https://www.facebook.com/photo/?fbid=2715649508480210&set=pob.100041369196189
https://www.facebook.com/61567101750363/videos/1239000951117111
https://www.facebook.com/61567101750363/videos/1171882657646190
KİNİNİ KUSTU
..................................
Defalarca yazdığım bir konu vardır..
Ekranlarda kendini kemalist görüp
AK Parti'ye bazen övücü sözler söyleyenlere aldanmayalım..
Yetmedi CHP'ye çok sert karşılık vermelerine de aldanmayalım diye...
Çünkü bunların kalbinde ve beyninde kemalizm ideolojisi vardır..
CHP'nin yönetimini ve liderlerini beğenmedikleri için
Mecburen bu boşluğu ortada durarak geçiştirmeye çalışıyorlar...
Bunun tipik örneklerinden biri Nedim Şener'dir diğeri ise Mete Yarar'dır...
Dikkat edilirse ben bunlara hakaret etmeden bir atıfta bulunuyorum:
Sadece ve sadece alnı secdeye giden Sayın Erdoğan'ın yaptıklarını
Bir guguk kuşu gibi Atatürk'e yönlendirmenin uğraşları içindedirler ama
Bunların geçmişinde müslümanlara yapılan zulmü tenkit ettiğini göremezsiniz..
Böylesine bir yazıyı yazmamın nedeni ise;
HÜDAPAR'ın kemalizm üzerinden yaptığı konuşmayı baz alıp
Nedim Şener'in kin ve nefretini kustuğu bugünkü makalesidir..
Bu kin ve nefretini kusarken de tamamen yanlış bir yönlendirme çekmektedir...
Bu kemalistlerin temel anlayışı bu toplumdan Atatürk'ün gerçeğini hep saklamaktır..
HÜDAPAR'a saldıran Nedim Şener hemen Atatürk kutsamasına dalıyor ve
"Atatürk cuma günü meclisi dualarla ve dini merasimlerle açmıştır" gibi sözleri hatırlatıyor..
A be zavallı Nedim Şener!
Ne islamı biliyorsun,
Ne kemalizmi biliyorsun,
Ne de Atatürk'ü ontolojik yapısını biliyorsun?
Mustafa Kemal Meclis'i dualarla niye açıyordu?
O parlamentonun içindeki milletvekillerinin manevi durumunu hiç düşündün mü?
İçki yasağını getiren ,Halifeyi ve Saltanat'ı kurtarmak için çalışan Meclis değil miydi?
Kapısında dua edilmeden Meclis görüşmeleri yapılmayan bir Meclis değil miydi?
Meclis'in duvarında "Ve emruhum şûrâ beynehüm"yazılı Şura süresi 38.ayet yazılı değil miydi?
Peki savaş bittikten sonra ne oldu?
Kız gibi Meclis istiyorum diyen Mustafa Kemal 1.Meclis'i niye feshetti?
Meclis kapısında Mustafa Kemal'i dua edilmediği için durduran müezzini Mustafa Kemal niye kovuyordu?
Yetmedi 2.Meclis'ten itibaren peyderpey okullarda din dersi azaltarak 1933'den 1948'e kadar din dersi neden yasaklanıyordu?
HÜDAPAR kemalizmi değil de islam kardeşliğiyle :
"hep birlikte Türk’üyle, Kürt’üyle, Arap’ıyla, Zaza’sıyla kardeşçe bu ülkede yaşayacağız.” demesi sana niye batıyor?
Çünkü sizin kafa yapınız ırkçı ve bu ırkçılığın kurucuları da Mohiz Kohen gibi yabancılardır..
Siz değil misiniz?
İsmet İnönü"bu ülkede herkes Türk milliyetçisi olacaktır.
Buna itiraz edenleri yok edeceğiz" diyen
Mahmut Esat Bozkurt'un"Kürtler bu ülkede yaşamak istiyorsa Türklere köle olarak hizmet etmelidir"diyen ve
Cemal Gürsel'in Diyarbakır'da"biri kendini Kürt olarak tanıtıyorsa onun yüzüne tükürün" diyen senin ataların değil miydi?
