https://www.facebook.com/reel/1148649093213830 padişah anneleri
https://www.facebook.com/photo/?fbid=1003955225245158&set=a.587463446894340
https://www.facebook.com/photo/?fbid=1483484429298760&set=a.112977296349487
.https://www.facebook.com/reel/3765046470416564
.
https://www.facebook.com/photo/?fbid=2715649508480210&set=pob.100041369196189
https://www.facebook.com/100047887940947/videos/1245837530450830
Zübeyde hanım oğlum paramız bitti ne yapalım der oda anne paramız bittiyse evdeki halıları sat parasını harca der evet Mustafa asla ve asla devlet malını boğazından geçirmez devletin kuruşuna dokunmazdı mal varlığimı...
Ufak çapta minnacık birikimide vardı....
MUSTAFA KAMAL'IN MAL VARLIĞI
Mustafa Kemal: Dünyanın en zengin generali...
Hindistan'dan gelen paralar, Buhara müslümanlarının altınları, Rus yardımları falan derken, Mustafa Kemal, Türkiye'nin en zengin bankeri ve sanayicisi oldu...
MUSTAFA KEMAL'İN ALTINLARI
TÜRKİYE'NİN EN BÜYÜK TOPRAK AĞASI DA MUSTAFA
KEMAL'Dİ: 154 BİN DÖNÜM TOPRAĞI VARDI
Türkiye fakir ama Mustafa Kemal zengindir... Üstelik Cumhurbaşkanı maaşının yanı sıra 1927 yılına kadar Başkumandan maaşı da almıştır. İsmail Cem ve Hasan Rıza Soyak’a göre ve TBMM arşivi ceridelerine göre Atatürk'ün mal varlığı şöyledir:
1- 582 dönüm çeşitli meyve bahçeleri,
2- Çeşitli 650 bin fidan,
3- 400 dönüm Amerikan asma fidanlığı. Burada 560 bin kök bağ çubuğu,
4- 220 dönüm bağ. Burada 88 bin adet bağ çubuğu var,
5- 370 dönüm sebze yetiştirmeye elverişli bahçe,
6- 220 dönüm, 6.600 ağaçlı zeytinlik,
7- 27 dönüm, 1.654 ağaçlı portakallık,
8- 15 dönüm kuşkonmazlık,
9- 100 dönüm park ve bahçe,
10- 2 bin 650 dönüm çayır ve yoncalık,
11- 1.450 dönüm yeni tesis edilmiş orman,
12- 148 bin dönüm ziraata elverişli arazi ve mera,
13- 45 adet büyük ve küçük idare binası ve ev (bütün mefruşat ve demirbaşları ile birlikte),
14- 7 adet 15 bin baş koyunluk ağıl,
15- 6 adet mandıra (Aydos ve Toros yaylalarında),
16- 8 adet at ve sığırlara mahsus ahır,
17- 7 adet umumi ambar,
18- 4 adet hangar ve sundurma,
19- 4 adet lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark,
20- 2 adet fırın,
21- 2 adet çiçek ve süsleme nebatı yetiştirme yeri. Toplam bina 51 adet,
22- Bira fabrikası (yılda 7 bin hektolitre üretme kapasitesine sahip),
23- Malt fabrikası,
24- Buz fabrikası (günde 4 bin ton buz üretme kapasitesi),
25- Soda ve gazoz fabrikası (günde 3 bin şişe kapasiteli),
26- Deri fabrikası,
27- Ziraat aletleri ve demir fabrikası,
28- 2 süt fabrikası. Biri Ankara’da diğeri Yalova’da. Günde 30 bin litre süt ve 1 ton tereyağı üretme kapasiteli,
29- 2 yoğurt imalathanesi,
30- Şarap fabrikası, yılda 80 bin litre kapasiteli,
31- Değirmen,
32- Bir çeltik fabrikasının yüzde kırk hissesi,
33- Biri Ankara’da diğeri Yalova’da kurulu iki tavuk çiftliği,
34- Yalova’daki çiftlikte iki özel iskele ve liman tesisatı,
35- 3’ü Ankara’da 2’si İstanbul’da 5 satış mağazası,
36- Orman Çiftliği’nde köprüler, yollar, elektrik üretme tesisleri,
37- Yalova Çiftliği’nde köprüler, yollar, elektrik üniteleri,
38- Silifke Tekir Çiftliği’nde hususi sulama tesisatı, beton köprüler,
39- Orman Çiftliği’nde, çiftlik müzesi, hayvanat bahçesi, levazım ve bütün demirbaşları,
40- 13 bin baş koyun; kıvırcık, merinos, karagül, karaman vs.,
41- 443 baş sığır; Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep, yerli,
42- 69 adet at; İngiliz, Arap, Macar, yerli ve bunların melezleri,
43- 2.450 adet tavuk; çeşitli cins,
44- 16 adet traktör, 13 harman ve biçerdöver makinesi ve bunların aksamı,
45- 35 tonluk bir adet deniz motoru; Yalova Çiftliği’nde,
46- 5 adet kamyon ve kamyonet,
47- 2 adet binek otomobil; çiftlik işleri için,
48- 19 adet binek ve yük arabası; çiftlik işleri için.
Kaynak:
. Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten hatıralar...
. İsmail Cem, Türkiye'nin Düzeni...
TBMM zabıt cerideleri
.
FİKİR ZEHİRLENMESİ
Ülkemizde eğitim sistemi baştan aşağı yenilenmedikçe vatanına ve milli değerlerine sahip olacak nesil yetiştirmek zordur. Anaokulundan tutunda üniversitelere kadar eğitim ve öğretim yenilenmelidir.
En başta son 120 yılın tarih kaynakları açılıp gerçek tarih ders kitaplarında yazılmalıdır.
Bunun yanında ahlak ve din dersleri kitaplarının da ilim ehli ile birlikte hazırlanması kaçınılmazdır.
Hem dinimizi doğru öğrenemiyoruz öğretemiyoruz, hem tarihimizi bilmiyoruz. Düşünebiliyor musunuz ? öyle bir nesil var ki atası Osmanlı'ya sövüyor. Gerçeği bilse söver mi ?
1930 larda Agop Martanyan denen Kâfirin Türk dil kurumu'nun başında olduğunu bilen kaç kişi var.
Cennet mekan Abdülhamid Han'ın kızıl Sultan olmadığını bütün nesillere anlatmak lazım.
Vahideddin Han'ın vatanını bırakıp kaçan hain olmadığını, bilakis burada eli kolu bağlanarak yurt dışına sürgüne gönderildiğini bildirmek lazım.
1950'ye kadar yapılan zulümleri
1960'da Menderes'in katledilmesini
Sağır İsmet ve arkadaşlarının bu topluma neler yaptığını ?
İstiklal mahkemelerinde binlerce kişinin neden asıldığını, suçlarının ne olduğunu ?
Ayasofya'nın cami statüsünden çıkarılıp neden müze yapıldığı ?
Binlerce caminin satılıp, ya meyhane, ya ahır, ya da fuşahane yapıldığını
1949 yılına kadar HACC'A gitmenin yasak olduğunu
Harf inkılabı neden yapıldı ?
Kılık kıyafet devriminin amacı neydi ?
Hilafetin kaldırılıp, laiklik denen batının uyduruk yönetimi ile ne amaçlanıyordu ?
Ali Şükrü Bey niçin katledildi ?
Vedat Uşaklıgil kimdir ve yurt dışında nasıl öldü ?
Fikriye hanımın trenden atılma sebebi nedir ?
Ve bunlar gibi yüzlerce açıklanamayan cinayetler ve faili meçhuller ?
Başta Kerkük Musul olmak üzere
Filistin'in
Gazze'nin
Halep'in
Şam'ın
Bağdat'ın ve bunlar gibi Osmanlı toprağı olan yüzlerce şehirlerin İngilizlere nasıl peşkeş çekildiğini ?
1915 yılında Çanakkale'yi geçemeyen İngilizlerin
1918'de İstanbul'u
Kastamonu'yu
Samsun'u ve onlarca şehrimizi işgal edip
1923 yılında bir kurşun dahi atılmadan neden terk ettiklerini ?
Ne vaatler verilerek gittiklerini ?
1923 öncesi savaşların nasıl kaybedildiği ?
Ordu kumandanlarının
Ordusunu terk edip İngilizlere nasıl esir verdiğini ?
Bu millet ve yeni nesil öğrendiği zaman bu iş tamamdır. Vatanını ve dinini seven, öz diline sahip olan pırlanta gibi gençliğimiz olacaktır.
Alıntıdır.
Erkan Demiray
.
DR.RIZA NUR ANLATIYOR ;
Iskilipli Atıf Hoca'nın başına şapka geçirip "Giy domuz!" diyen zalim Kılıç Ali ,
14 ciltlik Türk Tarihi'ni yazan, ilk Milli Eğitim Bakanı ve aynı zamanda Sağlık Bakanlığı yapmış olan Dr. Rıza Nur bu olayı şöyle anlatıyor:
"Bu iş aksülâmallerde kalmadı. Sivas'ta, Erzurum'da ötede beride halk şapka aleyhine kıyam etti. M. Kemal derhal Kel Ali'nin riyaseti altında bir Istiklal Mahkemesi dolaştırıldı. Epeyce adam astılar. Sayısını bilmiyoruz. Halk yıldı, iş bitti. Asılan bir Hoca'ya pek acırım. Adını hatırlayamıyorum (Iskilipli Atıf Hoca'dan bahsediyor.)
Zavallı kanundan evvel şapka aleyhine bir risale neşretmiş, hem de bunu Maarif Vekaleti'nin izniyle neşretmiş. Adamcağızı Ankara Istiklal Mahkemnesi'ne çektiler.
"Ben bunu kanundan bir yıl evvel neşrettim. Maarif Vekaleti resmen izin verdi." dedi.
Dinlemediler. Astılar. Yahu!... Mademki asılıyor, ona izin veren Maarif Vekilini de assanız ya!...
Hem de mes'ele şapka kanunundan evvel. Kanunların makabline (öncesine) şumulü olmaz ve bu en mühim huhuki bir esastır. Burda daha feci bir şey olmuş.
Kel Ali bu esnada M. Kemal'in baş celladı. Muavini de Kılıç Ali. Kel Ali fena adam değildir. Cidden vatanperverdir. Fakat cahil ve safderun. M. Kemal onu istediği gibi bu cinayetlerde kullandı. "Şunu as!" diyor, o da asıyordu. Kılıç Ali ise mel'un, habis bir şey. Onun bir merakı vardı, mahkum ettiği adamların asılmasında da bulunurdu. Bu kanlı hünerini seyretmek ona zevk veriyordu. Herif mühim çingene imiş...
Bu hocanın asılmasında Hoca'nın boynuna ip geçirilirken, Kılıç Ali de başına bir şapka geçirmiş. "Giy domuz!" demiş ve küfürler etmiş.
Zavallı böyle ölmüş ve böyle saatlerce teşhir edilmiş. Şu Kanlı Kılıç ne bayağı bir mahluktur... Insan asılan adama hakaret etmekten hayâ eder. Zavallı eli bağlıdır... Ilmik gözünün önündedir."
.https://www.facebook.com/photo/?fbid=906476264828099&set=a.367561936699298
.https://www.facebook.com/photo/?fbid=1885996478811620&set=a.105864890158130
https://www.facebook.com/halilysil4615/videos/1081790336622046
https://www.facebook.com/phttps://www.facebook.com/reel/1176091944189344
hoto/?fbid=656280959552038&set=a.165855768594562
Gazeteci ERDAL YILMAZ dan İMAMOĞLU hakkında Gerçekler :
Çok kez yazdım canlı yayınlarımda söyledim.. Yine yazıyorum..!!
Ekrem, 2009'da AkPartiye üye olmak için iki ayrı çek ile 10.000 dolar bağış yapar.. AkPartiye üyeliği kabul edilmez.
Bir vatandaş gelse, "Ben AkPartiye üye olmak istiyorum" dese herkes üye olabilir..
Burası çok önemli,
Ama 10.000 dolar bağış yaptığı halde üye yapılmaz..!!
Şimdi asıl ilginç yere geliyoruz..
Ekrem bu sefer rotayı 2014'de CHP'ye çevirir.. CHP'den Beylikdüzü belediye başkan adayı olmak ister.. Araya hatırı sayılı kişiler girer.. Mesela eski başbakanlardan Mesut Yılmaz, Kılıçdaroğlu'na ricada bulunur...
Çünkü Ekrem 'in babası Hasan, ANAP zamanında Trabzon merkez ilçe başkanlığındadır..
Rahmetli Özal, Ekrem'in babası Hasan'ı yaptıklarından dolayı polis zoruyla ANAP Trabzon merkez ilçe başkanlığından atar...
Bunun önceleri de var..
Hasan da siyaset yapmak ister Trabzon'da. Ama kabul edilmez..
"Soyadınız gayrimüslim soyadı - Müdafa -, onun için olmaz" derler..
Bizim Karadeniz'de bu tür meselelere çok dikkat edilir..
Hasan, kardeşlerine söylemeden soyadını "İmamoğlu" olarak değiştirir..
"Müdafa" soyadına tepki gösterenlere inat,
Anadolu müslümanlarından kendilerine tepki gösterenlerin kalplerini bağlayıp inandıracak "İmamoğlu" soyadını seçerler..
Hasan'ın kardeşleri "Müdafa" soyadıyla hayatlarına devam ederler..
Bunun gibi çok örnekler vardır Karadeniz 'de..
Mesela, Rahmetli Fahrettin abi..Rize'de un çuvallarını alır, küçük kiloluk poşetlere koyarak un satmaya başlar Fahrettin abi... Heveslidir.. Azimlidir... Ama büyüyüyemez.. Büyümek ister.. Tutkuludur işine..
Atılım yapmak istese de başarılı olmaz.. Engellerle karşılaşır.
Anadolu'da öyle elinini kolunu sallayarak büyümek kimsenin haddine değildir. İstediğin kadar işi bil, istediğin kadar paran olsa da büyütmezler adamı.. Fahrettin abi, soyadını değiştirir.. Ulusoy yapar..
Böylece Ulusoy'lar önce Of, sonra Samsun 'da çok zengin olurlar. Sonra İstanbul'da..
Ulusoy soyadı efsane hale gelir Karadeniz'de. Ulusoy'lar Karadeniz'e damgalarını vurup gitseler de, yerleri dolmaz...
İşte bunu fırsata çevirir Fahrettin abi.. Soyadını değiştirir değişmez o zamanki Anadolu'da bütün kapılar Fahrettin abiye açılır.. Nereye gitse itibar kazanır..
Yeni Soyadı ile dikkatleri üzerine çeker, herkes onunla ticaret yapmak için yarışa girer..
Bugün un değirmencilikte Türkiye ve Dünyanın en büyük Un fabrikaları sahibi haline gelir..
Fahrettin Ulusoy abi vefat etti.. Oğulları "Ulusoy Un"u dünyanın dört bir yanına dağıtmaya devam ederler. Ukrayna Rusya tahıl koridorunundan buğday çekerek Samsun'daki fabrikalarında işleyerek başta İran, Suriye ve dünyanın her yerine un tedarikçisi olurlar..
Bir soyadı nelere kâdirdir...
Hasan'ın "İmamoğlu" soyadı ile ANAP zamanında başlayan serüvenleri, yükselişe geçer..
Gelelim 2014'e...
Ekrem Beylikdüzü'nde CHP belediye başkan adayı olmak için aday adayları ile yarışırken,
bir yerel gazeteci Ekrem'in üniversite diplomasının sahte olduğunu söyler..
CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu bu konuyu öğrenince, araştırma yaptırır.. Ekrem'in üniversite diplomasının gerçekten sıkıntılı olduğunu tespit ederler..
Ama dedim ya...! Hatırı sayılı kişiler Mesut Yılmaz ve zamanın sözde Fetö imamlarından Karaduman gibi kalbur üstü kişiler Ekrem'i destekler..
Bin kere dedim yine diyorum.
Ekrem 2014'teki Beylikdüzü belediye başkan adaylığına "lise diploması" koymak zorunda kalır..
CHP genel başkanı ve merkezi "şaibeli" diyerek "ilerde sorun çıkarır" diyerek Ekrem'in diplomasını kabul etmez...!!
Sonra, Ekrem Beylikdüzü'nden İBB başkanlığını kazanır.. O meşhur 6'lı Masa toplantılarında Ekrem konusu gündeme gelir..
Kılıçdaroğlu 'na Ekrem sorusu sürekli sorulur.. Kılıçdaroğlu da tabii kurt siyasetçilerden.. İbrenin ilerde Ekrem'e döneceğini anlar ve onun üniversite diplomasının şaibeli olduğunu söyler...
Masada herkesin ağzını kapatır..
Olan, ta en başta Ekrem'in üniversite diplomasının sahte olduğunu söyleyen Beylikdüzü'ndeki yerel gazeteciye olur...
Ekrem'in üniversite diplomasının sahte olduğunu ilk defa gündeme getiren ve taa CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP genel merkezinde konu olan, başkan adaylığı dosyasına lise diplomasını koymak zorunda kaldıran gazeteci bir hafta sonra ölür...!!
Burası Türkiye..
Dünyanın merkezi.. Burada hiç bir şey tesadüflere bırakılmaz..!!
Hele hele, bu kadim topraklar hiç bir zaman Türklere ve Müslümanların kendi kendilerine yönetmesine izin verilmez...!!
Kale her zaman içeriden yıkılır...!!
Gerçekleri bilseniz bir saat rahat uyuyamaz, bugününüze ve geleceğinize daha çok sarılırsınız...!!
BAKINIZ NELER YAZACAĞIM ?
.................................................................
Türkiye'deki müslümanlar
Hemen hemen her alanda özgür ve 1.sınıf vatandaş olmalarına rağmen
Kültürel noktada ise kemalizmin boyunduruğunda
Halen daha 2.sınıf vatandaş konumunda olduğu için
Bedel üzere bedel ödediği bir gerçektir..
Bazı kendini bilmez müslümanlar Sayın Erdoğan için
"23 senedir iktidardasın şunu,şunu,şunu niye düzeltemiyorsun?"deyip
2018 sonrasında kendisine kin ve nefret kusarak bayrak açanlar;
En son 2024 seçiminde Yeniden Refah Partisi üzerinden
Öldürücü bir darbe vurarak tarihinde ilk defa ikinci parti oluyordu.
Tabii hiç hak etmediği halde sağ partileri domine eden CHP 1.parti oluyordu..
Böylesine bir girişi yapmamın nedeni aşağıdaki yazacaklarım ve paylaşım videosudur..
Sayın Erdoğan sanıldığı gibi devletin her kademesine nüfuz etmiş değildir..
Askeriyede,üniversitelerde,adliyede,polis teşkilatında,MİT'te,STK'larda,ekonomik alanda,hastanelerdeki gibi
Mevcut olan kontenjanının % 10-15 arasında olduğu bir gerçektir(benim tahminim)...
Hele hele 15 Temmuz sonrasında NATO Gladyosu'nu kovabilmek için
Kemalizmin öncüleri olan MHP ve VATAN partisine mecburen ödünler vermiştir.
Şimdi acı gerçekleri yazmaya çalışalım..
Karanlık eller 2 Temmuz 1993'de Sivas'ta 33 insanın ölümüne öncülük etmişlerdi.
Madımak Oteli önünde olan ve olmayan 68 kişi yargılandı ve
Önce bunlara 15 yıl ceza verildi ama dönemin Adalet Bakanı Seyfi Oktay kararı bozarak
33 kişiye idam geri kalanlara 20,15,7,5 ve 2'şer yıllık cezalar verilmişti..
Şu anda 35 sene geçmesine rağmen hapiste olanlar vardır.
Ama 5 Temmuz 1993'de Başbağlar'da 33 müslüman hunharca katledilmişti.
Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu failleri yakalıyor ama
Karanlık bir el alayını serbest bırakıyor ve hükümlü olarak bir kişi bile hapiste değildir..
28 Şubat 1997'de askeri vesayetin faşist yargılamaları sonucu
Yüzlerce müslüman 28 yıldır içeride yatanlar vardır.
Demans hastası ve kolon hastası olanlar hapiste iken
Bunların içinde o yılların kabadayıları olan
Çevik Bir, Çetin Doğan, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, Cevat Temel Özkasnak alayı tahliye edilmiştir..
Devam edelim..
PKK'dan içeri giren ama demans hastası olan eski HDP milletvekili Aysel Tuğluk tahliye edildi.
2013 gezi olaylarında devlete ve hükümete meydan okuyup
100 milyarlarca dolar maliyetin olmasına rağmen
Protesto eden kişilerden hapiste olan şu anda bir kişi bile yoktur..
Boğaziçi Üniversitesi'ne Sayın Erdoğan rektör adadığı için
Öğretim görevlileri derslere girmeden avluda protesto yaparak
5 senedir emek harcamadan maaşlarını almaktadırlar...
Adnan Menderes Üniversitesi öğretim görevlisi Doç.Mehmet Aydıner:
"Fakültemde başörtülü istemiyorum. AK Parti’nin Allah belasını versin.
Bundan sonra ölmüş anamın üstüne yemin ederim
AK Parti’nin karşısına PKK çıksa ona oy vereceğim”diyebiliyor...
Ekrem İmamoğlu'nun tutuklanmasını Saraçhane'de protesto edip
Polisle çatışan ve kanunlara uymayan gençlerin tutuklanmasına
Başta Gülben Ergen,Nilüfer,Hadise,Ajda Pekkan,Kıvanç Tatlıtuğ,
Mustafa Sandal,Beren Saat,Hayko Cepkin,Tarkan,Özge Ulusoy,
Defne Samyeli,Hazal Kaya ve Nesrin Cavadzade gibilerin yanında
CHP ve İYİ Partililerin alayı emir kipiyle
"DERHAL ÖĞRENCİLER SERBEST BIRAKILSIN" diyebiliyorlar...
Galatasaray Voley Takımı sporcusu İlkin Aydın maça çıkarken
"Polis Teşkilatı Kuruluş Yıldörümü" pankartına tutmayarak zafer işareti yapabiliyor..
İmamoğlu'nun Genel Sekreteri Mahir Polat hastalığı mazeretiyle tahliye edilebiliyor..
Yetmedi;bir sokak röportajında onur yoksunu bir orta yaşlı erkek Sayın Erdoğan için:
"Anadolu çok padişah göndü ve çoklarına mezar oldu.
Menderes asıldı.Bu coğrafya çok deliler gördü.
Artık görevi bırak.Yoksa halkın tepkisi daha da çoğalacak ve
Siz de zor duruma düşüceksiniz" deme cesaretini gösteriyordu...
Bütün bunları niye yazdım:Şunun için.
100 senedir kemalizm ideolojisi ile yetiştirilenler
Müslümanlara kin ve nefret ile bakmaktadırlar..
Kanunları istedikleri gibi kullanmak hakkını kendilerinde görebiliyorlar..
İstedikleri kadar kanunsuz işler yapıp ceza almayacaklarına inandırılmışlardır..
Bunlarda asla mütevazılık ve objektiflik görülmez ve
Kendileri dışında olanları 2.sınıf vatandaş yani parya olarak görmektedirler.
Bunların bir kez iktidara geldiklerinde bu sefer;
İstiklal Mahkemelerini,Yassıada yargılamalarını ve 28 Şubat günlerini
Müslümanlara mumla aratacak noktaya getirip
En az 100 sene geri gitmemizi sağlayacakları kesindir.
Bunun için onlara sadece 6 ay yeterlidir..
Yapılacak iş nedir?
Sayın Erdoğan güvenlik açısından tüm önlemleri almıştır..
Kültürel iktidarı kemalistlerden alabilmek için
Ayrıntılara boğulmadan ölümüne Sayın Erdoğan'a destek verilmelidir.
Çünkü Sayın Erdoğan 200 yıllık emperyalistlerin
Bu ülkedeki devleti yönetme imtiyazlarını ellerinden almıştır..
Bu ülkenin en az % 50 tekrar desteği verdiği anda
Kemalist-sol ve Beyaz Türklerin kültürel iktidarını tarihin çöplüğüne atması çok kolay olacaktır..
Yoksa 2.bir İTTİHAT ve TERAKKİ İKTARI bu ülkenin canına okurlar ve
Bir proje olan Sevr Antlaşması'nın maddeleri devreye girer.
Bu kadar net ve basit!
.
Ne diyor Özgür Bey?
“CHP istese tek parti olarak devam edecekken demokratik seçimlerle ülkeyi tanıştıran partidir.”
Sayın Özel, 1950’den bu yana sandıkta yoksunuz, millet size yetki vermiyor ve siz 1950’den bu yana cuntalardan medet umuyorsunuz.
Sevgili gençler, buraya özellikle sizin için dikkat çekiyorum…
CHP’nin İkinci Genel Başkanı İsmet İnönü koltuğu çok severdi.
CHP’deki koltuğunu 88 yaşında iken Bülent Ecevit karşısında kaybedince bıraktı.
1946’da kendi isteğiyle değil, gönüllü olarak değil; yoğun uluslararası baskılar nedeniyle çok partili hayata geçmek zorunda kaldı.
Şimdi o mecburiyeti sanki lütufmuş gibi kibirle milletin yüzüne vuruyorlar.
1950’de Türkiye’deki ilk şeffaf seçimde CHP iktidardan uzaklaştırıldı ve o günden bugüne tek başına iktidara gelemedi.
Peki CHP sandıktan çıkamayınca ne yaptı?
27 Mayıs cuntasının taşlarını döşedi.
CHP ülkenin ayarlarını öyle bozdu ki 1961, 1962, 1963, 1969, 1971 yılında cunta girişimleri oldu.
12 Mart muhtırası, 27 Aralık 1979 muhtırası, 12 Eylül cuntası, 28 Şubat darbesi, 27 Nisan bildirisi, 17-25 Aralık darbe girişimi, Gezi kalkışması ve 15 Temmuz…
Türkiye’deki her darbenin, her darbe girişiminin, her muhtıranın, her cuntanın taşlarını döşediler, davetiyesini yazdılar, arkasında durdular, alkışladılar, darbecilerin sırtını sıvazladılar.
CHP Genel Başkanı’na kendi tarihini iyi okumasını tavsiye ediyorum.
Şayet biraz cesareti varsa vesayet lekeleriyle âdeta katrana dönmüş kirli geçmişiyle yüzleşmesini öneriyorum.
.
Lozan ihânet ve hıyânet andlaşması, bizzat Mustafa Kâmal tarafından tesbit ve intihâb edilen (seçilip görevlendirilen) "sözde milletvekilleri" tarafından (târihte 2. Meclis olarak mâruftur), 2 Ağustos 1923'te, 14'e karşı 213 rey (oy) ile kabul ve tâsdik edildi.
O gün, "her ihtimâle karşı" Meclis'in etrâfı askerle kuşatıldı !
Yani Mustafa Kâmal, bizzat kendisinin tesbit ve intihâbı ile teşkil ettiği "sözde Meclis"e bile itimâd edemedi ve Meclis Binası'nı asker ile kuşatarak, tehdit altına aldı !
Buna râğmen, o "sözde Meclis"ten bile, 14 "yiğit adam" çıktı ve bu "ihânet ve hıyânet andlaşmasına" RED oyu verdi.
Bu yiğit adamlardan birisi de, son iki asrımızın en büyük şâiri olan ve hatta, Divan Edebiyâtımız'ın "köşe taşlarından" Muhibbi mâhlâslı Kanuni Sultan Süleyman, Fuzuli, Baki, Taşlıcalı Yahya, Şeyh Galip, Urfalı Nâbi gibi "zirve isimler" ile aynı seviyede gördüğüm, büyük ve maalesef bugün gençlerimiz tarafından bilinmeyen ve tanınmayan, merhum Yahya Kemal Beyatlı da vardı..
Onun için bendeniz, Yahya Kemal'i çok severim.
Rabbimiz râhmet ve mâğfiret eylesin ve mekânı Cennet olsun, âmin.
Bu güzel ve kıymetli insanın, SÜLEYMÂNİYE'DE BAYRAM SABAHI isimli eşsiz / şâheser şiiri bile tek başına, mâğfiretine medâr ve vesile olur inşallah
.
.
YUH YUH SOYANLARA;SOYUP KAÇIP DOYANLARA
.............................................................................................................................
CHP'liseçmenin psikolojik ezikliğinin bir benzerini
Dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız gibi
Dünyada bu kadar kolay sömürülen kitle de bulamazsınız..
Dünyada hiçbir belediye başkanının yapamayacağı yolsuzluğunu yapan
Ekrem İmamoğlu'nun desteklendiği mitinglerde çalınan
Selda Bağcan'ın şarkı sözleri olan
"Yuh yuh soyanlara
Soyup kaçıp doyanlara" tempoyla eşlik eden zavallıları rotgenini çekeyim..
Şimdi sizleri CHP'den Yalova ve Bilecik'ten belediye başkanı seçilen
Vefa Salman ve Semih Şahin'den bahsedeceğim..
Bu iki başkandan biri olan Bilecik Başkanı Semih Şahin
2014'de CHP'nin % 28 alarak 2.olduğu seçimden sonrası olan
2019 seçiminde % 50.5 oy alarak başkan seçilmişti.
Semih Şahin rüşvet almasıyla görevden alınır ve hapis cezasına çarptırılır..
Yerine geçen Melek Mızrak Subaşı ise
Belediyenin kadro ve paralarını yakınlarına vermekle birlikte
Belediye kaynaklarıyla lüks yaşam için bolca paralar harcıyormuş.
75 gün belediye başkanlığı sonrasında meclis kararı ile başkanlığı bir başkasına bırakıyordu.
Fakat o da nesi;
Bu bayan 2024'de CHP tarafından aday olur ve % 49 ile başkan seçilir
Bir de Yalova'ya bakalım..
2014 ve 2019 seçimlerini çok küçük oy farklarıyla AK Parti'yi geride bırakan
CHP'li Vefa Salman ihaleye fesat karıştırmaktan ceza alır ve başkanlığı biter..
Rüşvet yediği için görevden alınmasına rağmen
2024 seçimlerinde CHP Yalova'da % 46,5 ile hem de fark atarak başkanlığı tekrar alır.
Neler yazdım görüyor musunuz?
İki ilin başkanları rüşvet aldıkları için istifa ettirilip hapis cezası alıyorlar ama
CHP'li seçmenler ve diğer seçmenler CHP'den bir türlü kopamıyorlar..
Allah aşkına!
Bu durumu yaşayanlar AK Partililer olsaydı
Hem AK Partili hem de diğer seçmenler bir tane oy verir miydiler?
Vermezlerdi.
Çünkü CHP'liler kemalist-sol dürtülerle yetiştirildiği için
AK Parti'ye olan bakışlarında hep bir kin ve nefret vardır ve
Bu kin devamlı dinç tutulur ki,
Her şart altında CHP'den ayrılmaz..
Ama AK Partili seçmen öyle değil.
1000 gün karnın doyursan bir hafta olağanüstü şartlar sonucu
Bir hafta yemek vermezsen hemen isyanını devreye sokar ve bedel ödettirir..
Öyle değil mi?
2016 sonrasında FETÖ ve PKK ile mücadele ve
Amerika'nın finansal operasyonları,
2020 sonrasında pandemi,
Büyük yangınlar,
Ukrayna-Rusya savaşı nedeniyle enerji ithalatında büyük açıklar,
EYT'lerin büyük maliyeti ve
11 ili kapsayan devasa deprem sonucunda
Hem gelirlerde azalma oldu
Hem de halkın bir şekilde sübvanse edilmesinin
Zorlukları ortada iken
CHP hırsızlarını öteleyerek partiye oy vermeyi sürdürürken
AK Partililer ise 4.5 milyon oy vermeyerek oyunu silah olarak kullanmasının gururunu yaşamaktadır..
Sevsinler böylesine tepki gösterenleri..
.
YILLARDIR YALAN SÖYLEMİŞLER
BİLİMİ AVRUPA BULMADI !
Batılı bilim insanları doğaya bakarak keşif yapmadılar, Arapların kitaplarına baktılar ve onları çaldılar. Newton bunun en iyi örneğidir. İşte Oxford’ta bulunan eski bir Arapça kitap; kenar notlarında el yazısıyla yapılmış İngilizce çeviri yer alıyor…
Eğer desek ki Avrupa Rönesans Çağı, Arapların Altın Çağı’ndaki başarılarının alınmasıyla başladı, bu sözümüz kesin ve kanıtlanmış bir gerçek olur. Bunu, Avrupalıların Arap diyarlarından getirdiği Arapça kitapların çokluğu, daha da önemlisi bu kitapların Arapça olarak basılıp kendi şehirlerinde okutulması ispatlar. Zira Arapça o dönemde Avrupa’da ilmin diliydi.
Ancak Arapça kitaplar başka şekillerde de kullanıldı. Bu kitaplar, Arap âlimlerinin keşif ve başarılarını çalıp bunları Avrupalı bilim insanlarının adıyla kaydetme yönünde de istismar edildi. Gerçekte Avrupalı bilim insanı doğayı inceleyerek bir keşfe ulaşmadı; bir Arapça kitaba baktı, içindekini aldı ve bunu kendi keşfiymiş gibi yayımladı. Bu durum artık Batı dünyasında da bilinen bir hakikattir.
Bu konuda örnek çoktur. Bunlardan biri de küçük kan dolaşımının İngiliz bilim insanı William Harvey tarafından keşfedildiği iddiasıdır. Ancak sonradan ortaya çıkmıştır ki William Harvey’in yayımladığı bilgiler, İbnü’n-Nefis’in “Şerhu Teşrîhi’l-Kânûn” adlı eserinden alınmış ve orada bu keşif ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır.
En iyi örnek ise Newton’un yaptığı intihallerdir. Burada sadece onun hareketin üç yasasını Arapça kitaplardan çaldığını göstermekle yetineceğim. Söz konusu üç yasa şunlardır:
Newton’un 1. Hareket Yasası:
“Bir cisim, üzerine dışarıdan bir kuvvet etki etmedikçe, ya durgun kalır ya da düzgün doğrusal hareketine devam eder.”
Bu yasa, İbn Sînâ’nın “İşârât ve Tenbîhât” adlı eserinden alınmıştır. İbn Sînâ şöyle der:
“Bilirsin ki, bir cisim kendi doğasına bırakıldığında ve dış etkilerden arındığında, belli bir yerde ve belli bir biçimde bulunmak zorundadır. Çünkü doğası, o durumu gerektirir.”
Newton’un 2. Hareket Yasası:
“Bir cismin ivmesi, ona etki eden kuvvetle doğru orantılıdır.”
Bu yasa, Fahreddin er-Râzî’nin “el-Mebâhişü’l-Meşrıkıyye” adlı eserinden alınmıştır. Orada şöyle denir:
“İki cisim hareket etme kabiliyetinde farklılık gösteriyorsa, bu fark hareket eden şeyden değil, uygulanan kuvvetin farklılığından kaynaklanır. Çünkü büyük cisimdeki kuvvet, onun bir parçası olan küçük cisme göre daha fazladır. Zira küçük cisimdeki şey, büyük cisimde de vardır; hatta fazlasıyla vardır.”
Newton’un 3. Hareket Yasası:
“Her etkiye karşı, eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki vardır.”
Bu yasa da Fahreddin er-Râzî’nin aynı eserinden alınmıştır. Râzî şöyle der:
“İki kişi tarafından eşit kuvvetle çekilen bir halka ortada sabit kalıyorsa, şüphe yok ki her biri, diğerinin etkisini dengeleyen bir kuvvet uygulamıştır.”
René Descartes de, İmam Gazâlî’nin eserlerine benzer şekilde uzun dipnotlar düşmüştü. Bu konuyu araştırmak isteyen Mısır Evkaf Bakanı Dr. Mahmud Zakzuk, bu alanda doktora yapmak istemiş ancak Alman yetkililer buna izin vermemişti.
YALANDAN KİM ÖLMÜŞ
........................................................
CHP'li seçmenleri kandırmak o kadar kolaydır ki;
Bunlar kemalizm adına dogmatik inançlarla yetiştirirler.
Çünkü bunlarda şüphe ve sorgulama olmadığı gibi
Körü körüne biat vardır..
Onun için CHP yöneticileri 100 senedir
Ne devlet ne de insan yönetiminde başarılı olmuştur..
Şöyle sokağa çıkıp ister etrafınıza isterse de gökyüzüne bakınız;
Orada göreceğiniz tüm olumlu gelişmelerin adresleri
Klâsik sağ ve müslüman liderlerin olacağı çok açıktır..
Bunu doğrulayacak bir alıntı yapayım..
Cumhuriyet gazetesi yazarı Emre Kongar'ın makalesine baktığımda
Bir taraftan (sabah pirzolası olarak) kahkaha atarken
Diğer taraftan bunlara inanan kemalist-solculara acıdım.
Çünkü bir insan ancak bu kadar yalanlarla kitlesini domine eder..
Emre Kongar her zaman yaptığı gibi
Sayın Erdoğan'ın 23 yıllık icraatını faşizmle suçlayarak
Güya bunlardan kurtulmanın reçetelerini veriyor..
Emre Kongar"Faşizmin ilacı demokrasidir.
Faşizmle mücadelede üç kriter vardır.
1şeffaf ve adil seçimler.
2-İktidarın muhalefetin örgütlenme ve propaganda özgürlüğüne karışmaması
3-Bu iki yol haritasının güvencesini bağımsız yargı ve Anayasa Mahkemesi olmalıdır" diyor..
