kurdurtmuş, sonra saç baş yoldurtmuştu. Küçük çiftçiler birkaç yıl iyi mahsul aldılar, şimdi ilaca ve gübreye verdiklerini bile çıkaramıyorlar. Toprağından vazgeçenler gidip büyük şehirlere sığınıyor. İşte bu işsiz yığınlar ucuz emek peşinde koşan sanayi baronlarının işine geliyor. Eisenhower'in Tarım Bakan yardımcısı John H. Davis ellili yıllarda "Zirai üretimde kontrolü aile çiftçisinin elinden almalı, şirketlere sunmalıyız" demişti ki aynen o yapılıyor. ABD'yi şirketler yönettiği için GDO "no prablım!" Zaten Monsanto, DuPont, Daniel Midland, Cargill gibi devlerle takışabilecek bir merci bulunmuyor. Basının lakaytlığına bakılırsa siyonistler de işin ucundan tutuyor. Off içim karardı... Hikâyemize dönsek iyi olacak. Rockefeller ve Bill Gates, Norveç'teki Spitsbergen adasında buzlarla kaplı bir dağın altına muazzam bir Tohum Bankası kurdu. Amerika'da itibarlı holdinglerin devasa gökdelenleri olur. Rockefellerlar da teamüllere uyar. VARYEMEZ AMCA ROCKEFELLER Amerikan halkının "tekelcilerin kralı, yolsuzlukların babası, petrolcülerin çarı, tiksinilen iş adamı" diye andığı John D. Rockefeller'in iş hayatına nasıl atıldığını anlatmıştık bir ara. Yalnız şu kadarını hatırlatalım, 1839 tevellüdlü J.D. Rockefeller dünyanın en büyük tekelini kurduğunda 43 yaşındadır daha... JDR girdiği sektörde tek olmaya bakar, ne yapar yapar rakiplerini köşeye sıkıştırır, çanlarına ot tıkar. Evet ABD'de anti tröst yasaları vardır ama Rockefeller için çalıştırılmaz, icabında siyasileri yemler, işine bakar. JDR çok kazanır, kazandıkça hırsı artar. Bir seferinde buğday yüklü teknesini yola çıkarmıştır. 150 dolarlık bir sigorta masrafı vardır ama yaptırmaz. Bakın şu işe ki o akşam Erie Gölü üzerinde fırtına kopar. Bu köhne tekne dalgalara dayanamaz. Rockefeller sabaha kadar giden paracıklarına yanar. Malı kurtarmanın tek yolu vardır, sigortacıyı kazıklamak. Sabah ilk işi ortağı George Gardner'ı sigortacıya yollamak olur. Gardner becerikli bir adamdır, alttan girer üstten çıkar, bir şekilde adamı bağlar. Müjde vermek için büroya döner ama poliçeyi gören Rockefeller yüzünü gözünü tırmalamaya başlar. Diyeceksiniz ki "Niye?" Az evvel gelen telgraf, geminin kazasız belasız menziline vardığını bildirmektedir zira. Hiç yoktan yatırdığı 150 dolar yüreğine oturur, evlad acısı gibi koyar. VAKIF PARAVANA JDR alkol yasağını var gücü ile destekler. Sakın müskirata karşı olduğunu filan sanmayın. Alkol dediğin, yer altına inince "para" yapar. JDR Vanezuela'daki petrol sahalarından Kızılderilileri sürüp çıkarırken, çok can yakar. Eğer Lâtin Amerika'da sol bu kadar güçlü ise onun da vebali var. Rocky petrolden büyük kazanır ama gözü doymaz, emlak, turizm, sigorta gibi alanlara da atlar. Bankalar, borsalar... Yeni yeni maceralar. Doktorları bakarlar ihtirastan gidecek, kenara çekilmesi yönünde tavsiyede bulunurlar. Rockefeller denileni yapar, bir vakıf kurar ve kendini hayır işlerine (!) adar... 1910-1937 yılları arasında tartışmasız dünyanın en zengini olan Rockefeller kurduğu vakıfla üçüncü dünya ülkelerine el atar. Gücünü kullanır, iktidarları sallamaya başlar. Vârisleri de dedelerinin yolunda gider hem Bilderberg toplantılarına yön verir, hem de TR (Triletateral Komisyon) ve CFR (Counsil on Foreign Relations) temelini atarlar. Bu örgütler "devletlerin de üstünde bir dünya devleti" için çalışır, "boğanın gözünü" (kendi tabirleridir) aileden gelenlere ayırırlar. Yine Rockefellerlar "Good Club" çatısı altında dolar milyarderlerini bir araya toplar ki Bill Gates, Warren Buffett, Oprah Winfrey, Ted Turner, John Morgridge ve George Soros gibi ünlüler göze batar. Kulüp üyeleri her yıl değişik konulara odaklanır ama değişmeyen bir gündem maddesi vardır: "İslam ülkelerindeki nüfus artışını sınırlamak!" Gün gelir Rockefeller Vakfı, Beyaz Saraya strateji üretmeye (tink tank) başlar. Genelde perde arkasında durur ama Irak, Afganistan ve değişen Çin hakkında araştırma yapanlar onu karşılarında bulurlar. Petrol, arazi ve su üzerine çıkarılan ne kadar savaş ve turuncusundan moruna ne kadar devrim varsa alayına parmak atar. Sandalye tekmelemeler, ayak kaydırmalar... Medya ile araları gaayet iyidir, JDR bir konuşmasında "sırlarımızı deşifre etmedikleri için basınımıza minnettarız" dese de "Gizli Dünya Devleti" adlı kitabıyla kendini ele verir. Satır aralarından komplo teorisyenlerine hayli malzeme çıkar. Bir zamanlar petrol sektörü külliyen Shell, Bp, Mobil, Exxon, Texaco, Gulf ve Chevron'un elindedir. Ki onlara "Yedi Kız Kardeşler" denir. (Son beşi Standart oil'in türevidir, yani Rockefeller'ın uhdesindedir). 4 BIÇKIN, 7 BACIYA! Ancak son yıllarda Rus Gazprom, Kazak Lukoil, Çinli CNPC ve Brezilyalı Petrobras da hızla büyüdü ve bu 4 delikanlı, 7 bacıları taciz ediyor. Maymun gözünü açtı artık, yarın kaynanalar, görümceler de çıkacak karşılarına. Türkiye Petrolleri sınır ötesine taşıyor mesela... Ve son bir bilgi... Birkaç hafta evvel ajanslara düşen Massachusetts mahreçli haber dikkatinizi çekti mi bilmem? Rockefeller & Co CEO'su ve Başkanı James S. McDonald (ailedendir), Boston kentinin 80 kilometre güneyinde ölü bulundu aracında. Bristol savcısı Gregg Miliote'a göre beynine sıkmış. Açıkça intihar! Dışardan bakarsanız bir eli yağdaydı, bir eli balda... Derdi neydi acaba?!. Çeşitli çap ve ebatlarda GDO'lu patatesler. Hadi pişirin yiyin, canınız çekiyorsa...
AFGANLININ ÇİLESİ BİTMİYOR
10 Aralık 2009 01:00
GÜNDEMİN YENİ ADRESİ AFGANİSTAN -1- İRFAN ÖZFATURA GÜNDEMDEKİ ÜLKEYİ GEZDİ VE YAZDI Hiçbir gücün bugüne kadar tutunamadığı ülke; açlık ve sefalet içinde. Başkent Kabil bile tel tel dökülüyor Karzai döneminde Afganistan'a 30 milyar dolar girdiği söyleniyor ama ne bir tesis açılmış, ne bir asfalt atılmış, başkent Kabil tel tel dökülüyor. Afganistan'da dünyanın en mazlum, en mütevekkil, en mütebessim insanları yaşıyor, içinde bulundukları nahoş şartlara aldırmıyorlar... Takdim Obama'nın yeni Afganistan stratejisi. Türkiye'den yollanacak askerler... Bir dönem daha koltukta kalan Karzai ve masaya çağrılması beklenen Taliban... Sanırım önümüzdeki günlerde Afganistan gündeme oturacak. Yazarlar, akademisyenler hadiseye değişik açılardan bakıyor, derin tahliller yapıyorlar. Dış politika ciddi bir iş. Bilgi, birikim ve tecrübe gerektiriyor. Biz yorumdan ziyade gördüklerimizi duyduklarımızı aktarmaya çalışacağız. Umarım konuyla ilgilenenlerin işine yarar. Yola çıkarken endişeli değildim desem yalan olur çok kötü anlatılan bir memlekete gidiyorum zira... O gün İstanbul nasıl sisli, gece 23.55'de yapılması gereken sefer ertesi gün 14.30'a sarkıyor. Banklarda yatmaktan boynumuz belimiz tutuluyor. Sabırsız yolcular yetkilileri sıkıştırıyor, yer yer tartışmalar yaşanıyor. Afganların sert mizaçlı olduklarını sanırdım, halbuki neşeleri yerinde görünüyor. İçinde bulunduğumuz ağlanacak durumu umursamıyor, anlatıyor da anlatıyor, kıkırdaşıp duruyorlar. İlk intiba müspet... Belki ölçü değil ama "gülen" insanlar "güven" veriyor. Sefer duasıyla Nihayet Afgan Ariana hava yollarının Türklerden kiraladığı tayyareye biniyor, kemerleri bağlıyoruz. Pilot mikrofondan sefer duasını okuyor. Yolcular da katılıyor, eller yüzlere sürülüyor. Yanımdaki genç iş adamı ile dost oluveriyoruz. Adı Muhammed, kitap kırtasiye işi yapıyor. Tacik asıllı ama Türkçe konuşabiliyor. "Bayramda Kabil'de mi olacaksınız" deyip ekliyor: "Evim Hayırhane mahallesinde gelin misafirim olun. Allah ne verdiyse yeriz, iyi kötü bir döşek sereriz." Teklifinde samimi, çıkarıp telefon numarasını veriyor. Gideceğimden değil ama içim rahatlıyor. Ve mevzu gelip dayanıyor, "n'olacak bu Afganistan'ın hali" sorusuna... Muhammed acı acı gülüyor "Afganistan önemli bir coğrafya" diyor, "Babürşah buradan hareketle bütün Hindistan'ı, Bengal'i aldı, taa Çin sınırına dayandı. Gürganiye devleti tam 8 asır yaşadı. Oku tarihi göreceksin, Afganistan'da hiç bir emperyalist güç dikiş tutturamadı. İskender geldi dayanamadı, Cengiz girdi tutunamadı, İngiltere İngiltere olduğu yıllarda en acı yenilgisini aldı. SSCB dünyanın iki devinden biriyken batağa saplandı ki Amerika'nın da kalacağını sanmam. Bak sana ne diyeceğim İrfan Kardeş Afganistan'da Afgan tazısı, Afgan halısı, Afgan pilavı bulabilirsin ama kendine "Afganlıyım" diyen birini boşuna arama. Peştun Peştunum, Tacik Tacikim, Özbek Özbekim, Türkmen Türkmenim der. Beluci, Hazara ona keza... Biz ümmet olduğumuz yıllarda Asya'yı yönettik, ne zamanki kavmiyetçiliğe başladık, manzara ortada! Burası önemli bilahare gireceğiz detaya... KÖR KARANLIKTA Kabil'e gece yarısı iniyoruz. Ayaz çıkmış, içimiz ürperiyor. Bir araba kiralayıp adresi veriyoruz. Cadde lambaları yok, dükkanlar kapanmış tek ışık sızmıyor. Yollar delik deşik, araba sandal gibi sallanıyor. Ve korktuğumuz başımıza geliyor. Şoför kalacağımız şantiyeyi bulamıyor. İyi de kime yol sorulur? Ortalıkta bir Allah'ın kulu görünmüyor. Uykumuz var ve üşüyoruz, çamur diz boyu araba patinaj yapıyor. Ortalık zifiri zindan, binalar hayalet gibi üstümüze üstümüze geliyor. Son sekiz yılda Afganistan'a 30 milyar dolar girdiğini biliyoruz, bu kadar parayla hiç iş yapamamak inanın daha zor, güzelim Kabil tel tel dökülüyor. Uzatmayalım kalacağımız misafirhaneyi buluyoruz ve herkes yattığı yeri beğeniyor. İSTANBUL NE Kİ? Ve sabah... Sakin saatte çıkıyoruz güya. Düşüyor muyuz saç baş yolduran trafiğin tam ortasına... Kabil de trafiği katleden iki şey var. Biri çukurlar diğeri de Amerikalılar! Ki yaptıkları hareketlere seviyesiz bile diyemeyeceğim, çukurdan da çukurlar. Kabil 30 yıldır savaş yaşayan bir şehir ve hiç bakılmamış. Yıllar evvel isabet alan binaların molozları öölece ortada duruyor. Tamam lagayı, yamayı anlarım da yol ortalarında derin ve manasız delikler olmasa. Allah muhafaza tekerleği bir kaptırsan araba takla atar. Hava kuruysa toza bulanıyorsunuz, yağmurluysa çamur belinize çıkıyor. Polis sureta vazife yapıyor, şoförler şapkalıları sallamıyor. Bir iki sembolik lamba var ama alına yeşiline bakılmıyor. Arabaların % 90'ı Toyota geri kalanı da Nissan, Mazda, Honda... Bizim yollarımızda arzı endam eden markaların esamisi okunmuyor. Belli ki Pakistan'dan çok miktarda vasıta girmiş, çünkü bazılarının direksiyonları ters tarafta. Şoförün sağda oturması önemli değil de minibüsler sol kapılarını açıp müşteri çağırmasa... KÜRK MESELESİ... Eğer altınızda bir Land Crusier varsa kontrol noktalarında durmadan geçebilirsiniz. Yok kör topal bir araba tuttu iseniz sıkça çevrilirsiniz. Bu yüzden yemiyor içmiyor bir Toyota jip ediniyorlar. Sandığınız gibi pahalı da değil. Dubai'de ikinci ele düşenler burada 10-15 bin dolara gidiyor. Hele şöyle arması altın kaplamalı olanlardan uydurduysanız imparatorsunuz, sıkıysa selam durmasınlar! Sanırım araç muayene ve egzost pulu diye bir dertleri yok, arabaların büyük ekseri yağ yakıyor. Yol boylarına seyyar tamirciler yayılmış. Sadece çıkma lastik değil müstamel krank mili bile satılıyor. Hurdalar itina ile parçalanıyor son vidasına kadar değerlendiriliyor. İnsanlar munis, trafikte beklemesini biliyor, birbirlerine bağırmıyor, çağırmıyor, siz buyrun işareti yapıp yol gösteriyorlar. Onlar da arabalarını çıkartmalarla, fosforlarla süslüyor, kamyonların arkasına "yılan avlayan kartal" resimleri çiziyorlar. Şehirlerarası ulaşım otobüsçülerden soruluyor. 303'ler tekerlekli roket gibi, 600 kilometrelik Kabil Şıbırgan yolunu (ki arada Saleng geçidi gibi bir korku filmi var) 6 saatte alıyor, rekor denemeleri yapıyorlar. Zaten yeryüzünde ulaşımı otobüse havale eden dört ülke kaldı: Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan. GÜLÜYORLAR AĞLANACAK HALLERİNE Afganlıların sert mizaçlı olduklarını sanırdım, halbuki neşeleri yerinde görünüyor. İçinde bulunduğumuz ağlanacak durumu umursamıyor, anlatıyor da anlatıyor, kıkırdayıp duruyorlar... HA GAYRET! Afganistan'da en ucuz şey insan. Garipler tonlarca yükün altına giriyor, ekmeklerini bileklerinin hakkı ile kazanıyorlar. MİNİBÜSÇÜLER SULTAN Kabil raylı sistemle tanışmamış bir kent. Belediye otobüsleri nazlı, tramvay yok, metronun hayali bile kurulmuyor. Yükü minibüsçüler omuzluyor, arı gibi çalışıyorlar. TESADÜF DEĞİL Resimde 6 araba görülüyor hepsi Toyota... 16'da olsa farketmez zira japonlar tek kale maç yapıyor. Afganistan iyi bir gösterge arabanın dayanıklısı burada belli oluyor. RAKİBİ HAVA YOLLARI Afganistan kaptanları arabaların arkasına "rakibim hava yolları" yazıyorlar mı bilmem ama Demiryolu ve Denizyolu ulaşımı yok. Otobüsler nefes nefese yollara düşüyor.