Ey Nedim Şener ve benzerleri!
Şunu bilin ki, Türkiye içinde tüm kriptoların cirit attığı kemalizm diskurlarıyla bu ülkede birlik ve kardeşlik sağlanamaz..
21.yüzyılda bu söylemlerle Türkiye asla küresel bir devlet olmaz..
Utanmadan sıkılmadan kemalizmi bu toprakların insanlarına bir zoka olarak yutturuyorsunuz..
Hiç unutmuyorum;
Bu Nedim Şener ekranlarda iken arka plândaki ekranda Selçuk Bayraktar ve mühendislerin topluca resmini görünce
"İşte Atatürk'ün çocukları;onun gösterdiği yoldan gidenler..Her ne kadar burada Erdoğan'ın katkısı varsa da,
aslında onun da Atatürk'ün bilim ve akılda gösterdiği yolu takip ettiği için başarılı olmaktadır" demişti..
Buradan kendisine bir kez daha avazım çıktığı kadar haykırarak itiraz ederek;
"Gerek Sayın Erdoğan ve gerekse Sayın Selçuk Bayraktar asla kemalizmi kabul edenler değildir ve
asla o yoldan giden kişilikte ve düşüncede değildir.Teknolojiyle ilgilenmek demek Allah'ın nimetlerin faydalanmaktır.
Bilim ve akıl kimsenin tekelinde değildir.Bu iki öznenin tek düşüncesi vardır 200 senelik Batılalaşmayı bitirmektir..
Bir taraftan teknolojiyle muhatap olurken diğer taraftan Ayasofya'yı açarak İmam Hatip okullarını çoğaltıyordu"demeyi kendisine hatırlatırım..
Kaldı ki alnı secdeye gitmeyip de kemalizmi kabul edenlerin 21.yüzyıla taşıdıkları bir icraatı yazsınlar da öğrenelim...
.
1500'lerde İngiltere'de insanların çoğu Haziran'da evleniyordu senelik banyolarını da Mayıs'da yapıyorlar, Haziran'da çok kötü kokmuyorlardı..
Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu..
Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu..
Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti.. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu.. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü..
İngilizcedeki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' deyimi buradan gelmektedir..
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu..
Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu..
Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu..
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu.. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu.. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar bu nedenle oluştu..
Zemin topraktı.. Sadece
Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı..
Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu..
Bunu önlemek için yere saman seriyorlardı.. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu.. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu.. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'Thresh hold' (saman tutan; Türkçesi eşik idi..
Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu..
Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu.. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu.. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu.. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu.. 'Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (Peas Porridge hot, Peas Porridge cold, Peas Porridge in the Pot nine Days old) tekerlemesinin menşei budur..
Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı..
Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı.. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi.. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı..
Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu.. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açabiliyordu.. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bundan sonraki yaklaşık 400 yıl Domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü..
Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu.. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı.. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu.. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu..
Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu.. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (Trench Mouth) hastalığı ortaya çıkıyordu..
Ekmek itibara göre bölüşülüyordu.. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı..
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu.. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu.. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık bile yapıyordu.. Hatta bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu..
Buna 'uyanma' nöbeti deniyordu..
İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı.. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı..
Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü.. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı..
Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar.. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi.. Buna mezarlık nöbeti denirdi.
Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı..
Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı..
Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü..
Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü..
1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti.. 19.yy da kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti..
liste böyle uzaaar gider..
Ama esas dikkat çekmek istediğim konu şudur;
1500 lü yıllarda adeta b*k içinde yaşayan Avrupa nasıl oldu da arayı bu kadar açtı?
Bu da bizim sınavımız olsun..
.
VAHDETTİN İNGİLİZ KÖLESİMİYDİ?
100 seneden beri kemalist-sol zihniyeti
Vahdettin'e hep "İngiliz uşağı"diyerek saldırmıştır..
21.yüzyılda olmamıza rağmen bir milim geri dönüş yapmamışlardır..
