 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Şeytanın insanı helâk eden tuzağı!
1 Ocak 2010 01:00
Dinimizde, ticaret ve sanattan başka bir geçim yolu da hizmettir. Kişinin dinine, imanına zarar gelmeyecek her işte çalışması caizdir. Yûsüf aleyhisselam, peygamberlerin büyüklerinden olduğu hâlde, insanların sıkıntıda olduğunu görüp, hükûmet reîsi kâfir olduğu hâlde, ona giderek vazîfe istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O hâlde, kullara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendinden başka yapacak Müslüman kimsenin bulunmadığını gören, bu vazîfeye bir zâlimin geçmesini önlemek ve Müslümanlara hizmet etmek için, kâfir olan âmirden bile vazîfe isteyebilir. Bir iyilik yapamasa da, hiç olmazsa, Müslümanların zararına çalışmayı önlemek de ibâdet olur. Zaruret olmadıkça vazîfeden istifâ etmek de, bunun için, câiz değildir. Çalışmada, para kazanmada niyet çok önemlidir. Nefis, şeytan bu niyeti bozmak için çok uğraşır. Para kazanmayı, dünyalıklar elde etmeye, gösterişe, süse, eğlenceye yönlendirir. Şeytan insanlara, ev eşyasını, elbise, evin süsünü ve fazla konforu, lüksü sevdirir. Çünkü şeytan, bu süsün, lüksün insanoğlunun kalbinde galip olduğunu görünce o kalpte yumurtlar, civcivler çıkarır, artık buradan çıkmaz ve böylece daimî bir şekilde insanı evi yenilemeye davet eder. Evin tavanını ve duvarlarını süslemeye, odaları ve salonları genişletmeye teşvik eder. Devamlı bir yerleri yıkar yapar. Aklı düşüncesi, daha lüks daha büyük evlerde olur. Fakirleri, borçluları, çaresizleri düşünemez hâle gelir. Yine şeytan, insanı yeni, şık elbise düşkünlüğüne, binek (araba) lüksüne, süsüne davet eder. Bu düşkünlükler o hâle gelir ki, ömrü boyunca onu kendisine hizmetçi yapar. Onu bir defacık buraya soktuğu zaman ikinci bir defa uğraşmasına gerek kalmaz. Çünkü bu şeylerin bazısı insanoğlunu diğerine çekip sürükler ve götürür. Onlar için yaşar hâle getirir. Böylece insanoğlunu bir şeyden diğer bir şeye -eceli gelip ölünceye kadar- bu dünya sevgisi sürükler götürür. İnsanoğlu, şeytanın yolunda ve hevâ-i nefsinin arkasındadır ve bu gidişatından ötürü imansız gitmesinden korkulur. Böyle bir gidişattan Allah'a sığınmak lazım! T
Başkalarının ayıplarını örterlerdi!
2 Ocak 2010 01:00
İslam büyüklerinin güzel hallerinden biri de, günahlardan sakınma hususunda Müslüman kardeşlerinin kusurlarını örtmeleridir. Onlar, herhangi bir kimsenin ayıbını açığa vurmayı sevmezlerdi. Sözleri, işleri, yemeleri, içmeleri hakkında iyi bir nefis muhasebesi yaparlar; azalarından herhangi birinin Allah'ın haram kıldıklarından bir şey irtikab edip etmediğini incelerler; bilhassa dil, mide, tenâsül uzvu ve göz hakkında çok titiz davranırlardı. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Allahın sana yasak kıldıklarından kesil ki, insanların günahtan en çok sakınanı olasın!" Evliyânın büyüklerinden olan Hâtim-i Esam hazretlerinin esas ismi Hâtim bin Anvân'dır. Esam ismi ile meşhur olmasının sebebi şudur: "Esam" (sağır) demektir. Bir gün ziyaretine gelenlerden biri onunla konuşurken kazayla yellendi. Bu halinden dolayı çok üzüldü. Yer yarılsa içine girecek hale düştü. Bunu fark eden Hâtim-i Esam o şahıs utanmasın diye; "Yüksek sesle konuş, ancak duyabiliyorum" deyerek ağır işittiğini ima etti. Misafir rahatladı, çok şükür yaptığımı işitmemiş, dedi ve bu hâlini o kişinin ölümüne kadar kırk yıl sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiştir. Kul hakkından, haram işlemekten çok korkarlardı. Nesebinden değil, amelinden medet umarlardı. İbni Abbas hazretleri diyor ki: "Kiriş gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, yay gibi oluncaya kadar da namaz kılsanız; günahlardan yana gerçekten bir sakınma sıfatınız olmadıkça size faydası olmaz!" İbn-i Hacer el-Heytemi buyurdu ki: Sahih-i Buhari ve Müslim'de geçen bir hadis-i şerifte, Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Dostlarım, falanın oğulları değil; asıl dostlarım, salih mü'minlerdir." O halde akıllı olan herkes, soyuna ve atalarının üstünlüklerine güvenerek salih amellerde kusur etmekten son derece kaçınsın. Zira bu ihmalkârlık, onun, atalarının yüksek mertebelerinden çok aşağı düşmesine, onların üstünlüklerinden geri kalmasına, dolayısıyla son derece pişmanlık duymasına ve hasret çekmesine sebep olur
.
İnsanı yükselten amelidir!
3 Ocak 2010 01:00
İslam büyüklerinin tek arzuları, Cenab-ı Hakkın sevgili bir kulu olabilmek, ahirette onu görme nimetine kavuşabilmektir. Bunun için takva sahibi olmaya çalışırlardı. Ebû Hüreyre hazretleri buyurdu ki: "Kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın olacaklar, vera ve zühd sahipleridir." Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Nasıl huzur ve huşusuz namazda ve cömertlik yapılmayan malda bir hayır yoksa, kendisinde vera bulunmayan fıkıhta da bir hayır yoktur." Hadis-i şerifte, "Ameli kendisini geri bırakan bir kimseyi nesebi (soyu) onu hızlandırıp ileri götüremez." Cenab-ı Hakkın nezdinde yükselmek salih amel ile olur. Neseb ile değil. İbn-i Receb el-Hanbeli diyor ki: "Bu hadisin manası şudur: Kişiyi ahirette yüksek derecelere ulaştıran salih ameldir. Allahü teâla şöyle buyuruyor: "Her bir şahıs için işlediği amele göre dereceler vardır..." (En'am: 132) O halde ameli kendisini Allahü teâlâ nezdindeki yüksek mertebelere ulaşmaktan geri bırakan kişinin nesebi, onu bu derecelere ulaştıracak şekilde hızlandıramaz. Zira yüce Allah, mükâfatları neseblere değil amellere bağlamıştır. Allahü teâla buyuruyor ki: "Sûra üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında ne soy-sop kalır ne de birbirlerine bir şey sorarlar." (el-Mü'minûn: 101) Yunus bin Ubeyd diyordu ki: "Veraın hakikati, şüpheli şeylerden sakınmak ve her adım başına nefis muhasebesi yapmaktır. Böyle olmayan bir kimse vera sahibi sayılmaz." Ebû Abdullah el-Antâkî buyurdu ki: "Az bir şeyde sakıncalı olmayı küçümseme. Zira bu çok ve önemli şeylerde sakıncalı olmayı terk etmeye bir köprüdür." İbnü's-Semmâk buyurdu: "Amelsiz ilim peşinde koşanın örneği şeytandır. Kendisini riyâset sevdasına kaptıranın örneği Firavun'dur!" Ed-Dahhâk diyor ki: "Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlar veraın ne demek olduğunu öğrenmeye çalışır, bunun için üç ay, hatta daha fazla yolculuk bile yaparlardı... Bir de şimdikilere bakıyorum, veraı öğrenmek istemiyorlar, onunla amel etmiyorlar, yapılan uyarmalara da aldırış ettikleri yok.. Lâ havle velâ kuvvete illâ Billâh!.." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
.
Harama düşmemek için...
4 Ocak 2010 01:00
İslam büyükleri kul hakkından, harama düşmekten çok korkarlar bu tehlikeye düşmemek için de helal olan, mubah olan şeyleri bile terk ederlerdi. Emîr'ül Mü'minîn Hz.Ömer buyurdu ki: "Biz, helâlin onda dokuzunu harama düşmek korkusuyla terk ederdik." Evet, Selef-i Sâlihîn Efendimiz böyleydiler. Onlardan biri bir yerde bir altın lira düşürse, sonra hatırlayıp parasını düşürdüğü yere dönse de onu orada bulsa almazdı. "Belki benim düşürdüğümü birisi almıştır ve bu parayı da bir başkası düşürmüş olabilir" derdi. Hatta bazıları, ganimet malları arasındaki miskin taksimi esnasında, başkasının hakkı geçmesin diye burunlarını tıkarlardı. Rebâhül-Kays'e, "Ömer bin Abdül-Aziz'in veraından bize anlatınız" demişler. O da demiş ki: "Ömer bizi bir akşam yemeğe dâvet etmişti. Biz sofraya oturup yemeğe başlamıştık ki, tam bu sırada o, 'Durunuz, bu kandilin yağı halkın hizmetine bakmam için beyt'ülmaldan alınmıştır. Şahsî kandilimi yakmam gerek' diye bize seslendi. Yaktığı kendi kandili ile yemeğe devam ettik." Muğîre bin Şube hazretleri, seyyar satıcılardan bir şey almak istediği zaman, yoldan gelip geçenlere mani olmamak için onu biraz yolun kenarına çeker, sonra alışverişini yapardı. Bekir bin Abdullah el-Müzenî hazretleri, evinin çatısının suyunu evin arka tarafına verirdi; gelen-geçeni rahatsız etmesin diye yola akıtmazdı... Yanında duran bir kedi öldüğü zaman, evinin bir yerinde bir çukur kazarak onu oraya gömdü; kokusu başkalarını rahatsız eder diye çöplüğe atmadı. Fudayl bin İyad buyurdu ki: "Sakın, şüpheli bir şeyle Mekke yoluna koyulalım demeyiniz! Biliniz ki, haram veya şüpheli şeylerden bir dirhemin altıda biri kadar bir hakkı sahibine iâde etmek, içinde şüpheli kazanç bulunan malla yapılacak beş yüz hacdan Allah yanında daha kıymetlidir." Yezid bin Düreyc, babası vefat ettiği zaman geride bıraktığı çok miktardaki mala vâris olmayı reddetmiştir. Bu hususta o, "Ben, babamın kazancından şüphe ediyorum, çünkü babam, malları şüpheli olan vali ve devlet adamları ile alışveriş ederdi" diyor. Tel: 0 212 - 454 3
Ailenin geleceği için yol ayırımındayız!
5 Ocak 2010 01:00
Günümüz toplumlarında en büyük sarsıntı ailede yaşanıyor. Batı'da aile çöktü, bitti. Bizde de can çekişiyor. Acil müdahale yapılıp, radikal tedbirler alınmazsa, her şeyi ile örnek aldığımız Avrupa'nın hâline düşeceğiz; evliliğin yerini birlikteliğin, fuhşun; çocuk sevgisinin yerini kedi-köpeğin aldığı, ailenin olmadığı bir toplum... Peki, ne yapmamız gerekiyor? Bunun için önce hastalığı teşhis etmemiz gerekiyor. Aileyi bu hâle getiren; inançsızlık ve ahlâksızlık üzerine kurulan "Feminizm" ve "Hümanizm" akımlarıdır. Önce bunun farkına varıp bundan kurtulmamız lazım. Bu mikrobu, bu zehri altın kupa içinde şekerle kaplanmış olarak sundukları için çoğumuzun bundan haberi yok; sözde eşitlik, adalet, hakkını arama adı altında kadınlarımıza sunulan fanteziler sinsi birer tuzak! Aslında bizim onların sundukları sözde eşitliğe, adalete ihtiyacımız yok. Bizim dinimiz, örfümüz huzurlu aile için aile fertlerinin görev ve sorumluklarını bildirmiş. Bunlara uyan aileler asırlardır huzur içinde yaşamışlar. Bunu yeniden keşfedip aslımıza dönmemiz kafidir. BÜYÜKANNE YÖNTEMİ Aklın yolu birdir. Peşin hükümlü olmadan, art niyetsiz, doğruyu bulayım da nereden olursa olsun, düşüncesiyle hareket eden insaf sahibi kimseler, yabancılar bile deneme yanılma yolu ile de olsa sonunda doğruyu bulabiliyorlar. Çünkü İslamiyet ilaç gibidir. Kullanan kim olursa olsun faydasını görür. Doğruyu, ailede huzuru arayanlardan biri de Amerikalı Laura Doyle'dur. "Huzurun Kaynağı Aile" kitabında, Laura'nın deneme-yanılma yolu ile çatırdayan evliliğini nasıl kurtardığı özetle şöyle anlatılıyor: 37 yaşındaki reklam yazarı Doyle, kendisinden on yaş büyük Internet tasarımcısı eşi John Doyle'un hikâyeleri evliliklerinin dördüncü yılında başlıyor. Bir şeylerin yolunda gitmediğini fark eden ve son çare olarak grup terapileri ile Amerikalıların buluşu, tipik "evliliği kurtarma" seminerleri arasında koşturup duran Laura, buradan da bir netice alamayınca, en sonunda "büyükannesinin yöntemini" denemeye karar verir. Aradığını bulur bu yöntemde. Mutlu bir evliliğe giden yolun, kocanın söylediği her şeye "evet" demekte gizli olduğunu keşfeder. Bu büyük "buluş"tan itibaren, ilişkilerindeki her şey tam tersine dönüyor. Terapistlerin sürekli tekrarladığı "meseleleri konuşup tartışarak çözümleme"nin büyük bir yalan, ilişkide sözü geçer bir birey olarak ayakta kalmaya çalışmasının baştan kaybedilmiş bir savaş olduğunu görüyor. Laura'nın yaşayarak bulduğu bu yeni metot, önce onun evliliğini kurtarıyor. Sonra da başka mutsuz kadınlara tutku ve aşk dolu evliliğin ipuçlarını vermeye adıyor kendisini. Hem de feminist çevrelerin bir nevi "kölelik" olarak yorumladığı yöntemini, ülkenin dört bir yanına seminerlerle yayarak. Yayıncılar tepkilerden korkup kabul etmediği için kendi imkanları ile bastırıp elden ele dağıttığı "Kocasına Teslim Olan Eş: Erkeğinizle Yakınlık, Tutku ve Barış Sağlamaya Giden Pratik Yol" adlı kitabı, binlerce Amerikalı kadının "Evliliği Kurtarma Rehberi" artık... KARAR VERME ZAMANI Amerika'da birçok çiftin evliliğine "sihirli bir değnek" gibi dokunan kitabın elde ettiği başarı artık küçümsenemeyecek durumda. Şimdi kitap Avrupa yolunda. Kitabı kaleme aldığı günden bu yana, kocalarıyla istedikleri diyaloğu kuramayan binlerce Amerikalı kadının yuvasını kurtarıyor Laura bu kitap ve seminerlerle. Bunlardan biri olan bayan Carole Fitzgerald, "Bu seminerler sonrasında farkına vardım ki aslında evliliğimdeki en büyük problem, benmişim. Olaylara başka bir açıdan bakmayı öğrendim. Kocamı olduğu gibi kabullenip ona her anlamda güvenmem gerektiğini kavradım. Bir zamanlar âşık olduğum bir adamı değiştirmeye çalışmamın ne kadar mantıksız, saçma olduğunu öğrendim. Artık huzurlu ve mutlu bir yuvaya kavuştum" diyor. Ancak, benim için "huzur" değil "eşitlik" önemli diyen kadınların tedavilerine cevap vermiyor bu metot! Bunun için huzur mu eşitlik mi acilen karar verme zamanı! (Yarın, Laura'nın dilinden huzurlu aile olmanın esasları.
.
Din istismarından hoşlanmazlardı!
5 Ocak 2010 01:00
İslam büyükleri, ticarette dinin istismar edilmesinden hoşlanmazlardı, böyle yapanlardan da alışveriş yapmazlardı. Fudayl bin İyad hazretleri bir gün çocuklarına ekmek almak için çarşıya gitmişti. Ekmekçinin ekmek satışı yaparken Allah'ı tesbih ettiğini, Kelime-i Tevhid okuduğunu ve Salevât-ı şerife getirdiğini gördü; ondan ekmek almaktan vazgeçti. Kendisi ve çocukları ertesi güne kadar aç kaldılar. Ertesi günü, bir şey konuşmaksızın ekmek satışını yapan birisine rastladı da ondan aldı, ekmeğini. Ona dediler ki: "Ey Ali'nin Babası, bu kolay bir şey!" O da şu karşılığı vermiştir: "Bu kolay şeyinizin beni cehenneme götürmesinden korkuyorum." Yunus bin Ubeyd hazretleri de, alışverişte şaşılacak bir şeyle karşılaştığı zaman "Sübhânallâh!" demekten sakınırdı. Abdullah Mübârek, hizmetçisi bir şey satacağı zaman salevât-ı şerife okuyarak satarsa, onun kazancından yemezdi. Ve hizmetçisine; "Malını satarken Peygamberimize salevat getirmeye kalkışma. Yoksa malını aşırı derecede yükseltmiş olursun ki, doğru değildir. Bir de 'Bu mal güzel ve ucuzdur' diye müşteriyi kandırmaya çalışma" diyerek nasihatte bulunurdu. İmâm Ebû Hanîfe hazretleri bir gün bir alacaklısından alacağını istemeye gitmişti. Alacaklısının evi önünde bir ağaç olduğu halde Hz. İmâm, güneşte durmuş ve alacağını istemişti. Biri İmâma: "Ağacın gölgesinde durmaz mısınız?" demiş. İmâm da şu karşılığı vermiş: "Ben, bu ağaç ve evin sahibinden alacak tahsiline geldim. Bunun için ağacın gölgesinde duramam. Zira, hazreti Peygamberden gelen haberde beyan edildiği gibi; "Fayda getiren her karz, bir ribâ sayılır!" Yunus bin Ubeyd hazretleri kaftan ve elbise satardı. Hava bulutlu olduğu günlerde satış yapmaz, pazara çıkmazdı. Bunun sebebini kendisinden sorduklarında şöyle derdi: "Müşteri, olur ki ayıplı olan bir elbiseyi bulutlu havada güzel zanneder." El-Esmaî buyurdu ki: "Şüpheli şeyler hakkında fakîhlerden ruhsat isteyen kimse, ilmi sebebiyle cehenneme gidişini artırmış olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
.
Laura'nın huzurlu aile reçetesi!
6 Ocak 2010 01:00
Amerikalı reklam yazarı Laura Doyle'un "huzurlu" bir evlilik ile ilgili "deneme yanılma" metoduyla elde ettiği kitap ve seminerlerdeki tespitleri özetle şöyle: "Eğer kocanıza söylediğiniz her şeyi yaptığı takdirde problemlerin biteceğine inanıyor, ya da o küçük bir erkek çocuğuymuşçasına anne tavrı takınıyorsanız eğitilmeniz gerekiyor. Çünkü bu seminerler sizin yeniden beraber gülebilmenizi; para konusunda tartışmaların son bulmasını; dahası yeniden kocanızla büyük bir aşk yaşamanızı sağlayacak!" "Feministler korkmasın evde son sözü erkeğin söylemesi, erkeğin kölesi olmak anlamına gelmiyor. Feministlikte gaye kadının, menfaati, huzuru ise bunlar fazlasıyla sağlanıyor." "Hayatım boyunca kocam John'a hep ne yapması gerektiğini söyledim. Ama ben üsteledikçe, o kendisini geri çekti ve isteklerimin tam tersini yapmaya başladı..." Onu çıldırtan da bu tepkisel tavır olmuş zaten. Şimdi ise çok mutlu; çünkü elbisesinden yemeğine kadar her şeyi artık John seçiyor. Ve sorumluluk duygusundan feragat ettiği gibi onu suçlamaktan da vazgeçerek iç huzuruna kavuşmuş Laura Doyle. KORKMAYA GEREK YOK! Laura Doyle'un en etkili kuralı "sen nasıl istersen..." Birçok kadın için telaffuz etmesi zor bir cümle. Ama tabii ki insanın kendini kocasına teslim etmesinin de kuralları var; en başta tüm alışkanlıklarınızdan ve tavırlarınızdan vazgeçmeniz gerekiyor. "Tek bir tarafın teslimiyeti ürkütücü gelebilir belki ama ödülün mutlu ve tutkulu bir evlilik olduğu düşünülürse hiç de korkmaya gerek yok, buna değer" diye anlatıyor Doyle. Referans olarak "Rutgers Ulusal Evlilik Projesi" tarafından bir süre önce açıklanan bir araştırma sonucunu gösteriyor. Bu araştırmaya göre Amerika'daki evliliklerin yüzde 60'ı boşanmayla sonuçlanıyor. Geriye kalanın yarısını ise; mutsuz olmalarına rağmen evliliği yürütmeye çalışanlar oluşturuyor. Feminizmin aileyi getirdiği nokta bu. O yüzden mutluluk hayalleriyle evlenen insanların bir arada kalabilmeleri ve bu beraberlikten huzur duyabilmek için fedakârlık şart. Bahsi geçen fedakârlıklar ise, Laura'ya göre aslında basit şeyler: "Kocanızın ne giyeceğinden nasıl konuşacağına kadar hiçbir şeyine müdahale etmeyin, onun her an peşinde koşturup duran annesi değil, arzuladığı kadını olun yeter!" Öncelikle yapılması gereken bugüne kadar kadınların nasıl davranması gerektiği konusunda söylenen her şeyi unutmak. Tüm bu "yapılması gerekenler listesi" ne kadar garip gelse de, anlaşılması kolay ama uygulaması bir o kadar zor maddeler içeriyor. DÜZELTMEYİ BIRAKIN!.. Eğer evde gerginlik, stres istemiyorsanız kesinlikle kocanızın hatalarını "düzeltmemeyi" öğrenmelisiniz. Her isteğine evet demelisiniz. Çünkü, her zaman 'evet' diyebilecek arzulu bir kadındır onun hayalini kurduğu. Bir etkili kural da şu: Kocanızın hayatına müdahale etmeyin; fiziksel, finansal ve duygusal denetimi tamamen ona bırakın; düşüncelerine saygı gösterin; kendinizi ifade ederken ona baskı uygulamayın; ve size gösterdiği ilgiyi takdir edin, aldığı hediyeleri coşkuyla karşılayın... Her kararı kocanıza bırakmak ise tüm hayat pratiklerini içinde barındıran bir kural aslında. Kendisini güçlü hissetmesi için para kontrolünün de tamamen kocaya devredilmesi gerekiyor ki her şeye hakim olduğunu hissedebilsin erkeğiniz. Böylece sizin de, başınız rahat olsun, gönlünüz ferah bulsun..." Laura kitabında teslim olmanın sınırsız da olmadığını söylüyor: Uyuşturucu bağımlısı, şiddet yanlışı, güven hissi uyandırmayan ahlâksız erkeklerden uzak durmanızı tavsiye ediyor. "Bu tarz erkeklere 'teslim olmak' bir yana, onlardan uzak durun!" diye uyarıyor. Bu kitap sayesinde şimdi sadece huzurlu, sevgi dolu bir kocaya değil, bol paraya da sahip Laura Doyle. (Huzurun Kaynağı Aile kitabından, Arı Sanat, 0212 520 41 51
Herkes ameli ile ölçülür!
6 Ocak 2010 01:00
İslam büyükleri haramlardan, şüphelilerden o kadar çok korkarlardı ki, bugünün idraki ile onların bu korku sebebiyle yaptıkları davranışları anlamak, idrak etmek mümkün değildir. Ebu Ali en-Nücevrânî hazretleri bir gömlek satın alıp giymişti. Bir şahıs ona, "Bu elbiseyi ben satın almıştım. İçinde şüpheli bir dirhem var idi" dedi. Bunun üzerine o, avret yerlerini örtecek derinlikteki suyun içine girmiş, üzerindeki gömleği çıkarıp atmış ve; "Sudan çıkabilmem için bana bir gömlek tasadduk edecek yok mu?" diye seslenmiş. Kendisine bir gömlek atmışlar da sudan çıkmış... Bu kadar hassas davranmalarının sebebi, insanı Cennete veya Cehenneme götürecek olan onların amelleri olmasıdır. İbn-i Mes'ud hazretleri buyurdu ki: Cenab-ı Hakkın emri ile sırat, Cehennemin üzerine kurulduğu zaman insanlar, bölük bölük amelleri nisbetinde üzerinden geçerler. Kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi, kimi de binek hayvanı gibi geçer. Bu hız, (bazılarında) insanın koşması (bazılarında da) insanın yürüyüşü kadar düşer. Ta ki en sonuncusu karnı üzerine sürünerek (geçmeye çalışır) ve 'Ey Rabbim! Neden beni bu kadar yavaşlatıp geri bıraktın' der. Allahü teala ona; 'Ben değil, amelin seni geri bırakmıştır' buyurur." Allahü teala, mağfiret ve rahmetine ulaşmaları için kullarına salih amellerle yarışmayı emreder. Ayet-i kerimede, "Rabbinizden gelecek bir mağfiret ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete ulaşmak için birbirinizle yarışın" (Al-i İmran: 133) buyuruldu. Ebu Hüreyre hazretleri rivayet etmiştir: "Resulullah Efendimize 'Önce en yakın akrabanı uyar!' (Şuara: 214) ayeti inince şöyle buyurdu: Ey Kureyş topluluğu, Ey Abdülmuttalib oğulları! Nefislerinizi Allahtan satın alın. Ben Allaha karşı sizin için bir şey yapamam!" Hz. Ömer buyurdu ki: "Neseblerinizden, sıla-i rahme vesile olacak kadarını öğrenin. Şunu da bilin ki atalarla övünmede son derece düşmanlık vardır. Zira övünenlerin her biri diğerinin kusurlarını ortaya çıkarır. Bu ise fitne ve fesada sebep olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
.
Üstünlük takvadadır!
7 Ocak 2010 01:00
Resulullah Efendimiz, Muaz bin Cebel'i Yemen'e gönderirken beraberinde çıkıp ona bazı tavsiyelerde bulundu. Sonra dönüp Medine'ye yöneldi ve şöyle buyurdu: "İnsanların bana en yakın olanları, takva sahipleridir." Resulullah Efendimizin bununla şunu işaret ettiği bildirilmiştir: Onun dostluğuna ancak iman ve salih amelle ulaşılır. Yakın dahi olsa neseble ulaşılmaz. O halde kimin imanı ve ameli daha kâmil ise onun Resulullaha olan dostluğu da o oranda kuvvetli olur. Bu mana bir şiirle şöyle ifade edilmiştir: "Ömrüne yemin olsun ki! Kıymeti ancak dini iledir insanın/Öyle ise soya sopa güvenip de takvayı terk etme/Zira İslam yükseltti derecesini Farisî Selman'ın/Ebu Leheb'i ise alçaltan şirktir bunda şüphe etme!" Eba Yezid'den nakledilmiştir ki: Müritlerinden biri arkasında yürürken onun adımlarını takip ediyor ve bastığı yere basıyordu. Eba Yezid ona dönüp: "Allaha yemin ederim şayet Eba Yezid'in cildini bile soyup vücuduna giydirsen onun amelinin aynısını yapmadıkça onun mertebesine ulaşamazsın" dedi ve şu şiiri okudu: "Nefsine ne oluyor senin. Elbisesi kirlerden yıkanmışken, kendisini kirletmene razı oluyor. Yollarında yürümediğin halde kurtuluş ümid edersin. Oysa kuru yerde gemi yürümüyor." İmam Nevevi buyurdu ki: Ameli kendisini geri bırakan kimse dünyada şerefli ve soylu biri dahi olsa nesebi onu Cennete götüremez. İtaatle amel eden kişi Habeşli bir köle, amel etmeyen de Kureyşli ve şerefli dahi olsa amel eden kimse amel etmeyen kimseye tercih edilir. Allahü teâla buyuruyor ki: "Allah nezdinde en hayırlınız en müttekî olanınızdır." (Hucurat: 13) İslam büyükleri ahirette geçerli olanın amel olduğunu şu üç madde ile özetlemişlerdir: 1-Allahü tealanın nezdinde şeref ve yüksek derecelere nail olmak ve kıyamet gününde kurtuluşa ermek, takva ve Allahın razı olduğu salih amelleri işlemekle mümkün olur. 2- İnsanın soyu ve nesebinin şerefi ancak dünyada ve dünya ehli yanında fayda verebilir. 3- Atalarının üstünlükleri ile övünmek İslam dışı cahiliye adetlerinden olup caiz değildir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Az yemek onların şiarıydı
8 Ocak 2010 01:00
İslam büyüklerinin örnek hâllerinden biri de, çok yemekten sakınmaları ve açlığa katlanmaları idi. Az yemek onların şiarıydı. Onlar, çok susup az konuşmak ve boş sözlerden kendilerini korumak için böyle yapıyorlardı. Nitekim ilmiyle âmil ulemânın hâli de budur. Çünkü çok yiyen kimseler, malâyanîden lüzumsuz, boş sözlerden kendilerini alamazlar. Bunun için şeytan çok yemeyi teşvik eder. Haram yediremezse, helâl ve temiz olandan çok yedirmeye çalışır. Çünkü doymak, şehveti takviye eder. Şehvetler ise şeytanın silahlarıdır. İblis, İslam büyüklerden birine göründü. O kimse şeytanın üzerinde çengellerin takılı olduğunu görünce sordu: -Ey İblis! Şu çengeller nedir? -Bunlar tuzaklarımdır. Onlarla Âdemoğlunu avlarım! -Acaba bunlarda bana ait bir şey de var mı? -Sen bazen doyuncaya kadar yiyorsun. Biz bu takdirde senin namaz kılmanı ve zikir yapmanı ağırlaştırıyoruz. -Yemin ederim ki artık ebediyyen karnımı yemekle doldurmayacağım, doyurmayacağım. Çok yemekte altı kötü haslet vardır: 1- Allah korkusunu kalbden çıkarır. 2- Halka karşı merhameti kalbden söker. Çünkü tok bir kimse herkesin tok olduğunu zanneder. 3- İbadetleri ağırlaştırır. 4-Tok bir kimse hikmetli bir konuşmayı dinlediği zaman o konuşmanın kalbinde bir incelik meydana getirdiğini hissetmez. 5- Tok bir kimse, vaazda bulunur ve hikmetli konuşursa onun konuşması halkın kalbine tesir etmez. 6- Tokluk, kişide çeşitli hastalıklar doğurur ve hastalıklarını artırır. İsa aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Ey Havârîler! Karınlarınızı aç bırakınız! Umulur ki kalbleriniz Rabbinizi müşahede eder..." Sehl et-Tusterî buyurdu ki: "Evliya, ancak dört hasletle evliya olur: 1. Aç kalmak. 2. Uykusuz kalmak. 3. Sükût etmek. 4. Halktan uzaklaşmak." Bir hadis-i şeriflerinde Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kalpleri, çok yiyip içmekle öldürmeyiniz; çünkü kalp, ekin gibidir. Ekinler çok sulandıklarında ölür!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
İmanı koruyan kaleler!..
9 Ocak 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Açlık, uykusuzluk, halvet ve sükût etmek kişinin dinini, imanını koruyan kaledir. Açlık, kalbin kanını azaltır; kalbi nûrlandırır. Açlık, kalbin yağlarını da eritir, yağlar eriyince de kalp incelir. Kalbin incelmesi ise, manevi ilminin anahtarıdır. Kalbin katılığı da kalbin perdelenmesine sebep olur. Açlıkla, düşmanın yolu daralır. Çünkü düşmanın mecraları, şehvetlerle dolu bulunan damarlardır. Bu bakımdan aç kalmanın, kalbin aydınlanmasındaki faydası apaçık bir şeydir. Uykusuzluğa, az uyumaya gelince; bu kalbi cilalar, tasfiye eder, nûrlandırır. Bu nûr, açlıktan ötürü kalbde oluşan berraklığa eklenir. Böylece kalp, pırıl pırıl parlayan bir yıldız ve berrak bir ayna gibi olur. Bu takdirde Hakkın cemâli kalbde görünür. Âhiret derecelerinin yüksekliği kalbde müşahede edilir. Dünyanın hakirliği ve âfetleri belirir. Böylece kişinin dünyadan el çekmesi ve âhirete yönelmesi tamamlanır. Uykusuzluk da açlığın neticesidir. Çünkü toklukla beraber uykusuzluk mümkün değildir. Uyku kalbi katılaştırır ve öldürür, ancak zaruret miktarında sakınca yoktur. Bu takdirde gayb esrârının keşfine sebep olur. "Evliyanın yemesi keyif için değil, mecburidir, uykuları galebedir, konuşmaları zarurîdir" denilmiştir. İbrahim Havvas şöyle buyurmuştur: "Yetmiş sıddîkîn görüşü, uykunun çokluğunun; çok yemekten ve çok su içmekten ileri geldiği hususunda birleşmiştir." İbni Abbas hazretleri, Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu nakleder: "Karnını tıkabasa dolduran kimse gökler âlemine giremez!" Susmaya gelince, bunu uzlete çekilmek kolaylaştırır. Fakat uzlete çekilen kişinin hiç olmazsa kendisine yemeğini, suyunu veren ve işlerini idare eden bir yakını vardır. Bu bakımdan zaruret miktarından fazla konuşmaması gerekir. Çünkü konuşmak kalbi meşgul eder. Kalplerin konuşmaya karşı oburluğu pek büyüktür. Zira kalp konuşmaya dalar. Zikir ve fikir için yalnız kalmak ona ağır gelir, konuşarak rahatlamak ister. Susmak ise aklı aşılar, verâ ile takvâyı öğretir... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.o
Evliyaların ortak özelliği
10 Ocak 2010 01:00
Abdülvâhid bin Zeyd şöyle buyurmuştur: "Allahü teâlânın hiçbir kulunu açlık çekmeksizin yüksek derecelere erdirmediğine yemin ederim. Allahın bu sevgili kullarının, su üzerinde yürümeleri ve yeryüzünün kendileri için dürülmesi de ancak açlık sayesinde olmuştur. Allahü teâlâ onlara ancak açlığın yüzü suyu hürmetine yardımcı olmuştur." Ebu Tâlib el-Mekkî de şöyle buyurmuştur: "Mide 'muzhir'e benzer. Muzhir içi boş ve üzerinde teller bulunan ud, saz demektir. Bunun sesi, hafif ve ince olduğundan ve içi de tıkabasa dolu olmayıp boş bulunduğundan dolayı sesi çok çıkar. Mide de böyledir. Boş olduğu zaman okuma, ibâdet ve uyku için daha istekli olur." Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Nefislerinize karşı açlık ve susuzluk (silahlarıy)la mücahede ediniz, çünkü buradaki sevap, Allah yolunda mücahede eden kimsenin sevabı gibidir. Allahü teâlâ nezdinde açlık ve susuzluktan daha sevimli bir amel yoktur." Resulullah Efendimize, insanların hangisinin daha faziletli olduğu sorulduğunda, şöyle buyurmuştur: "Yemesi ve gülmesi az olup avret mahallini örten bir elbiseyle yetinerek lükse ve sükseye kaçmayan kimse, insanların en faziletlisidir." "Amellerin efendisi (en hayırlısı) açlıktır. Nefsin zilleti ise yün elbiseler giymektir." Ebu Said el-Hudrî, Resul aleyhisselamdan şu hadîs-i şerifi rivayet eder: "Giyiniz, yiyip içiniz, fakat karınlarınızı yarısına kadar doldurunuz; çünkü bu, peygamberliğin bir parçasıdır." Hasan Basrî hazretleri, Hazreti Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Düşünce, ibâdetin yarısıdır; az yemekse ta kendisidir." Yine Hasan Basrî hazretleri, Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kıyâmet günü Allahü teâlâ nezdinde derece bakımından en üstününüz, en fazla aç kalanınız... Allah nezdinde en sevilmeyeniniz ise çok uyuyan ve çok yiyip içeninizdir!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Allaha en yakın olanlar!
11 Ocak 2010 01:00
Peygamber Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde, Usâme bin Zeyd'e açlığın faziletini şöyle bildirmişlerdir: "Kıyâmet gününde insanların Allaha en yakın olanları, dünyada O'nun için uzun süre aç, susuz ve mahzun kalmış olan kimselerdir. Bunlar, şöhretsiz muttakîlerdir ki bir yerde bulunduklarında tanınmazlar, yokluklarında ise aranmazlar. Onları ancak yeryüzünün bölgeleri tanır. Göklerin melekleri onların etrafını çepeçevre kuşatır. Halk dünyadan, onlar ise Allah'a ibâdet ve tâattan zevk alırlar... Halk, altlarına yumuşacık döşekler sererken, onlar alınlarını ve dizlerini sermiştir... Halk, peygamberlerin fiil ve ahlâkını zayi etmiştir, onlar ise korumaktadırlar. Yer küresi onlardan birini kaybettiği zaman ağlar. Cebbâr olan Allahü teâlâ, içerisinde bu kullarından bulunmayan memlekete gazap eder. Onlar köpeklerin leşlere daldığı gibi dünyaya dalmazlar; az yerler ve yamalı elbiseler giyerler. Üst ve başları toz toprak içerisindedir. İnsanlar onları gördüklerinde hasta zannederler; oysa onlarda hastalık yoktur. Onlar için, akıllarını kaybetmiş deliler deniliyor; oysa onlar akıllarını kaybetmiş değildir. Fakat kalpleriyle kendilerini dünyadan uzaklaştıran ilâhî emre baktıklarından dünya ehline göre akılsız gezerler. Oysa halkın aklı başlarından gittiği zaman, onların akılları başlarında olacaktır. Âhirette şeref onlara aittir. Ey Usâme! Bunları herhangi bir memlekette gördüğün zaman bil ki, onlar o memleketin ahalisi için emniyet supabıdırlar. Allahü teâlâ, onların içinde bulunduğu bir kavme azap etmez. Yer küresi, onlarla sevinmekte, Cebbâr olan Allah onlardan razı olmaktadır. Bu bakımdan sen onları kendine arkadaş edin! Umulur ki onların yüzü suyu hürmetine kurtulmuş olasın. Elinden geldiğince karnın aç ve ciğerin susuz olduğu hâlde ölmeye çalış; çünkü bu şekilde konak ve derecelerin en şereflisini elde eder, peygamberlerle birlikte olursun ve ruhunun gelişiyle melekler sevinir, Cebbâr olan Allah da sana rahmet deryâlarını coşturur.
Ailede erkeğin ailevi sorumlulukları
12 Ocak 2010 01:00
Geçen hafta da bahsettik. Bütün toplumlarda ailede yangın var. Ailenin bütün fertleri darmadağın. Yerli yabancı herkes bundan rahatsız. Herkes, ailenin güçlendirilmesinde hemfikir. Fakat her nedense, bilinmeyen, görülmeyen eller -hem de devletler eli ile- aile üzerine darbe üzerine darbe vuruyor. Hâl böyle olunca artık aileyi korumak ancak fertler bazında olabilecektir. Bunun için özellikle ailenin temel taşı olan karı-koca, huzurlu bir ailenin tesisindeki şartları; karşılıklı vazifeleri, sorumlulukları bilmek ve uygulamak mecburiyetindedirler. Bu, karşılıklı hak ve sorumluluklar asırlardır okunup istifade edinilen, "Mürşid-ül-müteehhilîn", "Mürşid-ün Nisa", "Ma'rifetnâme" ve bunlardan derlenen, "Huzurun Kaynağı Aile" kitaplarında yazılıdır. Bu hafta, erkeğin vazifelerine, görevlerine kısaca değinip; haftaya da, kadının vazifelerini bu kitaplardan istifade ederek ele almak istiyorum... KADIN, KÖLELİKTEN KURTARILMIŞTIR Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, feministlerin iddia ettiği gibi kadın erkeğin kölesi değildir. İslamiyet, daha önceki toplumlarda köle muamelesi gören, miras hakkı bile bulunmayan kadını bundan kurtarıp, hak ve görevleri olan hür insan konumuna getirmiştir. Ailede, hanımının ve çocuklarının nafakalarını, ihtiyaçlarını sağlamak erkeğin başlıca görevidir. Ayrıca ailenin reisi olan erkek, bunların nafakalarını helal yoldan temin etmek zorundadır. Çünkü, yarın kıyamet günü haram rızıkla beslenen çoluk çocuğu ayaklanarak; "Ya Rabbi! Hakkımızı bunlardan al, bize sarf ettikleri nafakaları nereden kazandıklarını biz bilmiyorduk" diyeceklerdir. Bir hadis-i şerifte; "Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Her çoban sürüsünden mesul olacaktır" buyuruluyor. Nasıl ki, bir çoban bütün sürünün muhafızı olması dolayısıyla o sürüden mes'ul tutuluyorsa, evin erkeği de reisi de, aile efradının nafakaları, dinî terbiyeleri hususunda sorumludur. Ahirette; ana ve baba oğullarından, "Ne için bize itaat etmedin?" Kadın, kocasından, "Niçin hakkımı ifa etmedin?" Çocuklar, babalarından, "Niye bize dinimizi öğretmedin, irşadda bulunmadın?" diye hesap soracaktır. Erkeklerin, âyet-i kerime ile kendilerinin himayesine verilen eşlerinin haklarına riayet etmemeleri, ahiret günü için bir mes'uliyettir. Buna dikkat etmeyen, onlara zulmeden büyük günah işlemiş olur. Hadis-i şerifte, "Hanımının ve çocuklarının haklarını îfâ etmeyenin namazları, oruçları kabûl olmaz" buyuruldu. KADININ GÜNAHI DA ERKEĞE!.. Hanımına, çocuklarına dinlerini öğretmek ve yaşatmak da erkeğin vazifesidir. Bunların işlediği günahların aynısı evin erkeğine de yazılır. Bu önemli vazife hadis-i şerifte şöyle bildirilmiştir: "Çok Müslüman evladı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gideceklerdir. Çünkü, bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyif sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evlatlarına Müslümanlığı ve Kur'an-ı kerimi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmeyenler, Cehenneme gideceklerdir." Görüldüğü gibi erkeğin işi çok zordur; gece-gündüz çalışmak, vazifesini eksiksiz yapmak zorundadır. Kadının fiziki ve ruhi yapısı, yaratılışı nazik, kibar, hassas olduğu için dinimiz ağır işleri erkeğe yüklemiştir. Feministler, evde son sözü erkeğin söylemesine karşı çıkıyorlar. Karar merciinde olmayan bir kimse bütün işleri nasıl yapacak, davul başkasının boynunda, tokmak başkasının elinde olursa bu kadar ciddi ve sorumluluk isteyen işler aksamadan nasıl yürüyecek! Bu durumda, eğer birine köle denilecekse -geçimde, idarede- sorumluluğu olmayan kadın mı, yoksa aile fertlerine, kanunlara ve en önemlisi de Allaha karşı sorumlu olan, ailenin her şeyinden hesap sorulacak olan erkeğe mi köle demek lazım, buna siz karar verin!
Kıyamette aç kalacak olanlar!
12 Ocak 2010 01:00
Resulullah Efendimiz az yer; açlığı tokluğa tercih ederdi. Nitekim kendileri şöyle buyurmuşlardır: "Allahü teâlâ, meleklere karşı dünyada az yeyip içen kimselerle iftihar ederek şöyle buyurur: "Ey melekler! Kuluma bakınız! Ben onu dünyada yemeye ve içmeye müptelâ kılmışım; o ise sabretmiş ve onları terk etmiştir. Ey melekler! Şâhid olun ki benim için terk ettiği her yiyeceğin yerine kuluma Cennette birçok dereceler vereceğim." "Âdemoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmuş değildir! Âdemoğluna, belini doğrultmasını sağlayacak birkaç lokma yeter. Eğer mutlaka yemek istiyorsa karnının üçte birini yemek, üçte birini su ve üçte birini de nefes alıp verme için ayırsın." İsa aleyhisselam havârilerine şöyle buyurmuştur: "Ey havâriler! Nefislerinizi aç, bedenlerinizi (lüks ve süslü elbiseler giymemek sûretiyle) çıplak bırakınız ki kalpleriniz Allah'ı müşâhede edebilsin!" Bu söz, aynı zamanda peygamberimizden de rivayet edilmiştir. Tevrat'ta şöyle bir ifadenin yazılı olduğu söylenir: Allahü teâlâ şişman âlime buğzeder. Çünkü şişmanlık, gaflete ve çok yemeye delâlet eder; bunlar ise çirkin şeylerdir. Hele âlim için daha da çirkin olur. Nitekim İbni Mes'ud şöyle demiştir: Allahü teâlâ şişman kurra'ya (Kur'an okuyucusuna) buğzeder. Hasan Basrî hazretlerinin Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yün elbise giyiniz; fakat bol olmasın! Yediğiniz zaman da midenizin yarısını dolduracak kadar yiyin. (Böyle yaptığınız takdirde) gökler âlemine dahil olursunuz." Hz. Aişe validemizden rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: -Cennetin kapısını çalmaya devam ediniz! Bunu yaptığınız takdirde size açılacaktır. -Cennetin kapısını ne ile çalalım? diye sorduklarında; -Açlık ve susuzlukla, buyurdular. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, huzurunda geğiren Ebu Cühayfe'ye şöyle buyurmuştur: "Az geğir; çünkü kıyâmet gününde en çok aç kalacak olanlar dünyada fazlasıyla doyanlardır." > Tel: 0 21
Onlar, Cenab-ı Hakkın size emanetidir!"
13 Ocak 2010 01:00
İslâmiyetin kadına verdiği kıymeti hiçbir din, hiçbir düşünce vermemiştir. Dinimize göre kadın evin sultanıdır. Kocası onun her türlü ihtiyacını ayağına getirmek zorundadır. İslâmiyette kadın, geçim derdinden, düşüncesinden kurtulmuştur. O, çalışarak, didinerek para kazanmaya mecbur değildir. Cenab-ı Hak, kadını erkeğe; onu koruması, kollaması, himaye etmesi için emanet olarak vermiştir. Nasıl ki, emanet üzerine titiz durulur, emanete hıyanet edilmezse, kadına da dinimiz böyle davranılmasını emretmektedir. MÜSLÜMANLARIN EN HAYIRLISI Bunun için erkeğin kadına iyi davranması, onu üzmemesi lazımdır. Erkeğin kadına kaba, sert davranması ona şiddet uygulaması caiz değildir. Cenab-ı Hak Kur'an-ı kerimde Nisa Suresi 34. ayeti kerimesinde, kadını erkeğin himayesine verdiğini, onu himaye etmesini emretmektedir. Peygamber Efendimizin Veda Hutbesinde, "Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz! Onlar, Allahü teâlânın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak davranınız, iyilik ediniz" buyurmuştur. Bir hadis-i şeriflerinde de; "Cennet anaların ayakları altındadır" buyurularak, kadına değer verilmesinde eşsiz bir hassasiyet gösterilmesi emredilmiştir. Bir hadîs-i şerîfte, "Bir erkek, hanımını döverse, kıyâmette ben onun davacısı olurum" buyurulmuştur. Bunları bilen, yanlış yapmaktan korkan erkekler dünyâ işlerindeki kusûru için, dövmek şöyle dursun, acı, sert bile söylememişlerdir. Peygamber Efendimiz, hanımlarına el kaldırmayı bırakın onlara sert bir söz bile söylememişlerdir. Her zaman onları hoş tutmuşlardır. Nitekim hadis-i şeriflerde şöyle buyuruldu: "Müslümanların en iyisi, en faydalısı, hanımına en iyi, en faydalı olandır. Sizin aranızda hanımına karşı en iyi, en hayırlı, en faydalı olan benim." "Müslümanların îmân yönünden en üstünü, ahlâkı en güzel olanı, hanımına, en iyi, en lütufkâr davranandır." İyi davranmak, sadece hanımı üzmemek değildir. Onun verdiği sıkıntılara da katlanmak demektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Hanımının kötü huylarına katlanan erkek, belâlara sabreden Hz. Eyyüb gibi mükâfâtlara kavuşur. Kocasının kötü huyuna sabreden kadın da, Hz. Âsiye gibi sevâba kavuşur." Kur'ân-ı kerîmde de, "Onlarla iyi, güzel geçinin!" buyuruluyor. (Nisâ 19). Ona, yanında ve olmadığı zamanlarda, hep hayır duâ etmeli, bedduâ etmemelidir. Aile içinde kadın ve erkeğin birbirlerini anlayıp hoşgörü sahibi olmaları, vazifelerini eksiksiz yerine getirmeleri aile saadeti için şarttır. Karşılıklı saygı ve vazifelerin ne olduğunun bilinmesi, yuvanın huzurlu olması için önemli hususlardır. Ailede disiplini, uyumu baba sağlar. Baba adaletli davranırsa, ailede huzur olur. RAHAT VE HUZUR İÇİN Son devir İslam büyüklerinden Hüseyin Hilmi Işık "Kuddise sirruh" erkeğin hanımına karşı davranışının nasıl olması lazım geldiği hususunda buyuruyor ki: "Hayat arkadaşını üzmek, incitmek aile saadetinin bozulmasına sebeptir. Zalim, huysuz kimse, hayat arkadaşını devamlı üzerse onun asabı bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar meydana gelir. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahv olmuştur. Saadeti sona ermiştir. Eşinin hizmetlerinden, yardımlarından mahrum kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felaketlere, bitmeyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebep olmuştur. Dizlerini dövmekte ise de, ne yazık ki, bu pişmanlığının faydası yoktur. O hâlde, ey Müslüman! Hayat arkadaşına yapacağın huysuzlukların, işkencelerin zararlarının kendine de olacağını düşün! Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmaya çalış! Bunu yapabilirsen, rahât ve huzur içinde yaşar, Rabbinin rızasını da kazanırsın!" (Seadet-i Ebediyye
Üç gündür bir şey yemedim!"
13 Ocak 2010 01:00
On yıl Resulullah Efendimizin hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik hazretleri anlatır... Bir gün kızı Fâtıma Resulullaha bir parça ekmek getirdi. Efendimiz, "Bu nedir?" diye sorduğunda Hz. Fâtıma, "Kendi ellerimle pişirdiğim bir ekmektir. Canım yalnız yemeye razı olmadığından bu parçayı da sana getirdim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şunu bil ki, bu ekmek üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecektir." Ebu Hüreyre hazretleri şöyle der: Hazreti Peygamber hiçbir zaman aile efradına, buğday ekmeğinden üç gün üst üste doyasıya yedirmemiştir. Dünyadan ayrılıncaya kadar da bu durum böyle devam etmiştir. Hazreti Peygamber tokluğun zararları, açlığın fazileti ile ilgili şöyle buyurmuştur: "Şeytan, Âdemoğlunun kanının dolaştığı yerlerde dolaşır. Bu bakımdan siz şeytanın dolaşma yollarını, açlık ve susuzlukla daraltınız." "Tok karnına yemek, beras (alacalık) denilen deri hastalığına yol açar." "Mü'min bir mideyle, münâfık ise yedi mideyle yer!" İmam-ı Gazali hazretleri son hadis-i şerifi şöyle açıklıyor: Yani münafık, mü'minin yedi mislini yer veya şehveti, mü'minin şehvetinden yedi kat fazla olur. Bu bakımdan hadîsteki, mide mânâsına gelen mia kelimesi, şehvetten kinâyedir; çünkü yemeği kabul eden mide olduğu gibi, yemeğe yakışan da şehvettir. Yoksa hadîsin mânâsı münâfığın midesinin sayısı mü'mininkinden fazladır demek değildir. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: Âhirette doya doya yiyecek olanlar, dünyada açlık çekenlerdir. İnsanların Allah nezdinde en sevilmeyeni, karınlarını tıkabasa doldurup mideleri ekşiyenlerdir. Canının istediği bir yemeği terk eden hiçbir kul yoktur ki onu terk edişi kendisi için cennette bir derece olmasın! Hazreti Ömer şöyle buyurmuştur: "Tıkabasa yemekten sakınınız; çünkü çok yemek, hayatta ağırlık, ölümden sonra ise kokuşmaktır!.." Şakîk-i Belhî hazretleri şöyle der: "İbâdet bir sanattır. Bu sanatın dükkanı halvethane, aleti ise açlıktır."
Karnını hiç doyasıya doldurmadı!
14 Ocak 2010 01:00
Hazreti Âişe validemiz anlatır: Resul aleyhisselam, hiçbir zaman doyasıya yeyip de karnını doldurmadı! Aç olduğu bir gün kendisine karşı şefkat ve merhametimden ağladım ve mübarek karnını elimle sıvazlayarak şöyle dedim: - Canım sana fedâ olsun! Dünyadan, seni kuvvetlendirecek ve açlığını giderecek kadarını alsaydın ne olurdu? - Ey Âişe! Benim ulu'l azm Peygamber kardeşlerim, bundan daha şiddetli durumlara sabrettiler ve kendi halleriyle geçip gittiler; Rabbimizin huzuruna vardılar. Hak teala onlara ikramda bulundu, sevaplarını artırdı. Bu bakımdan bu durumun yarın (âhirette) derecemi onlarınkinden küçük düşürmesinden utanırım. O halde birkaç gün sabretmek, bana, yarın kıyâmette nasibimin azalmasından daha sevimli gelir. Nezdimde arkadaşlarıma ve kardeşlerime yetişmekten daha sevimli bir şey yoktur. Hz. Âişe, sözünü şöyle tamamladı: "Allaha yemin ederim ki bu sözlerinin üzerinden bir hafta geçmeden Allahü teâlâ Resulullahın ruhunu kabzeyledi." Evliyanın büyüklerinden Abdullah et-Tüsterî, bazen günlerce bir şey yemezdi. Bu zatın bir senelik yiyeceğine birkaç dirhem kâfi gelirdi. Kendisi açlığa çok büyük değer verir ve şöyle derdi: "Kıyamet gününde Resulullaha uyma bakımından, çok yemeyi terk etmekten üstün sevap yoktur." Yine bu zat şöyle demiştir: "Akıllılar, gerek din ve gerekse de dünya için açlıktan daha faydalı bir şey görmemişlerdir. Âhireti isteyenler için çok yemekten daha zararlı bir şey bilmiyorum." Yine şöyle demiştir: "Hikmet ve ilim açlıkta, mâsiyet ve cehâlet ise, tokluktadır. Helâli terk etme hususunda Allah'a, nefsin isteklerine muhalefet etmekten daha üstün bir şey ile kulluk yapılmış değildir. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Midenin üçte biri yemek içindir. Bundan fazlasını yiyen kimse ancak sevaplarından yemiş olur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
Her türlü kötülüğün başı!..
15 Ocak 2010 01:00
Evliyanın büyüklerinden Sehl et-Tusterî buyurdu ki: "Gökten yere inen her sevabın başı açlıktır. Gök ile yer arasındaki her fısk u fücurun, kötülüğün başı da tokluktur. Nefsini aç bırakan kimse vesveselerden kurtulur. Allahü teâlâ kullarına açlık, hastalık ve belâ ile yönelir. Ancak kullarından diledikleri, bunlarla müptelâ olmadıkları halde Allah'ın yönelişine mazhar olabilir. Biliniz ki şu zamanda nefsini açlık, uykusuzluk ve mücahede ile öldürmeyen kimse kurtuluşa eremez. Yeryüzünde hiçbir kimse geçmemiştir ki şu sudan kana kana içip de içirmesine karşılık Allah'a şükretse bile günahlardan kurtulabilmiş olsun. Suyun durumu bu olursa, tıkabasa yemenin durumunu varın siz düşünün!.." Sehl et-Tusterî'ye, yemeğin fazlasının alâmeti ve ne olduğu sorulduğu zaman şöyle cevap vermiştir: "Kişinin nezdinde yemeği bırakmak, yemekten daha sevimli olduğu ve bir gece aç kaldığında Allahü teâlâdan bu geceyi iki geceye çıkarmasını istediği zaman fazlasını bulmuş demektir." Yine bu zât şöyle demiştir: "Evliyalar bu evliyalık makamını ancak karınlarını aç, gözlerini uykusuz ve dillerini konuşmasız bırakmak ve halvete çekilmekle elde etmişlerdir." Feth el-Mevsılî, hastalığı ve açlığı şiddetlendiğinde şöyle derdi: "Yâ Rabbî! Beni hastalık ve açlığa müptelâ eyledin. Oysa sen bunları velî kullarına (sevdiklerine) verirsin. Bu bakımdan bana verdiğinin şükrünü hangi amelimle eda edebilirim?" Mâlik bin Dinar, Muhammed bin Vâsi'ye şöyle dedi: "Ey Ebu Abdullah! Hem azığı olacak ve hem de kendisini insanlara muhtaç olmaktan kurtaracak kadar yiyeceğe sahip olanlara ne mutlu!" Buna karşılık o da şunları söyledi: "Ey Ebu Yahya! Allahü teâlâ kendisinden razı olduğu halde aç karnına sabahlayıp akşamlayan kimselere ne mutlu! Cennet böylelerinin olsun!" Fudayl bin Iyad şöyle derdi: "Yâ Rabbî! Beni ve aile efradımı aç, gecelerin karanlığında çırasız bıraktın. Halbuki sen bunu velî kullarına bahşedersin. Acaba ben bu makama hangi derecemle lâyık oldum?"
Mide dolu olunca fikir uyur!
16 Ocak 2010 01:00
Hazreti Lokman Hakîm, oğluna nasihatlerinde şunları söylemiştir: "Ey oğul! Mideyi doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalarsa ibâdetten bıkıp otururlar!" Bir hikmet ehli "Nefsimi hangi bukağı ile bağlayayım?" diyen birisine şöyle buyurmuştur: "Nefsini açlık ve susuzlukla bağla... Şöhreti terk etmek ve itibarlı olmayı bırakmak sûretiyle de onu Allah'a karşı zelil et! Nefsine karşı daima uyanık bulunmak sûretiyle onun zararlarından kurtul! Onun arzularına karşı durarak tehlikelerden kurtul!" Ebubekir bin Abdullah el-Müzenî şöyle demiştir: "Allahü teâlâ şu üç sınıf insanı sever: 1- Az uyuyanlar. 2 - Az yiyenler. 3- Az istirahat edenler..." Ebu Süleyman ed-Dârânî şöyle der: "Akşam yemeğinden bir lokma az yemek benim için bütün bir geceyi sabaha kadar ibâdetle ihyâ etmekten daha sevimlidir. Açlık Allah nezdinde onun hazinesindendir. Onu ancak sevgili kuluna verir." Sehl et-Tüsterî şöyle buyurmuştur: "Çok yiyen kimse üç durumda kötülenmiştir. Şöyle ki; ibâdet ehlinden ise gevşer, çalışkan bir kimse ise âfetlerden kurtulamaz; kendisine bir şey teslim edilen kimselerdense Allah rızası için nefsine karşı adaletli davranmaz." Kısacası insanların helâk olmasının sebebi dünyaya karşı olan hırslarıdır. Bu hırsın sebebi de çok yemek ve cinsel arzudur. Şehvetin kaynağı ise mideyi doldurmaktır. Bütün bu durumlar, az yeme sayesinde kökünden kazınır ve bertaraf edilir. Bu durumlar cehennemin kapılarındandır. Onların kapatılması da cennet kapılarının açılması demektir. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cennetin kapısını açlıkla çalmaya devam ediniz!" Allahü teâlâ, münâcat için kendisine yaklaştırdığı zaman Hazreti Musa da önce otuz, sonra da on gün olmak üzere toplam kırk gün yemeyi terk etmişti. Nitekim Kur'anda da böyle vârid olmuştur; çünkü Musa aleyhisselamın geceleyin niyet etmeksizin geçirdiği bir gün, on gün arttırıldı. Tevrat'ta şöyle yazılıdır: "Allah'tan kork ve karnını doyurduğun zaman açları hatırla!" Tel: 0
Az yemenin faydaları
17 Ocak 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Az yemek, kalbi saflaştırır, insanın basiretini, anlayışını artırır. Çünkü tokluk, zihin bulanıklığına, ahmaklığa yol açar, kalbi köreltir. Bu yüzden tıka basa yiyenlerde kalp ağırlaşır; çabuk anlama ve kavrama özelliğini kaybeder. Bir çocuk, çok yediği zaman hâfızası dumûra, zihni fesada uğrar ve kıt anlayışlı olur. Ebu Süleyman Dârânî hazretleri şöyle demiştir: "Elinizden geldiğince az yemeye çalışınız; çünkü açlık, nefsi uysallaştırır ve kalbi inceltir. Bunun sonucunda insana, kesbî olmayan, semâvî ve vehbî ilim bahşedilir." Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kalplerinizi az gülmek ve az yemekle diriltiniz; açlıkla temizleyiniz. Bu sayede kalpleriniz saflaşır ve incelir." "Açlık, çakan şimşeğe, kanaat ise buluta benzer... Hikmet ise yağmur gibidir" denilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: "Karnını aç bırakan kimsenin düşüncesi büyüdükçe büyür; kalbi uyanık olur.", "Kim tok olarak yatarsa, onun kalbi katılaşır. Her şeyin zekâtı vardır; bedenin zekâtı da açlıktır." Şiblî hazretleri şöyle demiştir: "Ne zaman nefsimi Allah için aç bırakmışsam mutlaka kalbimde, daha önce olmayan bir hikmet ve ibret kapısı açılmıştır." İbâdetlerden gayenin; Allah'ın marifetine ulaştırıp, hakkın tecellilerini gösterecek düşünce olduğu açıktır. Tokluk ise buna mânidir. Marifet cennet kapılarından bir kapıdır, anahtarı da açlıktır. Bu bakımdan açlığa yapışmanın cennetin kapısını çalmak olduğu bilinmelidir. Lokman Hakîm hazretleri de oğluna şöyle demiştir: "Ey oğul! Mideyi tıkabasa doldurduğun zaman fikir uyur; hikmet dilsizleşir. Azalırsa ibâdetten bıkıp otururlar." Ebu Yezid el-Bistâmî hazretleri de "Açlık buluttur. Kul ne zaman aç kalırsa kalp hikmet yağmuru yağdırır" demiştir. Resulullah Efendiniz de şöyle buyurmuştur: "Açlık, hikmetin nûru, tokluk ise Allah'tan uzaklaşmadır. Fakirleri sevmek ve onlara yaklaşmak da Allah'a yakınlaşmadır. Sakın tıkabasa yemeyiniz ki kalbinizdeki hikmetin nûru sönmesin! Çünkü az yiyerek yatıp uyuyan kimsenin etrafında huriler sabahlar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
İbadetlerden tat alınabilmesi için
18 Ocak 2010 01:00
Kalbin incelip yumuşaması ve saflaşması ibadet zevkini artırır. Bu incelmeyi sağlayan en büyük ve en açık sebepse midenin dolu olmamasıdır. Ebu Süleyman Dârânî şöyle buyurdu ki: "Nezdimde ibâdetin en tatlı olduğu zaman, karnımın belime yapıştığı zamandır. Kişi acıktığı ve susadığı zaman kalbi saflaşır ve incelir. Midesi dolu ise körleşir ve katılaşır." Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle demiştir: "Bir insan, kendisiyle göğsü arasına bir yemek torbası asar ve buna rağmen ibadetin tadına ermek ister!" Bu bakımdan kalbin ibadetlerden zevk alıp etkilenmesi, fikrin müyesser olmasının ve marifetin elde edilmesinin ötesinde bir hakikattir. Fazla yemek, oburluk, Allah'tan gafil olmanın ve haddi aşmanın kaynağı ve başlangıcıdır. Bu bakımdan nefis, açlıkla uysallaşıp kırıldığı gibi hiçbir şeyle uysallaşıp kırılmaz. Aç kalan nefis, sahibine karşı sakinleşir ve ondan korkar. Acizliğini ve zelilliğini anlar; zira kuvveti zayıflamış, elinden kaçan birkaç lokma yüzünden hileleri oldukça daralmış, içemediği bir yudum sudan dolayı da dünya kendisine zindan kesilmiştir. İnsanoğlu nefsinin zelilliğini ve âcizliğini anlamadıkça Mevlâsının izzet ve kahrını göremez. İnsanoğlunun saadeti ancak daimi olarak nefsinin zillet ve acziyetini anlayıp, Mevlâsının izzet, kudret ve kahrını bilmesindedir. Bu bakımdan insanoğlu daima aç, mevlâsına muhtaç ve mecbur olduğunu bilmeli ve bundan zevk almalıdır. Bunun içindir ki kendisine dünya ve hazineleri sunulduğunda Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Hayır, istemem. Bilakis bir gün aç, bir gün tok olmak isterim. Aç kaldığım zaman sabreder, Mevlâma yalvarırım. Tok olduğum zaman da Allah'a şükrederim." Az yiyen Cehennem kapılarından birini kapatmış olur. Cehennem kapılarından birini kapatan kimse, cennet kapılarından birini açmıştır; çünkü bu ikisi, tıpkı batı ile doğu gibi karşıttır. Bu bakımdan onların birine yaklaşmak, diğerinden uzaklaşmak demektir... > Tel: 0 212 - 454 38 21
Kadının ailedeki sorumlulukları
19 Ocak 2010 01:00
Geçen hafta, erkeğin ailedeki sorumluluklarından bahsetmiştik. Bu hafta da, kadının ailedeki sorumluluklarından bahsetmek istiyorum... Yaklaşık yüz yıldır, kadın üzerinden çok oyunlar oynandı, kadın birçok kesimin istismar malzemesi oldu. Eşitlik, özgürlük adı altında kadının başına akıl almaz çoraplar örüldü. Kadın her fırsatta, toplumun örfüne, manevi değerlerine, dinî inançlarına karşı isyana, başkaldırıya zorlandı. Fakat bunlar açıktan yapılmadığı, sinsi bir şekilde empoze edildiği için kadın bunun farkına bile varamadı. Bütün bu yönlendirmeler, istismarlar neticesinde bugün maalesef kadın, örfümüzün, inancımızın bildirdiği daire içinde değildir. Halbuki kadının, huzuru, rahatı bu daire içinde idi. Çünkü bu yeri Cenab-ı Hak takdir etmişti; adalet bu dairede idi. Bu takdire karşı çıkmak Müslümanın imanını tehlikeye sokmak demektir. Bu dairenin dışına çıkmak, başkasının hakkına hukukuna tecavüz demektir. Tecavüzün olduğu yerde adalet olmaz, zulüm olur; zulmün olduğu yerde de huzur olmaz, rahat olmaz. KADININ CİHADI Aileyi, sıkıntıdan, yangından kurtarmanın yolu, bu yanlıştan dönmektir. Kadın, ne zaman kendisine kurulan tuzağın farkına varır, asli değerlerine sahip çıkarsa ailede tekrar huzur sağlanabilir. Bunun için de, kadının -öncelikle- sorumluluklarını, görevlerini, sınırını bilmesi ve kabullenmesi gerekir. Aslında kadının ailede sorumluluğu erkeğe göre çok daha azdır. Üç beş madde ile özetlenebilir: Kadınlık görevi, namusunu koruması, çocukların yetiştirilmesi ve eğitimi, ev işleri gibi... Kadın bunları yapar, eşine ve çocuklarına faydalı olur, onları memnun ederse, hem dünyada hem de ahirette rahata huzura kavuşur. Peyamber aleyhisselâm, kocasını güzel karşılayan, güzel sözler söyleyerek onun hoşnutluğunu kazanmaya çalışan kadının kocasına, "Hanımına selâm söyle, yarı şehid sevâbına kavuştuğunu haber ver!" buyurdu. Kadınların Cennete girmeleri erkeklere göre çok daha kolaydır. Çünkü, hadis-i şerifte, "Kadın, beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına muti olursa, Cennete girer" buyuruldu. Bir hadis-i şerifte de, "Kocanın hanımı üzerindeki hakkı, benim sizin üzerinizdeki hakkım gibidir. O hâlde kocasının hakkını gözetmeyen, Allahın hakkını gözetmemiş olur" buyuruldu. Peygamber Efendimiz yine iyi geçinme ile ilgili olarak, "Kadının cihâdı, kocası ile iyi geçinmektir" buyurdu. Kadın, iyilikleri takdir edip bundan dolayı önce Rabbine sonra da buna vesile olan kocasına teşekkür etmelidir. Kadın, "Senden ne gördüm" diyerek küfrân-ı ni'mette bulunmamalıdır! Peygamberimiz, "Eğer kocalarına karşı küfrân-ı ni'mette bulunmasalar, namaz kılan kadınlar hemen cennete girerdi.", "Cehennem halkının ekseriyetini kadınların teşkil ettiğini gördüm. Sebebi de, çok la'net ederler ve kocalarına karşı küfrân-ı ni'mette bulunurlar" buyurdu. KADININ EN ÜSTÜN İBADETİ Resulullah Efendimiz koca hakkı üzerinde çok dururlardı. Bir gün kızları Hazreti Fâtıma, ağlayarak babasının huzûruna geldi. Resûlullah, "Yâ Fâtıma, niçin ağlıyorsun?" buyurdu. Hazreti Fatıma'nın, "Kasıtsız söylediğim bir sözden Ali bana kızdı. Özür diledim. Fakat onu üzdüğüm için ağlıyorum" cevabı üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu: "Kızım, bilmez misin, Allahü teâlânın rızâsı kocanın rızâsına bağlıdır. Ne mutlu o kadına ki dâima kocasının rızâsını arar, kocası ondan râzı olur. Kadınlar için en üstün ibâdet, kocasına itâ'attir. Erkek, hanımından râzı olunca, o kadın istediği kapıdan Cennete girmeye hak kazanır. Kocasını üzen kadın, onu râzı edinceye kadar, Allahü teâlânın la'netinde olur." "Kadının hayırlı olanı hangisidir?" diye sorulduğunda, Resul-i Ekrem efendimiz buyurdular ki: "Kocası yüzüne baksa onu memnun eden, bir şey emretse itaat eden, nefsinde, malında, hoşlanmayacağı bir işle, kocasına karşı gelmeyendir" buyurdu.
Tok, açın hâlinden anlamaz!
19 Ocak 2010 01:00
Kul için belâ ve sıkıntılar nimettir. Bunların Allahü tealadan bir iyilik olarak geldiğini bilir. Zillet, illet ve kıllet (itibarsızlık, hastalık ve fakirlik) çekmeyen ve belâlara düçar olmayan kimse, âhireti unutur. Ahiret azabı korkusu, böylelerinin nefsinde etkisini gösteremez ve kalbine galip gelemez. Bu bakımdan kul, şiddetli belâlara düçar olmalıdır ki âhiret azabını hatırından hiç çıkarmasın! Bu belâların en etkilisi de açlıktır; çünkü açlıkta, âhiret azabını hatırlamanın dışında birçok faydalar vardır. İşte belâların peygamberlere, velî kullara ve derece bakımından onları takip eden kimselere verilmesinin sebeplerinden biri de budur. Bu sırra binaen âhiret azabını hatırından hiç çıkarmasın! Nitekim Mısır hazineleri elinde bulunduğu halde 'niçin aç duruyorsun?' denildiğinde Yusuf aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Karnımı doyurduğumda açları unutmaktan korkuyorum." Aç ve muhtaç kimseleri hatırlamak, açlığın birçok faydalarından sadece biridir; zira bu hatırlama, insanoğlunu sakat, özürlü ve yoksullara yedirmeye, Allah'ın kullarına merhamet göstermeye teşvik eder. Tıkabasa yiyen kimse ise aç insanın neler çektiğini bilmez. Zünnûn-i Mısrî şöyle buyurmuştur: "Ne zaman doymuşsam, ya isyan etmişimdir ya da isyan teşebbüsünde bulunmuşumdur." Hazreti Âişe vâlidemiz de şöyle buyurmuştur: "Hazreti Peygamberden sonra ilk ortaya çıkan bid'at, doyasıya yemektir." Doyasıya yiyen kimselerin nefisleri dünyaya meyleder. Az yemek, bir tek faydadan ibaret değil, bilakis faydalar hazinesidir. İşte bunun içindir ki "Açlık Allah'ın hazinelerinden biridir" denilmiştir. Az yeme sayesinde en azından fazla konuşma arzusu bertaraf edilir; çünkü aç olan bir kimsenin fuzulî konuşma isteği harekete geçmez. Böylece kişi dilin; gıybet, kötü ve çirkin konuşmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak ve benzerleri gibi âfetlerinden kurtulur. Açlık onu bütün bu âfetlerden korur. Kişi doyduğu zaman meyve yeme ihtiyacı hisseder ve bunu da halkın namuslarına dil uzatmak sûretiyle giderir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-ma
Kadına, savaşa gitmeden şehit sevabı!
20 Ocak 2010 01:00
Dün de bahsettiğimiz gibi, ailede huzurun sağlanması; aile fertlerinin görevlerini eksiksiz yerine getirmelerine, kendi sınırlarını aşmamalarına bağlıdır. Bunun sağlanmasında, evde kadın büyük rol sahibidir; iyi yönde rol alırsa kendisi de ailesi de kazanır. Her şeyden önce kadın bu önemli rolünü hakkıyla yerine getirebilmek için evde olmak zorundadır. Örneğin çocuklar günün yarısından fazlasında başkasının elinde ise çocuğun eğitiminde ve sevgisinde eksiklik var demektir. Son yıllarda, küçük yaştaki çocukların dengesiz davranışları, silahla birbirlerini taramaları üzerine kendisini suçlayan basına ABD'li silah tüccarının söylediği şu sözler üzerinde düşünmeye değer: "Esas suçlu, kadını evden uzaklaştırıp, çocukları şunun bunun eline bırakan zihniyettir, anlayıştır." Çocuk anne şefkati, merhameti görmeyince, toplumu düşman görüyor, intikam alma hissi ile büyüyor. RESULULLAHIN GÖREV TAKSİMİ Dinimiz ailenin huzuru, sağlamlığı için kadının evde bulunmasına önem vermiştir. Nitekim Resul-ü Ekrem efendimiz, Hazret-i Ali ile Hazret-i Fatıma'nın evliliklerinde "görev taksimi" yapmıştır. Dışarı işlerini Hazret-i Ali'ye dahili işleri de Hazret-i Fatıma'ya vermişti. Hazreti Fatıma, yemek pişirir, çamaşır yıkar, el değirmeninde un yapar, ekmek pişirir ve benzeri ev işlerini bizzat kendisi yapardı. Dinimiz bazılarının beğenmediği, burun kıvırdığı ev işlerini, dikiş, nakış, örgü gibi işleri ibadet kabul etmiştir. Resulullah Efendimiz kızı Hazreti Fatıma'ya bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ya Fatıma, ne mutlu o kadına ki, kocası ondan razı olur. Allahü teâlânın farz kıldığını yapmaktan ve kocasına itaatten sonra kadınlar için, yün eğirmekten, iplik bükmekten üstün iş yoktur. Bir saat yün eğirmek, iplik bükmek veya dokumak, kadınlar için bir yıl ibâdet etmekten daha sevabdır. Dokudukları her iplik için amel defterlerine bir şehid sevabı yazılır." Dinimiz kadının namazını bile, gözden ırak tenha bir yerde kılmasını istemektedir: Hadis-i şerifte, "Kadınların, evinin en mahrem yerinde kıldığı namaz, salonda kıldığı namazdan efdaldir. Salonda kıldığı namaz ise, camide kıldığından efdaldir" buyuruldu. Kadın, ayıplanma korkusu ile kocasından gücünü aşan şeyler talep ederek onun helakine sebep olmamalıdır. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin başına, bir zaman gelecek ki, insanın helaki karısının, çocuklarının, anası ve babasının elinden olacak. Çünkü, bunlar onu fakirlikle ayıplarlar. Gücü yetmeyecek şeyleri teklif ederler. Teklif edilen şeyleri helal yoldan elde edemeyince, meşru olmayan kazanç yollarına tevessül eder. Bu yüzden helak olur." Kadının evinde kocasına karşı süslenmesi, güzel giyinmesi, bakımlı olması vaciptir. Resulullah Efendimiz, "İsrailoğullarının kadınları evlerinde süslenmedikleri için onların erkekleri zinaya düşmüştür" buyurmuştur. Maalesef birçok kadın, evde giyimine, kuşamına süsüne dikkat etmiyor. Evde rastgele pespaye bir şekilde giyiniyor. Sokağa çıkarken ise en yeni, en güzel, en şık elbisesini giyiyor. Halbuki bu haramdır. ŞEHİDLİK Mİ EŞİTLİK Mİ! Bir kadın Resulullah Efendimizin yanına gelerek sordu: "Ben kadınları temsilen geldim. Allah cihadı erkeklere farz kılmıştır. Savaştan sağ çıkarlarsa gazi, ölürlerse şehid oluyorlar. Biz kadınlar da onlara yardımcı oluyoruz. Bize bu konuda mükafat, bir bedel var mı?" Resulullah Efendimiz şöyle cevap verdi: "Karşılaştığın her kadına söyle: Kocaya itaat etmek, hakkını yerine getirmek onun yaptıklarının hepsine bedeldir. Ancak içinizde bunu yapanlar pek azdır." Biliyorum, birçok kimse, "ama zamanımızın şartları, erkeklerin durumları..." gibi mazeretler sıralayacaklardır. Cenab-ı Hakkın Kur'an-ı kerimde "Evleri huzur ve sükûn yeri yaptık" buyurmaktadır. Bunun şartlarını da bildirmiş. Her olumsuzluğun bir çaresi vardır. Hiçbir mazeret bu ilahi hükmü değiştiremez; değiştirirse dünya ve ahirette bunun bedelini ödemeye hazır olacak! "Bana şehidlik değil, eşitlik lazım" diyene ne denir!..
Her türlü kötülüğün kaynağı
20 Ocak 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: "Az yemenin faydalarından biri de, az yemekle bütün günahların başı olan şehvetin kırılması, kontrol altına alınması, her kötülüğün kaynağı nefse hâkim olunmasıdır. Günahların kaynağı şehvet ve kuvvettir. Kavgaların, cinayetlerin, ölümlerin çoğunun sebebi şehvettir. Kuvvet ve şehvetlerin aslı ise hiç kuşkusuz kuvvetli yiyeceklerdir, bu bakımdan yemeklerin azaltılması her türlü şehvet ve kuvveti zayıf düşürür. Zarar veremez hale getirir. Huysuz bir atın ancak aç bırakılmak sûretiyle zayıf düşürülüp zaptedildiği, doyurulduğu zamansa kuvvet alıp serkeşlik ettiği ve huysuzluk yaptığı gibi, nefis de kuvvetli olduğunda huysuzlaşır, zayıf olduğunda ise uysallaşır. Harama, günahlara meyli azalır. Şehvetin tehlikeleri apaçık ortadadır, herkesin bildiği bir gerçektir. Onun şerrinden insanı ancak açlık korur. Kişi, aşırı doyduğu zaman şehevi arzularına mani olamaz. Takvâsı buna mâni olsa bile, bu kez de gözüne sahip olamaz. Kapatmak sûretiyle gözlerini de tasarrufu altına alsa, bu defa da düşüncelerine sahip olamaz. Şehvet yüzünden kalbi kötü fikirlerden, nefsin vesveselerinden bir türlü kurtulamaz. Kalbe hâkim olan vesveseler kişinin ihlasını, ibadetini bozar ve huzurunu kaçırır. Huşu içinde bir ibadet yaptırmaz... Tabii insanı günahlara iten sadece şehvet değildir. Sadece bunu bir misal olarak söyledik; yoksa yedi azanın bütün günahlarının sebebi, tokluktan hasıl olan kuvvettir. Bir hikmet ehli şöyle demiştir: "Sabrederek bir sene yavan ekmekle yetinen ve şehvetlerden herhangi birini karıştırmaksızın midesinin yarısını dolduracak şekilde yiyen her insanı, Allahü teâlâ kadın fitnesinden korur." Gayri müslim bir araştırmacı, Peygamber Efendimizin "Midenin üçte biri yemek, üçte biri de teneffüs içindir" hadîs-i şerifini işittiğinde, şaşkınlığa düşerek "Az yeme hakkında bu sözden daha kuvvetli bir söz işitmiş değilim. Bu sözleri ancak bir hakîm söyleyebilir" demiştir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehm
Hastalıkların başı!..
21 Ocak 2010 01:00
Çok yemenin mahzurlarından biri de bedene zararlı olmasıdır. Çok yemek iç organları ve bedeni yorar. Çeşitli hastalıklara sebep olur. Hadis-i şerifte, "İnsan kalbi, tarladaki ekin gibidir. Yemek, yağmur gibidir. Fazla su, ekini kuruttuğu gibi, fazla gıdâ kalbi öldürür" buyuruldu. Çok yemek, hastalıkların başı, az yemek yâni perhîz etmek ilâçların başıdır. Hadis-i şerifte, "Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhîzdir" buyuruldu. Midenin üçte biri yemeklere, üçte biri içeceklere ayrılmalıdır. Üçte biri hava payı, yâni boş olmak en aşağı derecedir. En iyi derece, az yemek ve az uyumaktır. Yemek vakitleri olarak en faydalısı, iki gün ve iki gecede üç kere yemektir. Yâni, her gün üç kere değil, iki günde üç kere yemelidir. Bir hadis-i şerifte, "Çok yiyeni, çok içeni Allahü teâlâ sevmez" buyurdu. Az yemek, çok faydalıdır. Meselâ, suyu az içirir, uykuyu az uyutur. Çok yemek ise, insanı tembelleştirir, vücûdu yorar, fazla su içirir ve mâlâyâniye sebep olur. Mâlâyâni lüzûmsuz, faydasız iş ve söz demektir. Az yemek ve az uyumak tasavvuf yolunda ilerlemek için faydalıdır. Fakat, bedene ve akla zarar verecek kadar aşırı olmamak lâzımdır. Çok yememeli, çok az da yememeli. Yemek, itidal, orta miktârda olmalıdır. Çok yemek, gevşeklik, tembellik yapar. Çok az yemek, işe ve ibâdete mani olur. Mühim olan şey, ibâdetleri iyi, rahat yapmaktır. Buna yardımcı olan her şey mübârektir. Bunu bozan şeyler yasaktır. Çok yemek ayrıca israfa sebep olur. Resûlullah, "Her istediğini yemek isrâftandır" buyurdu. Her istediğini yemek isrâftır çünkü doyduktan sonra veya hazım olmadan, acıkmadan tekrar yemek demektir. Hasta olmamak için ve hastalıktan kurtulmak için, dört şey yapmak lâzım olduğu bildirilmiştir: 1- Fazla yememelidir. 2- Alkollü içkileri hiç içmemelidir. 3- Üzülmemeli, asabîleşmemelidir. 4- Vücûdu, eşyası, yiyecekleri temiz olmalıdır. Tel: 0 212 - 454 38 21
Zararı olmayan ilaç!
22 Ocak 2010 01:00
Vücudumuz bize emanettir. Onu, hastalıklardan, hastalığa sebep olan şeylerden korumak zorundayız. Hastalıkların sebebi, çok yemekten dolayı mide ve iç organların vazifelerini yapamaz hale gelmeleridir. Hastalıklar, insanı ibâdetlerden, zikir ve fikirden alıkoyar, kalbi bozar ve hayatı zehir eder. İnsanı kan aldırmak, ilâç kullanmak ve doktora gitmek mecburiyetinde bırakır. Bütün bunlarsa birtakım malî külfetlere yol açar. Az yemekte ise bütün bunları önleyici bir özellik vardır. Halife Hârun Reşid bir gün biri Hindli, biri Romalı, biri Iraklı ve biri de Irak'ın köylerinden olan dört doktoru bir araya getirerek bunlara "Her biriniz bana, içerisinde hastalık bulunmayan bir deva (ilaç) söyleyecek!" diye emretti. Bunun üzerine Hindli, Iraklı, Romalı birer ilaç söylediler. En mâhirleri olan köylü doktorsa bunların sözlerini çürüttü. Onların "O halde sence içerisinde hastalık bulunmayan ilaç nedir?" diye sormaları üzerine de şöyle cevap verdi: "Bence içerisinde hastalık bulunmayan ilâç, yemeğe acıkmadan oturulmaması ve sofradan da yeme isteği olduğu halde kalkılmasıdır." Onun bu cevabı karşısında diğerleri "Doğru söyledin!" dediler. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Karnı tıka basa doldurmak, hastalığın; bundan korunmak ise ilâcın esasını teşkil etmektedir. Vücutlarınızı, mümkün olduğunca perhize ve kanaatle yaşamaya alıştırınız." İbni Sâlim hazretleri bir keresinde şöyle demiştir: "Âdâbına riâyet ederek yavan buğday ekmeğiyle yetinen kimse, ölüm hariç hiçbir illete müptelâ olmaz." "Peki bunun âdâbı nedir?" diye sorulduğunda da şöyle cevap vermiştir: "Sofraya ancak acıktıktan sonra oturmak ve doymadan kalkmaktır." Tabiblerin büyüklerinden biri, çok yeme hakkında şöyle buyurmuştur: "Kişinin midesine giren en faydalı şey nar, en zararlı şey ise tuzlu yiyeceklerdir. Bununla birlikte tuzlu şeylerin azaltılması, çok nar yenilmesinden daha faydalıdır." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
İbadete mani olan her şey...
23 Ocak 2010 01:00
Allahü teala insanı kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır. Esas işi budur. İbadete mani olan, azaltan her şey esasa zarar vermiş olur. Çok yemek, insanı çok ibâdet etmekten alıkoyar; çünkü yemek için bir zamana ihtiyaç vardır. Çoğu zaman insan, yemeği satın almak ve pişirmek, sonra da elini yıkamak ve dişlerini temizlemek için zamana muhtaç olur. Sonuçta ise çok su içmek ve dolayısıyla helâya fazla gitmek zorunda kalır. Eğer bütün bu yerlere sarf edilen vakitler zikre, duaya ve diğer ibâdetlere sarf edilmiş olsaydı, kişinin kârı çoğaldıkça çoğalırdı. Sırrî-yi Sekatî hazretleri şöyle anlatır: "Ali Cürcânî'nin, kavutu çiğnemeksizin, yiyip yuttuğunu gördüm. Kendisine 'Seni, kavutu bu şekilde yemeye zorlayan şey nedir?' diye sorduğumda şöyle cevap verdi: Ben, kavutu çiğneyerek yemek ile çiğnemeksizin yutmak arasında yetmiş tesbih çekilebileceğini hesapladım. Bu bakımdan ben, kırk seneden beri kavutu çiğnemeksizin yutmaktayım." Bu zatın vakte ne kadar önem verdiğine dikkat edilsin ki onu ekmek çiğnemekle bile zâyi etmemiştir. Ömürden olan her nefes, paha biçilmez bir cevherdir. Bu bakımdan onunla, bâki ve sonsuz olan âhiret hazinesini elde etmeye çalışmak en uygun harekettir. Bu da o nefesi Allah'ın zikrine, ibâdet ve tâatine sarf etmekle hâsıl olur. Abdestli durmak ve camiye sık gitmek de çok yemekle zorlaşan şeylerdendir; çünkü çok yiyen kimse, fazla su içeceğinden, küçük tahâret yapmak ve sık sık camiden çıkarak abdesti bozmak mecburiyetinde kalır. Oruç da bunun gibidir; çünkü oruç ancak açlığı âdet edinen kimseler için kolaydır. Bu bakımdan oruç tutmak, itikâfa devam etmek, devamlı abdestli olmak, yemeğin hazırlanması ve yenilmesi için sarf edilen vakitleri ibâdetlere sarf etmek, haddi hesabı olmayan kârlardır. Bu kârları ancak gaflete dalarak dinin kıymetini bilmeyen, dünya hayatına razı olup da ona bel bağlayan kimseler hakir görürler... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Midenin esiri olmamalıdır!
24 Ocak 2010 01:00
Az yemenin bir faydası da, israfı önlemek dolayısıyla tasarruf yapmaktır. Bugün insanlar bir yemesi gerekirken, iki yiyor, sonra da bu fazlalığı atmak için bir o kadar para harcıyor. Yani Yediğinin üçte ikisi israf oluyor. Kilo vermek için harcadığı zaman israfı da cabası. Az yemeyi âdet edinen kimse için biraz mal, yiyecek kifayet eder. Tıka basa ve doyasıya yemeyi âdet edinen kimsenin midesi ise amansız bir alacaklı kesilir ve âdeta her gün sahibinin gırtlağına yapışarak ona 'Bugün ne yiyeceksin?' der. Peygamber Efendimiz evlerine geldiklerinde, yemek var mı diye sorarlar, ne varsa onunla yetinirler, bir şey yoksa oruca niyet ederlerdi. Yemeğe düşkün olan ya her yere sokularak haramdan kazanır ve dolayısıyla günahkâr olur ya da helâlinden kazanmak için nefsini zelil etmek mecburiyetinde kalır. Çoğu zaman da tamahkâr gözünü halkın elinde bulunan şeylere diker. Bu ise zillet ve rezaletin en son derekesidir. Mü'min geçimi kolay ve harcaması hafif olan kimsedir. Hikmet ehlinden biri şöyle buyurmuştur: 'Ben tüm bir sene, ihtiyaçlarımı terk etmek sûretiyle geçinirim. Bu durum, benim için, başkasına muhtaç olmaktan daha iyi ve daha huzur verici bir durumdur." Başka biri de şöyle buyurmuştur: 'Herhangi bir arzum için ve ihtiyaç fazlası olan şey için başkasından borç almak gerektiğinde hemen kendi nefsime borçlanarak o isteğimi terk ediyorum; zira nefsim benim için en hayırlı alacaklıdır." İbrahim bin Edhem hazretleri, arkadaşlarına yiyecek maddelerinin günlük fiyatını sorar; "Gayet pahalıdır" dedikleri zaman da şöyle derdi: "O halde terk etmek (almamak) sûretiyle onları ucuzlatınız." Her gün bir ekmek ile yetinen kimse diğer arzularında da kanaat sahibi olacağından, insanlara muhtaç olmaksızın hür ve kalbi müsterih olarak Allah'a ibâdete yönelir ve âhiret ticaretine dalar. Böylece de Allahü teâlânın "Ne ticaret, ne de alışveriş onları Allah'ın zikrinden alıkoymaz" buyurduğu kimseler zümresine dâhil olmuş olur. Evet onlar bu vasfı ancak kanaat sayesinde elde etmişlerdir. Tel: 0 212 - 454
Fazla uyumanın sebepleri!..
25 Ocak 2010 01:00
Uykunun insan hayatında önemli bir yeri vardır. Yeteri kadar uyumamak insanın sağlığına zarar verir. Yeterinden fazla uyumak ise, hem sağlığa zararlıdır hem de zamanı boşa harcamış, israf etmiş olur. Bunun için İslam büyükleri uykunun, zaruret miktarı kullanılması üzerinde çok durmuşlar; fazla uykuya sebep olacak şeylerden kaçınmışlardır. Şu bir geçek ki, çok yiyen kimse çok su içer. Çok su içen kimse ise çok uyur. Bunun içindir ki İslam büyükleri talebelerine şöyle derlerdi: "Fazla yemeyiniz ki fazla su içmiş ve dolayısıyla fazlasıyla zarar etmiş olmayasınız." Yetmiş sıddîk, fazla uykunun çok su içmekten ileri geldiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü, fazla uyku ömrün zâyi olmasına, teheccüd, gece namazının kaçmasına ve kalbin katılaşmasına sebep olur. Halbuki ömür, cevherlerin en âlâsı ve aynı zamanda kulun sermayesidir. Kul onunla ticaret yapar. Uyku ise bir çeşit ölümdür ki çokluğu ömrü azaltır. Sonra teheccüdün fazileti de ortadadır. Oysa uykuda teheccüdü kaçırmak vardır! Uyku galip geldikçe, kul kalkıp teheccüd namazını kılsa dahi ibâdetin zevkine eremez. Ebu Süleyman Dârânî hazretleri buyurdu ki: "Doyasıya yiyen kimseye altı âfet musallat olur: 1- Cenab-ı Hakka, sığınmayı, münâcatı, yalvarmayı kaybeder. 2- Hikmeti koruması zorlaşır. 3- Halka karşı şefkati azalır; çünkü karnı tok olduğu zaman bütün halkın da kendisi gibi tok olduğunu zanneder. 4- İbâdet kendisine ağır gelir. 5- Şehvetleri artar. 6- Diğer mü'minler mescidlerin etrafında dönerlerken, o tok olduğundan mezbeleliklerin etrafında dönüp durur..." Hazreti Peygamber bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Oruç tutunuz, sıhhat bulursunuz" Bu bakımdan vücutlar oruç, açlık ve az yemekle hastalıklardan kurtulup sıhhate kavuşur. Kalpler ise, saldırganlık, aşırı gitmek ve benzeri çirkin hastalıklardan kurtulmakla sıhhat bulur. Tel: 0 212 - 454 38 21
Taklit, gerçeği gibi olmaz!
26 Ocak 2010 01:00
Yarın, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun 711. yıl dönümü. (Kuruluş; 27.1.1299). Osmanlıdan boşalan cağrafyada bugün otuza yakın devlet yaşamaktadır. Bu topraklarda bir çırpıda sayılamayacak kadar, çeşitli dil ve dinde millet yaşıyordu. Bu beraberlik altı asırdan fazla sürmüştü. Canlılarda olduğu gibi devletlerin de belli bir ömrü vardır. Ömrünü tamamlayan tarih sahnesinden ayrılır. Ayrılanların bazıları hemen unutulur bazıları ise unutulmaz; hatta ona hasret her gün daha da artarak devam eder. İşte Osmanlı Devleti böyleydi. Yıkılışının üzerinden neredeyse bir asır geçmesine rağmen unutulmadı, gündemden hiç düşmedi... GAYE İNSANLIĞA HİZMET İdaresi altında bulunan milletler bugün bile hâlâ Osmanlı'dan sitayişle bahsetmektedirler. Yıllardır araştırmacılar bu işin sırrını çözmek için uğraşmaktadırlar. Bazı devletler de, çeşitli projelerle (Büyük Orta Doğu Projesi gibi) Osmanlı'yı taklit etmeye çalışmaktadırlar. Tabii ki taklit hiçbir zaman gerçeği gibi olmaz. En önemlisi niyet farkı. Taklitçilerin niyetleri malum. Osmanlı'nın ise; idaresi altındaki insanları sömürme, onların tabii gelirlerine el koyma gibi bir gayesi yoktu. Tek gayesi vardı o da; insanlığa hizmet. İdaresine aldığı milletler de bunu bilirlerdi. Osmanlı'dan kendilerine, inançlarına bir zarar gelmeyeceğinden emin idiler. Osmanlı'da tam bir din ve vicdan hürriyeti vardı. Hiçbir din mensubu zorla Müslüman yapılmazdı. Kendi takdirlerine bırakılırdı. Osmanlı sadece örnek bir hayat sunardı. Osmanlı, himayesindeki yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştı. Aksine tam bir inanç hürriyeti hakimdi. Çünkü, İslamiyetin, "Dine girmede zorlama yoktur" prensibine Osmanlılar sadık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı. Ömrü Osmanlı tarihini incelemekle geçmiş bir ilim adamı böyle söylerse; tarih kitaplarının dışında tarih bilgisi olmayan zavallıların ileri geri konuşanlarının ne kadar büyük bir hezeyan içinde olduklarını gösterir. Osmanlı İmparatorluğunun bu kadar uzun süre hayatta kalmasını yabancı ilim adamları şuna bağlıyorlar: "Roma İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküşü" adlı kitabıyla tanınan ünlü tarihçi Gibbons şöyle diyor: "Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların, yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dînî, hürriyet ilkesini siyâsetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu îtiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyâsındaki, ardı arkası kesilmeyen Yahûdi katliamları ve engizisyona rağmen, Osmanlıların idâresi altındaki Hıristiyanlar ve diğer dinlerdeki milletler korkusuz bir şekilde ahenk ve uyum içerisinde yaşıyorlardı..." TANITIMDA MODEL ÖNEMLİ! Osmanlıda devletin hizmetinde örnek aileler vardı. Bunlar, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergahlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hâl ile, söz ile, yaşayışları ile örnek kimselerdi. İslamiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Osmanlı yeni bir yer fethettiğinde bunları oraya yerleştirirdi. Bunlar model ailelerdi. Zamanla diğer din mensupları bunların güzel ahlâkına özenir kendiliğinden Müslüman olurlardı. Balkanlar bu şekilde Müslümanlaşmıştı. Bunun içindir ki, "lisân-ı hâl, lisân-ı kalden entaktır" demişlerdir. Yani; hâl ve hareket ile yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. Osmanlı'nın başarısı İslama sımsıkı sarılmalarının neticesidir. Osmanlı'nın başarısını başka yerde arayan yanlış adreste olduğunu bilmelidir!
Yemek yerine dinini hazmedenler!
26 Ocak 2010 01:00
Hasan Basrî hazretleri şöyle demiştir: "Allahü teâlâ emaneti yedi kat göğe ve yıldızlarla süslenmiş yollara, büyük Arş'ı yüklenen meleklere arz ederek şöyle buyurmuştur: (Emaneti, içindekilerle birlikte yüklenir misiniz?) Onların 'Emanetin içindekiler nedir?' diye sormaları üzerine de şöyle buyurdu: (İyilik yaptığınızda mükâfat görmeniz; kötülük yaptığınızda ise cezaya çarptırılmanızdır.) Bunun üzerine onlar 'Hayır! Yüklenemeyiz' dediler. Sonra Allahü teâlâ, emaneti bu tarzda yeryüzüne arz etti. O da kabul etmekten kaçındı. Bundan sonra yüce dağlara, sarp ve yalçın kayalara arz ederek (Emaneti, içindekilerle birlikte yüklenir misiniz?) buyurdu. Onlar da 'Hayır! Yüklenemeyiz!' dediler. Allahü teâlâ bu kez emaneti insana teklif etti. İnsan da onu yüklendi. Muhakkak ki insan, nefsine çok zulmeden ve Rabbinin emri hususunda çok cahil olan bir varlıktır. Yemin ederim ki bu emanet karşılığında nice servetler elde eden birçok insan gördük. Peki bu servetlerle ne yaptılar dersiniz? Onunla evlerini genişletip kabirlerini daralttılar. Bedenlerini beslediler; buna karşılık dinlerini zayıflattılar Bu durum midesinin ağırlığı gelip gırtlağına sarılıncaya ve mide hastalıkları kapısını çalıncaya kadar böyle devam eder. Bu felakete maruz kaldığı zaman hizmetçisine seslenerek 'Bana yediklerimi hazmettirecek bir şey getir!' der. Ey obur insan! Bakalım hazmetmek istediğin yemek, senin midir? Sen yemeği değil, dinini hazmedemiyorsun! Hani fakir nerede? Dul kadın nerede? Miskin nerede? Yetim nerede? Oysa Allahü teâlâ bunlara karşı merhametli davranmanı emrediyor!.." İşte bütün bu anlattıklarımız, bu faydaya işarettir. Fayda ise, yemeğin fazlasını, ecir kazanmak için fakirlere sarf etmektir. Böyle yapmak, yiyip de boynunda günahın katmerleşmesinden daha hayırlıdır; zira Hazreti Peygamber bir gün şişman bir adama mübarek parmağıyla karnını işaretle şöyle buyurmuştur: "Şu (yemek) başka bir yerde olsaydı, senin için daha hayırlı olurdu." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
"Osman Gazi, adaşı Halife Osman gibiydi"
27 Ocak 2010 01:00
Bugün, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunun 711. yıl dönümü. Dün, Osmanlının küçük bir beylik iken üç kıtaya hükmeden bir imparatorluk hâline gelmesinin sebepleri üzerinde durmuştuk. Bu sebeplerden biri de her şeyden önce Osmanlı hanedan mensuplarının, ihlaslı, samimi olmaları, şahsi şöhret peşinde olmamalarıdır. Gösterişe değil tevazuya önem vermeleridir. Kendilerine tabi bir devlet hâline getirdikleri Bizans sarayları yanında, kaldıkları yerler sıradan bir köşk mesabesinde idi. İçerisinde yaşanılan hayat da, güçlerine göre sade ve çok basitti. Gösterişten, şaşaadan uzak kaldıkları gibi, yerli halka, biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar. Onlara çok hoşgörülü davrandılar. Osmanlıları hedeflerine ulaştıran yöntemlerden birisi de zaten budur. "DİNDEN TAVİZ VERMEZDİ!" Osmanlının saf ve temiz olmalarını yabancılar bile dile getirmektedir. Mesela, yabancı bir tarihçi Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır: "Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halife Osman'ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dini gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat, ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse bir şey diyemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osman-oğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı. Atilla ve Cengiz Han, aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, hep akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk, bir medeniyet kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişler. Karadeniz'in güneyinden Avrupa'ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır. Osman Gazi'nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle te'siri çok daha geniş ve şümullü idi. Çünkü O, sükunet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O'na bunların üstünde bir mevki vermemiz icap eder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir?!.. 600 küsur sene hüküm sürebilmiştir?" Gerçekte Osmanlılar, devlet eliyle ve gönüllü tasavvuf ehli dervişler vasıtasıyla İslamı tanıtmaya çalışırken, muhataplarına son derecede hoşgörülü davranmışlardır, zorlamalara iltifat etmemişlerdir. Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve dinin temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslamı benimsemişler ve Türk-İslam kültür dairesi içerisine girmişlerdir. "ZULMETTİK, YIKILDIK!.." Bursa uzun zaman kuşatmadan sonra, "kimsenin canına dokunulmayacağına" dair anlaşma yapılarak teslim alındıktan sonra, şehri terk etmeyerek orada gönüllü olarak kalan Tekfur'un vezirine, şehri teslim sebepleri sorulduğu zaman Orhan Gazi'ye verdiği cevap ilginçtir: "Sizin devletiniz günden güne büyüdü, bizim devletimiz küçüldü. Biz kendi halkımıza bile zulüm yapıyorduk. Babanızın idaresine geçen köylülerimiz zulümden kurtuldukları için memnun kalıp, size seve seve itaat ettiler. Rahat oldular ve biz de bu rahatlığa heves ettik..." Osmanlı hiçbir zaman, despot bir tutumla hareket etmemiş, din ve milliyet ayırımı gözetmeksizin kendisine iyilik edenlere karşı iyilikte ve vefada kusur göstermemiştir. Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezata müsaade etmeyen, dünya tarihinde milletlerarası, en kudretli ve cihanşümul bir siyasi teşkilattı
Dünyanın ve ahiretin anahtarı
27 Ocak 2010 01:00
Müslüman, diğer Müslümanları kendi nefsine tercih etmelidir. Zaruri nafakasından artan yiyecekleri ve servetini yetimlere ve fakirlere tasadduk etme imkânı bulabilmelidir. Böylece Müslüman, kıyâmet gününde sadakasının gölgesinde haşrolur. Kişinin yediği şeylerin deposu helâldir. Sadaka olarak verilen şeylerin deposu ise Allah'ın fazl u keremidir. O hâlde kul için, servetinden ancak Allah yolunda tasadduk edip O'na emanet olarak bıraktığı veya yiyip bitirdiği ya da giyip eskittiği şeyler vardır. O halde sahip olunan yiyecek maddelerinin zarurî ihtiyaçtan fazla olanlarını tasadduk etmek, tıka basa işkembeye doldurmaktan daha hayırlıdır. Yani sen bunu (karnına doldurduğun ve seni şişmanlatan yiyecekleri) âhiretin için sarf edip, bu hususta diğer Müslümanları kendi nefsine tercih etseydin, senin için daha hayırlı olurdu. Hasan Basrî hazretleri şöyle der: "Allah'a yemin ederim, ben öyle bir gruba yetiştim ki onlardan herhangi biri, yanında ancak kendisine yetecek kadar yiyecekle akşamlardı. Eğer isteseydi onu yiyip bitirebilirdi. Buna rağmen o 'Allah'a yemin ederim ki bunun tamamını karnım için ayırmayacağım; bir kısmını da Allah için ayıracağım' derdi." Çok yemenin zararları, az yemenin faydaları saymakla bitmez. Çünkü açlık, âhiret faydalarını içinde bulunduran büyük bir hazinedir. Bunun içindir ki seleften biri şöyle buyurmuştur: "Açlık âhiretin anahtarı, zahidliğin kapısıdır. Tokluk ise dünyanın anahtarı ve isteğin (dünyaya düşkünlüğün) kapısıdır." Ebû Süleymân Dârânî hazretleri buyurdu ki: "Dünyânın anahtarı tokluk, âhiretin anahtarı açlıktır. Helâlden bir lokma az yemeyi, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü, mîde dolu olunca, kalbe gaflet basar. İnsan Rabbini unutur. Helâlin fazlası böyle yaparsa, mîdeyi haram ile dolduranların hâli acaba nasıl olur?" "Ben öyle insanlara yetiştim ki, onlar açlığı kendileri için ganîmet sayardı. Tıpkı şimdikilerin tokluğu ganîmet saydığı gibi." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www
"Dileklerinizi aç iken yapın!"
28 Ocak 2010 01:00
Şam'da yetişen büyük velîlerden Ebû Süleymân Dârânî hazretleri az yemek husûsunda meşhur oldu. Bu sebeple "Bün-dârü'l-Câiîn" (Açlık çekenlerin reisi) adıyla anıldı. Az yemenin fazîletiyle ilgili olarak sohbetleri sırasında şöyle buyurdu: "Dünyâ ve âhirete âit bir iş dilemeden önce bir müddet aç kal. Dileğini sonra Allahü teâlâya arz et. Zîrâ tokluk, aklı ve kalbi bozar. Karnı aç olanın kalbi saf ve ince olur. Tok olanın kalbi ise kör ve azgın olur." "Açlık Allahü teâlânın hazînelerinden bir hazînedir. Onu sevdiklerine ihsân eder. İnsanın karnı doyunca, bütün âzâlarını 'şehvet açlığı' kaplar. Karnı aç olanın ise âzâları şehvetlere karşı bir arzu duymaz." "Karın tokluğu, Allahü teâlâya karşı yapılacak ibâdetlerin tam yapılmasına mânidir." "Her şeyin bir helak sebebi vardır. Kalpteki nûrun helâkinin sebebi ise tokluktur. Her şeyin pası vardır. Kalp nûrunun pası tokluktur." "Karnını tıka basa doyuran kimse altı şeye mübtelâ olur. Birincisi; ibâdetlerinden haz duymaz, ikincisi; hâfızası zayıflamaya başlar. Üçüncüsü; ibâdetler ona ağır gelmeye başlar. Dördüncüsü; başkalarına karşı şefkati azalır. Beşincisi; arzu ve istekleri çoğalır. Altıncısı; aç olan müminler câmiye giderken, çok yiyen kimse helâya koşar." "Açlıktan karnım arkama yapıştığı zaman yaptığım ibâdetlerin tadını daha çok duyuyorum. Zîrâ hikmet, gelin gibidir. Rahat içinde uyuyacağı ve güveyi ile baş başa kalacağı boş bir ev ister!" Misafirlikte ev sahibine verilen ruhsatlı yemeye bile şöyle bir sınır getirdi: "Bir kimse kardeşinin yemeğinden onu memnun etmek için yerse yediğinin kendisine zararı olmaz. Fakat nefsânî bir hırs ve şehvetle yiyecek olursa o zaman zarar görür." Sırrî-yi Sekatî hazretleri şöyle buyurmuştur: "Otuz seneden beri nefsim benden pekmeze batırılmış havuç istemektedir. Hâlâ da onun bu isteğini yerine getirmiş değilim!.." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehm
Hastalıkların aslı çok yemek
29 Ocak 2010 01:00
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Alevî hazretlerinin talebelerinden biri; "Efendim sizden yemek yeme arzusu nasıl gitti? Siz gençliğinizde yerdiniz" diye sordu. O da; şöyle cevap verdi: "Yemenin yedi mertebesi vardır. Birincisi yaşayacak kadar yemek; ikincisi, farz namazı kılacak ve farz olan orucu tutacak kadar yemek. Bu iki mertebe yemek farzdır. Üçüncüsü, nâfile olan namazı ve nafile orucu tutabilecek kadar yemek. Bu kadar yemek müstehabdır. İmâm-ı Gazâlî bu konuya dâir; 'Akıl sâhiplerinin gâyesi Cennette Allahü teâlâya kavuşmaktır. Allahü teâlâya kavuşmak ise, ilim ve amel ile olur. Bunlara bedenin sıhhati ve selâmeti ile devâm edilebilir. Bedenin sıhhat ve selâmeti ise yiyeceklerden alınan gıdâlarla olur. Ancak gıdâlar ihtiyaç miktarı alınmalıdır. Bu yüzden selef-i sâlihinden bâzı âlimler bedenin ihtiyacı olan gıdâyı almayı din işlerinden saymışlardır.' Dördüncüsü, çalışıp kazanmaya kuvvet sağlamak için yemek. Bu dînin beğendiği tokluktur. Beşincisi, midenin üçte birini dolduracak kadar yemek. Altıncısı, midenin üçte birinden fazlasına doldurulan yemek olup, mekruhtur. Çok yiyince insanda ağırlık ve uyku meydana gelir. Yedincisi, zarar verecek derecede çok yemek aşırı doymak. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Her hastalığın aslı çok yemek yemedir." Zünnûn-i Mısrî hazretleri az yemek yemeyi tavsiye ederdi. Bu sebeple; "Ben hiçbir zaman mîdemi doyurmadım. Çünkü ne zaman mîdemi dolduracak olsam, ya günaha düşerim veya günah işleme arzusuna kapılırım" buyurdu. İstanbul'daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî hazretlerine bir bahar günü, "Mevsim güzel, hava çok hoş. Allah'ın rahmet eserlerini görmeniz için dışarı çıkmanızı istirhâm ederiz" dediklerinde; "Bugün müsâade edin. Akşam, her zaman yediğimden bir lokma daha fazla yiyeyim de, dışarı çıkacak kuvvetim olsun" buyurdu. Ebû Süleymân Dârânî hazretleri buyurdu ki: "En sağlam kale, dilini korumaktır. İbâdetin özü açlıktır. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylere muhabbet etmek, bütün kötülüklerin başıdır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
Başkalarını kendilerine tercih ederlerdi
30 Ocak 2010 01:00
İslam büyükleri yemeği lezzet için, zevk için değil, ayakta kalmak, ibadet etmek niyeti ile yerlerdi. Gayeleri bu idi. Böyle yapılmadığı takdirde, nefsini nimetle besleyerek dünyaya ve lezzetlere alıştırmış olacağını söylerlerdi. İlk zaman Müslümanları yemeklerin lezzetini tatmaktan ve nefsi bunlara alıştırmaktan sakınma hususunda çok titiz davranırlardı. Başkalarını kendilerine tercih ederlerdi. Nâfî hazretleri şöyle anlatır: İbni Ömer hazretleri hastalanmıştı. Canı taze balık yemek istedi. Bunun üzerine çıkıp Medine-i Münevvere'nin çarşılarında balık aradım; ama bulamadım. Aradan bir müddet geçtikten sonra bir yerde balığa rastladım ve bir buçuk dirhemlik balık aldım. Balığı ateşte kızartıp bir ekmekle birlikte İbni Ömer'e götürdüm. O esnada kapıya bir dilenci geldi. Bunun üzerine İbni Ömer, hizmetçisine "Balığı ekmeğe sar ve şu dilenciye ver!" dedi. Hizmetçi "Allah senden razı olsun! Bunca günden beri canın balık istiyor. Onu zor bulduk. Bulduğumuz zaman da bir buçuk dirheme satın aldık. Dilenciye balığı değil de parasını verelim" karşılığını verdi. İbni Ömer ise "Onu ekmeğe sar ve dilenciye ver!" diye emretti. İbni Ömer'in bu emrinden sonra hizmetçi, dilenciye dönerek "Sana bir dirhem vereyim de bunu götürme, razı mısın?" dedi. Dilenci de razı oldu. Bunun üzerine hizmetçi, dilenciye bir dirhem verdi. Kızartılmış balığı alarak geri getirdi ve İbni Ömer'in önüne bırakarak "Dilenciye bir dirhem vererek bunları kendisinden geri aldım!" dedi. Bu söz üzerine İbni Ömer hizmetçiye şunları söyledi: "Balığı ekmeğe sar ve yine o dilenciye ver! Vermiş olduğun dirhemi de alma; çünkü ben Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu işittim: (Canının çektiği herhangi bir şey hususunda başkasını nefsine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ affeyler.) ve (Açlık arzusunu bir ekmek ve bir testi berrak su ile yola getirdiğin zaman, dünya içindekilerle birlikte helâk olsa dahi sen korkusuz olursun!)" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
Gayeleri yeme içme olanlar!
31 Ocak 2010 01:00
Dinimiz yapılan her işin iyi niyetle yapılmasını ister. Nefse tabi olunmamasını ister. Mesela, insan sırf zevk, safa için yer içerse nefsine tabi olmuş olur. Bu nefis de, zamanla lezzetleri elde etmek için çaba harcar ve bu çaba da onu günaha sokar. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin en kötüleri, çeşit çeşit yiyecekler yemek suretiyle vücutlarını semizletenlerdir. Bunların çeşit çeşit yiyecekler yemekten ve çok çeşitli elbiseler giymekten başka gayeleri yoktur. Konuştuklarında da avurtlarını yırtarcasına bağırıp çağırırlar." Hazreti Muaviye'den önce Şam valisi olan, Yezid bin Ebî Süfyan'ın çeşit çeşit yemekler yediğini haber alan Hazreti Ömer, hizmetçisine "Yezid akşam sofrasını hazırlattığında gel bana haber ver!" dedi. Haber verildiğinde. Hazreti Ömer, Yezid'in yanına girdi. Sofraya önce tirit getirildi. Hazreti Ömer, Yezid'le birlikte bundan yedi. Sonra kızartılmış et getirildi. Yezid elini ete uzattığında Hazreti Ömer onun bileğinden tutarak "Ey Ebu Süfyan'ın oğlu! Allah'tan kork! Yemekten sonra yemek olur mu? Ömer'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki eğer selefin sünnetinden ayrılırsanız, bu ayrılık sizi O'nun yolundan da saptırır" buyurdu. Yesar bin Umeyr şöyle diyor: "Hazreti Ömer için ne zaman un elemişsem bunu mutlaka ondan habersiz yapmışımdır. Çünkü o, ekmeğin elenmemiş, kepekli undan yapılmasını isterdi." Utbet'ül-Gulâm, ununu bizzat kendisi hamur yapar ve sonra da bunu güneşte kuruturdu. Bundan yediğindeyse "Âhiretin o güzel kebapları ve yemekleri hazırlanana kadar bir parça (kuru) ekmekle az bir tuz kâfidir" derdi. Yine o su testisini, bütün gün güneş altında kalmış bir küpün içine daldırarak doldururdu. Hizmetçisi kendisine "Ey Utbe! Ununu bana versen de sana ekmek yapsam, suyunu soğutsam olmaz mı?" dediğindeyse "Ben açlık köpeğini (şehveti) kendimden uzaklaştırdım" karşılığını verirdi... Bazı zâtlar arkadaşlarına şöyle derlerdi: "Nefsin zaruri gıdadan başka istediği şeyleri yemeyiniz. Yeseniz bile aramayınız. Eğer ararsanız sevmeyiniz." Tel: 0 212 - 454 38 21
İnce hesaplar yaparlardı
1 Şubat 2010 01:00
İslam büyükleri çok arzu ettikleri şeyi yemekten önce yiyerek hem nefislerini köreltirler hem de yemekten sonra fazladan bunu da yemekten kurtulurlardı. Canı, yemekle birlikte güzel bir meyve isteyen kimse, ekmeği bırakıp onun yerine canının çektiği meyveyi yemelidir ki o şey kendisine azık olsun, çerez olmasın! Sehl et-Tüsterî hazretleri, elinde ekmekle hurma bulunan İbni Sâlim'e şöyle demiştir: "Önce hurmayı ye! Eğer bu, ihtiyacına kâfi gelirse ne âlâ! Aksi takdirde ondan sonra ihtiyacın kadar ekmek yersin." Farklı iki yemeğe sahip olan kimse önce lezzetli olandan başlamalıdır; çünkü lezzetli bir yemekten sonra gelen kaba bir yemek, artık iştahı çekmez. Kaba yemeği önce yiyen kimse ise lezzetli yemeği açlıktan değil, lezzetinden dolayı yer. Kul, nefsinin arzularının ne kadarını elde ederse, kıyamet gününde ona "Sen zevkleri dünya hayatında yaşamış ve hayatını onunla geçirmişsin" denilmesinden korkulur. Kişi âhiret zevklerinden ve nimetlerinden, nefsiyle mücâhede edip şehvetleri terk ettiği nisbette yararlanır. Basra ahalisinden bir zât şöyle buyurmuştur: "Nefsim benden pirinç unundan yapılmış ekmekle balık isteyip durmaktadır. Ben de onun bu isteğini yerine getirmedim. Onun isteği şiddetlendikçe benim de mücâhedem şiddetlendi. Bu durum tam yirmi senedir böyle devam ediyor." Bu zatın ölümünden sonra âriflerden biri onu rüyasında görür ve "Allahü teâlâ sana nasıl davrandı?" diye sorar. O da şöyle cevap verir: "Allahü teâlânın bana ihsan etmiş olduğu nimet ve ikramları kelimelerle anlatamam. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki Allahü teâlâ bana ilk olarak pirinç ekmeği ile balık ikram ederek şöyle buyurdu: İşte bugün hesapsız ve sorgusuz olarak nefsinin dünyadaki arzusunu yerine getir!" Ebu Süleyman-ı Dârânî şöyle demiştir: "Nefsin arzularından birini terk etmek, kalp için bir sene oruç tutup ibâdet etmekten daha yararlıdır. Allahü teâlâ bizi kendisini razı edecek ameller işlemeye muvaffak eylesin!"
Günahların insana verdiği zararlar!
2 Şubat 2010 01:00
Cenâb-ı Hak, insana neyi yapacağını neyi yapmayacağını, bildirerek onu büyük bir yükten kurtarmıştır. Emrettiği şeyler insanın bedenine ve ruhuna faydalı şeylerdir; yasakladığı haram kıldığı şeyler de bedenine ve ruhuna zararlı şeylerdir. İnsan emredileni yapmaz, yasak edilenden kaçınmaz ise bindiği dalı kesmiş olur; dünyada ve ahirette bunun cezasını çeker. Bunlar içinde yasaklardan (haramdan, günahtan) kaçınmak, emredileni yapmaktan daha önemli, daha önceliklidir. Dünyada ve âhirette ne kadar kötülük ve hastalık varsa, hepsinin sebebi, günah işlemek ve Allahü tealanın emirlerine karşı gelmektir. Günahların zararlarından bazılarını büyük âlim Zerkani, Mevahib-i Ledünniye şerhinde şöyle bildirmiştir: İLİM NURUNU SÖNDÜRÜR 1- Günahlar sebebiyle insan ilimden mahrum olur. Çünkü ilim bir nurdur. Allahü teala onu kulun kalbine koyar. Günahlar ise, bu ilim nurunu söndürür. İlim nurunun sönmesi ise, ya kulun o ilimden bir şey anlamaması suretiyle o ilimden mahrumiyetine, yahut öğrendiği ilmin faydasını görmemeye sebep olur. Hatta tahsil ettiği ilim, her iki dünyada da o kimse için zararlı olur. İmam-ı Malik hazretleri bir gencin zekâsının ve anlayışının parlaklığını çok beğendi. Bunun üzerine ona; "Allahü tealanın kalbine attığı nuru, günah işlemek suretiyle söndürme!" buyurdu. İmam-ı a'zam hazretlerinin talebelerinden Vekî bin Cerrah'a, bir talebesi ezberlemekte zorluk çektiğinden bahsetti. O da, günahları terk etmesini tavsiye ederek; "İlim bir nurdur. Allahü teala nurunu asi olana (günah işleyenlere) vermez" buyurdu. 2- Günah, insanı helal kazançtan mahrum eder; çok kazansa bile, günah işlemesi sebebiyle bunun bereketini göremez. 3- Günah işleyen kimse, kalbinde bir yalnızlık, huzursuzluk hisseder. Bu sebeple o kimse ibadetlerini yapsa bile onlardan lezzet alamaz. 4- Kişinin, işlediği günah sebebiyle kalbi kararır. Kalbindeki bu kararma, günahlarla beslendikçe ve kuvvetlendikçe, o kimsenin şaşkınlığı da artar. Neticede bidatleri, dalalet olan ve onu helake götüren işleri yapmaya başlar. Fakat o kimse bunun farkında olmaz. Kalbindeki zulmet o derece kuvvet bulur ve çoğalır ki, bu durum yüzüne akseder. Bunu basiret sahibi herkes görür. 5- Günah işleyen kimse, işlerinde zorluklarla, mânilerle karşılaşır. Bir işe başladığı zaman önüne bir mâni çıkıverir veya yapacağı işler ona zor gelir. Bir işi yaparken onda yorgunluk ve isteksizlik meydana gelir. O işi yapmaya muvaffak olamaz. 6- Günah, kalbi ve bedeni zayıflatır ve kuvvetten düşürür. 7- Günah işleyen kimse, insanlar arasında zelil (itibarsız) olur. 8- Günah, aklı bozar. O zaman insan doğruyu yanlış, yanlışı doğru görür, insanda aklının doğruyu bulmasına yardımcı olan bir nur vardır. Günahlar ise insandaki bu nuru söndürür. 9- Günahlar nimetin gitmesine, Allahü tealanın azabının gelmesine sebep olur. Kulda bulunan her nimet, bir günah sebebiyle ondan ayrılır. Ona gelen her azap ise, ona yine günah sebebiyle gelir. ÖMRÜNDE BEREKET OLMAZ! 10- Günah işleyen kimse, taatleri, ibadetleri yapmaktan mahrum olur. Ömrü kısalır. Günahlar ömrünün bereketini yok eder. Denilir ki: "Günahların ömrü kısaltması şu manadadır: Hakiki hayat, kalbin hayatıdır, insanın hakiki hayatı, Allahü tealayı hatırlayarak, Onun her zaman kendisini görüp gözettiğini bilerek geçirdiği vakitlerdir. Hayatının bu anları en faydalı ve bereketli anlarıdır. Böyle vakitlerde insan iyilik, ibadet ve taati çok yapar, takva üzere olur. Bunlarsız geçen ömür, onun için hayat sayılmaz. Hülasa kul, Cenab-ı Hak'tan yüz çevirdiği, günahlarla meşgul olduğu zaman, hem dünya, hem de ahiret saadetini kazanmaya vesile olan kıymetli vakitlerini zayi etmiş, boşuna harcamış olur
İşlerin en hayırlısı
2 Şubat 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Her işte ve her ahlâkta en güzeli orta yoldur; çünkü işlerin en hayırlısı orta yolda olmaktır. Yemek hususunda da böyle olmalıdır. Burada, en faziletli davranış, midenin ağırlığını hissetmeyecek ve açlığın elemini duymayacak derecede yemektir. Öyle bir derecede yemelidir ki karnını unutmalıdır. Açlık kendisine asla tesir etmemelidir. Çünkü yemenin hedefi; hayatı devam ettirmek ve ibâdet için kuvvet temin etmektir. Midenin ağırlığı ise, insanı ibâdetten meneder. Açlığın elemi de kalbi meşgul eder ve dolayısıyla ibâdetten meneder. Açlık ve tokluğu hissetmediği zaman insanoğlu için ibâdet ve düşünce kolaylaşır. Nefsi hafîfleşir. Nefsin hafîfleşmesiyle birlikte çalışma azmi de artar. Bu bakımdan öyle bir şekilde yemelidir ki yenilen maddenin kendisinde olumsuz tesiri kalmamalıdır. Böylece meleklere benzemiş olur. Çünkü melekler hem yemeğin ağırlığından, hem de açlığın eleminden uzaktırlar. İnsanın gayesi ise, meleklere uymak olmalıdır. İnsan-oğlunun yemekten ve açlıktan kurtuluşu olmadığı zaman bu iki taraftan da uzak olan mûtedil bir şekilde davranması gerekir. Âdemoğlunun orta yolu seçmek sûretiyle ifrat ve tefritten, aşırılıklardan uzaklaşmak istemesi bir ateş çemberi içerisine düşen bir karıncanın haline benzer. Şöyle ki; karınca, kendisini çepeçevre kuşatan ve içinden çıkılması mümkün olmayan ateşin hararetinden kaçar. Çemberin merkez noktasına varıncaya kadar da bu kaçışı devam eder. Eğer karınca ölürse, mutlaka bu orta noktada ölür; çünkü bu nokta karıncayı çevreleyen ateşin hararetinden en uzak olan yerdir. İşte nefsin arzuları da böyledir; ateşin karıncayı kuşatması gibi insanoğlunu kuşatmıştır. İnsan hiçbir zaman bu çemberin dışına çıkamaz. Bu bakımdan insanoğlunun meleklere en fazla benzediği hali, ifrat ve tefritten, aşırılıklardan uzaklaşma hâlidir. Hazreti Peygamber şu hadîs-i şerîfiyle bunu ne güzel anlatmıştır: "İşlerin en hayırlısı orta olanıdır." Şu âyette de buna işaret vardır: "Yiyiniz, içiniz; (fakat) israf etmeyiniz." (A'raf/31) > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmeto
İmanın gitmesine sebep olan günahlar!
3 Şubat 2010 01:00
Dün, günahların zararlarından bahsetmiştik. Bugün de, günahın mahiyetinden, çeşitlerinden bahsedelim. Küfürden ve bid'atten başka günahlar ikiye ayrılır: Birinci kısım, Allahü teâlâ ile kul arasında olan günahlardır. İçki içmek, namaz kılmamak oruç tutmamak gibi günahlar. Bu günahların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Bir zerrecik (yâni çok az) bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir." Günahların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyüktür. Fakat, bazısı, bazısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha küçüktür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden daha sevaptır. Çünkü, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. İkinci kısım günahlar, kullar arasındadır ki, bunlara tevbe etmek için, o kulu hoşnut etmek, râzı etmek helallaşmak da lâzımdır. EN ŞİDDETLİ GÜNAH! Büyük günah işleyenin îmanı gitmez. Harama helâl derse, îmanı gider. Büyük günahlar yedidir: 1- Bir şeyi Allahü teâlâya ortak yapmak. Buna şirk denir. Şirk, küfrün çeşitlerinden en kötüsüdür. 2- Bir insanı veya kendini öldürmek. 3- Sihir, yâni büyü yapmak. 4- Yetîm malı yemek. 5- Fâizcilik. 6- Muhârebede düşman karşısından kaçmak. 7- Temiz kadınları kazf etmek, yâni onlara nâmussuz, zani demek. Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz. "Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur" hadis-i şerifi, tâatlara ve mubâhlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yâhut haram para ile mektep, câmi yaptırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, câhillik olur. Büyük günah da, tevbe edince affolur. Tevbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse, şefaat ile veya şefaatsiz affeder. Affolunmazsa, Cehenneme girer. Tevbe kalb ile, dil ile ve günah işleyen âza ile birlikte olmalıdır. Kalb pişman olmalı. Dil, duâ etmeli, yalvarmalı. Âza da günahtan çekilmelidir. Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî hazretlerine; "En şiddetli günah nedir?" diye soruldu. Cevâben: "Bir mâsiyetin (günahın) mâsiyet (günah) olduğunu bilmemektir" buyurdu. "Bundan daha kötüsü nedir?" diye soruldu: "Mâsiyet, günah olan bir şeyi, tâatı, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği bir şey olarak bilmektir. Onun için dînî bilgileri lâzım olduğu kadar mutlaka bilmek lâzımdır" buyurdu. Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: "Eğer insan günâhını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O zaman o günâh büyük günâh hâlini alır. Eğer insan günâhını büyük görür, onun için istiğfâr eder, onu gizler ve tevbe ederse o günâh küçücük kalır." İMANI GÖTÜREN GÜNAHLAR Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınırdı. Bu hususta buyurdu ki: "Kul bütün gücüyle günahlardan uzaklaştığı zaman, Allahü teâlânın yardımı, ihsânı her tarafını kaplar. Kalbin günahlar ile kararmasının alâmeti üçtür. Birincisi günah işlemekten korkmamak, ikincisi ibâdetlerde gevşeklik, üçüncüsü de vaaz ve nasîhatlerin ona tesir etmemesidir." Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî hazretlerine "Îmânın gitmesine en çok sebeb olan günah nedir?" diye sordular. Cevaben buyurdu ki: "Üç günah vardır. Birincisi; îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi; îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, Peygamber efendimiz; "Haksız yere bir Müslümanı incitmek, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır" buyurdular. Hakiki Müslüman hiç gönül kırmaz. Bilir bundan büyük bir günah olmaz! buyuruldu.
Kendi küçük, cürmü büyük!