Sosyete giysisi Burka
11 Aralık 2009 01:00
GÜNDEMİN YENİ ADRESİ AFGANİSTAN -2- Hazırlayan: İrfan Özfatura TEK MODEL YEK FİYAT Burka, ucuz ve kolay ulaşılabilen bir kıyafet. Gelir dağılımında uçurumların olduğu ülkede, zengini fakiri ayırt edilmiyor. Afganistan'ı ne İngiltere, yıkabildi ne de Rusya... Ama bir film, iki roman... İtibar ayaklarda. Ne kadar uğraşırsan uğraş "sen osun artık." Adın çıkmış dokuza... Aslında şöhret peşinde koşan yazarların, yönetmenlerin sıkça kullandıkları bir yol bu. Eğer kendi insanına, kendi toprağına ve kendi değerlerine saldırabilirsen ödülün dünden hazır, röportajlar, söyleşiler, kapak resimleri ve dilediğince para... Afganistan denince akla Osama adlı film ile Uçurtma Avcısı adlı roman geliyor, ikisi de hadiselere Amerikan gözlüğü ile bakıyor. Bir zamanlar İranı "Kızım Olmadan Asla" filmi ile bizi ise "Geceyarısı Exspresi" ile değerlendiriyorlardı. Kendi hikayenizi yazmadığınız, kendi filminizi yapmadığınız müddetçe bu hep böyle olacak, adamlar tek kale maç yapacaklar. Topla tüfekle giremedikleri mevzileri ele geçirecek, kardeşi kardeşe kırdıracaklar. Ne dersiniz bir Afganistan romanı da biz mi kaleme alsak acaba? Yazdan kalma bir Kasım günüydü, sararan yapraklar ıslak kaldırımlara düşüyorlardı usulca... "O kadar da değil" dediğinizi duyar gibiyim, "sulandırma!" BAŞINA BURKA KADAR Malum cenah bir burkadır tutturmuş gidiyor, yok Taliban Afgan kadınlarını hapsetmiş de filan. Halbuki şu an öyle bir mecburiyetleri yok, burkadan niye vazgeçmediler acaba? Burkanın aslını astarını Afgan kadın Parlamenter Şükriye Barakzai'den öğreniyoruz. Burka Afgan töresinde yeri olmayan bir kıyafetmiş aslında. 1960'lı yıllarda gün gün dolanan amir, memur, zabit hanımları, makyajlarını silmemek, kıyafetlerini değiştirmemek, için böyle bir yol bulmuşlar. Diyelim üzerinizde abiye bir elbise var, bilezikler, küpeler, gerdanlıklar. Boyanmış bezenmişsiniz, sürmeler, allıklar filan. Şimdi erkek egemen çarşılardan nasıl geçeceksiniz di mi ama? Halbuki at başına bir burka, baban bile tanımaz. Bu kıyafet erkeklerden saygı görüyor, kimse laf atmıyor, yan bakmıyor. Öyle ya içinden ananız bacınız da çıkabilir icabında... Derken yoksullar da özeniyor, yırtık hırkalarını yamalı fistanlarını burka altında saklıyorlar. Onlara sorarsanız büyük rahatlık ve sanıldığından da ferah. Neredeyse tamamı mavi ve kumaş kaliteleri üç aşağı beş yukarı aynı ayar. Üzerine zarif oyalar yapmışlar ve fiyatı yaklaşık on dolar. Peki Afganistan'da açık kadın yok mu? Onların açık ölçüsü başka, mesela Şükriye hanım da kendini açıklardan sayıyor ama başına Benazirvari bir şal atmadan yanımıza çıkmıyor. Dar ve kısa giyinen yok, "bakın bana" basitliğine asla düşmüyorlar. HAKİMİYET KADINLARDA Efendim Afgan erkekleri kadınları eziyorlarmış. Ne mümkün efendim parlamentonun % 25'i kadınlara ayrılmış, 250 sandalye olduğunu düşünürseniz kafadan 62 sandalye düşüyor. Ama bu rakamla da yetinmiyor, her zaman kotanın üzerinde temsil ediliyorlar. Mesela şu anda 68 hanım mebus var. Bakanlar var, generaller var, hekimler, öğretmenler var. Evet çalışma hayatının içinde olmadıkları vakıa. Zira ülkede sadece iki sektör ayakta. Biri silahşörlük (askerlik, gerilla, koruma) diğeri uyuşturucu kuryeliği, mafia... Geriye kalıyor, amelelik, ırgatlık, çobanlık. hamallık, seyyar satıcılık... Hanımefendiler nasıl yapacaklarsa? Kadınlar çalışsınmış... Yaaa evet... Erkeklere iş buldular da! YİĞİDE PATU GEREK Dilerseniz biraz da erkek kıyafetlerini anlatalım, haksızlık olmasın. Afganlılar yaygın olarak şalvar kamis giyiyor sırtlarını başlarını iyi koruyorlar. Omuzlara battaniyeyi andıran bir Patu atılıyor. Bu yün dokuma çok işe yarıyor, yerine göre yatak döşek, yerine göre sofra seccade oluyor. Sıkıştılar mı yüklerini patuya sarıp omuzlarına vuruyorlar. Her eve lazım, sarındınız mı yabancı olduğunuz anlaşılmıyor en azından. Patu taşımayanlar ise boyunlarına bir poşu asıyor, ağızlarını yüzlerini sarıyor, tozdan, buzdan korunuyorlar. Kafalarda mutlaka kalpak, papak ama dizden aşağı yalınayak.. Ayaklar serin, başlar sıcak! Hastalıktan kaçmıyor, çabuk çöküyorlar. Hastaneler per perişan, bebek ölümleri ortalama ömrü aşağılara çekiyor. (İstatistiklere bakılırsa 42 - 43 filan) AİLE AYAKTA Afgan erkekleri ailesine bağlı ve çocuklarına düşkünler, bilhassa kızlarını hoş tutuyor, bir dediklerini ikiletmiyorlar. KIZLAR KIYMETLİ Erkek çocuklar oynaya dursunlar dede küçük hanımı kucaklıyor. Yok kızlar eziliyor, horlanıyormuş... Manzara ortada... YUVAYI DİŞİ KUŞ YAPAR Afganlılar Hanımlarına ve çocuklarına çok düşkünler ve çok hoş tutuyorlar. Ufaklıklar babalarının sırtlarından inmiyor. Çarşıda pazarda gördüğümüz kadarıyla "hanımların dediği" oluyor. Evet yokluk fukaralık var ama bu da bir nimet, bardağa dolu tarafından bakarsan. Bir Afgan kadını bayram arefesinde aldığı iki metre bez, üç karış halıfleks ile mutlu olabiliyor. Ufak bir kağıtlı şeker miniklerin yüzünü güldürmeye yetiyor. Kadınlar çok kıymetli. Misal çarşıda arabanla bir adama çarpıp devirdin bir şeycik olmaz, hatta azarlayabilir üste bile çıkabilirsin. Ama bir kadına dokunduysan çıra gibi yandın, hafiften sendelese bile cezası 7 bin dolar. Halbuki memlekette 800 bin tane dul var, erkeklerin kıymetli olması lazım hesaba vurulursa... DUY DA İNANMA Ben Afganistan'a gelmeden evvel çocukların kağıtları iple bağlayıp top yaptıklarını sanırdım. Aldanmışım. Veledlerin elinde elektronik oyuncaklar... Sokaklarda "bing bing, vong" sesleri çınlıyor. Batılı kaynaklar Afganistan'ı korku filmi gibi tanıtıyor, her yazılarında Taliban'ın uçurtma, misket ve oyuncak bebekleri yasakladığını duyuruyorlar. Peki sekseğe, saklambaca, ip atlamaya neden mani olmadılar acaba? Meğer Afganlılar uçurtmayı bizim gibi uçurmuyor, en güzelini yapanı, en yukarı çıkanı alkışlamıyorlarmış. Veledler alçaklarda dolanan katil uçurtmalar ediniyor rakiplerinin uçurtmalarını yıtmaya çalışıyorlarmış. Bunun için iplerini tutkala sokuyor, sabırla öğüttükleri cam tozlarına bandırıyorlarmış. O heyecanla ip ellerini kesiyor, üstleri başları kana boyanıyormuş. Derin yarıklar, iltihaplı vakalar... Dahası bu hırçın oyun genellikle kavga ile sonlanıyormuş. Eğer bir, Özbek, Türkmen, Hazara çocuğu Peştun asıllının ipini kesti mi cıngar çıkıyormuş, buyrun karakola. Ha Taliban Modonna, Sipaydırmen, Süpermen, Heeman tasvirleri taşıyan uçurtmalardan da hoşlanmıyor o başka. Yoksa uçurtma dediğinden ne olsun, altı kağıt, üstü çıta... Misket ise bir nevi kumar, hırsları kamçılıyor. Yutan kabarıyor, yutulan ağlıyor. Kibir, gözyaşı, husumet. Yazık ya, çocuk bunlar... Gelelim bebeğe. Küçük hanımlar bizim Kayseri Soğanlı'da yapılan bez bebeklerle oynasalar göze batmaz. Ayağı şalvarlı, saçları örgülü, omzu destili modeller prim bile yapar. Ama bu barbi bebekler yok mu çocuğun kimyasını bozar. Yok Barbi gece elbiseli, yok Barbi yatak kıyafetli, Barbi mini etekli, Barbi bikinili, Barbi kotlu montlu, Barbi kadillaklı şevroleli... Resmen kültür emperyalizmi, el kadar bebenin kodlarına giriyor, tüketime özendiriyorlar. EĞİTİM ŞART Hataların yanlışlarına rağmen Taliban'ın özlenen icraatları da var. Mesela onların devrinde kanlı köpek ve horoz döğüşlerine müsaade edilmiyor. Bir horozun, diğer horozun ibiğini koparmasından ya da bir köpeğin öbür köpeği boğazlamasından ne zevk duyulur bilmem ama bu zulmün altında da kumar hastalığı var. Büyük paralar yatırıyor, bahis oynuyorlar. Yine Taliban'ın hakim olduğu dönemde emniyet "kesinkes" sağlanıyor, altın çuvalını sırtına vur yola çık, kimse dokunamıyor. Sonra sahipsiz sokak çocuklarını toplayıp, eğitime almışlar. En azından yıkanmayı, paklanmayı, diş fırçalamayı, tuvalet kültürünü anlatmışlar. Okuma yazma, sağlık, sıhhat bilgileri artık ne kadar olursa... Şimdi eğitim gibi bir mecburiyet yok, yeni yetmeler arka ceplerine Amerikan sigaralarını sıkıştırmış, jöleli saçlarını taraya taraya volta atıyorlar. Ne iş, ne güç, ne meslek, ne mektep. Korkarım bunlarla işleri var. Sokak çocukları gelişmiş ülkelerin bile başını ağrıtıyor... Bu diyarda daha da büyük problem. Zira uyuşturucu bulmak, fırından ekmek almak kadar kolay! Bütün bunlara rağmen Afganistan'ın geleceğinden ümitliyim. İnanın ülke dürüst bilgili samimi bir yönetimin elinde sıçrama yapar. Bu genç nüfusla 10 yıl içinde İsviçre olurlar da dünya şaşar.
.