Bu kahrolası Vahdettin düşmanlığını yaparken şu sözü de ilave ederler:
"Atatürk ülkeyi kurtarmak isterken Vahdettin emperyalistlerin kölesi idi"derler..
Bu düşüncenin alayı yalandır..
Doğrusu tüm emperyalist devletlerin yardımıyla Yunanistan kovuluyordu..
Başta Rusya; arkasından İtalya ve Fransa ve son olarak da İngiltere Mustafa Kemal'e hem silah hem de lojistik destek veriyorlardı..
Hadi diyelim ki öyle idi(yalandan kim ölmüş ki)
Vahdettin düşmanlarla birlikte idi.
Atatürk de düşmanlarla savaşıyordu..
Şimdi bu durumu günümüze getirelim ki,
Kemalist-solun 100 senedir geveledikleri sözlerine bir atıf yapalım..
Sayın Erdoğan şu anda emperyalistlere karşı savaş vermiyor mu?
Emperyalistlerin 40 yıldır beslediği PKK'ya hayatı dar etmedi mi?
Emperyalistlerin 40 yıldır beslediği FETÖ'nün canına okumadı mı?
Emperyalistlerin Dağlık Karabağ'daki emellerini boşa çıkarmadı mı?
Libya'da,Ege'de,Akdeniz'de ve Afrika'da emperyalistlerin önüne set koymadı mı?
Bunlara karşı savaş vermek için kendi silahını yapmadı mı?
Bütün bunları yaparken;
Emperyalistler Erdoğan'a her türlü;
Suikast,finansal operasyonlar ve ihtilal denemeleri yapmadı mı?
İlaveten Sayın Erdoğan'ı devirmek için her gün
Yabancı devlet adamları ve yazarlar
"Erdoğan Batı'nın dostu değildir ve bizim çıkarlarmızı gözetlemiyor" demiyorlar mı?
Yine bu emperyalistler Erdoğan'ı devirmek için muhalefete yardım etmiyor mu?
Emperyalistlerin verdiği sufleleri siyasi hayatlarında kullanan bir muhalefet yok mudur?
Bütün bunlar apaçık ortada iken;
Kemalist-solcuların kimin tarafında durmaktadırlar?
Tabii ki emperyalistlerin yanında..
Çünkü bu kitle"Erdoğan gitsin de Türkiye emperyalistlerin sömürü ülkesi olsun hiç önemli değil"demektedirler..
Bu kemalist-solcular 100 sene önce Vahdettin'i suçlarken de gerçeği söylemediler;
Şimdi de aynı noktada durmaktadırlar..
Çünkü kemalist-solcuların tek ödevi vardır;
Bu coğrafyanın yerli ve milli olan değer yargılarına savaş açmadır..
Köleliği içselleştirmiş bir yaşamı ilke edinmiştir..
Bu kadar basit..
.
AĞIR KÜFÜR EDİYORLAR
..............................................................
Şeref yoksunu onursuz bazı kemalistler;
Atatürk üzerinden müslümanlara küfrediyorlar..
Dün bir arkadaş bana TİK TOK'ta dolaşıma soktukları
"Atatürk ne yaptı diyorlar? Ne mi yaptı?
Emperyalistlerin ve İngilizlerin analarınızı .......kurtardı"gibi
Ağır sinkaflı küfürlerle müslümanlara saldırdıklarını söyledi..
Şimdi bu onursuz ve haysiyetsiz ve de emperyalizmin kölelerine bazı şeyleri hatırlatacağım..
Be dangalak herifler!
Milli Mücadele'de Atatürk nerede emperyalistlerle savaştı?
İngilizlerin,Fransızların ve İtalyanların Türkiye'den toprak talep ettikleri nerede görülmüştür?
Onların tek amacı Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan
Halifeliği ve islami kanunlarının ortadan kaldırılması değil miydi?
Atatürk'ün emeli de emperyalistlerle şu veya bu şekilde örtüşmüyor muydu?