Bu sözlere ancak bıyık altından gülünür yahu!
Emre Kongar aslında AK Parti'yi değil de CHP'nin tarihini hatırlatmaktadır.
Çünkü AK Parti'de tam demokrasi,örgütlenme hakkı,objektif seçimler ve tam anlamıyla özgürlük varken
CHP aksine faşizm,askeri vesayet,baskı,tek taraflı seçim ve seçimlere hile karıştırmak vardır
Şimdi gerçekleri yazalım da Emre Kongar'ın kulaklarını çınlatayım..
1923'den 1938 yılları arasında faşizmin en karanlık günleri yaşanıyordu..
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası seçime sokulmadan 9 ay içinde kapatıldı.
Türkiye'deki siyasetin diktatörlüğü içerip Batılılarca tenkit edildiği için
Muvazaalı bir şekilde Serbest Fırka kurulup belediye seçimlerine girdiğinde
CHP'nin altını oyduğu anlaşılınca devreye valiler ve jandarma girip
Oyları SCF'dan çalıp sandıktan CHP'nin çıkmasını sağladılar..
Yetmedi bir şekilde Samsun belediye seçimi kazanan Boşnakzade Ahmet Resai Bey'in
Başından geçenler tam bir faşizmin dışa vurma sonucu istifa ettiriliyordu..
1923-1938 yılları arasında bir kişi veya kurumun özgür olduğunu göremezsiniz..
Mustafa Kemal ile Kamal Atatürk'e karşı aday çıktığını göremezsiniz..
Bu ülke insanı İstiklal Mahkemeleri'nden ve Takriri Sükun yasalarından ne çekti be !
1946 yılında yapılan seçimi açık oy gizli tasnif ile kazanan bir CHP vardı..
1950-1960 yılları arasında iktidar olan DP'den kurtulmak için
Askeri darbe yapıp Menderes ve iki bakanını asap bir kemalist CHP zihniyeti vardı..
Adliye ve askeri vesayet CHP'nin tekelinde olduğu için
Tüm partileri kapattığı gibi Sayın Erdoğan'ın içinde olduğu
Milli Nizam,Milli Selamet,Refah ve Fazilet partileri kapatılıyorken
2008'de de az kalsın AK Parti kapatılıyordu..
1973 ile 1977 seçimleri hele bir karşılaştırınız..
CHP 2 milyon oy mükerrer oy kullanarak 213 milletvekili kazanıyordu..
CHP'nin bir başka hilesi ise seçim sistemini değiştirmesiydi..
CHP ve kemalist düşüncenin pratiğine bakalım..
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden,
Eski Başbakan ve CHP=DSP eski Başkanı Bülent Ecevit,
İnönü Üniversitesi eski Rektörü Fatih Hilmioğlu ve
ÇYDD eski Başkanı Türkan Saylan'ın ortak sözleri:
"Türkiye'de kim hükümet kurarsa kursun İKTİDAR HEP CHP'dir..
Ülkenin % 99'u islami isterse bile buna izin vermeyiz.
Bizim istemediğimiz bir şey bu ülkede gerçekleşemez" derlerdi..
Nerede demokrasi,
Nerede self-determinasyon,
Nerede özgürlük,
Nerede örgütlenme hakkı...
CHP ve kemalizmde bunlar sadece çene kaslarında yerini alır.
CHP demek kendi dışındakilerin adeta Belene Kampı yaşama alanlarıdır..
Bunların tarihi ultra-faşizm ve jakobenizmi kendi içinde barındırır..
Bu ülkede tam demokrasi,özgür örgütlenme,özgür seçim,
Kişi hak ve hürriyetlerin verme adresleri
Klâsik sağ ve müslüman liderlerin iktidarlarıdır..
Hadi yalan deyiniz?
.
TRABZON MEBUSU ALİ ŞÜKRÜ BEY NİÇİN VE NASIL ŞEHİD EDİLDİ ?
Trabzon mebusu Ali Şükrü bey, son derece ilim ve hikmet sahibi, son derece vatan ve milletperver ve son derece cesur bir insandı. Hitâbeti de pek kuvvetli idi.
LOZAN İHÂNET VE HIYÂNET MUÂHÂDENÂMESİ'ne (andlaşmasına) şiddetle muhalefet ediyor ve Meclis'i de (1.Meclis) peşinden sürüklüyordu. Bu vaziyet ile Meclis'in, bu andlaşmayı tasdik etmeyeceği ortaya çıkmıştı.
Mustafa Kâmal, fâhri muhafızı olan Giresunlu Topal Osman'ı çağırdı ve ona,
"Ali Şükrü bey'in İngiliz casusu olduğunu ve hemen ortadan kaldırılması gerektiğini" söyledi.
(Aslında, asıl "İngiliz casusu" olan, bizzat kendisi idi !)
Topal Osman ile Ali Şükrü bey arasında "hemşehrilik hukuku" ve aralarında arkadaşlık samimiyeti vardı.
Topal Osman, Ali Şükrü beyi o akşam yemeğe davet etti, o da icâbet etti.
Akşam yemekten sonra Topal Osman'ın adamları aniden Ali Şükrü beyin üzerine atılarak, boynuna ip geçirdiler ve onu boğarak şehid ettiler ve gece karanlığında alelacele gömdüler. Fakat, naaşın bir eli dışarda kalmıştı.
Ali Şükrü bey 3 gün sonra, kuşların o mıntıkadaki olağandışı hareketlerinin dikkat çekmesi üzerine, bulundu ve şehid edildiği ve bu işi Topal Osman'ın yaptığı ortaya çıktı.
Bunun üzerine Mustafa Kâmal'ın emri ile Jandarmalar Topal Osman'ın üzerine gönderildi. Zira, "susturulması" ve "işin aslının" ve "azmettiricinin" ortaya çıkmaması gerekiyordu.
Topal Osman, nasıl bir tuzağa düşürüldüğünü anlamıştı. 10 kadar adamı ile Çankaya köşkünü bastı.
Mustafa Kâmal, kadın kıyâfeti (kapalı çarşaf) giyerek, İstasyon'daki ikametgâhına kaçtı.
Meclis Muhafız Taburu'nu da Topal Osman'ın üzerine sevjetti.
Neticede Topal Osman ve adamları da öldürüldüler ve "meselenin üzeri kapatıldı" !
Veya, "kapattıklarını" zannettiler !
Topal Osman'ın bir adamı sağ kalmıştı ve o adam daha sonra bütün hakikati ifşâ etti.
Merhum Kadir Mısıroğlu bu meseleyi tâfsilâtlı olarak anlatmıştır ; kitaplarına ve/veya YouTube'daki videolarına bakılabilir.
Sonrasında, "milletin seçtiği" 1. Meclis, çeşitli hilelerle - ki, bu hilelerin neler olduğunu da, merhum Kadir Mısıroğlu'nun LOZAN ZAFER Mİ HEZİMET Mİ isimli muhteşem eserinden veya bu husustaki videolarından öğrenebilirsiniz - lâğv'edildi ve yerine de, bizzat Mustafa Kâmal'ın tesbit ve intihâb ettiği isimlerden, 2. Meclis teşkil olundu.
LOZAN İhânet ve Hıyânet Andlaşması'nı tâsdik eden de, işte bu "sözde Meclis"tir !
"Sözde Cumhuriyeti" ve "Laik inkılapları (Devrimleri)" ve bugün büyük kısmı ile hâlen mer'i (yürürlükte) olan 1924 Anayasası'nı kabul ve tâsdik eden de, işte bu "sözde Meclis"tir !
O günden bugüne kadar yaşadığımız bütün zulümlerin, şenâetlerin, ahlâksızlıkların, cinâyetlerin ve bütün içtimâi ihtilâçların ve fitnelerin asıl kaynağı ve sebebi ve müsebbibleri de budur ve bunlardır !
Selâm ve dua ile kıymetli dostlarım.
Rasim Duman.
Emekli J.Ord.Astsubay.
02 Nisan 2025 - Pınarbaşı / Kayseri.
Not : Paylaşmak serbesttir.
.
MERHUM DENİZ BAYKAL BEY'İN VİDEO'YU İZLEMENİZİ ARZ EDERİM.
Merhum Deniz Baykal bey"e, Allah rahmet eylesin mekanı cennet olsun.
100 yıllık Horuz dövüşü oyunu yürütülüyor.
Hocamız diyordu'ki Tabeleleri farklı ve Zihniyetleri aynı.
200 DEVLET DÜZENLERİ SİYONİZM'İN TARAFINDAN KURULMUŞTUR.
200 devlet düzenleri işbirlikçiler tarafından yönetilmektedir. Türkiye'nin Tarım bakanlığı'nın,
Bill Gates tarafından yönetilmektedir. SİYONİZM'IN KÜRESEL ISINMA ,
İKLİM KANUNU millete yapılan KÜRESEL ÇETE darbesidir!
AK parti, C.H. parti, M.H. Parti, Dem parti, İyi parti, yeni anayasa üzerinde anlaştılar. Sayın Fatih Erbakan Bey diyordu'ki Sorun anayasada değildir. Türkiye'yi yönetenlerdendir.
Tabeleleri farklı ve Zihniyetleri aynı.
Merhum Prof Dr Necmettin Erbakan bey diyordiki:Hans anladı, Sakallı Hüsnü anlamadı.
“Siz (sadece Müslümanlar için değil,
Bütün)
İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz.
(Çünkü siz,
Ülkenizde ve yeryüzünde)
Ma'rufu (Hakkı ve hayrı) yürütecek,
münkeri
(zulmü ve kötülükleri) önleyecek
(Bir Adil Düzen kurmaya) çalışırsınız
Ali İmran Süresi
Ayet 110
Bu kanun çıkarsa tüm bakanlıklar, tüm belediyeler, tüm devlet kurumları, kuala lumpur halkına iklim zorbalıkları ve yasaklar uygulayacak...
Okullarda çocuklara iklim şarlatanlıkları öğretmekten daha da fazla, karbon yasakları uygulanacak... Halkın bir numaralı düşmanı yalancı medya her gün yeni iklim yalanları yayınlayacak... Halkın beyni iklimle yıkanacak...
Virüs döneminde olduğu gibi özel şirketlere de KARBON AYAK İZİ yasakları dayatılacak... Çalışan kesim karbon kısıtlamalarına zorlanacak...
Sera gazı olarak gösterilen Metan gazı bahanesiyle inekler doğrudan yok edilebilecek... Anayasada olduğu için inek sahibi olmak cezalandırılabilecek...
Tüm bunları sözde GÖNÜLLÜLÜK esaslı gösterip UYMAKLA YÜKÜMLÜDÜR diyerek yapacaklar... Yasal kılıf bulamadıklarında kurumlara esnafa GEREKMEKTEDİR şeklinde hükümsüz yazılar gönderecekler...
Hayatın her alanı iklim bahanesiyle kısıtlanacak... Sağlık, iç işleri, enerji, toplu ulaşım, topraklarımız, evlerimiz, havamız ve suyumuz...
Yıllardır gizlice yaptıkları CHEMTRAILS spreylemeyi artık açıktan yapacaklar... Hem güneşi kapatıp hem de havadan zehir yağdırarak ekini ve nesli helak edecekler...
Bugün sıcaklık değerlerini çarpıttıkları gibi yine verilerle oynayarak istedikleri her yeri kapatabilecekler...
Köylerde tarla sulamayı, ürün ekmeyi yasaklayabilecekler...
Şimdiye kadar gizlice uyguladıkları KARBON VERGİSİ sistemini artık açıktan uygulayacaklar... KARBON BORSASI kurulacak...
KARBON AYAK İZİ, SU AYAK İZİ, ORMAN AYAK İZİ, MODA AYAK İZİ.. diye diye İNSAN AYAK İZİ hayatın her alanından sıfırlanacak... Sokaklar köpeklere ve güneş karartıldığı için cinlere bırakılacak...
Bazı bölgelerde sokağa çıkma yasağı, araç kullanma yasağı getirecekler...
Bugün İngilterede olduğu gibi belirli bölgelerde hava kirliliği ilan edip o bölgelere girişleri yasaklayacaklar... Orada oturan halk arabasını dışarı çıkardığı anda İKLİM KAMERALARI tarafından yakalanacak... Bölgede araç kullananlar her ay bin dolara yakın karbon vergisi cezaları ödeyecek... Yani orada oturan halk işe gitmek için arabasını çıkardığı anda cezalandırılacak... İngilterede ULEZ ultra low emission zone diye başladı... Yani ultra düşük emisyon bölgesi...
Uçaklara, ulaşıma, kıyafetlere, et ve sütlere de karbon vergisi gelecek... Yeni kıyafet alımı zorlaştırılacak...
Tekstil sektörü suları kirletiyor diyerek.. Kölelik sistemine uygun ikinci el tek tip kıyafet sistemi yaygınlaştırılacak...
LEŞ YAPAY ET, LEŞ YAPAY SÜT VE PEYNİR yagınlaştırılacak... Avrupada olduğu gibi sözde kıtlık var diyip vatandaşa
BÖCEK yedirilecek...
Halk tepki göstermesin diye bu şeytanlıkları gizlice yapacaklar... Marketlerde satılan birçok et süt gıda sahte olacak, böcek içerecek ve bunu belirtmeyecekler bile...
Ellerinden gelse kurban bayramını da yasaklayacaklar...
Ama bunu açıktan yapamadıkları için sözde şap vs bahanesiyle kurban satışlarını başka yollardan engellemeye çalışacaklar...
Birçok hayvan yine itlaf edilecek...
Şu an zaten yapılmakta olan iblisin topraksız tarımı iyice yaygınlaştırılacak... Toprakta tarım yapanlara daha ağır yükler getirilecek...
Halk kullanmasın diye benzine yeni fahiş zamlar gelecek...
Şirketlere iklim ve karbon yükümlülükleri getirilecek...
Şirketler zorunlu KARBON EMİSYON RAPORU sunacak...
İşletmeler kurulurken
SERA GAZI EMİSYON İZNİ şartı olacak...
İklimcilerden izin almadan şirket kurulamayacak...
İklim zorbalıklarına uymayan şirketlere ağır yaptırımlar uygulanacak... Raporda yanlış bilgi verenlere para ve hapis cezası verilecek...
Ceza verilip emisyon izni iptal edilen şirketler gerekirse kapatılacak...
İKLİM KURULU ve alt kurulları oluşturulup ülkenin kaderi bunlara teslim edilecek... Küresel çete ne talimat verirse kuala lumpur halkına bunları dayatacaklar...
Tüm bunların yanı sıra DSÖ şeytanları ile yapılacak yeni anlaşma dolayısıyla DSÖ isterse her türlü iklim kapanması ve yasak uygulayabilecek...
Sonuç olarak iklim bahanesiyle ülkede resmen zulüm sistemi kurulacak...
Siyon liderlerinin protokollerindeki satanist küresel çetenin kölelik düzenine hızlı bir giriş yapılacak...
Bu şeytani düzen ELEKTRİKLİ ARABALAR, AKILLI KÖLE ŞEHİRLERİ projeleriyle desteklenecek...
Daha da kötüsü DİJİTAL PARA çıkarsa artık geri dönüşü olmayan KÜRESEL KÖLELİK sistemine tam anlamıyla giriş yapmış olacaksınız...
Taslak kanun maddelerine göre yorumladım...
Çıkarsa milleti yukarıdaki belalardan çok daha fazlası bekliyor...
Bugün Hollanda'da iklim bahanesiyle tüm inekleri öldürüp çiftlikleri kapatıyorlar... Birçok ülkede iklim yasakları çoktan başladı...
Yine de halk tepki göstermesin diye, halkın uzun süredir beklediği bazı yasaları da ekleyip
TORBA YASA şeklinde çıkarmak isteyebilirler...
İnşallah bu kanun çıkmaz...
Tek kurtuluş yolu islâm birliğini kurmak.
Yeniden Refah partisi genel başkanı Dr.Muhammed Ali Fatih Erbakan bey'ın İktidarinde
Lider bir Türkiye'nin öncülüğünde
D-8 Müslüman Ülkelerin birliğini harekete geçirip ve D-60 Müslüman Ülkelerin birliğini kurup ve Ezilen Sümürülen D-160 Ülkelerin birliğini kurup ve
Dünya'ya Milli görüş Hâkim'yetini kurmak.
..
TÜRKİYE İZZT*RA*İL’İ BOYKOT ETTİ, CHP TÜRKİYE’Yİ BOYKOT ETTİ. MİLLETİN SABRINI ZORLUYORSUNUZ. ASLINDA SİZ İÇ SAVAŞ İSTİYORSUNUZ. CHP ARTIK SİYASİ PARTİ DEĞİLDİR, TÜRKİYE İLE SAVAŞAN ÖRGÜTTÜR. BİR İÇ TEHDİTTİR! “İÇ İŞGALCİ”DİR! ENKAZ ALTINDA KALACAKSIN ÖZGÜR!
Türkiye İZZT*ra*il’i boykot etti,
CHP Türkiye’yi boykot etti.
Türkiye İZZT*ra*il’i durdurmaya çalışıyor,
CHP Türkiye’yi durdurmaya çalışıyor.
Türkiye soykırıma karşı insanlık safında yer aldı,
CHP Türkiye’ye karşı İZZT*ra*il ve soykırım safında yer aldı.
Bu CHP artık bir siyasi parti değil. Yeni tür bir örgütlenmedir… Bir iç cephedir, iç tehdittir… Türkiye ile içeriden savaşa tutuşmuştur.
BUNUN AĞIR BEDELİ OLACAK.
Bunun elbette bir bedeli olacaktır. Bin yıllık Anadolu tarihinde gördüğümüz yeni bir ihanet ortaya çıktı. Bin yıldır ne yapılıyorsa yine yapılacaktır!
Ortada bir genetik sorun var. Türkiye’den çok İZZT*ra*illi olan bu çevrelerin Türkiye ile bir genetik uyuşmazlığı var. Çünkü bu hal, bir siyasi anlayışın çok ötesinde, bir tür hastalık…
Ve Türkiye’yi içeriden kemiriyor çürütüyor. Artık bu haliyle iş “CHP meselesi” de değil. Bambaşka bir durumla karşı karşıyayız...
20 BİN BEBEK ÖLDÜRÜLÜRKEN, SOYKIRIMA DESTEK VERDİNİZ. VİCDANINIZ, İNSAFINIZ YOKTU…
20 bin bebek öldürüldü. Büyük bir soykırım yaşandı. Sistematik olarak çocuklar, kadınlar yok edildi. İnsan ırkını aşağılayan ne kadar barbarlık varsa sergilendi.
Onlar insandı. Onlar kimsesizdi. Onlar yeryüzünün yalnız bırakılan halkıydı. Bu kıyıma karşı dünya ayağa kalktı. Vicdanlar patladı. İnsanlar sokaklara döküldü. Avrupa şehirlerinde bile yüz binler Filistin için ağladı. Dünyanın bütün şehirleri harekete geçti.
Tek bir cümle etmediniz. Vicdanınız yoktu, insafınız yoktu. İZZT*ra*il’e, soykırımcıya arka çıktınız. İnsan ırkı için hiçbir değer yargınız kalmamışçasına barbarlığı alkışladınız.
BOYKOTLU İZZT*RA*İL MARKALARINI SATIN ALIP MİLLETE ŞOV YAPTINIZ
Türkiye dahil, hemen bütün ülkelerde, en azından bir yaptırımı olur diye, İZZT*ra*il markaları, şirketleri boykot edilirken siz buna katılmadınız.
Dahası boykot edilen ürünleri satın alıp soykırıma destek verdiniz. O markaları ayakta tutmaya çalıştınız. Boykot edilen kahve markalarına gidip görüntü verdiniz, dayanışmalar sergilediniz.
Oysa bu işin ideolojisi, dini, mezhebi, milliyeti yoktu. Burada sadece insanlık vardı ve siz insanlığın karşı cephesinde şov yaptınız.
“MÜSLÜMAN” OLAN, “TÜRK” OLAN HER ŞEYDEN NEFRET EDİYORSUNUZ.
Ama şimdi milli markaları, ürünleri boykot ediyorsunuz. Boykot etmeyi biliyormuşsunuz. Karşı çıkmayı biliyormuşsunuz. Ama insanlık için, ülkeniz için, devletiniz için, milletiniz için, vatanınız için değil…
Bütün bunlara karşı cepheye koşanlar olarak, Müslüman ve Türk yazan her şeyden nefret ediyorsunuz. Türkiye’ye özgü ne varsa uzak duruyor, cephe alıyorsunuz.
Türkiye’ye bir aidiyetiniz yok... Bu ülkenin değer ve kimliklerine bir saygınız yok, bir bağınız yok… Saygı göstermenin de ötesinde bizimle, ülkemizle, vatanımızla bir hesaplaşmanız var… Müslüman olan, Türk olan herkesle sorununuz var…
CAMİLERE, MEZARLARA SALDIRIYORSUNUZ. SURİYE’DE DE SOYKIRIMA DESTEK VERDİNİZ.
Camilere saldırıyorsunuz. Mezarlara saldırıyorsunuz. Namaz kılanlara saldırıyorsunuz. Ülkenin Cumhurbaşkanı’na, ailesine, geçmişlerine küfürler ediyorsunuz.
Şehzadebaşı Camii’nde insanlar namaz kılarken davul zurna çalıp halay çekiyorsunuz, rahatsız ediyorsunuz. Namaz bittikten sonra da oradan ayrılıyorsunuz.
Siz bu gaddarlığınızı, İslam düşmanlığınızı, Türkiye düşmanlığınızı Suriye savaşı sırasında da gösterdiniz. On binler, yüz binler katliama uğratılırken, Suriye’nin Baas rejimini, soykırımcı rejimini savundunuz. İnsanlığın safında yer almadınız. Yine soykırımcıların yanında yer aldınız.
Vahşetten kaçıp ülkemize sığınanlara akıl almaz aşağılamalar, düşmanlıklar, kötülükler yaptınız. Yine insanlık safında yer almadınız. Yine zulmün, kötülüğün yanında saf tuttunuz.
MİLLETİN SABRINI ZORLUYORSUNUZ. MEZHEP ÇATIŞMALARINI SİZ ÇIKARDINIZ. ASLINDA SİZ İÇ SAVAŞ İSTİYORSUNUZ!
Şimdi aynı örneği bir kez daha sergiliyorsunuz. Yolsuzluğu ile İstanbul ve Türkiye’yi ahtapot gibi saran şebekenin başındaki adamı, kendince terör örgütü yapılanması yapan adamı gerekçe göstererek yeniden Türkiye içinde saldırılara giriştiniz.
Yakıyorsunuz, yıkıyorsunuz, saldırıyorsunuz, sessiz çoğunluğun sabrını zorluyorsunuz, bir iç çatışma çıkarmak için inanılmaz tahrikler yapıyorsunuz.
Daha önce etnik savaşları sizdeki bu kafa yüzünden yaşadık. Mezhep çatışmalarını bu yolla siz çıkardınız.
SİZ ASLINDA TÜRKİYE İLE SAVAŞIYORSUNUZ. BİR “İÇ İŞGALCİ”SİNİZ.
GEZİ’de terör üzerinden rejim devirmeye kalktınız. Sizi İstanbul sokaklarında Alman, ABD ve İngiliz istihbarat elemanları yönetiyordu. “Türkiye’yi yıkacağız” diyordunuz.
15 Temmuz’da Türkiye’ye müdahale eden dışarıdan güçlerle ortaklık yaptınız. İşgal güçleri ile birlikte hareket ettiniz. Türkiye’yi küçültmeye, parçalamaya dönük saldırılarda kapıyı içeriden açıp alçakça iş birliği yaptınız. Siz aslında bir “iç işgalci”siniz.
Bütün gerekçeleriniz bahane… Bütün itirazlarınız uydurma… Siz Türkiye ile savaşıyorsunuz. Bu amaçla her zaafı, her ihtimali, her gerekçeyi kullanıyorsunuz. Türkiye’yi küçültmeye dönük bütün senaryolar sizin üzerinizden uygulanıyor.
.
LAİK TÜRKİYE'nin KADERİ
..........................................................
Çok önem verdiğim bir konuyu yazacağım,müsaadenizle...
Yeni Türkiye'nin çok önemli kırılma yılları vardır..
Bunlar sırasıyla 1923,1960,1993,28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 yıllarıdır..
Bana göre en önemli KIRILMA YILI 27 MART 1923'tür..
27 Mart günü bize çok şeyleri çağrışım yapmaktadır..
Nedir o ?
27 Mart 1923'de Türkiye'nin beşeri kaderinin çizilmesine imkan veren
Milletvekili Ali ŞÜKRÜ BEY'in şehit edilme olayının gerçekleşmesidir.
Ali Şükrü Bey 1.Meclis'te adeta tek başına muhalif bir devlet gibi idi..
Atatürk'ü en fazla tenkit eden birisi iken,
Zaman geldi birbirlerine çok sert cümlelerle saldırmışlardı,
Zaman geldi boğaz boğaza gelip yumruklaşmalarına ramak kalmıştı,
Zaman geldi eller tetikte silah kullanma pozisyonları olmuştu..
Ali Şükrü Bey cesur,İngiltere'de okumuş,hitabeti mükemmel ve
İdeolojik olarak müslüman bir görüntüde idi..
Millilik yanı ağır bastığı için Lozan'da verilen tavizleri
Günlerce Meclis'te en sert bir şekilde tenkit ediyordu..
Lozan görüşmeleri 20 Kasım 1922'de başladı ancak 4 Şubat 1923'de ara verilmişti.
İşte bu arada yani 21-27 Mart 1923'de Meclis'te kıyametler kopuyordu..
1.Meclis'in Lozan'ı kabul etmesine imkan yoktu..
Bunun sebebi ise en başta Ali Şükrü Bey'in itirazları idi...
Bu durum Atatürk'ü derinden etkiliyordu..
Hatta Ali Şükrü Bey'in TAN gazetesi de çıkarmaya başlamasını
Atatürk yaveri Abbas Gürler'e kızarak:
"Ali Şükrü Bey gazete çıkaracakmış ve siz uyuyorsunuz.
BU MATBAAYI YAKIP YIKIN" diye emirler veriyordu..
İşte ne olduysa bundan sonra oldu ve
Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923'de Atatürk'ün güvenliğini sağlayan
Topal Osman ve arkadaşları tarafından şehit edilir..
Meclis'te kıyametler kopmaktadır..
Hele hele Hüseyin Avni Ulaş'ın konuşmaları vardır ki,
Topal Osman'a Ali Şükrü Bey'in öldürülme emrini kim verdiyse,
Onlar kim olursa olsun deyip asılmalarını isteyecek çok sert sözler sarfetmişti..
Ali Şükrü Bey'i şehit eden Topal Osman sağ yakalanmasına rağmen
Kasıtlı olarak öldürülerek bu siyasi cinayetin arka plânı gizlenmişti..
Ali Şükrü Bey şehit edildikten 3 gün sonra 1 Nisan'da Meclis seçim kararı alır...
16 Nisan'da son toplantısını yapar ve 28 Haziran 1923'de seçim yapılır
2.Meclis içinde olan tüm muhalefet milletvekilleri tasfiye edilir ve seçime sokulmaz..
Bu arada yarıda kesilen 2.Lozan görüşmeleri de 23 Nisan 1923'de yeniden başlar..
24 Temmuz 1923'da LOZAN İMZALANIR..
11 Ağustos 1923'de 2.Meclis açılır ve
Bu Meclis 23 Ağustos 1923'de Lozan'ı kabul eder..
Burada dikkat edilecek olan şey:
Daha yeni Türkiye Devleti kurulmamıştı..
Devlet Başkanı olarak 2.Abdülmecid Halife olarak durmaktadır..
Ne "cumhuriyet " ilan edilmiş
Ne de Başkent Ankara belirlenmişti..
Son olarak şunu ifade edeyim ki,
Bunu şimdiye kadar kimseden de duymadığım bir yorum getireyim..
Eğer Ali Şükrü Bey şehit edilmeseydi,
Ne Lozan bu şekilde kabul edilecekti,
Ne Meclis'in devamı muhalefetsiz kalacaktı,
Ne Halifelik kaldırılacaktı,
Ne de Batı'nın tüm kanunlarının alınıp
SEKÜLER ve LAİK BİR DEVLET KURULACAKTI..
Çünkü Ali Şükrü Bey çok farklı bir müslümandı ve
Böyle bir süreci yaşattırmazdı..
Not:Ali Şükrü Bey'i kimler şehit etti diye
1992 yılında Refah Partili milletvekili HASAN MEZARCI bir araştırma önergesi verir..
Buna imza atanlardan birisi de şehit MUHSİN YAZICIOĞLU'dur..
İkisinin de başına neler geldiğini herkes bilir..
.
https://www.facebook.com/100012222841012/videos/1831933207253765
https://www.facebook.com/61567101750363/videos/1239000951117111
https://www.facebook.com/61567101750363/videos/1171882657646190
https://www.facebook.com/reel/1614832982629958
https://www.facebook.com/ilginckonuhaber/videos/800277018845223
Ecevit sağ kolu olan, Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’i, ABD’ye yalvarmaya gönderir..
İhsan Sabri Çağlayangil diyor ki;
Bakın burası çok önemli..
“ilk kez ERBAKAN sayesinde Bakanlık zevkini tattım.”
Bundan sonrasını,
İhsan Sabri Çağlayangil’den dinleyelim...
Amerika’ya gittim, Başkan Jimmy Carter’dan 10 dakikalık bir randevu için 20 gün bekledim, nihayet randevu alabildim.
Odasından içeri girdiğimde Carter, odasında elleri arkasında, ayakta ve camdan dışarı bakıyordu, selam verdim, dönüp bakmadı bile anlaşılan azarlanacaktım, bana yüzünü bile dönmedi ve ben cesaretimi toplayarak daha önce ezberlediğim kısa metni konuşmaya başladım.
‘Sayın Carter malumunuz uyguladığınız ambargo ekonomik olarak bizleri son derce zor durumda bıraktı, bunun kaldırılmasını istiham ediyoruz, falan filan...
Carter hiç oralı değil, ve ben son derece tedirginim o sırada Carter’ın masasının üzerinde duran 10 kadar telefonun, kırmızı renkli olanı çaldı.
Telefonun kırmızı renkli olması önemli bir hat olduğunu düşündürdü.
Carter telefonu aldı, ahizeyi kulağına götürdü bir kaç saniye sonra yüzünde hayret ve endişe ifadesi belirdi.
Telefonu kapadı ve bana doğru dönerek,
‘Sayın Çağlayangil böyle önemli bir konu ayak üstü konuşulmaz, isterseniz bunu akşam yemeğinde görüşelim’ dedi ve zoraki gülümsedi.
bizim lehimizde ve bunların aleyhinde bir durum gelişmişti.
- ne oldu sayın Carter demin hiç pas vermiyordun, beni adam yerine bile koymuyordun şimdi de akşam yemeğine davet ediyorsun..??
- sizin geçimsiz ortağınız Prof.Dr.Necmettin Erbakan ve arkadaşları bakanlar kuruluna baskı yaparak, ABD’nin Türkiye’deki tüm üslerine el koydular.
Bir anda kendimi Carter’dan üstün gördüm.
O ezik halimden hiç bir iz kalmamıştı.
Göğsüm kabarmıştı.
RAHMETLİ ERBAKAN BÖYLE BİR DEVLET ADAMIYDI..
ALLÂH (CC) ERBAKAN’A RAHMET ETSİN.
Üsleri kapatma konusuna gelince..!!
Hoca, 74’te Kıbrıs’a çöktüğü vakit tüm Cihan durdurmaya çalışmış, hatta NATO bile sert tedbirler almıştı,
lakin yine de durduramadılar hocayı
Durdurabildiklerinde ise,
Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs’ın yarısını almıştı..
bunun üzerine ceza olarak Türkiye’ye silah ambargosu uygulandı, bir tek mermi dahî satmadılar bize..
(Libya Devlet Başkanı) Muammer Kaddafi’nin dışında tabi,
bir tek o adamcağız bize silah desteği sağladı.
Türkiye Avrupa ve ABD ile çetin pazarlıklar etse de, hiçbir sonuca ulaşamadı..
Hoca da restinize rest ulann diyerek;
İncirlik dahil ülkemizde bulunan 5 ABD üssüne el koyarak kapatmıştır..
taa ki, 80 darbesine kadar
Bizim çocuklar dedikleri Kenan Evren ve ekibi darbe yaparak hocayı indirmeyi başarmışlardı..
İlk iş olarak kapalı olan ABD üslerini açtılar tabi.
vaktinizi aldım helal edin hakkınızı.
.
TEHLİKELİ SULARDA YÜZEN SİYASÎ PARTİ GÖRÜNÜMLÜ KRİMİNAL ÖRGÜT İŞ BAŞINDA
Dünya'nın hiçbir ülkesinde, halk sokağa çıkıp da hırsızlığı, yolsuzluğu, suç örgütü kurup yönettiği, rüşvet aldığı, rüşvet vermeyi reddedeni tehdit ettiği, mafyavarî yöntemlerle haraç kestiği, terör örgütleriyle işbirliği yaptığı ve buna benzer daha nice suçları belgeleriyle birlikte kabak gibi ortaya çıkan birini savunmaz. Bu garabet, ancak bizim ülkemizde toplumun belli bir kısmının nev'i şahsına münhasır bir haslettir.
Düşünebiliyor musunuz, her ne kadar Işid ve El Kaide gibi terör örgütlerini kendileri kurmuş olsa, ve hattâ Başkan Trump gerçeği "Işid'i biz kurduk" diye itiraf etse de, misalen, diyelim ki New York Belediye Başkanı olan kişinin yolsuzlukları ve bu terör Örgütlerine para aktardığı belgeleriyle ispatlansa başına neler gelirdi? Bunu hayal edebilir misiniz?
Ben iddia ediyorum, Bırakın New York Belediye Başkanı'nın diğer yüzkızartıcı yolsuzluklarını, bu terör örgütleriyle olan bağı ortaya çıktığı dakikada süblimleştirirler onu. Yani katı haldeki vücuduna sıvı hal evresini hiç yaşatmadan doğrudan doğruya gaz haline getirip buharlaştırırlar adamcağızı.
İzi tozu kalmaz zavallının.
Parti Örgütleri'nin ileri gelenleri ve yazar çizer tayfası, mankurtlaşmış seçmenlerini canhıraş bir şekilde, iki gündür habire sokağa çağırıyorlar. Üniversite Öğrencilerini tahrik edip sokakları karıştırmaya çalışıyorlar.
(Bu yola tevessül edeceklerini de öngörmüştük) Bağırıp çağırarak ve yakıp yıkarak haklı çıkabileceklerini sanıyorlar. Yahu kardeşim, haklıysanız, çıkın ve "Şundan şundan dolayı haklıyız, aha da belgeleri!" deyin, kendinizi aklayın. Biz de özür dileyelim. Bu nedir Allah aşkına!
Nedir bu ülkenin sizden çektiği yahu!
Siz haklı değilsiniz. Siz, suçluluk psikolojisi ile bağırıp çağırarak, vurup kırarak üste çıkmaya ve suçunu örtmeye çalışan bir acayip varlıklarsınız.
Açılan soruşturmalar ve gözaltına alınmaların tamamı, artık çuvala sığmayan yüz kızartıcı yolsuzluklar ve teröre verilen destek nedeniyle kendi partilileriniz tarafından ihbar edilmiş ve kendi partilileriniz tarafından savcılıklara suç duyurusunda bulunmuş. Bu gerçeği biraz aklı başında olan kendi yandaş gazetecileriniz bile itiraf etti. Bunu cümle alem biliyorken, neden açılan soruşturmaları ve gözaltı kararlarını ısrarla siyasî zemine çekmeye çalışarak mankurt seçmenlerinizi kışkırtıyorsunuz?
Buna hiç utanmıyor musunuz?
Mensubu olduğunuz zihniyetin en radikal elemanlarından biri olan Sezgin bile, daha seçimlere 3 yıldan fazla bir süre olduğu halde, yangından mal kaçırır gibi tek adaylı ön seçimle aday belirleme saçmalığını hayata geçirmenizin nedenini, "Biz bu önseçimi, açılacak soruşturmalardan Ekrem'i korumak için tasarladık" diye itiraf etti be! Daha başka söze hacet var mı?
Yani ortada seçim meçim yokken "Bizim adayımız bu" denilecek ve bu sayede hükümet de, Ekrem'in yaptığı yolsuzluklardan dolayı "Bakın gördünüz mü, Tayyip siyasî rakibinden korktuğu için onun üzerine gidiyor gibi algılanır" diye soruşturma açmaktan çekinecek ve hukuku süreçleri başlatamayacak. (Ki zaten her şeye rağmen yine de hukukî süreçlerin pimini hükümet değil, ihbar dilekçelerini savcılıklara veren kendi partilileri çekmişler.) Böylelikle de, Ekrem'e bir nevî sağlam bir siyasî dokunulmazlık zırhı giydirilecek.
Şimdi böyle bir durumda, diploma meselesi de dahil olmak üzere, işlenen suçları bizzat kendi zihniyetine mensup kişiler ihbar etmişken, devletin hakimi ve savcısı operayon yapmak üzere polisleri harekete geçirmeyecek de, olan biten bütün bu yolsuzlukları oturup seyir mi edecek? Hangi medeni ülkede böyle bir göz yumma olabilir? Böyle bir aymazlığı, değil medeni bir ülkede, tabeladan ibaret muz cumhuriyetlerinde bile göremezsiniz. Üstelik ihbar edenler de kendinizden olduğu halde, bir de hiç utanıp sıkılmadan "Hükümet Ekrem'den çekindiği için kasıtlı olarak operasyon yapıyor" yalanı ile seçmenlerinize ossuruk hammaddesi verip sokakları yakıp yıkmaya davet edeceksiniz öyle mi?
Yazıklar olsun size be! Yazıklar olsun!
Ama merak etmeyin, bu devlet sizi de zartıl zartıl ossurtturacak. Az kaldı...
Hiç kimse endişelenmesin. Devletimiz hiç olmadığı kadar güçlüdür. Yaptıkları asla yanlarına kâr kalmayacak. İnsanları sokağa çağıranların yaptığı bu çağrılar da karşılıksız kalmayacak. Bugüne kadar kalıyordu ama artık Devletimiz buna izin vermeyecek. Bunun tek bir istisnası olacak. Sokakları yakıp yıkanların yediği joplar ile bu soğukta yedikleri tazyikli su ve biber gazları yanlarına kâr kalacak.
KEL ALİ CİNAYETLERİ