Türk'ün dumanla imtihanı
12 Aralık 2009 01:00
Çarşıda dolanırken kâh mangal dumanlarının, kâh yemek buharlarının cazibe alanına giriyorsunuz. Patates, balık, börek, tatlı kızartanlar... Zaman müthiş bir şey... İlk gün şok olduğumuz Kabil'e alışıveriyoruz gidiyor. Artık yerdeki çamurlar, külüstür arabalar ilgimizi çekmiyor. Hatta kâh şiddetlenen kâh ölü gözü gibi donan elektrik bile canımızı sıkmıyor. Bataryalar şarj olsun yeter, yoksa bu prizlere hassas cihaz bağlanmaz. Afganlılar hepten umursamaz olmuşlar. Diyelim bir yerde patlama oldu toz duman dağılınca bir bakıyorsunuz dolmacılar köfteciler yerlerini almışlar. Bir tarafta kan pıhtıları, paralanan arabalar, öbür yanda demlenen çaylar, açılan börekler, haşlanan mantılar... Bizim bir Eminönü'müz vardır, burada her sokak Mısır Çarşısı, her cadde Mahmutpaşa... Ortalık lebalep insan, ticaret canlı, alıyor satıyorlar.      Nan-ı Afgani Anadolu'da yoldan gelene yediğin içtiğin senin olsun denir, sen gördüklerini anlat.. Tamam gördüklerimizi anlatırız da yediğimiz içtiğimiz de bize kalmasın. Somun ve sudan başlayalım mesela. Çarşıda beş dükkandan biri fırın, soluk soluğa Afgan ekmeği yetiştiriyorlar. Ustası hamuru birkaç defa havada tokatlayıp uzatıyor, sonra bir yastık üzerine yayıyor. Tandırın duvarına yapıştırıp, nar gibi kızarmasını bekliyor. İnanın abartmıyorum sadece ekmek yeseniz yeter, mübarek kurabiye gibi, katık matık aranmıyor. Bir ekmek iki kişiyi rahat doyuruyor, fiyatı 8 Afgani, bizim paramızla 25 kuruş falan. Ama su dendi mi duracaksınız. Elinizi cebinize atıp Kıristal su alacaksınız. Kuyu suları mikroplu, şebeke ise ıslık çalıyor. Diyeceksiniz ki bu dar gelirli halk marka suyu nasıl alsın? Almıyorlar zaten, içmiyorlar da. Kendilerini çaya vermişler, ellerinden kase düşmüyor. Çay deyince bizim aklımıza kara çay gelir, Afganlar daha ziyade gök (yeşil) çay içiyor. Esnafın seyyarın yanında çaynakları (küçük çaydanlıkları) var. Peki sıcak su? Onu satın alıyorlar. Haşlak su ticareti pazarın en gözde işi. Alet basit, bir odun sobası düşünün bacası kazanın içinden geçsin. Veriyorsun alevi fıkır fıkır kaynıyor. Ne kaa para o kaa gaz... Tüpçülük geçerli meslek. Avuç içi kadarından yerinden kalkmayana değişik çap ve ebadlarda tüpler var. Boşunu götürüyorsunuz tüpçü teraziye koyup darasını alıyor. 1 kilo isteyene 1 kilo, beş kilo isteyene 5 kilo veriliyor. Ne kadar para o kadar gaz. Okkası 60 Afganiden, se kilo, çar kilo... Benzinin litresi 40 Afgani. Ha bu arada söyleyelim 50 Afgani bir dolar. Dolar el kiri Gayrisafi milli hasılaya bakarsanız burası dünyanın en fakir 5 ülkesinden biri. İnsanları dolarıyla değerlendirmek ne kadar doğru bilmiyorum. Çin'in rakamları şüphesiz daha yukarılarda ama açlıklarını börtü böcekle yatıştırıyorlar. Afrikalılar mısır unuyla toprağı bulamaç yapıyor, nefis körletiyorlar. Halbuki Kabil çarşıları gözünün alabildiğine meyve, sebze... Her keseye göre bir şeyler var. Domates, patates, karnabahar, marul, turp, taze soğan... Elma, armut, ayva... Muz ve nar tezgahları dikkat çekecek kadar fazla... Muz Pakistan'dan geliyor, narı kendileri yetiştiriyorlar. İkisi bir okka, taneleri iri iri hakiki deve dişi... Seyyarlar narı ayıklıyor, küçük kaselerle sunuyorlar. Dilerseniz pudra şekeri de ekiyor, gülsuyu da serpiyorlar. Kasaplar dükkanlarının önünde kesim yapıyor, eti dilediğiniz gibi doğruyor, çekiyor. Fiyatı ucuz ötesi, bizdekinin yarısına bile ulaşmıyor. Canı tavuk isteyenler ise Meyvend Pazarına açılan aralıklara gidiyor, gözüne kestirdiği diyki mirişki, culuku (horoz, tavuk ve hindiye öyle diyorlar) koltuk altına sıkıştırıyorlar. Elbette kesmek ve yolmak size kalıyor. Zahmetli ama değiyor. Suyuna da pilav pişiriyorsunuz, hmmm "işte bu" dedirtiyor. Tatlı su balığı hem bol, hem de bol bol yeniyor. Balıkçılar sabahın erken saatlerinde Derya Kabili kesen Kerpiç Köprü (Pul Kişti) ayaklarında tezgah açıyor. Pullarını ayıklıyor, itina ile kesip dilimliyorlar. Mı acaba? Çarşıda dolanırken kâh mangal dumanlarının, kâh yemek buharlarının cazibe alanına giriyorsunuz. Seyyar tencerelerde kaynamış nohutlar görüyorsunuz. Kepçeyle sahanlara alıyor, üzerine bilmediğimiz baharatları ekip sunuyorlar. Tatsak mı acaba? Yemekten yana derdim yok da kaşıklara tabaklara güvenemiyorum. Laf aramızda, yarım ibrik suyla onca bulaşık şettiriliyor, kuruladıkları bezler iç açmıyor. Halbuki yanınızda plastik tabaklar olsa... Di mi ama. Patates kızartan, balık kızartan, börek kızartan, tatlı kızartan... Bu kadar kızartma yiyorlar, bari içlerinden biri kilo tutsa... Tatar usulü börek pek yaygın. Hani o Eskişehirlilerin şır (çiğ) börek dediklerinden. Ama bizim esnafımızın yağı kehribar gibi sarıdır, bunların ki mazotu andırıyor. Sırf bu yüzden tatlıcılara da yaklaşamıyorum. Halbuki çıtır oldukları belli, hem insanı yutkunduracak kadar. Peki seyyarlardan hiç mi bir şey almadınız diyeceksiniz? Alınmaz mı hiç? Misal kumda közlenen mısırlar şahane. Nohut, kestane ona keza... Yemiş üssü Baharatçılar pazarında yüzlerce kuruyemişçi yan yana... İşleri de tıkırında. Yer fıstığı, Şam fıstığı (Antep diyelim hadi) yaygın ama bir de calguza adlı bir fıstıkları var ki nasıl anlatıla? Kuru üzümleri pırıl pırıl. Yeşilinden bordosuna kadar renk renk. Pembeler, sarılar, gökkuşağını andırıyorlar. Kayısı kurusu, erik kurusu, incir kurusu, elma kurusu. Pestil, bastuk, hoşaflıklar... Kuru dut onlarda da yaygın ama sadece akını değil karasını da kurutuyorlar. Dükkanın birinden, nasıl bir şeker miyane kokusu geliyor anlatamam, sanki alıp çocukluk yıllarıma götürüyor. Amcam helvalarını yumruk yumruk sıkmış, okkayla satıyor. Afganlılar meyve suyu hususunda aşmışlar, nar, havuç, elma suyuna bayılıyorlar. Sonra renkli arabaları ile dolanan seyyarlar görüyorsunuz. Hareketini ufak bir dizel motordan alan çarklarla şeker kamışını ezip sunuyorlar. Ne yazık ki bardaklar yapış yapış. Hınzır gribi H1 N1... Umurumuzda bile değil, tatmalıyız mutlaka. Bu da bir nevi aşı sayılır mı bilmem, şerbetleniriz en azından... Pilav milli yemekleri, içine mutlaka havuç katıyorlar. Havuç soyulmuş doğranmış bir şekilde satılıyor.
Yavru vatandan ata yurda KIBRISLI MUSTAFA
13 Aralık 2009 01:00
VAKIF İNSAN Mustafa Kıbrıslı Ağabey, yaşlıyla yaşlı olurdu, çocukla çocuk. Bir bakarsın profesörlerle, bir bakarsın garibanlarla... Bir ömür inandığı değerler için çalıştı. Vakıf insandı vesselam... Bizim müessesemizde çalışmak şanstır, yaşayanlar aranır, mevtalar anılır. Hatıraları öylesine canlıdır ki sanırsınız koridorda karşınıza çıkacak. İşte iki yıl evvel böylesi bir Zilhicce ayında kaybettiğimiz Kıbrıslı Mustafa Ağabey de bunlardan biriydi mesela. Onu, yakından tanıyanlara sormalı. İbrahim Ağabeyden başlasam iyi olacak, en yakınımda o var zira... Söze "Yıl 1974" diye giriyor "Hemşehri ziyareti için Ekmekçizade Ahmed Paşa Yurduna uğramıştım, Vefa'ya ... Yurt dediğin bir medrese eskisi, ortada genişçe bir avlu, dört tarafta revaklar. Vakit girdi, namaz kılındı, Kur'an-ı kerim okundu. Esmerce, güleç yüzlü bir genç rahleyi önüne çekti, nasıl bir sohbet ama... Tasvirleri canlı, üslubu heyecanlı, sesi kubbede çınlamakta. Bir şeyler öğretebilmek için çırpınıyor adeta... Sordum kim bu? Mustafa Abi dediler... Kıbrıslı Mustafa! Aynı zamanda yurdun mutfağına bakıyormuş, işini ciddiye aldığı belli... Hiç unutmam fırında palamut yaptırmış ki böylesi değme restoranlarda bulunmaz. O gün Ganalı bir misafire (Ebubekir Bey) üzüm yemesini öğretmişti. Diyeceksiniz üzüm yemenin de nesi var? Dinleseniz öyle demezdiniz ama... İTÜ'yü kazanınca İstanbullu oldum ve muhabbetimiz arttı. Bir kere Türk diline ve lehçelerine çok vakıftı, Türkmen'le Türkmen olur, Kazakla Kazak. Kelimelerin köklerine girer, bilmece gibi çözer, ufkumuzu açar. Sanırım Arabisi de vardı. Farisi bilmem dese de inanma. Bir gün yeri geldi "An ki sıransa kuned rube mizaç, İhtiyacest, ihtiyacest, ihtiyaç!" (Nedir aslanları tilki yapan mizaç? İhtiyaçtır, ihtiyaçtır, ihtiyaç!) beytini gediğine oturtuverdi zira... CEVİZLİ ŞİFRELER O gün Cevizlibağ'dan geçiyoruz, sordu "Burada Kosovalılar mı oturuyor acaba?" - Abi ne alaka? - Koshelvadan hatırla, kos ceviz değil mi? Kosu bulduktan sonra gerisi kolay, ha bağ olmuş, ha ova! Sohbetlerinde gençleri hoş tutar, yayılana bayılana karışmaz. Diz üstü oturmak için kendinizi zorlamayın der aklınız ayaklarınızda kalır sonra. Dostluğu sağlamdır, vefalıdır. Diyelim bir gerginlik yaşandı, önce o özür diler, gönlünüzü almaya bakar. Astragan kalpak giyer, bu onu daha da heybetli yapar. Otağını genelde Zeytinburnu'na kurar. Ata yurt muhacirleri alacaklı gibi kapısını çalar. Burs isteyenler, kursa yazılanlar... Çoğunun vatandaşlık meselesi vardır, ki işin Ankara ayağı hayli yorar. Diyelim, Balkanlardan beş on genç gelecek, onları karşılar, ağırlar. Boşnakça, Arnavutça bilen hafızlar bulur, temel bilgilerle donatır, hediyelere boğar, yollar yurduna. Birisi evlenecek, "haydi arkadaşlar bir kampanya!" Hasta ziyaretleri, cenazeler... Cüz dağıtır, hatim toplar. Birilerine yardımcı olmaktan büyük haz duyar. "BUĞD-I FİLLAH" İngilizlerden hiç hoşlanmazdı. Şarkıcı Lord Melody (Fitzroy Alexander) tarafından seslendirilen anonim ezgiyi tercüme etmişti bana... "Shame and scandal in the family" cümlesi ile başlayan parçada şöyle bir hikaye anlatılır: Evin oğlu evlenme çağına gelir. Bir kız bulur. Babası "onu alma" der. Niye? Bu kız senin kardeşindir aslında. Annen bilmez ama... Bir başka kız bulur. Babası, "sana yine hayır demek zorundayım evlad" der, "Bu kız da kardeşindir, annen bilmez ama..." Üçüncü tekrarda oğlan kızar, durumu annesine açar. Kadın bir kahkaha atar "ayol bu herif salak" der "seni kendi oğlu sanıyor!" Defalarca sohbetine katıl tek tekrar duyamazsın. Halbuki hatiplerin joker konuşmaları olur, değişik mekanlarda başa sararlar. Gençler tekrara düşenden hazzetmez, bir çırpıda siler atarlar. Duygusaldır da... Bazen dolar taşar, oturup beş dakikada şiir yazar. Tasnife üşenmese kırk kitabı olurdu inan. ZENGİN BİRİKİM İslam büyüklerine çok bağlıdır. Söz dinlemeyenlere pek kızar. "Seviyorum" diyen "ama" ilave etmemeli der. Muhabbete müdahene (gevşeklik) sığmaz. İkna kabiliyeti büyüktür. Tarihçiye tarih anlatır, ziraatçiye ziraat. Uzay, atom, gen teknolojisi gibi detay konularda uzman ağırlar... Tam bir cemiyet insanı, girift mevzuları berraklaştırır, misallerle süslemeye bakar. Sanki manyetik alan, sohbetine oturan kalkamaz. Eğer siyasete soyunsa kesin bakandı, ticarete atılsa holdingleri olabilirdi pekala. Ama dünyalık kovalamadı. Bazen yemek götürürdüm gözleri parlar. Anlarım ki evde bir şey yok, ben de getirmesem aç yatacak. Müminin üç alameti vardır buyrulmuş: İllet, gıllet, zillet. Evet illetliydi (hastaydı), gılletliydi (fukaraydı). Gurbette vefat etti, ki bu da büyük nimet. (İbrahim Kasabalı) PAYLAŞMANIN TADI Nasıl zamanında beni tutup tutup birilerinin evine götürdüyse bizim evimize de gençleri getirirdi. Düşünün yirmi yirmibeş delikanlı, en az iki manga. Hanım yedirmeye bayılır, değişik yemekler hazırlar. Kıbrıslı sevdi mi tam sever. Sanki aileden biri olur. Benim hiç haberim yok, Konya'ya gitmiş, annemi bulmuş, çayını çorbasını içmiş. Gurbetteyiz ya kadıncağızı rahatlatmış, kalbine serin su serpmiş... Kıbrıslı'nın iki yakası bir araya gelmedi. gelemezdi de. Gözetip kolladığı öğrenci evlerinin, erzaklarını temin eder, kiralarını ayarlar, hatta gider yemeklerini yapar. Bir bakmışsın gömleğin ipte, çamaşırlarını yıkayıp asmış sana sormadan. (Suphi Birpınar) BUYRUN SOFRAYA Ramazan 30 gün iftara davetlidir. O kendisini çağıranlara şart sürer. "Bak arkadaşlarımı da getiririm ama.. Sahura da kalırız ona göre hazırlan!" Top atılır, ev sahibleri "buyrun sofraya" derler. Yok önce namazımızı kılalım, sonra rahat rahat yemek yiyelim. Hakikaten sofra başında sohbet uzar. Teravihin ardından bir sohbet daha... Muhabbet öyle tatlanır ki bir bakarsın sahur olmuş, vakit daralmakta... Eve gün ışırken dönersiniz, yemeğe sohbete doyarsınız ama hasret kalırsınız