Atatürk'ün ta başından beri cumhuriyet ve laiklik peşinde olduğunu söylemiyor musunuz?
Falih Rıfkı Atay ve benzerleri Osmanlı şeriatını emperyalistlerle beraber yok ettik demiyorlar mıydı?
Atatürk'ün en yakınında olanlardan Hamdullah Suphi Tanrıöver
1930'da Ankara'daki Türk Ocağı Binası'nın açılışında:
"Yunanistan'ı yenemeseydik;İstanbul Hükümeti ve İSLAM MEDENİYETİ ayakta kalırken BATI MEDENİYETİ MAĞLUP olurdu;
Biz Yunanlıları yenmeyle hem islam medeniyetini ortadan kaldırdık hem de BATI MEDENİYETİ GALİP GELDİ" demedi mi?
Emperyalistler bunu bildikleri için
Bir taraftan Yunanistan'ı yem olarak kullanıyordu;
Bir taraftan Padişah'ın ve İstanbul'daki hükümetin boğazını sıkarak bir sonraki adımda ise;
Mustafa Kemal'in önünü açıyorlardı;
Diğer taraftan da başkenti Ankara olan yeni bir Türk Devleti rejimin kurulmasına aracı oluyorlardı..
İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Yunanistan'ın İzmir'e çıkmasına izin vermeseydi;
Mustafa Kemal'in Anadolu'daki halkı kendi yanına çekebilecek miydi?
Atatürk böylesine bir fırsatı veren Lloyd George'un heykelini Türkiye'de dikmek istediğini bilmiyor muyuz?
İngilizler ta baştan beri bir projenin peşindeydi?
5 Ocak 1918'de Lloyd George :"Biz Türklerin çoğunlukla yaşadığı Trakya ve Anadolu'nun verimli topraklarından
onları mahrum etmek için savaşmıyoruz" derken
24 Nisan 1919'da İngiliz Parlamentosunda :
"Başkenti ANKARA veya Bursa olan,halifeliği ve Saltanat'ı kabul etmeyip
cumhuriyet rejimine giren yeni bir devletin kurulması "kararını almadılar mı?
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curson'un bu fikirlerini yeğeni ve
İngilizlerin Erzurum'daki askeri ataşesi Alfred Rawlinson'un
Hem Mustafa Kemal'e hem de Kazım Karabekir'e aktardığını bilmiyor muyuz?
Bu proje etrafında adım adım ilerleyen İngilizler bakınız neler yapıyordu?
Önce Mustafa Kemal'e vize verip onu Samsun'a gönderiyordu.
Arkasından 2.işgalı 16 Mart 1920'de yapıp Meclis-i Mebusan'ı basıp
Ankara'da yeni bir Meclis'in açılmasına kapı aralamıyor muydu?
Bile bile Meclis-i Mebusan'ı basıp Ankara'daki Meclis'in açılmasına karışamayız,diyorlardı..
Mustafa Kemal'in önceleri hedeflerinin Hilafet ve Saltanat'ın kurtulması olduğunu
Daha sonra ise İstanbul'a ve Padişah'a isyan etmesi görülürken ayaklanmalar başlar..
Bu ayaklanmaların durdurulması için İstanbul Hükümeti büyük bir ordu kurmak istediğinde
İngilizlerin "iç savaş çıkmasını istemiyoruz" diyerek
Küçük bir güç olan ve sonradan Mustafa Kemal'e katılan göstermelik bir Kuvayi İnzibatiye kurulmasına izin verilmedi mi?
Yetmedi İngilizler kasıtlı olarak Meclis-i olmayan İstanbul hükümetine Sevr Antlaşması'nı dikte ettirip
Mustafa Kemal'in Ankara'daki otoritesini artırmasına aracı olmuyor muydu?
İngilizlerin piyonu olan Yunanlılar Mustafa Kemal'i Bursa,Kütahya,Afyon ve Eskişehir'de yendiğinde
Daha fazla ileri gitmemesi için 14 Nisan 1921'de Yunanlıları Anadolu'da açlık içinde,silahsızlık içinde ve parasızlık içinde bırakmadılar mı?