3 Şubat 2010 01:00
Dil, Allahü tealanın büyük nimetlerindendir. Dilin kendisi küçüktür, fakat ibadeti veya isyanı pek büyüktür; zira küfür ve iman ancak dilin şehâdetiyle açığa çıkar. Dilin alanı pek geniştir. Onu çevirecek bir engel yoktur. Onun sahasının ne sonu, ne de sınırı vardır. Hayır da dilin geniş alanına girer, şer de. Bu bakımdan dilin ucunu bırakıp onun dizginini ihmâl eden bir kimseyi, şeytan sürükler götürür. Onu uçurumun kenarına sevk eder. Böylece onu ebedî bir felâkete girmeye mecbur eder; zira insanlar cehenneme ancak dilleriyle ekip biçtiklerinden dolayı atılırlar. Dilinin şerrinden ancak İslamiyet ile gemlenen kimse kurtulur. Dilini dünya ve âhirette kendisine fayda verecek konularda çalıştıran, dünya ve âhirette sonucundan korktuğu şeylerden uzaklaştıran bir kimse dilin şerrinden kurtulur. Dilin nerede iyi ve nerede kötü olduğu, keyfiyetinin bilinmesi pek güç ve herkes tarafından bilinmeyen bir durumdur. Bilen bir kimsenin de ona göre amel etmesi, gayet ağır ve zordur. Peygamber aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Susan kurtulmuştur! Susmak, hikmettir. Susan ise pek az!" Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: "İnsanlara ok atmak, dil ile taşlamaktan daha hafiftir. Zira dil taşlaması hedefini şaşırmaz." İmamı Şâfiî buyurdu ki: "Söz ok gibidir. Senden çıktı mı, artık sen ona değil, o sana hâkim olur." Câbir bin Abdullah hazretleri anlatır: "Ben, Peygamber aleyhisselama dedim ki: 'Yâ Resûlallâh! Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?' Mübârek dilini işaret ederek 'Şu' buyurdular." İbrahim en-Nehaî buyurdu ki: "Her meclisin en şereflisi ve en saygılısı olan düşünen, çok sükût eden kimsedir. Çünkü sükût âlim için bir zinet, cahil için de bir perdedir." Vüheyb bin el Verd buyurdu ki: "Afiyet on kısımdır. Bunun dokuzu susmakta, biri de insanlardan kaçmaktadır." Hasan-ı Basrî buyurdu ki: "Şaşarım âdemoğlunun aklına ki, azı dişleri üzerinde iki meleği; dili onların kalemi, tükürüğü de mürekkebi... Halbuki bu arada o, lüzumsuz şeyler konuşur." Tel: 0 2
Şeytanın günah işletme aleti!
4 Şubat 2010 01:00
İnsanoğlunun en asil organı dilidir; zira dilin hareketinde herhangi bir meşakkat yoktur. Halk da dilin âfet ve felâketlerinden sakınmak hususunda şeytanın elinde en büyük âlettir. Muhammed Emin Erbilî hazretleri insanları ve talebelerini boş söz konuşmaktan çok sakındırırdı. "Boş söz konuşan ve boş şeylerle meşgûl olan kimsenin tasavvuf yoluna girmesi lâyık değildir. Hele bu yola girmişse, boş şeylerle meşgûl olması hiç lâyık değildir. Çok konuşmak kalbi öldürür ve zikrin kalbe yerleşmesine mâni olur" buyurdular. Hassan bin Sinen hazretlerinin her nasılsa ağzından boş bir söz çıkmıştı. Bu yüzden nefsini bir sene oruç tutmakla cezalandırmıştı. Hammâd bin Seleme hazretleri de boş bir söz sarf ettiği zaman arkasından "Sübhânellâhi Velhamdü lillâhi velâilâhe illallâhü Vellâhü ekber" kelimelerini okur, sonra derdi ki: "İyi ve temiz geçmişimiz, bir mecliste dünya kelâmı söyleyip de arada hayırlı söz söylenmemiş olmasını çirkin bulurlardı." Ma'ruf el-Kerhî buyurdu ki: "Kulun lüzumsuz sözlere dalması, Allah'ın, yardımını ondan kesmiş olmasındandır." Mâlik bin Dinar buyurdu ki: "Kulun lüzumsuz ve boş sözlerle vakit geçirmesi kalbi karartır, bedeni zayıflatır, geçim sebeblerini de zorlaştırır." Bişr'ül-Hâfi hazretleri çok az konuşur ve arkadaşlarına şöyle derdi: "Sahifelerinize ne yazdığınıza dikkat ediniz. Çünkü bu Rabbinize karşı okunacaktır. Yazık o kimseye ki, çirkin söz konuşur. Eğer içinizden biri bir kardeşine çirkin söz bulunan bir yazı gönderse, şüphesiz bu bir hayâsızlık olur. Rebi bin Haysem hazretleri, sabah olunca önüne kalem kâğıt kor, boş yere ağzından bir söz çıkarsa muhakkak onu yazar ve akşamleyin bu hususta nefsini hesaba çekerdi. Vefatından önceki yirmi sene zarfında dünya adamlarının sözlerinden hiç konuşmamıştır. İmâm-ı Mâlik de çok konuşan birini gördüğü zaman, "sözün bir kısmında kendini tut" diye nasihat ederdi..
İbadetin en kolayı!
5 Şubat 2010 01:00
İslam büyükleri, çok konuşmayı, lüzumsuz söz söylemeyi sevmezlerdi. Nitekim Peygamber Efendimiz buyurdular ki: "Susmak hikmettir. Onu yapan azdır. Hikmet insanı cehâletten ve sefâhatten koruyan faydalı bir şeydir." İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Susmaya yapış. Zarûret miktârı hâriç" buyururdu. Hazreti Ebû Bekir kendisini konuşmaktan menetmesi için ağzına taş koyardı. Dilin tehlikesi büyüktür. Âfeti çoktur. Susmakla bunlardan kurtulunur. Lokman Hakim oğluna dedi ki: "Konuşmak gümüş ise susmak altındır." Hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan ya hayır söylesin yâhut sussun" buyuruldu. Evliyânın meşhûrlarıdan Ali bin Meymûn Mağribî bir nasihatinde buyurdu ki: "Hâlinin onda dokuzu susmak, biri de konuşmak olsun." Yunus bin Ubeyd hazretleri diyordu ki: "Mânâsız bir sözü terk etmek, insanlara bir gün oruç tutmaktan daha zor gelir. Bâzan olur ki, kişi sıcak günde oruç tutmaya tahammül eder de, boş bir sözü terk etmeye tahammül edemez." Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri faydasız şeyleri bırakmak husûsunda: "Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünyâ ve âhirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünyâ düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyâdan alınacak, âhirete götürüleceksin. Dünyâda rahat ve hoş bir hayat arama. Resûl-i ekrem; (Hayat, âhiret hayâtıdır) buyurdular." Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî kendisinden nasihat isteyenlere buyurdular ki: "En faydalı, doğru söz, Allahü teâlânın rızâsı için nefsinin ayıplarını kabûl ve tasdik etmektir. En faydalı ihlâs, riyâdan ve gösterişten kurtulmaktır. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: (Size ibadetin en kolayını ve beden için en rahatını haber vereyim mi? Susmak ve güzel ahlâktır.)" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-ma
Otuz yıllık ibadeti boşa çıkarır!
6 Şubat 2010 01:00
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine bir kısım insanlar gelip; "Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor" diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; "Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid, ikincisi ilim meclisi, üçüncüsü cenâze, dördüncüsü mezarlık, beşincisi ezan vakti, altıncısı Kur'ân-ı kerîm okunurkendir" buyurdular. Mâverâünnehir beldesinde yetişen velîlerin büyüklerinden Aziz Nesefî hazretleri bir nasihatinde buyurdu ki: "Ey oğul! Bir mecliste bulunduğun zaman az konuş. Sana sorulmayan şeye cevap verme. Bir şey sorulursa cevâbını bilmiyorsan, bilmiyorum de. Bilmediğine, bilmem demek ilmin yarısıdır. Eğer cevâbını biliyorsan, kısa cevap ver. Sözü uzatma. Mecliste bulunanlara imtihân için bir şey sorma. Onlarla münâzara ve münâkaşa etme!" Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî hazretleri bir sohbetinde buyurdu ki: "Konuşmak hoşuna giderse sus, susmak hoşuna gidince konuş." İslâm âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden Celâleddîn-i Devânî çok konuşmanın zararlarını ve konuşma âdâbını şöyle anlatır: "Fazla konuşmamalıdır. Zîrâ çok konuşmak; zihin hafifliği, akıl zayıflığının alâmetidir. Kişinin heybetini kırar, îtibârını düşürür." Hazret-i Âişe validemiz buyurur ki: "Hiçbir sözü boş olmayan Resûlullah efendimiz, az, öz ve tâne tâne konuşurdu. Bir mecliste konuşsa, mübârek ağzından çıkan kelimeler sayılmak istense, sayılabilirdi." Âlimler demişlerdir ki: Lüzûmsuz çok konuşan bir kimseyi görürsen, bil ki, aklı yoktur. Söyleyeceği sözü iyice düşünmeden dile getirmemeli, ağzından çıkarmamalıdır. Hikmet sâhibleri demişler ki: Önce düşünmeli, sonra söylemelidir. İhtiyaç, lüzûm olmadan konuşmamalıdır. Konuşurken gülmemelidir. Mecliste birisi konuşurken, sözünü kesip araya girmemelidir. Bir kimsenin anlattığı bir şeyi bilse de, bildiğini belli etmeyip, o kimse sözünü tamamlamalıdır... Tel:
Ya hayır söyle veya sus!"
7 Şubat 2010 01:00
Dilin tehlikesi büyüktür. Onun tehlikesinden kurtuluş ancak susmakla mümkündür. Bunun için dinimiz susmayı övmüş ve müntesiblerini susmaya teşvik etmiştir. Abdullah bin Süfyan, babasından şöyle rivayet eder: "Ben Hazreti Peygambere 'Ey Allahın Resûlü! Bana İslâmdan öyle bir şey öğret ki bundan sonra artık hiç kimseden İslâm hakkında bir şey sormaya muhtaç olmayayım!' diye sorduğumda, Hazreti Peygamber cevap olarak şöyle buyurdu: (Allaha iman ettim de, sonra dosdoğru ol!) Ben sormaya devam ettim: 'Hangi şeyden sakınayım ya Resûlallah?' O da eliyle dilini işaret etti." Ukbe bin Âmir der ki: "Ey Allahın Resûlü! Kurtuluş nedir?" dedim, Hazreti Peygamber cevap olarak şöyle dedi: "Dilini koru! Evinden çıkma! Günahın için ağla!" Sehl bin Sa'd es-Sa'dî, Resulullahın şöyle dediğini rivayet eder: "Kim diline ve tenâsül organına kefîl olur, haramda kullanmayacağına dair Allah'a söz verirse, ben de onun için cennete kefîl olurum." Yine şöyle buyurmuştur: "Kim, Kabkabı'nın, Zabzabı'nın ve Laklakı'nın şerrinden korunmuşsa, o kimse bütün şerden korunmuş demektir." Kabkab mide, zabzab tenâsül uzvu, laklak ise dil demektir. İşte bu üç şey insanların ekserisini helâk etmektedir. Büyük velîlerden Ma'rûf-ı Kerhî buyurdu ki: "Kulun mâlâyanî boş ve faydasız konuşması, Allahü teâlânın onu zelil ve yalnız bırakmasının alâmetidir." Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Ya hayır söyle veya sus. Susan kurtulur." Yâni sükût eden kimse, dünyâda düşmanlarından, âhirette ise ateşten kurtulur. Eshâb-ı kirâmdan Ukbe bin Âmir buyurdu ki: "Resûlullah efendimize; 'Dünyâ ve âhirette kurtuluş ne ile olur?' diye suâl ettim. Resûlullah efendimiz; (Dilini muhâfaza eyle. Günahlarını hatırlayıp, ağla. Kurtuluş bunlarla olur) buyurdular." Te
Kalbi ve dili doğru olmadıkça...
8 Şubat 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Konuşma dört kısımdır. Bir kısmı katıksız zararlı, başka bir kısmı katıksız faydalı, diğer bir kısmı hem zararlı, hem faydalı, dördüncü bir kısmı ise, ne zararlı, ne de faydalıdır. Katıksız zarar olan kısımda, mutlaka susmak gerekir. Çünkü onun faydası, zararını karşılayamaz. İçinde ne fayda, ne de zarar olan konuşmaya gelince, bu fuzûlî konuşmadır. Zamanın zayi edilmesi de zararın ta kendisidir. Bu bakımdan elimizde dördüncü bir kısım kalıyor. O halde konuşmanın dörtte üçü düştü, dörtte biri kaldı. Bu dörtte birin içinde de tehlike vardır; zira bu kısmın içine riyanın inceliklerinden nefsi temize çıkarmak ve boş konuşmak gibi günah olan şeyler karışır. Öyle bir şekilde karışır ki idrâk edilmesi pek güçtür. Bu nedenle insanoğlu böyle bir konuşma ile kendisini tehlikeye atmış olur. Kim dil âfetlerinin inceliklerini bilirse, kesinlikle anlar ki, Hazreti Peygamberin bu hususta söylediği en keskin ve şaşmaz şu ölçüye uymaktan başka çare yoktur: "Kim susarsa kurtulur." Büyük âlim Karîzî şöyle buyurdu: "Az konuş. Sözün şerrinden Allahü teâlâya sığın. Çünkü belâ, ağızdan çıkan sözle yan yanadır.", "Susmak, insana sevgi ve vakar kazandırır. Diline sahip olup, onu muhafaza eden kimse, sıkıntıya düşmez." Fudayl bin Iyâd hazretleri buyurdu ki: "İki şey kalbi katılaştırır. Çok konuşmak ve çok yemek." Muaz bin Cebel, Resulullaha, "Ey Allah'ın Resûlü! Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?" diye sordu. Hazreti Peygamber şöyle cevap verdi: "Ey Cebel'in oğlu! İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen dillerin mahsulünden başka ne olabilir?" Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: "Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Kalbi de dili doğru olmadıkça doğru olmaz. Komşusunun şerrinden emin olmadığı bir kimse cennete giremez. Kim selâmette kalmayı seviyorsa, sükûttan ayrılmasın." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Her organ dilden şikâyetçi
9 Şubat 2010 01:00
Büyük velîlerden Zekeriyyâ Ensârî hazretleri buyurdu ki: "Kelimenin yerini hakkıyla vermeden, o kelimeyi kullanmamalısınız. Zîrâ söz, yayından çıkan bir oka benzer. İnsandan yerinde olmayan bir söz çıkarsa, insan ona mahkûm, söz insana hâkim olur." "Ey insan! Dilini tut ve ona kement vur. Seni sokmasın. Çünkü o bir yılandır. Kabir, kendi dillerinin kurbanlarıyla doludur. Bu kurbanlar öyle kimselerdi ki, babayiğitler bile kendileriyle karşılaşmaktan çekinirlerdi." Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretleri de şöyle buyurdu: "Düşünmeden konuşan pişmân olur. Konuşmadan önce düşünen selâmet bulur." Hadis-i şerifte, "Ademoğlu sabahladığı zaman tüm azaları dile hatırlatıcı oldukları halde sabahlarlar ve derler ki: 'Bizim hakkımızda Allahtan kork! Zira sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen inhiraf edersen, yoldan saparsan, biz de inhiraf eder, haktan ayrılırız." Hazreti Ömer, Ebubekir-i Sıddîk'ı, dilini eliyle çekerken gördü ve "Ey Resûlullahın halifesi! Ne yapıyorsun?" diye sordu. Hazreti Ebubekir şöyle cevap verdi: "Şudur beni tehlikeli yerlere sokan!.. Resulullah şöyle buyurmuştu: Bedende hiçbir âzâ yok ki Allah katında dilden şikâyetçi olmasın." İbni Mes'ud, Safa Tepesinde bulunuyordu: "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk..." duasını okuyor ve şöyle diyordu: "Ey dilim! Hayrı söyle, kâr et! Kötü söyleme, tehlikelerden selâmette kalırsın. Bunları, pişman olmazdan önce yap!" Kendisine "Ya Ebû Abdurrahman! Bu senin kendiliğinden söylediğin bir dua mıdır, yoksa hazreti Peygamberden dinlediğin bir dua mı?" denildi. İbni Me'sud şöyle dedi: "Ben Hazreti Peygamberin şöyle dediğini işittim: Muhakkak ki âdemoğlunun yanlışlıklarının çoğu dilindedir." Hadis-i şerifte, "Dilini koruyan, öfkesine hâkim olan bir kimseyi Allah azabından korur. Çünkü Allah'a yalvarıp özrünü arz ederse, Allah onun özrünü kabul eder" buyuruldu. > Tel: 0 212 - 454
.
Araplar isyan ettiler mi, ettirildiler mi?
10 Şubat 2010 01:00
Dün, Sayın Başbakan'ın, "Biz köpekleri bile 'Arap, Arap' diye çağıran bir anlayıştan geliyoruz maalesef..." sözünü ele almış; "Arapları ihanetle suçlamak, onlara ön yargı ile bakmak çok yanlış bir tutum" sözünü de bugün ele alacağımızdan bahsetmiştik... Olumsuz olaylarda genel kaide şudur: Bir yerde bir olay olmuşsa, hiçbir zaman tarafların biri yüzde yüz haklı, diğeri yüzde yüz haksız olmaz. Şimdiye kadar biz hep Arapları suçladık. Peki o zamanki devleti temsil eden İttihatçıların hiç mi suçu yoktu? Önce konumuzla ilgili ibretli bir anekdot aktarmak istiyorum: "SIĞINACAK YER ARADIK" Osmanlıların son devirlerinde, Arap ülkelerinin İngilizlerle iş birliği yapıp Osmanlıyı arkadan vurdukları bir zamanda, Arabistan cephesi subayı Dr. Hayrullah Bey bir Arap aşireti tarafından esir edilmişti. Aşiret reisi doktora sordu: "Niçin böyle nefretle bakıyorsun?" Doktor hiç düşünmeden, "Çünkü siz, bizi arkadan vurdunuz! İngilizlerle birleştiniz!" cevabını verdi. Aşiret reisi alçak bir sesle şu cevabı verdi: "Doktor bey! Biz Arap'ız ve Müslümanız elhamdülillâh. Osmanlı Devleti de Müslümandır. Dedelerimiz asırlarca bu din kardeşliği için Araplıklarını hatırlamadılar. Fakat hatırlamamak vazgeçmek değildir doktor bey. Osmanlılar âdildi ve kuvvetliydi. Adalet ve kuvvet! Bunların ikisi bir arada olunca mesele kalmaz. Bir başka ırkı veya kavmi elde tutabilmek için bunlar lâzımdır. Hem de tam olarak olması lâzımdır. Osmanlı Devleti ise uzun zamandır ne âdil, ne de kuvvetli. İttihatçıların, Cemal Paşaların yaptığı zulümler ortada. Sığınacak bir yer aradık, İngilizler, refah vâdettiler. Onlara kandık. Siz şimdi yalnız aldığımız paraları düşünüp bize hain, hem de din haini gözüyle bakıyorsunuz. Allah adına yemin ederim ki, biz hain değiliz, biz yaşamak, ayakta kalmak için böyle yaptık." Osmanlı himayesindeki milletleri ayaklandıran sebep; İttihatçıların Türkçülüğü, ırkçılığı öne çıkarmalarıdır. Sen Türkçülüğü öne çıkartırsan başkaları da kendi kavmini, ırkını öne çıkartır. İttihatçıların ihanet ile suçladıkları Şerif Hüseyin Paşa hiçbir zaman "Arap Bağımsızlığı" diye bir şey düşünmemiştir. Müslümanların, kutsal topraklarda küçük de olsa bir devletlerinin olmasını istiyordu. İttihatçıların hallerini görünce Osmanlıdan ümidini kesmişti. İTTİHATÇILARIN AHLÂKSIZLIĞI!.. Neşrettiği beyannamede ümitsizliğe düşmesini şöyle anlatıyor: "İttihatçı komitenin önde gelenlerinden Cemâl Paşa, Şâm'da istediğini asmakta, dilediğini kurşuna dizmektedir. Şâm'da bir pavyon meydana getirmiş, bu fuhuş ve içki batakhânesinde, emirle getirdiği subaylarla birlikte yaptığı âlemde, şehrin ileri gelen Müslüman âilelerinin kızları soyulup oynatılmış, millî ve dînî hislerimizi yıkıcı konuşmalar yapılmış, nâralar atılmıştır. Bu alçakça hareketler, Türk ve Müslüman kadınının şeref ve haysiyyetini ayaklar altına almak değil midir? Cemâl Paşa'nın bu hareketi, ittihatçıların İslâm dînine saygılı olmadıklarını göstermiyor mu?.." İttihâtçılar bu kadarla da kalmayarak, saltanat-ı seniyye-i Osmaniyye ile bütün Müslümanların arasında yegâne bağ olan Kitâbullah ve Sünnet-i seniyyeyi bozmaya kalkışmışlar ve (Saltanat-ı seniyyenin) başkentinde sadr-ı a'zam, şeyh-ül-islâm ve bütün vezîrlerin ve senatörlerin gözü önünde yayınlanan "İctihâd" gazetesi, Peygamberimize çirkin yazıları ile hakâret etmekten çekinmediği gibi, kimsenin ses çıkaramamasından yüz bularak, Kur'an-ı kerimin âyetlerini değiştirmeye dahî kalkışmış, miras bölümünü bildiren âyet-i kerime ile alay etmek küstahlığında bulunmuştur. (Alay eden İttihatçı Ziya Gökalp'tir) Bu tür ahlaksızlıkları, dinsizlikleri Lawrencler çok iyi değerlendirerek, halkı isyan ettirmişlerdir. Aslında bu ahlaksızlıkları yapanlar da istismar edenler de kendileriydi. Şerif Hüseyin Paşa'nın niyetinin hâlis, îmanının bütün olması ile beraber, en büyük hatâsı, İngilizlerin tarih boyunca, İslâmiyete karşı yaptıkları düşmanlıkları, saldırıları anlayamamış olmasıdır. Onların, Hicaz'da İslam devleti kurma sözüne kanmasıdır...
Söz gümüş ise sükut altındır"
10 Şubat 2010 01:00
Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr lüzumsuz konuşmanın zararı hakkında; "Kulun lüzumsuz ve boş sözlerle vakit geçirmesi, kalbi karartır, bedeni zayıflatır, geçim sebeplerini de zorlaştırır" buyurdular. Irak'ta yetişen büyük velîlerden Mâcid el-Kürdî az konuşmanın fazîletini anlatırken, "Susmak, yorulmadan, güçlük çekmeden yapılan bir ibâdettir. Süslenmeden kazanılan bir zînettir. İnsanı özür dilemek zilletine düşmekten koruyan bir zenginliktir. Kirâmen kâtibîn meleklerine rahatlıktır" buyurdular. Muaz bin Cebel hazretleri, "Ey Allahın Resûlü! Bana nasihatte bulun! dedi. Hazreti Peygamber: (Allah'ı görür gibi ona ibadet et! Nefsini ölülerden say! Eğer dilersen, senin için bunlardan daha faydalı bir şeyi haber vereyim) diyerek dilini işaret etti." Ebû Hüreyre, Hazreti Peygamberden şunu nakleder: "Her kim, Allah'a ve son güne inanıyorsa, ya hayır söylesin veya sükût etsin.", "Allah o kuldan razı olsun ki, konuşup ganimet sahibi olur veya susup selâmette kalır." İsa aleyhisselama "Bize öyle bir amel söyle ki onunla cennete girmiş olalım!" denildiğinde şöyle demiştir: "Hiç konuşmayınız!" Dediler ki: "Buna gücümüz yetmez!" O zaman şöyle dedi: "O halde ancak hayır ile konuşunuz!" Süleyman aleyhisselam şöyle demiştir: "Eğer söz gümüş ise sükut altındır." Bir göçebe Resulullahın huzuruna geldi ve dedi ki: "Bana öyle bir ibadet bildir ki cennete girmeme vesile olsun!" Hazreti Peygamber de şöyle buyurdu: "Aç kimseye yedir, susuza içir! Emr-i bi'l-mâruf yap! Münkeri yasakla! Eğer gücün buna yetmiyorsa -hayır hariç- dilini tut!" "Hayır hariç, dilini tut! Böyle yapmakla şeytanı mağlûp edersin." Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Dîneverî hazretlerine çok konuşmanın zararlarından soruldu. O zaman; "Çok söz, iyilikleri yer bitirir. Hattâ yer, kurutur. Tıpkı kuru arâzinin suyu yuttuğu gibi olur" buyurdular. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Çok konuşan bunun zararını bir bilse!..
11 Şubat 2010 01:00
Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî hazretlerine "Velînin sükût hâli mi yoksa konuşma hâli mi daha fazîletlidir?" diye sordular. Cevaben; "Konuşan, sözde bulunan felâketi bilse, Nûh aleyhisselâm kadar ömrü bile olsa gücü yettiği kadar sükût eder konuşmazdı. Sükût eden, susmada bulunan âfeti bilse, konuşayım diye Nûh aleyhisselâmın yaptığının iki katı bir müddetle Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulunurdu" buyurdular. Evliyânın büyüklerinden Ebû Amr ez-Zücâcî buyurdular ki: "Bir kimse, kendinde olmadığı bir halden konuşursa, dinleyenleri fitneye sürükler. Kendisi de Allahü teâlâyı tanımaktan mahrûm kalır." İsa aleyhisselam şöyle demiştir: "İbadet on parçadır. Bu on parçanın dokuzu susmak, bir parçası da insanlardan kaçmaktadır." Hadis-i şerifte, "Çok konuşan bir kimsenin, düşüşü çok olur. Düşüşü çok olan bir kimsenin günahları çoğalır. Günahları çok olan bir kimsenin ise her şeyden daha fazla lâyıkı ateştir" buyuruldu. Hazret-i Ebu Bekir ağzına küçük taşları koyar, onlarla nefsini konuşmaktan menederdi. Kendisi diline işaret ederek şöyle demiştir: "Beni tehlikeli yerlere sokan budur!" Abdullah bin Mes'ud buyurdu ki: "Kendisinden başka ilah olmayan Allaha yemin ederim ki, uzun hapsetmeye dilden daha fazla müstahak olan hiçbir şey yoktur!." Hazreti Tavus şöyle demiştir: "Benim dilim yırtıcı hayvandır. Onu bıraktığım zaman beni yer!" Hasan-ı Basrî buyurdu ki: "Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir." Evzâî hazretleri Ömer bin Abdülaziz hazretlerinin şu nasihatini nakleder: "Ölümü fazla hatırlayan bir kimse, dünyada az ile yetinir. Konuşmasını amelinden sayan bir kimse, kendisini ilgilendirmeyen konuda az konuşur!" Hazreti Lokman Hakîm buyurdu ki: "Bir söz söylemediği müddetçe kişi ona mâlik olur. Fakat ne zaman ki sözü söyler, bundan sonra artık o, buna mâlik olur. Kişi, söylemediği bir şeyi reddetme husûsunda, söylemiş olduğu bir şeyi reddetmekten daha güçlüdür." Tel: 0 212 - 4
Az konuşan rahat eder!
12 Şubat 2010 01:00
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr hazretlerinin yüksek derecesi, güzel hâlleri ve hikmetli sözleri yayılınca, bâzı büyük zâtlar kendisine mürâcaat edip; "Artık konuşunuz, halka nasîhat ediniz" diye ısrâr ettiler. Kendini buna lâyık görmeyip; "Bir kimse, sustuğu zaman din bozulur, konuştuğu zaman bozukluk kalmaz ise, böyle bir zâtın konuşması doğru olur. Bizim gibilerin halka nasîhat etmesi uygun olmayıp, kalplere tesir etmez. Kalplere tesir etmeyecek sözü söylemek, ilmi hafife almak ve dîni küçümsemek olur" buyurdu. Kendisine sordular ki: "Eski büyüklerin sözleri, bizim sözlerimizden daha tesirliydi. Bunun hikmeti nedir?" Cevâbında buyurdu ki: "Onlar, Allahü teâlânın rızâsı, İslâmiyetin izzeti, yükselmesi ve nefslerinden kurtulmaları için konuşurlardı. Biz ise nefsimiz için, dünyâlık ele geçirmek ve insanlar tarafından kabûl görmek için konuşuyoruz. Böyle olunca, elbette sözlerimiz kimseye tesir etmez." Vehb bin Münebbih, Âl-i Davud'un hikmetinden şunu söyledi: "Akıllı bir kimseye gereken, zamanını bilmek, dilini korumak ve kendi hâline yönelmektir." Hazreti Lokman Hakîm buyurdu ki: "Çok konuşan sıkıntıdan kurtulamaz. Az konuşan, hattâ konuşmayan hiç sıkıntıya düşmez. Kişi söylemediği şeyden ötürü pişmanlık duymaz. Hâlbuki söylemiş olunan sözden ötürü mutlaka pişmanlık duyulmuştur." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Müslüman kimseyi susmuş ve vakur gördüğünüz zaman ona yaklaşınız! Çünkü o, hikmeti telkin eder." "İnsanlar üç gruptur: 1. Ganim. 2. Sâlim. 3. Sâhib... Ganim, Allah'ı zikreden, Sâlim sükût eden, Sâhib ise bâtıla dalan kimsedir." "Mü'min bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail
Her söz kayda geçiyor!
13 Şubat 2010 01:00
Konuşmanın zararları, dilin âfetleri çoktur. O âfetler; yanlışlık, yalan, gıybet, kovuculuk, riya, münafıklık, fâhiş konuşmak, cedelleşmek, nefsi temize çıkarmak, bâtıla dalmak, başkasıyla kavga etmek, fuzulî konuşmak, hakîkati tahrif etmek, hakîkate ilâvelerde bulunmak veya hakikatten eksiltmek, halka eziyet etmek veya halkın namusuna saldırmaktır. Bunlara dalan bir kimsenin diline sahip olması mümkün değildir. Bu bakımdan konuşmaya dalmakta tehlike vardır, susmakta ise selâmet... Bunun için susmanın fazileti oldukça büyüktür. Susmakta himmetin derli toplu bulunması, vakarın devam etmesi, fikir, zikir, ibadet için boşalmak, dünya hakkında konuşmanın mesuliyetinden selâmet kalmak ve âhirette hesabını vermekten kurtulmak gibi iyi hasletler vardır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapteden (bir melek) hazır bulunmasın." (Kâf/18) Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Muhammed Rukıyye buyurdu ki: Dilin yirmi bir âfeti vardır. Bu âfetler şunlardır: 1) Faydasız konuşmak. 2) Bâtıl söz; kötülükleri, zulmü güzel görerek anlatmak. 3) Sözde başkalarına galip gelmek için münâkaşa ve mücâdele etmek. 4) Düşmanlık. 5) Halk beğensin diye konuşmak. 6) Edebe uygun olmayan sözler söylemek. 7) İkiyüzlü olmak. Bir kimseyi yüzüne karşı medh etmek. 9) Günâhı ve suçu olmayan bir Müslümanı alaya almak. 10) Günâha götürecek latîfeler yapmak. 11) Bir Müslümanla alay etmek. 12) Bir Müslümanı bir toplumda maskara yapmak. 13) Müslümanın sırrını başkasına duyurmak. 14) Verdiği sözü yerine getirmemek. 15) İki Müslüman arasında söz taşımak. 16) Yalan söylemek. 17) Yalan yere yemin etmek. 18) Küfre sebeb olan sözleri söylemek. 19) Konuşulmaması gerekeni konuşmak. Şeyh Sa'dî buyuruyor ki: "Şu iki şey aklın noksanlığındandır: Konuşulacak yerde konuşmamak, konuşulmayacak yerde konuşmak." 20) İnsan ve hayvana lânet etmek. 21) Gıybet etmek... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Konuşmanın iyi olduğu üç yer!
14 Şubat 2010 01:00
Tâbiînden Muhammed bin Sûka hazretleri buyurdu ki: "Sizden önceki, insanlar çok konuşmaktan pek sakınmışlar, çok konuşmak üç yerde iyidir demişlerdir. Birincisi, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmi çok okumak, ikincisi, çok emr-i mâruf yapmak sebebiyle fazla konuşmak. Üçüncüsü, fazla nehy-i münkerden dolayı çok konuşmak. Bu üç şeyden başka ancak çok lüzûm olursa konuşun. Zîrâ sizlerle beraber kirâmen kâtibîn melekleri vardır. Onlar hayır ve şer konuşulan her şeyi yazarlar. Akşam olduğu vakit, meleklerin yazdıklarında âhiretle ilgili yazıları çok olan ne bahtiyar kimsedir. Dünyâ ile ilgili olan yazısı çok olan ne bedbaht kimsedir." Resûlullah Efendimiz, Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine şöyle buyurdu: "Aklı olan bir kimsenin dilini tutması gerekir. Konuştuğu her sözün hesabını vereceğini bilen bir kimse az konuşur. Ne dünyasını ve ne de âhiretini ilgilendirmeyen sözler sarf etmez." Tâbiînin büyük âlimlerinden Muhammed bin Vâsi hazretleri buyurdu ki: "İnsanlara karşı dili korumak, gümüş ve altını korumaktan zordur." Nişâbur'da yetişen büyük velîlerden Ebû Muhammed Râzî hazretleri, "Susmayı ganîmet saymayan kimse, ne kadar konuşursa konuşsun boşunadır" buyurdu. Hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî hazretlerine, birisi "Bana nasîhatte bulun" dedi. O da; "Diline sâhib ol, az konuşmaya dikkat et" buyurdu. Sükût eden, diline hakim olan selâmet bulur. Mutlaka konuşmak zorunda kalan âdil konuşmalıdır. Dostların yanında da ifrâta kaçmamalıdır. Hikmet ehlinden biri buyurdu ki: "Sükûtta, dili korumada, yedi bin fayda vardır. Bu yedi bin faydanın tamamı yedi cümle ile ifâde edilmiştir. Bu yedi cümle şunlar: 1- Sükût, zahmetsiz, meşakkatsiz bir ibâdettir. 2- Sükût, mücevhersiz bir zînettir. 3- Sükût, kuvvetsiz, hâkimiyetsiz bir heybettir. 4- Sükût, sursuz bir kaledir. 5- Sükût, hiçbir kimseden özür dilemeye muhtâç olmamaktır. 6- Sükût, Kirâmen Kâtibin meleklerinin rahatıdır. 7- Sükût, kusûrlarla ayıpların birer örtüsüdür. Âlimin süsü, câhilin örtüsüdür. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Cennetlik olmasının sebebi!
15 Şubat 2010 01:00
Aşerei mübeşşereden olan, Abdullah bin Selam hazretlerine Cennetlik olduğu bildirilince Eshab-ı kiram, kendisini Cennetlik eden amelinin ne olduğunu sordular. O da, "Boş söz konuşmam ve kimseye karşı kötülük beslemem" diye cevap verdi. İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: "Üzerine elzem olmayan, sana faydası dokunmayan hususlarda konuşma, çünkü bu fuzuli bir iştir. Zararından da emin değilsin. Yeri gelmedikçe de lüzumlu olan sözü konuşma! Çok defa faydalı söz yerini bulamadığından kaybolup gider." Lokman Hakîm hazretlerine, hikmetin ne olduğu sorulduğunda, "Bize lazım olmayan şeyin üzerinde durmamak ve gizli şeyleri araştırmamak" diye cevap verdi. Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd lüzumsuz konuşmaktan sakındırırdı. Bu sebeple; "Sözünü (hesâbını vereceği) amelinden sayan bir kimse kendisini ilgilendiren hususlar dışında pek az konuşur" buyurdu. İbn-i Muhayrız hazretleri buyurdu ki: "Mescidde üç kelâm hâriç her türlü kelâmı konuşmak câiz değildir. Bunlar; namaz kılanın kelâmı, zikredenin kelâmı, Allahü teâlânın dînini öğreten veya ondan bir şey soranın kelâmı." Buhârâ'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdu: "Susmak, konuşmaktan çok daha faydalıdır. Susmak ile ve hâl lisânı ile insanlara faydalı olamayan, konuşmakla hiç faydalı olamaz." Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri yerinde ve zamanında konuşmanın önemini belirterek buyurdular ki: "Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır." "Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür." Ebû Bekr bin İyâş buyurdu ki: "Sükûtun en küçük faydası, sıkıntı ve belâlardan kurtarmasıdır. İyilik olarak, insana bu yeter. Fazla ve lüzumsuz konuşmanın en küçük zararı, şöhrettir. Belâ olarak, şöhret insana yeterlidir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
.
"Benim istediğim gibi inanacaklar ve yaşayacaklar!"
16 Şubat 2010 01:00
Bazı filmlerde, dizilerde, "Filmde işlenen konuların gerçek olaylarla, şahıslarla bir ilgisi yoktur" denilse de, bazen gerçek olaylar bire bir yansıtılmaktadır. Geçenlerde yayınlanan popüler bir dizideki diyalog böyleydi; dikkat çekiciydi! Ülkemiz ile ilgili planları olan iki dış gücün temsilcileri kendi aralarında tartışıyorlardı. Bunlardan biri, geçmişte Türk milletine yön vermek için çalışan gücün temsilcisiydi. Diğeri de, günümüzde Türk ve İslam âlemi için yazılan yeni senaryonun sahibiydi. Eski senaryonun sahibi sitem ederek diyor ki: - Yanlış yapıyorsunuz! Biz Türkleri iki yüz yıldır bu kitaptan (Kur'ân-ı kerimden) uzak tutmak için uğraştık. Bu çalışmaların sonucunda Türkler içlerine döndüler. Ve çevresindekiler ile düşman oldular. Biz bu sayede, Arapları yendik. Türklerle birlikte olan Arapları bin yıldır kim yenebilmiş. Siz onlara yeniden bunu (Kur'ân-ı kerimi) va'dediyorsunuz... YENİ SENARYO DAHA TEHLİKELİ Yeni senaryonun sahibi olan Amerikalı buna şu cevabı veriyor: - Benim onlara va'dettiğim Kur'an Muhammed'e (aleyhisselam) inen kitap değil. Benim olan, benim anlattığım dine çağırıyorum. Onların âyetleri ile ama benim yorumumla. Yani, benim istediğim gibi inanacaklar, benim istediğim gibi yaşayacaklar!.. Bu konuşmalardan birincisi iki yüz yıllık geçmişi özetliyor. İkinci konuşma ise, eskisi miadını doldurduğu için hazırlanan yeni senaryonun esaslarını ortaya koyuyor. Görünüşe göre, ikinci plan daha tehlikeli! Birincisinde, İslamı yok etmede baskı, zulüm olduğu için, Müslümanlarda bu plana karşı ciddi bir tepki oluşmuştu; inançlarını korumak için ciddi çalışmalar yapmışlardı. İkincisinde; yıkım, zulüm yok! Zarar verme güler yüzle, tatlı dille yapıldığı hatta birçok haklar, rahatlıklar verildiği için çok kimse olup bitenin farkına varamıyor. Suyu yavaş yavaş ısıtılarak haşlanan kurbağa gibi Müslümanlar sinsice haşlanıyorlar, zehirleniyorlar fakat farkına varamıyorlar. İşin özeti, püf noktası şu cümlede: "Kendi âyetleri ile ama benim yorumumla. Yani, benim istediğim gibi inanacaklar, benim istediğim gibi yaşayacaklar!" Son yıllarda, birbirinden farklı üç yüzün üzerinde meal yazılması, her yayınevinin ayrı bir tefsir hazırlatması, bunların çok ucuz satılması hatta ücretsiz dağıtılması ve sinsi bir şekilde insanlar fıkıh, ilmihal kitaplarından uzaklaştırılarak meallere yönlendirilmesi bu püf noktası ile ilgilidir. Yine bu farklı mealler ve tefsirler yolu ile; Hak din sadece İslamiyet değildir, Hıristiyanlık ve Yahudilik de Hak dindir, bütün inananlar Cennete gidecekler, bütün inananlar kardeştir, bu üç dinin birbirine üstünlüğü yoktur; aynı bahçenin farklı gülleri gibidir, Kiliseler ve Havralar da Allahın evleridir, dolayısıyla bu üç dinin mensuplarının kendi dinlerini öne çıkarması, karşısındakine emri marufta bulunması boşuna bir gayrettir, muhatabını üzmek olur... gibi 1400 yıldan beri bildiğimiz inanca tamamen ters ve küfür kabul edilen düşünceler artık sıradan bir inanç şeklinde sunulmakta ve bu düşünceler kendisine taraftar bulabilmektedirler. İSMİ HOŞ İÇİ BOŞ ANLAYIŞ! Son yıllarda yaygınlaşan şuursuzluk, gevşeklik: Olsa da olur, olmasa da; öyle olsa da olur böyle olsa da... anlayışı da senaryonun püf noktası ile ilgili. Ben yapayım da Allah ister kabul etsin isterse kabul etmesin havası hakim. Adam canı isterse namaz kılıyor istemezse kılmıyor. Hava soğuk deyip ayağını yıkamadan çoraba meshediyor, kilisedeki ayine özenip sandalyede namaz kılıyor, rahle üzerine secde ediyor. Namazda, başı kolları açık, ayağı çıplak olmuş onun için fark etmiyor. Hatta bazı turistik yerlerde kısa şort ile camiye geliniyor. İşte Müslümanlar için kurgulanan; İsmi İslam olan, âlimsiz, fıkıhsız, kuralsız, kesin bir emir ve yasağı olmayan, herkesin kendi mantığına göre yorumladığı, ilâhî temelden uzak tamamen insan düşüncesine dayalı felsefî, ahlakî bir sistem. İsmi hoş içi boş, "Ilımlı İslam" modeli
Boş konuşmak
16 Şubat 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: "Nice kelime vardır ki ondan dolayı cennette insana köşkler verilir. Yine nice kelimeler vardır ki; boşboğazlık ile başkalarını güldürmek için, başkalarının dikkatini çekmek için söylenir insanı cehennem azabına sürükler." Kulun sermayesi vakitleridir. Vaktini fuzûlî şeylere sarf ettiği zaman, o vakitlerde âhirette azık olacak bir sevabı edinmediği takdirde sermayesini yok etmiş olur. Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Boş konuşmalar yapmayı terk etmek, kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir." Enes bin Malik anlatır: "Bizden bir genç Uhud gününde şehid oldu. Baktık ki onun karnının üzerine, açlıktan dolayı bir taş bağlıdır. Annesi, yüzünden toprağı silerek şöyle dedi: 'Cennet sana âfiyet olsun, ey oğlum!' Bu sözü dinleyen Hazreti Peygamber şu karşılığı verdi: Sen cennetin ona âfiyet olacağını nereden biliyorsun? Halbuki o mâlâyanî konuşmalar yapardı." Hazreti Ka'b ortalıkta görülmeyince, Resulullah Efendimiz onu sordu. Hasta olduğunu söylediler. Bunun üzerine Ka'b'ın evine geldi, içeri girince, "Ey Ka'b! Müjde sana!" buyurdu. Ka'b'ın annesi, Resulullahın bu sözü üzerine "Ey Ka'b! Senin için cennet vardır" dedi. Bunun üzerine Hazreti Peygamber "Allah namına cennet satan kimdir?" dedi. Ka'b, "Annemdir ya Rasûlullah?" deyince, "Ey Ka'b'ın annesi! Sen ne biliyorsun Ka'b fuzulî konuşmuş olabilir!" buyurdu. Cennet ancak hesaba çekilmeyen bir kimse için hazırlanmış olur. Fuzulî konuşan bir kimse ise, konuşması mubah bir konu hakkında olsa bile bu konuşmasından dolayı hesaba çekilir. Bu bakımdan hesapları tartışmalı geçeceğinden ve tartışmalı hesapların da bir tür azap olması nedeniyle bu gibilere cennet hazırlanmaz. Bir gün Hazreti Peygamber buyurdu ki: "Bu kapıdan ilk içeriye giren cennet ehlinden bir kişidir." Bunun üzerine Abdullah bin Selam hazretleri kapıdan girdi. Bunu kendisine sorduklarında Abdullah dedi ki: "Ben muhakkak zayıf bir kimseyim. Allah'tan umduğum en kuvvetli amelim, göğsümün selâmeti ve fuzulî konuşmayı terk etmemdir." (Abdullah bin Selam, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden olup, Aşerei mübeşşereden değildir.) > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
Dinin güncelleştirilmesi gayretleri!
17 Şubat 2010 01:00
Son yıllarda bazı ilahiyatçılar ıslarla dinin "güncelleştirilmesi" üzerinde durmakta ve bu konuda yoğun gayret sarf etmektedirler. Çeşitli platformlarda "Her alanda, yenilikler, güncellemeler yapıldığı gibi, din alanında da eski bilinenleri gözden geçirme, güncelleme yapmak lazım" tezini dile getiriyorlar. Hemen arkasından şunu da ilave etmeyi ihmal etmiyorlar: "Maksadımız, dinde reform değil, bilim dilinde, öğrenme ve öğretmede reform." Bilimde, öğrenmede reformdan maksadınız ne diye sorduğunuzda da, "Dinin iki temel kaynağı olan Kur'an ve hadisin dışındaki geçmiş asırlara ait herhangi bir kitaptaki dindarlık çizgisi bizim için model ve aynen alınması gereken örnek olamaz. Dört mezhebin fıkıh kitapları da buna dahildir. Çağlar önce yazılmış fıkıh kitaplarını günümüz insanına model olarak sunamayız" diyorlar. Arkasından şu ilaveyi de unutmuyorlar: "Tabii ki bunlardan istifade edebiliriz..." Yani işlerine gelirse, maksatlarına uyarsa, kendi yanlışlarına alet edebilirlerse memnuniyetle kullanırız, yani istismar ederiz demek istiyorlar. BU DA REFORMA AÇILAN BİR KAPI Görüldüğü gibi, adını ne koyarlarsa koysunlar, ne kadar tevil yapmak isterlerse istesinler yapmak istedikleri açıkça dinde reformdur, en azından sonucu reform ile neticelenecektir. Bunlar dinde reforma karşı Müslümanlarda mevcut olan olumsuz bakışı bildiklerinden tepki çekmemek için "güncelleştirme" kılıfına sarılıyorlar. Bugüne kadar; esas kaynak Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerifler olmak üzere, dinin kaynağının dört olduğu; diğer ikisinin icma ve kıyas (yani mezhepler) olduğu kabul edilmiştir. 1400 yıldır bu konuda Müslümanlar arasında icma hasıl olmuştur. Güncelleştirme adı altında, dinin dört kaynağından ikisini devre dışı bırakıp, bin yıllık birikimi; binlerce kelam, fıkıh kitabını yok farz edeceksin, o zamanın insanları için yazılmış diyeceksin; sonra da biz dinde reform yapmıyoruz, iddiasında bulunacaksın, bu ne kadar inandırıcı olur? Fıkıh kitapları, fizik, kimya, biyoloji kitapları değil ki zamana göre değişsin, güncelleşsin! Diyorlar ki: "Reform demek, dinin esası ile, İslamın şartları ile oynamak, namazı ikiye indirmek, orucu, zekatı kaldırmak veya şeklini değiştirmek gibi şeylerdir..." Siz, fıkıh kitaplarını ortadan kaldırdığınızda aynı şey olmayacak mı? Bugün bu anlayıştan yola çıkan, sadece Kur'ana ve hadise göre hüküm verdiğini iddia eden bazı ilahiyatçılar; namazı üç vakte indirmek istemiyorlar mı, haccı senenin 12 ayına dağıtalım demiyorlar mı? Kurban kesme yerine fakirlere para verilmesini istemiyorlar mı? Kadınlara, hayz halinde namaz kıldırıp oruç tutturmuyorlar mı? Baş örtüsünü, setri avreti inkâr etmiyorlar mı? Zekatın miktarı Kur'anda bildirilmemiş bunun için gönlünüzden ne koparsa verebilirsiniz demiyorlar mı? Niyetiniz ne olursa olsun, velev ki niyetiniz iyi olsun; bu güncelleşmeyi yaptığınız takdirde, bir müddet sonra isteseniz de istemeseniz de, netice buraya varacaktır. Eğer din, bozulmadan, günümüze kadar gelebilmişse, o beğenmediğiniz, çağ dışı gördüğünüz mezhepler, fıkıh kitapları sayesinde gelmiştir. DİNDE GÜNCELLEŞME YAPILIRSA... Bu kitaplar, herkesin kendi kafasına göre, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere mana verilmesine mani olmuşlar; kendilerinden bir şey katmayarak Peygamber Efendimizin ve onun Eshabının verdiği manaları toplayarak günümüze kadar gelmesini sağlamışlardır. Bin yıldır bu konuda konsensüs sağlanmıştır. Dini tartışmaya açmak dine zarar verir. Evet, fende, teknolojide yenilik ve güncelleştirme şarttır, zaten teknolojinin olmazsa olmaz şartı da budur. Her an yeniliklere, gelişmelere açık olmazsa ayakta duramaz. Çünkü bunda değişme esastır. Dinde ise, değişmezlik esastır; her asra göre, dini veya dini bilgiyi değiştirmeye güncellemeye kalkarsan, bir müddet sonra ortada din diye bir şey kalmaz. Kalsa bile sade adı kalır.
Sevimli olan beş şey
17 Şubat 2010 01:00
İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: Beş haslet vardır. Onlar muhakkak ki Allah yolunda vakfedilen yağız atlardan bana daha sevimli gelirler: 1- Seni ilgilendirmeyen bir konuda konuşma! Çünkü böyle bir konuşma fuzulîdir ve bu konuşmadan sana günah gelmeyeceğinden emin değilim. 2- Seni ilgilendiren bir konuda yeri gelmedikçe konuşma! Çünkü kendisini ilgilendiren bir konuda konuşan çok kimse vardır ki konuşmasını uygun olan yerde değil de başka yerde yapar ve böylece sıkıntıya girer. 3- Ne halîm, yumuşak huylu bir kimseyle, ne de ahmakla tartışma! Çünkü tartışmandan dolayı halîm kimse sana buğzeder, ahmak da seni üzer. 4- Senin yanında bulunmadığı zaman arkadaşını öyle bir sıfatla zikret ki seni aynı sıfatla zikretmesi hoşuna gitsin. Kardeşine öyle bir muamele yap ki aynı muameleyi sana yapması seni sevindirsin. 5- İyiliğinden dolayı mükâfatlandırılacağını, kötülüğünden dolayı cezalandırılacağını bilen bir kimsenin ameli gibi amelde bulun! Hazreti Lokman Hakîm'e şöyle denildi: "Senin hikmetin nedir?" Cevap olarak şöyle dedi: "Başkası tarafından yapıldığında yapmaktan kurtulduğum şeyi sormamam ve beni ilgilendirmeyen bir şey için zorluklara girmemem." Muvarrak el-Acelî buyurdu ki: "Bir iş vardır ki, ben yirmi seneden beri onun peşindeyim. Hâlâ onu beceremedim ve onun peşini bırakmak da istemiyorum?" Kendisine "O nedir?" diye sordular. Cevap olarak şöyle dedi: "Beni ilgilendirmeyen şeylerde susmaktır." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Seni ilgilendirmeyen şeyleri kurcalama! Düşmanından uzaklaş! Emin olan hariç, kavminden olan dostundan bile uzak dur! Emin de ancak Allah'tan korkan bir kimse demektir. Fâcir bir kimse ile arkadaşlık yapma ki ondan kötülük öğrenmeyesin! Onu sırrına muttali etme, işlerinde Allah'tan korkanlarla istişare et!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Boş konuşma nedir?
18 Şubat 2010 01:00
Kişinin, kendisini ilgilendirmeyen bir şeyi sormasına, fuzulî , boş konuşma denir. Soran kimse bunu sormakla hem kendi vaktini, hem de arkadaşını cevap vermeye mecbur ettiğinden ötürü onun vaktini boşa çıkarmış olur. Bu, soru sorma ve cevap vermede günah işlenmediği haller için geçerlidir. Çoğu zaman soru cevap faslında günah da işlenir. Mesela, sen birisine ibadetini sorarsın; 'Bugün oruçlu musun?' dersin. Eğer evet derse, ibadetini belirtmiş olur, bu ibadete riya karışmış olur. Eğer riya girmezse bile ibadet gizlilik defterinden silinir! Halbuki gizli ibadetin, açıkça yapılan ibadetten birçok üstünlüğü vardır. Eğer hayır derse yalancı olur. Eğer ne evet, ne hayır demeyip de sükût ederse, sana cevap vermemek suretiyle seni aşağılamış sayılır. Dolayısıyla sen rahatsız olursun. Eğer cevabın müdafaası için hileli yollar ararsa zorluk çeker ve yorulur. Bu bakımdan sen ondan sormakla onu ya riya veya yalana veya istiğfara veya müdafaa hilesindeki yorgunluğa mâruz bırakmış olursun! Diğer ibadetler hakkında sormak da böyledir. Günahını gizlediği ve çekindiği şeyden sormak da böyledir. Mesela birine "nereden geliyorsun" diye sorulduğunda, o kimse geldiği yeri gizlemek isteyebilir. Çünkü çoğu zaman geldiği yeri söylemesine mâni bir hal vardır. Bu kimse, geldiği yeri söylerse utanır. Eğer doğru söylemezse, yalan söylemiş olur ve sebebi de sen olursun ve böylece seni ilgilendirmeyen bir mesele hakkında sormuş olursun. Sorulan adam çoğu zaman 'bilmiyorum' demeye utanır ve bilmediği halde cevap verir! Hazreti Lokman Hakîm, Hz. Davud'un huzuruna girdi. Hz. Dâvûd o anda bir zırh örüyordu. Lokman daha önce bu sanatı görmüş değildi. Ondan gördüğü bu sanat onu şaşırttı ve Hz. Davud'a yaptığını sormak istediyse de hikmet onu bu sualden menetti. Dolayısıyla nefsini zaptedip sormadı. Hz. Dâvûd zırhı giydi ve şöyle dedi: 'Evet, zırh savaş içindir!' Sormadan cevabını alan Hz. Lokman şöyle dedi: "Susmak hikmetin ta kendisidir. Fakat susan pek azdır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Sözü uzatmak
19 Şubat 2010 01:00
Sözü uzatmak da, fuzuli, boş konuşmaya girer. Bu tür konuşma, mâlâyânîye dalmaya ve ihtiyaçtan fazla konuşmaya sebep olur. Çünkü bir kimsenin kendisini ilgilendiren bir şeyi kısa bir konuşma ile ifade etmesi mümkün olduğu gibi, onu uzatıp dallandırması da mümkündür. Maksadını bir kelime ile ifade edebildiği zaman iki kelime konuşursa, ikinci kelime fuzûlîdir. Yani ihtiyaçtan fazladır. Atâ bin Ebî Rebah buyurdu ki: "Sizden öncekiler, fuzûlî konuşmayı çirkin görürlerdi. Allahın kitabı, Hazreti Peygamberin sünneti, emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i an'il-münker veya zaruri ihtiyaç hakkında konuşmak hariç, bunun dışında kalanları fuzûlî, boş konuşmadan sayarlardı. Acaba siz, üzerinizde hafaza ve kirâmen kâtibîn meleklerinin olduğunu, sağ ve solunuzda gözcü meleklerin bulunduğunu ve kişinin ağzından çıkan her sözü kontrol eden ve yazan bir meleğin bulunduğunu inkâr mı ediyorsunuz? Acaba sizden biriniz günün başında doldurmuş olduğu sahife neşredildiği zaman o sahifedeki hükümlerin çoğunun dininin veya dünyasının işinden olmadığını görürse utanmayacak mıdır?" Eshab-ı kiramdan biri şöyle demiştir: "Biri benimle konuşmak istediğinde, onunla konuşmak, soğuk suyun susamış bir kimsenin hoşuna gitmesinden daha çok hoşuma gider. Fakat fuzûlî konuşma olur düşüncesiyle konuşmayı terk ediyorum." Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi veya bir iyilik etmeyi, yahut insanların arasını düzeltmeyi emreden müstesna!" (Nisâ/114) Hadis-i şerifte de, "Sözün fazlasını zapt-u rapt altına alıp tutan, malının fazlasını Allah yolunda infak eden bir kimseye cennet vardır!" buyuruldu. İnsanlar bu husustaki işi nasıl da tersine çevirmişler. Resulullahın dediğinin tam aksine, mallarının fazlasını depo etmişler, sözlerini ise serbest bırakmışlardır...
Şeytan sizi dalâlete düşürmesin!"
20 Şubat 2010 01:00
Mutarrıf bin Abdullah babasından nakleder. Babası şöyle anlatmış: Benî Amr kabilesinin bir grubu ile beraber Hazreti Peygamber'in huzuruna geldim. O grup Resulullaha şöyle hitap edip: 'Sen bizim babamızsın, efendimizsin. Sen fazilet bakımından bize bizden daha faziletlisin. Sen cömertlik bakımından bizim için bizden daha cömertsin. Sen bembeyaz bir kâsesin. Sen şöylesin, sen böylesin' gibi övgülerde bulundular. Hazreti Peygamber bunun üzerine şöyle dedi: "Sözünüzü söyleyiniz! Sakın şeytan sizi dalâlete düşürmesin." İmam-ı Gazali hazretleri bu hadis-i şerif ile Resulullahın şuna işaret ettiğini bildiriyor: Dil doğru da olsa övmek hususunda başıboş bırakıldığı zaman, şeytanın onu lüzumsuz fazlalıklara düşürmesinden korkulur." İbni Mes'ud hazretleri şöyle buyurmuştur: "Sizi fuzulî, boş konuşmak hususunda uyarırım! Kişiye ihtiyacına yetecek kadar konuşma yeter!" İmam-ı Mücâhid şöyle buyurdu: "Muhakkak ki konuşmalar yazılır. Hatta kişi oğlunu susturup ona 'sana şunu şunu satın alacağım' dediğinde yalancı yazılır." Hasan-ı Basrî buyurdu ki: "Ey Âdemoğlu! Bir sahife senin için açılmıştır. O sahifeyi senin amellerini yazan iki tane melek idare etmektedirler. İstediğini yap! İster az, istersen çok yap! Muhakkak hepsi yazılmaktadır." Hükemadan biri şöyle demiştir: 'Kişi, bir mecliste olduğu zaman konuşmak onun hoşuna gidiyorsa, sükût etsin! Eğer susmuş ise ve susmak hoşuna gidiyorsa, konuşsun!' Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Dört haslet vardır ki, ancak mü'minde bulunur. Bunlardan biri, fuzûli, faydasız söz konuşmamaktır. Bu, İbâdetin başıdır. İkincisi, tevâzûdur. Üçüncüsü, zikrullahtır. Her zaman Allahı anmak, O'nu unutmamaktır. Dördüncüsü de şerli, kötü huylu olmamaktır." Tel: 0 212 - 454 38 21 ww
Konuşması ve malı çok olan!
21 Şubat 2010 01:00
Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Konuşması çok olanın yalanı çoğalır. Malı çok olanın günahı çoğalır. Ahlâkı kötü olanın nefsi azap görür veya nefsine azap çektirir." Amr bin Dinar hazretleri rivayet eder: "Bir kişi, Resulullahın yanında fazla konuştu. Hazreti Peygamber kendisine şöyle sordu: - Senin dilinin önünde kaç perde var? - Dudaklarım ve dişlerim var! - Acaba o perdelerde konuşmanı azaltacak bir kuvvet yok mudur? Bir rivayette Hazreti Peygamberin bunu kendisini öven bir kişi hakkında söylemiştir. Çünkü Resulullahı öven bu kişi, konuşmasında aşırı bir şekilde mübalağa ederek sözü uzatmıştı. Sonra Hazreti Peygamber şöyle dedi: "Bir kişiye dilindeki fazlalıktan daha şerli bir şey verilmiş değildir!" Ömer bin Abdülaziz buyurdu ki: "Beni çok konuşmaktan, böbürlenme, kibirlenme korkusu menetmektedir." Yezid bin Ebi Habib şöyle buyurdu: "Konuşmasının dinlemesinden kendisine daha sevimli gelmesi, âlimin fitnesindendir. Eğer âlim, kendisinin yerine konuşup kendisine ihtiyaç bırakmayan birini görürse, onu dinlemekte kendisine selâmet vardır. Konuşmakta süslemek, artırmak ve eksiltmek vardır!" İbni Ömer hazretleri şöyle demiştir: "Kişinin temizlenmesine en fazla muhtaç olduğu şey dilidir." İbrahim Teymî buyurdu ki: "Mü'min konuşmak istediği zaman düşünür; eğer lehinde ise konuşur, aksi takdirde susar; fâcirin, kötü kimsenin konuşması ise zincirleme gider." Ebû Derdâ hazretleri çenesi düşük bir kadını gördüğünde şöyle dedi: "Eğer bu kadın dilsiz olsaydı, onun için daha hayırlı olurdu." İbrahim Nehâî şöyle buyurmuştur: "Halkı iki haslet helâk ediyor: Birincisi fazla mal, ikincisi fazla konuşmak!" Başka bir hadîs-i şerîfte. "Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, ya hayır söylesin, veya sükût etsin." buyuruldu.
Söylenmedik sözden pişmanlık duyulmaz!
22 Şubat 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: "Çok konuşan sıkıntıdan kurtulamaz. Az konuşan, hattâ konuşmayan hiç sıkıntıya düşmez. Kişi söylemediği şeyden ötürü pişmanlık duymaz. Hâlbuki söylemiş olunan sözden ötürü mutlaka pişmanlık duyulmuştur. Bir söz söylemediği müddetçe kişi ona mâlik olur. Fakat ne zaman ki sözü söyler, bundan sonra artık o, buna mâlik olur. Kişi, söylemediği bir şeyi reddetme husûsunda, söylemiş olduğu bir şeyi reddetmekten daha güçlüdür." Hazret-i Ömer'in bildirdiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Kim ki diline hâkim olursa, Allah onun kusûrlarını örter. Kim ki öfkesini yenerse, Allah onu azâbdan korur!" Ebû Ya'lâ hazretleri anlatır: Bir defasından biz, Sükâ bin Muhammed'e gitmiştik. Oraya varınca bize, - Bana çok faydalı olan ve size de faydalı olacak bir bilgi nakledeyim mi? dedi. Biz de; - Naklet, dedik. Buyurdu ki: "Ebû Resâh bin Atâ bize demişti ki: Ey kardeşimin oğlu, sizden önceki Müslümanlar fuzûlî, boş sözden hoşlanmazlardı. Kur-ân-ı kerîm okumanın, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın, mutlaka zarûrî olan günlük konuşulanların hâricindeki her sözü lüzûmsuz ve fuzûlî addederlerdi. Kur'ân-ı kerîmde, meâlen "Hatırla ki insanın sağında solunda, onun amellerini tesbit etmekte olan iki melek vardır" buyuruldu. Yoksa, meleklerin yazmakta olduğu sahifeleri, ne dünyayı ve ne de âhireti ilgilendirmeyen şeylerle doldurmaktan ve yarın kıyâmette bu faydasız, zararlı sahifelerin önünüze açılmasından utanmıyor musunuz? Hazreti Lokman Hakîme soruldu: - Bu kadar uzun bir ömür sonunda öğrenmiş olduklarının özü nedir? Şöyle cevap verdi: - Doğru sözlü olmak, emâneti sâhibine vermek ve lüzûmsuz, fuzûlî, boş söz söylememektir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Abdestli ölen, ölüm acısı çekmez!"
23 Şubat 2010 01:00
Daha önceki yazılarımızda; imanın şartlarını, Ehl-i sünnet itikadını ve gusül abdestini bildirmiştik. Bu yazıların devamı olarak bu hafta da, namaz abdesti ve namazın şartları, farzları üzerinde durmak istiyorum... Namaz kılmak için abdest almak şart olduğu gibi, Kur'ân-ı kerîmi tutmak, Kâbe'yi tavaf etmek için de abdest almak lâzımdır. Ayrıca her zaman abdestli bulunmak, yatağa abdestli girmek, abdestli yemek ve içmek çok sevâbdır. Abdestli iken ölenlere şehit sevabı verilir. Peygamber Efendimiz buyurdular ki: "Amellerin en hayırlısı namazdır. Abdeste devam edenler, ancak mü'minlerdir. Mü'min gündüz abdestli olmalı, gece de abdestli yatmalıdır. Böyle yapınca, Allahü teâlânın korumasında olur. Abdestli iken yiyip, içenin karnındaki yemek ve su zikreder. Karnında kaldıkları müddetçe, onun için istiğfâr ederler." ABDEST GÜNAHLARI DÖKER Abdestin farzı dörttür: 1- Yüzü yıkamak. 2- İki kolu, dirsekler ile birlikte yıkamak. 3- Başın dörtte bir kısmını meshetmek, yâni yaş eli başa sürmek. 4- İki ayağı iki yandaki topuk kemikleri ile birlikte yıkamaktır. (Mezhepsizler, çorap üzerine ve çıplak ayağa mesh etmektedirler) Abdest almadan önce Allah rızası için abdest almaya niyyet edilir. Sonra, eller bileklere kadar üç defa yıkanır. Sonra sağ el ile ağıza üç kere su verilir. Sağ el ile buruna üç kerre su verip, sol el ile sümkürülür. Buruna su verdikten sonra, avuçlara su alıp, alından çene altına, şakaklara kadar yüz yıkanır. Sonra, sol el ile, sağ kol dirseğe kadar üç defa yıkanır. Sağ el ile sol kol (üç defa) dirseğe kadar (dirsek dâhil) yıkanır. Her iki kolu yıkadıktan sonra, eller tekrar ıslatılır ve o yaşlıkla baş meshedilir. Daha sonra, sağ ve sol elin şehâdet parmakları, iki kulağın deliklerine sokulur baş parmaklarla da kulakların arkasını mesheder. Ellerin dış yüzü ile enseyi mesheder. Boynu meshettikten sonra, sol elin küçük parmağı ile, sağ ayağın küçük parmağından başlayarak, ayak parmaklarının arasını hilâllemek sûretiyle, topuklarla birlikte, sağ ayağı yıkar. Sol ayağı yıkarken, ayak parmaklarının arasını küçük parmağı ile bu sefer baş parmaktan başlayarak ayak parmaklarının arasını hilâllemek sûretiyle topuğu ile birlikte yıkar. Abdest alırken, her uzvu yıkarken okunacak duâlar var ancak, abdest duâlarını bilmeyen, her uzvu yıkarken "Kelime-i şehâdet" okumalıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki; "Her kim abdest aldıktan sonra "İnnâ enzelnâhü..." sûresini bir kere okursa, Hak teâlâ hazretleri, o kimseyi sıddîklardan yazar. İki kere okursa, şehîdlerden yazar. Üç kere okursa peygamberler ile haşrolur." Abdestli iken ölenlere şehit sevabı verilir. Peygamberimiz buyurdular ki: "Abdestli olarak ölen, ölüm acısı çekmez. Çünkü abdest îmanlı olmanın alâmetidir. Namazın anahtarı, bedenin günahlardan temizleyicisidir." GUSÜL ABDESTİ Sünnet üzere gusül abdesti de şöyle alınır: Gusülde; ağzı, burnu ve bütün bedeni yıkamak farzdır. Önce, temiz olsalar dahî, iki eli ve avret yerini yıkamalıdır. Sonra bedeninde necâset varsa yıkamalı, sonra, tam bir abdest almalı, yüzünü yıkarken, gusle niyet etmelidir. Sonra bütün bedene üç defa su dökmelidir. Önce üç defa başa, sonra sağ omuza, sonra sol omuza dökmeli, her döküşte, o taraf tamam ıslanmalıdır. Birinci dökmede oğmalıdır. Gusülde, bir uzva dökülen suyu, başka uzuvlara akıtmak câiz olup, orası da temizlenir. Çünkü, gusülde bütün beden, bir uzuv sayılır. Gusül ederken namaz abdestini bozacak şey hasıl olsa, (bir yeri kanasa) gusle zararı olmaz, fakat namaz kılmak için bir daha almak lazım olur. Müslüman ibâdetlerini Allahın emri olduğu için yapar. Fakat bazı faydalarını da bilmesi iyi olur. Gusül abdestinin, namaz abdestinin sağlığımız açısından faydaları çoktur. İbâdet maksadıyla yapılan her iki temizlik, beden sağlığımız için pek çok faydalar hâsıl etmektedir. Yüz yıkamakla cilt kuvvetlenir, baştaki ağırlığı ve yorgunluğu hafifletir. Devamlı abdest alanlar, ihtiyarlasalar bile yüzlerindeki güzelliklerinin gitmemesinin sebebi budur.
Akıllı ve cahil kimselerde dilin yeri
23 Şubat 2010 01:00
İnsanın başına gelen işler, genelde dili sebebiyledir. Dilini tutanın, başı selâmette olur. Nitekim Resûlullah Efendimiz, "Diline sahip olan ve kusûrlarına gözyaşı döken kimseye ne mutlu!" buyurmuştur. Evliyânın büyüklerinden Hasan-ı Basrî hazretleri dili şöyle anlatır: Akıllı, hikmet sâhibi insanın dili, kalbinin ötesindedir, kalbi öndedir. Bir şey konuşmak istediği zaman, önce kalbine gelir. Eğer faydalı bir şey ise konuşur. Değilse konuşmaz. Kalbi onu dile bırakmaz. O da konuşamaz. Câhillerin ise kalbi, dilinin ötesindedir. Bir şey konuşmak istediği zaman, o şey geriye doğru kalbe gitmez. Diline geleni hemen konuşur. Resûlullah Efendimiz, Ebû Zer-i Gıfârî hazretlerine şöyle buyurdu: - Aklı olan bir kimsenin dilini tutması gerekir. Konuştuğu her sözün hesabını vereceğini bilen bir kimse az konuşur. Ne dünyasını ve ne de âhiretini ilgilendirmeyen sözler sarf etmez. Hazret-i Ali buyurdu ki: Ben, Resûlullah efendimizden işittim, şöyle buyurdu: - Akıllı insana yaraşan; geçim husûslarının, âhireti ilgilendiren hâllerin ve aîlevî mes'elelerin dışında, konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan, hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız şeylerden ve harâmdan korumaktır. İlim bir kemâldir, bir zînettir. Sükût da selâmettir. Konuşmalarda sözü uzatmamalıdır. Sükût eden, konuşmayan pişmanlık duymaz. Fakat kişi konuştuklarından defalarca pişmanlık duymuştur. Bunun için "Yiğidi öldüren, ayak sürçmesi değil, dil sürçmesidir" demişlerdir. Yiğit, dilinin hatâsı sebebiyle değerini düşürür. Hapsedilmeye dilden daha lâyık bir şey yoktur. Kişinin dilinde, konuşmasında, kendisini hiç ilgilendirmeyen nice sözler bulunur. Onu ağza sağlam bir kilitle kilitlemek gerekir. Şakacı kimselerden çıkmış nice sözler vardır ki, âdetâ yaydan fırlamış bir ok gibi sâhiplerini ansızın mahvetmişlerdir. Başkasını güldüreyim derken kendisi küfre düşmüş, dinden çıkmıştır!.. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Namaz, bedendeki baş gibidir
24 Şubat 2010 01:00
Dinde, imandan sonra namaz gelir. Namaz, bedendeki baş gibidir. Bu kadar önemli olan ibadetin zayi olmaması için, şartlarına uygun kılınması lazımdır. Namazın şartları, farzları vardır. Bunlar yerine getirilmezse namaz olmaz: 1-HADESTEN TAHARET: Gusül ve namaz abdestinin alınması. (Dün bahsetmiştik) 2-NECASETTEN TAHARET: Namazda; bedende, elbisede ve namaz kılacak yerde dirhem miktarından çok necaset bulunmaması. (Dirhem miktarı yaklaşık 4.8 gramdır) 3-SETR-İ AVRET: Namazda örtünmesi gereken yerlerin örtülmesi. 4-KIBLEYE DÖNMEK: Namazı Kâ'be-i şerîf istikametinde kılmak farzdır. Bilmeyen araştırır, bir bilene sorar, pusuladan istifade eder. Araştırmadan kılarsa, kıbleye rastlamış olsa bile, namazı kabul olmaz. Araştırır fakat isabet ettiremezse namazı kabul olur. 5-VAKİT: Namaz kılmak için vaktin girmiş olmasıdır. Bir namaz, vakti gelmeden önce meselâ beş dakika önce kılınırsa, sahîh olmaz. Hem de, büyük günâh olur. 6-NİYET: Niyet, iftitâh tekbîri söylerken edilir. Daha önce de niyet etmek câizdir. Namaza niyet etmek demek, ismini, vaktini, kıbleyi, imâma uymayı irâde etmek, kalbinden geçirip, kılmayı tercîh etmek demektir. 7-İFTİTAH TEKBİRİ: İftitah tekbiri, ilk tekbir farzdır, namaz içindeki tekbirler ise sünnettir. İftitah tekbiri namaza başlarken, "Allahü ekber" demektir. Başka kelime söylemekle olmaz. 8-KIYAM: Kıyâm, ayakta durmak demektir. Ayakta duramayan hasta, oturarak kılar, oturamayan hasta, sırtüstü yatıp başı ile kılar. Yüzü, semâya karşı değil, kıbleye karşı olması için, başı altına yastık konur. Ayakları kıbleye karşı, dizlerini dikerek yatar. Rükü ve secdeleri ima ile yapar. Her halükârda namaz kılmamız şarttır. Kişinin şuuru yerinde ise, namazını kılmak zorundadır. (Hıristiyanlar gibi, sandalyeye, sıraya oturarak, masaya secde ederek namaz kılınmaz.) 9-KIRAAT: Kırâat, ağız ile okumak demektir. Yalnız kılanın bile kendi işitecek kadar sesli okuması şarttır. Kendi kulakları işitecek kadar sesli okumaya, hafîf okumak denir. Yanında olan kimselerin de işitecekleri kadar sesli okumağa, "cehrî" yâni yüksek sesle okumak denir. 10-RÜKÜ: Namaz kılan, sûreden sonra, tekbîr getirerek rükü'ya eğilir. Rükü'da, erkekler parmaklarını açıp, dizlerin üstüne kor. Sırtını ve başını düz tutar. Rükü'da, bacaklar ve kollar dik tutulur. Kadınlar parmaklarını açmaz, sırtını ve başını, bacaklarını, kollarını dik tutmaz. 11-SECDE: Namazın şartlarından biri de secdedir: Secdede el parmakları, birbirine bitişik, kıbleye karşı, kulaklar hizâsında, baş iki el arasında olmalıdır. Alnı temiz yere, yani taş, toprak, tahta, yaygı üzerine koymak farz olup, burnu da beraber koymak vâcib denildi. Yalnız alnı koymak mekrûhtur. 12- KADE-İ AHIRE: Son rek'atta, tehıyyât okuyacak kadar oturmak farzdır. Erkekler, otururken, sol ayağını parmak uçları sağa doğru dönük olarak, yere döşer. Bu ayağın üzerine oturur. Sağ ayağını dik tutar. Bunun parmakları yere değer. Parmaklarının ucu, kıbleye karşı biraz bükülmüş olur. Böyle oturmak sünnettir. Kadınlar "Teverrük" ederek oturur. Yanî, kaba etlerini yere koyarak oturur. Uylukları birbirine yakın olur. Ayaklarını sağ taraftan dışarı çıkarır. Ettehıyyatüden sonra salli barik ve Rabbena atina... okuduktan sonra selam verilerek namazdan çıkılır. Farzdan sonra, hemen son sünnete kalkmak, arada bir şey okumamak, lâzımdır. Peygamberimiz, farzı kılınca "Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli velikrâm" diyecek kadar oturup, fazla oturmaz, hemen son sünneti kılardı. "Âyet-el-kürsî" ile tesbîhleri, farzla sünnet arasında okumazdı. Bunları, son sünnetten sonra okumak lazımdır. Farzdan önceki sünnetler de, böyle olup, farz ile sünnet arasında bir şey okunursa, namazın sevâbı azalır. (Geniş bilgi için, TAM İLMİHAL SEADET-İ EBEDİYYE kitabına bakılmalıdır
Dil kalp ve diğer uzuvlar
24 Şubat 2010 01:00
İnsanın bedeni genel olarak şu üç kısımdan meydana gelmiştir: Birincisi, kalbidir. İkincisi, dilidir. Üçüncüsü de vücudunun diğer uzuvlarıdır. Cenâb-ı Hak, bu üç kısımdan her birine bir özellik, bir şeref vermiştir. Meselâ kalbi, kendini ve birliğini tanıyacak kabiliyette yaratmak sûretiyle onu şereflendirmiştir. Dili ise, kendisinden başka ilâh bulunmadığına şehâdet edecek ve Kur'ân-ı kerîm okuyacak bir yetenekte yaratmak sûretiyle şereflendirmiştir. Diğer uzuvları da namaz kılacak, oruç tutacak ve diğer ibâdetleri yapacak bir kabiliyette yaratarak şereflendirmiştir. Ayrıca, Allahü teâlâ, insan vücudunun her bir organına bir gözcü, bir muhâfız dikmiş; kalbin muhâfazasını ise, kendi velâyeti altına almıştır. Öyle ki, kulun kalbindekini Allahtan başkası bilemez. Allahü teâlâ, insanın diline birtakım muhâfızlar koymuştur. Meselâ Kur'ân-ı kerîmde, "İnsanoğlu bir söz sarf etmeye dursun, onun yanında mutlaka hazır bir gözcü vardır" buyurulmuştur. Diğer uzuvlara da birtakım emirler ve yasaklar yüklemiş, bazı şeyleri yapmakla, bazılarından da sakınmakla onlar sorumlu tutulmuştur. Bütün bunlardan sonra da, her bir organın, mükellef olduğu vazîfeye vefâ göstermesi; îmânda sebât etmesi, kimseye hased etmemesi, hıyânet etmemesi, hîle yapmaması gerekir. Dilin vefâsı, gıybet etmemesi, yalan söylememesi, lüzûmsuz, boş sözler sarf etmemesidir. Diğer organların vefâsı da, Cenâb-ı Hakkın emirlerine karşı gelmemesi, hiçbir Müslümana sıkıntı, ezâ vermemesidir. Bir kimse, kalbin mükellef olduğu şeyleri, dil ile reddederse o kâfir olur, dinden çıkar. Âzâsının mükellef olduğu şeyleri edâ etmezse, meselâ kalb ile tasdîk ve dil ile ikrâr etmekle beraber, namazını kılmaz, orucunu tutmazsa o da günâhkâr olmuş olur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
En iyi ve en kötü iki şey!..
25 Şubat 2010 01:00
Peygamber Efendimiz, Muâz İbni Cebel hazretlerini Yemen'e göndermişti. Hazret-i Muâz, vedâ edip ayrılırken şöyle dedi: - Yâ Resûlallah bana nasîhat et. Resûlullah efendimiz dilini işâret ederek; - Diline sâhip ol, buyurdular. Muâz, tekrar nasîhat istedi. Peygamber Efendimiz; - Yâ Muâz! İnsanların yüzüstü Cehenneme düşmelerine sebep, dillerinden başkası değildir, buyurdu. Ebû Hüreyre hazretleri şöyle demiştir: İnsan bir kelime söyler ve onu önemsemez. Oysa o kelimeden ötürü cehenneme yuvarlanır ve yine bir kelime söyler, bu kelimeyi yeterince takdir etmez. Halbuki Allahü teâlâ o kelimeden ötürü onu cennetin yüce mertebelerine yükseltir. Ebû Zer-i Gıfârî hazretleri şöyle demiştir: Hz. Peygamber bana şöyle dedi: -Sana, bedenine hafif, mizanda ağır bir ameli öğreteyim mi? -Evet, ya Resûlallah! Öğret! -O amel susmak, güzel ahlâk ve seni ilgilendirmeyeni terk etmektir. Bir defasında hazret-i Ömer, bir genci görünce şöyle buyurdu: - Delikanlı! Eğer üç şeyin kötülüğünden kendini korursan, gençlik çağının sebep olduğu şeyden korunmuş olursun: Dilinin kötülüğünden, cinsî arzularının kötülüğünden, bir de midenin kötülüğünden korunursan, kendini gençliğin kötülüklerinden korumuş olursun. Hazret-i Lokman Hakîm birisinin işinde çalışıyordu. Çalıştığı kimse; - Şu koyunu kes ve en güzel iki parçasını pişirip bana getir, dedi. Hazret-i Lokman koyunu kesti, yüreği ile dilini pişirip efendisine sundu. Başka bir zaman da, en kötü iki parçasını istedi. Hazret-i Lokman, bu defa da yine yüreği ile dilini pişirip götürdü. O kimse bunun sebebini sorunca buyurdu ki: "Temiz oldukları takdirde bedende kalb ile dilden daha güzel iki et parçası yoktur. Pis oldukları takdirde ise onlardan daha kötü iki et parçası yoktur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Söylenen her söz önemli!
26 Şubat 2010 01:00
İnsanın haram işlemesi haram olduğu gibi işlediği haramları, günahları anlatması da haramdır. Kadınlardan, içki âlemlerinden, yaptığı zulümden, çirkin ve kötü hallerden bahsetmek buna girer. Bunun için kişi her sözüne dikkat etmesi lazımdır; bir cümle, bir kelime bazen insanın kurtuluşuna veya önem vermediği için felaketine sebep olabilir. Nitekim Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Kişi, Allah'ın rızasına uygun bir kelime konuşur, (fakat tevazu gösterip) o kelime sebebiyle bundan sevap beklemez. Ancak Allahü teâlâ o kelimeden ötürü kıyamete kadar o adam için (sevap) yazar. Kişi Allah'ın gazabını hak eden bir kelime konuşur, bu kelimeden dolayı felâkete uğrayacağını ummaz ve böylece Allahü teâlâ o kelimeden dolayı kıyamete kadar gazabını yazar." Hazreti Alkame şöyle derdi: "Konuşacağım nice şeyler vardır ki Bilâl bin Hars'in hadîsi beni o konuşmalardan menetti.' Çünkü Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kişi bir kelime söyler, o kelime ile yanında oturanları güldürür ve o kelimeden dolayı Süreyya'dan daha uzak bir mesafeden cehenneme düşüp yuvarlanır." Resulullah Efendimiz, bir faydası olmayan, hatta zararlı, geçersiz, batıl söz söylemekle ilgili şöyle buyurmuştur: "Kıyamette insanların en fazla hatalı, zarar görmüş olanları, dünyada en fazla bâtıla dalanlarıdır." Allahü teâlâ cehennemliklerin şöyle dediklerini bildirmektedir: "Boş şeylere dalanlarla birlikte dalardık!" (Müddessir/45). Bunun için böyle kimselerden uzak durulması istenmiştir. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: "Onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz." (Nisa/140) Selmân-ı Fârisî buyurdu ki: 'Kıyamet gününde insanların en günahkâr olanları, dünyadaki konuşmalarında Allaha en fazla isyan edenleridir.' Bid'atlerden, bozuk mezheblerden ve Eshâb-ı kiramın arasında cereyan eden savaşlardan bahsetmek ve Eshâb-ı kiramın bir kısmını kötülemek buna girer. Azaba sebep olur.
Münakaşa etmek!..
27 Şubat 2010 01:00
Münakaşa, cedelleşme dostlar arasındaki kin ateşini körükler. Münakaşa, karşıdaki insanı cahil yerine koymak, sen bilmezsin, ben bilirim demektir. Cahillikle suçlanan herkes az veya çok kızar. Hadis-i şerifte, "Allahü teâlânın en çok buğzettiği kul, tartışmada ileri gidendir" buyurulmaktadır. Münakaşa, dostların azalmasına, hasımların çoğalmasına sebep olur. Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: "Bin kişinin dostluğuna, bir kişinin düşmanlığını satın alma!" Münakaşa eski ismi ile cidal etmek yasaklanmıştır. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kardeşinle tartışma, onunla alay etme! Ona bir söz verdiğin zaman, sözüne muhalefet etme!", "Aranızdaki tartışmayı terk ediniz; zira tartışmanın hikmeti anlaşılmaz, fitnesinden de emin olunmaz!" Müslim bin Yesar şöyle buyurmuştur: "Cedelden, münakaşadan kaçınınız! Zira o an, âlimin câhilleştiği andır. O saatte şeytan, âlimin sürçmesini bekler!" Mâlik bin Enes buyurdu ki: "Dinde cedel yoktur. Mücadele kalpleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur" Hadis-i şerifte, "Kim haklı olduğu halde tartışmayı terk ederse, onun için cennetin en yüce yerinde bir köşk bina edilir. Haksız olduğu halde tartışmayı terk eden bir kimse için ise, cennetin orta yerinde bir köşk bina edilir." Bilâl bin Sa'd buyurdu ki: "Kişiyi konuşmada fazla inatçı, cedelci veya görüşünü beğenmiş olarak gördüğün zaman bil ki onun zararı zirveye ulaşmıştır." Süfyan-ı Sevrî şöyle demiştir: "Dilediğin bir insanla muhabbet et! Sonra onu bir defacık cedelle kızdır. O sana öyle bir iftira atar ki o felâket senin hayatını altüst eder." İbni Ebi Leylâ şöyle buyurmuştur: "Ben kesinlikle arkadaşımla cedel etmem! Çünkü onunla cedelleştiğim takdirde ya onu yalanlayacak veya kızdıracağım. İkisi de mahzurludur." Ebû Derdâ da, "Devamlı cedel yapman günah bakımından sana yeter" demiştir. Bilâl bin Sa'd buyurdu ki: "Bir kimsenin münâzara ve muhalefet yaptığını, sâdece kendi görüşünü beğendiğini, ısrarlı bir tutum içerisinde olduğunu görürsen, hüsranının tamam olduğunu bil." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www
Hakiki iman için lazım olan altı haslet!
28 Şubat 2010 01:00
Münakaşa, kendisinin akıl, fazilet ve ilimde üstünlüğünü ispata çalışmaktır. Bu ise karşıdakini aşağılamaktır. Bu da, kalb kırıklığına sebep olur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Münakaşa etmeyen, kimseyi incitmeyen kimse Cennete girer." Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Altı haslet vardır ki kimde bulunursa o, imanın hakikatine varmıştır. 1- Haklı olduğu halde münakaşayı bırakmak. 2- Allah düşmanları ile savaşmak. 3- Yağmurlu ve bulutlu günlerde namazı ilk vaktinde kılmak. 4- Musibetlere sabretmek. 5- Zorluklara rağmen abdesti yerli yerinde, eksiksiz almak. 6- Yaz mevsiminde oruç tutmak." Hazreti Ömer şöyle buyurmuştur: "İlmi şu üç şey için öğrenme: 1. İlmi, halkla mücadele etmek için, 2. Onunla böbürlenmek için, 3. Riyakârlık yapmak için... Üç şey için de ilmi bırakma: 1. İlmi öğrenmekten utanmak için, 2. İlmi kıymetsiz saymak için, 3. İlim yerine cahilliğe razı olmak için... Hazreti İsa şöyle buyurmuştur: 'Kimin yalanı çoğalırsa, güzelliği silinir. Halkla münakaşa edenin ise mürüvveti düşer! Üzüntüsü çoğalanın bedeni hastalanır. Ahlâkı kötü olanın da devamlı canı sıkılır ve sıkıntı içinde kalır.' Hafız-ı Şirazi, "Dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir" buyurmuştur. Bunun için herkese yumuşak söylemeli, sert söylememeli, cedelleşmemelidir! İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli, münakaşa etmemeli, düşman kazanmamalıdır! Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Söz veriyorum ki, münakaşa etmeyen, haklı olsa da, dili ile kimseyi incitmeyen, şaka ile veya yanındakileri güldürmek için, yalan söylemeyen, iyi huylu olan Müslüman Cennete girecektir." Tel: 0 212 - 454 38 21
Rabbim bana münakaşayı menetti!"
1 Mart 2010 01:00
Münakaşanın sebebi kişinin kendisini karşısındakinden üstün görmesidir. Kendini karşısındakinden üstün görmek ise kibirdir. Kibir ise kötü huylardandır. Dolayısıyla münakaşa güzel ahlâkın zıddıdır. Halbuki Müslüman güzel ahlâklı olmalıdır. Hadis-i şerifte, "Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlâkla memnun etmeye çalışınız!" buyuruldu. Resul aleyhisselam, "Münakaşa etmeyen, haklı olsa da, kimseyi incitmeyen, şaka veya güldürmek için, yalan söylemeyen, iyi huylu olan Müslüman Cennete girer" buyurdu. Münakaşayı seven kimseler, şöhret sahibi olmayı isteyenlerdir. Falanca falancayla münakaşa etmiş, karşısındakini susturmuş gibi sözlerden zevk alırlar. Halbuki şöhret zararlıdır. Nitekim, imam-ı Gazali hazretleri, "Ancak şöhret için uğraşan, tartışmayı sever. Şöhret ise afettir" buyurdu. Salih mümin şöhreti sevmez, kibirli olmaz, vakar sahibidir, dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Hiç münakaşa etmez! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Putperestlik ve içkiden sonra Rabbimin beni nehyettiği ilk şey münakaşayı men etmek olmuştur." "Allah hidayet verdikten sonra cedele dalan bir kavim, dalâlete sapmış demektir." "Haklı da olsa kul, cedeli bırakmadıkça iman hakikatini kemâle erdiremez." Yine Lokman Hakîm hazretleri buyurdu ki: "Ey oğlum! Diline sâhip olmayan, sonunda pişmân olur. Çok münâkaşa ve münâzara yapan, kötülenir. Kötü işlerin yapıldığı yerlere girenler, oralarda işlenen kötü işleri yapmakla suçlanır ve töhmet altında kalırlar. Kötü kimse ile arkadaş olan, kötülükten kurtulmaz, emîn olamaz. İyi kimse ile arkadaş olan kimse de, iyi şeylere kavuşur." Enes bin Malik hazretleri bildiriyor: Biz bir gün dinî bir konuda tartışırken, Resulullah efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki: "Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa edene şefaat etmem." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail
Gelişi ile dünya aydınlığa kavuştu
2 Mart 2010 01:00
Geçen hafta (perşembeyi cumaya bağlayan gece) Mevlid Kandili idi. Yani, bütün kâinatın onun hürmetine yaratıldığı Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın 1439 yıl önce dünyayı şereflendirdiği, dünyayı aydınlattığı gece idi. Çünkü; Fahr-i kâinât efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir zulmet ve karanlık içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudutsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği hak dinler unutulmuş; ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştı. Bütün mahluklar, insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Küfür fırtınası, kalblerden imânı söküp atmış, gönüllerde, Allahü teâlâya inanma yerine, putlara tapma fikri yerleşmişti. Kâbe-i muazzamaya, üç yüz altmış adet put yerleştirmişlerdi. Her kabilenin bir putu vardı. Ahlâksızlık, fuhuş da zirve yapmıştı. Hatta iftihâr vesilesi olarak kabul ediliyordu. Arabistan, dînî, rûhî, sosyal ve siyâsî bakımlardan, koyu bir karanlık, tam bir câhiliyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde idi. ZULÜM HAD SAFHADAYDI Câhiliye Devri denilen bu zamanda, insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve kabilelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme halinde olan Arab kabileleri, baskın ve yağmacılığı, kendileri için bir geçim vasıtası sayıyorlardı. Zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabilelerden meydana gelen Arabistan'da, siyâsî bir nizam, sosyal bir düzen de mevcut değildi. Zulüm, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir vasıta idi; kadın, elde basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunç telâkki o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; "Babacığım! Babacığım" diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryât etmelerine hiç kulak asmadan, üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk ediyorlardı. Bu vahşetlerden dolayı vicdanları hiç sızlamıyor, hatta bunu bir kahramanlık sayıyorlardı. Netice itibariyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş; insanlar âdeta canavarlaşmıştı. O zaman Arabistan'da insanlar, inanç bakımından da, bölük bölüktü. Bir kısmı tamamen inançsız ve dünya hayatından başka bir şey kabul etmiyor. Bir kısmı ise Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanıyor; fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir kısmı da Allahü teâlâya inanıyor, âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da, Allahü teâlâya şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin her birinin evinde bir put bulunuyordu. BEKLENEN GÜNEŞ DOĞMAK ÜZERE Bütün bunlardan başka, hazret-i İbrahim'in bildirdiği din üzere olan ve "Hanîfler" denilen kimseler de vardı. Bunlar Allahü teâlâya inanır ve putlardan uzak dururlardı. Peygamber efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib, annesi ve bazı kimseler, bu din üzere idiler. Hanîflerden başka bütün gruplar batıl yolda olup, büyük bir zulmet ve karanlığa gömülmüşlerdi. Âlem mahzûn, varlıklar mahzûn, gönüller mahzûndu. Yüzler gülmeyi unutmuştu. Bunları giderecek, insanları dünya ve ahiret huzuruna kavuşturacak bir kahraman bekleniyordu. Çünkü her Peygamberin gelişi böyle olmuştu. Her biri güneş gibi doğup karanlıkları aydınlığa, nûra çevirmişlerdi. Şimdi de cahillik, vahşet zirvedeydi. İnsanlar insanlıktan çıkmışlardı. Bu karanlıktan kurtaracak, insanlara insanlıklarını hatırlatacak Resul gelmek üzereydi... Artık güneşin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Âlem, Âdem aleyhisselamdan bugüne kadar, temiz alınlardan temiz alınlara geçerek gelen nûrun sahibini karşılamak için hazırlanıyordu. İnsanlara sonsuz saâdeti gösterecek eşsiz insan geliyordu!.. Şefkat ve merhamet kaynağı, Rabbinin ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek insan geliyordu!.. (Devamı yarın)
Münakaşada üzme kırma vardır!
2 Mart 2010 01:00
Cedelleşme, münakaşa etmek, başkasını susturmak, âciz bırakmak, konuşmasını tenkid suretiyle onun değerini düşürmek, onu kusurlu bulmak ve cahilliğini ortaya dökmekten ibarettir. Mücadelede, münakaşada karşısındakinin hoşuna gitmeyecek şeyler ortaya atılır. Kusurları, yanlışları söylenir. Bu yapılırken de kendisinin kusursuz, ondan üstün olduğu ifade edilmiş olunur. Bu doğru bile olsa karşısındakinin kusurlarını, ayıbını ortaya çıkarttığı için caiz olmaz, ayrıca kendi kibrini, gururunu gösterdiği için bu da caiz olmaz. Bunun için insan, bu tür yanlıştan, mücadeleden sustuğu takdirde günahkâr olmayacağı her tür tartışmadan kaçınmakla kurtulabilir. İnsanı bu tür mücadeleye teşvik eden şey, ilmini ve faziletini göstermek suretiyle üstünlüğünü ispat etmek ile başkasının eksikliğini göstererek ona hücum etmek hevesidir! Bunların ikisi de nefsin gizli ve pek kuvvetli iki arzusudur. Münakaşa hiçbir zaman başkasını üzmekten uzak değildir. Öfkeyi kabartmaktan, kendisine itiraz edilen kişiyi yanlışa düşürmekten hatta hataya teşvik etmekten uzak değildir! Onun yanlışına sevinir. Halbuki kim söylerse söylesin yanlıştan, kötü sözden üzüntü duymak lazımdır. İş o noktaya varır ki taraflar karşısındakinin her sözüne itiraz eder, onun yanlışlığını ispat etmek için uğraşır. İş gittikçe kızışır; tıpkı birbirine hırlayan iki köpeğin arasındaki sürtüşmenin kızışması gibi. Onların her biri diğerini ısırmaya fırsat kollar. Bunun tedavisi; başkasını kusurlu ve eksik görme huyundan kurtulmaktır. Dâvûd-i Tâî hazretlerine soruldu: - Sen neden inzivaya çekilmeyi seçtin? -Cidali terk etmek suretiyle nefsimle mücadele etmek için inzivayı seçtim. -Meclise gel! Söylenilen sözü dinle! Konuşma! -Ben bunu yaptım! Bana bundan daha güç gelen bir mücâhede görmedim. Başkasının yaptığının yanlış olduğunu düşünen bir kimsenin, o yanlışı düzeltmeye veya belirtmeye gücü olduğu halde, orada sabretmesi cidden zordur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Doğduğu geceki olaylar...
3 Mart 2010 01:00
Yedi kat yer, yedi kat gök, kısaca bütün âlem büyük bir hürmet ve sevinç içinde; çünkü Seyyid-il-Mürselîn, Hâtem-ül-enbiyâ, Habîb-i Hudâ olan efendisi dünyaya teşrif etti... Milâdi senenin 571. yılı, nisan ayının yirminci günü, hicretten 53 sene evvel "Fil Vak'ası"ndan iki ay kadar sonra, Rebî'ul-evvel ayının on ikinci pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke'nin Hâşimoğulları Mahallesinde, Safa Tepesi yakınındaki saâdethânede Allahü teâlânın nûru "Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem" doğdu, O'nun teşrifiyle âlem, yeniden hayat buldu. Karanlıklar, birden "Nûr" ile aydınlandı. Hazret-i Âmine validemiz, doğum anını şöyle anlatır: "Doğum anı geldiğinde, heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sıvazladı. Korku ve ürpertiden eser kalmadı. O anda susamış, sanki hararetten yanıyordum. Yanımda süt gibi beyaz, bir kase şerbet gördüm. O şerbeti, içmem için bana verdiler. İçtim, baldan tatlı ve soğuk idi. Artık susuzluğum kalmamıştı. BÜTÜN PUTLAR YIKILDI Sonra büyük bir nur gördüm, evim o kadar nurlandı ki, O nurdan başka bir şey görmüyordum. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Bütün yeryüzünü doğudan batıya kadar gördüm. Etrafımı melekler kuşatmıştı. Bir ses işittim; "O'nu mağripten maşrıka kadar her yerde gezdirin. Gezdirin ki, cümle âlem O'nu ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler. O'nun isminin Mahi olduğunu yani Allahü teâlâ, O'nunla şirki yok ettiğini bilsinler" diyordu. Safiyye Hatun da şöyle anlatmıştır: "Muhammed aleyhisselam doğduğu sırada, her tarafı bir nur kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübarek başını kaldırıp açık bir dil ile; "La ilahe illallah, inni resulullah" dedi. O'nu yıkamak istediğimde; biz O'nu yıkanmış olarak gönderdik, denildi. Sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın dünyaya geldiği gece, bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahudi âlimleri, Muhammed aleyhisselamın doğduğunu anlamışlardı. Eshâb-ı kirâmdan Hassan bin Sâbit anlatır: "Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahudinin biri; 'Ey Yahudiler!' diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudiler; 'Ne var, bu bağırman nedendir?' diyerek yanına toplanınca, o; 'Haberiniz olsun, Ahmed'in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi...' diye cevap verdi." Resûl-i ekrem efendimizin doğduğu gece Kâbe'deki putların hepsi yüzüstü yere yıkıldı. Urvet-übn-ü Zübeyr bildirdi: "Kureyş'ten bir cemaatin bir putu vardı. Yılda bir defa onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir gün, putun yanına vardıklarında, onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defa tekrarlandı. Bunun üzerine etrafına iyice destek verip diktikleri sırada, şöyle bir ses işitildi: Bir kimse doğdu, yeryüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi!.." BİN SENELİK ATEŞ SÖNDÜ Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi, burcu yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı; yine kendilerinden bazı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyâları tâbir ettirdiklerinde, bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anlamışlardı. Yine o gece, Mecûsî yani ateşe tapanların bin seneden beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları âniden sönüverdi. Ateşin söndüğü tarihi kaydettiler, Kisrâ'nın sarayında burçların yıkıldığı geceye rastlıyordu. Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semâve Nehri vâdisi yine o gecede dolup taşarak akmaya başladı. O zaman mukaddes sayılan Sâve Gölü'nün de o gece bir anda suyu çekilip kuruyuvermişti. Muhammed aleyhisselamın doğduğu geceden itibaren, şeytan ve cinler artık Kureyş kâhinlerine hadiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi... Daha nice olağanüstü haller hep Resulullahın teşrifi ile meydana geldi. (Resulullah Efendimizin hayatı, mucizeleri, örnek ahlâkı ile ilgili geniş bilgi için "Kâinatın Efendisi" kitabını-Arı sa
İmtihan ağır, mükafat büyük!
3 Mart 2010 01:00
Resul aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Kim haklı olduğu halde tartışmayı terk ederse, Allahü teâlâ ona cennetin en yücesinde bir köşk bina eder." İmam-ı Gazali hazretleri bu hadis-i şerifi şöyle açıklıyor: Mükafatın büyük olması, imtihanın zor olmasındandır. Çünkü böyle bir durumda tartışmayı terk etmek, nefse çok ağır gelir. Bir de cedelleşme öyle bir tabiattır ki kişi bundan dolayı kendisine bir sevap geleceğini zanneder ve hırsı daha da artar. Bu düşünce çok yanlıştır. Kişi bozuk itikatlı, sapık düşünceli bir kimse ile bile karşılaşsa dilini tutması gerekir. Bu emr-i ma'rufu terk etme manasına gelmez. Böyle bir kimse ile karşılaştığında ona cedel, mükanaşa yoluyla değil, tenha bir yerde nasihat yoluyla ve uygun bir dille söylemelidir. Çünkü cedel, kişinin hatasını anlasa bile mahcub olmamak için hatasında ısrar etmesine sebep olur. Kişi, bu şekilde nasihatinde, sapık itikatlı kimseye fayda vermeyeceğini anlarsa, o vakit bid'at ehlini terk edip, kendi nefsiyle meşgul olmalıdır. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ehl-i kıble hakkında dilini tutan bir kimseden Allah razı olsun. Ancak bildiğini en güzel bir şekilde söyleyebilir." Hişam bin Urve der ki: "Resul aleyhisselam bu hadîsi yedi defa tekrar etti. Kim mücadeleyi, münakaşayı âdet edinirse ve halk da onu överse ve bundan dolayı nefsinin memnun olduğunu ve halk tarafından kabul edildiğini görürse, o kimsede bu helâk edici sıfatlar kuvvet bulur ve öfke, kibir, riya, makam sevgisi ve faziletten dolayı aziz olmak gibi kötü sıfatlar kendisinde toplandığı zaman onlardan kurtulmaya gücü yetmez. Bu sıfatlarla teker teker mücadele etmek bile güç olduğu halde acaba tümüyle birden nasıl mücadele edilebilir? Haklı olduğu halde tartışmayı terk etmek, haksız olduğu halde, tartışmayı terk etmekten daha zordur. Bu bakımdan haklı olduğu halde münakaşayı terk etmek daha çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Haklı da olsa, münakaşayı terk etmeyen, hakiki imana kavuşamaz.", "Mücadelede ısrar edeni Allahü teâlâ sevmez." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Münakaşada ısrar etmek!
4 Mart 2010 01:00
Mis'ar bin Kedâm hazretleri oğluna şöyle nasihatte bulundu: "Oğlum! Münâzarayı, söze muhalefet etmeyi, şaka ile insanlara takılmayı terk et. Bunları, sevdiğim kimseler için hoş görmüyorum. İnsanlara, sözlerinde ve işlerinde dâima muhalefet edip karşı çıkmak, karşıdakinin kızgınlık ve kin beslemesine sebeb olur. Bu, münâkaşa gibidir. Münâkaşa insana düşmanlık kazandırır. İnsanların sözlerine ve işlerine devamlı muhalefet edip karşı çıkmanın zararı, faydasından çoktur. Zaten insanların birbirine sövüp, çirkin sözler söylemesi de bu gibi davranışlardan ileri gelmektedir. İki kişi arasında münâzara ve birbirinin sözüne ve işine karşı çıkma olunca, mutlaka ikisinin de kalbi birbirine karşı bozulup, aralarında bir soğukluk hâsıl olduğu gibi, gizli bir düşmanlık da meydana gelir." Ebû Ahfeş el-Kenânî de şöyle nasihat etmektedir: "Ey oğul! Yaşadığın müddetçe birbirinizle münâzara ve birbirinize muhalefet edip, karşı çıkmaktan sakın. Hafifliği ve cehâleti terk et. Çünkü bu, insana bir fâide getirmez. Hilmi, yumuşaklığı zillet, alçak ve düşük bir hâl olarak kabûl etme. Şüphesiz hilm, en kıymetli ve insan için en sâlim ve koruyucu bir yoldur." Akıllı kimse, haklı olsa da münakaşa etmez. Belalara, sıkıntılara göğüs gerer. Nimetlere şükreder. Ehline danışarak iş yapar. Günah işlemekten ve bilhassa imansız gitmekten çok korkar. Çok istiğfar eder. Muhammed Salim hazretlerine "Bir kimsenin evliya olduğu nasıl anlaşılır?" dediklerinde, "Münakaşa etmemesi, tatlı dili, güzel ahlâkı, güler yüzü, cömertliği, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesi ile bir kimsenin velî olduğu anlaşılır" buyurdu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, mücadelede ısrar edeni sevmez." "Mücadelede ısrar eden hariç, hiç kimse, hidayete kavuştuktan sonra sapıtmaz." "Arkadaşınla münakaşa etme! Ona sıkıntı verme! Ona buna arkadaşının hâlini sorma! Belki ona düşman birine rastlarsın da, arkadaşın hakkında yanlış bir şey söyleyip aranızın açılmasına sebep olabilir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Husûmet, dini mahveder!
5 Mart 2010 01:00
Münakaşa, cedelleşme, eksik, kusur arama; husûmete, hasım bellemeye, kin tutmaya ve düşmanlığa götürür. Husûmet, cedel ve itirazdan daha ileridir. Husûmette, ısrar ve inat öne çıkar. Bu ısrar ve inat bazen başlangıçta olur, bazen de karşısındakinin tavır ve davranışından kaynaklanır. Hazreti Âişe validemiz, Resulullahın şöyle buyurduğunu naklediyor: "Allah nezdinde erkeklerin en sevimsizi, münakaşada ısrar edenidir." Ebû Hüreyre hazretlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruldu: "Kim ilimsiz olarak bir husûmette mücadele ederse, o mücadeleden vazgeçinceye kadar Allahın öfkesine maruz kalır." İslâm büyükleri, "Husûmetten sakının! Çünkü husûmet, dini mahveder. Mütteki bir kimse, din hususunda hiçbir zaman husûmet etmez" buyurmuşlardır. Nitekim hadis-i şerifte hasedin ve kinin zararı şöyle bildirildi: "Eski ümmetlerden iki kötülük haset ve kin size bulaştı. Dinlerini haset ve kinle yıktılar." Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Hubeyk hazretlerine Horasan'dan Feth bin Şehraf isminde bir sevdiği geldi ve kendisinden nasîhat ricâ etti. Buyurdu ki: "Ey Horasanlı! Dilinle yalan söyleme, gözünle harama bakma. Kalbinle Müslüman kardeşine hased etme. Kin tutma ve iyi şeyler arzu et. Eğer böyle yapmazsan, sonunda bedbaht olursun." Bu zat Allahü teâlânın sonsuz ihsânına rağmen günah işlemekte ısrar edenleri; "Sana iyilik edene bile kötülük ediyorsun. Kötülük edene nasıl iyilik edebilirsin" diyerek, gafletten uyandırırdı. Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Kim, din kardeşi için diliyle sevgi ve hulûs gösterir de içinden ona düşmanlık ve kin beslerse, Allah ona lânet eder, dilsiz yapar ve kalp gözünü köreltir." Hayvanları bile kötülemez, onlara lânet etmezdi. "Her kim bir binek ve yük hayvanına, lânet olsun, derse, o hayvan (hâl diliyle) der ki: Âmin, lâkin yüce Allah'a hangimiz daha fazla âsi ise, lânet onun üzerine olsun!" der buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Kin kapısı kapalı tutulmalıdır!
6 Mart 2010 01:00
Kin tutmada, husûmette dili kontrol altında tutmak çok zordur. Kin ve düşmanlık nefsi alevlendirir, öfkeyi kabartır. Öfke harekete geçtiği zaman önceki düşmanlık unutulur arada ancak kin ve nefret kalır. Hatta bunların her birisi diğerinin kötülüğüne sevinir. Bu bakımdan kim husûmete başlarsa, bütün kötülüklere kapıyı açmış olur. Önemli olan kapıyı aralamamaktır. Kin ve düşmanlık kalp ile de yapıldığı için kişi namazda bile hasmını mağlup etmenin yollarını araştırır! O halde husûmet her şerrin, kötülüğün başlangıcıdır. Bu bakımdan zaruret olmaksızın husûmet kapısını açmamak lazımdır. Zaruret anında ise, dilini ve kalbini hasmının yanlışlarını, kusurlarını görmekten kurtarması lazımdır. Husûmetinde sadece farz olan miktarla yetinen bir kimse, günahtan uzak kalır. Böyle bir kimsenin husûmeti kötülenmez. Çünkü bu dinin emrettiği buğuzdur. Bu kadarı hadis-i şerif ile emredilmiştir: "Sizden her kim kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu imanın en zayıf derecesidir." Gücü yetmeyenin güç kullanmayı, dil ile söylemesi mümkün olmayanın dilini tutması günah olmaz. En azından kalp ile buğzu gerekir. Fakat niyeti sadece emri maruf olması lazımdır. Husûmette insanın elinden giden faydanın en azı, güzel konuşmak ve güzel konuşma hakkında bildirilmiş olan sevaplardır. Konuşmayı tenkit etmek ve kısacası; muhatabı cahillikle itham etmek veya yalanlamak olan itiraz etmekten daha sert bir şey yoktur. Çünkü mücadeleye girişen inatlaşan bir kimse, karşısındaki insanı ya cahillikle itham eder veya yalanlar. Böylece güzel konuşma elden kaçar. Halbuki Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Güzel konuşma ve yemek yedirme, cennette sizi mekan sahibi kılar." Ayet-i kerimede de şöyle buyurmuştur: "İnsanlara güzel söz söyleyiniz." (Bakara/83) Hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmuştur: "Güzel bir söz sadakadır." "Bir hurmanın yarısı ile de olsa ateşten korununuz. Eğer hurmanın yarısını bulamazsanız güzel bir söz ile korununuz." T
Münâkaşa ve münâzara yapma!"
7 Mart 2010 01:00
Mısır'da yetişen büyük velîlerden Şeyh İbni Nûh hazretleri, talebelerinden birine şöyle nasîhat etti: "İnsanlara karşı kendinde şu vasıfları bulundur: 1- Onlara karşı yumuşak konuş. 2- İnsanlarla münâkaşa ve münâzara yapma. 3- Herkese güler yüz göster. 4 - İnsanların arasında selâmı yay. 5- Onlardan aç olanları doyur. İnsanlar arasında şunlara da riâyet et: 1- Onlara düşmanlık yapma. 2- Onlarla inatlaşma. 3- Onlar arasında lüzumsuz konuşma. 4- Onların kusûr ve eksiklerini ortaya koyma! Her zaman şu hususlara riâyet et: 1- Evini temiz tut! 2- Gıybeti terk et! 3- Âhiret işlerine sarıl! 4- Dâimâ Allahü teâlâyı an, O'nu hâtırından çıkarma! Bunlardan sonra şunları yap: Senden ayrılacak şeyden, o seni terk etmeden önce, sen ondan ayrıl. Sana lâzım olacak şeye, o şey sana lâzım olmadan önce, ona sâhib ol! Takvâya sarıl! Her şeyi Allah için yap! Bütün hayırlar şu beş şeydedir: 1- Allah için sevmek. 2- Allahü teâlâya kulluk vazifelerini samîmî ve doğru olarak yapmak. 3- Allahü teâlânın emirlerine uymak. 4- Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden sakınmak. 5- Allahü teâlâdan uzaklaştıracak işleri bırakıp, O'nun rızâsını kazandıracak işleri yapmak. Bunlardan sonra şu beş şeyi yapmalıdır: 1- Allahü teâlânın sevdiğini sevmek. 2- Allahü teâlânın buğzettiğine buğzetmek. 3- Allah için sabretmek. 4- Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek. 5- Her işini Allahü teâlâya havâle etmek. Allahü teâlânın dilediği ve takdîr ettiğini güzel görmek. Şu hasletleri kendinde bulundur: Ahlâkını iyi yap. Vakitlerinin kıymetini bil. Kaçırdığın şeye üzülme. Gelenden memnûn ol. Allahü teâlânın bütün mahlûkâtına karşı şefkatli ol. İnsanlarla arkadaşlık ederken şunlara riâyet et: Onlardan gelen eziyet ve sıkıntılara sabret. Fakat sen onlara kat'iyyen eziyet etme. İyi olsun, kötü olsun, herkese iyilik yap. Onlara adâletle muâmele et. Onlara Allah için nasîhatte bulun." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Kin tutanın günahları affolmaz!
8 Mart 2010 01:00
Kin ve düşmanlık beslememek ve başkalarının da beslememesi için önce buna sebep olan davranışlardan kaçınmak gerekir. İnsan, kendisine veya bazılarına yaptığı kötülük sebebiyle birine düşmanlık eder, kin besler. Kin ise intikam ile yatışır. Düşmanına bir felaket geldiği zaman, bunu kendi kerametine hamlederek buna sevinir ve bunu kendi mükafatı sanır. Bunun için başkasının hoşuna gitmeyecek işlerden kaçınmak gerekir, bize yapılan olumsuz davranışları da affetmemiz; hatta kin tuttuğumuz kimselere dua etmemiz gerekir. Kur'an-ı kerimde iyilerin ettiği dua şöyle bildiriliyor: "Rabbimiz, bizi ve bizden önce gelip geçmiş mümin kardeşlerimizi affet; kalblerimizde, mümin kardeşlerimize karşı hiçbir kin bırakma!" (Haşr 10) Hadis-i şerifte, kin ve düşmanlığın günahların affına mani olduğu bildirildi: "Üç şey bulunmayan kişinin günahlarının affı umulur. Bunlardan biri, din kardeşine hıkd etmemektir." Başka bir hadîs-i şerîftede, "Üç şey bulunmayan kimsenin bütün günâhlarının af ve mağfiret olunması umulur: Şirke, küfre yakalanmadan ölmek, sihir yapmamak ve din kardeşine düşmanlık etmemek" buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte, "Hiç kimseye zulüm ve kin hissi duymadan yatanın günahları affolur" buyuruldu. Düşmanlık, kin tutmak; birçok kötü huya sebep olur. Kin tutan kimse, iftirâ, yalan ve yalancı şâhidlik ve gıybet ve sır ifşâ etmek ve alay etmek ve haksız olarak incitmek ve hak yemek ve ziyâreti kesmek günâhlarına yakalanır. Düşmanlığın, kin tutmanın sebeplerinden biri, kızmaktır. Gadab eden, kızan kimse, intikam alamayınca, kızgınlığı, düşmanlık hâlini alır. Allah için gadaba gelmek, kızmak iyidir. Dîne olan gayretindendir. Resûlullah Efendimiz, dünyalık işler yüzünden kimseye kızmazdı. Fakat, Allah için kızardı. Hacı Bayram-ı Velî buyurdu ki: "Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır." İmam-ı Şafii hazretleri "Dünyada en huzursuz kimse, kalbinde haset ve kin taşıyanlardır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
TV geleneksel aile yapısını yok etti!
9 Mart 2010 01:00
Geçen hafta, tüm gazete personeli Prof. Arman Kırım hocanın, "Başarılı ve Başarısız Girişimlerin Sebebi" konulu konferansındaydık. Hoca her branşta, her sektörde istifade edilebilecek ufuk açıcı prensipler sundu bizlere. Benim en çok ilgimi çeken böyle ciddi konular arasında söylediği, "Arkadaşlar ben televizyonu tamamen kapattım, hiç izlemiyorum; böylece kafam zinde ve dinç. Sizlere de tavsiye ederim" sözü oldu. Gerçi sadece Arman Hoca değil, son yıllarda pek çok aklı başında entelektüel kesimden de bu sözleri duyuyoruz. Epey zarar ziyandan sonra, deneme yanılma yoluyla da olsa gerçek görülebilmişti. Fakat, Temel'in deyişiyle "telefat" fazla oldu. Aile birliğinden, aile huzurundan, manevi değerlerimizden, örf ve âdetlerimizden çok şey geri gelmemek üzere gitti. Bu tür sözler beni otuz, kırk yıl öncelerine götürüyor. Televizyonun yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı zamanlara... O zamanlar bazı aklıselim sahibi, ileri görüşlü kimseler evlerine televizyonu sokmayınca çağ dışı kalmakla suçlanıyordu. Komşuları acırdı bunlara. Aralarında para toplayıp buna televizyon alma teşebbüsleri olurdu. Bu medeniyet(!) harikasından istifade edememesine üzülürlerdi. İLERİYİ GÖREBİLENİN HALİ Hatta bir komşumuz diğer komşumuz için ricaya gelmişti. Sizin henüz çocuklarınız yok fakat Abdullah Bey'in çocukları var. Hiç olmazsa çocuklarına acısın, çocukları için alsın. Maddi imkânı yoksa biz destek olabiliriz, demişti. Halbuki biliyorum ki, Abdullah Bey çocuklarını düşündüğü, onlara acıdığı için televizyonu evine sokmuyordu. Sokmama sebebini soranlara da, bir şey söylemiyordu, geçiştiriyordu. Aramızda konuşurken de, "Ne söylesem anlamaları, idrak etmeleri mümkün değil. Deneme, tecrübe yapmadan anlayamazlar. Temennim zarar ziyan fazla olmadan anlarlar!" diyordu. Her ikisi de iyi niyetli idi. Fakat birinin gözlüğü "yakın" diğerininki ise "uzak"tı; biri ancak önünü görebiliyor diğeri çok ileriyi, yıllar sonrasını görebiliyordu. Artık bugün gerek ilim adamlarından (sosyolog, psikiyatr gibi), gerekse devlet adamlarından çok kimse bunu dile getiriyor, tehlikesini söylüyor; devlet görevlisi ise tedbirini alıyor. Çünkü görülmeyecek gibi değil, televizyonlar aileyi dinamitledi. Aile darmadağın oldu. Aile bireyleri birbirinden koptu. Aile içi iletişim diye bir şey kalmadı. Ailenin her biri kendine bir yol buldu; farklı dünyanın insanları hâline geldi. Televizyon geleneksel aile yapısını yok etti! HERKES RAHATSIZ Nitekim, kadın ve aileden sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, dizi filmlerdeki (erotik) sahnelerin kendisini 'irite' ettiğini söyleyerek düşüncemizin doğruluğu resmî ağızdan teyit edilmiş oldu. Sayın Kavaf bu kadarı ile de yetinmeyerek üzüntüsünü şöyle dile getirdi: "Bu erotik görüntüler cinselliği erken yaşlara çeken sebeplerden biridir. Ben bundan çok rahatsızım. Dünya Sağlık Örgütü'nün, dünyada cinsellik yaşının 13'e kadar düştüğü yolunda bir araştırması var." Bakan Kavaf, son günlerin tartışma konusu olan dizi filmlerdeki bazı sahnelerin ekranlarda uzun tutulması konusunda şöyle konuştu: "Bu yayınları, çocukların kontrolsüz bir şekilde seyretmesi ve erotik sahneler... Bu konuda yetkili kurum RTÜK'tür. Biz ancak tavsiye ve önerilerimizi iletebiliriz. Ben kendi adıma söyleyeyim; aynı zamanda biz de rahatsızız. Vatandaşın taleplerini RTÜK'e ilettik. Bunlarla ilgili mutlaka bir yayın politikasını yeniden oluşturmak ve gözden geçirmek gerekir. Cinsellik olmadan da reyting alınabilir. İnsanlar cinselliğe odaklanmış bir halde yaşamıyorlar. Hayat ondan ibaret değil. Bu konuda daha duyarlı ve hassas olunmalıdır." Pek çok konuda olduğu gibi zaman, ya hep ya hiç zamanı değildir. Ne kadar kurtarabilirsek kâr bilinecek zamandır. Belki çok kimse Arman Hoca'nın yaptığı gibi TV'yi tamamen kapatamayacak. Ancak zararını azaltmak, hatta zararlı olduğunu bilmek de bir kârdır.
Mümin kinci olmaz!.."
9 Mart 2010 01:00
Kin bir felakettir. Kin tutan, kendi fikri kabul edilmediği için karşısındakine düşmanlık besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Hadis-i şerifte, "Mümin kinci olmaz" buyurulmuştur. Dinimiz din kardeşliğini emretmiştir. Nitekim hadis-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur: "Ameller pazartesi ve perşembe günü Hak teâlâya arz olunur. Hak teâlâ da, şirk koşmayan herkesi affeder. Ancak bu mağfiretten birbirine kin tutan istifade edemez. Cenab-ı Hak, 'Onlar barışıncaya kadar amellerini bana getirmeyin' buyurur." "Birbirinizle münasebeti kesmeyin! Birbirinize arka çevirmeyin! Birbirinize kin ve düşmanlık beslemeyin! Birbirinizi kıskanmayın! Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Bir Müslümanın diğer kardeşine darılarak üç günden çok uzaklaşması helal değildir." Kinden, husumetten kurtulmak için güzel şeyler konuşmak, yumuşak huylu, affedici olmak lazımdır. 'Yumuşak konuşmak, kararlaşmış kinleri yıkar' buyuruldu. Resul aleyhisselam buyurdu ki: "Cennette bir kısım köşkler vardır. Onların dışı içinden, içi de dışından görünür. Allah o köşkleri yemek yedirenler ve yumuşak konuşanlar için hazırlamıştır." İsa aleyhisselamın yanından bir domuz geçti. Hz. İsa domuza 'selametle geç!' dedi. Bunun üzerine Hz. İsa'ya 'Sen domuza nasıl böyle diyorsun?' dediler. Onlara cevap olarak 'Dilimi kötü söze alıştırmak istemiyorum' dedi. Hz. Ömer buyurdu ki: 'Hayır yapmak kolay bir şeydir. Çünkü güler yüzlülük ve yumuşak konuşmak da hayır yapmaktır.' Hükemadan biri şöyle demiştir: 'Rabbini öfkelendirmeyen ve arkadaşını razı eden konuşmada cimrilik yapma! Çünkü Rabbinin o konuşmadan dolayı sana iyilik yapanların sevabını ihsan etmesi umulur.' Yumuşaklığın aksi olan husumet ise göğsü alevlendirir, öfkeyi kabartır, huzuru bozar, kalbe eziyet verir. Öfke ise, tutuşturulmuş ateş gibidir. İnsan hakim olmazsa, ilk yanan kendisi olur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.me
.
TV'ler her kesime zarar veriyor!
10 Mart 2010 01:00
Dün, son yıllarda entelektüel kesimden pek çok kimsenin televizyonlarını kapattıklarından seyretmediklerinden bahsetmiştik. Televizyona tepki sadece ülke içinden değil dünya çapında yürütülen kampanyalar da var. Mesela, 14 yıldır devam eden her sene nisan ayının son haftası gerçekleştirilen bir kampanya var. Orijinal adı ile, "Turn off TV Turn on Life Week." Türkçesi, "Televizyonu Kapat/Hayatı Aç, Haftası"... Bu kampanya ile ilgili etkinlikleri düzenleyen sivil toplum örgütleri bir hafta süre ile, insanları; televizyonun bağımlılık yapan bir uyuşturucu olduğunun farkına varmaya çağırıyor.Televizyonun kapı dışarı edilmesi teşvik ediliyor. Aklı başında hemen herkes kendilerini esir alan, istediği yöne sürükleyen bu sihirli kutudan kurtulmak istiyor fakat kurtulan çok az. İsmi üzerinde sihirli kutu, insanı elinde olmadan kendisine bağlıyor. İNSAN İLE HAYVANIN FARKI Televizyon yayınlarına tepkili olanların başında Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun geliyor. Sayın Dursun, kamuoyundan Türk aile yapısına uygun olmadığı yönünde pek çok eleştiri aldıklarını bildiriyor. Yakın akraba arasındaki cinsel yakınlaşmayı normal bir davranış gibi ele alan bir dizi hakkında da, "Dizideki bazı sahnelerin Türk aile yapısına uygun olmadığına karar verilerek cezalandırılmıştır. Takip ediyoruz, belli programların, yayınların Türk aile yapısına uygun olmadığı şeklinde sonuç çıkarsa müeyyide uygulama sistemimiz var. Gerekirse uyarı, özür dileme istenebilecek, program durdurulabilecek, para cezası verilecek" diyor. Ne yazık ki, Türk aile yapısını yıkmak isteyen belli bir kesim RTÜK'ün bu takibine şiddetle karşı çıkıyor, bu uygulamayı "ahlâk zabıtalığı" olarak algılıyor, her şeyin serbest olmasını savunuyor. Her şeyin serbest olmasını savunmak insan ile hayvan arasındaki farkı kaldırmayı savunmak demektir. Çünkü "ahlâk" "namus" sadece insana mahsus bir özelliktir. Bu ölçüsüz, kuralsız yayınlardan sadece Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı değil toplumun her kesimi rahatsız. Çünkü her kesim bundan zarar görüyor: Çocuklar zarar görüyor: Çocuk Psikiyatri Prof. Marcel Rufo, "Televizyon, mükemmel bir suç okuludur. Televizyon, elektronik bir sakinleştirici olması sebebiyle, sürekli televizyon seyreden çocuklarda, uyuşturucu ve sakinleştirici bağımlılığının kolaylaştığı ortaya konuldu. Çok fazla TV izleyen çocukların yemeden, içmeden kesilme, uyuma güçlüğü, kötü rüyâlar görme, ders çalışmaya karşı ilgisizlik, hayâl dünyasında yaşama, TV'deki tiplemeleri ve kahramanları taklit etme, içine kapanma, sosyal ilişkiler kurmada başarısızlık gibi problemlerle karşılaştıkları görülmüştür" diyor. Yaşlılar zarar görüyor: TV'ler vasıtasıyla geleneksel aile yapısı yıkılıp, ailede ferdiyetçilik öne çıkınca, ailede büyüğe saygı, küçüğe sevgi esası ortadan kalktı. Yaşlılar hürmetten, saygıdan mahrum; ya evde işe yaramaz miadını doldurmuş bir eşya muamelesi görüyor, ya da huzurevinin soğuk duvarları arasında ölümünü gözlüyor. KADINA "FEMİNİZM" TUZAĞI!.. Kadınlar zarar görüyor: Diziler, kadın ve evlilik programları sinsice kadınları geleneksel aile konumundan koparıp inançsızlık üzerine kurulu "feminizm"in kucağına atmaktadır. Bayan bakanlarımızdan olan Nimet Çubukçu "İzdivaç" programları ile ilgili şunları söylemişti: "Böyle programları yadırgıyorum. Bu tür programlar şova yönelik..." İnançlı kesim zarar görüyor: Başbakanın tabiri ile "medya vaizleri", 1400 yıldır dinin bildirdiği her şeyin tersini söyleyerek dinde büyük bir yıkıma sebep olmaktadırlar. Sanki her biri ayrı bir din kurma, şov peşinde. Her biri yazdığı meali ekranda gösterip, "Gerçek İslam burada!" diyor. Böylece meal sayısı kadar farklı düşünce, inanç ortaya çıkıyor. Gerçek İslamın; Kur'ân-ı kerimin tatbik şeklinin fıkıh kitaplarında, ilmihal kitaplarında olduğunu bilmeyen kimselerin aklı karışıyor; kafalarında şüpheler hasıl oluyor. Bir Müslüman için bundan büyük zarar olur mu? Çünkü, şüpheli olan iman, iman değildir!
En kuvvetli insan!