TEK PARTİ DÖNEMİ;

cellat Manastırlı Kara Ali, kendi açıklamasına göre;
1920 yılından 1932'ye 12 yılda 5 bin 216 kişi astı.
Bugünün parasıyla 25 milyon lira kazandı...
"SADECE KONYA'DA 3 BİN KİŞİ ASTIM.
ASTIĞIM HER ADAM İÇİN 5 LİRA ALDIM..."
CHP Afyon Milletvekili Kel Ali'nin başkanı olduğu Ankara Gezici İstiklal Mahkemesi,
şehir şehir dolaşıp Şapka Kanunu'na karşı gösteri yapanları asıyor. Daha doğrusu salben
asılmasına karar veriyor. Hükmü, yanlarında taşıdıkları cellat Kara Ali yerine getiriyor.
Katliam ekibi, 3 otomobille seyahat ediyor. Birinci otomobilde 3 CHP milletvekilinden oluşan
Üç Aliler Divanı bulunuyor. Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali. İkinci otomobilde yine bir Ali var.
Manastırlı cellat Kara Ali ve yedeği... Üçüncü otomobilde ise bu katliam ekibinin korumaları,
askerler bulunuyor. Üç Aliler'in cellat Kara Ali'yi yanlarında taşımalarının sebebi şu.
Adam asacakları zaman yerel cellat bulamıyorlar. Cellat Kara Ali, idam ettiği her adam için
devletten 5 lira alıyor. Hesaba göre, adam asarak 25 bin liradan fazla para kazandı.
Bir altın 5 lira olsa, 5 bin altın eder. 25 milyon liradan fazla..
Konya’da İstiklal Mahkemeleri 6529 kişiyi idam etti
Cellat Kara Ali, Konya İstiklal Mahkemeleri, Konya'da idam edilenlerin sayısı
TBMM Arşivi Konya İstiklal Mahkemeleri T2 dosya no:274 Karar defteri 4,2 Taksim B Karar No:276
Onlarca ulema , binlerce müslüman, on binlerce Konya’nın Hadim’den Ermene’ğine, en önemlisi Bozkır’ından insanlar
İsmet Paşa’nın bir şifre telgrafıyla demiştir ki;
”Bütün bir Konya bölgesi irticaya müsait bir bölge olduğundan, gericiliğe müsait bir zemin oluşturduğundan Konya halkının bütünüyle tutuklanmasına…”
Dünyanın yüzkarası tlgrafıdır bu.
Bir Kominist Allah’sızın kitabından okuyorum diyor ki:”Yazık oldu Konyalılara, (20 yıllarındaki nüfusunu düşünün) bir tek Bozkır’da 780 kişi idam edildi” diyor.
TBMM Arşivi Konya İstiklal Mahkemeleri T14 No5 Zarf48
Bozkırın nufusu o tarihte köyleriyle birlikte bütün erkeklerinin idam edildiğini gösterir.
Konya merkezinde 2300 kişi anında tutuklanmış, 805 kişi 3 gün içerisinde sırayla idam edilmiştir.1495 kişide tutuklamarla kürek, kala,
bende ve ömür boyu gibi çeşitli cezalar ile cezalandırılmıştır.
Suçu ne? Yav daha makamı hilafet var.Bu adam hilafet istedi diye niye hapse atıyorsun?
Herşey bahaneydi…
”Çay kahve bahane, gönül sohbet ister” diyor ya şair..İstiklal mahkemeleri bahaneydi, gönül müslüman idam edilmesini istiyordu.
Yer yine KONYA, 15 Kasım 1920
Bir adet istiklal mahkemesi görevini tutukluların çokluğundan yapamadığı için o bölgenin komutanı İsmet Paşa’ya haber gönderir,
İstiklal mehkemesi yetmiyor diye.4 tane istiklal mehkemesi daha gönderir.
Harp divanı denilen yerler vardı.Yargılamasız idam eden mahkemeler…Adam hukukçu değil, ”gel bakalım sakallısın, sarıklısın, şalvarlısın” gereği düşünüldü idam…
O istiklal mahkemeleri de yetmedi.10 tane de HARP DİVANI gönderildi.Gönül müslüman öldürmek istiyordu…
İstiklal Mahkemeleri 1928 yılında bitmiştir. 8 yıl aralıksız hizmet veren İstiklal mahkemesinin Başkanı Kel Ali, yaptığı basın toplantısında diyor ki;
biz 8 yılda sadece ve sadece 2875 kişiyi idam ettik.” Bu resmi rakam.Şimdi 2875 kişiyi duyunca içleriniz ürperiyor.
Adamların resmi rakamı bu.Ben gerçek rakamı söyleyeceğim şimdi size.Onlardan sadece 1 cellatın hatırasını naklediyorum. Cellat KARA ALİ…
1928 yılında ”son tevrat” gazetesinde yayınladığı hatıralarında diyor ki ”bizim patronlar yalan söylüyor.
O kadar cellatın içinde sadece benim CELLAT KARA ALİ olarak idam ettiklerimin sayısı” sıkı durun üstelik hepsi alimdi, hepsi sakallıydı, şalvarlı ve cübbeliydi.
”Sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216 dır” diyor.
Bu kadar dedemiz, efendimiz, seyyidimiz, hocalarımız idam edilmiştir. H.H.C.
İşte bir ülke gerçeği….
Kurtuluş savaşın da, çanakkale savaşın da canını malını feda etmiş, evlatlarını feda etmiş olan dedem savaştan döndüğü
zaman başına neyin geleceğinden habersizdi.Vatan kurtulmuştu ama….Milleti cihad için coşturan, küffara karşı gayrete getiren ve ilk kurşunu kendi
sıkan dedem, hocam, şimdi idam sehpasındaydı ve son nefesini veriyordu…
Her ne kadar ölüm emrini Kel Ali’ler veriyor olsa da aslında paşa ve büyük komutan olarak tanıtılan insanlar imzalamıştı idam fermanını.
Hem de mahkemeler kurulmadan çoook önce…Ne acıklı bir tablo…
İdama giden dedem öleceğine üzülmemişti belki… Onları üzen ”biz de müslümanız” diyenler tarafından öldürülmeleriydi.
Benim dedem ”Müslümanı müslümana mı kırdıracağız” diyerek ayaklanma çıkarmayacak kadar medeni ve insani idi.
Devlet düşmanlarına bile idamı çağdışı gören bir zihniyet acaba vatan aşkı ile yanan, saf ve temiz bir neslin, hunharca ve katledilmesine ne derece tepki gösterebilir…
NE ZORLUKLARLA KURULDU…
Şimdi düşünüyoruz, acaba cumhuriyetin kurulmasından bahsedenler, ”ne zorluklar ile kuruldu” derken bunu mu kastediyorlar? Yani bir
cellada düşen 5216 kişinin idam edilmesinin, sayının çok olması sebebiyle verdiği zorluğu ve sıkıntısını mı hatırlatıyorlar? Bilemiyoruz….
Bu acı gerçekleri geçmişte müslümanlara neler hıyanetler yapılmış zulmün azamisi yapılmış inançlı
insanların ibadetleri yasaklanmış

idam edilmiş…



daha neler neler???!!!
.
Bir sol, kemalist, CHP li yandaş böyle yazmış. Hukuk çökmüş

Hayırdır!..
*** ** ****
-28 şubatta paşaların yargıya verdiği brifingte HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ ?
-Eski Adalet Bakanı Mehmet Moğultay ve Alevi dedesi Adalet bakanı Seyfi Oktayın ALEVİ, SOL kadrolaştırdığı zaman ve buna tepki gösterildiğinde.
-Ne yani MHP lileri mi dolduracaktım yargıya, dediği zaman HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ ?
-Darbe çanağı yalamış paşaların yolu adliyeye düştüğü zaman bir paşanın:
- 11 Ağır cezaya gönderin, BİZDEN. ses kaydı düştüğünde İnternete HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ ?
-Yargıtay Bşk. Sami Selçuk