Yunanistan'ı yarı yolda bırakıp 13 Haziran 1921'de bir gemi silahı İnebolu'da Mustafa Kemal'e vermedi mi?
25 Eylül 1919'de İngiliz Generali Sally Flood Mustafa Kemal'in Kuvayi Milliye'sine karşı savaşmayacağız sözünü veriyordu.
Şimdi de Fransızların ve İtalyanların Mustafa Kemal'e olan yaptığı yardımlara bakalım..
Fransızlardan 1500 makinalı tüfek,200 kamyon,2735 sandık piyade tüfeği,10 savaş uçağı(hediye),
İtalyanlardan 20.000 tüfek,4 milyon piyade mermisi,20 uçak..
Rusya'dan alınan para ve silahların da haddi nesabı yoktur..
İngilizlerin görmemezlikten gelip İstanbul depolarından
Her türlü silah ve uçaklar bile kaçırılıp Anadolu'ya sevkediliyordu..
Fransız Penay gemisi Mustafa Kemal'e Karadeniz'den silah gönderiyordu.
Yetmedi Fransızlar ve İtalyanlar Akdeniz'deki iki limandan Mustafa Kemal'e silah sevkiyatı yapıyordu..
İtalyan casusları Efe kılığına girip Yunanlılara karşı savaşıyorlardı..
Büyük Taarruz'daki Yunan başkomutanı Hacianestis 19 Temmuz 1922'de
İstanbul'daki İşgal Komutanı Charles Harington'a bir mektup yazarak
"Mustafa Kemal'e İstanbul depolarından her türlü silah yardımı yapıyorsunuz.
Yetmedi bizim askeri plânlarımızı da ona veriyorsunuz." diye sitem ediyordu..
Yunanlılar Ankara'yı almaya ramak varken silah,askere maaş,hastalık ve yemek sorunu yaşarken
Yunan Başbakanı Gunaris İngiltere ve Fransa'ya gidip yardım için imdat çığlıkları atarken eli boş dönüyordu..
Çünkü plân gereği Yunanistan'ın yenilmesi gerekiyordu..
İngilizler Lozan imzalanmasına rağmen İstanbul'u terketmiyorlardı..
Nihayet 2 Ekim 1923'de balolar tertip edip giderken;
Biz Çanakkale Boğazı'dan çıktıktan sonra
Sadece ve sadece atlı süvarilerle İstanbul'a gireceksiniz diye ültimatom veriyorlardı...
Bu kadar kabadayılık yapan İngilizler Vahdeddin'i İstanbul'da korumuyordu.
Büyük Taarruz'da esir aldığımız Yunan Generali Trikopis
1952 yılında Atina'da kendisini ziyaret eden kemalist-yazar Hıfzı Topuz'a:
"Balkanlar bize yeterdi,ne işimiz vardı Anadolu'da.
İngiliz ve Fransızların projesi sonucu pisi pisine Türk ve Yunan askerleri öldü" derken.
Mustafa Kemal 13 Eylül 1922'de hem Amerikalı gazeteci Richard Eaton'a
Hem de İstanbul'daki İngiliz İşgal Komutanı'na:
"Biz İngiltere ile değil sadece Yunanlılarla savaştık" diyordu...
Bu yazdıklarıma bir Allah'ın kulu itiraz edemez..
Bu yazdıklarımın neresinde Atatürk emperyalistlerle savaşmıştır..
İngilizlere ve Fransızlara hayatı dar edenler yok muydu?
Öğrenmek isteyenler gitsinler Çanakkale ve Kutül Amare savaşlarına baksınlar...
Yetmedi bize alçaklıklarının zirvesini yaşatan Yunanlılarla
1930'lu yıllarda az kaldı ortak cumhurbaşkanalığı yönetimi ve ortak ordu kuruyorduk..
Be utanmaz herifler!
Müslümanlara küfredeceğinize bu yazılanları bir araştırın da gerçekleri görün..