10 Mart 2010 01:00
Bir defasında Peygamber efendimiz, yolda yürürken, kimin daha kuvvetli olduğunun anlaşılması için ağır taş kaldırma yarışı yapmakta olan bir grup insana rastgeldi. Yanlarına yaklaşıp, kendilerine ne yaptıklarını sordu: Onlar da; - Kimin daha kuvvetli olduğunun anlaşılması için taş kaldırma yarışması yapıyoruz yâ Resûlallah! cevabını verdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Ben size, en ağır taşı kaldıran kimseden daha kuvvetli olanı söyleyeyim mi? - Söyle yâ Resûlallah, dediler. Resûlullah efendimiz de buyurdu ki: - Bir mümin kardeşi ile kendi arasında kin ve düşmanlık bulunup, kendi şeytanını mağlûp ederek, mü'min kardeşiyle konuşup barışmak için onun yanına gelen kimse, en ağır taşı kaldıran kimseden daha kuvvetlidir. Başka bir rivayette de Peygamber efendimizin, bunlara şöyle cevap verdiği bildirilmiştir: - Herhangi bir sebepten dolayı bütün vücûdunu öfke sardığı zaman sabredip, öfkesine hâkim olan kimse, sizin en ağır taşı kaldıranınızdan daha kuvvetlidir. Malik bin Enes hazretleri buyurdu ki: "Tartışmanın dinde yeri yoktur. Tartışma kalbleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur. Kinin şeytanın bir hilesi olduğu âyet-i kerimede bildirildi: "Şeytan, şarap ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin bırakmak ister. Sizi, Allahü teâlâyı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Siz bunlardan (ayıplarını, zararlarını bildikten sonra) hâlâ sakınmaz mısınız?" (Maide 91) Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Birbirinizle münasebeti kesmeyin! Birbirinize arka çevirmeyin! Birbirinize kin ve düşmanlık beslemeyin! Birbirinizi kıskanmayın! Ey Allah'ın kulları kardeş olun! Bir Müslümanın diğer kardeşine darılarak 3 günden çok uzaklaşması helal değildir." "Allahü teâlâ Berat gecesinde, kâfirler hariç, müminleri mağfiret eder. Kindarları da, bu huylarını bırakıncaya kadar mağfiret etmez." "En faziletli sadaka, kin güden yakınına verilendir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Konuşmada sıkıntı vermek
11 Mart 2010 01:00
Konuşmalarda, sohbetlerde; konuyu haddinden fazla uzatarak, edebiyat yaparak, karşıdakilerin anlamayacağı kelimeler kullanarak, yapmacık hareketlerde bulunarak dinleyenlere sıkıntı vermemelidir. Bunlara, riya, gösteriş karışacağı için bunlar kötülenmiş, tekellüf (zorlama) türü şeyler kabul edilmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Ben ve ümmetimin muttakîleri tekellüften (gösteriş için zorlanmaktan) uzağız." "Benim için en sevimsiz ve meclisimden en uzak olanınız, ağzını eğip-bükerek edebiyat yapmak için kendini zorlayanlardır." Hz. Fâtıma Peygamber aleyhisselamın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Ümmetimin şerlileri o kimselerdir ki bol nimetlerle gıdalanıp, yemeklerin her çeşidini yerler, elbiselerin her rengini giyerler ve ağızlarını eğip-bükerek konuşurlar." "Dikkat edin, derin söze dalıp gereksiz yere sözü uzatanlar helâk olmuşlardır." Bu sözü üç defa tekrar etti... Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: 'Çene çatlatarak deve kükremesi gibi konuşmak şeytandandır.' Amr bin Sa'd, babası hazreti Sa'd'a gelerek bir ihtiyacını istedi. Bu münasebetle ihtiyacını istemezden önce bir konuşma yaptı. Babası kendisine dedi ki: Ben hiçbir zaman senin bu ihtiyacını gidermekten bu kadar uzak olmadım. Ben Hz. Peygamberin şöyle dediğini duydum: "Öyle bir zaman gelecek ki sığırların dilleriyle ot geveledikleri gibi insanlar da konuşmayı o şekilde geveleyeceklerdir." Hazreti Sa'd, oğlu Amr tarafından zoraki bir şekilde süslendirilmiş ve takdim edilmiş konuşmayı hoş karşılamadı. Bu da dilin âfetlerindendir. Evet, zorla söylenen her söz, dilin âfetine dahil olur. Âdetin sınırını aşan fesahat da böyledir. Konuşmalarda zoraki bir şekilde yapılan süslemeler de böyledir... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
Yemek yedirmede tekellüf
12 Mart 2010 01:00
Konuşmada tekellüfe düşmemek için; konuşma kısa, açık yani anlaşılır olmalıdır. İfadeler kapalı ve farklı anlamlarda kullanılmalıdır. Maksadı aşan ifade olmamalıdır. Çünkü konuşmanın maksadı, gayesi meramını anlatmaktır. Onun ötesinde kalan, kötülenmiş zorlamadır. Lâfızlarını güzelleştirmek, bu kötülenmiş kısma dahil olmaz. İfrata kaçmaksızın ve garip kelimeler kullanmaksızın yapılan nasihatler de bu kısma dahil değildir. Çünkü hitabet ve hatırlatmadan gaye; kalpleri harekete geçirmek, teşvik etmek, gönülleri yumuşatmaktır. Lâfzın zarif oluşunun burada büyük bir tesiri vardır. Bu bakımdan güzel lafızlar, hitabet ve nasihate uygundur. Hazreti Ali buyurdu ki: "Arkadaşların en kötüsü, sana tekellüf eden, kendisinin idare edilmesine seni mecbur kılan, seni özür dilemeye zorlayıcı işlere iten kimsedir." Tekellüften yemekte de kaçınılmalıdır: Hikmet ehlinden birini yemeğe davet ederler. O da, "Şu üç şartla kabul ederim der: 1- Yediğimi zehir etmezseniz, 2- Sizin çok sevdiğiniz ama benim rahatsız olacağım birini yanıma oturtmazsanız, 3- Kendimi zindanda yani mahkum gibi hissettirmezseniz. Teklife razı olurlar. Ev sahibi misafirin yanına küçük çocuğunu oturtur. Çocuk zararlı şeyler yapar. Ev sahibi de yemesi için ısrar edince misafir, "Verdiğin sözü bozdun. Üç şarta da uymadın, gidiyorum" der. Yine aynı zatı davet ederler. Yine üç şart ileri sürer: (Tekellüf, zulüm ve hıyanet olmazsa kabul...) der. Buradaki tekellüf: Evinde bulunmayan şeyi zahmet ve masrafa girerek getirmektir. Hz. Ali, yemeğe davet edilince "Üç şartla kabul ederim. Bir şey almak için çarşıya gitmeyeceksiniz. Evinizde olanı da esirgemeyeceksiniz. Benim yüzümden çoluk çocuğunuzu da aç bırakmayacaksınız" buyurdu. Tekellüf yapılınca, yani hazırda olanı vermeyip çarşıdan masraf ederek pahalı ve kıymetli şeyler alınınca, arkadaş bir daha masraf ettirmemek için gelmekten kesilebilir. Gelmeyince de soğukluk başlar. Onun için hazırda ne varsa vermeli, külfete girmemelidir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Çirkin söz konuşmak
13 Mart 2010 01:00
Birisine sövmek, küfretmek, argo kötü söz söylemek, cinsî, mahrem konuları ifade eden müstehcen sözler sarf etmek hep fahiş, çirkin konuşmaya girer. Böyle konuşmalar yasaklanmıştır. Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Her sabah, bütün uzuvlar, dile yalvararak derler ki: Bizim hakkımızı gözetmekte, Allah'tan kork, kötü söz söyleme, bizi ateşte yakma! Bizim dine uyup uymamamız senin sebebinledir. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğri oluruz." "Haccedip, kötü söz söylemeyen ve doğruluktan ayrılmayan, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur." İbrahim bin Meysere şöyle buyurmuştur: 'Kıyamet gününde, fâhiş şeyler söyleyip, gevezelik yapan bir kişi, bir köpek suretinde getirilir (haşrolunur!)' Ahmed bin Kays şöyle buyurmuştur: 'Size hastalığın en şiddetlisinden haber vereyim mi? O hastalık dilin gevezeliği ve ahlâkın düşüklüğüdür!' İşte bunlar, fâhiş, kötü konuşmanın ve hareket etmenin aleyhine söylenen hükümlerdir. Çirkin sayılan şeyleri açık ibarelerle söylemek fuhuş söylemektir. Bu ise, çoğu zaman cinsî yakınlık ve onunla ilgili olan şeyleri ifade eden lâfızlarda cereyan eder. Çünkü kötü söze alışmış kimselerin birtakım açık-saçık ve müstehcen terimleri vardır. Onları kullanmak hoşlarına gider. Salih kimseler ise, onlardan sakınır. O sözlerin ifade ettiğini kinaye yoluyla zikrederler. Onları ifade etme zarureti hasıl olduğunda işaretlerle onlara değinip, onlara yakın sözlerle ifade ederler. Yûnus bin Ubeyd hazretleri buyurdular ki: "Kötü bir sözü terk etmek, nefse bir gün oruç tutmaktan daha ağır gelir. Ben tecrübe ettim insanlara sıcak havada oruç tutmanın dili tutmaktan daha kolay geldiğini gördüm.", "İki şey var ki, bunlar bir kimsede tamam olursa, o kimsenin diğer bütün hâlleri bu iki hâli sâyesinde tamam olur. Birincisi, namazı vaktinde kılacak. İkincisi, dilini kötü ve yersiz sözlerden koruyacak. Bir kimse dilini yersiz sözlerden koruyabilirse, Allahü teâlâ ona mutlaka diğer amellerini düzeltmesini ihsân eder." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
Müslüman edepli olur...
14 Mart 2010 01:00
İbni Abbas hazretleri buyurdu ki: "Muhakkak Allah, hayâ sahibi ve kerîmdir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, cimâ' için dokunmak (lems) kelimesini söylemiştir. Fuhuş söylemek günahtır. Fuhuş, çirkin söz demektir. Haddi aşan her şeye fâhiş denir. Burada, çirkin olan işleri başkalarına açık kelimelerle anlatmak demektir. Cimâ' yani cinsel ilişki için ve abdest bozmak için kullanılan kelimeleri söylemek böyledir. Bu kelimeleri söylemek fuhuştur, günahtır. Çünkü bunları söylemek, edebe, mürüvvete ve dine uygun değildir ve hayâyı, utanmayı giderir ve başkalarını gücendirir. Bunun için Cimâ'ı ve abdest bozmayı anlatmak lâzım olduğu zaman, açık olarak söylememeli, kinâye olarak söylemelidir. (Kinâye), bir şeyi, açık mânaları başka olan kelimelerle anlatmaktır. Edepli olan, sâlih olan, fuhuş söylemeye mecbûr olunca, kinâye olarak söyler. Hadis-i şerifte, "Fuhuş söyleyenlerin Cennete girmeleri haramdır" buyuruldu. Yâni, bunun azâbını çekmedikçe Cennete giremezler. Bu sözlerin fâhişlik, aşırılık dereceleri farklıdır. Bazıları bazısından daha fahiştir, kötüdür. Bunlar çoğu zaman memleketin âdetine göre de değişik manalarda kullanılırlar. Bu bakımdan böyle şeyleri açık ibarelerle söylememek daha uygundur. Çünkü açıkça söylemek fâhiş konuşmak demektir. Kadınlardan kinaye yoluyla bahsetmek, âdeten güzel sayılır. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: "Konuşma esnasında 'Benim hanım şöyle dedi, şöyle yaptı' denilmemelidir. 'Bizim evden şöyle denildi veya çocukların annesi şöyle dedi' denilmelidir. Çünkü bu lâfızlarda incelik göstermek güzeldir. Edebi hayayı gösterir." Ölçüsüz, açık konuşmalar fâhiş, kötü konuşmaya sevk eder. Kendisinde alaca hastalığı, kellik ve basur gibi birtakım zahirî ayıplar bulunan ve o ayıplardan utanan bir kimseye hitap etmek de böyledir. Bu bakımdan onun o ayıplarının açıkça söylenmesi uygun değildir. 'Şikayet ettiği hastalık' ve benzeri tabirler kullanılmalıdır. Bu bakımdan bu hastalıkları açık ibarelerle belirtmek, fâhiş, kötü konuşmaya dahildir... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mai
Kötü konuşmanın sebebi
15 Mart 2010 01:00
İnsanı fâhiş, kötü konuşmaya teşvik eden iki sebep vardır. Ya muhataba eziyet vermek, üzmek kastıdır veya fuhuş, müstehcen sözlere alışık alçak ve fâsık kimselerle beraber bulunmaktan elde edilen kötü alışkanlıktır, âdetleri küfürbazlık olan kimselerin arkadaşlığından gelen çirkin huydur. Bir bedevî, Hazreti Peygambere 'Bana nasihat et!' deyince Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: "Takvadan ayrılma! Eğer bir kişi sende olan bir kusurunla seni kınarsa, sen onu onda bulunan bir kusurla kınama! Bu takdirde onun günahı ona olur, ecri de senin olur. Sakın hiçbir şeye küfretme!" Bu bedevî der ki: "Ben, Resulullahın bu nasihatinden sonra hiçbir şeye küfretmedim." Yine bir gün Peygamber Efendimiz, "Kişinin anne ve babasına küfretmesi, büyük günahlarının en büyüğüdür!" buyurunca, oradakiler "Ey Allahın Resûlü! Kişi nasıl anne ve babasına küfreder?" deyince, Hazreti Peygamber, "Karşıdaki kişinin babasına küfreder, o da onun babasına küfreder. Dolayısıyla babasına küfretmiş olur!" buyurdu. Hazreti Peygambere biri sordu: "Benim kavmimden bir kişi, şeref bakımından benden eksik olduğu halde bana küfrederse, ben de ondan intikam alırsam bir zararım var mıdır?" Resulullah şöyle cevap verdi: "Sövüşen iki kişi, şeytan gibidir. Onlar köpek gibi hırlaşır, yalan söyler ve ayrılırlar." Kötü söz söylemeye alışan kimsede hayâ azalır. Hayâ, çirkin şey yapmaktan, ayıplanmaktan çekinmektir. Hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlâdan hayâ ediniz" buyuruldu. Allahü teâlâdan hayâ etmek, nefsin kötü isteklerini terk etmek, dinin emirlerini yerine getirmek demektir. Hayâsı çok olan, Allahü teâlâdan korkar, O'nun râzı olmadığı işlerden sözlerden kaçınır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Hayâ îmândandır. Fuhuş söylemek cefâdandır. İmân Cennete, cefâ Cehenneme götürür." "Mü'min bir kimseye sövmek fâsıklıktır." "Birbirine küfreden iki kişinin küfürlerinin mesuliyeti onlardan ilk başlayana aittir. Ta ki zâlimin dediklerinden fazlasını mazlum deyinceye kadar...
2010 Kur'an Yılı" dolayısıyla...
16 Mart 2010 01:00
Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur'an-ı kerimin vahyedilmeye başlanmasının 1400. yılı münasebetiyle 2010 yılını "Kur'an Yılı" ilan etti. Başkanlık, bu vesileyle Kur'an-ı kerimin insanlığa sunduğu rahmetin ve getirdiği değerlerin anlaşılması ve yaşanması için birçok etkinlikler düzenlemektedir. Başkanlığı bu güzel hizmetinden dolayı tebrik ederim. Bir Müslümanın mukaddes kitabını yeteri kadar tanımaması, okuyamaması, kitabı ile amel etmemesi düşülenemez, bunun mazereti de olamaz. Bu vesile ile bu güzel hizmetin yapılmasında düşülen bir hatayı dile getirmek istiyorum... Son yıllarda Diyanet ve diğer dinî çevreler dinin öğrenilmesinde ve öğretilmesinde neredeyse meale odaklanmış durumdalar. İslamiyet kişinin yirmi dört saatine hükmeder. Bunun için Müslümanın; Kur'an-ı kerimin okunmasının yanı sıra onun tatbik şeklini de bilmesi lazımdır. Esas maksad da budur. Bunun da meal ile sağlanamayacağını aklıselim sahibi herkes bilir. Bundan dolayı asırlardır usul olarak, meal, tefsir, hadis, işi ehline bırakılmış; Kur'an-ı kerimin hükümleri ile amel edebilmesi için halk, fıkıh, ilmihal kitaplarına yönlendirilmiştir. MEALLERDEN HÜKÜM ÇIKARTILAMAZ Diyanet İşleri Başkanlığı da kuruluş yıllarında bu usulü tatbik etmiş, 1909 tarihinden sonra ortaya çıkan meal, tercüme furyasına sıcak bakmamıştır. Hatta meal ve tercümeden uzak kalınması hususunda beyanname neşretmiştir. 1961 yılına kadar da meal hazırlatılmamıştır. Bu mealin önsözünde ve açıklamalarında mealden dinin öğrenilemeyeceği, dinin ancak fıkıh kitaplarından öğrenilebileceği konusunda önemli ikazlarda bulunulmuştur. Örneğin önsözde, "Kur'an-ı kerim gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyla çevrilemez. Kur'anın yalnız mânasını ifâde eden sözleri, Kur'an hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkıyla vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz" denilmektedir. Kur'anın başka dillere çevirisi ile ilgili açıklamada da, "Bugün, (yabancı dilde) otuz kadar tercümeleri vardır. Ancak çeşitli eğilimli kimselerin yaptıkları tercümelerde, pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur'an-ı kerimi başka dillere tercüme etmek câizdir. Fakat, tercümeden İslâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadis-i şeriflerle, icmâ ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükümler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkıh kitaplarından öğrenilir" denilmektedir. Diyanet'in yeni mealinde de buna benzer ikazlar vardır. Ama önemli bir farkla: "Kur'an-ı kerimi doğrudan meâllerinden anlamak gerektiği yolundaki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü meâller Kur'an'dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri aktarabilirse de Kur'an'ın mesajını hakkıyla ortaya koyamaz." "Herhangi bir konuda 'İslamda şu şöyledir' diye hüküm verebilmek için yalnızca Kur'an-ı kerim meâllerine bakarak dinî hükümler çıkarmaya kalkmamalıdır." Diyanetin eski ve yeni mealinin önsöz ve açıklamalarındaki önemli fark şu: Eski mealde mealin yeterli olmayacağı belirtilerek okuyucu fıkıh kitaplarına yönlendirilirken, yenisinde ısrarla tefsire yönlendiriliyor. YENİ YOLA İHTİYAÇ YOK Tefsirlerin de halka, avama değil ehline, yani tefsiri okuyup anlayabilecek bir düzeyde bilgisi olana hitap ettiğini Diyanet uzmanları bizden iyi bilir. Öyleyse son yıllarda, fıkıh kitaplarından, ilmihalden (Diyanet ilmihali olmasına rağmen) kaçış niye? Eskiden Diyanet'e bir fetva sorulduğunda temel fıkıh kitapları kaynak gösterilerek cevap verilirdi. Şimdi ise âyet ve hadise dayanılarak cevap verilmektedir. Bu da haklı olarak; on asırdır Müslümanlara yol gösteren, rehberlik eden mezheblerin devre dışı bırakıldığı, Diyanet'in kendisini "mezhepler üstü" gördüğü şüphesini akla getirmektedir!.. Dini anlatmadaki bu usul değişimi, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, 2002 yılında İstanbul Büyük Tarabya Otelinde yapılan Güncel Dinî Meselelerin Çözümü konusundaki toplantıdan sonra daha da belirgin hale gelmiştir. Halkımız tutulan bu farklı yolun "IIımlı İslam"a çıkacağından korkuyor!..
"Altı şeye söz verirseniz..."
16 Mart 2010 01:00
Hayâ ile îmân birlikte bulunur. Biri yok olunca diğeri de yok olur. Kadının hayâsı erkeğin hayâsından dokuz kat daha fazladır. Hadîs-i şerîfte, "Fuhuş insanın lekesi, hayâ zînetidir" buyuruldu. Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra Peygamber efendimizden hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Şu altı şeyi yapacağınıza söz verin, ben de size Cennete gireceğinize söz vereyim. Bunlar, namaz kılmak, zekat vermek, emanete riayet, zinadan sakınmak, helal yemek ve dili (elfaz-ı küfür, yalan, gıybet, lanet, malayani gibi) kötü sözlerden korumaktır." "Fahiş konuşmaktan sakının! Çünkü Allahü teâlâ ne fahiş konuşmayı ve ne de başkasına işittirmek için fahiş konuşmaya zorlanmayı sevmez." Resul aleyhisselam Bedir'de öldürülen müşriklere bile küfretmeyi yasaklayarak şöyle buyurmuştur: "Onlara sövmeyin! Çünkü söylediklerinizden onlara herhangi bir şey gitmez. Fakat dirileri (onların akrabalarını) üzmüş olursunuz. İyi bilin ki fahiş ve kötü konuşmak alçaklıktır." "Cehennemde, birinin ağzından irin ve kan akar. Diğer Cehennemlikler bundan rahatsız olurlar. Bunun için sorarlar. Şu cevap verilir: 'O adam dünyada çirkin ve habis olan her sözü dinler, cinsî münasebetten (veya fâhiş konuşmaktan) zevk aldığı gibi, o sözlerden zevk alırdı." Fuhuş, kötü söz söylemek hayâsızlık alâmetidir. Hayâsı olan, Allahü teâlâdan korkar. Onun, râzı olmadığı işlerden ve sözlerden kaçınır. Habis söz söylemek, habis adamlara layıktır. Habis adamlara, habis kelam yakışır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ, fâhiş konuşan, fâhiş konuşmak için kendisini zorlayan ve çarşılarda bağıran bir kimseyi sevmez." Allahü teâlâ, hoş, güzel bir sözü; kökü sağlam, dalları göğe doğru olan Rabbinin izniyle her zaman meyve veren hoş bir ağaca benzetti. Çirkin bir sözü de, yerden koparılmış, kökü olmayan kötü bir ağaca benzetti. (İbrahim suresi) > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Mealden din öğrenilmeye kalkışılırsa!..
17 Mart 2010 01:00
Dün, dini öğrenmede ve öğretmede meale odaklanmanın sakıncalarından bahsetmiştik. Bu sakıncalar, yetersizlikler meallerin önsözlerinde de belirtiliyor. Mesela, bu husus Diyanet mealinin önsözünde şöyle dile getirilmektedir: "Mütercim bir mana anlar ve onu aktarır; fakat onun anladığı manadan başka manalar da âyetlerde kendini göstermeye devam eder. Demek ki meâller Kur'an âyetlerinden bir veya iki mana aktarsa da, âyetlerden anlaşılabilecek daha pek çok manalar kalabilmektedir. Kur'an bu meâllerden ibaret değildir." Ancak buna rağmen meallerin bu yetersizliği öne çıkartılmıyor, aksine dinin her hükmünün mealin içinde bulunabileceği, hadisi şerife, fıkha, ilmihale ihtiyaç olmadığı ifade ediliyor. Bunun propagandası yapılıyor. İnsanların kafaları karıştırılıyor. MEAL KARGAŞAYA SEBEP OLUYOR Bunun için başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere, bu konuya ağırlık verilerek meal demek dinde her şey demek olmadığı, Kur'an-ı kerimin hayatımıza tatbikinde mutlaka âlime, fıkıh kitabına ihtiyaç olduğu vurgulanmalıdır. Böyle yapılmadığı takdirde dinde tamiri mümkün olmayan derecede yaralar açılmakta; dinde, yanlış anlamaların, kargaşaların yaşanması kaçınılmaz olmaktadır. Meallerde, manalar çok kısa ve öz olduğu için okuyan harama, hatta küfre düşürecek hükümler çıkartmaktadır. Mesela, Hicr sûresinin 99. âyetinde meâlen, "Sana yakîn gelinceye kadar, Rabbine ibâdet et!" buyurulmaktadır. Burada kapalı olan "Yakîn" kelimesi için Osmanlıca lügate bakıldığında, "Kat'i olma, şüphe etmeme" manasını görecek, arkasından ister istemez âyetten, "Allaha, Cennete, Cehenneme benim inancım kat'i, şüphem yok; öyleyse benim ibadet etmeye ihtiyacım yok" hükmü çıkartılacak. (Halbuki müfessirler buna "Ölene kadar" manasını vermişlerdir. Çünkü gerçek "yakîn" ölünce hasıl olur.) Nitekim, birçok şeyhler, babalar, dedeler, şeyh kılığındaki casuslar bağlılarına, "Sizin inancınız kat'i, artık sizin namaz kılmanıza, oruç tutmanıza ihtiyacınız yok" demişlerdir. Halbuki peygamberler de dahil hiç kimse ibadetten, kulluk etmekten muaf değildir. Böyle inanan dinden çıkar. Böyle manası açık olmayan pek çok ayet-i kerime vardır. Meal okumada karşılaşılan bir diğer tehlike de, nesh olan yani yürürlükten kaldırılmış ayetlerde yaşanmaktadır. Din yirmi üç senede tamamlandığı için önce gelen bazı âyetler daha sonra nesh edilmiştir. Mesela, Nur Suresinin üçüncü ayetinde, zina edenin ancak zina eden ile veya putperest ile evlenebileceği bildirilmektedir. Daha sonra bu âyeti kerime nesh edilmiş; müşrikle evlenmek yasaklanmıştır. Bunu bilmeyen ne yapacak? Önceki hallerinde bu tür haramlara düşüp daha sonra, tevbe edip hidayete eren kimseler, evlenmek için zani veya putperest aramaya kalkarsa ne olacak? Halbuki putperest ile yani müşrikle evlenmek caiz değil, evlenen dinden çıkar... Bunun gibi nesh edilmiş birçok âyeti kerime vardır. TEHLİKEDEN KURTULMANIN YOLU Bir tehlike de; zamana göre, zamanın şartlarına uydurularak yapılan, "çağdaş" mealler, tefsirlerdir. Abduh, Reşid Rıza, Efgani vb. bu ekoldendir. Halbuki din zamana göre, şartlara göre değişmez, değişirse ona din denilmez. Ülkemizde ilk ciddi meal çalışması yapan, daha sonra tehlikesini görüp mealini imha ettiren; heyecanlı dinî, millî şiirleri ile Türk milletinin kalbinde yer eden millî şairimiz Mehmet Akif, "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı", "İnkılap istiyorum ben de fakat Abduh gibi" reformist fikirleri ile de sevenlerini üzmüştür. Üstad N.Fazıl Kısakürek, M.Akif'in dinde reformcuların önde gelenlerinden olan Muhammed Abduh'un fikirlerinin etkisinde kaldığını söyler. Bütün bu yanlış anlamalardan kurtulmanın yolunu, Anadolu'muzda yetişmiş İslam büyüklerinden İmam-ı Birgivi hazretleri şöyle bildiriyor: "Kelâm ve fıkıh âlimlerimiz, tefsîrden, hadisten anladıklarını, avama, açık, kolay öğretmek için, binlerce "Fıkıh" ve "İlm-i hâl" kitabı yazmışlardır. İslâmiyeti doğru öğrenmek için, o fıkıh ve ilm-i hâl kitaplarını okumaktan başka çâre yoktu
Lanet etmek!..
17 Mart 2010 01:00
Lanet olsun demek, Allah'ın rahmetinden uzak olsun demektir. Lanet etmek, beddua etmek iyi değildir. Çünkü hadis-i şerifte, "Bir kimse lanet edince, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner" buyurulmuştur. İbni Mübarek hazretleri, çocuğunu şikâyet edene, "Çocuğa beddua ettin mi?" dedi. O da, evet deyince, "Çocuğun bu hale gelmesine sen sebep oldun!" buyurdu. Ebûdderdâ hazretleri buyurdu ki: "Herhangi bir kimse, yere lânet okursa, yer ona: 'İkimizden hangisi Allah'a daha âsi ise, Allah ona lânet etsin!' der." Hazreti Âişe validemiz şöyle anlatır: "Resulullah, Ebubekir Sıddîk'ın bir kölesine lânet okuduğunu duyunca dönüp Hz. Ebubekir'e baktı ve şöyle dedi: "Ey Ebubekir! Hem sıdk, hem lânet edicilik bir arada olur mu? Hayır! Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki olmaz!" Resulullah efendimiz bu sözünü iki veya üç defa tekrar etti. Bunun üzerine Hz. Ebubekir o gün kölesini âzâd ederek Hz. Peygambere gelip 'Bir daha böyle yapmayacağım' dedi." Lanet etmek, ister hayvana, ister nebata, ister insana olsun kötüdür. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ne Allah'ın lânetiyle, ne gazapla ve ne de cehennemle birbirinize lânet okumayınız." Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Lânet edenler, kıyamet gününde ne bir kimseye şefaat edebilirler ve ne de şahid olurlar." Huzeyfe bin Yeman şöyle buyurdu: "Birbirlerine lânet okuyan bir kavim, Allah'ın azabına müstahak olur!" Lanet etmek uygun olmamakla beraber hak edenlere söylemek caizdir. Nitekim âyeti kerimelerde lanetlenilenler olmuştur: "Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!" (Araf 44) "Allah, ikiyüzlü erkek ve kadınlara ve inkârcılara, ebedi kalacakları Cehennem ateşini hazırlamıştır. O, onlara yeter. Allah lanet etsin! Onlara devamlı azap vardır." (Tevbe 68) "Bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir!" (Hud 18) "Yeryüzünde bozgunculuk yapanlara lanet olsun!" (Rad 25) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Lanet için gönderilmedim!"
18 Mart 2010 01:00
Uhud gazasında Resulullah Efendimizin mübarek yüzü yaralanıp, mübarek dişi kırılınca, Eshab-ı kiram çok üzüldüler. "Dua et, Allahü teâlâ, cezalarını versin" dediler. "Lanet etmek için gönderilmedim. Hayır dua etmek için, her mahluka merhamet etmek için gönderildim" ve "Ya Rabbi, bunlara hidayet et, tanımıyorlar, bilmiyorlar" buyurdu. Düşmanlarını af etti. Lanet etmedi. Zulmedeni af etmek, hilmin, merhametin ve şecaatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediye vermek de, ihsanın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsanda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Peygamber Efendimiz ile yürüyen bir kimse devesine lânet okudu. Bunun üzerine Hazreti Peygamber kendisine şöyle dedi: "Ey Allah'ın kulu! Lanete uğramış bir devenin sırtında olduğun halde bizimle beraber yürüme!" Şeyh İbn-ül Arabi diyor ki: "Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfran-ı nimet etmiş olur." Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak, (intisar) olur. Af etmek, adaletin yüksek derecesi, intisar ise, aşağı derecesidir. Adalet, salihlerin en yüksek derecesidir. Af etmek, bazen zalimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisar, her zaman zulmün azalmasına, hatta yok olmasına sebep olur. Böyle zamanlarda, intisar etmek, af etmekten daha efdal, daha sevap olur. Kişi yakınlarına, çocuklarına beddua etmekten, lanetlemekten her zaman kaçınmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: "Bir babanın duası, ilahi hicaba erişir ve bu hicabı da aşar." "Ana-babanın çocuğuna ve mazlumun zalime olan bedduaları, red olmaz." "Kendinize, malınıza ve çoluk çocuğunuza beddua etmeyin! Duaların kabul olduğu bir saate rastlar da bedduanız kabul olur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
Kimlere lanet edilir!..
19 Mart 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Laneti hak eden kötü kimselere genel olarak lanet etmek caizdir. Fakat bunun da şartları vardır. Bu şartlardan birisi "Allah'ın laneti, Yahudilerin, Hristiyanların, Mecusilerin, zanilerin, zâlimlerin, din düşmanlarının üzerine olsun demek gibi isim bildirmeden genel olarak söylemek. Kafir de olsa belli şahıslara lanet ederken dikkatli olmak lazımdır. Burada ancak şer'an lanet etmenin caiz olduğu insana lanet okumak caizdir. "Allah, Firavun'a ve Ebû Cehil'e lanet etsin" gibi. Çünkü bu kimseler küfür üzerinde ölmüşler ve bu durum kesin bilinmektedir. Yaşayan Yahudi ve Hristiyan kimseye lanet etmek caiz değildir. Çünkü bu sözde tehlike vardır. Bunun dönüp Müslüman olma ve Allah nezdinde Müslüman olarak ölme ihtimali vardır. O halde onun mel'un olduğuna hükmedilemez. Önemli olan sondur. Bunun için lanet etmekten kaçınmalıdır. Ayrıca kâfir lanetlenmediği için lanetlemeyene bir vebal yoktur. Küfür üzerinde öldüğü kesin bilinen bir kimseye lanet okumak caizdir. Fakat Müslüman bir yakınına eziyet vermemek şartıyla. Eğer bir Müslüman akrabası rahatsız oluyorsa caiz olmaz. Peygamber aleyhisselam Tâif'e giderken bir kabrin yanından geçti ve kime ait olduğunu Hz. Ebu Bekir Sıddîk'tan sordu. O da, 'Bu kabir, Allah'a ve Hz. Peygambere âsi olan Said bin Âs'ın kabridir' dedi. Bu söz üzerine Amr bin Said üzüldü. Bu kimse ayrıldıktan sonra Resulullah Hz. Ebu Bekir'e, "Ey Ebu Bekir! Kâfirlerden bahsettiğiniz zaman umumî bir şekilde bahsediniz. Çünkü isim zikrettiğiniz zaman evlâtlar babaları için kızarlar" buyurdu. İbni Ömer hazretleri şöyle demiştir: "Allah nezdinde insanların en sevimsizi, halka ta'n eden (kötüleyen, küfreden) ve lânet okuyanlardır." Bir insanın aleyhinde beddua etmek de mesuliyet bakımından lanete yakındır. Hatta zâlimin aleyhinde beddua etmek bile böyledir. İnsanın meselâ, "Allah ona sıhhat vermesin", "Allah ona selâmet vermesin" demesi ve benzeri sözler gibi... Çünkü böyle söylemek kötüdür... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
Ölülere sövmeyin, hayırla anın!"
20 Mart 2010 01:00
Ölülere lanet okumak daha da kötüdür. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ölülere sövmeyin! Çünkü siz bu sövmekle dirileri üzmüş olursunuz." "Ey insanlar! Eshabım, arkadaşlarım ve dünürlerim hakkında beni koruyup gözetiniz. Onlara sövmeyiniz. Ey insanlar! Kişi öldüğü zaman onun hayırlı taraflarını anınız." "Allahü teâlâ bana söz verdi ki, kızlarını aldığım ve kızlarımı verdiğim aileler, Cennette benimle beraber olacaktır." Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ebu Süfyan, Resulullahın kayınpederleri idiler. Hz. Osman ve Hz. Ali damatlarıydı. Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Muaviye de kayınbiraderleriydi. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Hz. Peygamberin amcası Hz. Hamza'nın katili Vahşî, onu öldürürken kâfirdi. Sonra gelip yaptıklarından ve küfründen tövbe etti. Bunun için lanetlenemez. Hz. Hüseyin'in katiline 'eğer tövbe etmemişse' şeklinde değil de mutlak bir şekilde lanet okursa, bu lanette tehlike vardır. Fakat Hz. Hüseyin'in katiline lanet okumazsa hiçbir tehlike yoktur. O halde susmak daha evlâdır. Bu yüzden lanet, ancak küfür üzerine ölen kimseler hakkında veya vasıflarıyla bilinenler hakkında kullanılmalı. Belli şahıslar hakkında söylenmemelidir. En iyisi susmaktır; susmakta selâmet ve kurtuluş vardır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: "Fasık, günahkâr da olsa Yezid'e bile lanet edilmez. Ona lanet edilmemesi Ehl-i sünnetin, kâfir bile olsa, bir kişiye lanete izin vermediği içindir. Ancak kâfir olarak öldüğü bilinen kimseye lanet etmek caizdir. Ebu Leheb ve eşi gibi. Allahü teâlâyı ve Onun Resulünü incitenlere Allah lanet etsin demek caizdir. Yezid, Müslüman idi. Namaz kılardı. İslamiyet'e düşman değildi. Yüzüğünün taşı üzerinde 'Rabbünallah' yazılı idi. Kerbela olayına o da üzülmüştür. Bu olayın esas sebebi dînî değil siyasî idi." Umumi olarak lanet edilebilir. Nitekim Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Eshabıma sövenlere Allah lanet etsin!", "Lutilik yapanlara Allah lanet etsin!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail
Müslümana kâfir diyen...
21 Mart 2010 01:00
Mekkî bin İbrahim şöyle anlatıyor: "Biz, İbni Avn'ın yanında oturuyorduk. Bu arada birinden bahsettiler ve kendisine lanet okudular. Aleyhinde atıp tuttular. İbni Avn da susmuştu. Dediler ki: 'Ey İbni Avn! Biz ancak bunun sana yapmış olduğu zulümden dolayı aleyhinde konuşuyoruz! Sen niçin sükût ediyorsun?' İbni Avn cevap olarak dedi ki: Benim amel sahifemden 'Lâ ilâhe illâllah'ın çıkması 'Allah filâna lanet etsin' sözünün çıkmasından daha iyidir." İmam-ı Gazali hazretlerine, Yezid'e lanet okumak caiz midir? diye sordular. Şöyle cevap verdi: Yezid'in Hz. Hüseyin'i öldürmesi veya öldürülmesini emrettiği sabit değildir. Bu bakımdan böyle yaptığı sabit olmadıkça 'Yezid, Hz. Hüseyin'i öldürdü' veya 'Onun öldürülmesini emretti' demek bile caiz değildir. Bu caiz değilse ona lanet okumak nasıl caiz olur? Evet 'İbn Mülcem Hz. Ali'yi, Ebû Lu'lu Hz. Ömer'i öldürdü' demek caizdir. Çünkü bu olaylar tevatür yoluyla sabit olmuştur. Bu bakımdan hiçbir Müslümana fısk veya küfür sıfatını, tahkik ve tetkik etmeksizin yakıştırmak caiz değildir. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kimse kimseyi ne küfürle ne de fıskla suçlamasın! Çünkü o kişi, suçlayanın dediği gibi değilse, o suç suçlayana döner." "Bir kişi, başka bir kişinin küfrüne şahitlik ederse, muhakkak onlardan biri o küfrü alır. Eğer 'kâfirdir' dediği kişi hakîkaten dediği gibi ise, bu hüküm doğrudur. Eğer kâfir değilse, başkasını tekfir ettiğinden dolayı kendisi kâfir olur!" Bu hadîs-i şerifin mânâsı şudur: Karşıdaki insanın Müslüman olduğunu bildiği halde onu tekfir ederse kâfir olur. Eğer bir bid'atten veya başka bir şeyden dolayı onun kâfir olduğunu zannederse ve ona kâfir derse (haddizatında o da kâfir değilse) bu sefer böyle diyen kâfir değil, yanılmış olur. Yezid'in kâfir olduğuna dair bir delil bulunmadığı için ona da lanet edilmez. Ama yukarıda bildirildiği gibi, Allah ve Resulünü incitenlere lanet olsun demekte mahzur olmaz... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.
Resulullah ile alay edenin hâli!
22 Mart 2010 01:00
Resulullah Efendimiz, genel olarak lanet edilmemesini, beddua yapılmamasını emir buyurduğu halde hak edenlere, din düşmanlarına beddua, lanet etmiştir. Kur'an-ı kerimde Allahü teâlâ Ebu Leheb için, (Onun eli kurusun) buyurduğu gibi, Ebu Leheb'in oğlu Uteybe, (Tebbet yeda) suresi gelince, Resulullah efendimize çeşitli hakaretlerde bulundu. Peygamber efendimiz çok üzülüp, "Ya Rabbi! Buna bir canavar musallat eyle!" dedi. Ebu Leheb'in oğlu Uteybe Şam'a ticaret için giderken, bir gece arkadaşlarının arasında yatarken, bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe'ye gelince onu parçaladı. Bir kimse, sol eliyle yemek yiyordu. "Sağ elin ile ye!" buyurdu. Sağ kolum hareket etmiyor, diye yalan söyledi. Bir Peygamber ile alay eden bu kimse için Resulullah efendimiz, "Sağ elin artık hareket etmesin" buyurdu. Ölünceye kadar sağ elini ağzına götüremedi. Yalan söylemek çok büyük günahtır. Hele Peygamber efendimize karşı yalan söylemek çok daha büyük günahtır. Dünyada elin felç olması küçük bir cezadır. Ahirette verilecek cezalar çok büyüktür. Peygamber efendimizin buna benzer bedduaları vardır. Diğer insanların ibret almaları ve hidayete kavuşmaları için böyle mucizeler vaki olmuştur. Hakkından fazlasını geri almak zulüm olur. Zulmedenlere azap yapılacağı bildirilmiştir. Zalimi af eden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Zalimden hakkı kadar geri almak, adalet olur. Kâfirlere karşı adalet yapılır. Fakat gücü yettiği halde af etmek, güzel ahlâktır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra on bir defa ihlas suresini okuyan, katilini af ederek ölen." Kur'an-ı kerimde de bazıları lanetlenmiştir: "Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder." (Bekara159) "Allah'ın laneti kâfirlerin üzerine olsun." (Bekara 89) > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Dinde reformda Abduh Ekolü'nün rolü!..
23 Mart 2010 01:00
Sık sık; dinde reform, dinde yenilik, dinde güncelleme, dinde değişiklik yapılmak istendiğinden bahsediyoruz. Bu düşünceyi İslam dünyasına yayan Muhammed Abduh ve onun ekolüdür. Bunun için bu ekolü ve fikirlerini ve perde arkasında kimlerin bulunduğunu iyi bilmemiz lazımdır... Avrupalı İslam karşıtları, asırlardır güç kullananak yaptıkları mücadelede istedikleri neticeyi alamayınca mücadele metotlarında değişikliğe gitmeye karar verdiler. Asırlardır Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlayan, Ehl-i sünnet mezheplere ve âlimlere ve bunların kitaplarına itimadın devam etmesi halinde İslama bir zarar veremeyeceklerini anlamışlardı. KALE İÇERİDEN FETHEDİLİYOR Bunun için öncelikleri Ehl-i sünnet âlimlerinin koyduğu esasları yıkmakla işe başladılar. Bu yıkım işini de ancak Müslümanların içinden birileri yapabileceği için, içeriden adam ayartmaya, satın almaya ve Müslüman kılığında kendi casuslarını yetiştirmeye yöneldiler. Bu işin öncülüğünü yapan da İngilizlerdi. İslam âlemindeki dinde reform hareketleri hep İngiliz sömürge idâreleri altındaki ülkelerde filizlenmiştir. Bu hareketin belli başlı öncüleri Afganistan'da Cemâleddin Efganî (1839-1897); Mısır'da Muhammed Abduh (1849-1905) ile Reşîd Rızâ (1865-1935); Hindistan'da Sir Seyyid Ahmed Han (1817-1898), Şiblî Nûmânî (1857-1914) Pakistan'da Muhammed İkbâl (1877-1938) olmuştur. Bu zararlı, yıkıcı akımın yayılmasında en etkili olan Muhammed Abduh'tur. Hocası, üstadı olan Cemaleddin Efgani ile Paris'te ve daha sonra Beyrut'ta Urvetu'l-Vüska adlı dergiyi çıkarttılar. Derginin, İslam dünyasında Arap milliyetçiliği fikirlerinin uyandırılmasında, Osmanlıdan ayrılmalarında büyük tesiri oldu. Daha sonra Abduh, reformcu fikirlerinden dolayı İngilizlerin desteği ile Mısır Baş Müftülüğü'ne atandı. Mısır Baş Müftüsü olarak edindiği etkin konum sayesinde dinde reform fikirlerini sadece Mısır'da değil, tüm İslam dünyasına yaydı. Bütün bunlar, kendi gayretiyle değil dış desteklerle olmuştur. Beyrut mason locası başkanı Hannâ Ebî Râşid 1961'de yayınladığı (Dâire-tül-me'ârif-ül-masoniyye) kitabında bu desteği şöyle ifade etmektedir: "Cemâleddîn-i Efgânî, Mısırda mason locası reîsi idi. Âlimlerden ve devlet adamlarından üç yüze yakın üyesi vardı. Ondan sonra, üstâd Muhammed Abduh reîs oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk ruhunu Arab memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez." ETKİ ALANI GENİŞ... Abduh Ekolü'nün fikirleri bütün İslam ülkelerini etkisi altına almıştı. Çünkü, her türlü propaganda ve istismar yolu kullanıldığı için bilerek veya bilmeyerek çok kimse bu fikirlere büyük ilgi gösterdi. H. Mehmet İmamoğlu, "İslam Modernizminin Öncüleri ve Kur'an Yorumları" adlı makalesinde her kesimde görülen bu ilgiyi şöyle ifade ediyor: "Efgani'nin fikirleri, Muhammed Abduh vasıtasıyla İslam dünyasında yayılmıştır. Batıcı, Türkçü, İslamcı olarak farklı ideolojilere mensup birçok Osmanlı münevveri onun sohbet ve yazılarından, ya doğrudan yahut da dolaylı olarak faydalanmış ve etkilenmişlerdir. Bazı Yeni Osmanlılar, Jön-Türkler, M. Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçüler, Mehmet Akif gibi 'İslamcılar.' Abdullah Cevdet gibi dinsizler, Seyyid Bey, Şemseddin Günaltay gibi değişimci/yenilikçi şahıslar bunlar arasındadır. Mesela Cemâleddin Efgani hakkında eski başbakanlardan Şemseddin Günaltay, 'Şeyh, Peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona itiraz edenler Ebu Cehil kadar lânete müstehaktır' demiştir." Listeye; Mevdudi, S.Kutup, Hamidullah ve Fazlurranman'ı da ilave etmezsek, bunlara haksızlık etmiş oluruz. Bugün Abduh Ekolü değişik fikir akımlarına mensup hemen bütün Türkiye aydınlarını tesiri altına almıştır. Dini yayınlarda bu fikirlere geniş yer verilmektedir. Yarın da, Abduh Ekolü'nün belli başlı fikirlerini ele almak istiyorum.
Şaka yapmak
23 Mart 2010 01:00
Şaka, latife yapmak yemekteki tuza benzer. Tuzun olmaması da çok olması da yemeğin lezzetini bozar. Bunun gibi şaka ve latife yapmak da ölçülü olursa faydalı olur, ölçüsüz olursa zararlı olur. Yoğun çalışmalar ve üzücü olaylar karşısında sıkılan insanın, neşeli olmaya ihtiyacı vardır. Bunun için ara sıra ölçülü olmak şartıyla fıkra anlatmak, şakalaşmak iyi olur. Peygamber efendimizin de şakalaştığı, "Ben de şaka yaparım, fakat doğru konuşurum" buyurduğu hadis kitaplarında bildirilmektedir. Bir defasında, yaşlı bir kadına, "Cennete kocakarı girmez" buyurunca, kadıncağız üzülür. Bunun üzerine kadına, "Sen o zaman genç olursun" buyurur. Mizah genelde üzüntüye sebep olduğu için esası kötü kabul edilmiştir. Bunun için istisna edilen az bir miktarı hariç mizah yapmak pek uygun görülmemiştir. Nitekim Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kardeşine karşı münakaşaya, cedelleşmeye girişme! Onunla şaka yapma!" Yasaklanan, ancak şakada ifrata kaçmak veya daimî bir şekilde şakalaşmaktır. Ölçülü şaka ve oyun oynamak mübahtır. Fakat daimî şekilde şakalaşmak ve oynamak kötüdür. Bunlarda ifrata kaçmaya gelince, böyle yapmak, fazla gülmeyi, fazla gülmek de kalbi öldürür ve bazı hallerde de kin gütmeye sebep olur. Böylece hürmet ve vakar ortadan kalkar. Ancak şaka yapıp haktan başkasını söylememeye, Hazreti Peygamberin benzerleri güç yetirebilirler. Diğerleri ise mizah kapısını açtığı zaman, nasıl mümkün ise o yoldan halkı güldürmeye çaba sarf eder. Halbuki Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kişi, yanında oturan arkadaşlarını güldürmek için bazen bir söz söyler. O söz yüzünden Süreyya yıldızından daha uzak bir mesafeden ateşin içerisine yuvarlanır." Hazreti Ömer şöyle buyurmuştur: "Gülmesi çok olanın heybeti azalır. Mizah yapan kıymetini, vakarını kaybeder. Kim bir şeyi fazla yaparsa onunla tanınır. Konuşması fazla olanın hatası çoğalır. Hatası çok olanın hayâsı azalır. Hayâsı azalanın takvası azalır. Takvası azalanın da kalbi ölür." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Abduh Ekolü'nün reformist fikirleri
24 Mart 2010 01:00
Dün; İslam âleminde büyük ilgi gören, İslamiyette reform yaparak, kendi aklına göre İslam adı altında bir inanç sistemi kurmaya yönelik Abduh Ekolü'nden bahsetmiştik. Bugün ilahiyat camiasının büyük ekseriyeti maalesef bu ekolün fikirlerini savunur. Peki bu fikirlerin esası nedir? Bunu şöyle özetleyebiliriz: Vahyi, peygamberi dışlayarak iman ve ibadette aklı, felsefeyi esas almak ve Hristiyan ve Yahudileri temize çıkartarak onların da Cennete gideceğini savunmak. Abduh'a göre; akıl, nassın, peygamberin yardımı olmaksızın iyiyi kötüden ayırabilir. Efgani ve Abduh Ekolü, İbn-i Sina ve Farabi gibi felsefenin küfründe boğulmuş filozofların düşüncelerini esas alarak İslamiyeti yeniden yorumlamaya çalışır. İslamı, Batı'nın değerleri ile yorumlayarak, ilahi din olmaktan çıkartıp Hristiyanlıkta yaptıkları gibi beşerî bir din haline getirmek ister. DİNİ KISA AKLI İLE YORUMLADI Abduh'un asırlardır Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerini bir kenara bırakarak dini kendi kısa aklı ile yaptığı yorumlara birkaç örnek verecek olursak: Fil suresinde bildirilen Ebabil kuşlarına "sivrisinek", attıkları taşlara "mikrop" der. Musa aleyhisselamın asası ile denizi yarma mucizesini med ve cezir hadisesidir diye tevil eder. Ayet-i kerime ile göğe çıkarıldığı bildirilen hazret-i İsa'nın öldüğünü ve ruhunun göğe çıkarıldığını iddia eder. Menâr mecmuasında, "Kur'ân, Âdem'in hâlihazırdaki bütün insanların babası olmadığına ve ilk topraktan yaratılanın da o olmadığına işaret eder... Darwin'in görüşleri, Kur'ân tefsirinde kolayca uygulanabilir" der. Abduh ve Reşid Rıza'nın çıkarttıkları "Menâr" dergisi, "İslâm yalnız Kur'ân'dır" isimli bir makale yayınlayarak, hadîslere hiç gerek olmadığı fikrini savunmuştur. Abduh Ekolü'nün, Batı hayranlığı, Hristiyanlığı ve Yahudiliği sevdirme, onları hoş gösterme fikirleri de dikkati çekecek kadar öndedir: Örneğin, Zilzal suresindeki "Zerre ağırlığında hayır yapan, karşılığına kavuşur" mealindeki ayet-i kerimeyi tefsir ederken; "Müslüman olsun, kâfir olsun, salih (iyi) amel işleyen herkes Cennet'e girecektir" diyerek Ehl-i sünnet âlimlerinden ayrıldı. "İslâmiyet ve Nasrâniyye" kitabında, "Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir" diyerek neshedilmiş Yahudi ve Hristiyanlığı son din olan İslam dini ile aynı konuma getirmiştir. Londra'da, bir papaza yazdığı mektûbda, "İslâmiyet ve Hristiyanlık gibi iki büyük dînin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrât ve İncîl ve Kur'an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür" demiştir. Müslümanların Tevrât ve İncîl okuyacakları zamanı beklemekte olduğunu ifâde etmiştir. MAKSADI HALKI DİNSİZLEŞTİRMEK! Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi de, Abduh ile ilgili şunları söyler: "Abduh'un tuttuğu bozuk yolun hülasası şudur: Ehl-i sünnet itikadı üzere tedrisat yapmasıyla tanınmış olan Ezher Üniversitesini karıştırıp Ezherlilerin çoğunu adım adım dinsizlere yaklaştırmış, ama dinsizleri bir adım bile dine, yaklaştırmamıştır. Hocası Cemaleddin Efgani vasıtasıyla Ezher'e masonluğu sokan odur" (Mevkıfu'l-Akl ve'l-ilm ve'l-Alem) Müslümanları Hristiyanlara yaklaştırma çalışmaları ile öne çıkan R. Arnaldez, Ehl-i sünnet bir Müslümana diyaloğu kabul ettirmenin pratikte imkânsız olduğunu, bu inancın tahrip edilmesi gerektiğini söyledikten sonra, İslami esasları, nakil ile değil, akıl ile anlamayı bir metod haline dönüştürmüş Vehhabi, Selefi anlayışının temsilcisi olan "Abduh ekolü"nün hakim kılınması hâlinde, dinler arası diyaloğun oldukça kolaylaşacağını ifade etmektedir.( R. Arnaldez: Contidions dun avee İslam) O dönemin İngiliz Mısır sömürge valisi Lord Cromer'in şu sözleri de manidardır: İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh'un çizdiği yolda ümit vaat ediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa'nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar." (Abduh ve diğer reformcular hakkında geniş bilgi için Hakikat Kitabevi'nin "Faideli Bilgiler" kitabına bakılmalıdır!)
Şaka da olsa doğruyu söylerdi
24 Mart 2010 01:00
Şartları gözetilerek mizah, şaka caiz ise de her zaman ölçüyü ayarlayabilmek çok zordur. Mizah yaparken haktan, doğrudan başkasını söylememek, hiçbir kalbi kırıp üzmemek, mizahta ifrat etmemek, arada sırada yapmak şartlardan bazılarıdır... Enes bin Malik hazretleri der ki: "Hazreti Peygamber hanımlarıyla beraber olduğu zaman, insanların en sevimlisi ve en şakacısıydı." Resulullahın tebessümü fazla olurdu. Resulullah şaka yapar fakat hep doğruyu söylerdi. Hasan Basrî hazretleri bildirir: Bir ihtiyar kadın Resulullaha geldi. Efendimiz ona 'İhtiyar kadınlar cennete giremezler' dedi. Bu söz üzerine kadıncağız hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hazreti Peygamber, kadına "Sen merak etme o gün ihtiyar olmayacaksın. Çünkü Allahü teâlâ 'Biz (oradaki) kadınları da yeniden bir güzel inşâ etmişiz. Onları bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.' buyurmuştur". (Vâkıa/35-37) Ümmü Eymen adlı bir hanım Hazreti Peygambere geldi ve dedi ki: 'Ey Allahın Resulü! Kocam sizi dâvet ediyor.' Resulullah şöyle sordu: -Kocan kimdir? Yoksa o gözünde beyazlık olan mıdır? -Ey Allahın Resûlü! Yemin olsun, kocamın gözünde beyazlık yoktur. -Evet, evet! Onun gözünde beyazlık vardır! Hiçbir insan yoktur ki gözünde beyazlık olmasın! Başka bir hanım daha geldi ve dedi ki: - Ey Allahın Resulü! Beni bir deveye bindir! - Hayır! Seni deveye değil de yavrusuna bindireceğim. - Ben devenin yavrusunu ne yapayım? O beni taşıyamaz ki! - Ey kadın! Hiçbir deve yoktur ki başka bir devenin yavrusu olmasın! Hikmet ehli zatlar buyurdu ki: Her şeyin tohumu vardır. Düşmanlığın tohumu da şaka ve alaydır. Her şeyin kestirme yolu vardır. Cennetin kestirme yolu da cihaddır. Her şeyin pası vardır. Kalbin pası da tokluktur. Her şeyin bir zekatı vardır, aklın zekatı da hüzün ve tefekkürdür. Her şeyin bir kıymeti vardır, insanın kıymeti ise, ilmi, ihsanı ve edebidir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Kahkaha ile gülmek hoş görülmezdi!..
25 Mart 2010 01:00
İslam büyüklerinden biri kahkaha ile gülen kardeşini görünce sordu: -Ey kardeşim! Cehenneme varacağın, Kur'an'da sana haber verildi mi? Ayette, "İçinizden hiçbir kimse istisna edilmemek üzere mutlaka cehenneme varacaktır. Bu, Allahü teâlâ'nın katında kesinleşmiş bir hükümdür." (Meryem/71) buyuruldu. -Evet, haber verildi. -Senin Cehennemden çıkacağına dair sana herhangi bir haber geldi mi? -Hayır, gelmedi. -O halde bu kahkaha niye? Kahkaha ile gülmek, ahiretten gafil bulunmaya delâlet eder. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, muhakkak çok ağlar, az gülerdiniz." İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki: "Ömrümde bir kere güldüm. Ona da pişmanım. Vuheyb el-Verd Ramazan Bayramı'nda gülüşen bir grup insana bakarak şöyle dedi: "Eğer bunlar Ramazanda affolunmuşlarsa, bu yaptıkları şükredenlerin fiili değildir. Eğer bu mübarek ayda af olunmamışlarsa, bu yaptıkları korkanların yaptığı değildir!" Abdullah bin Ebî Ya'la şöyle demiştir: "Sen güler misin? Halbuki bugün belki kefenin, bezcinin tezgâhından çıkmıştır!.." İbni Abbas hazretleri şöyle demiştir: "Kim güldüğü halde bir günah işlerse, cehenneme ağladığı halde girecektir." Muhammed bin Vası şöyle demiştir: "Sen cennette ağlar bir insanı görürsen onun bu durumuna şaşmaz mısın?" Cevap olarak 'evet' denildi. Devamla şunları söyledi: "İşte sonunun nereye varacağını bilmediği halde gülen bir kimsenin durumu bundan daha şaşırtıcıdır..." Gülmenin kötü olan kısmı insanın birçok vaktini alan gülmektir. Gülmenin iyi kısmı dişler görünecek derecede tebessüm etmektir. Nitekim Resulullah Efendimizin gülmesi böyle idi. Çok gülmek de, çok şaka yapmak gibi zararlıdır, makbul değildir. Özellikle idareciler için çok gülmek münasip değildir. Çünkü çok gülmek, kişilerin heybet ve vakarlarını giderir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmeto
Mizah" kelimesinin manası
26 Mart 2010 01:00
Ömer bin Abdülaziz hazretleri buyurdu ki: "Allah'tan korkun ve mizah yapmaktan kaçının. Mizah kin gütmeye ve kötülüğe sürükler! Kur'an-ı kerim ile konuşun ve Kur'an'ın gölgesinde oturun. Eğer Kur'an size ağır gelirse o zaman güzel bir konuşma yapın, güzel şeyler konuşun!" Hazreti Ömer yanındakilere sordu: "Mizaha neden mizah denildiğini bilir misiniz?" "Hayır, bilmeyiz!" dediler. Hz. Ömer, "Çünkü o (mizah) sahibini haktan kaydırır. Onun için ona kaydırmak mânâsına gelen 'mizah' kelimesi ad olarak verilmiştir." Hazreti Ömer, "Mizah yapan bir kimse, vekarını kaybeder, hafif görülür" buyurdu. Denildi ki: "Her şeyin tohumu vardır. Düşmanlığın tohumu da mizah yapmaktır." Deniliyor ki: "Mizah, yasağı ortadan kaldırır ve dostları ayırır." Muhammed bin Münkedir der ki: "Annem bana 'Ey oğul! Çocuklarla şakalaşma ki onların yanında kıymetin düşmesin' derdi." Hz. Muaviye'nin azadlısı Kasım şöyle anlatır: "Bir bedevî Resullaha ürkek bir devenin sırtında olduğu halde gelip selâm verdi. Hazreti Peygambere bir şey sormak için yaklaşmak istediğinde deve ürkerek kaçtı. Bu manzara karşısında Eshâb-ı kirâm güldüler. Deve ise bu huysuzluğunu birkaç defa tekrarladı. Sonra adamcağızı düşürüp ölümüne sebebiyet verdi, 'Ey Allahın Resûlü! O göçebe, devesinin sırtından düşüp öldü' dediler. Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu: Evet, o öldü, fakat sizin de ağızlarınız onun kanıyla dopdolu olduğu halde!.." Yahya bin Muaz buyurdu ki: "Dört şey, mümini gülmekten alıkoymalıdır: Ahiret işleri, geçim derdi, günahların verdiği sıkıntı, musibetlerden gelen elem." Hasan-ı Basri hazretleri de, kahkaha ile gülen bir gence, "Oğlum, Sıratı mı geçtin veya Cennete gideceğine dair bir garantin mi var da böyle gülüyorsun?" buyurmuş, o gencin de bir daha boş yere güldüğü görülmemiştir. Hz. Ömer, "Çok gülenin heybeti azalır, çok şaka yapan ciddiye alınmaz" buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere, yazıklar olsun!", "Çok gülen hafife alınır. Şakası çok olanın da vakarı gider." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
şakası olmayan şakalar!
27 Mart 2010 01:00
Bazı şeylerin şakası olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Üç şeyin şakası da, ciddisi gibi sahihtir. Nikah, boşamak, boşamaktan vazgeçmek." Bir kimse, şaka ile, alay olsun diye veya hanımını korkutmak niyetiyle "seni boşadım" dese, hanımı boş olur. Adak yaparken hiç niyet etmese de, söz arasında dilinden çıksa da, adağını yerine getirmesi vacip olur. Çünkü, adakta niyetsiz, düşünmeden söylemek, ciddi, isteyerek söylemek gibidir. Hatta, "Allah için, bir gün oruç tutmak üzerime borç olsun" diyeceği yerde, "bir ay oruç tutmak" diye ağzından çıksa, bir ay oruç tutması gerekir. Bir kimse şakadan veya rol icabı ben Hristiyanım dese veya günah işleyene helal olsun dese kâfir olur. İmam-ı Birgivi hazretleri buyuruyor ki: Zünnar denilen papaz kuşağını bağlamak ve boynuna haç asmak, tazim etmek emredilen bir şeyi tahkir ve tahkir etmek emredilen bir şeyi tazim etmek küfürdür. Bunları yapanın imanı gider, kâfir olur. Kâfirlerin ibadet olarak yaptıkları ve kâfirlik alameti olan şeyleri şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur. Hikmet ehli buyurdu ki: Her şeyin tohumu vardır. Ey oğul, az şaka yap, fazlası, insanın değerlerini giderir ve kötüleri, aleyhine cesaretlendirir. Şakayı tamamen terk etmek de dostların buğzetmesine ve samimiyetin kesilmesine yol açar. Bir iş yaparken içine bıkkınlık gelir, ağırlık çökerse o zaman o yaptığın şeyi, bir müddet terk et, kendini dinlendir, azıcık şakalaş, bu suretle kendine neşe getir. Fakat şakalaşmayı o derece ayarla ki, yemeğe atılan tuz gibi olsun. Yani yemeğe atılan tuz, çok olunca yemeğin lezzetini nasıl giderirse, şaka da öyledir. Azı karar, çoğu zarar. Çok az olursa gönlümüzün neşesi yerine gelmez. Şaka, gönüldeki donukluğu ve o işe karşı doğan bıkkınlığı giderecek kadar olmalı. Şakada da edebi muhafaza etmeli. Mesela hoca, talebesine, ana baba evladına şaka yaparsa, talebe ve evlat, bu samimiyeti suistimal etmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Din kardeşine itiraz etme, boş konuşma, (üzücü) şaka yapma ve verdiğin sözden cayma!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Üç şey kalbi katılaştırır
28 Mart 2010 01:00
Üç şey kalbi katılaştırır: 1- Şaşılacak bir şey olmadan gülmek, 2- Acıkmadan yemek, 3- Lüzumsuz konuşmak. Şu beş şeyi de düşünen kahkaha ile gülemez: 1- İşlediği günahları düşündükçe, endişe içinde olur, gülemez. 2- Yaptığı iyi amellerin kabul olduğunu bilmeden, gülmesi doğru olmaz. 3- Acaba gelecekte neler yapar, akıbeti nasıl olur diye düşünen kimse, endişe içinde olur. 4- Cennet ve Cehennemden hangisine gideceğini bilmeyenin üzülmesi gerekir. 5- Acaba, Allahü teâlâ kendisinden razı mı, yoksa kendisine dargın mı? Bunları düşünen, kahkaha ile nasıl gülebilir? Lüzumsuz yere çok gülmek, devamlı mide ile meşgul olmak iyi değildir. Ramazan-ı şerif haricinde de ara sıra oruç tutmalıdır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Aç ve susuz kalarak üzüntülü olmaya çalışın" Şaka ile de olsa arkadaşını korkutmak, üzmek uygun değildir. Bir kimse, arkadaşının ayakkabılarını gizlice alıp sakladı. Arkadaşı gelince, oradakilere, ayakkabılarını sordu. Onlar görmedikleri için, bilmediklerini söylediler. Ayakkabıyı saklayan kimse, "Ayakkabıların burada ya" dedi. Bunu gören Resulullah efendimiz, "Nasıl olur da mümini korkutursun" buyurdu. O kimse şaka yaptığını söyleyince, iki defa daha, "Nasıl olur da mümini korkutursun" buyurdu. Yine şaka ile arkadaşını korkutan birisine de Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Müslümanı korkutmak büyük zulümdür." Bıçakla, silahla işaret ederek veya ne şekilde olursa olsun insanları korkutmak doğru değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Müslümanı korkutmak caiz değildir." Birisinin unuttuğu eşyasını saklayıp onu arattırmanın da korkutmak hükmüne girdiği bildiriliyor. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Münakaşa etmeyen, haklı olsa da, kimseyi incitmeyen, şaka veya güldürmek için, yalan söylemeyen, iyi huylu olan Müslüman Cennete girer." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.or
Müslümanla alay etmek
29 Mart 2010 01:00
Müslümanla alay etmek, kalbini kırmak haram olup, sakınmak lâzımdır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (Hucûrat/11) İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Ayetteki 'Sühriye'nin mânâsı, hakir görmek, güldürecek bir şekilde ayıp ve eksik yönüne dikkati çekmek demektir. Bu tür alay, bazen karşıdaki adamın fiil ve sözünü bildirir, bazen de işaret ve îma ile bildirir. Bu alay, eğer alay edilenin huzurunda ise, adı 'gıybet' değildir, fakat gıybet mânâsını taşır. İbni Abbas hazretleri, "Eyvah bize! Bu kitaba ne oldu ki küçük ve büyük bırakmadan her şeyi sayıp dökmektedir" (Kehf/49) ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Küçükten gaye, mü'mine yapılan alaydan ötürü tebessüm etmektir. Büyükten gaye ise, alaydan ötürü kahkaha ile gülmektir." İbni Abbas'ın bu tefsiri, insanlara gülmenin büyük günahlardan olduğuna işaret eder. Abdullah bin Zem'a, yellenen bir kimseye gülenler hakkında Hazreti Peygamberin şöyle dediğini rivayet ediyor: "Bazılarınız yaptığı bir işi başkasında gördüğünde neden gülüyor?" Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyuruldu: "İnsanlarla alay edene, Cennetten bir kapı açılır, 'haydi gir' denir. O da, telaşla gelir, fakat kapı hemen kapanır. Sonra başka bir kapı açılır. O yine üzgün olarak kapıya gider. Kapı yine kapanır. Bu durum, defalarca tekrar eder, artık, 'gel' denildiği halde, gidemez." Bir kimsenin üzüleceği bir lakapla yüzüne karşı da, arkasından da konuşmak yanlıştır. Mesela şişko, sağır, topal gibi lakaplarla çağırmak veya arkasından konuşmak günahtır. Hadis-i şerifte "Bir kimseyi, sevmediği bir lakapla çağırana, melekler lanet eder" buyuruldu. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
Malını canını Cennet karşılığında satan genç!
30 Mart 2010 01:00
Cenâb-ı Hak, insanı, kendisini tanıyıp ibadet etmesi ve tanımayanlara tanıtması için gönderdi. Dini doğru olarak yaymanın önemi ve mükafatı büyüktür. Bunun için ecdadımız, "i'la-yı kelimetullah"ı yani, Lâ ilahe illallah Muhammedün resulullah akidesini, inancını yaymak için Viyana kapılarına kadar gitmiştir. Bu uğurda nice şehidler vermiştir. Bununla ilgili olarak meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin anlattığı şu olay çok ibretlidir: Bir gün arkadaşlarımla, yeni çıkacağımız savaş hazırlıklarını konuşuyorduk. Arkadaşımın birisi Tevbe sûresindeki, "Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Tevrat, İncil ve Kur'anda söz verilmiş bir hak olarak cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alışverişe sevinin; bu büyük başarıdır." (Tevbe, 111) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. SEN BANA ŞAHİD OL Kİ... Bu âyet-i kerîmenin okunması üzerine, on beş-on altı yaşlarındaki bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş ve babasından da kendisine hayli mirâs kalmıştı. Bana dönerek dedi ki: "Sen bana şâhit ol ki, ben malımı ve canımı Cennet karşılığında Cenâb-ı Hakka satıyorum!" Ben de, "Delikanlı, kılıçların keskinliği, senin sözlerinin keskinliğinden çok fazladır. Korkarım ki, sabredemez, bu satıştan vazgeçersin" dedim. Genç sözünde ısrar etti: "Tekrar ediyorum. Şu anda malımı da, canımı da Allaha sattım!" Gerçekten de yanımızdan ayrıldıktan sonra, malının tamamını Allah yolunda dağıttı. Yanına sadece, savaş için lâzım olacak bir at ile silahlarını bıraktı. Savaş hazırlıkları bitip yola çıktığımızda, en önlerde gidiyordu. Yolculuk esnasında gündüzleri oruç tutarak, geceleri de nâfile namaz kılarak geçiriyordu. Genç olduğu için, bu arada hepimizin birçok hizmetlerini de görüyordu. Atlarımızı otlatıyor, nöbetleri tutuyordu. Nihâyet Bizans sınırına geldik. Ben onu, "Daha küçük" diye, savaşta ön cephede değil de, geri hizmetlerde kullanmak istiyordum. Fakat o, bu hizmetlerle kifâyet etmeyip, en önde savaşmak için can atıyordu. Son zamanlarda ağzından hiç düşürmediği bir kelime vardı. Bu kelime hiç duymadığımız bir sözdü. Devamlı sayıkladığı söz şuydu: "Ah, Aynâ-i merdıyye, ah Aynâ-i merdıyye!.." Arkadaşlarım bana, "Herhalde korkudan bu genç aklını oynattı" dediler. Ben aklını kaybettiğine pek inanmıyordum. Fakat, merak ediyordum, "Bu söz neyin nesi?" diye. Sonunda sordum kendisine: ANLATACAK KELİME BULAMIYORUM Genç zaten hâlini kimseye anlatamadığı için patlamak üzereymiş. Anlatmaya başladı: "Bir gece rü'yâmda birisi, bana gelip dedi ki: 'Seni, Aynâ-i merdıyyeye götüreceğim, gel benimle!..' Merakımı anlayınca, 'Sana kelimelerle ta'rif edemem ki... Ancak görmen gerekir? Şu kadarını bil ki, bir Cennet hûrisi!' Sonra elimden tutup, bir bahçeye götürdü. Allah Allah, böyle güzellik mi olurdu? Ağzım açık kaldı... Şeffaf, pırıl pırıl, gayet tatlı suyu olan bir ırmağın kenarındaydık... Dünyadaki en güzel yerler bile, oranın yanında çöplük gibiydi sanki... Irmağın kenarında dolaşırken gördüklerime inanamadım... Birbirinden güzel kadınlar, beni görür görmez el pençe divan durmuşlardı. Yanımdaki kimseden öğrendim ki, bunlar Cennet hûrileri... Güzelliklerini anlatacak kelime bulamıyordum... Beni birbirlerine göstererek sevinçle konuşuyorlardı: - İşte Aynâ-i merdıyyenin efendisi geldi... O anda, hangisinin Aynâ-i merdıyye olduğunu merak ederek sordum: - İçinizden hanginiz, Aynâ-i merdıyye? Verdikleri cevapla hem şaşırmış, hem de hayâl kırıklığına uğramıştım... Dediler ki: - Estağfirullah, biz onun gibi olabilir miyiz? Biz onun hizmetçileri olabiliriz. Onu görmek istersen biraz daha ilerlemen lâzımdır. (Devamı yarın)
Ayıplayan ayıplanır!
30 Mart 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: İnsanları alay ederek küçük görmeyiniz, tahkir etmeyiniz. Belki o sizden daha hayırlıdır. Bu alay, alaydan ötürü üzülüp rahatsız olan bir kimse hakkında haramdır. Kendini maskara haline getiren ve çoğu zaman alaya alınmasından sevinen bir kimseye gelince, alay bu kimse hakkında mizah ve hafif şaka kabilindendir. Bu hafif şakalaşmanın güzel ve çirkin; yani helâl ve haram kısımları vardır. Ancak haram olan kısım alaya alınan insanın rahatsız olduğu kısımdır. Çünkü tahkir etmek söz konusudur. Tahkir etmek bazen, karşıdaki insan konuşmasında yanıldığı için veya intizamsız konuştuğu için ona gülmek sûretiyle olur. Bazen de karışık fiillerine gülmek suretiyle olur. Yazısından, sanatından, suretinden, boy ve bosunu alaya almak veya herhangi bir ayıptan dolayı eksikliğine gülmek gibi... Bütün bunlara gülmek, yasaklanan alay kısmına girer. Hadis-i şerifte, "Kim, (müslüman) kardeşini işlediği günahından tevbe ettiği halde o günahtan ötürü ayıplarsa, o kimse ölmeden önce o günahı işlemekle cezalandırılır." Bütün bunlar başkasını tahkir etmek, başkasına gülmek ve başkasını küçük görüp alaya almaktan doğar. Nitekim şu ayet buna işaret eder: "Belki (alay ettikleri kimseler) kendilerinden iyidir" (Hucûrat/11) Lakap, ya yermek, alay etmek veya övmek, takdir etmek için kullanılır. İnsanları beğenmediği, üzüleceği lakaplarla çağırmak günahtır. Böyle bir lakapla arkasından konuşmak da gıybettir, haramdır. Bir kimse, bir kusuru ile meşhur olup da, o lakap ile onu çağırınca üzülmezse, bu lakap ile onu çağırmak veya ondan bahsetmek günah olmaz. Mesela, Uzun Cem, Kara Ali demek gibi. İnsanları beğendiği lakaplarla çağırmak günah değildir. Mesela, Yiğit Hüseyin, Hasan Onbaşı gibi lakaplarla insanları çağırmak günah olmaz. Peygamber efendimize Emin, Hz. Ebu Bekir'e Sıddık, Hz. Ömer'e Faruk, Hz. Osman'a Zinnureyn, Hz. Ali'ye Ebu Turab denmesi böyledir... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
Aynâ-i merdıyye"sine kavuştu!..
31 Mart 2010 01:00
Dünden devam Genç, rüyasında, gösterilen yönde ilerlerken gördüklerini şöyle anlatır: Bana va'dedilen "Aynâ-i merdıyye"ye kavuşmak için inlerken öyle güzel bir yere vardım ki, daha önce gördüğüm ırmak ve çevresini unuttum bile... Irmaktan berrak bir süt akıyor... Anlatacak kelime olmadığı için süt diyorum... Aslında sadece isim benzerliği var. Öyle güzel bir yer ki.. Yine karşımda birbirinden güzel hûriler... Aman Allahım, ben daha öncekileri güzel zannediyormuşum. Demek ki güzellik bunlardaymış... Şaşkınlığım geçmeden, yine beni göstererek fısıldaştıklarını duydum: "İşte Aynâ-i merdıyye'nin efendisi geldi." Yoksa bunlardan biri miydi Aynâ-i merdıyye... Çekinerek sordum: - İçinizden hangisi Aynâ-i merdıyye... "ÖZÜR DİLERİZ..." Yine aynı hayâl kırıklığına uğradığım cevap: - Özür dileriz... Biz onun ancak hizmetçisi olabiliriz... Onu görmek isterseniz, biraz daha ilerlemeniz lâzım... Biraz daha yürüdüm. Yine bir nehir ki, bu defa, bal renginde, şeffaf mı şeffaf, insanın yüreğine ferahlık verecek derecede hoş bir ırmak ve çevresinde, bütün gördüklerimden daha güzel bir çevre vardı... Ben çevrenin güzelliğine dalmışken, karşımda el pençe divan duran hûrileri görünce, kendi kendime, "Yoksa güzellik denilen şey bu muydu?" dedim. Bu hûriler de aralarında aynı sözü mırıldanıyor, birbirlerine beni göstererek müjde veriyorlardı: "İşte Aynâ-i merdıyye'nin efendisi geldi." Sevinçten nutkum durmuş, gördüğüm güzellik karşısında bayılacak derecede heyecanlanmış olarak sordum: - Hanginiz Aynâ-i merdıyye? Cevap yine aynı: - Estağfirullah!.. Biz onun ancak hizmetçisi olabiliriz... Onu görmek isterseniz, biraz daha ilerlemeniz lâzım!.. Artık kendimde değildim. Dayanamaz hâle gelmiştim ki, karşımda bir köşk belirdi... Bir ikram, bir iltifat ki, hiçbir sultan böyle iltifat, böyle bir karşılama görmemiştir... Beni içeri kabûl ettiler... İnci ve yakuttan yapılmış, ama aslâ anlatamayacağım güzellikte bir taht vardı... Gözlerim kamaşmış, etrafımı göremiyordum... Biraz sonra kendime geldiğimde, baktım ki, tahtta bir sultan hanım oturuyor. Bunu görünce, o zaman hakîkî güzelliğin ne olduğunu anladım... Ama anlatmam mümkün değil. Çünkü hiçbir lisan, o güzelliği anlatamaz. Akıl, mantık, hayâl durur!.. Ben kendimden geçmiş ve konuşamaz hâldeyken, şu inci misâli sözler yayıldı etrafa: - Merhaba ey Allah dostu! Bize gelme zamanın yaklaştı. Yakında şehîd olup buraya geleceksin. Ben de senin hizmetinle şerefleneceğim. "ACELE ETME SABIRLI OL!" Kendimi toparlayıp yanına biraz daha yaklaşmak istediğimde: - Hele biraz daha sabret! Acele etme! Daha dünyadan ilgini kesmedin. Sen hâlen dünya ehlisin. Ben ise âhiret ehliyim. İnşâallah bugün, dünya ile ilgin kalmayacak, iftârı bizimle beraber yaparsın. Bundan sonrasını Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri şöyle anlatır: Bu rü'yâyı anlatan genç daha sonra bana, "İşte sayıkladığım isim budur" dedi. Gencin sözleri yeni bitmişti ki, bize doğru gelmekte olan Bizans askerlerini gördük. Hemen askerleri toparlayıp hücuma geçtik. Bu genç en önde kılıç sallıyordu. Kısa bir mücâdeleden sonra, Bizans askerlerini temizledik. Sonra gördük ki, bu genç tam dokuz Bizans askerini öldürmüş, onuncusu ile savaşırken şehîd düşmüş. Yanına vardım. Kanlar içerisinde yatıyordu. Biraz önce anlattıklarını hatırlayıp, kendisine gıpta ile baktım. Gülümsüyordu, ölmüş gibi değildi. Yüzünde emsâlsiz bir güzellik vardı. Çünkü, "Aynâ-i merdıyye"sine kavuşmuştu... Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri buyurdu ki: "Muhakkak ki her şeyin bir kestirme yolu vardır. Cennet'in kestirme yolu da cihâd yapmaktır; İslamiyeti doğru olarak yaymaktır!" (Cihad; silahla, yayınla, nasihatle ve dua ile olmak üzere üç şekilde yapılır. Birincisini devlet yapar. İkincisini âlimler yapar. Üçüncüsünü herkes yapar. Üçüncüsü herkese farz-ı ayndır, diğer ikisi ise farz-ı kifayedir.
Şakada, mizahta ve gülmede aşırı gitme!"
31 Mart 2010 01:00
Said bin As, oğluna şöyle nasihat etti: "Ey oğul, az şaka yap! Çünkü mizahın gereğinden fazlası, insanın değerlerini giderir ve kötüleri, aleyhine cesaretlendirir. Şakayı tamamen terk etmek de dost ve sevdiklerinin buğzetmesine ve samimiyetin kesilmesine yol açar. Buna göre dostlarına, arkadaşlarına karşı sohbet, ülfet ve medeni münasebetleri devam ettirmeye sebep olacak vasıftaki şakayı terk etme, lakin bu sınırı aşmaktan da daima sakın! Çok gülmek de, çok şaka yapmak gibi zararlıdır, makbul değildir. Özellikle idareciler için çok gülmek münasip değildir. Çünkü çok gülmek, kişilerin heybet ve vakarlarını giderir, edebini azaltır. Şunlara önem ver: 1- Sonunda güçlükler bekleyen işlerin başlangıcında görünen kolaylığa aldanma! 2- Yerine getiremeyeceğin şeyi vaat etme! 3- Ansızın karşına çıkıverecek işlere karşı dikkatli ol! Yani nice işler var ki, karşına ansızın çıkıverir. Daima dikkatli ve basiretli ol! 4- Ceza ve mükafatları zamanında ver! Bu hususta ihmalkâr davranma... Çünkü ihmalkâr davranmak, bu hususlarda bazı engellerin meydana çıkmasına sebep olabilir. 5- Söz verince sözünde dur, sözünde durmamaktan sakın, vaat ettiğin şeyi yerine getir! Çünkü sözünde durmamak ve vaat ettiğini yapmamak, idareciyi helake götürür." Muhammed bin Vasi dedi ki: "Cennette ağlamak ve Cehennemde gülmek çok tuhaftır. Fakat Cennete mi, Cehenneme mi gideceğini bilmeden gülmek daha çok tuhaftır. " Hadis-i şerifte buyuruldu: "Şakası doğru olanı Allahü teâlâ sorumlu tutmaz." "Ölçüsüz şaka yapan hafife alınır." Rabia hatun, "Günah olmayan işlerde, gönül almak için şakalaşmak mürüvvettendir" buyurdu. Hadis-i şerifte, "Çocuklarınıza çeşitli lakap takılmadan, onlarla künyelenin" buyuruldu. Bunun için insanları beğendikleri lakap ve künye ile çağırmakta mahzur yoktur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Aranızdaki konuşma emânettir!
1 Nisan 2010 01:00
İki kişi arasındaki gizli konuşma sırdır. Taraflara emanettir. Emanete hıyanet edilmez. Nitekim bu hususta Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kişi konuşurken dönüp etrafına bakarsa, onun bu konuşması, konuşmasının dinleyene emânet olduğuna delâlet eder (ifşa edilmemesi gerekir)." Hazreti Peygamber, başka bir hadîs-i şerifinde bunu kayıtsız şartsız olarak şöyle ifade etmiştir: "Aranızdaki konuşma emânettir." Hasan-ı Basrî hazretleri şöyle buyurmuştur: "Arkadaşının sırrını söylemen hainliktir." Rivayet ediliyor ki Hz. Muaviye, kardeşi Utbe'nin oğlu Velid'e bir sırrını söyledi. Velid, babasına dedi ki: -Ey babacığım! Emîr'ul-Mü'minîn bana bir sırrını söyledi. Ben, emîr'ul-mü'minîn'in başkasından gizlediklerini senden gizlemediğini görüyorum. Sana o sırrı söyleyeyim mi? -Ey oğul! O sırrı bana söyleme! Çünkü sırrı sakladığın müddetçe o senin elindedir. O sırrı açıklarsan artık o senin aleyhinde olur! -Babacığım! Bu durum baba ile evlat arasına da girer mi? -Hayır! Böyle bir şey evlât ile baba arasına girmez. Fakat ben senin dilini sırları söylemek suretiyle başıboşluğa alıştırmanı istemem! Velid dedi ki: Amcam Muaviye'ye geldim ve ona bu durumu haber verdim. Bunun üzerine bana şöyle dedi: "Ey Velid! Kardeşim (baban) seni yanlışlığın köleliğinden azat etmiştir. Dolayısıyla sırrı açıklamak hainliktir." Eğer bu açıklamada başkasının zarar görmesi söz konusu ise haram olur. Eğer başkasının zarar görmesi söz konusu değilse alçaklık olur. Hikmet ehli bu konu ile ilgili buyurdu ki: "İnsan, söylemediği sözün hakimi, söylediği sözün mahkûmudur." "Sır, insanın esiridir. Açıklayınca, insan ona esir olur." "Sırrını akıllıya söylersen, seni zelil görür. Ahmağa söylersen, başkalarına söyler, sana hıyanet eder." Tel: 0 212 - 454 38 2
Akıllı kimse sır küpüdür!"
2 Nisan 2010 01:00
Sır, gizli kalması ve hiç kimseye söylenmemesi gereken şeydir. Başkaları duyunca, ya mahcup oluruz veya o işi başaramayız. Bunun için sır saklamak, başarının önemli sebeplerinden biridir. Birçok devlet adamı, başarılarının en mühim sebebinin sır saklamak olduğunu bildirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet Han, "Yapacağım işleri, sakalımın bir kılı bilse, onu kopartırım" demiştir. Sırrını söyleyen ekseriya pişman olur. Hikmet ehli kimseler şöyle söylemişlerdir: "Akıllı kimse, sır küpüdür.", "Sırrını anlatmanı isteyene, sırrını söyleme, sırrını ifşa eder.", "Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir." Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez. "Bir kişiye söylenen sır, sırlıktan çıkar." Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, âdeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz! Cenab-ı Hakkın bir ismi de Settardır. Ayıpları, çirkin işleri gizler. İnsanların ayıplarını gizleyen kulunu da sever. Hadis-i şerifte, "Arkadaşının aybını gizleyen, bir ölüyü diriltmiş gibi sevap kazanır" buyuruldu. Bir sözünün duyulması, o kimseye zarar verecekse, o kimse "Bunu kimseye söyleme" demese bile, o sözü gizlemelidir! Peygamber Efendimiz, "Dostunu günün birinde, aranızın açılabileceğini hesaba katarak; düşmanına da bir gün dost olabileceğini düşünerek itidalli ol" buyuruyor. Dostumuza bazı sırlar verirsek, ileride düşman olduğunda, bunları koz olarak kullanır ve bizi mahcup eder. Düşmanımıza da düşmanlıkta ileri giderek, ileride dost olduğumuzda, söylediğimiz kötü sözler ve işlerden dolayı mahcup oluruz. Onun için, dinimizin emrine uyup, dostumuza sır vermekten sakınmalıyız. Kişi herkese sırrını söylememelidir. Herkesin sözüne kanmamalıdır. İnsanların sözüne değil, işlerine bakmalıdır. Kendisine faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Kendisine faydası olmayan, başkasına faydalı olamaz. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Doğruluk, güzel ahlâkın özü
3 Nisan 2010 01:00
Hazreti Lokman Hakîm'e sordular: - Güzel ahlakın özü nedir? - Doğru sözlü olmak, emaneti sahibine vermek ve kendisini ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmemek... Doğru söylemek dinimizin emridir. Yalan söylemek, çok kötü bir huydur. Yalan, her dinde haramdı. Bütün peygamberler yalan üzerinde çok durmuşlardır. Peygamber efendimiz ümmetine bir nasihatinde şöyle buyurdu: - Ey ümmet ve eshabım! Doğruluğa yapışınız! Size doğruluk gerek. Şüphesiz ki, doğruluk, insanı iyiliğe sevk eder. İyilik de cennete götürür. Kişi doğru insan olarak kalma yollarını araştırdıkça, Allah nezdinde sıddık, çok doğru insan olarak yazılır. Yalandan sakının! Zira, şüphesiz ki, yalan insanı fısk-ı fücura sevk eder. Fısk-ı fücur da cehenneme götürür. Kişi yalancı oldukça ve yalan söyleme yollarını araştırdıkça, Allah nazarında çok yalancı insan olarak yazılır. Doğruluğun unutulması, yalanın yaygınlaşması İslâmiyetten, İslâm ahlâkından ne kadar uzaklaşıldığının bir göstergesidir. Hâlbuki yalan, günahların en çirkini, ayıpların en fenası, kalbleri karartan bütün kötülüklerin başıdır. Yalan her dinde şiddetle yasaklanmış kötü bir huydur. Doğruluğun faziletini, yalanın kötülüğünü şu hadis-i şerifler açıkça göstermektedir: "Doğru olun! Doğruluk iyiliğe, iyilik ise, cennete çeker. Yalandan sakının! Yalan kötülüklere, kötülükler ise cehenneme götürür." "İman sahibi, her hataya düşebilir. Fakat, hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez." Doğruluk saadete, yalan felâkete götürür. Hazreti Lokman Hakîm'e, "Sen bu makama nasıl yükseldin?" diye sorduklarında, "Doğru konuşup, emanete riayet etmekle ve faydasız sözü terk etmekle" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.m
Yalandan az kimse kurtulabilir!
4 Nisan 2010 01:00
Hazret-i Lokman Hakîm oğluna buyurdu ki: "Oğlum, yalandan sakın! Zira o, serçe eti kadar tatlıdır. Ondan az kimseler kurtulabilir." Hazret-i Ali buyurdu ki: "Allah indinde en büyük hata, yalan konuşmaktır." Malik bin Dinar hazretleri buyurdu ki: "Doğru ile yalan, biri diğerini çıkarıncaya kadar kalbde boğuşurlar." Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: "İçi dışına, sözü işine uymamak, nifaktandır. Nifakın temeli ise yalandır." Bütün kötülüklerin esası yalandır. Peygamber efendimizin en sevmediği huydur. Eshab-ı kiram da en çok yalana buğzederdi. Hazret-i Aişe validemiz, "Eshab-ı kiram indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü, yalanla kâmil imanın bir arada bulunmadığını bilirlerdi" buyurdu. Tabiînden biri buyurdu ki: "Doğru sözlülük, Allah dostlarının süsüdür. Yalancılık da bedbahtların alamet-i farikasıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde tevbe suresinde bu hususları açıklamıştır: "Bugün, doğruların doğruluğunun kendilerine fayda vereceği bir gündür." Adamın biri Peygamber efendimize dedi ki: - Üç günaha tutuldum. Onları yapmadan duramıyorum. Bunlardan nasıl kurtulabilirim. Bunlar; zina, yalan ve içki. Peygamber efendimiz de buyurdu ki: - Yalanı benim için terk et! Adam gitti. Bir günahı işleyeceği zaman, kendi kendine, "Eğer bu günahı yaparsam, Resûlullah sorduğunda, 'evet' dersem suçum meydana çıkar. 'Hayır yapmadım' dersem, yalan söyleyerek verdiğim sözü tutmamış olurum" diye düşündü. Diğer günahları işleyeceği zaman da aynı şekilde düşünerek kötü huylarını terk etti. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Üç şey vardır ki, bunlardan biri kimde bulunursa, namaz kılsa da, oruç tutsa da münafıktır. Konuşunca yalan söyler, söz verince durmaz, kendisine verilen emanete hıyanet eder." > T
Olgunluğun alâmeti
5 Nisan 2010 01:00
Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve faziletlidir. Peygamber aleyhisselâma olgunluğun alâmeti sorulduğunda, "Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır" buyurdu. İnsan her işinde, her sözünde doğru olmalıdır. İç ile dışın bir olması adalettir. İçinin dışından iyi olması fazilettir. İçi dışına uymayan insana doğru denmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Bir müminin kalbi doğru olmayınca, imanı doğru olmaz. Dili doğru olmayınca da kalbi doğru olmaz." Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Ey ümmet ve eshabım, siz bana, altı şeyi tekeffül ediniz, altı şeye riayet edeceğinize söz veriniz. Ben de size cenneti tekeffül edeyim, cennetlik olacağınıza dair size söz vereyim: 1- Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz! 2- Vaat ettiğiniz zaman vaadinizi yerine getiriniz! 3- Emanete hıyanet etmeyiniz! 4- Zinadan uzak durunuz! 5- Gözlerinizi haramdan koruyunuz. 6- Ellerinizi haramdan çekiniz, harama yaklaştırmayınız! Abdullah İbni Mesud hazretleri buyurdu ki: Sözün en doğrusu Kelamullah, Kur'an-ı kerimdir. En şereflisi zikrullahtır. Körlüğün, basiretsizliğin en zararlısı kalb körlüğü, kalb basiretsizliğidir. Az olup fakat kifâyet eden, çok olup fakat gâfil edenlerden daha hayırlıdır. Nedametlerin en büyüğü ve en zararlısı kıyamet günündeki nedamettir. En hayırlı zenginlik, gönül zenginliğidir. Azıkların en hayırlısı takvadır. İçki günahların davetçisidir. Gençlik, deliliğin bir şubesidir. Hataların en büyüğü dilin yalanıdır. Peygamber efendimiz de buyurdu ki: Yalan ancak üç yerde câizdir: 1- Düşmanla yapılan harpte. Zira harp bir hileden ibarettir, 2- Dargın iki müminin arasını bulma hususunda, 3- Kadın ile kocası arasındaki dargınlığı giderme hususunda. Peygamber efendimiz, "Yâ Rabbî, dilimi yalandan, kalbimi nifaktan, amelimi riyâdan, gözümü hıyanetten temizle ve koru! Gönülden geçenler senden gizli değildir" şeklinde duâ etmemizi tavsiye ederlerdi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
İbni Teymiyye Mardin'de tartışıldı
6 Nisan 2010 01:00
Geçen hafta, İslam dünyasının önde gelen 20 din adamı, Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting adlı Londra merkezli düşünce kuruluşlarının organize ettiği, Artuklu Üniversitesi'nin ev sahipliği yaptığı konferans için Mardin'de bir araya gelerek; İbni Teymiyye'nin terör örgütlerine referans olan fikirlerini tartıştı. Peki, günümüzün en önemli problemi olan terör belasına fikir babalığı yapan İbni Teymiyye kimdir? İyi bir tahsil gören, çok kitap okuyan ve ilim sâhibi olan İbni Teymiyye, daha sonra ilminin çokluğuna aldanarak müderris olan babasının ve hocalarının doğru yolunu bıraktı. Kendi görüşlerini üstün görerek Ehl-i sünnet yolundan ayrıldı. Bozuk fikirlerinden dolayı birçok defa hapse atıldı, 1328'de hapishanede öldü. YANGIN KENDİLERİNE ULAŞINCA... İbni Teymiyye, İslam tarihinde bir benzeri olmayan, şahsına münhasır bir kimsedir. Hiçbir âlimi beğenmez, Eshab-ı kiram ve dört mezheb imamı dahil herkesin yanlış yaptığını söylerdi. Karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi. Ehl-i sünnete karşı, isyan bayrağı çekti. İslâm âlemine fitne, fesat ateşi saldı. Pek çok fetvasında icmadan, İslam âlimlerinin ittifaklarından ayrıldı. Bu farklı hükümler İslamı bölmek, parçalamak isteyen İslam düşmanlarına malzeme oldu. Bunun için hemen hemen bütün sapık, bozuk, Ehl-i sünnet dışı akımlar hep İbni Teymiyye'nin fikirlerinden faydalandılar; bozuk düşüncelerini bu fikirler üzerine bina ettiler. Örneğin, İngiliz ajanı Hempher vasıtasıyla kurdukları Vehhabilik, İbni Teymiyye'nin sapık fikirleri ile İngiliz câsûsu Hempher'in yalan ve hîlelerinin karışımından ibarettir. Geçmişten günümüze; İbni Kesir, Zehebi, İbnül Kayyum Cevziye, Abdülvehhab, Şevkani, Efgani, Abduh, Reşid Rıza, Mevdudi, Hasan Nedvi, El Benna, S.Kutup ve günümüz bazı ilahiyat mensupları, İhvan-ı Müslimin, El Kaide hareketi, İbni Teymiyye'nin fikirlerini savunmuşlardır. Batılılar yıllardır, İslamı bölmek, Müslümanları birbirine düşürmek için İbni Teymiye'nin fikirlerini gündemde tutup dolaylı destek verdiler. Sonra da oturup, Müslümanların birbiri ile kavgalarını, birbirlerini öldürmelerini zevkle seyrettiler. Ne zaman ki iş tersine döndü, bumerang gibi, ok geri dönüp sahibini hedef aldı; intihar bombacıları, toplu öldürme terör eylemleri başladı, birden telaşa, korkuya kapıldılar. Bu ikiyüzlülüktür. Müslümanlara her türlü ölümü, zulmü reva göreceksin, kendine gelince; bu haksızlıktır, terördür diyeceksin, bu adalete, insanlığa sığmaz. Ehl-i sünnet âlimleri, fitnenin, terörün her türlüsünü lanetlemişler, Müslüman-Hristiyan kime yapılırsa yapılsın hepsine kesin bir tavırla karşı çıkmışlar. Bir insanı haksız şekilde öldürmeyi, bütün insanlığı öldürmek şeklinde ifade etmişlerdir. ZARARLI AKIMLARIN FİKİR BABASI Ehl-i sünnet âlimleri, her zaman, İbni Teymiyye'nin diğer pek çok fikirleri gibi, işgalcileri ve bunlarla mücadele etmeyen Müslümanları düşman ilan eden "Mardin fetvası"nın da yanlış olduğunu; bu fetva ile iki Müslüman askerinin savaştığını, kardeş kanı dökülmesine, binlerce Müslümanın ölmesine sebep olduğunu bildirmişlerdir. İbni Teymiyye'nin fikirleri Müslümanları birbirine düşürmek için kullanıldığı gibi; dinde reform, yenilik yapmak isteyenler de hep onun sapık fikirlerinden istifade etmişlerdir. Yani, İbni Teymiyye dinde reformcuların da fikir babasıdır. Son devir büyük İslâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Arvasi kuddise sirruh, "Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, İbni Teymiyye oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve İslâm düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü" buyurmuştur. Mâlikî âlimlerinden Tâhir Muhammed Süleymân, (Zahîretül-fıkhil-kübrâ) kitabında, "İbni Teymiyye'nin sözlerinin kıymeti yoktur. O, dalâlettedir ve Müslümanları dalâlete (bid'ate, küfre) sürüklemektedir. Müslümanların icmâ'ından (söz birliğinden) ayrılmış, bid'at yolunu tutmuştur. İslâm âlimleri, onun dalâlette olduğunu, söz birliği ile bildirdi" demiştir.
İbni Teymiyye'nin aykırı fikirleri
7 Nisan 2010 01:00
İbni Teymiyye, Hulefâ-i Râşidîn (dört büyük halîfe), diğer Eshâb-ı kirâm ve din büyüklerini küfürle ithâm edecek derecede ileri geri sözler sarf etti. Allahü teâlânın ve peygamberlerin sıfatlarını ve tasavvufu, şefaati inkâr edip, evliyâyı küfürle ithâm etti. İbni Teymiyye'nin bozuk fikirlerinden bâzılarını büyük âlim İbn-i Hacer-i Mekkî, Fetâvâ-i Hadîsiyye kitâbında şöyle bildirmektedir. 1- Allahü teâlâya oturmak, kalkmak, yürümek, inmek, çıkmak gibi insanlara mahsus sıfatlar izâfe etmektedir. Hâlbuki; Allahü teâlâ, hiçbir bakımdan insanlara (ve diğer mahlûklara) benzemez, zamandan ve mekândan münezzehtir, uzaktır. 2- Peygamberlerin mâsumiyyetini (günahtan korunmuş olduklarını) reddetmiştir. Hâlbuki, mâsumiyyet peygamberlerin sıfatlarındandır. 3- Cehennemin ebedî olmadığını ve kâfirlerin Cehennemde ebedî, sonsuz kalmayacağını söylemiştir. Hâlbuki Cehennemin ebedî olduğunu ve kâfirlerin burada ebedî, sonsuz kalacağını Kur'ân-ı kerîm haber vermektedir. İSLAM BÜYÜKLERİNE KÜFÜR İTHAMI 4- Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî gibi bâzı tasavvuf büyüklerini küfürle ithâm etmiş, tasavvufu reddetmiştir. Hâlbuki tasavvuf, Peygamber efendimiz zamânından beri vardı ve tasavvuf büyüklerine hiçbir Ehl-i sünnet âlimi dil uzatmadı. 5- Başta Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri olmak üzere Eshâb-ı kirâmın, velîlerin, âlimlerin ve sâlih Müslümanların kabirlerinin ziyâret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefâate vesîle kılmayı da harâm saymıştır. Ayrıca; üç talak bir talak sayılır, şartlı talakta yemin kefareti vermek kafidir, âdetli kadın tavaf yapabilir, namazın kazası olmaz, gibi kural dışı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine aykırı yanlış hükümler verdi. Luther adındaki papaz gibi İslamda reform yapmaya çalıştı. İbni Teymiyye'nin İslâm âlemindeki şöhreti; dindeki büyüklüğünden değil, kendisinden sonra ortaya çıkıp, mezhepsizlik fikrini yaymaya çalışanlar ile, kendi kısa akıllarına göre dinde değişiklik yapmak isteyenlerin sapıklıklarına kaynak olması sebebiyledir. İslamı içeriden yıkmak isteyenlerin gizli desteği iledir. Mısır'da yetişen dinde reformcular ve Vehhâbîler, tuttukları bozuk yoldaki fikirlerine delil olarak yalnız İbni Teymiyye ve talebelerinin ileri sürdüğü yanlış görüşleri göstermekte ve ona dayanmaktadırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinden Yusuf Nebhanî, Şevahidü'l-Hakk'da, "İbni Teymiyye, dalgaları kıyıyı döven gürültülü bir deniz gibidir. Bazen sahile inci ve mercan bırakır; çoğu zaman da taşları ve midye kabuklarını, pislikleri ve hayvan leşlerini bırakır" demiştir. İbni Teymiyye İmam-ı Gazâlî'yi kusurlu göstermektedir. Büyük âlim (İbn-i Hacer-i Mekkî) hazretleri, (El-a'lâm bi-kavâtı'ıl-islâm) kitabında buyuruyor ki: "İmâm-ı Gazâlî'nin yazılarında kusur bulan kimse, yâ haset edip onu çekemeyendir, yâhut da, zındıktır." YIRTICI HAYVANDAN KAÇAR GİBİ... İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki: "İbni Teymiyye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya, ariflere dil uzatırdı. Kitaplarını okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır." İbn-i Hacer-i Mekkî Fetâvel-hadîsiyye kitabında da, "İbni Teymiyye'nin gözlerini kör, kulakları sağırdır. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir" demiştir. İbni Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitabında diyor ki: "İmâm-ı Gazâlî âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zamanının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi.) Bunların dışında güvenilir âlimlerden olan; Takiyyüddîn Sübkî, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Muhammed bin Ali Zemlikânî, Zeynî Dahlan, Mustafa Sabri Efendi, Zâhid-ül-Kevserî, Abdülhakîm Arvâsî, Ahmed Davudoğlu ve Hüseyin Hilmi Işık kuddise sirruh gibi zatlar kitaplarında İbni Teymiyye'nin fikirlerinin bozukluğunu delilleri ile dile getirmişlerdir. Daha geniş bilgi için, "Faideli bilgiler" (Hakikat Kitabevi) kitabına bakılmalıdır
Doğruluk kurtarır!
6 Nisan 2010 01:00
Hazreti Ali buyurdu ki: "Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Emanete hıyanet etmemek, imandandır; güler yüzlülük ihsandandır. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Affetmek fazilettir. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir." Abdullah bin Amr buyurdu ki: "Nasıl dirhemlerini kaybettiğin zaman üzülüyorsun, doğru söylemeyip yalan söylediğin veya başka kötü bir şey konuştuğun zaman için de üzül. Seni ilgilendirmeyen şeyi konuşma!" İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikram görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmeyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir. Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: "İlk Peygamberlik sözünden insanların duydukları: Eğer utanmıyorsan istediğini yap." İsmail bin Abdülmelik şöyle anlatır: "Halife Abdülmelik bin Mervân, çocuklarına Kur'ân-ı kerîm öğrettiğim gibi, doğruluğu öğretmemi, öldürücü bir zehir gibi olan yalandan onları sakındırmamı, bu husûsta onları terbiye etmemi bana emretmiştir." Kişiye, her duyduğunu söylemesi, ona yalan olarak yeter. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ dili, bedenin diğer uzuvlarına üstün kıldı. Onun derecesini yükseltti. Çünkü, Allahü teâlâ kendi birliğini, ortağı olmadığını, vücûdun diğer kısımları arasından ona söyletti. Öyleyse, akıllı bir kimsenin, Allahü teâlânın kendi birliğini ve büyüklüğünü konuşturmak için yarattığı böyle bir âleti, yalana alıştırması asla yakışmaz. Bilakis, insana, dilini devamlı doğruyu söylemeye, dünyâ ve âhirette kendisine fâide verecek şeylere alıştırması lâzımdır. Dil neye alıştırılırsa, onu ister, onu konuşur. Yalana alıştırılırsa, yalan söylemeye başlar." >
.
Doğruluğun gücü!
7 Nisan 2010 01:00
Seyyid Abdülkadiri Geylani hazretleri anlatır: İlim tahsili için evden ayrılırken annem, elbisemin iç kısmına görülmeyecek şekilde babamdan kalma kırk altın koydu. İhtiyaç hâlinde, bunları harcamamı söyledi. Sonra ağlayarak dedi ki: "Belki bir daha seninle görüşemeyeceğim. İnşâallah âhirette görüşeceğiz. Senden istediğim bir tek şart var; o da şu: Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeceksin! Her zaman doğruluk üzerinde bulunacaksın!" Yola çıktık. Hemedan'ı geçince altmış kişilik bir eşkıya grubu yolumuzu kestiler. Herkesin parasını, kıymetli eşyalarını aldılar. Bir ara eşkıyânın biri yanımdan geçerken, şaka yollu "neyin var" diye bana sordu. "Kırk altınım var" dedim. Eşkıyâ beni dalga geçiyor zannederek, üzerimi aramadan çekip gitti. Başka bir eşkıyâ gelip, o da aynı şeyi sordu. Ona da "Kırk altınım var" diye cevap verdim. O da sözümü önemsemeyip, gitti. Bunlar reîslerinin yanında benden bahsedince, reîsleri beni yanına çağırıp sordu: - Yanımda kırk altınım var diyormuşsun! Bizimle dalga geçmeye utanmıyor musun? - Hayır ben yalan söylemiyorum. İsterseniz, söküp bakabilirsiniz. Eşkıyâdan birisi gelip, elbisemin içindeki gizli yeri söktü. Altınları çıkarttı. Reisleri şaşırıp bana sordu: "Evlâdım biz senin üzerini aramadık. Gizli yerde olduğu için arasak da bulamazdık. Biz sorduğumuzda, "Bir şeyim yok" deseydin, geçer giderdik. Altınların sana kalırdı. Bu altınlara yazık değil mi, niçin doğruyu söyledin?" Ben de, "Ben ilim tahsîli için Bağdat'a gidiyorum. Annem yola çıkarken bana vasiyet etti ve dedi ki: 'Ne olursa olsun yalan söylemeyeceksin!' Ben de anneme söz verdim. Sözümde durmayıp, anneme ihânet edemem. Bunun için doğruyu söyledim" dedim. Bu cevabın karşısında, eşkıyâ reîsi bana dönüp ağlayarak şunları söyledi: "Bunca senedir, beni yaratan Rabbime verdiğim sözde durmadım. O'nun yasak ettiği işleri yaptım. Senin bu hâlin beni kendime getirdi. Hepinizin huzûrunda tövbe ediyorum." Reîslerinin bu hâlini gören eşkıyâlar, "Biz de tövbe ettik" diyerek, aldıkları bütün malları sahiplerine verdiler. İlk defa elimde tövbe eden, bu altmış kişidir... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
Yalan, her dinde haramdı
8 Nisan 2010 01:00
Yalan söylemek, çok kötü bir huydur. Yalan, her dinde harâmdı. Bütün peygamberler yalan üzerinde çok durmuşlardır. Hazret-i Lokman şöyle buyurdu: "Yalandan çok sakın. Çünkü dîni bozar ve insanlar yanında i'tibârı azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makamını kaybedersin. Yalan söyleyen kimsenin nûru gider, kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi çoğalır. Anlayışsız kimseye bir mes'ele anlatmak, bir kayayı yerinden ayırmaktan daha zordur." İbni Mes'ûd hazretleri buyurdu ki: "Münâfığın üç hâlinden ibret alınız. Onu bu üç tavrı ile değerlendiriniz. Konuştu mu yalan konuşur. Va'dedince sözünde durmaz. Sözleştiği zaman haksızlık ve zulüm eder. Allahü teâlâ münâfıkların bu özelliklerini Tevbe sûresinde şöyle beyân buyurmaktadır: "İçlerinden kimi de, 'Eğer Allah bize lûtfundan ihsân ederse, yemin olsun ki zekâtını vereceğiz, muhakkak sâlihlerden olacağız' diye Allaha söz vermişti. Ne zaman ki Allah kendilerine lûtfundan verince de onunla cimrilik edip, va'dlerinden döndüler. Onlar öyle dönektir işte!" Huzeyfe ibni Yamânî hazretleri buyurdu ki: "Resûlullahın zamanında bir adam bir yalan söyledi mi bununla münâfık olurdu, ya'nî bu bir yalan onun münâfıklığına delîl sayılırdı. Hâlbuki bugün ben, sizden birinin günde on yalanını duyuyorum..." Müslümanın, kendisini münâfıklık alâmetlerinden koruması gerekir. İnsan kendisini yalancılığa alıştırır, onu kendisine huy edinirse, durumu tehlikeli olur. Yalancılığın ve söylediği yalanların günâhı kendisine yüklendiği gibi, o husûsta kendisine uyanların günâhı da yine kendisine yüklenir. Münâfıklık, kişinin dışının içine uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. İ'tikâd edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, harâm olur. Kişinin tevbesi dört şeyde belli olur: 1) Dilini lüzûmsuz sözlerden, gıybetten, yalandan koruyorsa, 2) Kalbinde hiçbir kimseye ne hased, ne de düşmanlık beslemiyorsa, 3) Kötü kişilerden uzak duruyorsa, 4) Ölüme hazırlanarak geçmiş günâhlarına nedâmet duyuyor, onlara tevbe, istigfâr ediyor ve Rabbinin tâatına yöneliyorsa. Tel:
Allahü teâlânın razı olduğu dört şey!
9 Nisan 2010 01:00
Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber Efendimizin yanına gelip dedi ki: "Yâ Resûlallah, Allahü teâlâ Ca'fer-i Tayyâr'ın dört şeyinden râzıdır, memnundur." Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Ey Ca'fer, Allahü teâlânın sende, râzı olduğu dört haslet hangileridir?" diye sordu. O şöyle cevap verdi: "Ey Allahın Resûlü, hiçbir zaman putlara secde etmedim, çünkü onlardan fayda ve zarar gelmeyeceğini biliyordum. Hiçbir zaman şarap içmedim, çünkü aklı giderdiğini gördüm. Hiçbir zaman yalan söylemedim, çünkü yalan söyleyen benim indimde çok aşağılık bir kişi idi. Yalan söyleyip aşağı insan olmak istemedim. Hiç zinâ etmedim. Bir başkası bu çirkin işi, benim hanımıma yapsa, benim de haberim olsa, ne kadar üzüleceğimi, ne kadar mahcup ve utanılacak hâle düşeceğimi düşündüm, herkesi de böyle olur bildim." Bunu dinleyen Peygamber Efedimiz: "Sen, bu hasletlerin ile meleklerle beraber olmaya lâyıksın" buyurdu. Ca'fer-i Sâdık hazretleri buyurdu ki: Beş kişinin sohbetinde bulunmaktan sakın: 1- Yalan söyleyenden sakın, çünkü ona dâimâ aldanırsın. 2- Ahmaktan sakın, çünkü sana iyilik yapayım derken kötülük yapar. 3- Bâhilden sakın, çünkü en çok işine yarayacağı zaman seni bırakır. 4- Kötü kalbli kişiden sakın, çünkü işi düşünce seni harcar. 5- Fâsıktan sakın, çünkü seni bir lokma ekmeğe satar. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Rüyamda bir kişi bana geldi ve 'Kalk!' dedi. Onunla birlikte kalktım. Bir de gördüm ki iki kişinin yanındayım. Onlardan biri ayakta, diğeri oturmuş... Ayakta olanın elinde çengeller vardı. O çengelleri oturan kişinin ağız boşluğundan geçiriyor, dudakları omuzlarına yetişinceye kadar çengelleri çekip uzatıyordu. Sonra tekrar çekiyordu. Sonra çengeli çıkarıp ağzının öbür tarafına takıyor, onu çektiği zaman, öbür tarafı eskisi gibi oluyordu. Beni kaldırana 'Bu manzara nedir?' dedim. 'Şu oturan kişi yalancıdır. Kıyamete kadar kabrinde bu şekilde azap görecektir' dedi." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@t
.
Yalan söylememek için söz verdim!.."
10 Nisan 2010 01:00
Peygamber Efendimizin, İslâmiyeti yaymaya başladığı zamanlarda, Mekke'de Rügâne isminde meşhur bir pehlivan vardı. Çok kuvvetli idi. Kimse sırtını yere getiremiyordu. Rügâne çobanlık yapardı. Bir gün, şehir dışında Resûlullah Efendimizle karşılaştı. Peygamber Efendimiz kendisini imana çağırdı. O da, "Senin peygamber olduğuna bir şâhidin, bir delilin var mı?" dedi. Peygamber Efendimiz, "Seninle güreşelim, sırtın yere gelirse, îmân eder misin?" diye sordu. Rügâne, "Evet îmân ederim" dedi. Sonra güreşe başladılar. Daha güreşin başında iken, Rügâne'nin sırtı yere geldi. Rügâne, buna bir ma'nâ veremedi. Sırtının nasıl yere geldiğini anlayamadı. Ayağa kalkıp, "Bir yanlışlık oldu, tekrar güreşelim" dedi. Peygamber Efendimiz kabûl buyurdu, tekrar güreşe tutuştular. Rügâne'nin sırtı yine yere geldi. Rügâne "Bir daha güreşelim" diye teklif etti. Üçüncü defa sırtı yine yere geldi. Artık, i'tirâz edecek hâli kalmadı. Mahcup bir şekilde Peygamber Efendimize, "Benim îmân etmeye niyetim yok idi. Sırtımın yere geleceği hâtırımdan bile geçmemişti. Şimdi, kuvvetinin benden daha çok olduğunu kabûl ettim. Ayrıca bu işe çok şaştım. Kimse benim sırtımı yere getiremezken, sen nasıl getirdin? Seni tebrik ediyorum. Sürümün yarısını sana hediye ediyorum" deyip oradan ayrıldı. Peygamber Efendimiz de, sürüyü alıp, Mekke'ye doğru yürümeye başladı. Daha sonra Rügâne, koşarak Resûlullah Efendimizin yanına geldi, "Mekkeliler, 'Bu sürüyü nereden buldun' derlerse ne cevap vereceksin?" diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: "Rügâne verdi derim." "Ne için verdi derlerse" "Onunla güreştik. Sırtını yere getirdim. Kuvvetimi beğendi de verdi, derim." "Aman öyle söyleme! Şanım, şerefim yok olur. (Sözlerim hoşuna gitti de verdi) dersen iyi olur." "Ben hiç yalan söylememek için Rabbime söz verdim" "Öyle ise, sürüyü geriye ver!" "Alırsan al! Rabbimin rızâsı için, bin sürü fedâ olsun!" Rügâne, Resûlullah efendimizin bu îmânına, bu doğruluğuna âşık oldu, hemen (Kelime-i şehâdet) söyleyerek Müslüman oldu. Tel: 0 212
En hayırlı amel!
11 Nisan 2010 01:00
Yalan söylemek, pek bayağı ve en aşağı bir iştir. Dünyada zilleti gerektiren şeylerin en büyüğüdür. Âhirette ise zelîl ve rüsvây olmayı îcâb ettiren pek fenâ bir şeydir. Yalan, münâfıklığın en büyük alâmetlerindendir. Ahlâkın düşüklüğünü gösteren kuvvetli bir delîldir. Yalancıya hiçbir zaman güvenilmez. Yalancı, konuştuğu zaman doğru konuşmaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Sözün âfeti yalan söylemektir." "Hatâların en büyüğü, yalan konuşmaktır." Ahnef bin Kays buyurdu ki: "Akıllı ve şerefli bir mü'min yalan söylemez. Gıybet ve hıyânet etmez." Hazreti Ömer buyurdu ki: "Hiçbir kimse, mizah yaparken yalan söylemeyi terk etmedikçe îmânın hakîkatine kavuşamaz." Buhterî; "Ne ciddi ne de şaka hâlinde yalan söylemek insana yakışmaz" buyurdu. Yezid bin Meysere buyurdu ki: "Ağacın dibine dökülen su, ağacı yeşerttiği gibi, yalan da kötülükleri sulayıp, onların yeşermesine ve büyümesine sebep olur." Meymûn bin Mihrân buyurdu ki: "Akıllı kimse, yalancı kimsenin sevgisine aldanmasın. Onun vaadine güvenmesin. Yalancılıkla tanınmış birisinden doğru konuşmasını beklemek mümkün değildir." Yalan, güzelliğin ayıbı, lekesi, noksanı ve iyi ahlâkın âfetidir. Hıyânetin delîlidir. Yalan, çok kötü bir huydur. Doğru sözü az olanın, arkadaşı da az olur. Süleyman bin Sa'd buyurdu ki: "Bir kimse benim ile arkadaşlık etse ve arkadaşlığımızın devam edebilmesi için kendisine bir şart söyleyebileceğimi başka bir şey istemediğini söylese, ona yalan söylememesini şart ederdim." Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya niyazında; "Yâ Rabbî! Hangi kulunun ameli daha hayırlıdır?" diye suâl edince, Allahü teâlâ buyurdu ki: "Dili yalan konuşmayan, kalbi günah ile meşgûl olmayan ve zinâ yapmayan." Hikmet sahibi büyük zâtlar, "Dilsiz olmak, yalan söylemekten iyidir" demişlerdir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
En büyük hata!
12 Nisan 2010 01:00
Hazreti Ali buyurdu ki: "Allahü teâlânın katında en büyük hatâ, dilin yalan söylemesidir, en kötü pişmanlık da, kıyâmet günündeki pişmanlıktır." Yine hazret Ali buyurdu ki: "Yalan serap gibidir, sahibini de aldatır. Yalan ile mürüvvet bir kişide bir araya gelemez. İnsanın yalan konuşmak hafifliğinde bulunmasının sebeplerinden bazıları şunlardır: Bir menfaatin bulunması ve bir zararın giderilmesinin sözkonusu olması, insanı aldatıp yalan konuşmasına sebep olabilir. Düşmanından intikam almak düşüncesi de yalan söylemeye sebep olabilir. Bu kısım, yalan çeşitlerinin en şiddetlilerindendir. Çünkü bunda taşkınlık vardır. Güzel konuşmuş olmak düşüncesi de yalan konuşmayı meydana getiren sebeplerdendir. Böyle yapmak mahlûku râzı etmiş olsa bile, mahlûkâtı yaratan Allahü teâlâyı gadablandırır. Böyle bir şeyi akıl kabûl etmez, din buna müsâade etmez ve mürüvvet de bunu hoş karşılamaz. Fudayl bin lyâd buyurdu ki: "İnsanları, doğruluktan daha güzel bir şey süsleyemez." Doğruluk kurtuluşun, sabır bütün hayırların, ni'metlere şükretmek bereketlerin anahtarlarıdır. Kimde bu hasletler bulunursa o en yüksek ma'nevî mertebelere kavuşur. İbn-ül-Mugter buyurdu ki: "Araştırma yaptığında, doğruluğun şecaatle, yalanın da korkaklık ile beraber olduğunu görürsün." Hadis-i şerifte buyurduldu ki: Sekiz sınıf, Allahın, kıyamette en çok buğz ettiği kimselerdir: 1- Yalancılar. 2- Kibirliler. 3- Din kardeşlerine içlerinden buğz edip, yüzlerine karşı güler yüz gösterenler. 4- Allah ve Resulünün emrini yapmakta yavaş, şeytanın emrine uymakta çok hızlı davrananlar. 5- Dünyaya düşkünlük, hakları olmasa da, yeminle, ne pahasına olsa hak etmeye çalışanlar. Hiçbir şekilde hakları olmadığı halde, en ufak bir dünyalık dahi gözlerine çarpar çarpmaz yeminle onu sahiplenenler. 6- Söz taşıyanlar. 7- Dostların arasını açmaya çalışanlar. 8- Suçsuz kimsenin ayağını kaydırmak isteyenler. İşte Allahü teâlâ bunları çok çirkin bulur. >
Her zaman 2+2=4 olmuyor
13 Nisan 2010 01:00
Evet, matematikte, 2+2=4 ediyor, fakat sosyal hayatta her zaman 2+2=4 etmiyor. Günümüzden 30-40 yıl önce, bugüne mukayese ile çoğumuzun maddi imkânları çok kısıtlıydı. Çok küçük ve konforsuz evlerde oturuyorduk. Geçim şartlarımız çetin geçiyordu. Fakat bütün olumsuzluklara rağmen, dostluk, samimiyet zirvedeydi; bunun için de çok huzurluyduk. O günün çaresizliği ile şöyle düşünürdük: Evimiz geniş ve konforlu olsa, daha çok misafir ağırlayabilsek, daha çok gelip gidenimiz olsa, samimiyet ve huzurumuz da bu oranda artar. Maalesef böyle olmadı. Burada ters orantı işledi. Dünyalığın, konforun artmasıyla doğru orantılı olarak huzurumuz da artmadı. Sahip olunan büyük evler ve her türlü teknolojik imkânlar samimiyetin yerini bencilliğe; huzurun yerini de huzursuzluğa, stres ve depresyona bıraktı. VARLIKTA SINIFTA KALDIK O zamanlar, "Keşke geniş bir evim olsa da, daha çok misafiri ağırlayabilseydim" diyenler, şimdi eski dostlarına otel adresi veriyor; kocaman evlerinde misafir yerine ağır, hantal eşyaları ağırlıyorlar. O zamanlar uzak yoldan gelen bir dost, gece yarısı da olsa dostunun kapısını çalıp, "Ben geldim" diyebilirdi. Arkadaşı, yüzü ekşitmeden onu bekliyormuş gibi karşılar; sevinci, neşesi güzünden okunurdu. Şimdi böyle bir davranış cesaret ister artık. Kıt imkânlara rağmen o günlerde kim ne yaptıysa, o yanına kâr kaldı. Makamın, malın, mülkün, paranın beraberinde getirdiği bencillik ortamı, dostu dosttan ayırdı. Kitaplarda geçen, "Varlıktaki imtihan yokluktakinden çok daha zordur" kaidesine yakîn hâsıl oldu. Varlık imtihanında sınıfta kaldık. Evlerimiz, cemaati olmayan büyük camiler gibi oldu. Cemaati olmayan caminin büyüklüğünün, süsünün ne önemi var. Bunun gibi, misafiri olmayan, dostu dosta kavuşturmayan ev; bilmem ne marka mobilya ile döşenmiş olsa, bilmem ne yabancı firma tarafından dizayn edilmiş olsa ne fayda! Bugün dostlarla dolduramadığımız evlerimizi cansız dostlarımızla doldurmaya çalışıyoruz. Bütün odaları tıka basa eşya ile dolu... Artık salonlarımızın en aydınlık, en güzel köşelerinde cansız dostlarımızı ağırlıyoruz! Evlerimizde, rahatça oturup huzur içinde sohbet edebileceğimiz, çoluk çocuk beraber namaz kılabileceğimiz alan kalmadı. Çünkü, koltuk, vitrin, her odada mutfakta televizyon, sehpalar; her sehpanın üzerinde kristal tabaklar, vazolar; vazolarda yapma çiçekler... Hele şu aynalı koca vitrinler var ya! Bunların ve içindeki gösterişli porselenlerin neye yaradığını bilen biri anlatsa bize. Boşuna anlatacak birini beklemeyin; çünkü bir şeye yaramıyorlar. En mantıki izahı; başkalarının evinde var bizde de olacak... HUZURU YANLIŞ YERDE ARAYAN Yalnız taban değil, tavan da dolu. Tavandan tepemize sarkan avizeler, aydınlanma ihtiyacının icabı olarak değil, gösteriş tutkumuzun ağır bedeli olarak bulunuyorlar. Her birinde irili ufaklı birkaç yüz adet kristal ya da kristal niyetine konulmuş cam parça... Her parçanın haftada bir defa özel kimyasal bir maddeyle, ya da sirkeli suyla tek tek silinip kurulanması gerekiyor. Yoksa matlaşır, salonun görüntüsünü bozar. Görüntü bozulunca ne olur, misafirler ayıplar. Sanki misafirler bizi teftişe geliyor. Hepimiz eskiden kalma bir kanepeye sere serpe uzanma hasreti içindeyiz. Odanın ortasında çocuğumuzla, torunumuzla alt alta, üst üste yuvarlanmak istiyoruz. Ama ne çare, yürüyecek kadar yol zor buluyoruz. Ayağınızı uzatmaya kalksanız hemen bir yerlere çarpıveriyor. Cemaatle namaz mı kılmak istiyorsunuz, o zaman birçok eşyanın yerini her vakitte geçici de olsa değiştirme zahmetini göze almanız şart! Sanki evlerimiz cansız zorbaların işgali altında. Evlerimizin gerçek sahipleri bunlar. Biz birer misafiriz. Cansız varlıkların hakim olduğu, teknolojinin esir ettiği insanda huzur kalır mı? Huzuru insanda, dosta değil de; zenginlikte, lüks evlerde, lüks otomobillerde, lüks mobilyada arayan huzur bulabilir mi?..
Yalan ateşin kapısıdır!
13 Nisan 2010 01:00
İsmail bin Vâsıt şöyle anlatıyor: Ebubekir Sıddîk, Resulullahın vefatından sonra ağlayarak şöyle dedi: Bir sene önce Allahın Resulü şimdi bulunduğum yerde durdu ve şöyle buyurdu: "Yalandan sakınınız. Çünkü yalan, fısk ve fücurla beraberdir. Bunların ikisi de cehennemdedir.", "Muhakkak ki yalan, ateşin (Cehennem) kapılarından bir kapıdır." Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Daha önce şöyle deniliyordu: 'Gizli ile açığın, söz ile fiilin, çıkış ile girişin değişik olması münâfıklıktandır. Üzerinde münâfıklık binâsının yükselmiş olduğu temel yalancılıktır." Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "En büyük hıyanet, din kardeşine haber verdiğin bir sözde o sana inandığı halde senin ona yalan söylemendir." "Kul yalan söylemek ve yalancılıkla meşgul olmak sebebiyle Allah katında yalancılardan sayılır." "Yalan, rızkı eksiltir." Efendimiz, bir koyunun pazarlığını yapıp "Allah'a yemin ederim, sana şu şu fiyattan eksik vermem", "Allah'a yemin ederim, ben de sana şu şu fiyattan fazla vermem" diye yemin eden iki kişinin yanından geçti. Sonra oradan geçerken onlardan birinin koyunu satın aldığını gördü ve şöyle dedi: "O iki kişiden biri hem günahı, hem de yeminin kefaretini yüklenmiş oldu." Resulullaha sordular: "Ey Allah'ın Resûlü! Allah, alışverişi helâl kılmamış mıdır?" Hazreti Peygamber "Evet! Alışverişi helâl kılmıştır. Fakat tüccarlar alışverişte yemin ederler, günahkâr olurlar, konuşurlar, yalan söylerler" buyurdu. Yine buyurdu ki: "Üç sınıf vardır. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz ve onlara rahmet nazarı ile bakmaz: 1. Verdiği sadakayı başa kakan. 2. Yalan yemin ile malını satan. 3. Kibir ve gururdan ötürü eteğini yerlerde sürükleyen." "Allah'a yemin eden bir kimse, yeminine bir sivrisinek kanadı kadar yalan katarsa, o yemin kıyamete kadar onun kalbinde bir (siyah) nokta teşkil eder." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Esir olan kim; paramız mı, biz mi?
14 Nisan 2010 01:00
Bu soruyu kime sorsanız, "Tabii ki para benim esirim, ben hiç onun esiri olur muyum?" diye cevap verir. Ancak kazın ayağı hiç de öyle değil. Bugün para, herkesi esir almış durumda, istediği yere götürüyor, istediğini aldırtıyor. Eskiden bir zengin, istese de parasını şerre harcayamazdı. Çünkü, ortam buna müsait değildi. Harcayacak kötü yer de bulamazdı. Harcama kalemleri çok sınırlıydı. Bunun için mecburen birikimini, cami, mescid, yol köprü gibi faydalı yerlere sarf ederlerdi. Şimdi ise, istese de hayra harcayamıyor; şerre, kötü yere harcama kalemleri o kadar çoğaldı ki, hayra harcamaya sıra gelmiyor. Orta halliyken hayra ayda 100 lira ayıran, zenginliği üç kat artınca hayrını da üç yüz liraya çıkartamıyor, hatta eski ayırdığı 100 lirayı bile çoğu zaman ayıramıyor. Çünkü geliri artınca harcama kalemleri bu orandan daha çok artıyor. Bir de, varlıklı kimse benliğini aşıp kendisini hayra vermek istese, bu defa da, aile fertleri yakınları buna mani oluyor. Bunların dilinden kurtulmak için, isteklerine boyun eğmekten başka çare kalmıyor. PARANIN YERİ Hayat paraya, bir şeyler almaya bağımlı olunca da, para sevgisi iliklerimize kadar işliyor, onunla yatıp onunla kalkıyoruz. Eskilerin, "Paranın yeri ceptir, kalb değil... Parayı, cep yerine kalbimize koyarsak, yanlış yere koymuş oluruz. Bu ise fayda yerine zarar getirir. Saraydaki o güzelim halıların ortasına çöp bidonunu dökmeye benzer" gibi sözlerini bilen, hatırlayan kalmadı. Bugün çektiğimiz sıkıntıların, huzursuzlukların altında, hep parayı yanlış yere koymak yatıyor. Peki parayı cebe değil de kalbe koyarsak ne olur? Maksat para olmuş olur... Maksat para olunca ne olur? Bunun cevabını dört asır önce İmam-ı Rabbanî hazretleri kısa ve öz olarak şöyle ifade etmiş: "Kişinin maksadı neyse mabudu o olur." İnsanın maksadı neyse taptığı odur. Eğer Allahı unutmuş, hep para için koşuyorsa, o, artık paraya tapıyor demektir. Bütün ömrü ve hayali bir araba almaktan ibaret ise onun "tanrı"sı da araba olur! Futbol, kumar, içki tutkuları da böyle... Eğer gayesi, maksadı cenab-ı Hak ise, para bir vasıta ise onun mabudu Allahtır. Artık onun her şeyi, her işi ahiret olur; evi, arabası, parası ise ahiret için birer vasıta... Bütün mesele niçin yaşadığımızı, yaptığımız bir işi niçin yaptığımızı iyi tahlil edebilmektir. Kısacası mabudu iyi seçmektir. Yönü ahirete dönük olan, her işinde "Niçin" sorusunu sorar kendine. Yönü dünyaya dönük olan da, "Nasıl" sorusunu sorar. "Nasıl daha çok kazanabilirim, nasıl daha çok zengin olabilirim?" sorularının cevabını arar durur. Bunda sınır yoktur. Dünyanın tamamını elde etse, bu defa da yıldızlara göz diker. Bu doyumsuzluğa en güzel fren "Niçin" sorusudur. Bu soru insana, maksadı, niyeti hatırlatır. PARANIN MERHAMETİ YOKTUR! Niyet çok önemlidir. Yapılan iş, Allah için çalışmak, Allah için kazanmak, Allah için sarf etmek şeklinde olursa, kıymetlidir, faydalıdır. Yoksa tapuları biriktirmek, insanlara kibirlenmek için yapılırsa hamallık olur. Bu da akıl kârı değildir. "Bir insanın dünyada yaşamaktan maksadı, gayesi, sadece para kazanmaksa, onun kıymeti helâya bıraktığı kadardır" buyurulmuştur. Nitekim Peygamberimiz buyuruyor ki: "Paraya, altına ve gümüşe tapana Allah lânet etsin!" Para sevgisi, dünya sevgisi, bütün kötülüklerin, bütün fenalıkların başıdır. Felâketlerin giriş kapısı dünya sevgisidir... Eğer para cebe değil kalbe konulursa, paranın tuzağına düşer insan... Bu tuzağa düşen de iflah olmaz. Çünkü, parada sevgi yoktur, parada şefkat yoktur, parada merhamet yoktur. Kısacası kontrolsüz para bir canavardır. İşte zengin Batı ülkeleri... Buralarda merhametin, sevginin zerresi yok, hayat dolara endeksli... Sadece parası olan, insan muamelesi görür. Para kalbe değil de cebe konursa, arkasından sevgi gelir, şefkat gelir, merhamet gelir, gözyaşı gelir. Böyle olunca Allahü teâlâ o parayı, ona hizmetçi yapar; sonsuz ahiret hayatını elde etmede vasıta kılar.