1999-2002) Vicdanınızla cüzdanımız arasına sıkıştık dediği zaman HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ?
-Cumhuriyet Baş Vampiri Vural Savaşın Refah Partisi kapatma davasında delil olarak hep gazete KÜPÜRLERİNİ delil gösterdiği, Kan içici vampirler, metastaz yapmış ur diye inanan kesime galiz ifadeler sarfettiğinde HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ ?
-Başı kapalı olarak meclise girdiği için, Ecevitin :Burası, DEVLETE MEYDAN OKUMA yeri değildir, deyip Milletvekili Merve Kavakçı ya milletvekili yemini yaptırmayıp, TBMM kapısının önüne konduğu zaman, HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ?
-Yine başı kapalı olduğu için ikna odaları kurulan, okuma imkanları ellerinden alınan kızlarımız katsayı zulmüne maruz bırakıldığı zaman, okulunda 1.Olduğu halde sırf başı örtülü diye ödülü VERİLMEYEN kızımızı timsah göz yaşı akıtarak, zevkten dört köşe seyrettiğiniz zaman HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ?
-Laikliğe aykırı, İRTİCA GEREKÇESİ ile Hanımının başı kapalı olduğu için, inancını yaşadığı için ordudan binlerce subay ve Astsubay atıldığı zaman HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ?
-Atatürk ve CHP zamanında Kürtlere konuşma yasağı getirildi, kılığına, KIYAFETİNE karışıldığı zaman HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ ?
-Zorla bu millete deli gömleği giydirir gibi diktatör inkilaplarının bu millete dayatıldığı zaman HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ?
-Cumhuriyet Kurulduğundan ta 1946 ya kadar tek parti ile ülke yönetildiği zaman, başka partiye müsaade edilmediği, açık oy, gizli tasnif oyların sayıldığı zaman
HUKUK ÇÖKMEDİ Mİ?
ÇÖKTÜ.
O zaman neredeydiniz?
Dikkat buyur sanız hep sizlerin iktidarı olduğunuz zaman HUKUK ÇÖKMÜŞTÜR.
Ortak paydanız ne biliyor musunuz :
CHP, KEMALİZM, SOL, ALEVİLİK.
Yani, Mutlu, azgın azınlık. Bir avuç tuzu kuru takımı.
Sizlerin bu ülkeye zerre kadar kadar bir faydası olmadı. ZERRE KADAR.
Ne kadar fitne, fesat örgüt var ise hep onlarla iş tuttunuz.
Ne kadar Türkiye düşmanı emperyalist ülke var ise onlarla kapalı kapılar ardında iş tuttunuz. Ülkenizi bunlara ŞİKAYET ettiniz, UTANMADAN. Ne kadar FİTNE varsa başrolde hep siz var oldunuz. SİZ.
Mağdur siz olunca Şimdi kalkıp hukuğu yerden yere vuruyor sunuz aklınız sıra ha?
HAYDİ ORDAN, VATAN HAİNLERİ. HAYDİ ORDAN.
İngilizler geçen yüzyılda eline ayağına dolaşan üç büyük imparatorluğu böldü parçaladı..küçük ülkecikler haline getirdi.. Böylece tüm dünyayı Sömürgesi haline getirmeyi başardı..Yetmedi..Bu yüzyıl içinde, mayınlarını döşedi ve vakti gelince patlatmak üzere üzerlerini örttü...Plan sinsiceydi... Her yüzyılda bir yenilenen Dünya düzeninin, yeniden düzenlenme vakti geldiğinde, düğmeye basacak, tüm mayınları patlatacaktı... Tüm ülkeleri savaşlarla hastalıklarla yoracak ezecek sonra da kolayca yutacaktı...Plan çok dahiyaneydi...
Gelin görünki; hangi liderler, bu mayınları farkedip,patlamadan etkisiz hâle getirmek istese,bunun için harekete geçse, bunu canıyla ödedi..Kennedy, Turgut Özal, Saddam Hüseyin, Kaddafi bunlardan sadece bir kaçıydı...
Peki neydi bu mayınlar..? Ülkeler arasında anlaşmazlığa ve savaşa sebebiyet verecek, küçük toprak parçaları..Mesela Rusya ile Ukrayna arasına donbas'ı yerleştirdi..Türkiye ile Yunanistan arasına Kıbrıs'ı , Azerbaycan ile Ermenistan arasına karabağ'ı, Hindistan ile Pakistan arasına Cemmu ve Keşmir'i, Ortadoğu topraklarına terör örgütlerini yerleştirdi..Bunun dışında, yine Ortadoğu'daki ve Anadoludaki toprakları kolayca bölüp parçalayabilmek adına, bu topraklara etnik köken ve mezhep savaşlarını başlatabilecekleri piyonlarını yerleştirdi...
Yetmedi..Türklerin başlarına sabetayları..İranın başına üç dinli yahudileri, suudların başına vehhabileri, Amerikanın başına evenjelistleri, Avrupa ülkelerinin başlarına ingiliz kraliyet ailesinden asilleri,Rusyanın başına kripto yahudileri, Afrika ülkelerinin ve diğer ülkelerin başlarına kendi seçtikleri kuklaları musallat ettiler.. Böylece canları istediğinde, istedikleri mayını patlatıp, dünya savaşını başlatacaklar, ülkeleri ekonomik siyasi ticari yönünden iyice yorup,yeniden daha ufak parçalara bölüp yutacaklardı...Olacak gibi oldu...
yüz yılın sonu yaklaşırken ortadoğudaki ülkeleri harabe hâle getirdiler..İyice çiğnediler..Yutulacak lokmalar hâline getirdiler..Ama olmadı..Tam 'diz çöktürdük' derken, suriyedeki bölüp parçaladıkları gruplar dün itibariyle masaya oturdu..Barış imzaladı...
"Bu ülke bizim..Hepimizin..Dışarıdan müdahale kabul etmiyoruz" dedi...Onların barışacağı haberini alan ingilizler son bir hamleyle;
"Suriyede alevileri katlediyorlar" diye bir curcuna çıkartıp, oraya müdahaleyi legal hâle getirecekti..Denedi..Ama yönetim elini çabuk tuttu...İngilizlere geçit vermedi...ingilizler burada şoku yaşadı.. Ama bu yaşadığı ilk şok değildi... Aynı şok'u karabağda da yaşamıştı...
Karabağ üzerinden Ermenistan ile Azerbaycan'ı savaştırmaya kalktılar...Olmadı...Ermeniler sıkıntı çıkartmadan karabağı boşalttı ve Azerbaycana teslim etti..ingilizlerin buradaki hayalleride suya düştü...
Rusya ile Ukraynayı donbas üzerinden savaştırdı..İki ülkeyide yeterince yordu..Şu günlerde bu iki ülkeyi masaya oturtmak için şartları oluşturmaya çalışıyor..İkisinede sevr benzeri bir anlaşma imzalatmanın hayallerini kuruyor..Ama inşallah bu noktada da hayalleri suya düşecek...
Gelelim Afrika ülkelerine..iki yüz yıldır Afrikalıları iç savaşlarla ve açlıkla köşeye sıkıştıran, onların yeraltı madenlerini ellerinden alan ingiliz ve fransızlara karşı, yeni bir rota çizen Türkiye, iki yüz yıldır sömürülen afrika ülkelerini de kendi kaderlerine terketmedi..25 yıldır elimiz üzerlerinde...O ülkelerle ticari anlaşmalar yapıp, ticaretlerini güçlendirmek için uğraşıyoruz...Onları ingilizlerin ve Fransızların insafına bırakmak yerine, dürtüyoruz..uyandırıyoruz.."Sizi sömürmelerine izin vermeyin " diyoruz..Yirmi yıl önce Afrikadan büyük topraklar kiralayarak, "burada bizde varız..Bizim olduğumuz yerde kimse kimseyi sömürge haline getiremez" diyoruz...
Gelelim Türkiyeye... İngilizlerin Türkiye içinde çok güzel çok etkili planları vardı...Önce Türkiye ile Yunanistan üzerinden denediler olmadı..50 yıldır terör üzerinden oynuyorlar olmuyor.. etnik köken ve mezhep çatışması çıkarmaya çalışıyorlar.. olmuyor...Bizler, attığımız diplomatik adımlar ve 2000 yıllık devlet aklı ile yaptığımız planlar sayesinde, bir yandan yüz elli yıllık yaralarımızı sarmaya çalışırken, diğer yandan ülke içerisine yerleştirdikleri mayınları temizlemeye çalışıyoruz...İngiliz p*çler her alanda düğmeye basıyorlar...siyaset, ticaret, hukuk, etnik köken, spor, eğitim öğretim,ekonomi, dernekler vakıflar, aklınıza gelen her alanda içimize yerleştirdikleri kriptoları harekete geçiriyorlar..Ülkeyi kaosa sürüklemek için resmen ter döküyorlar ..Ama olmuyor..Neye dokunsalar, her taşın altından devlet çıkıyor..Yapamıyorlar... Yapamayacaklar. yüz küsür yıl önce yıktıkları dünyayı bir kez daha yıkmalarına izin vermeyeceğiz biiznillah..itlerini de bitlerinide perişan edeceğiz..Seslerini soluklarını keseceğiz...Müslüman Türk aklı sadece Anadoluda değil artık...Amerikadayız...İngilteredeyiz..Rusyada,ortadoğuda, hindistanda pakistanda, asyada avrupada.kısacası heryerdeyiz...Dün suriyede hayal kırıklığına uğradılar..Artık her noktada hayal kırıklığına uğrayacaklar biiznillah...İngiltere Amerika avrupa bu yüzyılda acı çekmek yıkılmak, geri çekilmek, sinmek, susmak neymiş tadacak...
De hadi tüm şeytanlar gelsinler bakalım... Bismillah diyelim... Biiznillah diyelim...
Surda bir gedik açtık..Mukaddes mi Mukaddes..
De hadi kahpe in*giliz, artık hangi yönden esersen es.
.BİR ŞANLI DİRENİŞİN ADIDIR ÇANAKKALE!
Her yıl olduğu gibi bu yıl(2007) da“18 Mart Çanakkale Zaferi" farklı etkinliklerle kutlandı. Şehit ve gazilerimizin konu edildiği bir programda “SERVER VAKFINDA” düzenlendi. Program konuğu: G.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Yard. Doç.Dr. İsmail Cansız’dı. "Çanakkale Savaşları ve Dünya Milletlerinin tarihinde ki dönüm ve kırılma noktaları” konusunda ilginç ve bir o kadarda önemli sözler söyledi. Bizde sözleri yazıya dökerek siz okurlarımızla paylaşmak istedik.
Yard. Doç.Dr. İsmail Cansız;
- Tarihimizin en önemli kırılma noktalarından birini “Çanakkale Savaşı oluşturmaktadır. ”dedi ve devamla “Çanakkale savaşına Akdeniz kıyılarında müttefik kuvvetlerin gemilerini bombalayan daha sonra Karadeniz'e geçip Osmanlı bayrağı çekerek Rus limanlarını topa tutan Alman savaş gemilerinin hareketi, savaşa girmeme çabalarına rağmen, Osmanlı Devletini savaşa girmek zorunda bırakmıştır.
Osmanlı Devleti, kendini bir anda savaşın içinde bulduğundan. Enver Paşa Savaşa girmenin oldubittiye getirildiğini anlatmaya çalışırken, olayı anlamayıp soranlara " Bir oğlumuz" oldu diye izah ediyordu. “Bu arada Enver Paşanın hataları olsa da samimiydi." Diyen konuşmacı sözlerinin devamında; İngiliz - Fransız önderliğindeki müttefik devletler, Boğazlara hâkim olmak için, çok kolay ele geçireceklerini planladıkları Çanakkale'ye saldırdılar. Çanakkale operasyonunu Birleşik Krallık Donanma Bakanı Winston Churchill planlamıştı.
Hedefleri, Hilafetin merkezini ele geçirmek.. Böylece, Osmanlı coğrafyasına hâkim olmak, hem de kendi sömürgelerindeki Müslümanların direnişini kırıp, Rusya ile bağlantı kurarak asker, gıda sevkiyatını sağlamak istiyordu.
Uzun menzilli topları ile kolayca Çanakkale civarındaki Osmanlı tabyalarını susturan Müttefik donanması, Çanakkale boğazına döşedikleri mayınları toplayarak 18 Mart akşamı İstanbul'da eğlence tertip etmek üzere harekete geçmişti. Osmanlı ordusunun elinde sadece 26 mayın vardı.
Çanakkale de savaşı yöneten Türk komutanlardan Müstahkem Mevki Komutanı Cevad Bey- Paşa’nın emri ile Tophaneli Yüzbaşı Hakkı bey ve Yüzbaşı Hafız Nazım komutasında 54 personeli ile Nusret Mayın gemisi gece bunları denize döşedi.
Mayınları döşemek üzere harekete geçen Nuster mayın gemisine komuta eden Tophaneli Yüzbaşı Hakkı Bey, İngiliz zırhlılarla karşılaşınca 'acaba mayın döşeme işini yapamayacak mıyız 'diye endişe ve heyecan duyarak Şehit olur,(bugünkü deyimle kalp krizinden ölür.). Mayın döşeme işini sürdüren Nusret'e Yüzbaşı Hafız Nazım komuta eder.
Osmanlı tabyalarını bombalayarak ilerleyen Müttefik donanmasına ait gemilerin bir kısmı, gizlice o gece döşenen bu mayınlara çarparak battı. Fransız amiralinin komuta ettiği harekâtta müttefiklerin bombaladığı toplam -- kısa menzilli - 84 topa sahip Osmanlı tabyalardan birinde sağ kalan iki kişi, üzerlerine atılan top parçaları, taş- toprak ve insan yığınlarından çıkmayı başardılar.
Bunlardan biri Niğdeli Ali.. Diğeri de, Balıkesir'in Havran-Çamlık Köyü'nden Mehmet oğlu Seyit idi.
Tabyada topu kullanan bütün asker şehit olmuştu. Niğdeli Ali de, Seyit’de nişancı değildi. Her ikisi de nişan almasını bilmiyordu. Topun mermiyi taşıyan asansörü de bombalamalardan zarar görmüş çalışmıyordu.
Balıkesirli Seyit, Niğdeli Ali'nin yardımı ile 274 kilo ağırlığındaki top mermisini sırtına alarak topun namlusuna sürmeyi başardı. Çanakkale boğazını İstanbul’a gitmek üzere geçmekte olan “Ocean” savaş gemisine kendince nişan alıp, topu ateşledi. Ancak mermi önce geminin önüne, sonraki arkasına düşerek gemiye isabet etmedi. Son üçüncü mermi gemiye isabet etti. Bu merminin tesiriyle geminin dümeni bozulduğundan kontrolden çıktı ve Nusret mayın gemisinin döşediği mayınlardan birine çarparak battı.
Böylece "yenilmez armada" denilen Fransız- İngiliz ortak donanması bir saat içinde %35'ni kaybetti. İstanbul’a yürümeyi göze alamayan Akdeniz Filo Komutanlığı'na komuta eden Fransız Amiral de Robeck, donanmaya geri çekilme emri verdi. Cevat Paşa, da "Gittiler bir daha gelemeyecekler" diyordu.
Tabyaların sustuğunu bilen ancak bu olağan üstü durumu hayretle izleyen Müstahkem Mevki Komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa, konuyu öğrenince tabyasında kalan askerleri ziyaret etti. Balıkesirli Seyit'e 'Tarihin akışını değiştiren iş yaptın. Haydi, bunu bir daha göster resmini çektirelim' der. Seyit dener fakat o kilodaki top mermisini bir daha kaldıramaz. Bunun üzerine ağaç kütüğünden mermiye benzeyen bir model yaptırılarak Seyit'in sırtında resmi çekilir. Şu an elde olan resim hakiki top mermisi değil, ağaç kütüğünden yapılan mermi benzeridir.
Çünkü Seyit, bir daha o mermileri kaldıramamıştır.
Balıkesirli Seyit'e bu hizmeti dolayısıyla "onbaşı" rütbesi verilir. Aslında bir pehlivan olan Seyit verilen tayinle tam olarak doymamaktadır ve tayini birden ikiye çıkarılır. Ancak arkadaşları günlük yarım tayin yerken o iki tayin yemeyi içine sindirmez. Arkadaşları ile paylaşır. Çanakkale’de denizden İstanbul'a gidemeyen Müttefik kuvvetler, kara savaşına yönelirler. Büyük kayıpların verildiği kara savaşını da kazanamayarak geri çekildiler.
SAVAŞ VE SONUÇLARI.
- Bu mağlubiyetle, Barbaros Hayretin Paşa'nın " Denizlere hâkim olan, dünyaya hâkim olur" anlayışını en güzel uygulayan İngilizlerinde yenilebileceği ilk defa ortaya konuyor.
- Müttefiklerin bu yenilgisi üzerine Alman - Osmanlı ittifakının savaşı kazanacağı görüşü ağırlık kazandığından Bulgarlar Almanların yanında savaşa giriyor. Alman - Osmanlı bağlantısı engeli kalkarak doğrudan koridor açılıyor.
- Rus ordusunun batıya sevki ve Rusya'dan Müttefik küvetlere gıda vs konusunda lojistik ikmal engellenmiş oldu.
- Osmanlı’nın çöküşü gecikti. Savaş'ın 1916’da bitmesi planlanıyordu. Savaş 1918'e kadar uzadı.
- Bu savaşta Osmanlı, 251 359 kayıp verdi. 211 bin kayıp savaş alanında, 40 bin kayıp ise savaşıp hastanelere sevk edilen ve memleketlerine "tebdil-i hava – (hava değişimi)- " için gönderilenlerdir.
İtilaf devletlerinin kaybı 252 bindir. Bu kayıpların tamamına yakını Fransız- İngiliz vatandaşı olmayıp sömürge ülkelerden zorla ve kandırılarak getirilen başka ırklardan insanlardır.
- 85 bin şehit Yedek subaylarımızdır. Bunlar lise ve üniversite talebeleri idi. Cumhuriyet döneminde eksikliği hissedilen "Kâhtı-ı Rical (Devlet adamı) yok" sözü ile ifadesini bulan olay 85 bin tahsilli insanımızı kaybetmenin sonucudur. 18 Mart Deniz zaferi sonucu olarak, Çanakkale savaşlarının planlayıcısı Winston Churchill siyaset sahnesinden uzaklaştırıldı. Winston Churchill sonradan "Tophaneli Hakkı, beni 25 yıl siyaset dışına attı" diyecektir.
- İtilaf devletleriyle bağlantı kuramayan Rusya da sosyal ve siyasal karışıklıklar baş gösterdi. Rusya'da kominizim darbe ile iktidarı ele geçirdi.
464 MADELİK ANTLAŞMA, İKİ SATTE MECLİSDEN GEÇTİ
Not: Konuşmacıya Nezih Yıldırım olarak, “Çanakkale ile Lozan arasında bir bağ ve Lozan’ın bizim bilemediğimiz yönleri var mıdır? Seyit çavuş kahramanlığının karşılığını dünya hayatında görmüş müdür?” sorusunu sordum.
Cansız: Şunları söyledi:
- Seyit Onbaşı, memleketine döner. Çok sıkıntılı bir hayat yaşayarak 49 yaşında vefat eder. Vefatından sonra sırtında odun taşıyarak hayatını kazandığı sicimi, Ali Osman isminde oğlu ve Aişe ve Fatma isimli kızları kalıyor.
- Çanakkale'de ihtiyat kuvveti konumundaki 57. Alay'ın komutanı Yarbay Mustafa Kemal'i tanıyoruz. Fakat. Çanakkale savaşlarının Deniz zaferi bölümüne komuta eden Cevat Paşa'yı tanımıyoruz. Tarihlerde bahsetmiyor. Çanakkale komutanlarından, Esat Paşa'da Selahattin Ali'de öyle. Daha sonra İstanbul'un işgali sonucu. Cevat Paşa, 2773 Nolu esir olarak basit suçlamayla Malta’ya götürülüyor. Böylece İngilizler, Çanakkale’deki yenilgilerinin intikamını alıyor.
- Mustafa Kemal paşa, ise Savaş yıllarında yola çıktıkları ile sonuca kadar varmamıştır. Yani oruç tuttuğu ile bayram etmedi.
- Birinci Meclis, Misak-ı Milli'den taviz vermedi. Lozan görüşmeleri kesildi. Meclis, Lozan'a giden heyeti geri çağırdı.
Bu arada meclis fesih edildi. Meclis yokken Lozan'a giden heyete Haim Naum ismindeki Robert Koleji öğretmeni katıldı. l. Meclisin kabul etmediği tüm maddeler kabul edilerek Lozan imzalandı. Muhalefetin olmadığı ll. meclisin önüne getirilen ve milletvekillerinin içinde ne olduğunu bile bilmediği 464 maddelik anlaşma iki saatte kabul edildi.14 Milletvekili "hayır" dedi. Bu 14 kişiden bazıları 150'likler listesine alınarak sınır dışı - sürgün - edildiler.- 1925 - 1930 arasında birçok hukuki düzenleme yapıldı.
Fakat bu düzenlemeleri hazırlayanların hiç biri Türk hukukçular değil.
- Sn. Cansıza teşekkür edilerek program sonlandırıldı.
- Bizde bu programı siz okurla paylaşmak istedik. Nezih Yıldırım 18.3.2021
Sn. Okur eski bir röportajdı. Teşekkür ederim.
..
UTANMAZ ve KEPAZE HERİFLER !
.................................................................................
Bugün 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi'nin yıldönümü ama
Dünyanın hiçbir yerinde Türkiye'deki kemalist-sol ve Beyaz Türkler kadar
Mustafa Kemal üzerinden tarih hırsızlarını göremezsiniz..
18 Mart Zaferi'nin hiçbir safhasında olmayan Mustafa Kemal'i
Zaferin öznesi gibi pazarladıklarını görüyoruz..
Açın bakın bugünkü SÖZCÜ,CUMHURİYET,AKŞAM,HÜRRİYET,
TÜRKGÜN,POSTA,TAKVİM gibi gazetelere !
Utanmazlık içinde,
Kahpelik içinde ve
Emek hırsızlığı içinde
18 Mart Zaferi'nin mimari olan Cevat Çobanlı Paşa yerine
Mustafa Kemal'i insanların gözüne kahraman olarak sokmaktadırlar...
Bu kepaze heriflerin gözüne sokulması gereken 18 Mart Zaferi'nin gerçeğini yazayım...
18 Mart Deniz zaferi için;
5 KİŞİYE TEŞEKKÜR ETMEYİ BİR BORÇ BİLMELİYİZ..
1-Cevad Paşa(Çobanlı) ..Müstahkem Mevki Komutanı
2-Alman Amirali MENTER( galibiyeti getiren mayınların fikri sahibi)
3-Selahattin Adil Bey (Müstahkem Mevki Komutanı Kurmay Başkanı
4-Yüzbaşı Hakkı Bey( Nusret Mayın Gemisinin Komutanı)
5-Yüzbaşı Hafız Nazmi Akpınar( Mayınları yerleştiren komutan)
Dikkat ediniz ATATÜRK (Mustafa Kemal yoktur)
Bu isimleri lütfen unutmayın ki,zaferin gerçek mimarlarıdır..
ŞİMDİ BU ZAFERİ VE SONUÇLARINI KISACA HATIRLAYALIM
19 Şubat 1915’de Düşman gemileri savaşa hazır olur…
Boğazlardaki tüm mayınlar temizlenir…
14 gün sonra İstanbul’da olacaklarını söylüyorlardı..
18 Mart’ta 3 Deniz Tümeninin oluşan filo Boğaz’ı geçecekti..
Gemiler hücuma başlar ama beklenmedik şeyler olur…
Alman Amiral yedekte bulunan 26 mayının devreye sokulmasını ister..
Cevad Paşa ve Selahaddin Adil Bey bu teklifi kabul eder ..
7-8 Mart 1915 tarihinde:
Gemi kaptanı ve mayın komutanı sisli bir gecede ve çok gizli olarak;
26 mayın denizin 4.5 metre dibinde ve 100 metre aralarla yerleştirildi..
Bu mayınlardan haberi olmayan düşman gemileri tek tek avlanıyordu..
İngilizlerin IRRESİSTİBLE ve OCEAN gemileri batıyordu..
Fransızların 639 kişilik BOUVET gemisi denizin dibini boyluyordu..
İnflexible,Golva ve Suffen gibi büyük gemiler yara alarak geri çekildiler…
ŞİMDİ SIKI DURUN ve BU BAŞARIYI GETİREN OLAYIN YORUMUNU:
İngiliz Savunma Bakanı meşhur WİNSTON CHURCHİLL şöyle ifade eder:
“1.Dünya Savaşı’nda çok fazla insanın ölmesin,çok para harcanmasına,
5000 civarında savaş ve ticaret gemisinin batmasına sebep olan şey:
TÜRKLERİN GECE YARISI YERLEŞTİRDİĞİ 26 ADET MAYIN OLMUŞTUR”..
Vay vay vay..
Peki BU BAŞARIYI ELDE EDEN KİŞİLER NİYE ANILMIYOR,
NEDEN İSİMLERİ BİLİNMİYOR?
BİRİLERİ BUNLARI AÇIKLASIN BAKALIM…
Şimdi de mayınları döşeyen NUSRET GEMİSİNİN AKİBETİNE BAKALIM..
Böylesine tarih kokan bir gemi 1962 yılına kadar devletin elinde idi..
1962 yılında özel sektöre satıldı ve yük gemisi yapılmıştı..
1990 yılında yaşlanınca Mersin Limanı’nda battı..
9 yıl denizin dibinde kaldı ve kimse çıkarma düşüncesinde değildi..
Tarsus Belediye Başkanı denizden çıkararak müze olarak halka açıldı..
Be vicdansız herifler !
Tarihin seyrini değiştiren bu gemi neden Çanakkale’de değil de Mersin’dedir ?
ŞİMDİ DE BU ZAFERİN ATATÜRK İLE OLAN BAĞLANTILARINI YAZALIM…
Bu zaferin hiçbir yerinde MUSTAFA KEMAL YOKTUR…
Kemalist solcular ve Beyaz Türkler bu zaferi anında hep Atatürk’ten bahseder ki,
Nusret mayın gemisine Atatürk resimleri asarak zafer kutlanır..
Hatta ve Hatta ODATV gibi haber portalı Diyanet Başkanı’na kızar ve;
“18 Mart’ta hutbelerde niye Atatürk’ten bahsetmezsin diye” sorar..
BU KADAR DEZENFORMASYON OLMAZ..
“UFAK ATIN DA CİVCİVLER YESİN”
GERİCİ HERİFLER NE OLACAK..
EMEK HIRSIZI OPORTÜNİSTLER…
.İNGİLİZ PROJESİ
..........................................
Bugün çok önemli olan 2 tarihi olayın yıldönümünü yaşıyoruz..
Biri 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi'nin yıldönümü ise
Diğeri ise;
18 Mart 1918 yeni Türkiye'nin doğum yıldönümü
Bu tarih size neyi çağrışım yapıyor?
Sizi bilmem ama bana bu coğrafyanın müslümanı
Sadece bu tarihteki olayı bilse ve de etrafına aktarsa
TÜRKİYE’nin çehresinin değişeceğini adım gibi bildiğimi hatırlatıyor
Lütfen dikkatli okuyunuz !
24 Nisan 1919’da İngiliz Hükümeti
Anadolu’da yeni bir Türk Devletinin kurulması kararını almıştı..
8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal’in tüm rütbeleri geri alınmıştı
Erzurum Kongresi’nde Kazım Karabekir’in sayesinde Başkan seçilmişti
Sivas Kongresi’nden sonra Anadolu’da sıkışan Mustafa Kemal’e verilen sihirli destekler:
27 Kasım 1919’da İngilizlerin Erzurum Askeri Temsilcisi Alfred Rawlinson,
Karabekir’e şunları söylüyor:
“Bursa veya ANKARA’yı başkent yapın,’cumhuriyet’e geçip,
kuvvetli bir hükümet kurarsanız size hem yardım ederiz
hem de sizinle barış yaparız”…
Sivas Kongresi’nden sonra hiçbir yetkisi olmayan Mustafa Kemal Sivas'ta fena sıkışmıştı..
Kendisini tutuklamaya gelen Fevzi Çakmak’ı bile Karabekir caydırıyordu..
Mustafa Kemal’e uzanan ezoterik elleri yazalım
LÜTFEN PÜR DİKKATLE OKUYALIM,olmaz mı?
Konya-Alaşehir’de olan 20.Kolordu Komutanı Ali Fuat Cebesoy
İstanbul’daki Hükümete haber vermeden İngilizlerin izniyle Eskişehir üzerinden Ankara’ya geliyor..
Ve Sivas’taki Mustafa Kemal’e haber vererek
27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelmesini sağlıyordu
Projenin birinci ayağı gerçekleşmiş oldu...
Sırada Ankara’da yeni bir devletin kurulmasının alt yapısının oluşmasına gelmişti..
İngiltere hiç yoktan yere 18 Mart 1920’de İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı basıyor..
18 Mart’ta çalışmalara ara veriliyor ve 11 Nisan’da da Vahdettin Meclis’i feshediyordu.
İngilizler Meclis’i basmasaydı bile Rauf Orbay bombalı intiharla Meclis’in kapanmasını kafaya koymuştu
Amaç Meclis’i Ankara’ya taşımak…
Meclis kapanınca milletvekilleri “kış kış” Ankara’ya gönderildi…
Artık sac ayağının ikincisinin olması için
İstanbul’daki Meclis’in feshinden 12 gün sonra
23 Nisan 1920’de Ankara’da MECLİS açılmasına sıra gelmişti..
Eğer İstanbul’daki Meclis-i Mebusan kapanmasaydı
Mustafa Kemal ya tüm faaliyetlerini bırakacaktı
Ya İstanbul’a dönüp ya Anadolu’nun bir yerinde
Sıradan bir insan gibi yaşayacaktı..
Ya da isyan edip gerilla savaşına girişecekti..
O zaman da hiç kimse O’na yardım etmeyecekti..
TÜM ŞİFRE veya LOJİSTİK DESTEK İngilizlerin Meclis-i Mebusan’ı basmasıdır...
Ve Ali Fuat Cebesoy’un İngilizlerin yardımıyla
Kolordusu’sunu Konya’dan Ankara’ya taşıyıp
Sivas’ta sıkışan Mustafa Kemal’i Ankara’ya çağırıp güvenliğini sağlamasıdır…
En sonunda başta Rusya,Fransa,İtalya’nın para ve silah yardımı ve de
Türk-Yunan savaşında tarafsız kalan İngilizlerin silah yardımıyla Türkiye Sakarya
Savaşı’nı kazanarak yoluna devam etti
.
Deniz Baykal ve Bülent Arınç kimdir???
Sebatay olduğu için can korkusuyla Suriye'den Alanya'ya kaçarak yerleşen bir Ahmet Neşşar varmış.
Yıl 1860. İyi Arapça bildiğinden bu kişiye Alanyalı yörükler ona "Şeyh Ahmet Neşşar" demişler...
Kripto Sabetay Şeyh Ahmet Neşşar'ın bir oğlu iki kızı varmış...
Kızlarından biri Raziye...
diğeri Şâdiye...
Raziye'nin lâkâbı da var "Alık Raziye"...
Raziye Bergama yahudileri’ne gelin gitmişş…. !
Bugünkü İsrâil Büyükelçisi Levi ailesi !
Raziye'nin kızı ise Sevdiye…
Sevdiye'nin oğlu ise Bülent Arınç ... !!!
Peki Şadiye'den gelme, Atike'nin torunu Deniz Baykal, Bülent Arınç'ın nesi olur ?
Zâten her ikisi de Denizli milletvekili Ahmet Uğur Neşşar için, dayımın çocuğu dediklerine göreeeee...
eee...
Bir şey olurlar canımmm !..
Keklenmiş Chp'lilere bunları anlatamazsın, hemen belgesini sorarlar.
Levi çok vefâkârdır.
Çok dinci (!) Bülent Arınç'ın oğlunun düğününde tek müslüman ülkesinden büyükelçi yoktu ama tek başına İsrâil Büyükelçisi Levi şeref misafiri oldu... !!!
Vefâkârlığını tebrik ederiz !..
Eee...
Deniz Baykal da çok vefâkârdır.
Büyük elçi Levi Anadolu gezilerin de Erzincan'dan, Kayseri'den, Trabzon'dan her ilimizden kovulduğu hâlde Levi'nin baba tarafından kuzeni, CHP bir numara Manisa milletvekili Şahin Mengü'yü görevlendirerek, İsrâil Büyükelçisini kırmızı halılarla karşıladılar…
“Akrabaları” için Manisa'da coşkulu törenler yaptılar...
Manisa sanki İsrâil olmuştu...
Teyze çocukları işi biliyor...
Zâten her ikisinin de patronu ABD’deki azgın yahudi Rockefeller vakfı değil mi ?..
Her ikisini de bu Rockefeller Vakfı okutmadı mı?
Her ikisini de ABD’de bu Rockefeller Vakfı karşılayıp kolladı!
neden?
Deniz Baykal Atatürkçüleri kekledi....
Teyze oğlu ise dindarları kekledi...
Ve İsrâil lobisine kekledi !..
Hadi diyelim ki hep diyiyorsunuz ya dindarlar câhildi…
Ya uyanık CHP'liler kırk sene nasıl da keklendi? !
Yahudiler dizimizin dibine kadar yanımıza sokulmuşlar. Bu ülkenin gizli yerlerinde o kadar kriptolu aile var ki hayret etmemek elde değil.
"Su uyur düşman uyumaz" sözleri atasözü ne kadar mânidar. Biz uyurken onlar ne çok plânlar yapmışlar..
Tehlikenin Farkındamısınız??
.
Kamalistler neden çarşaf düşmanı anlamış değilim Latifenin çarşafı olmasaydı! O gün Kamalı kimse Topal Osmanın gazabından kurtaramazdı. Çarşaf sayesinde canını kurtardı
KAYNAKLAR YAZININ ALTINDA
( Kabullenmek istemeyenler için)

Topal Osman Çankaya’yı kuşatınca, M. Kemal, eşi Latife hanımın çarşafını giyip istasyondaki eve geçmiş.