.
28 Şubatta bu Ülke
nasıl soyuldu biliyormusunuz ??;
Önce Pavyonda
Konsomatrislik yapan bir bayanı bulup,
Tesettüre soktular,
Sonra onu Sarık,
Sakal,
Cübbe,
Kaportası uygun bir sahtekarın
koynuna soktular ve Canlı yayında bastılar...
Fadime Şahin
her gün ekranlarda gözyaşı döküyordu...
Bir yandan da gerçekte
Esrar Satıcısı bir uyuşturucu müptelası olan;
ALİ KALKANCI'ya
sakal bıraktırılıyor,
Cübbe giydiriliyor,
ekranlarda Cinci Hoca diye
kafa sallarken gösteriliyor,
Sonra başka bir kadını
tuzağa düşürürken
Gazete ve Televizyonlara yansıyordu...
Bizler ekranlarda
Fadime'nin gözyaşlarını,
Ali Kalkancı'nın kafa sallamasını,
Ankara'nın ortasında toplu
kafa sallayanları izlerken,
Birileri
26 Bankanın
içini boşaltıyor,
Bir yanda Hazine soyuluyor,
Hükümet devriliyor,
Bir yanda
Faizler %70 ve birileri malı götürüyor ve
Enflasyon almış başını gidiyordu...
Bizlere bu tiyatroyu seyrettirenler
çoktan MALI götürmüşlerdi bile...
Önümüze İRTİCA
Yemini atmışlardı
ve bizler sazan gibi üzerine atlamıştık...
Meşhur bir sözü var ya;
Eşşek eşşek olduğu halde,
Aynı yolda iki kere çamura saplanmaz..."
Ne garip;
O günlerde insanlar
faizler yüzünden
Başbakanlığın önünde
üzerine benzin döküp
kendini ateşe verirken,
Esnaf Başbakana
Yazar Kasa fırlatırken,
Gazeteler ve Tv'ler
ne HIRSIZLIKTAN bahsediyor,
Ne de ülkenin soyulduğunu,
Nede 26 Bankanın içinin boşaltılıp
İsviçre Bankalarına kaçırıldığını yazıyordu...
Yaşadığım Ülkemden ümidimi kesmiştim,
saldım çayıra deriz ya...
Derken
Hani yaşama gözlerini kapatmış
bir insanın aniden gözlerini açması gibi bir şeydi...
Bu ZAT her gün koşturuyordu,
Her gün açılışlar yapıyordu...
Yollar,
Hastaneler yapılıyor,
Yerin altından tüneller açılıp Kıtalar birleşiyor,
Marmaray devreye giriyor,
Yerli tank,
Yerli Helikopter,
Kanal istanbul,
Hızlı Tren,
3.Köprü,
3.Hava Limanı,
Dünyanın 2.Büyük Asma Köprüsü,
Milyonlarca öğrenciye ücretsiz
kitap ve tabletler dağıtılıyor,
Faizler %4 lere kadar iniyor,
Her şey yolunda gidiyor,
Engellilere maaş bağlanıyor,
İlk defa bu ülkede insan yerine konuyor,
Türkiye yeryüzünde ki mazlumların umudu olmuşken,
bir sabah baktım 17 ağacın yeri taşınacak diye
İstanbul'da sokaklar ateşe veriliyor,
bir anda ülke karanlığa gömülüyordu...
Ama dilimiz yanmıştı;
Bu işte bir iş vardı,
Koç Üniversitesi yapılırken;
80 bin ağacı kesenler nasıl olur da
Üniversitesini FİNAL döneminde tatile çıkarıp
öğrencileri Taksime eyleme yollardı?
Nasıl olur da her gün 10 bin kumanya yollardı?
Duran adam SIRP çıkıyor,
Soyunan kadın Alman çıkıyor,
Gezicileri yönlendiren
siyahlı kadın Amerikalı çıkıyor,
Konser veren piyanist Alman çıkıyor,
Almanya Sokakları yanarken ortada olmayan
Claudia Roth Gezi Parkında
en önde Polise hakaret ediyor.