Cenab-ı Hakkın sevdiği kimseler
14 Nisan 2010 01:00
Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Üç sınıf insan vardır ki Allahü teâlâ onları sever: 1- Arkadaşını korumak için düşmana karşı göğsünü, ölünceye kadar siper eden kimseyi, 2- Kendisine eziyet veren kötü bir komşusu olduğu halde ölünceye veya göç edinceye kadar sabredip onun eziyetine göğüs geren kimseyi, 3- Arkadaşları ile yolculuğa veya düşman üzerine giden, yolculuğun kendilerini yorduğu, herkesin yatıp dinlenmeyi arzuladığı bir zamanda, arkadaşları yatarken bir kenara çekilip namaz kılan, arkadaşları uyanıncaya kadar ibadetle meşgul olan kimseyi. Üç grup insan da vardır ki Allahü teâlâ onları sevmez: 1- Fazla yemin eden tüccar, 2- Gururlu olan fakir, 3- Verdiğini başa kakan cimri. Abdullah bin Amr şöyle anlatıyor: Resulullah evimize geldi. Küçük bir çocuktum. Oynamak için dışarıya çıkmıştım. Annem 'Ey Abdullah! Gel sana bir şey vereceğim' dedi. Hazreti Peygamber anneme dedi ki: -Sen ona ne verecektin? -Hurma verecektim. -Dikkat et! Eğer ona hurma vermeyecek olsaydın, bu söylediğin defterine yalan olarak geçecekti. Sonra şöyle devam etti: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? O, Allah'a şirk koşmak ve anne ve babaya isyan etmektir." Sonra kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu: "Dikkat ediniz! Büyük günahların en büyüğü yalancılıktır." İbni Ömer, Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder: "Kul, yalan söylediğinde melek kendisinden bir mil uzaklaşır. Uzaklaşması kişinin söylediğinin pis kokusu nedeniyledir." Yine şöyle buyurmuştur: "Muhakkak şeytanın sürmesi, enfiyesi ve çerezi vardır. Çerezi yalan, enfiyesi öfke, sürmesi ise uykudur." "Doğruluktan ayrılmayınız. Çünkü doğruluk, sevapla beraberdir. Onların ikisi cennettedir." Hazreti Muaz Resul aleyhisselamın kendisine şöyle dediğini naklediyor: "Sana Allah'tan sakınmayı, doğru konuşmayı, emaneti yerine getirmeyi, sözüne sahip çıkmayı, selâm vermeyi ve mütevazı olmayı tavsiye ediyorum." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
İki manalı sözler!..
15 Nisan 2010 01:00
Kişinin doğruyu söylemesinde zarar görmesi söz konusu olduğunda tavsiye edilen, karşı tarafın farklı manada algıladığı bazı örnek davranış şekilleri vardır: Resûlullah efendimiz ile Hazreti Ebû Bekr hicret ederlerken, Hz. Ebû Bekr, Resûlullah efendimizin arkalarından yürüyordu. Bir grup kimse ile karşılaştılar. O kimseler, Peygamber efendimizi tanımıyorlar, Hz. Ebû Bekr'i tanıyorlardı. Hz. Ebû Bekr'e; "O kim?" diye sordular. O da onun Resûlullah olduğunu söylemedi. Anlarlarsa zarar vermelerinden, O'nun mübârek kalbini incitmelerinden endişe ederek; "Bu, bana yol gösteriyor" buyurdu. O kimseler bu sözü, normal yol göstericisi olarak anlamışlardı ve Hz. Ebû Bekr'in sözü bu manâda yalan idi. Fakat o, bu sözü söylerken; "Bize, hidâyet, kurtuluş yolunu gösteren zât" manâsını kasdetmiş olduğundan, hakîkatte yalan söylememiş idi. Abbasî halîfelerinden Me'mûn, bir ara Kur'ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu söyleyip, herkesi de böyle söylemeye teşvik etmiş, hattâ zorlamıştı. Böyle söylemeyenlere zarar veriyordu. Âlimlerden birini de bu şekilde zorlamıştı. O zât; "Tevrat bir, Zebur iki, İncîl üç ve Kur'ân-ı kerîm dört" dedi. Bunları söylerken de parmakları ile bir, iki, üç diye işâret ediyordu. Böylece, elinin dört parmağını göstererek; "Bunların hepsi mahlûktur" dedi. Böylece zararından kurtulmuş oldu. Aslında o zât, Kur'ân-ı kerîm için değil, göstermiş olduğu parmakları için mahlûktur demişti. Bunun için hakîkatte yalan söylemedi. Fakat onlar yanlış anladılar. Me'mûn, daha sonra bu yanlış düşüncesinden tövbe edip, Kur'ân-ı kerîmin mahlûk değil, kadîm olduğunu söylemiştir. Mecbur kalındığında böyle sözlere müsaade verilmiştir. Zâhidlerden biri buyurdu ki: "Her kimde şu dört haslet bulunursa, Allahü teâlâ onun hatâlarını iyiliğe çevirir. Bu hasletler; doğruluk, ni'mete şükür, hayâ ve güzel ahlâktır." Yalancılık ne kadar çirkin ve sahibini zelîl eden bir huy ise, doğruluk da o nisbette güzel, sahibini itibâr sahibi ve azîz eden çok iyi bir huydur. Hazreti Ali buyurdu ki: "Doğruluk, sözün süsüdür." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Yalan vaadde bulunmak
16 Nisan 2010 01:00
İnsan çoğu zaman iyi niyetle vaadde bulunur. Daha sonra nefis, şeytan devreye girip, çoğu zaman o vaadi yerine getirmesine mani olur. Böylece kişi vaat ettiği halde yerine getiremez. Bu ise münafıklığın alâmetlerindendir! Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! (verdiğiniz) sözleri yerine getiriniz." (Mâide/l) Allahü teâlâ İsmail aleyhisselamı överek şöyle buyurmuştur: "Muhakkak İsmail vaadinde sadıktı." (Meryem/54) Peygamber Efendimiz de, "Vaad, verilmiş mal gibidir, geri alınamaz", "Vaad, borç gibidir" buyurmuştur. Abdullah bin Ömer hazretleri ölüm döşeğine düştüğü zaman şöyle dedi: "Kureyşlilerden bir kişi benden kızımı istedi. Benden de vaade benzer bir söz aldı. Allaha yemin ederim ki ben münâfıklığın üçte biriyle Allahın huzuruna gitmek istemiyorum. O halde sizi şahid tutuyorum: Ben ona kızımı verdim!" Abdullah bin Ebî Hansa şöyle anlatıyor: "Hazreti Peygambere, daha peygamberliği bildirilmeden önce ben onunla alışveriş yaptım. Onun bir kısım alacağı bende kaldı ve ona 'Buraya senin alacağını getirip teslim edeceğim' diye söz verdim. O gün unuttum. Ertesi gün de unuttum. Üçüncü gün geldim, hâlâ yerindeydi. Beni görünce şöyle dedi: Ey genç! Sen bana zahmet verdin! Zira ben üç günden beri burada seni beklemekteyim." Kendisine mal, söz veya sır emanet olunan kimsenin bunlara hıyanet etmesi, münafıklık olur. Sözünde durmaya çalışmalıdır. Kur'an-ı kerimde, sözünde duranlar övülmekte, sözünün eri denilmektedir. Âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki: "Allah, sözleşmeleri bozmaktan sakınanları sever." (Tevbe 7). Hadis-i şerifte de, "Vaad borçtur. Sözünde durmayana yazıklar olsun" buyuruldu. Sözünde durmak önemli bir haslettir. Bu hususta birçok atasözü vardır: Hayvan yularından, insan sözünden tutulur... Er olan sözünde durur... Allah bir, söz bir... Söz namustur... Söz verme, verdinse dönme!.. Söz ağızdan çıkar... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.o
Vaadini yerine getirmemede özür
17 Nisan 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Vaadini yerine getirmemek niyetiyle başkasına söz veren veya özürsüz olarak vaadini yerine getirmeyen mesul olur. Sözünü yerine getirmeye azimli bir kimse, kendisini sözünü yerine getirmekten alıkoyan bir özürden dolayı sözünü yerine getirmemişse, bu kimse münâfık olamaz. Fakat münâfıklıktan kaçınıldığı gibi sûretinden de kaçınılmalıdır. Hadis-i şerifte, "Bir kimse, yapmak niyeti ile verdiği sözü tutamazsa günah olmaz" buyuruldu. Hazreti Peygamber Ebu Heyseme bin Tehya'ya 'bir hizmetçi vereceğim' diye söz vermişti. Bu sözden sonra Resulullaha üç esir getirildi. Onların ikisini başkalarına verdi. Bir tane kaldı. Bu esnada kızı Hazreti Fâtıma gelip babasından bir hizmetçi istedi ve dedi ki: "Babacığım! Sen el değirmeninin elimde bırakmış olduğu ize bakmaz mısın?" Bu esnada Hazreti Peygamber, Ebu Heyseme'ye verdiği sözü hatırladı ve "Ebu Heyseme'ye verdiğim söz ne olacak?" buyururak kızlarının isteğini yerine getirmedi. Yapmayacağı halde, yalan olarak söz vermek haramdır. Bu şekilde sözünde durmamak da günah olur. Resulullah bir söz verdiği zaman 'İnşaallah' kaydını eklerdi. İbrahim en-Nehâî hazretlerine şöyle soruldu: "Bir kişi, başkasına buluşma sözü veriyor ve gelmiyor. Acaba öbür kişi ne yapmalıdır?" İbrahim en-Nehâî şöyle cevap verdi: "Gelecek namazın vaktine kadar bekler!" İbn Mes'ud hazretleri herhangi bir söz verdiği zaman muhakkak 'Eğer Allah dilerse' kaydını eklerdi ve böyle yapmak daha iyidir. Bu istisnayı yapmakla beraber sözden kesinlik anlaşılırsa muhakkak o sözü yerine getirmek gerekir. Ancak mazeret varsa o zaman durum değişir. İbni Hacer buyurdu ki, nifâk yâni münâfıklık, zâhirin bâtına uymaması demektir. Sözü, özüne uymaz. Îtikat edilecek şeylerde münâfıklık yapmak, küfürdür. İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak, haram olur. Îtikatta, îmanda münâfıklık, diğer küfürlerden daha fenadır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Çocuğa kötü örnek olmamalı
18 Nisan 2010 01:00
Müslümanın kendi çocuğu da olsa yalan vaadde, sözde bulunmaması lazımdır. Bu hâl çocuğu yalana alıştırmak olur. Bir baba, çocuğunun istedikleri şeyleri bugün alırım, yarın alırım, bugün unuttum gibi sözlerle isteklerini unutturmak ister. Aslında çocuk bunu unutmaz... Bu şekilde aldatılan çocuğun babası yaşlanır ve işi oğluna kalır. Artık oğlu çalışacak hem eve, hem de anne ve babasına bakacaktır. Artık baba bakıma muhtaçtır. Oğlundan bir istekte bulunur: "Hay hay, derhal baba yarın getireyim, cevabını verir." Fakat içinden: "Yaşlıların her isteğine kulak asmamak lâzımdır. Yaşlandıkları için ne dediklerini bilmezler" der. Ertesi gün, baba sevinç içinde oğlunun getireceği şeyi bekler. Oğlu odaya girdiğinde babası sorar: "Oğlum! Benim siparişimi aldın mı?", "Eyvah! Unutmuşum baba!" Bu unuttumlar daha sonraki günlerde de devam eder... Düşünemez ki, yılan yumurtasından yılan, yalancılıktan da yalan doğmaktadır. Herkes ektiğini biçmekte ve diktiği ağacın meyvesini toplamaktadır.Yıllarca o da yalanlarla oğlunu aldatmamış mıydı? Şimdi de oğlu kendisini aldatmaktadır! Bir baba, çocuğunun yalan söylememesini arzû ediyor ise, kendi şahsında aslâ bir yalancılık örneği vermemelidir! Kendi eli ve dili ile çocuğa yalancılık tohumlarını ekmemelidir. Bu tohumlar, her mevsimde dal ve kök salarak büyür, en kısa zamanda filizlenmeye başlar ve kısa bir zaman sonra meyvesini verir. Doğruluk insanı korkulardan, belâlardan korur. Yalan, insana bir anlık emniyet sağlıyor gibi görülse bile, sahibini tehlikelere götürür ve alçaltır. Yalan hastalık, doğruluk ise şifâdır. Doğru konuşmak, kardeşlerine, dostlarına yardım etmek ve her ân Allahü teâlâyı hatırlamak olup mürüvvettendir. Doğru konuşmak için, çok konuşmaktan sakınmalıdır. Çünkü yerli yersiz, doğru yanlış çok konuşan kimse, mutlaka yalan söz söyler. Hele, bir şeyler konuşmuş olmak ve boş durmamak için konuşanlar, yalandan kurtulamazlar. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
Doğru olan sıddıklardan olur!
19 Nisan 2010 01:00
Meymun bin Ebî Şebib anlatır: Bir mektup yazmak için oturdum. Bir kelimeye geldim. Eğer o kelimeyi yazarsam mektubu güzelleştirmiş ve fakat bunun yanında yalan söylemiş olacaktım. Bu bakımdan terk etmeye karar verdim. Sonra şöyle bir ses duydum: "Allah, iman edenleri dünya hayatında da, ahiret hayatında da sağlam sözle tesbit eder." (İbrahim/27) İbni Semmak şöyle demiştir: Şerefli olan şerefini düşünen kimse yalan söylemez. Büyüklerden birine "Acaba bir tek yalan söylediği için kişiye yalancı denilir mi?" diye soruldu. 'Evet denilir' diye cevap verdi. Mâlik bin Dinar şöyle buyurdu: "Birtakım kitaplarda okudum. 'Hiçbir hatip yoktur ki hutbesi ameliyle karşılaştırılmasın. Eğer ameli sözüne uygunsa tasdik edilir. Eğer yalancı ise, dudakları ateşten yapılmış makaslarla kesilecektir' diye yazılıdır." Yine Mâlik bin Dinar şöyle demiştir: 'Doğruluk ile yalancılık, kalpte şiddetli bir kavgaya tutuşurlar. Ta ki biri diğerini kalpten çıkarıp kovuncaya kadar kavgaları devam eder!' Ömer bin Abdülaziz, Abdülmelik'in oğlu Velid ile bir şey hakkında konuşuyordu. Velid, Ömer'e 'Sen yalan söylüyor musun!' dedi. Ömer, Velid'e cevap olarak şunları söyledi: 'Yemin ederim ki yalanın, söyleyeni rezil ettiğini bildiğim günden beri yalan söylemedim.' Hazreti Ömer buyurdu ki: "Sizin bizce en sevimliniz, sizi görmediğimiz zamanda ismen güzel olanınızdır. Sizi gördüğümüz zaman bizce en sevimliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır. Sizi denediğimiz zaman bizce en sevimliniz, sözü en doğrunuz ve eminlikte en büyüğünüzdür." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Doğru olunuz, doğruluk gerçeği; gerçek de cennet yolunu gösterir. Bir kimse doğruluktan ayrılmaz, doğruluğu düstur edinirse, Allah indinde o kimse sıddıklardan olur." "Şüphelilerden uzaklaş! Şüphe vermeyene sarıl! Doğruluk, sükun ve huzurdur." "Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz de, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selamet vardır." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
Resulullahın güzel ahlâkı ve âdetleri
20 Nisan 2010 01:00
Bugün 20 Nisan... Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam mîlâdi 571 senesinde, Nisan ayının yirmisinde, Arabi Rebî'ul-evvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke-i mükerreme şehrinde dünyaya gelmişti. Rebî'ul-evvel, ilkbahar demektir. Dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, 14 asırdır her sene, bu geceyi yani hicri Rebî'ul-evvel ayının on ikinci gecesini Mevlid Kandili olarak kutlamaktadırlar. Dinimizde mübarek günler, geceler, kandiller, bayramlar hep hicri yıla göredir. Bunların dışında miladi yıla göre kutlu gün ihdas etmek, kutlamak bid'attir. Bid'at, dinde olmayıp sonradan ortaya çıkartılan ve ibadet olarak yapılan, kutlanan şeyler demektir. Ancak, özel gün ihdas etmeden Resulullah Efendimizden her zaman bahsetmek, onu methetmek sevaptır, ibadettir. Çünkü; her Müslümanın yaşayışında, hayatında örnek alacağı yegane zat Efendiniz aleyhisselamdır. O en güzel ahlâk, en güzel huy üzerine yaratılmıştır. "Sen güzel huylu olarak yaratıldın" meâlindeki âyet-i kerime ile bu bildirilmektedir. Âyet-i kerimede, "Sen huluk-ı azîm üzeresin" buyuruldu. Huluk-ı azîm demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmak demektir. ALLAHÜ TEALA OTURANI SEVMEZ! Resûlullahın ahlâkından ve âdetlerinden bazıları şunlardır: * Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Bir yolculukta, yemek yapılacağı zaman, herkes bir işe yönelince Resûlullah Efendimiz de, ben odun toplarım dedi. Yâ Resûlallah! Sen istirâhat buyur! Biz toplarız dediler. "Evet! Sizin her şeyi yapacağınızı biliyorum. Fakat, iş görenlerden ayrılarak oturmak istemem. Allahü teâlâ, arkadaşlarından ayrılıp oturanı sevmez" buyurdu. Kalkıp odun toplamaya gitti. * Eshâbının oturdukları yere gelince, baş tarafa geçmezdi. Gördüğü boş bir yere otururdu. "Benim için ayağa kalkmayınız! Ben de, sizin gibi bir insanım. Herkes gibi yerim. Yorulunca, otururum" buyurdu. * Yemekte, giymekte ve her şeyde hizmetçilerini kendinden ayırmazdı. Onların işlerine yardım ederdi. Çarşıdan satın aldığını eve kendisi götürürdü. Kimseyi dövdüğü, sövdüğü hiç görülmedi. Her zaman hizmetinde bulunan Enes bin Mâlik diyor ki: Resûlullaha on sene hizmet ettim. Onun bana yaptığı hizmet, benim Ona yaptığımdan çok idi. Bana incindiğini, sert söylediğini hiç görmedim. * Hastaları ziyâret eder, cenâzelerde bulunurdu. Gönül almak için, kâfirlerin ve münâfıkların hastalarını da ziyâret ederdi. Sabah namazlarını kıldırdıktan sonra, cemaate karşı oturup, "Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyâretine gidelim!" buyururdu. Hasta yoksa, "Cenâzesi olan var mı? Yardıma gidelim!" derdi. Cenâze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. BİR TOPLULUĞUN EN ÜSTÜNÜ * Eshâbından birini üç gün görmese, onu sorardı. Yolculuğa gitmiş ise, hayır duâ eder, şehirde ise, ziyâretine giderdi. Yolda karşılaştığı Müslümana önce kendi selâm verirdi. Misâfirlerine, Eshâbına hizmet eder, "Bir kavmin efendisi, en üstünü, onlara hizmet edendir" buyururdu. Bekçileri, kapıcıları yoktu. Herkes kolayca yanına gelip, derdini anlatırdı. * Kahkaha ile güldüğü hiç görülmedi. Sessizce tebessüm ederdi. Bâzan gülerken mübârek ön dişleri görünürdü. Hep düşünceli, üzüntülü görünür, az söylerdi. Konuşmaya tebessüm ederek başlardı. Lüzûmsuz ve faydasız bir şey söylemezdi. Lâzım olunca, kısa, faydalı ve mânası açık olarak söylerdi. İyi anlaşılması için bâzan üç kere tekrar ederdi. * Her çağırana, lebbeyk (efendim) diyerek cevap verirdi. Kimsenin yanında, ayaklarını uzatmazdı. Diz çöküp otururdu. Hayvan üzerinde giderken, bir yaya görünce, arkasına bindirirdi. (Devamı yarın)
Resulullahın güzel ahlâkı ve âdetleri -2-
21 Nisan 2010 01:00
Dünden devam * Resul aleyhisselam, çok cömert idi. Yüzlerle deve ve koyunlar bağışlar, kendisine bir şey bırakmazdı. Nice katı kalbli kâfirler, bu ihsânlarını görerek îmana gelmişlerdir. Kendisinden bir şey istenince yok dediği hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi. Hediyeyi kabûl ederdi. Ekseriyâ karşılığını ziyâdesi ile verirdi. * Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı. Kimseden şikâyet etmez, arkasından söylemezdi. Bir kimsenin sözünü veya işini beğenmediği zaman, "Bazı kimseler, acaba neden şöyle yapıyorlar?" derdi. * Allahü teâlâ, "İste vereyim" buyurmuşken, dünya servetini istemedi. Elenmiş buğday unu ekmeğini hiç yemedi. Hep elenmemiş arpa unu ekmeğini yerdi. Doyuncaya kadar yediği görülmedi. Ekmeği katıksız olarak veya hurma ile, sirke ile, meyve ile, çorba ile veya zeytinyağına batırıp yerdi. Ekseriyâ süt veya hurma yerdi. Evde iki üç ay yemek pişmeyip, ekmek yapılmayıp, yalnız hurma yediği aylar da olmuştur. İki üç gün bir şey yemediği de olurdu. SADELİĞİ TERCİH EDERDİ * Bir yemeği beğenmediği işitilmedi. Beğendiğini yer, beğenmediğini yemez ve bir şey söylemezdi. Günde bir kere yerdi. Bâzan sabah, bâzan akşam yerdi. Eve gelince "Yiyecek var mı?" der, yok denirse, oruç tutardı. Yemeği yerde, diz çökerek, bir şeye dayanmadan yerdi. Yemeğe besmele okuyarak başlardı. Sağ eli ile yerdi. Yemekler arasında koyun etini, et suyunu, kabağı, tatlıları, balı, hurmayı, sütü, kaymağı, karpuzu, kavunu, üzümü, hıyarı ve serin suyu severdi. Suyu yavaş yavaş, besmele ile başlayarak üç yudumda içer, sonunda (Elhamdülillah) der ve duâ ederdi. * Giymesi câiz olanlardan her bulduğunu giyerdi. Kalın kumaştan ihram şeklinde dikilmemiş şeylerle örtünür, peştamal sarınır, gömlek ve cübbe de giyerdi. Bunlar pamuktan, yünden veya kıldan dokunmuştu. Ekseriyâ beyaz, bâzan yeşil giyerdi. Dikilmiş elbise giydiği de olurdu. Cuma ve bayramlarda ve yabancı elçiler geldikte ve cenk zamanlarında kıymetli gömlekler, cübbeler giyerdi. Elbiselerinin renkleri ekseriyâ beyaz olurdu. Yeşil, kırmızı ve siyah olduğu da olurdu. Ellerine, başına, yüzüne misk veya başka kokular sürerdi. * Yatağı, içi hurma iplikleri ile dolu, dabağlanmış deriden idi. İçi yünle dolmuş bir yatak getirdiklerinde, kabûl etmedi ve "Yâ Âişe! Allaha yemin ederim ki, eğer istesem, Allahü teâlâ her yerde altın ve gümüş yığınlarını yanımda bulundurur" dedi. Bâzan hasır, tahta, döşek, yünden dokunmuş keçe veya kuru toprak üzerinde de yatardı. * Resûlullah, sakalını bir tutamdan fazla uzatmazdı. Fazlasını makasla kısaltırdı. * Her gece mübârek gözlerine üç kere sürme çekerdi. Evinde ayna, tarak, sürme kabı, misvak, makas, iğne, iplik eksik olmazdı. Yolculukta bunları berâber götürürdü. * Her işinde sağdan başlamayı, sağ eliyle yapmayı severdi. Yalnız, sol eliyle tahâretlenirdi. Mümkün olduğu kadar, her işini tek sayıda yapardı. ONU METHE KİMSENİN GÜCÜ YETMEZ * Yatsıdan sonra, gece yarısına kadar uyuyup, sonra sabah namazına kadar ibâdet yapardı. Sağ yanına yatar, sağ elini yanağı altına kor, bazı sûreler okuyup uyurdu. * Tefe'ül ederdi. Yâni, ilk gördüğü, birdenbire gördüğü şeyleri hayra yorardı. Hiçbir şeyi uğursuz saymazdı. Üzüntülü zamanlarında sakalını tutar, düşünürdü. Üzüldüğü zaman, hemen namaza başlardı. Namazın lezzeti, safâsı ile gammı giderdi. * Gıybet edenin, yâni başkasını çekiştirenin sözünü aslâ dinlemezdi. * Şefkati çoktu. Hayvanlara su verir. Su kabını eliyle tutarak doymalarını beklerdi. Bindiği atın yüzünü ve gözünü silerdi. Sözün kısası: İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi Ona ihsân olundu. Büyük şair Ömer bin Fârıda, "Resûlullahı niçin medh etmedin" dediklerinde, "Onu medh etmeye gücümün yetmeyeceğini anladım. Onu medh edecek kelime bulamadım" demiştir.
Yalana izin verilen yerler!..
20 Nisan 2010 01:00
Meymun bin Mihran buyurdu ki: "Yalan, bazı yerlerde doğrudan daha hayırlıdır! Acaba bir kişi kılıçla başka bir insanı öldürmek için kovalıyorsa, o kovalanan insan bir eve girse, kovalayan adam sana gelip 'Sen filan adamı gördün mü?' dese ne dersin? 'Hayır, görmedim' demez misin? İşte bu, farz olan bir yalandır' dedi. Konuşma, maksat ve hedeflere götüren vesiledir. Bu bakımdan hem doğruluk, hem de yalanla güzel maksada varılabiliyorsa, orada yalan söylemek haramdır. Eğer o güzel maksad mübahsa ve doğrulukla değil, ancak yalanla varılabiliyorsa, burada yalan söylemek mübahtır. Eğer elde edilmesi istenen maksat farz ise, ona varılmak için yalan söylemek de farz olur. Nitekim Müslümanın kanını korumak farz olduğu gibi, onu korumak için yalan söylemek de farzdır. Bu bakımdan ne zaman doğruyu konuşmakta, bir zâlimin zulmünden gizlenen bir Müslümanın kanının akıtılması sözkonusu ise, burada yalan söylemek farz olur. Ne zaman savaşın maksadı veya barışın tamamlanması veya mazlumun razı edilip anlaşmaya yanaştırılması, yalan söylemeden olmuyorsa, bu takdirde yalan söylemek mübahtır. İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Mümkün olduğu kadar yalana ruhsat verildiği yerlerde bile yalandan kaçınmak uygundur. Çünkü kişi yalan kapısını bir defa açarsa o açılan kapının onu yok yere ve zaruret hududunu aşan kısma sürüklemesinden korkulur. Bu bakımdan yalan esasında haramdır. Ancak zaruret için mübah olur. Hz. Ebu Kâhil anlatır: Eshâb-ı kiramdan iki kişinin arasında kılıç kılıca gelecek derecede münakaşa oldu. Ben onların birisiyle karşılaştım ve kendisine 'Seninle filan adamın arası niçin bozuldu? Oysa o, seni övüyor, medh-ü senâ ediyor' dedim. Sonra öbürüne rastladım, aynı şeyleri ona da söyledim. Böylece onların ikisini barıştırdım. Sonra dedim ki bu iki kişinin arasını buldum ama nefsimi de helâk ettim. Bunun üzerine Resulullaha gittim hâdiseyi anlattım. Şöyle buyurdu: "Ey Ebu Kâhil! Yalanla da olsa halkın arasını bul!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Doğru söz fitneye sebep olmamalıdır!
21 Nisan 2010 01:00
Eski zamanlarda bir kimse büyük bir suç işler. İdama mahkûm olur. Bu kimse idam edileceği zaman, nasıl olsa öldürüleceğim diye, "Hükümdar şöyledir; hükümdar böyledir" diye ağzına gelen bildiği kötü sözleri haykırmaya başlar. Biraz sonra hükümdar gelir. Oradaki iki vezirden birine sorar: - Bu adam deminden beri ne söylüyordu? Birinci vezir der ki: - Hükümdarım, bu adam, "Affedenlerin yeri Cennettir" diyerek sizden af talebinde bulunuyordu. Bunun üzerine hükümdar suçluyu affeder. Fakat ikinci vezir, ortaya atılıp der ki: - Hükümdarım, bu vezir yalan söylüyor. Bu adam size kötü sözler söylüyordu. Hükümdar, doğru söyleyen vezire der ki: - Ey vezir! Öteki vezir yalan söylemekle bu mahkûmu kurtarmıştı. Sen ise yersiz doğru söylemekle hem mahkûmun, hem de vezirin ölümüne sebep olmak istiyorsun! Hükümdar, yersiz doğru söyleyen veziri azleder, yalan söyleyerek bir suçluyu kurtaran veziri de kendisine sadrazam yapar. Bunun gibi, fitneye, ölüme sebep olacak işlerede bunları önlemek için zaruret miktarı yalan söylemek caiz olur. Yalancılık ne kadar kötüyse, doğruluk da o kadar iyi, güzel ve faziletlidir. Peygamber efendimize olgunluğun alameti sorulduğunda "Doğru konuşmak ve doğrulukla iş yapmaktır" buyurdu. Sadakat (doğruluk) hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "En güzel amel doğruluk, en çirkini de yalancılıktır." "İslâm dini, üç temel üzerindedir. Bunlar, hak, sadakat ve adalettir." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Tehlikenin doğruluk içinde olduğunu görseniz dahi, doğruyu arayınız! Çünkü doğrulukta kurtuluş ve selâmet vardır." "Doğru olan, iyi davranır, iyi davranan emin olur. Emin olan da cennete girer." "İman sahibi, her hataya düşebilir. Fakat, hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez." Tel: 0 212 - 454 38 21 www
Gıybet kapısını kapalı tutarlardı
22 Nisan 2010 01:00
Allah adamları bulundukları sohbet ortamlarında gıybet kapısını kapalı tutarlardı. Konuşmalarında kimseyi çekiştirmezler ve başkalarının çekiştirmelerine de mani olurlardı. Toplantılarının, fısk, günah toplantısı olmasından korkuyorlardı. Kazandıkları sevabların kıyamet günü, bir tek gıybetin kirini gideremeyeceğini düşünürlerdi. Şeyh Efdalüddin derdi ki: "Ben, bazı vakitler sâlih amellerden çokça yapıyorum ki, kıyamet gününde hasımlarımın bende bulunan haklarına karşılık verecek bir şeyim bulunsun." Allah adamları halifelerine şöyle nasihat ederlerdi: Arkadaşlarını gıybet ve koğuculuktan menedesin; sakın onları, sükût ederek müsamaha ile karşılamayasın. Aksi halde bu günahta onlarla sen de ortak olursun ve hepiniz "fâsıklık" ile sıfatlanırsınız. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: "Mi'raçla şereflendiğim gece cehenneme baktığım zaman öyle bir kavim gördüm ki, cife yiyorlar. Dedim ki: 'Yâ Cebrâil, bunlar kim?' Cebrâil: 'Bunlar, insan eti yiyenlerdir' cevabını verdi." Hazreti Câbir şöyle anlatmıştır: Fena kokulu bir rüzgâr esmişti de biz; "Yâ Resûlallâh, bu rüzgârın kokusu ne kadar fena?" diye sormuştuk. Bunun üzerine buyurdular ki: "Bir kısım münafıklar bazı Müslümanları gıybet ettiler de ondan bu fena koku yayıldı." Oruç tutan iki kadın iftar vaktini beklerlerken bayıldılar. Bunun üzerine Hazreti Peygamber onların huzura getirilmesi emrini verdi. Huzura gelince kendilerine gelenlerden birine bir kap verip 'Bunun içine istifra et' dedi. O da irin, kan ve sarı sudan oluşan bir kusmuğu kaba dolduruncaya kadar boşalttı. Hazreti Peygamber diğerini de istifra ettirdi. Efendimiz şöyle buyurdu: "Muhakkak bu iki kadıncağız, Allahü teâlânın kendilerine helâl kıldığı nimetlerden oruç tutup yemediler, fakat kendilerine haram kıldığı şeyle iftar ettiler. Biri diğerinin yanına oturdu. Başladılar başkalarının gıybetini yapmaya..."
Gıybet yapılan yemeği terk etti!
23 Nisan 2010 01:00
İbrahim Edhem hazretleri, gıybet edenleri azarlamakta insanların en şiddetlilerindendi. Bir gün kendisini adamın biri yemeğe çağırmıştı. Adamın evine gittiği zaman onun, birisinin gıybetiyle meşgul olduğunu gördü ve ona; "Biz buraya insan eti değil, yemek yemeye gelmiştik. Halbuki siz, yemek yerine gıybet yapıp ölü eti yediriyorsunuz, yiyorsunuz" diyerek onun yemeğinden yemeden çıkıp gitti. Ebû Avf şöyle anlatıyor: "Bir gün ben Muhammed bin Sirîn'in yanına girmiştim. Bir ara Haccâc bin Yusuf'un haysiyetine dokunacak söz söyledim. Sirin de bana dedi ki: Yâ Ebâ Avf! Allah hem Hakîm, hem de Âdil'dir. Haccâc'dan nasıl intikam alırsa, Haccâc için de öylece intikam alır. Olur ki sen Allah'a kavuştuğunda, sana âit küçük bir günahı, Haccâc'a ait büyük bir günahtan daha büyük bulursun." Hasan el-Basrî hazretlerine birisinin kendisini gıybet ettiğini haber verdikleri zaman, o adama bir hediye gönderir ve aracı ile şu sözleri yollardı: "Kardeşim, sen bana hasenâtını hediyye etmişsin. Şüphe yok ki o, benim şu hediyyemden daha büyüktür!" Abdülazîz ed-Dirînî de birisinin kendisini gıybet ettiğinden haberdar olunca, o adamın evine kadar gider ve; "Ey kardeşim, senin Abdülaziz'in günahları ile ne alıp veremediğin var?" derdi. İki kişi, Mescid-i Haram'ın kapılarından birinin önünde oturuyordu. Daha önce kadınlığa özenen, fakat o anda o kötü âdeti terk eden biri onların yanından geçti. Onlar arkasından 'Onda kadınımsı hareketlerden bir şeyler kalmış!' dediler ve o sırada namaz için kamet getirildi. O iki kişi içeri girdi. Halkla beraber namaz kıldılar. Söyledikleri söz onların kalbinde 'Acaba gıybet oldu mu, olmadı mı?' diye bir merak vesilesi oldu. Bunun üzerine ikisi Atâ hazretlerine gelip hâdiseyi anlattılar. Atâ ikisine de yeniden abdest almayı, namaz kılmayı, eğer oruçlu iseler oruçlarını da kaza etmelerini emretti. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.m
Gıybet kanser gibidir!
24 Nisan 2010 01:00
Gıybet, din kardeşinin işitince üzüleceği bir kusûrunu arkasından söylemektir. Yâni belli bir mü'minin aybını, onu kötülemek için arkasından söylemek, gıybet olur. Meselâ, bedeninde, nesebinde, ahlâkında, işinde, sözünde, dîninde, dünyasında, hattâ elbisesinde, evinde bulunan bir kûsur arkasından söylendiği zaman, bunu işitince üzülürse, gıybet olur. Kapalı söylemek, işâret ile, hareket ile bildirmek, yazı ile bildirmek de, hep söylemek gibi gıybettir. Bir Müslümanın günâhı ve kusûru söylendikte, elhamdülillâh, Allah bizi hayâsız yapmadı gibi, onu kötülemek, çok çirkin gıybet olur. Falanca kimse, çok iyidir, ibâdette şu kusûru olmasa, daha iyi olurdu demek gıybet olur. Hüseyin bin Said kuddise sirruh buyurdu ki: Gıybet kanser gibidir. Girdiği vücud iflâh etmez. Arkadaşlarımızın çoğunun gıybet kanserine yakalandıklarını müşahede ettim. Bu gıybet âfetinin hanımlar arasında da salgın hâline geldiği herkesçe ma'lûmdur. Bizi seven bütün arkadaşların gıybetten uzak durmalarını önemle ricâ ediyorum. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hucurat sûresi, 12. âyet-i kerîmesinde, sû-i zandan kaçınmayı emretmekte, birbirini çekiştirmeyi menetmekte, gıybeti ölü kardeşinin etini yemeye benzetmektedir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Gıybetten uzak olunuz, çünkü gıybet zinadan fenadır. Zinanın tevbesi kabûl edilir ama, gıybet edilen helâl etmeyince tevbesi kabûl edilmez.", "Kıyâmet günü bir kimsenin hasenât defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar seni gıybet edenlerin sevâblarıdır, denir.", "Bir kimseyi tiksindirecek bir sözü dinlemek, doğru olsa da o kimseyi gıybet olur.", "Gıybet, insanın sevâbını, iyi amellerini, ateşin kuru odunu yaktığı gibi yakar." Bid'atleri, mezhepsizliği yayarak ve aşikâre günâh işlemeye devam ederek, Müslümanların doğru yoldan ayrılmalarına sebep olanı, bunun zararından korunmaları için Müslümanlara tanıtmak gıybet olmaz ise de bunu fitneye sebep olmayacak şekilde bildirmelidir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 w
Gıybet sevapları yok eder
25 Nisan 2010 01:00
Gıybet, hem Allah huzûrunda ve hem de insanların hakkı olması bakımından çok büyük mes'ûliyeti mûcib bir hatâ ve büyük bir günâhtır. Gıybet edenlerin dili, kıyâmet günü fecî bir manzara arz ederek bütün mahlûkat arasında mahcûb ve rezîl olacaktır. Gıybet, ibâdetlerin sevâbını yok eder. Zahmet çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek, akılsızlık, cahillik ve ahmaklık değil midir? İbâdetler Allahü teâlâya arz olunurken bunları gıybet ve faydasız sözlerle sahibimizin karşısına çıkarmak kadar edepsizlik olur mu? Halid bin Rebi hazretleri anlatır: "Dostlarım bir Müslümanı gıybet ettiler, ben mâni olmadım. O gece rü'yada siyah bir kimsenin, pis kokulu domuz etini bir tabağa koyup getirdiğini ve önüme koyup yüksek sesle, 'Hadi ye!' dediğini gördüm. 'Ben Müslümanım, Müslüman domuz eti yemez' dedim. 'Ama Müslümanın etini yersin, o bundan bin kat daha harâmdır' diyerek o etten bir parça kesip ağzıma koydu. Uyandım, o et ağzımda idi ve pis kokuyordu. Kırk gün onun pis kokusunu ağzımda duydum." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Mi'râc gecesi Cehennemi bana gösterdiler, etleri parça parça edilip, ağızlarına konduğu birtakım insanlar gördüm. Kendilerine bu kokmuş etleri yiyin diyorlardı. Bunların kimler olduğunu suâl ettim. Cehennem meleklerinin reisi Mâlik, bunlar gıybet edenlerdir, gıybet edenler şeytanın dostlarıdır, dedi.", "Cehennemden en son çıkarılan kimse, gıybetten tevbe edendir. Yâni tevbe ederken helâllaşmayandır. Cehenneme girenlerin ilki ise, gıybetten tevbe etmeden ölen kimsedir.", "Bir gıybet edeni, Allahü teâlâ on şeyle cezalandırır: 1- Rahmetinden uzak eder. 2- Meleklerden uzak eder. 3- Taatini, iyiliklerini yok eder. 4- Resûlullahın ruhunu ondan çevirir. 5- Allahü teâlâ ona gadap eder. 6- Ruhunu teslim ederken, onu baş aşağı eder. 7- Kabir azâbını şiddetli eder. 8- Ölüm zamanında amellerini sevâpsız bırakır. 9- Cehenneme yakın eder. 10- Cennetten uzak eder." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Gıybete sürükleyen şeyler
26 Nisan 2010 01:00
İnsanı gıybet etmeye sürükleyen sebebler çoktur. Bazıları şunlardır: Ona karşı düşmanlık, yanında olanların fikirlerine uymak düşüncesi, sevilmeyen bir kimseyi kötülemek, kendisinin o günâhta bulunmadığını bildirmek, kendinin ondan üstün olduğunu bildirmek, hased etmek, yanında bulunanları güldürmek, şakalaşmak, onunla alay etmek, ummadığı kimsenin harâm işlemesine hayretini bildirmek, buna üzüldüğünü, ona acıdığını bildirmek, harâm işlediği için onu sevmediğini bildirmek. Gıybet yapılırken, orada bulunan kimse, korkmazsa, söz ile, korkunca, kalbi ile reddetmezse, gıybet, günâhına ortak olur. Sözünü kesmesi veyâhut kalkıp gitmesi mümkün ise, bunları yapmalıdır. Eliyle, başıyla, gözüyle menetmesi kâfî gelmez. Açıkça, sus, demesi lâzımdır. İslam büyükleri "Gıybet edene sus diyene yüz şehid sevâbı verilir" buyururlardı. Gıybet, insânın sevâblarının azalmasına, başkasının günâhlarının kendine verilmesine sebeb olur. Bunları, her zaman düşünmek, insânın gıybet etmesine mânî olur. Gıybet ederken başkasından söz taşınırsa ayrı bir günâha daha girer. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmet günü, bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyada iken, şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değil, der. Onlar, defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterlerine yazıldı, denir." Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahiy eyledi ki: "Gıybet edip tevbe eden kimse, Cennete en son gidecektir. Gıybet edip, tevbe etmeyen kimse, Cehenneme en önce girecektir." İbni Sirîn hazretleri, "Seni gıybet ettim, hakkını helâl et" diyen birisine şöyle cevap verdi: "Allahü teâlânın harâm ettiğini ben nasıl helâl ederim." Bu sözle, önce Allahü teâlâya tevbe et ki, benim helâl etmemin faydası olsun demek istedi. Söz taşımak da haramdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Söz taşıyan (nemmam) Cennete giremez.", "Sizin en fenanız söz taşıyanlar, aranızı bozanlar ve insanları birbirine düşürenlerdir." Buna fitne çıkarmak denir. Büyük günâhtır. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Osmanlı hükümranlığının sona erdiği gün
27 Nisan 2010 01:00
Bugün, İkinci Abdülhamid Han'ın tahttan indirildiği gündür (27 Nisan 1909). Bu tarih İslam âlemi için çok önemlidir. Çünkü bir dönüm noktasıdır. Sadece Osmanlı sınırları içindekiler değil dünyanın neresinde olursa olsun bütün Müslümanlar bu tarihten sonra sahipsiz, himayesiz kaldı. Sultan, vazifesi gereği sadece İmparatorluk içindekilerin değil bütün Müslümanların halifesiydi dolayısıyla hâmisiydi. Bunun için başlarına gelen her sıkıntıda yardıma çağırıyorlardı; o da hepsinin imdadına koşuyordu. Abdülhamid Han'dan sonra resmî olarak Hilafet devam ediyor görünse de, fiili olarak artık bir hükmü, hükümranlığı kalmamıştı. Devlet tamamen İttihat ve Terakki örgütünün eline geçmişti. Başta İngilizler olmak üzere Hıristiyan Batı âlemi, 200 yıllık hayallerini, İttihat ve Terakki örgütü üzerinden gerçekleştirmiş oldu. Şeyh-ül islamlık da dahil devletin her kademesine bunların adamları veya bu düşüncedeki kimseler sızdırıldı. Bunun için bu tarihten sonra yazılan dinî kitaplara şüphe ile yaklaşılır. RESULULLAHIN ÜZÜNTÜSÜ Bu olayın, ne kadar önemli olduğunu şu hadise de göstermektedir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunlarından, son devir İslam büyüklerinden Ebül Hasen Zeydi, 1974'te Hindistan'da basılan "Faruki Makamatı Ahyar" kitabında şunu anlatmaktadır: Babam, Peygamber Efendimizi rü'yada görmüş. Çok üzüntülü imiş. Üzüntülerinin sebebini sorduğunda da Efendimiz, "Türkler, benim halifemi bugün makamından ayırdılar. Bunun cezasını çok acı çekeceklerdir" buyurmuş... Batılı devletler, sömürgeleri altındaki devletleri idareleri esnasında, Osmanlının nüfuzunu, özellikle de Abdülhamid Han'ın üzerlerindeki etkisini görünce, Sultanı uzaklaştırmadıkça rahat sömüremeyeceklerini anladılar. Çünkü Sultan Abdülhamid Hanın İslam dünyasındaki itibarı çok fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta Afrika'daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutuyorlardı. Ayrıca, Siyonistler, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması karşılığında Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler. Padişah bu teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin'e gelip yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı. İngilizler Cemaleddin Efgani gibi mason din adamları vasıtasıyla hilafet meselesini kurcalamaya başladılar. Hindistan'da da bu tür sinsi çalışmalar başlatılınca Sultan Abdülhamid bu bölgelere büyük bir derviş kafilesi gönderdi. Bu çalışmaları da etkisiz hale getirildi. Padişahın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça emellerine kavuşamayacaklarını kesin bir şekilde anladılar. Bunun için İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin faaliyetlerine hız verdirdiler. Bir taraftan da, Arabistan Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu'da Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar. SADECE RUM MEBUS İTİRAZ ETTİ Destekledikleri gazeteler vasıtasıyla her tarafta Sultan aleyhine propaganda yaptırdılar. Bu arada "31 Mart Olayı"nı çıkartarak, suçu Abdülhamid Han'ın üzerine attılar. Arkasından da tahttan uzaklaştırılmasını gündeme getirdiler. Bu gündemle 27 Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar Meclisi toplandı. Önceden kararlaştırıldığı gibi Padişahın hal' edilmesi teklifi verildi. Hal' fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazdı. Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart İsyanına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek... gibi asılsız, akıl almaz suçlar yükleniyordu. Sadece, Rum asıllı bir mebus itiraz etti. "Yapmayın efendiler! Günahtır, günah. Sultan Abdülhamid Han, bu memleketin nûrudur. Dünyâda denge unsurudur. O'nu tahtından indirirseniz mülkü millet harâb olur. Dünyâ perişân olur" dediyse de bizimkilere söz dinletemedi, yaka paça dışarı atıldı. Oy birliği ile hal' fetvası kabul edildi..
Gıybetin kefareti
27 Nisan 2010 01:00
Gıybet etmenin kefâreti, üzülmek, tevbe etmek ve onunla helâlleşmektir. Affetmezse, onu övmeli, sevdiğini bildirmeli, yalvarmalı, gönlünü almalıdır. Helâl etmezse hak yine onundur. Pişmân olmadan helâlleşmek, riyâ olur, ayrı bir günâh olur. Ölüyü gıybet de harâmdır. İmâm-ı a'zâm Ebû Hanîfe hazretlerine, birisinin kendini gıybet ettiğini söylediler. Ona bir kese altın gönderip, "bize verdiği sevâbları arttırırsa, biz de karşılığını arttırınız" dedi. İbrâhim Edhem hazretleri, bir yemeğe da'vet edilmişti. Sofrada, çağrılanlardan birinin bulunmadığı söylenince, o ağır kimsedir, denildi. İbrâhim bin Edhem, gıybet edildi, buyurdu ve çıkıp gitti. Vüheyb bin el-Verd buyurdu ki: "Yemin ederim ki, bana göre gıybeti terk etmek, altından bir dağı sadaka vermekten daha makbuldür." Yapılan kötüleme iftirâ ise, iftirâ etmek, gıybet etmekten daha fenâdır. Yanında gıybet yapıldığını işiten kimse, buna hemen mânî olmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Din kardeşine, onun haberi olmadan yardım eden kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve âhirette yardım eder." "Yanında, din kardeşi gıybet edilince, gücü yettiği hâlde ona yardım etmeyen kimsenin günâhı, dünyada ve âhirette kendisine yetişir." "Bir kimse, dünyada din kardeşinin hakkını korursa, Allahü teâlâ, bir melek göndererek, onu Cehennem azâbından korur." Gıybet insanların aralarının açılmasına, dargınlıklara sebeb olur. Hadîs-i şerîfte, "İki kimse birbirlerine dargın olarak ölürlerse, Cehennem yüzü görmeden Cennete giremezler. Cennete girerlerse bile birbirleriyle karşılaşamazlar" buyuruldu. Hasan-ı Basrî hazretleri şöyle buyurdu: "Allah'a yemin ederim ki gıybet, mü'min kişinin nâmını ifsad hususunda cüzzam'ın cesetteki tahribatından daha süratlidir." Birisi şöyle demiştir: "Biz selef-i sâlihîn'e yetiştik. Onlar ibadeti oruç tutmakta ve namaz kılmakta değil, dillerini halkın ırzından tutmakta görürlerdi." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Merhametli, dindar ve cesur bir padişahtı
28 Nisan 2010 01:00
Sultan Abdülhamid Han, söylenilenlerin aksine, cesur, yiğit bir hükümdardı. Yıldız Camii cuma çıkışında uğradığı suikastta gösterdiği cesaret bunun ispatıdır. İçeride ve dışarıda bu kadar düşmanı olan kimsenin ülkesini ve kendini korumak için tedbir almaması ahmaklık olurdu. Sultan Abdülhamid Han bunun yanında çok merhametli, dindar ve evliya meşrebli bir hükümdardı. Pek çok kerameti görülmüştür. Acil iş zuhur edince, gecenin herhangi bir vaktinde uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rıza göstermezdi. ABDESTSİZ YERE BASMAZDI Bu hususta Mabeyn Başkatibi Esad Bey hatıratında şöyle demektedir: Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, açıldı. Sultan elinde havlu ile yüzünü kuruluyordu. Tebessüm ederek; evlad, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Daha ilk kapıyı vuruşunuzda uyandım. Abdest aldım. Onun için geciktim. Kusura bakma. Ben bu kadar zamandır bu milletin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım, dedi. Besmele çekerek imzaladı. Bunun gibi Abdülhamid Han hiç abdestsiz yere basmazdı. Hattâ zevcesi, Abdülhamid Han'ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak, O'nun yatağının başında dâimâ temiz bir tuğla bulundurduğunu ve bununla yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm yaptığını, sebebini sorduğunda da kendisine: "Bunca Müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dediğini nakleder. *** Sultan Il. Abdülhamid Han döneminde Yavuz Sultan Selim'in türbedarlığını yapmakta olan bir zat, şiddetli geçim darlığının kendisine verdiği sıkıntılı bir ruh haleti içinde: "Bir de evliyadan olduğunu söylerler. Yıllarca türbedarlığını yaptım yoksulluk içindeyim" diyerek türbeye hiddetle vurur. Ertesi sabah aniden Abdülhamid Han, türbedarı huzuruna çağırarak bir yıllık ihtiyacının hepsini karşılar. Kendisine, "Bir sıkıntın olduğunda bana gel, dedemi rahatsız etme!" der. *** Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayı'nda tutulurken, bir gece bir polis memuru burada nöbet tutmaktadır. Bu polis geçim sıkıntısı içindeymiş. Bütün gece düşünmüş, sonunda sabah nöbet bitince denize atlayıp intihar etmeye karar vermiş. Ertesi sabah, nöbetini devretmeye birkaç dakika kalınca sarayın üst pencerelerinden biri açılır. Pencereden Sultan, "Evladım şu keseyi al!" diye seslenir bir kese altın atar. Arkasından da ilave eder: "Sakın intihar etmeye kalkışma, intihar çok büyük günahtır!" GARİPLERİN BABASI İDİ Mabeyn katibi anlatır: Bir akşam, gelen mektup ve telgrafları huzûra arz etmek üzere iken bir telgraf geldi. Telgrafta, bîçâre memur, karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple sultanın merhametine sığındığını, bildiriyordu. Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-i şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım. Ancak huzûrda, Pâdişâh âdeti üzere her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra, "Başka bir şey var mı?" diye sordu. "Kayda değer bir şey yok efendim!" dediysem de Sultân, "Sen kayda değer saymadığını da söyle!" dedi. Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. "Hemen getiriniz!" dedi. Sultân Abdülhamid Han, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından saray doktorunu çağırtarak gerekli müdâhalenin derhal yapılmasını ferman buyurdu. Vazîfemizi yerine getirip hastaneden döndüğümüzde vakit sabaha yaklaşmıştı, Sultân, perdeyi araladı ve eliyle "gelin" diye işâret etti.. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu. Hemen neticeyi sordu: "Sultânım, doğum bir hayli zor oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh" dedim. Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "Elhamdülillâh" dedi...
Benim sevaplarım nerede?"
28 Nisan 2010 01:00
Abdullah bin Mübârek hazretleri buyurdu ki: "Eğer ben gıybet etmiş olsaydım, anam ve babamı gıybet ederdim. Zira hasenatımı bağışlamam için, onlar başkalarından daha lâyıktır." Saîd bin Cübeyr de şöyle buyurdu: "Kul gerçekten çok ameller yapar, fakat onları amel sahifelerinde bulamaz da, 'Yâ Rabbi! Benim hasenelerim nerede?' diye sorar. Ona denilir ki: İnsanları, kendilerinin haberi olmaksızın gıybet etmen sebebiyle yok oldu!" Ömer bin Abdülazîz buyurdu ki: "Sana haksızlık eden adama sakın sövüp hakaret etmek kabilinden bir şeyle karşılık vereyim deme. Çünkü o sana bir defa haksızlık etmiş olduğu halde, sen ona, haksızlığını her hatırlayışta sövüp lânet ederek kendisine haksızlık edinceye kadar ileri gitmiş olabilirsin. Alacaklı iken borçlu hale gelebilirsin." Fudayl bin İyâd buyurdu ki: "Şu zamanın kurrâlarının, hafızlarının meyvesi, akranından bazıları yükselip ilimle şöhret bulacak korkusu ile, birbirini çekiştirip küçültmektir. Öyleleri vardır ki, gıybeti sofrada katık gibi kullanmaktadır. Üstelik onların günahta en hafif olanı da odur." Veki' bin el-Cerrâh da şöyle buyurdu: "Gıybetten uzak kalmanın şerefine bak ki, ondan ancak az sayıda insan sâlim kalabilir!" Ebû Ümâme buyurdu ki: "Kıyamet günü amel kitabı kendisine verilen kul, bakar ki, onda kendisinin yapmadığı haseneler var. Der ki: 'Yâ Rabbi! Nereden bu haseneler benim oluyor?' Ona şöyle buyurulur: Bunlar, sen farkında değilken seni gıybet etmiş olanların gıybeti sebebiyle sana verilmiştir." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Ey sadece dilleriyle iman edip kalbiyle iman etmeyen kimseler! Sakın Müslümanların gıybetini yapmayın. Kusurlarını araştırmayın! Çünkü Müslüman kardeşinin kusurunu araştıran bir kimsenin kusurunu Allah araştırır ve Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu evinin içinde olsa bile rezil eder." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Amellerin en faziletlisi
29 Nisan 2010 01:00
Eshâb-ı kirâm birbirlerine rastladıkları zaman birbirlerini güler yüzle karşılar, gıyablarında konuşmazlardı ve bunun, amellerin en faziletlisi olduğunu ve bunun aksini yapmanın da münafıkların âdeti olduğunu bilirlerdi. Bu hususta Efendimiz buyurdu ki: "Kim dünyada Müslüman kardeşinin gıybetini ederse, ahirette ona o Müslümanın eti yaklaştırılır ve kendisine 'Diri iken onun etini yediğin gibi ölü iken de ye!' denir. O da mecbur kalarak yer. Böylece geveler, tiksinir, bağırır ve yüzünü buruşturur." Mansur bin el-Mutemil buyurdu ki: "Zulmettiği zaman başkasına hakarette bulunmayın, bilâkis onun için çok istiğfar ediniz. Çünkü başkası size ancak günahlarınız sebebiyle zulmeder." Mâlik bin Dinar buyurdu ki: "Kişi, kendisi sâlih olmadığı halde sâlihlerin şeref ve haysiyetine dil uzatacak olursa, başka günahı olmasa bile bu ona yeter!" Ez-Zührî hazretlerine, gıybetin tarifini yapmasını istemişler. O demiş ki: "Din kardeşinin yüzüne söylemeyi hoş görmediğin her şey, onun hakkında gıybet olur." Şakîk el-Belhî, bir gün zikir ve virdini okumadan yatmış. Hanımı kendisini bu yüzden azarlamış. O da demiş ki: "Bu gece virdimi okumadan yattım diye, beni azarlama. Çünkü Belh'deki âlim ve zahitlerin çoğu benim için namaz kılarlar; benim için oruç tutar ve birtakım amelde bulunurlar." Hanımı kendisine sorar: "Nasıl olur bu?" O der ki: "Onlardan biri, gece uzunluğunca namaz kılar ve gündüz müddetince oruç tutar, sonra benim şerefimle oynar, beni gıybet eder. Böylece hasenatının tamamı benim olur." Ebû Süfyan es-Sevrî buyurdu ki: "Kardeşinin seni, senin gıyabında nasıl anmasını istiyorsan; sen de onu, onun gıyabında öyle an!" Katade hazretleri buyurdu ki: "Bize belirtildiğine göre kabrin azabı üç çeyrektir. Bir çeyreği gıybetten, bir çeyreği koğuculuktan ve bir çeyreği de üzerine idrar sıçratmaktan gelir!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
Bunlar halkın gıybetini yapanlar!"
30 Nisan 2010 01:00
Atâ el-Horasanî buyurdu ki: "Başkalarının sizi gıybet etmesinden kederlenmeyin. Zira gıybet eden farkında olmayarak size iyilik etmiş olur. Bize ulaşan habere göre, adamın birisini bir defa gıybet etmişler ve o adamın günahlarının yarısı, bu yüzden affedilmiştir." Vehb bin Münebbih de buyurdu ki: "Kul, insanların ağzında sakız olmadıkça, Allahü teâlânın yanındaki makbûliyeti kemâle ermez." Yunus bin Ubeyd buyurdu ki: "Bir defasında ben, çok sıcak bir günde oruç tutmak ile insanları dilime dolamamayı nefsime arz ettim. Ve oruç tutmanın nefsime daha kolay geldiğini gördüm." Abdullah bin Mesûd hazretleri birisini gıybet eden kimselere rastladığı zaman; "Kalkınız, abdest alınız, zira konuştuklarınız içinde bâzan öyle sözler bulunuyor ki, 'abdest yenilemeyi icab ettiren halden' daha ağır" derdi. Fudayl bin İyad buyurdu ki: "İnsanları çekiştiren kimsenin hâli, bir mancınık kurarak güzel amellerini doğuya, batıya, her yana atan kimsenin hâline benzer." Abdullah ibni Mübârek hazretleri buyurdu ki: "Sizler, hevâ ve bid'atlere uymuş kimseleri dilinize dolamayınız. Ancak sözünüz kendilerine ulaşacak olanları anınız. Çünkü sözünüz belki onlara tesir eder. Aksi hâlde haklarında söyleneni onlara ulaştırmayacak bir kimsenin yanında onları anmanın faydası yoktur." Enes bin Malik, Resulullah Efendimizin şöyle dediğini rivayet eder: "İsrâ gecesinde yüzlerini tırnaklarıyla paramparça eden bir kavmin yanından geçtim. Cebrâil'e 'Bunlar kimlerdir?' diye sordum. Cebrail 'Bunlar halkın gıybetini yapan, haysiyet ve mürüvvetlerine dil uzatanlardır!' dedi." Selim bin Câbir şöyle anlatır: "Resulullaha dedim ki: 'Bana bir hayır öğret ki ondan faydalanayım!' Şöyle buyurdu: Sakın yaptığın iyiliğin hiçbir şeyini az görme; isterse bu, elindeki kovadan su isteyen adamın kabına su boşaltmak olsun. Müslüman kardeşini güler yüzle karşılamanı tavsiye ederim. Dönüp gittiğinde de sakın gıybetini yapma!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
Gıybet zinadan daha kötüdür!"
1 Mayıs 2010 01:00
Resulullah Efendimiz, "Gıybetten kaçınınız! Muhakkak ki gıybet, zinadan daha kötüdür. Çünkü kişi, bazen zina eder, tevbe eder ve Allah tevbesini kabul eder. Gıybet yapan bir kimse ise, gıybeti yapılan kişi kendisini affetmedikçe Allah tarafından affedilmez" buyurdu. Hâtem'ül-Esam hazretleri buyurdu ki: "Bir toplantıda şu üç haslet bulunduğu zaman, rahmet-i ilâhiye oradakilerden uzaktır: Birincisi, dünyayı anmak, ikincisi çok gülmek, üçüncüsü de insanları köktülemek, gıybetini yapmak!" İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: "Bize gelen habere göre; yalancı, cehennemde bir köpek şeklinde azâb görecek, hased eden bir domuz suretinde azab görecek, gıybet eden de maymun hâlinde azab görecektir. Koğuculuk yapan da böyle." İmam-ı Şarani hazretleri başka bir zaman da şöyle buyurdu: "Yaptığın işleri bir düşün: Bunlardan sâlim kalmışsan Allaha şükret. Yok eğer günah işlemişsen, istiğfar et Rabbine. Hak sahiplerine verilecek bir şeylerin olması için sâlih amelleri çok işle. Nefsinin günahkâr olduğuna inan, Allahü teâlâdan gafil bulunan kimselerin, hakkındaki 'O iyi adamdır!' diye konuştuklarını çok duysan da, iyiliğine hükmetme. Şüphesiz onların, senin hakkındaki sözleri bir zandan ibarettir. Nefsini yakînen bilen ise, onlar değil, sensin. Hele bir şeyhin meselâ gıybet ve koğuculuk edilen toplantılarda hazır bulunması veya birisinin bu hâlini sükûtla karşılaması, cidden hazindir. Çünkü o bu yüzden fâsık olur. Üstelik hiç kimse bunun çirkinliğini nerede ise hakkıyla idrak edememektedir. Şu sözü de unutma! Demişler ki: Kendisinin yakînen bildiğini, başkalarının zannı için terk eden kimse, cahillerin en cahilidir!" Ebû Abdullah el-Entâkî de buyurdu ki: "Senin, bir din kardeşinin ayıbını kalbinde yerleştirip, onun düşmanlığından korkarak kendisiyle konuşmayı terk etmen de haram olan gıybete dahildir. Bir kimse ki, birisini açıkça gıybet etmeye cür'et eder; derken bu hal onu, insanlar hakkında yalan ve iftira söylemeye sürükler." Tel: 0 212 - 4
.
Gıybet hâlinde oruçlarını kaza ederlerdi
2 Mayıs 2010 01:00
İslam büyükleri gıybet hakkında buyurdular ki: Selef-i sâlihînden bazısı, abdesti bozulunca hemen abdest aldığı gibi, ağzından, gıybet olan bir söz kaçırmış olsa, hemen abdestini tazelerdi. Yine onlardan bazıları oruçlu iken gıybet etmiş olsalar, o günkü oruçlarını kaza ederlerdi. Fıkhî bakımdan, gıybet yapılınca tekrar abdest almak veya orucu kaza etmek lâzım olmadığı hâlde, o büyükler, emirlere bağlılıktaki yükseklikleri, günahlardan son derece kaçınmaları ve gıybetin çirkinliği sebebiyle böyle yaparlardı. Gıybet, en kötü iş, en çirkin söz, en kötü bir huy, çetin azâba sebeb olan bir hâldir. Hasede, azgınlık ve taşkınlığa delâlet eder. Kin ve musibetin habercisidir. Allahü teâlâ gıybeti ölü eti yemekle beraber kıldı. Hucurât sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin. Sizden biriniz, hiç ölü kardeşinin etini yemeyi ister mi? Bundan tiksinirsiniz değil mi? O hâlde gıybet etmekte Allahtan korkun..." buyuruldu. Resûlullah Efendimize, gıybetin ne olduğu suâl edildiğinde buyurdu ki: "Kardeşin hakkında onun hoşlanmadığı şeyi söylemendir. Onun hakkında söylediğin bu söz doğru ise, gıybet etmiş olursun. Söylediğin söz yalan ise iftira etmiş olursun." Zalim iderecinin, açıktan günah işleyen fasıkın, kötü kimselerin gıybetini yapmak günah olmaz. Allahü teâlâdan hayâ etmeyen açıktan günah işleyen, yaptığı kötülükleri insanlardan gizlemeyen bir kimse, hayâ perdelerini yırtmıştır. Artık kendisine hüsn-i zan edilmek durumundan çıkmış, kötülük işlediği kesin bir hâl almıştır. İnsanları bunların zararlarından korumak lazım. Hikmet ehli birisi oğluna dedi ki: "Ey oğlum. Yalan olmasa bile gıybet etme! Doğru söylemiş olsan bile, konuşmanı kötü yapmış olursun. Eğer yalan konuşursan, birçok kötülüğü bir araya getirmiş olursun." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
Gıybet hâlinde oruçlarını kaza ederlerdi
2 Mayıs 2010 01:00
İslam büyükleri gıybet hakkında buyurdular ki: Selef-i sâlihînden bazısı, abdesti bozulunca hemen abdest aldığı gibi, ağzından, gıybet olan bir söz kaçırmış olsa, hemen abdestini tazelerdi. Yine onlardan bazıları oruçlu iken gıybet etmiş olsalar, o günkü oruçlarını kaza ederlerdi. Fıkhî bakımdan, gıybet yapılınca tekrar abdest almak veya orucu kaza etmek lâzım olmadığı hâlde, o büyükler, emirlere bağlılıktaki yükseklikleri, günahlardan son derece kaçınmaları ve gıybetin çirkinliği sebebiyle böyle yaparlardı. Gıybet, en kötü iş, en çirkin söz, en kötü bir huy, çetin azâba sebeb olan bir hâldir. Hasede, azgınlık ve taşkınlığa delâlet eder. Kin ve musibetin habercisidir. Allahü teâlâ gıybeti ölü eti yemekle beraber kıldı. Hucurât sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Müslümanların ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi gıybet etmeyin. Sizden biriniz, hiç ölü kardeşinin etini yemeyi ister mi? Bundan tiksinirsiniz değil mi? O hâlde gıybet etmekte Allahtan korkun..." buyuruldu. Resûlullah Efendimize, gıybetin ne olduğu suâl edildiğinde buyurdu ki: "Kardeşin hakkında onun hoşlanmadığı şeyi söylemendir. Onun hakkında söylediğin bu söz doğru ise, gıybet etmiş olursun. Söylediğin söz yalan ise iftira etmiş olursun." Zalim iderecinin, açıktan günah işleyen fasıkın, kötü kimselerin gıybetini yapmak günah olmaz. Allahü teâlâdan hayâ etmeyen açıktan günah işleyen, yaptığı kötülükleri insanlardan gizlemeyen bir kimse, hayâ perdelerini yırtmıştır. Artık kendisine hüsn-i zan edilmek durumundan çıkmış, kötülük işlediği kesin bir hâl almıştır. İnsanları bunların zararlarından korumak lazım. Hikmet ehli birisi oğluna dedi ki: "Ey oğlum. Yalan olmasa bile gıybet etme! Doğru söylemiş olsan bile, konuşmanı kötü yapmış olursun. Eğer yalan konuşursan, birçok kötülüğü bir araya getirmiş olursun." > Tel: 0 212 - 454 38 21 ww
İnsan gözündeki merteği görmez!
3 Mayıs 2010 01:00
İslam büyükleri; başkasını, hoşuna gitmeyecek bir vasıfla anmanın gıybet olduğunda ittifak etmiştir. Nitekim Peygamber aleyhisselam şöyle buyurmuştur: -Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz? -Allah ve Resûlü daha iyi bilir. -Gıybet kardeşinin hoşuna gitmediği bir vasıfla onu zikretmendir. -Peki, bizim dediğimiz Müslüman kardeşimde varsa? -Eğer senin dediğin kardeşinde varsa, onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin kendisinde yoksa ona iftira etmiş olursun. Ebu Hüreyre hazretleri buyurdu ki: "Sizden bir kimse Müslüman kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki merteği görmez!" İbn Abbas hazretleri buyurdu ki: "Sen, arkadaşının ayıplarını belirtmek istediğin zaman onun yerine kendi ayıbını belirt!" Hasan Basrî hazretleri şöyle buyurdu: "Ey Âdemoğlu! Sen imanın hakikatini ancak sende mevcut olan bir ayıptan dolayı halkı ayıplamayı terk ettikten sonra elde edebilirsin. Ancak o ayıbın ıslahına başlayıp nefsinde bulunan o ayıbı ıslah ettikten sonra elde edebilirsin. Bunu yaptığın zaman senin meşguliyetin, nefsin hakkında olur. Allah nezdinde kulların en sevimlisi böyle olanıdır." Mâlik bin Dinar hazretleri anlatır: "İsa aleyhisselam beraberinde havariler olduğu halde bir köpek leşinin yanından geçti. Havariler 'Bu köpeğin kokusu amma da fena' dediler. Hz. İsa 'Onun dişinin parlaklığı ne de güzeldir' diye karşılık verdi. Hadiselere iyilik tarafından bakılmasını Allah'ın mahluku hakkında güzelden başka bir şey söylememelerine dikkatlerini çekiyordu." Hazreti Ömer şöyle buyurdu: "Allah'ın zikrinden ayrılmayın! Çünkü onda şifa vardır. Halktan bahsetmekten sakının! Çünkü o hastalıktır." Gıybet; duyduğu zaman insanın hoşuna gitmeyen, gıyabında yapılan konuşmadır. Söylemiş olduğun şey, ister bedeninde, ister nesebinde, ister ahlâkında, ister fiilinde, ister zihninde, ister bünyesinde olsun hiçbir fark yoktur. Hatta elbisesinde, evinde ve bineğinde bile hoşuna gitmeyen bir eksikliği belirtsen yine gıybet olur. > Tel:
Onun derecesine kimse ulaşamadı!
4 Mayıs 2010 01:00
Bugün, Ehl-i sünnetin reisi, büyük müctehid, büyük imam, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretlerinin ölüm yıl dönümüdür. (D. 699 Kufe; vefat 767 Bağdad). Diğer meşhur zatlar ile ilgili, anma günleri, anma haftaları, konferanslar düzenlenmesine rağmen, her nedense, bu büyük imamdan pek bahsedilmez; şatafatlı anmalar yapılmaz, gazeteci tabiri ile görülmez. Acaba bunun sebebi veya sebepleri nelerdir? Günümüzde bu organizasyonları yapanlar genelde, mezhepleri inkâr eden, nakli esas alan Ehl-i sünnet inancını ve yaşayışını kabul etmeyen dinde reform yanlısı kimselerdir. Diğer bir grup da, dinle ilgisi olmayan; bu organizasyonları, gizli maksatlarına alet eden hümanistler, felsefeciler, siyonistler veya dünyalık elde etmek, şan şöhret sahibi olmak için tanzim eden kimselerdir. EHL-İ SÜNNETİN BOYNUNUN BORCU Bunlardan böyle bir organizasyon yapması beklenemez. Maksatları dolaylı yoldan İslamı yok etmek olan bu; felsefe ve akılcılık üzerine dayalı çalışma yürüten kimselerin; dinde nakli esas alan, dinde kaynak olarak edille-i şeriyyeyi (Kitap, sünnet, icma ve kıyas) esas alan İmam-ı a'zam Ebu Hanife gibi bir zat için anma toplantıları düzenlemeleri beklenemez. Mezhepleri, fıkıh âlimlerini itibarsız, etkisiz hale getirmeyi kendilerine gaye edinen kimseler, İmam-ı a'zamdan hiç bahsederler mi? Onlar bahsetmese de, bizim bahsetmemiz şarttır, her Ehl-i sünnet Müslümanın boynunun borcudur!.. İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğüdür. Dört büyük imamdan tabiinden olan sadece budur. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik'i ve daha üç veya yedi kimseyi gördü. Bunlardan hadis-i şerifler öğrendi. İmâm-ı a'zamın babası Sâbit de Kûfe'de, İmam-ı Ali ile buluşup, İmâm hazretleri, buna ve evladına duâ buyurmuştu. Bütün dünyada tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin bildirdiğidir. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sahibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. Bunun için imam-ı Şâfi'î hazretleri, "Fıkh bilgisini derinleştirmek isteyen, Ebû Hanîfe'nin talebesi ile beraber bulunsun. Bütün Müslümanlar, İmâm-ı a'zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir" buyurdu. Yâni, bir adam, çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a'zam da, insanların, işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmıştır. İctihâd ve istinbâtta, yani hüküm çıkarmada öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki, buraya kimse varamadı. Ticâret ederek helâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyaçlarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc ettiği kadar da, fakirlere sadaka verirdi. Vera' ve takvada çok ileri idi. Ortaklarından birinin, çok miktârda bir malı, dine uygun olmayarak sattığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksan bin akçanın hepsini fakirlere dağıtıp, hiç kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydûdlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri, yedi sene, Kûfe'de koyun eti alıp yemedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Haramdan bu derece korkar, her hareketinde dinin emirlerini gözetirdi. "YOLUNDAN GİDENLERİ AFFETTİM" Son haccında, Kâbe-i muazzama içine girip, burada iki rekât namaz kıldı. Sonra, ağlayarak; "Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu, bu anlayışıma bağışla!" diyerek duâ etti. O anda bir ses işitildi: "Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim..." Peygamber Efendimiz, "Âdem ve bütün Peygamberler, benimle övündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebû Hanîfe, ismi Nu'mân olan bir kimse ile övünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır" buyurarak bu mübarek zatın geleceğini, üstünlüğünü haber vermiştir...
Gıybet sadece söz ile olmaz
4 Mayıs 2010 01:00
Gıybetin meydana gelmesinde fiil de söz gibidir. İşaret, îma, dudak bükme, göz kırpma, yazı, hareket ve maksadı belirten her türlü söz, açıkça söylemek gibidir. O halde bunların tümü gıybet ve haramdır. Âişe vâlidemiz rivayet eder: Bizim evimize bir kadın geldi. Kadın gittikten sonra elimle kadının kısa boylu oluşuna işaret ettim. Bunun üzerine Resul aleyhisselam bana "Kadının gıybetini yaptın!" buyurdu. Başkasının durumunu hikâye etmek sûretiyle taklidini yapmak da gıybettir. Aksayarak yürümek veya kişinin yürüdüğü gibi yürümek gıybettir, hatta azap bakımından gıybetten daha şiddetlidir. Çünkü böyle yapmak, kişiyi anlatmakta daha tesirli olur. Yazı ile gıybet de böyledir. Çünkü kalem de bir dildir. Bir kitabın yazarı, belli bir şahıstan bahsederken kitabında onun konuşmasını çirkin gösterirse gıybet olur. Gıybeti dinleyen de gıybetin günahından kurtulamaz. Ancak diliyle veya korktuğu takdirde kalbiyle gıybeti reddederse veya gıybet meclisinden kalkarsa veya gıybet edenin konuşmasını başka bir konuşma ile keserse gıybet etmiş sayılmaz. Aksi takdirde günahkâr olur! Eğer gıybet eden diliyle sus deyip de kalben onun gıybetini dinlemek istiyorsa, bu münafıklık olur. Kalben gıybeti çirkin görmedikçe münafıklıktan kurtulamaz. Eliyle susması için işaret etmek veya kaşıyla veya kirpikleriyle işaret etmek yeterli değildir. Çünkü bu işaretler bahsi yapılan kişiyi hakir görmek demektir. Aksine o kişiyi tahkir değil de tazim etmeli ve açıkça onu müdafaa etmelidir. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kimin yanında bir mü'min zelil ediliyorsa, o da kudreti olduğu halde o mü'mine yardım etmiyorsa, Allah onu kıyamet gününde insanların gözü önünde zelil eder", "Kim Müslüman kardeşinin bulunmadığı bir mecliste onun haysiyetini korursa, kıyamet gününde onun haysiyetini korumak Allah'a hak olur. Kim kardeşinin gıyabında onun haysiyetini korur ve müdafaa ederse, o kimseyi ateşten azad etmek Allah'a hak olur." > Tel: 0 212 -
Evliyalıkta da makamı yüksekti!
5 Mayıs 2010 01:00
İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, müctehidliği, fakihliği yanında zamanının büyük evliyalarındandı. Zaten müctehid olabilmek için tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmak şarttır. Dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyurdu ki: "İmam-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a'mâl (iş bölümü) eylemişlerdir. Yanî her biri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a'zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf husûsunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Ca'fer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nûr ve varidât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini, "O iki sene olmasaydı Nu'mân helak olurdu" sözü ile anlatabildiler. HER İKİ İLİMDE DE KEMÂL SAHİBİYDİ Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca'fer-i Sâdık'tan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber Efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte, "Âlimler peygamberlerin vâ-risleridir" buyuruldu. Vâris, her husûsta veraset sahibi olduğundan zâhirî ve batınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi." İslâm âlimleri, İmam-ı a'zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyâyı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir. İmam-ı a'zam, bir gece rü'yâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rü'yâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn'e gidip anlattı. İbn-i Sîrîn, "Bu rü'yânın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebû Hanîfe olsa gerek" dedi. (Ebû Hanîfe benim!) deyince, İbn-i Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir ben gördü ve "Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında "Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder" buyurdu" dedi. İmam-ı a'zam ayrıca Ehl-i beytten, Zeyd bin Ali'den, Muhammed Bâkır'dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp, "Ceddimin şeriatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!" buyurmuştur. İmam-ı Ebû Yûsuf şöyle anlatır: "Babam öldüğü zaman ben küçük idim. Annem san'at öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp İmam-ı a'zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip, 'Hoca efendi sizin geçiminiz yerinde, fakat biz muhtacız, çocuğun geçimimizi temin etmesi için ücretle çalışması gerekiyor' dedi. Hocam Ebu Hanife buyurdu ki; "Sen onu kendi hâline bırak! O, burada tereyağlı fıstık ve badem ezmesi yemesini öğreniyor." O KALB GÖZÜ İLE GÖRÜRDÜ Yıllar sonra, Kadılık vazifesinde iken bir gün Abbasî halifesi Hârun Reşîd ile sofrada oturuyordum. Sofraya falûzeç getirdiler. Hârun Reşîd bana, 'Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler' dedi. Ben tebessüm ettim. Halîfe sebebini sordu. Ben de İmam-ı a'zamla ilgili olan o hâdiseyi anlattım. Hârun Reşîd bunun üzerine, 'Gerçekten ilim insanı yükseltir' deyip, hocama Ebu Hanife'ye rahmet ile duâ etti ve 'Hakîkaten kalb gözü açık olup dâima huzûr içinde idi. İnsanların baş gözü ile göremediklerini o kalb gözü ile görürdü' dedi." İmam-ı a'zam tefsîr ve hadîs ilimlerinde de ihtisas sahibiydi. Büyük hadîs âlimi A'meş, İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerine, "Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczacı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin ma'nâlarını siz anlarsınız!" derdi.
Gıybeti caiz kılan özürler!
5 Mayıs 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri altı madde hâlinde bildirir: Birincisi: Zalimin zulmünden şikâyetçi olmak. Nitekim Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki hak sahibi olan alacaklı için söz söyleme hakkı vardır." "Zengin bir kimsenin borcunu geciktirmesi zulümdür." "Ödeme imkânı olanın borcunu geciktirmesi, hem cezalandırılmasını, hem de gıybetinin yapılmasını helâl kılar." İkincisi: Dinen münker ve yasak olanı engellemek, âsî bir kimseyi doğru yola çevirmektir. Burada nasihatin faydalı olacağı, fitne çıkmayacağı çok zannedilmelidir. Bunun mübah olması, sıhhatli ve doğru bir maksatla olmasındandır. Eğer bu sıhhatli maksad ortada mevcud değilse, böyle söylemek haram olur. Üçüncüsü: mahkemede kadıya durumu anlatmaktır. Şikâyetini anlatmada aleyhte konuşma olabilir. Dördüncüsü: Müslümanı şerden korumaktır. Bu bakımdan bid'at ehlini veya fâsığı, kötü kimseyi bildirmek gıybet olmaz. Mesela, evlenmek hususunda kendisiyle istişare edilen veya emaneti bırakmak hususunda kendisine danışılan bir kimse, gıybet maksadıyla değil, nasihat maksadıyla bildiklerini söyler. Beşincisi: İnsanın, ayıbını belirten bir lâkab ile meşhur olmasıdır. Çolak Hafız, Topal Molla gibi. Eğer bundan sakınmak ve başka bir ibâre ile tarif etmek imkânı varsa, onu kullanmak daha evlâdır. Altıncısı: Gıybeti yapılanın, fâsıklığını açıkça yapmasıdır. Kadın gibi giyinen, kadın gibi hareket eden, meyhane açan, açıkça içki içen... gibi. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim hayâ perdesini yüzünden atmışsa, onun gıybeti yoktur." Hasan Basrî hazretleri şöyle demiştir. Üç sınıf vardır. Onların gıybeti haram değildir: 1. Hevâ ve hevesine tâbi olan. 2. Günahı açıktan yapan fâsık. 3. Zâlim bir idareci. Bu üç sınıfın arasındaki ortak nokta, üçünün de günahı açıktan işlemesidir. Çoğu zaman işledikleriyle iftihar ederler. Eğer kişi, o üç sınıftan birinin açıkça yapmadığı başka bir günahı söylerse günahkâr olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Kalben yapılan gıybet
6 Mayıs 2010 01:00
Kalben yapılan gıybete su-i zan denir, haramdır! Bu bakımdan başkasının kötülüklerini dil ile zikretmek haram olduğu gibi, Müslüman hakkında içinden su-i zanda bulunmak, onun hakkında kötü düşünce beslemek de haramdır. Bu, kalbin başkasının aleyhine kötülükle hükmetmesidir. Kalbinden bir anda gelip geçen şeyler affedilmiştir. Hatta şek ve şüphe etmek de affedilmiştir. Yasaklanan, başkasının hakkında kötü zanda bulunmaktır. Zan ise nefsin meylettiği ve kalbin yöneldiği şeyden ibarettir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır." (Hucurât/12) İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Sui zannın, kötü düşüncenin haram olmasının sebebi şudur: Kalbin esrarını ancak allâm'ul-guyûb olan Allah bilir. Bu bakımdan başkası hakkında kötü zanda bulunamazsın. Ancak te'vil kabul etmeyecek şekilde sana âyan beyan olursa, o zaman bildiğine ve gördüğüne inanmaktan başka seçeneğin yoktur. Gözünle görmediğin, kulağınla işitmediğin bir şeyin kalbine düşmesine gelince, o şeyi senin kalbine şeytan atmıştır. Bu bakımdan şeytanı yalanlaman gerekir. Çünkü şeytan, fâsıkların en katmerlisidir, Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurât/6) Kalben onları tasdik etmek ve o delillerden ötürü Müslüman hakkında kötü zanda bulunmak caiz değildir. Bu bakımdan su-i zan ancak açık delille yapılırsa caiz olur. O da görme veya âdil bir şahiddir. Durum böyle değilse, kalbine su-i zannın vesvesesi gelirse, onu nefisten uzaklaştırmak gerekir ve nefsine 'Adamın hali senin yanında kapalıdır. Senin ondan gördüğün şeyi hayra da, şerre de yorumlama ihtimâlin vardır' demek gerekir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Kötü zandan kurtulmanın yolu şüphelendiği şeyin üzerine düşmemesidir." T
Gıybet çeşitleri
7 Mayıs 2010 01:00
Gıybet, üç türlüdür: Birincisinde, ben gıybet etmedim, onda bulunan şeyi söyledim, der. Böyle söylemek, küfür olur. Çünkü, harama, helâl demiş olur. İkincisinde, gıybet olunana duyurmaktır. Büyük haram olur. Tevbe etmekle affedilmez. Onunla helâllaşmak da lâzım olur. Üçüncüsünde, gıybet olunanın bundan haberi olmaz. Tevbe ve istigfâr etmekle ve ona hayır duâ etmekle affolur. Yanında gıybet yapıldığını işiten kimse, buna hemen mani olmalıdır. Hadis-i şeriflerde, "Din kardeşine, onun haberi olmadan yardım eden kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve âhirette yardım eder", "Yanında, din kardeşine gıybet edilince, gücü yettiği hâlde ona yardım etmeyen kimsenin günahı, dünyada ve âhirette kendisine yetişir", "Bir kimse, dünyada din kardeşinin ırzını korursa, Allahü teâlâ, bir melek göndererek, onu Cehennem azâbından korur", "Bir kimse, din kardeşinin ırzından bir şeyi korursa, Allahü teâlâ, onu Cehennem azâbından korur" buyuruldu. Gıybet yapılırken, orada bulunan kimse, korkmazsa, söz ile, korkunca, kalbi ile reddetmezse, gıybet günahına ortak olur. Sözünü kesmesi veyahut kalkıp gitmesi mümkün ise, bunları yapmalı. Eliyle, başıyla, gözüyle menetmesi kâfî gelmez. Açıkça, sus, demesi lâzımdır. Ölüyü gıybet etmek de haramdır. Dindeki kusurları söylemek, meselâ namaz kılmaz veya şarap içer veya sirkat eder veya söz taşıyıcıdır demek ve dünyadaki kusurlarını söylemek, meselâ sağırdır, şaşıdır demek, gıybet olur. Dindeki kusurları, onu kötülemek için söylenirse, gıybet olur. Onun ıslâhını düşünerek söylerse, gıybet olmaz. Acıyarak söylemek de, gıybet olmaz denildi. Bu köyde, namaz kılmayan var veya komünist var, hırsız var demek, gıybet olmaz. Çünkü, belli bir şahıs söylenmemiştir. Bir kimse, namaz kılar, oruç tutar, hem de insanlara eli ile zarar verir. Meselâ döver, mallarını gasbeder, hırsızlık eder. Yâhut dili ile zarar verir. Meselâ söver, iftirâ eder, gıybet eder, söz taşır. Âşikâre yapılan fısk ve haramları ve bid'atları söylemek, gıybet olmaz... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
.
Gizli tarafları araştırmayın!
8 Mayıs 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri su-i zanna düşmemek için nasıl davranılması gerektiği hususunda buyurdu ki: Ne zaman bir Müslüman hakkında kalbine bir kötü düşünce gelirse, o Müslümanı daha fazla gözetmen ve durumunu sorman uygun olur. Ona hayırla dua etmen daha münâsib olur. Çünkü böyle yapman şeytanı kızdırır ve senden uzaklaştırır. Bir daha da şeytan senin kalbine kötü zannı ilka edemez. Çünkü senin dua etmekle ve hakkında kötü zan yapılmak istenen adamın hakkına daha fazla riayet etmekle meşgul olmandan korkar. Müslüman kardeşinin hatasını açık bir delille bildiğinde, gizlice kendisine nasihatte bulun. Sakın şeytan seni aldatıp o adamın gıybetini yapmaya sürüklemesin. O adama nasihat yaptığında, onun o eksikliğini bildiğine sevinerek nasihat yapma! Çünkü böyle bir sevinç, onun sana tâzim gözüyle, senin de ona hakaret gözüyle bakmandan ve kendini ondan üstün tutmandan kaynaklanır. Senin bu nasihatten maksadın onu günahtan kurtarmak olmalıdır. Bunu yaparken, dinin hakkında bir eksikliğin olduğunda nefsin için üzüldüğün gibi onun için de üzülerek yapmalısın ve yine adamcağızın o günahı nasihatinin tesiri olmaksızın bırakması, nasihatinin tesiriyle bırakmasından sence daha sevimli olmalıdır. Sen bunları yaptığın takdirde nasihat, musibetten dolayı üzülmek ve Müslüman kardeşine din hususunda yardım etmek ecirlerini bir arada toplamış olursun. Su-i zannın semerelerinden biri de merakla araştırmaktır; zira kalb, su-i zanla kanaat getirmeyerek tetkik ve tahkik ister. Bu bakımdan hakkında su-i zan yapılan adamın durumunu araştırmakla meşgul olur. Bu da yasaklanmıştır. Nitekim Allahü teâlâ "Birbirinizin gizli taraflarını araştırmayın" (Hucurât/12) buyurmuştur. Bu bakımdan gıybet, su-i zan ve araştırmak aynı ayette yasaklanmışlardır. Tecessüsün mânâsı, Allah'ın kullarını Allah'ın örtüsü altında bırakmamak, onların gizli taraflarını öğrenmeye çalışmak ve üzerlerine gerilen örtüyü yırtmaktır. Böylece gizli olan bir şeyi bilmek ister. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@t
İnsanların en kötüsü söz taşıyandır!
9 Mayıs 2010 01:00
Söz taşımak, gıybet gibi haramdır, hatta ondan daha fenadır. Bundan ve diğer günahlardan kaçınmak, nefs ile cihad olup, cihad-ı ekber olarak bildirilmiştir. Kâ'b-ül-Ahbâr hazretleri buyurdu ki: "Nemîmeden (söz taşımaktan) sakınınız. Çünkü söz taşıyan kimse, kabir azâbından kurtulamaz." Abdullah bin Sâlih Sa'î hazretleri buyurdu ki: "Yakınında bulunan kimseler, nemime yapan kimseyi sevmezler. Uzağında bulunan kimseler de ondan sakınır." Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kıyâmet gününde Allahü teâlâ katında insanların en kötüsü, şuna bir söz, buna başka bir söz getiren ikiyüzlü kimselerdir." Nemmâm ile münâsebeti olan kimsenin gamı, üzüntüsü çok olur. Nemîmede insanları birbirlerine karşı tahrik etmek ve gıybet birlikte bulunur. Söz taşımak, rûhu hasta, tabiatı düşük kimselerin yaptığı kötü huylardandır. Hayâ perdelerini yırtmak, sırları yaymak isteyen bayağı tabiatli kimselerin nefisleri bundan zevk alır. O, korkunç bir hastalıktır. Kanların dökülmesine, hürmet edilen kaidelerin çiğnenmesine, malların elden gitmesine sebep olabilir. Hadîs-i şerîfte; "Nemmâm (söz taşıyan) Cennete giremez" buyuruldu. Yani, tövbe eder, bundan vazgeçerse ancak o zaman Cennete girebilir. Resûlullah Efendimiz, Eshâb-ı kirâma, "Size en kötülerinizi haber vereyim mi?" buyurdu. Onlar da; "Evet haber ver yâ Resûlallah" dediler. Bunun üzerine; "Onlar söz taşıyanlar; dostlar arasını bozanlardır" buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm zamanında kıtlık olmuştu. Kaç defa yağmur duâsına çıkılmışsa da, duâları kabûl edilmedi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahyedip buyurdu ki: "İçinizde bir koğucu vardır. O aranızda bulunduğu müddetçe duânızı kabûl etmem.", "Yâ Rabbi! Onu bildir, aramızdan çıkaralım" diye arz edilince, Allahü teâlâ; "Ben sizi koğuculuktan men ederken, kendim koğuculuk yapar mıyım?" buyurdu. Bunun üzerine herkes tövbe etti ve yağmur yağdı.
Söz taşımak fitneye sebep olur!
10 Mayıs 2010 01:00
İslam büyükleri, söz taşımak (nemmamlık) gıybet etmekten daha fenadır. Çünkü, fitneye sebep olur, insanları birbirlerine düşürür, kavgalara, ölümlere sebep olur, demişlerdir. Adamın birisi hizmetçi alırken kötü huyu olup olmadığını sorar. Biraz koğucudur, derler. "Mühim değil" diyerek hizmetçiyi alır. Hizmetçi, evin hanımına, "Ben çok tecrübeliyim. İnsanların gözünden anlarım. Efendin seni sevmiyor. Başkasında gözü var. Eğer uyurken çenesinin altından birkaç kıl kesip getirirsen, büyücülüğü bildiğim için, sana bir şeyler öğretirim. O zaman efendin seni çok sever, gözü dışarıda olmaz" der. Hizmetçi, kadının efendisine de, "Hanımının gözü dışarıdadır. Seni sevmiyor, hatta öldürmek istiyor" dediyse de adam, "Hanımımı tanırım. Öyle bir şey düşünmez" der. Fakat hizmetçi, "Tecrübesi bedavadır. Çok yorgunum de, uyur gibi yap. Seni kesmeye gelirse, sözümün doğru olduğunu anlarsın" der. Adam uyur numarası yapar. Kadın elinde ustura ile yavaşça gelir. Çenesinin altına elini uzatınca, hanımının kendisini öldüreceğine inanıp kadını öldürür. Hizmetçi, kadının akrabalarına haberi ulaştırınca, akrabaları, bu adamı öldürür. Adamın akrabalarına haber gidince, onlar da bunları öldürmeye başlar. Kan gövdeyi götürür... Akıllı ve dirayetli kimseye en çok lâzım olan şeylerden bazıları şunlardır: Nemmâmdan korunmak, onunla konuşmaktan sakınmak, onunla beraber olmamak, onun sohbetinden, ona yaklaşmaktan yüz çevirmek, hiçbir zaman ve hiçbir husûsta ona i'timâd etmemek. Nemîmeye, söz taşıyana izin vermek, söz taşımaktan kötüdür. Söz taşıyanı, dinlememeli, söylediklerini ciddiye almamalı, araştırmamalıdır; çünkü söz taşıyan Müslümanlar indinde kötü kişidir. Müslümanın kötü kişi ile işi olmaz. Bunun sözü ile, başkasına suizan edilmemelidir. Bunun verdiği haberi başkalarına söylememelidir. Söz taşımaya koğuculuk da denir. Koğuculuk, umumiyetle birinin aleyhinde konuşulanları ona aynen ulaştırmak demektir. Bundan tövbe etmeli, bir daha yapmamalıdır. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.o
İnsanların en şerlileri!
11 Mayıs 2010 01:00
Peygamber Efendimiz sordu: -Sizin en şerlilerinizi size haber vereyim mi? -Evet, Ya Resulallah. -Onlar ki koğuculuk yaparlar, dostların arasını bozarlar, tertemiz insanlarda ayıplar arar, yakıştırmalar yaparlar. Hazreti Ebu Zer, Resulullah Efendimizden şöyle rivayet eder: "Kim haksız yere bir sözü, bir Müslümanı onunla lekelemek için yayarsa, Allah onu kıyamet gününde ateşle lekelendirir." İbni Ömer hazretleri de, Resul aleyhisselamdan şunu rivayet eder: "Allahü teâlâ Cenneti yarattığı zaman ona 'konuş' diye emir verdi. Cennet de 'Bana giren bir insan saadete ermiştir' dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, şöyle buyurdu: 'İzzet ve celâlime yemin ediyorum, sende insanların sekiz grubu durmayacaktır: 1- İçkiye devam edenler. 2- Zinada ısrar edenler. 3- Koğucu (kattat) olanlar. 4- Deyyus olanlar. 5- İnsanlara zulmeden görevli memurlar. 6- Kadın gibi giyinen, kadın gibi hareket eden muhannes kimseler. 7- Sıla-yı rahmi, yakın akraba ziyaretini kesenler. 8- 'Benim boynumda Allah'ın ahdi olsun, eğer ben şöyle yapmazsam' dediği halde dediğini yerine getirmeyenler." Bir kişi çok uzak bir yoldan yedi kelime öğrenmek için bir hikmet ehline geldi. Hakîme vardığı zaman şöyle dedi: 'Bana gök ve göklerden daha ağır olanı, yer ve yerden daha geniş olanı, taş ve taştan daha katı olanı, ateş ve ateşten daha hararetli olanı, zemherir ve zemherirden daha soğuk olanı, deniz ve denizden daha zengin olanı, yetim ve yetimden daha zelil olanı haber ver!' Hakîm ona şöyle dedi: 1- Suçsuz bir kimseye iftira atmak göklerden daha ağırdır. 2- Hak ve hakîkat yerden daha geniştir. 3- Kanâatkâr bir kimsenin kalbi denizden daha zengindir. 4- Harislik ve hased ateşten daha hararetlidir. 5- Yakın akrabaya olan ihtiyaç zemherirden daha soğuktur. 6- Kâfirin kalbi taştan daha katıdır. 7- Koğucu bir kimse koğuculuğu ortaya çıktığı zaman, yetimden daha zelîl ve sefil olur. > Tel: 0
.
Vakıf eseri amel defterini açık tutar!
11 Mayıs 2010 01:00
Bu hafta Vakıflar Haftası. Hafta boyunca, vakfın önemi geçmişteki hizmetleri ile ilgili konuşmalar yapılacak, seminerler verilecek. Vakıf anlayışı insanlık tarihi boyunca var olmuştur. Ancak vakıf müesseseleri, İslamiyetten sonra yeni kuralları ile çok daha önemli bir konuma gelmiştir. Bu düzenlemede, Müslümanları hayra, yardıma ve iyilik yapmaya teşvik eden âyet-i kerîmeler, vakıfla alâkalı hadîs-i şerîfler, icmâ-i ümmet ve Sahâbe-i kirâmın tatbikâtı esas alınmıştır. İslâmiyette ilk vakıf, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından hicretin üçüncü senesinde Medîne-i münevverede kuruldu. Peygamber efendimiz kendi mülkü olan yedi hurmalığı Müslümanlığı koruma maksadıyla vakfetti. İNSANLARIN EN HAYIRLISI İslam tarihi boyunca, Orta Asya'dan Atlas Okyanusuna kadar her tarafta câmiler, kervansaraylar, medreseler, tekkeler, mektepler, köprüler, yollar, hastaneler, imâretler gibi pekçok hayırlar yapılarak vakfedildi. Müslümanlar, "Bir kimse ölünce, ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan" meâlindeki hadîs-i şerîfte haber verilen bir sadaka-i câriye, yani kendilerinden sonra sevap getiren eserler bırakabilmek için âdetâ birbirleriyle yarış ettiler. Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamânında gösterdi. "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır" hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmanlılar, her sâhada olduğu gibi, bu sâhada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler. Vakıf yoluyla tesis edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. Akla hayale gelmeyecek konularda hizmet vakıfları kurdu Osmanlılar... Yukarıda saydıklarımıza ilave olarak; namazgâh, kütüphâne, ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gâzilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara, yetimlere ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları yuvaları, mektep çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedâvisi gibi pekçok maksatla çeşitli vakıflar kurulmuştur. PARASIZ DÜNYA TURU İMKÂNI Evliya Çelebi, Osmanlılar zamanındaki vakıflardan bahsederken, bir yolcunun, imparatorluğun bir ucundan diğer ucuna hiç para harcamadan Kervansaraylar üzerinden dolaşabileceğini bildirir: "Bu vakıf kervansarayların kapıları akşama kadar açık durur, ortalık karardıktan sonra kapılar kapanır, vakıf sahibinin vazifelendirdiği kapıcılar, kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldiğinde, kapıları açıp kim olduğuna bakılmadan yolcuyu içeri alırlar; vakıftan, hayvan sahibinin hayvanına yem, kendilerine de yemek çıkarırlardı. Fakat gece içeri gireni bir daha dışarı bırakmazlardı. Sabah olduğu zaman dualarla kapılar açılır, yolcular hazırlanırdı. Bu sırada kervansarayın misafirleri arasında dolaşan bir görevli bağırırdı: "Ey Ümmet-i Muhammed! Maldan, candan, elbiseden eksiği olanlar var mı?" Bu soruya, kervansarayda misafir olan yolcular; "Hiçbir eksiğimiz yoktur. Her şeyimiz tamamdır. Allah vakıf sahibinin hayrını kabul etsin. Hayatta ise kendisine selamet, vefat etmişse rahmet eylesin" derler, kapılar açılır görevliler, "Öyleyse, Allah, giden ümmet-i Muhammed'e selametler, kalanlara ise rahatlıklar versin " derlerdi. Daha sonra kapıdan yolcuları uğurlayan kervansaray bekçileri, "Ey din kardeşlerimiz! Yolunuzda durmayın, sizi namazınızdan alıkoyanlarla arkadaşlık etmeyin! Her yüzünüze güleni dost sanıp da, ibadetinizden kalmayın! Haydin Hak yardımcınız olsun, güle güle uğurla gidin" derlerdi...
Onlar yaptı biz yaktık, yıktık!
12 Mayıs 2010 01:00
Dün, İslam tarihi boyunca, İslam ülkelerinin bir uçtan diğer uca vakıf eserleri ile donatıldığından bahsetmiştik. Türkiye'de, Cumhuriyet öncesinde 41 bin 720, medeni kanun hükümlerine göre ise 4 bin 509 vakıf kurulmuştur... Osmanlıda, bugün devletin gördüğü kamu hizmetlerinin büyük çoğunluğunu vakıflar görmekteydi. Dolayısıyla devletin kasasından buralara para çıkmıyordu. Bunun için Osmanlıda devlet bütçesinden geçinen, maaş alan insan sayısı çok azdı. Camilerde görevli, imamlar, vaizler, müezzin ve kayyumlar; medreselerde müderrisler, tekke ve zaviyelerde çalışanlar, mahkemelerde görev yapan kadılar ve diğer görevliler, hastane doktorları ve diğer görevlileri... devletten maaş almazlardı. Bunun için Osmanlı "Vakıf Devleti" olarak anılagelmiştir. CAMİ YERİNDE MEYHANE! 1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere, kayıtlara göre; yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1055 mescit, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 dârülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazîfe yapan 121 müderris, 3756 hatîb, imâm ve müezzinle 3229 şeyh, kayyım, talebe veya mütevellînin iâşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı. Peki, ecdadımızdan kalan bu kadar vakıf eserinin ne kadarını koruyabildik? Ne koruması, onlar yapmaya doyamadılar biz ise yıkmaya!.. Yıllarca yıkılsınlar diye kendi hallerine bırakıldı, yıkılmayanlar ve yıkılanların arsaları da satıldı. Satın alanlar da vakıf inancından, hassasiyetinden uzak, fırsatçı insanlardı. Vakıf malının satılamayacağını, satın alınamayacağını bilen dinî hassasiyeti olan Müslümanlar bu satışlara katılmadı. Bunun için fırsatçılar, yüzlerce ibadethaneyi yok pahasına satın alarak mülkiyetlerine geçirdiler. Vakıflar kanunu çıkarıldıktan sonra, ülke genelinde mevcut camilerin yüzde ellisi "ihtiyaç fazlası"na çıkartıldı. Hayrat Kütük Defteri incelendiğinde 494 cami arsası, 722 mescit arsası, 598 cami ve 995 mescidin satıldığı görülür. Bu satışların en az olduğu şehir bir mescit ile Yozgat, en fazla olduğu şehir ise 386 eserle İstanbul. İhtiyaç fazlası statüsüne sokulan 914 camiden 81'inin satıldığı İstanbul'u, 209 satışla Bursa ve 208 satışla Aydın izliyor. Satın alanlar genellikle inançsız veya zayıf inançlı kimseler olduğundan bu vakıf cami, medrese binalarında ve arsaları üzerinde, bar, pavyon, meyhane işletti. Mesela, Taksim'de bir cami, 11 Ağustos 1941 tarihinde 4 bin 10 lira bedel karşılığı bir şahsa satılmış. Daha sonra, yıkılarak yerine önce meyhane yapılmış, sonra pavyona çevrilmiştir. Sadece bu değil, nice camiler ve arsaları bu şekilde kullanılmaktadır. Az da olsa kurtarılanlar olmuş. Örneğin, İstanbul Sirkeci Garının sağ tarafında bulunan Merzifonlu Mustafa Paşa Camii. Uzun yıllar sazevi olarak kullanıldıktan sonra, 1985 yılında, o günün Vakıflar Baş Müdürü Mustafa Altan Arabacıoğlu tarafından boşatılarak ibadete uygun bir hale getirilmek üzere ihya çalışmalarına başlanmıştır ve cami olarak tekrar faaliyete geçirilmiştir. Sayın Arabacıoğlu İstanbul'da daha pek çok ibadethaneyi kurtarmıştı. BÜYÜK LANET Dinimiz ve vakıf kurucuları, kurdukları vakıfların maksatları haricinde kullanılmasını lanetlemiştir. Vakıf malını değiştirene, nakledene, eksiltene ve başka bir hale getirene yönelik bedduaların en ağırı Kanuni Sultan Süleyman'ın vakfiyesinde geçmektedir: "Böylece günahkârlar, alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Malik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah'ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerinedir..." Fatih Sultan Mehmed Han'nınki de bundan aşağı değildir: "... Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah'ın, Peygamber'in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah'ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir..."
.
Koğuculuğa ortak olmamak için!..
12 Mayıs 2010 01:00
Bize, biri tarafından bir söz getirilirse filan adam senin hakkında şöyle dedi veya şöyle yaptı veya düşmanına şu yardımda bulundu veya halini şu şekilde çirkin gösterdi veya benzeri bir tabir söylendiği zaman bize altı vazife düşer: Birincisi, koğuculuğu doğrulamamasıdır. Çünkü koğucu fâsıktır. Fâsığın ise şahidliği kabul edilmez. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurât/6) İkincisi, söz getireni koğuculuktan menetmesi, nasihat yapması ve fiilinin çirkin olduğunu kendisine söylemesidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "İyiliği emret! Kötülükten vazgeçir!" (Lokman/17) Üçüncüsü, Allah için koğucudan nefret etmesidir. Çünkü koğucu, Allah nezdinde nefret edilen bir kimsedir. Bu bakımdan Allah'ın buğzettiği bir kimseye buğzetmesi lâzımdır. Dördüncüsü, ortada olmayan kardeşi hakkında su-i zan etmemesidir. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar, zandan çok sakının! Zira zannın bir kısmı günahtır!" (Hucurât/12) Beşincisi, koğucunun sana söylediği sözler seni bir Müslüman hakkında casusluk yapmaya, onun gizli taraflarını araştırmaya sevk etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, "Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın!" (Hucurât/12) buyurmaktadır. Altıncısı, koğucuya yasakladığın şeye kendi nefsin için de razı olmamalıdır. Onun koğuculuğunu hikâye etmemeli, 'filân adam bana şöyle dedi' deyip koğucu ve gıybetçi olmamalıdır! Yahyâ bin Eksem hazretleri buyurdu ki: "Nemmâm, sihir yapandan daha kötüdür. Çünkü sihir yapanın uzun zaman uğraşıp da yapamadığını, nemmâm bir anda yapar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
Söz getiren söz götürür!
13 Mayıs 2010 01:00
Hasan Basrî hazretleri şöyle buyurdu: "Sana başkasının sözünü getirmek sûretiyle koğuculuk yapan, mutlaka senin sözünü de başkasına götürür!" Koğucudan nefret etmek, onun sözüne güvenmemek, doğruluğuna bel bağlamamak lazımdır. Koğucu, yalan ve gıybetten, hile ve hıyânetten, dalâvere, hased, münâfıklık, halkın arasını açmak ve kaypaklık göstermekten hiçbir zaman geri kalmamaktadır. Koğucu, Allah'ın devam etmesini istediği huzuru kesmek ve yeryüzünde fesad çıkarmak istemektedir. Bir adam Halife Ömer bin Abdülaziz'in huzuruna girdi ve başka bir kişiden kendisine bir şeyler nakletti. Bunun üzerine Ömer bin Abdülaziz kendisine "Eğer dilersen senin durumunu tedkik ederiz. Tedkik neticesinde yalancı çıkarsan şu âyetin mefhumuna dahil olmuş olursun: (Eğer bir fâsık size bir haber getirirse tedkik ediniz.) (Hucurât/6) Eğer doğru isen, o zaman şu ayetin kapsamına girmiş olursun: (Kınayan, söz götürüp getiren.) Eğer dilersen tedkik etmezden önce seni affedelim!" dedi. Kişi "Ey mü'minlerin emiri! Beni affet! Bir daha böyle bir hata işlemeyeceğime söz veriyorum" dedi. Bir zatı, arkadaşlarından biri ziyaret etti ve ona, bazı dostlarından iyi olmayan haberler verdi. Bunun üzerine bu zat ziyaretcisine, "Sen üç suçu birden getirdin: 1- Kardeşimi bana hor ve kötü gösterdin. 2- Böyle şeylerden boş olan kalbimi meşgul ettin. 3- Emin olan nefsini, benim yanımda şüpheli kıldın!" Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: -Kesici cennete giremez! -Kesici kimdir ya Resûlallah? denildiğinde; -Halkın arasını kesendir diye buyurdu. Bir kişi, diğer bir kişiyi Hazreti Ali'ye ihbar etti. İmam Ali, bu kimseye dedi ki: "Biz senin dediklerini araştıracağız. Eğer haklı çıkarsan, senden nefret edeceğiz (Çünkü koğucusun!). Eğer yalancı çıkarsan, seni cezalandıracağız. Eğer dilersen, tedkik yapmaksızın seni affedeceğiz." O adam da "Ya emîr'el-mü'minîn! Beni affedin!" dedi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Söz taşıyıcıların şerrinden koru!
14 Mayıs 2010 01:00
Hazreti Lokman Hakîm oğluna dedi ki: "Sana birkaç haslet tavsiye edeceğim! Eğer onları tutarsan daima itibar görüp, önde olursun: Yakın ve uzak herkese yumuşak davran! İyi ve kötü insanlara cahilliğini belli etme. Arkadaşlarını koru! Akrabalarına sılayı rahim yap! Çevredekileri ve akrabalarını, söz taşıyanların zararından, şerrinden koru. Senin arkadaşların, görüştüğün kimseler şu kimseler olsun; sen onlardan, onlar da senden ayrıldıkları zaman ne sen onların aleyhinde, ne de onlar senin aleyhinde konuşsunlar..." Söz taşımak; yalan, hased ve nifak üzerine kurulmuş bir binadır. Bunlar ise insanı zulme götürür. Şu bilmek gerekir: Eğer koğucunun sana getirmiş olduğu haber doğruysa, muhakkak sana kötülük yapmaya cüret etmiştir. Kendisinden haber naklettiği kimsenin senin hilmine, yumuşaklığına mazhar olması, koğucunun affedilmesinden daha evlâdır. Çünkü o senin yüzüne karşı seni kötülemiş değildir. Kısacası koğuculuğun şerri çok büyüktür. Ondan korunmak gerekir. Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Allah nezdinde en sevimliniz, ahlâken en güzel olanlarınızdır. O kimseler ki kanatlarını gererler, severler ve sevilirler. Sizin Allah nezdinde en sevimsiz olanlarınız, söz gezdirenleriniz, kardeşlerin arasını ayıranlarınız, mâsum kimselerin hatalarını araştıranlarınızdır." Mus'ab bin Zübeyr şöyle buyurdu: "Biz koğuculuğu kabul etmenin koğuculuktan daha zararlı olduğunu görmekteyiz. Çünkü koğuculuk bir kötülükten haberdar etmektir. Onu kabul etmek ise onu geçerli saymaktır. Bu bakımdan bir şeye muttali olup da o şeyden haber veren bir kimse, hiçbir zaman o şeyi kabul edip caiz gören bir kimse gibi olmaz. O halde koğucudan korununuz. Eğer o sözünde doğru ise başkasının hürmetini korumadığı ve ayıbını örtmediği için doğruluğundan dolayı alçak ve kötülenmiş bir kimsedir. Söz getirmek, koğuculuğun ta kendisidir. Ancak, kendisinden korkulan bir kimseye yapıldığı zaman buna jurnalcilik denir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.m
Övmenin zararları!..
15 Mayıs 2010 01:00
İnsana söz ile gelen zararlardan biri de, aşırı övülmektir. Bundan, yalan, ikiyüzlülük gibi caiz olmayan huhuslar meydana gelebilir. Bunun için aşırı övme uygun görülmemiştir. İmamı Gazali hazretleri buyurdu ki: Bir kişiyi övmede altı âfet, zarar vardır: Birincisi: Övme, bazen ifrata kaçar ve ifrat onu yalana sürükler! Nitekim Hâlid bin Mikdad şöyle demiştir: "Kim bir sultanı veya herhangi bir kimseyi, kendisinde bulunmayan sıfatlarla şahidler huzurunda medhederse, Allahü teâlâ kıyamet gününde bu kimseyi dehşetten sarkmış diline basıp düştüğü halde haşreder!" İkincisi: Bazen medhediciye riya galip gelir. Çünkü meddah, medihle sevgi gösterisinde bulunur. Halbuki kalbinde sevgi yoktur ve söylediklerine inanmamaktadır. Bu bakımdan söyledikleriyle hem riyakâr, hem münafık olur. Üçüncüsü: Meddah, bazen olmayan şeyleri söyler. Hem de o şeylerden haberdar olma imkânı olmadığı halde söyler. Bir kişi Resulullahın yanında başka bir kişiyi medh u senâ etti. Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi: "Sana yazıklar olsun! Sen arkadaşının boynunu kopardın. Eğer arkadaşın bu dediklerini işitseydi hiçbir zaman felaha kavuşamazdı! Eğer biriniz, arkadaşını medhetmek mecburiyetinde ise, bari 'ben filan adamı şöyle sanıyorum ve Allah nezdinde hiç kimseyi temize çıkarmıyorum, çünkü o kimsenin kontrol edeni Allah'tır. Eğer onun öyle olduğunu görüyorsa öyledir' desin." Dördüncüsü: Övülen kimse zâlim veya fâsık olduğu halde bazen övülmekten ötürü sevilir. Oysa böyle bir sevgiye meydan vermek caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Fâsık bir kimse övüldüğü zaman Allahü teâlâ öfkelenir." Hasan Basrî hazretleri şöyle buyurdu: "Kim uzun yaşaması için zâlime dua ederse, o kimse Allah'a isyan etmiş olur!" Fâsık bir zâlimin üzülmesi için aleyhinde bulunmak, sevinmesin diye kendisini övmemek en uygun harekettir. Yahya bin Muaz-ı Razi hazretlerine Allah sevgisinin, (muhabbetin) ne olduğu soruldu. Cevabında, "İyilikle artmayan, kötülükle eksilmeyen bir şeydir" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Övülmek insanı kör eder!
16 Mayıs 2010 01:00
Bir kimseyi yüzüne karşı övmek çok zararlıdır. Övülen kimsenin helakına sebep olur. Övme onda kibir ve gurur meydana getirir, kibir ve gurur ise helâk edicidirler. Ayrıca, övme insanda gevşeklik meydana getirir. Nefsinin hoşuna gider. Nefsinden razı olan bir kimsenin çalışması azalır; zira nefsini kusurlu gören bir kimse ciddiyetle çalışmaya koyulur. Ama diller, adamın lehinde övgüler düzdükleri zaman, adam da hedefe vardığını zanneder. Bundan dolayı Peygamber aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Eğer arkadaşın senin yapmış olduğun övgüyü işitmiş olsaydı, sen onun boynunu kesmiş olurdun. Arkadaşını yüzüne karşı övdüğün zaman sanki sen onun gırtlağının üzerinde pırıl pırıl parlayan keskin bir usturayı gezdirmiş olursun." Başka hadis-i şeriflerde de Efendimiz şöyle buyurmuşur: "Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasihati işitmez olur." "Meddahların [herkesi övenlerin, yağcıların] yüzüne toprak saçın!" "Meddahların ağzına toprak atın." "Din kardeşinden bir ihtiyacını isterken onu övmekle söze başlamayın. Böyle yapan onun belini kırmış olur." Ziyad bin Ebî Müslim şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir kimse lehinde bir övgü işitirse, muhakkak şeytan ona görünür. Fakat Müslüman bir kimse derhal hatırlar, kendine gelir" Hz. Ömer şöyle demiştir: 'Medhetmek, kesmek demektir'. Bunun hikmeti şudur. Çünkü kesilen bir kimse çalışmaktan gevşer ve çalışamaz hale gelir. Bir insan övüldüğü zaman da gevşer veya ucûb ve gurura meyleder. Ucûb ve gurur da, kesmek gibi helâk edici sıfatlardır. İşte bunun için de Hz. Ömer, medhetmeyi kesmeye benzetmiştir. Eğer medh, medheden ile medhi yapılanın hakkında bu âfetlerden uzak olursa, o vakit medihte bir sakınca olmaz. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eğer Ebu Bekr-i Sıddîk'ın imanı -peygamberler hariç- bütün insanların imanıyla tartılsa muhakkak Ebu Bekr'in imanı ağır basar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Kul hakkı çok önemlidir!
17 Mayıs 2010 01:00
İslam büyüklerinin çok korktukları bunun için de en çok üzerinde durdukları konulardan biri de kul hakkı konusudur. Başkalarının hakkı geçmemesi için azami dikkat gösterirlerdi. Dinimizde Hak; hakkullah (Allahü teâlânın hakkı) ve kul hakkı olmak üzere iki kısımdır. Hakların gözetilmesi ve yerine getirilmesi açık ve kesin bir şekilde bildirilmiştir. Başkasının malına, canına, nâmusuna zarar veren kul hakkı altına girmiş olur. Kul hakkı Allahü teâlânın hakkından önde gelmektedir. Çünkü Allahü teâlâ çok merhâmetli olup hiçbir şeye muhtâç değildir. İnsanlar ise, çok şeye muhtâç olup, cimridirler. Kul hakkı ile ilgili Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Birisinin hakkını alan kimse, ölmeden önce, onunla helâllaşsın! Paranın, malın geçmeyeceği kıyâmet gününe, üzerinde kul hakkı bulunarak gitmesin! Dünyâda yapmış olduğu ibâdetleri, orada hak sâhibine verilecektir. İbâdeti yoksa veya biterse, hak sâhibinin günâhları, buna yüklenecektir." "Bir kimsenin, başkasına zarar vermesi, malını çalması ve yemesi, iftirâ etmesi, dövmesi, sövmesi, yaralaması, ücretsiz birinin çocuğuna iş gördürmesi, alay etmesi, gıybetini yapması, kalbini kırması, eli ve dili ile eziyet etmesi kul haklarındandır." Kul hakkının en mühimi hoca ve ana-baba hakkıdır. İbn-i Âbidîn hazretleri şöyle buyurmaktadır: "Zımmîye, yâni gayri müslim vatandaşa zulmetmek, Müslümana zulmetmekten daha fenâdır. Hayvana işkence ise daha fenâdır." Kıyâmet günü hak sâhipleri, haklarını mutlaka alacaktır. Hattâ boynuzsuz koç, boynuzlu koçtan vurma hakkını alır. Dünyâda hak sâhibine hakkı ödenmezse veya hakkını helâl etmezse, âhirette iyilikleri alınıp hakkı olana verilir. Kul hakkından kurtulmak için, hak sâhiplerinin hakkı ödenir, helâllaşılır, ona iyilik ve duâ edilir. Hak sâhibi ölmüş ise, çocuklarına, vârislerine haklar verilip ödenir. Vârisleri bilinmiyorsa, o miktâr para fakirlere sadaka verilip sevâbı hak sâhibine niyet edilir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
Bu düşmanlığın kimseye faydası yok!
18 Mayıs 2010 01:00
Geçtiğimiz pazar (16 Mayıs) son Osmanlı padişahı ve son halifesi olan Sultan Vahideddin Han'ın ölüm yıl dönümüydü. Osmanlılara çok şey borçluyuz. Anadolu, Kafkasya ve Balkanların Müslümanlaşmasında Selçukluların ve Osmanlıların hizmetini kimse inkâr edemez. Bunun için her Müslüman Osmanlıyı ve Osmanlının eşsiz sultanlarını hayırla yâd etmek ve onlara dua etmek zorundadır. Her ne kadar, Osmanlıyı ve padişahlarını özellikle de Vahideddin Han'ı kötülemek bazılarınca entelektüellik alameti sayılsa da, artık bundan vazgeçmenin zamanı çoktan gelmiştir. Nitekim, on yıl önce zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel açık bir şekilde dile getirmişti: "Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Osmanlı kötülendi. Bunun bir sebebi vardı. Din kuralları ile idare edilen bir devletin yerine, Batı hukukunun esas alındığı Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devleti oturtmak, sağlamlaştırmak için böyle yapılmak mecburiyeti vardı. Artık Cumhuriyet oturdu. Tehlike kalmadı. Hâlâ Osmanlıyı kötülemeye devam etmenin bir manası kalmadı. Bunun kimseye faydası yok..." "VATAN HAİNİ DİYEMEM!" Hatırlanacağı üzere eski başbakanlardan Bülent Ecevit de bu manada sözler etmiş ve "Vatan haini diyemem" demişti. Evet, bu düşmanlığın Osmanlıyı sevsin sevmesin kimseye faydası yok. Bunun için, her vesile ile geçmişimizi hatırlayıp, hayırla yâd etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. Bu vesile ile bu hafta, Sultan Vahideddin Han'dan bahsetmek istiyorum... Sultan Vahideddin Han, devletin ölüm kalım mücadelesi verdiği 1918 yılında başa geçti. Çok zeki, ince düşünceli ve âlim derecesinde fıkıh bilgisine rağmen, çok karışık bir devirde padişah olduğu için başarılı olamadı. Çünkü, ordunun silahlarının alındığı, düşman filolarının Çanakkale Boğazını aştığı, imparatorluğun parçalanmaya başladığı bir zamanda halife olmuştu. Eğer arada, Sultan Reşad olmayıp Sultan Abdülhamid Han'dan sonra tahta çıksaydı, İttihat ve Terakki çetesinin kanlı diktatörlüğünü önleyecek kudret ve idareye sahipti. Sultan Vahideddin mala, dünyaya düşkün olmayan, güzel ahlâklı ve eşi az görülebilecek kadar namuslu biriydi. Metin ve cesurdu. Vatan severliği tartışılmayacak kadar açıktı. Vatan ve millet sevgisi her şeyin üzerindeydi. Anadolu hareketini başlatan, el altından destekleyen odur. Başkâtip Fuat Türkgeldi, "Görüp İşittiklerim" isimli eserinde anlatır: Bir ramazan günü sabaha karşı Yıldız sarayında harem dairesinde yangın çıkıyor. Padişah, gecelik entarisinin üstüne bir pardesü geçirmiş, ızdırapların en keskinini ilân eden gözlerle yangını seyrediyor. Çevresindekiler kendisini teselli edecek sözler söylemeye çalışınca, "Benim milletimin ocağı alev almış yanıyor! Ben onu düşünüyorum! Sarayım, kendi evim yanmış, ne ehemmiyeti var!" der. GERÇEĞE AYKIRI İTHAMLAR! İnsaf sahibi tarihçiler, "vatan haini" yakıştırmasını tartışma konusu bile yapılamayacak kadar gayri ciddi bulurlar. Çünkü hainlik, başkasının malına, mülküne, namusuna karşı yapılır. Devlet de topraklar da onun mülküydü, insan kendi mülküne karşı nasıl hainlik yapsın! Yeni devletin kurucusu da bunu teyit etmektedir: Türkiye'nin Roma Büyükelçisi Suat Bey'in "Vahideddin'in füc'eten vefat ettiği şimdi haber alınmıştır" yazan telgrafı Ankara'ya geldiği sırada Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, Adana'daydı... Telgraf hemen Adana'ya ulaştırıldı... Reisicumhur dostlarıyla yemeğe oturmuştu... Haberi işitince "Çok namuslu bir adam öldü" dedi... "İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki..." (Şahbaba-Murat Bardakçı) Ülkeden ayrılması da, "kaçma" değil zaruri şartlar gereği yapılan bir "hicret" olarak değerlendirilmiştir. Çünkü, zaferden sonra; "Git oraya geliyoruz, gelince seni öldüreceğiz, paramparça edeceğiz, karına, kızlarına şöyle şöyle şeyler yapacağız..." şeklinde sürekli tehdit mektupları gelmeye başlamıştı. Bu tehditler artıp saraya saldırı ihtimali yükselince, 16 Kasım 1922 tarihinde İstanbul İşgal Kuvvetleri Başkomutanı General Harrington'a, hayatının tehlikede olduğunu bildirerek, İstanbul'dan başka bir yere acilen götürülmesini istedi. (Devamı yarın)
Müflis kimdir, biliyor musunuz?"
18 Mayıs 2010 01:00
Bir gün, Resûlullah Efendimiz Eshâbına buyurdu ki: "Müflis kimdir, biliyor musunuz?" Eshâb-ı kirâm da: "Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, oruçları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüştür, kiminin malını almıştır. Kiminin kanını akıtmıştır. Kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları biterse, hak sâhiblerinin günâhları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehennem'e atılır" buyurdu. Kul hakkı ile ilgili olarak Peygamber Efendimiz vefâtından birkaç gün önce sevgili Eshâbına buyurdu ki: "Benim üzerimde kimin hakkı var ise gelsin, hakkını benden alsın. Ve helâlleşelim!" O anda Hazret-i Ukâşe hemen ayağa kalkarak dedi ki: "Yâ Resûlallah! Siz bana bir gün şöyle elinizle vurmuştunuz, ben o hakkımı sizden almak istiyorum! Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Gel yâ Ukâşe! Hakkını benden al!" O anda bütün Eshâb-ı kirâm hayretle hazret-i Ukâşe'ye bakıyorlardı. Hazret-i Ukâşe, Resûlullah Efendimizin yanına giderek dedi ki: "Yâ Resûlallah! Siz benim sırtıma gömleksiz olarak vurmuştunuz." Hemen Peygamber efendimiz gömleğini sıyırıp buyurdu ki: "Vur yâ Ukâşe!" Resûlullah efendimizin aşkıyla yanan hazret-i Ukâşe hemen Peygamber Efendimizin mübârek sırtındaki 'Nübüvvet Mührü'nü gâyet nâzikçe öpüp dedi ki: "Yâ Resûlallah! İşte benim maksadım bu idi." Bu hâli gören Eshâb-ı kirâm, hazret-i Ukâşe'ye gıbta ettiler, imrendiler. Buyuruldu ki: Kul hakkı, İslam ahlâkının temelidir. Bir dirhem kul hakkı bulunanın, haccı, (hacc-ı mebrur olsa da) kabûl olmaz. Bir elbisenin düğmesi, hatta düğmenin ipliği haram para ile alınmışsa o elbise ile kılınan namaz kabul olmaz. Kul hakkı ne kadar az olsa da helâlleşmedikçe Cennete girmeye mânidir. Bunun için kul hakkından çok korkmak lâzım. Üzerinde kul hakkı bulunan mevtanın rûhu, âsumâna, göklere yükselemez. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Bir garip ölmüş diyeler...
19 Mayıs 2010 01:00
Sultan Vahideddin Han'ın niyeti; İstanbul'dan mecburi bir ayrılıktan sonra kısa bir müddet Malta'da kalıp, ardından münasip gördüğü bir İslam ülkesine yerleşmekti. Bu maksatla bir müddet sonra buradan Hicaz'a gitti. Sahip olduğu hilafet üzerinde planlar yapıldığını görünce buradan ayrıldı. Mısır'a gitmek istedi. Mısır kralı kabul etmedi, Kıbrıs'a gitmek istedi, İngilizler razı olmadı. Çaresizlik içerisindeyken, velihad iken tanıştıkları İtalyan kralı Vittorio Emanuelle III'den haber geldi. "Saraylarımdan istediğinde otursun, bütün masrafları bana ait" diye. O ise, bir İslam halifesinin bir Hristiyan kıralının himayesine girmesinin uygun düşmeyeceğini düşünerek, "Bana sadece oturma izni versin, ben kendi masraflarımı karşılarım" diye haber gönderdi. Kral kabul etti, San Remo şehrinde Magnolia villasına maiyetiyle yerleşti. Ülkesinden ve halifeleri olduğu Müsmanlardan uzak garip bir halde üç seneden fazla burada kaldı. VARLIK İÇİNDE YOKLUK Bir gece akşam yemekten sonra yakınlarını toplamış onlarla sohbet ediyordu. Sohbete yatsı namazı için ara verilince, zevcesi Nevzad Hanım'a seslenerek: "Biraz safram kabarıyor, bana bir tas getir" dedi. Derhal getirilen tasa pek az miktarda ve sarı bir safradan ibaret istifra ettikten sonra: "Aman şu leğeni dök de odayı kokutmasın" demesi üzerine Nevzad Hanım leğeni döküp odaya döndüğü zaman Sultan Vahideddin Han'ı uzandığı şezlongunun üzerinde cansız buldu. (16 Mayıs 1926) Vefat haberinin yayılması üzerine Magnolia Villası'nın önü ana baba günü oldu. Gelenlerin çoğu San Remo esnafıydı; geliş sebepleri alacaklarını alabilmekti. Sultan Vahideddin Han, çok sevdiği vatanından ayrılırken yanında şahsî ve pek cüz'î mal varlığından başka bir şey götürmemişti. Elinde olmasına, dinen ve örfen bir mani bulunmamasına rağmen hazineden yanına bir şey almamıştı. Bundan dolayı aylardan beri elde avuçta takı, zînet adına ne varsa satılmış, bunlar da yetmemiş kasabadaki bakkala, fırına, kasaba... hayli borçlanmışlardı. Varlık içinde yokluk çektiler. Alacaklılar, borçlar ödenmedikçe cenazenin kaldırılmasına müsaade etmeyeceklerini bildirdiler. Bu maksatla yanlarında haciz memurlarını da getirmişlerdi. Sultanın cenazesi Şehzade Faruk ile Seccadecibaşı tarafından yıkandı ve tabuta yerleştirildi. Fakat, miktarı bile belli olmayan borçların alıcıları olan esnafın patırtısı gürültüsü villanın çevresinde ayyuka çıkıyordu. R. Cevad Ulunay bu olayın ayrıntısını şöyle aktarır: "O aralık içeriye gözyaşları içinde telaşla Hayreddin Ağa girdi: 'Efendim, esnaf yanlarında bir memur getirmişler, Efendimizin cenazelerini haczettireceklermiş!' dedi. Bu söz ortalığı altüst etti: 'Nasıl oluyor yahu, neredeyiz, bunlar nasıl medeni millet, ölü haczedilir mi?' Sözleri söyleniyordu. Tahir Bey: 'Edilir efendim, dedi. Bunlar öyle menfaatperest adamlardır ki, haklarını elde etmek için her vasıtaya başvururlar' dedi. "BAŞKA ÇAREMİZ YOK!" Ağa sordu: 'Peki o zaman, ne yapacağız?' Tahir Bey, 'Efendim' dedi. 'Biz cenazeyi bahçenin sarmaşıkla örtülü kısmındaki hiç açılmayan kapısından kaçıracağız. Başka çaremiz yok, zira alacaklılar bir santimlerinden vazgeçmiyorlar; bu kadar borcu karşılamaya imkânımız yok...' O curcuna içinde Sultan Vahideddin'in uzun süre evde mahsur kalan naaşı sandığa konularak hiç açılmayan bahçe kapısından kaçırılıp, arabaya konuldu. Bozuk kaldırımlar üzerinden istasyona ulaştırıldı. (Daha sonra borçları, kızı Sabiha Sultan ve yakınları tarafından ödendi.) Sultanın, tek arzusu, ezan sesini duyabileceği bir İslam ülkesine defnedilmesi olduğundan, 15 gün tabutunda bekletilen naaş Şehzade Ömer Faruk Efendi'nin refakatinde önce Beyrut'a ve oradan da Şam'a getirilip Sultan Selim Camii'nin bahçesine defnedildi." Bir garip ölmüş diyeler, Üç günden sonra duyalar, Soğuk su ile yuyalar! Şöyle garip bencileyin...