uykuya. (Ahmet Sırrı Arvas) *** Adana'dayız. Bizim ailenin fırıncı olduğunu duymuş. Çekti beni kenara, soruyor da soruyor. Halbuki bunlar erbabının bilebileceği konular. Yok odun ateşi, yok nohut maya... İnce zevkliydi vesselam... (Ali Bal) HAYMANA Yeni tanışmıştık sordu. Nerelisiniz? -Haymana. -Haymana adı nereden gelir bilir misin? Ertuğrul Gazinin annesi Hayme Ana'dan. Bir de otlak manasına kullanılır ama bize birinci rivayet uyar. Yedirmekten çok hoşlanırdı rahmetli. Şimdi diyelim çorba yapıyor, kapı çalındı, elini hemen maşrapaya atar... Evet pişmiş aşa su... Ama onun yemekleri bozulmaz, suyunun suyuna bile doyulmaz. Sevgisini kattığından olacak. (Ahmet Demirbaş) *** Ben onun bir eve eli boş geldiğini hatırlamam. Geçen kızlarım çeyiz sandıklarına bakıyorlar, Hint işi başörtüler, şallar... Üzerinde bir not "Mustafa Amcanızdan!" Gel de Fatiha okuma... (Dr. Levent Saraç) *** Pazartesi Akşamları TGRT FM de Rumeli programı yapıyoruz malum. Yaşlı bir kadını aldık telefona. Nasıl heyecanlı. "Şükürler olsun Rabbime sen yaşıyorsun!" Kadıncağız sesimi Mustafa Ağabeyinkine benzetmiş. "O öldü" diyemedim, hiç bu kadar zorlanmamıştım radyoculuk hayatımda... (Halil Delice) O DA BİR MERTEBE Hiç unutmam bir menkıbe anlatmıştı... Efendim mollalar imtihandan geçiriliyor. Birini çağırıyorlar ve ilk sual geliyor: "Vallahi'nin başındaki vav, vav-ı atıfa mıdır, yoksa vav-ı kasem mi?" Talebe mevzuya vâkıf değil, sallıyor. Müderris "tamam geçtin" diyor, "çıkabilirsin!" Mümeyyiz "nasıl geçer" diye itiraz ediyor, "yanlış söylemedi mi?" -Bunun babasına da aynı soruyu sormuştum "hani vav" diye diretmişti. Bu hiç değilse inkâr etmiyor! Bir gün Üsküdar'dan vapura bindik, namazı Eminönü'nde kılacağız hesabımızca. Olacak bu ya vapur geç kalktı, vakit daraldı. Aşağı katta namaz tahtaları var ama suyu nerden bulacaksın şimdi? Dolanırken çımacılardan birinin ibriği dikkatini çekti, suyu kullandı ama içine de sinmedi. Oturup bir not yazdı dürüp sıkıştırdı sapına... "Suyunuzun bedelini ödemek isterim. Telefonum şu numara..." (Mehmet Okyay) GÖNLÜ ASYA'DA Mustafa Abi, Orta Asya'ya büyük bir tutkuyla bağlıydı. Nitekim hayatını kaybettiğinde de İran Bistam civarlarındaydı. Anadolu seyahatlerinde de bir durağı, bürolarımız olurdu mutlaka... NE DEDİLER? Olmayayor ama! Kıbrıs'ta dağıtıcıyım. Zaman zaman tayyare gecikir, dağıtım aksar, aboneler bozulurlar. Canımız nasıl sıkılır anlatamam. Mustafa Abi bir yolunu bulur havayı yumuşatıverir ustalıkla. Keyifli günlerimiz de olur. "Gelin bakayım, gelin bakayım!" Bizi etrafında toplar. Ellerini göbeğinin üzerinde bitiştirip anlatmaya başlar. Aramızda sigara tiryakileri de var ama aldırmaz. Ehil, na ehil bakmaz, herkesin kulağına bir şeyler gitsin diye çabalar. Biz Kıbrıs'ı ondan öğrendik, adayı avucunun içi gibi bilir, her adımında ayrı hatıra... Girnekapı'daki Askeri Müzede resmini görünce çok şaşırmıştım. Yanılmıyorsam Yüzbaşı Binbaşı gibi bir rütbe de yazıyordu isminin başında. Demek hayli yararlık göstermiş zamanında. Bizi Hellim peyniri ile o tanıştırdı, itina ile dilimler, kızartır. İnanın abartmıyorum sadece patlıcan üzerine 13 bölüm belgesel yapar. Şöyle bir çay kaşığı tatsın nerenin zeytinyağı olduğunu anlar. Şimdi böylelerine "gurme" diyorlar. Mustafa Ağabeyin eli yemeğe yakışır ama tarifini daha da güzel yapar. Hele iftara doğru tasvir kabiliyeti yükselir, alakasızlar bile yutkunmaya başlar. Bazen işgüzarlığımız tutar, bekar usulü yemek yaparız, çorba, makarna filan... Şimdi pilavda sıvı yağ kullandın di mi? Yandın! Büyük hata! Gözlerini iri iri açar ve o şirin Kıbrıs üslubu ile mırıldanır: "Olmayayor ama!" (Osman Sağırlı) Tevekkül ehli Eskişehirdeyim... Bir kış gecesi, nasıl soğuk, yağmur, rüzgar... Kapı çaldı, pencereden baktım ağzı yüzü sarılı bir adam. "Kim o?" - Benim abi, Mustafa! Bilirim soğuğa tahammülü yoktur, yukarı aldım. Meğer Adana'ya gitmek üzere çıkmış, yolda cüzdanını çalmışlar. Trenden inmiş, İlhan Abi'yi bulurum nasıl olsa... Sobaya odun attım, çay çorba artık ne varsa... Isınınca neşesi yerine geldi. Bir dizine oğlum Baha'yı öbürüne Ali'yi oturttu, başladı neşeli hikayeler anlatmaya... Onun dertlerini dert etmeme gibi dervişçe bir yanı vardı, para çalınmışsa çalınmış, vakit kaybolmuşsa kaybolmuş. Vardır bir hayır, kimin umurunda? İsmail Patlak diye bir dostumun babasıyla tanıştırdım, mandıracı. Ona bir peynir anlattı adamcağız dondu kaldı. Hani tereyağı bahsi açılsa onda da uzman. Bilhassa tıb, tarih ve edebiyata çok meraklıydı. Rehber Ansiklopedisi'ni hazırladığımız günlerde hızımıza hız kattı. Onun dalga boyunu yakala tamam, geçinmek kolay. Baktım mesai sıkıyor. "Sen kafana göre çalış" dedim anlaştık. Hava karardı mı keyfi yerine gelir, sabahlara kadar tıkırdar, bir gecede üç günlük iş atar. İslami ilimlerde ciddi bir birikimi vardı, eğer şeyhlik yapmaya kalksa binlerce mürid toplardı inan... Bir ara mesaisini dinî eserleri satmaya dağıtmaya adamıştı. Gençleri özendirmek için "gideceğimiz yerin şu şu yemekleri meşhurdur" der, "vay efendim şöyle kebaplar, böyle tatlılar..." Sonra? Sonra n'olsun, beş on somun, bir kasa domates alır. Isır ısır tuza ban... Gariplik işte, lokantalara götürmesini o da bilir ama... Ah para! (İlhan Apak) Buhara pilavı Mustafa Ağabeyin hayatı "doyurması gerekenlerle", "doyurulması gerekenleri" buluşturmakla geçti. Bu zor bir işti, katalizörlük yapayım derken reaksiyona da girdi, perhizleri erteledi. Misafirin şaşkını ev sahibine ikram edermiş o ikisine de ederdi. Zeytinburnu'nda garibhaneleri vardı, Türkistanlılarla birlikte Buhara pilavı yapar, tepsilerle sunar. Yanında ayran, üstüne gökçay. Ben onun kadar keyifli yiyen birini görmedim. Mesela imambayıldı geldi, efendim bu ismi nerden aldı, hangi paşa hoşlanırdı, patlıcanın iyisi nerede yetişir, domates biber nasıl seçilir? Yeme içme adabı ile ilgili birçok inceliği de öğretiverir bu arada... Bir gün radyoda adamın biri Osmanlıya sataştı. Yok efendim padişahlar hainmişler de filan... Kıbrıslı hiç germedi, adamı kibarca uğurladı. Sonra Osmanlıyı bir anlattı o kadar olur... Muhatabını tahkir etmeden ama... Okşaya okşaya... (Haldun Kalkan) * Menkîbelerde yazılır ya o gün gerçekten meltemliydi... Dergâhın avlusunda sırtını manolya ağacına yaslamış nefeslenmişti.. Yorgundu... Toprağı okşarken "şuracığa yatırıverseler" demişti "bilsen nasıl özledim o büyükleri" Kısa bir süre sonra vefat haberi gelecekmiş. Nerden bilebilirdim ki? (M. Sırrı Önür
KİRLİ TEZGÂH!
13 Aralık 2009 01:00
Üç çeşit yalan vardır derler: Yalan, kuyruklu yalan, istatistik. Afganistan'da da üç çeşit hırsızlık var: Aşikâre götürmek, gizlice araklamak, yardım yapmak! Geleneksel Afgan evleri dört kerpiç duvar, tavana beş on hatıl atmış, toprakla kapatmışlar. Bir odun sobası uyduruyor, iyi kötü ısınıyorlar. Yan toprak, üst toprak, yer toprak... Zaten topraktan gelmedik mi, hem dönmeyecek miyiz toprağa? Toprak evler daha sıcak ama yağmurlu havalarda zeminde hafif bir rutubet hissediliyor. Eh o kadar da olacak. Eski Kabil daha planlıymış. Nehir kıyısındaki düzlüğü, çarşıya, pazara, camilere, medreselere ayırmış evleri sarp tepelere yapmışlar. Her ailenin bir avlusu var, eve gelin, damat geldikçe bir oda ilave ediyor, koridorla bağlanıyorlar. Bahçe içinde irili ufaklı 5-10 bina düşünün, bazen sayı 20'yi buluyor. Minik bir aile cumhuriyeti, birlikten kuvvet doğuyor! Kabil'in en gözde semti "Vezir Ekber Han". Burada benzerini çok az ülkede görebileceğiniz saray yavruları diziliyor. Pahası milyon dolarlarla ölçülüyor, kiralar 10 bin dolardan başlıyor. Bir ev ne kadar albenili olursa emniyet tedbiri o kadar artıyor, villalar kameralar, ışıldaklar ve dikenli tellerle donatılıyor. Yetmiyor, kapıya kaleşnikoflu muhafızlar diziliyor. İnanın bu ülkede fakirler daha özgür. Köşk keşane sahipleri diken üzerinde, garipler gönlünce yaşıyor. YOL, SU, ELEKTRİK Evi iyi kötü yapıyorsunuz da elektrik su getirmek boyunuzu aşıyor. Su şebekesi var ama yok, musluğu açınca senfoni dinletiyor. Bu yüzden çoluk çocuk mahalle çeşmelerinde kuyruğa giriyor. Minikler cılız bedenlerine rağmen bidonları yükleniyor, yukarılara yukarılara vuruyor. Kâbil dünyanın en bakımsız şehri. Savaşta bombalanan binaların molozları hâlâ ortada duruyor, beton iskeletler kuru kafalar gibi sırıtıyor. Yol yok, su yok, elektrik yok, kanalizasyon yok. Aslında bu da bir fırsat. İstenirse çok planlı bir şehir kurulabilir, siteler, geçitler, alış veriş merkezleri yapılabilir. Zira "yıkım" gibi bir dert de yok. İlk gün trafik çilesinden bahsetmiştik biraz. Bunun iki sebebi var, bozuk yollar, ışıksız kavşaklar ve Amerikalılar. GEÇİŞ ÜSTÜNLÜĞÜ Kâbil'de devriye gezen ABD zırhlılarına 50 metreden fazla yaklaşmak yasak. Farkına varmadınız mı göğsünüzde kırmızı kırmızı noktalar beliriyor. Bunlar üzerinize namluların çevrildiğini ve tetiğin gerildiğini gösteriyor. Olur ya şaşkınlığınız tuttu adım attınız, degav degav! Buyrun cenaze namazına... Amerikan askerleri bu ülkede öldürdükleri insanlardan dolayı sorgulanmıyor, yargılanmıyorlar. Velev ki hatalı olsalar bile "takma kafana" buyruluyor. Bazı psikopatlar özellikle düğün konvoyu basıyor, en mutlu günlerinde insanların canını yakıp bizar ediyorlar. Petrol tankerini vurup 40 masumu kavuruyorlar, kimseden çıt çıkmıyor, bir Allahın kulu da "siz ne yapıyorsunuz" diye sormuyor. Bu başıboşluk Yankileri şımartmış, kasabanın şerifi gibi dolanıyor, babası yaşında adamlara el kol hareketi yapıyorlar. SİREN DUYDUN DUR Hele Büyükelçi cenaplarının konutundan çıkması tam bir felaket. ABD elçiliğinin bulunduğu cadde zaten kapatılmış, dikenli teller, bariyerler ve koruganlarla donatılmış. Mezkur yolun açıldığı Mes'ud meydanı da kesildi mi şehir felç oluyor. İtfaiye ve ambulanslar bile bekletiliyor. Diyelim haşmetmaapları sıradan bir iş için elçilikten çıkacaklar. Önce Afgan polisi tertibat alıyor. Hammerler görünmeden evvel Jammerler köşeleri tutuyor, frekans dağıtıyor. Cep telefonlarınızın devreden çıkması konvoyun hareketlendiği mânâsına gelmiyor. Beyler keyfleri ne zaman isterse marşa o zaman basıyor. Sonra var güçleri ile gaza yükleniyor, boşaltılan yolların tadını çıkarıyorlar. Başkent Kabil'i sandığımızdan da sakin buluyoruz. Direnişçilerde eylem koyacak potansiyel mevcud ama patlama çatlama duyulmuyor. Niye? Çünkü Amerikalılara saldıracak olanın, günahsız insanları da öldürmeyi göze alması lazım. Zira işgalciler kendilerini yerlilere korutuyor, etraflarına adeta etten duvar ördürüyor. En ufak kargaşada kalabalığa ateş açıyor, çocuk kadın ayırmıyorlar. Nitekim Hayırhane mahallesinde sivil araçları ezip içindekileri öldüren Amerikan zırhlıları mahalle çocukları tarafından taşlanınca, tereddütsüz silaha sarıldılar, ortalığı kana boyadılar. GuantanAmO'nun Afgancası İşgalden evvel Irak'a defalarca gitmiş biri olarak söylüyorum, inanın insanlar Saddam'ı arıyor. Huzursuzluk had safhada, akşam eve gelip gelmeyeceklerini bilmiyorlar. Bağdat New York olacak diyenler yanıldı, şehir her geçen gün geri gidiyor. Ne eğitim, ne sağlık, ne trafik meselesi çözüldü. Tek fark şu artık alkol fuhuş ve kumar meraklıları aradıklarını buluyor! Kabil'de de Amerikalıların çakılı çivisi yok ama halkın ahlakını bozmak için gözle görülür bir çaba sarf ediyorlar. ABD sigaraları sokaklara düşmüş, alkol serbest ve seviyesiz filmlerle yüklü CD'ler yeni yetmelerin elinde dolaşıyor. Burada en büyük korku bir gece kapınızın tekmelenerek açılması ve çoluk çocuğunuzun gözü önünde kafanıza torba geçirilmesi. Tutuklular alel acele Bagram'a kaldırılıyor ve çoğunun izi kayboluyor. Bagram Hava üssü adeta Amerikan kasabası. Hamburgerciler, pizzacılar, barlar... Bir binada tutukluların bilmem neresine elektrik verip bağırtıyor, bir binada Uzak Doğulu kızlara masaj yaptırıp keyifleniyorlar. İnsan diyemeyeceğim artık, acaip bir mahluk bunlar. Kâbil caddelerinde sülün gibi jipler süzülüyor. Ben oto sayfası yapmış bir adamım, fuarlarda bile görmedim daha...Toyota Land Crusierlerin, Lexus'ların, Hammerların 