Latife hanımın kız kardeşi yani M. Kemal’in baldızı Vecihe hanım bu enteresan olayı şöyle anlatıyor:

“Millî Mücadele’nin lideri tehdit altındaydı. Kısa bir tartışma yaşandı. Önemli olan Mustafa Kemal Paşa’nın yaşamıydı. Ona bir şey olursa zaten hiçbirimiz hayatta kalamazdık."


"Dışarıdakilerle pazarlık başladı. Âdet olduğu üzere ‘Kadınlar ve çocuklar önden çıksın’ dediler. Plan şuydu. Mustafa Kemal Paşa kılık değiştirerek kadınlar ve çocuklarla birlikte dışarı çıkacaktı.Fakat evin içinde de birilerinin kalması gerekiyordu. Latife muhafızlarla birlikte evde kalmaktan yanaydı. ‘Ben onları oyalarım’ diyordu."


"Mustafa Kemal Paşa önce şiddetle itiraz etti. Ancak Latife’nin inadını bilirdi. Bir çarşaf buldum getirdim. Mustafa Kemal çarşafı giydi benimle birlikte dışarı çıktı. Latife de bu arada onun kalpağını kafasına takmıştı."


"Erlerden birine ‘Mutfaktaki portakal sandıklarını getir’ dedi. Sandıkları pencerelerin önüne dizdiler. Evde ışıklar yanıyor ve bahçeden bakıldığında içerdekiler fark ediliyordu."


"Boyunun kısalığı dışardan fark edilmemeliydi. Latife, portakal sandıkları üzerinde bir ileri bir geri yürüyor, dışarıdan gelen habercilerle iletilen mesajları evde Mustafa Kemal varmış gibi alıp cevap veriyordu. Ölüm tehdidi altında çeteyi oyalamayı sürdürüyordu."


"O sırada Mustafa Kemal, Topal Osman’a karşı yürütülecek harekâtı planlıyordu. Sonunda Topal Osman’ın adamları eve kurşun yağdırmaya başladılar."


"Ardından eve girdiler. Mustafa Kemal’in gittiğini anlayınca çılgına dönüp ne buldularsa parçaladılar. Onların aradığı Mustafa Kemal’di. Ama ellerinden kaçırmışlardı. O sırada Topal Osman çetesi muhafız taburu tarafından sarıldı.”


hadisenin başka ravileri de var.

Topal Osman’ın en yakın arkadaşı Yazıcıoğlu Mehmed’in (Bilal Kaptan) torunu Atilla Yenel, hadisenin şahidleriyle yaptığı görüşmelerde M. Kemal’ın o gece tebdîl-i kıyâfetle köşkden ayrıldığını teyid ediyor.

Diğer bir şahid ise Topal Osman ile birlikte köşkü basanlardan Haliloğlu Râsim Bey (Aydın)’dir.

Kendisiyle aynı adı taşıyan torunu Râsim Aydın, dedesinin hatıralarını aylarca dinlemiş, banda kaydetmiş, üstüne üstlük bir de notere tasdik ettirmiş:

“Dedemin içinde bulunduğu 8 kişilik bir grup, gecenin karanlığından yararlanarak Köşk’e gidiyor. Köşkün kapısında tanımadıkları askerler varmış. Dedemlerin içeri girmesine izin vermiyorlar. ‘Atatürk’e haber getirdik’ diyor dedemler, ama ‘siz söyleyin biz iletelim’ yanıtını alıyorlar."


"İçeride perdenin arkasından Atatürk’ün dolaştığını görüyorlar. İzin verilmeyince ateş ederek içeri giriyorlar. Ancak, içerdeki kalpaklı kişinin Atatürk değil Latife Hanım olduğu ortaya çıkıyor. Latife Hanım üniforma giymiş ve pencere kenarındaki sedirin üzerinde ileri geri gidip geliyormuş. Arka tarafa da lamba koymuşlar dışardan görünsün diye.”


M. Kemal Atatürk’ün istasyondaki eve Latife hanımsız ve çarşafla gittiği büyük ihtimalle doğrudur.

Rauf Orbay ve Ali Fuat Paşa’nın anılarında M. Kemal’in eşiyle birlikte gittiğine -her nedense- “ısrarla” vurgu yapılıyor olsa da, bu ısrar bana, hakikatin üstünün örtülmek istendiği izlenimi veriyor.

Böyle gereksiz bir ayrıntının ısrarla vurgulanması gerçekten dikkat çekici.

KAYNAKLAR:

[16] Ayrıntılı bilgi için bakınız; İpek Çalışlar, Latife Hanım, Doğan Kitap, Istanbul 2006 (Konsept Kitap), sayfa 56, 57.

[17] Yeni Aktüel Dergisi, sayı 49. Aktaran: Ahmed Fâruq el-Qarsî, “T.C. Çarşaf’a Medyûn-i Şükrândır!”, Furkan Dergisi, s. 9, Aralık 2006.

[18] Ecevit Kılıç, “Çankaya Baskınını Gerçekleştiren Topal Osman’ın En Yakın Adamı Haliloğlu Rasim, İpek Çalışlar’ı Doğruluyor: ‘Köşke Girdiğimizde Latife Hanım Yalnızdı’”, Yeni Aktüel Dergisi, sayı 60, 2006-36, 1427 (31 Ağustos – 6 Eylül 2006), sayfa 35.
.
ATATÜRK VE 19 RAKAMI!!!
Videoda da anlatıldığı üzere, kemalistler Kuran-ı Kerim'i bazen dillerine dolayarak, buradan bazı çıkarımlarda bulunmaya çalışırlar! Kimileri tek bir ayeti alır onu kendine heva ve heves edinir ve onunla bütün sevmediklerini cehennemlik ilan eder, bir başka ayet ile de canlarının istediklerini(ve tabi kendilerini de) cennetin baş köşesine koyarlar! Hatta öyle ki, Kuran-ı Kerim'de "kafirlerin ebediyyen cehennemde kalacakları" tehdidi bile umurlarında olmaz ve "gökten indiği sanılan kitaplardaki dogmalar, Arapoğlunun yaveleri" gibi ifadeleri kullananların bir numaralı (ki kendisi bile Müslüman olmadığını çok kere söylemiş ve ilan etmişken dahi) Müslüman olduklarını ilan ederler! Oysaki yine pek çok ayette "Allah'ın ayetleri ile alay edenler, onları inkar edenler ve küçük görenlerin cehennemlik" olduklarına dair tehditleri çok açıktır!
Yine buna benzer olarak M Kemal'in hayatında 19 sayısının pek çok yerde görülmesine de kafayı takmış durumdadırlar! Bu 19 sayısı ile, Kuran'da geçiyor diye, M Kemal'i peygamber ve evliya ilan etmeye kadar varırlar! (Oysa ki Kuran'da geçiyor diye çocuklarına isim koyanlarla da alay ederler

) Ancak yine her zaman olduğu gibi kocaman bir cehalet içinde oldukları için, 19 rakamı ile M Kemal ve Kuran-ı Kerim'i yan yana getirmeye çalışırlar! Ancak bilmedikleri şey şudur ki, Kuran-ı Kerim'deki 19 rakamı meselesi "cehennem tasvirinde" ya da "cehennemde görevli melek sayısında" geçmektedir! Yani cennetlik, peygamberlik, evliyalık ya da mübareklikle alakalı bir şey de değildir! İşte az önce dedik ya "kemalist cehalet" diye! İşte tam olarak burada da bir örneğini görüyoruz! Zorlama yoluyla canlarının istediklerini peygamber ilan etmeye çalışırken, bilmeden onun cehennemlik olduğunu söylediklerini de bilmezler!