Ondaki haklarınızı benden isteyin"
19 Mayıs 2010 01:00
Hazreti Enes bin Malik anlatıyor: Resûlullah Efendimiz ile beraber bulunuyorduk. Bir ara Efendimiz mübarek dişleri görülecek şekilde gülümsedi. Sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular: Ümmetimden iki kişi Allahü tealanın huzuruna gelirler. Birisi, -Yâ Rabbi, benim bunda hakkım var; hakkımı bundan al, bana ver, der. Allahü teâlâ da ötekine, -Hakkını ver, buyurur. Adam, -Yâ Rabbi, bende sevap nâmına bir şey kalmadı, der. Cenâb-ı Hak, -Baksana, bu adamın sevabı kalmadı, ne dersin? buyurur. Adamcağız, - O halde benim günahlarımdan alsın, der. Rasûlullah Efendimiz bunu anlatırken gözleri yaşardı ve, "O gün büyük bir gündür. İnsan; günâhının alınmasını ister" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ hak sahibine, -Başını kaldır ve cennete bak, buyurur. Adamcağız, - Yâ Rabbi, inci ile işlenmiş, gümüşten apartmanlar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar hangi peygamber, hangi sıddîk veya hangi şehitler içindir? der. Allahü teâlâ, -Bunlar, bana ücretini verenler içindir, buyurur. Adamcağız, -Bunların hakkını kim ödeyebilir? der. Cenab-ı Hak, -Sen istersen bunlara sahip olabilirsin, buyurur. Adam, -Nasıl olur, yâ Rabbi? deyince, Cenâb-ı Hak, -Hakkını bu kardeşine bağışlamakla, buyurur. Adam, -O halde ben bunu affettim, der. Allahü zû'l-celâl hazretleri de, -Arkadaşını al, beraberce Cennete girin, buyurur. Sonra Resûlullah Efendimiz, 'Allah'tan korkun, Allah'tan korkun ve siz de kendi aranızı düzeltin. Bakınız, bizzat Hazret-i Allah mü'minlerin arasını buluyor' buyurmuşlardır. Şehidin, kul haklarından başka bütün günahları affolur. Kul haklarını da, Allahü teâlâ bu şekilde kıyamette helalleştirecektir. Suda boğularak ölen şehidlerin kul borçları da affedilir. Hak sahipleri, bu şehidden haklarını istedikleri zaman, Allahü teâlâ, "Ondaki haklarınızı benden isteyin" buyuracak, hak sahiplerine alacaklarını fazla fazla verecektir. Şehid de, sorgusuz sualsiz Cennete gidecektir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
İbadetin kabul olması için
20 Mayıs 2010 01:00
Süleymân bin Cezâ' hazretleri bir nasihatinde buyurdu ki: Ey Oğul! Bütün ibadetlerin kabul olmaları için, önce insanın Ehl-i sünnet itikadında olması ve ibadetlerin sahih olmaları, sonra, ihlas ile yapılmaları ve insanın üzerinde kul hakkı bulunmaması şarttır. İbni Hacer-i Mekki'nin bildirdiği hadis-i şeriflerde şöyle buyuruldu: "Ya Sa'd! Duanın kabul olması için helalden ye! Bir lokma haram yiyenin, kırk gün ibadetleri kabul olmaz." (Yani sevap verilmez) "Haram cilbab ile, yani gömlek ile kılınan namaz kabul olmaz." "Üzerinde haramdan cilbab bulunan kimsenin ibadetlerini Allahü teâlâ kabul etmez." "Yalnız bir lirası haramdan olan on lira ile alınmış elbise ile kılınan namaz kabul olmaz." "Gayri müslime zulüm edenden, kıyamet günü, onun hakkını ben isteyeceğim." "Kâfir dahi olsa, mazlumun duası red olmaz." O halde, ey Müslüman! İbadetlerinin kabul olmasını istiyorsan, hırsızlık etme! Hile ve hıyanet yapma! İşçinin ücretini, teri kurumadan önce ver! Borcunu çabuk ve tamam öde! Fitneyi uyandırma! Fitne çıkarmak, ortalığı karıştırmak, felakete sebep olmaktır, haramdır. Müslümanlığın güzel ahlâkını herkes senden öğrensin. Hakiki Müslüman hem İslamiyete uyar, günah işlemez, hem de, kanunlara uyar, suç işlemez. Fitne çıkarmaz. Hiçbir mahluka zarar vermez. "İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olanıdır", "İmanı üstün olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!" hadis-i şeriflerini hiç unutmaz. Kul hakkını, Allahü teâlânın hakkından önce ödemek gerekir. Kul hakkı olan günahların affı güç ve azapları daha şiddetlidir. Başkasının hakkını yiyen, hak sahipleri ile helalleşmedikçe affa uğramaz. Yani üzerinde kul veya hayvan hakkı bulunanı Allahü teâlâ affetmez ve bunlar Cehenneme girip, cezalarını çekeceklerdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kibri, hıyaneti ve kul borcu olmayan mümin, Cennete girer." "Kul hakkı, müminin aybı, kusurudur." Tel: 0 212 - 454 38 21 w
Kul hakkı ile gitmektense!
21 Mayıs 2010 01:00
Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyurdu ki: "Kul hakkı ile alâkalı tek günâhla Allahın huzûruna gitmektense Allah hakkı ile alâkalı yetmiş günâhla gitmek daha iyidir." Hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlânın yanında dostlarının en hayırlısı, dostlarına hayırlı olan, komşuların en hayırlısı da komşularına hayrı dokunandır" buyuruldu. En güzel hayır, kişiye dinini öğretmektir. Onu sonsuz âhiret azabından kurtarmaktır. Komşusuna, dinini öğrenmesinde yardımcı olmayana kul hakkı geçer. Kul hakkının en mühimi ve azâbı en şiddetli olanı, akrabâsına, âile efrâdına, mâiyetinde olanlara emr-i ma'rûf yapmamaktır. Komşuya da emr-i ma'rûf yapmamak en mühim bir kul hakkıdır. Meselâ, alkollü içkilerin, tesettürsüz gezmenin haram olduğunu, güler yüz ve tatlı dil ile komşularına anlatmalıdır! Komşularının günâh işlediklerini görüp de, "Bana ne?" diyerek evine çekilen, uygun bir şekilde onlara nasîhat etmeyen ve kendileri ile görüşmeyen, onların Cehennemden kurtulması için yardım etmeyen mes'ûl olacaktır. Komşuları böyle bir kimseyi, Kıyâmet günü Allahü teâlâya şikâyet edeceklerdir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Nice kimse, Kıyâmette komşusunun yakasına yapışıp, 'Yâ Rabbî, buna sor ki niçin kapısını bana kapadı. Niçin elindeki ni'metlerden bana da vermedi?' diyecektir." Eğer, bunu söyleyecek durumda bir komşu değilse, söylendiği zaman huzursuzluk, fitne çıkacakca böyle komşulara bu konuları anlatan kıymetli kitap hediye etmelidir. Bir vesile ile güzel bir dini kitap verilirse, emr-i maruf vazifesi yapılmış olur. Âhirette bana dinimi öğrenmem için yardımcı olmadı, diyemez. Böyle yapmakla en azından, biz vebalden kurtulmuş oluruz Tabiî ki bununla da kalmayıp hal ile örnek olmalıdır. Komşu kötü biri bile olsa, her karşılaşmada, onunla merhabalaşmalı, hal hatır sormalıdır. Daima ona güler yüz göstermelidir. Neticede o da insandır. Bir gün gelip kendi kendine düşünecektir: Bu güzelliğin kaynağı nedir diye!.. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
Bağdan üzüm yemeyen bekçi!
23 Mayıs 2010 01:00
Çok eskiden Merv şehri kâdısının Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir kölesi vardı. Kadı Efendi, bağa gelip yemek için üzüm istedi. Getirdiği üzümün rengi çok güzel olmasına rağmen henüz olmamıştı. Kadı, niçin tadına bakıp getirmiyorsun deyince, "Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını, buranın bekçiliğini istediniz. Yeyiniz demeden yemem kul hakkına girer" cevâbını verdi. Kadı Efendi, kölesinin bu hâline hayran kaldı. Yetişkin kızını buna teklif etti. O ise kendisinin köle olduğunu, malı mülkü olmadığını hem kızın buna râzı olmayacağını bir bir anlattı. Ancak kâdı kararlı idi. "Kalk eve gidelim" dedi. Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım" cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikahları kıyıldı, düğün yapıldı. Fakat Mübârek, kızın yanına gitmiyordu. Bu hâl kırk gün sürdü. Bir vesîle ile anne durumdan haberdâr olunca dayanamadı; "Kızımızı kölene verdin, aradan bunca zaman geçtiği halde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir? Bu nasıl iş?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine kâdı; "Ey Mübârek! Kızıma nâz mı ediyorsun? Niçin yanına gitmiyorsun?" diye sordu. Buna karşılık dâmâd: "Ey efendim! Bu nasıl söz? Sizin kerîmenize nâz etmek ne haddime. Lâkin kâdısınız. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir, kul hakkı geçmiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamâna kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlâd verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur" dedi. Harama, helale, kul hakkına bu derece dikkat ettiği için Allahü teâlâ ona Abdullah isminde bir çocuk verdi. İşte bu Abdullah, Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, evliyanın meşhurlarından Abdullah bin Mübârek'tir. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Ehl-i sünnetin esasları -1-
25 Mayıs 2010 01:00
İslamın özü, esası Ehl-i sünnet itikadıdır. Son yıllarda sistemli bir şekilde İslamın özünde tahribat yapılmaktadır. Bunu yapanlar Ehl-i sünnet adı altında yapmaktadırlar. Bu sebepten dolayı, gerçeği ile taklidini ayırt edebilmek için Ehl-i sünnetin ne olduğunun bilinmesi lazımdır. Hanefi mezhebi âlimlerinin meşhurlarından Hakîm-i Semerkandî (ö.953) "Es-Sevâd-ül-a'zam" aynı eserinde; bir insanın "Ehl-i sünnet vel cemâat"ten olabilmesi için, altmış bir temel esâsı bildirmektedir. Bu temel esaslardan ba'zıları şunlardır: İMANDA ŞÜPHE OLMAZ! * Îmânda şüphe olmaz. Mü'min, imânında şüpheye yer vermez. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: "Mü'minler ancak o kimselerdir ki; Allaha ve Peygamberine îmân etmişlerdir, sonra îmânlarında şüpheye düşmemişlerdir." (Hucûrât-15) * Günahkâr olan mü'mine, günaha helâl demedikçe kâfir denilemez. Meselâ, bir Müslüman yüz bin cana kıysa, yüz bin küp şarap içse ve bu günahlara helâl demedikçe yine mü'mindir. Bir Müslümana kâfir diyenin, kendisi kâfir olur. * Hayır ve şer Allahü teâlânın takdîriyle meydana gelir. Hazreti Cebrâil, Peygamber Efedimize îmânın ne olduğunu sorduğunda, imânın altı temel esâsını açıklamış ve sonunda şöyle buyurmuştur: "Îmânın altıncı şartı da, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır." Mü'min bilmelidir ki, hiçbir şey ilâhi kaza dışında meydana gelemez ve kul Allahü teâlânın kazasının önüne geçemez. Allahü teâlânın kazasını inkâr ve reddetmek de küfürdür. * Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîm mahlûk değildir. Kur'ân-ı kerîm mahlûktur diyen küfre girer. * Kabir azâbı haktır. Kabir hayatının varlığını Peygamber Efendimiz şöyle açıklıyor: "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya ateş çukurlarından bir çukurdur." * Peygamber Efendimizin şefaati haktır. Peygamber Efendimiz, "Şefaatim, ümmetimden günahı büyük olanlaradır" buyurdu. Şefaati inkâr eden sapık yoldadır. * Mi'raç haktır. Peygamber Efendimizin mi'râcı, göklere yükselip Arş'a varması haktır. Kur'ân-ı kerîmin Necm: 2-18 ayetlerinde mi'râcın hak olduğu bildirilmektidir. * Kıyamette hesaba çekilmek haktır. Bir mü'minin, kıyâmet günü hesaba çekileceğine inanması şarttır. Bunu inkâra kalkışan, İslâmiyyetten ayrılmış olur. * Bir mü'min, Peygamber Efendimizden sonra gerek Sahâbîler, gerek ümmet içinde sırasıyla Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'den daha üstün kimsenin olmadığına ve bunların Allah'ın Resûlünün halîfeleri olduğuna inanmak. * Peygamberlerin dereceleri, velilerin mertebelerinden üstündür. Aksini söyleyen doğru yoldan ayrılmıştır. Çünkü veliler yüksek derecelere, ancak Allahü teâlâya ve Resûlüne üstün bir itaat göstermekle yükselebilirler. EVLİYANIN KERAMETİ HAKTIR * Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmayan, bid'at sahibi sapık olur. * İmân, Allahü teâlânın vahdaniyyetine ve Hazreti Muhammed'in O'nun kulu ve resûlü olduğuna kalb ile inanmak, dil ile söylemektir. Dili ile söyleyip, kalbi ile bu birliği ikrâra yanaşmayan münâfıktır. İkiyüzlüdür. Îmân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdiktir. * Allahü teâlâ hiçbir varlığa benzemez. Çünkü Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: "O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yaratmıştır. O'nun misli gibi O'na benzer hiçbir şey yoktur. O, Semidir. Bütün söylenenleri işitir. Basîrdir; bütün yapılanları görür." (Şûrâ-11). İhlâs sûresinde ise Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: "De ki; O, Allahdır, tektir, eşi ortağı yoktur. Allah Samed'dir; her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz bir varlıktır. Doğurmadı ve doğurulmadı da. Hiçbir şey de O'na denk olmamıştır." * Ölümden sonra dirilmek haktır. Diriliş gününü inkâr eden İslâmiyetin îmân esâsını kabûl etmemiş olur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: "Sizi (babanız Âdem'i), o arzdan (topraktan) yarattık. Yine ölümünüzden sonra, sizi ona döndüreceğiz. Hem de ondan sizi, başka bir defa daha, çürümüş ve dağılmış bedenlerinizi toplayıp rûhlarınızı iade ederek çıkaracağız." (Tâhâ-55
.
Ehl-i sünnetin esasları -2-
26 Mayıs 2010 01:00
* İmânla amel ayrı ayrı şeylerdir. Her Peygamberin kendine has bir şeriati, bir yolu vardır. Fakat hiçbirinin îmânı ötekinden farklı değildir. Bir inançsız bütün hayır ve tâatleri yapsa Müslüman olamaz, çünkü îmân amelden önce gelir. * Kabir suali haktır. Bunu inkâr eden Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrılmış olur. Peygamber Efendimiz Hz. Ali'nin de bulunduğu bir toplulukta Hz. Ömer'e buyurdu ki: "Yâ Ömer! Ölünce seni dar bir mezara koyarlar. Münker ve Nekir gelir. Gözleri şimşek çakar, sesleri gök gürültüsü gibidir. O zaman ne yapacaksın?" Hz. Ömer suâl etti ki: "Yâ Resûlallah, o zaman, şimdiki gibi aklım başımda olur mu?" "Evet yâ Ömer" diye buyurduklarında Hz. Ömer, "Öyleyse korkmam. Allah'ın izniyle onlara gereken cevâbı veririm" dedi. MÜSLÜMAN OLMAYAN EBEDİ CEHENNEMDE * Dünyadaki insanlar beş kısımdır. Bunlar; müşrik, münâfık, günah işlemeyen mü'min, günah işleyip hemen arkasından tövbe eden Müslüman ve tövbede ısrar etmeyen günahkâr Müslümandır. Müşrik (Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer Müslüman olmayan herkes) veya münâfık (Müslüman görünen) olarak ölen, Cehenneme girer ve orada ebediyyen kalır. Günahsız veya tövbe etmiş olarak vefât eden mü'min, Cennete girer ve orada ebedî kalır. Günahkâr mü'minlere ise, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse lütfuyla Cennete sokar. * Bir Müslüman kul hakkı ile ilgili şunu iyi bilmelidir: Üzerinde kul hakkı olan bir kimse, hakkı bulunan kimseleri hoşnut kılmadan ve helâlleşmeden vefât ederse, âhiret gününde, Allahü teâlâ onun iyiliklerinden hak sahiblerine alacakları kadar verir. * Sırat köprüsü haktır. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyuruyorlar ki: "Cenâb-ı Hak, Cehennem üzerinde kıldan ince, kılıçtan keskin, geceden karanlık, yedi geçitli bir köprü yaratmıştır. Her geçit; bini çıkış, bini iniş, bini de düz olmak üzere, yaya yürüyüşüyle üç bin yıllık yoldur. Her geçitte kul hesaba çekilir. Birinci geçitte îmândan, ikinci geçitte namazdan, üçüncü geçitte zekâttan, dördüncüde oruçtan, beşincide hacdan, altıncıda abdest ve gusülden, yedincide ana-baba hakkından ve kul hakkından sorulur. Bunlara cevap verirse, şimşekten hızlı geçer ve Cennete girer. Cevap veremezse Cehenneme düşer." * Mü'min kişinin, Allahü teâlânın dilediğini yaptığını ve yapacağını bilmesi gerekir. Hüküm O'nundur. Kimse O'na hükmedemez. İstediğine karar veren O'dur. * Îmân eden kimse, Allahü teâlânın bizatihi alîm ve kadir olduğunu, ilim ve kudret sahibi bulunduğunu bilmelidir. * Müslüman, son nefesini nasıl vereceği endişesiyle Allahü teâlâdan korkmalıdır. Çünkü hiçbir kimse, imânla mı, yoksa imansız olarak mı gideceğini bilemez. Son nefes korkusunu hissetmek, bütün mü'minlere farzdır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: "Ey îmân edenler! Allahtan korkun ve herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allahtan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdârdır." (Haşr-18). ALLAHTAN ÜMİT KESİLMEZ * Müslüman pekçok günah işlese de, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesen imansız olur. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: "Allah'ın lütfundan ümidinizi kesmeyiniz! Çünkü Allahın lütfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser." (Yûsuf-87) Müslüman bir kimse, zinâ yapsa, namaz kılmasa, oruç tutmasa ve birçok günah işlese, İslâmiyeti inkâr etmediği sürece kesinlikle mü'min sayılır. Bu işlediği günahlardan tövbe ederse, Allahü teâlâ tövbesine karşılık verir. Tövbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse rahmetiyle Cennete sokar. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: "Ey günah işlemekle nefslerine karşı haddîni aşmış kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyiniz. Çünkü Allah, şirk ve küfürden başka, dilediği kimselerden bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki, O, Gafûrdur; çok bağışlayıcıdır. Rahimdir, çok merhametlidir." (Zümer 53) İmâm-ı a'zâm hazretlerine göre, îmân iki temel üzeredir. Kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır. Tasdik en büyük temeldir. İkrâr bu tasdîkin varlığını isbâtlayan bir delîldir. Îmân kesinlikle, ziyâde ve noksanlığı kabûl etmez.
Peygamber ameli yapsa...
26 Mayıs 2010 01:00
İslam büyükleri, kul hakkı olan kimsenin ibadetinin kabul olmayacağağını bildirdiler. Bir amelin, ibâdetin sahih olması başkadır, kabûl olması başkadır. İbâdetlerin sahih olmaları için, kendilerine mahsûs şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibâdet sahih olmaz. O ibâdet yapılmamış olur. Cezâsından, azâbından kurtulamaz. Sahih olup da, kabûl olmayan ibâdet için azâb yapılmaz ise de, o ibâdetin sevabına kavuşamaz. İbâdetin kabûl olması için, önce sahih olması, sonra yukarıdaki şartların bulunması da lâzımdır. Kul hakkı da bu şartlara dahildir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fakat üzerinde yarım dank (yâni çok az) kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez." (Duâları da kabûl olmaz.) İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyurdu ki: Bekâra sûresi yüz seksen sekizinci âyetinde meâlen, "Ey müminler! Birbirinizin mallarını bâtıl yoldan yemeyiniz!" buyuruldu. Bâtıl yol, fâiz, kumar, gasp, sirkat, hîle, hıyânet, yalancı şâhitlik, yalan yere yemin ederek aldatmaktır. Hadis-i şeriflerde; "Helâl yiyen, farzları yapıp, haramlardan sakınan ve insanlara zarar vermeyen bir Müslüman Cennete gidecektir." "Haram ile beslenen beden, ateşte yanar" buyuruldu. Bir dank, yâni bir dirhem gümüş kıymetinin altıda biri kadar yani yarım gram gümüş borç için, şartlarını gözeterek kılmış olduğu namazlardan, yedi yüz namazının sevabı, kıyâmet günü, alacaklısına verilecektir. Borçlunun sevapları biterse alacaklısının o kadar günahı, ona yükletilecektir. Kul haklarından en önemlisi ve azâbı en çok olanı, akrabasına ve emri altında olanlara Emr-i mâruf yapmamaktır. Bunlara, sapık, bozuk inançları öğretmektir. Bid'at sahiplerinin, mezhepsizlerin, sözleri ile, yazıları ile, Ehl-i sünnet îtikatını değiştirmeleri, dîni, îmanı bozmaları, Müslümanları yanlış yola sevk etmeleri de böyledir.
Arkadaşlarını uyandır, gidiyoruz!"
27 Mayıs 2010 01:00
Doğu Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretleri her sene Van'a gelişinde burada bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlar, istifade ederlerdi. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz" buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver" buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız" dediler. Çok gözyaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lâzım" buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun" dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler. Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak câiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım" buyurdu... Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti" dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar. İslam büyükleri kul hakkı konusunda bu kadar hassastılar. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Bir taneden ne olur" demeyin!
28 Mayıs 2010 01:00
Kıbrıs'ta yetişen velîlerden Kıbrıslı Hafız Ali Efendi hazretlerini bir gün bir grup cemâat ziyârete gidiyordu. Hepsi atlıydı. Kıbrıs'ta çok olan zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının altında gidiyorlardı. Salkım salkım sarkan olmuş meyveler insanların başına değiyordu. İçlerinden biri; "Ne güzel ballanmış, bir tâne yesek" deyince, diğeri; "Kul hakkı geçer, yeme" dedi. Üçüncüsü; "Hem hoca ziyâretine git, hem hak ye bu olmaz" dediyse de, o kimse bir tâne keçiboynuzu koparıp yedi. Hâfız Ali Efendinin huzûruna vardıklarında sohbet ediyordu. Sohbetin bir yerinde Ali Efendi onlara bakıp; "Kul hakkından çok sakının. Haram yemeyin. Başınıza Keçiboynuzları değse de, bir tâneden ne olur demeyin. Hiçbir zaman kul hakkını yemeyin" buyurdu. İçlerinden biri; "Size yemeyin demedim mi? Müminin firâseti var. En sonunda söylettiniz" dedi. Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd insanları haram ve şüphelilerden sakındırırdı. Bu hususta; "Sakın şüpheli bir şeyle Mekke yoluna koyulayım demeyiniz. Biliniz ki haram ve şüpheli şeylerden bir dirhemin altıda biri kadar bir hakkı sâhibine iâde etmek, içinde şüpheli kazanç bulunan malla yapılacak beş yüz nâfile hacdan Allah yanında daha kıymetlidir" buyurdu. Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî vefât etmeden biraz önce buyurdular ki: "Üzerimde bir dirhem kul hakkı vardır. Onun sâhibi için, bin dirhem sadaka vermiştim. Bununla berâber, hâlâ gönlüme ondan ağır bir şey gelmez." Mü'minin hayırlısında, altı haslet, özellik bulunur: 1- Kimsenin malına göz dikmez. Kul hakkından çok sakınır. 2- İlim öğrenir. Zarûrî ilimlerden mahrûm kalmaz. 3- Kimseye fenâlık, kötülük yapmaz. Herkese iyilik yapmak için gayret eder. 4- Harâmlardan sakınır. Cenâb-ı Hakkın yasak ettiği şeylerden uzak durur. 5- İbâdet eder. İbâdetini hiç aksatmaz. 6- Ölümü hiç unutmaz. Her zaman ölüme hazır olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
.
Kul hakkı müminin ayıbı!..
29 Mayıs 2010 01:00
Kul hakkı da bulunan günahların affı güçtür ve azâbları daha şiddetli olacaktır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Bir zaman gelir ki, insan kazancının helâlden mi, haramdan mı olduğunu düşünmez." "Bir zaman gelir ki, İslâmiyete yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur." Allahü teâlâ ile kul arasında olan, yâni kul hakkı bulunmayan günahların affolması için, gizlice tevbe etmek kâfîdir. Başkalarına haber vermek, bildirmek lâzım değildir. Para vererek, papaza günah affettirmek, Hristiyanlıkta yapılıyor. İslâmiyette böyle şey yoktur. Cünüb iken Kur'an-ı kerim okumak ve câmide oturmak ve câmide dünya işlerini konuşmak, yemek, içmek ve uyumak ve Kur'an-ı kerimi abdestsiz tutmak, çalgı çalmak, şarap içmek, zinâ etmek, kadınların başları, kolları, baldırları, saçları açık sokağa çıkmaları, kul hakkı bulunmıyan günahlardır. Hayvân hakkı bulunan günahları affettirmek, çok güçtür. Hayvânı haksız olarak öldürmek, dövmek, yüzüne vurmak, tâkatinden fazla yürütmek, ağır yük vurmak, otunu, suyunu zamanında vermemek, günahtır. Bu günaha hem tevbe etmek, hem de, istigfâr ederek yalvarmak lâzımdır. Kul hakkı ile ilgili buyuruldu ki: Deynden, borçtan bir dankı sahibine vermedikçe, sâlih mümin Cennete giremez. Deynden, borcundan bir dankı sahibine vermek, pekçok dirhem sadaka vermekten daha iyidir. Deynden, borcundan bir dank gümüşü sahibine vermek, altı yüz kabûl olunmuş ve makbûl [nâfile] hacdan eftaldir. Üzerinde kul hakkı bulunanların ruhları Cennete girmez. Salihlerin ruhları kabirlerine gelerek, cesetlerini ziyaret ederler. Vefat eden müminlerin ruhları gelip, dünyada tanıdıklarını sorarlar. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan mü'min, hesabsız Cennete girecektir." "Kul hakkı, mû'minin ayıbı, kusurudur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Kul hakkında önem sırası
30 Mayıs 2010 01:00
Kul hakkında önem sırası vardır. Kul hakkının en önemlisi ana-baba hakkıdır. Tatlı dil ile, güler yüzle, yardımlarına koşmakla, onların gönüllerini kazanmaya çalışmalıdır. Sonra komşu hakkı, hoca hakkı, karı-koca hakkı, arkadaş hakkı, sonra devlet hakkı gelir. Bunun için kimseye yalan söylememeli, hîle yapmamalı, ölçü âletlerini doğru kullanmalı, işçinin ücretini, alın teri kurumadan ödemelidir. Ödeme imkânı olduğu halde borç ödememek, kullandığı şeylerin ücretlerini vermemek hiyânet olur. Borcunu ödememek öyle bir felaket ki, günahı uykuda bile yazılmaya, aralıksız devam eder. Üzerinde kul hakkı bulunanın ibâdetlerinin kabûl olmayacağı, Cennete giremeyeceği bildirildi. Kâfirin hakkından kurtulmak, Müslümanın hakkından kurtulmaktan daha zordur denildi. Herkese iyilik yapmalı, kötülük edenlere, kötülükle karşılık vermemelidir. Hakîkî Müslüman, Allahü teâlânın emirlerine, devletin kanunlarına itaat eder. Günaha girmez suç da işlemez. İslam büyükleri kul hakkından çok korkmuşlardır. Çünkü borcu olanın cenâze namazını Habîbullah kılmamıştır. O borcu ödemedikçe, insan Cennete giremez. Hadis-i şerifte, "Bir kişi borçlu olsa ve vermek azminde olsa, Allahü teâlânın yardımı onunla berâberdir" buyuruldu. Hayvanın ve kâfirin hakkı için de, kıyâmette azâb yapılacaktır. Dünyada helâllaşılmadı ise, âhirette kâfirin hakkından kurtulmak daha zor olur. Hayvan hakkından kurtulmak ise, bundan da zor olur. Kul hakkı, ne kadar az olsa da, Cennete girmeye mânidir. Kul hakkı bulunan mevtânın ruhu, göklerin üstüne yükselemez. Hadis-i şerifte, "Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namazdan sonra on bir defa ihlâs sûresini okuyan, kâtilini affederek ölen" buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem; "Günahı azalt ki ölümün kolay olsun. Borcu azalt ki, hür yaşayasın" buyurmuştur. Tel:
Herkesle devamlı helalleşmelidir!
31 Mayıs 2010 01:00
Kul hakkı o kadar önemlidir ki; açlıktan ölmek üzere olan bir kimse, ölmüş köpek ile başkasına âit koyun eti bulsa, ikisini de yemek harâm ise de, başkasının malını yemeyip, köpeği yemesi lâzımdır. Köpek yok ise, başkasının malını, ancak ölmeyecek kadar yiyebilir. Bu hüküm kul hakkının durumunu açık bir şekilde bildirmektedir. Mü'mine sert bakmak da kul hakkına girer. Ayrıca gıybet, kalb kırmak ve su-i zan da, kul hakkıdır. Bundan kurtulmanın tek yolu, hak sahibinden helâllik dilemektir. Haklı olsak bile yine de gidip "Sen haklısın, arkadaş beni affet" demektir. En çok da, karı-kocanın birbirlerine hakkı geçer. Bunun için erkek sabah evden çıkarken hanımıyla helâlleşmelidir. En güzeli herkese hakkını helal etmektir. Herkese hakkını helal eden dünyada da ahirette de kârlı çıkar. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığı için devamlı tevbe edilmeli, kul hakkı altında kalmamaya dikkat etmelidir. Yâni, hakları sahiplerine verip helâlleşmelidir. Allahü teâlânın haklarını da ödemek lâzımdır. Bu hakların en önemlisi, İslâmın beş şartını yerine getirmektir. Namaz kılmayan bir kimse, Müslümanların hakkını da vermemiş oluyor. Çünkü, her namazda oturunca, (Ve alâ ibâdillahissâlihîn) diyerek müminlere duâ etmek vazîfemizdir. Namaz kılmayanlar, müminleri bu duâdan mahrum bırakıyor. Hakları olan bu duâyı yapmıyor. Kısaca Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeyen ve kendi nefsi için başkasının hakkını yiyen veya başkasını aldatanlar, hak sahipleri ile helâlleşmedikçe affedilmeyeceklerdir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Bir dirhem gümüş kıymetinde harâm alan kimseyi, yirmibeşbin sene Cehennemde bırakacaklardır." "Helâle, harâma dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi, Allahü teâlâ çok sever." "Bir zaman gelecek ki, insanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünüp, helâlini, harâmını düşünmiyecekler." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Hak din sadece İslamiyettir!"
1 Haziran 2010 01:00
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu'nun başlıktaki bu sözü "hoşgörü'nün yanlış zemine oturtulması gayretlerinin önlenmesi ve zihin karışıklığının önüne geçilmesi bakımından önemli bir tespittir. Bu konu ile ilgili geçen hafta Rize'de yaptığı şüpheleri gideren konuşmasından dolayı sayın başkanı tebrik ediyor, teşekkürlerimi sunuyorum. Sayın Bardakoğlu, Rize Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin konferans salonunda yaptığı konuşmada, son yıllarda sıkça tartışılan dinler arası diyalog ve hoşgörü çalışmalarını değerlendirerek çarpıcı açıklamalarda bulundu. Bardakoğlu, diyalog ve hoşgörü söylemlerinin anlam kayması yaşadığını belirterek 'hiçbir Müslümanın diğer din ve yolları hak yol görme yanlışına düşmemesi' gerektiğine dikkat çekti. DİĞERLERİ HAK DİN DEĞİL Konuşmasında, günümüzde dinler arası diyalog ve dinler arası müsamaha tabirlerinin hayli yıprandığını ve hayli anlam kaymasına uğradığını anlatan Bardakoğlu özetle şunları söyledi: "Biz diyalog deyince dünyada yaşayan her dinin hak din olduğu ve hepsinin eşit olduğu gibi bir yanlış anlayışı savunamayız. Biz, İslam dininin mensupları olarak, İslam'ın son ilahi hakikat olduğunu Yaradan katında son hak dinin İslam dini olduğunu söylemek, ifade etmek ve bunun üzerinde durmak zorundayız. Bu bir başkası ile konuşmamıza ilişki kurmamıza engel değil. Ama bu inanış diğer dinlerin de hak olduğunu söylememize engeldir. Dünyada böyle bir diyalog anlayışı olmaz. Bütün inanışların Yaradana giden bir hak yol olduğunu hiçbir din mensubu iddia edemez ve söyleyemez. Bir Hristiyan elbette kurtuluşun Hıristiyanlıkta olduğunu söyleyebilir. Bir Budist de kurtuluşun Budizmde olduğunu söyleyebilir. Biz onlara karşı çıkmayız. Böyle demelerini de anlayışla karşılarız. Ama hiçbir Müslüman diyalog deyince, hoşgörü deyince bütün yolları hak yol olarak görme yanlışına düşmemeli. Böyle bir yanlışa kendi hakikatlerimizi feda edemeyiz." Bu tartışmaların ciddi sarsıntılara yol açtığını anlatan Bardakoğlu, konuşmasını şöyle tamamladı: "Yaradan, Hazreti Âdem'den sonra tek bir hak ve hakikat din göndermiştir o da İslamiyet'tir. Diğer dinler hak olarak kalacak olsaydı İslamiyet gönderilmezdi. Hazreti İsa'nın hak resul olması, Hazreti Musa'nın hak resul olması günümüzdeki yaşayan şekli ile yaşayan Hristiyanlığı ve Muse-viliği hak kabul etmemiz anlamına gelmez. Katıldığımız uluslararası toplantılarda yavaş yavaş bu diyalog ve hoşgörünün anlam kaymasına uğradığı için bunları söylemek zorunda kaldım." Diyanet İşleri Başkanlığı daha önceki bir açıklamasında da kaynaklara dayalı olarak hak dinin İslamiyet olduğunu bildirmişti: "İslamiyet, kendinden önceki dinlerin hükmünü kaldırmıştır. Bu itibarla, hangi dine mensup bulunursa bulunsun, tüm insanlar İslam'a girmekle yükümlüdürler. Kur'an-ı kerîm'de, Hristiyanların Muhammed aleyhisselama ve O'na indirilen Kur'an-ı kerim'e inanmadıkları ve Hazreti İsa'ya, Allah'ın oğlu ve üçün üçüncüsü dediklerinden dolayı kâfir oldukları bildirilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de, Yahudi ve Hristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düştükleri bildirilmektidir. (el-Mâide, 5/17). CENNETE KİMLER GİDECEK Bir peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim Hristiyanlar Hazreti İsa'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (el-Mâide 5/17, 72). Bir kısmına işaret ettiğimiz bu âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Allahü teâlânın varlığına ve birliğine, Hazreti Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ve Kur'an-ı kerim'deki bütün esaslara, olduğu gibi iman etmeyen hiçbir kimse İslam inancına göre Müslüman değildir. Efendimizin peygamber olarak gönderilmesinden sonra bütün insanların ve bilhassa Yahudi ve Hristiyanların kendi dinî kitapları gereğince Muhammed aleyhisselamın peygamberliğini tasdik edip İslam'ı kabul etmeleri gerekir. Aksi takdirde kendi kitaplarını ve dinlerini inkâr etmiş olurlar. Bu itibarla, Allah'ın varlığına ve birliğine, Hazreti Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna ve Kur'an-ı Kerim'deki bütün esaslara, olduğu gibi iman etmeyen bir kimse İslam inancına göre cennete giremez."
.
Salih Amcalar çok azaldı!
1 Haziran 2010 01:00
Kul hakkına gösterilen hassasiyetlerle ilgili olarak hep geçmişten örnekler veriyoruz. Peki, günümüzde kul hakkına önem veren yok mu? Az da olsa var tabii ki. Başımdan geçen bir olayı anlatayım: Öğrencilik yıllarımda, yaz tatillerinde Akçakoca, Dadalı köyü yol sapağında bulunan benzinlikte çalışıyorum. Burası Ereğli Demir Çelik Fabrikası'nın güzergâhında olduğu için, müşterilerimizin çoğu demir taşıyan kamyon şoförleri olurdu. Bunlardan biri de Salih Amca idi. Hoşsohbet biriydi. Bir gün, yüklü kamyonu pompanın yanına çekip, "Evlât, ful yap! Ben bir çay içip geleyim!" dedi. Kamyonunun deposunu doldurup, başka vasıtalarla ilgilenmeye başladım. Ben istemeyi unuttum, o da vermeyi unutup çekip gitti... Aradan bir saat kadar geçmişti ki, bir de ne göreyim? Salih Amca 20 tonluk kamyonu ile benzinliğe girmiyor mu? Kan ter içinde arabadan indi. Hemen sordum: - Salih amca, hayırdır inşallah, arıza falan mı oldu? - Ne arızası evlâdım, mazot parasını vermeyi unutmuşum; onu vermeye geldim. - Şu sıcakta, bunun için, bu kadar yoldan dönülür mü Salih Amca? Nasıl olsa iki gün sonra yine geleceksin, o zaman verirdin. - Evlad, buradan ayrıldıktan yarım saat sonra, parayı vermediğim hatırıma geldi. Önce senin gibi düşündüm, dönüşte veririm, dedim. Fakat içim rahat değildi. Yarım saat bunun muhasebesini yaptım; sonunda geri dönmeye karar verdim. İki sebepten geri döndüm: Birincisi, yolculuk hâli bu... Gidip de dönmemek var bu işin içinde. Yarına çıkmaya garantimiz var mı? Ahirette, "Geri dönüp vermen mümkün iken niçin dönmedin?" diye hesap sorulduğunda, ne cevap verecektim? İkincisi, biliyorum, akşam sen hesap vereceksin. Açığın çıktığında, patronun sana bağırıp çağıracak, belki de "Çaldın!" diye seni işten atacak. O zaman, ben senin hakkını nasıl ödeyeceğim? İşten ayrılacağın için, belki de seninle görüşüp helâlleşmemiz de mümkün olmayacak... Bütün bu sebepler, geri dönmem için yetmez mi?.. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www
Diğer dinler insan düşüncesinin mahsulü
2 Haziran 2010 01:00
Dün, Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu'nun, "Bir Müslümanın, diğer dinleri hak din olarak göremeyeceğini, İslam inancına göre hak dinin sadece İslamiyet olduğunu" ifade eden konuşmasına yer vermiştik. Bir insanın sonsuz Cehenmem azabından kurtulup, ebedi Cennet nimetlerine kavuşabilmesi için, "Hak din"e inanıp, dinin bildirdiği şekilde iman etmesi bu dinin kurallarına uygun yaşaması lazımdır. Son devir İslam Büyüklerinden Abdülhakim Arvasi hazretleri, geçerli imanın nasıl olması gerektiğini ve dinin genel kurallarını özetle şöyle bildirmektedir: Îmanın, aslı, kendisi: Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve îtikat etmektir, inanmaktır. İMAN ŞÜPHE KABUL ETMEZ! Bu tasdik; akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resûlü tasdik etmiş olmaz. Veyahut, Resûlü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, îman olmaz. Çünkü, îman parçalanamaz. Akıl, Resûlün bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır. İnanılması lâzım şey için, tecribî ilimlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile isbât edemeyince, inanmaz veya şüpheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îman, kâmil değil, zaten îman olmaz. Çünkü, îman parçalanamaz. Az ve çok olmaz. Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeye kalkışılırsa, bu sefer filozofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. O hâlde: Îman, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimat ve îtikat etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şüphe etmek küfürdür. Tabii ki, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecribî ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin her biri için akla, felsefeye ve tecribî ilimlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir. İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyada ve âhirette rahat ve mes'ûd olmalarını sağlayan, üsûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini, İslâmiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabûl edeceği esaslardan ve ahlâktan ibârettir. Yaratılışında kusursuz olanlar, onu reddetmez ve nefret etmez. İslâmiyetin içinde hiçbir zarâr yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyetin hâricinde bir menfaat düşünmek, serâbdan şarap beklemek gibidir. BÜTÜN İYİLİKLER İSLAMDA İslamiyet, her mahlûka karşı mes'ûliyyeti emreder. Nefsin temizlenmesini iyi huylu olmayı emredip, kötü huyları, şiddet ile red ve yasak eder. Tembelliği, boş vakit geçirmeyi red ve men eder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere, önem verilmesini, insanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini önem ile istemektedir. Fertlerin, evladın, âilenin ve milletlerin haklarını ve vazîfelerini öğretmekte, dirilere, geçmişlere, geleceklere, herkese karşı bir hak ve mes'ûliyyet gözetmektedir. Kısacası İslamiyet; dünya ve âhiret saadetini câmidir. Yani dünya ve ahiret iyiliklerini kendinde toplamıştır. Başka dinler, böyle değildir. Başka dinlerin hepsi bozulmuş, ilâhî hükümlerin yerini, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler almıştır. Bunun için, lâyetegayyer olamamış, ilerleyen, değişen hayat karşısında, şekiller ve ölü kelimeler hâlinde kalmışlardır. Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılayacak, ilerlemeyi sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. İslâmiyete, orta çağın ihtiyaçları üzerine kurulmuş, değişmez hükümlerdir demek, İslâm dînine iftirâ etmektir
Sırat köprüsündeki en zor soru!
2 Haziran 2010 01:00
Sırat köprüsünde herkese yedi şeyden sual sorulacaktır, cevap veremeyen Cehenneme düşecektir. Bunlar; iman, namaz, oruç, zekat, hac, gusül ve kul hakkındadır. Yedinci soruya kadar gelebilmek çok zordur. Yedinci soru en zor olanıdır. Peygamberler masum oldukları halde, günahsız oldukları halde burada korkarlar. Câbir radıyallahü anh anlatır: "Adamın biri öldü. Kendisini yıkadık, kefenledik, koku sürdük ve namazını kıldırması için Resûl-i Ekreme götürdük; -Ya Resûlallah, namazını kıldırır mısınız? dedik. Resûl-i Ekrem bir adım attı, sonra: -Borcu var mıdır? diye sordu. Biz: "İki dinar borcu vardır" dedik. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem cenaze namazını kıldırmaktan vazgeçti. Sonra Ebû Katade bu iki dinar borcu üzerine aldı, cenazeyi, namazını kıldırması için tekrar Resûl-i Ekreme götürdük. Ebû Katede: -Onun iki dinar borcu benim olsun, dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: -Borçlunun borcu ödendi ve ölü iki dirhem borcundan kurtuldu mu? dedi. Ebû Katade "Evet" deyince, Resûl-i Ekrem namazını kıldırdı, iki gün geçtikten sonra Resûl-i Ekrem Ebû Katade'ye "İki dinar ne oldu?" diye sordu. Resûl-i Ekrem ertesi gün tekrar sordu. Katade: - Ödedim, ya Resûlallah, deyince, Resûl-i Ekrem: - İşte ancak şimdi ölü azabtan kurtuldu, buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kul hakkından çok korkun, her Müslümana karşı derin muhabbet ve hürmet içinde olun. Hiçbir Müslümanı incitmeyin. Büyüklerinize karşı mutlaka hürmetkâr olun. Emriniz altında olan aileniz veya çocuklarınıza karşı şefkatli olun, onları dindar yetiştirmeye dikkat edin, çünkü ölüm ani gelir. Herkes pişman olacak. O pişmanlık günü gelmeden tevbe etmek akla gelmeyebilir. Bugün fırsat varken istiğfar edelim." "Cehenneme girmesi haram olan ve Cehennemin de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz. Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren mümindir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Akıllı kimse helal eder!
3 Haziran 2010 01:00
Kul hakkından kurtulmanın tek yolu, helalleşmektir. Ahirete bırakmadan, kim haklı kim haksız demeden helalleşmektir. Haklı haksız konusu esas alınırsa ahirette belli olmaz ben haklıyım deyen haksız çıkabilir. Ayrıca, yüzde yüz haklı olduğu halde hakkını helal edene, münakaşayı terk edene Cenab-ı Hak Cennette köşk vaat ediliyor. Bunu Peygamber efendimiz haber veriyor. Bu yüzden, akıllı kimse münakaşa etmeden, haklı haksız demeden hakkını helal eder. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, bir kimse Allah yolunda öldürülse sonra dirilse, sonra öldürülse tekrar dirilse ve sonra tekrar öldürülse, üzerinde kul hakkı varsa, bunu ödeyinceye kadar cennete giremez." Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyuruldu: "Muhakkak kıyamet günü borçludan borcu kısas edilir (alınır). Ancak üç şeyde borçlanan bundan müstesnadır. Birincisi, bir kimse ki, kuvveti zayıflayıp da, Allah'ın ve kendisinin düşmanına karşı kuvvetli olabilmesi için borç yapan kimse, İkincisi, bir adamdır ki, yanında bir Müslüman ölür de onu kefenleyecek ve örtecek bir şey bulamaz ve bu yüzden borç yapar. Üçüncüsü, bir adamdır ki, bekâr kalmakla dinine bir zarar geleceğinden korkar da borç yaparak evlenir. İşte Allahu teâlâ kıyamet günü bunların borcunu öder." En çok geçen kul hakkı da, insanları üzmek, kalbini kırmak, onlara iyi davranmamaktır. Hadis-i şerifte, "Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyâmet günü, Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa, onun duâsını kabûl eder" buyuruldu. Bir gün Efendimiz, "Cennette öyle köşkler vardır ki, içinde bulunan kimse, her dilediği yeri görür ve dilediği her yere kendini gösterir" buyurdu. Yâ Resûlallah! Böyle köşkler kimlere verilecektir, diye sorulunca, "Tatlı sözlü, eli açık ve herkesin uyuduğu zaman Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü düşünen ve Ona yalvaranlara verilecektir" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Alacaklı her zaman haklıdır!
4 Haziran 2010 01:00
Benisaide kabilesinden bir kimsenin Resul aleyhisselamda bir ölçek hurma alacağı vardı. Bu kimse alacağını almak üzere geldi. Efendimiz, Ensar'dan bir zata hurmayı ödemesini emretti, o da alacaklının hurmasından daha düşük kaliteli bir hurma ile ödemek istedi fakat adam kabul etmek istemeyince, Ensarî: "Sen bunu Resûl-i Ekrem'e geri vermek mi istiyorsun?" dedi. Adam: "Evet, ona iade ediyorum, çünkü ondan daha adil kimdir?" dedi. Bunu duyan Resûl-i Ekrem'in gözü yaşla doldu: "Evet, doğru söyledi, benden daha adil kim olabilir? Zayıfı kuvvetlisinden kolaylıkla hakkını alamayan bir milleti Allahü teâlâ sevmez" buyurdu. Sonra Eshabı kiramdan başka birine dönüp; "Bunun alacağını sen ver, zira herhangi bir alacaklı borçlusundan razı olarak ayrılırsa, kara ve deniz hayvanları ona dua eder. Buna karşılık ödeme gücü olduğu halde alacaklısını oyalayan kimseye her gün ve gece için Allahü teâlâ günah yazar" buyurdu... Bir bedevinin Resûl-i Ekrem'de alacağı vardı. Geldi alacağını istedi. Hatta, "Hakkımı ver" diye çıkıştı. Eshab-ı kiramdan bazıları adama: "Yazıklar olsun sana, kiminle konuştuğunu biliyor musun?" dediler. Adam: "Ben hakkımı istiyorum" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: "İlişmeyin, hak sahibi ile karşı karşıyasınız" buyurdu. Sonra Havle binti Kays'a: "Eğer yanında hurma varsa bana ödünç ver, bana hurma geldiğinde öderim" diye haber gönderdi. Havle: "Hay hay, anam babam size feda olsun ey Allah'ın Resulü" dedi. Resûl-i Ekrem ondan ödünç aldı ve bedeviye olan borcunu ödedi, karnını da doyurdu. Karnı doyan bedevi: "Bana bolca borcunu ödedin, Allah da seni mükâfatlandırsın" dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem: "Bunlar, insanların hayırlılarıdır. Kolaylıkla zayıfın hakkını alamayan bir millet, Allah'ın rızasına mazhar olamaz" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
O gün herkes birbirinden kaçacak!
5 Haziran 2010 01:00
İbni Mesûd radıyallahu anh rivayet eder: "Kıyamet günü kadın veya erkeğin elinden tutulur ve 'işte bu, falancanın oğlu falancadır, bundan kimin alacağı varsa gelsin hakkını alsın' denir. Bu arada bir kadının kocasında, oğlunda veya kardeşinde bir hakkı olmasına sevinir. Çünkü âyet-i celîle'de, 'O gün aralarında soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de bir şey soramazlar' buyurulmuştur. Gerçi Allahü teâlâ kendi hakkından dilediği kadarını bağışlar, fakat kul haklarından hiçbir şey bağışlamaz, insanı hesab için hazırlar ve hak sahihlerine: Gelin hakkınızı alın! buyurur. Kul: Onları dünyada mahvettim, alacaklarını vermedim, ben şimdi onlara bu hakkı nereden ödeyeyim? der. Allahü teâlâ meleklere: Bunun salih amellerinden alın, herkese hakkını verin! buyurur. Şayet o kimse Allah'ın sevdiği bir kimse olup bir zerre olsun fazla ameli bulunursa Allahü teâlâ onu çoğaltarak cennete kor. Şayet kötü bir insan olup kendisinde amel kalmazsa, melekler: Ya Rabbi, ameli bitti fakat daha alacaklılar var, derler. Allahü teteâlâ: Onların günahlarını alın, bunun günahlarına ekleyin, sonra da bunu cehenneme atın! buyurur..." Kul hakkından kurtulmanın en kısa yolu, kimsenin hakkını yememek, herkese yumuşak davranmak, iyilik etmektir. Nitekim hadisi şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına vermez." "Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın üzerinde, yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine götürmek isterse, hayvan oraya koşar." "Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır." Tel: 0 21
Kul hakkından kurtulmak için
6 Haziran 2010 01:00
Bir insana kul hakkı, en çok insanlarla temasında, görüşmesinde geçer. Görüşmesinde, işlerinde insanları üzerse, kırarsa, incitirse kul hakkı geçer. Bunlarla helalleşmedikçe bu haklardan kurtulamaz. Herkesle her zaman helalleşmek çok zor hatta mümkün olmadığına göre herkesle iyi geçinip, herkesin gönlünü alırsa kul hakkından, vebalden kurtulmuş olur. Bunun için dinimiz her Müslümanın güzel huylu olmasını, kimseyi üzmemesini, herkese yumuşak davranmasını emretmektedir. Bu konu ile ilgili hadis-i şeriflerinde Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaştırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir Müslümanın aybını, kusurunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onun ayblarını, kabahatlerini örter." "Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nîmet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nîmetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nîmetleri azalmaz. Bu nîmetleri Allahın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nîmetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir. " "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle melek o kimse için duâ eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı affolur ve kendisine kıyâmette nîmetler verilir. " "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse her adımında yetmiş günahı affedilir ve yetmiş sevap verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesapsız Cennete girer. " "Bir kimse, din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için hükûmet adamlarına gidip uğraşırsa, kıyâmet günü sırat köprüsünden, herkesin ayakları kaydığı zaman, Allahü teâlâ onun sür'atle geçmesi için yardım eder." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Kimseyi incitmeyen Cennette!
7 Haziran 2010 01:00
Kul hakkından kurtulmak için herkesle iyi geçinmek, herkese iyilik yapmak gerekir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemeyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!" "Bir kimse, Resûlullaha (İşlerin en iyisi hangisidir) dedi. (Güzel huylu olmaktır) buyurdu. Kalkıp, biraz sonra, sağ tarafına gelip, yine sordu. Yine, (İyi huylu olmaktır) buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, Allahın en sevdiği iş nedir, dedi. Yine, (İyi huylu olmaktır) buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli iş nedir, dedi. Hz. Peygamber, ona karşı dönüp, (İyi huylu olmak ne demektir anlayamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamaya çalış!) buyurdu. "Resûlullahtan soruldu ki, Cennete girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir? (Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır) buyurdu. Cehenneme girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir denildiğinde, (Dünya nîmetlerinden ayrılınca üzülmek, bu nîmetlere kavuşunca sevinmek, azgınlık yapmaktır) buyurdu. (Allahü teâlâdan korkmanın alâmeti, haramlardan sakınmaktır.) "İnsan, güzel huyu sebebiyle, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. [Nâfile] ibâdetler, insanı bu derecelere kavuşturamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağı çukurlarına sürükler." "Bir kimse bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikten bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbâdetlerinin sevapları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nûrlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferahlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neşeyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefaat etmek ve Cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi der." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Kimlere namaz kılmak farz değil?
8 Haziran 2010 01:00
Geçen hafta, geçerli bir imana yani, insanı ahirette Cehennem azabından kurtarıp, Cennete götürecek imandan bahsetmiştik. Ahirette imandan sonra ilk suâl, namazdan olacaktır. Kişi eğer, namazın hesabını verebilirse, diğer ibâdetler ondan sonra sorulacaktır. Yâni bir bakıma namaz barajdır. Barajı aşabilenler diğer ibâdetlerden hesaba çekilecektir. Namaz dinin direğidir. O zaman şöyle diyebiliriz: Her kim, namazını, devam üzere ve ilmihâl kitaplarında bildirildiği gibi, şartlarına uygun olarak edâ ederse, yâni kılarsa İslâm binasını dikmiş, yıkılmaktan kurtarmış olur. Yine her kim ki namazını kılmaz veya aksatırsa, dinini yıkmış olur. Peygamber efendimiz "Dînimizin başı namazdır" buyurdu. Başsız insan olmadığı gibi din de namazsız olmaz. NAMAZSIZ İMAN ÇOK ZOR Namaz, îmândan sonra en üstün ibâdettir. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Namaz kılmayana îmânsız denilemez. Ancak, namaz kılmayanın da îmânını muhafaza etmesi çok zordur... Mükellef olan yâni âkıl ve bâlig olan, yâni aklı yerinde ve büluğ, evlenme çağına gelmiş her Müslümana, her gün beş vakit namaz kılmak farzdır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Çocuk yedi yaşına geldiğinde namaza başlatmak, on yaşına geldiğinde hâlâ kılmaz ise, bu defa zorla kıldırmak lâzımdır. Namaz kılma konusunda istisna olanlar var mı, başka bir ifade ile kimlere namaz kılmak farz değildir? Bunu bir kıssa ile cevaplandıralım: Geçmişte zengin, fakat dinî bilgisi zayıf biri, bir İslam büyüğünün huzuruna varıp şunu sorar: - Hocaefendi, namaz kılmak bana çok zor geliyor, bundan kurtuluş çaresi var mı, para ile pul ile olacaksa bu konuda endişeniz olmasın! - Namaz kılması farz olmayanlar var! Hemen heyecanla sorar: - Bunlar hangileridir? - Küçük çocuklar, deliler, kâfirler, ölüler ve hayvanlar. - Hocam, bu yaştan sonra çocuk olmak istemen. Deliliğe hiç razı olamam. Kâfir olmak mı, Allah korusun. Ölmeyi ise hiç istemem. İnsan olma şerefini hayvanlığa değişmek ise akıl kârı değil. - Tercih senin! - Efendim bu anlattıklarınızdan çok daha iyi anladım ki, namazdan kurtuluş yok, aklı başında her Müslüman namaz kılmak zorunda. - Evet, şunu da unutma! Namaz, kaçılacak bir şey değil, aksine ona kavuşmak için koşulacak bir şey. Cenab-ı Hak faydasız, hikmetsiz bir şeyi emretmez. Namazın hem dünyada hem ahirette sayısız faydası vardır. Her şeyden önce Cenab-ı Hakkın emridir. Kul, emirleri yapmakla mükelleftir. NAMAZ MÜSLÜMANLIK ALAMETİ Namaz diğer ibadetlerin hülasasıdır, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Hadîs-i şerîfte, "Namaz kılmayanın, İslâmdan nasîbi yoktur!" buyuruldu. Bir insan namaz kılarsa, bu insan ile küfür arasında yol kalmaz. İkisi birbiri ile birleşmez. "Müslüman ile kâfiri birbirinden ayıran fark namazdır!" hadîs-i şerîfi, insan ile ölüm arasındaki fark, nefes almamaktır, sözüne benzemektedir. Ölmüş olan insan nefes almaz. Ölmemiş insan nefes alır. Nefes aymayan insanın ölü olduğu anlaşılır. Bu hadîs-i şerîf, namaz kılmakta tembellik edenlerin vahametini bildirmektedir. Namaz kılmak, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek, O'nun karşısında kendi küçüklüğünü anlamaktır. Bunu anlayan kimse, hep iyilik yapar. Her gün beş defa, Rabbinin huzurunda olduğuna niyyet eden kimsenin kalbi ihlâs ile dolar. Namazda yapılması emrolunan her hareket, kalbe ve bedene faydalar sağlamaktadır. Câmilerde cemâat ile namaz kılmak, Müslümanların kalblerini birbirlerine bağlar. Birbirlerinin kardeşleri olduklarını anlarlar. Büyükler, küçüklere merhametli olur. Küçükler de, büyüklere saygılı olur. Zenginler, fakîrlere ve kuvvetliler zayıflara yardımcı olur. Sağlamlar, hastaları, câmide göremeyince, evlerinde ararlar. "Din kardeşinin yardımına koşanın yardımcısı Allahtır" hadîs-i şerîfindeki müjdeye kavuşmak için yarış ederler. Şair ne güzel söylemiş: Âkil isen kıl namazı, çün se'âdet tâcıdır. Sen namazı öyle bil ki, mü'minin mi'râcıdır!
Cehenneme gidecek olanlar!
8 Haziran 2010 01:00
Cehenneme veya Cennete gidecek insanları Peygamber Efendimiz şöyle bildiriyor: "Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler. Cennete gidecek olanları haber veriyorum dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Bir şey yapmak için yemin ederlerse, Allahü teâlâ, bunların yeminlerini, muhakkak yerine getirir." "Cehenneme girmesi haram olan yâhut Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmayanların hepsi!" "Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni affetsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramayan, sormayan ahbâbını, akrabâsını gözetsin!" "Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin ortasında çağırır, 'Cennette istediğin hûrinin yanına git' der." "Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır." "İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruç tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur." "Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever." "Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir." "Selâm verirken güler yüzlü olana, sadaka verenlerin kavuştukları sevaplar verilir." "Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da, îmanı bozar." "Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekten, domuzdan daha aşağı görünür." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
Namaz, ibadetlerin en kıymetlisi!
9 Haziran 2010 01:00
Namazın önemi, kıymeti ile ilgili olarak Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu: "Ey ümmet ve Eshâbım! Tamamiyle edâsına riâyet olunan namaz, Allahü teâlânın hoşnut olduğu bütün amellerin en efdalidir. Peygamberin sünnetidir. Meleklerin sevdiğidir. Rızkın bereketidir. Duânın kabûlüdür. Melek-ül mevt arasında şefâ'atçidir. Kabirde ışıktır. Münker ve Nekir'e cevaptır. Kıyâmet gününde üzerine gölgedir. Cehennem ateşi ile kendi arasında siperdir. Sırat köprüsünü yıldırım gibi geçiricidir. Cennetin anahtarıdır. Cennette başına taçtır. Allahü teâlâ mü'minlere namazdan ehemmiyetli bir şey vermemiştir. Eğer namazdan efdâl bir ibâdet olsaydı, en önce mü'minlere onu emrederdi. Zira meleklerin kimi ayakta, kimi rükû'da, kimi secdede, kimi de teşehhüddedir. Bunların hepsini bir rek'at namazda toplayıp mü'minlere hediyye verdi. Zîra, namaz îmânın başı, gözün nûru ve Cehennemden kurtarıcıdır." Namaza devam, kalbin nûrlanmasına ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaya vesîledir. Peygamber efendimiz "Namaz nûrdur" buyurdu. Yâni, dünyada kalbi parlatır, âhirette sırâtı aydınlatır. CENAB-I HAK SÖZ VERDİ Nisâ sûresinin yüz üçüncü âyetinde, "Namaz mü'minler üzerine, vakitleri belirli bir farz oldu" buyurulmaktadır. Hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlâ, her gün beş vakit namaz kılmayı farz etti. Kıymet vererek ve şartlarına uyarak, her gün beş vakit namaz kılanı Cennete sokacağını, Allahü teâlâ söz verdi" buyuruldu. Namaz kılmanın mükafatı çok büyük olduğu gibi kılmamanın cezası da çok ağırdır. Hadîs-i şerîfte, "Bir namazı, özürsüz olarak vaktinden sonra kılan, seksen hukbe Cehennemde yanacaktır. Bir hukbe seksen senedir. Her senesi üç yüz altmış gündür. Her günü, seksen dünya senesidir" buyuruldu. Namaz diğer ibadetlerden farklıdır; farz namazı kılmamak, îmansız gitmeye sebep olmaktadır. Namazı bile bile kılmayıp, kazâ etmeyi düşünmeyen ve bunun için azap çekeceğinden korkmayan kimsenin, îmânının gideceği kıymetli kitaplarda, yazılıdır. Kazâya kalan namazı kılacak kadar vakitlerin her biri geçtikçe, bu bir namazın günâhı kat kat artar. Yâ birkaç namaz olursa, cezası çok çetin olur. Her ne pahasına olursa olsun, kılmadığımız veya kılamadığımız namazlarımızı bir ân önce, kazâ etmek ve affı için tevbe etmek, çok yalvarmak lâzımdır. Namaz kılmayanın, Allahü teâlânın büyüklüğü karşısında titremesi, erimesi lâzımdır. Namaz kılmaları için çocukların üzerinde çok hassas bir şekilde durmalıdır. Çünkü namaz, diğer ibâdetlere nazaran çok önemlidir. Hadîs imâmları, söz birliği ile bildiriyor ki: "Bir namazı vaktinde amden yâni kasten kılmayan, yâni namaz vakti geçerken namaz kılmadığı için üzülmeyen, kâfir olur veya ölürken îmansız gider." Ya namazı, hatırına bile getirmeyenlerin, namazı vazîfe tanımayanların hâli ne olur? Amel îmândan parça değildir. Yalnız, namazda söz birliği olmadı. NAMAZDAN TAM İSTİFADE İÇİN Tabiî ki, kılınan namazdan dünya ve ahiret faydalarının tam olarak sağlanabilmesi için şartlarına uygun olarak ihlasla kılınması şarttır. Bunun için de; guslün ve namaz abdestinin sünnete uygun olarak alınması lazımdır. Namazdan önce sünnete uygun ezan okunmalıdır. Camilerde sünnete uygun ezan okunmadığında (sünnete uygun okunan yok gibi) evde kendi işitecek kadar hafif sesle ezan okumalıdır. Şartlarına tam uyulmadan kılınan namaz, insanı namaz kılma borcundan kurtarır ise de, vadedilen büyük sevaplara kavuşturmaz. Peygamber aleyhisselam bir gün: - En büyük hırsız, namazından çalan kimsedir, buyurdu. - Yâ Resûlallah! Bir kimse kendi namazından nasıl çalar? diye sordular Eshabdan. O zaman buyurdu ki: - Namazın rükû'unu ve secdelerini tamam yapmamakla. Rükû'da ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin namazını Allahü teâlâ kabûl etmez. Namaza durmak istenince, önce dünya düşüncelerini, Allahü teâlâdan gayri her şeyi hâtırından çıkarıp, Rabbimizin azametini, her ân bizi gördüğünü, düşüncelerimizi dahi bildiğini göz önüne getirmeye çalışmak lâzımdır. O hâlde namazı, Allahü teâlânın gördüğünü bilerek, dikkatle, edep ve şartlarına uyarak kılmaya çalışmalıdı
Cehennemden kurtulmanın iki yolu
9 Haziran 2010 01:00
Kıyâmette azâblardan, Cehennemden kurtulmak için, iki büyük temel, yâni iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Hadis-i şeriflerde, "İnsanlar Allahü teâlânın ıyâlidir, kullarıdır. Kullarına iyilik edenleri çok sever", "Allahü teâlâ, kullarının ihtiyaçlarını yaratır, gönderir. Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nîmetlerinin kullarına ulaşmasına vâsıta olan kimsedir" buyuruldu. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sahiplerinin hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesten daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmaya çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. İnsanlara karşı yumuşak olmanın, onlara iyilik etmenin, onların işlerini güler yüzle ve tatlı dille ve kolaylıkla yapmanın Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol olduğunu bilmeliyiz!" Şeyh Abdullah Bayal buyurdu ki: "Tasavvuf, namaz ve oruç ve geceleri ibâdet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazîfesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu hâsıl eden, vâsıl olmuştur." Evliyânın başka insanlardan nasıl ayırt edilebileceğini, Muhammed bin Sâlim hazretlerinden sordular. "Sözlerinin yumuşak olması ve huylarının güzel olması ve yüzünün güler olması ve ihsânının bol olması ve konuşurken itiraz etmemesi ve özür dileyenleri affetmesi ve herkese merhametli olması ile anlaşılır" buyurdu. Ebû Abdullah Ahmed Makkarî buyurdu ki: "Fütüvvet demek, gücendiğin kimseye iyilik etmek, sevmediğine ihsânda bulunmak ve sıkıldığın kimseye güler yüzlü olmaktır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Cenab-ı Hakka kulluk etmek
10 Haziran 2010 01:00
İslam büyükleri, kul olduklarını unutmaz, başkalarının da unutmaması için gayret gösterirlerdi. Kulluğunu da; her an Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmek ve Onun Resulüne tam tâbi olmak, şeklinde ifade ederlerdi. Ubeydullahi Ahrar hazretleri buyurdu ki: "İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır." İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: "İbadet, kulluk etmek, tapınmak, yani kendini aşağılamak, alçaltmak demektir. Bütün yükseklikler, iyilikler kendisinde bulunan, hiçbir noksanlığı olmayan ve her şey, var olmak için ve varlıkta kalabilmek için, Ona muhtaç olan ve kendisi hiçbir şey için, hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herkese fayda ve zarar yalnız Ondan gelen ve Onun izni ve emri olmadıkça, hiçbir şeyin, hiçbir şeye zarar ve iyilik yapamayacağı, Ondan başka her şeyin önü ve sonu yokluk olup, hep var olana ancak ibadet olunur. İnsanlar Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. İnsanlar saadete kavuşmak için yaratılış gayelerine dikkat etmeli ve dünyaya düşkün olmaktan kaçınmalıdır. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir. Ahirette saadete kavuşmak için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı kimseler bu fani dünyaya düşkün olmayıp kulluk vazifesini hakkıyla yapanlardır. Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti, nîmetleri, ihsânları, her mahlûka yayılmıştır. Nîmetlerinin en büyüğü, kullarına saadet yolunu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Ebedî, sayısız nîmetler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sahibe, yaratana ibâdet etmek, Onun ihsân ettiği nîmetlere şükretmek elbette lâzımdır. Adalet için sahibinin hakkını gözetmek icap eder. Her insanın Yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını edâ etmesi şarttır. Ayet-i kerimede mealen şöyle buyuruldu: "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, Allah'ın azabından korunmuş olabilesiniz." (Bekara 21) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Kulluk etmeleri için yarattım!"
11 Haziran 2010 01:00
Her insan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, Allahü teâlânın yaratıcı, kendisinin yaratılmış olduğunu unutmamalıdır. Bir kimsenin, Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Bunun için büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonunun, en yükseğinin abdiyyet (kulluk) makâmı olduğunu ifâde etmiştir. Evliyânın büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî hazretleri; Mevlânâ hazretlerinin şu sözünü sık sık söylerdi: "Allahım ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Kulluktaki vazîfemi yapamadığımdan utanarak başımı eğdim. Her kul kapısından âzâd olduğunda sevinir mesrûr olur. Bense ne zaman sana tam kul olursam o vakit şad olur, neşelenirim." Ebû Bekr Verrâk hazretleri de buyurdu ki: "Allahü teâlâ bir kulundan şunları ister: Kalbin; Allahü teâlânın evine hürmet, yarattıklarına şefkat etmesi. Lisanın; Kelime-i tevhidi söyleyip, yaratıklara yumuşaklıkla muâmele etmesi. Bedenin; ibâdet ve tâatte bulunup, müminlere yardım etmesi. Huyun; Allahü teâlânın hükmüne sabır gösterip, yarattıklarına karşı halîm-selîm olması." Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Ben cin ve insanları, ancak bana kulluk etmeleri (beni tanımaları) için yarattım." (Zariyat 56) Allahü teâlâyı tanımak, için yaratıldık. Allah'ı tanımak ise, emir ve yasaklarına uymak demektir. Behaeddin Buhari hazretleri buyuruyor ki: "Bizim yolumuzdaki kimselerin şu edebi gözetmesi gerekir: Birincisi; Allahü teâlâya karşı edeptir. Yani zahiri ve bâtını ile tamamen kulluk içinde olmalı. Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmalı ve Allahü teâlâdan başka her şeyi, masivayı terk etmelidir. İkincisi; Resulullah efendimize karşı edep: Bu da iş ve hallerde Ona uymaktır. Üçüncüsü; hocasına karşı edep: Çünkü kendisinin Peygamber efendimize uymasına, hocası vasıta olmuştur. Bu bakımdan, hocasını hiçbir zaman unutmamalı
Kulluk, var oluşun gayesi
12 Haziran 2010 01:00
Hazreti Mevlana buyurdu ki: "Kulluk, insan ve insanlık açısından en büyük gerçektir. Var oluşun gayesini, hayatın mânâ ve önemini ifade eder. Kulluktan daha anlamlı bir iş insan için mevcut değildir. Kulluk nüktesinin kaybolduğu her hareket anlamsız, her ümit sonuçsuz ve her teşebbüs nihâî olarak başarısız kalmaya mahkumdur." İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: "Benî İsrâîlden birisi çok seneler ibâdet etmişti. Allahü teâlâ, bunun ibâdetlerini meleklere göstermek istedi. Yanına bir melek gönderip şöyle sordurdu: 'Daha ne kadar ibâdet edeceksin? Cennetlik olmadın mı?' Cevabında dedi ki: 'Benim vazîfem, kulluk yapmaktır. Emir sahibi Odur.' Melek bu cevabı işitince: 'Yâ Rabbî! Sen her şeyi bilirsin. O kulunun cevabını da duydun' dedi." İmam-ı Gazali hazretleri (Ey Oğul) kitabında buyuruyor ki: "Nasihatlerin hülâsası, özü, Allahü teâlâya kulluk ve itaat etmenin ne demek olduğunu bildirmektir. Tâat ve ibâdet demek, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak demektir. Yâni, bütün sözlerini ve hareketlerini Onun emirlerine ve nehylerine uydurmak demektir. Yâni her söylediğin ve her yaptığın ve söylememen ve yapmaman, hep Onun emri ile olmaktır. Şunu iyi bil ki, ibâdet şeklinde yaptığın işler, eğer Onun emri ile olmadı ise, ibâdet olmaz, belki günah olur. Eğer namaz ve oruç iseler de böyledir. Nitekim biliyorsun ki, Ramazan Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her dört günü oruç tutmak günahtır, isyân etmektir. Hâlbuki, oruç bir ibâdettir. Fakat, emir ile olmadığından günah oldu. Bunun gibi, başkasından zor ile alınan elbise içinde veya böyle bir yerde namaz kılmak da günahtır. Hâlbuki namaz bir ibâdettir. Fakat, emir ile olmayınca isyân oluyor. Bunlar gibi, bir kimsenin, nikâhlı âilesi olan bir kadın ile her türlü oyun ve latîfeler yapması ibâdettir, yâni sevaptır. Bunun sevabı hadis-i şerif ile bildirilmektedir. Hâlbuki yapılan şey oyun ve eğlencedir. Fakat emir ile olduğundan sevaptır. Görülüyor ki, ibâdet demek, yalnız namaz kılmak, oruç tutmak değildir. İbâdet demek, İslâmiyetin emirlerine uymak demektir. Çünkü, namaz ve oruç, İslâmiyete uygun olunca, ibâdet olurlar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmet
.
Kulluk itaat gerektirir!
13 Haziran 2010 01:00
Kul, gizli ve açık her zaman Allahü teâlâya itâat eder, hiçbir an O'nun emrinden çıkmaz. Kendisine kötülük edene iyilik eder, nefsin arzusuna uymaz, nîmet zamânında şükreder, şiddet zamânında sabreder. Kendinden aşağı olana ikrâm eder. Kendisiyle istişâre edenin sözünü dinler. Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî hazretlerine; "Kulu Allahü teâlâya yaklaştıran en iyi iş nedir?" dediler. Haddâd hazretleri; "Kulu, Allahü teâlâya yaklaştıran en iyi vesîle, kulun her hâlükârda dâimî sûrette O'na ihtiyaç duyması, bütün işlerde sünnet-i seniyyeye dört elle sarılması ve gıdâyı helâl yoldan temin etmesidir" buyurdular. "Kulluk nedir?" diye sordular. O; "Malı bırakıp emrolunan husûsa sımsıkı sarılmaktır. Hak aramak yerine vazîfeye koşmaktır" diye cevap verdi. "Öyleyse kerem nedir?" dediler; "Dünyâyı ona muhtaç olanlara bırakıp, Allahü teâlâya kulluğa yönelmektir" buyurdu. Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr buyurdu ki: "Allahü teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir. Arş ve Kürsî de değildir. Perde, insanın benliğidir. Bu, aradan kaldırılırsa Allah'a kavuşulur." "Kul, Allahü teâlâ için neyi terk ederse, Allahü teâlâ ona karşılık daha hayırlısını verir." Kulluk; dinini korumak, sözünde durmak, sabretmek ve kadere razı olmaktır. Âyet-i kerimede, "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, Allah'ın azabından korunmuş olabilesiniz." (Bekara 21) Peygamber Efendimiz, ilmin inceliklerini soran bedeviye buyurdu ki: - Sen ilmin başını öğrendin mi? - İlmin başı nedir ya Resulallah? - İlmin başı, Allah'ı tanımaktır. Bu da Onun; misli, benzeri, zıddı, dengi, eşi olmadığını, vâhid, evvel, ahir, zâhir ve bâtın olduğunu bilmektir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
O'nu tanıyıp kulluk etmedikçe..."
14 Haziran 2010 01:00
Son devir İslam büyüklerinden Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki: Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nîmet, hep Hakka îmanın hâsıl ettiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felaket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilme cür'etine kalkışmanın netîcesidir. Hülâsa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin, îmansızlığın, vahdetsizliğin ve sevgisizliğin netîcesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kuluk etmedikçe, insanlar, birbirilerini sevemez. Haktan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Hak teâlâdan başka her neye gönül verseniz, her neye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Onun mukâbili bâtıldır, yanlıştır ve varlığı mümkün olmayan bir yokluktur. Hadis-i kudsîde buyuruluyor ki: "Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ülûhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız
Mübarek aylar, günler ve geceler...
15 Haziran 2010 01:00
Geçen pazar, mübarek üç ayların birincisi olan Receb ayına girdik. Perşembeyi cumaya bağalayan gece de Regaib Kandili'ni idrak edeceğiz inşaallah. Asırlardır Müslümanlar, üç aylara, mübarek gün ve gecelere ayrı bir önem atfetmişlerdir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, dua ve tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibadet yapması, dua ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günün öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takib eden gecelerdir. Bu geceleri ihya etmeli, yani kaza namazları kılmalı, Kur'an-ı kerim okumalı, dua, tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günah işlememekle olur... ON MÜBAREK GECE Müslümanların on mübarek gecesi vardır: Kadir Gecesi, Arefe Gecesi, Fıtır Bayramı Gecesi, Kurban Bayramı Geceleri, Mevlid Gecesi, Berat Gecesi, Mirac Gecesi, Recep Ayı ve Regaib Gecesi, Muharrem Gecesi, Aşure Gecesi... Bu on geceden, Mevlid Gecesi, Berat Gecesi, Mirac Gecesi ve Regaib gecesine "Kandil" geceleri denir. Bildirilen bu on geceden başka, fıtr bayramının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on geceleri, Muharremin ilk on geceleri ve her cuma ve pazartesi gecesi de mübarektir. Bu gecelerin ve günlerin faziletleri hadis-i şeriflerde şöyle bildirilmiştir: "Kadir Gecesi'ni ihyâ edene, bir saatlik sevap olarak, yüz senelik ibâdet sevabı verilir." "Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tevbe, red olmaz. Fıtr bayramının ve Kurban Bayramının birinci geceleri, Şabanın onbeşinci (Berat) gecesi ve Arefe gecesi." "Allahü teâlâ, ibadetler içinde, Zil-hiccenin ilk on gününde yapılanları daha çok sever. Bu günlerde tutulan bir gün oruca, bir senelik oruç (nafile oruç) sevabı verilir. Gecelerinde kılınan namaz, Kadir Gecesinde kılınan namaz gibidir. Bu günlerde çok tesbih, tehlil ve tekbir ediniz!" "Bir Müslüman, Terviye günü oruç tutarsa ve günah söylemezse, Allahü teala, onu elbette Cennete sokar." "Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Arefe, Allahü tealanın kıymet verdiği bir gündür." "Arefe günü bin İhlas okuyanın bütün günahları af olur ve her duası kabul olur. Hepsini Besmele ile okumalıdır." "Cebrail aleyhisselam bana geldi. Kalk, namaz kıl ve dua et! Bu gece, Şabanın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihya edenleri, Allahü teala af eder. Yalnız, müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, faiz yiyenleri ve zina yapanları af etmez." "Berat Gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü, belli bir gecedir. Şabanın onbeşinci gecesidir. Kadir Gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa, kıyamet günü pişman olursunuz!" SEVAPLARA KAVUŞABİLMEK İÇİN Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: "Receb tohum ekme, Şa'ban sulama, Ramazan ise, hasat ayıdır. Yâni ekip suladığını biçip toplayacak bir aydır. Herkes ektiğini biçer. Amelinin, ibâdetinin karşılığını alır. Tohum ekmeyen, hasat mevsimi gelince pişman olur." Bir zamanda veya bir yerde veya bir şeyi okumakta, yapmakta, çok sevap verileceğini işitince, o sevaba kavuşmağı niyet ederek, düşünerek yapana, bu haber doğru olmasa bile, Allahü teala, o sevapları ihsan eder. Fakat, bunun İslamiyet tarafından yasak edilmemiş bir şey olması lazımdır. Nafile ibadetlerin sevabına kavuşabilmek için, imanda, Ehl-i sünnet itikadına sahip olmak ve farzlarda kusur olmamak ve günahlara tevbe etmek ve ibadet olarak yapmaya niyet etmek şarttır.
Gerçek hürriyete kavuşmak için
15 Haziran 2010 01:00
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr buyurdular ki: "Kul, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın ziyneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz." Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd buyurdu ki: "Kula lâzım olan şey, sünnete uygun olarak kulluğa yapışmak ve bu yolda yürümektir." Yine buyurdular ki: "Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri gelir. Eğer kul, emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanırsa, emirlerini hafif görmez." İstanbul'da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî buyurdu ki: "Kul ile Rabbi arasında olan muâmele, henüz sütten yeni kesilmiş mâsum bir çocuk ile annesi arasında olan muâmele gibi olmalıdır. Mâsum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur." Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki: "Kul, karşılaştığı her şeyi, aradığı şeyler olarak görmelidir. Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, (Hadis-i kudsîde) buyuruyor ki: "Kaza ve kaderime râzı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
.
Kulluk vazifelerini yapmak!
16 Haziran 2010 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itaat, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyacını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emredilmiştir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya faydası yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tam teslim olarak, emirleri yapmaya ve yasaklardan kaçınmaya çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç olmadığı hâlde, kullarını, emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Her şeye muhtaç olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emirleri yapmaya, candan sarılmamız lâzımdır. Dünyada biri, mevki, rütbe sahibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emir verene de faydası olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok önem ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zat verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmaya çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmaya, böyle çalışılmıyor. Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir: 1- Allahü teâlânın emirlerine, yasaklarına inanılmamıştır. (Bu ibâdetler Arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün spor, fiziko-terapi, masaj, namazın işini görmekte, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestten daha modern temizlemektedir denilmesidir). 2- Allahü teâlânın emirlerine önem vermemektir. Bu emirlerin büyüklüğünü, mevki, makam sahibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmektir. Her iki sebep ile de, ibâdet etmemenin kötülüğünü, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Kul sahibinin arzusuna bakar!
17 Haziran 2010 01:00
Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Sübeyhî hazretlerine "Allahü teâlâya karşı gerçek kulluktan soruldu. O; "Allahü teâlâya karşı gerçek kulluk, Resûlüne, sallallahü aleyhi ve sellem tam uymakla isbât edilir. Bu da, ahde vefâ, O'nun emirlerine uygun hareket, mevcûd olana rızâ, kayıp olana sabretmektir" buyurdu. Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Mağribî de kulun, Allahü teâlânın emirlerine göre hareket etmesi gerektiğini söylerdi. Kul olduğunu iddiâ edip, şahsî arzuları da bulunan kimse bu iddiâsında yalancıdır. Çünkü, kulun arzuları bulunmamalı, sâhibinin irâdesi istikâmetinde hareket etmelidir, buyurdu. Ebû Ali Cürcânî hazretleri buyurdu ki: "Bir kulun, Allahü teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket etmesi, sâlih kimseleri sevmesi, eş-dost ile güzel geçinmesi, Allah rızâsı için insanlara iyilik yapması, Müslümanların işini görmesi ve vakitlerini Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmesi, saâdet alâmetlerindendir." "Bir kulun ereceği saâdet, emredilen ibâdetleri ve tâatleri kolayca yapmasıdır. Bütün işlerinde sünnet üzere yürümeyi başarmasıdır. Sâlih kullara karşı içten sevgi beslemesi, hangi işte olursa olsun, ahlâkını değiştirmemesidir." Sırrî-yi Sekatî buyurdu ki: "Kul; nâfileleri yaparken farzları yapmayı unutursa ve bedeni ile ibâdet ederken, kalbi Allahü teâlâdan gâfil olursa, Hak teâlâdan uzaklaşır." "Kulun amellerini boşa çıkaran, kalbleri bozan, kulu en süratli helâke götüren, devamlı hüzne boğan, cezâyı çabuklaştıran, riyâyı sevdiren, ucba (amellerini beğenip güzel görmek) götüren, baş olmak hevesine kaptıran şey, insanın nefsini tanımaması, kendi ayıblarını bırakıp, başkalarının ayıblarını görmesidir." "Kul dört şeyle yükselir. Bunlar: İlim, edep, emânet ve iffettir." Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî buyurdu ki: "Kulluk, insanın, âcizliğini idrâk edip, anlamasıdır." Te
Herkes kimin kulu olduğuna bakmalı!
18 Haziran 2010 01:00
Ebû Ali Dekkâk hazretleri nasîhat isteyen birisine; "Sen kimin esiri ve mülküysen onun kulusun. Ya Cenab-ı Hakkın kulusun ya da nefsinin kulusun. Eğer, nefsin, dünyânın esiriysen, onun için her şeyini feda edersen dünyânın kulusun (ve kölesisin)" buyurdu. Osman bin Merzûk el-Kureşî hazretlerine, "Hakîki kul kime denir?" dediler. O da; "Hakîkî kul, Mevlâsı hâriç, her şeyden ümidini kesendir" buyurdu. Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye buyurdu ki: "Kul Allahü teâlânın sevgisini tattığı zaman, Allah o kulunun kusurlarını kendisine gösterir. Böylece o, başkalarının kusurlarını göremez olur." Ebül Kasım Nasrabâdî buyurdu ki: "Kul olanın kıymeti, mâbudu olan Allahü teâlâya göredir. Ârifin şerefi de mârufa (bilinene tanınana) göredir. Maddeye tapanın değeri maddeye göre, Allahü teâlâya tapanın değeri de O'na göredir. Kulluktan daha şerefli bir şey yoktur. Mümin için ubûdiyetle, kullukla ilgili isim almaktan daha mükemmel bir isim yoktur. Bundan dolayı Allahü teâlâ, mîrac gecesi Peygamber Efendimizi vasfederken meâlen; "Bir gece kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulumu (Muhammed aleyhisselâmı) Mescid-i Haramdan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya götüren Allahü teâlâ, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir" (İsrâ sûresi: 1) buyurdu. Evzâî hazretleri buyurdu ki: "Kul, dünyadaki her ânından kıyâmette hesâb ve sorguya çekilecek. Hem de gün gün, saat saat. Bu durumda, Allahü teâlâyı anmadığı bir an karşısına çıkınca, pişman olur ve kendini parçalamak ister." Muhammed bin Anân buyurdular ki: "Allahü teâlânın sevgili bir kulu, vâcibi bırakmadığı gibi, sünnetleri de bırakmamaya dikkat etmedikçe; büyük günahlardan nedâmet, pişmanlık duyduğu kadar, küçük günahlardan da pişmanlık duymadıkça, edeb makâmına yükselemez."
Kulların en aşağısı!..
19 Haziran 2010 01:00
Abdullah Harrâz hazretleri buyurdu ki: "Kulların en aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyüten, yaptığı ibâdetler sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin bile ne kadar zor olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en üstünü ve Allahü teâlâya en yakın olan Resûlullah Efendimiz bile, Allahü teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır." Eski ümmetlerde bir âbid yani çok ibadet eden kul vardı. Küçük bir adada yaşardı. Bu kimse beş yüz sene bu adada Allaha ibâdet etti. Allahü teâlâ, kendisine parmak kalınlığında kaynayan tatlı bir su ile her gün bir meyve veren bir nar ağacı verdi. Her gün bu su ile abdestini alır, susadığında içer, karnı acıktığında o bir narı yer karnını doyururdu. Bütün zamanını ibâdet ile geçiriyordu... Bu kimse Allahü teâlâdan, rûhunu secde eder vaziyette iken almasını istedi. Ve âhirete kadar bu şekilde kalmasını diledi. Dileği yerine getirildi. Sonra Allahü teâlâ, âhirette: - Kulumu rahmetimle Cennete koyunuz, buyurdu. O kimse buna itirâz edip: - Ben yaptığım amellerin karşılığı olarak cennete girmek istiyorum, dedi. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, meleklere emir vererek yapmış olduğu amellerin hesabının yapılmasını istedi. Yapılan hesapta yapmış olduğu beş yüz yıllık ibâdetin sevabının, sadece göz ni'metinin şükrü bile olmadığı görüldü. Yâni göz ni'meti, kulun yaptığı beş yüz yıllık ibâdetten daha ağır geldi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu kimsenin cehenneme atılmasını emretti. O kimse hatâsını anladı. Allahü teâlâya yalvarıp, rahmeti ile muâmele yapmasını istedi. Allahü teâlâ da kendisine acıyıp, rahmeti ile muâmele ederek, onu Cennetine koydu. Abdullah-ı Dehlevî buyurdu ki: "Nefsinin arzularına tâbi olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu olursun." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Kul, Rabbi ile alışverişte olamaz!
20 Haziran 2010 01:00
Evliyânın büyüklerinden Nesevî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâya sevap umarak veya azâbından korkarak hizmet eden, tamahını ve hasisliğini ortaya koyar. Kulun efendisine bir bedel (menfaat) karşılığı hizmet etmesi ne kötü şeydir." Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki: "Kul, Rabbi ile alışverişte olamaz. Ben şu kadar namaz kıldım sen de bunun karşılığı olarak şu kadar sevap vereceksin diyemez. Kul sadece emredileni yapar. Kulluk budur." Evliyânın büyüklerinden Semnûn Muhib buyurdu ki: "Kulluğun en güzeli, kulun Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz olduğunu bilmesidir." Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil buyurdular ki: "Nefsi için bir hizmetçi istemediği müddetçe kul, kuldur. Kendisi için bir hizmetçi istedi mi, yüksek derecesinden düşmüş ve kulluğun edeblerini terk edip sınırlarını aşmış olur. Çünkü başkasının kendisine hizmet etmesini isteyecek kadar nefsini büyük görmüştür." "Eğer bir kul ömrü boyunca bir an riyâ ve nifaksız kalırsa, o bir ânın bereketini ömrünün sonuna kadar duyar." Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiş buyurdu ki: "Kul, Allahü teâlânın sevgisini, Allahü teâlânın sevmediklerine düşman olmakla kazanır. Allahü teâlânın sevmedikleri ise, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsidir." "Kul ne ile muhabbete nâil olur?" diye sorulunca; "Habb-i fillah, buğd-i fillah ile yani Allahü teâlânın evliyâsına dost olmak, düşmanlarına da düşman olmakla" buyurdular. Alâeddîn Âbizî hazretleri, kulluk hakkında buyurdu ki: "İnsanoğluna verilen mükellefiyet ve mes'ûliyet, mahlûklardan hiçbirine verilmemiştir. İnsanın, bâzı ibâdet ve tâatları yapmasıyla iş bitmez. Bunlarla berâber, kulluğa sımsıkı sarılmak, söz söylemekte, yemek yemekte, hattâ etrâfına bakınmakta fevkalâde dikkati gerektirir. Çünkü, her söz ve hareketinden mes'ûldür, hepsinden Allahü teâlâya hesap verecektir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: m
Kulluk, âcizliğini bilmektir
21 Haziran 2010 01:00
İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, hekim ve velî Akşemseddîn hazretleri buyurdular ki: "Kulluk beş kısımdır: Birincisi; ten kulluğudur. Bu, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. İkincisi; nefs kulluğudur. Bu kulluk, nefsi terbiye etmek, ıslâh etmek, mücâhede ve nefsin istemediği şeyleri yapmak, riyâzet çekip nefsin istediği şeyleri yapmamaktır. Üçüncüsü; gönül kulluğudur. Bu ise, dünyâdan ve dünyâda bulunan şeylerden yüz çevirip, âhirete yönelmektir. Âhirete yarar iş yapmaktır. Dördüncüsü; sır kulluğudur. Bu, her şeyi bırakıp, tamâmen Allahü teâlâya dönüp, O'nun rızâsını kazanmaktır. Beşincisi; can kulluğudur. Bu kulluk, müşâhedeye ermek için kendini Allah yoluna vermekle olur..." Tâbiînin büyüklerinden, velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh hazretlerine soruldu: "Kullara verilen en kıymetli şey nedir?" O da; "Dîni bilmektir" cevâbını verdi. Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî buyurdular ki: "Kulluk, her an Allahü teâlâya muhtâc olduğunu bilmek ve O'nun Resûlüne tam tâbi olmaktır." Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî buyurdu ki: "Uzun emele dalan bir kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tövbe etmeyi sonraya bırakır. Siz böyle yapmayınız." Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî hazretleri buyurdu ki: "Kul, ibâdetlerinde doğru olursa, ummadığı yerden yardımlara kavuşur." Evliyânın meşhurlarından Ebû Abdullah Seczî buyurdu ki: "Âzâlarıyla ve kalbiyle günâh işleyip de, sâdece dili ile tövbe eden, âzâsını ve kalbini günahlardan uzak tutmayan kimse ne kötü kuldur." Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretleri buyurdu ki: "Kişi, kendi benliğinden sıyrılıp, Hak ile berâber olursa, o zaman kulluk makâmına kavuşur. Kul olabilmek pek yüksek bir makamdır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Ekin ekmeyenin hasat beklemeye hakkı yok!
22 Haziran 2010 01:00
Okullar geçen hafta yaz tatiline girdi; çocuklarımız başarılı veya başarısız bir yıllarını daha geride bıraktılar. Başarı veya başarısızlık deyince günümüzde hemen okulda gördüğü dersler ve bunlardan aldığı geçerli notlar akla geliyor. Peki başarı sadece bu mudur? Aslında başarı çocuğumuzun aldığı notlar değildir. Çünkü bu dünyanın sonu manasına gelmez; okulda başarılı olamayan hayat mektebinde başarılı olabilir, hayatiyetini daha güzel bir şekilde devam ettirebilir. Ancak başka bir başarı var ki, bundan geçerli notu alamayan için dünyanın sonudur. Bu da çocuğumuzun zaruri dini bilgilerde aldığı nottur; bu bilgileri ne kadar hayata geçirebiliyor budur esas geçerli not. Ne yazık ki, bu konuda çok lakayt davranıyoruz. Okulda başarılı olsun da dini, manevi konulardaki eksikliği bir şekilde tamamlanır, mahallenin camisine göndeririz olur biter, anlayışındayız. Yani yasak savma, vicdanımızı rahatlatma kabilinden şeyler... Çünkü, okula sık sık gidip çocuğu hakkında bilgi alma ve eve gelince derslerini kontrol etme gayretimiz, hassasiyetimiz dini konulara gelince dumura uğruyor her nedense! BEKLENMEDİK DAVRANIŞLARIN SEBEBİ Sonra da çocuğumuz, inancımıza, örfümüze aykırı bir iş yaptığında ortalığı velveleye veriyoruz; sen bizim çocuğumuz olarak bunu nasıl yaparsın, bizi el âleme nasıl rezil edersin, diye çocuğumuza olmadık aşağılayıcı laflar ediyoruz. Anne babaya, akrabaya karşı, saygısız, beklenmedik davranışlarla karşılaşınca, anne babaya böyle mi davranılır, deyip hemen ana baba hakkından bahsederiz! Ne verdin ki ne bekliyorsun; ne ektin ki ne biçmek istiyorsun! Adamın biri yanında oğlu olduğu hâlde, Hazret-i Ömer'e gelerek, - Yâ Ömer! Bu oğlum bana karşı geliyor, diyerek oğlunu şikâyet etti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, o kimsenin oğluna, - Babana nasıl karşı geliyorsun? Allahtan korkmuyor musun? Babanın, evlâdı üzerindeki haklarını bilmiyor musun? dedi. Bu sırada genç sordu: - Ey mü'minlerin emiri, evlâdın baba üzerinde hiç hakkı yok mudur? Hazret-i Ömer cevap verdi: - Olmaz olur mu hiç! Elbette vardır. Bu haklardan biri, babanın temiz ve asîl bir hanımla evlenmiş olmasıdır. Evlâdın, babası üzerindeki haklarından biri de kendisine iyi bir isim koymasıdır. Ve nihâyet, evlâdına dinini öğretmesidir, İslam terbiyesi ile yetiştirmesidir. Hazret-i Ömer'den bu sözleri dinleyen genç dedi ki: - Vallahi babam bu söylediklerinin hiçbirini yapmadı. Benim annem asîl bir kadın değildir. Dörtyüz dirhem karşılığında babamın satın aldığı Sind'li birisidir. Sonra, bana güzel bir isim değil bilâkis çirkin bir isim koymuş. Ayrıca bugüne kadar bana dinimi, İslam ahlakını öğretmedi, Kur'ân-ı kerîmden bir âyet bile öğretmedi. Gencin bu sözleri üzerine Hazret-i Ömer celâllendi. Gencin babasına dönerek, - Oğlum bana karşı geliyor, diye bana şikâyete geliyorsun. Hâlbuki o sana karşı gelmezden önce sen ona karşı gelmişsin. Önce onun şikâyet için bana gelmesi lâzımdı. Haydi git, diyerek azarladı. BAŞKA NE BEKLİYORSUN? Adamın biri de Ebû Hafs hazretlerine bir adam gelerek, "Oğlum beni dövdü, incitti" dedi. Bunun üzerine Ebû Hafs, "Ona terbiye verip, ilim, irfan öğrettin mi?" diye sordu. Adam, "Hayır" dedi. "Peki, Kur'ân-ı kerîmi ve Kur'ân ahlâkını öğrettin mi?" diye sordu. Adam yine "Hayır" diye cevap verince, oğlunun ne iş yaptığını sordu. Adam, çiftçilikle uğraştığını söyledi. Bunun üzerine Ebû Hafs adama şunları söyledi: - Belki de o, sabahleyin kalkmış, eşeğine binerek öküzleri önüne katmış, köpeğini de peşine takmış tarlaya gitmek üzere yola koyulmuştur. Kur'ân-ı kerim okumasını bilmediği için başlamıştır şarkı söylemeye. Sen de bu sırada ona çarpmışsındır, seni öküz zannedip vurmuştur. Allaha şükret ki kafanı kırmamış. Dinden, imândan, haberi olmayandan daha başka ne beklenir? Namazsız niyazsız, uyuşturucu kullanan, kadın kız peşinde koşan gençler de bunların günümüz versiyonu. Benim çocuğum böyle olmaz, yapmaz diye sakın aklınızdan geçmesin. Evinizdeki çiçeğin bile ilgilenmediğiniz zaman nasıl boynunu büküp kuruduğunu unutmayın!
Saf kulluğun dört alâmeti
22 Haziran 2010 01:00
Evliyanın büyüklerinden Zünnûn-i Mısrî hazretlerine, "İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar?" diye sordukları zaman; "İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse" cevâbını verdi. Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretleri çok ibâdet ederdi. Gönlü bir gün bile rahat olmamıştı. Nitekim; "Ey Yâkûb! Sen kulsun. Kul rahat olmaz" diye bir ses işitti. Bu zat buyurdu ki: "Kul mânevî yönden yüksek mertebelere erişip kemâle gelince, artık ona, belâ ve sıkıntılar nîmet şeklinde görünür. Çünkü, onun Allahü teâlâya olan muhabbet ve sevgisi o kadar fazladır ki, artık O'ndan gelen her şey, ona güzel ve tatlı gelir." Ebü'l-Abbâs Dîneverî buyurdu ki: "Şunu iyi bilmelidir ki, kul, Allahü teâlâdan bir şey isteyeceği zaman; kulluk vazifesini ne kadar yaptığını, O'nun kendisine ihsân ettiği nîmetlerini, emir ve nehiyleri (yasakları) husûsundaki kusurlarını düşünerek bir şey istemelidir." İmâm-ı Kuşeyrî buyurdu ki: "Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şâyet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dîninin emirlerini yapmayı terk etmem. Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O'nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam." Ukayl el-Münbecî bir gün Münbec'de bir dağ kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı. Bunlardan biri, "Sâdık bir kul olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl el-Münbecî de; "Sâdık bir kul, bu dağa hareket et dese, dağ hareket eder!" buyurdu. Evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem hazretlerine "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem; "Korktum, eğer O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da diyemem" buyurdu.
Çocuklarını yetiştirmeyenlerin vay hâline!
23 Haziran 2010 01:00
Bugün maalesef çocuklarımızı yarış atı gibi yetiştiriyoruz. Anne babanın, çocuğun bütün hedefi finiş ipinin göğüslenmesi. Bunun için de çocuklar tek yönlü olarak yetişiyorlar. Sonra çocuk büyüyüp ana babaya karşı beklenmedik bir davranış sergileyince, eyvah biz ne yaptık deniliyor fakat iş işten çoktan geçmiş oluyor. Cenab-ı Hak insanı hayvanlar gibi boşıboş bırakmamış; neyi yapacağını neyi yapmayacağını da bildirmiştir. Emirlerine uygun yaşayanlara sonsuz Cennet nimetlerini müjdelemiştir. Bu nimete kavuşabilmek için önem sırasına göre yapılacak ve yapılmayacak şeyleri öğrenmek ve amel etmek gerekir. Hayat sadece dünya hayatından ibaret değildir. Hatta bizim inancımıza göre gerçek hayat ahiret hayatıdır. Bunun için bir Müslümanın dünyadaki her işinin, her davranışının ahirete yönelik olması lazımdır. Dinini bilmeyen dine uygun hareket edemez. Dolayısıyla çocuklarımızı dünya hayatına hazırladığımız gibi ahiret hayatına da hazırlamamız bir mecburiyettir, zaruri bir görevdir. ANNE BABANIN MESULİYETİ Eğer bu ihmal edilirse, çocuklarımız sadece dünyaya yönelik yetişir. Belki iyi okulları, iyi üniversiteleri bitirebilirler fakat, bu onları hiçbir zaman mutlu kılamaz. Eksik kalan bu manevi boşluğu hayat boyu her zaman hissederler. Kendilerini ruhen ve bedenen rahat ve huzurlu hissedemezler. Her zaman huzursuz olurlar. Çoğu bu huzursuzluğun kaynağını bilemediği için de ömürleri huzur arayışı içinde geçer. Tam bir inancı yaşayışı olmadığı için de ahiret hayatı da azaba dönüşür. Buna sebep olan anne baba da, bu azaptan nasibini alır. Çünkü hadis-i şerifte; "Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz" buyurulmuştur. Her Müslüman, kendinden öncekiler tarafından kendisine emanet olarak bırakılan İslam inancını ve ahlâkını kendisinden sonra gelen nesillere aktarmak zorundadır. Bu zaruri bir görevdir. Bu yapılmazsa ecdadımızın emanetine hıyanet edilmiş olur. Gelecek nesilleri mahrum bırakmış oluruz. Vebal olarak bu bizlere yeter. Günümüzde çalışan kazanıyor. Çalışmayan kaybediyor. Hatta Müslüman diğerlerinden daha çok çalışmak zorundadır. Çünkü bugün her şey nefse, şehvete yönelik olduğu için inançsızlık ve ahlâksızlık çok hızlı yayılıyor. Bunlar bir birim çalıştığında beş birim neticesi alıyor. Müslüman ise beş birim çalışması karşılığında ancak bir birim netice alabiliyor. Bunun için en azından beraberlik sağlayabilmek için beş kat fazla çalışmamız lazım. Önce çocuklarımızı kötülüklerden, kötü yerlerden uzak tutmak, korumak zorundayız. Böyle yerlerin kapısı kötü arkadaştır. Kötü arkadaş ile böyle yerlere gidilir. Bunun için çocuğumuz kimlerle görüşüyor, nerelere gidip gelmiyor takip etmek zorundayız. En önemli vazifelerimizin başında bu gelmelidir. Bu iş hata, ihmal kabul etmez. Çoğu zaman bu yolun geri dönüşü yoktur. Ağlamak sızlanmak dövünmek fayda vermez. BÖYLE BABALARDAN UZAĞIM Çocuk, ana baba elinde bir emanettir.Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Onun için "Ağaç yaşken eğilir" demişlerdir. Bunun gibi çocuk da neye meylettirilirse, oraya yönelir. Eğer hayrı âdet eder, öğrenirse hayır üzerine büyür. Çocuklara iman, Kur'an ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadete ana-baba ve hocaları da ortak olur. Aksi yapılırsa yani dinimiz öğretilmezse o zaman vay halimize. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Çok Müslüman evladı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehenneme gidecektir. Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyif sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evlatlarına Müslümanlığı ve Kur'an-ı kerimi öğretmediler. Ben böyle babalardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Çocuklarına dinlerini öğretmeyenler Cehenneme gidecektir."
Cömertlik evliyalık alâmetidir!
23 Haziran 2010 01:00
Allah adamlarının, Allah dostlarının ortak özelliklerinden biri de cömert olmalarıdır. "Allah'ın evliyası, cömertlik ve güzel ahlâk üzere yaratılmıştır" hadis-i şerifi bunu bildirmektedir. Onlar almayı değil, vermeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. Verirken de kendilerini aşçının elindeki kepçe gibi kabul etmişlerdir. Çünkü kepçe övünmez, verdiklerini minnet altında bırakmaz! Cömertlik, hiçbir karşılık beklemeden Allah rızası için ihsanda, bağışta bulunmak demektir. Hazreti Hüseyin'in oğlu Ali buyurdu ki: "Hakiki cömert, Allah'a itaat eden kullarına Allah hakkını ödeyen, bunun karşılığında teşekkür beklemeyen ve bunu yalnız Allah için yapan kimsedir, demiştir. Hasan-ı Basri hazretlerine sorarlar: - Cömertlik nedir? - Allah rızası uğrunda servetini sarf etmektir. - Mala nasıl bağlanmalı? Malı korumak için ne yapmalı? - Onu Allah yolunda dağıtarak... - İsraf nedir? - Mal ve makam sevgisi yolunda infaktır. Peygamber Efendimiz, "Zenginleriniz cömert, ümerânız hayırlı olur ve işiniz de aranızda meşveret esasına dayanırsa, yerin üstü sizin için altından daha hayırlıdır. Eğer ümerânız, devlet adamlarınız şerli, zenginleriniz bahil, cimri olur, işiniz de kadınlara kalırsa, yerin altı sizin için üstünden daha hayırlıdır!" buyurmuştur. Peygamber Efendimiz cömertlerin cömerdiydi. Adamın gibi, Peygamber aleyhisselama gelip bir şey istedi. Peygamber Efendimiz kendisine kırk koyun verilmesini emretti. Adam kavmine döndüğü zaman; "Ey kavmim Muhammed aleyhisselâmın tebliğ ettiği İslâmı kabul ediniz! Biliniz ki o, hiçbir fakirlik endişesi duymaksızın muhtaçlara yardım ediyor!" diyerek onları Müslümanlığa davet etmiştir. Bir bedeviye "Efendiniz kim?" derler. O da, "Kötü sözlerimize dayanan, isteyene veren, cahilliklerimize göz yuman" der. Bir hikmet ehli zat da buyurdu ki: "Servetiyle ülkeler satın aldığı halde yapacağı ikram ile gönülleri satın almayan adama şaşarım." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-ma
Cömertlikte üstün derece
24 Haziran 2010 01:00
Cömertlik, kendine ihtiyacı olmayan şeyleri başkalarına vermektir. İsar ise, kendine gereken şeyleri vermektir. Yani başkalarını kendine tercih etmektir. Bunun için cömertliğin üstün derecesi olan isar büyük bir haslettir. Ancak bunu büyük insanlar yapar. Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramı överken, "Onlar, fakr-u zaruret içinde olsalar bile, diğerlerini kendilerine tercih edip öz canlarından daha üstün tutarlar" (Haşr 9) buyurmaktadır. Hadis-i şerifte de "Kendisine gerektiği şeyi, kendi arzu ve ihtiyacını tehir edip başkasına verirse, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder." Medine'nin yerlisi olan Ensar-ı kiram, Medine'ye hicret eden Müslümanlara (Muhacirlere) büyük fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Bütün mallarına onları ortak etmişlerdir. Resul-i ekrem Efendimiz, ganimetlerin taksiminde iki teklifte bulundu. Ya Ensarın evlerinden çıkıp başka bir yerde kalmaları şartı ile ganimetlerin hepsi Muhacirlere verilecek veya Muhacirler, Ensarın evinde bir müddet daha kalmak şartı ile, ganimetler Ensar ile Muhacirler arasında taksim edilecekti. Bu teklifler için Ensar-ı kiram, "Biz ganimet istemeyiz. Hepsi Muhacirlere verilsin! Onların evlerimizden çıkmalarına da asla razı olamayız" dediler. Buna Peygamber Efendimiz çok memnun oldu. Evliyanın büyüklerinden Şems-i Tebrîzî hazretlerine cömertliği sordular. Cevaben buyurdu ki: "Dört türlü sehâvet, cömertlik vardır: 1- Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2- Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3- Can cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar. 4- Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Başkasını kendine tercih ederlerdi
25 Haziran 2010 01:00
Peygamber efendimize misafir geldi. Evde yenecek hiçbir şey yoktu. Ensardan biri bu misafiri alıp evine götürdü. Onun da evinde yalnız bir kişilik yiyeceği vardı. Kandili söndürüp yemeği misafirin önüne koydu. Kendi de sofraya oturup yer gibi yapıyor, ellerini yemek kabına götürüp getiriyordu. Sabahleyin Resulullah efendimiz, ev sahibine buyurdu ki: "Bu gece misafirinize gösterdiğiniz güzel davranışınızdan Allahü teâlâ memnun olmuştur! Bunun üzerine "Onlar verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları bile olsa (muhacirleri) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar başarıya erenlerdir" ayeti nâzil oldu. (Haşr/9) Bu bakımdan cömertlik, Allahü teâlâ'nın ahlâkından biridir. Îsar ise cömertlik derecelerinin en yücesidir. Îsar ahlâkı Hazreti Peygamberin edebindendi. Hatta Allahü teâlâ buna azim, büyük diye isim vererek şöyle buyurmuştur: "Gerçekten sen pek büyük, azim bir ahlâk üzerindesin" (Kalem/4) Hazreti Âişe buyurdu ki: "Cennet cömertlerin, cehennem de cimrilerin yeridir!" Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Cömertlik iman sağlamlığından ileri gelir. İmanı sağlam olan Cehenneme girmez." Melekler şöyle dua eder: "İnfak edenin, dağıtanın malının bedelini ver, cimrilik edip vermeyenin de malını telef et!.." Cömert, gayri müslim bile olsa, Cehennemdeki azabı, diğer kâfirlerinki kadar şiddetli olmaz. Hadis-i şerifte şöyle bildirildi: "Cömert kâfir, Cehenneme girerken, Allahü teâlâ, Malike, 'Bunu, dünyadaki cömertliği nispetinde Cehennemin azabı hafif olan tarafına koy' buyurur." Cömerdin kazancı, malı bereketli olur. Cömertliği nispetinde malı artar. Misafirin rızkı ile geldiği, kırk gün bereket bıraktığı, sadaka vermekle malın eksilmeyeceği hadis-i şeriflerde bildirilmiştir. Efendimiz, "Aman cimrilikten son derece sakının! Sizden öncekileri cimrilik helak etmiştir" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Cimrilik en ağır hastalıktır!.."
26 Haziran 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Cömertlik ve cimrilik, birkaç dereceye ayrılır. Cömertliğin en yüksek derecesi îsardır. İsar demek, ihtiyacı olduğu halde vermek demektir. Mala ihtiyacı olduğu halde cömertlik yapmak nefse daha ağır gelir. Nasıl ki cömertlik bazen, ihtiyacı olduğu halde insanı başkasına verecek dereceye yükseltiyorsa, cimrilik de bazen ihtiyacı olduğu halde insanı kendi nefsinden bile esirgemeye sürükler. Nice cimri vardır ki malı kıskıvrak tutar. Hasta olur, tedaviye gitmez! Canı istediği halde paraya kıyamadığı için alıp yemez. Eğer bedava olursa yer. İşte böyle bir kimse ihtiyacına rağmen nefsine karşı cimrilik yapan bir kimsedir. Öbür kimse, muhtaç olmasına rağmen başkasını nefsine tercih eden kimsedir. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kişinin istenilen bir şeye iştahı çekerse, buna rağmen nefsini geriye itip başka bir kardeşini nefsine tercih ederse, onun günahları bağışlanır." Aişe validemiz buyurdu ki: "Hazreti Peygamber, dünyadan ayrıldığı güne kadar hiçbir zaman üç gün arka arkaya doymadı. Oysa biz isteseydik doyabilirdik. Fakat bizler başkasını kendimize tercih ederdik." İnsan verdiğinde ileride zor duruma düşeceğini, aç kalacağın düşündüğü için vermek istemez. Halbuki malımızın noksanlaşmayacağı; hatta artacağı garanti edilmiştir. Cömerdin az ibadeti, cimrinin çok ibadetinden üstün olduğu gibi, cömert cahil de, cimri âlimden üstündür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ cömerdi, gece gündüz ibadet eden cimriden daha çok sever." "Allah katında cömert bir cahil, cimri âlimden daha üstündür. Çünkü cimrilik en ağır hastalıktır." Cömerdin imanı kuvvetli, cimrinin imanı ise zayıftır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Cömertlik iman sağlamlığından ileri gelir. İmanı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik, şekten, şüpheden meydana gelir. [İmanda] şüphesi olan da Cennete giremez." Tel: 0 212 - 4
.
Cömertlik Cennete götürür
27 Haziran 2010 01:00
Sehl et-Tusterî hazretleri rivayet eder: "Musa aleyhisselam şöyle niyazda bulunmuştur. 'Ya Rabbî! Muhammed aleyhisselamın ve ümmetinin bazı derecelerini bana göster!' Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey Musa! Senin buna gücün yetmez. Fakat ben onun menzillerinden birini, büyük ve faziletli bir menzili sana göstereyim ki o menzilinden dolayı onu senden de, bütün mahlûkattan da üstün kıldım. Hazreti Musa'ya göklerin melekûtu göründü. Muhammed aleyhisselamın derecesi göründü. Hazreti Musa şöyle dilekte bulundu: 'Ya Rabbi! Sen Muhammed kulunu ne ile bu şerefe nail ettin?' Allahü teâlâ dedi ki: Mahluklar arasında hassaten ona vermiş olduğum bir ahlâktan dolayı onu bu şerefe nâil ettim. O da îsârdır. Ey Musa! Ümmet-i Muhammed'den herhangi bir kimse hayatında bir defa îsarı kullanmışsa, benim huzuruma geldiğinde onu hesaba çekmekten hayâ ederim. Ona cennetimin dilediği köşesinde yerleşme imkânını bahşederim!" Abdullah bin Câfer bahçesine gitmişti. Yolda başka birinin hurmalığına vardı. Orada çalışan siyah bir hizmetçi gördü. Hizmetçi yemeğini yemeye oturduğu zaman yanına bir köpek sokuldu. Hizmetçi ekmeği köpeğe verdi. Köpek onu yedi. Sonra ikinci ve üçüncüyü de verdi. Köpek onları da yedi. Abdullah da bakıyordu. Hizmetçiye şöyle sordu: -Günde kaç ekmek nafakan var? -İşte senin gördüğün kadar. -O halde bu köpeği neden kendi nefsine tercih ettin? -Burası köpeğin bulunacağı bir yer değildir. Muhakkak bu köpek uzun bir yoldan aç olarak gelmiştir. Ben de o aç iken doymayı iyi görmedim. -O halde akşama kadar ne yapacaksın? -Bugün bütün gün aç kalacağım! Hadis-i şerifte, "Cömertlik, dalları dünyaya sarkmış bir Cennet ağacıdır. Kim bu ağacın bir dalına tutunursa, bu dal onu Cennete götürür. Cimrilik de, dalları dünyaya sarkan Cehennem ağacıdır. Bu dalın birine yapışan, Cehenneme gider" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Cömertlik sayılmayan şeyler
28 Haziran 2010 01:00
Dünyalık ele geçirmek veya nefsin kötü arzularına kavuşmak, menfaat elde etmek için vermek cömertlik sayılmaz. Vermek karşılıksız olursa cömertlik olur. Hiçbir karşılık beklemeden dünyalık vermek malda cömertliktir. Dinde cömertlik ise, yine hiçbir karşılık beklemeden Allah yolunda, yalnız Allah sevgisi için canını vermektir. Mal, insanoğluna bir fayda için verilmiştir. O malı saklayıp faydalı bir işte kullanmamak cimrilik olur. Faydalı işler, dinin ve mürüvvetin verilmesini iyi gördüğü şeylerdir. Mürüvvet, faydalı olmak, iyilik yapmak, arzusudur. İnsanlık yiğitlik demektir. Cömertlik, hiçbir karşılık beklemeden vermektir. Muhtaçları gözetmeden vermektir. Muhtaçları gözetmek, istemeden vermek ve verdiğini azımsamak cömertliktir. Zaman icabı, ileride bir sıkıntıya düşmemek için malı, parayı saklamak, avam için cimrilik sayılmazsa da, ilim ehli salih kimseler için cimriliktir. Dinin ve mürüvvetin icaplarını yerine getiren cimrilikten kurtulursa da cömert sayılmaz. Övülmek veya teşekkür beklemek için veren de cömert sayılmaz. Biz şunu verelim, o da bana bir şey verebilir, vermezsem ayıp olur, yoksa cimri derler gibi düşüncelerle veren de cömert değildir. Cömertliğin üstün mertebesi olduğu gibi, cimriliğin de aşırı derecesi vardır. Bu da kendine gerekmeyen şeyi vermemektir. Canının istediği şeyleri almaya gücü yeterken param gidecek diye almaz. Hatta hastalansa, bedava ilaç alma yollarını arar. Bunu da bulamazsa tedavi olmaktan vazgeçer. Cimrilik ve cömertliğin ölçüsü insandan insana değişir. Mesela bazı şeyler, fakir için normal karşılanırken zengin için ayıplanır. Hikmet ehli zatlar, "Cömert verene değil, verdiğine sevinene denir" demişlerdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cömert olun ki, Allahü teâlâ da size cömertlik etsin! İyi bilin ki cimrilik küfürdendir, küfrün yeri de Cehennemdir." "Cömert, Allah'a, insanlara, Cennete yakın, Cehennemden uzaktır. Cimri ise bunun aksinedir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
Aileyi mahveden diziler...
29 Haziran 2010 01:00
Aileyi mahveden bazı diziler, çok şükür bitti; kimisi sona erdi kimisi yaz sezonuna girdi, insanımız 3-4 ay da olsa biraz nefes alacak, kendine gelecek, dizi bağımlılığından kısmen kurtulmuş olacak. Sadece Türkiye değil ülkemize yakınlık duyan Müslüman ülkeler de bu dizilerle mahvedilmekte. Dizi oyuncuları, Orta Doğu ve Balkan ülkelerine gittiklerinde kahramanlar gibi karşılanmaktadır. Ülkemizde izlenme oranı en yüksek olan bu TV dizileri maalesef; fuhşu, zinayı, yakın akraba arasındaki cinsi yakınlaşmayı, eşcinselliği meşru göstermekteler. Geçenlerde böyle dizilerin aileye zararından bahseden aileden sorumlu bakanımız günlerce topa tuttuldu. Dizi bağımlılığına sadece, liberal, entel bayanlar yakalanmış değil, inançlı kadınlar da artık bu tuzağın içindeler. Nasıl vakit geçiriyorsun sorusuna, "İki dizim, üç cüzüm var" cevapları verilmeye başladı bu çevrelerde. CEMİYET AİLENİN YERİNİ TUTAMAZ Bugün, her tarafta aileye ve aile hayatına karşı, açık veya gizli bir savaş sürdürüldüğü bilinen bir gerçek. Filmlerin, romanların, hikâyelerin, müstehcen yayınların, TV'lerin esas konusu hep aile... Ailenin lüzumsuzluğu, kadın ve erkeklerin aile kurmadan da birlikte yaşayabilecekleri ve çocuk sahibi olabilecekleri hususu, devamlı gündemde tutulmakta. Ayrıca cinsel özgürlük adı altında, fuhuş teşvik edilmekte ve bunlar, her türlü vasıtadan faydalanılarak genç dimağlara işlenmekte... Bütün bu faaliyetlerin asıl gayesinin, aileyi çözmek ve çökertmek olduğunda kimsenin şüphesi olmasın. Ailedeki sıkıntıları hafifletmek için oluşturulan kurumlar bile aileye zarar vermektedir. İnsaf sahibi fikir adamları da bu tehlikenin farkında artık. Fransız fikir adamı Paul Janet, endişelerini şöyle dile getirmekte: "Günümüzde, genel ve özel teşebbüslerle meydana gelen yoksul evleri, iş evleri, anaokulları ve kreşler, kadının, ailenin rahatı için faaliyet göstermektedirler. Fakat, ailenin yerine, cemiyetin geçtiğini ifade eden bu kurumlar, bir felâketi karşılamak için alınmış tedbirlerden ibarettir. Ancak, bu tedbirler, eninde sonunda, ailenin ihmal edilmesini, ananın, ev ile ilgilenmemesini teşvik edecek; tahminlerin üstünde fenalıklara sebep olacaktır..." Batıda, eskiden kendi rahatlıkları için kadını, köle olarak, eşya olarak görürlerdi, şimdi de süs eşyası, reklam aracı ve ticari bir emtia olarak görmektedirler. Esas maksat, zenginliklerini kullanıp, lüks ve israf içinde günlerini gün etmektir. Bunlar için kadın; birer taş bebekler gibi süslenen, içki âlemlerinde, kumarhanelerde, çılgın bir müzik eşliğinde yarı çıplak halde hoş vakit geçirme aracıdır. İşin üzücü tarafı, sözde kadın haklarını savunan, feministlerin, yayınevi, dergi ve gazetelerin, TV'lerin bu rezil hayata, kadını, oltanın ucundaki yem olarak gören kimselere alet olmalarıdır... KAPİTALİSTLERİN SİNSİ OYUNU Kadının istismar edilerek sokağa dökülmesinin ilk defa nasıl başladığı malumdur: 19. asrın ortalarına doğru, kapitalist dünyada, köle gibi kullanılan erkek işçiler, sömürüye isyan edince, kitleler halinde işten kovuldular. Bunların yerine, işe alacakları kadınların, daha uysal olacakları ve daha ucuza çalışacakları kanaatiyle kapitalistler, birdenbire "feminist" kesildiler. Sinsi bir propaganda ile de, "Kadınları, erkeklerin tahakkümünden kurtarmak gerektiğini, onların, çocuk doğurmak ve yetiştirmek gibi bir göreve mahkûm esirler olmadıklarını, onların da erkekler gibi yaşamaya hakları bulunduğunu..." savunur gözüktüler. Tarih boyunca, yapısı değişmekle birlikte aile, fonksiyonlarını, zaman ve mekânın şartlarına uydurarak devam edegelmiştir. Ailenin zayıfladığı, zedelendiği ve fonksiyonlarını yapamadığı zamanlarda, cemiyetin ahlakı bozulmuş, gayrimeşrû ilişkiler artmış, beden ve ruh sağlığı bozuk nesiller cemiyeti işgâl etmiştir... Gerçek mutluluktan uzak kalan aile fertleri, mutluluğu serserilikte, anarşide, terörde, maceralarda, antisosyal davranışlarda, alkolizmde, uyuşturucu maddelerde, suç ve cinayetlerde aramış, bunun neticesi olarak da ruhi dengesi bozuk nesiller, cemiyeti bir kanser gibi sarmıştır. Bazı yeraltı ve yerüstü teşkilâtlar da bu durumu, şu veya bu biçimde kullanmıştır. Dinimizin, örfümüzün sonraki nesillere intikalinin aile üzerinden olacağını hiçbir zaman unutmayalım!
Hep başkasını tercih ederlerdi
29 Haziran 2010 01:00
Ilk Müslümanlar, her zaman başkalarını kendilerine tercih ederlerdi. Hazreti Ömer şöyle anlatır: "Eshabı kiramdan birine bir koyun kellesi hediye edildi. O 'Benim kardeşim benden daha muhtaçtır' deyip başkasına gönderdi. Böylece onların her birisi o kelleyi diğerine gönderiyordu. Sonunda, kelle yedi evi dolaşıp yine birinci eve döndü." İmam-ı Gazali hazretleri anlatır: "Hazreti Ali, hicret gecesinde Resulullahın yatağında uyudu. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Cebrâil ile Mikâil'e vahy göndererek 'Ben ikinizi kardeş yaptım ve birinizin ömrünü diğerinizin ömründen daha uzun kıldım! Hanginiz arkadaşına uzun ömrünü bahşedecek?' dedi. Bunun üzerine her biri kendisinin daha uzun yaşamasını istedi. Allahü teâlâ onlara vahy göndererek 'Siz Ali bin Ebî Tâlib gibi olamazsınız? Onunla peygamberim Muhammed'i kardeş yaptım, O, Hazreti Peygamber'in yatağında yattı. Nefsini ona feda etti. Onun yaşamasını seçti. Bu bakımdan ikiniz de yeryüzüne inin. Onu düşmanından koruyun' dedi. Bunun üzerine Cebrail aleyhisselam Hazreti Ali'nin baş ucunda, Mikâil aleyhisselam da ayak ucunda nöbet beklediler. Cebrâil dedi ki: 'Ey Ebu Tâlib'in oğlu! Allahü teâlâ seninle meleklere karşı iftihar ediyor.' Bunun üzerine Allahü teâlâ şu ayeti gönderdi. "İnsanlardan öylesi de var ki canını, Allah'ın rızasını kazanmaya satar. Allah da kullarına çok merhamet edicidir." (Bakara/207) Hadis-i şeriflerde, "Allahü teâlâ, cömerde cömert davranır", "Cömerdin imanı kuvvetlidir" ve "En kıymetli amel, bir mümini; yemek yedirmek veya başka bir ihtiyacını görmek suretiyle sevindirmektir" buyuruldu. Her gün yemek vermekte kusur etmemek gerekir. Dünyada isim yapmış herkes, bu şöhreti ekmek vermekten elde etmişlerdir. Allah dostları misafir olmayan sofraya oturmazlardı. Abdullah bin Mesud hazretlerine, "Akıllı kimdir?" diye sormuşlar. O da demiş ki: "Malını güve düşmeyecek, hırsız almayacak yerde saklayandır, yani Allah yolunda harcayan." > Tel: 0 212 - 454 38 21
Her taş yerinde ağırdır
30 Haziran 2010 01:00
Kadını sömürmek, ondan istifade edebilmek için "eşitlik", "özgürlük" tuzağı ile sokağa çekmek isteyenler maksatlarına kavuştular. Evlerde kimse kalmadı herkes sokakta artık. Okulda, işte, camide, cenazede, yürüyüşte, mitingde... Sokağa döktükleri kadınlar o kadar ileri gittiler ki, şimdi eşitliğe de razı değiller. Halbuki, cinsleri, vasıfları farklı olanlar arasında eşitlik olmaz. Meselâ elma armuttan veya armut elmadan iyidir denemez. Çünkü cinsleri farklıdır. Onun için elma ile armut toplanmaz... Cenâb-ı Hak, kadını, erkeği farklı yaratmıştır. Fizikî yapısı birbirine benzemez. Birbirine benzemeyen iki şey, birbiri ile mukayese edilemez. Yüce Allah, kadını belli işlere, erkeği belli işlere daha elverişli olarak yaratmıştır. Kadın ile erkek iki ayrı cinstir, birbirine üstünlüğü söz konusu olamaz. Üstünlük, takvada dindarlıktadır. Kadın meselesi bütün dünyada olduğu gibi, bizde de yanlış yönden ele alınıyor... İlmî olmaktan çok, hissî sebeplerle ortaya atılan bir kadın-erkek eşitliği meselesinde kadınların hiçbir davâsı halledilemez. Çünkü başlangıç noktası yanlıştır. Kadın-erkek eşitliği altında kadına zulmediliyor aslında... Bunun için hissî olmayıp gerçekçi olmak lazım. FATURA YİNE KADINA!.. Çalışan bir karı-kocanın, akşam eve beraber yorgun argın gelip, kadının evde yemeğini yapması, ev işleri ile ilgilenmesi, erkeğin de yan gelip yatması nasıl kadın yönünden eşitsizlik ise; çalışmayan kadının evde, akşam eve gelen erkeğin eşitlik olsun diye mutfağa girmesi, ev işlerinde ona yardıma zorlanması da erkek açısından eşitsizlik olur. Böyle bir erkek günlük istirahatini yapamadığı için ertesi gün işinde başarılı olamaz. İşinde başarılı olmayan kimsenin sıkıntısı evine, yine hanımına yansır; zararı yine o çeker. Bunun için, işinin ehli patronlar, yöneticilerini işe alırken, "Ben sana bu parayı sadece, sekiz saatlik mesai için vermiyorum. Yirmi dört saatin için veriyorum. Bütün gününü satın alıyorum. Ev işleri dahil, başka bir iş ile uğraşmamanı istiyorum... Evinde istirahatini iyice yapıp sabah bedenen ve zihnen dinlenmiş olarak gelmeni istiyorum" diye şart koşarlar... Bu kuralı hiç taviz vermeden uygulayan iş adamı Vehbi Koç'tu. Damadının ağabeyi Can Kıraç, bu konuya Vehbi Beyin ne kadar önem verdiğini bakınız nasıl anlatıyor hatıralarında: "Bu davet, Vehbi Koç için de önemli bir fırsat olacaktı... Bizim yaşam şeklimizi görecek, gösterişe veya şatafata verdiğimiz önceliği anlayacak ve eşimin becerikliliğini tartacaktı. İşini teslim ettiği insanları her yönüyle tanımak, Vehbi Koç'un çok önem verdiği bir özelliği idi... Böylesine önemli bir görücüye çıkma hususunda eşim İnci'yi ikna etmem kolay olmamıştı... 'Meraklanma, yemeklerin hazırlanmasında sana yardım ederim' taahhüdünde bile bulunmuştum... Vehbi Bey'le baş başa kaldığımız bu ilk gece, tahminimizden de başarılı geçmişti... "SAKIN MUTFAĞA SOKMA!" Vehbi Bey keyifli zamanlarında yaptığı gibi ellerini dizlerine vurduktan sonra; 'Çocuklar size teşekkür ederim. Beni tahminimden daha iyi ağırladınız. İnci Hanım, senin yemeklerin de hoşuma gitti, yorulmuşsun, ellerine sağlık!' diyerek bizlere iltifat etti... İnci de, bu samimi duygulara tevazu içinde mukabele etmek düşüncesi ile, 'Beyefendi, sizi evimizde misafir etmekten onur duyduk. Sağ olun! Beğendiğiniz yemeklerin bir kısmını da Can hazırladı, benim için hiç yorgunluk olmadı!' itirafında bulunmuştu... Gecenin keyfi de bu itiraftan sonra kaçmıştı!.. Vehbi Bey'in sevinç ifade eden yüz çizgileri değişmiş, kızgınlığını belirleyen şekilde alt dudağı hafifçe aşağıya sarkmıştı... Biz, İnci ile göz göze bakarak bu ani değişikliğin sebebini anlamaya çalışmıştık. Merakımızı ve endişemizi, Vehbi Bey şu açıklaması ile gidermişti: İnci Hanım! Sen sen ol, bir daha kocanı mutfağa sokma! Erkeğin işi evinin dışında çalışmaktır. Yemek yapmasını bilmiyorsan, kocana söyle, sana aşçı tutsun!.." Şimdi, denebilir mi, Vehbi Bey, erkeği mutfağa sokmamakla kadın-erkek eşitliğini bozmuş, kadına haksızlık yapmış! Her taş yerinde ağırdır. Taşları yerinden oynatmanın kimseye faydası olmaz!.. Faydası olmadığı gibi zararı olur; yerinden oynayan taş birilerinin başına düşer!