2010 modelleri dolanıyor ortalıkta. İçinde sarı sarı yabancılar. Böylesi arabalara bindiklerine göre mutlaka Vezir Ekber Han'daki villalarda kalıyorlar. Hırsıza yardım Meğer bunlar yardım kuruluşlarının temsilcileriymiş. Afganlının biri "bunlar gelmeden evvel, Kabil'de tek dilenci göremezdiniz" diyor, "insanlarımıza balık tutmayı değil el açmayı öğretiyorlar. Hiçbiri kalıcı proje üretmiyor, halka iş güç meslek belletmiyorlar. Zaten çoğu misyoner, gözlerine kestirdiklerine üç beş kuruş veriyor, propaganda yapıyorlar." Rakamlara bakarsanız ABD Afganistan'a 30 milyar dolar yatırmış, ortalıkta otuz kuruşluk eser görünmüyor. Yardım dümeni soygunun bir parçası. İhaleler ilk elde Bush'a yakın firmalara veriliyor. Diyelim 50 milyon dolarlık bir proje söz konusu, mezkur firmalar kafadan kırkını alıp buharlaştırıyor ve işi ölü gömücülere devrediyor. Türkler inşaat kalitesi hususunda taviz vermiyor, astarı yüzünü kurtarmayacaksa hiç bulaşmıyorlar. Ama diğer taşeronlar işe "kısa günün kârı" gibi bakıyor, malzemeden çalıyor, işçiliği şişiriyorlar. Acı ama Afganistan gibi bir fay hattında katil binalar yükseliyor. Bilirsiniz üç çeşit yalan vardır derler: Yalan, kuyruklu yalan, istatistik. Burada da üç çeşit hırsızlık var: Aşikare götürmek, gizlice araklamak, yardım örgütü kurmak. Eğer ihracat ve ithalat rakamlarına bakarsanız Afganistan diplerde geziniyor. Ancak bu ülkede uyuşturucu gibi para eden bir "mal" var ve hacmi milyar dolarlarla ifade ediliyor. Beyaz pazarlama hususunda kıran kırana bir rekabet sürüyor, bir yanda Peştun mafyası, öbür yanda yardım kuruluşu, gazeteci, müteahhit adı altında faaliyet gösteren Batılılar. Eğer Türkleri kenara alırsanız burada dolanan beyaz adamların hiçbiri iyi niyetli değil, alayı maskeli soyguncu, hepsinin bir hesabı var. KIZIL ELMAYA HEY... Kâbil... Taaa Çin'e, Everestlere ve Hind Okyanusuna uzanan imparatorluğun mayası burada atılııyor. NEYDİ N'OLDU Sayısız zirve eseri barındıran masallara konu olan Kabil tarihinin en karanlık günlerini yaşıyor. BEKLE İŞGALCİ GEÇİYOR! ABD devriyeleri geçerken yollar kesiliyor, insanlar ve araçlar bekletiliyor. En ufak bir hareketlenmede namlular üzerinize çevriliyor. GRAYDER GİBİ Amerikan askerleri şehir içinde "yürüyen kale"lerle dolanıyorlar, bunlar dar yollara sığmıyor, sivil araçları eze eze yollarına devam ediyorlar. YOKUŞLARDA SUSAMAK... Kâbil'in yaşlıları ovaya yayılan mahallelere bir mana veremiyor. "Bizim evlerimiz yamaçlarda olmalı, hiçbir bina diğerinin güneşini kesmemeli" diyorlar. GÖZ KULAK OLUYOR (!) Bu şirin zeplin yolcu taşımıyor reklam panosu gezdirmiyor. Üzerinde kameralar ve dinleme cihazları var, işgalciler şehrin nabzını tutuyorlar. BİDOOON OMZA! Kâbilli minikler çeşme başlarında sıraya giriyor, titrek bacaklarına bakmadan ağır kovaları yükleniyorlar. Üstleri sırılsıklam, genç yaşta romatizma olacaklar. AÇIK HAVA HAPİSHANESİ Dışarıdan bakarsanız hayat kendi ritminde akıp gidiyor; ancak Afgan halkı özgürlüğüne çok düşkün, yasaklarla sınırlanan hayat, sinirleri geriyor. CEVAPSIZ SORULAR Sayısız sabıkası ile tanınan Bush yönetimi Irak'ı mezarlığa çevirdikten sonra, "bu ülkede kitle imha silahı yokmuş, yanlış yapmışız" dedi. İyi de gülüm, Bade harab- ül Basra... Şimdi ise "Yeni fark ettik ki El Kaide başka, Taliban başkaymış" diyorlar. Fesubhanallah! CIA gibi bir namlı mimli örgütün bilgilendirdiği Beyaz Saray bu kadar saf olabilir mi? Amerikan halkına ne versen yutar ama ya Fransızlar, Britanyalılar, Almanlar? Oturup konuştuğumuz Afgan aydınları da bilmeceyi çözememiş. "ABD Afganistan'a bir şey almak için girdi ama o şey nedir anlayamadık hâlâ. Bush Afganistan'ı kesinlikle 11 Eylül yüzünden işgal etmedi, aksine işgal için şartları hazırladı. Yabancı askerlere kesinkes karşı çıkan efsane lider Ahmet Şah Mesud'un 11 Eylül tertibinden iki gün evvel şehit edilmesi tesadüf olabilir mi acaba? Abdullah Abdullah'ın seçimlerden çekilmesi ve hakimiyeti kayıtsız şartsız Karzai'ye bırakması nasıl izah edilecek sonra?" Bin bilinmeyenli denklem kapalı kapılar ardında bir şeyler dönüyor ama...  
Afgan halkı Türk dostu
14 Aralık 2009 01:00
Afganlılar diğer yabancılara nasıl davranırlar bilmiyorum ama Türkleri çok sevdikleri vakıa... Çay, şerbet, pilav ikram eden, evine çağıran çağırana... Bunca yer dolandım böylesine munis mütebessim insanlar görmedim. Şimdi karşıdan biri geliyor diyelim, önüne geçiyor "icaze sormadan" şak diye flaş patlatıyorsun suratına... Ne kızan var, ne bozulan. Ekrandan baktın resmi beğenmedin mi. Dön diyorsun, hadi bir daha. Adamcağız ne derseniz yapıyor, sanki zorlamaya hakkımız var. Bir keresinde yanımda askerî bir araç durdu, "işte şimdi ayvayı yedik" dedim, ister misin başlasınlar sorguya. Meğer bizi niye çekmiyor diyormuş komutan, gücenmiş ağa. Belki üç bin kare resim aldım. Dönünce bilgisayardan da baktım bari içlerinden biri kaş çatıyor, somurtuyor olsa... Bir millet bu kadar mı güler yüzlü olur ya? Pes valla! BAYRAMLAR MI ESKİDİ? Afganistan'da Kurban Bayramı çok canlı kutlanıyor. Arefe yaklaştıkça celepler yollara dökülüyor. Fiyatlar makul, benim diyen koçlar 100 dolardan gidiyor. 400 - 500 dolarlık sığırlar semiz mi semiz, döndürüp baktırıyor, maşallah dedirtiyor. Hayvan pazarlarında bir şey dikkatimi çekiyor. Koca boğalar kuzu olmuş, sahiplerinin peşi sıra dolanıyor. Koyunlar pembe burunlarını çobanlarının ellerine değdiriyor. Eğer sen hayvanı okşaya okşaya büyütürsen elbette muti olur, eteğinden ayrılmaz. Bizimkiler niye huysuz? Sırtında sopa kırılıyor da ondan... Hayvan deyip geçiyoruz, demek ki sevildiğini anlıyor. Bazen hisleniveririm, hiç yoktan gözlerim dolar. Yine öyle oluyor, şurama bir şeyler tıkanıyor. Hayvanlarla çobanlar arasında gözle görünen bir elektrik var zira (isterseniz şefkat diyelim ona). Bu ne sabır ya, bu ne mülayim tavır? İnanın onlardan öğreneceğimiz çok şey var. BİZLER Mİ YAŞLANDIK? Bayram namazı için İydgâh Camiine gidiyoruz. Vaaz Peştunca. Hutbe Arapça. Aynen bizde ki gibi Resulullah Efendimize (Sallallahü aleyhi ve sellem) âline ve eshabına sâlat ve selâmlar yollanıyor. Aşere-i mübeşşerenin ve hassaten Hazret-i Ebu Bekir, Ömer; Osman ve Ali'nin (Radıyallahu anhüm) isimleri zikrediliyor. Namazdan sonra cemaat avluya diziliyor, tanısın tanımasın herkes kucaklaşıp tebrikleşiyor. Yaşlılar ceplerinden renkli çaklitleri (şeker) çıkarıyor, ufaklıkların avucuna sıkıştırıyor. Üstleri başları tertemiz belli ki yeni libaslarını giymiş, yıkanmış paklanmışlar. Cuma namazı kıldığım caminin imamı da namazdan evvel Farsça bir vaaz veriyor. Hutbe kısa ve tamamı Arapça... Aslı da bu zaten, demek bidatler ulaşamamış onlara... Vaaz sürerken iki kişi saflar arasında gezip katlanmış bir patu dolandırıyor. Belli ki "camiye yardım." Atan atıyor kimin ne verdiği belli olmuyor. İmam efendi "boş geçmeyelim aziz cemaat" muhabbetine asla girmiyor. ASLAN MERCAN Kabil Hayvanat bahçesi meşhurmuş bir zamanlar. Çocuklar Aslan Mercanı ziyaret ederlermiş her hafta... Aslan da aslan olsa bari, tüyleri dökülmüş, dişleri çürümüş, gözleri yumulmuş bir gariban. Tepesinde sinekler uçuşmakta... Kabil'in kadınları Aslan Mercan'ın sefil haline ağlar, çocuklar çikolatalarını, gofretlerini sunarlar... Diyeceksiniz ne işleri? Mercan'ın derdi onları mı gerdi? Aynen öyle, bu tutsak kral için şiirler mi yazılmaz, ağıtlar mı yakılmaz. Öldüğünü duyan defnine koşar, cenazeye hem erkan-ı devlet, hem basın ilgi gösterir, tam 18 kamera girer kayda... Tabii İHA da orda, haberi atlamıyor. (Hikayeyi zaten onlar anlatıyorlar.) BABÜR BAĞI Bazı mekanlar var ki anlatılmasa dizi noksan kalır. İşte Babür Bağı onlardan biri, Babür Şah gibi bir cihangiri bağrına basıyor zira. Burası Derya Kabil'e (şehri yaran nehir) tepeden bakan muhteşem bir bahçeymiş zamanında... Girişte bir medrese, talebe odaları, yukarıda şirin bir mescid, sanatlı kasırlar... Dev sarnıç, havuzlar, fıskiyeler ve ufukta kaybolan geometrik arklar. Hani deyin ki Kurtuba! Ve ünlü Türk büyüğü Babür Şahın kabri görünüyor ak mermerler arasında! Kabilliler cuma günleri çoluk çocuk Babür Bağına geliyor, hem ecdada Fatiha okuyor, hem bir köşeye çekilip mesire yapıyorlar. Babür Bağı Türklerin de yardımı ile elden geçirilmiş. Afgan Gazeteci Abdülmecid Turhan, Babürşah'ı anlatırken sesi titriyor heyecandan. Düşünün ünlü devlet adamı Kabil'den yola çıkıp bütün Hindistan'a hükmediyor, taaa Himalaya eteklerinden Hint Okyanusu'na ferman okutuyor. Hindular 8 asır Müslümanların yönetiminde yaşıyor ve bundan bizar olmuyorlar. Baburname gibi bir eseri kaleme alan sanatkar sultana "adalet" yakışıyor. SAHABE'NİN HUZURUNDA Kabil'in Eyyûb Sultanı, Şah du Şemşir hazretleri. O da Halid bin Zeyd gibi mücahid bir sahabe... Asıl adı Haris, Hazret-i Osman devrinde buralara kadar geliyor, taliplere ilim ve edep öğretiyor. Kafirlerin baskısı artınca elini kılıçlarına atmaktan çekinmiyor. Kılıçlarına diyorum çünkü cengte çift kılıç kullanıyor. "Du şemşir" (İki kılıçlı) lâkâbı da oradan geliyor. Mübarek defn olunduğu mahalde şehit düşüyor. Kabil halkı onu unutmuyor, hatırasını yaşatıyor. FAZLA TIRAŞ CİLDİ BOZAR Afganistan'a gitmeden evvel sakal bırak demişlerdi dikkat çekersin yoksa... Söz dinledim rahat ettim, laf aramızda yakışıyor da... Mecburi tıraş olduğumuz askerlik yıllarında yüzümüze ne eziyetler etmişiz meğer. Deri hassaslaşır, yanaklar al al yanar. Hele yanılıp bir kolonya değdirdin, cızzz! Sanki hançer sokarlar. Kabil sokaklarında dolandığım ilk gün bu ülkede ne çok sakallı var demiştim, birkaç gün sonra gözüm alıştı, beş on gün sonra sakalsızlar başladı mı batmaya... Bir erkeğin sabahın seherinde surat kazımasını eskiden de anlayamazdım. Hem enerji kaybı, hem vakit israfı, nerden baksan zarar. Jilet ürüten yabancıları zengin ettik hiç yoktan. Kabilde esnaf ve tüccarın kahir ekseriyeti sakallı, milli ordu uhdesindeki sakallı askerlerin sayısı da azımsanmayacak kadar. KÂBİL'İN KALBİ Şah du Şemşir (iki kılıçlı sultan) Kabil'in Eyyûb Sultanı gibi... İŞTE O KOMUTAN Kabilliler büyük Türk sultanı Babür Şahı yakından tanıyor, cuma günleri çoluk çocuk toplanıp ziyaretine gidiyorlar. HAYYALESSALAH... Afganlılar dindar insanlar, müezzin elini kulağına attı mı ortalık hareketleniyor, neşe ile camiye gidiyor, omuz omuza saf tutuyorlar. EVLADI GİBİ... Bu ülkede hayvanlar el üstünde, hepsinin bir adı var... Hayvan hakkı diye bir mefhumun ziyadesiyle farkındalar... MEZAR-I ŞERİF Hazret-i Ali Afganistan'a kadar geldi mi? Bunu bilmiyoruz, ancak yerli halk geldiğine inanıyor. Büyük halife dualarla yad ediliyor. TEBESSÜM STANDART Adamın işi zaten başından aşkın, yanı başında da bir yabancı dikilmiş resmini çekiyor... Ben olsam "haydi yoluna" derim ama o gülümsüyor. HER YER FOTOĞRAF Kâbil'de objektifi nereye çevirsen resim... Amcamın kıyafeti, seçtiği kuka tesbih, yüzündeki ifade... Bir fotoğrafçının aradığı her şey var fazlasıyla... Toprak deyip geçme tanı! Kabil ne kadar sefil ve bakımsız görünse de şehrin DNA'sında bir asalet var. Şeref-ül mekan bil mekin demişler, ummadığınız yerde karşınıza muhteşem bir cami, zarif bir türbe çıkıyor. Afganistan toprakları menkıbeleri ile büyüdüğümüz veliler, âlimler, şairlerle aydınlanıyor. Misal Belh'ten İbrahim bin Edhem ve Mevlana Hazretleri gibi zirveler yetişiyor. Ali Şir Nevai, Ahmed bin Hadraveyh, Dehhâk bin Müzâhim, Ebû Bekr Verrâk, Ebû Nasr Pârisâ, Ferîdüddîn-i Attâr, Hakîm Tirmizî, Hatim-i Esam, Hüsâmeddîn Pârisâ, Muhammed Tirmizî, Ahmed Berkî, Ahmed bin Mevdûd Çeştî, Ebû Ahmed Ebdâl, Hâce Mevdûd Çeştî, Hâce Muhammed, Hacı Şerîf Zendenî, Yûsuf bin Muhammed Çeştî, Halîfe Kızılayak, Ebû Ali Cürcânî, Hakîm Senâî, Radıyüddîn el-Gaznevî, Abdullah-ı Ensârî, Ahmed Nâmıkî Câmî, Alâeddîn Âbizî, Fahreddîn-i Râzî, Molla Câmî, Muhammed Harezmî, Muhammed Rûcî, Sa'düddîn Kaşgârî, Seyfeddîn Halvetî, Zahîrüddîn Halvetî, Zeyneddîn-i Hafî, Seyyid Kâsım Tebrizî, Dost Muhammed Kandehârî, Ebû Bekr-i Ebherî, Azîz Nesefî, Celâleddîn Ebû Yezîd Pürânî ve Ebû Abdullah Cavpâre... Gazetemizin dağıttığı Türk Dünyası Evliyaları adlı kitabı karıştırmakta fayda var, bu zatlar hakkında mufassal bilgiler bulunuyor. Afgan halkı bilhassa, adını bulunduğu şehre veren "Mezar-ı şerif"e çok saygı gösteriyor, ki burada (Allahü teala şefaatine nail eylesin) Esedullahi galip Ali bin Ebu Talib'in yattığı rivayet ediliyor. (Radıyallahu anh)   