İlgili konu Müddessir Suresi'nin 30. ayetinde geçmektedir. Aynı surenin 18. ayetinden başlayıp 31. ayet de dahil olmak üzere bu aralıktaki ayetlerde bahsi geçen mesele, bir cehennemlik kişi hakkındadır ve ardından tehdit olarak cehennemdeki 19 görevli melekten bahsedilmektedir! Rivayetlere göre ayetlerde bahsi geçen ve "nasıl da ölçtü biçti" diyerek tasvir edilen kişi Velid Bin Muğire'dir. Peygamberimizin daveti ve ondan duyduğu Kuran ayetleri karşısında çaresiz kalan, bir cevap bulamayan ya da sözleriyle Kuran'ın belagatına yenik düşen bu kişi, epeyce bir düşündükten sonra işin içinden çıkamaz ve nihayet Peygamberimizi bir sihirbaz ilan eder! Bu sözlerin bir sihir sözü olduğu kanaatine varır ve belki de bildiği halde Allah'ın ayetleri olduğu gerçeğini kabul etmez! Bu sebepledir ki Allah, Kuran'da onun yaptığı şeyleri Kuran ile haber verir ve hatta düşünme şekline varıncaya kadar bizlere anlatır! Böylelikle onun cehennemlik olduğunu söyler ve azap ayetleri ile ahiretteki yerini bildirmiştir!
Kısaca özetlemeye çalıştığımız bu 13 ayetlik kısımda sürekli cehennem ve cehennemlik hakkında bilgi verilirken, Kuran'da 19 rakamı geçiyor diye, kemalistlerin M Kemal'i evliya ilan etmeleri mantıksızlığın en uç noktasıdır! Hatta kendi ağızları ile bir nevi onu cehennemlik ilan etmektir! Bir de (tekrar edelim ki) cehaletlerini her fırsatta ortaya koyduklarını göstermek açısından çok büyük bir örnektir!
.
LAİK DÜŞÜNCE YAHUDİ
KURGUSUDUR
Yahudilere göre insan sonradan Yahudi olmaz, ancak bir Yahudi anneden bir Yahudi olarak doğar... Dolayısıyla Yahudi bir anneden doğmayan kişi asla Yahudi olamaz... Bu durumda yahudi bir anneden doğmamış olan başka insanlar Yahudi olamayacağına göre bunlar ancak Yahudiye itaatkar bir hizmetçi olabilirler... Bu hizmetçi kesimin de kendi aralarında dereceleri vardır ve bu işi mason teşkilatları gibi teşkilatlar aracılığıyla yaparlar. Bilinir ki her insanda inanmak gibi bir istek, bir arzu vardır. Peki insan bu noktada ya doğru dine inanıp iman etmişse bu durumda yolun sonu görülmüş, bir anlamda tehlike başlamış demektir. İşte bu yüzden dini devlet işinden ayırıp mabede hapsetme fikrini ilk önce ortaya atanlar yahudilerdir... İyi araştırıldığında Avrupa'da Rönesans hareketinin öncülerinin yahudi oldukları görülecektir. Bu kimseler insan şeytanları olup bozguncu karakterleriyle insanlığın derin ve azılı düşmanlarıdır... Ne ki Müslüman toplumlarda laiklik, halkın İslam'a dönmemesi için ortaya atılmış batıl ve şeytani bir düşüncedir. Yahudi mantık müslüman ülkede 'Halk İslam'a yönelmesin de başka hangi ideolojiye, hangi düşünceye veya felsefi akıma yönelirse yönelsin, İslam dışında başka hangi dini benimserse benimsesin, hangi dine mensup olursa olsun' şeklinde işler. Binaenaleyh müslüman toplumlarda halkı özellikle de yeni genç nesli İslam'dan uzaklaştırmanın yolu din ile devlet işlerini birbirinden ayırarak dini mabede hapsetmekle yani laiklikle mümkündür ki bu şeytani fikir de ancak bir Yahudiye ait şeytani ve batıl bir fikr olabilir... Binaenaleyh bir mümin asla seküler/laik olamaz. Laik olan, seküler takılan kişi ya laikliği ya da İslam'ı bilmiyor demektir. Binaenaleyh bir kimse hem laik/seküler hem de müslüman, hem Marksist hem müslüman, hem komünist hem müslüman, hem Kemalist hem müslüman, hem demokrat hem müslüman hem şu hem de bu olamaz... Ya o ya da bu... Farklı her iki düşünce, birbirleriyle taban tabana zıt farklı iki ideoloji, iki değişik düşünce aynı kalpte bir arada olamaz. Örneğin, her kim şu ya da bu düşünceye, şu ya da bu ideolojiye, şu ya da bu dine inanmadığı halde yaşadığı toplumda kendisine hem devlet örgütüne hükmeden ideoloji veya sistemden hem de halktan gelebilecek baskılardan dolayı o düşünceyi benimsiyor, o ideolojiye arka çıkıyor, o dine inanıp iman ediyormuş gibi yapıyorsa bilinmelidir ki bu kişi inanıp arka çıktığını iddia ettiği o düşüncenin, o ideolojinin, iman ettiğini dile getirdiği o dinin münafığıdır. Ne ki iman kalpte başlar, kalbin eylemidir. Binaenaleyh belki bir şekilde insanların fikir ve düşüncelerini değiştirebilirsiniz, lakin onların kalplerini ise asla değiştiremezsiniz. Kişinin kalbinin bu anlamda kontrolünü Allah geçici süre onun eline vermiştir. (12 MART 2025)
ANADOLU İSLAM'I MI?
'Anadolu İslam'ı' söylemi küresel emperyalist güçlerin İslam alemini etnik anlamda bölmek için mümin toplumlar arasına Arapçılık, Türkçülük ve Kürtçülük gibi etnik kökene dayalı düşmanlık tohumu saçması sonucu ortaya çıkmış yapay ve batıl bir anlayıştır. Bir başka deyişle bu anlayış biraz İslam biraz milliyetçi söylemlere dayalı batıl ve hibrit bir ideolojinin kısmen İslam'la kavgalı temsilcileri tarafından ortaya atılmıştır. Şurası iyi bilinmelidir ki kişinin Arap, Türk veya Kürt olması Allah katında bir değer ölçüsü olmayıp kişiyi ne öne geçirir ne de geride bırakır. Dolayısıyla İslam'a göre kişi Arap, Türk veya Kürt olabilir, lakin kişinin Arapçılık, Türkçülük veya Kürtçülük yapması, etnik köken üzerinden batıl bir ideoloji ortaya koyması ise kesinlikle haram olup bu düşünce İslam'da men edilmiştir. Ne var ki Anadolu İslam'ı anlayışını oluşturup öne sürenler Osmanlı döneminde Türklerin tüm Arap isimlerini çocuklarına verdikleri halde Arapların çocuklarına asla Türk isimleri vermediklerini, Osmanlı döneminde adeta Türklerin Arapların gelenekleri ile oluşmuş bir dini İslam diyerek yaşadıklarını dile getirmekte ve bu nedenle de bilerek veya bilmeyerek ciddi bir İslam ve Arap düşmanlığı yapmaktadırlar. Böyle düşünenlere göre Türk İslam'ı denilen anlayış daha sevecen, daha toleranslı ve Allah korkusunu değil güya daha çok sevgiyi önceleyen, Türk'ün zaten binlerce yıldır var olan doğayla ve fıtrat yasalarıyla uyumlu töresi, gelenek ve görenekleriyle, tarihin derinliklerinden bugüne edindiği yaşam tecrübesiyle, irfan birikimiyle harmanlanmış, Türk'ün ellerinde şekillenmiş bir İslam anlayışıdır. Bu haliyle Anadolu İslam'ı dedikleri anlayış güya Arap kavim ve kabilelerin hırçın ve öfkeye dayalı gelenekleri, dar ve sığ bedevi anlayışıyla yoğrulup şekil almış Arap İslamından oldukça farklı olup salt sevgi odaklıdır. Bu anlayışa göre dinde özellikle de Allah ile korkutmak yanlış olup asıl önemli olanın sevgi olduğudur. O kadar ki bazıları Anadolu İslam'ının sevgi odaklı olup Arap'ın hırçın bedevi kültürü, acımasız gelenek ve görenekleri paralelinde oluşmuş öfke ve nefret odaklı Arap İslam'ı gibi olmadığını dile getirerek İslam'ın öfkeden, hırçınlıktan ve nefretten çok salt sevgi odaklı, sevgiyle kaim bir din olduğunu vurgulamaktadır. Ne var ki ne Arap İslam'ı ne de Anadolu İslam'ı gibi kavramlar dinin temel felsefesine, İslam'ın temel parametrelerine asla muvafakat etmez, ayrıştırıcı ve ırk tabanlı bu kavramlar asla Allah'ın kitabından onay alamazlar. Elbette İslam insan yaşamını çekip çevirecek ilkeler, aklı dağınık olmaktan kurtaracak ilahi ölçüler ortaya koyar. Ne var ki İslam farklı kavim ve kabilelelerin, değişik ulusların ve milletlerin bireyin ve toplumun maslahatını ve esenliğini amaçlayan, insanlığın dipten akan ortak kanaat ve vicdanına uygun olan tüm gelenek ve göreneklerini kabul eder, bunu bir zenginlik olarak görür ve dolayısıyla kendi hukuk anlayışında örfe de yer verir. Kısacası İslam her ne olursa olsun kültürün, örfün, törenin, gelenek ve göreneklerin tümünü asla inkar etmediği gibi Allah'ın kitabıyla ve İslam'ın temel parametreleriyle uyumlu, ortak aklın kabul ettiği yararlı ve faydalı olan her örfü, her töreyi, her kültürel öğeyi, her gelenek ve göreneği alkışlar. Bu noktada bir sorun yoktur. Sorun herhangi bir kabilenin, herhangi bir milletin, herhangi bir kavmin veya etnik grubun doğru yanlış, hak batıl demeden kavmiyetçilik, milliyetçilik, ulusçuluk adına kendi geleneklerini, kendi kültürel edinimlerini, töre ve örflerini İslam'ın içine taşımaları ve bunu İslam gibi pazarlamaya çalışmalarıdır. İslam kesinlikle bu tür bir düşünceyi onaylamaz, gelenek ve görenek, töre ve örf konusunda seçmeci davranarak insanlığın yararına uygun olanlarını alır ve gerisini ise batıl sayıp terk eder. Dahası günümüzde çoğu uygulamaları kişiyi küfre götürecek türden ve batıl inanışları olan, tarikat ve tasavvuf adı altında Türkiye'de, Asya'da ve daha başka bölgelerde faaliyet gösteren, aslında bugün çoğumuzun uygulamalarına uçuk hikayelerine, keramet türünden akıl dışı menkıbelerine haklı olarak karşı olduğu, gülüp geçtiği ve din adına ortaya çıkan pek çok oluşumun kaynağı Ahmet Yesevi, Mevlana, Nakşibendi, Rabbani, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli gibi ehli tarik adamların anlatımlarına dayanmaktadır. Dolayısıyla gerek Anadolu İslam'ı gerekse de Arap İslam'ı yanlış ve batıl da olsa insanların bir takım kendi inanışlarını, kendi kültürel anlayışlarını, kendi töre, gelenek ve göreneklerini içine enjekte ettikleri hibrit, karışık ve melez bir dini inanış olup Allah böyle bir inanıştan, böyle bir dini anlayıştan asla razı olmaz. İslam kendi ilahi ilkeleriyle, getirdiği yaşam felsefesiyle İslam'dır. Bu haliyle ilahi kaynaklı bir din olan İslam'ın mesajı ise evrenseldir. Dolayısıyla İslam şu ya da bu kavme, şu ya da bu ulusa, şu ya da bu millete ait bir din değil evrensel daveti ve ilkeleriyle tüm insanlığın dinidir... Şurası da unutulmamalıdır ki yüce Allah dinini kemale erdirmiş, dinde herhangi bir eksiklik brakılmamış ve din tamamlanmıştır. Dolayısıyla kimsenin bu dine iyi niyetlerle de olsa yama yapmaya, bir şeyler ilave etmeye hakkı ve yetkisi yoktur. Ne ki İslam zaten kendi ilkeleriyle çatışmayan, inanç esaslarıyla çelişki içinde olmayan ve insanların ortak aklında ve vicdanında ma'kes bulacak her geleneğe, her kültürel edinime, her töreye, her örfe içinde yer vermektedir. Binaenaleyh, Anadolu veya Arap İslam'ı gibi kavramlar dinin temel felsefesini bilmeyen, bozguncu bir karakter ve hastalıklı bir kalp taşıyan kimselerin uydurduğu birer şeytani kavram ve anlayışlar olup bu haliyle bu türden kavramlar asla İslam'a muvafakat etmez. Anadolu İslam'ı sevgi odaklı olup içinde Allah korkusuna yer vermez. Oysa yüce Allah kitabında insanlardan değil yalnızca kendisinden sakınıp korkmayı kullarına emretmektedir. Kur'an ayetlerine bakıldığında korku ile rahmet ve sevgi art arda gelmekte, biri diğeri için feda edilmemektedir zira insanın yaratılışı ödüllendirme ve cezalandırma, sevgi ve korku gibi düalist bir durum arz etmektedir. İşte bu nedenle her kim Allah korkusu/Allah'tan sakınma anlayışını değil de hristiyanlar gibi salt sevgi odaklı bir yaklaşımla Allah'ın dinini, O'nun gönderdiği kitabı ele alır, bu şekilde tefsir etmeye ve açıklamaya çalışırsa bu kişi Allah'a karşı gelmiş, yan çizmiş olur ki zaten böyle bir anlayış ayetlere muhalefet etmektir. Dolayısıyla Allah'tan sakınmak ve yalnızca onun makamından sakınıp nefsinin aşırı istemlerini terk etmek işin aslı ve esası olup bu durum etle tırnak ilişkisi içinde ele alınmalı, birine odaklanıp diğerini, diğerine odaklanıp birini feda etmemeli ve işi sevgi-korku ve sakınma temelli ele alarak işlemeliyiz. Elbette sevgi her daim önde olmalı, lakin korku ve sakınma sevginin korunması için var olmalıdır... Adaletsiz gücün zulme dönüşmesi mümkün olduğu gibi korku olmadığında da sevgi anlamsız kalır, cılızlaşıp yıkılır. Denge ehli olup işi felsefi boyuta indirgemeden sevgiyi hak eden adam gibi adamlara sevgi göstermeli, lakin insanlık düşmanlarına öfke duymalı ve onların bu hastalıklı hallerinden hoşnut olmayıp böyle kimselerden nefret işin başı olmalıdır. Dolayısıyla bir mümin sevgisini ulu orta herkesle paylaşıp bozuk para gibi çarçur edemez, etmemelidir... Mümin düşmanlarına bile merhamet eder, lakin onlarla sevgisini paylaşamaz, azıcık olsa zalimlere, insanlık düşmanlarına onlara meyledemez. Binaenaleyh korku, yergi, öfke ve nefret ile sevgi bir arada dengede olmalıdır... İslam'da rahmet ve bağışlama esastır, lakin adalet gereği cezalandırma da işin aslı ve esasıdır. İşte bu yüzden Kur'an ayetlerinde cennet ve cehennem bir arada olacak şekilde peşpeşe anlatılır... Binaenaleyh sevgi-öfke, sevgi-ceza, sevgi-düşmanlık dengesini ancak kalplerinde hastalık olanlar bozar...
(26 KASIM 2024)
HADİ CEVAP VERİN KEMALEST-SOL ve BEYAZ TÜRKLER !
.........................................................................................................................
Utanmaz ve kepaze herifler ne olacak!
100 senedir müslümanların ensesinde
KEMALİZM adına boza pişiriyorsunuz..
Ramazan dolayısıyla bunlara bazı hatırlatmalar yapalım..
Hani bunlar diyorlar ya!
"Atatürk olmasaydı ezanlar okunmaz ve camilerde namaz kılamazdınız!"
Bundan çok daha ağırı olan pislik sloganları da
"Ananız belli olurdu da babanız belli olmazdı"sözleridir.
Bu terbiyesiz herifler Atatürk'ün felsefesini ve yönetim anlayışını bilerek kabul etmiyorlar veya toplumdan gizlemektedirler.
Çünkü Atatürk'ün ontolojik yapısında islam diye bir din veya yer yoktur..
Atatürk'ün doğal hakkı olan kendi ideolojisini devletin her kademesinde yerleştirmeyi başarmıştır..
Onun için Atatürk 10 Temmuz 1923'de"dini ve namusu olanlar kazanamaz.
Bu düşüncede olanlar fakir kalmaya mahkumdur..Önce bu iki anlayışı ortadan kaldırmalıyız" der.
Belge isteyenlere.Uğur Mumcu'nun "Kazım Karabekir Anlatıyor" kitabın 84.sayfasına baksınlar....
Ama gelin görün ki Atatürk'ün islama olan mesafesini bize yanlış olarak dayatan bir akıl vardır.
Adeta bu kesim Atatürk'ün dine mesafeli olmasını kabul etmemektedir ki,burada bile
Atatürk'e saygı göstermiyorlar,aslında..
Şimdi bu kemalist-sol ve Beyaz Türklerin sinir uçlarını zıplatmak için
Atatürk zamanındaki din derslerinden bazı bilgileri paylaşacağım..
1924'de ilkokul 1.sınıf hariç diğerlerine haftada 2 saat din dersi verilirdi.
1930'da sadece 5.sınıflara velilerin izni ile haftada yarım saate düşürülür..
1933'de ise merkezi yerlerdeki İLKOKULLARDA DİN DERSİ YASAKLANIR...
1939'da ise köylerde din dersi yasaklanır...
1924'de 1 ilahiyat ve 29 imam hatip okulları açılır ama
1926-27 yıllarında sadece İstanbul ve Kütahya şubeleri ayakta kalır..
1928'de Anayasa'dan devletin dini islam ibaresi kaldırılır..
1931-32 yılında ise devlet mali desteğini çekince bu okullar kapatılır..
Ortaokullara gelince:
1927 yılında ortaokullarda din dersi tamamen yasaklandı..
Şimdi bakınız neler yazacağım?
1933'den 1951 yılına kadar İLKOKULLARDA DİN DERSİ YASAKTI.
1927'den 1956 yılına kadar ORTAOKULLARDA DİN DERSİ YASAKTI.
1953 yılına kadar LİSELERDE DİN DERSİ YASAKTI..
Şimdi de bazı ayrıntıları vereyim..
1950 yılına kadar dua kitapları
Yani Enami şerif,mızraklı ilmihal,Karınca duası,Mevlidi şerif kitapları basılmasının yasak olduğu gibi
Ahmet Hamdi Akseki'nin "Peygamberimiz Hz.Muhammed" adlı kitabı İçişleri Bakanlığınca toplatılıyordu..
Radyolardan dini konuşmalar ve mevlitlerinde yayınlanması yasaktı..
Ezan Türkçe olarak 1932'den 1950'ye kadar okutuldu ama
Adnan Menderes 1950 yılında ezanı aslına yani Arapça'ya tekrar döndürdü..
Menderes 5 Temmuz 1950'de radyodaki dini yayın yasağını kaldırdı..
Menderes 1958'den itibaren ramazan boyu radyolardan naklen mevlit ve sohbet serbestisi getirdi..
Menderes zamanında 7 yılda 15.000 yeni cami yapılmıştır..
Şimdi kemalist-sol ve Beyaz Türklere soralım.
Rahmetli Kadir Mısıroğlu'na"Keşke Yunan kazansaydı" gibi bir ironiyi niye yaptığını anlıyor musunuz?
Yunanistan bu ülkeyi(edemezdi de) işgal etseydi islama bu kadar darbe vurabilir miydi?
İşte rahmetli Kadir Mısıroğlu bu rezalet durumu hatırlatmak için Yunanistan'ı örnek vermişti...
Hadi yalan deyin !
KİNİNİ KUSTU
..................................
Defalarca yazdığım bir konu vardır..
Ekranlarda kendini kemalist görüp
AK Parti'ye bazen övücü sözler söyleyenlere aldanmayalım..
Yetmedi CHP'ye çok sert karşılık vermelerine de aldanmayalım diye...
Çünkü bunların kalbinde ve beyninde kemalizm ideolojisi vardır..
CHP'nin yönetimini ve liderlerini beğenmedikleri için
Mecburen bu boşluğu ortada durarak geçiştirmeye çalışıyorlar...
Bunun tipik örneklerinden biri Nedim Şener'dir diğeri ise Mete Yarar'dır...
Dikkat edilirse ben bunlara hakaret etmeden bir atıfta bulunuyorum:
Sadece ve sadece alnı secdeye giden Sayın Erdoğan'ın yaptıklarını
Bir guguk kuşu gibi Atatürk'e yönlendirmenin uğraşları içindedirler ama
Bunların geçmişinde müslümanlara yapılan zulmü tenkit ettiğini göremezsiniz..
Böylesine bir yazıyı yazmamın nedeni ise;
HÜDAPAR'ın kemalizm üzerinden yaptığı konuşmayı baz alıp
Nedim Şener'in kin ve nefretini kustuğu bugünkü makalesidir..
Bu kin ve nefretini kusarken de tamamen yanlış bir yönlendirme çekmektedir...
Bu kemalistlerin temel anlayışı bu toplumdan Atatürk'ün gerçeğini hep saklamaktır..
HÜDAPAR'a saldıran Nedim Şener hemen Atatürk kutsamasına dalıyor ve
"Atatürk cuma günü meclisi dualarla ve dini merasimlerle açmıştır" gibi sözleri hatırlatıyor..
A be zavallı Nedim Şener!
Ne islamı biliyorsun,
Ne kemalizmi biliyorsun,
Ne de Atatürk'ü ontolojik yapısını biliyorsun?
Mustafa Kemal Meclis'i dualarla niye açıyordu?
O parlamentonun içindeki milletvekillerinin manevi durumunu hiç düşündün mü?
İçki yasağını getiren ,Halifeyi ve Saltanat'ı kurtarmak için çalışan Meclis değil miydi?
Kapısında dua edilmeden Meclis görüşmeleri yapılmayan bir Meclis değil miydi?
Meclis'in duvarında "Ve emruhum şûrâ beynehüm"yazılı Şura süresi 38.ayet yazılı değil miydi?
Peki savaş bittikten sonra ne oldu?
Kız gibi Meclis istiyorum diyen Mustafa Kemal 1.Meclis'i niye feshetti?
Meclis kapısında Mustafa Kemal'i dua edilmediği için durduran müezzini Mustafa Kemal niye kovuyordu?
Yetmedi 2.Meclis'ten itibaren peyderpey okullarda din dersi azaltarak 1933'den 1948'e kadar din dersi neden yasaklanıyordu?
HÜDAPAR kemalizmi değil de islam kardeşliğiyle :
"hep birlikte Türk’üyle, Kürt’üyle, Arap’ıyla, Zaza’sıyla kardeşçe bu ülkede yaşayacağız.” demesi sana niye batıyor?
Çünkü sizin kafa yapınız ırkçı ve bu ırkçılığın kurucuları da Mohiz Kohen gibi yabancılardır..
Siz değil misiniz?
İsmet İnönü"bu ülkede herkes Türk milliyetçisi olacaktır.
Buna itiraz edenleri yok edeceğiz" diyen
Mahmut Esat Bozkurt'un"Kürtler bu ülkede yaşamak istiyorsa Türklere köle olarak hizmet etmelidir"diyen ve
Cemal Gürsel'in Diyarbakır'da"biri kendini Kürt olarak tanıtıyorsa onun yüzüne tükürün" diyen senin ataların değil miydi?
Ey Nedim Şener ve benzerleri!
Şunu bilin ki, Türkiye içinde tüm kriptoların cirit attığı kemalizm diskurlarıyla bu ülkede birlik ve kardeşlik sağlanamaz..
21.yüzyılda bu söylemlerle Türkiye asla küresel bir devlet olmaz..
Utanmadan sıkılmadan kemalizmi bu toprakların insanlarına bir zoka olarak yutturuyorsunuz..
Hiç unutmuyorum;
Bu Nedim Şener ekranlarda iken arka plândaki ekranda Selçuk Bayraktar ve mühendislerin topluca resmini görünce
"İşte Atatürk'ün çocukları;onun gösterdiği yoldan gidenler..Her ne kadar burada Erdoğan'ın katkısı varsa da,
aslında onun da Atatürk'ün bilim ve akılda gösterdiği yolu takip ettiği için başarılı olmaktadır" demişti..
Buradan kendisine bir kez daha avazım çıktığı kadar haykırarak itiraz ederek;
"Gerek Sayın Erdoğan ve gerekse Sayın Selçuk Bayraktar asla kemalizmi kabul edenler değildir ve
asla o yoldan giden kişilikte ve düşüncede değildir.Teknolojiyle ilgilenmek demek Allah'ın nimetlerin faydalanmaktır.
Bilim ve akıl kimsenin tekelinde değildir.Bu iki öznenin tek düşüncesi vardır 200 senelik Batılalaşmayı bitirmektir..
Bir taraftan teknolojiyle muhatap olurken diğer taraftan Ayasofya'yı açarak İmam Hatip okullarını çoğaltıyordu"demeyi kendisine hatırlatırım..
Kaldı ki alnı secdeye gitmeyip de kemalizmi kabul edenlerin 21.yüzyıla taşıdıkları bir icraatı yazsınlar da öğrenelim...
.
1500'lerde İngiltere'de insanların çoğu Haziran'da evleniyordu senelik banyolarını da Mayıs'da yapıyorlar, Haziran'da çok kötü kokmuyorlardı..
Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu..
Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu..
Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu.. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü..
İngilizcedeki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' deyimi buradan gelmektedir..
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu..
Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu..
Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu..
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu.. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu.. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar bu nedenle oluştu..
Zemin topraktı.. Sadece
Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı..
Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu..
Bunu önlemek için yere saman seriyorlardı.. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu.. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu.. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'Thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi..
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu..
Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu.. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu.. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu.. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (Peas Porridge hot, Peas Porridge cold, Peas Porridge in the Pot nine Days old) tekerlemesinin menşei budur..
Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı..
Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı.. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi.. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı..
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu.. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açabiliyordu.. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bundan sonraki yaklaşık 400 yıl Domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü..
Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu.. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı.. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu.. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu..
Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu.. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (Trench Mouth) hastalığı ortaya çıkıyordu..
Ekmek itibara göre bölüşülüyordu.. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı..
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu.. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu.. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık bile yapıyordu.. Hatta bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu..
Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu..
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı.. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı..
Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü.. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı..
Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar.. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi.. Buna mezarlık nöbeti denirdi.
Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı..
Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı..
Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü..
Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü..
1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti.. 19.yy da kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti..
liste böyle uzaaar gider..
Ama esas dikkat çekmek istediğim konu şudur;
1500 lü yıllarda adeta b*k içinde yaşayan Avrupa nasıl oldu da arayı bu kadar açtı?
Bu da bizim sınavımız olsun..
.
VAHDETTİN İNGİLİZ KÖLESİMİYDİ?
100 seneden beri kemalist-sol zihniyeti
Vahdettin'e hep "İngiliz uşağı"diyerek saldırmıştır..
21.yüzyılda olmamıza rağmen bir milim geri dönüş yapmamışlardır..
Bu kahrolası Vahdettin düşmanlığını yaparken şu sözü de ilave ederler:
"Atatürk ülkeyi kurtarmak isterken Vahdettin emperyalistlerin kölesi idi"derler..
Bu düşüncenin alayı yalandır..
Doğrusu tüm emperyalist devletlerin yardımıyla Yunanistan kovuluyordu..
Başta Rusya; arkasından İtalya ve Fransa ve son olarak da İngiltere Mustafa Kemal'e hem silah hem de lojistik destek veriyorlardı..
Hadi diyelim ki öyle idi(yalandan kim ölmüş ki)
Vahdettin düşmanlarla birlikte idi.
Atatürk de düşmanlarla savaşıyordu..
Şimdi bu durumu günümüze getirelim ki,
Kemalist-solun 100 senedir geveledikleri sözlerine bir atıf yapalım..
Sayın Erdoğan şu anda emperyalistlere karşı savaş vermiyor mu?
Emperyalistlerin 40 yıldır beslediği PKK'ya hayatı dar etmedi mi?
Emperyalistlerin 40 yıldır beslediği FETÖ'nün canına okumadı mı?
Emperyalistlerin Dağlık Karabağ'daki emellerini boşa çıkarmadı mı?
Libya'da,Ege'de,Akdeniz'de ve Afrika'da emperyalistlerin önüne set koymadı mı?
Bunlara karşı savaş vermek için kendi silahını yapmadı mı?
Bütün bunları yaparken;
Emperyalistler Erdoğan'a her türlü;
Suikast,finansal operasyonlar ve ihtilal denemeleri yapmadı mı?
İlaveten Sayın Erdoğan'ı devirmek için her gün
Yabancı devlet adamları ve yazarlar
"Erdoğan Batı'nın dostu değildir ve bizim çıkarlarmızı gözetlemiyor" demiyorlar mı?
Yine bu emperyalistler Erdoğan'ı devirmek için muhalefete yardım etmiyor mu?
Emperyalistlerin verdiği sufleleri siyasi hayatlarında kullanan bir muhalefet yok mudur?
Bütün bunlar apaçık ortada iken;
Kemalist-solcuların kimin tarafında durmaktadırlar?
Tabii ki emperyalistlerin yanında..
Çünkü bu kitle"Erdoğan gitsin de Türkiye emperyalistlerin sömürü ülkesi olsun hiç önemli değil"demektedirler..
Bu kemalist-solcular 100 sene önce Vahdettin'i suçlarken de gerçeği söylemediler;
Şimdi de aynı noktada durmaktadırlar..
Çünkü kemalist-solcuların tek ödevi vardır;
Bu coğrafyanın yerli ve milli olan değer yargılarına savaş açmadır..
Köleliği içselleştirmiş bir yaşamı ilke edinmiştir..
Bu kadar basit..
.
AĞIR KÜFÜR EDİYORLAR
..............................................................
Şeref yoksunu onursuz bazı kemalistler;
Atatürk üzerinden müslümanlara küfrediyorlar..
Dün bir arkadaş bana TİK TOK'ta dolaşıma soktukları
"Atatürk ne yaptı diyorlar? Ne mi yaptı?
Emperyalistlerin ve İngilizlerin analarınızı .......kurtardı"gibi
Ağır sinkaflı küfürlerle müslümanlara saldırdıklarını söyledi..
Şimdi bu onursuz ve haysiyetsiz ve de emperyalizmin kölelerine bazı şeyleri hatırlatacağım..
Be dangalak herifler!
Milli Mücadele'de Atatürk nerede emperyalistlerle savaştı?
İngilizlerin,Fransızların ve İtalyanların Türkiye'den toprak talep ettikleri nerede görülmüştür?
Onların tek amacı Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan
Halifeliği ve islami kanunlarının ortadan kaldırılması değil miydi?
Atatürk'ün emeli de emperyalistlerle şu veya bu şekilde örtüşmüyor muydu?
Atatürk'ün ta başından beri cumhuriyet ve laiklik peşinde olduğunu söylemiyor musunuz?
Falih Rıfkı Atay ve benzerleri Osmanlı şeriatını emperyalistlerle beraber yok ettik demiyorlar mıydı?
Atatürk'ün en yakınında olanlardan Hamdullah Suphi Tanrıöver
1930'da Ankara'daki Türk Ocağı Binası'nın açılışında:
"Yunanistan'ı yenemeseydik;İstanbul Hükümeti ve İSLAM MEDENİYETİ ayakta kalırken BATI MEDENİYETİ MAĞLUP olurdu;
Biz Yunanlıları yenmeyle hem islam medeniyetini ortadan kaldırdık hem de BATI MEDENİYETİ GALİP GELDİ" demedi mi?
Emperyalistler bunu bildikleri için
Bir taraftan Yunanistan'ı yem olarak kullanıyordu;
Bir taraftan Padişah'ın ve İstanbul'daki hükümetin boğazını sıkarak bir sonraki adımda ise;
Mustafa Kemal'in önünü açıyorlardı;
Diğer taraftan da başkenti Ankara olan yeni bir Türk Devleti rejimin kurulmasına aracı oluyorlardı..
İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Yunanistan'ın İzmir'e çıkmasına izin vermeseydi;
Mustafa Kemal'in Anadolu'daki halkı kendi yanına çekebilecek miydi?
Atatürk böylesine bir fırsatı veren Lloyd George'un heykelini Türkiye'de dikmek istediğini bilmiyor muyuz?
İngilizler ta baştan beri bir projenin peşindeydi?
5 Ocak 1918'de Lloyd George :"Biz Türklerin çoğunlukla yaşadığı Trakya ve Anadolu'nun verimli topraklarından
onları mahrum etmek için savaşmıyoruz" derken
24 Nisan 1919'da İngiliz Parlamentosunda :
"Başkenti ANKARA veya Bursa olan,halifeliği ve Saltanat'ı kabul etmeyip
cumhuriyet rejimine giren yeni bir devletin kurulması "kararını almadılar mı?
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curson'un bu fikirlerini yeğeni ve
İngilizlerin Erzurum'daki askeri ataşesi Alfred Rawlinson'un
Hem Mustafa Kemal'e hem de Kazım Karabekir'e aktardığını bilmiyor muyuz?