"Cennet, cömertler yurdudur"
30 Haziran 2010 01:00
Ebu Hasan el-Antakî'den şöyle rivayet ediliyor: "Bu zâtın yanında otuz küsur şahıs toplandı. Horasan şehirlerinden Rey'e yakın bir köyde kalırlardı. Onların sayılı ekmekleri vardı. Hepsini doyurmazdı. Bunun üzerine ekmekleri parçaladılar. Çırayı söndürdüler ve yemeğe oturdular. Yemek yenildikten sonra sofranın olduğu gibi kaldığını gördüler. Çünkü onların hiçbiri ondan bir şey almamıştı. Kardeşini kendi nefsine tercih etmek için böyle yapmışlardı." Huzeyfe el-Advî şöyle anlatıyor: "Yermük Savaşında elimde biraz su olduğu halde, yaralılar arasında amcamın oğlunu arıyordum ve diyordum ki: 'Eğer amcamın oğlunda bir hayat emaresi varsa, ona su içireceğim ve yüzünü bu su ile sileceğim.' Gezerken amcamın oğlunu gördüm. 'Sana su içireyim mi?' diye sorunca bana işaret ederek içir dedi. O sırada başka bir kişinin Ah! Su! dediğini işittik. Amcamın oğlu bana 'suyu ona götürüp vermemi' işaret etti. O kişiye vardım, Hişam bin As olduğunu gördüm. Ona 'Sana su içireyim mi?' dedim. O sırada başka birinden ah diye bir ses geldi. Hişam, suyu ona götürmemi işaret etti. Ona varınca baktım ki vefat etmiş. Hişam'a döndüm. Baktım ki o da ölmüş! Amcamın oğluna geldim, baktım ki o da son nefesini vermiş! Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun!" Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî hazretlerine, "Cimri kime derler?" diye soruldu. Cevaben, "İhtiyaç ânında başkasını düşünmeyene" buyurdu. "Dünyâ ve âhiret işlerinde kardeşlerini kendisinden önde tutana ne denir?" denildi. O; "Îsâr sâhibi denir" buyurdular. Hâtim-i Esam hazretleri buyurdular ki: "Cimri birinin hastalandığı zaman sadaka dağıttığını görünce; "Allah'ım bu kulunun hastalığını devâm ettir. Çünkü bunun böyle sadaka dağıtması, kendi günahları için kefâret, fakirler için de daha faydalı olmaktadır" diye duâ etti. Buyuruldu ki: "Cömertlik, Allahü teâlânın büyük bir nimetidir. Siz cömert için üzülmeyin, çünkü o düşerken Allahü teâlâ elinden tutar, kaldırır onu." Hadis-i şerifte, "Cennet, cömertler yurdudur" buyuruldu. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Cömertliğini mezarda da sürdürdü!
1 Temmuz 2010 01:00
Arabistan'da cömertliği ile meşhûr bir adam vefât etmişti. Bu kimse sağlığında, muhtâç kimselere, yolculara çok yardım ederdi. Vefâtından haberleri olmayan yoldan gelen birkaç kişi karnımızı doyurur ümidiyle, bu zâtın kapısını çaldılar. Vefât ettiğini öğrenince çok üzüldüler. Kabrinin başına gittiler. Aç olarak orada uyudular. Yolculardan birinin bir devesi vardı. O kimse rü'yâsında, vefât eden meşhûr cömerdi gördü. Kendisine dedi ki: - Senin bu devenle benim en iyi devemi değişmek ister misin? - Evet değişirim, cevabını verdi. Sonra yine rü'yâsında develeri değiştiler. Cömert kimse, aldığı deveyi kesti. Bir müddet sonra, yolcular uyandıklarında, o kimsenin devesini kesilmiş hâlde buldular. Hemen ateş yakıp orada yediler, daha sonra da rahat bir şekilde yollarına devam ettiler. Yolda giderken bir kervana rastladılar. Kervandan birisi o devenin sâhibine ismiyle hitâp ederek dedi ki: - Filân kimseden iyi bir deve satın aldın mı? Adam şaşırmış bir hâlde: - Evet aldım, fakat o rü'yâda olmuştu, dedi. O kimse sonra şöyle devam etti: - O kimse benim babamdır. Ben de rü'yâ gördüm. Bana, "Eğer benim oğlum isen, benim bu devemi yolda karşılaşacağın filân isimli şahsa ver" dedi. Buyurun devenizi alın! Cömert kimselere, Allahü teâlânın izniyle, böyle şeyler hasıl olmaktadır. Meymun bin Mihrân buyurdu ki: "İyilik yapmadan din kardeşlerinin rızasını taleb eden, yolu şaşırmıştır." Emîr'ül-Mü'minin Ali de şöyle buyurdu: "Müslümanların hayırlısı, Müslümanlara yardım eden ve faydalı olandır!" İsâ aleyhisselâm dermiş ki: "Ateşin ve toprağın yemediği şeyi çoğaltınız." Bunun ne olduğunu kendisine sormuşlar, o da: "İyilik yapmaktır" buyurmuş. Allahü teâlâ üç şeyi çok sever: 1- Cömertlik. 2- Korkmadığı kimsenin yanında doğruyu söylemek. 3- Gizli yerlerde de Allahü teâlâdan korkmak. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Cömertlik yarışı
2 Temmuz 2010 01:00
Bir zamanların Yemen hükümdarı, oldukça cömert biri idi. Hatim-i Tai'nin cömertliğinden bahsedilmesine tahammül edemez ve onu öldürtmeye karar verir. Bu iş için yüklü bir para ile bir genç kiralar. Genç, Tay kabilesine gelir. Güler yüzlü, kendisi gibi yiğit bir gençle karşılaşır. "Çok yorgun olduğun anlaşılıyor. Bu gece misafirim ol!" diyerek evine götürür. Gece, misafirine çok ikram ve ihsanda bulunur. İyilik ve hizmet etmekten zevk duyduğu anlaşılan ev sahibi der ki: - Buradaki işin nedir, sana acaba bir yardımım dokunabilir mi? - Ey asil kişi, sen çok cömertsin, iyilikseversin, senden sır çıkmayacağı belli. Hatim isimli birini arıyorum. Onu öldürmek için geldim. Acaba tanıyor musun? Bu işte bana yardımcı olman mümkün mü? - Elbette mümkündür. Yalnız bu iş pek kolay olmaz. Dediklerime uyarsan tereyağından kıl çekmiş gibi zahmetsiz olur. Çünkü, Hatim de senin gibi yiğit biridir. Belki öldüremezsin. Ben sana onun yerini tarif edeyim. Ancak öldüremez de iş meydana çıkarsa, yerini söylediğim için beni öldürebilir. Bu bakımdan benim ellerimi, ayaklarımı bağla. Zorla söylettiğin anlaşılsın. Misafir, ev sahibinin elini, kolunu, ayaklarını iyice bağladıktan sonra sorar: - Hatim nerede? - Hatim denilen kimse benim. Madem benim başım senin işine yarayacak, ne diye onu vermeyeyim? Misafirin arzusunu yerine getirmek, gönlünü etmek benim en büyük arzumdur. Hemen öldür, kimse duymadan buradan git! Genç, neye uğradığını şaşırır. Hemen Hatim'in ayaklarına kapanıp der ki: - Sana gül yaprağı ile vuran kalleştir. N'olur beni bağışla!.. Genç, helalleşip oradan ayrılıp hükümdarın huzuruna çıkar. Olanları anlatır. Hükümdar da, iyiliksever, cömert olduğu için hatasını anlayıp tövbe ederek, "Sen verilen görevi fazlasıyla yerine getirdin" diyerek vaat ettiği altınları verdi. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Cömert olursanız, Allahü teâlâ da size, cömertçe ihsanda bulunur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Aramızda fark olsun!.."
3 Temmuz 2010 01:00
Sultan Mahmûd zamanında, ihtiyar biri hastalanmıştı. Doktora gitti. Doktor kendisine 500 dirhem (yaklaşık 1750 gr) bal yemesini tavsiye etti. İhtiyarın bal alacak parası yoktu. Ne yapayım diye düşünürken, oradan sultanın geçmekte olduğunu gördü. Yanına varıp hâlini arz etti. Sultan Mahmud vezîrine: - Derhâl bu ihtiyara yirmi beş kilo bal veriniz, diye emir verdi. Veziri hemen atılıp: - Efendim, yanlış anlaşılmasın, ihtiyar bin yedi yüz elli gr istemişti, deyince vezîrine: - Ben ne istediğini iyi duydum. O kendine göre en azını istedi. Ben de bana göre en azını veriyorum. Aramızda bu kadar fark olsun, dedi. Abdullah bin Ömer buyurdu ki: "Ben Peygamber Efendimizden sonra Hz. Muâviye'den daha cömert kimseyi görmedim. Hz. Hasan ile karşılaştığı zaman: Merhaba ey Resûlullâh'ın kızının oğlu!" diye hitab etmiş ve O'na üçyüz bin dirhem verilmesini emretmiştir. Sonra Abdullah bin ez-Zübeyr ile karşılaştı. Ona da yüz bin dirhem verilmesini emretti." Hammâd bin Seleme, ramazan günlerinde her akşam kebap yaptırır, iftara elli adam çağırırdı. Bayram günü gelince onların hepsini giydirir, her birine yüzer dirhem de nakit verirdi. Çocuğuna Kur'ân-ı kerim öğretene, her ay otuz altın verirdi. Bir gün elbisesinin bir düğmesi düş-müştü. Dikmesi için terziye götürdü ve otuz gümüş para ücret verdi. Üstelik terziden özür dileyerek ayrıldı. Şöyle derdi: "Eğer muhtaçların hacet dileği olmasa, hiçbir şeyde sevap ümidim olmazdı." Bir kadının dilendiğini gördüğü zaman, ona kıymetli elbiseler ve çok sayıda para yardımı yapar ve; "Artık bunlarla bu kadın evlenebilir; insanlardan onunla evlenmeye bir heves eden bulunur da kadıncağızı kurtarmış oluruz" derdi. Abbas bin Dehka şöyle anlatıyor: "Bişr-i Hafî hariç, hiç kimse dünyaya geldiği gibi, dünyadan çıkmamıştır. Şöyle ki: Hasta yatıyordu. Bir kişi gelip ihtiyacını söyledi. O gömleğini çıkarıp adama verdi. Emanet olarak gömlek aldı ve o emanet aldığı gömlekle can verdi." > Tel: 0 212 - 45
"Cömert olmayan şeyhliğe kalkışmasın!"
4 Temmuz 2010 01:00
Adamın biri Said bin el-Âs'a gelip yardım istedi. O, "Beşyüz veriniz!" diye emretti. Hizmetçisi, "Efendim, gümüş para mı, altın para mı vereceğiz?" diye sordu. O dedi ki: "Ben gümüş para verilmesini niyet ederek söylemiştim. Mademki tereddüt edip sordun, altın para veriniz." Dilenen adam ağlamaya başladı. Sâid de neden ağladığını sordu. Dilenen adam; "Senin gibi bir zatın toprak altına konulacağını ve bedeninin toprak olacağını hatırladım da ona ağlıyorum" diye karşılık verdi. Sa'd bin Ubâde buyurdu ki: "Allahım! Bana kendisiyle cömertlik yapabileceğim mal ver!" Kulun kendisiyle cömertlik yapabileceği mal istemesi, çok yerindedir. Çünkü onun tek başına yapabileceği iyilik malla olur. İmam-ı Şarani hazretleri, şeyhlik davasına kalkışanlara şöyle seslendi: "Sakın onların ahlâkı ile ahlâklanmamışken şeyhlik davasına kalkışmayın. Unutmayın ki onlar kerem, cömertlik, mürüvvet ve iyilik sahibiydiler. Nice büyük servetleri Allah rızası için verdiler de kendilerini yine başkalarından üstün görmediler. Onlardan birinin, sırtındaki gömleği iki parça ederek bir parçasını din kardeşine verdiği bile oluyordu. Deniliyor ki, Hazreti Ali bir gün ağladı. Kendisine "Seni ağlatan nedir?" diye soruldu. Cevap olarak şöyle dedi: "Yedi günden beri bana misafir gelmedi. Korkuyorum ki, Allahü teâlâ beni rezil etmiş olsun!" Ebu Said el-Hudrî Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır. Fazileti, kullarımın şefkatlilerinde arayın ki onların sayesinde yaşayın! Çünkü ben rahmetimi onların kalbine koydum! Şefkati, kalpleri katı olanlardan istemeyin. Çünkü ben onların kalplerine öfkemi koydum." "Allahü teâlâ, cömert kulu kaydıkça onun elinden tutar." "Rızık yemek yedirene devenin gırtlağına saplanan bıçaktan daha süratle varır. Allahü teâlâ, yemek yedirenle meleklerine karşı iftihâr eder." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
Müslümanın Müslümandaki hakkı
5 Temmuz 2010 01:00
Abdullah bin Ömer hazretlerine "Müslümanın Müslümandaki hakkı nedir?" diye sorduklarında, "Kendi karnını doyurup da din kardeşini aç bırakmamaktır!" buyurdu ve şöyle devam etti: "Ve kendisi giyinip din kardeşini çıplak bırakmamak; onun için gümüş ve altında cimri olmamaktır." Hazreti Hasan bir şey isteyeni geri çevirmezdi. Bir defasında adamın biri ondan istekte bulunmuştu. Ona onbin dînar verilmesini emretmiştir. Bu şahıs: "Yâ Hasan, ben bunu koyacak bir şeye sahip değilim" demek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine başına sardığı şalı ona vermiştir. Bekir bin Abdullah el-Müzenî derdi ki: "Malımın en sevimlisi, din kardeşlerime kendisiyle iyilikte bulunduğum maldır. En çirkini de geride bıraktığım maldır." Onlar, din kardeşlerinden biri borcunun ödenivermesini talep ettiği zaman severek onun borcunu ödedikleri gibi, "Yazık bize! Din kardeşimizin halini sormayı ihmal etmişiz de, kendisini, borcunun ödenivermesini talepte bulunmaya mecbur kılmışız" diyerek üzülürlerdi. İbnü'l-Mukanna'nın bir komşusu vardı. Borçlarını ödeyemediği için evini satılığa çıkarmıştı. Buna muttali olan İbn'ül-Mukanna, komşusuna evinin değeri kadar para göndermiş ve; "Sakın evini satma, çünkü senin bu evden faydalandığından daha çok biz de faydalanıyoruz" demiştir. Eshâb-ı kirâm arasında biri, bir din kardeşine bir şey hediye eder, o da diğerine hediye ederdi. Aynı hediyenin elden ele dolaşarak ilk hediye edene döndüğü de olurdu. Üstelik onlar bunu, ona muhtaç olduğu halde yapıyorlardı, fakat din kardeşlerini kendilerine tercih ediyorlardı. İçlerinden biri fakir olduğu halde evlendiği zaman, kadın tarafına verilecek mehri onun namına ödüyorlar ve kendisine de bir senelik nafaka yardımı yapıyorlardı. Bununla onlar, hem onu sevindirmek hem de geçim sıkıntısı yüzünden düçar olacağı üzüntülerini gidermek istiyorlardı. Nitekim evlenenlerin çoğu bu sıkıntıya maruz kalmaktadır... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e
Cahil cömert cimri âlim
6 Temmuz 2010 01:00
Yusuf aleyhisselâm, kendisine bir ihtiyaç sahibi geldiğinde verecek bir şey bulamadığı zaman kapı kapı dolaşır, onun ihtiyacının giderilmesine yardımcı olurdu. İlk devir Müslümanları da, içlerinden birinin hizmetçisi vefat ettiği zaman ona bir hizmetçi gönderirler, o da onu sükûtla kabul ederdi... Din kardeşlerinden birinin borçlu olduğunu öğrendikleri zaman, kendisine danışmaksızın onun borcunu hemen öderlerdi. Borcu ödenmiş olan da bunu haber alınca, sükûtla karşılardı. Sanki borcunu kendi malından ödemiş gibi. Zira o, borcunu kapatıveren din kardeşinin bu işi nasıl severek ve samimiyetle yaptığını biliyordu.. İbrahim et-Teymî hazretleri kimsesiz fakirleri toplar, mescide götürür ve; "İbâdetinizi yapınız, ben sizin hizmet ve yükünüzü çekerim" derdi. Basra valisi İbni Abbas'a, Allah dostu bir kimsenin kızını evlendireceğini fakat düğün için parası olmadığını söylediler. Bu söz üzerine İbni Abbas kalktı. Ellerinden tutarak onları evine götürdü. Bir sandık açtı. Sandıktan altı kese para çıkardı. Onlara 'Bunları götürün!' dedi. Onlar da parayı alıp götürdüler. Daha sonra İbni Abbas 'Biz o kişiye iyilik yapmadık. Onu oruç ve ibâdetinden alıkoyacak şeyler verdik. O malı geri getirin. Biz kızın çeyizini temin etmekle ona yardımcı olalım. Dünyanın, Allah'ın kullarından birini, Allah'a ibâdetinden meşgul edecek kadar değeri yoktur! Allah'ın velî kullarına hizmet etmekten bizi alıkoyan kibir ve gurur da bizde yoktur' dedi. Ebu Hüreyre rivayet eder. Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: "Cömert bir kimse Allah'a yakındır. İnsana yakındır. Cennete yakın ve cehennemden uzaktır. Cimri bir kimse de hem Allah'tan, hem insandan, hem de cennetten uzak ve cehenneme de yakındır. Câhil bir cömert, Allah katında cimri bir âlimden daha sevimlidir. Hastalığın hastalığı cimriliktir." "İyilik ehli bir kimseye de, iyilik ehli olmayana da iyilik yap! Eğer ehline tesadüf ederse ne âlâ! Eğer ehline tesadüf etmezse muhakkak sen iyilik ehlindensin." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
Tesettür başı örtmekten ibaret değildir
6 Temmuz 2010 01:00
Kuralsızlık, ölçüsüzlük, kural tanımazlık ne kadar kötü bir şey... Kurallar insanlar içindir; insanların rahat ve huzuru içindir. Özgürlük için insanlar bu huzuru tepiyorlar. Halbuki tam bir özgürlük yoktur insan için. Tam özgürlük insanlarda değil hayvanlarda vardır. Günümüz insanı hem inancından hem de serbest yaşayışından vazgeçmek istemiyor. Halbuki din, inanç bir kurallar manzumesinden ibarettir. Kişinin her istediğini yapması hem de inançlı kalması mümkün değildir. Çünkü inandığı gibi yaşamayan kimse, bir müddet sonra yaşadığı gibi inanmaya başlar. Yaptıklarını din olarak görmeye başlar. En azından yaptıklarını meşru görür, din dışı görmez. Bu da inançlı bir kimseye kötülük olarak yeter. Son yıllarda, kadınların giyim kuşamında, kılık kıyafetinde bir curcuna yaşanıyor... Kapalısı da açığı da ne yapacağını şaşırmış bir halde. Ölçüsüzlük hat safhada. Açığına bakıyorsun, neresini açacağını şaşırmış; kimisinin bir omuzu açık diğeri kapalı, kimisi göbeğini açmış kimisi sırtını... Açığı tercihini yapmış. Kapalı kadın da tercihini yapmış; ancak inançlı kadın yaptığı tercihin şuurunda değil. Çünkü: KAPALI FAKAT... Kadın kapalı, eşarplı, parlak, desenli pardösüsünün etekleri yerleri süpürüyor fakat, öyle daracık ki bütün vücüd hatları ortada. Sokakta öyle tak tak...yürüyüşü var ki, arkadan uygun adımlı bir asker geliyor zannediyorsun. Kadın kapalı fakat, sokağa çıkarkan öyle parfüm sürünüyor ki, daha beş metreden kokusunu alıyorsunuz. Kendisi asarsörden çıkıyor fakat kokusu ancak yarım saat sonra asansörü terk ediyor. Hele sokakta; sigara içmeleri, cak cak sakız çiğnemeleri, yalayarak dondurma yemeleri çirkin bir manzara. Kadın kapalı fakat yolda, parkta, markette hemcinsleri ile karşılaştıklarında ses desibeli ölçüsüz, sanki evde kendi aralarında konuşuyorlarmış gibi rahat, kahkahalar, gülmeler, şakalaşmalar. Son model arabalarla fink atmalar. Okumuşluğun, kariyer sahibi olmanın verdiği cesaretle evde dikleşmeler. Kadın kapalı hatta çarşaflı, yüzü bile zor görünüyor fakat neredeyse on parmağından on yüzük, kolundaki bileziklerin şangırtısı on metreden işitiliyor. Alışverişte para ödemelerinde bileziklerin, yüzüklerin parıltısı kasiyerin yüzünü aydınlatıyor. Kadın başını kapatmış fakat, gerdanı açık, altın kolyesi parlıyor; kolları açık, daracık kot pantolonu ile vücut hatları ortada. İş yerlerindeki helalarda kadın bölümünü göstermek için kullanılan etekli kadın resmini kaldırmak lazım; çünkü artık etekli kadın kalmadı herkes pantolonlu!.. Kadın kapalı fakat, eşarbı, güneş gözlüğü bilmem ne marka, makyajı, zarafeti, şıklığı bir numara. Elbisesi renk cümbüşü, yüz metre ileriden ben buradayım diye parlıyor. Belki de açık olsa bu kadar dikkati çekmeyecek, cazip olmayacak. Kadın kapalı, yaşlı başlı; o TV senin bu TV benim dolaşıyor; yaşlarına bakmadan gittikleri TV'lerde çifte telli oynamaktan da geri kalmıyorlar. Kadın kapalı, fakat sokaktaki yürüyüşü, edası, salına salına yürüyüşü ve süsüyle, giyinişiyle ben buradayım diye bas bas bağırıyor. Genç kız kapanmış fakat, parkta erkek arkadaşı ile sarmaş dolaş. Kadın kapalı fakat, evinde, kocasına, ana babasına göstermediği kibarlığı, inceleği, nazikliği sokaktaki erkeğe fazlasıyla gösteriyor. Halbuki tam tersi olması lazım, evde nazik kibar, dışarıda ciddi ve sert. Tesettürün esasları: Örtülecek yerleri örtmek, vücut hatlarını belli etmemek, sade olmak, dikkati çekecek renk ve tarzda olmamak. Zaruretsiz sesini duyurmamak. "ÖRTÜLÜ OLAN ÇIPLAKLAR!.." Bu ölçülere uymayanlar için Peygamber Efendimiz "Örtülü olan çıplaklar" ifadesini kullanmaktadır. Tesettürün, giyinmenin bir hikmeti, gayesi vardır. Bunun başında da; kadının teşhir edilmemesi, gözden ırak olması, zaruret olmadıkça sesini duyurmaması, erkeklerin arasına karışmaması, sokağa çıktığında giyinişinin sade olması, dikkati celbedici giyim ve hareketler içinde bulunmaması, tahrik edici olmaması... gerekir. Nitekim Tergib'te bildirildiğine göre: Hz. Fâtıma'ya sorarlar: "Kadınlar için en iyi olan nedir?" cevâbında, "Yabancı erkeklerden uzak durmalarıdır" buyurur. Âişe validemize, kadın sokağa çıkmak zorunda kaldığında nasıl olmalı diye sorulduğunda; başörtüsünün üstüne eski bir örtü almalı, belini büküp yeni elbise giymemelidir. Konuşmasının düzgün olmaması için ağzına bakla gibi bir şey koymalıdır, buyuru
Kadının örtünmesinde şekil ve sınırlar
7 Temmuz 2010 01:00
Kadının tesettürü, örtünmesi hicretin üçüncü senesinde gelen, (Ahzâb) ve beşinci senesinde gelen (Nûr) sûrelerinde emrolundu. Kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerlerini örtmeleri emredildi. İnce olup içindeki uzvun şekli veya rengi görünen kumaş, yok demektir. Avret yerini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır. Yalnız iken kılarken de, örtmek farzdır. Temiz elbisesi bulunan kimsenin karanlıkta, yalnız iken de çıplak kılması câiz değildir. Kadınların, namaz dışında, yalnız iken, diz ve göbek arasını örtmesi farz olup, sırtını ve karnını örtmesi vâcib, başka yerlerini örtmesi edebdir. Kadınların, yabancı erkeklerle, ihtiyaç olduğu zaman, fitneye sebep olmayacak şekilde, sert ve ciddi konuşması câizdir. Kadınların, başı, saçı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları ve yabancı erkeklere; lüzûmsuz yere, seslerini duyurmaları, erkekler arasında Kur'an-ı kerim, mevlid okumaları büyük günahtır. BELLİ BİR ÖRTÜ EMREDİLMEDİ Kadınların, kızların ince, dar veya kürklü örtü ile ve küpe, gerdanlık gibi zînet eşyası açık olarak ve erkekler gibi giyinerek ve saçlarını erkekler gibi tıraş ederek sokağa çıkmaları haramdır. Bunun için, geniş bile olsa, pantolon ile örtünmeleri de câiz değildir. Çünkü pantolon, erkek elbisesidir. (Tergîb-üs-salât)daki hadis-i şeriflerde, "Örtülü olan çıplaklara ve erkek gibi giyinen kadınlara ve kadın gibi giyinen, süslenen erkeklere lânet edildi." Geniş manto ile örtünmek âdet olan yerlerde, kadının bununla örtünmesi lazımdır. Başka örtülerin âdet olduğu yerlerde bunlarla örtünmesi caiz olur. Geniş, uzun manto, kalın baş örtüsü ve uzun çorap, tesettür şartlarına daha uygundur. İslamiyet, kadınların örtünmesi için belli bir örtü emretmedi. Çarşafla örtünmek yaygın olan yerde çarşaf da giyilebilir. Osmanlılar ve önceki İslam devletlerinde, iki türlü kadın kıyâfeti vardı: Birincisi, hür İslâm hanımlarının örtüleri. Bunlar, yüzlerinden ve ellerinden başka, her yerini tamamen örterlerdi. İkincisi, câriye yâni, hizmetçi kadın kıyâfeti olup, erkeklerin yanında, başlarını, saç, boyun, kol ve bacaklarını örtmeleri lâzım değildi. Bazıları (İslâmiyetin başlangıcında kadınlar örtünmezdi. Peygamber zamanında, Müslüman kadınları, başları, kolları açık gezerlerdi. Sonradan, kıskanç din adamları, kadınların örtünmelerini emrettiler. Kadınlar, sonradan kapandı) diyorlar. Evet, kadınlar açık gezerdi. Allahü teala, yukarıda bildirdiğimiz hicab âyetlerini göndererek örtünmelerini emreyledi. Bu emirden sonra Resûlullah zamanında, hür kadınlar, bütün bedenlerini örttüler. Bir kadının, cariye olmayıp, hür hanım olduğu, her yerini örtmesinden belli olurdu... Kadınların açık ve süslü olarak sokağa çıkmaları haram olduğu gibi, yabancı erkeğin bulunduğu yerlere böyle girmeleri de haramdır. Kadının, evde kocasına karşı süslenmesi vaciptir. Dışarıda başka kimselere süslenmeleri haramdır. NEFİSLERİNİN PEŞİNDE KOŞANLAR Yalnız keyiflerini, zevklerini düşünenler, zevklerine kavuşmak için, başkalarının zarara, felakete düşmelerinden çekinmeyenler diyorlar ki: (Umacı gibi örtünmüş kadını görmek, insana sıkıntı veriyor. Süslü, açık, güzel kadına, kıza bakmak ise, insana ferahlık, neşe veriyor. Güzel bir çiçeğe bakmak, koklamak gibi tatlı oluyor.) Hâlbuki, çiçeğe bakmak, onu koklamak ruha tatlı gelmektedir. Ruhun Allahü teâlânın varlığını, büyüklüğünü anlamasına, Onun emirlerine uymasına sebep olmaktadır. Kokulu, tuvâletli, açık kıza bakmak ise, nefse hoş gelmektedir. Kulak, renkten zevk almaz. Göz de sesten zevk almaz. Çünkü, anlamazlar. Nefis Allahü teâlânın düşmanıdır. Onun zevklerinin sonu yoktur. Kıza bakmakla doymaz. Onunla buluşmak, her zevkini yapmak ister. Bunun içindir ki, bütün kanûnlar, nefislerin taşkınlıklarını önlemektedir. Nefsin taşkın zevkleri, insanı sefâlete, hastalıklara, âile fâcialarına, felaketlere sürüklemektedir. Allahü teâlâ, bu fâcialara mani olmak için, kızların açılmalarını, yabancı erkeklere yaklaşmalarını, içkiyi, kumarı yasak etmiştir. Nefislerinin esîri olanlar, bu yasakları beğenmiyorlar. Nefislerinin peşinden gidiyorlar. Bunun için de dünyada başları beladan kurtulmuyor. Bir türlü rahat huzur yüzü görmüyorlar. Siz sahte, yapmacık gülmelere, tebessümlere bakmayın!..
Cennete girmelerinin sebebi...
7 Temmuz 2010 01:00
Hatem-i Tai, sadaka-i cariye olarak, yolcular için bir misafir odası yaptırdı. Misafirlerin kolay görülmesi için de kırk tane pencere yaptırdı. Hatem öldüğü zaman kardeşi "Ben kardeşimin yaptığının aynısını yaparım, onun gibi cömert olurum" dedi. Bir gün bir yolcuya, pencerenin birinden bir lira verdi. Yolcu diğer bir pencereden de bir şeyler istedi. O da yine verdi. Yolcu, üçüncü pencereden sonra, dördüncü pencereye gelince, Hatem'in kardeşi, kızıp köpürdü. Yolcu, "Senin kardeşin her gün bu pencerelerin hepsinden bana ihsanda bulunurdu. Halbuki sen bir günde dördüncü defada kızmaya başladın. Sen kardeşin gibi olamazsın" dedi. Alvarlı Muhammed Lütfi de çok cömert idi. Herkes ve bilhassa varlıklı kimseler kendisine hediyeler gönderirdi. Fakat o bunlara hiç elini sürmezdi. Bunları minderin altına kor, evlenmek isteyenler, borcunu ödeyemeyenler ve cenâze masrafları vs. gibi sebeplerle kendisine gelenlere dağıtırdı. En büyük zevki hediyeleri lâyık olduğu yere ulaştırmaktı. Bâzan sohbetleri esnâsında üzerindeki en büyük parayı ortaya çıkardıktan sonra, çevresinde bulunanlara da; "Şuraya biraz para koyun!" derdi. Etrafındakiler de paralarını koyduktan sonra bunları toplatır, mahallin ileri gelenlerine veya muhtarına ihtiyaç sâhiplerine ulaştırmaları için gönderirdi. Resul-i Ekrem, götürülen düşman esirlerinin, birini işaret edip bırakılmasını emredince, Hz. Ali, sual etti ki: "Bunların hepsi düşman, hepsinin suçu da bir, bunu niçin istisna ediyoruz?.." Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Cebrail aleyhisselam geldi, bunu bırakmamı; çünkü bunun cömert olduğunu, cömertliği Allahü teâlânın hoşuna gittiğini söyledi." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Muhakkak ki ümmetimin halis kullarından bir grup, cennete namazla, oruçla girmiş değildirler. Fakat cennete nefislerinin cömertliği, gönüllerinin selâmeti ve Müslümanlar için yapmış oldukları nasihatten dolayı girmişlerdir." "Cennette 'cömertler köşkü' vardır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
Hangisi daha cömert
8 Temmuz 2010 01:00
Cömertliği dillere destan olan Hatim-i Tai'ye derler ki: - Kendinden daha cömert birini gördün mü? - Evet gördüm. - Kimmiş o? - Yetim bir gence misafir olmuştum. Bana bir koyun kesip ikram etti. Koyunun bir yeri çok hoşuma gitti. Yemin ederek "Burası çok lezzetliymiş" dedim. Genç, dışarı çıktı. On koyunu varmış. Birisini daha önce kesmişti. Dokuzunu da şimdi kesmiş. Benim sevdiğim kısımları pişirip önüme getirdi. Ben olanların farkında değildim. Giderken kapının önündeki kanları görünce sitemle sordum: - On koyunun onu da kesilir mi? - Sübhanallah bunda şaşılacak ne var? Bir şey sizin hoşunuza gitmiş. Bunu yapmak da benim gücüm dahilindedir. Bunu sizden esirgemem hiç uygun olur mu? Bunu dinleyen arkadaşları tekrar sorarlar: - Yetim gencin ikramına karşılık siz de ona bir şey verdiniz mi? Hatim-i Tai der ki: - Verdim ama pek mühim sayılmaz. - Ne verdiniz? - Üç yüz deve ile beş yüz koyun. - O halde sen ondan daha cömertsin. - Hayır o genç benden daha cömerttir. Zira o malının tamamını verdi. Ben ise malımın çok azını verdim. Bir fakirin, yarım ekmeğinin tamamını misafire vermesi mi mühimdir, yoksa bir zenginin sürüsünden bir deveyi misafirine ikram etmesi mi? Rebî, Humeydî'den şöyle rivayet ediyor: 'Şâfiî, Yemen'in San'a şehrinden Mekke'ye 10.000 dinarla geldi. Mekke'nin dışında bir yerde çadırını kurdu. O 10.000 dinarı bir elbise üzerine serdi. Sonra kendisinin yanına gelene o dinarlardan bir avuç alıp veriyordu. Öğle namazını kılıncaya kadar böyle devam etti. Öğleyin elbiseyi üzerinde birşey olmadığı halde silkti'. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Üç haslet vardır. Onlar helâk edicidirler. İtaat edilen cimrilik, arkasından gidilen hevâ-i nefis ve kişinin kendini beğenmesi!" "Câhil bir cömert, Allah katında, cimri bir âbidden daha sevimlidir" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
En sevdiği atını feda etti
9 Temmuz 2010 01:00
Peygamber efendimizden önce yaşamış olan Hatim-i Tai, cömertliği ile meşhur bir şair idi. Onun ülkesinde at eti yenirdi. Hatim-i Tai'nin pek çok atı vardı. Atının biri, dillere destan olacak kadar her bakımdan mükemmel bir Arap atıymış. Çok hızlı koştuğu için adını Rüzgarayak koymuşlar. Zamanın hükümdarı, Hatim'in söylendiği gibi gerçekten cömert olup olmadığını öğrenmek ister. Gözde veziri ile istişare edip, bütün servetine bedel olan Rüzgarayak isimli atını istemek için on kişi gönderir. Eğer bu seçkin atı vermezse, cömertliği anlatılanlar gibi olmadığı anlaşılacaktır. On kişi, kendilerini tanıtmadan bir gece Hatim'in evine misafir olurlar. Hatim, hemen bir at kestirip ziyafet hazırlatırken, yorgunluklarını gidermek için misafirlere yıkanacak yeri gösterir, yeni çamaşır ve elbise verir. Muazzam ziyafetten sonra, on kişi kendilerini tanıtıp, hükümdarın arzusunu bildirirler: - Hükümdarımız, ünü cihana yayılan Arap atınızı istiyor. Hatim bir ah çekerek der ki: - Aaah ki ah... Beni en ince noktadan vurdunuz. Elimi ayağımı bağladınız. Tek bütün servetimi isteyin de Rüzgarayakı istemeyin benden. Hatim'in böyle söyleyip ağlaması üzerine gelen heyet, Arap atının çok kıymetli olduğunu anlayıp derler ki: - Ey cömert insan, nasıl iştir bu, canını veriyorsun da, bir atı vermiyorsun? Anlaşılan atın bütün servetinden, hatta canından daha kıymetliymiş. - Hayır öyle değil. Gece aniden misafir geldiğiniz için, adamlarım otlağına gidip at getirinceye kadar, belki sabah olurdu. Misafirlerim aç uyuyacaklarına evim başıma yıkılsa daha iyi olurdu. Onun için çok sevdiğim Rüzgarayakı kesmek zorunda kaldım. Misafirin gönlünü hoş etmek, en ünlü atımdan, servetimden, hatta canımdan daha kıymetlidir. Hatim, defalarca özür diledi. Misafirleri uğurlarken, her birine birer Arap atı ile birer kese altın verdi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Firavun'un ölümünün gecikmesi
10 Temmuz 2010 01:00
Firavun, kötülüklerinin yanında cömert de davranıyordu. Her gün 4.000 koyun, 400 sığır, 200 deve kestirir, bu oranda helva, tatlı, salata hazırlatır, bütün Mısır halkı ve ordu bu sofrada her gün yemek yerdi. Firavun, böyle sofra sayesinde 400 yıl yaşadı. Hz. Musa "Ya Rabbi, Firavun'u helak et" diye dua etti. Hak teâlâ, Hz. Musa'ya buyurdu ki: "Suda helak edip onun bütün malını senin kavminin ve askerinin rızkı yapacağım" Hz. Musa, Allahü teâlânın vaadinin gerçekleşmesini beklemeye başladı. Fakat aradan birkaç yıl geçmesine rağmen, Firavun hep ayakta duruyor, o sapıklıkla zaman geçiriyordu. Hz. Musa, 40 gün oruç tuttuktan sonra Tur-i Sina'ya gitti; Hak teâlâya şöyle yalvardı: - Ya Rabbi, Firavun ilahlık davasını bırakmıyor; onu ne zaman helak edeceksin? Allahü teâlâ buyurdu ki: -Ya Musa, senin için onu hemen helak etmem gerekiyor. Bir milyon insan için, helak etmemem gerekiyor. Herkes her gün onun nimetini yiyor; üstelik asayiş yerindedir. İzzet ve celâlim üzerine yemin ederim ki, benim kullarıma ekmeği ve nimeti bol olduğu müddetçe, ben onu helak etmem. - Ya Rabbi, vaadin ne zaman tahakkuk edecektir? - Ya Musa, Firavun yemek ve nimeti halktan çektikçe, yemek vermeyi azalttıkça, ben de ömrünü azaltırım. Böylece çöküşü yakınlaşır. Bir müddet sonra Firavun, veziri Haman'a dedi ki: - Musa, İsrailoğullarını kendi etrafında topladı, bizi rahatsız ediyor. Onunla işimizin, nereye varacağını bilmem. Şimdi, hazineyi ve zahire depolarını dolu tutmamız gerekiyor; çünkü, hiçbir vakit hazırlıksız olmayalım. Bu sebeple, mutfak tahsisatını ve sofrayı her gün azaltmak gerekir ki, rahat olalım. O malın yarısını zahire temini maksadıyla bir tarafa koymak, yarısını azaltmak gerekiyor. Her gün fakirlere yaptığı yardımı azalttı. Firavun suda boğulduğu gün, mutfağında sadece iki cılız koyun kesilmişti. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.me
En faziletli amel!
11 Temmuz 2010 01:00
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi Süfyân bin Uyeyne hazretlerine "Sehâvet, cömertlik nedir?" diye sordular. "Dostlara ve sevdiklerine iyilik ve ikrâmda bulunmaktır" buyurdular. Muhammed bin Sirîn buyurdu ki: "Biz öyle cömert kimselere yetiştik ki onlar tabaklar içinde, meyve hediyeleşir gibi, gümüş para ile hediyeleşirlerdi." Adamın biri Basra'ya gittiği zaman, "Bu şehrin ulusu kimdir?" diye sormuş. "Hasan el-Basrî'dir" demişler. Tekrar sormuş : "O ne ile onların efendisi olmuş?" Cevab vermişler: "İnsanların ellerindeki dünyalığa tenezzül etmedi, ihtiyaç duymadı; onlar ise ondaki ilim ve dinden faydalanmaya ihtiyaç duydular." Adam bu cevabı alınca: "Ne hoş, ne hoş! Şüphesiz bu onların seyyididir." demiş. Ahmed bin Kays bir kişiyi elinde bir dirhem olduğu halde gördü ve şöyle sordu: "Bu dirhem kimindir?" Kişi 'Benimdir!' dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Kays dedi ki: 'Senin elinden çıkmadıkça senin değildir!' Bu mânâda şöyle denilmiştir: "Malı elinde tuttuğun zaman sen onun hizmetçisisin. Onu infak ettiğin zaman, mal senin hizmetçindir'. Rivayet ediliyor ki İmamı Şâfiî, Mısır'da ölüm hastalığına tutulduğu zaman şöyle demiştir: 'Filan adama söyleyin beni yıkasın!' Vefat edince adamın kulağına İmam Şâfiî'nin ölüm haberi geldi. Bunun üzerine adam gelip orada hazır bulundu ve şöyle dedi: 'Hazretin geride bıraktığı tezkereyi (hesap defterini) bana getiriniz!' Tezkereyi getirdiler. Baktı ki, Şâfiî'nin boynunda yetmiş bin dirhem borç var. O borcu kendi üzerine aldı ve ödedi. Sonra da dedi ki: "İşte benim onu yıkamamın mânâsı budur!" Hz. Cabir rivayet eder: Resulullaha "Ey Allah'ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?" diye soruldu. Cevap olarak şöyle buyurdu: "Sabır ve cömertlik" Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cömerdin yemeği ilaç, cimrinin ki hastalıktır." "Kendi ihtiyacı varken, başkasını tercih edenin günahları affolur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Hazreti Hasan'ın cömertliği
12 Temmuz 2010 01:00
Ebu Hasan el-Medainî anlatır: Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdullah bin Câfer beraberce hacca gittiler. Ağırlıkları kendilerinden daha önce gittiği için yolda acıktılar ve susadılar. Çadırında oturan bir kocakarının yanından geçtiler. Kadına "su var mı?" diye sorunca "evet, var!" cevabını aldılar. Bunun üzerine develerini çöktürdüler. Çadırın bir tarafında kadının zayıf bir koyunu vardı. Kadın onlara "Şu koyunu sağın, sütünü için!" dedi. Onlar bunu yaptılar. Sonra kadına dediler ki: "Yemek var mı?" Kadın "Hayır! Bu koyundan başka yiyecek bir madde yok! Fakat bu koyunu biriniz kessin ki size yiyecek hazırlayayım!" dedi. Onlardan biri koyunu kesti, yüzdü. Kadın onlara yemek hazırladı. Hava serinleyinceye kadar orada durdular. Giderken kadına dediler ki: "Biz Kureyşteniz. Sağ sâlim Medine'ye döndüğümüz zaman, yanımıza gel, sana iyilik yapacağız!" Sonra gittiler. Hanımın kocası gelince, ona olanları anlattı. Bunun üzerine kocası öfkelendi ve kadına dedi ki: "Allah senin belanı versin! Tanımadığın bir gruba benim koyunumu nasıl keser ve sonra da 'Kureyş'ten birkaç kişiydi' dersin?" Bir müddet sonra, zaruret o karı-kocayı Medine'ye gelmeye zorladı. Karı koca Medine'ye geldiler. Birgün kadın Medine'nin bir sokağından geçerken Hz. Hasan kadını tanıdı. Fakat kadın kendisini tanımadı. Hizmetçisini göndererek kadını çağırdı. Kadına dedi ki: "Ey Allah'ın sevgili kulu! Beni tanıdın mı?" Kadın "Hayır! Seni tanımıyorum!" deyince, Hz. Hasan "Ben filan filan günde senin misafirin olmadım mı?" dedi. Kadın "annem babam sana feda olsun! Sen o musun?" dedi. Hz. Hasan "Evet! Ben oyum!'"dedi. Sonra Hz. Hasan kendisine gelen koyunlarından bir sürü koyun ve bin dinar verdi. Bunu duyan Hz. Hüseyin ve Abdullah bin Câfer de bir o kadar verdiler. Kadın, cömertliğinin karşlığını çok çok fazlasıyla görmüş oldu. Hz. İsa şöyle buyurdu: "Ateşin kendisini yemediği şeyden çok edinin". Kendisine o şeyin ne olduğu soruldu. Cevap olarak "İyilik yapmaktır!" dedi. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.c
.
Herkes bir âlem oldu artık!
13 Temmuz 2010 01:00
Millet olarak geçmişte birçok badireler atlattık. Atlatılan bütün bu badireler toplumumuzun sosyal yapısında önemli bir sarsıntı, çöküş meydana getirmedi. Başka bir ifade ile bütün bu badireleri sosyal yapımızdaki sağlamlık sayesinde atlatabildik. Tarihte, çok defa yok olma noktasındayken, milletimizdeki birlik beraberlik, tasada kederde tek vücud haline gelme refleksi, yok olmaktan kurtardı bizi. Çünkü, böyle bir durumda zengini, fakiri maddi manevi neleri varsa canı gönülden ortaya koyardı. Düşüncede yaşayışta uçurumlar yoktu. Zengin zenginliğini, fakir fakirliğini bilirdi. Zengin, fakiri devamlı kollar, sıkıntıya düşünce imdadına yetişirdi. Fakir de haline şükreder; bundan dolayı ne Cenab-ı Hakka isyan eder, ne de onlar gibi yaşayamadığı için zenginlere düşman olurdu. Komşusunu bir gün göremeyen ertesi gün kapısını çalar, " Komşu görünmüyorsun, nerelerdesin, başına bir iş mi geldi?" diye sorardı. Şimdi, alt kattaki komşusu vefat ediyor, bir hafta sonra kokusu etrafa yayılınca, belediyeye telefon edip, "Alt kattan gelen kokudan rahatsız oluyorum, bir bakın!" diyor. SIKICI OLMAYA BAŞLADI Eskiden, eldeki nimetler ne kadar çok paylaşılırsa nimetlerin o kadar artacağına inanılırdı. Bunun için de nimetler paylaşılırdı. Zenginler halkın arasına çıktığı zaman mütevazı giyinirlerdi. Çocuklarını da böyle giyindirirlerdi. Çocuklar sokağa çıkarken, fakirlerin, orta hallilerin alıp yiyemeyeceği yiyecekler ellerine verilmezdi. Şimdi ilkokul çocuğunun bile elinde son model cep telefonu, en meşhur markadan elbise... Çocuğun buna ihtiyacı var mı yok mu? Orta halli ailelerin çocukları üzülür mü üzülmez mi, düşünen yok! Çocukların konuşmaları bile farklı artık: "Bizim pederin gelişmelere ayak uydurduğu yok, iki senedir aynı model araba ile dolaşıyoruz, sıkıcı olmaya başladı?" diyorlar. Hele hele eskiden mal varlığa ile övünmek büyük ayıptı, terbiyesizlik kabul edilirdi. Şimdi ise tam tersi. Erkekler araba markalarını, tatillerini hangi sahillerde geçirdiklerini konuşuyorlar. Kadınlar bir araya geldiklerine sanki defileye gelmişcesine birbirleri ile yarış halindeler. Eğer elbisesi bilmem ne marka değilse, bütün gözler alaycı, aşağılayıcı bir ifade ile üzerinde oluyor. O da artık bir daha o semte uğramıyor. Sosyal anlayışlar tamamen değişti. Acayip bir toplum olduk. Bir şey alırken ihtiyaç mı değil mi ona bakılmıyor. Zengin zenginliğini gösterme, orta hallisi ayıp olmasın, bizi fakir zannetmesinler, düşüncesinde. Bunun birçok örneklerini yaşıyoruz günümüzde: Bir arkadaşın çocuğu liseyi bitirince işe girmişti. Lisede okuyan mahalle arkadaşları da staj için oraya geliyorlardı. Aileleri zengin olmamalarına rağmen gelenlerin hepsinin son model pahalı cep telefonu vardı. İhtiyaç olmadığı halde, aşağılık kompleksine düşmemesi için o da oğluna aynı cep telefonu almak zorunda kaldı. EŞYAYA GÖRE EV Yine bir arkadaş kiralık ev arıyordu. Bana da, "Aklında olsun kiralık ev olursa bana bildir", dedi. Birkaç gün sonra, 110 m2'lik kiralık bir ev olduğunu öğrendim. Yeni evli olduklarından onlara uygun olacağını düşünerek kendisine haber verdim. "Ben, 130m2'lik yerde oturuyorum, eşyalarım oraya sığmaz" dedi. Biliyorum, maddi durumu da pek iyi değil aslında. Bir sürü de borcu var. Anladım ki, kendi durumuna göre değil, eşyalarına göre ev arıyor. Kılık kıyafetimiz de bir curcuna... Kadınlar artık açılmada sınır tanımaz hale geldiler. Kadının zaten mizacında var; orasını burasını göstermek, teşhir etmek. Bu, ancak tedbirlerle, hayâ, utanma duyguları öne çıkartılarak önlenebilir. Şimdi aksine tedbir almak isteyen ayıplanıyor, çağdışılık ile suçlanıyor. Askerden dönen bir genç anlattı: Bulunduğumuz kışlada, cami vardı. Camide, koğuşlarda çok rahat namazımızı kıldık. Kimse mani olmadı. Din görevlisi (imam) olan bir arkadaşın hali dikkatimi çekti. Bir hafta geçmesine rağmen namaz kıldığına şahit olmadım. Belki bilmiyordur diye kendisine, caminin olduğunu ayrıca, koğuşta da namaz kılabileceğini söyledim. Cevabı enteresandı: "Kardeşim ben izinliyim, göre-vimin başına dönünce kılarım..." Herkes bir alem, demekle haksız mıyım, ne dersiniz?
.
Mezardan yapılan cömertlik
13 Temmuz 2010 01:00
Şeyh Ebu Sa'd Harkuşî Nisaburî, Muhammed bin Muhammed'den şöyle rivayet ediyor: "Mısır'da fakirler için birşeyler toparlamakla bilinen bir kişi vardı. Fakirlerden birinin çocuğu doğdu. Çocuğun babası fakirlerin haline bakan adama geldi ve kendisine bir çocuğunun doğup dünyaya geldiğini haber verdi. Çocuğa bakmak için yanında bir şey olmadığını söyledi. Adam onunla beraber gitti. Bir cemaatin huzuruna girdi. Fakat hiçbir şey alamadı. Bir kabrin yanına gelerek orada oturdu ve şöyle seslendi: "Allah senden razı olsun. Sen iyilik yapar ve verirdin. Ben bugün bir cemaatin yanına girip çıktım. Yeni doğan bir çocuğa birşeyler vermeyi teklif ettim. Hiçbir şey alamadım!" Çocuğun babası bundan sonrasını şöyle anlatır: Bu kimse sonra kabrin yanından kalktı. Yanındaki bir dinarı ikiye böldü. Yarısını bana verdi ve dedi ki: "Eline birşey geçinceye kadar bu senin boynuna borç olacaktır!" Bunun üzerine parayı aldım gittim. Mümkün olan şeyleri satın aldım. O gece o zat, kabir sahibini rüyasında görmüş. Kabir sahibi ona "Senin bütün dediğini dinledim. Fakat cevap vermek için bize izin yok. Lâkin evime git. Çocuğuma söyle! Ocak yerini kazsınlar. Orada bir dağarcık vardır. İçinde beşyüz dinar vardır. Onu al! Çocuğun babasına götür, teslim et!" Sabah olduğu zaman kişi ölünün evine gitti, onlara hikâyeyi anlattı. Kendisine otur dedikten sonra denilen yeri kazdılar, paraları çıkardılar ve paraları getirip adamın önüne koydular. Adam dedi ki: "Benim rüyamın şer'an hükmü yoktur. Bu mal sizindir!" Bunun üzerine onlar dediler ki: "O ölü iken cömertlik yapar da biz diri iken nasıl cömertlik yapmayız" ve paraları alması için ısrar ettiler. Bunun üzerine adam paraları alıp çocuğun babasına getirdi. Macerayı kendisine anlattı. Çocuğun babası onların içinden bir dinar aldı. Onu ikiye böldü. Kendisine borç vermiş olduğu yarım dinarı iade etti ve diğer yarıyı yanında bıraktı. Parayı getirene "Bu bana kâfidir, geri kalan parayı götür fakirlere sadaka ver!" dedi. Ebu Said der ki: "Ben bu kişilerin hangisinin daha cömert olduğunu bilmiyorum" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoru
İhtiyaçsızlık insanoğlunun en büyük düşmanı
14 Temmuz 2010 01:00
Bugün yapılan yanlışlardan biri de, yetişkin çocuklarımıza karşı takip ettiğimiz davranış şekli. Her şeyden önce çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde kalmalarını öğretmiyoruz. Burada fakirin, orta hallinin de yanlış uygulamaları varsa da, esas hata zenginlerde. Çoğu aile biz çok sıkıntı çektik, çocuğumuz çekmesin diye, çocukları ne isterse alıyor. Bazıları da ben çocuklarım için kazandım, onlara yedirmeyip de mezara mı götüreceğim diyor. Aklen de, eğitim psikolojisi açısından da çocuğa her istediğini almak, ona iyilik etmek değil kötülük etmektir. Unutmamalıdır ki, bugünün yarını da var. Baba, her zaman zengin kalacak, makam mevki sahibi olarak kalacak değildir. Zenginlik devam etse bile, hazıra dağlar dayanmaz. Dünyanın bin bir türlü hali var. Ölümü var, iflası var, emekli olup sadece SSK veya Emekli Sandığı maaşına kalmak da var... Hatta bunlara da kalamamak var... Şimdi düşünelim; yediği önünde yemediği arkasında şeklinde, lüks arabalarla, en pahalı elbiselerle yaşamaya alışmış bir genç, babası ancak kendini idare edecek hale gelince ne yapacak? İş bulabilecek mi? Bulsa bile eski hayatını devam ettirebilecek geliri olacak mı? İHTİYAÇSIZ İNSAN AZAR O zaman genç ne yapacak? Ya gayri meşru yollara sapacak; çalacak çırpacak veyahut ruhi bunalıma girerek psikiyatri tedavisi ile ömrünü tamamlayacak veyahut da Allah saklasın bugün çok yaygın hale gelen canına kıyma modasına uyacak. Bitmeyecek kadar servet var kabul edelim; bu defa da ihtiyaçsızlık tehlikesi başlar. Çünkü, ihtiyaçsızlıkla birlikte tatminsizlik başlar. İçki, uyuşturucu; her türlü akıl almaz aşırılıklar baş gösterir. Yüce kitabımız Kur'ân-ı kerimde, "İnsan, ihtiyaçsız olunca, elbette azar!" (Alak/6-7) buyurulmuştur. İhtiyaçsızlık insanoğlunun en büyük düşmanı! Günümüzde her şey tersinden yorumlanıyor. Doğrular eğri olarak, eğriler doğru olarak ele alınıyor. Basit bir örnek vereyim: Arkadaşın oğlu bir işte çalışıyor. Aldığı maaşı getirip babasına veriyor. Ay boyunca harçlığını da babasından alıyor. Bu durumu öğrenen akrabaları çocuğa, "sen deli misin? Maaş hiç babaya verilir mi? O senin hakkın, istediğin gibi harcamalısın. Filancanın oğlu maaşını babasına vermediği gibi, ay sonuna doğru babasından harçlık bile alıyor vs." Genç bu konuşmalardan etkilenip, babasının karşısına geçiyor. "Bundan sonra maaşımı sana vermeyeceğim. Herkes beni ayıplıyor", diyor. Gün görmüş baba hiç tepki göstermiyor: "Bak oğlum diyor. Doğru, maaşını istediğin gibi harcayabilirsin. Bu senin hakkın. Sana şu kadarını söyleyeyim: Yaşın yirmiyi geçti. Bugüne kadar kısıtlı imkanlarımla seni okuttum. İş bulmana yardımcı oldum. Benim yapabileceğim bu kadar. Diğer kardeşlerinin yetişmesi, ailenin geçimi benim üzerimde. Bundan sonra istersen, maaşın sende kalsın, hesabını ona göre yap, askerde, evlenmede benden bir şey isteme!. Avrupai tarzda serbest yaşamak istiyorsan, orada baba bunları yapmaz! Düşün, taşın, tercih senin! Bana sorarsan, vermekle sen kârdasın!" HAYATIN GERÇEKLERİ İLE YÜZLEŞMELİLER Eğer gençlere belli yaştan sonra, hayatın gerçeklerini anlatmazsak, onlara büyük kötülük yapmış oluruz. Hayatın hep böyle güllük gülistanlık devam etmeyeceğini, hatta hayatın büyük bölümünün dikenli tellerle çevrili olduğunu anlatmak, göstermek zorundayız. Eskiden zenginler, çocuklarını başka iş yerlerinde, bir müddet çalıştırır; çalışma hayatını, para kazanmayı, paranın kıymetini öğrendikten belli bir olgunluğa geldikten sonra kendi işine alırlardı. Çünkü, babanın kendi oğluna faydalı olması zordur. Hayatın gerçeklerini verebilmenin yolları tartışılabilir. Fakat, burada önemli olan hangi usulle anlatılacaksa anlatılsın, gençlere hayatın zorluklarını da sunabilmek. Bunlara hazırlıklı olmalarını sağlamak. Teorikten ziyade, yaşayarak bunları öğretmek. Daha hayatın başlarında mücadeleyi, engelleri aşmayı öğrenen genç, bütün hayatı boyunca, hem kendine hem ailesine hem topluma faydalı olur. Bu yapılmazsa, onlar serseri mayın gibi nerede ne yapacağı belli olmayan potansiyel bir tehlike halinde toplumda yerini alırlar. Herkes, canı gibi sevdiği evladının böyle olmasını arzu etmez herhalde?
Ağlamasının sebebi!
14 Temmuz 2010 01:00
Adamın biri bir dostunun yanına gelip kapısını çaldı. Dostu 'Seni gelmeye zorlayan nedir?' diye sorunca kişi şöyle dedi: "Benim boynumda dörtyüz dirhem borç vardır!" Bunun üzerine ev sahibi dörtyüz dirhemi tartıp adama teslim etti. Dostu gittikten sonra adam ağlamaya başladı. Hanımı "Madem ki para vermek sana zor geliyor, neden verdin?" diye sorunca şu cevabı verdi: "Ben bu dostumun halini sormadığımdan, onu gelip benden para istemeye mecbur ettiğimden ötürü ağlıyorum!" Muhammed bin Ubbad el-Muhallebî şöyle anlatıyor: Babam, Halife Me'mun'un huzuruna gittiğinde Me'mun babama yüz bin dirhem hediye verdi. Babam onun yanından kalkıp o parayı sadaka olarak dağıttı. Bu haber Me'mun'un kulağına gittiği zaman babamı huzuruna çağırdı ve bu hususta babamı kınadı. Babam ona şöyle dedi: "Mevcut olanı vermemek, Allah hakkında su-i zan etmek demektir" Bunun üzerine Me'mun kendisine yüz bin dirhem daha verdi. Bir bedevi Hz. Talha'ya geldi ve merhametini çekecek şekilde kendisine yalvardı. Bunun üzerine Hz. Talha şöyle dedi: "Senden önce hiç kimse bana bu şekilde yalvarmış değildir. Benim bir arazim vardır. Hz. Osman bana 300.000 dirhem verdiği halde yine vermemiştim. İstersen o arazi senin olsun. Dilersen onu Osman'a satıp parasını sana vereyim!" Adam "Parasını istiyorum!" dedi. Bunun üzerine Talha, arazisini Hz. Osman'a sattı ve parayı adama verdi. Zekeriyya aleyhisselam İblis'i gerçek şeklinde gördü. Ona dedi ki: "Ey İblis! Sence insanların en sevimlisi ve en sevimsizi kimdir?" İblis şöyle dedi: "İnsanların bence en sevimlisi cimri müslümanlardır ve insanların bence en sevimsizi cömert fâsıktır. Çünkü cimrinin cimriliği benim vazifemi görmüştür. Cömert fâsık ise, korkarım ki Allah onu cömertliği ânında kabul eder!" İblis bu sözleri söyledikten sonra Hz. Yahya'ya sırtını çevirerek gitti ve şöyle dedi: "Eğer sen Yahya olmasaydın sana bunları söylemezdim!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
Cömertlik peygamber ahlâkı
15 Temmuz 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Kişinin malı yok ise bu durumda kul için en uygun hareket, kanaat etmek ve az hırslı olmaktır. Eğer mal varsa bu takdirde kulun en uygun hali, başkasını nefsine tercih etmek, cömertlik ve iyilik yapmak ve cimrilikten uzaklaşmaktır. Çünkü cömertlik, peygamberlerin ahlâkındandır. Cömertlik kurtuluş esaslarından biridir. Hz. Ali şöyle buyurdu: "Dünya sana yöneldiği zaman ondan infak et, dağıt! Çünkü o, infak etmekle yok olmaz. Dünya senden uzaklaştığı zaman ondan infak et! Çünkü o senin elinde kalmaz" Bir kişi, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan'a ihtiyacını bildiren bir kâğıt uzattı. Hz. Hasan kâğıdı okumadan önce ona "Senin ihtiyacın görülmüştür!" dedi. Bunun üzerine Hz. Hasan'a denildi ki: "Ey Resûlullah'ın torunu! Keşke onun kâğıdına baksaydın! Sonra kâğıttaki miktara göre cevap verseydin!" Hz. Hasan şöyle dedi: "Onun huzurumdaki duruşunun zilletinden dolayı kâğıdı okuyuncaya kadar bekletirsem Allahü teâlâ benden sual sorar" Bedevilere 'Sizin efendiniz kim?' diye soruldu. Cevap olarak 'Kim bizim küfretmemize katlanır, istediğimizde verir, câhilimize göz yumarsa odur' dediler Hz. Câbir Resulullah Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Cebrâil, Allahü teâlânın şöyle dediğini söyledi: Muhakkak bu din öyle bir dindir ki ondan razı oldum. O dini ancak cömertlik ve güzel ahlâk ıslah eder. Bu bakımdan siz bu iki hasletle gücünüz yettiği kadar o dine ikramda bulunun, dini güzelleştirin." "Allah cömerttir, cömerdi sever. Güzel ahlâkı sever. Düşük ahlâktan nefret eder." "Allahü teâlâ birçok kullarına, kulların faydası için servet ihsan eder. Bu bakımdan kim cimrilik yapar, o faydaları kullara göstermezse Allahü teâlâ serveti ondan alır, başkasına devreder!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
İmam-ı A'zamın cömertliği
17 Temmuz 2010 01:00
Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri ticâret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû Bekir'e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile; "Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah'a hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir" buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her cumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca; "Şu seccâdenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır" buyurdu. Orada bin akçe vardı. Ebû İshâk Kâzerûnî hazretleri cömert, kerem sâhibi ve çok misâfirperverdi. Maddî yönden zayıf olduğunu bilen babası ona; "Sen fakirsin, gelen misâfirleri ağırlama gücüne sâhip değilsin, sonra bu işte acz içine düşmeyesin" deyince, Kâzerûnî hazretleri cevap vermedi. Derken Ramazân-ı şerîf ayında bir misâfir topluluk geldi. Kâzerûnî'nin evinde bir şey yoktu. Akşam yaklaşmıştı. O anda biri içeri girdi. Ekmek, muz ve incir bulunan büyük bir çantayı bırakıp; "Bunu dervişlere ve misâfirlere ikrâm et" dedi. Bu hâli gören babası oğluna dönerek; "Gücün yettiği kadar insanlara hizmet et. Zîrâ Hak teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır" dedi. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Cömertlik Cennette biten ağaçtır"
18 Temmuz 2010 01:00
Evliyânın büyüklerinden Leys bin Sa'd çok cömert olup, malı çok fazla idi. Senelik geliri 80.000 dinardı. Bunların hepsini Allah rızâsı için fakirlere dağıtır, elinde bir şey kalmazdı. Bunun için kendisine hiç zekât farz olmadı. Her gün fakirlere 360 altın sadaka vermeden kimse ile konuşmazdı ve buyururdu ki: "Benden bir sadaka veya hediye kabûl eden kimsenin bende olan hakkı, benim onda olan hakkımdan daha büyüktür. Çünkü o, benden, benim için Allahü teâlâya yakınlık vesîlesi olan bir şeyi kabûl etmiştir." Bir gün hasta olan bir kimseyi ziyârete gitti. Onu ağlıyor görünce, "Ey Abdullah, neden ağlıyorsun?" diye sordu. O, "Bin dînar borcum var!" dedi. İmâm-ı Leys hizmetçisine o kadar parayı getirtti ve borcunu ödedi. Yine bir gün kadının biri İmâm-ı Leys'e gelerek kocasının hasta olduğunu ve evlerinde hiç bal bulunmadığını söyledi ve elindeki küçük kaba bal doldurmasını istedi. İmâm-ı Leys, kendine 6.5 kilo büyüklüğündeki bir kap dolusu bal verilmesini emretti. Yanındakiler; "Kadının istediği bir şişe baldır" deyince, İmâm-ı Leys; "Kadıncağız kendi hâlince istedi, biz de ona kendi hâlimizce yardım ettik" diye cevap verdi. İmâm-ı Leys'in oğlu Şuayb şöyle anlatıyor: "Bir keresinde babamla birlikte hacca gitmiştik. Medîne'ye varınca, Mâlik bin Enes, kendisine bir tabak yaş hurma gönderdi. Babam da, tabağa bin dinar altın koyup geri yolladı." Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî buyurdu ki: "Herkesin kalbinde, cömertlere karşı muhabbet, cimrilere karşı nefret vardır." Hazret-i Hüseyin'in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn buyurdu ki: "Hakîkî cömert; Allahü teâlâya itâat eden, kulların haklarını gözeten, yaptığı iyiliği Allah için yapıp, karşılığında insanlardan teşekkür beklemeyendir." Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Cömertlik bir ağaçtır, cennette biter. Bu bakımdan cennete ancak cömert olan bir kimse girer. Cimrilik bir ağaçtır, ateşte biter. Bu bakımdan ateşe ancak cimri bir kimse girer." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-
Dinde cömertlik nedir?
19 Temmuz 2010 01:00
Hibban bin Hilâl arkadaşlarıyla beraber otururken bir kimse onun yanında durakladı, "Acaba içinizde kendisinden bir sual soracağım kimse var mı?" diye sordu. Oradakiler, Hibban bin Hilâl'i işaret ettiler. Bunun üzerine kadın şöyle sordu: -Sizce cömertlik nedir? -Vermek ve arkadaşını nefsine tercih etmektir. -Bu, dünyadaki cömertliktir. Acaba dindeki cömertlik nedir? -Bizim zoraki bir şekilde değil, nefislerimizin isteğiyle Allah'a ibâdet etmemizdir. -Siz bu ibâdetten dolayı Allah'tan bir ücret talep ediyor musunuz? -Evet! -Neden? -Çünkü Allah bize bir haseneye karşı on hasene vereceğini va'detmiştir de ondan... -Hayret! Siz bir verip de on aldığınız zaman acaba Allah'a karşı ne ile cömertlik yapmış oluyorsunuz? -Allah sana rahmet eylesin! Senin nezdinde cömertlik nedir? -Bence cömertlik, Allah'a ibâdetle lezzetlenerek, nimetlenerek, isteyerek ibâdet etmeniz ve bunun karşılığında bir ücret talep etmemenizdir ki mevlânız size dilediğini tatbik etsin. Allah'tan utanmaz mısınız ki Allahü teâlâ kalbinize muttali olup kalbinizden ibâdete karşı ne talep ettiğinizi bilir! Böyle bir istek dünyada bile çirkindir. Hikmet ehli zatlardan biri de şöyle demiştir: 'Siz cömertliğin sadece dinar ve dirhemle olduğunu mu sanıyorsunuz?' Dinleyenler 'Ya cömertlik neyle olur?' dediler. O kimse 'Bence cömertlik, kalbi Allah'a vermektir' dedi. Buyuruldu ki: Din hususundaki cömertlik, nefsinle cömertlik yapmandır. Onu Allah için helâk etmendir. Kalbini ve gönlünü Allah'a vermeye, kanını Allah için dökmeye, çekinmeksizin seve seve razı olmandır. Aynı zamanda bundan bir sevab, beklememendir. Cömertliği ile dillere destan olan, Hâtim-i Tâî'ye dediler ki: - Cömertlikte çok ileri gidiyorsun, bu yaptığın isrâf olmuyor mu? Onlara şöyle cevap verdi: - Ne kadar çok olursa olsun, Allah için verilen isrâf olmaz. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Yönetici hesap yerine eli bağlı getirilecek!
20 Temmuz 2010 01:00
Günümüzde insanların en acımasız olduğu konu makam mevki konusu. Burada vefa, merhamet yoktur, hatır-gönül yoktur. Bir makama gelebilmek için kişi, kırk yıllık dostunu, arkadaşını bir anda, silip feda edebiliyor. Çok kimse bu arzusunu "Hizmet etme" kılıfı içinde sunuyor. Halbuki esas maksat -istisnalar hariç- hizmet değil, üç beş gün de olsa hükmederek, nefsleri tatmin etmektir. Bazılarının da gayesi köşeyi dönmek!.. En mesuliyetli iş, emirliktir, yöneticiliktir. Çünkü yönetici her an bilerek veya bilmeyerek kul hakkıyla karşı karşıyadır. Bir Müslüman için dünyada kul hakkı kadar ağır yük yoktur. Bunu bilen eski âlimler, arifler çocuklarına vasiyetlerinde, "Oğlum, sakın yönetici olma! Hakkıyla idarecilik yapmak çok zordur. Dünyada da, ahirette de işin güç olur!" derlermiş. ALLAH DOSTLARININ KORKUSU Gönül ehli Allah dostları, kul hakkından, makamın hakkını verememekten korktukları için idarecilikten hep uzak kalmışlar. Meselâ, İmam-ı a'zam hazretleri hak geçer korkusuyla yüksek mahkeme başkanlığını kabul etmediği için dövülürken şehit edildi. Çünkü onlar; "On kişiye idarecilik eden kimse, kıyamette, elleri bağlı olarak getirilir. Adil ise kurtulur, değilse zulmü yüzünden helâk olur!" hadis-i şerifini bilen, kul hakkından korkan kimselerdi. Bu hadis-i şerifler, idareciliğin çok mesuliyetli bir iş olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan yönetici olmak hevesiyle yanıp tutuşmak, akıllı bir insanın yapacağı iş değildir. Fakat, istemediği hâlde, bir kimseye bir vazife verilirse, hakkıyla bunu yapabileceğine inanıyorsa, hizmet için o vazifeyi alması gerekir ki, o ayrı... Yöneticiliğin bu mesuliyetlerini iyi bilen bir İslam büyüğü bakınız oğluna nasıl tavsiyelerde bulunuyor: "Yavrum; sakın idareciliğe talip olma! Fakat sana bir makam teklif edilirse, onu kabul etmemezlik de etme, tevâzu ile kabul et, ihlasla hizmet et! Ama, koltuğa yapışıp kalma! O makamı terk etmen gerektiğinde vakarınla, vicdanî huzur ile terk et!" "Yavrum; dünyanın, en tatlı ve de nefsin en çok hoşuna giden işi, yönetici olmaktır. Kalbden çıkacak en son kötü huy da baş olma hırsıdır. Sen sakın bu aldatıcı görünüşe kapılma! Hasbelkader idareci olduğunda zor yolu seç ve maiyetindekilerin hizmetkârı ol! Çünkü, peygamberimiz, "İnsanların en hayırlısı kavmine hizmet edendir" buyurmuştur." "Evlâdım; mahkeme kadıya mülk olmaz. Bir makama getirildiğinde hemen ertesi günü alınacakmışsın gibi her zaman hazır ol; ama hep o makamda kalacakmışsın gibi de itaat ve heyecanla işini yapmaya gayret et!" "Yavrum; affedici ol! Haklarını helâl etmesini bil! Sen başkalarının ayıplarını örtersen ümit edilir ki, ahirette de senin ayıpların örtüle! Haksız olarak kimseyi üzme, kimsenin kalbini kırma!" GÜNEŞ VE TOPRAK GİBİ OL "Cömertlikte güneş gibi, tevâzuda su gibi, tahammülde de toprak gibi ol! Maiyetindekilerin cefasına, sıkıntısına katlan!" "Evlâdım; çok kimse idareciliği sadece yetki kullanma, emir verme zanneder. İdarecilik yetki ve sorumluluğu orantılı kullanma sanatıdır." "Yavrum; her türlü gayretine rağmen, biri hizmetine mâni oluyorsa, onu uzaklaştır! Unutma ki, kangren olmuş bir uzuv merhamet, korku vb. sebeplerden ötürü zamanında kesilip atılmazsa, bütün vücut ölüme terk edilmiş olur." "Evlâdım; elemanın akıllı ve çalışkan ise, onu takdir et! Akıllı, fakat tembel ise, ikaz et! Çalışkan, fakat akılsız ise, ona dikkat et! Hem akılsız, hem de tembel ise, onu kendinden uzak et!" "Evlâdım; münakaşa ve kavga edici olma! Münakaşanın galibi olmaz! Daima hakkı gözet ve doğruyu açıkça ifade etmekte cesur ol! Risk almasını bil; korkak olma! Gelişmeleri takip et; kendini yenilemeyi ihmal etme!" "Oğlum; insanları yola getirmede sebeplere yapış, fakat aşırı ısrarcı olma! Hidayetin Allah'tan olduğunu unutma! Bilgi ve görgü eksikliğini sakın müdürlük yetkilerini kullanarak gidermeye çalışma! Nifaktan, fitneden çok sakın! En büyük hizmet fitneye sebep olmamaktır." "Yavrum; niyetini sağlam tut! Her işinde kendine ben bunu niçin yapıyorum sorusunu sor; ahiretine bir faydası yoksa o işten vazgeç!"
Cimriliği ve cimriyi sevmezlerdi
20 Temmuz 2010 01:00
İslam büyükleri cimriliği ve cimriyi hiç sevmezlerdi. Çünkü cimrilik onların tabiatına, ahlâkına aykırı bir şeydi; en meşhur özelliklerinden biri vermekti. Zaten dinimiz de cimriliği en kötü huylardan biri olarak bildirmiştir. Ayet-i kerimelerde cimriliğin kötülüğü şöyle bildirildi: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Tegâbün/16) "Allah'ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, onu kendileri için hayırlı sanmasınlar. Aksine o kendileri için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır." (Âli İmran/180) "Bunlar öyle insanlardır ki cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. (Biz de) o nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık." (Nisâ/37) İbni Abbas hazretleri der ki: "Allahü teâlâ, Adn cennetini yarattığı zaman ona, süslen emrini verdi. O da süslendi. Sonra ona nehirlerini çıkar dedi. O da Selsebil, Kâfur ve Tesnîm çeşmelerini çıkardı. Bu çeşmelerden cennetlerde şurup, bal ve süt nehirleri aktı. Sonra cennete 'Tahtırevanların, zifaf odalarını, kürsülerini, süs eşyalarını, ziynetlerini ve elâ gözlü kadınlarını göster' dedi. Onları da gösterdi. Sonra cennete baktı ve 'konuş' buyurdu! Bunun üzerine cennet şöyle konuştu: 'Ne mutlu bana girene!' Allahü teâlâ da 'İzzetimle yemin ederim, sende cimri bir kimseyi durdurmayacağım!' dedi." Hazreti Talha buyurdu ki: "Muhakkak biz mallarımızla, cimrilerin elde ettiklerini elde ederiz. Fakat biz sabrı yükleniriz." Muhammed bin Münkedir şöyle demiştir: "Eskiden 'Allah bir kavme kötülük irade ettiği zaman, onların şerlilerini onların başına geçirir. Rızıklarını cimrilerinin eline verir' denirdi." Ömer bin Abdülâziz'in kız kardeşi Ümmü'l-Benin şöyle demiştir: "Cimriye yazıklar olsun! Eğer cimrilik bir iç gömlek olsaydı ben onu giymezdim. Eğer bir yol olsaydı ben o yolda yürümezdim." > Tel: 0
Madem bilmeyecekti, niçin halife oldu?"
21 Temmuz 2010 01:00
Hazreti Ömer, bir gece, kenar bir mahallede, sıkıntıda olan kimse var mı, diye kendini tanıtmadan dolaşırken, açlıktan perişan hâle düşmüş üç çocuklu dul bir kadın görür. Hemen geri döner, bir çuval unu sırtlayıp getirir kadına verir. Kadının, "Yazıklar olsun Ömer'e ki, bizim bu hâlimizi görmüyor!" demesi üzerine, "Sen durumu gidip kendisine bildirmezsen nasıl bilsin?" der. Bunun üzerine kadın, "Madem bilmeyecekti, niçin halife oldu?" diye cevap verir. Hz. Ömer, vah Ömer'in haline, deyip ağlayarak kadının yanından ayrılır. ADALET VE MERHAMET İdarecilerin, yöneticilerin vebalden kurtulmak ve en azından zararını azaltmak için, şu hususlara azamî olarak dikkat etmesi gerekir: 1- İdareci, adaletle hareket etmeli, fakat merhametli olmayı, affetmeyi de elden bırakmamalıdır. Hissî davranmamalı ve sabit fikirli olmamalıdır. Her iki tarafı da dinlemeden kesinlikle karar vermemelidir. 2- Kızmamalı; sabırlı, soğukkanlı olmalıdır. Sözünü dinletebilmesi için, karşısındakini de dinlemesini bilmelidir. Personelle laubali olmamalı, ciddî ve mert olmalıdır. Yapamayacağını vadetmemeli, vadettiğini de mutlaka yerine getirmelidir. Özür dileyenin özrünü makul ve münasipse kabul etmelidir. Kendisini diliyle ve hâliyle sevdirmesini bilmelidir. Kendini sevdirenin yaptıramayacağı iş yoktur. 3- Kendisini üstün görmemeli, kibir ve gururdan uzak olmalıdır. Yanına gelen kim ve yaptığı iş ne olursa olsun ona saygılı davranmalıdır. Başarılarını Allahü teâlâdan; hezimetleri, başarısızlıkları da hatalarından, günahlarından bilmelidir. 4- Kısa ve net konuşmalı, sözleri başka manaya çekilmeyecek açıklıkta olmalı ve işi hiçbir zaman sürüncemede bırakmamalıdır. Verdiği işin neticesini istemeli, müessesesine sahip çıkmalıdır. Ekmek yediği kapıya nankörlük etmemeli, yoğun iş altında boğulmamalı, kendisine düşünecek zaman ayırmalıdır. İşine hâkim olmalı; iş onu değil, o işi yönlendirmelidir. 5- Hüsnüzan etmeli, elemanı hakkında hep iyi şeyler düşünmeli; ama şeytan ve nefsi de unutmamalıdır. İnsan her zaman bunların tuzağına düşebilir. Suizan etmemeli, kimseyi kötü bilmemeli, ama insanın her an hata yapabileceğini de unutmamalıdır. Hıyanete meydan vermemeli, haini affetmemelidir. Yerli yersiz merhamet maraz doğurur. Kangren olmuş uzuv koparılıp atılmazsa, bütün bedeni götürür. Sorulan her soruya, kendinin ve karşısındakinin sonunu, ahiretini düşünerek cevap vermelidir. YÖNETİCİ BİLECEK, GÖRECEK! 6- Müessesede bir eleman herhangi bir kusur işlerse, bu kusurdan doğan vebale, başındaki idareci de ortaktır. Bunun için her faaliyetten mutlaka haberdar olmalıdır. "Ben bilmiyordum, görmedim" demek, insanı vebalden kurtarmaz. Bilmiyorsan, göremiyorsan niçin idareci oldun, derler adama... 7- İdareci, maiyetindekilerden doğrudan sorumludur. İdareci olan kimsenin odasına, işi olan çekinmeden girebilmelidir. Eleman, ceketini korkudan değil, muhabbetinden iliklemelidir. Böyle durumlarda insanın idareci olması da şart değildir. Zira bir kimse, herhangi bir arkadaşının yanına, herhangi bir iş için rahat gidemiyorsa, o kimsenin sonundan korkulur. İdareci şunu unutmamalı: Bütün idareciler bir eli boynunda bağlı olarak hesap gününe gelecekler. Hesap temiz çıkarsa, eli çözülüp cennete; kötü çıkarsa, öteki eli de bağlanıp, doğru cehenneme götürülecektir. 8- Güler yüzlü ve tatlı dilli olmalıdır. Kindar olmamalıdır. Bunları kendine prensip edinen kimsenin hâli değişir, kimsenin ayıplarını artık görmez olur; kötü niyeti acıma duygusuna, şefkate dönüşür. Hep iyilik yapmak duyguları hâsıl olur. Böylece çalışanlar arasında düşmanlıklar tamamen ortadan kalkıp, herkes birbirini sevmeye başlar. Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: "En kıymetli iki şey vardır, ondan daha kıymetlisi yoktur. Bunlardan birincisi Allahü teâlâya iman, diğeri de Onun kullarına faydalı olmak, insanları sevindirmektir. En kötü olan iki şeyden de birincisi, imansızlık; diğeri ise Onun kullarına zulmetmektir; onları üzmek, kalblerini kırmaktır."
Cimrinin düşmanı vârisidir!..
21 Temmuz 2010 01:00
Adaletiyle meşhur hükümdar Nuşirevan'ın huzuruna iki hikmet ehli kimse geldi. Nuşirevan, ilkine konuş dedi. Bu kimse, "İnsanların en hayırlısı cömert, öfke anında vakur, sözünde teenni ile hareket eden, mütevazı ve akrabalarına şefkatli olan bir kimsedir" dedi. Diğeri ayağa kalkarak şöyle dedi: "Kim cimri ise düşmanı onun malına vâris olur! Şükretmesi azalan bir kimse hiçbir zaman zafere eremez. Yalancılar kötü kimselerdir. Kovuculuk yapan fakir olarak ölür. Merhamet etmeyen bir kimseye, merhametsiz bir kimse musallat kılınır!" Abdullah bin Amr şöyle demiştir: "Şuh denilen cimrilik, buhl denilen cimrilikten daha berbattır. Çünkü bu kimse, başkasının elindeki malı almak için üşüşür ve kendisinin elinde bulunan malı da cimrilikten vermez ve sever. Bahil de ancak elindeki mal ile cimrilik yapar!" Şa'bî hazretleri şöyle demiştir: "Bunların ikisinden hangisinin cehennem ateşine daha fazla batırdığını bilmiyorum! Cimrilik mi, yoksa yalan mı?" Hazreti Dahhâk: "Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelerine kadar dayanan o halkalar yüzünden kafaları kalkıktır" (Yasin/8) ayetinin tefsirinde, 'ağlâl' kelimesi cimrilik mânâsına gelir demiştir. Allahü teâlâ onların ellerini Allah yolunda infak etmekten tutar. Onlar hidayeti görmez olurlar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Malını Allah yolunda infak edenle, cimrilik yapanın misâli, sırtında göğsünden boğazlarına kadar birer demir gömlek olan iki kişinin misâline benzer. İnfak eden bir kimseye gelince, infak ettiğinden ötürü gömleği bütün bedenini kaplar veya parmak boğumlarına kadar derisini örter. Cimri bir kimseye gelince, o hiçbir şeyi infak etmek istemez. Böylece gömleği daha kısalır ve demir gömlekteki her halka olduğu yere batar! Öyle ki gırtlağını sıkmaya başlar bir duruma gelir... Bu kimse onu genişletmek ister. Fakat o bir türlü genişlemez." "İki haslet vardır. Onların ikisi mü'min bir kimsede bir araya gelmezler: Cimrilik ile kötü ahlâk..." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Cimrilikten sana sığınıyorum!"
22 Temmuz 2010 01:00
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Cürcânî hazretleri cimrilik anlamına gelen "buhl" kelimesinin harflerini ayrı ayrı tahlil ederek şöyle buyurdular: "Buhl'un be'si belâya, hâ'sı hüsrana, lâm'ı da levm yâni kınama ve kötülüğe delâlet eder. Nitekim cimri insan, nefsiyle belâda, çalışma ve gayretiyle hüsranda, cimriliği, kimseye faydasızlığı îtibârıyla kötülenme ve kınanmadadır." Hasan-ı Basrî hazretleri eline para geçer geçmez fakirlere dağıtırdı. Cimriliğin kötülüğünden bahsederdi. Cimri kimselerden birisinin vefâtı sırasında yanında bulundu ve ona; "O para ve malları sana teşekkür etmeyeceklere bıraktın, şimdi özrünü kabul etmeyecek olan Allahü teâlâya gidiyorsun" buyurdu. Resulullah Efendimiz buyurdu ki: "Zulümden kaçının! Çünkü zulüm, kıyamet gününde birçok karanlıklara sebep olur. Fâhiş konuşmaktan sakının! Çünkü Allahü teâlâ fâhiş konuşanı da, fâhişlik yapmayı kabul edeni de sevmez! Cimrilikten sakının! Çünkü sizden öncekileri cimrilik helâk etmiştir. Cimrilik onlara yalan söylemeyi emretmiş, yalan söylemişler! Onlara zulmetmeyi emretmiş, zulmetmişler. Onlara sılayı rahmi kesmeyi emretmiş, sılayı rahmi kesmişlerdir." Resulullah Efendimiz, "Ey Allahım! Ben cimrilikten sana sığınıyorum. Korkaklıktan sana sığınıyorum. Bunama derecesine gelen yaşlılıktan sana sığınıyorum" diye dua etmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cimrilikten kaçının! Çünkü sizden önce gelen ümmetleri helâk eden cimriliktir. Cimrilik onları, birbirlerinin kanını akıtmaya, birbirlerinin namus ve malını helâl saymaya zorladı." "Cimrilikten kaçının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri çağırıp, birbirine kırdırıp kanlarını akıttı! Onları çağırdı. Bu bakımdan birbirlerinin haram olan haklarını helâl saydılar. Yine onları çağırdı. Aralarındaki rahmi (akrabalığı) kestiler." "Cennete cimri, hilebaz, hain ve kötü ahlâklı kimse, kötülüğünün karşılığını görmedikçe girmez." >
Onun hayırlı olması nerede!"
23 Temmuz 2010 01:00
İmam-ı a'zam Ebu Hanife buyurdu ki: "Ben cimri bir kimseyi bir türlü âdil telâkki edemiyorum. Çünkü cimrilik onu fazlasıyla almaya zorlar ve o da alır. Bu bakımdan böyle olan bir kimse, emanet hususunda, emin sayılmaz." Hazreti Ka'b şöyle der: "Her sabah iki melek şöyle bağırırlar: Ey Allahım! Senin yolunda harcamayanın malını telef et! Yolunda harcayanın harcadıklarının yerini hemen doldur!" Abdülmelik bin Karîb el-Esmaî buyurdu ki: "Bir kişiyi anlatırken bir bedevi şöyle diyordu: Filan adam gözümde küçüldü. Çünkü dünya onun gözünde büyümüştür. O adam ihtiyaç sahibini gördüğü zaman sanki kendisine geleni ölüm meleği gibi görür." Hazreti Ali şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim! Kerim bir kimse hiçbir zaman hakkını son noktasına kadar almış değildir." Bir kadın Resulullahın yanında "Oruç tutar, namaz kılar, ancak onda cimrilik vardır" diye övüldü. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: "O vakit onun hayırlı olması nerede!.." Bişr-i Hafi şöyle buyurmuştur: "Cimriye bakmak kalbi katılaştırır. Cimrilerle karşılaşmak, mü'minlerin kalbine üzüntü verir. Fâsık dahi olsalar, cömertler için sevgiden başka bir şey yoktur. Cimriler, sâlih dahi olsalar onlar için de buğzdan başka bir şey yoktur." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Muhakkak Allahü teâlâ üç sınıftan nefret eder: Zina eden ihtiyar, iyiliğini başa kakan cimri, mütekebbir olan çoluk çocuk sahibi." "Kişide bulunan en şerli, kötü hasletler, obur bir cimrilik, şiddetli bir korkaklıktır." "Hiçbir mü'min için cimri olmak da, korkak olmak da uygun değildir." Resulullah Efendimiz zamanında biri öldürüldü. Bir kadın onun için ağlarken, "Ey şehid!" diye bağırdı. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle dedi: "Onun şehid olduğunu nereden biliyorsun? O, kendisini ilgilendirmeyen konularda konuşur veya önemsiz bir şeyi vermekte cimrilik yapardı!" > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.c
Verdiğim o şey ateştir!"
24 Temmuz 2010 01:00
Hadis âlimi İmam-ı A'meş'in bir komşusu vardı. Bu komşusu daima imamı evine davet ediyor kendisine bir parça ekmek ile tuz yemeyi teklif ediyordu. O da gitmiyordu. Bir gün yine aynı teklifi yaptı. O gün de A'meş'in açlığına denk geldi ve haydi gidelim dedi. A'meş adamın evine gitti. Adam hazreti A'meş'e ekmek ile tuz ikram etti. O esnada bir dilenci geldi. Ev sahibi dilenciye "Allah versin" dedi. Buna rağmen dilenci tekrar istedi. Ev sahibi tekrar "Allah versin" dedi. Dilenci üçüncü defa isteyince "Git! Aksi takdirde Allah'a yemin ederim sopa ile gelirim" dedi. Bunun üzerine, hazreti A'meş dilenciyi çağırdı adamın cimriliğini anlatmak için, 'Git! Allah'a yemin ederim, ben bu adamdan daha fazla sözünü tutan bir kimseyi görmedim. O, uzun bir zamandan beri beni bir parça tuz ekmek yemeye davet ediyordu. Allah'a yemin ederim ondan başkasını bana ikram etmedi!" diye sitemde bulundu. Hazreti Cübeyr bin Mûtim şöyle anlatıyor: Biz Resulullah ile beraber Hayber'den dönüyorduk. O esnada bedeviler gelip Hazreti Peygamber'den ısrarla bir şeyler istediler. Öyle ki Hazreti Peygamberi bir ağaca sığınmaya mecbur ettiler. Hazreti Peygamber'in abası ağaca takılıp omuzundan yere düştü. Bunun üzerine Hazreti Peygamber durakladı ve şöyle dedi: "Benim abamı veriniz! Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer şu tümsekler kadar malım olsaydı, muhakkak sizin aranızda taksim ederdim. Beni ne cimri, ne yalancı, ne de korkak olarak göremezsiniz" Ebu Said el-Hudrî rivayet eder: İki kişi Resulullahın huzuruna girdiler. Hazreti Peygamber'den bir deve parası istediler. Hazreti Peygamber onlara iki dinar verdi. Onlar Hazreti Peygamber'in huzurundan çıkarken Hazreti Ömer onlarla karşılaştı. Onlar Resulullahı övdüler ve teşekkürlerini bildirdiler. Hazreti Ömer içeri girdi, onların dediklerini Hazreti Peygambere nakletti. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu: "Biriniz benden istiyor, istediğini alıp kucağında saklayarak gidiyor. Oysa o ateştir." Hazreti Ömer, "O halde ateş olan bir şeyi neden onlara veriyorsun?" diye sordu. "Onlar benden ısrarla istiyor. Allahü teâlâ da cimriliği bana yasaklamıştır. Bu yüzden veriyorum!" buyurdu. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.
Cimriden reis olmaz!
25 Temmuz 2010 01:00
Hazreti Peygamber bir gün Benî Lihyan heyetine sordu: - Ey Benî Lihyan! Sizin başınız kimdir? - Bizim başımız Cedd bin Kays'tır. -Onu neden reis kabul ettiniz? -O malca hepimizden zengindir. Fakat biz buna rağmen onda cimrilik görüyoruz. -Acaba cimrilikten daha korkunç bir hastalık var mıdır? O sizin başınız olamaz! -O halde ey Allah'ın Resûlü, bizim başımız kimdir? -Sizin başınız Bişr bin Bera'dır. Hazreti İbni Abbas, Resulullahın cömertlikle ilgili şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Cömertlik Allah'ın cömertliğinden gelir. Bu bakımdan siz cömertlik yapın ki Allah da sizin için cömertlik yapsın! Allahü teâlâ cömertliği bir adam suretinde yaratmıştır. Onun başını Tubâ ağacının köküne yerleştirmiştir. Onun ağacını Sidret'ül-Münteha ağacıyla bağlamıştır. Onun bazı dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Bu bakımdan onun dallarından bir dala yapışan kimseyi o dal cennete götürür. Cömertlik imandandır. İman da cennettedir. Allahü teâlâ cimriliği de gadabından yaratmıştır. Onun başını zakkum ağacının köküne yerleştirmiştir. Bir kısım dallarını dünyaya sarkıtmıştır. Onun dallarından birine yapışan kimseyi ateşe sokar..." İnsan, genelde cimridir. Bundan kurtulması için çalışması lazımdır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "De ki, 'Eğer Rabbimin rahmet hazineleri sizin olsaydı, tükenir korkusuyla yine de vermeyip cimrilik ederdiniz.' Gerçekten insan çok cimridir." (İsra 100) "Allah'ın ihsan ettiği mal ile cimrilik yapanlar (zekat vermeyenler) iyi yaptıklarını (zengin kalacaklarını) mı zannediyorlar? Halbuki kendilerine kötülük ediyorlar. Cimrilik edip vermedikleri o mallar, (Cehennemde azap aleti olacak, yılan şeklinde) boyunlarına dolandırılacaktır." (A. İmran 180) İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Günahların büyüğü üç tanedir. Bunlar: 1- Cimrilik. 2- Haset. 3- Riya... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Ateşinle beni yakma!"
26 Temmuz 2010 01:00
Resulullah Efendimiz Kâbe-i şerifi ziyaret ediyordu. Baktı ki bir kişi Kâbe'nin örtüsüne yapışmış perişan helde şöyle yalvarıyordu: -Bu beytin hürmetine benim günahımı bağışla Ya Rabbi! Resulullah Efendimiz sordu: -Senin günahın nedir? -Benim günahımı kelimeler anlatamaz. -Senin günahın mı daha büyüktür, yoksa arz mı? -Belki benim günahım daha büyüktür! -Senin günahın mı, yoksa denizler mi daha büyüktür? -Günahım daha büyüktür. -Günahın mı büyük, yoksa gökler mi? -Günahım daha büyüktür! -Günahın mı daha büyüktür, yoksa Allah mı? -Allah daha büyük ve yücedir. -O halde rahmet olasıca, günahını bana anlat! -Ey Allah'ın Resûlü! Ben servet sahibi bir kimseyim. Bir ihtiyaç sahibi bana gelip, benden bir şeyi istediğinde sanki beni bir parça ateşle karşılıyor. -Benden uzaklaş! Ateşinle beni yakma! Beni hak peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim, eğer sen Rükün (Kâbe'nin rükn-ü yemânisini kasdediyor) ile Makam (Makam-ı İbrahim) arasında durup iki bin sene namaz kılsan, sonra gözyaşlarından nehirler çıkıp akarcasına, ağaçlar sularcasına ağlasan, sonra cimri olduğun halde ölsen muhakkak Allahü teâlâ seni yüzü koyun ateşe atar... Bilmez misin Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kim cimrilik ederse kendi zararına cimrilik etmiş olur." (Muhammed/39) "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtulanlardır." (Teğâbün/16) Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cimri, öyle bir kedere boğulur ki, artık sevinç ve ferahlık yüzü görmez." "Hakkımın zerresinden vazgeçmem, demek cimrilik için kâfidir." "Kaybettiği dünyalığa üzülen, Cehenneme yaklaşmış olur." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc
Osmanlı'ya Mısır'dan bulaşan hastalık!..
27 Temmuz 2010 01:00
İsraf!.. Nice imparatorlukları, nice milletleri, nice aileleri perişan edip, sonunda da yok eden tedavisi çok zor olan bir hastalık... Buna en güzel örnek Osmanlı Devleti... Yıkılmasının birçok sebebi var; fakat israf önemli bir yer tutar. Çünkü, bütün çöküşlerin temelinde ekonomik bozukluk yatar. İşte size Osmanlının son zamanları ile ilgili içler acısı tablo: 1839 Tanzimatın ilan edildiği yıllarda, imparatorluğun vaziyeti hiç de iç açıcı değil... Devlet bir âlem, saray daha da başka bir âlem. Paşalar birbirini yeme peşinde, kadınlar ise akıl almaz bir israf yarışındalar. Önceleri, İstanbul'da insanlar hesabını kitabını bilir, ayağını yorganına göre uzatırdı. Kadınların dışarıyla pek teması olmaz, eve ne getirilirse ona razı olurlardı. Evine çocuklarına adamışlardı kendilerini... Lüks nedir, moda nedir, israf nedir bilmezlerdi GÖSTERİŞ YARIŞI BAŞLADI Ne zaman ki Mısır'ın zenginleri İstanbul'a gidip gelmeye başladılar, şehir o zaman zıvanadan çıktı. Konağından dışarısını pek bilmeyen, hayır hasenatla uğraşan tevekkül sahibi İstanbul zenginleri sefahatte Mısırlı zenginlerle gösteriş yarışına başladılar. Beyler, paşalar ve diğer devlet adamları ve bunların kadınları, hesapsız para harcamaya alıştılar... Yalılar, konaklar satın alınıyor; pahalı eşyalarla donatılıyordu. İsrafın, lüzumsuz harcamaların haddi hesabı yoktu artık. Kadınlar Avrupa özentisi içindeydiler. Avrupa'dan getirtilen, en pahalı dekolte kıyafetler yalılarda kadınların günlük kıyafeti hâlini almıştı. Avrupaî tarz evlere de girmişti. İslami örf âdetler teker teker terk ediliyor; bunların yerini Avrupa âdetleri alıyordu. Fransız mürebbiyelerinin ve piyanonun girmediği yalı hemen hemen kalmamıştı. Ev eşyaları da değişmiş, minderin yerini sandalye, koltuk almıştı. Yemekler artık masada yeniyor, en pahalı Avrupa çatal kaşığa alışılıyordu. Yazlığa gidildiğinde kışlıktaki eşyaları taşıma âdeti terk edilip birkaç ay kalınacak yazlıkta yeni eşyalar, yepyeni takımlar yaptırılıyordu. 1850'li yıllara gelindiğinde ekabir kadınlarının israfı yüzünden hazine-i hassanın ödenemeyen borçları 1.5 milyon keseyi bulmuştu. Bu öylesine bir masraftı ki, bunların aldığı elbise ve eşyanın tutarı Rumeli ordusunun olağanüstü masrafıyla aynı miktardaydı. Devlet ricalinin israfı, hazineyi çok zor duruma sokmuştu. Bütün bunlara rağmen kimse bu değirmenin suyu nereden geliyor diye düşünmüyordu. Vur patlasın çal oynasın havası hakimdi. İstanbul'un her yerinde yeni saraylar, yalılar yükseliyordu. Filan paşanın yalısı benimkinden bin kat fazla oldu diye, yalı yıkılıp yeniden yapılıyordu. Köşklerin, evlerin dekorasyonu için Avrupa'dan mimarlar getirtiliyor, neredeyse yalı parası kadar, bunun için para harcanıyordu. NE DEVLET KALDI NE YALI!.. Zaman geldi, israf yüzünden değil hazinede, vezirlere, devlet adamlarına, paşalara bile verilecek beş para kalmadı. Aylarca maaşlar verilemedi. Sarraflarda da itibar kalmamıştı; faizle bile borç bulunamıyordu. Devletten verdiklerine karşılık teminat istiyorlardı. Ekonomi felç olmuştu... Masraflar için tüccar ve sarraflardan ancak yüzde 45 faizle borç bulunabildi. Bu da yetmedi, devletin başına büyük bir bela olan ilk dış borçlanma işte bu sırada, 28 Haziran 1855 günü yapıldı. Fuad Paşa İngiltere ve Fransa'dan Padişahtan habersiz yüzde dört faiz ve yüzde bir amortismanla beş milyon İngiliz altını aldı. Sultan Abdülmecid Han yapılan bu israflara çok üzülüyordu. Saray ahalisini toplayıp, "Aklınızı başınıza alın, nedir bu yaptıklarınız!" diyerek hepsini azarlardı. Sonra da israfa son verilmesi için "Hattı hümayun" çıkarttı. Fakat yine de netice alınamadı. Çünkü, iş çığırından çıkmıştı artık. Sonunda ne oldu? Olan oldu. Gemi sahile vurdu. Ortada ne devlet kaldı, ne saray; ne de Boğaz'daki paşa yalıları; ne yazlıklar ne kışlıklar... Geriye kalan sadece perişanlıklar... İsrafa rahatlığa alışmış yalı, köşk sahipleri ve çoluk çocukları bu sefalete dayanamayıp birçoğu intihar etti. İsraf yüzünden hem dünyalarını hem de ahiretlerini kararttılar!.. Değer miydi üç günlük lüks hayat için?!
Cimri ve cimrilik hâlleri
27 Temmuz 2010 01:00
Bazı kimseler, çok zengindir, hiç kimsesi yoktur, yaşlanmıştır, öldükten sonra, malının başkasına kalacağını da bilir. Buna rağmen, sırf mala olan sevgisinden dolayı, zekat vermez, hastalansa doktora gitmez. Hatta kendi malını yemeye bile korkar. Para, insanı ihtiyacına ulaştıran bir vasıta olduğu için sevilir. Faydalı işte kullanmadığımız malı, denize atıp aşırı sevgisinden kurtulmak, cimrilikle saklamaktan daha az zararlıdır. Bir malı cimrilikle saklamak, riya ile başkasına vermekten daha kötüdür. Cimrilik, verilmesi gerekeni vermemektir. Mesela yemeği olanın, aç komşusuna vermemesi, cimrilik olur. Cömertlik, cimrilikle israfın arasında orta yoldur. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Onlar harcadıklarında, ne israf, ne de cimrilik ederler; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar." (Furkan 67) Basra'da zengin ve cimri bir kişi vardı. Komşularından biri kendisini davet etti. Kendisine yumurtalı kıyma takdim etti. O yumurtalı kıymadan fazlasıyla yedi. Bir taraftan yiyor, bir taraftan su içiyordu. Sonunda karnı şişti. Bundan dolayı üzerine bir ağırlık çöktü ve kıvranmaya başladı. Son raddeye vardığı zaman durumunu doktora söyledi. Doktor "Önemli değil, yediğini kusmak suretiyle çıkar, kurtulursun!" dedi. Adam "Yumurtalı kıymayı kusmak suretiyle nasıl çıkarayım? Ölürüm daha iyi" dedi. Kıvranmayı kusmaya tercih etti... Adamın biri komşusu olan bir hocanın evine kuru incir geldiğini görür. Bana da birkaç tane verir diye kapısını çalar. Biraz cimri olan hoca gelene vermemek için incirleri pöstekinin altına koyar. Adam gelip oturur. Pöstekinin altındaki incirleri fark eder. Bekler incir ikram etsin diye. Bakar bir hareket yok. Hocam der, Tin suresinde biraz takılıyorm okuyayım da, yanlışım varsa düzeltiverseniz. 'Ve'z-zeytûni ve tûr-i sînîn...' diye Tin sûresini okumaya başlar. Hoca hemen müdahale eder: -Hani surenin başındaki Vettîni kelimesi? -(Latifeyle) Tin (incir) senin pöstekinin altında hocam! > Tel: 0 212 - 454 38 2
.
Zulüm, sahibini eninde sonunda yok eder!
28 Temmuz 2010 01:00
Cihan hükümdarı İskender'e sorarlar: - Doğu ve batı memleketlerini ne ile aldın? Önceki hükümdarların hazineleri, varlıkları ve askerleri çok daha fazla olduğu halde, onlara böyle bir fetih nasip olmamıştı. Bu başarının sırrı nedir? Cevap verir: - Hangi memleketi aldımsa, halkına zulmetmedim, kimseyi incitmedim ve büyüklerinin adını ancak iyilikle andım. Her millet, kendilerine benden kötülük gelmeyeceğine inanmıştı. Benden sadece iyilik beklerlerdi. İşte, bir devleti, milleti ayakta tutan en önemli düstur bu... Bu düstura uyan ayakta kalmış, uymayanın yerinde yeller esmiş... Tarih böyle söylüyor. İşte size bir iki örnek: Bundan bin üçyüz sene önce yeryüzünde iki süper devlet vardı: İran Şahlığı ve Roma İmparatorluğu... Her ikisi de zulümde zirve yapmışlardı: ATEŞE ATILARAK SUSTURULDU İran Şahı bir gün bir meydanda konuşurken, cılız bir ses duyar: "Hükümdarımız, kurumuş kuyulardan, meyve vermeyen ağaçlardan, ekin bitmeyen tarlalardan daha ne zamana kadar vergi alacaksın; bu insanlığa sığar mı?" Halkın gözü önünde yapılan bu konuşmayı hakaret kabul eden İran hükümdarı, zavallı fakiri kalabalığın gözleri önünde ateşe attırarak yaktırır. Ne kadar haklı ve suçsuz olursa olsun, dilek ve rica sahibinin canına kıymakta tereddüt göstermez... O günkü Doğu Roma İmparatorluğu'nun merkezi olan İstanbul'da ise, durum bundan farklı değildir... Üstünlük taslamak için İmparator Ayasofya'nın inşâsını başlatır. Bütün halkını kamçı zoru ile çalıştırır; bu cebrî çalışmaya katılmayanlar, şimdiki Sultanahmet Meydanı'ndaki Hipodromda yağız atların kuyruklarına bağlanarak paramparça edilir... Bu vahşetleri derin bir çâresizlik içinde seyreder diğer işçiler... İsterseniz bir de yakın tarihimizden örnek vereyim. Vakko'nun sahibi, Vitali Hakko anlatır: "Beterin beteri var, demişler. Ülkenin üzerine öylesine kara bir bulut çökmüştü ki, bundan kurtulmanın imkânı yoktu. Bu kara bulutun adı 'Varlık Vergisi'ydi. "Vergi Takdir Komisyonları" iş adamlarının ödeyecekleri vergileri önceden tespit ediyordu. 1942'nin sonbaharında işlemeye başlayan Varlık Vergisiyle mükellefler dörde ayrılmışlardı: Müslüman Türklerle yabancılar bir tutulmuş, servetlerin 1/8'ini ödemeye "mahkûm" edilmişlerdi. Dönmeler ise 1/4'ünü, biz gayrimüslimler, Yahudiler ise, servetimizin 1/2'sini, evet, yarısını ödeyecektik. Bana takdir edilen, Varlık Vergisi'nin hiç değilse bir bölümünü nasıl bulabileceğimi düşünmeye başlamıştım. Çok zordu. Çünkü başvurabileceğim hiçbir dostum yoktu. Hepsinin durumu bizimkinden kötüydü ve herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışıyordu. Başlarını duvarlara, mağazalarındaki kasaların kapısına vuran, ağlayan insanları görüyordum çevremde. ZULÜM PAYİDAR OLMAZ! Hükümet, vergisini ödeyemeyenleri yaşına başına bakmadan taş kırmaya Aşkale'ye sürüyordu. Aşkale'ye 1400'e yakın kişi sürülmüştü. Para bulmak için Ankara'ya gittim. Varır varmaz müşterim, Hacıbaba'ya uğradım. Sabah sabah, beni dükkânında gören Hacıbaba, sorgu sual etmeden bir bardak çay ikram etti. Çayı içtiğim sürece hiç konuşmadık. Bardağımı tezgâhın üstüne koyduğumda ellerini dizlerine vurup; 'Duydum' dedi. 'Allah büyüktür, üzülme!' Benim bir şey söyleyecek gücüm yoktu. Oraya niçin geldiğimi bile unutmuştum. Bu ihtiyardan nasıl, ne kadar bir avans isteyebilirdim ki? Biraz konuştuk. O sipariş listesini verdi. Bense, yalnızca veda edebildim kendisine. Çıkarken, cebime bir zarf koydu. Şaşkın bakışlarım karşısında omzumu okşayıp, 'Hadi şimdi git. Göreceksin Allah büyüktür' dedi yeniden. Cebimde zarfla dükkândan çıktım. Ama uzun bir süre açıp içine bakamadım. Açtığımda ise, içinde, bize biçilen verginin tam beşte biri tutarında banknot saydım ve gözyaşlarımı tutamadım... Hacıbaba gibi insanlar var olduğuna göre bu badireyi atlatacaktık. Nitekim de atlattık..." İşte, bugün; ne bu iki devlet kalmış ne de 40'lı yılların iktidarı... Ne demişler: "Zulüm payidar olmaz!"
.
Meşhur cimrilerin hâlleri...
28 Temmuz 2010 01:00
Mervan bin Ebu Hafsa, cimriliğinden et yemiyordu. Ta ki, fazlasıyla iştahı çekinceye kadar... Fazlasıyla iştahı çektiği zaman hizmetçisini gönderir, bir baş aldırır, onu yerdi. Kendisine denildi ki: -Ne oluyor? Yaz kış daima baş yediğini görüyoruz? Neden böyle yapıyorsun? -Ben başın fiyatını biliyorum. Hizmetçinin bana ihanet etmeyeceğinden emin değilim. Başta beni kandırmaya gücü yetmiyor ve bir de baş, hizmetçinin pişirip de ondan yiyeceği bir şey değildir. Çünkü eğer hizmetçi bir gözüne, veya kulağına veya yanağına dokunsa derhal anlarım. Bir de baştan birkaç çeşit et yiyorum. Gözü bir çeşit, kulağı diğer bir çeşit, dili bir çeşit. Hulkumu bir çeşit, beyni başka bir çeşit! Bütün bunlarla beraber pişirmek masrafından da kurtulmuş oluyorum. İşte benim için başta bu kadar faydalar vardır. Bundan dolayı baş yiyorum... Bir gün bu zat Halife Mehdî'nin huzuruna gitmek üzere çıktı. Aile efradından bir kadın kendisine dedi ki: "Eğer sen halifeden caize ve hediye alıp da dönersen bana ne vereceksin?" Cevap olarak dedi ki: "Eğer bana yüz bin dirhem verilirse sana bir dirhem vereceğim!" Kendisine altmış bin dirhem verilince gelip o kadına dört danik verdi (tam bir dirhem vermedi). Bir ara bir dirhemle et aldı. O gün bir dostu kendisini evine davet edince, eti götürüp kasaba bir danik eksiğine geri verdi ve dedi ki: "Ben israftan hoşlanmam!" Cimrilik mal sevgisinden meydana gelir. Cimriliğin sebebi, uzun yaşama ümidi ile parasız kavuşamayacağı arzularıdır. Eceline üç gün kaldığını bilse, cimriye mal vermek zor gelmez. Fakat çocukları olur, onların yaşamasını kendi yaşaması gibi kabul ederse, cimriliği yine artar. Bu bakımdan çocuklar, cimrilik sebebi olabilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Çocuk, cimrilik sebebidir." Kur'an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki: "Mallarınız, çocuklarınız, sizin için fitnedir, imtihandır." (Tegabün 15) "Mallarınız ve çocuklarınız, sizi Allahı anmaktan alıkoymasın!" (Münafikun 9) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehme
Verilmesi gerekeni vermemek!
29 Temmuz 2010 01:00
İmamı Gazali hazretleri buyurdu ki: "Cömertlik, malın Allah için olduğunu, kulun Allah için olduğunu, Allah'ın kulu Allah'ın malını veriyor düşüncesiyle ve fakirliği düşünmeksizin vermek demektir." Malın bir kısmını veren, bir kısmını da kendisine bırakan cömerttir. Çoğunu veren, azını bırakan, daha cömerttir. Sıkıntılara sabredip başkasına veren, başkasını nefsine tercih eden îsâr sahibidir. Hiçbir şey vermeyen ise cimridir! Mal, bir hikmet ve maksat için yaratılmıştır. O da halkın ihtiyaçlarına elverişli olmasıdır. Mal, ya sarf edilmesi için yaratılmış olduğu yere verilmez ya da, maksada uygun iyi bir yere verilir. Vermede âdalet, korunması gereken yerde malı korumak, verilmesi gereken yerde malı vermek demektir. Bu bakımdan vermenin farz olduğu bir yerde malı vermemek cimriliktir. Vermemenin lazım olduğu bir yerde vermek, tebzir ve israftır. Bunların arasında, ortasında olmak lazım. O da dinen övülen durumdur. Cimrilik ve cömertliğin bu orta yoldan ibaret olması uygundur; Hazreti Peygamber cömert davranmakla emrolunmuştur. Fakat aşırıya gidilmemesi için de ikaz edilmiştir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyuruldu: "Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbütün de saçma (israf etme ki) sonra kınanır, hasret içinde kalırsın." (İsrâ/29) "Ve harcadıkları zaman israf etmezler, Sıkılık da yapmazlar! Harcamaları bu ikisi arasında dengeli olur!" (Furkan/67) Cömertlik, israf ile cimrilik arasında normal bir durumdur. Eli tamamen açmak ile tamamen kapatmak arasında vasat bir keyfiyettir. Şöyle ki: Verdiğini de, aldığını da vacib olan nisbet ve oranda ayarlamaktır. Cimrilik, verilmesi gerekeni vermemektir. Mesela yemeği olanın, aç komşusuna vermemesi, cimrilik olur. Cömertlik, cimrilikle israfın arasında orta yoldur. Tel: 0 212 - 454 38 21 ww
Cömertliğin ölçüsü
30 Temmuz 2010 01:00
Kişi, vermesi gerekeni verirken zorlanmazsa, kalbi verdiğinde kalmazsa bu kimse cömert sayılır. Zor gelirse cömert sayılmaz. Mürüvvetin icapları ile iktifa eden, cimrilikten kurtulur. Mürüvvet, insanlık demektir. Hazreti Hasan buyurdu ki: "Mürüvvet, kulun, dinini muhafaza edip nefsini korkutması, misafirini iyi karşılaması, münazaalarda, güzel davranması demektir. Ululuk ise, komşuya eziyet etmemek ve zorluklara göğüs germektir. Kerem de istemeden vermek, yerinde yemek yedirmek, saile (fakire, isteyene) yumuşak davranmak ve bol vermektir." Zekatı severek veren, kurbanı severek kesen cömerttir. Hadis-i şerifte, "Zekatını severek veren, misafirini ağırlayan, darda kalana yardım eden cimrilikten kurtulur" buyuruldu. (Taberani) Her bakımdan cömert olmaya heves etmelidir! Çünkü, cimrinin malı felakete uğrar, cömert de verdikçe, fazlası ile alır. Misafir rızkı ile gelir, kırk gün bereket bırakıp gider. Gerekli yerlere vermekle, cömerdin eli daralmaz. Peygamber efendimiz, yemin ederek "Sadaka vermekle mal azalmaz" buyurdu. Malı saçıp savurmak ne kadar kötü ise, malı korumak da o kadar mühimdir. Misafire ikram etmek ise, malı korumaktan mühimdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Misafir ağırlamayanda hayır yoktur." "En iyiniz, yemek yedireninizdir." "Allahü teâlâ, yemek yediren cömertle meleklerine övünür." "Yemek sofrası misafirin önünde bulunduğu müddetçe, melekler, ev sahibine istiğfar ederler." "Arkadaşına, arzu ettiği yemeği ikram edenin günahları affolur." Taparcasına parayı sevmek çok kötüdür. Hadis-i şerifte "Altın ve gümüşün kuluna lanet olsun!" buyuruldu. Yine, "Aza kanaat etmeyen, çok ile doymaz" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc
Cömertlikte ölçülü olmak
31 Temmuz 2010 01:00
Cömertlik cimrilikle israfın arasındadır. Vermemede ölçüyü kaçırdığında cimriliğe düşer. Vermede ölçüyü kaçırdığı zaman israfa kaçar. Şan şöhret için, cömert desinler diye verirse riyaya girer, bu da büyük günahtır. Bunun için cömertliğin ölçülerini koruyabilmek zordur. Sâbit bin Kays hazretleri, bir günde 500 ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmadı. Muaz bin Cebel hazretlerinin de bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı. Ondan sonra "İsraf etmeyin!" âyeti geldi. "Elini boynuna bağlayıp asma (cimrilik etme), büsbütün de açıp saçma. (itidalli ol, iktisada riayet et. Malını, kendine kalmayacak şekilde dağıtma!) Sonra kınanmış olur ve eli boş açıkta kalırsın." (İsra 29) buyuruldu. İbni Mesud hazretleri anlatır: Bir çocuk, Resulullah efendimize gelip, bazı lüzumlu şeyleri sayıp "Annem beni sana gönderip bunları istedi" dedi. "Bugün bende bunların hiçbiri yok" buyurdu. "Gömleğini bana ver" dedi. Hemen, mübarek gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve kendisi gömleksiz kaldı. Camiye gidemedi. O zaman, bu âyet-i kerîme geldi. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: "Paranız ile, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabanıza yardım edin!" Hazreti Ebu Hüreyre anlatır: Resulullah efendimize biri gelip, bir altınım var, ne yapayım dedi. "Bununla kendi ihtiyaçlarını al" buyurdu. Bir altınım daha var dedi. "Onunla da çocuğuna lazım olanları al" buyurdu. Bir daha var dedi. "Onu da, âilenin ihtiyaçlarına sarf et" buyurdu. Bir altın daha var dedi. "Hizmetçinin ihtiyaçlarına kullan" buyurdu. Bir daha var deyince, (bu bildirdiklerimi ölçü alarak) "Onu kullanacağın yeri sen daha iyi bilirsin" buyurdu. Tel: 0 212 -
Şeytan cimriliğe sevk eder!
1 Ağustos 2010 01:00
Şeytan insana vesvese vererek cimriliğe teşvik eder. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Şeytan fakirlikle korkutup, size cimriliği emreder." (Bekara 268) Şeytan rızık için endişe verir. Rızık için endişelenmemelidir! Her mahlukun rızkını Allahü teâlâ verir. "Her canlının rızkı Allah'a aittir." (Hud 6) Çocuklarının rızkından endişe korkusunun ilacı, cimrilikle zengin olunamayacağını, bıraktığı malları boşa harcayabileceklerini, hatta bazen servetin kötü yollara sevk ettiğini, zengin olacaklarsa bir başka yerden buna kavuşacaklarını düşünmelidir. Her zenginin, miras sebebiyle zengin olmadığını, mirasa konanların ise, boşa harcadıklarını da bilmek gerekir. Çocukları iyi olursa, Allahü teâlânın onlara kâfi geleceğini, kötü olurlarsa, bıraktığı malları, kötü yollarda harcayacaklarını düşünmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Rızık için üzülme, takdir edilen rızık seni bulur." "Allahü teâlâ, müminin rızkını ummadığı yerden verir." "Allah korkusunu sermaye edinen, rızkına ticaretsiz ve sermayesiz kavuşur. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve rızkını ummadığı yerden gönderir." (Talak 2, 3) Peygamber efendimize inanan, vermekle malın azalmayacağını bilen bir Müslüman, nasıl olur da, şeytana uyup cimrilik edebilir? Bişr-i Hafi hazretleri de "Cimriyle karşılaşanın kalbi katılaşır" buyuruyor. Hadis-i şerifte ise "Aman cimrilikten çok sakının! Sizden öncekileri cimrilik helak etmiştir" buyuruldu. Ebu Hüreyre Hazreti Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Câhil bir cömert, Allah katında, cimri bir âbidden daha sevimlidir." "Allah katında cimrilikten daha büyük bir zulüm yoktur. Allahü teâlâ izzet, azamet ve celâliyle yemin etmiştir ki, cennete cimri ve eli sıkı olan kimse girmeyecektir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.
Cimriliğin sebebi
2 Ağustos 2010 01:00
Cimriliğin sebebi mal sevgisidir. Kişi, malın maksatlarını, niçin yaratıldığını, malın sadece ihtiyaç miktarının korunması gerektiğini, fazlasını infak etmekle âhiret için azık hazırladığını düşünmelidir. Kişi, basiret nûruyla malı vermenin, gerek dünyada ve gerek ahirette, vermemekten daha hayırlı olduğunu bildiği zaman, eğer aklı varsa vermeye rağbet eder. Eğer arzusu hayır hususunda harekete geçerse, derhal ilk hatıra gelene icabet etmelidir. Çünkü şeytan, kendisini durmadan fakirlikle korkutur ve cömertlikten menetmeye çalışır. Hikâye olunuyor ki, Ebu Hasan el-Buşencî bir gün helâda bulunuyordu. Bu esnada talebesini çağırdı ve gömleğini uzatarak, -Bunu, filân adama ver! Heladan çıkınca sordular: -Helâdan çıkınca verebilirdin niçin bu kadar acele ettin? -Nefsimin caymasından emin değilim. Helâda iken kalbime geldi. Helâdan çıkıncaya kadar nefsimin fikir değiştireceğinden emin olmadığımdan dolayı böyle yaptım. Cimrilik sıfatı zorla vermeye kendisini alıştırmakla ortadan kalkar. Cimrilik hastalığını tedavi etmek isteyen bir kimsenin vermek suretiyle maldan zorla ayrılması lazımdır. Cimrilik, malı sarf etmemeyi ister. Onun isteğine karşı çıkıp zaman zaman mal verildiği takdirde cimrilik sıfatı ölür. Cömertlik, insana tabiat olur, vermek için çekilen zorluklar ortadan kalkar. Cimriliğin sebebi mala muhabbettir. Bunun için Allah adamları, talebelerinin yeni bir elbiseye iltifat ettiğini gördüğü zaman veya bir seccade ile sevindiğini hissettiği zaman derhal onu başkasına vermesini emrederdi. Ona eski bir elbise giydirirdi. Böylece dünyaya muhabbeti kırarlardı. Eğer kişinin bin türlü malı varsa bin tane sevgilisi var demektir. Onları kaybetmek ve onların elinden çıkması korkusu dünyaya bağlar. Bu bağ da vermeyi zorlaştırır... Tel: 0 212
Kendinizi yenileyin fakat dinden uzak olmayın!"
3 Ağustos 2010 01:00
1840'lı yıllarda Osmanlı yeni bir sistem arayışına girmişti... Bir kısım devlet adamları, Fransa'nın, bir kısmı da Avusturya'nın örnek alınmasını istiyorlardı. İkinci grup; Fransa Cumhuriyet olduğu için bize uymaz, Avusturya imparatorluk olduğu için bize daha yakın diyorlardı. Fakat her iki grup da sistemin mutlaka değiştirilmesinde hemfikirdi. Bu tartışmalar yapılırken, Avusturya Başbakanı, Prens Metternich'in İstanbul'daki sefiri Appony Kontuna aracılığı ile gönderdiği tavsiye mektubu ortalığı allak bullak etti. Batılılaşma düşüncesiyle yanıp tutuşan devlet ricalini sarstı bu mektup... Topyekûn batılılaşmayı savunan İngiliz yanlısı mason Reşit Paşa hükümetinin düşmesine sebep oldu. Aslında, bu nasihat diğerlerinden farklıydı; her şeyden önce dostçaydı. Sinsice değildi. Reçetenin bir Osmanlı devlet adamından değil de Hristiyan bir devlet adamından gelmesi de manidardı. Şimdi bakalım Prens Metternich'in reçetesinde neler var?.. ÇÖKÜŞÜN SEBEBİ "İmparatorluk günden güne zayıflamakta ve çökmektedir. Bu bir gerçektir. Gizlenmesi mümkün olmayacak kadar açıktır. Bir an önce bunu masaya yatırıp çöküş sebepleri ve çöküşün nasıl durdurulabileceği hususunun tartışılması gerekir. Bana göre, Osmanlıyı bu hâle düşüren sebeplerin başında Avrupalılaşma zihniyeti gelir. Bunun temelinde, tam bir cehalet ve akıl almaz hayalperestlikten başka bir dayanağı olmayan ve ısrarla savunulan Avrupa kopyası reformlar yapma hevesi yatar. Osmanlı Devletine tavsiyemiz şudur: Hükümetinizi varlık sebebiniz olan dininize saygı esası üzerine kurunuz! Devlet olarak varlığınızın temeli, Padişahla Müslüman halk arasındaki en kuvvetli bağ, dindir. Zamana uyun, çağın ihtiyaçlarını dikkate alın. Fakat dinden uzak olmayın! İdarenizi yeni bir düzene, sisteme sokun, ıslah edin. Ama yerine size hiç de uymayacak olan müesseseleri koymak için eskilerini yıkmayın! Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza uymayan kanunları almayın. Zira bu, sultanı, yıktığı ve yerine koyduğu şeylerin değerini bilmeme durumuna sokar. Avrupa uygarlığından, sizin kurumlarınızla uyuşmayan sistemler almayın. Zira Batılı kurumlar, imparatorluğunuzun temelini meydana getiren ilkelerden farklı ilkelere dayanmaktadır. Batı kanunlarının temeli Hristiyanlıktır. Siz Müslümansınız,Türk'sünüz; böyle kalınız. Tatbik edemeyeceğiniz kanunu çıkarmayın! Hak bellediğiniz yolda ilerleyin. Batı'nın sözlerine kulak asmayın. Siz ilerlemeye bakın... Dininizin sizi toleranslı yapacak, diğer medeniyetlerden üstün kılacak ilkelerinden yararlanmaya bakın. Diğer dinlerden olan halkınıza tam bir himaye sağlayın. Onların dini işlerine karışmayın. Kanunlarınızı kesinlikle uygulayın. Batının gösterdiği yollara aldırmadan doğruca yürüyün. Bu yollara sapmayın. Çünkü tavsiye edilen bu yollar sizin bilmediğiniz yollar... Adalet ve bilgiyi elden bırakmayın. Avrupa kamuoyunun az çok değeri olan kısmını yanınızda bulacaksınız... İTHAL MALI ISLAHATTAN KAÇININ Kısaca, biz Osmanlı'yı kendi idare tarzının tanzim ve ıslahı için giriştiği teşebbüslerden vazgeçirmek istemiyoruz. Fakat ona, bu ıslahatın, Osmanlı imparatorluğunun şartlarına ortak hiçbir yöne sahip bulunmayan modellerde aranmamasını, kanunlarında Doğulu âdetlere zıt düşen devletlerin kanunlarını taklide yönelmemesini tavsiye ederiz. Ama, Avrupa'yı örnek olarak almamalıdır kendine. Zira Avrupa'nın şartları başkadır, Türkiye'nin başka... Avrupa'nın temel kanunları Doğu'nun örf ve âdetlerine taban tabana zıttır. İthal malı ıslahattan kaçının. Bu gibi ıslahat Müslüman memleketlerini ancak felakete sürükler. Onlardan hayır gelmez sizlere." (Tanzimat-Ed. Engelhardt) Bu tavsiyeye uyuldu mu? Tabii ki uyulmadı. Aksine Avrupalılaşma hızı arttı. Gençler cahil olarak yetiştirildi. Zamanla aydın kesim; kültürümüzden, örfümüzden, dinimizden tamamen uzaklaştı. Halk da câhilleşti. Halkın cahilliği, aydınların inançsızlığı altı asırlık Osmanlı'nın çökmesine, yok olmasına sebep oldu... Milletleri millet yapan, kendi öz değerleridir.
Malı yerli yerinde kullanmak
3 Ağustos 2010 01:00
Padişahlardan birine kıymetli bir maddeden yapılmış, cevherlerle süslenmiş bir tabak hediye edildi ki onun benzeri görülmemişti. Padişah buna pek sevindi. Yanındaki hükemadan birine şöyle sordu: -Bunu nasıl görüyorsunuz? -Onu bir musibet ve fakirlik olarak görüyorum! -Nasıl olur? -Eğer kırılırsa bir musibet olur. Eğer çalınırsa ona muhtaç olur ve benzerini de bulamazsın. Oysa bu sana gelmeden önce sen hem musibetten, hem de buna muhtaç olmaktan emindin. Sonra günün birinde tabak kırıldı. Padişaha bu musibet pek ağır geldi ve dedi ki: 'Hakîm doğru söyledi! Keşke o tabak başta bize hediye edilmeseydi!' Mal, dünyanın bir parçası, rütbe başka bir parçası, mide ve tenasül uzvunun şehvetinin arkasına takılmak başka bir parçasıdır... Hased ve öfke ile göğüste kabaran kini dindirmek başka bir parçasıdır, kibir, büyüklük taslamak diğer bir parçasıdır. Dünyanın daha nice parçaları vardır. Hadis-i şerifte, "Geçen ümmetlerin her birine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır" buyuruldu. Dünyalık peşine düşerek, ahireti unutacaklardır. Servet sahibinin iki durumu vardır: 1-Cimrilik sâikiyle malı tutmak. 2-İnfak etmek (vermek ve sarf etmek). Bunlardan biri kötü, diğeri güzeldir. İnfak edenin de iki durumu vardır: 1- İsraf. 2- İktisad. Övülen iktisaddır. Malı yerli yerinde kullanmaktır. Malı öncelik sırasına göre kullanmaktır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kendisi veya çoluk çocuğu muhtaç iken veya borcu var iken verilen sadaka kabul olmaz. Borç ödemek, sadaka vermekten, köle azat etmekten ve hediye vermekten daha önemlidir. Başkasının malını, sadaka vererek, yok olmasına sebep olmayın!" Buyuruldu ki: Mal cimrilerde, silah korkaklarda, idare de zayıflarda olursa, toplumda işler bozulur.