Un var yağ var şeker var
15 Aralık 2009 01:00
GÜNDEMİN YENİ ADRESİ AFGANİSTAN -6- Hazırlayan: İrfan Özfatura Şu anda yeryüzünde eline çanta alıp dolaşan, iki millet var. Çinliler ve Türkler Afganistan güya dünyanın en riskli ülkelerinden biri, mühendislerimiz, müteşebbislerimiz cirit atıyor. Ki paraları da yok, GSMH 250 dolar civarında, tescilli fukara! Biz Türklerin bir başka özelliği elin derdini dert edinmek, vah vahlanmak. Nitekim kiminle konuşsam "N'olacak bu Afganistan'ın hali" sorusuna kafa yoruyor, oturup çare düşünüyor. Görünen en büyük problem işsizlik. Halbuki Afgan halkı hem sabırlı tevekkül ehli, hem de çok çalışkan. Alın teri ile geçinmekten hoşlanıyorlar. Bunu nereden biliyoruz? Çarşılardan. Ortalık sabah namazını müteakip hareketleniyor, herkes birbirine bir şeyler satıyor. Hiçbir şey beceremeyen kör topal bir araba uyduruyor, hayvan yerine kendini koşup yük çekiyor. Afganlı çalıştıran Türk iş adamları hallerinden memnunlar. Mutiler, sadıklar, kasanın anahtarını bırak, gözün arkada kalmaz. ASKERLİK PARAYLA Şimdi işsiz gençler önlerine çıkan iki ihtimali değerlendiriyorlar. Ya asker, ya gerilla olacak. Ya da uyuşturucu baronlarına çalışacaklar. Bu günlerde Orduyu Milli, Polis-i nizami hayli adam topluyor. Askerlik mecburi değil, kışlalara alınan gençlerin karnı doyuyor, kıyafeti oluyor, gece sıcak bir koğuşta yatıyorlar. 10 bin Afgani de maaş alıyorlar (200 $) ki burada iyi para... Keşke gençler sanat sahibi olabilseler de elinin emeği ile kazanmanın tadına varsalar. Ne yazık ki bir şey üretilmiyor. Ruslar Afganistan'da on yıl kadar kalmış ciddi projelere imza atmışlar. ABD de aynı süreye yaklaştı ama dikili ağacı yok daha... SU AKAR AFGAN BAKAR SSCB Saleng geçidini açmış, Celalabad Hidroelektrik santralini yapmış. Yüksekliği 35 metreyi aşan muazzam baraj su tutmuş, dolup dolup taşıyor. Lakin su akıyor, işgalci bakıyor. Dünyaya teknoloji satan koca ABD iki türbin getirip de elektrik üretmeyi beceremiyor. Halbuki elektriğe ilaç gibi ihtiyaç var, bu pırpırlanan cereyan ile üretim müretim olmaz. Enerjiyi çözemezseniz hiçbir sanayici tesis kurmaz, işsiz gençler de canınızı sıkar. Washington'un ülkeyi düze çıkarma gibi bir derdi yok, Ebu Gureypçiler dizginleri bırakmıyor. Asker artırmaktan, şiddetten terörden medet umuyorlar. Ki Afganistan'a yollanan her Yanki yılda 1 milyon dolara mal oluyor. TESİSLER ÇÜRÜYOR Kabil'de kurulmuş iyi kötü çalışmış bir çorap fabrikası var, şu an işletilemiyor. Yağ fabrikasının kapısında kara kilitler sallanıyor. Ruslardan kalma asfalt tesisi de çürümüş gitmiş, çalınan çalınmış, kaldırılamayanlar ortada... Bu metruk şantiyede gerilim filmi çevrilir ancak. Halbuki Kabil sokaklarının ne çok ihtiyacı var ona! İnşaat en hızlı sektör ama demir çimento gibi yükte ağır malzemeler bile Pakistan'dan geliyor. Yine Rusların kurduğu çimento fabrikası öölece bekletiliyor. Halbuki % 95'i bitirilmiş % 5 daha harcansa imalata başlayacak. TAŞI TOPRAĞI CEVHER Deneme üretimlerinde elde edilen ürün çok kaliteli çıkmış zira kullanılan toprağın hususiyeti var. Peki ne zaman çalışır? Bir başka bahara! Devletin böyle bir fabrikası olduğundan haberi var mı acaba? Afganistan'ı düze çıkarmak kolay değil ama nefes aldıracak sektörler de var. Bir kere kuru yemişte dünya standartlarının çok üstündeler. Kaldı ki suni gübre, tarım ilacı tanımıyorlar. Bedahşan eyaleti yakut, zümrüt, safir, topaz kaynıyor. Bunları torbalayıp satarsan para kazanmaz ama işleyip de sunarsan... Türk kuyumculuk sektörü son yıllarda sıçrama yaptı. Afganlılar bu tecrübeyi kullanmalılar! RENK ONDA AHENK ONDA Batılı milyarderlerin malikanelerini süsleyen Afgan halıları bizim Yağcıbedir halılarını andırsalar da daha özenli ve daha ince desenliler. Sağdan bakıyorsunuz başka renk, soldan bakıyorsunuz bambaşka. Sanki kadife gibi gölgeleniyor, ahenkle dalgalanıyorlar. KAPRİSLİ GÜZEL Afgan tazıları, meraklılarının edinebilmek için büyük paralar vermeyi göze aldıkları cins bir köpek. Siz bakmayın onun uzun saçları ile evin kızı gibi kırıttığına, kartal gibi hızlı ve kurt gibi yırtıcıdır icabında. En büyük hususiyeti hız kaybetmeden keskin dönüşler yapabilmesidir ki tavşanların ensesinde bitiverir bir anda. Afgan Hanları onu kar leoparlarını sıkıştırmakta kullanırlarmış. Neticede leopar da bir kedi, köpek dediğin kediyi kovalayacak di mi ama. Şefkatlidir de, civcivmiş, yavru kediymiş, dokunmaz asla... Avrupalılar ona kuşkuyla yaklaşırlar. Köpekse de köpekleşmez, kuyruk sallamaz zira... Kaştan gözden anlayacak kadar zekidir, tavrınızı hissederse küser, defterden silip atar. Kaprisli midir? Bilemem ama sanırım güzelliğinin farkında... DEĞERLERİMİZ ORTAK En sık rast geldiğimiz soru Müslüman mısın? İnanın bu kanıma dokunuyor. Başımıza poşuyu sarmışız işte, göğsümüzde nazlı hilal! Anadolu'dan gelen biri ne olabilir ki başka? Sanırım bazıları bu ülkede de ceberut CHP laikliğini pazarlamaya kalkıyor. Beyhude bir çaba, o malın, bu ülkede alıcısı yok! Oysa Vehhabi Suudi Arabistan ile Şii İran çok planlı gidiyor, % 85'i Sünni Hanefi Maturidi olan bir ülkede zemin tutmaya çalışıyorlar. Onların şu insanlara anlatacakları hiçbir şeyleri yok. Halbuki bizi aynı şeyler heyecanlandırıyor. Belh'li Mevlana'mız ortak, yetmez mi daha! FEDA OLSUN Yunus Gürbüz: Afganistan'a yaptığımız yatırımı Anadolu'ya bile yapmadık. Bu insanları seviyoruz, keşke daha fazlasını yapabiliyor olsak... KÂBİL'İN YÜZDE 70'İNİ BİZ YAPTIK Yunus Gürbüz genç bir iş adamı, 7 yıldır burada ve yaşı 30 bile değil... "Biz Karizma İnşaat olarak üst yapı işi yapıyoruz" diyor, "iki tane özel üniversite, hastaneler yaptık. Afganistan'ı yeniliklerle tanıştırdık ve tanıştıracağız da... Beton santrali kurduk, plastik doğrama işine de giriyoruz, ki bu tesiste de 300 civarında yerli çalışacak. Eskiden 90 Türk vardık şimdi 12 kişiyiz. Demek ki çok adam yetiştirmişiz. Piyasaya yaklaşık bin usta kazandırdık, bir zamanlar 120 dolar alıyorlardı, artık 750 - 800 dolara iş bulabiliyorlar. Afganistan'ın zengini çok zengin, fakiri pek fakir. Eğer, iyilik yapmak istiyorsan balık tutmayı öğreteceksin onlara. İşi bizim yanımızda öğrenenler NATO'dan ihale almaya, fabrika kurmaya başladı ki bu bizi çok sevindiriyor. Son günlerde Kâbil'de restoranlar beliriyor demek ki kazanç artıyor. İnsanlar işine gücüne döndükçe hadiseler de azalacak. Devletle iş yapmak kolay değil, zira senin anlaştığın adam başka yere tayin edilebiliyor. Evet paramız kaldığı da oldu ama iş işi açıyor. Yollara çıkıyoruz arabamız bozuluyor, hiç korku duymuyoruz çünkü Türk'sen kimse dokunmuyor. Kaza geçirdik hastanelerde yattık para almadılar. ÇIĞIR AÇTIK Kunduz yıllardır suya hasretmiş, 240 metreden tatlı su çıkardık bir hafta şenlik yaptılar. Baktık bırakmayacaklar kaçtık adeta. Sonra zemin etüdü yapmayı öğrettik onlara... Her hafta kat atınca şaşırıp kaldılar. Ancak yerlilerin inşaat kalitesi düşük, burası fay hattı ve bu beni çok korkutuyor. Bazen yarım binaları tamamlamamızı istiyorlar. Hayır diyorum hafriyatımı yapmadığım binaya başlamam. Beton istedikleri zaman kalıplara bakıyorum, içime sinmezse vermiyorum. Bence birçok binanın yıkılması lazım, hem iskeletleri cılız hem de yığma tuğla gibi ağır bir malzeme kullanıyorlar. Evet, ucuza mal ediyorlar ama pahalıya patlayacak. Burada büyük bir konut açığı var, Türk müteahhitlerine (Hatta TOKİ'ye) çok iş çıkar. Bunlar temiz efendi insanlar, sevildiklerini biliyorlar. Bir bahane ile ellerine 40-50 dolar tutuşturuyor, bu özenli çalıştığın için" diyorum, şaşırıyorlar. Halbuki arabayı sert kullanıp parça kırsa, bin dolara mal olacak bana... HABERİNİZ OLSUN... * Kabil'de Türk iş yerleri açılıyor. Şehirde hemşehrilerimizin işlettiği marketler, Antep işi kadayıf baklava şöbiyet yapan tatlıcılar var. * İHA Afgan gençlerine kamera, ışık, montaj seti kullanmayı öğretiyor, dahası naklen yayın arabası, reji, uydu bulma, gibi detay konularda yetiştiriyor. * Kâbil'de birçok Türk yardım cemiyeti kurban kesimi yapıyor. İhlas Vakfı biraz daha kuytulara açıldı, Şıbırgan'daki garipleri unutmadı bu bayram. * Aryana Afgan Türk okullarının büyük bir itibarı var. Çocuklara dört lisan öğretiyor, fen derslerinden şampiyonlar yetiştiriyorlar. * Afgan televizyonları Hind ve İran yapımı filmlerin tasallutu altında. Ancak son bir aydır reytingleri darma duman eden, iki dizi başladı. Bunlardan biri "Vadi-i Guran" öbürü "Esrar-ı dünya" Açıklayayım efendim biri "Kurtlar vadisi" diğeri "Sır kapısı!" * Bazı bölgelerde yabancıları "ayaklı dolar" gibi görüyor, adam kaçırıyorlar. Fidye rayiçleri makul, sürümden kazanıyorlar. * Sağda solda tahrip olmuş Rus tankları var ve güzel görüntü veriyorlar. Ancak mayınlar tanklar kadar şirin değil. Ortalık topuğu kopmuş gençlerden geçilmiyor. * Devlet dairelerinde rüşvetin yaygın olduğu söyleniyor ancak 2 hafta kalıyorum gümrüklerden geçiyorum, trafikte takılıyorum kimseden öyle bir talep gelmiyor. * Afgan halkı iyi hoş da nasihatten hoşlanmıyor. "Kadınları burkadan kurtarın çalışma hayatına katın" sözünden bıkmışlar. Kadın ve aileden sorumlu Bakan Banu Gazanfer bizim kızlarımız dilerlerse baş örtüsüyle de okuyabiliyor deyip laf sokuyor. * Halk İSAF'ın Taliban'a askerî malzeme verdiğine inanıyor. Her şey olabilir, zira ABD İngiltere çekişmesi gözden kaçmıyor ve bunlar birbirlerinden nefret ediyor. * Türk Ordusu muhabir güç bulundurmamakla en doğrusunu yapıyor. Ve kendini anlatmayı beceriyor. Kabil caddelerinde büyük reklam panoları. Sarıklı sakallı yaşlıların elini öpen Türk subayları görülüyor. Dileriz Anadolu insanı da kıyafeti yüzünden kışla kapısından kovulmaz bundan sonra. AKLIM KABİL'DE KALDI Aynı şeylere inanıyor, aynı şeylerden hisleniyor ve benzer tepkiler veriyoruz. Bu temiz, vefalı insanlar için ne yapabiliriz acaba? Unutmayın onlar İstiklal Savaşında bileziklerini küpelerini yolladılar Anadolu'ya.. SEYYAR BANKA! Afganistan sanıldığının aksine güvenli, amcanın önünde belki 100 bin dolar var, akşam torbayı omzuna vuracak evinin yolunu tutacak. YİNE ESKİSİ GİBİ Orduyu milli uhdesinde her millettten asker var ve iyi anlaşıyorlar. İşte bir Türkmen'le, bir Peştun birlikte poz verebiliyor. AFGAN NAYKLARI Afganlılar zeki ve üretken insanlar, gençler için kara lastiklere takla attırmış Nike formu kazandırmışlar. Yaşlılar ise yeleksiz çıkmıyor. YILIN MOTİFLERİ Renkleri ve motifleriyle daima zirveye oyanayan Afgan halıları zenginlere hitap ediyor. Üzerinde Kalaşnikof, RPG olan parçalar kara mizah! PARA DEĞİL VALLA Halı pazarında rastgeldiğimiz parçalara vuruluyoruz, pahalı da sayılmazlar. Sırf buradan halı taşıyan yükü tutabilir pekala... DOĞUŞTAN SANATKÂR Afganistan tamircileri en teknolojik otomobillerden bile anlıyor, icabında çıkma parçaları kullanıyor bir şekilde yürütüyorlar. BİTTİ
HAYATI VAKKO VİTALİ HAKKO
20 Aralık 2009 01:00