Bu proje etrafında adım adım ilerleyen İngilizler bakınız neler yapıyordu?
Önce Mustafa Kemal'e vize verip onu Samsun'a gönderiyordu.
Arkasından 2.işgalı 16 Mart 1920'de yapıp Meclis-i Mebusan'ı basıp
Ankara'da yeni bir Meclis'in açılmasına kapı aralamıyor muydu?
Bile bile Meclis-i Mebusan'ı basıp Ankara'daki Meclis'in açılmasına karışamayız,diyorlardı..
Mustafa Kemal'in önceleri hedeflerinin Hilafet ve Saltanat'ın kurtulması olduğunu
Daha sonra ise İstanbul'a ve Padişah'a isyan etmesi görülürken ayaklanmalar başlar..
Bu ayaklanmaların durdurulması için İstanbul Hükümeti büyük bir ordu kurmak istediğinde
İngilizlerin "iç savaş çıkmasını istemiyoruz" diyerek
Küçük bir güç olan ve sonradan Mustafa Kemal'e katılan göstermelik bir Kuvayi İnzibatiye kurulmasına izin verilmedi mi?
Yetmedi İngilizler kasıtlı olarak Meclis-i olmayan İstanbul hükümetine Sevr Antlaşması'nı dikte ettirip
Mustafa Kemal'in Ankara'daki otoritesini artırmasına aracı olmuyor muydu?
İngilizlerin piyonu olan Yunanlılar Mustafa Kemal'i Bursa,Kütahya,Afyon ve Eskişehir'de yendiğinde
Daha fazla ileri gitmemesi için 14 Nisan 1921'de Yunanlıları Anadolu'da açlık içinde,silahsızlık içinde ve parasızlık içinde bırakmadılar mı?
Yunanistan'ı yarı yolda bırakıp 13 Haziran 1921'de bir gemi silahı İnebolu'da Mustafa Kemal'e vermedi mi?
25 Eylül 1919'de İngiliz Generali Sally Flood Mustafa Kemal'in Kuvayi Milliye'sine karşı savaşmayacağız sözünü veriyordu.
Şimdi de Fransızların ve İtalyanların Mustafa Kemal'e olan yaptığı yardımlara bakalım..
Fransızlardan 1500 makinalı tüfek,200 kamyon,2735 sandık piyade tüfeği,10 savaş uçağı(hediye),
İtalyanlardan 20.000 tüfek,4 milyon piyade mermisi,20 uçak..
Rusya'dan alınan para ve silahların da haddi nesabı yoktur..
İngilizlerin görmemezlikten gelip İstanbul depolarından
Her türlü silah ve uçaklar bile kaçırılıp Anadolu'ya sevkediliyordu..
Fransız Penay gemisi Mustafa Kemal'e Karadeniz'den silah gönderiyordu.
Yetmedi Fransızlar ve İtalyanlar Akdeniz'deki iki limandan Mustafa Kemal'e silah sevkiyatı yapıyordu..
İtalyan casusları Efe kılığına girip Yunanlılara karşı savaşıyorlardı..
Büyük Taarruz'daki Yunan başkomutanı Hacianestis 19 Temmuz 1922'de
İstanbul'daki İşgal Komutanı Charles Harington'a bir mektup yazarak
"Mustafa Kemal'e İstanbul depolarından her türlü silah yardımı yapıyorsunuz.
Yetmedi bizim askeri plânlarımızı da ona veriyorsunuz." diye sitem ediyordu..
Yunanlılar Ankara'yı almaya ramak varken silah,askere maaş,hastalık ve yemek sorunu yaşarken
Yunan Başbakanı Gunaris İngiltere ve Fransa'ya gidip yardım için imdat çığlıkları atarken eli boş dönüyordu..
Çünkü plân gereği Yunanistan'ın yenilmesi gerekiyordu..
İngilizler Lozan imzalanmasına rağmen İstanbul'u terketmiyorlardı..
Nihayet 2 Ekim 1923'de balolar tertip edip giderken;
Biz Çanakkale Boğazı'dan çıktıktan sonra
Sadece ve sadece atlı süvarilerle İstanbul'a gireceksiniz diye ültimatom veriyorlardı...
Bu kadar kabadayılık yapan İngilizler Vahdeddin'i İstanbul'da korumuyordu.
Büyük Taarruz'da esir aldığımız Yunan Generali Trikopis
1952 yılında Atina'da kendisini ziyaret eden kemalist-yazar Hıfzı Topuz'a:
"Balkanlar bize yeterdi,ne işimiz vardı Anadolu'da.
İngiliz ve Fransızların projesi sonucu pisi pisine Türk ve Yunan askerleri öldü" derken.
Mustafa Kemal 13 Eylül 1922'de hem Amerikalı gazeteci Richard Eaton'a
Hem de İstanbul'daki İngiliz İşgal Komutanı'na:
"Biz İngiltere ile değil sadece Yunanlılarla savaştık" diyordu...
Bu yazdıklarıma bir Allah'ın kulu itiraz edemez..
Bu yazdıklarımın neresinde Atatürk emperyalistlerle savaşmıştır..
İngilizlere ve Fransızlara hayatı dar edenler yok muydu?
Öğrenmek isteyenler gitsinler Çanakkale ve Kutül Amare savaşlarına baksınlar...
Yetmedi bize alçaklıklarının zirvesini yaşatan Yunanlılarla
1930'lu yıllarda az kaldı ortak cumhurbaşkanalığı yönetimi ve ortak ordu kuruyorduk..
Be utanmaz herifler!
Müslümanlara küfredeceğinize bu yazılanları bir araştırın da gerçekleri görün..
.
28 Şubatta bu Ülke
nasıl soyuldu biliyormusunuz ??;
Önce Pavyonda
Konsomatrislik yapan bir bayanı bulup,
Tesettüre soktular,
Sonra onu Sarık,
Sakal,
Cübbe,
Kaportası uygun bir sahtekarın
koynuna soktular ve Canlı yayında bastılar...
Fadime Şahin
her gün ekranlarda gözyaşı döküyordu...
Bir yandan da gerçekte
Esrar Satıcısı bir uyuşturucu müptelası olan;
ALİ KALKANCI'ya
sakal bıraktırılıyor,
Cübbe giydiriliyor,
ekranlarda Cinci Hoca diye
kafa sallarken gösteriliyor,
Sonra başka bir kadını
tuzağa düşürürken
Gazete ve Televizyonlara yansıyordu...
Bizler ekranlarda
Fadime'nin gözyaşlarını,
Ali Kalkancı'nın kafa sallamasını,
Ankara'nın ortasında toplu
kafa sallayanları izlerken,
Birileri
26 Bankanın
içini boşaltıyor,
Bir yanda Hazine soyuluyor,
Hükümet devriliyor,
Bir yanda
Faizler %70 ve birileri malı götürüyor ve
Enflasyon almış başını gidiyordu...
Bizlere bu tiyatroyu seyrettirenler
çoktan MALI götürmüşlerdi bile...
Önümüze İRTİCA
Yemini atmışlardı
ve bizler sazan gibi üzerine atlamıştık...
Meşhur bir sözü var ya;
Eşşek eşşek olduğu halde,
Aynı yolda iki kere çamura saplanmaz..."
Ne garip;
O günlerde insanlar
faizler yüzünden
Başbakanlığın önünde
üzerine benzin döküp
kendini ateşe verirken,
Esnaf Başbakana
Yazar Kasa fırlatırken,
Gazeteler ve Tv'ler
ne HIRSIZLIKTAN bahsediyor,
Ne de ülkenin soyulduğunu,
Nede 26 Bankanın içinin boşaltılıp
İsviçre Bankalarına kaçırıldığını yazıyordu...
Yaşadığım Ülkemden ümidimi kesmiştim,
saldım çayıra deriz ya...
Derken
Hani yaşama gözlerini kapatmış
bir insanın aniden gözlerini açması gibi bir şeydi...
Bu ZAT her gün koşturuyordu,
Her gün açılışlar yapıyordu...
Yollar,
Hastaneler yapılıyor,
Yerin altından tüneller açılıp Kıtalar birleşiyor,
Marmaray devreye giriyor,
Yerli tank,
Yerli Helikopter,
Kanal istanbul,
Hızlı Tren,
3.Köprü,
3.Hava Limanı,
Dünyanın 2.Büyük Asma Köprüsü,
Milyonlarca öğrenciye ücretsiz
kitap ve tabletler dağıtılıyor,
Faizler %4 lere kadar iniyor,
Her şey yolunda gidiyor,
Engellilere maaş bağlanıyor,
İlk defa bu ülkede insan yerine konuyor,
Türkiye yeryüzünde ki mazlumların umudu olmuşken,
bir sabah baktım 17 ağacın yeri taşınacak diye
İstanbul'da sokaklar ateşe veriliyor,
bir anda ülke karanlığa gömülüyordu...
Ama dilimiz yanmıştı;
Bu işte bir iş vardı,
Koç Üniversitesi yapılırken;
80 bin ağacı kesenler nasıl olur da
Üniversitesini FİNAL döneminde tatile çıkarıp
öğrencileri Taksime eyleme yollardı?
Nasıl olur da her gün 10 bin kumanya yollardı?
Duran adam SIRP çıkıyor,
Soyunan kadın Alman çıkıyor,
Gezicileri yönlendiren
siyahlı kadın Amerikalı çıkıyor,
Konser veren piyanist Alman çıkıyor,
Almanya Sokakları yanarken ortada olmayan
Claudia Roth Gezi Parkında
en önde Polise hakaret ediyor.
Suriye'de milyonlarca insanın
katledilmesini görmeyen CNN;
22 saat kesintisiz canlı yayın yapıyordu...
Bu işte bir iş vardı,
Faizlerle anamızı ağlatan bir bankanın
genel müdürü canlı yayında
iş çıkışı toplu olarak Gezi Parktayız diyordu..?
Niçin?
Faizler yüzünden kendini yakan
insanlara acımayanlar 17 ağaca mı acırdı?
Zevk için hayvanlara
nasıl kurşun yağdırdığını anlatan
Safarici Boyner;
Gezi Parka iniyor ben çapulcuyum diyordu.
Sokakları ateşe Verenler,
Yüzleri gözleri sarılı olan eşkiyalar
Türkiye'nin en lüks otelinde ağırlanıyorlardı...
Olaylar her yanı sarmış;
Ve Sn.Erdoğan uçağa atlayıp sırtını dönüp
Orta doğu gezisine sessizce gitti.
O giderken evde oturmuş
gözlerimden yaşlar süzülüyordu,
Çünkü seni Menderes gibi asacağız diyorlardı.
Rabb'im o günleri bir daha yaşatmasın.
17 Ağaç için Türkiye'ye
100 milyar doların üzerinde
zarar verenlerin sözcüleri
Bülent Arınçla görüşmeye gittiler.
Ne garip sokakları ateşe verenler
dünyadan habersiz MALLARDI,
Ama sözcüleri 28 şubatta ülkeyi soyan
ve Erbakan Hükümetini deviren
Beşli Çete diye tarihe geçen ekibin temsilcileriydiler.
Görüşmeden sonra kameraların önüne geçmişlerdi,
Bütün Türkiye onlara kitlenmişti,
Herhalde hükümetten bütün Türkiye'nin
ağaçlandırmasını istediler diye düşünmüştüm,
Hükümetten isteklerini sıraladılar...
Kanal İstanbuldan derhal vazgeçilecek,
3.Hava Limanı yapılmayacak,
3.Köprü yapılmayacak,
Hidro elektrik santralleri yapılmayacak.
Televizyon başında şok olmuştum,
Ağaç kimsenin umrunda bile değildi.
bunlar sanki Lozan'da ki İNGİLİZ HEYETİYDİ...
İnsanlar Sn.Erdoğan'ı anlamamıştı,
Medya gerçekleri yazmıyordu...
Türkiye kendi boğazlarını
denetleme hakkına sahip olmayan,
Hiç bir yabancı gemiyi denetleyemeyen,
Para alamayan eli kolu bağlı bir ülkeydi.
İşte Sn.Erdoğan Kanal İstanbul projesiyle
canını ortaya koyuyordu,
Eğer Kanal İstanbul'u yaparsa;
Bütün yabancı gemileri kanal İstanbul'dan geçirip
hem denetleyecek, hemde milyarlarca dolar
Türkiye para kazanacaktı,
İngiltere aylardır Sn.Erdoğan'ı tehdit ediyordu,
Kanal İstanbul'u yapamazsın,
Lozan'da verdiğiniz sözler var diye...
İngiltere'nin yapamadığını;
Bizden görünen
Gezi Platformu Temsilcileri yapıyordu...
3.Hava Limanı Almanyanın
pabucunu dama atacak,
Hava sektöründe
Türkiye'yi Avrupanın merkezi yapacak bir proje,
Gezi Platformu derhal vazgeçilecek diyordu...
Sn.Erdoğan tamda bu sırada
yurt dışından geri dönüyordu...
Gecenin bir yarısı ve insanlar sokaklara dökülüyordu...
Ve Sn.Erdoğan otobüsün üzerine çıktığında;
"FAİZ LOBİSİ BENİ TEHDİT EDİYOR" diyecekti...
İşte bu söz her şeyi,
Bütün meseleyi anlatıyordu...
Türkiye'yi geçmişte kendine borçlandırıp,
Maliyenin topladığı bütün vergiyi
FAİZ olarak cebe indirenler,
12 yıldır Sn.Erdoğan'ın
kesip ödemediği o paranın peşine düşmüşlerdi,
Bütün meselenin özü buydu...
Ve sokaklara dökülenler tezgahı görüyor,
sanki dünyaya meydan okuyor
"DİK DUR EĞİLME "diyordu...
Erdoğan dik durdu ve olaylar tam dindi, derken...
Bir sabah 17 Aralık Operasyonu yapılıyordu...
28 Şubatta kılıf İRTİCA,
Gezide AĞAÇ,
17 Aralıkta insanların en hassas olduğu
noktadan vuruyorlardı HIRSIZ...
Yüz binlerce Filistinliyi katleden
Netenyahu'ya OTORİTE,
Filistin Kasabı Ariel Şaron'a
ÇIĞIR AÇAN LİDER diyenler,
Sn.Erdoğan'a Hırsız,
Haramzade,
Diktatör,
Yezid diyordu...
Polisin götürdüğü Para Sayma Makineleri,
Şike Davasında ki para dolu çantalar,
Amerika'da ki bir uyuşturucu operasyonundaki
fotoğraflar servis edilip,yem olarak önümüze atılıyor,
Yatağın üzerine paralar serpiliyor,
muhteşem bir ALGI OPERASYONU yapılıyordu...
Bizler Bu tiyatroyu seyrederken
birileri HALK BANKASINA giriyordu...
Bütün gizli sırlarını,
Devletin en mahrem bilgilerini götürüyordu...
Ne acı ki Kuzey Irak Petrolünün parasının
Halk Bankasına yatırıldığı gün,
Halk Bankasına operasyon çektiler...
Bir bakana verilen hediye
yada rüşvet saat için ortalığı yıkanlar;
26 Banka soygununu görmeyen namussuzlardılar...
Yıllarca bu ülkenin iliğini kurutanları,
Türkiye'den çalıp
İsviçre Bankalarına götürenleri görmeyenler,
İran'ın ALTIN Ticaretinden milyarları
Türkiye''ye akıtan Rezza Zarrab'ı hedefe koyuyor,
Müthiş bir algı operasyonu yapıyordu.
Ve İran'ın Altın Ticaretinin önünü kestiler,
Yönünü Amerika'ya çevirdiler...
O kadar ALÇAKLAR...
Benim dünyadan habersiz arkadaşımda yazıyorlar;
Rezza'yı anlat,Rezzan'ın önüne yatarmısın
Eğer o parayı Türkiye'ye değil,
İngiltere'ye akıtsaydı;
Rezzan'ın önüne ben değil ama
İngiltere KRALİÇESİ yatardı,
İşte siz bu kadar basiretsizsiniz..
Nelerden haberiniz var...
Önünüze attıkları yemi sazan gibi yutarsınız...
Bizler 17 Aralık’la uğraşırken;
Asıl bomba 25 Aralık'ta patlıyor.
Savcı 40 kişinin tutuklanmasını istiyordu,
listenin ilk sırasında;
Kanal İstanbul,
3.Köprü,
3.Hava Limanı,
Marmaray
ve Hızlı Treni yapan
bütün firmaların sahiplerinin,
kısacası
Türkiye'yi uçuracak
bütün projelere imza atan
mütahitlerin tutuklanmasını istiyordu.
İşte gizledikleri asıl hedef te buydu...
Gezide başaramadıklarını
25 Aralıkta
Hırsızlık kılıfıyla yapmaya kalkıyorlardı.
Hırsız görmek isteyen
POAŞ'ın nasıl alınıp satıldığına baksın...
KPSS,
Polislik,
DİL SINAVI,
Sorularının nasıl çalındığına baksın...
İş Adamlarına şantaj yapıp
haraç alanlara baksın...
Milletin yatak odasını röntgenleyip
kayıt eden namussuzlara baksın...
MİT'e operasyon yapan HAİNLERE baksın...
Deri,Kurban Bağışları toplayıp,
Müslüman kardeşi açlıktan ölürken,
Yahudi ve ABD kuruluşlarına
bağışlayanlara baksın...
Anlamıyormusunuz..?
Neden İngiliz Medyası,
Alman medyası,
İsrail medyası,
Doğan medyası ve Cemaat Medyası
topyekün Sn.Erdoğan'a saldırıyorlar?
Hiç mi düşünmüyorsunuz?
Bu ülke soyulurken,
Hazinenin ve 26 Bankanın içi boşaltılırken,
bu ülkeye çivi çakılmazken
siz bu medyanın
sesini çıkardığını duydunuz mu?
Menderes alnı secdeli
ve sizden biriydi, Halkın adamıydı,
O'na 12 uçak dolusu ALTIN çalarken
suç üstü yakalandı iftirasını attılar.
Sonunda Menderesi asıp Ülkeyi soydular...
Özal sizden biriydi,
Alnı secdeli bir adamdı,
Ona Diktatör dediler,
tek adam dediler,
zehirlediler ve ülkeyi soydular...
Ve Türkiye'nin başına gelmiş
en DİK DURAN,
Alnı secdeli
Cumhurbaşkan'ına aynı iftiraları atıyorlar,
EŞŞEK BİLE AYNI YOLDA
İKİ KERE ÇAMURA BATMAZKEN,
Biz halen mi uyanmıyacağız...?
Eskiden sosyal medya yoktu,
Tv'lerde insanlara gerçekleri anlatmıyordu,
Özal ve Menderesi yediler,
Ya şimdi?
Bütün Tv ve Gazeteler el altında
yahudi ve İngiliz'lerin elinde bile olsa,
Sosyal medya var...
Hiç bir bahaneniz yok...
Tezgaha gelmeyin...
Önünüze atılan yemi yutmayın...
Bu ülkede Tam rahat bir
nefes almaya başlamışken,
sahip çıkmazsak,
son pişmanlık fayda vermez...
Bu gün size dürüstlük nutukları atanlar var ya;
İŞTE ONLAR ASIL NAMUZSUZLARIN TA KENDİLERİDİR.
Şimdi biliyorsun, bilmeyenlere anlat onlarda bilsin.
.
AĞIR KÜFÜR EDİYORLAR
..............................................................
Şeref yoksunu onursuz bazı kemalistler;
Atatürk üzerinden müslümanlara küfrediyorlar..
Dün bir arkadaş bana TİK TOK'ta dolaşıma soktukları
"Atatürk ne yaptı diyorlar? Ne mi yaptı?
Emperyalistlerin ve İngilizlerin analarınızı .......kurtardı"gibi
Ağır sinkaflı küfürlerle müslümanlara saldırdıklarını söyledi..
Şimdi bu onursuz ve haysiyetsiz ve de emperyalizmin kölelerine bazı şeyleri hatırlatacağım..
Be dangalak herifler!
Milli Mücadele'de Atatürk nerede emperyalistlerle savaştı?
İngilizlerin,Fransızların ve İtalyanların Türkiye'den toprak talep ettikleri nerede görülmüştür?
Onların tek amacı Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan
Halifeliği ve islami kanunlarının ortadan kaldırılması değil miydi?
Atatürk'ün emeli de emperyalistlerle şu veya bu şekilde örtüşmüyor muydu?
Atatürk'ün ta başından beri cumhuriyet ve laiklik peşinde olduğunu söylemiyor musunuz?
Falih Rıfkı Atay ve benzerleri Osmanlı şeriatını emperyalistlerle beraber yok ettik demiyorlar mıydı?
Atatürk'ün en yakınında olanlardan Hamdullah Suphi Tanrıöver
1930'da Ankara'daki Türk Ocağı Binası'nın açılışında:
"Yunanistan'ı yenemeseydik;İstanbul Hükümeti ve İSLAM MEDENİYETİ ayakta kalırken BATI MEDENİYETİ MAĞLUP olurdu;
Biz Yunanlıları yenmeyle hem islam medeniyetini ortadan kaldırdık hem de BATI MEDENİYETİ GALİP GELDİ" demedi mi?
Emperyalistler bunu bildikleri için
Bir taraftan Yunanistan'ı yem olarak kullanıyordu;
Bir taraftan Padişah'ın ve İstanbul'daki hükümetin boğazını sıkarak bir sonraki adımda ise;
Mustafa Kemal'in önünü açıyorlardı;
Diğer taraftan da başkenti Ankara olan yeni bir Türk Devleti rejimin kurulmasına aracı oluyorlardı..
İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Yunanistan'ın İzmir'e çıkmasına izin vermeseydi;
Mustafa Kemal'in Anadolu'daki halkı kendi yanına çekebilecek miydi?
Atatürk böylesine bir fırsatı veren Lloyd George'un heykelini Türkiye'de dikmek istediğini bilmiyor muyuz?
İngilizler ta baştan beri bir projenin peşindeydi?
5 Ocak 1918'de Lloyd George :"Biz Türklerin çoğunlukla yaşadığı Trakya ve Anadolu'nun verimli topraklarından
onları mahrum etmek için savaşmıyoruz" derken
24 Nisan 1919'da İngiliz Parlamentosunda :
"Başkenti ANKARA veya Bursa olan,halifeliği ve Saltanat'ı kabul etmeyip
cumhuriyet rejimine giren yeni bir devletin kurulması "kararını almadılar mı?
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curson'un bu fikirlerini yeğeni ve
İngilizlerin Erzurum'daki askeri ataşesi Alfred Rawlinson'un
Hem Mustafa Kemal'e hem de Kazım Karabekir'e aktardığını bilmiyor muyuz?
Bu proje etrafında adım adım ilerleyen İngilizler bakınız neler yapıyordu?
Önce Mustafa Kemal'e vize verip onu Samsun'a gönderiyordu.
Arkasından 2.işgalı 16 Mart 1920'de yapıp Meclis-i Mebusan'ı basıp
Ankara'da yeni bir Meclis'in açılmasına kapı aralamıyor muydu?
Bile bile Meclis-i Mebusan'ı basıp Ankara'daki Meclis'in açılmasına karışamayız,diyorlardı..
Mustafa Kemal'in önceleri hedeflerinin Hilafet ve Saltanat'ın kurtulması olduğunu
Daha sonra ise İstanbul'a ve Padişah'a isyan etmesi görülürken ayaklanmalar başlar..
Bu ayaklanmaların durdurulması için İstanbul Hükümeti büyük bir ordu kurmak istediğinde
İngilizlerin "iç savaş çıkmasını istemiyoruz" diyerek
Küçük bir güç olan ve sonradan Mustafa Kemal'e katılan göstermelik bir Kuvayi İnzibatiye kurulmasına izin verilmedi mi?
Yetmedi İngilizler kasıtlı olarak Meclis-i olmayan İstanbul hükümetine Sevr Antlaşması'nı dikte ettirip
Mustafa Kemal'in Ankara'daki otoritesini artırmasına aracı olmuyor muydu?
İngilizlerin piyonu olan Yunanlılar Mustafa Kemal'i Bursa,Kütahya,Afyon ve Eskişehir'de yendiğinde
Daha fazla ileri gitmemesi için 14 Nisan 1921'de Yunanlıları Anadolu'da açlık içinde,silahsızlık içinde ve parasızlık içinde bırakmadılar mı?
Yunanistan'ı yarı yolda bırakıp 13 Haziran 1921'de bir gemi silahı İnebolu'da Mustafa Kemal'e vermedi mi?
25 Eylül 1919'de İngiliz Generali Sally Flood Mustafa Kemal'in Kuvayi Milliye'sine karşı savaşmayacağız sözünü veriyordu.
Şimdi de Fransızların ve İtalyanların Mustafa Kemal'e olan yaptığı yardımlara bakalım..
Fransızlardan 1500 makinalı tüfek,200 kamyon,2735 sandık piyade tüfeği,10 savaş uçağı(hediye),
İtalyanlardan 20.000 tüfek,4 milyon piyade mermisi,20 uçak..
Rusya'dan alınan para ve silahların da haddi nesabı yoktur..
İngilizlerin görmemezlikten gelip İstanbul depolarından
Her türlü silah ve uçaklar bile kaçırılıp Anadolu'ya sevkediliyordu..
Fransız Penay gemisi Mustafa Kemal'e Karadeniz'den silah gönderiyordu.
Yetmedi Fransızlar ve İtalyanlar Akdeniz'deki iki limandan Mustafa Kemal'e silah sevkiyatı yapıyordu..
İtalyan casusları Efe kılığına girip Yunanlılara karşı savaşıyorlardı..
Büyük Taarruz'daki Yunan başkomutanı Hacianestis 19 Temmuz 1922'de
İstanbul'daki İşgal Komutanı Charles Harington'a bir mektup yazarak
"Mustafa Kemal'e İstanbul depolarından her türlü silah yardımı yapıyorsunuz.
Yetmedi bizim askeri plânlarımızı da ona veriyorsunuz." diye sitem ediyordu..
Yunanlılar Ankara'yı almaya ramak varken silah,askere maaş,hastalık ve yemek sorunu yaşarken
Yunan Başbakanı Gunaris İngiltere ve Fransa'ya gidip yardım için imdat çığlıkları atarken eli boş dönüyordu..
Çünkü plân gereği Yunanistan'ın yenilmesi gerekiyordu..
İngilizler Lozan imzalanmasına rağmen İstanbul'u terketmiyorlardı..
Nihayet 2 Ekim 1923'de balolar tertip edip giderken;
Biz Çanakkale Boğazı'dan çıktıktan sonra
Sadece ve sadece atlı süvarilerle İstanbul'a gireceksiniz diye ültimatom veriyorlardı...
Bu kadar kabadayılık yapan İngilizler Vahdeddin'i İstanbul'da korumuyordu.
Büyük Taarruz'da esir aldığımız Yunan Generali Trikopis
1952 yılında Atina'da kendisini ziyaret eden kemalist-yazar Hıfzı Topuz'a:
"Balkanlar bize yeterdi,ne işimiz vardı Anadolu'da.
İngiliz ve Fransızların projesi sonucu pisi pisine Türk ve Yunan askerleri öldü" derken.
Mustafa Kemal 13 Eylül 1922'de hem Amerikalı gazeteci Richard Eaton'a
Hem de İstanbul'daki İngiliz İşgal Komutanı'na:
"Biz İngiltere ile değil sadece Yunanlılarla savaştık" diyordu...
Bu yazdıklarıma bir Allah'ın kulu itiraz edemez..
Bu yazdıklarımın neresinde Atatürk emperyalistlerle savaşmıştır..
İngilizlere ve Fransızlara hayatı dar edenler yok muydu?
Öğrenmek isteyenler gitsinler Çanakkale ve Kutül Amare savaşlarına baksınlar...
Yetmedi bize alçaklıklarının zirvesini yaşatan Yunanlılarla
1930'lu yıllarda az kaldı ortak cumhurbaşkanalığı yönetimi ve ortak ordu kuruyorduk..
Be utanmaz herifler!
Müslümanlara küfredeceğinize bu yazılanları bir araştırın da gerçekleri görün.
.
ATATÜRK İSLAM DİNİ ve AMBARGO
Türkiye'de kemalist-solun Atatürk üzerinden
Biz müslümanlara öylesine bir ambargo koyuyor ki,
Adeta evlere şenlik konumundadır..
Atatürk'ü kanunla sevme mecburiyeti olmadığı halde,
Hakaret ve tahkir etmediğiniz halde,
Atatürk ve cumhuriyet tarihi üzerinde delillere bağlı kalarak
Konuşma veya yazmaya çalıştığınızda
Karşınıza hemen kemalist-solcular çıkar ve biz müslümanlara
"-Hop arkadaş bir dakika !
Atatürk ve cumhuriyet tarihi üzerinde siz öyle istediğinizi konuşamazsınız ve yazamazsınız,
Bizim sizin için çizdiğimiz alanın dışına çıkamazsınız,
Ve siz bizim tenkitlerimizi tekrar da etmeyip,
Sadece bizim Atatürk'ü övdüklerimizi kalbinizle kabulleneceksiniz,
Bunun dışına çıktığınızda ağzınıza cız yaparız ha!"dedikleri bir gerçektir..
Bu yazdıklarıma hemen hemen herkes sosyal hayatta karşılaşmıştır..
Bunların psikolojik baskıları toplum içinde çok rahat taraftar bulmaktadır..
Şimdi bu konuya niye girdim biliyor musunuz?
Yargıtay Cumhuriyet eski Başsavcısı Vural Savaş'ın
"Türkiye Cumhuriyeti Çökerken"adlı kitabını okurken nelere şahit olduğumdur..
Şahit olduğum şey; Atatürk ve İslam dini arasındaki bağın konumu..
Önce fikirlerimi yazayım sonra Vural Savaş'tan alıntı yapacağım..
Atatürk Arap kültürüne ve ilaveten islam dininden hoşlanmadığı bir gerçektir..
Türkiye'de dinin sosyal hayattan çıkması için gerekli adımları da atmıştır.
Burada Atatürk'ün bizzat kendisi isminin Arapça olan Mustafa Kemal'i atıp
Nüfus cüzdanına KAMAL ATATÜRK olarak yazmasının yanında
İslamın değer yargılarını hiçbir zaman kabul etmemiştir..
Bu konu hakkında öylesine dokümantasyonlar vardır ki,
Çoğu insanın ağzı açık kalacak noktadadır ama insanların gözünden uzak tutulmaya çalışılır..
Aynen içkiyi çok kullanmasını "kafası çok çalışıp onu frenleyemediği için içkiyi bir ilaç olarak kullanırdı" demenin saçmalığı gibi..
Halbuki Atatürk ta öğrenci yıllarından itibaren içki içer ve etrafındakileri de buna özendirirken;
Cumhurbaşkanı olduktan sonra BİRA ve ŞARAP FABRİKALARI kurmuştur..
Bir kere bu yapılanlar Kamal Atatürk'e bir haksızlıktır...
Çünkü kemalist-solcuların Atatürk'ün kişiliğini zayıf gördükleri bir gerçektir ki kabul etmedikleri çok aşikardır...
Nasıl mı?
Atatürk'ün yaşantısındaki iradesine bunlar karşı gelmektedir..
Atatürk yaşamı boyunca yaşantısındaki içki içmeyi ve islam dinine olan uzaklığını HİÇBİR ZAMAN GİZLİ TUTMAMIŞTIR..
Ama kemalist-solcular ise Atatürk'ü kendi istedikleri noktada
Toplum tarafından tanımasını istemektedirler..
Mesela Atatürk'ün 1925'den sonra ne bir ibadeti vardır ne de camiye gitmişliği..
11 yıllık uşağı olan Cemal Granda:"Atatürk ramazanda her gün içki içerdi ama
sadece Kadir Gecesi içmezdi" diye anılarında yazmıştır..
Dikkat ederseniz hem İnönü hem de Celal Bayar camiye gitmeyi laikliğe aykırı bulmuşlardı..
Onun için Atatürk öldüğü zaman devlet onu camiye götürmeyi düşünmüyordu..
Kız kardeşi Makbule Atadan ve 1.Ordu Komuta Fahrettin Altay olmasaydı
Camiye götürülmediyse de Dolmabahçe'de birkaç kişiyle cenaze namazı kılınmayacaktı..
Bütün samimiyetle ifade edeyim ki devlet erkanı burada bir tutarlılık göstermiştir..
Şimdi geleyim Vural Savaş'ın neler yazdığına..
"Türkiye Cumhuriyeti Çökerken" adlı kitabının 200.sayfasında
Atatürk'ten bakınız nasıl bir alıntı yapmaktadır:
"Türkler islam dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi.
Bu dini kabul ettikten sonra,bu din,
Ne Arapların ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin
Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi..
Bilakis,TÜRK MİLLETİNİN MİLLİ BAĞLARINI GEVŞETTİ,MİLLİ HEYACANI UYUŞTURDU"...
Bu sözlere yine Atatürk'ten üç ilave yapayım..
Atatürk Kur'an'ın vahiy olmadığını Hz.Peygamberin 3 sene düşünüp yazmaya başladığını söyler..
İslam dini beyni ezberden sulanmışların dinidir" ve
"elimden gelse tüm dinleri denize atardım" gibi
Buradan anlamamız gereken nedir?
Atatürk islam dininin Türklerin milli dokusuna ters bir dindir ve kabul edilemezdir..
Şimdi bu konuları girdiğimizde bazılarının sinir uçlarının refleksi devreye girerek
"SEN ATATÜRK DÜŞMANISIN,BUNLARI NASIL YAZARSIN" diyeceklerini adım gibi biliyorum..
Çünkü bunlar okumaz,
Çünkü bunlar Atatürk'ü gerçek kimliğinde tanımak istemez,
Çünkü bunlar Atatürk'ün neler yaptıklarını bilmez adeta
21.yüzyılda çağdaş putperestliği kendilerine ilke edinmişlerdir..
Solcu Ufuk Uras'ın dediği gibi "bu ülkede en az kitap okuyanlar kemalistlerdir" teşhisi isabetlidir..
Bunlar Atatürk'ün el yazısıyla yazdığı notlarını içeren Afet İnan'ın"Medeni Bilgiler" adlı kitabını okumaz.
Bunlar Genelkurmay'ın lojistik destek verdiği
Doğu Perinçek'in"Kemalist-Devrim Din-Allah" kitabını okumaz..
Bunlar sosyal demokrat olan Onur Atalay'ın "Türk'e Tapmak" adlı kitabını okumaz..
Okumaz ama kabalık yaparak insanları fişlerler ve de
Alayının sara nöbetine girmişçesine "ATATÜRK DÜŞMANLARIIIIII !" diye paylarlar...
Sabri Çolak
Yalan mı?
.SANÂYİ İ NEFÎSE MEKTEBİ
Mektebin kuruluşunda Tanzimat devrinde eğitim alanında gerçekleştirilen faaliyetlerin etkisi büyüktür. Bu dönemde açılan pek çok modern öğretim kurumunun yanında güzel sanatlar alanında da bazı gelişmeler kaydedildi. Resim sanatının geliştirilmesinde Doğu’dan ziyade Batı’nın telkinlerine bir yöneliş olduğu, birçok sanatkârın teşvik ve himaye gördüğü dikkati çekmektedir. Avrupa’dan meşhur ressam ve mimarlar davet edilerek istihdam edildiği gibi ihtisas amacıyla Avrupa’ya askerî okullardan mezun ressamlar gönderilmişti. Bunlardan Süleyman Seyyid Bey ve Şeker Ahmed Paşa, Sultan Abdülaziz’in himayesiyle Avrupa’ya giden ilk ressamlardandır. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemlerde resim tahsili için ülkede Mühendishâne ve Harbiye gibi okullardan başka bir öğretim kurumu bulunmamakta ve resmî dairelerde çalıştırılan ressamların çoğunu yabancılar oluşturmaktaydı. Sultan Abdülaziz’in resim sanatı ile yakından ilgilenmesi ve bizzat resim yapması, bu sanatın bağımsız bir eğitim kurumu bünyesinde öğretilmesi ve geliştirilmesi için önemli adımların atılmasını sağladı. 1870’lerden itibaren orta dereceli okulların programlarına resim dersinin konulması bu alanda öğretmen ihtiyacı ve öğretmen yetiştirilmesi meselesini gündeme getirdi. Diğer taraftan Avrupa’da tahsilini tamamladıktan sonra ülkeye dönen sanatkârların faaliyetleri ve özellikle Şeker Ahmed Paşa gibi başarılı bir ressamın gayretleriyle 1873’te düzenlenen resim sergisi büyük yankı uyandırdı. Bu hususta gazetelerde yayımlanan haber ve değerlendirmeler kamuoyunun dikkatini çekti. Muhtelif cemiyetler tarafından yerli ve yabancı sanatkârların eserlerinden oluşan sergilerin düzenlenmesine devam edildi.
Gazeteci Zekeriya Say yazmış...
Halk TV yolsuzluk arıyorsa Baykar’a değil CHP’ye baksın!
Ekrem İmamoğlu, Beylikdüzü Belediye Başkanıydı.
23 Kasım 2016’da, sözde “Kültür ve Sanat Etkinliği” adı altında 17 yazarın katılacağı bir “söyleşi etkinliği” için açık ihale düzenledi.
İhaleyi kazanan şirkete belediye kasasından o günün şartlarında tam 987 bin TL ödendi.
Daha sonra ihalesi yapılan organizasyonun hiç gerçekleşmediği ortaya çıktı.
İhale şartnamesinde ismi geçen ve ücret aldığı öne sürülen Zülfü Livaneli, Ertuğrul Özkök, Ayşe Kulin ve Gülse Birsel gibi yandaş isimler, “Böyle bir etkinliğe katılmadık” dedi.
“Hayali ihale” rezaletinin patlak vermesinin ardından köşeye sıkışan CHP’li Beylikdüzü Belediyesi, "Söyleşiler planlandı, fakat etkinlik yapılmadı" itirafında bulundu. Yazarlara ödendiği iddia edilen bütçenin akıbetine ilişkin tek kelime edilmedi.
Fondaş medya ise yaşanan skandal karşısında adeta başını kuma gömdü.
*
Bahçelievler’de “ocak başı et lokantası” işleten bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen ve yine aynı ilçede mütevazı bir apartman dairesinde ikamet eden Rıza Akpolat’ın kurduğu düşük sermayeli şirketleri her seferinde battı.
Sürekli zarar ettiği için devlete tek kuruş vergi ödemeyen Akpolat, babasının eski arkadaşı Erdoğan Toprak’ın sihirli dokunuşuyla 2019 seçimlerinde Beşiktaş Belediye Başkanlığı koltuğuna paraşütle indi.
Başkan olur olmaz, ilk iş olarak eşine bugün piyasa değeri 15 milyon lira olan Range Rover marka cip satın alan Başkan Akpolat, eşinin ve kendisinin isminin baş harflerinden oluşan “34 DRA …” yazılı özel plakaya ise 25 bin TL ödeyerek karısına bir jest daha yaptı.