Maddeci Batı'nın aklının almadığı husus
4 Ağustos 2010 01:00
Bildiğiniz hikâye... İki kişi beraber yolculuk yaparken yolda yağmura tutulurlar. Biri yağmura hazırlıksız yakalanır. Diğerinin hem şemsiyesi hem de yağmurluğu var yanında. Yağmurluğunu giyip şemsiyeyi arkadaşına verir. O da teşekkür edip alır. Yola devam ederler... Şemsiyeyi verenle aralarında şöyle bir konuşma geçer yolculuk esnasında: - İyi ki yanımda şemsiye de vardı. Yoksa sırılsıklam olacaktın! - Doğru, çok teşekkür ederim gerçekten her tarafım ıslanacaktı. - Bu iyiliğimi unutma! - Allah razı olsun, nasıl unuturum? - Her zaman tedbirli olmak lazım. Ne demiş atalarımız, "Kırk gün taban eti, bir gün av eti!" - Doğru atalarımız boş konuşmaz! - Ben böyle herkese iyilik yaparım. Gerçi herkes bilmiyor yapılan iyiliğin kıymetini... Olsun yine de iyilikten geri kalmamak lazım. - Ne demiş atalarımız, "Sen iyilik yap denize at; balık bilmezse Hâlık bilir!" - Mübarek ne de yağıyor. Şu şemsiye olmasaydı ne olacaktı hâlin? Bu sırada bir havuzun yanından geçerler. İyilik yaptığı kimse, arkadaşına, - Bir dakika şu şemsiyeni az tutar mısın? diyerek ona geri verir. Sonra da, kendine atar havuza. Arkadaşının şaşkın bakışları altında, - Nasıl, bundan daha kötü duruma düşmezdim değil mi, senin şemsiye olmasaydı? der. İşte bu hikâye zamanımızda yapılan menfaate dayalı, başa kakılan iyiliklere bir örnek. Şimdi de geçmişte yapılana bir örnek verelim: GÖRÜŞMEME SEBEBİ 1880'li yıllarda Mustafa Naili Paşa, Anadolu'dan özel metodlarla seçtiği 100-150 talebenin bütün eğitim masraflarını yıllardır karşılamayı âdet edinmiş kendisine. Üstelik de bunları kendi konağında misafir ederek... Bu güzel hizmeti esnasında da bir prensip koyar. Bundan da hiç mi hiç taviz vermez yıllardır. Bu prensibi şu: Bu ilim yolcuları Mustafa Naili Paşa'yı, ortalama üç yıl süren okuma sürelerinde iki defa ancak görebilirler. Birincisi, yeni geldiklerinde başarı temennisi esnasında. İkincisi öğrenimleri bittiğinde bundan sonraki hayatlarının iyi geçmesi dileklerini bildirmesi esnasında. Yani vedalaşırken... Bu kadar iyilik yaptığı talebelerden uzak kalışın sebebi nedir? Bunu merak eder, yakınen tanıdığı Fransız Büyükelçi Kont Bertrande... Bir gün merakını yenemez, protokol kaidelerinin dışına çıkıp bunun sebebini sorar kendisine. Paşa sükunet içinde şöyle cevap verir: Bizim inançlarımız içinde beşerî hizmetler, her sahaya şâmildir ve bunların kıymetlilerinden birisi, ilim-irfan ile uğraşanlara imkân temin etmektir. Çünkü ilim üzerine kurulmuş dinimiz... Her hizmet gibi bu da, sadece Allah rızası için yapılır. Hizmetin cenab-ı Hak indinde makbul olması, huzur ve mükafatın zirvesidir hayır sahibi için. Başka bir arzusu olmaz, olması da mümkün değil... Çünkü, cenab-ı Hakkın bilmesi kâfidir O'nun için. Kişinin yaptığını teşhir etmektense, hele yaptığından menfaat beklemektense o işi yapmaması daha iyidir, bizim dinimize göre. Bu bir... İkincisi de, düşününüz ki, burada okuyanlar içinde yarın, benim gibi, bu devletin en yüksek makamına çıkanlar olabilir. Benim ailem içinde onların makamlarından bazı menfaatler temin etmek isteyenler çıkabilir. O zaman benim rızay-ı İlahi niyazım nerede kalır? O manevi his gider, yerine geleceğe yönelik hasis zihniyet hakim olur. Üçüncüsü, her vesile ile karşılarına çıkar, onlarda minnettarlık hislerinin tazelenmesine sebep olursam, sevabın da, günahın da mahremiyetini ihlal, sevap için rızay-ı Bari, günah için de rahmet-i Hüda menbalarını karartmış ve bu suretle onlara mütevazı hizmetim yanında, telafisi güç bir menfi alışkanlık telkin etmiş olurum... DEĞİŞMEZ KAİDE Her şeyi maddi menfaatler içerisinde değerlendiren, elçinin kafası karışır. - Bu kadar iyiliğin, yardımların size hiç mi faydası olmayacak? Olacak şey değil! der. - Ekselans işte sizinle bizim aramızdaki en önemli fark bu... Bizi biz yapan, bu değerlerdir. - Peki bu anlayış böyle ilelebed devam edecek mi? - Orasını bilemem! Devam ederse, bu devlet de devam eder. Aslını, özünü inkâr eden, terk eden hayatiyetini idame ettiremez! Bu, değişmez kaidedir
Onlar ayıpları, kusurları örterlerdi
4 Ağustos 2010 01:00
İslam büyükleri, başkalarının ayıplarını, kusurlarını hep örterlerdi. Allahü teâlânın sıfatlarından biri "Settâr"dır. Yâni günahları örtücüdür. Müslümanın da din kardeşinin aybını, kusurunu örtmesi lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarının günahlarını affedicidir. Müslümanlar da, birbirlerinin kusurlarını, kabahatlerini affetmelidir. Allahü teâlâ kerimdir, rahîmdir. Yâni lutfü, ihsânı boldur ve merhameti çoktur. Şeddad bin Hakîm buyurdu ki: "Din kardeşinizin hasenatının seyyiatından çok olduğunu gördüğünüz zaman, onu iyilikle anın! Kötülüklerini de görmezlikten geliniz. Sırf başkalarının sözüne itimaden birisini dost veya düşman kabul etmiş olan kimse, sabaha varmaz pişman olur. Zira başkasını tenkid veya tasvip tutumlarının hakikate isabet ettiği, pek az olur. Çoğu zaman bu, taassup ve hissiyatına kapılarak vaki olmaktadır." Arkadaşımızın bize karşı olan bir kusuru için, birçok mazeret aramalıdır. Şayet kalbimiz yine mutmain olamazsa, kabahati kendimizde bulmalıyız. Kendi kendimize "Sen ne katı yüreklisin! Arkadaşın sana yetmiş mazeret buldu. Sen hâlâ kusur arıyorsun" demelidir. Eğer arkadaş, hatasını anlayarak özür dilemişse, hemen affetmeli! Çünkü İmam-ı Şafii hazretleri, gönlü alınmaya çalışıldığı halde rıza göstermeyen kimsenin makbul biri olmadığını bildiriyor. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Arkadaşının mazeretini kabul etmemek günahtır." "Özrü kabul etmeyen, özür dileyenin günahını yüklenmiş olur." "Kaba kimseye nazik davranan, zulmedeni affeden, mahrum edene ihsan eden, uzaklaşana yaklaşan yüksek derecelere kavuşur." Başkalarının kusurlarını gizlemeye çalışmamız çok iyi olur. Müslüman, kusurları gizleyici olmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kötülük etmeyin, ayıp araştırmayın! Kim bir Müslümanın aybını araştırırsa, Allahü teâlâ da onun aybını ortaya çıkarır ve böyle bir kimse, en gizli bir yerde sığınsa bile, onu rezil eder." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Ayıpları örtenin ayıpları örtülür!
5 Ağustos 2010 01:00
Allah dostlarının örnek hallerinden biri de, sır sahibi olmaları, bir kimse hakkında duydukları olumsuz şeyleri yaymamaları idi. Onlar, "Kişilerin kalbleri, sırların kabridir. Eğer, Allah adamları sırları örtmezse, başka kim kalıyor, sır örtecek?" derlerdi. Öyle sırlar vardır ki, kişinin hayatına mal olur, yine öyle sırlar vardır ki, aileyi, cemiyeti hatta devleti sarsar. Şu zamanda bu ahlâk cidden yabancı olmuştur insanlara. Özellikle, kendisine itimat edilen din adamlarının, kendilerine sır emanet edilen kimselerin buna çok dikkat etmeleri gerekir. Bazıları, söz taşımakla, sırları açıklamakla ve insanlar arasını bozmakla "fâsık" sıfatına lâyık olmuştur. İsterse haddizatında buna niyet etmemiş bulunsun, niyetleri kötülük olmasın. Müslüman Müslüman kardeşinin, sırlarını, hatalarını, günahlarını örtmek zorundadır. Bunları başkalarına yayarsa "koğucu" olmuş olur. Hadîste buyurulmuştur ki: "Koğucu kimse, cennete giremeyecektir." İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: "İyi bir kimse, talihli bir insan, kusurları, günahları, lütuf ve ihsan ile af olunan ve yüzüne vurulmayan kimsedir." "(Müminler) büyük günahlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelenince kusurları bağışlar ve işlerini aralarında istişare ederler." (Şura 37,38) Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Kim, Müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da onun dünya ve ahirette aybını örter. Kim, bir Müslümanın dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allahü teâlâ da onu kıyamet günü sıkıntılardan korur. Kişi, arkadaşına yardımcı olduğu müddetçe, Allahü teâlâ da onun yardımcısı olur." İmam-ı Mücahid, Ebû Leheb sûresinin: "Karısı da cehenneme girecek. Hem odun hamalı olarak." meâlindeki âyet-i celîlesini açıklarken "Ebû Leheb'in karısı, insanlar arasında koğuculuk yapardı" diyor. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.meh
Hep kendilerini kusurlu görürlerdi
6 Ağustos 2010 01:00
Tasavvufta, evliyalıkta yüksek derecelere ulaşmış İslam büyükleri hep kendi kusurlarını görürler, kendi kusurları üzerinde o kadar dururlardı ki başkalarının hatalarını kusurlarını görmeye sıra gelmezdi. İmam-ı Rabbani hazretleri bu konuda en önde olanlardandır. Buyuruyor ki: "Kusurlarım pek çok. İyi anlıyorum ki, sağ omzumdaki melek, yirmi seneden beri, yazacak bir iyilik bulamamıştır. Allahü teâlâ biliyor ki, bu sözü gösteriş olarak söylemiyorum. İçimden geleni söylüyorum. Yine iyi anlıyorum ki, hatalarla, kusurlarla çevrilmişim ve günahlarımın altında ezilmişim. Yaptığım ibadetleri, iyilikleri, sol omzumdaki melek yazsa, yeridir. Sol omzumdaki melek, hep yazmaktadır. Sağ omzumdaki ise işsiz, boş durmaktadır. Sağdaki amel defterim bomboştur. Soldaki ise, dolu ve simsiyah olmuş. Ümidim yalnız Allah'ın rahmetindedir. Ancak Onun mağfiretine sığınıyorum. "Allahümme mağfiretüke evsau min zünubi ve rahmetüke erca indi min ameli=Ya Rabbi, senin mağfiretin, benim günahlarımdan daha geniştir. Rahmetin ise amelimden daha ümit vericidir" duasını kendime tam uygun görüyorum. Şaşılacak şeydir ki, yüksek derecelerde, durmadan gelen feyzler, nimetler, bu kusurları görmeye yardım ediyorlar. Ayıpları görmek kuvvetini artırıyorlar. Ucb, kendini beğenmek yerine, aşağılık gösteriyorlar. Yüksek yerde, tevazu yolunu açıyorlar. Kişi ne kadar çok yükselirse, kendini o kadar çok aşağı görüyor. Çok yükselmek, kendini çok aşağı görmeye sebep oluyor. Yabancılar, buna ister inansın, ister inanmasınlar." Cenab-ı Hak, kullarının günahlarını örttüğü gibi, kulların da birbirlerinin kusurlarını örtmelerini istemektedir: "İnanıp hayırlı iş işleyen (mümin)lerin kötülüklerini, and olsun, örteriz, onları yaptıklarının en güzeli ile mükafatlandırırız." (Ankebut 7) "Allah onların (müminlerin) kötülüklerini örter, onlara işledikleri şeylerin en güzellerinin karşılığını verir." (Zümer 35) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Siz daha da açarsınız!"
7 Ağustos 2010 01:00
Allah nezdinde en makbûl kul Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanan kuldur. Çünkü Allahü teâlâ ayıpları örten, günahları affeden, kulun kusurlarından vazgeçendir. Hal böyle olunca kul kim oluyor ki, kendi gibi veya kendinden daha üstün bir insanın kusurlarından vazgeçmiyor, affetmiyor. Halbuki kedisi de onun gibi bir kuldur. Nasıl olur da yaratan affederken o affetmez! Hazreti İsa havârilerine sorar: - Siz uykuda olan kardeşinizin mahrem yerini rüzgârın açtığını görürseniz ne yaparsınız? - Biz onu setreder, örteriz. - Hayır! Siz onun avretini daha da açarsınız. - Hayret! Neden böyle yapalım? - Sizden biri kardeşinin hakkında konuşulan bunun kusurunu gösteren bir lafı dinler, ona bazı ekler yaparak daha büyük bir yaygara ile etrafa yayar. Eksem bin Sayfî şöyle buyurdu: "Koğucunun alâmetlerinden biri de, insanlar arasında rezil biri olması. Kimse onu şerefli bir kimse olarak görmez." Yahya bin Ebî Kesir buyurdu ki: "Koğucu kimse, sihirbazdan daha şerlidir. Fakat kimse bunun farkına varmaz. Zira koğucu adam, bir sihirbazın bir ayda yapamadığı kötülüğü bâzan bir saatte yapar. Zira koğuculuk kanlar dökmüş, malları mahvetmiş, nice büyük fitneler çıkarmış, insanları yurt ve vatanlarından etmiştir. Ve daha nice fitne ve fesada sebeb olmuştur." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Bir mümin, arkadaşının aybını görmez, onu gizlerse, şüphesiz Allahü teâlâ bu hareketi sebebiyle onu Cennete koyar." "Kim bir ayıp örterse, diri diri kuma gömülen suçsuz kız çocuğunu kurtarmış gibi sevap olur." "Kim arkadaşının aybını örterse, Allahü teâlâ da kıyamet günü onun aybını örter. Kim de Müslüman arkadaşının aybını açığa vurursa, Allahü teâlâ da onun aybını açığa vurur. Hatta evinde bile onu rezil eder." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com
Hatasız kul olmaz!..
8 Ağustos 2010 01:00
Her insanın hatası, kusuru, günahı olabilir. Hatasız kul olmaz. Bunun için arkadaşımızın bazı kusurları görülünce, onu tamamen terk etmek, onun hakkında ileri geri konuşmak doğru değildir. Çünkü kusursuz dost arayan dostsuz kalır. Arkadaşımızın kusurlarını örtmeyip arkasından konuşmak uygun olmadığı gibi yüzüne vurmak da uygun değildir. Çünkü böyle şeyler aranın açılmasına sebep olur. Şeytanın da istediği budur. Onun için, şeytanın istediğini yapmamalı, arkadaşın kusurlarını gizlemeli. Bize karşı işlediği hatalarına gelince, bunu affetmemiz gerekir. Hatta hatasını tevil etmemiz, mazur görmeye çalışmamız vaciptir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, zulmedilmesine de yardımcı olmaz. Kim arkadaşının ihtiyacını giderirse, Allahü teâlâ da onun ihtiyacını giderir. Kim, Müslümanın sıkıntısını kaldırırsa, Allahü teâlâ da kıyamet günü onun sıkıntılarını kaldırır. Kim, Müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da kıyamette onun aybını örter." "Kötülük etmeyin, ayıp araştırmayın! Kim bir Müslümanın aybını araştırırsa, Allahü teâlâ da onun aybını ortaya çıkarır ve böyle bir kimse, en gizli bir yerde sığınsa bile, onu rezil eder." Hasanı Basrî buyurdu ki: "Bil ki, sana söz taşıyan, senden de taşır. Seni sende olmayanla öven kimsenin, seni sende olmayan şeyle kötülemesinden emin olamazsın." Kişinin arkadaşından gelen olumsuz sözleri araştırması da caiz değildir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Müslümanların aybını araştıran, onlara kötülük etmiş ve onları kötülüğe itmiş olur." "Tevbe ettiği bir günahtan dolayı birini ayıplayan, aynı günaha müptela olmadan ölmez." "Kendine reva gördüğünü, sana reva görmeyenin arkadaşlığında hayır yoktur." Getirilen sözün doğru olup olmadığını araştırmamalı! Çünkü tecessüsü, günahları araştırmayı, Allahü teâlâ yasak etmiş, "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" buyurmuştur. (Hucurat 12) Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
Rehber kimsenin özellikleri
9 Ağustos 2010 01:00
Abdülkadir Geylani hazretleri buyurdu ki: "İnsanlara rehberlik, liderlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden menedici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması." Hâlid bin Safvân şöyle buyurdu: "Koğucu adama çok kızınız! İsterse o doğru olsun. Çünkü koğuculuk bir rivayet, onu kabul etmek de bir icazettir. O halde onu kabul etmek, nakletmekten daha şerlidir." Müslüman kadeşimizden duyduğumuz, gördüğümüz her şeyi söylememeliyiz! Arkadaşın hoşlanmadığı şeyleri söylememelidir. Fakat emr-i maruf cinsinden ise, münasip şekilde ikaz edilir. Arkadaşının bir kusurunu görünce kendi kusurlarını hatırlamalıdır. "Ben kusurlarımı düzeltemediğime göre, arkadaşımı mazur görmem lazımdır" diye düşünmelidir. Bir kusuru ile onu kötü görmeye kalkmak doğru değildir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Arkadaşının kötülüğünü gizleyenin kusurları, kıyamette gizlenir." "Arkadaşının aybını görmeyip gizleyen, Cennete gider." "Arkadaşının aybını açığa vuranın aybı açığa çıkar. Hatta evinde bile rezil olur." "Müslümanın aybını araştıran, ona kötülük etmiş olur." "Birini tevbe ettiği günahtan dolayı ayıplayan, aynı günaha maruz kalmadan ölmez." Kişinin Müslüman kardeşinden gelen kötü hal doğru bile olsa bunu başkasına söylerse, onun perdesi yırtılmış, günahı meydana çıkarmış olur. Bu da dostun yapacağı iş değildir. Çünkü, gerçek dost kusurları gizler, açığa vurmaz!. Muhalleb bin Ebî Sufre buyurdu ki: "Şerefli huyların en aşağısı, sırları gizlemek; en yükseği de, kendisine sır olarak söyleneni unutmaktır." > Tel:
On bir ayın sultanı; ramazan...
10 Ağustos 2010 01:00
Yarın, on bir ayın sultanı ramazan-ı şerife tekrar kavuşuyoruz. Bu gece ilk teravihimizi kılıp gece de bu senenin ilk orucu için sahura kalkacağız. Âdem aleyhisselamdan beri hak dinlerin hepsinde oruç vardı. Oruç tutmak bize, yâni ümmet-i Muhammede hicretten, Peygamber efendimizin Mekke'den Medine'ye hicretinden on sekiz ay sonra, Şa'bân ayının onuncu günü, Bedir gazâsından bir ay önce farz oldu. BİN AYDAN DAHA HAYIRLI Ramazan, yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tevbe edenlerin günâhları yanar, yok olur. İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübârek ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Resûl aleyhisselâm "Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır" buyurdu. Peygamber efendimiz, Şabân ayının son günü bir hutbesinde şöyle buyurdu: "Ey Müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece ki bu Kadir gecesidir, bin aydan daha faydalıdır. Allahü teâlâ, bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri terâvîh namazı kılmak da sünnettir. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ay, sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer Cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda mü'minlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden âzâd eder. O oruçlunun sevabı kadar, ona sevap verilir." Resûlullahın bu hutbesini dinleyen Eshâb-ı kirâm şunu sordular: "Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluya iftâr edecek, onu doyuracak kadar zengin değiliz. Bu büyük sevaptan mahrum mu kalacağız?" Resûl aleyhisselâm Eshâbına şöyle cevap verdi: "Bir hurma ile iftâr verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikrâm edene de, bu sevap verilecektir. Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret ve sonu Cehennemden âzâd olmaktır. Bu ayda, emri altında olanların yâni işçinin, memurun, askerin ve talebenin vazîfesini hafîfletenleri Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır." Peygamber Efendimiz devamla şöyle buyurdu: "Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelîme-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmektir. İkisini de, zaten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden O'na sığınmaktır. Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, Kıyâmet günü susuz kalmayacaktır." İHSAN EDİLEN BEŞ ŞEY Her ibadette olduğu gibi, oruç tutmada da niyet çok önemlidir. Oruç Allah rızası için tutulmalıdır. Rejim için, âdet olarak tutulan orucun faydası olmaz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: "Bir kimse, ramazan ayında oruç tutmayı farz bilir, vazîfe bilir ve orucun sevabını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur." Bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, orucun Allahın emri olduğuna inanmak ve sevap beklemek lâzımdır. Günün uzun olmasından ve oruç tutmanın güç olmasından şikâyet etmemek şarttır. Günün uzun olmasını, oruç tutmayanlar arasında güçlükle oruç tutmayı, fırsat ve ganîmet bilmelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Allahü teâlâ benim ümmetime, ramazan-ı şerîfte beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir peygambere vermemiştir: 1- Ramazanın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmet ile baktığı kuluna hiç azap etmez. 2- İftâr zamanında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir. 3- Melekler, ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için duâ eder. 4- Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhirette vermek için, ramazan-ı şerîfte Cennette yer ta'yîn eder. 5- Ramazan-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü'minlerin hepsini affeder. Yâni ramazan ayının tamamını oruçlu geçirenleri affeder
Kiminle arkadaş olmak istersin?"
10 Ağustos 2010 01:00
Bâyezid-i Bistamî hazretlerine, "Sen halktan kiminle arkadaşlık yapmak istersin?" diye sorulduğunda şöyle cevap verir: "O kimse ile ki, benim hakkımda her şeyi bilir. Fakat, Allahü tealanın örtmesini istediklerini örter!" Zünnun-i Mısrî hazretleri de şöyle demiştir: "Seni masum, hatasız olarak görmek isteyen bir kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur. Öfkelendiği zaman arkadaşının sırrını ifşa eden bir kimse alçaktır. Çünkü normal zamanda sır saklamak tabiatın gereğidir, herkes bunu yapabilir. Önemli olan kızgınlık halinde bunu yapabilmesidir!" Başka biri, "Sırrı gizlerim ve gizlediğimi de gizlerim" demiştir. İbni Mutez bunu şöyle belirtmiştir: "Bana emanet edilen sırrı göğsüme yerleştiririm de göğsüm o sırra mezar olur." Başka biri de, İbni Mutez'in bu sözlerine şunları ilave eder: "Göğsümdeki sır, kabrinin içinde yatan bir kimse gibi değildir. Çünkü kabirde yatanı görürüm ki, bir daha dirilip haşrolmayı bekliyor. Fakat ben göğsümdeki sırrı öyle unuturum ki, sanki hiçbir zaman o sırra muttali olmamışımdır. Eğer benimle onun arasında sırrı sırdan gizlemek mümkün olsaydı, sır da bilmezdi." İbrahim bin Edhem hazretlerinin arkadaşlarından bazıları, bir müddet onun ziyaretine gelmemişler. Sonra tekrar geldiklerinde onlardan birisi İbrahim Ethem'in bir dostu aleyhinde konuşmuş bunun üzerine İbrahim Ethem ona demiş ki: "Vallahi bizi ziyareti terk etmen bizim için bir ganimetmiş! Baksana kardeşimiz hakkında düşmanlık telkin ettin, kalbimi de meşgul kıldın. Keşke bugün beni ziyaret etmemiş olsaydın." Ebu Said el-Hudrî Peygamber Efendimizden şunu nakleder: "Bir kardeşinin kusurunu görüp de örten bir mü'min Allah'ın cennetine girer." Bir gün de, Hazreti Peygamber kendisine, işlediği günahı haber veren Maiz bin Mâlik'e şöyle demiştir: "Bunu örtmüş olsaydın senin için daha hayırlı olurdu." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-m
Ramazan-ı şerif ayının üstünlüğü
11 Ağustos 2010 01:00
İslâm âlimlerinin büyüklerinden, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ramazan ayının üstünlüğünü şöyle bildirmektedir: "Ramazan-ı şerîf ayında yapılan nâfile namaz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günâhları affolur. Cehennemden âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. O oruçlunun sevâbı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur. Cehennemden âzâd olur. Resûlullah, bu ayda, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günâh işleyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur'ân-ı kerîm ramazanda indi. Kadir Gecesi, bu aydadır." İFTAR DUASI Ramazân-ı şerîfte, hurma ile iftâr etmek sünnettir. Güneşin battığı iyi anlaşılınca, önce E'ûzü ve Besmele okuyup "Allahümme yâ vâsi'al-magfireh igfirli ve li-vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil mü'minîne vel mü'minât yevme yekûmülhisâb" denir. Bir iki lokma iftârlık yiyip, "Zehebezzama' vebtelletil urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ" duâsını okumak sünnettir Bundan sonra yemeğe başlanır.. (Duânın başındaki "Z" peltek olan "Zel" harfidir. Zama'daki ise "Zı" harfidir. Sebe'deki "S" ise peltek "Se"dir.) Oruca, akşam ezânından, ertesi gün, dahve vaktine yâni öğleye bir saat kalana kadar niyet edilebilir. İmsâk vaktinden evvel niyet ederken, "Niyet ettim, yarın oruç tutmaya" denir. İmsaktan sonra niyet ederken, "Bugün oruç tutmaya" denir. Kazâ ve kefâret orucuna ve mu'ayyen olmayan adak oruçlarına fecirden sonra niyet edilemez... Ramazanda, iftârı acele etmek ve sahûru, geciktirmek sünnettir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bu iki sünneti yapmağa çok dikkat ederdi. Sahûru geciktirmek ve iftârı çabuk yapmak, belki insanın aczini gösterdiği için sünnet olmuştur. Zaten ibâdet, aczi ve ihtiyâcı göstermek demektir. Hasta ve seferi olmayanın oruç tutmaları lâzımdır. Tutmazlarsa, günahı büyüktür. Niyetli iken bozarlarsa, kefaret de lâzım olur. Günler uzun ve sıcak da olsa meşru bir mazeret yoksa orucun terk edilmemesi gerekir. Oruç tutturmamak için uğraşan art niyetli kimselerin sözlerine aldanmamak gerekir. (Behcet-ül-fetâvâ) kitabında buyuruluyor ki: "Ramazan-ı şerif, yaz aylarından birine geldiği zaman, din adamı şekline giren birisi, Müslümanlara 'Oruca niyet etmeyip, oruç tutmaz iseniz ve kışın kısa günlerde kaza ederseniz, câiz olur. Ramazanda oruca niyet etmeden, yer içerseniz, kefaret lâzım olmaz' diyerek gençlere, talebeye, işçiye oruç tutturmazsa, bu kimse şiddetle tâzîr edilir, cezâlandırılır. Böyle söylemesi men edilir." AÇIKTAN ORUÇ YİYENİN HÂLİ Ramazan-ı şerîf orucu, her Müslümana farz olduğu gibi, tutamayanların kazâ etmeleri de farzdır. Herhangi bir özür ile ramazanda oruç tutamayanlar, ramazandan hemen sonra, kazâsını tutmalıdır. Kazâ namazı borcu olanların, kazâ orucu olanların nâfile ibâdetlerle meşgûl olması, boşuna zahmet çekmektir. Önce farz borçları yerine getirmeli, ödemelidir. Özrü olan kimseler, oruç tutamadıkları günler, gizli yemelidirler. Ramazan-ı şerifte umûmî yerlerde, Müslümanların karşısında, oruç yiyenlerin ve oruç tutanları aldatarak, oruç tutturmayanların îmanı gider. Ramazan günlerinde lokanta, aşhâne, gazino, büfe gibi yiyip içme yerlerini işletmek günahtır. Bunların, oruç yiyenlerden kazandıkları, helâl ise de, habîstir, zararlıdır. Buralarını iftârdan sonra açmalıdır...
Şerrinden Allaha sığınılacak kimse
11 Ağustos 2010 01:00
Bir insanın iyilikleri ve kusurları da olur. Kusur araştırmak münafıklık alametidir. Mümin mazeret arar. Münafık suç araştırır. Kerem sahipleri arkadaşların kusurlarını bağışlar. Hadis-i şerifte, "Gördüğü iyilikleri gizleyip, gördüğü kötülükleri teşhir eden kötü komşudan Allahü teâlâya sığının!" buyuruldu. İyiliği kötülüğüne galip gelen kimse, iyi insan demektir. Arkadaşımız hakkında kötü konuşmamak ve ona suizan etmemek üzerimize borçtur. Kusurları örtmek ve onları görmezlikten gelmek er kişinin, salihlerin işidir. En üstün derece kötülükleri gizleyip iyilikleri açıklamaktır. Bir insan kendisi için sevdiğini, başkası için de sevmedikçe kâmil mümin olamaz. Arkadaşlığın en düşük derecesi, onun bize yapmasını istemediğimiz şeyleri yapmamaktır. Onun bize yapmasını istediğimiz şeyleri ona yapmaktır. Her insan, kendi kusurlarının örtülmesini ister. Beklediğinin aksi yapılırsa ona karşı nefret ve kin hissi uyanır. Arkadaşına karşı kin ve hasedi olan kimsenin imanı zayıf ve sonu tehlikelidir. Mansur bin Zâzân diyordu ki: "Vallahi ben, yanımda oturan herkesle mücadele halindeyim! Yanımdan ayrılıncaya kadar savaşıyorum onunla. Çünkü boş bulunduğum an o, gerçek dostumla benim arama düşmanlık sokacak, yahut da beni gıybet etmiş birisinin gıybetini bana ulaştırmaktan kendisini alamayacak da bu yüzden beni sıkıntıya uğratacak." Hazreti Abbas, oğlu Abdullah'a şöyle demiştir: "Şu beş nasihatimi unutma: 1- Sakın onun hiçbir sırrını ifşa etme. 2- Sakın onun yanında hiç kimsenin aleyhinde bulunma. 3- Sakın ona yalan söyleme. 4- Sakın onun hiçbir emrine isyan etme. 5- Sakın o, senin herhangi bir hıyanetine muttali olmasın. Şa'bî hazretleri şöyle demiştir: "Hazreti Abbas'ın bu beş nasihatinin her biri bin altından daha hayırlı ve faydalıdır." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Müslümanın vasıfları
12 Ağustos 2010 01:00
Müslüman; ağırbaşlı, vakarlı, ağzından çıkan her kelimeye dikkat eden, nerede ne konuşacağını bilen kimsedir. Kimseyi üzmez, kimseye sıkıntı vermez. Yumuşak huylu ve sabırlıdır. Yumuşak huylu ve sabırlı olmak, takva sahiplerinin özelliklerindendir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, yumuşak huylu ve sabırlı kullarını övmektedir. Şûra suresinde mealen buyuruldu ki: "Kim ki, sabreder, kusurları örter ve bağışlayıcı olursa, işte muhakkak ki, bu, yapılmaya değer işlerdendir. Mert ve azimli kimselerin yaptığı iştir." Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Tehassüs ve tecessüs etmeyin. Aranızdaki bağları koparmaym. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz." Tecessüs, başkasının hakkındaki haberleri merak etmek ve araştırmak demektir. Tehassüs ise, onu göz hapsinde tutmak, takip etmek demektir. Madem Peygamber Efendimiz bu hareketleri yasaklamıştır, o halde mü'minlerin ayıplarını örtmek, onların ayıplarını görmezlikten ve bilmezlikten gelmek, dindar kimselerin ahlâkındandır. Arkadaşının aynen kendisi olduğunu kabul ederek, kendi ayıplarının açıklanmasını istemediği gibi onun da ayıplarını gizlemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Arkadaşının ayıplarını örten kimsenin, Allahü teâlâ, dünya ve ahirette kusurlarını örter. Bir ölüyü diriltmiş gibi olur." Mü'minin güzel taraflarını söylemek, kötü taraflarını örtbas etmek hususunda Resulullahın duasında Allah'ı bu vasıf ile vasıflandırması senin için en büyük delildir. Nitekim o duada şöyle denildi: "Ey iyiliği izhar eden ve kötülüğü örten Allah!" Ebu Said es-Sevrî şöyle demiştir: "Herhangi bir kimseyle arkadaşlık yapmak istediğin zaman, onu öfkelendir. Sonra senin durumunu ondan sormak için birini gönder. Eğer buna rağmen o, hakkında iyi şeyler söyler, sırrını saklarsa onunla arkadaşlık yap!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail:
Hataları ortaya dökmek hastalıktır!
13 Ağustos 2010 01:00
Başkasının kabahatlerini örtmeyip daha fazla ortaya çıkarmak insanoğlunun müzmin bir hastalığıdır. Bunun sebebi de kıskançlık ve haseddir. Zira kıskanç ve hasedçi bir kimsenin içi kötülüklerle doludur. Fakat o kötülükleri içinde hapseder, gizler, fırsat bulmadıkça onları açığa vurmaz. Ne zaman bir fırsat bulursa, hayâ ortadan kalkar, içindeki pislikler dışarıya çıkmaya başlar. Bunun için bir kimsenin içi hased ve kıskançlıkla doluysa, böyle bir kimseden uzaklaşmak en uygun bir davranış olur. Hikmet ehli zatlar şöyle demişlerdir: "Açık azarlama, kötüleme içte gizlenen hasedden daha iyidir. Hasetçi bir kimseye karşı gösterilen nazikane hareketler, gittikçe onun vahşetini kabartmaktadır." Kalbinde herhangi bir Müslümana karşı kin bulunan bir kimsenin imanı zayıf olduğu gibi, sonu da tehlikelidir. Böyle bir kalp habis olduğu için Allahü teâlâ'nın huzur-u ilahîsine layık değildir. Kişi kendi için neyi seviyorsa, Müslüman kardeşi için de onu sevmedikçe imanı tamam olmaz. Arkadaşlık derecelerinin en azı, kişinin kendisi için istediğini kardeşi için de istemesidir. Şüphe yoktur ki, kardeş kardeşinden aybını örtmesini, kötü taraflarından söz etmemesini, ayıplarını açığa vurmamasını bekler. Eğer kardeşi bunun tersini yaparsa, onun hakkında öfkesi kabarır. Kardeşinden beklediğinin aksini ona yapmak elbette insafsızlıktır. Böyle bir kimseye, Kur'an-ı kerimde azap va'dedilmiştir. Âyet-i kerimede, "Büyük günahlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelendikleri zaman da kusurları bağışlar ve işlerini aralarında istişare ederler." (Şûra 37, 38) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, "Müslüman, Müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, zulmedilmesine de yardımcı olmaz. Kim arkadaşının ihtiyacını giderirse, Allahü teâlâ da onun ihtiyacını giderir. Kim, Müslümanın sıkıntısını kaldırırsa, Allah da kıyamet günü onun sıkıntılarını kaldırır. Kim, Müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da kıyamette onun aybını örter" buyuruldu. Tel: 0
Ahmağın kalbi ağzındadır!..
14 Ağustos 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Bir Müslüman, kardeşinin kendisine emanet ettiği sırrını ifşa etmemesi gerekir. İfşa etmemek için o sırrı inkâr edebilir. Kişinin, sır ve ayıplarını örtmek için yalan söylemesi nasıl caiz ise, Müslüman kardeşi hakkında da aynı şeyi yapabilir. Çünkü kardeşi ile kendisi arasında fark yoktur. İkisi ancak bedenle ayrılırlar, hakikatte ise bir şahıstırlar. İşte kardeşliğin hakikati budur. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslüman kardeşinin ayıbını örten bir kimse sanki diri diri gömülen bir kız çocuğunu kurtarmıştır." "Kişi etrafına bakınarak konuşursa, o konuşma oradakiler için bir emanettir." "Aynı mecliste oturan iki kişi emanetle otururlar; (manevi teminat almış olurlar). Bu bakımdan hiç kimse için helâl değildir ki arkadaşının ifşa edilmesi hoşuna gitmeyen herhangi bir sırrını ifşa etsin." Ediblerden birisine denildi ki: "Senin sır saklaman nasıldır?" O edib de şöyle cevap verdi: "Ben sırrın mezarıyım!" Denilmiştir ki: "İnsanların göğüsleri sırların mezarlarıdır." Yine şöyle denildi: "Ahmak bir insanın kalbi ağzındadır, akıllı bir kimsenin dili ise kalbindedir." Yani ahmak kimse nefsindekini gizlemeye gücü yetmez ve bilmediği halde açığa vurur. İşte bundan dolayıdır ki ahmak bir kimsenin dostluğunu kesmek ve onun sohbetinden uzak durmak gerekir. Hatta ahmakları görmekten bile kaçınmalıdır. İmam-ı Şarani hazretleri buyurdu ki: "Ey Müslüman! Din kardeşlerinin ve başkalarının sırlarını ifşâ etmekten sakın. 'Ben bunu kasdetmemiştim!' diye kendini mazur göstermeye kalkma. Unutma ki sen fitne ve garabetlerle dolu olan onuncu hicret asrının ikinci yarısında bulunuyorsun..." Hadis-i şerifte, "Müslümanların aybını araştıran, onlara kötülük etmiş ve onları kötülüğe itmiş olur" buyuruldu. > T
İyiler kötülükleri gizler
15 Ağustos 2010 01:00
En kötü şey kişinin Müslüman kardeşi ile münakaşa etmesi, onun yanlışlarını ortaya çıkarmasıdır. Çünkü başkasının konuşmasını tenkid eden bir kimse, konuşmacıyı cehalet ile itham ediyor veya bu konuştuğu konunun hakikatini anlamaktan gafil olmakla suçluyor demektir. Bütün bunlar Müslüman kardeşine hakarettir. Karşısındaki insanı intikama ve nefrete sürükler. İyi bir kimse, arkadaşlığını kestiği kimsenin kötülüklerini gizler, iyiliklerini söyler. Kötü alçak bir kimse ise, onunla arkadaşlık kesildiğinde dostunun iyi taraflarını örtbas edip, iftiralar atar. Hasan Basrî hazretleri şöyle demiştir: "Bin kişinin sevgisiyle bir kişinin düşmanlığını satın alma!" İbn Abbas, Hazreti Peygamberden şöyle rivayet eder: "Sakın kardeşinle mücadele etme! Onunla alay etme! Ona yerine getiremeyeceğin bir sözü verme." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Haksız olduğu halde, haksızlığını anlayıp mücadeleyi bırakan bir kimse için cennetin etrafında bir köşk inşa edilir. Haklı olduğu halde tatsızlık olmasın diye, herhangi bir meselede mücadeleyi terk eden bir kimse için ise cennetin en yüce ve yüksek yerinde bir köşk yapılır." "Birbirinize sırt çevirmeyin. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinizi kıskanmayın. Aranızdaki sevgi ve muhabbeti kesmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz. Çünkü Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu yardımlarından mahrum etmez. Onu mahcub etmez. Müslüman kardeşini tahkir etmek, şer olarak kişiye yeter de artar. Müslümanın kanı, malı, namusu diğer Müslümana haramdır." "Bir mümin, arkadaşının aybını görmez, onu gizlerse, şüphesiz Allahü teâlâ bu hareketi sebebiyle onu Cennete koyar." "Kim bir ayıp örterse, diri diri kuma gömülen suçsuz kız çocuğunu kurtarmış gibi sevap olur." Tel: 0 2
Nereye?' diye sormazlardı
16 Ağustos 2010 01:00
Bir Müslümanın arkadaşını ya-lanlaması, onun sırrını açıklaması güzel ahlâka ters düşer. İlk devir Müslümanları arkadaşlarını üzmekten o kadar kaçınmış ve sakındırmışlar ki, ondan daha iyisini yapmak mümkün değildir. Arkadaşlara yardım etmede, iyilikte o kadar teşvikte bulunmuşlardır ki, artık kimsenin aklına arkadaşımdan bana zarar gelir düşüncesi gelmemiş. Kişinin arkadaşı, sen arkadaşına 'kalk!' dediğin zaman, o da 'nereye' derse, böyle bir kimseyle arkadaşlık yapma! Aksine arkadaşlık 'nereye?' diye sormak değil, derhal kalkıp sormaksızın arkadaşına tâbi olmaktır. Ebu Süleyman ed-Daranî şöyle demiştir: "Irak'ta bir arkadaşım vardı. Sıkıntıya düştüğüm zaman ona gidiyordum. O da kesesini bana atar istediğimi kesesinden alırdım. Bir gün kendisine gittim, sıkıntıda olduğumu söyledim. O bana dedi ki: 'Ne kadar istiyorsun?' Bunun üzerine onun arkadaşlığı benim gözümden düştü, arkadaşlığı bıraktım." Ebu Umame Bahilî'nin rivayet ettiği hadîs-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: Resulullah Efendimiz, biz münakaşa ederken çıkageldi. Bu durumumuzu görerek üzüldü. Bize buyurdu ki: "Ey eshabım! Tartışmayı bırakın. Çünkü o, arkadaşlar arasında düşmanlığı körükler." Eskiler, "Arkadaşından bir mal istediğin zaman, o da sana 'Ne yapacaksın?' diye sorarsa o, arkadaşlık hakkını terketmiş olur" demişlerdir. Arkadaşlığının devamı ve payidar olması, ancak sözde, fiilde ve şefkatte uygun hareket etmeye bağlıdır. Nitekim Ebu Osman Hıyfî şöyle demiştir: "Arkadaşlara uymak onlara şefkat göstermekten daha hayırlıdır." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Muhakkak ki, malınızı vermek suretiyle herkesi memnun edemezsiniz. Fakat güler yüzle ve güzel ahlâk ile memnun edin." "Bir kimsenin ayıbını örten hiçbir kul yoktur ki, Allahü teâlâ da kıyamet gününde onun ayıplarını örtmesin." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoru
taburelerin, sandalyelerin, sıraların işgalindeki camilerimiz!
17 Ağustos 2010 01:00
 Camilerimizden kilise görünümlü manzaralar... Ramazan ayı dolayısıyla camilerimiz dolup taşıyor. Bu aşırı sıcaklara rağmen dinin temeli olan namaz için camilere koşuluyor. Maalesef birileri de sinsice bu namaz ibadetini boşa çıkartmak için uğraşıyor. Nasıl mı? Dinde yeri olmayan; taburede, sandalyede, sırada namaz kıldırarak... Çok şükür birçok meslektaşımız bu oyunun farkında. Tepkilerini de çok güzel bir şekilde yerine getiriyorlar: "Camilerimizde öyle görüntüler yayılıyor ki, dışarıdan bakanlar, cemaatin bir bölümünün harp gazisi, ya da ortopedik sorunlar başta olmak üzere çeşitli dertlerden muzdarip hastalıklı kişiden oluştuğunu sanabilir. Tatil vesilesi ile muhtelif yerlerde seyahat halinde iken, birçok camide daha önce bu kadarına rastlamadığım bir görüntü ile karşılaştım. Bartın'ın 3 bin nüfuslu bir beldesinde, en fazla 200 kişinin namaz kılabildiği bir camide tabureye oturarak namaz kılan en az 30 kişilik bir grubu fotoğraflama imkânı buldum. Bu kadar az sayıda cemaatin arasında bu kadar çok tabureli insanın bulunması ne derece normal bilemiyorum. Harpten çıkmış bir ülkenin gazileri ile dolu bir cami gibi his oluşuyor insanın içinde. Yine Zonguldak Ulucami'de, sağlı sollu 20'şerli oturma grubu halinde 40 kişilik oturma düzeni gördüm. Biz namaza yetişemeyip kendimiz kıldığımız için, sordum, bu oturaklar namaz sırasında yetmiyor bile dediler. Aynı gün ikindi namazının son rekatına yetişebildiğimiz Zonguldak İHL önündeki camide 7 kişi hocanın arkasında saf tutmuş namaz kılarken, 5 kişinin en arkada kendileri için ayrılmış uzun bankta oturarak namaz kıldıklarına şahit oldum. (Prof. Dr. Osman Özsoy) OYUNA MI GELİYORUZ "Son birkaç senedir; yürüye yürüye câmiye gelebilen, câmi ve apartmanlarda merdivenleri çıkabilen, pikniğe gidip bağdaş kurup oturabilen, evinde bir bacağını altına alıp koltukta ve sandalyede oturabilen nice kimseler câmide namazlarını sandalyede kılıyorlar. Onları gören bazıları da "Demek ki böyle de olabiliyormuş. Benim ağrım-sızım var" diyerek bir sandalye ediniveriyor. Bazı câmilerde namaz kılmak için sâbit oturma yerleri bile yapılıyor. Hatta bazı yerlerde sıralar konulmaya başlanmış. Câmilerde sandalye ve sandalyeyle namaz kılanlar niye habire çoğalıyor? Sebebi sandalye hastalığı(!)nın çoğalması mıdır, yoksa câmi cemaati olarak bir oyuna mı geliyoruz? İnsanın hareketine engel olan romatizma, bel ağrısı, baş dönmesi gibi hastalıklar yeni değil eskiden beri var. Sandalye de eskiden beri var. Ama sandalyede namaz eskiden beri yok; yeni bir şey... Bir arkadaşım geçen ay Lübnan'a gidip geldi. Diyor ki: "Bir câmiye girdim, cemaatin üçte biri namazını sandalyede kılıyor." Türkiye buna doğru mu gidiyor veya götürülüyor? Oyuna mı geliyoruz? Ve bu neyin nesi?.. Hangi hasta olursa olsun, hepsinin cevabı fıkıhta yerini aldığı halde, 1400 seneden sonra, (eski köye yeni âdet, kadîm fıkha nevzuhur bir madde eklercesine) namazı sandalyeye bağlamanın ve câmileri sandalyeyle doldurarak mâbedlerimizin kiliseye benzemesine bîgâne kalmanın mazereti olabilir mi? (Ali Eren) KİLİSE ÖZENTİSİ "1400 yıllık İslam tarihinde görülmemiş bir hadise ile karşı karşıyayız. Konu şudur: Camilerin arka tarafına haddinden fazla sandalyeler konulmuştur ve yaşlı kimselerin bir kısmının sandalyede oturarak namaz kılması istenmektedir. Bu sandalye işi kendi kendine oluşmamıştır. Bazı imamlara baskı yapılmış, sandalye sayısını çoğaltmaları istenmiştir. Ne lüzumu var efendim diyenler, üstü kapalı bir şekilde tehdit edilmiştir. Birileri, bir zihniyet camilerimizi kiliselere benzetmek istiyor! Ehl-i Kitab da cennetliktir diyenler camilerimize karışmasınlar. Fıkıh kitaplarımızda, camilere sandalye konulmaz diye bir hüküm yoktur diyen çok bilmişlere kanmayınız. Dinî kültürü, ilmihal ve fıkıh bilgisi yetersiz olan kimselerin sandalyede namaz kılmalarını teşvik etmek bir zulümdür, bir aldatmacadır. Sinsi metotlarla camileri kiliselere benzetmek isteyenlere teessüf ediyorum. (Mehmet Şevket Eygi) Acaba Diyanet bu garabete ne diyor? Dahlim yok diyerek bu işten sıyrılamaz; camilerimizi bu çirkin görünümden kurtarmak için dahli kaçınılmazdır!
Gizli halleri araştırmayın!"
17 Ağustos 2010 01:00
İlk devir Müslümanları gizli kusurların ifşa edilmemesi hususunda birbirlerini uyarırlardı. Abdurrahman bin Avf hazretleri şöyle anlatıyor: Bir gece Halife Hazreti Ömer'le birlikte Medine sokaklarında dolaşıyorduk. Bir ara gözümüze bir ışık ilişti. Oraya doğru yürüdüğümüzde bunun bir evin penceresinden geldiğini gördük. İçeriden bağrışmalar ve birtakım gürültüler geliyordu. Bunun üzerine Hazreti Ömer elimden tutarak şöyle dedi: - Bu ev kimindir biliyor musun? - Hayır bilmiyorum. - Bu ev Rabia bin Ümeyye bin Halef'in evidir. Onlar şu anda içki içiyorlar. Ne yapalım? - Ya emîr'el-mü'minîn! İzinsiz içeri girersek, Allahü teâlânın yasaklamış olduğu bir fiili yapmış oluruz. Çünkü Allahü teâlâ 'Sakın tecessüs etmeyiniz (gizli hâlleri araştırmayınız!)' (Hucurat/12) buyurmaktadır. Bunun üzerine Hazreti Ömer gerisin geriye döndü ve onları olduğu gibi bıraktı. Onun bu hareketi, kulların ayıbının örtülmesinin lazım olduğuna ve başkasının kusurunu aramanın yasak olup terk edilmesi gerektiğine delâlet eder. Nitekim Hazreti Peygamber, Hazreti Muaviye'ye şöyle buyurmuştur: "Eğer halkın kusurlarını araştırırsan onları ifsad edersin veya ifsadlarına sebep olursun." Hadis-i şeriflerde şöyle buyuruldu: "Ey lisanlarıyla iman edip de kalplerine iman girmeyenler! Sakın Müslümanların gıybetini yapıp kusurlarını araştırmayın; çünkü kim Müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa Allahü teâlâ da onun kusurunu araştırır. Allahü teâlâ da kimin kusurunu araştırırsa, onu evinin içinde dahi olsa rezil eder." "Allahü teâlâ bu dünyada herhangi bir kulunun ayıbını örtmüşse o ayıbı ahirette teşhir etmemesi keremine daha lâyıktır." > Tel: 0 212 - 454 38 21
Hastalar nasıl namaz kılacak?
18 Ağustos 2010 01:00
 Oturup kalkabilen hastanın namaz kılış şekli... Dün bahsettik... Dinde güçlük yok, kolaylık var bahanesiyle, camiler taburelerle, sandalyelerle, sıralarla doldurulmaya başlandı. Evet, dinde güçlük yok, kolaylık var fakat bu, herkes kendine güç gelen ibadetleri yapmasın veya ibadetlerin şartlarını istediği gibi değiştirsin, demek değildir. Dinimizin izin verdiği, sınırlarını çizdiği ruhsatlardan istifade edebilir, demektir. Hasta olan kimse için bu ruhsat fıkıh kitaplarında şöyle bildirilmiştir: Ayakta duramayan veya zarar gören, başı dönen kimse, farzları da, secde ettiği yerde oturarak kılar. Rüku için eğilir. Secde için, başını yere koyar. Duvara, değneğe, insana dayanarak, biraz ayakta durabilenin, ayakta tekbir alması ve o kadarcık ayakta okuması farzdır. Alnında ve burnunda birlikte özür olup başını yere koyamayan, ayakta durabilse bile, yere oturarak ima ile kılar. Yani rüku için biraz eğilir. Secde için, rükudan daha çok eğilir. RESULULLAHIN TARİFİ Resulullah Efendimiz bir hastayı ziyaret etti. Bunun, eli ile yastık kaldırıp, üzerine secde ettiğini görünce, yastığı aldı. Hasta, odun kaldırarak bunun üstüne secde etti. Odunu da aldı ve "Gücün yeterse, yere secde et! Yere eğilemezsen, yüzüne bir şey kaldırıp, bunun üzerine secde etme! İma ederek kıl ve secdede, rükudan daha çok eğil!" buyurdu. Bir uzvundaki hastalıktan dolayı uygun oturamayan kimse, istediği gibi oturur. Oturabilmek için, ayaklarını kıbleye karşı uzatabilir. Bir yerini yastığa veya başka şeye dayar. Yüksek bir şeyin üstüne oturup ima ile kılması caiz değildir. Sandalyede oturarak namaz kılınamaz. Böyle kılanın namazı kabul olmaz. Çünkü, sandalyede oturmak için zaruret yoktur. Sandalyede oturabilen kimse, yerde de oturabilir ve yerde oturabilenin yere oturup kılması lazımdır. Namazdan sonra, yerden ayağa kalkamayan, sandalyeden ise kolay kalkan hastayı yerden bir kimse kaldırır. Yahut, kıbleye karşı olan bir karyolada, ayaklarını sarkıtmadan oturarak kılar. Namazdan sonra, ayaklarını yatağın bir yanına sarkıtıp, sandalyeden kalkar gibi kalkar. Bir şeye dayanarak veya bir kimsenin tutması ile de, yerde oturamayan hasta, sırtüstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye uzatır. Başı altına yastık koyar. Yüzü kıbleye karşı olur. Veya kıbleye karşı sağ veya sol yanı üzerine yatar. Rüku ve secdeleri, başı ile ima eder. Böyle de ima edemeyen aklı başında bir hasta, bir günden çok namazını kılamazsa, hiçbirini kaza etmez. Hastanın yatakta veya sandalyede, ayaklarını sarkıtarak oturup, ima ile kılması caiz değildir. Hasta, yerde veya uzunluğu kıble istikametinde olan bir çekyat üstünde, kıbleye karşı oturarak kılar. Yere oturunca kalkamazsa, sandalye, koltuk veya yatak üzerine oturur, ayaklarını bir sehpanın üstüne koyarak ima ile kılar. Felçli olup sandalyesinden inip binemeyen de, mümkünse ayaklarını sehpaya koyar veya koydurur. Buna da imkân yoksa, tekerlekli sandalye mahkumu olan zaruretten dolayı kendi sandalyesinde, engellilere mahsus tekerlekli sandalyede kılması caiz olur. NAMAZIN BOŞA GİTMEMESİ İÇİN Hadis-i şerifte, "Namaz dinin direğidir" buyurulmuştur. Namaz şartlarına uygun olarak kılınmazsa din yıkılmış olur. Kur'an-ı kerimde de, birçok yerde, namazın dosdoğru kılınması emredilmektedir. Mesela, Ra'd sûresinin 22. âyetinde meâlen: "Onlar, şu kimselerdir ki, Rablerinin rızasını kazanmak için sabrederler. Namazlarını dosdoğru kılarlar. Kendilerine verdiğimiz rızktan gizli ve âşikâr infâk eder, verirler. Kendilerine kötülük yapanlara, iyilik ederler. O müminler için (amellerine karşılık) âhiret saadeti ve rahat vardır" buyurulmuştur. Lokman suresi 17. ayetinde de "Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir" buyurulmuştur. Peygamberimiz, bir kimsenin namaz kılarken şartlarını yerine getirmediğini; rükü'unu ve secdelerini tamam yapmadığını görüp, "Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammed'in dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?" buyurdu. Namazımızın geçerli olması için boşa gitmemesi için reformcuların sözleri ile değil, fıkıh âlimlerinin, ilmihal kitaplarının bildirdikleri ile amel etmek zorundayız!  Oturup kalkamayan hastanın namaz kılış şekli...
Sen üç kere isyan ettin!"
18 Ağustos 2010 01:00
Hazreti Ömer, bir gece Medine-i Münevvere sokaklarında geziyordu. Bir evden şarkı türkü sesleri geldiğini işitti. Duvarı aşıp içeri girdiğinde, yanında bir kadın ile şarap bulunan bir erkek gördü. Bunun üzerine şöyle haykırdı: - Ey isyankâr! Bu yaptığın yanına mı kalacak sandın? Ev sahibi Hazreti Ömer'in bu hiddetli haline rağmen şu cevabı verdi: - Ya emîr'el-mü'minîn! Acele etme! Beni dinle: Allah'a karşı ben bir kere isyan ettimse, sen üç kere isyan ettin. Şöyle ki: Allahü teâlâ 'Sakın tecessüs etmeyiniz' (Hucurat/12) dediği halde sen tecessüs ettin. O, '(Câhiliyye devrinde yapıldığı gibi) evlere arkalarından girmeniz iyilik değildir. Lâkin iyilik ve hayır, haramlardan sakınanın iyiliğidir' (Bakara/189) demiştir. Oysa sen içeriye duvardan tırmanarak girdin. Yine Allah 'Ey iman edenler! Kendi ev ve odalarınızdan başka evlere, izin alıp sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki,düşünür, hikmetini anlarsınız' (Nûr/27) buyurduğu halde sen izin almaksızın ve selâm vermeksizin içeri daldın... Doğruyu kimden işitirse işitsin hemen kabul eden Halife, birden sakinleşti, sessizce evden çıkıp gitti... Adamın birisi Abdullah bin Ömer'e 'Ya Ebu Abdurrahmân! Hazreti Peygamber kıyamet günündeki necvâ (gizli soruşturma) hakkında ne söyledi?' diye sordu. İbni Ömer de Hazreti Peygamberin bu konuda şöyle buyurduğunu söyledi: "Allahü teâlâ mü'min kuluna yaklaşır. Onu himayesine alıp halkın gözünden gizleyerek kendisine 'Şu günahı biliyor musun?' diye sorar. O da 'Evet, biliyorum ve onu işledim' der. Böylece Allahü teâlâ ona bütün günahlarını ikrar ve itiraf ettirir. Bu şekilde kişi kesinlikle helâk olduğunu görür. Allahü teâlâ ona 'Ey kulum! Ben dünyada senin bu günahlarını ancak bugün affetmeyi irade ettiğim için örttüm' der Bunun üzerine kişiye hasenat defteri verilir. Kâfirler ile münâfıklara gelince, bunlar hakkında hafaza melekleri şöyle haykırırlar: Bunlar rablerini yalanlayan kimselerdir. Allah'ın lâneti zâlimler üzerinedir."
Onlar hep güzellikleri görürlerdi
19 Ağustos 2010 01:00
Mâlik bin Dinar şöyle anlatır: "Hazreti İsa beraberinde havariler olduğu halde bir köpek leşinin yanından geçer. Havariler 'Bu köpeğin kokusu amma da fena' derler. İsa aleyhisselam 'Onun dişinin parlaklığı, beyazlığı ne de güzeldir' diye karşılık verir... İsa aleyhisselam bu sözüyle havarilerinin, ölmüş köpeğin bile aleyhine konuşulmamasını istemediğini ifade eder. Allah'ın mahluku hakkında güzelden başka bir şey söylememesini ister." İbni Abbas şöyle demiştir: "Sen, arkadaşının ayıplarını, kusurlarını belirtmek istediğin zaman, kendi kusurlarını hatırla, onun yerine kendi ayıbını belirt!" Ebu Hüreyre hazretleri şöyle demiştir: "Sizden bir kimse Müslüman kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki merteği görmez!" Hasan-ı Basrî hazretleri şöyle demiştir: "Ey Âdemoğlu! Sen imanın hakikatini ancak sende mevcut olan bir ayıptan dolayı halkı ayıplamayı terk ettikten sonra elde edebilirsin. Ancak o ayıbın ıslahına başlayıp nefsinde bulunan o ayıbı ıslah ettikten sonra elde edebilirsin. Bunu yaptığın zaman senin meşguliyetin, nefsin hakkında olur. Allah nezdinde kulların en sevimlisi böyle olanıdır." Ali bin Hüseyin gıybet yapan birini görünce şöyle dedi: "Gıybetten kaçın! Çünkü gıybet, insan köpeklerinin katığıdır." Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden mücâhirler affolunacakların dışındadırlar. Kişinin gizlice işlediği kötülüğü sağda solda söylemesi mücâhirliğe girer." Yine bu konu ile ilgili olarak Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Dinlenilmelerini istemeyen kimselerin konuşmalarını dinlemek isteyen kişinin kulağına kıyamet gününde eritilmiş kurşun akıtılır." "Kıyâmet günü, bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyada iken, şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değil, der. Onlar, defterinden silindi, gıybet ettiklerinin defterlerine yazıldı, denir." Tel: 0 212 - 454 38 21
Misafir gördüğünü söylememelidir!
20 Ağustos 2010 01:00
Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî hazretleri buyurdu ki: "Dostunu, ahbabını ziyâret eden, ziyâret ettiği kimsede gördüğü ayıp ve hatalarını kimseye söylemeyip, onda gördüklerini saklayabilecekse, ziyârete gitmesi edebdendir. Eğer gördükleri ayıp ve hatalarını muhâfaza edemeyip başkalarına söyleyecekse, ziyâreti terk etmesi daha iyidir." Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah herkesin kendi aybını görmesini isterdi. Eğer insan kendi ayıplarıyla meşgul olursa; başkalarının ayıplarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamayacağını beyan eder ve "İnsanların pek çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle kusurlarını unutup, başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir" buyurdu. Ebu Süleyman Darani buyurdu ki: "Kul, Allahü teâlâdan hayâ ederse, Allahü teâlâ onun ayıplarını örtüp, insanlardan gizler, hatâlarını affeder. Kıyâmet günü onun hesabını kolay eyler." Ali bin Muhammed buyurdu ki: "İnsanların kalblerini kazanmayı, hoşnut ve râzı etmeyi isteyerek, herkese iyilik et İyilikten ayrılma. Bu yolda insanlara hizmetin devamlı olsun. Çünkü insan, iyiliğin kölesidir. Sana bir sıkıntı ve zarar gelirse, sen bunu yapanlara karşı gücün yettiğinde affedici ve hatâlarını görmeyici ol!" Muhammed Sübkî'nin şiirlerinden birisinin tercümesi şöyledir: "Arkadaşını, her hatâsından dolayı ayıplama, yoksa arkadaşlarını kaybedersin, insanlara, huylarına göre muâmele et. İnsanlarla, onlara uyum göstermek sûretiyle arkadaşlık et. Onlara devamlı i'tirâz edici olma. Eğer birisi senden bir şey isterse, ona yüzünü ekşitme. Senin böyle yapman, onun için öldürücü zehirdir. Hayatta olduğun müddetçe, ne bir arkadaşını, ne bir yakınını, ne de tanımadığın kimseyi kendinden uzaklaştırma. Kimsenin hatâlarını araştırma!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Akıllı kimse, sır küpüdür
21 Ağustos 2010 01:00
Sırrı gizlemek, iyi kimselerin ahlâkındandır. Sırrı gizlemek, yapılan işlerin zarardan en uzak olanıdır. Sırrı gizlemek, insanın kötülüklerden uzak kalmasını temin eder. Sırrını herkese söylemek ise, pişmanlık meydana getirir. Hikmet sahipleri; "Sırrını dirayetli bir kimseye veren zelîl olur. Sırrını câhil bir kimseye bırakan kaybeder. Kim de sırrı ile baş başa kalırsa, ganimete konar.", "Akıllı kimse, sır küpüdür" demişlerdir. Hazreti Ali buyurdu ki: "Sırrın senin esîrindir. Onu açıklarsan, sen onun esîri olmuş olursun." Sırrını muhafaza eden, kötülüklerden korunur. Sırrı başkasına söylemekte pek çok zararlar vardır. Gizli sırlardan öyleleri vardır ki, o ortaya çıkınca baş gider. Böyle bir sırrı ifşa eden kimseye ne kadar ceza verilse yeridir. Sırları, sırrı açmaya lâyık olmayan dostundan gizle. Böyle bir dost, sırrını senin düşmanına açabilir. Peygamber Efendimiz; "Kim, bir Müslümanın dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allahü teâlâ da onu kıyamet günü sıkıntılardan korur. Kim, Müslümanın aybını örterse, Allahü teâlâ da onun dünya ve ahirette aybını örter. Kişi, arkadaşına yardımcı olduğu müddetçe, Allahü teâlâ da onun yardımcısı olur." buyurmuştur. Fatih Sultan Mehmet Han, "Yapacağım işleri, sakalımın bir kılı bilse, onu kopartırım" demiştir. Sırrını söyleyen ekseriya pişman olur. Sırrı gizleyebilen insan, çok az olduğu için, sırrımızı başkalarına söylememiz uygun olmaz. Başkalarının bize söylediği gizli şeylerini de, âdeta unutmalıyız, hiç kimseye söylememeliyiz! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "İki kişiden birinin, diğerinin duyulmasından hoşlanmadığı, aralarında konuştukları bir şeyi, başkasına söylemesi helal olmaz." "Allah indinde, insanların en kötüsü, birbirinin sırrını başkasına söyleyen karı-kocadır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Kendi ayıbı ile uğraşana ne mutlu!
22 Ağustos 2010 01:00
Allah adamları başkalarının ayıplarıyla değil, kendi ayıplarıyla meşgul olurlardı. Böyle yapmalarının sebebi, dinimizin böyle emretmesiydi. Nitekim, hadis-i şerifte, "Ne mutlu o kimseye ki kendi ayıpları ile uğraşmak onu, insanların ayıpları ile uğraşmaktan alıkoymuştur" buyurulmuştur. İnsanların ayıplarına bakan kimseler Allahü tealanın rahmetinden uzak kalırlar. Zeyd el-Kummî diyor ki: "Ben ilâhî kitabların bazısında şöyle bir metin okudum: "Ey âdemoğlu! Sana iki adet torba verdik, biri önünde, diğeri de arkanda. Arkandaki torbada kendi ayıpların, önündeki torbada ise başkalarının ayıpları var. Arkandaki torbaya bakarsan insanların ayıplarına bakmaktan seni alakor." Yine o diyordu ki: "Biriniz ayıplarını yakinen bildiği halde kendini hoş görür de, din kardeşine zan üzerine buğzeder! Akıllılık bu mudur?" Bişri-Hâfî diyordu ki: "Şaşarım o adamın aklına ki, din kardeşini gıyabında çekiştirir de, yüz yüze gelince ona sevgi izhar eder ve hemen onu övmeye başlar. Kim insanların şeref ve haysiyetiyle oynadığı halde 'Allahın kendisini sevdiğini' iddia ederse, şüphesiz o bir yalancıdır." Yahyâ bin Muâz derdi ki: "Kişinin, kimseyi kınamaması akıllı oluşundandır. Ben bâzan birisini bir günahı sebebiyle kınamıştım da bu yüzden aynı günaha yirmi sene sonra ben de uğratıldım. Bize ulaşan habere göre, İsâ aleyhisselâm şöyle buyururmuş: "Sizler köle sahibleri gibi insanların ayıplarına bakmayınız; kendi kusurlarınıza bakınız." Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî buyurdu ki: "Tasavvufun aslı, Kitâb ve Sünnete uymak, bid'at ve nefsin arzularını terk etmek, Allah adamlarına hürmet ve sevgi göstermek, insanların hatâlarını hoş görmek, ibâdetlere de devam etmektir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Güzel ahlâk ve kötü ahlâk
23 Ağustos 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Güzel ahlâk çok kıymetlidir. Çünkü, peygamberlerin efendisi Muhammed aleyhisselamın sıfatıdır. Sıddîkların amelinin en faziletlisidir. Güzel ahlâk, imanın yarısıdır, muttakîlerin yorucu çalışma sonunda elde ettikleri meyvedir. Kötü ahlâk ise öldürücü zehirdir. İnsanı mahvedici rezâletlere, felaketlere sürükler. Cenab-ı Haktan uzaklaştırır, kişiyi şeytanın eline teslim eder. Kötü ahlâk Cehenneme, güzel ahlâk Cennete götürür. Kötü ahlâk, kalbin manevi hastalığıdır. Kötü ahlâk ebedî hayatı öldüren hastalıktır! Bu bakımdan sadece bedeni yok eden hastalıkla bu korkunç hastalığın arasındaki nisbet kıyas edilmeyecek kadar büyüktür. Bedenlerin hastalığında fâni hayatın elden çıkmasından başka bir zarar olmadığı halde, tedavi için doktorların hummalı çalışmaları devamlı bir şekilde olmuştur ve oluyor. Aynı gayret manevi tedavi için gösterilmiyor. Beden rahatsızlığı zaten geçici olan dünya hayatını bitiriyor, diğeri ebedi cennet hayatını yok ediyor. Kalb hastalığı bu kadar önemli olduğu halde, çok kimse buna değil maddi hastalığın tedavisine önem veriyor. Kötü huylar, insanın kalbini, rûhunu hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne yâni küfre sebep olur. Adamın îmânı gider haberi bile olmaz. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, yâni küfür ise, kalbin, rûhun en büyük zehiridir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Şu iki şeyden daha kötüsü yoktur: Allah'a şirk koşmak ve Onun kullarına zararlı olmak. Şu iki hasletten de daha üstünü yoktur: Allah'a iman etmek ve Onun kullarına faydalı olmak." Kalb hastalıklarının şirkten, îmânsızlıktan sonra en kötüsü, bid'at işlemektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Bid'at ehline sert davran! Allah, onlara düşmandır." "Bid'at sahibine hürmet eden, İslamiyet'i yıkmaya yardım etmiş olur." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Meal okumak...
24 Ağustos 2010 01:00
Meşrutiyetten beri, birileri ısrarla meal okumayı, okutmayı savunuyor. İlk zamanlar, kimdi bu savunucular? Genelde İslamiyetle ilgisi olmayan kimseler. Mesela, ilk defa meal işine teşebbüs eden Zeki Megamiz isminde Arap asıllı bir Hristiyan. Daha sonra Cihan Kütüphanesi (yayınevi) sahibi Ermeni Mihran Efendi işe el attı; "Türkçe Kur'an"ı yayınladı. 1943 yılında Türkiye'de Lions Kulüplerin örgütlenmesini yapan Osman Nebioğlu "Türkçe Kur'an-ı kerim" adı ile meal bastırdı. Yıllar sonra Diyanet baskılar sonunda ancak 60'lı yıllarda ilk meali çıkarttı. Otuzlu yıllarda Elmalılı Hocaya yazdırtılan meal değil, tefsirdir. Eskiler meale sıcak bakmadı. Meal furyası daha yeni; seksenli yılların modası. Peki, günümüzde meali en çok savunan ve yayan kimler? Başta, on bir ay dine olmadık hakaretlerde bulunup, ramazan gelince bütün okuyucularına ücretsiz meal dağıtan malum basın... Peki maksatları dedir? Esas kaynak budur diyerek, halkı fıkıh kitaplarından, ilmihal kitaplarından uzak tutmak. İnsanlara, yarım yamalak din bilgisiyle meal okutarak kafalarını karıştırmak, dinde kargaşa çıkartmak. KÜFRE DÜŞME TEHLİKESİ Nitekim, sorulardan anlıyoruz ki; meallerde, manalar çok kısa ve öz olduğu için okuyan harama, hatta küfre düşürecek hükümler çıkartmaktadır. Mesela, Hicr sûresinin 99. âyetinde meâlen, "Sana yakîn gelinceye kadar, Rabbine ibâdet et!" buyurulmaktadır. Burada manası kapalı olan "Yakîn" kelimesi için Osmanlıca lügata bakıldığında, "Kat'i olma, şüphe etmeme" manasını görecek. Arkasından ister istemez âyetten, "Allaha, Cennete, Cehenneme benim inancım kat'i, şüphem yok; öyleyse benim Allaha ibadet etmeye ihtiyacım yok" hükmü çıkartılacak. (Halbuki müfessirler buna "Ölene kadar" manasını vermişlerdir. Çünkü gerçek "yakîn" ölünce hasıl olur.) Nitekim, birçok sahte şeyhler, babalar, dedeler, şeyh kılığındaki casuslar bağlılarına, "Sizin inancınız kat'i, artık sizin namaz kılmanıza, oruç tutmanıza ihtiyacınız yok" demişlerdir. Mesela, İngiliz casusu Hempher, Abdülvehhab'a, "Allah ile kıyâmet günü hakkında kati inanç hâsıl olup, kalbi iyi, ameli de temiz olduğu zaman, kişinin ibadete ihtiyaç kalmaz" demiştir... Meal okumada karşılaşılan bir diğer tehlike de, nesh olan yani yürürlükten kaldırılmış ayetlerde yaşanmaktadır. Din yirmi üç senede tamamlandığı için önce gelen bazı âyetler daha sonra nesh edilmiştir. Mesela, Nur Suresinin üçüncü ayeti, "Zina eden erkek ancak, zina eden veya putperest bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da, ancak zina eden veya putperest olan bir erkek evlenebilir. Bu, müminlere haram kılınmıştır." Daha sonra bu âyeti kerime nesh edilmiş; müşrikle evlenmek yasaklanmıştır. Bunu bilmeyen ne yapacak? Önceki hallerinde bu tür haramlara düşüp daha sonra, tevbe edip hidayete eren kimseler, evlenmek için zani veya putperest aramaya kalkarsa ne olacak? Halbuki putperest ile yani müşrikle evlenmek caiz değil, evlenen dinden çıkar... Bunun gibi nesh edilmiş birçok âyeti kerime vardır. SİNSİ VE GİZLİ EMELLER Bir tehlike de; zamana göre, zamanın şartlarına uydurularak yapılan, "çağdaş" mealler tefsirlerdir. Abduh, Reşid Rıza, Efgani vb. bu ekoldendir. Halbuki din zamana göre, şartlara göre değişmez, değişirse ona din denilmez. Ülkemizde ilk ciddi meal çalışması yapan, daha sonra tehlikesini görüp mealini imha ettiren milli şairimiz Mehmet Akif, "Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı, asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı", "İnkılap istiyorum ben de fakat Abduh gibi" reformist fikirleri ile bu cenahta yer almış ve sevenlerini üz-müştür. Üstad N. Fazıl Kısakürek, M. Akif'in dinde reformcuların önde gelenlerinden olan Muhammed Abduh'un fikirlerinin etkisinde kaldığını söyler. Israrla meal tavsiye edenler; ya sinsi propagandaların tesiri altında kalıp, meal okumanın zararının faydasından çok olduğunu bilmeyecek kadar din cahili olan kimseler, ya da dine zarar vermek, dinde kargaşa çıkarmak için bilerek bunu yapan maksatlı kimseler! Nitekim, son devrin büyük din âlimlerinden Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mes'eletü Tercümeti'l-Kur'an adlı eserinde, Kur'an tercümesi modasının arkasındaki gizli ve sinsi emelleri ve dinimizi içten yıkma plânlarını açıklamaktadır...
Kötü ahlâk, kötü huy nedir?
24 Ağustos 2010 01:00
Kötü huyun, kötü ahlâkın tarifi, kişiye göre, inanca göre değişir. Mesela, Hristiyanlıkta, şarap içmek iyi sayıldığı, dinî merasimlerinde, kırmızı şarap içtikleri için, onlara göre şarap içmemek kötü huydur. Mesela Hindular için, ineğe tapmamak, ona gereken saygıyı göstermemek kötü huydur. Bunun için önce neye göre iyi veya kötü bunu bilmek lâzımdır. Müslümanın iyi veya kötüde ölçüsü, dinimizdir. Dinimiz bir şeyin kötü olduğunu bildirmiş ise, bütün insanlar onu iyi bilse Müslümanın düşüncesinde en ufak bir değişiklik olmaz. İnsana dünyada ve âhirette zarar veren her şey, kötü ahlâktan meydâna gelmektedir. Yâni, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmaktır. Kötü huylardan kurtulmak için Müslümanın her şeyden önce kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü, kalb, bütün bedenin reîsidir, başıdır. Bütün uzuvlar kalbin emrindedir. Peygamber efendimiz "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu, kalbdir" buyurdu. Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Güzel ahlâk; güler yüzlülük, cömertlik ve insanları ezmemek demektir." Vâsıtî hazretleri de şöyle demiştir: "Güzel ahlâk hiç kimse ile çekişmemek ve hiç kimseyi çekiştirmemektir. Bu da Allahü teâlâyı iyi bilmekten ileri gelir." Yine Vâsıtî bir defasında da şöyle demiştir: "Güzel ahlâk, genişlik ve darlıkta halkı razı etmeye çalışmaktır." Sehli Tüsterî'den güzel ahlâkın ne olduğu sorulduğunda şöyle buyurdu: "Güzel ahlâkın en küçük derecesi meşakkatlere göğüs germek, karşılık beklememek, zâlime merhamet etmek, onun için af dilemek ve bütün insanlara (veya zâlime) karşı şefkatli olmaktır." Başka bir zaman da şöyle buyurdu: "Güzel ahlâk rızık konusunda kaygılanmamak ve Allah'a güvenmektir. Allahü teâlânın kuluna kefil olduğuna ve vereceğine inanmak, Allah'a itaat edip kendisiyle Allah arasında ve insanlarla olan münasebetlerinde Allah'a isyan etmemektir." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
Tuzağa düşenler!..
25 Ağustos 2010 01:00
Dün, Müslümanların planlı bir şekilde, Kur'an-ı kerim meallerine yönlendirilerek fıkıh kitaplarından uzaklaştırıldıklarından bahsetmiştik. Bu sinsi tuzağa kimler düşüyor? Birincisi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum kimseler. Bunlar işin aslını bilmedikleri için, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait insanlardır. Demagoji ve mantık oyunlarını ilim zannederler; çünkü gerçek ilmi bilmezler. İlimle değil, basit akılları ile hareket ederler. Böyle olduğu için de, tuzağa yakalanmaları kolay oluyor. İkincisi; hiçbir şeyden haberi olmayan "entel" tabir edilen inanç boşluğundaki kimseler. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş kimseler, genelde, dinle pek ilgisi olmayan kimselerdir. Bu tür insanlar derler ki: "Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Mesela, namaz kılmak, oruç tutmak, hanımı örtmek gibi şartlar getirilmesin. Biz özgürce istediğimiz gibi yaşayalım, inancımıza bir zarar gelmsin." DİNİ TERSİNE ÇEVİRMEK Dikkat edilecek olursa, reformcular, tam bunların istediği gibi konuşan, onların nabzına göre şerbet veren kimselerdir. Nasıl nabza göre şerbet veriyorlar, bir örnek vereyim: Diyorlar ki: "Eskiden namazın sünnetleri diye bir şey yoktu. Bunları sonradan din adamları uydurdu. Bunun için sünnetleri kılmayın. Namaz, gündüz işinizi, mesainizi mi aksatıyor? O zaman beş vakit namaz kılmaya da gerek yok, namazı üç vakte indirin. Bunu da yapamadınız, öyleyse kazaya bırakın, akşam hepsini birlikte kaza edersiniz. Akşam oldu, gündüz çok yoruldunuz, bitkin bir hâldesiniz veya misafiriniz geldi, kazasını da yapamadınız, tevbe etmeniz kâfi. Hiç üzülmeyin, Allah affetmeyi sever, hiç kafanıza takmayın, sizi de affeder. Kur'anda namazın kazası geçmiyor..." Bunların en bariz özelliklerinden biri de, her şeyi tersine çevirmek. Tersten yorumlamak. Cahil kimselerin kafalarını allak bullak etmek. Ayet-i kerimelere maksatlarına uygun mana vererek delil getirmek. Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi, namaz kıldırmamak için çırpınırlarken, diğer taraftan da, kadınlara, hayz hâlindeyken namaz kıldırmaya çalışıyorlar, hem de âyeti kerime meallerni istismar ederek. Diyorlar ki: "Kadınların hayz hâlindeyken oruç tutmalarının, namaz kılmalarının, yasak olduğu ayetlerde açıkça geçmiyor. Bunun için kadınlar, bu hâldeyken de namaz kılmalıdır, oruç tutmalıdır. Namazda da, başka zamanda da, kadınların örtünmesi şart değil. Bunları âlimler sonradan uydurdu..." KUR'ANDA ZEKATIN ORANI YOK Diğer taraftan bir tüccar, zekât vermek istiyor. Fakat, mal canın yongasıdır misali, vermek zor geliyor. Kafa karıştırıcılar hemen imdadına yetişiyorlar: "Bak meale, Kur'an-ı kerimde verilecek zekâtın oranı bildirilmemiş. Oran çok önemli olsaydı, bildirilirdi. Bunun için, önemli olan vermektir. Miktarı önemli değildir. Sen gönlünden kopanı ver, kâfi. Allah kabul eder..." Halbuki, Peygamber Efendimiz, zekatın ne oranda nasıl verileceğini açıkça bildirmiş. Hadis-i şerifler bunlar için delil olmadığından kendilerine göre yorum yapıp insanları yanlışa zorluyorlar. Halbuki, Kur'an-ı kerimin muhatabı Peygamber Efendimizdir. En güzel, en doğru açıklayan O'dur. Peygamberimizin bildirdiklerini es geçip doğrudan Kur'an-ı kerime yönelmek, Peygamberimizi devre dışı bırakmak olur. Bu bir Müslümanın yapacağı iş değildir. Nitekim, Hazreti Ömer'e, "Namazların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'anda bulamadık" diye sorulunca, "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselamı gönderdi. Kur'an-ı kerimde bulamadığımızı, Resulullahtan gördüğümüz gibi yaparız. O, seferde, dört rekat farzları iki rekat olarak kılardı. Biz de, öyle yaparız" buyurdu. Kısacası, dinimizin bozulmaması, oyuncak haline getirilmemesi için; 14 asırdır nasıl yaşanmışsa, nasıl bizlere ulaşmışsa, aynı yolu takip edip, dinimizi fıkıh kitaplarından, İlmihal'den öğrenmekten ve öğretmekten başka çaremiz yoktur.
Bir kötü, dokuz iyiye bedeldir!..
25 Ağustos 2010 01:00
Hazreti Ömer buyurdu ki: "Kulda, dokuz iyi huyu yanında bir de kötü huy bulunduğu olur. Derken bu tek kötü huy, dokuz iyi huyu mağlûp eder." Hasan el-Basrî hazretlerine soruldu ki: "Peygamber Efendimizin (İnsanlara güzel ahlâklı olarak davran) hadîsindeki güzel ahlâk nedir?" O da şu cevabı verdi: "Cömertlik, bağışlayıcılık, sabır ve tahammül." Ebû Hâzim buyurdu ki: "Eğer kişi evine girdiği zaman, ev halkı sevinç içinde gülmektelerken ondan korkarak kalkıp dağılıyorlar ise, bu hal onun kötü huylarından sayılır. Evdeki kedi ve köpeklerin kendisinden korkarak kaçışmaları da böyledir." Aynı şeyi, Hazreti Ali'ye sorduklarında, O da şu cevabı vermiştir: "Allah'a karşı isyanların dışında kalan şeylerde, insanlara muhalefet etmemektir." Devamında da, "Tasası çok olanın bedeni rahatsız olur. Günahlardan sakınması az olanın ise kalbi ölür" buyurdu. Hallac-ı Mansur şöyle demiştir: "Güzel ahlâk, hakkı araştırdıktan sonra halkın eziyetinin tesir etmemesidir." Ebu Said el-Harraz şöyle demiştir: "Güzel ahlâk, senin Allah'tan başka bir maksadının olmamasıdır." Şâh bin Şuca el-Kirmânî de şöyle demiştir: "Güzel ahlâk, eziyet vermemek ve meşakkatleri yüklenmektir." Ebu Osman el-Mağribî şöyle demiştir: "Güzel ahlâk, Allah'tan razı olmaktır." Süfyan-ı Sevrî buyurdu ki: "Kendisinin kötü huylu olduğunu bilerek, bir kadına evlenme teklifinde bulunan kimse, kendisinin bu halini o kadına açıklasın. Aksi halde onu aldatmış olur, kul hakkı geçer." Emri maruf yapan, dini yayan kimsenin kötü huylu olması çok çirkindir. İnsanlar kötü huylu kimselerden uzak kalmak isterler. Kişinin zararından korunmak için ondan uzak durulması, münafıklığının alâmetlerindendir. Hadis-i şerifte de, "Edepsizliğinden korkularak yanına yaklaşılamayan kimse, insanların en şerlisidir" buyurulmuştur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Kötü huydan kurtulmanın ilacı
26 Ağustos 2010 01:00
Kötü huyların hepsi için esas ilaç, en tesirli ilaç, hastalığı ve zararını ve sebebini ve zıddını ve ilacın faydasını bilmektir. Sonra, bu hastalığı kendinde teşhîs etmek, aramak, bulmak gelir. Bu teşhîsi kendi yapar. Yahut bir âlimin, rehberin bildirmesi ile anlar. Mü'min, mü'minin aynasıdır. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak da, kusûrunu öğrenir. Sâdık olan dost, onu tehlikelerden, korkulardan muhâfaza eden kimsedir. Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmaya yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. İyi arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görmezler. Birisi İbrâhîm Edhem hazretlerine, - Aybımı, kusurumu bildirir misin? diye yalvarınca, - Seni dost edindim. Her hâlin, hareketlerin, bana güzel görünüyor. Aybını başkalarına sor! dedi. Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışmak da, kötü huyların ilaçlarındandır. (Mü'min mü'minin aynasıdır) hadîs-i şerîfinin manası budur. Yâni, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür. Güzel huy nasıl kazanılır biraz da onun üzerinde duralım: Îsâ aleyhisselâma, - Bu güzel ahlâkını kimden öğrendin? diye sorduklarında, - Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmeyen huylarından uzak durdum. Beğendiklerimi ben de yaptım, buyurdu. Lokman Hakîme, - Edebi kimden öğrendin? dediklerinde, - Edepsizden! dedi. Yâni terbiyesiz bir kimsenin yaptığı kötü şeyleri yapmadım, demek istedi. Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâmın, velîlerin hayat hikâyelerini okumak da, iyi huylu olmaya sebep olur. Hadis-i şerifte, "Huyu ve yüzü güzel olan dünya, ahiret iyiliğine kavuşur" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.co
Allah Dostlarının Örnek Halleri' kitabı
27 Ağustos 2010 01:00
Siz değerli okuyucularımızın yoğun talebi üzerine, bu köşede çıkan yazıları, 'Allah Dostlarının Örnek Halleri' altında bir kitapta topladık... Dünya ve ahiret huzuru, selameti, Efendimiz Muhammed aleyhisselamın ahlâkı ile ahlâklanmaya bağlıdır. Bunu doğru bir şekilde yapabilmek için de onun vârisleri olan Allah adamlarının; halleri ile, yaşayışlarıyla hallenmek zorundayız. Allah dostlarının halleri ile hallenen, ahlâkı ile ahlâklanan Resulullahın ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bu maksatla İslâm âlimleri, 1400 seneden beri, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkı bizzat yaşayarak örnek olmuşlar ve güzel ahlâkı yayan pek çok kitap yazmışlardır. İstifadenize sunduğumuz bu kitap, İslam büyüklerinin kıymetli eserlerinden derlenmiştir. Allah dostlarının yolumuzu aydınlatacak hallerini, ahlâklarını, ibretli ve hikmetli sözlerini ihtiva etmektedir. Cenab-ı Hak, hepimize Allah dostlarının hallerini öğrenip bunlarla hallenmek nasip eylesin. Amin... Velilerin baş tacı, ikinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: "Nasihatlerin özü, en kıymetlisi; Allah adamları, Allah dostları ile buluşmayı, onlarla birlikte bulunmayı bildirmektir. Bu büyüklerin yolunda gitmedikçe, kurtuluş olamaz. Bunların anladıklarına tâbi olmadıkça, saadete kavuşulamaz. Allahü teâlânın yolundan gidenleri sevmek, onlarla tanışmak ve görüşmek ve onlar gibi olmaya özenmek ve o büyüklerin sözlerini işitmek ve kitaplarını okumak, Cenab-ı Hakkın nîmetlerinin en büyüklerindendir ve Onun ihsânlarının en kıymetlilerindendir. Onlar Allahü teâlânın dostlarıdır. Onlarla yağmur yağdırılır. Onlarla rızık gönderilir. Onları gören Allahü teâlâyı hatırlar. Allah adamları, kalp hastalıklarının tabîbleridir. Manevi hastalıkların giderilmesi, bu büyüklerin tedâvîsi ile olur. Bunların sözleri, yazıları ilâçtır. Bakışları şifâdır. Onlarla berâber bulunanlar kötü olmaz..." ('ALLAH DOSTLARININ ÖRNEK HALLERİ' kitabı, Arı Sanat Yayınevi tarafından yayınlanmıştır. Tel: 0212 520 41 51) Tel: 0 212
Evliyanın vasıfları
28 Ağustos 2010 01:00
İyi huy, peygamber ahlâkından olduğu için, Allah dostları kötü huylardan uzaklaşıp, iyi huylarla kendilerini süslemişlerdir. Evliyanın, Allah adamlarının vasıflarını şöyle bildirmişlerdir: Allah adamları affedicidir, kendisine darılana iyilik ve ihsanda bulunur. Mal, mevki ve şöhret hırsı olmaz. Övülmeyi sevmez. Yerilmekten korkmaz. Tevazu sahibidir. Kendisini kimseden üstün görmez. Hiç kimseyi aşağılamaz. İlim sahibidir, ihlasla amel eder. Kimsenin zararını istemez. Herkese merhamet eder, acır. İnsanların ve insanlığın saadeti için çalışır. Sözünde durur. Emanete riayet eder. Kimseye hıyanet etmez. Suizan, gıybet ve fitneden kaçar. Haklı olsa da münakaşa etmez. Belalara, sıkıntılara göğüs gerer. Nimetlere şükreder. Ehline danışarak iş yapar. Günah işlemekten ve bilhassa imansız gitmekten çok korkar. Çok istiğfar eder. Kısacası evliya en iyi insan demektir. İyi huylu olmak için ve iyi ahlâkını muhâfaza edebilmek için, sâlih kimselerle, iyi huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi sârîdir. Kötü huylu ile arkadaşlık etmemelidir. Muhammed Salim hazretlerine, "Bir kimsenin evliya olduğu nasıl anlaşılır?" dediklerinde, "Tatlı dili, güzel ahlâkı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesi ile bir kimsenin velî olduğu anlaşılır" buyurdu. Her şeyi, zıddı kırar. Kötü huyları, iyi huylar yok eder. Bu bakımdan kendini zorla da olsa iyi işler yapmaya alıştırmalı, onları âdet haline getirmelidir. Çocuk, işleri ve ahlâkı iyi olan insanlarla arkadaşlık ettirilirse, güzel huylar kendiliğinden onun tabiatı olur. Bu esaslar dahilinde çocuklar yetiştirilirse dünya ve ahiret saadeti elde edilir. Kıyamet günü, ana-baba, çocuğuna öğretmesi gereken ilimlerden mesul olacak, vazifesini yapmamış ise, yahut kusur etmiş ise cezaya çarptırılacaktır. Çocuklarını İslam terbiyesi üzerine yetiştirmeyenler, dünya ve ahiret felaketine maruz kalacaklardır. Ne mutlu çocuğunu İslam ahlâkı ile yetiştirenlere... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Kötü huy bulaşıcıdır!
29 Ağustos 2010 01:00
Evliyânın büyüklerinden Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Veba, çok bulaşıcı bir hastalıktır. Buna rağmen, sağlam bir kimse, vebalı bir hasta ile aynı odada kalsalar, aynı yatakta yatsalar, aynı kaptan yemek yeseler, bu şekilde yedi sene kalsalar sağlam kimseye hastalık geçmeme ihtimali vardır. Ancak, güzel huylu bir kimse, kötü huylu kimsenin kaldığı bitişik odada bir akşam bile kalsa sağlam kimseye kötülük, zulmet geçmeme ihtimali yoktur." Her Müslümanın kötü huydan vazgeçmeye çalışması, bunun için gayret göstermesi gerekir. İnsan, kötü bir şey yapınca, arkasından kendini cezalandırmalıdır. Bu, nefse güç gelen şeyi yapmayı âdet edinmesi de, faydalı ilaçtır. Meselâ, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruç tutacağım, gece namazları kılacağım, diye yemîn etmelidir. Nefis, bu güç şeyleri yapmamak için, onlara sebep olan kötü âdetini yapmaz. Kendinde kötü huy bulunan kimse, buna yakalanmanın sebebini araştırmalı, bu sebebi yok etmeye, bunun zıddını yapmaya çalışmalıdır. Kötü huydan kurtulmak, bunun zıddını yapmak için çok uğraşmak lâzımdır. Meselâ, cimri olan kimse, her vesile ile az çok demeden başkasına bir şeyler vermeye kendini zorlamalıdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması çok zordur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir. Kötü ahlâkın zararlarını okumak, işitmek de, faydalı ilaçtır. Kötü huyun zararını anlatan hadîs-i şerîfleri okuyan kimse kendini frenler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Her günâhın tevbesi vardır. Kötü ahlâkın tevbesi olmaz. İnsan, kötü huyunun tevbesini yapmayıp, daha kötüsünü yapar." "Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi ahlâk da, hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk, hayrâtı, hasenâtı mahveder." "İnsanların hiç çekinmeden, sıkılmadan yaptıkları günâh, kötü huylu olmaktır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
Sema gösterileri ve Mevlevi âyinleri!..
31 Ağustos 2010 01:00
Son yıllarda sema gösterileri ve ney sesleri ramazanların, TV-Radyo ramazan proglamlarının, iftarların vazgeçilmezi haline geldi!.. Özellikle resmî ramazan toplantılarının, entelektüellerin ve siyasilerin iftar sofralarının olmazsa olmazı artık sema ve ney... Sema ve ney ayrıca Mevlevilerin alâmeti farikası! Bununla ilgili bir haber: "İftar yemeğinin ardından, Konya Tasavvuf Müziği Topluluğu iki bölümden oluşan gösteri yaptı. Topluluk ilk olarak ilahilerden oluşan tasavvuf konseri sundu. Programın ikinci bölümünde ise Karcığar Mevlevi Ayini eşliğinde sema töreni yapıldı..." İşin en kötüsü de, dinimiz ile uzaktan yakından alakası olmadığı halde bunların dinî bir merasim, sevap beklenebilecek bir ibadet şekli olarak sunulması, lanse edilmesi. Başlıktaki "âyin" kelimesi muhakkak dikkatinizi çekmiştir. Bu benim ifadem değil, kendilerinin yani mevlevilerin kendi ifadesi. Hristiyanlar için kullanılan bir tabiri kendileri için kullanmada sakınca görmemeleri ne kadar üzüntü verici. AYİNLERİNİ NASIL YAPIYORLAR Kendileri bu âyinin nasıl yapıldığını sitelerinde şöyle anlatıyorlar: "Mutrıbdaki saz grubu asıl olarak neylerden oluşur. Bunlara ney, kudum, kemençe, bendir, ud, rebab, kanun, tanbur gibi diğer sazlar da ilâve edilir. Neyzenlerin başında bir neyzenbaşı, âyinhanların başında da kudümzenbaşı vardır. Bütün mukabeleyi kudümzenbaşı yönetir. Âyinhanlar iki veya üç kudümle usûl vurarak eseri okurlar. Ayrıca âyinhanlardan biri halîle (zil) ile, bir diğeri de zilsiz def (bendir) ile usûle iştirak eder." Şimdi siz karar verin, bunun dinle ibadetle bir ilgisi var mı? Türküler ve oyun havaları programlarından bunun ne farkı var? Bundan birkaç sene önce, "Mevlevilik rant alanı, sema rakı mezesi oldu" sözleriyle bir tartışma başlatılmıştı, bu sebeple Mevlevi kapıları açılmış kıyıda köşede yaşananlar gözler önüne serilmişti. İstanbul Sema Grubu'nun kurucusu Nezih Uzel şunları söylemişti: "Vaktiyle Balkanlar'daki Bektaşiliğe içki sokup İslam geleneğini bozanlar, Mevlevileri de bozdular. Türkiye'de 'kafayı çekmeden sema edilmez' inancına yol açtılar." Mevlevi sitesini açtığınız zaman karşınızı çıkan görüntü de tüyler ürpertici: Hazreti Mevlana diye bir resim çıkıyor karşınıza. Arkasından bir hilal doğuyor, arkasından da Hristiyanların sembollü olan haç, Yahudilerin sembolü olan yıldız ve diğer inançların sembolleri. Hepsi hazreti Mevlana'nın etrafında dönüyor. Düşünebiliyor musunuz, Hz. Mevlana'nın bundan duyduğu ızdırabı, üzüntüyü. İkinci Meşrutiyetten sonra, tekkeler zaviyeler İngiliz ve başka ajanların işgaline uğramıştı. Bu sebepten bozulmamış, küfrün, bid'atlerin girmediği tarikat neredeyse kalmamıştı. Fakat buna rağmen yine de İslami bir hava vardı buralarda. Ancak üç tanesi hariç: Mevlevilik, Melamilik ve Bektaşilik. SAHTE ŞEYHLER İSTİLA ETTİ Nitekim, Yahudi Sabetaycı Ilgaz Zorlu, "Evet ben bir Selanikliyim" kitabında "Sabetaycılar, kendi din adamlarını Melamilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir. Bu çok ilginç, adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları içinde yetişmiş din adamı gibi görünür. Nitekim, Selanik'teki Şemsi Efendi okulunun kurucusu hahamdı" demektedir. Fevzi Çakmak'ın şeyhi Küçük Hüseyin de Yahudilerle içli dışlı idi. Üzeyir Garih onun kabri başında katledilmişti. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, sahtekârlar şeyh maskesi altında, Müslümanlara her çeşit günahı işlettiler. İslâm memleketlerini, gerçek manada tasavvuf ile ilgisi olmayan, Müslümanları sömüren sahte şeyhler istila etti. Bu da yetmedi şeyh kılığında ajanlar sızdı. Mesela, 18. asırda yaşamış meşhur İngiliz casusu Hempher, hatıratında, "İslâm ülkelerinde talebe, mürşid kıyafetinde beş bin ajanımız vardı" diye yazmaktadır. Bugün kim bilir kaç ajanları var! Şu mübarek ramazan gününde, her kafadan bir ses çıkması; kimisinin namazla, kimisinin oruçla, kimisinin imsak vakti ile uğraşması, vur patlasın çal oynasın "ramazan eğlenceleri" boşuna olmasa gerek!..
Huy değişir mi?
31 Ağustos 2010 01:00
Alışkanlık, bir şeyi tekrarlayarak kolaylıkla yapabilme melekesidir. Huy, kalb ile ruhun melekesi, alışkanlığıdır. Yerleşmiş olan huya meleke denir. Geçici olan huya hâl denir. Mesela gülmek, utanmak, birer hâldir. Cömertlik, cesaret, birer melekedir. Huy, meleke demektir. Ara sıra hayır işlemek huy değildir. Her zaman hayır işlerse, cömert huylu olur. Fakat kendini zorlayarak yaparsa, yine cömert huylu olmaz. Kolaylıkla, seve seve yaparsa, huy denir. Huy, iyi veya kötü iş yapmaya veya, iyi ve kötü olmayan şeye sebep olur. Bunlar üçe ayrılır. İlkine fazilet veya güzel huy denir. Cömertlik, yiğitlik, böyledir. İkincisine rezalet veya kötü huy denir. Cimrilik böyledir. Üçüncüsüne sanat denilir. Terzilik, çiftçilik gibi. Âlimler huyun değişip değişmemesi hakkında üç gruba ayrılmışlardır: 1- Huy değişmez. Çünkü bir hadis-i şerifte, "Bir dağın yerinden ayrıldığını işitirseniz tasdik edin. Ama bir kişi huyunu değiştirmiştir derlerse tasdik etmeyin. Çünkü insanın yaratılışındaki huy devam eder" buyuruluyor. Bu bakımdan portakal çekirdeğinden ceviz olmaz. Gazap, şehvet gibi insanın fıtratında olan şeyler yok edilemez. Onun için can çıkar huy çıkmaz denmiştir. 2- Huyun, insanla birlikte yaratılmış olanı değiştirilemez, sonradan hasıl olanı değişebilir. Evet gazap ve şehvet terbiye ile yok edilemez. Fakat dinimiz de bunların yok edilmesini değil, terbiye edilmesini emrediyor. Terbiye edilince de zararları önleniyor. Terbiye etmek başka, yok etmek başkadır. Nasihat ile insan terbiye edilebilir. Onun için Kur'an-ı kerimde mealen, "Nasihat et, nasihat müminlere elbette fayda verir" buyuruluyor. (Zariyat 55) 3- Huy sonradan elde edilir ve değiştirilebilir. Âlimlerinin çoğu bu üçüncü görüşü benimsemişlerdir. Şu hadis-i şerifler huyun değişebileceğini bildirmektedir: "Evladınıza ikram edin, onları edepli, terbiyeli yetiştirin!" "Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altındakileri Cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
Tasavvuf müziği" ve müziğin dinimizde yeri
1 Eylül 2010 01:00
Dün, günümüz Mevlevilerinin müzikli sema ve neyli âyinlerinden bahsetmiştik. Bugün de, geçmişteki Mevlevilerden, bunların ortaya çıkışından bahsetmek istiyorum... Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin ve talebelerinin takip ettiği yola, tarikata Mevlevilik denilmiştir. Başlangıçta Mevleviliğin esasları şunlardı: "Allahü teâlâya karşı tam bir îmân ve teslimiyetle birlikte ilâhî bir aşk ve muhabbete sâhip olmak. Peygamber efendimize karşı sonsuz îtimat ve bağlılıkla O'nun nurlu yolunda giderek kemâle (olgunluğa) ermek Kur'ân-ı kerîmi bütün hakîkatlerin aslı bilerek her hâl ve amelini O'na uydurup dünyâ ve âhirete dâir bütün işlerinde hükümlerinden ayrılmamak. Bütün varlığını Allahü teâlânın zikrine ve ibâdetine vererek en büyük neşeyi O'na kul olmakta bulup O'ndan başkasına iltifat etmemek. Ömür boyu Allahü teâlânın yolunda hizmet yaparak insanların gaflet ve maddecilikten kurtulmalarını sağlamak için çırpınmak. Allahü teâlânın insanlığa örnek olarak gönderdiği Peygamber efendimizin, âlimlerin ve velî zâtların en bâriz vasıfları olan; söyledikleri ve insanlara tavsiyede bulundukları şeyleri önce kendileri yaşayarak amel etmek. Her işlerinde Ehl-i sünnet dairesi içinde kalmak..." KİLİSEYE BENZETME ÇALIŞMALARI Bugün artık bu esaslar neredeyse yok oldu. Özellikle son dönemlerde Mevlevî tekkelerine "Tasavvuf mûsikîsi" adıyla tasavvuf ve İslâmiyetle ilgisi olmayan müzik programlarının girmesi Mevleviliğin orijinalliğini bozdu; üstelik dinde yeri olmayan tasavvuf müziği diye bir müzik dalının doğmasına sebep oldu. Hazreti Mevlana, "Ben Kur'an-ı kerimin çizdiği dairenin dışına çıkmam. Beni bu dairenin dışında aramayın! Dinimizin yasakladığı şeyleri bana yüklerseniz üzülürüm" dediği hâlde, ona mal edilerek yıllardır ney, rebap, tambur, saz gibi çalgı aletleri eşliğinde dinî törenler yapılmaktadır. Halbuki, Allahü tealanın aşkı ile dolmuş, evliyanın büyüklerinden olan, Celaleddin-i Rûmi, ney çalmadı. Mûsiki dinlemedi. Bunları yaptı demek, Mevlana hazretlerine en büyük iftiradır. Bütün bunlar, dinde reform yapılarak İslamiyetin Protestanlaştırılması, kiliseye benzetilmesi gayretleridir. Halbuki müziğin her çeşidi Hristiyanlık da dahil bütün dinlerde yasaktı. Hristiyanlık gibi bozulmuş, aslından uzaklaşmış dinlerde, ruhlar beslenemediği için, müziğe yönelindi; nefse hoş gelmesi ruhanî tesir sanıldı. İncil'in yasakladığı müziği, papazlar, Hristiyanlığa soktu. Bu şekilde Kilise cazib hâle getirilmeye çalışıldı. Batıdaki müzik, Kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplayan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik ibadet hâlini almıştır. Müzikle, nefsler keyiflenmekte, şehvânî duygular rahat bulmakta, ruhun gıdası olan ibadetler unutulmakta, insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmakta, böylece çok kimsenin ebedî saadetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. Dinimiz insanları bu felaketten korumuştur. HAZRETİ MEVLANA'YA İFTİRA Dinimizde tasavvuf müziği diye bir şey yoktur. Müzik, azgın nefsin gıdası, ruhun zehridir. Kalbi karartır. İslâmiyetten ve tasavvuftan haberi olmayan kimseler, dini, dünya kazançlarına alet edip tasavvufa, hatta ibâdetlere, mistik bir hareket olarak müzik sokmuşlardır. Müzik ile, ney ile ilgileri olmamasına rağmen, Mevlana hazretleri gibi tasavvuf büyüklerini de kendilerine alet etmişlerdir. Halbuki müziğin dindeki yeri bellidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Cenab-ı Hak, zurna, gırnata, ud, def gibi bütün çalgı aletlerini, cahiliyet döneminde tapınılan putları kaldırmamı emretti." "Çalgıları yok etmek için gönderildim." "Musiki, kalbde nifak hasıl eder." "İlk teganni eden şeytandır." Fıkıh kitaplarında da müziğin durumu şöyle bildirilmiştir: "Teganni ile şarkı söylemek ve dinlemek haramdır. Tekkelerde ilahiler okuyarak raks etmek, oynamak, dönmek haramdır. Şimdi, dinden haberi olmayan fasıklar, böyle tarikatçılık yapıyorlar." (Fetava-yı Hindiyye 5/352)
Zorlayarak huyu değiştirmek gerekir!
1 Eylül 2010 01:00
İnsan güzel huy elde edebilmesi için bütün sebeplere yapışması lazımdır. Mesela, iyi işleri yapmaya kendini zorlayan kimse, güzel huyları elde edebilir. Mesela hat kabiliyeti olan, hiç hat ile uğraşmazsa, gizli kabiliyeti meydana çıkmaz. Fakat bu sanatla uğraşmaya çalışırsa, güzel yazı yazabilir. Güzel huyları itiyat hâline getirmek, güzel huylu olmayı kolaylaştırır. Cimri bir kimse, hayır yapmayı, tanıdıklarına ziyafet vermeyi âdet hâline getirirse, cimrilikten kurtulması mümkündür. Alışkanlık hâline gelen küçük günah da, büyük günah olabilir. Büyük günaha alışan da küfre düşebilir. Herkesin ahlakı değişebilir. Hiçbir kimsenin huyu, yaratılıştaki gibi kalmaz, sonradan değişebilir. Ahlak değişmeseydi, Peygamberlerin gönderilmesi hâşâ faydasız, lüzumsuz olurdu. Terbiye ve ceza usulleri abes olurdu. İlmin ve terbiyenin fayda sağladığı her zaman görülmüştür. O halde, ahlakın değiştiği güneş gibi meydandadır. Ancak, bazı huylar pek yerleşmiş, ruhun özelliği gibi olmuştur. Böyle huyları değiştirmek, yok etmek pek zor olur. Böyle ahlak, en çok, cahil, kötü kimsede bulunur. Bunu değiştirmek için ağır mücadele gerekir. Nefsin isteklerini yapmayıp nefsin istemediği şeyleri yapmak gerekir. İnsanlar iyiliğe, yükselmeye elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü arzuları ve güzel ahlakı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, kötü huyları meydana getirir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Her çocuk, Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları sonra anaları babaları, Yahudi, Hristiyan veya dinsiz yapar." Allahü teâlâ yumuşak olmayı emretmektedir: "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle davet et, onlarla en güzel şekilde tartış!" (Nahl 125) "Ey Resulüm, etrafındakilere yumuşak davranman, Allahü teâlânın sana bir kerem ve rahmetidir. Eğer kötü huylu olup, sert davransaydın hepsi dağılıp giderlerdi." (Âl-i imran159) İnsanlar iyiliğe elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü arzuları ve güzel ahlakı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, çevrenin etkisiyle kötü huyları meydana getirir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.
Başarının sırrı
2 Eylül 2010 01:00
Başarının sırrı, güler yüz, tatlı dil ve güzel siyasettir. Güzel siyaset, herkesin memnun olması demektir. Düşmanına bile iyilik eden, hediye veren, kırıldığı arkadaşından özür dileyen, sıkıldığı insana güler yüz gösteren, rahat eder. Bir kimsenin velî olduğu; tatlı dili, güzel ahlâkı, güler yüzü, cömertliği, münakaşa etmemesi, özürleri kabul etmesi ve herkese merhamet etmesi ile anlaşılır. Güzel ahlâklı kimse, edeplidir, az konuşur, hatası azdır, gıybet etmez, Allah için sever, Allah için buğzeder, emanete riayet eder, komşu ve arkadaşını korur. Güzel ahlâklı bir zata, kötü huylu hanımı ile nasıl iyi geçindiği sorulunca, "İyi huylu ile herkes geçinir. Marifet kötü huylu ile geçinebilmektir. Onun kötü huyuna sabredemezsem benim iyi huylu olduğum nereden belli olacaktır" dedi. Meşhurlardan birinin hanımı devamlı kocasına bağırır çağırırmış. O da sabreder cevap vermezmiş. Bir gün kadın yine bağırıp çağırmış, esip kükremiş. Hızını alamayıp üzerinden bir kova su dökmüş. Bunun üzerine kocası yine sakin sakin, "Bu kadar gürlemeden sonra bu yağmurun gelmesi normaldir!" demiş. Hazreti Ali buyurdu ki: "Güzel ahlâk üç haslettedir: Haramlardan sakınmak, helâli aramak, çoluk çocuğuna kısmadan normal nafakasını vermektir." Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Mümin kardeşinin yanında suratı asık durana melekler lanet eder." "İyiliği, güzel yüzlü kimselerden talep ediniz." "Mümin kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır." "Din kardeşine güler yüz göstermek, iyi şeyler öğretmek, kötülük yapmasını önlemek birer sadakadır." "Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlâkla memnun etmeye çalışınız!" "Selam verirken gülümseyen, sadaka sevabına kavuşur." "Hayrı, iyiliği, güzel yüzlülerin yanında arayınız!" Tel: 0 212 - 454 38 21
Cennet için söz veriyorum!"
3 Eylül 2010 01:00
İyi huylu, güzel ahlâklı kimse, hadis-i şeriflerde şöyle bildirildi: "Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemeyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!" Bir kimse, Resûlullaha (işlerin en iyisi hangisidir) dedi. (Güzel huylu olmaktır) buyurdu. Kalkıp, biraz sonra, sağ tarafına gelip, yine sordu. Yine, (İyi huylu olmaktır) buyurdu. Gidip, sonra sol tarafına gelip, Allahın en sevdiği iş nedir, dedi. Yine, (İyi huylu olmaktır) buyurdu. Sonra, arkadan gelip, en iyi, en kıymetli iş nedir, dedi. Hazreti Peygamber, ona karşı dönüp, (İyi huylu olmak ne demektir anlayamadın mı? Elinden geldiği kadar kimseye kızmamaya çalış!) buyurdu. "Resûlullahdan soruldu ki, Cennete girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir? (Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır) buyurdu. Cehenneme girmeye sebep olan şeylerin başlıcası nelerdir denildiğinde, (Dünya nîmetlerinden ayrılınca üzülmek, bu nîmetlere kavuşunca sevinmek, azgınlık yapmaktır) buyurdu. "İnsan, güzel huyu sebebiyle, Cennetin en üstün derecelerine kavuşur. (Nâfile) ibâdetler, insanı bu derecelere kavuşturamaz. Kötü huy, insanı Cehennemin en aşağı çukurlarına sürükler." "İbâdetlerin en kolayı ve en hafîfi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır. Bu sözüme iyi dikkat ediniz!" "Bir kimse bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikten bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbâdetlerinin sevapları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nûrlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferahlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neşeyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyâmet günü sana şefaat etmek ve Cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi, der." T
Cehenneme gidecek olanlar!
4 Eylül 2010 01:00
Cehenneme veya Cennete gidecek insanları Peygamber Efendimiz şöyle bildiriyor: "Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler. Cennete gidecek olanları haber veriyorum dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Bir şey yapmak için yemin ederlerse, Allahü teâlâ, bunların yeminlerini, muhakkak yerine getirir." "Cehenneme girmesi haram olan yâhut Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmayanların hepsi!" "Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni affetsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramayan, sormayan ahbâbını, akrabâsını gözetsin!" "Kızdığı zaman istediğini yapabilecek bir kimse kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin ortasında çağırır, 'Cennette istediğin hûrinin yanına git' der." "Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağırbaşlı olmaktır." "İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruç tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur." "Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever." "Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir." "Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekten, domuzdan daha aşağı görünür." "Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi huylu olmak, insanın günahlarını eritir, yok eder. Sirke balı bozduğu, yenilmez hâle soktuğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder." Tel: 0 212 - 454 38
Huyun terbiye edilmesi gerekir
5 Eylül 2010 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: İnsanoğlu hayatta oldukça onun şehveti de öfkesi de devam edecektir. Bunun gibi dünya bağlılığı ve diğer sıfatları ortadan kalkmaz. Bazıları bunları yok edince kötülüklerden de kurtulmuş olur, diyorlar. Halbuki bunlar olmayınca hayat da olmaz. İnsan hayatının devamı şehvet arzusu ile mümkündür. Eğer cinsî arzu, şehvet kesilirse nesil son bulur. Eğer yemek şehveti, arzusu kesilirse, açlıktan ölür insanoğlu helak olur. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, cihad yapamaz, çoluk çocuğunu koruyamaz. Madem ki şehvetin aslı kalıcıdır, ona ihtiyaç var, o halde bunu, terbiye edip meşru şekilde kullanmak lazımdır. Yine insanoğlunu dünyada olduğu müddetçe dünyalıklara sahip olmak zorundadır, bu zorunluluk onu mal edinmeye sevk edecektir. İnsanoğlunun, dünyalıkların birer vasıta olduğunu, gerçek gayenin ahiret ve ahiret hayatı olduğunu düşünüp dünyayı gaye edinmek tehlikesinden kurtulması gerekir. Öfke için de bu durum söz konusudur. Öfke sıfatından gaye, kendisini, çoluk çocuğunu korumaktır. Allahü teâlâ Feth sûresinin 29. ayetinde, "Kâfirlere karşı şiddetli ve aralarında merhametlidirler" buyurmuştur. Allahü teâlâ Müslümanları şiddetle vasıflandırmıştır. Oysa şiddet ancak öfkeden doğup meydana gelir. Eğer öfke tamamen ortadan kalkarsa, cihad, da kalkar. Peygamberler bile şehvet ve öfkeden tamamen sıyrılmamışlardır. Zira Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben sadece bir beşerim. Beşerin öfkelendiği gibi öfkelenirim." Resulullah Efendimiz huzurunda hoşuna gitmeyen bir şey konuşulduğu zaman, mübarek yanakları kıpkırmızı kesilecek derecede öfkelenirdi. Fakat hakikatten başkasını söylemezdi. Hazreti Peygamberin öfkesi, onu hakikatin çerçevesinden çıkarmazdı ve nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını bağışlayanlar." (Âli İmran/134) Dikkat edilirse, Allahü teâlâ 'Öfkelerini kaybedenler' buyurmamıştır. Bu bakımdan öfke ve şehveti normal sınırda tutmak, akla galip gelmeyecek şekilde onları terbiye etmek, hatta onları aklın himayesi altına almak, aklı onlara hâkim kılmak mümkündür. Huyun terbiye edilmesi de zaten budur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.o
Doğru olan orta yoldur
6 Eylül 2010 01:00
Dinimiz, arzuların, hislerin meşru bir şekilde kullanılmasını, aşırılıklardan kaçınılmasını emretmektedir. Ölçülü kullanılmazsa kontrol elden çıkar. Mesela çoğu zaman şehvet, insanoğlunu tahakküm altına alır. Öyle bir hâle getirir ki insanın aklı o şehvetin fuhşiyatın içinden çıkamaz. Fakat riyazet yapmak, oruç tutmak sûretiyle şehvet normal sınıra çekilebilir. Dinimiz ahlâkta ifrat ve tefrit yani aşırılıkları değil de normalini, orta hâlini emretmektedir. Örneğin cömertlik, dinen övülen bir ahlâktır. Aslında cömertlik, israf ile cimrilik arasında bir ahlâktır. Eğer dikkat edilmezse, israfa, cimriliğe kaçılırsa harama düşülmüş olur. Allahü teâlâ cömerdi medh-ü sena ederek şöyle buyurmuştur: "Ve harcadıkları zaman israf etmezler, cimrilik de yapmazlar; harcamaları bu ikisinin arasında dengeli olur." (Furkan/67) "Elini boynuna bağlama, büsbütün de onu açıp israf etme ki sonra kınanmış olursun ve eli boş, açıkta kalırsın!" (İsrâ/29) Yemede içmede de böyledir, gaye, oburluk değil, ibadetini, hayatını devam ettirebilmek için yemelidir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey âdemoğulları! Her namazınızda süslü elbisenizi giyin. Yiyin, için, israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez!" (A'raf/31) Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: "İşlerin en hayırlısı orta (mutedil) olanlarıdır." Kalb kötü huylardan uzak kalınca rahat olur. Mesela, mala iltifat edip onun dağıtılmaması kötü huy olduğu için kalb sıkılır. Çünkü Allah için vermede zorlanan bir kimsenin kalbi cimriliğe, bu da malı yığmaya meyleder. Bu bakımdan kalbin kemâli, bu iki vasıftan uzaklaşmasıdır. Malı dağıtmak mümkün olmazsa, orta derecede olmalıdır. Zira ılık su, ne sıcak ve ne de soğuktur, bunların arasında bir derecedir. Sanki sıcaklık vasfından da soğukluk vasfından da uzaktır. Böylece cömertlik de israf ile cimrilik arasındadır. Diğer ahlâklar da böyledir. Bu bakımdan işlerin ifrat ve tefrit yani, aşırı iki uca düşmesi kötüdür. İşte güzel olan da budur, huyun terbiyesi budur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
.
Her bakımdan en üstün olan Muhammed aleyhisselâmdır
7 Eylül 2010 01:00
Son devir İslam büyüklerinden Seyyid Abdülhakîmi Arvasi hazretleri buyurdu ki: Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünya yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu, güç bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu medhedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yoktur. Allahü teâlâ, "Sen olmasaydın, gökleri yaratmazdım!" buyurmuştur. Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, Resulullahta toplamıştır. Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gayet nûrânî benizlisi idi. Mübârek yüzü, kırmızı ile karışık beyaz olup, ay gibi nûrlanırdı. Sözleri gayet tatlı olup, gönülleri alır, ruhları cezbederdi. HERKESİ HAYRAN BIRAKIRDI Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayran bırakırdı. Görenler ve işitenler seve seve Müslüman olurdu. Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, din düşmanlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi. Kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyahat etmeyen ve geçmişlerden ve etraftakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrât'ta ve İncîl'de ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dinden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini huccet ve burhânlar söyleyerek susturdu. En büyük mucize olarak Kur'an-ı kerimi ortaya koydu ki, âyetlerinden biri gibi söyleyemezsiniz diye meydan okuduğu hâlde, kimse, bugüne kadar dünyanın her tarafında bütün İslâm düşmanları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları hâlde, söyleyemedi. Şimdi de, milyonlar dökerek ve Yahudi, papaz, mason güçlerini kullanarak, çalıştıkları hâlde söyleyemiyorlar. Hele o zaman, Arablarda, şiir, edebiyat, fesâhat ve belâgat, her şeyden ileri gidip en güvendikleri başarıları olduğu hâlde, Kur'an-ı kerim karşısında, bir şey söyleyemediler. Kur'an-ı kerime böyle galebe çalamayınca, çokları insâfa gelip Müslüman oldu. Îman etmeyenleri de, İslâmiyetin yayılmasını önlemek için, dövüşmeye mecbûr oldu. DÜNYA VE AHİRET SAADETİ Her sözün ve her kitabın üstünde bir kitap getiren ve güzel huyları ve üstün hâlleri ile, bütün insanların ve Peygamberlerin, her bakımdan en iyisi olan bir kimsenin, Allahü teâlânın sevgili Peygamberi olduğu, akıl ve vicdân sahipleri için, pek açık bir hakîkattir. Dünya ve ahiret saadeti, huzuru O'na tabi olmaya bağlıdır. Ona tâbi olmak İslamiyeti beğenip, seve seve yapmak ve Onun emirlerini ve İslâmiyetin kıymet verdiği, üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, sâlihlerini büyük bilip, hürmet etmektir ve Onun dînini yaymaya uğraşmak demektir ve Allahü teâlânın emirlerine uymak istemeyenleri sevmemektir. Ona tâbi olmak, yâni Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'an-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola (Dîn-i islâm) denir. Ona uymak için, önce îman etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek lazımdır. Müslümanlık da en doğru şekilde, Resulullah Efendimizin vârisleri olan İslam büyüklerinin fıkıh, ilmihal ve ahlâk kitaplarından öğrenilir... Son yıllarda Müslümanları, sinsi bir şekilde bu kitaplardan uzaklaştırma çalışmalarının altındaki gerçek maksat Resulullahtan uzak tutmaktır aslında. Bu tuzağa düşmemek lazım!
Güzel huyun iki kaynağı
7 Eylül 2010 01:00
Güzel huyun birinci kaynağı kişinin doğuştan güzel huylu olmasıdır. Mesela peygamberler böyledir. Bunlar öğrenmeden, uğraşmadan bu huylara yaratılıştan sahiptirler. İkincisi, güzel ahlâkın uğraşarak, nefisle mücadele ederek elde edilmesidir. Mesela cömertlik güzel ahlâkını elde etmek isteyen bir kimse için yol cömertlik fiilini âdet haline getirmek, nefsini zorlayarak buna alıştırmak gerekir. Daimî bir şekilde mal vererek bunu zoraki bir şekilde nefsine kabul ettirmeli ve bu hususta nefsiyle mücahede etmelidir. Ta ki bu, nefsi için tabiîleşip kolay hale gelinceye kadar... Böylece cömertlik güzel ahlâkı ile ahlâklanmış olur. Bunun gibi nefsine tevazu ahlâkını kazandırmak isteyen bir kimse de, uzun bir müddet mütevazı kimselerin yanında bulunmalı, onların yaptıklarını yapmalı ve bu devamlılık müddetince nefsiyle mücahede edip zoraki bir şekilde de olsa nefsini bu huya yönlendirmelidir. Bu ahlâk, nefsin ahlâkı olup, onda tabiî bir şekil alıp, kolayca onda yerleşinceye kadar buna devam etmelidir. Güzel ahlâkın tamamını bu şekilde elde etmek mükündür. Mütevâzı kimse ise, tevâzudan lezzet duyar. Dinî ahlâklar ancak güzel âdetlerin tamamını îtiyad, alışkanlık hâline getirince ve kötü fiillerin tamamını terk edince yerleşir. Güzel işlerden hoşlanan, onlardan zevk duyan bir kimsenin devam etmesi gibi bunlara devam etmedikçe ve aynı zamanda çirkin işleri kötü görüp onlardan elem duymadıkça, güzel ahlâk onun kalbinde yerleşmez. İbâdetlerin yapılması ve haramların terk edilmesi zor oluyorsa, bu eksikliktir. Kul bununla saadetin kemâline erişemez. Bu eksikliği gidermek için nefisle mücadeleye devam etmesi gerekir. Sehl bin Abdullah-i Tüsteri hazretlerine güzel ahlâkın ne olduğu soruldu. "Güzel ahlâkın en azı eziyet, sıkıntıya göğüs germek, karşılık vermeyi bırakmak, zâlime rahmet istemek, af dilemek ve ona şefkat göstermektir" dedi.
Dünya ve ahiret saadetine kavuşabilmek için
8 Eylül 2010 01:00
Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Ona tâbi olmak için, îman etmek ve ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru îmanın bulunmasına alâmet, Resulullahın düşmanı olan kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü İslâm ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıt şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. İslâmiyetin izzeti ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakâretindedir. Kâfirlere izzet veren, hürmet eden, Müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olur. Hak teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi olanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyan buyurarak meâli, "Ey benim sevgili Peygamberime inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün yolundan ayrılırsanız, kendilerine Müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmanınızı çaldırırsanız, dünyada ve âhirette ziyân edersiniz" olan yüz kırk dokuzuncu âyet-i kerimeyi gönderdi. SEVMENİN ALAMETİ Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmaya sürükler. Bir kimse, kendini Müslüman zanneder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmanını ve İslâmını temelinden götürür. İman sahibi Müslüman olabilmek için Ona tabi olmak lazımdır. Muhammed aleyhisselâma tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tâm ve kusursuz sevmek lâzımdır. Onun getirdiği son dine tabi olmak lazımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yâni gevşeklik sığmaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıttan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap ettirir. İmrân sûresi, seksen beşinci âyetinde meâlen: "Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabûl etmez. Dîn-i İslâma arka çeviren, âhirette ziyân edecek, Cehenneme girecektir" buyuruldu. Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saadete kavuşamaz. İmam-ı Gazali hazretleri Kimyâ-i saadet kitabında buyurdu ki: Hadis-i şerifte, "Îmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir", buyuruldu. Cenâb-ı Hakkın Îsâ aleyhisselâma, "Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz" buyurdu. Her mümin, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslâmiyete yapışanları sevmelidir. DÜŞMAN SEVİLMEZ Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, "Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe îman edenler, Allahü teâlânın ve Resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım" buyuruldu. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne itaat edilmedikçe, Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerimede "Elbette muhakkak böyledir" buyurdu. Cenâb-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhiret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır.
Cömertlik ve güzel ahlâk
8 Eylül 2010 01:00
Resul aleyhisselam şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki Allahü teâlâ bu dini kendi zatı için seçti. Sizin dininize ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Dikkat edin! Dininizi güzel ahlâk ve cömertlikle süsleyin!" Hazreti Peygambere şöyle soruldu: -Ey Allah'ın Resulü! Mü'minlerin hangisi iman yönünden daha faziletlidir? -Ahlâkça en iyisi hangisi ise... "Muhakkak ki, sizler halkı mallarınızla zengin kılamazsınız ve memnun edemezsiniz. Bu bakımdan onlara güler yüz ve güzel ahlâkla yardım ediniz." Cerir bin Abdullah Resulullahın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Muhakkak sen öyle bir kişisin ki, Allah senin sûretini güzel yapmıştır. Bu bakımdan sen de ahlâkını güzelleştir." Berra bin Azib buyurdu ki: "Hazreti Peygamber yüz bakımından insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk bakımından da onların en güzeliydi." Resul aleyhisselam şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Muhakkak ki kul, güzel ahlâkının sayesinde âhirette en büyük dereceye ulaşır, konakların en güzeline girer. Halbuki ibâdette kendisi zayıftır." Ebu Mes'ud Bedrî Hazreti Peygamberin duasında şöyle dediğini nakleder: "Ey Allahım! Sûretimi güzelleştirdin. Bu bakımdan ahlâkımı da güzelleştir." Abdullah bin Amr Resulullahtan şu duayı çokça okuduğunu rivayet eder: "Ey Allahım! Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk dilerim" Hazreti Ebu Hüreyre, Resul aleyhisselamdan şu hadîsi rivayet eder: "Mü'min bir kimsenin şerefi dinidir. Soyu sopu güzel ahlâkıdır. Mürüvveti ise aklıdır." Resûlullah Efendimiz şu duâyı çok okurdu: "Allahümme innî es'elükessıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike yâ Erhamerrâhimîn." Bunun mânası, (Ya Rabbî! Senden, sıhhat ve âfiyet ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sahiplerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!) demektir. > Te
İnsanı yükselten dört huy
9 Eylül 2010 01:00
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: "Dört şey vardır ki, kulu ameli ve ilmi az olsa da derecelerin en yücesine vardırır. Onlar, hilm, tevâzu, cömertlik ve güzel ahlâktır. Güzel ahlâk ise, imanın kemâlidir." Fudayl bin Iyad hazretleri buyurdu ki: "Güzel ahlâklı fâcir bir kimsenin benimle arkadaşlık yapması, bence kötü ahlâklı bir âbidin (çok ibadet yapanın) arkadaşlığından daha hayırlıdır." İbni Mübarek hazretleri, bir seferinde kötü ahlâklı bir kişi ile arkadaşlık yaptı. Onun eziyetlerine göğüs gererek onunla iyi geçindi, ondan ayrıldığı zaman ağladı. Kendisine 'Neden ağlıyorsun?' denince, 'Ona olan şefkatimden ağlıyorum. Ben ondan ayrıldığım halde onun kötü ahlâkı ondan ayrılmamaktadır' dedi. Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." "Kıyamet gününde herhangi bir kulun terazisine konan en ağır şey, takvası ve güzel ahlâkıdır." Bir kişi, Hazreti Peygambere gelerek şöyle dedi: -Bana nasihat et! -Nerede olursan ol, Allah'tan kork! -Dahasını söyle ey Allah'ın Resûlü! -Günahının arkasından sevap işle ki o günahı silsin! -Dahasını söyle ey Allah'ın Resûlü! -İnsanlarla iyi geçin! Resulullaha, "Amellerin hangisi daha üstün ve faziletlidir?" diye sordu, sonra cevap olarak da "Güzel ahlâk!" buyurdu. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Kul, sûretini ve ahlâkını güzelleştirdiği takdirde onu ateş yakmaz!" "Kıyamette insanoğlunun terazisine ilk konan şey, güzel ahlâk ve cömertliktir." Allahü teâlâ imanı yarattığı zaman, iman şöyle dua etti: "Ey Allahım! Beni kuvvetlendir." Bu duasına binaen Allahü teâlâ onu güzel ahlâk ve cömertlikle takviye etti. Küfrü yarattığı zaman küfür de şöyle dedi: "Yarab! Beni kuvvetlendir." Bunun üzerine Allahü teâlâ kendisini cimrilik ve kötü ahlâkla takviye etti.