Vitali, bir demiryolcu çocuğudur, İstanbul Yedikule'de azınlıkların çoğunluk olduğu bir semtte doğar (1913). Yanlarında bir bakkal vardır, mahallenin nabzı burada atar. Muhabbete Ladino ile (Yahudi İspanyolcası) başladılar diyelim bir bakarsın Rumca devam ediyorlar. Türklerle geçinip giderler, Osmanlıda kimse kimsenin nasırına basmaz. Babası ona bir Yom Kıpour günü büyük ve parlak düğmeleri olan bir ceket alır. Vitali elbisesinin kumaşına dikişlerine bayılır. Üç aplike cebi vardır ve omzunu dolanıp göğüs cebine giren kordonun ucundan bir düdük çıkar. O gün sinagogdadırlar, Vitali düdüğünü çalmak için dayanılmaz bir arzu duyar. Evet, bunu yapar ve hahambaşının gazabına uğrar. Karga tulumba dışarı atarlar. Müteşebbislik mayasında vardır. Bir ara Bizans dehlizlerinden birinde sinema oynatmaya kalkar. Gelgelelim gaz lambası devrilir, filmler yanar. Elde var hüzün, hiç yoktan sermaye de uçar. Ama yılmaz, bir gün Pera'da gördüğü şık beyler gibi giyinecektir mutlaka... ŞİMDİ OKULLU OLDU Yaşı gelir, Vitali'yi Kumkapı'da Fransız Misyonerlerinin deruhte ettiği bir okula yollarlar. Mezkur mektep paralıdır, bedeli babasının çalıştığı Frenk firması karşılar. Şirketin verdiği paso ile trene de bedava biner ayrıca... Okul hayta doludur bunu ufak tefek bulur elinden sefertasını alırlar. Yapayalnızdır, hiiiç arkadaşı olmaz. Lakin yeri gelince dişlenir, koskoca okul müdürüne "sizden değilim, bana kilise duası yaptıramazsınız" diyecek kadar... Vitali Cumhuriyetin ilanında 10 yaşındadır, dinlediği nutukların tesirinde kalır içi içine sığmaz. Ancak Cumhuriyet, demiryollarını devletleştirir ve babasını kapının önüne bırakırlar. Derken okul idaresi "para" istemeye başlar, pasosunun da hükmü kalmaz. Yapacak şey yoktur, tahsil hayatına mecburen nokta koyar. Annesi hamarat bir kadındır Bohçacı Behmorias'lardan iş alır, ablası ise terziliğe başlar. Derken babası Ayancık'ta bir iş bulduğunu söyleyip gider. Gidiş o gidiş, evin yükü omzuna çöker mi bir anda. Vitali, Mahmutpaşa'da Spiros adlı bir Rum tuhafiyecinin yanında iş bulur. Sabah dükkanı açar, malları asar ve çığırtkanlık yapar: "Buyruun hanımlar, içerde çeşitlerimiz var!" İşini sever, ipe astığı kumaşların renk desen uyumu gözden kaçmaz. Bu arada Kuledibi'ne taşınır (tanıdık Museviler vardır) ve Beyoğlulu olurlar. Zamanla ablası terziliği ilerletir, Vitali hem çalışır hem de Musevi Lisesinin spor kulübünde (Maccabi) aletli jimnastiğin inceliklerini kapar. Adım adım ünlü atlet Fintzi'nin rekoruna yanaşsa da Rus antrenörün yüzü gülmez. "Sen diğerlerinin derecesi ile ilgilenme" der "sporcunun rakibi kendisidir ancak!" Çarşıda Necati Bey adlı yakışıklı bir bezzaz vardır ama malları berbat mı berbat. Zaman zaman seccadesini yayar, göstere göstere namaz kılar. Ağzı kalabalıktır, yemin kasem bini bir para... Vitali bu adamın Kirkor adlı bir Ermeni olduğunu öğrenince çok şaşar. Kapalıçarşının en gözde mağazasını Kupidisler çalıştırırlar, Vitali hayrandır onlara... O nasıl bir vitrinse, çocukluğuna götürür adeta. Ve rüyaları hakikat olur Kupidislerin yanında işe başlar. Patronlar iki kardeştir. Anton aksi bir adamdır, Teodor ise Vitali'ye güvenir. Mübayaalara götürüp fikrini sorar. Kupidisler siyaseti yakinen takip eder şapka inkılabına hazırlıksız yakalanmazlar. Kapalıçarşının uyanıkları İtalya'dan gemi gemi şapka getirtmiş, depoları doldurmuşturlar. Kupidislerin şapka reyonuna da Vitali bakar ve büyük paralar kazandırır patronlarına... Şu fırsat her zaman ele geçmez, su akarken kapları doldurmalıdırlar. "... bir ülke düşünün ki Hilafetten Laik Cumhuriyete geçiyor ve halkın neleri giyip neleri giyemeyeceği dikte ediliyor. İşte önemli olan o anı yakalayıp o günkü ihtiyaca (isterseniz buna zorunlu ihtiyaç deyin) cevap verecek üretimi gerçekleştirmek ve..." (Bkz. Hayatım Vakko) Uzatmayalım ablası Bella ve eniştesi Rafael Elhadef'i ayartır, "Şen Şapka"yı kurarlar. ŞAPKADAN TAVŞAN... Vitali ileride ayağına takılmasın diye askerliğini de (bedelli olarak) yapar. Piyasaya çıktıklarında 20 yaşında bile değildir daha... Varını yoğunu ortaya koymuştur, lokantada yemez, sinemaya gitmez, cumartesileri bile çalışır, şapka yetiştirir soluk soluğa. Müşterileri modaya meraklı birkaç madamdır ama bu iş patlayacaktır, kokuyu almıştır zira. "Cumhuriyet dönemine kadar Müslüman Türk kadınları tabii ki şapka giymezlerdi Kemalist reformlar Doğudan batıya yönelişi tepeden tırnağa gerçekleştirmek amacı taşıdığı için kıyafet devrimi ile erkeklerde fesin yerini şapka almış kadınlarda ise çarşaf ferace yasaklanmıştı..." Vitali, Calibe adlı cazibeli bir kızı manken yapar. Calibe pek beterdir, içeri girene mutlaka bir şeyler satar. Yaşlı kadınlara üçgüllü kaplinleri kaptırır, sırtlarını sıvazlayıp uğurlar. Ama komikleşiyorlarmış, amaaan kimin umurunda? Bir gün motosikletli polisler gelir, "hazırlanın" derler, "birazdan Makbule Hanım burada olacaklar!" Calibe, ona neredeyse bir düzine şapka çakar, yetmez gibi sipariş de yazar. Malları bizzat eliyle götürür ve aldığı ihsan-ı şahaneyi sır gibi saklar. O günden sonra satışlar patlar. Hatta zaman zaman mağaza önünde birikenleri dağıtmak için polis çağırmak zorunda kalırlar. Bir başka Musevi Leon Acıman'ın Ortaköy'deki fabrikası gece gündüz çalışmakta, ivedi kaydıyla fötr yetiştirmektedir sağa sola... Vitali mutludur, artık annesi astragan kürk giymektedir, albenili takılar takmakta... Paris'ten dönen kardeşi Eli'ye de bir ajans (Faal Reklam) açar bu arada. Babası ise postu yeni kurulan Ankara'ya serer, başkentte mobilya leblebi çekirdek gibi gitmektedir zira... MİLLİ ŞEF KOLTUKTA... Derken İnönü devri başlar, ekmekler küçülür, yağ, şeker karaborsa... Tiryakiler kahve yerine kavrulmuş nohut içer, kendilerini kandırırlar. Halkçılar azınlıklara mesafeli durur, Vitali'yi ikinci kez askere alırlar. Trende Leon Günberg, Fredi Burla ve Tokatlıyan'ın Rum aşçısı Stefo vardır. İhtimal Stefo, Hadımköy'de kalacak komutana aşçılık yapacaktır. Vitali "beni de yamağım diye tanıt" der "Çok iyi salata yaparım, masalar donatırım icabında..." -20 papelini alırım ama! 10 kağıda işi bağlar. Ve askerliği boyunca havuç sürter, domates biber doğrar. Tam terhis günü gelmiştir ki, bir kez daha askere alırlar. Bu tertip tamamen azınlıklardan kuruludur, genç yaşlı demez (aralarında ak saçlılar da vardır) ailelerine bile haber vermeden Marşandiz vagonlarına doldururlar. Eniştesi de askere alındığı için mağazaya ablası bakar. Derken Milli Korunma kanunu meriyete girer. Güya karaborsa önlenecektir, gammazcılar, ihbarcılar... Onu atlatırlar, "Varlık Vergisi" çıkarılır bu defa. Vergi mükellefleri dörde ayrılır, yabancılar servetlerinin sekizde birini, dönmeler dörtte birini, gayrimüslimler ise yarısını vermek zorundadırlar. "Paran yoksa yürü Aşkale'ye, taş kırmaya!" Nakit kolay mı, keş para bu, ha deyince bulunmaz. Vitali perişandır annesini üzmemek için "sesinizi çıkarmayın" der "herhalde bizi unuttular!" Evdekileri sakinleştirip Anadolu'daki tuhafiyeci dostlarını dolanır. Ankara Anafartalar Caddesindeki Hacıbaba derdini dinler sabırla. "Allah kerimdir evlad" der cebine bir zarf atar. Çıkınca ne görse iyi... Ciddi bir para! Doğru defterdara koşar, alın size şu kadar. Bakiyesini de öderim ama n'olur taksit yapın bana. Sanırım 6,7 Eylül hadiselerinin de hangi mihraktan çıktığı ortada... Vitali'nin hayatında bu korku dolu yılların izi okunur açıkça. MÜTEDEYYİN BAYANLARA O günlerde Boncukçuyan adlı bir tacir bir sandık eşarp getirip bırakır dükkana. Bir kereliğine mahsus olmak üzere alırlar ama mal anında tükenir, millet ısrarla eşarp sormaya başlar. Zaten şapka devrimi devrini tamamlamak üzeredir, başörtüsünün ise sağlam bir zemini vardır, yayılacağı aşikar... Şimdi yeni bir marka ile ortaya çıkmalıdırlar."Nasıl şen şapka kadın şapkasıyla özdeşleşmişse Eşarp da Vakko markasıyla özdeşleşti..." Neyse modelleri hazırlar plasiyer Aleko'yu piyasaya salarlar. İlk gelen tepkiler can sıkar. Beyoğlu'nun ünlü mağazası Lion'un Leh asıllı sahibi Max Helpern malları beğenir ama yerliyi dükkanına sokmaz. Vitali, Max'ın "Journal d'orient" okuduğunu öğrenir ve gazeteyi reklama boğar. Nitekim Max bizzat arar, mal ister kibarca... Vitali'nin Paris'te Champs Elysee'de desenlerine bayıldığı bir dükkan vardır, bunları kime yaptırırlar acaba? Güya hediyelik seçmek için vakit geçirdiği günlerden birinde bir mobilet durur, kılıksız bir adam malları teslim eder patrona. Çıkınca önünü keser, tanışabilir miyiz der, size teklifim olacak. Adam motorunun arkasını gösterir "atla!" Rue du Bac sokağına gider, dar karanlık bir daireye girerler. İnce uzun bir kadın, bir elinde sigara, diğerinde fırça... İşte uzun yıllar hanımlarımızın başlarına taktığı "Boğazlı, Büyükadalı, Kızkuleli" modelleri o ressam yapar. ELİNİ TAŞIN ALTINA... Vitali dışarıdaki atölyelere iş verir ama içinde bir ilinti... Ya çekerse, sarkarsa, solarsa, boyası akarsa? Marka namusunu korumanın tek yolu vardır üretime soyunmak. Gider Kurtuluş'ta Rum mezarlığının karşısında bir fabrika kurar. Bu arada hanımın adını taşıyan Ketko (Kety Hakko) çantalarını üretir ve iyi kazanırlar. Kızı Sima'yı Lodrig'lerin oğlu Erol'a verir Cem ise Vakkorama'yı kurarak babasının oğlu olduğunu ispatlar. Cem bilahare Bettina ile evlenir ve iki çocuğu olur. Büyük torunu Katia'nın adını bir parfüme koyar, küçüğü Pia için ilk çocuk parfümü Piu Piu'yu çıkarırlar. Bir ara Şevket Sabancı gel seninle konfeksiyon işine girelim dese de olmaz. Vitali "dostum ben üç kere askerlik yaptım" der "dördüncü için Adana'ya yollama!" O yıllarda mazot, fuel oil yoktur kazanda katran yakar, Rum mezarlığını ve komşu evleri ise pise boyarlar. Şikayetler artınca oturup kafa yorar, bacaya uyduruk bir arıtma (bir nevi duş) takar, kurumu nispeten azaltırlar. Kurtuluş imalathanesi nefes nefese çalışsa da dar gelir, bir gün patlayan ampulden çıkan yangın tesisi kül eder bir anda. Vitali işçilerle el ele verir, üç ay sonra tesisi silbaştan üretime alırlar. Vitali aradığı o farklı desenleri Osmanlı kumaş ve kaftanlarında bulur, ecdadın motifleri ile Paris'te büyük sükse yapar. Modacı Mr. Chumsteg (ki Y.S.Lourent'in hamisidir) onu kutlar. Samimiyetle itiraf eder "İstanbul'u görmem lazım anlaşılan!" Nitekim tuğra ve hat sanatından ilham alan emprimeler çok tutar. Mesela Milano'ya bir numune götürür, hemen 2 bin metre yolla derler, ihracat başlar Vitali imalatı kovalar, Albert satışta ve dost edinmekte daha mahirdir zira. Vitali gözü karadır, Albert ihtiyatlıdır, birbirlerini dengeler hız kazanırlar. Derken Ermeni asıllı Zaven'den Beyoğlu mağazasını alır, ablasının oğlu Alberto'yu başına koyarlar. Erkek giyimi konunda da Nino Cerruti'nin tecrübelerine sığınırlar. Nino, Fuco adlı makastar verir onlara. Düşünün Armani de Nino'nun stilistidir o sıralar. MUSİBET NASİHAT İşler büyüyünce Merter'deki arsaya talip olurlar. Sahibi emekli bir albaydır, istediği büyük para. Dile kolay tam 600 bin lira... Vitali'nin dostları Sinto, Saltiel, İzak Kohen ve Roger Hisarlı ile bir araya gelir parayı bulurlar. Albay o gün 700 bine çıkar. Tamam derler yine yükselir ve arsa tam 980 bin liraya (milyon telafuz edilmiyordur henüz) mal olur onlara. İyi de Londra asfaltı arsayı ikiye yarar. Kenarlar ise yeşil alan. Rahmetli Menderes'in idamı ile yönetim değişir, belediye ile görüşüp ruhsatı alırlar. Merter tesislerinde apre, boya, biçki, dikiş yaparlar, dahası aksesuar, pazarlama, depolama... Aklınıza ne geliyorsa... Vitali sendikayı eliyle sokmuştur içeri, bedeline de katlanmak zorunda kalır. Bir gün bakar bağırışmalar çağırışmalar. İşçiler grev kararı almışlar. Babalarının malı gibi mutfaktan erzak çuvallarını çıkarır, ateş yakarlar. Sağdan soldan militanlar koşuşurlar. Sanki kale fethetmişler de zafer kutluyorlar. Yok efendim bu ürünleri emekçi halk giyecekmiş bundan sonra... Kendi tesisine giremiyorsun işe bak! Halbuki Kurtuluş fabrikası yandığında fedakârca çalışmıştır bu insanlar... Vitali siyasetin içinde değilse de dışında da kalamaz... Rotary üyesidir, TÜSİAD saflarında yer alır sonra... Çok siyasetçi tanır ama onu biri şaşırtabilir ancak! Rahmetli Özal. Eleştirmek için gittiği toplantıda Konvertibilite kararını duyar ve nutku tutulur adeta. Turgut Bey "almak" için gelen iş adamlarından mutlaka bir şeyler koparır devlet adına. Ne bileyim misafirimiz geliyor defile yapın, hediye hazırlayın filan... Çok da rahattır, bir gün Vitali'yi kaldığı otelin banyosunda ağırlar. O sıra Berber Kemal'e tıraş olmaktadır. Oturacak tek yer vardır, klozetin üstü. "Buyur, buyur" der "ayakta kalma..." Oracıkta sektörün sıkıntılarını dinler ve gereğini de yapar. Sonrasını biliyorsunuz. Vitali Hakko iki yıl evvel böylesi bir Aralık günü aramızdan ayrılır, Ulus Musevi mezarlığında bırakılır toprağa... Pierre Cardin, İstanbul ziyaretinde Vakko'nun emprimelerinden gözlerini alamaz.