Derken…
Rıza Başkan, eşinden sonra personelin de ayağını yerden kesmek için sürücülü araç kiralama ihalesi düzenledi.
1 Ekim-31 Aralık 2019 arasını kapsayan süre için 12 milyon 980 bin liralık araç kiralandı.
MASAK incelemesinde, ihaleyi alan firmanın 800 bin liralık teminat mektubu sahte çıktı. Ayrıca CHP’li belediyenin hiç bir hizmet vermeyen firmaya 11.8 milyon lira ödediği belirlendi.
Sayıştay denetçisi skandal vurgunla ilgili rapor hazırladı. 2019 yılı Sayıştay Denetim Raporlarına yansıyan ve basında genişçe yer alan ihale rezaletine rağmen CHP’nin güdümlü medyası, oluşan kamu zararına yönelik tek kelime etmedi.
Rıza Başkan’ın, söz konusu ihaleden 26 gün sonra, Balıkesir Edremit ilçesinde, Kaz Dağları’nın eteğinde, denize sıfır ve o günkü piyasa değeri 10 milyon olan 2 adet triplex villa satın alması da malum medya için haber değeri taşımadı.
*
Erhan Aras,
Yenimahalle Belediyesi Başkanı Fethi Yaşar’ın oğlu Bülent Yaşar’ın kayınbiraderiydi.
CHP’li belediyede işe alınan Aras, KPSS engelini aşmak için önce “istisnai kadrodan” memur yapılarak ,‘Özel Kalem Müdürlüğü’ne atandı.
Ardından İnsan Kaynakları ve Eğitim Müdürü görevine getirildi.
“10 yıl hizmet süre şartını” sağlamadan bu kez “usulsüz” şekilde CHP’li Yenimahalle Belediye Başkan Yardımcılığı görevine getirildi.
İşe başlamadan önce “Kartal”a binen Aras, Başkan Yardımcısı olduktan sonra önce altına sıfır Mercedes çekti, ardından Çayyolu gibi lüks bir yerde milyonluk evde oturmaya başladı.
Yenimahalle Kaymakamlığı, yaptığı incelemenin ardından İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği yazıda, “Bülent Aras’ın atamasının mevzuat hükümlerine aykırı olduğu ve iptalinin uygun olacağı” görüşünü bildirdi.
Buna rağmen zillet medyası, bu liyakatsiz “yandaş atama” hakkında tek satır yazmadı.
*
CHP’ye yakınlığıyla bilinen Yazar Ergün Poyraz, Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında çok ağır ifadelerin yer aldığı kitaplar yazdı.
Tabir caizse Başkan Erdoğan’a demediğini bırakmadı. Buna rağmen en ufak zarar görmedi.
Kendisi Kuşadası’nda yaşıyordu. CHP’li Kuşadası Belediyesi’nde dönen yolsuzluklara daha fazla tahammül edemedi.
Mıcır alımında yapılan bir “ihale yolsuzluğunu” ihbar etmesinin ardından, evinin önünde 3 kişinin saldırısına uğradı.
İhaleyi alan firmanın elemanları tarafından darp edilen ve ölümden dönen Ergün Poyraz’ı, saldırının ardından telefonla aradım.
“Erdoğan hakkında ağır eleştiriler olan birçok kitap yazdım en ufak bir şiddet görmedim. CHP ile ilgili yolsuzluk ihbarında bulundum, durum ortada Zekeriya” diyerek, iki zihniyet arasındaki bariz farkı dile getirdi.
*
CHP’li belediyelerde patlak veren ve milli medyada genişçe yer bulan bu gibi ihale ve liyakatsiz kadrolaşma örneklerini çoğaltmak mümkün…
İşte bu skandallar karşısında başını kuma gömen ve “kamu zararını” görmezden gelen CHP medyası, sıra AK Partiye veya onların akrabalarına gelince, en ufak bilgi kırıntısını dahi abartarak görülmemiş bir iftira kampanyası başlatıyor.
Manşetlerinden ve ekranlarından yayınladıkları yalanlar yüzünden adeta “tekzip bültenine” döndükleri halde yüzleri kızarmak yerine, iftira atmaya devam ediyorlar.
Bu karalama kampanyasının son kurbanı…
Savunmada bağımlılığı bitirmek ve semalarında “hür ve özgür bir Türkiye” inşa etmek için gece gündüz çalışan…
Devletten tek kuruş maddi destek almadığı halde, ürettiği yerli ve milli SİHA’lar ile savaş paragidmasını değiştiren…
“Her çocuk uçağa dokunsun” diye, dünyanın en büyük havacılık fuarı TEKNOFEST’i organize eden…
Salgında, rekor sayılacak bir sürede yerli solunum cihazı geliştirerek hastalara nefes olan…
Depremde, gerek gıda yardımları, gerek 2 bin kişilik konteyner kent ile felaketzedelerin imdadına koşan…
Evleri yıkılan deprem mağdurlarına 1000 konut bağışlayan…
CHP’li belediyeler kendilerine oy vermeyen depremzedeleri sokağa atarken, personeli için inşa ettiği lojmanları bile depremzedelere tahsis eden Bayraktar ailesi oldu.
İsrail’den kiralanan ve hafta sonları uçmayan Heronlara ödenen saatlik 2.500 doları konuşmayan…
ABD'den kiralanan King Air Beechraft uçakları için ödenen 4.300 dolarlık kiralama ücretini normal bulan Halk TV…
CHP ile olan akçeli ilişkilerinin ortalığa saçıldığı bir dönemde, kendi rezaletini perdelemek için…
İşletme masrafları ve personel giderleri dâhil saati 850 dolara kiralanan Bayraktar TB2 İHA’lar üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın şirketi BAYKAR’a çamur atmaya kalktı.
Eğer Halk TV yöneticileri gerçekten “içinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı” olan kamu parasının birilerine peşkeş çekilmesinden rahatsız olsalardı.
Açılan “İHA kiralama” ihalesinde en düşük teklifi vererek 5 adet Bayraktar TB2 İHA kiralayan, bunların yanına da 4 adet Bayraktar İHA'yı; bakım, onarım, yakıt, personel, altyapı dahil tüm masrafları dahil ücretsiz olarak Orman Genel Müdürlüğü’ne tahsis eden BAYKAR firmasını hedef almak yerine…
Önce CHP’de dönen rezaletleri yazarlardı ama…
Fakat dert başka...
Sultan Abdülaziz tarafından daha önce İstanbul’a getirtilen Fransız ressamı Guillemet, resim ve mimarlık alanında öğretim yapacak bir mektebin kurulması için hükümet nezdinde teşebbüste bulunmasına rağmen (1873) resmî makamlardan bir cevap alamadı. Bunun üzerine İstanbul Beyoğlu’nda Desen ve Resim Akademisi adıyla özel bir eğitim kurumu açtı (1874). Guillemet bu akademiyi kendisi gibi ressam olan hanımıyla birlikte yönetmekteydi. Çoğunluğunu Ermeni çocuklarının oluşturduğu öğrencilerin arasında Türkler de vardı. Öğrencilerin iki yıllık çalışmasından oluşan bir sergi düzenleyen akademi (Haziran 1876) fazla uzun ömürlü olmadı. Guillemet’nin teklif ettiği resmî okul açma meselesi Maarif Nâzırı Münif Mehmed Paşa tarafından 1877’de ele alındı. Münif Paşa’nın Şûrâ-yı Devlet’e gönderdiği tezkirede resim tekniğinin bütün sanatların esası olduğu, ancak bunun gelişme imkânına kavuşturulamadığı, mimarlık tekniğinin de usulüne uygun biçimde öğretilmediği ve ehliyetsiz kimselerin elinde kaldığı belirtilmektedir. Münif Paşa başlangıçta resim ve mimarlık tekniğine mahsus bir güzel sanatlar okulu açılmasını, müdürlüğü ile resim öğretmenliğine Guillemet’nin, mimarlık öğretmenliğine Chinkiria’nın tayin edilmesini öneriyordu. Kurulması hususunda II. Abdülhamid’in iradesi çıkan bu okulda derslerin Türkçe yapılması şart koşuluyordu. Mekteb-i Sanâyi-i Nefîse-i Şâhâne (Mekteb-i Sanâyi-i Şâhâne) adıyla anılan, fakat binasının nerede olduğuna dair bilgi verilmeyen bu okula din ve cinsiyet farkı gözetilmeden on üç yaşını dolduran talebelerin alınacağı ilân edilmekteydi. Öğrenci kaydına başlanıldığı halde Osmanlı-Rus savaşının çok tehlikeli boyutlara ulaştığı bir zamana rastlaması ve Guillemet’nin bu esnada göçmenlere yardım ederken tifo hastalığına yakalanıp ölmesi yüzünden bu ilk teşebbüs sonuçsuz kaldı.
1880 yılında Sanâyi-i Hasene ve Fünûn-ı Âliye Mektebi adıyla daha geniş kapsamlı öğretim yapacak bir yüksek okulun açılmasıyla ilgili çalışmalar başlatıldı. 14 Mart 1881 tarihinde padişahın himayesinde olmak üzere güzel sanatlar ve yüksek fenlerin öğretimine mahsus bir okulun nizamnâmesi ve ders programı Başmimar Sarkis Bey’e hazırlatıldı. Bu programda mimarlık öğretimi daha ağırlıklı biçimde yer almaktaydı. Hazırlanan nizamnâme ve ders programı tasarısıyla ilgili gerekli düzeltmelerin yapılması hususunda çıkan irade üzerine tasarı bazı küçük değişikliklerle kabul edildi. Mimarlık, madencilik, inşaat mühendisliği ve kimya dallarında dört sınıftan ibaret olan okulda öğretim ilk iki yıl idâdî ve dört yıl dârülfünun kısmı olmak üzere altı yıldı. İdâdîye on üç-on altı yaş arasındaki öğrenciler alınacaktı. İdâdî kısmı yatılı öğrencileri 45, gündüzlü olanlar 25, dârülfünun yatılı öğrencileri 60, gündüzlü öğrencileri 40 Osmanlı lirası ücret ödeyecekti. Fakat 4 Ocak 1881’de Sadrazam (Küçük) Said Paşa’nın tezkiresiyle padişahın onayına sunulan tasarı bilinmeyen bazı sebeplerle icraata konulamadı.
Daha sonra bu konu Müze-i Hümâyun Müdürü Ressam Osman Hamdi Bey tarafından ele alındı. Onun hükümet nezdinde yaptığı teşebbüsler neticesinde padişahın iradesiyle öncekinden çok farklı yeni bir nizamnâme ve ders programı hazırlanarak yüksek dereceli bir eğitim kurumu açıldı (1 Ocak 1882). Resmî adı Mekteb-i Sanâyi-i Nefîse-i Şâhâne olmakla birlikte daha çok Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi diye anılan bu okulda resim, heykel, mimarlık ve hakkâklık olmak üzere dört sanat dalında öğretim yapılacaktı. Hamdi Bey okulun müdürlüğüne tayin edildi ve ölümüne kadar müze ile okulun idaresini bir arada yürüttü. Mektebin ilk binası İstanbul Arkeoloji Müzeleri karşısında bulunan, günümüzde Eski Şark Eserleri Müzesi ve idare kısmı olarak kullanılan yapıdır. 1882’de başlanıp on ay içinde tamamlanan okul binası Ticaret Nâzırı Subhi Paşa ile bazı devlet erkânı tarafından 3 Mart 1883’te resmen açıldı.
Okul için hazırlanan tâlimatnâmeye göre yalnız gündüzlü talebe kabul edilecek, kayıt yaptırmak isteyenler on beş-yirmi beş yaş arasında olacaktı. Ayrıca bunların idâdî mezunu olması veya bir heyet huzurunda bu derecedeki bir okul programından imtihan vermesi gerekmekteydi. Okulda dersler teorik ve uygulamalı olarak yapılacaktı. Resim bölümünün öğretim müddeti beş, mimarlık ve heykeltıraşlık bölümlerinin dörder, hakkâklık bölümünün üç yıldı. Öğrencilerin ayrıca bir yıllık hazırlık sınıfına devam etmesi şarttı. Teorik derslerden tarih, âsâr-ı atîka, fenn-i tezyînat bütün öğrenciler için mecburiydi. Ressam, heykeltıraş, mimar ve hakkâklar arasından seçilen bazı öğretim görevlilerinden oluşan kurul öğretim işlerinin yürütülmesinden sorumlu idi. Bu kurulun çalışmaları ile her yıl güzel sanatlar sergisi düzenlenecekti. Okulun idare kadrosu müdür, müdür yardımcısı, kâtip, muhasebe memuru ve kütüphane memurundan oluşmaktaydı. Bu arada okul Said Paşa’nın teklifiyle Maarif Nezâreti’ne bağlandı (15 Aralık 1886). İstihdam edilecek uzmanların bulunamaması yüzünden hakkâklık bölümü uzun süre açılamadı. Nihayet 1892’de Fransa’dan hakkâk S. Arthur Napier getirtilerek bu bölüm faaliyete geçirildi. Napier’in 1896’da görevden ayrılmasından sonra Leipzig’den hakkâk Dülger davet edildi ve ikinci öğretmen olarak Nesim Efendi tayin edildi.
1889’dan itibaren her yıl mektep öğrencileri arasından başarılı üç kişinin burslu olarak Avrupa’ya gönderilmeleri kararlaştırıldı. Avrupa’da tahsilini tamamlayan öğrencilerin çoğu Sanâyi-i Nefîse Mektebi kadrosunda yer aldı. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra daha fazla sayıda öğrenci ihtisas için Avrupa’ya yollandı. Bunlardan Rûhî, İbrâhim Çallı ve Hikmet beyler devlet burslusu olarak, ressam Avni Lifij, Feyhaman Duran, Nâmık İsmail, Sâmi Bey, Ali Sâmi Bey ve Nazmi Ziya Bey kendi imkânları ile Paris’e gittiler. Başlangıçta yalnız erkek öğrencilerin kabul edildiği mektebe gayri müslim öğrenciler de rağbet etmekte ve öğrenci mevcudunda her geçen yıl bir artışın olduğu görülmektedir. Yirmi öğrenci ile öğretime başlanan mektebin mevcudu iki yıl sonra altmışa ulaştı. 1893-1894 öğretim yılında bu sayı 120, 1894-1895 senesinde 195 civarında idi. 1897-1898 ve 1898-1899 yıllarında talebe mevcudu yetmişi gayri müslim olmak üzere 177 idi.
Mektebin ders programlarının zamanla geliştirildiği ve bazı yeni bölümlerin eklendiği, böylece mimarlık ve resim alanında memleketin en önemli sanat merkezi haline geldiği anlaşılmaktadır. Meselâ 1895’te okulun ders programlarında bir düzenlemeye gidildi. Osmanlı mimarisinin canlandırılması amacıyla mimarlık bölümüne Osmanlı mimari tarzı hakkında bir sınıf ilâve edildi, bu alanda ihtisas yapması için iki öğrenci Kahire’ye gönderildi. 1906’da Hamdi Bey’in teklifiyle mûsiki sınıfı açıldı. Bu sınıfta nota usulleriyle âhenk dersleri, keman ve piyano öğretilmesi amaçlanmaktaydı. Ancak müzik alet ve edevatının temin edilmesi, dershanenin düzenlenmesi ve istihdam edilecek öğretmenlerinin maaşlarının karşılanması gibi meselelere malî sıkıntı yüzünden çözüm bulunamayınca bu bölümün bir yıl sonra faaliyete geçirilmesi kararlaştırıldı.
Okulun genişletilmesi için 1892’de kâgir binanın inşaatına başlandı. Hazırlık sınıflarına atölye, sergilere mahsus büyük bir salon, biri hakkâklık, diğeri heykel bölümleri için iki atölye yapıldı (1895). Bir süre sonra bu kısımlar da ihtiyacı karşılamadığından okul binası ile yeni salon kısmının arasında kalan açıklığa iki oda ilâve edildi (1911). 1908’de öğretim seviyesinin yükseltilmesi için yeni bir tâlimatnâme ve ders programı hazırlandı, bazı dersler eklendi ve yeni öğretmenler tayin edildi. Öğretmen ve personelin maaşlarında iyileştirme yapıldı.
Osman Hamdi Bey’in ölümü üzerine (24 Şubat 1910) yerine 1892 yılından beri Âsâr-ı Atîka Müzesi müdür muavini olan kardeşi Halil Ethem (Eldem) Bey tayin edildi. Halil Ethem Bey’in müdürlüğünde (25 Şubat 1910 - 25 Nisan 1917) okulun yapısında, idare ve teşkilâtında önemli değişiklikler oldu. 1911’de okul içinde bir resim müzesinin oluşturulması amacıyla yurt içinden ve yurt dışından bazı değerli tabloların asılları veya kopyalarının satın alınmasına başlandı. Sonradan Âsâr-ı Nakşiyye Müzesi olarak anılan bu müze için hazırlanan nizamnâme yürürlüğe girdi (25 Haziran 1917). Zamanla gerek satın alma gerekse hediye yoluyla zenginleşen koleksiyon günümüzde Resim ve Heykel Müzesi diye bilinen müzenin temelini teşkil etti.
1911’de mektebin teşkilâtı ve programıyla ilgili yeni bir tâlimatnâme hazırlandı. Tâlimatnâmede öğretime 1 Ekim’de başlanacağı ve 1 Mayıs’ta derslerin kesileceği, atölye çalışmalarında canlı modellerin kullanılacağı belirtilmektedir. Bu dönemde Maarif Nezâreti’nce okul binalarının öğrencilerin gelişmesinde etkisi üzerinde duruldu ve ülkenin her yerinde Avrupa’daki okul binaları gibi binalar yapılması için harekete geçildi. Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin Mimarlık Bölümü mezunları arasından en başarılı üç kişiden birinin Avrupa’ya gönderilmesine ve dönüşünde Maarif Nezâreti bünyesinde istihdam edilmesine karar verildi. 1911’de birincilikle mezun olan Mukbil Kemal, Almanya’ya gönderildi. Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin teşkilât ve kadrosunda 1914’ten sonra bazı değişikliklere gidildi. Avrupa’da tahsilini tamamlayan tecrübeli mektep mezunlarından birçoğu öğretim kadrosuna alındı.
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra kızların da yüksek tahsil görmesi yönünde fikirler ortaya atıldı. Açılan kız liselerinde resim dersleri için kadın öğretmenlere ihtiyaç duyulmaya başlandı. Bunun üzerine İnâs Sanâyi-i Nefîse Mektebi adıyla aynı binada kızlar şubesi açıldı ve ayrı bir yönetmeliği hazırlandı (13 Ekim 1914). Ardından heykel bölümü faaliyete geçirildi. Üçüncü öğretim yılında öğrencilerin sayısı doksan civarında idi. Bu sayı zamanla 100’e ulaştı. İnâs Sanâyi-i Nefîse Mektebi ilk açıldığında Beyazıt’ta Dârülfünun binasının iki odasında faaliyete başlamıştı. İkinci öğretim yılında Bezmiâlem Vâlide Sultan Mektebi diye bilinen binanın bir kısmında devam edildi. Birkaç yıl sonra Gedikpaşa’da Sıbyan Mektebi olarak inşa edilen binaya geçildi.
1916 yılında bazı ressamlar, Sanâyi-i Nefîse Mektebi binasının eskiliğinden ve atölyeler için ışığın yeterli olmamasından dolayı Maarif Nezâreti’ne şikâyette bulunarak yeni bina yapılmasını, ayrıca okulun bağlı olduğu müze idaresinden ayrılıp müstakil olmasını talep etti. O dönemde I. Dünya Savaşı dolayısıyla eski binayı bile tamir etmek imkânsızdı. Ardından okul resim koleksiyonuyla birlikte Cağaloğlu’nda bulunan ve nisbeten daha büyük olan, Lisan Mektebi diye bilinen kâgir binaya taşındı (Ekim 1916). Müze-i Hümâyun Müdüriyeti ile ortak idareye son verilerek müstakil müdüriyete geçildi ve müdürlüğüne Ressam Halil Paşa tayin edildi (Nisan 1917 - Aralık 1918).
I. Dünya Savaşı’nın ardından okul ve resim koleksiyonu için sıkıntılı bir dönem başladı. Çünkü savaş sırasında bazı okulların âcilen tahliyesi gerekiyordu. Bu yüzden pek çok okula yer bulunamaz oldu. Bu sırada Sanâyi-i Nefîse Mektebi de Şehzadebaşı’nda okul için elverişli olmayan altı odalı küçük bir eve nakledildi (1919). Resim koleksiyonu ve alçı modeller Müze-i Hümâyun’da korumaya alındı. 1920-1926 yılları arasında öğretim için uygun olmayan yapılarda öğretim yapıldı. Bu nakiller sırasında öğretim malzemeleri zarar gördü, kıymetli resim koleksiyonları üst üste yığılmış halde depolarda kaldı, alçı modeller kırıldı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren okul yeni bir çizgide gelişmeye başladı. Mehmed Cemil Bey’in müdürlüğü zamanında (Eylül 1921 - Mart 1925) okulun kızlar kısmı ile erkekler kısmı birleştirildi. Yabancı öğretmenlerin yerini Türk öğretmenleri aldı ve ağırlıklı olarak Türk sanatı öğretilmeye başlandı. 1924’te yeni bir yönetmelik hazırlandı. 1934 yılına kadar uygulanan bu yönetmeliğe göre okula tezyinatla resim öğretmenliği bölümleri ilâve edildi. Yönetmeliğin 1. maddesinde yer alan, “Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi mimarlık, resim, heykeltıraşlık, resim dârülmualliminliği ve tezyinî sanatlar şubelerini hâvi bir yüksek mekteptir” hükmü yer almasına rağmen mimarlık dışında resim, heykel ve tezyinî sanatlar bölümlerine girecek öğrencilerin lise mezunu olması şartı yoktu; ortaokul mezunlarından seçme imtihanını kazananlar öğrenci kabul edilecekti. Tezyinî sanatlar bölümünde öğretim süresi beş yıldı. Resim ve heykel bölümleri sınıf usulü olmayıp aday öğrencilik, geçici öğrencilik ve aslî öğrencilik olmak üzere üç kademeli idi. Öğrencilerin bir kademeden diğerine geçmeleri için her yıl açılan sınavları başarmaları gerekiyordu.
1926’da günümüzdeki binası olan Fındıklı’da eski Meclis-i Meb‘ûsan binasına taşınan okul sınıf ve atölyeleriyle, kütüphane ve konferans salonlarıyla rahat bir bir yapıya kavuştu. Sanat dallarının programları ve eğitim sistemlerinde birtakım değişiklikler yapıldı. Ayrıca aslî öğrenci olmayıp devam etmek isteyenler için akşam kursları şeklinde serbest bir sınıf açıldı. 1927’de Ressam Nâmık İsmail’in müdürlüğünde (1927-1935) yeni teşkilâta kavuşturuldu ve okulun adı Sanâyi-i Nefîse Akademisi’ne çevrildi (1927). Zamanla Güzel Sanatlar Akademisi adı yerleşti. Avrupa’dan yeni uzmanlar getirtildi. Resim, mimarlık ve heykeltıraşlık bölümlerinin yeniden düzenlenmesine ve geliştirilmesine çalışıldı. Öğretim süresi beş yıl olan mimarlık bölümünde tahsil için İstanbul dışından geleceklere imkân tanındı ve bunun için akademi bütçesinden tahsisat ayrıldı. Böylece akademi bütün ülkeye hitap eden bir kurum haline gelmiş oldu. Ayrıca girişte hiçbir öğrenciden ücret alınmayacaktı. Bu arada diplomasız mimar ve mühendislerin faaliyetlerine engel olunmaya çalışıldı, 1928’de diplomasız mimarlar için imtihan yapılarak başarılı olanlara diploma verildi. 1930’da hükümet tarafından İsviçre’den getirtilen mimar Ernst Arnold Egli düşünceleriyle mimarlık öğretimine modern anlayışın girmesini sağladı.
1933 üniversite reformundan sonra akademide bazı değişiklikler yapıldı. 1934’te hazırlanan yönetmeliğe göre tezyinî sanatlar bölümünün öğrenim süresi ilk yılı hazırlık, üç yılı ihtisas atölyeleri mesaisi olmak üzere dört yıl oldu. İhtisas atölyeleri umumi tezyinat, grafik, çinicilik ve dâhilî tezyinat adlarını taşımaktaydı. Bu bölüme ortaokul ve sanat okulları mezunlarından yetenek sınavını kazananlar girebiliyordu. 1934 tarihli yönetmelikte mimarlıkla ilgili esaslar mimarlık eğitiminde bir dönüm noktası oluşturdu. Bölüm yüksek mimarlık bölümü adını aldı ve öğretim süresi bir yıl arttı. Programa yeni dersler konuldu, proje çalışmalarına ağırlık verildi ve öğretim devrelere ayrıldı. Yönetmeliğe göre mimarlık bölümü mezunlarına yüksek mimar unvanı verildi. Ayrıca başarılı öğrencilere tahsilleri boyunca her yıl hükümet tarafından 300 liralık burs verilmeye başlandı.
1936-1937 yılları akademi için bir reform dönemi oldu. Burhan Toprak’ın müdürlüğünde (1936-1948) çok sayıda yabancı öğretim elemanı çalıştırıldı. 1937’de heykel bölümü başkanlığına Almanya’dan heykeltıraş Rudolf Belling tayin edildi, resim bölümünün başına Fransa’dan ressam Léopold-Lévy getirildi. Lévy 1937-1954 yıllarında hizmette bulundu ve bölümü canlandırdı. Mimarlık bölümü başkanlığına Bruno Taut tayin edildi. 1938’de ölümü üzerine yine bir Alman olan Robert Vorhözer getirildi (1939-1941).
1936’da akademiye Türk tezyinî sanatlar bölümü eklendi. Bu bölüme ortaokul mezunu öğrenciler imtihanla alınacak, eğitim süresi öğrencinin yeteneğine bağlı olacaktı. Bölümün ihtiva ettiği kısımlar tezhip, tezyinî Arap yazısı, ebru ve âhar, Türk ciltçiliği, Türk cilt kalıpları, altın varak, Türk minyatürü, Türk çini nakışları, halı nakışları idi. Bu bölüm 1950’lerden sonra Türk dekoratif sanatlar bölümü içinde tezhip ve minyatür ve çini atölyesi şeklinde yer aldı.
1938-1939 öğretim yılında vitrin ve tiyatro atölyesiyle fotoğraf atölyesi ilâve edilen akademide 1948’de meydana gelen yangında kütüphanedeki kitaplar, öğrenci kayıtlarına ait dosyalar, birçok değerli tablo, eşya ve ders malzemesi yandı. Bundan dolayı mimarlık bölümü o ders yılını Fındıklı’daki ilkokul binasında tamamladı ve ikinci yıldan itibaren Yıldız’da Sağır ve Dilsizler Okulu’na taşındı. Diğer kısımlar ise akademinin bahçesindeki sağlam binalara yerleştirildi. Yanan binanın tamiri öğretim mensuplarının da katkılarıyla ancak 1953’te tamamlanabildi. 1951’de Türk Sanatı Tarihi Enstitüsü kuruldu.
1969’da akademiye 1172 sayılı Devlet Güzel Sanatlar Akademileri Kanunu’nun kabul edilmesiyle yeni bir statü getirildi ve kurum bilimsel özerkliğe kavuşturuldu. 4 Kasım 1981’de kabul edilen 2547 sayılı kanun ve 20 Temmuz 1982’de çıkarılan 41 sayılı kanun hükmündeki kararnâme ile üniversiteye dönüşerek Mimar Sinan Üniversitesi adını aldı. Mimarlık, güzel sanatlar, fen-edebiyat fakülteleri, fen ve sosyal bilimler enstitüleri, konservatuvar, sinema-televizyon birimiyle Resim ve Heykel Müzesi gibi kuruluşlardan oluşan üniversite 29 Ocak 2004 tarihinden itibaren Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adıyla hizmet vermektedir.
.
Filistin'de ordusuyla savaş alanından kaçan ve Anzak Generali MacAndrew'e Halep'te teslim olan Mustafa Kemal, serbest kalınca önce 7'nci Ordu'un yarısını Konya'ya, yarısını Sivas'a gönderdi, sonra İstanbul'a geldi. İngiliz Ordusu ile aynı gün ayni saatte şehre gelen Paşa, İngiliz subaylarla beraber Pera Palas'a yerleşti...
MUSTAFA KEMAL'İN KALDIĞI PERA PALAS, OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA MODERN HAYATIN MERKEZİYDİ... PERA PALAS'I YAKINDAN TANIYALIM...
Fotoğraflar: Solda Pera Palas'ta striptiz yapan Mata-Hari. Sağda Mustafa Kemal ve altta Otel'de alkol su gibi akar... 15 Kasım 1918. 106 yıl önce bugün. İngiliz işgalinin 3'üncü günü. Mustafa Kemal, 13 Kasım'da İstanbul'a geldi ve Beyoğlu'ndaki Pera Palas Oteli'ne yerleşti. 101 numaralı süitte kalıyor. İşgalci İngiliz subaylarının tamamı burada. Mustafa Kemal, oteldeki tek Osmanlı subayı. Tek Osmanlı generali O. İngilizler Mustafa Kemal'i İngiliz Ordusu'nun bir subayı olarak görüyor ve varlığını yadırgamıyorlar. Otelde modern eğlenceler düzenleniyor. Pera Palas'taki en gözde gösteriyi bir yıl önce 1917'de ünlü Mata Hari (aşağıda, solda) yapmış... Mata Hari, 1'inci Dünya Savaşı yıllarında, dansçı kimliği altında Almanya hesabına çalışan bir casustu. Yakalandı, kurşuna dizildi. Hollandalı olan Mata Hari'nin asıl adı Margaretha Geertruida Zelle'dir . Vikipedi..
Doğum: 7 Ağustos 1876, Leeuwarden, Hollanda
Ölüm: 15 Ekim 1917, Vincennes, Fransa
.
SN. ERDOĞAN!
SAYENİZDE ŞURUPLA ÖLDÜRÜLÜYORUZ!
Duy bu sesi Sn. Erdoğan!
Bakalım ne kadar herifsin?
Yahudi Cargill’e yüreğin yetiyor mu?
Yoksa Cargill senden çok daha güçlü ve büyük mü?
Hadi yiğitsen sesin çıksın, susma, pusma, bu millete daha fazla kıymasınlar!
2018 yılında Amerika ve Japonya’dan iki bilim adamı, “immüno-onkoloji” olarak adlandırılan yeni bir onkoloji tedavi yöntemi için tıpta Nobel Ödülü aldılar.
Bu, yakın bir gelecekte korkunç kanser hastalığının, evde nezle gibi tedavi edilebileceği anlamına geliyor!
Bu, bir zamanlar tedavi edilemeyen ve bir çok kişinin korkunç acılar içinde ölümüne sebep olan iskorbüt hastalığı gibidir. İskorbüt tedavi edilemiyordu ve her hangi bir ilacı yoktu, ancak daha sonra , bu hastalığa C vitamini eksikliğinin yol açtığı ortaya çıkmıştı. Bugün iskorbüt hastalığına hiç kimse yakalanmıyor.
Öyle görünüyor ki, korkunç ve ölümcül bir hastalık olan “kanseri” de aynı kader bekliyor. Bunun nedeni, işlenmiş gıdaların kullanımı ve vitamin eksikliğidir. İnsanların bunu önceden bildiği, fakat kar etme tutkusundan dolayı sessiz kaldığı düşünülünce dehşete kapılmamak mümkün değil. Bugün aldığım bilgiye karşı farklı tutum gösterilebilir, ancak ben sadece sizinle paylaşmak istedim:
* Unutmayın : “Kanser” denen bir hastalık yoktur. Kanser, sadece B17 vitamini eksikliğinden başka bir şey değildir.*
* ? Kanser sadece B17 vitaminin eksikliği olduğundan, her gün 15-20 kayısı çekirdeği tüketmemiz yeterli olur.*
* “Kanserin Ölümü” adlı kitabında Doktor Harold Manner, letril’in etkisinin kanser tedavisinde % 90’ın üzerinde olduğunu yazmıştır!*
* Fasulye filizi, mercimek filizi, lima fasülyesi ve bezelye gibi baklagiller ve tahıllar.*
* Kayısılar (çekirdekler). Diğer meyvelerin çekirdekleri / tohumları:*
* Bulaşık deterjanın ve sıvı sabunun parçacıklarının vücuda girmesi, kanserin başlamasının ana nedenidir.*
* Restoranlar ve kafelerdeki birçok uzman, tüm limonları kullanır veya tüketir ve hiçbir şeyi boşa harcamazlar.*
* Yıkanmış limonu buzdolabınızın dondurucusuna koyun. Limon dondurulduktan sonra rendeyi alın, tüm limonu rendeleyin (kabuğunu soymadan) ve yemeklerin üzerine serpin.*
* Limonu sebze salatalarına, dondurmaya, çorbalara, pilav ve bulgura, makarnaya, spagettiye, pirince, suşiye, balık yemeklerine vs… katın. Bu liste sonsuza kadar devam edebilir.*
* Tüm yemekler beklenmedik bir şekilde, daha önce hiç tatmadığınız lezzetli bir tada sahip olacak. Genellikle limon denince, sadece limon suyu ve C vitamini akla geliyor. Şimdi Limonun Sırrını öğrendiğinize göre, limonu, bir bardak hazır erişte çorbasında bile kullanabilirsiniz.*
* Kabuğu atmayı önlemenin ve yemeklere yeni bir lezzet katmanın haricinde bütün limon kullanmanın temel avantajı nedir?*
* Limon kabuğu limon suyundan 5-10 kat daha fazla vitamin içerir. Ve siz genellikle kabuğu atıyorsunuz. Ancak şimdi, basit bir şekilde tüm limonun dondurulması ve ardından yemeklerin üzerine serpilmesi işleminin ardından tüm bu besin maddelerini tüketebilir ve daha sağlıklı olabilirsiniz. Limon kabuğu, vücuttaki toksik elementlerin yok edilmesinde güçlü bir indirgeyici ajandır.*
* Yıkanan limonu dondurucuya koyun ve ardından her gün yemeklerin üzerine rendeleyin. Bu, yiyeceklerinizi daha lezzetli, hayatınızı daha sağlıklı ve daha uzun hale getirmenin anahtarıdır! Bu Limonun muhteşem Sırrıdır!*
* Limon (Citrus), kanser hücrelerini öldüren harika bir üründür. Ayrıca kemoterapiden 10.000 kat daha güçlüdür.*
* Böylece, limon kabuğunun hoş aromasının yanı sıra, limon suyundan 10 kat daha fazla vitamin içerdiği ve vücuttaki toksik elementlerle savaşmaya yardımcı olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat en önemlisi, limon kanser hücrelerini öldürmektedir.*
* Neden biz bunu bilmiyoruz? Çünkü büyük şirketler, onlara inanılmaz karlar getiren sentetik analogların üretimi ile ilgileniyorlar. Gelirlerini tehlikeye atmamak için, limonun mucizevi özelliklerini gizli tutuyorlar.*
* Limon ağacının bileşenleri, kanser hücrelerinin büyümesini yavaşlatmak için yaygın olarak kemoterapide kullanılan Adriamycin’den 10.000 kez üstündür. Ve en önemlisi, limon özü ile yapılan terapi sadece kötü huylu hücreleri yok eder.*
* Yan etkisi olmadığı için limonları dondurun, rendeleyin ve sağlık için tüketin!*
* Bu bilgilerin kaynağı heyecan vericidir. Bu bilgiyi, 1970’ten bu yana 20’den fazla laboratuvar testinin yapıldığını ve basit limonun, kolon, meme, prostat, akciğer ve pankreas kanseri gibi 12 türdeki kanser hücresini öldürdüğünü söyleyen, dünyanın en büyük ilaç üreticilerinden biri verdi…*
* Ve daha da şaşırtıcı olan, limon özü ile yapılan tedavi türü, yalnızca malign kanser hücrelerini yok eder ve sağlıklı hücreleri etkilemez...