Kula verilen en hayırlı şey
10 Eylül 2010 01:00
Usâme bin Şerik şöyle anlatır: Bedeviler Hazreti Peygambere şöyle sordular: "Bir kula verilen en hayırlı şey nedir?" Resulullah Efendimiz, "Güzel ahlâk" buyurdular. Sonra, "Muhakkak ki benim nezdimde en sevimliniz ve kıyamet gününde bana en yakın olanınız ahlâkça en güzel olanlarınızdır" buyurdular. Enes bin Malik anlatır: Biz bir gün Resulullah ile beraberdik, şöyle buyurdu: "Muhakkak ki güzel ahlâk, güneşin buzu eritmesi gibi, hatayı, günahı eritir." "Güzel ahlâk, kişinin saadetindendir." Ümmü Habîbe validemiz Resulullaha şöyle sordu: -Kadının dünyada iki kocası olmuşsa, kadın da onlar da ölüp, cennete giderse, acaba bu kadın cennette hangi kocasına verilecektir? -Dünyada iken kadının nezdinde hangisinin ahlâkı daha güzelse ona verilir. Ey Ümmü Habibe! Güzel ahlâk hem dünyanın ve hem de âhiretin hayrını gerektirir. Resulullah Efendimizin ettiği dualardan birisi de şudur: "Ey Allahım! Beni ahlâkların en güzeline kavuştur! Çünkü ahlâkların en güzeline ancak sen kavuşturursun. Benden huyların rezillerini uzaklaştır. Çünkü senden başka kötü ahlâkı uzaklaştıracak yoktur." Kettânî buyurdu ki: "Tasavvuf, ahlâk demektir. Bu bakımdan ahlâken senden ileride bulunan bir kimse, tasavvufta da senden ileridir." Yahya bin Muaz şöyle demiştir: "Kötü ahlâk öyle bir kötülüktür ki onunla beraber çokça yapılan haseneler fayda vermez. Güzel ahlâk öyle bir hasenedir ki onunla beraber çokça yapılan günahlar zarar vermezler." İbni Abbas hazretlerine "Kerem ne demektir?" diye sorulduğunda, şöyle demiştir: "Kerem o şeydir ki, Allahü teâlâ onu Kur'an-ı kerimde beyan ederek şöyle buyurmuştur: Muhakkak sizin Allah nezdinde en kerîminiz ve şerefliniz takvaca en önde olanınızdır." (Hucurât/13) Enes bin Mâlik hazretleri şöyle demiştir: "Muhakkak kul güzel ahlâk sayesinde, âbid olmadığı halde cennetin en yüce derecesine varır. Kötü ahlâkı yüzünden de âbid de olsa cehennemin en aşağısına düşer!" Tel: 0 21
Hayırlı olan hasletler!
11 Eylül 2010 01:00
Hazreti Lokman Hakîm'in oğlu babasına şöyle sorar: "Babacığım! İnsanın hangi hasleti daha hayırlıdır?", "Din!", "Hayırlı olan hasleti iki ise, hangileri olur?", "Din ile mal.", "Üç olursa?", "Din, mal, hayâ...", "Dört olursa?", "Din, mal, hayâ ve güzel ahlâktır...", "Beş olursa?", "Din, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir.", "Altı olursa?", "Ey oğlum! İnsanoğlunda, saydığım bu beş haslet birden bulunduğu zaman, o tertemiz ve muttakîdir. Allah'ın velisidir. Şeytandan uzaktır." Yahya bin Muaz şöyle demiştir: "Ahlâkın güzelliğinde rızıkların hazineleri vardır. Kötü ahlâklının misâli, kırılmış testi gibidir. Ne düzeltilebilir ve ne de gerisin geriye dönüp çamur olabilir!" Atâ hazretleri şöyle buyurdu: "Yücelen bir kimse, ancak güzel ahlâkla yücelmiştir. Hazreti peygamberden başka hiçbir kimse, güzel ahlâkın kemâline tam mânâsıyla varmamıştır." Çünkü Allahü teâlâ onu kemal üzere yaratmıştır. Ayet-i kerimede, 'Muhakkak sen büyük bir ahlâk üzeresin' (Kalem/4) buyurmuştur. Ahnef bin Kays'a 'Sen hilmi kimden öğrendin?' diye soruldu. 'Kays bin Âsım'dan öğrendim' dedi. 'Onun hilm derecesi nedir?' diye sorulunca, cevap olarak şöyle demiştir: "Bir ara evinde oturuyordu. Hizmetçisi, üzerinde kebap bulunan ve ateş dolu bir mangal getiriyordu. Mangal elinden Kays'ın küçük bir oğlunun üzerine düştü ve çocuk yanarak öldü. Bu manzara karşısında hizmetçi dehşete kapıldı. Hizmetçiyi teskin etmek için 'Senin korkmana gerek yok. Seni Allah rızası için âzad ediyorum' dedi." Çocuklar Veysel Karanî'yi gördükleri zaman taşa tutarlardı. Veysel Karâni onlara 'Kardeşlerim! Eğer mutlaka bana taş atacaksanız bari küçük taşları atın da bacaklarımı kanatıp da beni namaz kılmaktan alıkoymasın' derdi. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Kötü ahlâk, affedilmez bir günahtır. Kötü zan ise, şerleri doğuran bir hatadır." "Muhakkak ki kul, kötü ahlâkından ötürü cehennemin en alt kısmına düşer." > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Nefis ile mücadele gerekir!
12 Eylül 2010 01:00
Allah adamlarının yanında onları övmek ile sövmek aynı idi. Adamın biri, Ahnef bin Kays'a sövdü. O cevap vermedi, adam onun arkasını takip edip sövmeye devam ediyordu. Ahnef, mahalleye yaklaştığı zaman durdu ve söven adama şöyle dedi: "Eğer senin küfürlerin bitmediyse kalanları da söyle burada bitsin ki kabilemin cahilleri senin küfrettiğini duyup da sana eziyet vermesinler!.." Câfer bin Humeyd şöyle demiştir: "Âlimler ve hekimler ittifak etmişler ki nimete ancak nimeti terk etmek suretiyle varılabilir." Mısır Azîzi'nin hanımı (Yusuf aleyhisselam yeryüzünün hazinelerine sahip olduktan sonra) bir merasim gününde, yolunun kenarında oturarak, memleketin on iki bin ileri geleninin arasında binici olarak merasime iştirak eden Hazreti Yusuf'a şöyle haykırdı: 'Padişahları günahtan ötürü köle yapan, köleleri de ibâdet ve taatlerinden ötürü padişah yapan Allah'ın şanı yücedir! Muhakkak ki hırs ve şehvet padişahları köle yapmıştır. Müfsidlerin cezası budur. Muhakkak ki sabır ve takvâ, köleyi padişah yapmıştır!' Buna karşılık olarak Yusuf aleyhisselam şöyle dedi: "Doğrusu kim (Allah'tan) korkar ve sabrederse, muhakkak ki Allah, muhsinlerin mükâfatını zayi etmez." (Yusuf/90) Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki: "Bir gece uyanıp virdlerimi yapmaya kalktım. Fakat daha önceki virdlerimden hissettiğim zevki bir türlü bulamadım. Uyumak istedim olmadı, sonra dışarı çıktım. Birisi beni fark ettiği zaman şöyle dedi: -Ey Ebu Kasım! Şu saatte mi bana gelecektin? -Efendim! Daha önce bir randevumuz yoktu. -Evet! Doğru söylüyorsun. Fakat ben Allahü teâlâdan diledim ki benim için senin kalbini harekete getirsin. -Senin duan kabul olundu. Söyle bakalım ihtiyacın nedir? -Ne zaman nefsin hastalığı, nefis için ilaç olur? -Nefis, hevâ ve isteğine muhalefet ettiği zaman... Bu sefer kendi nefsine dönüp şöyle dedi: 'Ey nefsim! Dinle! Ben bu cevabı sana yedi defa verdiğim halde benden dinlemek istemedin. İlle Cüneyd-i Bağdâdî'den dinleyeceğim dedin. İşte dinledin'. Sonra savuşup gitti ve kim olduğunu da bilemedim." Tel: 0 212 - 454 38 21
Ahlâk ilminin dinimizdeki yeri
13 Eylül 2010 01:00
Müslümanların öğrenmeleri lâzım olan bilgilere "İslâm ilimleri" denir. İslâm ilimleri ikiye ayrılır: Din bilgileri ve Fen bilgileri. Fen bilgilerine "Hikmet" denir. Peygamber Efendimiz, "Hikmet, Müslümanın kaybolmuş malı gibidir. Onu nerede bulursa alsın!" buyurdu. Bu hadis-i şerif, fen bilgilerini öğrenmeği emir etmektedir. Din bilgilerinin esası yirmi ilimdir. Bunlardan sekizi, yüksek ilimler, on ikisi de, yardımcı ilimlerdir. Yüksek ilimlerden birisi, "Ahlâk ilimleri"dir. Her Müslümanın bu bilgileri lüzûmu kadar öğrenmesi farzdır. Bunun için, İslâm âlimleri, birçok kitap yazmışlardır. İslâmiyetin beğenmediği ahlâkı ve bunlardan korunma ve kurtulma çârelerini her Müslüman öğrenmelidir. Bu kötü ahlâk, kalp hastalıklarındandır. Kalbi ve rûhu ebedî ölüme yani sonsuz Cehennem azabına sürüklerler. Hepimizin, ömürlerini İslâm dîninin güzel ahlâkını öğrenmekte ve yaymakta tüketen ve canlarını Allahın dînini insanlara yaymakta fedâ eden şehîdlerin asîl ve kıymetli çocukları olarak, şerefli ecdâdımızın tam ve doğru olarak getirdiği ve bize emânet bıraktığı, mübârek İslâm dînini ve bunun bildirdiği güzel ahlâkı iyi öğrenmesi lazımdır. Bilmeliyiz ki, dînimiz, güzel huylu olmamızı, birbirimizi sevmemizi, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat etmeyi, dinli dinsiz, herkese iyilik etmeyi emretmektedir. Allahın, doğruların yardımcısı olduğunu hiç unutmamalıyız! Birbirimizi sevip, yardımlaşalım ki, Allahü teâlâ yardımcımız olsun! Allahü teâlâ, dünyada bütün insanlara acıyor. Muhtaç oldukları nimetleri yaratıp, herkese gönderiyor. Dünyada ve âhirette saadete kavuşmak için, bu nimetlerin nasıl kullanılacağını da bildiriyor. Her canlıyı yaratan, her varı, her ân varlıkta durduran, hepsini korku ve dehşetten koruyan yalnız O'dur. Gösterdiği yoldan giden, İslam ahlâkı ile ahlâklanan dünyada da ahirette de korkudan dehşetten emin olur. Tel: 0 212
.
İslam âleminin perişanlığının sebebi
14 Eylül 2010 01:00
Geçenlerde, gençlerle konuşurken, mevzu dönüp dolaşıp İslâm dünyasının bugünkü perişan hâline geldi. Dediler ki, bunda tabii ki İslam düşmanlarının büyük rolü var. Peki bizim hiç mi suçumuz yok, biz nerede hata yaptık, diye sordular. Tabii ki hatalarımız var. Eğer olmasaydı bu hâle düşmezdik. Gerçeğe varabilmek için kendimizi öz eleştiriye tâbi tutmamız şart. Hep başkasını suçlamakla bir yere varılamaz. İsterseniz önce meseleyi biraz geriden ele alalım, konunun iyi anlaşılması için. İslâm tarihi incelendiği zaman görülür ki, İslâm dünyasının en kuvvetli olduğu dönem, yedinci ve on altıncı asırlar arasıdır. On yedinci ve on sekizinci asır, Fetret Devri, bir bakıma ayakta kalma mücadelesinin verildiği dönem. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl ise, Batı'nın üstünlüğünü mecburen kabullenme ve onların kontrolüne girme devri. İslâm dünyasının yükselmesini, onuncu asra kadar Müslüman Araplar sağladı. On birinci asırdan itibaren, bayrağı Türkler ellerine aldı. Türkler, doğuda Bizans'ı çökerterek Viyana kapılarına kadar ilerlediler. Endülüs Devleti de Avrupa'yı batıdan sıkıştırmaya başladı. Böylece Avrupa iki güç arasında sıkıştı. ZİRVEDE KALMAK ZOR Bu kıskaç sebebiyle, yarı vahşî bir hayat süren Avrupa, gerçek bir medeniyet ile tanıştı. Güçsüzlüklerini anladılar. Kendilerini tenkit etmeye başladılar. Bu öz eleştiri, Avrupa'nın toparlanmasına sebep oldu. Birçok buluşların, üstün başarıların kaynağında, zaten çaresizlik yatar. Avrupalılar, Müslümanların başarısının ve kendilerinin başarısızlıklarının sebeplerini incelediler. En büyük eksiklikleri olan fen ve teknolojiyi Müslümanlardan alarak, kısa zamanda geliştirdiler. Avrupa'da böyle gelişmeler olurken, Müslüman dünyası elde edilen zaferlerin rehavetine kapıldı. Sahip olunan üstünlük sebebiyle, Avrupalıları küçümsediler. Avrupa teknolojide, buluşlarda hızla ilerlerken, Müslümanlar bu yenilikleri ciddiye bile almadılar. Müslümanların bir dezavantajı da, zirvede olmaları... Çünkü, zirvede kalmak, zirveye çıkmaktan çok daha zordur. Zirvede rüzgârlar sert eser. Zirvenin düşmanları çoktur. Bir dezavantaj da, insanın zirveye ulaşınca, gayretinin zayıflaması... İnsan isteklerine kavuşunca, rahata düşkünlük, uyuşukluk hastalığına tutulur. Zirveye çıkmada en büyük etken olan aşk, şevk kalmaz. Makam mücadelesi ve mal mülk yarışı başlar. Bu kural, her devirde, her medeniyet, her cemiyet, cemaat ve millet için geçerlidir. Böyle durumda, herkes, külfetsiz nimet peşine düşer. Başka bir ifadeyle, herkes birer mirasyedi olur. Herkes, geçmişteki birikimden, payına düşeceğinin peşindedir. "Her nimet külfet karşılığıdır" prensibi unutulur, vermeden alan hazır yiyiciler çoğalır. Hâlbuki ayet-i kerimede, "Bilinsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur" buyurulmuştur. Bu tehlikeli hastalığa, Müslüman âlemi de maalesef yakalandı. Bunun neticesinde, devlet ricali oyun, eğlence peşine düştü. Yeniçeri, kendi vatanında, sanki bir işgalci orduydu. İkide bir kazan kaldırdıkları için, halkın ve padişahların korkulu rüyası hâline gelmişti. Medreseler, teknolojide iki yüz yıl gerideydi. Tekkeler, tembellerin barınağı oldu. Memurluk, gizli işsizlerin sığınağı durumundaydı. Aslında, görünüş olarak, medeniyeti zirveye çıkaran bütün müesseseler ayaktaydı. Fakat bunların gerçek temsilcileri yoktu. AYDIN DİNSİZ, DİNDAR CAHİL!.. Adâlet, ilim ve teknoloji zirvedeyken Osmanlı zirvedeydi. Adâlet ve teknoloji çökmeye başlayınca, Osmanlı çöktü. Mason M. Reşid Paşa, din adamı ve dünya adamı diye ikiye ayırdı insanları. "Din adamı din dersi okusun, dünya adamı fen dersi okusun" dedi. Ortaya aydın-dindâr çatışması çıktı. Aydın dinsiz, dindar cahil olunca çöküş kaçınılmaz oldu. Bütün bunlar, dinimizin yasakladığı şeylerdi. Zaten ne zaman insanın başına bir iş gelmişse, bunun altında mutlaka dine uymamak yatar. Hâlbuki dinimiz boş kalmayı yasaklamaktadır. Hadis-i şerifte de, "Mümin gayretlidir; iki günü eşit olan zarardadır" buyuruldu. Dinimizin emirlerine uyan kim olursa olsun, muvaffak olur. Avrupalılar bilmeyerek de olsa bu emre uyup; çalıştılar, çabaladılar ve neticede zirveye ulaştılar
Gelmeyene git, vermeyene ver!
14 Eylül 2010 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslümanın nasıl olması lazım geldiği bildiren hadis-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur: "İyi huylu kimse, dünyada ve âhirette iyiliklere kavuşacaktır. " "Allahü teâlâ, dünyada güzel sûret ve iyi huy ihsân ettiği kulunu, âhirette Cehenneme sokmaz." Ebû Hüreyre hazretlerine Resulullah Efendimiz, "İyi huylu ol!" buyurdu. İyi huy nedir deyince, "Senden uzaklaşana yaklaşıp nasîhat et ve sana zulmedeni affet ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!" buyurdu. İki kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine bir şey ikrâm edildi. Oruçlu olduklarını söylediler. Konuştuktan sonra, kalkıp giderlerken, Resûlullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem", bunlara, "Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruçlarınızı, tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz. Kusurunu söylediniz. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevabını giderir" buyurdu. Peygamberimiz borçlu olan birinin cenâze namazını kılmak istemedi. Ebû Katâde ismindeki bir sahâbî onun borcunu, havâle yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenâze namazını kılmayı kabûl buyurdu. "Zevcelerinizi döğmeyiniz! Onları üzecek söz ve hareketlerde bulunmayınız! Onlar, sizin köleniz değildir." "Allahü teâlâ indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim." "İmanı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır." Bu hadis-i şerifler, güzel İslâm ahlâkının kaynağıdırlar. İslâm âlimleri, bu hadis-i şeriflerden, çeşitli hükümler çıkarmışlardır. Bu hükümlerin özeti şudur. Müslüman, kimsenin mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırmaz. Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından daha büyük günahtır. Bir kimse, malı olduğu halde, borcunu ödemeyi bir saat geciktirirse, zâlim ve âsî olur. Her an la'net altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki, uykuda bile durmadan yazılır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Terazi kişiye göre farklı farklı tartarsa!..
15 Eylül 2010 01:00
Hikâye bu ya; evvel zamanda, köyün birine bir kurt dadanmış. Gün geçmiyormuş ki, birkaç hayvanı parçalayıp telef etmesin. Köylüler bu işe bir çare bulmak için kurdu çağırıp, "Bu yaptığın nedir?" diye sormuşlar. Kurt cevap vermiş: - Ben bu işi zevkimden mi yapıyorum sanki? Açlıktan öleyim mi? Karnımı doyurmak için yapmak zorunda kalıyorum. Köylüler sormuşlar: - Tamam da, karnını doyurmak için 3-5 hayvanı öldürmeye ne gerek var? - Sizinki de söz mü yani? Benim elimde terazim yok ki. Göz kararı tespit edip parçalıyorum işte!.. Köylüler bu söze cevap verememişler. Ona hak vermişler. Fakat bu işe de bir çare bulmaları lâzım... Aralarında konuşup, kurda şöyle bir teklifte bulunmuşlar: - Biz düşündük ki; sana günde bir buçuk okka et yeter. Sırayla, her gün bu kadar et vereceğiz; filan yerden gel al! HERKES MEMNUN Kurt da, köylüler de memnun olmuşlar bu anlaşmadan. Hemen ertesi gün, belirlenen yere et konulmaya başlanmış. Sırası gelen, söz verilen eti bırakıyormuş. Kurt da sözünde durduğu için, hayvanlar da korkusuz yaşıyorlarmış. Aradan biraz zaman geçince, anlaşma sulandırılmış. Kurdun eti önce azaltılmış; kurt sesini çıkarmamış. Sonraları, bununla da kalınmamış; günlerce et götüren olmamış kurda. O da bakmış olacak gibi değil, böyle giderse açlıktan ölecek; çıkmış ava... Köyün kenarında otlayan merkep ile sıpasını bir çırpıda halletmiş. Bunu haber alan köylüler ayaklanmışlar; hemen kurdu çağırıp hesap sormuşlar: - Hani seninle anlaşma yapmıştık; hayvanlarımıza zarar vermeyecektin. - Bu konuda bana bir şey söylemeye hakkınız olmaması lâzım. Anlaşmayı bozan sizsiniz. Neredeyse açlıktan ölecektim. Etimi azalttınız, ses çıkarmadım. Fakat daha sonra, günler geçtiği hâlde hiç et getirmediniz. Baktım olacak gibi değil, "Bari gidip kendi işimi kendim göreyim!" dedim. Önüme ilk çıkan merkep ile sıpasıydı, onları yedim. Köylüler itiraz etmişler: - Tamam, sözlerinde haklısın, biz anlaşmaya uymadık. Ancak, bu işte sende de suç var. Seninle bir buçuk okka üzerinden anlaşmıştık. Sen gidip yüz okkalık koskoca eşeği ve sıpasını nasıl yersin? Kurt cevap vermiş: - Bana göre; yediğim, hakkımdan fazla değildi. Daha önce de size söyledim. Elimde terazi olmadığı için eşeği bir, sıpasını da yarım okka kabul ettim. Böylece sözleşmenin dışına çıkmamış oldum... Haklıyı haksızı ayırmada terazi, yani adalet çok önemlidir. Adalet, zorbaların eline bırakılırsa, onlar, adaleti kendilerine göre, işlerine geldiği şekilde tatbik ederler. Teraziler farklı, uygulamalar farklı olunca da adaleti sağlamak mümkün olmaz. Adalet adı altında zulüm yapılır. "KIZIM FATIMA DA OLSA..." Her işimizde bize en güzel örnektir Resûlullahın yaptıkları... İşte adaletin tatbikinde gösterdiği emsalsiz örneklerden biri: Peygamberimiz zamanında, zorbalıkları ile meşhur Benî Mahzum kabilesi vardı. Kendilerinden biri suç işlediğinde cezalandırmazlar; fakat başka kabileden ise, en ağır şekilde cezalandırırlardı. Mekke'nin fethinden sonra da bu âdetlerine devam etmek istediler. Hırsızlık yapan Fatıma isminde bir kadının affedilmesi için, Hazreti Üsame'den Resûlullaha ricada bulunmasını istediler. Resûlullah Hazreti Üsame'yi çok severdi. Fakat bu ricadan, Resûlullahın hiç de memnun olmadıkları, mübarek yüzlerinden belli olmuştu. Hazreti Üsame çok üzüldü yaptığı bu aracılıktan. Hemen özür beyan edip, mahcup hâlde dışarı çıktı. Peygamber efendimizin hükmü üzere, kadının cezası verildi. Sonra Müslümanları Mescid-i Nebevî'ye toplayarak, hukuk tarihine altın harflerle yazılan şu hutbeyi irat buyurdu Allahın Resûlü: "Ey eshabım! Şunu iyi bilin ki, Allahü teâlâ, eski kavimleri halkın arasında adalete riayet etmedikleri için perişan ve helâk etmiştir. Onlar, içlerinden itibarlı biri suç işlediği zaman ceza vermezlerdi; fakat zayıf biri aynı suçu işleyecek olsa, bunun hakkında tereddüt etmeden cezasını tatbik ederlerdi. Allaha yemin ederim ki, suç işleyen kızım Fatıma da olsa yine cezasını veririm!.."
Yumuşaklık insanın süsüdür"
15 Eylül 2010 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış bir Müslüman, farzları yapar, haramlardan kaçınır. Haramlardan kaçınmak da, iki türlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günahlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günahlardan kaçınmakdır. İkinci kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbir şeye muhtaç değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtaç oldukları gibi, cimridirler. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: "Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâllaşsın, ödesin! Zîrâ âhiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günahları, buna yüklenecekdir." Günah işleyen hemen tevbe eder. Ca'fer bin Sinân buyuruyor ki: "Günah işleyenlerin, boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyidir." Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkını af etmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış kabûl olmuş yedi yüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecekdir. Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gü- müştür. Bir gün Resûlullah Efendimiz, Eshâb-ı kirâma karşı: "Müflis kime denir, biliyor musunuz?" buyurdukda; "Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz" dediler. Buyurdu ki: "Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevabı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, dövmüş. Sevapları, bu hak sâhiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevapları biterse, hak sâhiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır" buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri yumuşak davrananlara ihsân eder. Başkalarına vermez." "Yumuşak davranmayan, hayır yapmamış olur." "İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
En çok sevilen kul
16 Eylül 2010 01:00
İnsanlara yapılan iyilikler, âhiretin azaplarından kurtulmaya ve Cennet nimetlerinin artmasına sebep olur. Peygamberimiz bunu şu hadis-i şerifi ile çok güzel bildirmiştir: "Allahü teâlâ, kullarının ihtiyâçlarını yaratır, gönderir. Allahü teâlânın en çok sevdiği kulu, Onun nimetlerinin kullarına ulaşmasına vâsıta olan kimsedir." İyi bir Müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur'ân-ı kerîmde birçok yerlerde emir buyurmaktadır. Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâpları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sâhiplerinin hâzırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesten daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nimet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmaya çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâplardan kurtulmak için, iki büyük temel, yani iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Müminûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, "Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz? Bize dönmeyecek misiniz diyorsunuz?" buyuruldu. Aklı başında olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa olan dünya hayatında, hep, âhirette iyi ve rahat yaşamaya sebep olan şeyleri yapar. Âhiret yolcusuna lâzım olan şeyleri hâzırlar. İnsanlara karşı yumuşak olmanın, onlara iyilik etmenin, onların işlerini güler yüzle ve tatlı dille ve kolaylıkla yapmanın Allahü teâlânın sevgisine kavuşturan yol olduğunu bilmeliyiz. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Sıkıntı giderenin sıkıntısı giderilir
17 Eylül 2010 01:00
Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamak ve onları sevindirmek ve güzel ahlâklı olmak çok kıymetlidir. Bunun kıymetini bildiren ve yumuşak, ağır başlı ve sabırlı olmayı öven ve teşvîk eden pek çok hadis-i şeriften bazıları şunlardır: "Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Birbirlerini incitmezler, üzmezler. Bir kimse, din kardeşinin bir işine yardım etse, Allahü teâlâ da onun işini kolaylaşdırır. Bir kimse, bir Müslümanın sıkıntısını giderir, onu sevindirirse, kıyâmet gününün en sıkıntılı zamanlarında, Allahü teâlâ onu sıkıntıdan kurtarır. Bir kimse bir Müslümanın aybını, kusurunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onun ayıplarını, kabâhatlerini örter." "Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukça, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur." "Allahü teâlâ, bazı kullarını başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyacı olanlar bunlara başvurur. Bunlar için âhirette azâb korkusu olmayacaktır." "Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri Allahın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nimetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir." "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle melek o kimse için duâ eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı af olur ve kendisine kıyâmette nimetler verilir." "Bir kimse, din kardeşinin bir işini yapmak için giderse her adımında yetmiş günahı affedilir ve yetmiş sevap verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz, hesâbsız Cennete girer." "Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir." Tel:
"Kimse ile münâkaşa etmeyin!"
18 Eylül 2010 01:00
Müslümanların ihtiyâçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel ahlâklı olmanın önemiyle ilgili hadis-i şeriflere bugün de devam ediyoruz... "Kimse ile münâkaşa etmeyen, haklı olsa bile, dili ile kimseyi incitmeyen Müslümanın Cennete gireceğini size söz veriyorum. Şaka ile veya yanındakileri güldürmek için olsa bile, yalan söylemeyenin Cennete gireceğini size söz veriyorum. İyi huylu olanın Cennetin yüksek derecelerine kavuşacağını size söz veriyorum!" Hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ buyuruyor ki, "Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım. Bu dînin tamam olması, ancak cömertlikle ve iyi huylu olmakla olur. Dîninizin tamam olduğunu her gün, bu ikisi ile belli ediniz!" "Sirke balı bozduğu, yenilmez hâle sokduğu gibi, kötü huylu olmak, insanın ibâdetlerini bozar, yok eder." "Allahü teâlâ yumuşak huylu olanları sever ve onlara yardımcı olur. Sert, öfkeli olanlara yardım etmez." "Cehenneme girmesi haram olan yahut Cehennem ateşinin yakması yasak olan kimdir? Size bildiriyorum. Dikkat ile dinleyiniz! Yumuşak olanların, kızmayanların hepsi!" "Yavaş, yumuşak davranmak, Allahın kuluna verdiği büyük bir ihsândır. Aceleci, atak olmak, şeytanın yoludur. Allahü teâlânın sevdiği şey, yumuşak ve ağır başlı olmaktır." "İnsan, yumuşaklığı, tatlı dili sebebiyle, gündüzleri oruç tutanların ve geceleri namaz kılanların derecelerine kavuşur." "Kızdığı zaman, öfkesini yenerek yumuşak davranan kimseyi Allahü teâlâ sever." "Dikkat ediniz. Size haber veriyorum! Cennetin yüksek derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın! Zulmedeni afv etsin! Malını esirgeyene ihsânda bulunsun! Kendisini aramayan, sormayan ahbâbını, akrabâsını gözetsin!" "Kuvvetli olmak, başkasını yenmek demek değildir. Kuvvetli olmak, kahraman olmak, kendi öfkesini yenmek demektir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
İnsanlar dört sınıfa ayrılmıştır
19 Eylül 2010 01:00
Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri insanları dört kısma ayırmaktadır: Bunlardan birinci kısımdakiler, dünyada yemek içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmeyenlerdir. İkinci kısımdakiler, cebir, şiddet, zulüm ile hareket edenlerdir. Üçüncü kısımdakiler, hîlekârlık ve mürâîlikle etrâfındakileri aldatanlardır. Ancak dördüncü kısımdakiler dinimizin bildirdiği güzel ahlâk ile ahlâklanan hakîkî Müslümanlardır. Unutmamak lâzımdır ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mesele, bu yoldan İslâm nûrunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nûru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı fenâlıklara pişmân olur ve doğru yolu bulur. Eğer bütün insanlar, İslâm dînini kabûl etseler, dünyada ne fenâlık, ne hîlekârlık, ne harb, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir Müslüman olmaya gayret etmek ve Müslümanlığın esâsını ve inceliklerini ve güzel ahlâkını îzâh ederek, bütün dünyaya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçdur. Bunu yapmak cihâd olur. Maksad, herkese İslâm dîninin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihâd da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin evvelâ kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiçbir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakta müşkilât çekmez. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî hiçbir din yoktur. Bu dînin esâsını anlayan bir kimse, herkese bu dînin biricik hak din olduğunu kolaylıkla isbât edebilir. Hülâsa, hakîkî Müslüman, bütün iyi huylara sâhib, vakarlı, seciyeli, bedenen ve rûhen tertemiz, her türlü i'timâda lâyık, mükemmel bir insandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Din kardeşine karşı güler yüzlü olmak, ona iyi şeyleri öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, yabancı kimselere aradığı yeri göstermek, sokaktan, taş, diken, kemik ve benzerleri gibi çirkin, pis ve zararlı şeyleri temizlemek, başkalarına su vermek hep sadakadır." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
Gerçek güzellik, ruh güzelliğidir
20 Eylül 2010 01:00
insanın ahlâkını düzeltebilmesinde ruh ve kalbin önemli bir yeri vardır. Bunun için ruh ve kalb nedir bunu bilmek gerekir. Kalb ile yürek aynı şey değildir. Göğsün sol tarafındaki et parçasına yürek denir. Yürek hayvanlarda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe "gönül" denir. Kalb, görünmez bir kuvvettir. Tesirleri ile, eserleri ile tanınır. Meselâ elektrik cereyanı da görünmez, fakat ampulden geçtiği zaman, rezistans telini ısıtarak ışık hâsıl ettiği için ampulde cereyan bulunduğunu anlıyoruz. Halbuki elektrik madde değildir. Bir yer kaplamaz. Kalb dediğimiz kuvvet de madde değildir. Kalb, ruh ile nefs arasında bir köprü gibidir. Marifetler, feyzler, kalbe ruh vasıtası ile gelir. Kalb, his uzuvlarına da bağlıdır. His uzuvları ne ile meşgul olursa, kalb ona bağlanır. İnsan güzel bir şey görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı bir şey alınca kalb bunlara bağlanır. Ruha veya nefse tatlı gelenleri sever. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel bir şey okuyunca, kalb, bunların manâlarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel, tatlı gelen şey demektir. İnsan, çok defa hakîkî güzelliği anlayamaz. Nefse güzel gelen ile, ruha güzel geleni birbiri ile karıştırır. Ruh kuvvetli ise, hakîkî güzelliği anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i kerîmeler, hadis-i şerifler, evliyânın sözleri, duâ, ibâdet gibi şeyler aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı azalınca ve nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zaman, bunların güzelliğini anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kalbi, nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed aleyhisselâma uyarak kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir velîyi incelerse, onun Resûlullahın vârisi, Allahın sevgili kulu olduğunu anlar. Allahü teâlâyı çok sevdiği için, Allahın sevdiğini de çok sever. Fakat sevebilmek kolay bir şey değildir... Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.t
Geçmişten bugüne, dinde bid'at ve Reform hareketleri
21 Eylül 2010 01:00
Hristiyan Batı âlemi, asırlardır yaptıkları "Haçlı Seferleriyle" bir yere varamayacaklarını, İslamiyeti kılınç kuvveti ile yok edemeyeceklerini anlayınca, dini bozmak, aslından uzaklaştırmak için kaleyi içeriden fethetmeye karar verdiler. Bunun için dinde "bid'at" ve "reform" üreten bozuk fırkalar, akımlar ortaya çıkarttılar. Ehli sünnet inancına sahip İslam âlimlerinin dışında kalan, bütün Müslüman aydınlar bilerek veya bilmeyerek; az veya çok bu sinsi faaliyete destek verdiler. İslam dünyasında dinde reform hareketlerine ilk açık destek, Abduh, Cemalettin Efgani, Mercani, Musa Carullah... gibi reformistlerden geldi. İslamın yeniden yorumlanması fikrini ortaya atarak reformculuğa, İslamı protestanlaştırmaya bunlar öncülük ettiler. Kulvarları farklı da olsa, Hasan el Benna, Seyyit Kutup, Mevdudi, Raşit el Gannuşi, Hasan Turabi, Malik bin Nebi, Muhammed İkbal, Hamidullah gibi kimselerin ortaya attıkları "Kur'an'a" dönüş hareketi ile bid'atleri ve dinde reformu savundular. Bunlar, Ehli sünnet itikatında olup bid'atlere karşı olan Türklere, Osmanlıya da düşmanlık beslediler. İSLAMIN PROTESTANLAŞTIRILMASI Türk dünyasında da; türkçülüğü, turancılığı esas alan "Türk Yurdu" mecmuası dinde reformculuğun savunuculuğunu yaptı. Burada toplanan aydınların faaliyetleri, İslamın Protestanlaştırılması hareketinin ekmeğine yağ sürdü. Çünkü bunlar da Hristiyanlık gibi, İslamın da değişime ayak uydurmasını, reformu savundular. Bunlar, türkçülük maskesi altında, dinde reform çalışmaları yaptılar. Bu çalışmalarda, İttihatçıların önde gelenlerinden ve genel merkez azası Ziya Gökalp ve İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura, Musa Carullah.. gibi reformcu kimseleri öne çıkarttılar. 1917'de Moskova'da Musa Carullah'ın divan üyesi olarak katıldığı Reform hareketlerinin tartışıldığı toplantıda "Kur'an'ın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım..." ( Rusya'da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları- Kültür Bakanlığı yayınları sh.394) türü fikirlerin tartışılması bunun ne denli bir "yenilikçi" reformcu olduğunu göstermektedir. Bu çalışmalar ile islamın temel kitapları ve emirlerini, her asrın modasına, gidişine göre değiştirmeye kalkıştılar. Böyle değişiklikleri de, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri kendilerine göre yorumlayarak yapmak istediler. Örneğin, "Müminler mâruf olan şeyleri emreder" âyeti kerimesindeki, İslâmiyetin kabûl ettiği iyilikler manasındaki "mâruf" kelimesine Ziyâ Gökalp ve benzerleri, örf, âdet diyerek, islâmiyeti âdete, modaya göre değiştirmeye kalkıştılar. Zaten, Ziyâ Gökalp, (Din ve İlim) adındaki şiirinde, "Nikâh, talâk, miras, bu üç işte gerek müsâvât!/ Bir kız, irste yarım erkek, izdivâçta dörttebir,/ Bulundukca, ne âile, ne memleket yükselir!" Mısraları ile Kur'an-ı kerimin aile ve miras ile ilgili açık emirlerini değiştirerek zamana uydurmaya çalışmıştır. Bugün, malum reformcu kimseler tarafından ikide bir ortaya atılan, Türkçe ibadet, Türkçe Kur'an, Türkçe ezan düşüncesinin de fikir babası budur: "Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur./ Köylü anlar manasını namazdaki duanın/ Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur." Mısraları günümüz reformcularına ilham kaynağı olmuştur. İSLAMİYETİ İÇERİDEN YIKAN Son devir İslam büyüklerinden Abdülhakim-i Arvasi hazretleri buyurdu ki: "Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, İbni Teymiyye oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve islâm düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü" "Kâhire müftîsi Abduh, islâm âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış, islâm düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak, islâmiyeti içerden yıkan azılı kâfirlerden olmuştur. İzmirli İsmâîl Hakkı, Hamdi Akseki, Şerâfeddîn Yaltkaya, Şemseddîn Günaltay, Muhammed Âkif ve damadı Ömer Rıza Doğrul daha nice din adamları, onun kitaplarını okuyarak tesîri altında kalmışlar, çeşitli aykırı yollar tutmuşlardır" Günümüzde de kim, kimi savunuyorsa; onun düşüncesinde, inancında, onun yolunda olduğu anlaşılır. (Dinde Reformcular hakkında daha geniş bilgi için, "Faideli Bilgiler" kitabına bakılabilir. Hakikat Kitabevi-0212 5234556)
Her zarar kötü huydan
21 Eylül 2010 01:00
Kalbi, ruhu hasta eden kötü huylardır. İnsana dünyada ve âhırette zarar veren her şey, kötü ahlâktan meydana gelmektedir. Yâni zararların, kötülüklerin başı kötü huylu olmaktır. Kalbi hasta ederek ruhun ölümüne sebep olan kütü huyların en kötüsü imansızlıktır. Kalbin en kötü hastalığı olan imansız olmaktan çok korkmalıdır. Kalb hastalıklarının imansızlıktan sonra en zararlısı bid'at olan şeylere inanmaktır. Kalb hastalığının üçüncüsü bid'at olan şeyleri yapmaktır. Bid'atları yapmaktan kaçındıktan sonra, günahlardan sakınmak lâzımdır. Görüldüğü gibi kalbin temizlenmesi İslamiyete uymakla olur. İslamiyet üç kısımdır: İlim, amel ve ihlâs. İlimden maksat, dinin bütün emir ve yasaklarını öğrenmek, amelden maksat, öğrendiklerine tâbi olmak, tatbik etmek, ihlâs ise yalnız Allah rızâsı için yapmak demektir. Kalbi hasta olan, Hakkın rızâsına uygun iş yapamaz. Kalbi bozan, karartan şeyler, işlenen günahlardır. Hadis-i şerifte, "Bir günah işliyenin kalbinde izi kaybolmıyan bir leke meydana gelir." buyuruldu. Bu leke silinmezse kalb kararmağa, bozulmağa devam eder. Nihayet kalb bir gün ölür. Kalbdeki lekeyi temizlemek için hemen günah işledikten sonra tevbe ve istiğfâr edip güzel bir amel işlemelidir. Günah ile kirlenen kalbi sevap ile temizledikten sonra, kalbin parlaması için sevap işlemeğe devam etmek lâzımdır. Bir kimse, bir nevi toprak olan kil yemeği, diğer yemeklerden fazla seviyorsa, o kimse hasta demektir. Başkalarını Allahtan çok seven kalb de hastadır. Vücut hastalıklarının bazısını sâhibi bilemediği gibi, kalb hastalıklarının bazıları da bilinemez. Bunun için gâfil avlanır, tedavisine bakmaz. Bazı hastalıkların tedavisi için perhiz lâzımdır. Herkes istenilen perhizi kolay yapamaz. Kalbin tedavisi için de günahlardan perhiz yapmak yâni uzaklaşmak lâzımdır. Bu da kolay değildir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.
Kötü huyun tedavisi gerekir
22 Eylül 2010 01:00
Kötü huy bir hastalıktır, tedavisi gerekir. Her hastalığı tedavi ettirmek için o hastalık üzerinde ihtisas sahibi olan tabibe gitmek lâzımdır. Gözünden ameliyat olacak birisinin kasaba gitmesi uygun olur mu? Güzel ahlâkı öğreten, kalb hastalıklarının mütehassısları da İslâm âlimleridir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki, "Bugün İslâm âlimiyim diyen kimseler, birer kalb hastasıdır. Bunların vereceği reçetelere nasıl iltifat edilir?" Vaziyet böyle olunca kalb hastalıklarının teşhis ve tedavisi çok zorlaşmaktadır. Kalbin hastalığı, kötü huylar herkeste başkadır. Herkesin, kendi hastalığına uygun gelen ilâçları Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarması imkânsız gibidir. Hakîkî İslâm âlimleri, kalb mütehassısları olup, herkesin bünyesine, hastalığına ve zamana uygun ruh ilâçlarını Kur'ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarıp kitaplarında bildirmişlerdir. İslâm âlimlerinin yazdığı doğru fıkıh ve ahlak kitaplarını okuyup amel etmekle insan kalbini tedavi edebilir. Mesela "İslâm Ahlâkı" isimli eserde, kalb hastalıkları, teşhis ve tedavi şekilleri bildirilmiştir. Bu kitabı okuyup tatbik eden kimse, güzel huylara kavuşur, iyi bir insan olur. (Hakikat Kitabevi, 0212 5234556) İyi insan sâlih insan, demektir. Ehl-i sünnet i'tikâdında olan ve haram işlemekten sakınan Müslümana "sâlih insan" denir. İyi insan olmak için, Allahü teâlâya karşı iyi olmak, Peygamber efendimize karşı iyi olmak ve bütün insanlara karşı iyi olmak lâzımdır. Bir kimsede bu üç iyilikten biri bulunmazsa, buna iyi insan denilemez. İyi insan, herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Devamlı çalışır. Din bilgilerini ve fen bilgilerini iyi öğrenir. Çocuklarına, tanıdıklarına da öğretir. Gıybet, dedikodu yapmaz. Hep faydalı şeyler söyler. Helâl kazanır. Kimsenin hakkına dokunmaz. Böyle olan Müslümanı Allah da sever, kullar da sever. Dünyada rahat ve huzûr içinde yaşar. Âhirette de, Allahü teâlânın merhametine, mükâfatlarına kavuşur. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Giyinin, yiyin, için, fakat israf etmeyin!
22 Eylül 2010 01:00
İnsanın başına ne geldiyse israf yüzünden gelmiştir. Nice varlıklı aileler israf yüzünden perişan hale düşmüş; nice imparatorluklar, devletler ve nice köklü müesseseler bu israf yüzünden tarih sahnesinden silinmişlerdir. İnsanoğlu için çok önemli olan bu israf hastalığını herkesin öğrenmesi ve yakalananların nasıl kurtulacaklarını bilmesi, çocuklarına çevresine öğretmesi gerekir. İsraftan kurtulmak için, önce israfın sebebini bilmek lazımdır. İsrafın birinci sebebi, sefâhettir. Yâni eğlenceye, zevke, gösterişe, öğünmeye düşkün olmaktır. İnsanları isrâfa alıştıran budur. Bu aynı zamanda, aklın az ve hafîf olmasının alametidir. Çok kimse, yaratılışta eğlenceye, zevke düşkün olur. Bu kötü halleri, bazı sebeplerle, zaman zaman artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına onu inandırırlar. İsrafa yol açarlar. İsrafın ne olduğunu bilmemek de israfa sebep olur. İsraf olduğunu bilmez, hattâ cömertlik sanır. Lüzûmsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömertlik sanılır. İHTİYAÇSIZLIK AZDIRIR İhtiyaçsızlık da insanı azdırır, israfa sürükler. Çünkü, israf hastalığına yakalanmanın sebeplerinin başında da, ihtiyaçsızlık geliyor. Kur'an-ı kerimde, "Gerçek şu ki, insan, ihtiyaçsız olunca, elbette azar!" buyuruluyor. İhtiyaçsız insan, tatminsizdir, huzursuzdur, bunlardan kurtulabilmek için su gibi para harcar. Harcadıkça daha çok huzursuz olur... Riyâ ve gösteriş de israfa sebep olur. Gösteriş merakından nice servetler yok olup gitmiştir. Mal, para çok kıymetlidir, rastgele harcanacak kadar değersiz değildir. Bunun için parayı harcarken, çok dikkatli olmak zorundayız. Harcarken öncelik sırasına dikkat etmelidir. Bu parada başkalarının da hakkı vardır. Hadîs-i şerîflerde, "Paranız ile, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarfedin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!" buyuruldu. Yine Peygamberimiz, "Kendisi veya çoluk çocuğu muhtaç iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz." buyurmuştur. Sâbit bin Kays hazretleri, bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek evi için hurma bırakmayınca, âyet-i kerîme inmişti. Ayet-i kerimede, "Hepsini vermeyiniz!" buyuruldu. Mu'âz bin Cebel hazretlerinin bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine birşey kalmadı. Hemen "Fakat, isrâf etmeyin." âyet-i kerîmesi geldi. İsrâ sûresi, yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, "Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şekilde dağıtma!" buyuruldu. Ayet-i kerimede, "Ey Âdem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez!" (Araf, 31) YİYİN EFENDİLER YİYİN! Dine uygun olarak verilen mal kişiye hem dünyada hem de ahirette rahatlık sağlar. Hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da harâmlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider." buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, "İki şeyden birine kavuşan insana gıpta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harcar." buyuruldu. Günümüz sıkıntılarının sebebi burada; beğenilen yerde harcamamak ve beğenilen şekilde kazanmamak. Son bir asırdır, ülkemizde ve diğer islam aleminde gerektiği gibi dinimizin emrettiği güzel ahlak verilemedi. "Tüyü bitmedik yetim hakkı" kavramı yerine, "ne koparabilirsem kârdır" anlayışı gelişti. ALLAH DOSTLARININ ÖRNEK HALLERİ Arı sanat yayınevi (0212 5204151) tarafından basılan; İslâm büyüklerinin, hallerini, sözlerini, tavsiyelerini konu alan "ALLAH DOSTLARININ ÖRNEK HALLERİ" isimli kitabımla ilgili, memnuniyetlerini ve takdirlerini bildiren değerli okuyucularımıza teşekkürlerimi bildiririrm. Model insan, doğru insan sıkıntısı çektiğimiz günümüzde bu kitabın doğru yolda önemli bir rehberlik yapacağına inanıyorum.
Rehber güzel huya yönlendirir
23 Eylül 2010 01:00
insan, yaratılışta iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeğe çalışmasını sağlamak için, bir rehber lâzımdır. Rehber, mizacına göre insanı güzel huya yönlendirir. Bazı insanlar, nasîhatla, yumuşak sözle ve mükâfât verilerek yola gelir. Bazısı ise, sert ve acı sözle ve cezâ vererek terbiye kabûl eder. Rehber mâhir olup yaratılışının nasıl olduğunu anlar, onu şefkat ile, tatlı veya acı te'sîr ederek terbiye eder, yetiştirir. Böyle mâhir ve müşfik bir rehber olmadıkca, insan ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez. Rehber, yani ilm ve ahlâk sunan zât, insanı felâketden kurtarıp, saadete kavuşdurur. Rûhun yükselmesine veya felâkete düşmesine sebep olan şeyler bellidir. Yani dinin emirlerine uyan yükselir, uymayan felakete düşer. Her maddede ağırlık ve hacim gibi ortak özellik olduğu gibi, o maddeye mahsus olup, onu tanıtan özellikleri de vardır. Meselâ, her maddenin belli özgül ağırlığı vardır. Her sıvının kaynama ve donma sıcaklıkları, katı cisimlerin belli ergime sıcaklığı, ışınların belli dalga boyları vardır. Bunun gibi, canlıların da, belli husûsî sıfatları, özellikleri vardır. İnsan, birçok bakımdan hayvanlara, hatta bazı sıfatları bitkilere ve cansız maddelere benzer ise de, insanı hayvandan ayıran, belli husûsî insanlık sıfatları da vardır. Ona insanlık şerefi, bu özelliğinden gelmektedir. Bu özellik rûhun idrâk, kavrama, düşünme kuvvetidir. Dilsiz kimse, söz söyleyemez. Fakat yine insandır. Çünkü idrak sâhibidir. Yani anlayışlıdır ve düşünür. İşte, iyi huyları kötülerinden, iyi işleri, fenalarından ayıran, bu özelliğidir. Allahü teâlâ, bu özelliği insana verdi ki, bununla yaratanını anlasın. Kalb ve rûh, bu kuvveti ile, akıl nimeti ile yerleri, gökleri, madde âlemini, fizik, kimyâ kanûnlarını, hayatî fe'âliyyetleri inceliyerek, Allahü teâlânın varlığını ve yüksek sıfatlarını anlar, Ona inanır ve emirlerini yerine getirir! Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehm
İyiler iyi yere götürür
24 Eylül 2010 01:00
Her iyi huyun zıddı, karşılığı olan sayısız kötü huy vardır. Çünkü iyilik demek, tam orta yol demektir. Ortanın sağında, solunda olmak, iyilikten ayrılmak olur. Ortadan uzaklığı kadar, iyiliği azalır. Hak yol birdir. Sapık, bozuk yollar ise, çoktur. Doğru yola kavuştuktan sonra, orada kalmak, oradan hiç çıkmamak çok zordur. Hûd sûresinin yüzonüçüncü âyetinde meâlen, "Emir olunduğun doğru yolda bulun!" buyuruldu. Bu âyet-i kerîme indiği zaman, Resûlullah Efendimiz, "Hûd sûresi, sakalıma ak düşürdü" buyurdu. Âyet-i kerîmede emir olunan istikâmeti yerine getirebilmek için, Peygamberler Velîler, Sıddîklar şaşkına dönmüşlerdir. Bu korkudandır ki, Kâinâtın Efendisinin mübârek sakalına ak düşmüştür. Doğru yolda bulunabilmek çok güç olduğu için, "Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıncdan keskindir" buyuruldu. Fâtiha-i şerîfe sûresindeki âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfi, "Doğru yola kavuşturmasını Allahü teâlâdan dileyiniz!"dir. Mümine bu dünyada, doğru yola yapışmak lâzımdır. Kıyâmet günü, Sırat köprüsünden geçebilmek için, dünyada, doğru yolda bulunmak gerekdir. Resulullah Efendimiz, kıyâmetteki nimetlerden ve azâblardan her ne haber verdi ise, onların hepsi, insanın bu dünyada kazandığı huyların, ahlâkın ve amellerin sûretleridir. Oradaki görünüşleridir. Ahlâkta ve amelde doğru yolda bulunmanın, oradaki sûreti, görünüşü de, sırat köprüsüdür denildi. Dünyada doğru yolda bulunanlar, İslâmiyetden ayrılmıyanlar, orada sırat köprüsünü, çabuk geçecek, ma'rifetler ve olgunluklar Cennetlerine ve iyi amellerin bahçelerine kavuşacaklardır. Burada, din yoluna uymakda gevşek davrananlar, orada sırat köprüsünü düşe kalka geçeceklerdir. İslâmiyetin gösterdiği doğru i'tikâddan ve amellerden ayrılanlar, sağa, sola sapanlar, sıratdan geçemeyip Cehennem ateşine düşeceklerdir. O halde herkes, kendi huyuna ve ameline bakarak, âhıretteki yerini, arkadaşını öğrenmiş olur. Tel: 0 212 - 454 38 21 ww
Dışı başka içi başka haller
25 Eylül 2010 01:00
insanı, hayâ, iffet sahibi gibi gösteren kötü huylar vardır: mesela, kötü iş yapmazlar. Şehvetlerinin arkasından koşmazlar. Ağır başlı, fazîletli, ilim ve güzel ahlâk sâhibi görünürler. Dillerde medh olunur, her yerde hürmet gösterilir. Bu hürmeti dünya için istismar ederler. Mâlı çok olanlar arasında ve mevkı' sâhibleri yanında sözleri kırılmaz. Kendilerine gelen hediyelerin ardı kesilmez. Farz ve sünnetleri yapmakta, dine uymada gevşektirler. Nefs-i emmâreleri ise, pek kuvvetlenmiştir. İnsanlar arasında emîn, Allah nazarında hâindirler. Sahte tarîkatcılar ve dünyaya düşkün, dünyaları için ahiretlerini satmaktan çekinmeyen din adamları böyledir. Bazıları tanımadığı, çekindiği yerlerde yemekleri yemez. Bazıları da, parasına kıyamayıp kıymetli gıda almaz. Bunları gören, kendilerini derviş sanır. Kanaat ve iffet sâhibi görünürler. Bunlar, kanaatsız ve iffetsizdir. Yaptıkları, hep gösteriştir, yalandır, riyâdır. Cömertliğe benziyen kötü huy da olur: Mâlı alınteri ile kazanmamış, mîrâsa konmuş veya kaçakçılık, istifcilik yapmış, karışık, karanlık yollardan elde etmiş yahud kumardan kazanmış. Mâlın kıymetini bilmez. Haramlara, lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlere saçar. Ahmaklar, bunu cömert sanır. Hâlbuki, bunda cömertlik denilen iyi huy yoktur; riya ve gösteriş vardır. Mal önemlidir. Mâl kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mâl dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı bırakmağa benzer. Çok kimse, fakirlik sıkıntısı ile imanını elden kaçırmış, mürted olmuştur. Hadîs-i şerifte, "Eshâbım için fakirlik saadetdir. Âhır zamandaki ümmetim için, zengin olmak saadettir" buyuruldu. İlime mal ile destek lazım, bu yapılmazsa ilimden gereği gibi istifade edilemez. Şair ne demiş: İyi anladım, uzun tecribe ile:/Adam ilimle ölçülür, ilim de mâl ile! Mâl dağıtmakta cömertlik iyidir. İsraf ise, kötüdür, haramdır. Cömert demek, cömertlik huyunu kazanmak, cimrilik denilen kötü huydan kurtulmak için vermek demektir. Dünyadan birşey ele geçirmek için ve şan söhrete kavuşmak için vermeğe cömertlik denilmez. Tel: 0 212 - 454 3
Yiğitlik ve eşkıyalık
26 Eylül 2010 01:00
Kahramanlığa, yiğitliğe benziyen kötü huy da vardır. Çok kişi, dünya mâlını, mevkiini ele geçirmek, kısa yolden köşeyi dönmek için tehlikeye atılır. Yahut şöhret kazanmak ister. Bunları yapabilmek için tehlikelere atılır. Bunlar arasında yakalananlar, işkencelere katlanarak, hatta mallarını, canlarını vermeyi göze alarak, suç ortaklarını ele vermemeyi yiğitlik sayarlar. Hâlbuki, yiğit kimse, aklın ve dînin beğendiği şeyi yapmak için ortaya atılır. Millete, vatana hizmet etmek, sevap kazanmak ister. Kahramanlık, cesaret güzel huyuna kavuşarak, Allahü teâlânın rızâsına ulaşmağı sever. Kurdun, kaplanın saldırmaları da bir kahramânın hücûmuna benzer ise de, bunun güzel huyla alâkaları yoktur. Kuvvetleri ve yaratılışları îcâbı saldırarak zarar yaparlar. İyi düşünce ile ve hayır yapmak, sevap kazanmak için ileri atılmazlar. Kendilerine dayanamıyan zayıflara hücûm ederler. Silahlı adam cihad da eder, eşkıyalık da. Gerçek şecâ'at, kahramanlık; aklı, fikri ve bilgisi ile saldırmayı uygun görmek, dünya kazancını düşünmeyip, rûhunda iyi huy bulundurmayı, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulmayı istemek demekdir. Böyle kimse, zararlı, çirkin iş işlemekden ise, ölmeyi tercîh eder. Şerefle ölmeyi, şerefsiz yaşamaktan üstün tutar. Hayır ile anılmayı, yüz karası ile yaşamaya değişir. Yiğitlik yaparak, yaralanmak ve ölmek tehlikeleri olduğu için, önceden tatlı olmayabilir. Fakat sonunda, dünya ve âhıret kazançlarının ve zaferin lezzeti ile sonsuz tatlı olur. Hele İslâmiyeti korumak, Resûlullahın parlak dînini yaymak için can vererek (şehîd olmak) lezzeti, dünya ve âhıret lezzetlerinin hiç birinde bulunmaz. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, "Allah yolunda canlarını verenleri ölü sanmayınız! Onlar diridir. Rablerinin nimetlerine kavuşmuşlardır" buyurulmuşdur. Ecel, ileri ve geri gitmez. İnsanın ömrü değişmez. Çok olur ki, kaçmak ölüme sebep olur. Düşmana karşı dayanmak da, zafere ve selâmete kavuşturur. Tel:
Adâletsiz birlikte yaşanamaz!
27 Eylül 2010 01:00
Adâlet, iyi huyların en şereflisidir. Âdil kimse, insanların en iyisidir. İki şeyin yâ kendileri veya sıfatları eşit olur. Benziyen yerlerinde birleşmişler demektir. Demek ki adâlet, birlikten, doğmaktadır. Birlik, vahdet ise, en şerefli bir sıfat, en üstün bir hâldir. Çünkü, bütün varlıklar bir varlıktan meydana gelmiştir. Âlemde her varlık, o bir olan varlıktan olduğu gibi, her birlik, o birdendir. Ölçme, karşılaştırma işlerinde, eşitlik gibi şereflisi, kıymetlisi yoktur. İşte bunun için, iyiliklerin en şereflisi adâletdir. Adâlet, ortada olmaktır. Ortadan ayrılanda adâlet olmaz. Üç yerde adâletin bulunması lâzımdır: 1- Bir malı, bir nimeti bölerken adâlet ile bölmek lâzımdır. 2- Alışverişte adâlet lâzımdır. 3- Ukûbâtda, cezâ vermekte adâlet lâzımdır. Yanlış yapan karşılığını bulmalıdır. Fakat, bu karşılığı ancak devlet yapar. Kendisine haksızlık yapılan kimse, buna karşılık yapmamalı, bunu emniyete, mahkemeye haber vermelidir. Müslüman, hem İslâmiyete uyar, günah işlemez. Hem de kanûna uyar, suç işlemez. Adâlet olunca, herkes korkusuz yaşar. Adâlet, korkusuzluk demektir. Adâlet nedir? Bunu insan aklı ile bulmak çok güç olduğu için, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, memleketleri korumak için, bir ölçü âleti gönderdi. Bu ilâhî ölçü ile, adâleti ölçmek kolay oldu. Bu ölçü, Peygamberlerin getirdikleri dinlerdir. İslâmiyete nâmûs-i ilâhî de denir. Bugün ve kıyâmete kadar kullanılması emir olunan ilâhî ölçü, Muhammed aleyhisselâma gönderilen dindir. İnsan, medenî olarak yaratılmıştır. Yani, öyle yaratılmıştır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Hayvanlar, medenî yaratılmadı; şehrde birlikte yaşamaya mecbûr değildirler. İnsan nâzik, zayıf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıda, elbise ve binânın, hâzırlanması lâzımdır. İşte adâlet huzur içinde yaşamanın, çalışmanın şartlarını ölçülerini bildirir. Bunlara uyan hem dünyada hem de âhırette rahat eder. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.c
Öğretmen olarak bize "müellim" değil "muallim" lazım!
28 Eylül 2010 01:00
Geçen hafta okullar açıldı. Milyonlarca öğrenci, eğitimlerini en iyi şekilde tamamlamak; öğretmenler de öğrencilerin bu hedeflerine en iyi şekilde ulaşmalarını sağlamak için iş başı yaptılar. Aileler de dişlerinden tırnaklarından artırdıkları paralarla çocuklarına en iyi imkanı sunma yarışına girdiler. Demek ki çocuklarımızın en iyi şekilde yetişmesi, bu üçlü sac ayağının koordineli bir şekilde çalışmasına bağlı. Bunlardan biri eğitimin içinde yoksa o eğitim, istenilen düzeyde olmaz. Maalesef bu üçlü bağlantı bizde gereği gibi sağlanamamaktadır. Hatta bazen bu bağlantı zarara dönüşebiliyor. Özellikle özel okullarda. EĞİTİM İÇİN SAYGI ŞART Şöyle ki, babalarının gücüne güvenen tıfıllar, öğretmenlerini bir eğitici, öğretici olarak değil, para ile tuttukları bir hizmetçi, bir uşak olarak görüyorlar. Öğretmenin en ufak bir serzenişinde bile çocuk açıkca "Hoca unutma sen benim param ile buradasın!" diyebiliyor. Velisi de, öğretmeni çocuğuna yan baktığını duyduğunda soluğunu okulda alıyor. Böyle bir anlayışla öğretmen çocuğa ne kadar faydalı olabilir. Çocuğun dövülmesi, aşağılanması ne kadar yanlış ise, öğrenmenin aşağılanması da o kadar yanlış, hatta ondan daha büyük yanlış. Çünkü çocuklarımızı şekillendirecek olanlar onlar. Onlara bu fırsatı vermezsek yabani ot gibi, yabani ağaç gibi rastgele şekillenirler. Bunun bedelini de aileler ve toplum öder. Öğretmen ile veli arasındaki diyalog samimi bir saygıya, güvene dayanmalıdır. Öğretmen veliyi küçümsememeli, veli de öğretmene saygıda kusur etmemelidir. Genelde veli öğretmenin yanına yaklaşmada zorlanır, çekinir. Kendinin aşağılanacağından korkar. Bunun için tedirgindir, meramını rahat anlatamaz. Öğretmen bunu kaldırıp veliyi rahatlatmalıdır. Öğretmen- veli diyaloğu denilince, rahmetli Ahmed Arvasi hocanın başından geçen ve birkaç defa kendinden dinlediğim şu hatıra gelir aklıma. Ahmed Bey, altmışlı yıllarda, Ağrı'nın Molla Şemdin köyüne ilkokul öğretmeni olarak tayin edilir. Başta muhtar Ömer olmak üzere, köyün ileri gelenleri kendisini karşılarlar. Kalacağı eve yerleştirirler. Her türlü ihtiyacı karşılanır. Fakat Ahmed beyin bir şey dikkatini çeker. Köyün ileri gelenleri kendisine hitap ederken kelimenin üzerine basa basa, "Müellim Bey" derler. Ahmed Bey kısa zamanda köylülerle kaynaşır. Köy odalarında ve evlerdeki sohbetlere, katılır. Onlarla beraber camiye gider. Düğünlerinde bulunur, bayramları beraber kutlarlar. Köylüden kopuk bir öğretmen değil, onlardan biri haline gelir. Kendilerine tepeden bakmayan, onlarla oturup kalkan, onların sevinçlerini paylaşan, dertlerine ortak olan bu genç öğretmeni köylüler bağırlarına basarlar. SEN BİZDEN BİRİSİSİN İş bu noktaya gelince köylüler kendisine söz birliği ile, "Muallim Bey" diye hitap etmeye başlarlar. Bu durum üstad Ahmet Beyin dikkatinden kaçmaz. Merakını gidermek için muhtara sorar. Muhtar Ömer günlerdir bu sorunun sorulmasını bekliyordu zaten. Keyfle sigarasını yakar. Sonra başını kaldırarak ağır ağır konuşmaya başlar: "Evet, Muallim Bey, sana önceleri müellim dememizin önemli bir sebebi vardı. Kısaca sana anlatayım da merakın gitsin: Bugüne kadar, köyümüze gelen öğretmenler hep bizden uzak kaldılar. Bizim dünyamıza giremediler. Onların ayrı bir dünyaları vardı. Bizimle alakası olmayan, Avrupa'dan gelmiş kimseler gibiydiler. Bizim inancımıza, yaşayışımıza ters bir hayat tarzları vardı. Bizimle yaşayış, inanç birlikleri olmadığı gibi, bu değerlerimizle alay da ediyorlardı. Ne aramıza katılır ne de camimizin yolunu bilirlerdi. Hal böyle olunca, bizler çok üzülüyorduk; davranışları bize, üzüntü, sıkıntı, elem veriyordu. Bunun için biz onlara, elem veren, sıkıntı veren manasında "Müellim" diyorduk. Onlar bu kelimenin manasını bilmedikleri için bizim bu hitabımızı telaffuz hatası zannediyorlardı. İlk günler seni de onlardan zannettik. Bunun için sana, "Müellim" dedik. Sonra baktık ki sen onlara benzemiyorsun. Sen bizden birisin. Bunu anlayınca, müellim demeyi bırakıp "Muallim" demeye başladık.
.
Adâlet eşitlik demek değildir
28 Eylül 2010 01:00
En güzel huy olan adâlet olmayınca, açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulmedenler olur. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, adalet lâzım olur. Alış verişte, herkes kendi yaptığının daha kıymetli olduğunu söyler. Yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini adâlet ile ölçmek lâzım olur. Eşyânın değerlerini karşılıklı ölçen şey, altındır yani paradır. Her milletin kullandığı kâğıt liralar, şimdi hep altın karşılığıdır. Yani, altını çok olan devletler, çok kâğıt para basabilir. Altını az olan, kâğıt parayı çok basarsa, bunların kıymeti olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ, altını para olarak yaratmışdır. Başka hiçbirşey, altının yerini tutamaz. Eşyânın kıymetlerini altınla, adâleti gözeterek ölçmek lâzımdır. Âdil bir devlet, âdil bir hükümdar zulmü, işkenceyi önler. Adâleti temîn eder. Eşyânın kıymetlerini, adâlet ile tesbît eder. Adalet eşitlik demek değildir. Her hususta eşitliğin zararları sayılamayacak kadar çoktur. Onun için Allahü teâlâ, her şeyi hikmetli ve adaletli yaratmıştır. Adalet olunca işler düzgün yürür. Mesela beş parmağın beşi de aynı olsaydı, baş parmak diğerlerinin arasında olsaydı, bugünkü kadar verimli iş yapılamaz, büyük eksiklik olurdu. Dinleri, Allahü teâlâ adâleti sağlamak için göndermiştir. Adâleti sağlamaları için, bu ilâhî kanûnları gönderdi. Hadîd sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, "Onlara kitap ve terâzî gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler" buyuruldu. Burada, kitap, din demektir. Çünkü din, Kur'ân-ı kerîmdeki emir ve yasakların ismidir. Terâzî de, altına işârettir. Çünkü altın, ağırlıkla ölçülür. Kur'ân-ı kerîmin emir ve yasaklarını beğenmiyen, çağımıza uygun değildir diyen dinden çıkar. İnsan, her ihtiyacını hâzırlamağa mecbûrdur. Böylece, insanlar birbirlerinin ihtiyaclarını te'mîn eder. Bunun için, insan yalnız yaşıyamaz. Bir arada yaşamağa mecbûrdurlar. Bir arada yaşayabilmek için de adalet lazımdır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
En güzel eğitim şekli hâl ile örnek olmak
29 Eylül 2010 01:00
Zamanımızda hemen hemen her aile, çocuklarının kendilerini dinlemediklerinden şikâyetçiler... Bunda, çocuğun yetiştiği çevrenin, günümüz şartlarının önemli bir rolü varsa da, çocuğun örnek alacak kimse bulamaması da önemli bir etkendir. Bunun için bilhassa öğretmenler ve anne - baba çocuklarına iyi bir örnek olmalıdır. Bunların çocuğa söylediği sözlerin, nasihatlerin tesirli olması için, önce kendilerinin sözlerine uygun yaşamaları lazımdır. Aksi hâlde sözlerinin tesiri olmaz. Ana-baba, çocuğunun gözü önünde her türlü yalanı söyler, sonra da, "Oğlum, sakın yalan söyleme! Yalan çok zararlıdır" derse, bu sözün çocuk üzerindeki olumlu etkisi ne kadar olur! Mesela, anne-baba çocuğa namaz kılmasını, doğru sözlü ve iffetli olmasını tembih edecekse, önce kendilerinin namazlarını muntazaman kılması, doğru sözlü ve namuslu olması şarttır. İmam-ı a'zam zamanında, bir ailenin çocuğu fazla bal yemekten hasta oldu. Babası, bu çocuğu alıp, İmam-ı a'zam hazretlerine getirdi. Kendisine durumu anlattı. Çocuğa bal yememesi için nasihat etmesini rica etti. İmam-ı a'zam hazretleri, çocuğun kırk gün sonra getirilmesini istedi. DAHA ÖNCE NİÇİN SÖYLEMEDİNİZ? Adam, "Bir hikmeti vardır" diyerek dönüp evine geri gitti. Kırk günün bitiminde büyük bir sabırsızlıkla, İmam-ı a'zamın evinin yolunu tuttu. İmam-ı a'zam hazretleri çocuğu karşısına alarak şöyle bir nasihatte bulundu: - Evladım, sakın bir daha fazla miktarda bal yeme! Şaşkın şaşkın bakan çocuğun babası şöyle konuştu: - İş bu kadar kolaydı da, neden ilk geldiğimiz zaman bunu söylemediniz? - O gün, ben bal yemiştim. Çocuğa, "Bal yeme" desem, sözümün tesiri olmazdı. Vücudumda balın tesiri oldukça, yapacağım nasihatin bir faydası olmayacaktı. Bunun için, kırk gün sonra gelmenizi istemiştim. Bir baba, çocuğunun yalan söylememesini arzu ediyor ise, kendi şahsında asla bir yalancılık örneği vermemelidir! Kendi elimizle ve dilimizle çocuğa yalancılık tohumlarını ekmemeliyiz. Çocuk bir suç işler. Babası onu terbiye etmeye teşebbüs ederken, annesi bildiği halde atılır ve, "Babası! Onu benim çocuğum yapmadı, benim çocuğum öyle şey yapmaz" derse, çocuğa, annesinin eliyle o andan itibaren yalancılık tohumu ekilmiş olur. Bu tohumlar, her mevsimde dal ve kök salarak büyür, en kısa zamanda filizlenmeye başlar ve kısa bir zaman sonra da meyvesini verir. Bu davranış, ayrıca çocuğun gözünde babanın şahsiyetini de küçültür. Çünkü o andan itibaren çocuk, babasının ahmak, anlayışsız ve idraksiz olduğuna; işlediği suçun kendi tarafından yapılıp yapılamayacağını anlamayacak kadar ahmak olduğuna hükmeder. Artık çocuğun gözünde babasının bostan korkuluğundan farkı kalmaz. Bazı kimseler, birisi gelip, kapının zilini çaldığında, kendisi de gelenin kim olduğunu pencereden görerek, onunla görüşmek istemediği için, çocuğunu kapıya gönderip, "Babam evde yok" diye söyletmektedirler. YALANCILIK TOHUMU EKMEMELİYİZ İşte böyle bir hareket, o andan itibaren çocuğun kafasını karıştırır. "Babam hem evde, hem de bana yok dedirtti" diye düşünmeye başlar ve bu girift bilmeceyi halledemez. Çocuğun ruhuna, o dakikadan itibaren, babasının eliyle yalancılık tohumu ekilmiş olur. Ruhunun derinliklerinde yeşeren, gelişip büyüyen yalancılık meyvesini de ilk defa babası tattırmış olur. Çoğu zaman da, baba, çocukların istedikleri şeyleri, "Bugün alırım, yarın alırım, bugün unuttum" gibi sözlerle, çocuklarının isteklerini unutturmak ister. Aslında çocuk isteğini unutmamıştır. Kendinin aldatıldığını hafızasına yerleştirmiştir. Yılan yumurtasından yılan, yalancılıktan da yalan doğmaktadır. Herkes ektiğini biçer. Hatta rüzgâr eken fırtına biçer. En güzel eğitim, öğretim şekli hâl ile örnek olmaktır. Bunun içindir ki, "lisan-ı hâl, lisan-ı kalden entaktır" demişlerdir. Hâl hareket ile, örnek olarak yapılan, söz ile yapılandan üstündür, demektir. İslama, İslâmın güzel ahlâkına uygun yaşamak, emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmanın en güzel yoludur.
Adâlette öncelik sırası
29 Eylül 2010 01:00
İnsanın önce kendine adâlet etmesi lâzımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adâlet yapması lâzımdır. İdarecilerin de, millete adâlet yapması lâzımdır. Demek ki, bir insanda adâlet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, uzuvlarına adâlet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her organını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâkdan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Adaletli yöneticiler, bu dünyada, Allahü teâlânın halîfesi olmuştur. Kıyâmette de âdiller için va'd edilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu tâlihli zamana, mubârek yere ve orada bulunmakla bahtiyâr olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızklara sirâyet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki idareciler, şefkatli, iyi huylu, adâletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adâlet erbâbı değil, iblislerin ahbâbı, şeytanların yoldaşlarıdırlar. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. Men, lâ yerham, lâ yurham! buyurulmuşdur ki, acımıyana acınmaz demektir. Zalim ideraciler, birkaç senelik, geçici dünya zevkleri için, milyonlara eziyyet ederler. Fakat, zulümlerinin cezâsını çekmedikce, bu dünyadan gitmezler. O kadar refâh ve lezzetler içinde oldukları halde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük dertler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hâli görür. Ciğerleri yanar. Meryem sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, "Mâlik, hâkim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzûrumuza gelir" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Adâlet üçe ayrılır
30 Eylül 2010 01:00
Adâlet üçe ayrılır: Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti, nimetleri, ihsânları, her mahlûka yayılmıştır. Nimetlerinin en büyüğü, kullarına saadet yolunu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Sayısız nimetler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sâhibe, yaratana ibâdet etmek, Onun ihsân etdiği nimetlere şükretmek elbette lâzımdır. Adâlet için sâhibinin hakkını gözetmek îcâb eder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını edâ etmesi vâcibdir. Adâletin ikinci kısmı, insanların hakkını edâ etmektir. Devlete, âmirlere, kanûnlara karşı gelmemek, âlimlere hürmet, emânetlere vefâ, alışveriş haklarını edâ, va'dlerini îfâ etmek lâzımdır. Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını edâ etmekdir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasıyyetlerini îfâ etmek, vakıflarını muhâfaza ve bırakdığı hayrât ve hasenâtı devam ettirmekle olur. İnsanın Allahü teâlâya karşı vazîfesi üçe ayrılır: Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir. Namaz, oruç gibi. İkincisi, rûhu ile yapacağı vazîfedir. Doğru i'tikâd etmek; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, inanmak. Üçüncüsü, insanlara adâlet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmakdır. Bu da, emâneti muhâfaza, insanlara nasîhat etmek, evvelâ İslâmiyeti öğretmekle olur. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibâdet üçe ayrılır: Doğru i'tikâd, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emredilmemiş olanlar, zamana ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri vâsıtası ile değişdirir. İbâdetleri, insanlar değişdiremez. Peygamberler ve bu büyüklerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri ibâdetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Dünya ve âhıret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb ile ve dil ile, yani söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlâkdır. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.co
İnsan çok nankördür!"
1 Ekim 2010 01:00
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmış kimse, iyilik edene, mâl ile, hizmet ile karşılık verir. Bunu yapamayan, hamd ve senâ, teşekkür ve duâ eder. Bunu yapmayanın başına kakılır. Kötülenir. İncitilir. Çünkü, iyiliğe karşı, iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekili veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, herbirini bir âhenk ile işleterek sıhhat veren, akıl ve zekâ bahş eden, çoluk çocuk, ev, ihtiyac eşyâsı, gıda, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu nimetleri sebepsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyacı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan, Allahü teâlâya şükretmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük kabâhat, ne çok zulüm ve ne alçak bir vaziyyet olur? Hele, Ona ve nimetlerin Ondan geldiğine inanmamak veya bunları başkasından bilmek en büyük zulüm, en çirkin yüz karası olur. Bir kimseye her ihtiyacı verilse, her ay yetecek para, gıda hediyye olunsa, bu kimse, o ihsân sâhibini her yerde herkese nasıl över. Onu dertlerden, sıkıntılardan muhâfaza etmeye çalışmaz mı? Ona hizmet edebilmek için, kendini tehlikelere atmaz mı? Bunları yapmasa, o ihsân sâhibine hiç kıymet vermese, herkes onu ayıplamaz mı? Hatta, insanlık vazîfesini yapmıyor diye cezâlandırılmaz mı? İyilik eden bir insanın hakkına böyle riâyet ediliyor da, her nimetin, her iyiliğin hakîkî sâhibi olan, hepsini yaratan, gönderen, Allahü teâlâya şük-retmek, Onun beğendiği, istediği şeyleri yapmak, niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok Ona şükretmek, en çok Ona itâat etmek, ibâdet etmek lâzımdır. Çünkü, Onun nimetleri yanında başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir. Hatta, diğerlerinden gelen iyilikleri de, yine O göndermektedir. Bu kadar iyiliklere şükretmemek nankörlük olur. Nitekim İbrahim suresi 34. âyet-i kerimesinde, "O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!" buyuruldu. > Tel: 0
Kötülüklerin kaynağı; kötü huy!
2 Ekim 2010 01:00
İnsana dünyada ve âhirette zarar veren her şey, kötü ahlâkdan meydana gelmektedir. Yani, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmaktır. En büyük kötü huy da, yaratana isyan ve haramlardır, O'nun yasaklarına uymamaktır. Bunun için, günahlardan temizlenmedikçe, tâatların, ibâdetlerin faydası olmaz. Hiçbirine sevap verilmez. Kötülüklerin en kötüsü, "küfür"dür. Müslüman olmayanın hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı, âhırette faydalı olmaz. Zulüm ile öldürülse bile kâfir, şehîd olmaz. Cennete girmez. İmanı olmıyanın hiçbir iyiliğine sevap verilmez. Bütün iyiliklerin temeli takvâdır. Her şeyden önce, takvâ sâhibi olmaya çalışmak lâzımdır. Herkese, takvâ sâhibi olmalarını emir ve nasîhat etmelidir. Dünyada rahata, huzûra kavuşmak, kardeşçe yaşayabilmek, âhırette de, sonsuz azâbdan halâs olarak, ebedî nimetlere, saadetlere kavuşmak, ancak takvâ ile nasîb olur. Kötü huylar, kalbi hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin ölümüne yani küfre sebep olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, yani küfür ise, kalbin en büyük zehridir. İmanı olmıyanın, "Kalbim temizdir. Sen kalbe bak" gibi sözleri, boş lâflardır. Ölmüş olan kalb temiz olmaz. Küfürün çeşitleri vardır. Hepsinin de en kötüsü, en büyüğü "şirk"tir. Bir kötülüğün her çeşidini bildirmek için, çok kere, bunların en kötüsü söylenir. Bunun için, âyet-i kerîmelerde ve hadis-i şeriflerde bulunan şirk kelimesinden, her çeşit küfür manası anlaşılır. Nisâ sûresinin kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerîmelerinde, müşrikin hiç af edilmeyeceği bildirildi. Bu âyet-i kerîmeler, kâfirlerin Cehennem ateşinde sonsuz yanacaklarını bildirmektedir. Yahûdî ve Hıristiyanlar, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için kâfirdirler, Allaha düşmandırlar. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: "Ey müminler! Kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!","Allahü teâlâya ve âhiret gününe inanan, Allahın ve Resûlünün düşmanlarını sevmez." "Ey iman edenler! Yahûdîleri ve hristiyanları sevmeyiniz!" Tel: 0 212 - 454 38 21 www.m
Esas olan dine uymaktır
3 Ekim 2010 01:00
İslâm ahlâkı, öncelikle dinin emirlerine uymayı emreder. Dinin emirlerini bildirmek, yasaklarından menetmek de üç şekilde olur: Birincisi güç kullanarak kötülüğe mani olmaktır. Meselâ bir kimsenin, çocukları kötü bir iş yapıyorlarsa, babası güç kullanarak bunlara mani olması, veya bir babanın çocuğunu bir hayvana zulüm, eziyet yaptığını görüp, bu kötü işten uzaklaştırması gibi. Dinin emir ve yasaklarını bildirmenin ikinci şekli, nasihat etmektir. Eğer, kişinin el ile güç kullanarak mani olma imkânı yoksa meselâ amiri rüşvet alıyorsa veya arkadaşı namaz kılmıyorsa bunlara nasihat etmesi lazımdır. Söz ile kötülüğe mani olmalıdır. Bu durumda nasihat ederek, yapılan işin zararları kişiye yumuşak bir şekilde anlatılır. Sert muamele edilmez. Karşımızdaki, nasihatimizi ister dinler, ister dinlemez. Fakat biz vazifemizi yapmış oluruz. Vebalde kalmayız. Dinin emir ve yasaklarını bildirmenin üçüncü şekli kalben üzülmek, yapılanı tasvip etmemektir. Söz ile de bir şey söylemek mümkün değilse, söylediği zaman söyleyen zarar görecekse, o zaman kalben onun yaptığını tasvib etmez. Bu yaptığı kötü işten dolayı onu içten kınar. Bu en aşağı derecedir. Her Müslüman en azından bu kadarını yapmalıdır. Müslüman, dine aykırı bir fiil gördüğü zaman ilgisiz, tepkisiz kalamaz. En azından kalben üzülür. İmanın alâmeti, hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır... Hadis-i şerifte, "İbâdetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır" buyuruldu. İbâdeti çok olan mümini, az olandan daha çok sevmek lâzımdır. İsyânı daha çok olan, küfrü ve fuhşu yayan kâfirleri daha çok sevmemek lâzımdır. Allah için düşmanlık edilmesi lâzım gelenlerin başında, insanın kendi nefsi gelir. Çünkü o da kâfirdir. Sevmek demek, onların yolunda bulunmak demektir. Toplumda, el ile, güç kullanarak emr-i ma'rûf ve nehyi münker yapmak, yani kötülüklere mani olmak, devlet adamlarının vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile, duâ etmekle mani olmak ise, her müminin vazîfesidir. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Gerçek sevginin alâmeti
4 Ekim 2010 01:00
Müslüman, Allah dostlarını sever, Allah düşmanlarını sevmez. Gayr-i müslimler Peygamber efendimize inanmadıkları için, cenâb-ı Hakkın düşmanı hükmündedirler. Mümin cenâb-ı Hakkın düşmanlarını elbette sevmez. Müminin kâfiri sevmesi üç türlü olur: Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü, onun dîninden râzı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, imanı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kalben sevmeyip ona dost görünmektir. Bu yasak değildir. Üçüncüsü, ikisinin ortasıdır. Onları yaptıkları faydalı şeyler sebebiyle sever. Onlara kalbi meyleder. Dîninin bâtıl olduğunu bilerek, akrabâlık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk kurar. Bu muhabbet küfre sebep olmaz ise de, câiz değildir. Çünkü bu muhabbet, zamanla dînini beğenmeye sebep olur. Âyet-i kerîmede, bu muhabbet yasak edilmektedir. Kısacası bunlarla ihtiyaç olduğunda, zaruret miktarı görüşmelidir. Arkadaşlık, dostluk kurmamalıdır. İki zıt şey, birlikte sevilemez. İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzak olmasa, bu sözüne inanılmaz. Tabii ki buradaki düşmanlık şiddet ihtiva eden değildir, kalben sevmemektir. Halîfe hazret-i Ömer'e, "Hristiyan bir genç var. Hâfızası çok kuvvetli, yazısı da çok düzgün, bunu kendine kâtip yaparsan çok iyi olur" dediler. Kabûl etmedi. "Mümin olmayan birini dost edinemem" dedi. Ebû Mûsel Eş'arî, halîfe Ömer'e dedi ki: "Yanımda Nasrânî [Hristiyan] bir kâtibim var. Çok işe yarıyor." Hazret-i Ömer, "Niçin, bir Müslüman kâtip kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki, (Ey müminler! Yahûdî ve Hristiyanları sevmeyiniz!) âyetini işitmedin mi?" dedi. "Dîni onun, kâtipliği benim" cevabını verince, "Allahü teâlânın hakîr ettiğine ikrâm etme! Onun zelîl ettiğini azîz eyleme! Allahın uzaklaştırdığına yaklaşma!" dedi. "Fakat ben Basra'yı onun yardımı ile idâre edebiliyorum" deyince, "Bu Hristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!" buyurdu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Doğumundan itibaren çocuğumuza karşı vazîfelerimiz
5 Ekim 2010 01:00
Her ana babanın, çocuğun doğumundan itibaren, ona karşı dinî vazîfeleri vardır. Bunların pek çok faydaları, hikmetleri vardır. Bunları yapan rahat eder. Bu vazîfeler yapılmadığı takdirde, çocuk iyi yetişmez, bundan dolayı anne-baba huzursuz olur, ayrıca büyük vebâle ve günâha girer. Önce çocuk olması için ısrarcı olmamalıdır. Çocuk, ana-baba için bir nimet olduğu gibi, hayırsız olduğu takdirde, dünya ve âhiret için büyük sıkıntıdır. Çok ana-babaya, hayırsız çocukları sebebiyle dünya hayatı zindan olmuştur. Bunun için, "Yâ Rabbî, dünya ve âhiretim için hayırlı olacak ise, bana çocuk ver! Hayırsız olacak ise verme!" diye duâ etmelidir. Çocuk doğup, kendisine müjdelenince, önce böyle nimetler ihsân ettiği için Cenâb-ı Hakka şükretmelidir. Peygamber Efendimize İslâmda doğan bir çocuk getirildiğinde, "Yâ Rabbî, bunu sâlih kullarından eyle! Bunu Müslüman olarak büyütüp yetiştir" diye duâ ederdi. KIZ ÇOCUĞU BEREKETTİR Kız çocuğu olmuşsa bunun için üzülmemelidir. Hadîs-i şerîfte, "İlk çocuğunun kız olması, kadının bereketindendir" buyuruldu. Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde, "Dilediğine kız çocukları verir, dilediğine erkek çocukları verir" buyurmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte, "Kimin kız çocukları olur, onlara râzı olur, iyi yetiştirir ve dengi ile evlendirirse, bu kız çocukları onun için Cehennemden perde olurlar" buyuruldu. Çocuğun akîkasını kesmelidir. Akîka, çocuk nimetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek niyyeti ile hayvan kesmektir. Hicretin sekizinci yılında İbrâhim dünyaya gelince, yedinci günü, Resûlullah efendimiz İbrâhim'in başını tıraş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesti. Akîkayı keserken, "Yâ Rabbî, bu, çocuğumun akîkasıdır. Bu vesîle ile, çocuğuma sıhhat ve âfiyet ver! Kazâlardan belâlardan koru! İslâm terbiyesi ile yetiştirmek nasip eyle! Onu ve bizleri Cehennem azâbından uzak eyle!" diye duâ etmelidir. Çocuğu doğuran kadının emzirmesi faydalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte, "Çocuğa, annesinin sütünden hayırlısı yoktur" buyuruldu. Annenin sütü yoksa çocuğu sâliha, aslı temiz, soylu olan bir kadın emzirmelidir. Çünkü kadınların sütü, çocukta tesîrini gösterir ve eserleri bir gün ortaya çıkar. Hadis-i şerifte, "Evlat, emdiği süte göre hâllenir!" buyuruldu. Tohum iyi olunca, ekin de iyi olur. Bunun için çocuğa helal lokma yedirmelidir. Hadis-i şerifte, "Haramdan çekinin. Çünkü, haramın binası er geç harap olur!" buyuruldu. Hastalık dışında çocuğunun ağlamasından sıkılmamalıdır. Çünkü çocuğun ağlaması, zikir, tehlîl ve Allahü teâlâ için hamddir. Anası ve babası için ise duâ ve istiğfardır. Nitekim hadis-i şerifte, "Müminin çocuğu dört ay lâ ilâhe illâllah, dört ay Muhammedün Resûlullah ve dört ay, Allahümmağfir lî ve livâlideyye" (Yâ Rabbî, beni ve anamı-babamı mağfiret eyle) der" buyuruldu. Konuşmaya başlayınca ilk önce La ilahe illallah Muhammeden Resulullah sözü söyletilmelidir. GÜZEL İSİM VERMELİDİR Çocuğuna güzel isim koymalıdır. Çünkü kıyâmette o, kendi ismi ve babasının ismi ile çağırılır. Çocuğa konacak en uygun isim Abdullah, Abdurrahman ve benzeri isimlerdir. Resûlullah efendimiz, "Allah indinde en güzel olan isimler, Abdullah, Abdurrahman'dır" buyurdu. Bu ikisi çok sevgili isimlerdir. Çünkü biri, Allahü tealânın en yüksek ismi olup, şehâdet kelimesinde tevhîdin kendisine mahsûs kılındığı Allah, diğeri Onun Rahmân ismine izâfe edilmiştir. Bu ise rahmetinin umûmî olduğunu gösteren bir ism-i ilâhîdir. Peygamber efendimiz, Hazret-i Hasan doğduğu zaman, kulağına ezân okumuştur. Ezân okuyacak kimse, çocuğu kucağına alır, yavaşça sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet okur. Sonra ismini söyler. Sonra şu duayı okur: Allahümmec'alhü berren ve takıyyen ve enbithü fil İslami nebaten. (Ya Rabbi, bunu mübarek ve takva sahibi eyle! İslam terbiyesi ile yetişmesini nasib eyle!) Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Çocuğa güzel isim vermek, dînini öğretmek ve vakti gelince evlendirmek, evlâdın babası üzerindeki haklarındandır." "Kötü ismi olan, bunu güzel isme çevirsin!"
Mal ve makam hırsı
5 Ekim 2010 01:00
Kötü huyların en zararlılarından biri, kontrolsüz mal ve makam hırsıdır. Şu hadis-i şerifler "Hubbürriyâset" denilen, bu hastalığın ne kadar zararlı olduğunu göstermekte, teşhîs ve tedâvîsine ışık tutmaktadır: "İki aç kurt, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının yapacağı zarar daha çoktur." "Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabâhatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur." Makam ve şöhret sâhibi olmak arzusunun birinci sebebi, nefsin arzûlarına kavuşmaktır. Nefs, arzularının, haram yollardan elde edilmesini ister. İkincisi, kendinin ve başkalarının haklarını zâlimlerden kurtarmak ve müstehab olan meselâ, sadaka vermek için ve hayrât, hasenât yapmak için yahud mubah olan işler yapmak için, meselâ, iyi yemek, iyi giyinmek, iyi evlerde oturmak ve çoluk çocuk sâhibi olup, rahat ve mesûd yaşamak için veya ibâdetlerine mâni olacak şeylerden kurtulmak için ve İslâm dînine ve Müslümanlara hizmet için mevki sâhibi olmak istenir. Bu niyet ile mevkiye kavuşurken, riyâ gibi ve hakkı bâtıl ile karıştırmak gibi, İslâmiyetin yasak ettiği şeyleri yapmazsa ve vâcibleri, sünnetleri terk etmezse, bunun mevki sâhibi olması câizdir, hatta müstehabdır. Çünkü, câiz ve lâzım olan şeylere kavuşturucu sebepleri, vâsıtaları yapmak da, câiz ve lâzım olur. Süleymân aleyhisselâm, "Yâ Rabbî! Benden sonra kimseye nasîb etmeyeceğin bir mülkü bana ihsân eyle!" diyerek melik ve emîr olmak istemiştir. Önceki dinlerden bildirilen ve red edilmeyen haberler bizim dînimizde de muteberdir. Hadîs-i şerifte, "Hak ve adâlet üzere bir gün hâkimlik yapmayı, bir sene devamlı gazâ etmekten daha çok severim" buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerifte de, "Bir saat adâlet ile idârecilik yapmak, altmış sene nâfile ibâdet yapmakdan daha iyidir" buyuruldu..
.
Babanın duası, peygamberin ümmetine duası gibidir
6 Ekim 2010 01:00
Çocuğun süt emme zamanı bitince, terbiyesi ile meşgûl olup, kötü ahlâk ve huy edinmesine engel olmalıdır. İnsan tabiatı kötülüğe meyyaldir, çabuk bozulabilir. Bunun için, boş bırakılmamalı iyi ahlâklı, hayâlı olmasına çok dikkat etmelidir. Çocuğunu İslâm terbiyesi ile yetiştirmek, nâfile ibâdetle meşgul olmaktan daha hayırlıdır. İlk terbiye, çocuğu kötü arkadaşlardan menetmek, alıkoymak olmalıdır. Çünkü, çocukların rûhu temiz bir ayna gibidir. Bundan sonra İslâmın şartlarını, dînin emirlerini ve sünnetin edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devam etmelidir. Öğrenmek istemezse müsâmaha göstermemeli, ısrar etmelidir. Gerekirse, azarlamalıdır. Peygamber efendimiz, çocuk yedi yaşına gelince, ona namaz kılmasının emredilmesini, on yaşına gelince, kılmazsa zorlayarak kıldırılmasını emir buyurmuşlardır. İyi hallerini övmeli, kötü hallerini ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik etmelidir. Elden geldiği kadar açık sitem etmeli, yanlışlıkla yaptı, unutarak etti deyip, cür'etini artırmamalıdır. Gizli bir şey yapmışsa, hemen yüzüne vurmamalı, hayâ perdesini yırtmamalıdır. Tekrar yaparsa, yalnız iken onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o işin, çok çirkin olduğunu söylemeli, bir daha yapmaması için korkutmalıdır. Sık sık azarlamamalıdır. Yoksa azarlamak, ayıplamak âdet hâline gelir. ÖNCE EDEBİ ÖĞRETMELİ Çocuğun gözünde yemeyi, içmeyi; pahalı şeyler giymeyi önemsiz göstermeli, yaşamaktan maksadın bunlar olmadığı izah edilmeli; hep yemeye, içmeye, israfa, lükse düşkün olmaması için uyarmalıdır. Önce yemek yemenin edeplerini öğretmelidir. Yemek yemekten maksad, bedenin sağlığını korumaktır, lezzet almak değildir demelidir. Yemek ve içmek ilâç gibidir, onunla açlık ve susuzluk giderilir demelidir. Çeşitli yemeklere alıştırmayıp, bir yemekle yetinmeyi öğretmeli, iştihâsını zabt ettirmeli, istediğini değil, bulduğunu yemeye alıştırmalı, lezzet ve zevklere önem vermemesini öğretmelidir. Zaman zaman çocuğa kuru ekmek vermeli, zaman olur ki, ondan başka bir şey bulamadığı olur. Onun için öyle alıştırmalıdır. Çirkin sözleri, müzik dinlemeyi menetmelidir. Babasıyla ve dünya malı ile arkadaşlarına övünmekten, yalan söylemekten menetmeli, doğru veya yalan yemin etmemesini tembih etmelidir. Büyüklerin yanında susup oturmasını, sorulursa, kısa cevap vermesini öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet etmesini anlatmalıdır. İlim öğrenmeye çok teşvik etmelidir. Çocuğu cömertliğe alıştırmalı, mal ve mülkü gözünden düşürmelidir. Çünkü para ve mal sevgisinin zararı, zehirden çoktur. Bütün kötülüklerin kaynağı; parayı, dünyâyı sevmektir. Boş zamanlarında çocuklara oyun oynamak için izin vermelidir. Zararsız oyunlar çocuğun bedeni ve ruhi gelişmesini sağlar. Zamanı gelince Sünnet ettirmeli, sünnet İslâmiyyetin şi'ârıdır, alâmetidir. Eğer ilim sâhibi olacaksa, ilim tahsîli için gerekli terbiye verilmelidir. San'at sâhibi olacaksa, o sanatla meşgûl etmelidir. Bu arada dînî vecîbeleri öğrenip yapmasını da ihmal etmemelidir. Kâbiliyetinin hangi ilim ve sanata daha yatkın olduğunu anlayıp, o tahsîl ve sanata vermelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; "Kişi ne için yaratılmışsa, o işi ona kolaylaştırılır" buyurdular. Bir sanatı öğrenince, geçimini ondan sağlamasını istemelidir. Onun zevkini alıp daha iyi yapmaya çalışmalı ve o sanatın inceliklerini öğrenmeli, branşında ihtisâs sahibi olmalıdır. Ev idare edebilecek bir hale gelince, saliha bir kızla hemen evlendirmelidir. BEDDUA EDİLMEMELİDİR Anne-Baba, çocuğuna hep hayır ile duâ etmeli, bedduâ etmemelidir. Hadîs-i şerîfte, "Babanın çocuğuna duâsı, peygamberin ümmetine duâsı gibidir" buyuruldu. Yanî babanın çocuğuna duâsı, peygamberin ümmetine duâsı gibi kabûl olunur. Bunun için anne-baba, çocuğuna bedduâ etmemelidir. Çünkü kabûl edilir ve ona zarar verir. Kendisi de zarar görür. Adamın biri, Abdullah bin Mübârek'e gelip, çocuklarından birini şikâyet etti. Abdullah bin Mübârek, "çocuğuna bedduâ ettin mi?" buyurdu. "Evet" dedi. "Onu sen bozdun, o beğenmediğin hâle sen düşürdün" buyurdu...
İnsanlara hizmette kullanılırsa...
6 Ekim 2010 01:00
Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak ve insanlara hizmet edebilmek için mal ve makam sahibi olmak çok iyidir. Bütün dünya bir kimsenin olsa, mala mağrur olmadan dine uygun harcasa, çok büyük sevab kazanır. Süleyman aleyhisselam, büyük bir zenginlik ve saltanat içinde yüzdüğü halde, Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, "O ne iyi kuldur" diye övmektedir. (Sad 30) İnsanı iyilik etmekten alıkoyan her şey dünyadır. Kur'an-ı kerimde, Cennetin, makam hırsıyla büyüklük taslamayan kimselere verileceği bildirilmektedir. Ahiret nimetlerini elde etmek için makam ve mevki elbette iyidir. Mal gibi makamın da kendisi değil sevgisi engeldir. Hizmet için bir makama talip olmak başka şey, nefsin arzularını tatmin için makam sahibi olmak ayrı şeydir. Riyâ ile ve hakkı bâtıl ile karıştırarak makam sâhibi olmak câiz değildir. İyi niyet ile olsa da, câiz değildir. Çünkü, haramları ve mekrûhları, iyi niyet ile de yapmak câiz değildir. Hatta, bazı haramların iyi niyet ile yapılması, daha büyük günah olur. Niyetin iyi olması, tâ'atlarda, ibâdetlerde faydalı olur. Mubah, hatta farz olan bir amel, niyete göre günah olabilir. İnsan, makam sahibi olmayı nefsini eğlendirmek için ister. Nefsi, maldan olduğu gibi, mevkiden de lezzet almaktadır. Arada İslâmiyete uymayan işler bulunmazsa, nefsi lezzet aldığı şeye kavuşturmak haram olmaz ise de, takvânın, himmetin az olduğunu gösterir. Mevki elde ettikten sonra, insanların gönüllerini kazanmak için, riyâ ve müdâhane ve gösteriş yapmasından korkulur. Hatta, münâfıklık ve hakkı bâtıl ile karıştırmak ve hatta hile ve yalan gibi tehlikeli hâller de olabilir. Helâl ile haram karışık olan şeyi yapmamak lâzımdır. Bir zaman, bir emîr, bir zâhidi ziyârete gitmiş. Zâhid, emîrin ve etrâfındakilerin kendisine yaklaşmak istediklerini anlayınca, ziyâfet vermiş. Kendisi, iri lokmaları hırs ile çabuk çabuk, yemeye başlamış. Emîr, bu hâli görünce, zâhidi beğenmeyerek, oradan ayrılmış. Zâhid, arkasından, "Elhamdülillah! Rabbim beni kurtardı" demiş.
Nefis mi şeytan mı daha tehlikeli!..
8 Ekim 2010 01:00
İnsanı kötülüklere sürükleyen nefis ve şeytandır. Nefis, şeytandan daha tehlikelidir. Kötü arkadaş, kötü çevre nefisten de tehlikelidir. Nefis, yaratılışında kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir. "Nefsinden sakın dâim. Ona güvenme aslâ/Yetmiş şeytandan daha, fazla düşmandır sana" beyti, tam yerinde söylenmiştir. Nefsin, insanı haramlara ve mekrûhlara sürüklemesinin zararları meydandadır. İstekleri hep hayvanî arzûlardır. Hayvanî arzûlar ise, hep dünyadaki ihtiyaçlardır. İnsan bu arzûları peşinde olduğu kadar, âhiret ihtiyaçlarını hâzırlamakta geri kalır. Çok mühim olan bir şey de, nefis, mubahlarla doymaz. Mubahları kullanmayı artırdıkça, isteklerini artırır. Yine de, doymaz. İnsanı haramlara sürükler. Bundan başka, mubahları aşırı kullanmak, elemlere, dertlere, hastalıklara sebep olur. Böyle insan, hep midesini, zevkini düşünür. Hasîs ve rezîl olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Bütün varlıkların aslı, (adem)dir, yokluktur. Her şey yok iken, Allahü teâlâ, bunları yoklukta biliyordu. İlmindeki bu ademlere, kendi sıfatlarından aks ettirdi, yansıttı. Varlıkların asılları hâsıl oldu. Aynadaki bu görüntü, o şeyden gelen ışınların, aynadaki yansımalarıdır. Ayna adem gibidir. İnsanın kalbi ve rûhu bu ışınlara benzer. Ayna, insanın bedenine, camın parlaklığı ise, nefse benzer. Yani, nefsin aslı, ademdir. Kalb ile rûh ile ilgisi yoktur. Nefse uyan kimse, hep İslâmiyetin dışına çıkar. Hayvanlarda akıl ve nefs olmadığı için, ihtiyaclarını bulunca kullanırlar. Yalnız bedenlerine zarar veren, kendilerini inciten şeylerden kaçarlar. İslâm dîni, rahat ve huzûr içinde yaşamak için lâzım olan şeylerden ve dünya lezzetlerinden faydalı olanları yasak etmiyor. Bunların elde edilmesinde ve kullanılmasında, akla ve dîne uymayı emrediyor. İslâm dîni insanların dünyada da, âhirette de rahat ve huzûr içinde yaşamasını istiyor. Bunun için, akla uymayı emrediyor. Nefse uymayı yasak ediyor. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com.tr
Övülmeyi sevmek
7 Ekim 2010 01:00
İnsanın övülmeyi sevmesi, kötü huylardandır. Bunun sebebi, insanın kendini beğenmesi, yüksek, iyi sanmasıdır. Övülmek, böyle kimseye tatlı gelir. Bunun üstünlük, iyilik olmadığını, olsa da, geçici olduğunu düşünmelidir. İnsan âciz bir varlıktır. İnsanın, kendini sevmesi, nefsin hevâsına, şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi' olması da kötü huylardandır... Bunun kötü olduğu, âyet-i kerîmelerde açıkça bildirilmiştir. Nefsin arzûlarının, insanı Allah yolundan saptırıcı oldukları, Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. Çünkü nefis, dâimâ Allahü teâlâyı inkâr, Ona inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzûlarına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid'at sâhibi olmaya yahut fıska yani haram işlemeye başlar. Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri diyor ki: "İbâdetlerin en kıymetlisi, nefse uymamaktır." İslâm bin Yûsüf Belhî, Hâtem-ül-esam'a bir şey hediyye etti. Hâtem bunu kabûl edince, "bunu kabûl etmek nefsin arzûsuna uymak olmaz mı?" dediler. "Kabûl etmekle kendimi zelîl, onu azîz eyledim. Reddetseydim, kendim azîz, o zelîl olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi" dedi. Resûlullah Efendimiz, uzun bir hadis-i şerifin sonunda buyurdu ki: "İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Hasîslik, nefse uymak, kendini beğenmek." İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlânın insana yardımına mani olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yani ayıplarını görmeyip, ibâdetlerini beğenmektir." Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Ey havârîler! Rüzgâr, çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da, çok ibâdetleri söndürmüş, sevaplarını yok etmiştir." Hadîs-i şerifte, "Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır" buyuruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mani olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur. Hadîs-i şerifte, "Aklın alâmeti, nefse gâlib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af, merhamet beklemektir" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
Nefis olmasaydı!..
9 Ekim 2010 01:00
Kötülüklerin, kötü huyların kaynağı olan nefis olmasaydı ne olurdu? Nefis olmasaydı, insan, yaşaması ve üremesi için ve medenî hayat için lâzım olan şeyleri kazanmak için çalışmasında kusur ederdi ve nefis ile cihâd sevabından mahrûm kalırdı. Meleklerden daha üstün olmak yolu kapalı kalırdı. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: "Âhirette olacaklardan, sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yemek için et bulamazdınız!" Yani, hayvanlar âhiretteki azâbların korkusundan dolayı, yemekten, içmekten kesilirlerdi. Bir deri, bir kemik kalırlardı. İnsanlarda nefis olmasaydı, hayvanlar gibi, korkudan yiyemez, içemez, yaşayamazlardı. İnsanların yaşayabilmeleri, nefislerinin gafleti ve dünya lezzetlerine düşkün olması iledir. Nefis, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de, zehirli ilaç gibidir. Tabîbin tavsiyesine göre kullanan, bundan fayda kazanır. Aşırı kullanan helâk olur. İslâmiyet, nefsin helâk edilmesini, yok edilmesini değil, terbiye edilmesini, ondan istifâde edilmesini emretmektedir. Nefsin İslâmiyetin dışına taşmasını önlemek için, öncelikle ona uymamak, onun arzûlarını yapmamak lazımdır. Buna, (riyâzet) çekmek denir. İkincisi, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Buna (mücâhede) denir. Bütün ibâdetler mücâhededir. Bu iki husus, nefsi terbiye eder. İnsanı olgunlaşdırır. Rûhları kuvvetlendirir. Sıddîkların, şehîdlerin ve sâlihlerin yoluna kavuşturur. Allahü teâlâ kullarının tâ'atlarına, ibâdetlerine muhtaç değildir. Kullarının günah işlemesi O'na hiç zarar vermez. Kullarının nefslerini terbiye etmek, nefsle cihâd etmek için bunları emretmiştir. İnsanlarda nefis olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hâsıl olurdu. Hâlbuki, beden birçok şeylere muhtaçtır. Yemek, içmek, uyumak, istirahat etmek lâzımdır. Süvâriye hayvan lâzım olduğu gibi, insana da beden lâzımdır. Hayvana bakmak lâzım olduğu gibi, bedene hizmet etmek de lâzımdır. İbâdetler beden ile yapılmaktadır... > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@t
Kötülüklerden kurtulmanın yolu
10 Ekim 2010 01:00
Kötülüklerden, kötü huylardan kurtulmanın yolu, İslamiyete uymak, ibadet etmek ve İslamiyetin istediği şekilde yaşamaktır. İslamiyetin emir ve yasakları insan gücünün üzerinde değildir. Her insanın rahat, zorlanmadan yapabileceği kurallardır. Hadîs-i şerifte, "İbâdetleri tâkat getireceğiniz kadar yapınız. Neş'e ile yapılan ibâdetin kıymeti çok olur" buyuruldu. Beden istirahat edince, ibâdetler zevk ile yapılır. Beden ve zihin yorgun iken yapılan işten usanç hâsıl olur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Çok ibâdet yapınca, beden yorulur. Hareket etmek istemez. Bu zaman uyumakla veya sâlihlerin hayat hikâyelerini okumakla yahut mubah olan eğlencelerle bedeni neşelendirmeli. Böyle yapmak, usanarak ibâdet yapmakdan efdaldir." İbâdet yapmaktan maksad, hem mücâhede yaparak, nefsi terbiye etmek, hem de, kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allaha bağlamak içindir. "Namaz, insanı kötü ve çirkin işler yapmaktan korur" buyuruldu. Severek, neşe ile kılınan namaz böyle olur. Bu neşeyi hâsıl etmek için, nefsin mubahlardaki arzûlarını, ihtiyaç olduğu kadar, yerine getirmek lâzım olur. Böyle yapmak, İslâmiyete uymak olur. İbâdetlere sebep olan mubahlar da ibâdet olur. "Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır" hadis-i şerifi, bu ifadenin şâhididir. Uyuklayarak, terâvîh namazı kılmak mekrûhtur. Uykulu hâl gidince, neşe ile kılmalıdır. Uyuklayarak kılınan namazda gevşeklik ve gaflet olur. Bu ifadeleri yanlış anlamamalıdır. Yorgunluk ve usanç hâsıl olduğu zaman ibâdet tehîr edilir, terk edilmez. Farzları özürsüz terk etmek büyük günahtır. Kaza etmek farz olur. Vâcibleri de kaza etmek vâcib olur. Sünnetleri terk eden, bunların sevabından mahrûm kalır. Özürsüz terk etmeyi âdet edinirse, bu sünnetlere mahsûs olan şefâattan mahrûm kalır. Yorgun, hâlsiz, neşesiz olmak, farzları vaktinden sonraya bırakmak için özür olmaz. Vaktinden sonraya bırakmak günahından ve azâbından insan kurtulamaz. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmet
Yapılanların boşa gitmesi!..
11 Ekim 2010 01:00
En tehlikeli kötü huylardan biri riyadır. Riyâ, bir şeyi olduğunun tersine göstermektir. Kısaca, gösteriş demektir. Âhiret amellerini yaparak âhiret yolunda olduğunu göstererek, dünya arzûlarına kavuşmak demektir. Kısaca, dünya kazancına dîni âlet etmektir. İbâdetlerini göstererek, insanların sevgisini kazanmaktır. Riya yapılanları boşa çıkartır. Riyânın zıddı, aksi "ihlâs"tır. İhlâs, dünya faydalarını düşünmeyip ibâdetlerini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. İhlâs sâhibi, ibâdet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun ibâdetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerifte, "Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet et! Sen görmüyor isen de, O, seni görmektedir" buyuruldu. Başkalarının sevgisine ve medh etmelerine kavuşmak için, dünya işleri ile, onlara iyilik yapmak, riyâ olur. İbâdet ile olan riyâ bundan daha fenâdır. Allahü teâlânın rızâsını hiç düşünmeden yapılan riyâ, hepsinden daha fenâdır. İbâdet yaparak Allahü teâlâdan dünya menfaatlerini istemek, riyâ olmaz. Yağmur duâsına çıkmak böyledir. İstihâre yapmak da, böyledir. Sıkıntıdan, hastalıktan ve fakirlikten kurtulmak için âyet-i kerîmeler okumak da, böyledir. Bunlarda hem ibâdet, hem de menfaat niyetleri bulunmaktadır. Ticaret maksadı ile hacca gitmek de böyledir. İbâdet niyeti hiç bulunmazsa riyâ olurlar. İbâdet niyeti çok olursa, sevap hâsıl olur. İbâdetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvîk etmek niyeti ile olursa, yine riyâ olmaz ve çok sevap olur. Ramazân orucunu tutmakta riyâ olmaz. Allahü teâlânın rızâsı için namaza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyânın zararı olmaz. Riyâ ile yapılan farzlar sahîh olur. İbâdet borcu ödenmiş olur ise de, sevabı olmaz. Riyâdan korkarak ibâdeti terk etmek câiz değildir. Allahü teâlânın rızâsı için namaza durup, namazı bitirinceye kadar hep dünya işlerini düşünürse, namazı sahîh olur. Şöhrete sebep olacak şekilde giyinmek de riyâ olur. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetor
Peygamberlerin gönderilmesi bizim için büyük nimet!
12 Ekim 2010 01:00
Son yüz yıldır, sinsi bir şekilde Peygamber Efendimiz, dinde devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. "Esas kaynak Kur'an-ı kerimdir" denilerek altyapısı, dinde temel bilgisi olmayan cahiller tuzağa düşürülmektedir. Yüz yıldır ciddi bir dinî eğitim verilmediği için de maalesef çok kimse bu tuzağa düşmektedir. Evet esas kaynak Kur'an-ı kerimdir, fakat bu kaynak bize değil, Resulullaha gönderilmiştir, muhatap odur. O açıklamasa idi çoğu yeri kapalı kalırdı. Çoğunu da yanlış anlardık. Ayrıca Cenab-ı Hakkın Kur'an-ı kerimin dışında peygamberine doğrudan bildirdiği emir ve yasaklar da var. Peygamber olmasa bunun içinden nasıl çıkılacak. İkinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani hazretleri bu konu ile ilgili olarak buyurdu ki: PEYGAMBERLER OLMASAYDI... Eğer Peygamberler olmasaydı, Allahü teâlânın zâtını ve sıfatlarını kimse bilemezdi. Kimsenin, Allahü teâlâdan haberi olmazdı. Kimse Ona yol bulamazdı. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları bilinemezdi. Peygamberler olmasaydı, Allahü teâlânın beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden ayrılamazdı. O halde, Peygamberlerin gönderilmesi, pek büyük nîmettir. Bu nîmetin şükrünü hangi dil söyleyebilir. Kim, bu şükrü yapabilir? Bize nîmetlerini gönderen, bizlere İslâm dînini bildiren, bizleri Peygamberlere inanmak saadetine kavuşturan Rabbimize hamd ederiz. Bütün Peygamberlerin, söz birliği ile söylediği hiç değişmeyen sözlerden biri, Allahü teâlâdan başka, bir şeye ibâdet etmemek, Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmamaktır. Mahlûklardan bazısını, başkalarına rab, mâbut yapmamaktır. Bu sözü, yalnız Peygamberler söylemiştir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle şereflenmemiştir. (Lâ ilâhe illallah) demek, ibâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur. İbâdet ancak Ona yapılır, demektir. Peygamberlerin söyledikleri ikinci söz, kendilerini, herkes gibi insan bilip, yalnız Hak teâlâya ibâdet olunur demeleridir. Herkesi, yalnız Ona ibâdet etmeye çağırırlar. Hak teâlâ, hiçbir şeyle birleşmemiştir. Hiçbir maddede yerleşmemiştir derler. Peygamberlere inanmayanlar ise, böyle söylememiş, hattâ, başta bulunanlar, kendilerine taptırmak istemiş, Hak teâlâ bize hulûl etti, bizdedir demişlerdir. Böylece, kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilah olduklarını söylemekten sıkılmamışlardır. Kendileri, kulluk vazîfelerinden çekilerek, her türlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlah oldukları için, kendilerinin sorumsuz olduklarını, her şeye tecâvüz edebileceklerini, kendilerine hiçbir şeyin yasak olmayacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru olduğunu, hiç yanılmayacaklarını, her istediklerini yapabileceklerini sanarak aldanmışlar, milleti de, aldatmışlardır. SON DİN SON PEYGAMBER Peygamberlerin sözbirliği ile bildirdikleri bir şey de, kendilerine melek geldiğini söylemeleridir. Peygamberlere inanmayanlardan hiçbiri, bu devlete kavuşmamıştır. Melekler, muhakkak mâsumdur. Yâni vazîfelerini elbette doğru yapar. Hiç yanılmaz ve hiç kötü, pis değildirler. Vahyi, değiştirmeden, unutmadan getirirler. Allahü teâlânın kelâmını taşırlar. Peygamberlerin her sözü, Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emir, haber, hep Hak teâlâdandır. İctihâd ettikleri her söz de, vahiy ile sağlamlaştırılmıştır. İctihâdlarında ufak şaşırsalar, Hak teâlâ, hemen vahiy göndererek düzeltir. Peygamberler Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Onlar, ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saadet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmayanlara da Cehennem azâbını bildirmişlerdir. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Nesh edilmiş bir dinin hak olduğunu ve mensuplarının C
Müslüman olmayanlar
12 Ekim 2010 01:00
ibâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emir olundu. Resûlullah Efendimiz, Mu'âz bin Cebel'i, Yemen'e vâli olarak gönderirken, "İbâdetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyâmet günü sana yetişir" ve "İbâdetlerini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler" buyurdu. Başka bir zaman da, "Dünyada haram edilmiş olan şeyler mel'ûndur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir" buyurdu. Dünya nimetleri geçicidir. Ömürleri pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dînini vermek ahmaklıktır. İnsanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikçe, kimse kimseye fayda ve zarar yapamaz. İnsana Allahü teâlâ kâfîdir. Allahü teâlâdan korkmalı, Onun rahmetinden ümîdi kesmemelidir. Ümîd, recâ, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun daha fazla olması, ihtiyârlarda recânın daha fazla olması lâzımdır denildi. Korkusuz recâ ve recâsız korku câiz değildir. Hadîs-i kudsîde, "Kulumu, beni zannettiği gibi karşılarım" buyuruldu. Zümer sûresinin elliüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, "Allah bütün günahları affeder. O gafûrdur, rahîmdir" buyuruldu. Bunlardan, recânın fazla olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. "Allah korkusundan ağlayan, Cehenneme girmez." "Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız" hadis-i şerifleri de, havfın, korkunun fazla olması lâzım geldiğini göstermektedir. Diğer bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki: "Dünyada riyâ ile ibâdet edene, kıyâmet günü, 'ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyada kimler için ibâdet ettin ise, sevaplarını onlardan iste' denir." Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.
Muhammed aleyhisselâmın ahiret ile ilgili bildirdikleri
13 Ekim 2010 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: [Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın haber verdiği; kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, dünyanın, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerine toplanması, yâni ruhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap ve dünyada yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azanın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terâzîde tartılması haktır, doğrudur. Orada önce Peygamberler, sonra sâlih kullar yâni Evliyâ-i kiram, Allahü teâlânın izni ile, günahı çok olan müminlere şefaat edecektir. Peygamberimiz buyurdu ki: "Ümmetimden büyük günahları olanlara şefaat edeceğim." KÂFİRLERE AZAB EBEDİ Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Müminler, bu köprüden geçip, Cennete gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir. Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihan köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihan köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçtiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihanın, köprüye benzeyen hiçbir tarafı yoktur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fakat bu, köprüden denize yuvarlanmaya benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Cennet, müminlere mükâfât ve nîmet için hazırlanmış, Cehennem de kâfirlere azâb için hazırlanmıştır. Suâl ve hesaptan sonra, müminler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetten hiç çıkmayacaklardır. Kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir. İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmektedir. Son peygamber Muhammed aleyhisselama ve onun getirdiği son din olan İslama inanmayan; İster Yahudi, ister Hristiyan hepsi Cehenneme gidecek ve orada sonsuz olarak kalacaktır. Böyle inanmayan dinden çıkar. Efendimiz kıyamet kopmadan önce ortaya çıkacak bazı olayları da şöyle bildirdi: O zaman güneş, âdet dışı olarak Garb'dan doğacaktır. Hazreti Mehdî çıkacak, Îsâ aleyhisselam gökten inecek, Deccâl çıkacak, Ye'cûc ve Me'cûc denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. Dabbetülerd, denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip, "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îman ediyoruz!" diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden'den çıkacaktır. Aden, Yemen'dedir. 'SAHTE MEHDİ'LERE KANANLAR! Her devirde, Mehdilik iddiasında bulunup bunu dünyalık hırslarına alet edenler çıkmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri de zamanındaki böyle bir iddiaya şöyle cevap vermektedir: "Meşhûr, hattâ mânâsı tevâtür derecesine varmış birçok hadis-i şerifte hazreti Mehdi'nin alâmetleri bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyayı adaletle doldurur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adalet ile dolar.) O hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler, o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazreti Mehdî'nin daha birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık haber vermiştir. Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar fî alâmâtil-Mehdî) ismindeki kitabında, Hazreti Mehdî'nin iki yüze yakın alâmetini yazmıştır. Geleceği bildirilen Mehdî'nin alâmetleri meydanda iken, başkalarını Mehdî sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek nasip eylesin!] Önceki zamanlarda olduğu gibi zamanımızda da kendilerinin Mehdi olduğunu bildiren pek çok sahtekâr ve bunlara inanan cahiller vardır. İkinci bin yılın yenileyicisi büyük âlim İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine göre hazreti Mehdi'nin gelmesi için daha asırlar var!
.
Çok yaşama arzusu
13 Ekim 2010 01:00
Kötü huylardan biri de, "Tûl-i emel"dir. Tûl-i emel zevk ve safâ sürmek için çok yaşamayı istemektir. İbâdet yapmak için, çok yaşamayı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sâhibleri, dünyaya çok düşkündürler, ibâdetleri vaktinde yapmazlar. Tevbe etmeyi terk ederler. Kalbleri katı olur. Ölümü hâtırlamazlar. Vaaz ve nasîhatten ibret almazlar. Hadîs-i şerifte, "Lezzetlere son veren şeyi çok hâtırlayınız" buyuruldu. Yine, hadîs-i şerifte, "Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız" buyuruldu. Tûl-i emel sâhibi, hep dünya mâlına ve mevkiine kavuşmak için ömrünü harcar. Âhireti unutur. Yalnız zevk ve safâsını düşünür. Çoluk çocuğunun bir senelik gıdasını hâzırlamak, uzun emel olmaz. Hadîs-i şerifte, "İnsanların en iyisi ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir" ve "İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır" buyuruldu. Tûl-i emelin sebepleri, dünya zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lâzımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sağlığın, gençliğin ölüme mani olmadıklarını unutmamalıdır. Tûl-i emel sâhibi olmanın zararlarını ve ölümü hâtırlamanın faydalarını öğrenmelidir. Hadîs-i şerifte, "Ölümü çok hâtırlayınız. Onu hâtırlamak, insanı günah işlemekten korur ve âhirete zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur" buyuruldu. Eshâb-ı kirâmdan Bera bin Âzib hazretleri diyor ki: Bir cenâzeyi götürdük. Resûlullah kabir başına oturdu. Ağlamaya başladı. Mübârek gözyaşları toprağa damladı. Sonra, "Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hâzırlanınız" buyurdu. Ömer bin Abdül'azîz, bir âlimi görünce, nasîhat istedi. O da, şimdi halîfesin, istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin, dedi. Biraz daha söyle deyince, Âdem aleyhisselâma kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi, dedi. Halîfe, uzun zaman ağladı... > Tel: 0
.
Ölümü düşünmenin faydası
14 Ekim 2010 01:00
Kötü bir huy olan çok yaşama arzusu, dünyaya düşkünlük ancak ölümü düşünmekle, dünyanın geçici olduğunu düşünmekle zararsız hâle getirilir. Hadîs-i şerifte, "İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kaza ve kadere iman etmek yetişir" ve "İnsanların en akllısı, ölümü çok hâtırlayandır. Ölümü çok hâtırlayan insana, dünyada şeref, âhirette yüksek dereceler nasîb olur" ve "Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyacınızdan fazla binâlar yapmakla hayatınızı harcamayınız" ve "Evlerinizi haram malzeme ile yapmayınız. Dîninizin ve dünyanızın harâb olmasına sebep olur" buyuruldu. Yine Efendimiz, çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'in bir ay sonra ödemek üzere yüz altına bir köle satın aldığını işitince, "Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sâhibi olmuş" buyurdu. Bir hadîs-i şerifte, "Cennete gitmek isteyen, uzun emel sâhibi olmasın. Dünya işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahtan hayâ etsin" buyurdu. Haram olan lezzetlerin içinde yaşamak için uzun emel sâhibi olmak haramdır. Mubahlarla lezzetlenmek için tûl-i emel sâhibi olmak, haram değil ise de, iyi değildir. Çok yaşamayı değil, sıhhat ve âfiyet ile yaşamayı istemelidir. Çok yaşama arzusu insanı dünyaya düşkün kılar. Yaptıklarını Allah için değil, zevk safa içinde yaşayabilmek için yapar. Allah için yapılmayan şeylerden de insana bir fayda gelmez. Allahü teâlâ, "Benim şerîkim yoktur. Başkasını bana şerîk eden, sevaplarını ondan istesin. İbâdetlerinizi ihlâs ile yapınız! Allah, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder" buyurmaktadır. Hadis-i şerifte, "Allahü teâlânın birliğine iman edenden ve namazı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur" buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerifte de, "Başkalarına gösteriş için namazını güzel kılan, yalnız olduğu zaman böyle kılmayan, Allahü teâlâyı tahkîr etmiş olur" buyuruldu. Te
.
Kötü düşüncelerin kaynağı
15 Ekim 2010 01:00
Kalb hastalıklarından birisi de "tama"dır. Dünya lezzetlerini haram yollardan aramaya "tama" denir. Tama'ın en kötüsü, insanlardan beklemektir. Kibre, ucba sebep olan "nâfile" ibâdetleri ve âhıreti unutturan "mubah"ları yapmak da tama' olur. Tama'ın zıddına, aksine "tefvîz" denir. Tefvîz, helâl ve faydalı şeyleri kazanmaya çalışıp da, bunlara kavuşmayı Allahü teâlâdan beklemektir. Şeytan, riyâyı ihlâs olarak ve tama'ı tefvîz olarak göstererek, insanı aldatmaya çalışır. Allahü teâlâ, herkesin kalbine bir melek vazîfelendirmiştir. Bu melek, insana iyi düşünceler ilhâm eder. Şeytan da, insanın kalbine kötü düşünceler, vesveseler getirir. Helâl yiyen kimse, ilhâm ile vesveseyi birbirinden ayırır. Haram yiyenler ayıramaz. İnsanın nefsi de, kalbine kötü düşünceler getirir. Vesvese, duâ ederek, zikir ederek azalır ve yok olur. Nefs ise, ancak kuvvetli "mücâhede" ile azalır, yok olur. Şeytan, köpek gibidir. Köpek kovalayınca kaçar ise de, başka taraftan yine gelir. Nefs, kaplan gibidir. Saldırması, ancak öldürmekle biter. İnsanın nefsi dâimâ zararlı şeyler ister. Şeytan ise, çok hayırlı işe mani olmak için, az hayırlı olan şeyde vesvese verir. Büyük günaha sürüklemek için, küçük hayır yapmayı da vesvese eder. İnsan, şeytanın bir vesvesesine uymazsa, bundan vazgeçer. Başka vesveseye başlar. Şeytanın vesvesesi olan hayırlı iş, insana tatlı gelir ve acele ile yapmak ister. Bunun için, hadîs-i şerifte, "Acele etmek, şeytandandır. Beş şey bundan müstesnâdır: Kızını evlendirmek, borcunu ödemek, cenâze hizmetlerini çabuk yapmak, misâfiri doyurmak, günah yapınca hemen tevbe etmek" buyuruldu. İnsan, vesveseyi yapmamak için mücadele etmeli, çalışmalıdır. Nefse uyan kimse vesveselere tâbi olur. Nefsin isteklerine uymayan vesveseden kurtulur. Bir hadîs-i şerifte, "Şeytan, kalbe vesvese verir. Allahın ismi zikredilince, söylenince kaçar. Söylenmezse vesveselerine devam eder" buyuruldu. > Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc
Kibir, her iyiliğe engeldir!..
16 Ekim 2010 01:00
Kötü huylardan olan kibir, kendisini başkasından üstün görmektir. Kibirli kimsenin kalbi, kendini başkasından üstün görmekle rahat eder. Diğer bir kötü huy olan "ucb" ise, kendini başkalarından üstün bilmektir. Burada başkasını düşünmez. Kendini ve ibâdetlerini beğenir. Kibir; kötü huydur. Haramdır. Yaratanını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Kibir her iyiliğe manidir. Çok din adamı, bu kötü hastalığa yakalanmıştır. Hadîs-i şerifte, "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez" buyuruldu. Kibrin aksine "tevazu" denir. Tevazu kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemektir. Tevazu, insan için çok iyi bir huydur. Hadîs-i şerifte, "Tevazu edene müjdeler olsun" buyuruldu. Tevazu sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez. Zelîl ve miskîn olmaz. Mâlını helâlden kazanıp çok hediye verir. Âlimlerle ve fen adamları ile tanışır. Fakirlere merhamet eder. Hadîs-i şerifte, "Tevazu eden, helâl kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak olan ve kimseye kötülük yapmayan, çok iyi bir insandır" ve "Allah için tevazu edeni, Allahü teâlâ yükseltir" buyuruldu. Tekebbür edene, yani kibir sâhibi olana karşı tekebbür etmek câizdir. Allahü teâlâ, kullarına karşı mütekebbirdir. Allahü teâlâ, kibriyâ sâhibidir. Kibir sâhibine tekebbür etmek, sadaka vermek gibi sevaptır. Kibir sâhibine karşı tevazu eden kimse, kendisine zulüm etmiş olur. Bid'at sâhiblerine ve zenginlere karşı da tekebbür etmek câizdir. Bu tekebbür kendini yüksek göstermek için değildir. Onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Riyâ, gösteriş yapanlara karşı da tekebbür etmek câizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevazu göstermek iyi ise de, bunun ifrâta kaçmaması, yani aşırı olmaması lâzımdır. Aşırı tevazu, ancak üstâda ve âlime karşı câizdir. Başkalarına karşı câiz değildir. Hadîs-i şerifte, "Aşırı tevazu Müslüman ahlâkından değildir" buyuruldu. Tel: 0 212 - 454 38 21 www.mehmetoruc.com e-mail: mehmet.oruc@tg.com
Kibir çeşitleri...
17 Ekim 2010 01:00
| | |