Hangi Noel Baba?
27 Aralık 2009 01:00
 Masal kahramanı mı yoksa reklam yıldızı mı? Noel Baba karakterini ilk defa 1863 yılında Thomas Nast adlı bir çizer tasarlar, Haddon Sundblum ise Coca Cola reklamlarında kullanıp dünyaya yayar  BİR RESSAM Eskiden nerde böyle filmler, bilgisayarlar? Çocuk dediğin dünyaya çizgi roman kahramanlarının gözüyle bakar. (Tex, Teksas, Tommix, Tom Braks, Karaoğlan...) O yıllarda roman çizerliği geçer akçedir vesselam. İşte Harper Weekly çizerlerinden Thomas Nast da hayali kahramanlar tasarlar. Noel Baba fikri ilk defa onun kafasında şekillenir (1863) ama tutup tutmayacağından emin değildir. Kırmızı yanaklı, balkon göbekli bir ihtiyar miniklere sevimli gelecektir ihtimal. Nast, Norveçlilerin beyaz atlı mitolojik tanrısı Vodan'dan da hayli detay toplar, "8 geyikli uçan kızak" dümenini de William Gilley'in yazdığı bir çocuk şiirinden araklar. Kıyafet konusunda rahattır, o günlerde kabul gören bir tarz vardır zaten. Kürklü kaftanlar, kukuletalar... (Yedi Cücelerden hatırlarsınız mutlaka) Nast'ın hayal gücü sınır tanımaz, miniklerin aklına "uslularla yaramazların fişleneceği ve sabıka kayıtlarının Noel Baba'nın önüne konacağı" gibi bir vesvese sokar. Şömine önünde oyuncak bulmak isteyen "iyi çocuk" olmalıdır! O kadar! Nast'ın insanları bir şeye inandırmak gibi bir iddiası yoktur, adam nafakasının derdindedir, çorbasını kaynatmaya bakar. Lakin uydurduğu masallar, dal budak salar. İnanmayanlar yaftalanır, enim konum itham altında kalırlar. Noel Baba imajı kanlı Haçlı seferleri ve engizisyonlar yüzünden söyleyecek sözü kalmayan kiliseye uyar. Ruhaniler kampanyaya katılır ve propaganda başlar. Bakın şu işe ki her yıl yarım milyon çocuk Kuzey Kutbuna mektup yollar... BİR ŞERBETÇİ Eski eczacılar güneş kremi, plaj terliği, bıttım sabunu satarlar mıydı bilmiyoruz, lâkin formülü kendilerince malum ve kendilerinde mahfuz macunlar, allı morlu şuruplar yaparlar... Her derde deva, başağrısına, mide bulantısına! İşte Georgia mukimlerinden John S. Pemberton da kafasını 'ferahlatıcı şerbetlere' takar. O devirde eczacıyım diyen eczacıdır, diplomayı kim kaybetmiş ki o bula. John üç ayaklı pirinç çaydanlığında ağdalı mayiler kaynatır, bunları soğuk su ile karıştırıp müşterilerine sunar. Hergün yeni bir şeyler dener, nitekim limon, tarçın, ıhlamur özü, Hindistan cevizi yağı, vanilya, koka yaprağı ve kola tohumunda karar kılar. Bu formül pek beğenilir ve talipler bir bardak içebilmek için 5 cent vermeyi göze alırlar (1886). Bilhassa asabilere ve başı ağrıyanlara tavsiye eder, sanırım teskin edici hususiyeti de vardır o zamanlar. Günlerden birinde eczanenin tembel kalfası (Willys Venable) iksir hazırlarken üşenir, sürahiye uzanacak yerde, elinin altındaki sodayı devirir mi bardağa? Bakın şu işe ki yeni karışımın beğenileceği tutar, bi daha ver, bi daa, bi da derken "köpüren Cola" yok satmaya başlar. BİR PATRON Muhasebeci Frank Roobinson ise dile damağa olduğu kadar göze kulağa da hitap etmeliyiz der ve iki afilli 'C' arasına 'Coca Cola' yazar. Ürünü bilumum eczane ve dondurmacılara dağıtır, patentini alıp 'marka' olurlar. Pemperton ölünce (1888) Coca Cola sahipsiz kalır, Asa Candler adlı bir müteşebbis 2300 dolar verip (bu gün sadece adı 70 milyar dolar) haklarını satın alır. Hem ülke çapında yayılır, hem de fıçı yerine şişelemeye geçer ve bir ilke imza atar. Ona göre Cola ambalajıyla da göz okşamalı, kırılsa bile tanınmalıdır. Nitekim kakao tanesine benzetilerek hazırlanan şişeler çok tutar. Ünlü cam firması Root Glass üç vardiya mesai yapar. Asa Chandler gelirinin dörtte birini reklâma ayırır, Cola'yı süpermarket, benzinci ve spor salonlarında pazarlamaya başlar. Ücreti mukabilinde bayilik dağıtınca dolum tesisleri mantar gibi patlar, Meksika ve Küba'ya ne zaman açılırlar anlayamaz. Reklam için her yolu dener, ABD'de Beyzbol yıldızlarına, Kanada'da köpek yarışlarına, İspanya'da boğa güreşlerine omuz çıkar (1905). BİR REKLAMCI Candler ölünce, Coca-Cola Company'yi 25 milyon dolara Atlantalı bir konsorsiyuma satılır. Şirketin başına geçen Robert Woodruff yelkeni uzak limanlara açar. 2. Cihan Harbine katılan Yankiler yanlarında milyonlarca kutu Cola taşırlar. General Eisenhower vazifeli gibi çalışır, Coca Cola'ya adeta "kutsal su" muamelesi yapar. Başkan seçilince kara gazozu beyaz saraya sokar. Haddon Sundblum dahi Thomas Nast gibi bir ressamdır ancak o "duvarda resmin olcaana, alemde ismin olsun" der, reklam sektörüne oynar. Noel Baba'nın eline Cola şişesini tutuşturuverir ve kasası dolarla dolar. (1931) Hatta Baba'yı külahından çizmesine kadar kola renklerine (kırmızı beyaz) boyar. İlerleyen yıllarda Noel Baba sadece kapitalist çarkları yağlamaya yarar. Yok oyuncak şirketleri, yok çikolatacılar... Alışveriş merkezleri, hediyelik eşyacılar... Hele yılbaşı yaklaşmaya görsün, elini sallasan al urbalıya çarpar. Sağın solun takma sakal... BİR BESTEKÂR Gelelim "Cingıl beng... Cingıl beng" diye kulaklarımızda çıngıldayan Noel şarkısına... Bu parça Amerikalı bestekâr Lord James Pierpont tarafından bestelendiğinde (1857) ortada Noel Baba gibi bir mefhum yoktur daha. Zaten adam atlardan kızaklardan filan bahs açar. Jingle bells, jingle bells (Zilleri şıngırdat, zilleri şıngırdat) Jingle all the way (Yol boyunca hep şıngırdat) Oh what a fun it is to ride (Sürmesi ne de hoştur) In one horse open sleigh (Tek atlı açık kızak) Melodi yıllar sonra Noel Baba'ya monte edilir ve Hıristiyan dünyasının resmi şarkısı haline geliverir bir anda. BİR YÖNETMEN 2004 yılında gösterime giren Kutup Expresi bir Robert Zemeckis filmidir. Her dakikası 1 milyon dolara mal olan filmde Tom Hanks çizgi film karakteri şeklinde karşımıza çıkar, yetmez 6 ayrı karaktere de modellik yapar. Filmin oyuncusu, yardımcı oyuncusu yoktur ama seslendirmede Hollywood'un ünlü isimleri rol alırlar. İnsanın az biraz kamera tutmuşluğu montaja girmişliği olunca tekniğini de merak ediyor. Efendim burada "performans yakalama" adlı bir usül deneniyor. Tom Hanks var yok arası bir kıyafetle rolünü oynuyor. Üstündeki alıcılar vasıtasıyla hareketleri üç boyutlu olarak kaydediliyor. Sonra bunlar filmi sürükleyen karakterlerin orasına burasına yapıştırılıyor. Lakin el kadar tıfılın yüzüne koca adamın mimikleri yakışmıyor. Dudaklar gülse de gözler donuk donuk bakıyor. Sanki sıfatına suçunu saklayan katil ifadesi oturuyor. Sana bana "bitse de gitsek" dedirtse de çocukları peşine takıp götürüyor, o başka... BİR HİKÂYECİ Chris Van Allsburg'un 1986 yılında yazdığı hikâyeden beyaz perdeye uyarlanan filmde şüpheci veled gece yarısı yatağından fırlar. Evlerinin önünde koca bir tren durmuş islim toplamaktadır soluk soluğa... Kuzey Kutbundaki kahkaha vadisine giden şirin şimendifere binebilmenin tek şartı vardır: "İnanmak!" Seyahat hayli neşeli geçer, kurabiyeler, sıcak çukulatalar... Noel Baba'ya mesafeli duranlara "bak neler kaçırıyorsunuz" mesajı verilir, bir "taş olun e mi" denmediği kalır, yani o kadar! Sahneler ne hayattandır, ne rüya... İkisi arası bir yerlerde dolandırılır, ritm, renk, ışık, macera... Deyin ki lunapark! Ve Tom Hanks kıvama gelen seyirciye ana fikri açıklar (biz salağız ya). "Sometimes the most real things in this world are the things we can't see" buyurur üstüne basa basa... BİR KAÇ HURAFE Fidan süslemek karanlık çağlardan kalma bir putperest âdetidir. Batıda paganlar, doğuda şamanlar ağaçlara tapınırlar. Av dönüşlerinde, vurdukları hayvanları dallara asarlar. Görkemli ağaçlar sunak olur âdeta... Bu iş dilekçi teyzeleri pek sarar. Avrupalı kadınlar incik boncuk takar, Asyalı bacılar bez çaput bağlar... Kimin aklına geldi ve nereden çıktıysa 19 yüzyıl Almanya'sında ağaç süsleme geleneği yeniden yayılır. Hastalık önce Fransa ve Hollanda'ya sıçrar, sonra bütün Hıristiyan dünyasına... Gelelim "neden Hindi" sorusuna... Efendim o yıl bol mahsul alınmış, ambarlar dolup taşmıştır. Plymouth'un ünlü Valisi William Bradford "bunu kutlamalıyız" der ve bir şölen hazırlatır. Yarışlar, cambazlar, sazlar, kızlar... Hepsi unutulur gider, sadece sofraya konan hindiler kalır akılda... Şimdi bazıları "Noel Baba, Antalyalı Nikolas'tır" diyebilir ki asıl vahamet de orada... Eğer bir din adamı böyle kılıktan kılığa sokuluyor, ticarete alet ediliyorsa... BİR DE FIKRA... Kasabanın postacısı üzerinde "Noel Baba'ya" yazan karta merakla bakar. Fakir bir çocuğun yazdığı bellidir, garibim potin, palto ve uçurtma arzulamaktadır yana yakıla... Postacı yufka yürekli bir adamdır, tutar masraf eder, potin, palto alır. Bir torbaya koyup gizlice bırakır kapısına. Lakin uçurtma talebini umursamaz "amaaan kış günü n'apcak" deyip elini sallar. Üç beş gün geçer. Çocuktan bir kart daha: "Noel Baba sağ ol, yolladığın potin ve palto geldi. Yalnız haberin olsun, postacı şerefsizi uçurtmaları çalıyo
.
.
|
Bugün 259 ziyaretçi (360 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|