Suriye'de milyonlarca insanın
katledilmesini görmeyen CNN;
22 saat kesintisiz canlı yayın yapıyordu...
Bu işte bir iş vardı,
Faizlerle anamızı ağlatan bir bankanın
genel müdürü canlı yayında
iş çıkışı toplu olarak Gezi Parktayız diyordu..?
Niçin?
Faizler yüzünden kendini yakan
insanlara acımayanlar 17 ağaca mı acırdı?
Zevk için hayvanlara
nasıl kurşun yağdırdığını anlatan
Safarici Boyner;
Gezi Parka iniyor ben çapulcuyum diyordu.
Sokakları ateşe Verenler,
Yüzleri gözleri sarılı olan eşkiyalar
Türkiye'nin en lüks otelinde ağırlanıyorlardı...
Olaylar her yanı sarmış;
Ve Sn.Erdoğan uçağa atlayıp sırtını dönüp
Orta doğu gezisine sessizce gitti.
O giderken evde oturmuş
gözlerimden yaşlar süzülüyordu,
Çünkü seni Menderes gibi asacağız diyorlardı.
Rabb'im o günleri bir daha yaşatmasın.
17 Ağaç için Türkiye'ye
100 milyar doların üzerinde
zarar verenlerin sözcüleri
Bülent Arınçla görüşmeye gittiler.
Ne garip sokakları ateşe verenler
dünyadan habersiz MALLARDI,
Ama sözcüleri 28 şubatta ülkeyi soyan
ve Erbakan Hükümetini deviren
Beşli Çete diye tarihe geçen ekibin temsilcileriydiler.
Görüşmeden sonra kameraların önüne geçmişlerdi,
Bütün Türkiye onlara kitlenmişti,
Herhalde hükümetten bütün Türkiye'nin
ağaçlandırmasını istediler diye düşünmüştüm,
Hükümetten isteklerini sıraladılar...
Kanal İstanbuldan derhal vazgeçilecek,
3.Hava Limanı yapılmayacak,
3.Köprü yapılmayacak,
Hidro elektrik santralleri yapılmayacak.
Televizyon başında şok olmuştum,
Ağaç kimsenin umrunda bile değildi.
bunlar sanki Lozan'da ki İNGİLİZ HEYETİYDİ...
İnsanlar Sn.Erdoğan'ı anlamamıştı,
Medya gerçekleri yazmıyordu...
Türkiye kendi boğazlarını
denetleme hakkına sahip olmayan,
Hiç bir yabancı gemiyi denetleyemeyen,
Para alamayan eli kolu bağlı bir ülkeydi.
İşte Sn.Erdoğan Kanal İstanbul projesiyle
canını ortaya koyuyordu,
Eğer Kanal İstanbul'u yaparsa;
Bütün yabancı gemileri kanal İstanbul'dan geçirip
hem denetleyecek, hemde milyarlarca dolar
Türkiye para kazanacaktı,
İngiltere aylardır Sn.Erdoğan'ı tehdit ediyordu,
Kanal İstanbul'u yapamazsın,
Lozan'da verdiğiniz sözler var diye...
İngiltere'nin yapamadığını;
Bizden görünen
Gezi Platformu Temsilcileri yapıyordu...
3.Hava Limanı Almanyanın
pabucunu dama atacak,
Hava sektöründe
Türkiye'yi Avrupanın merkezi yapacak bir proje,
Gezi Platformu derhal vazgeçilecek diyordu...
Sn.Erdoğan tamda bu sırada
yurt dışından geri dönüyordu...
Gecenin bir yarısı ve insanlar sokaklara dökülüyordu...
Ve Sn.Erdoğan otobüsün üzerine çıktığında;
"FAİZ LOBİSİ BENİ TEHDİT EDİYOR" diyecekti...
İşte bu söz her şeyi,
Bütün meseleyi anlatıyordu...
Türkiye'yi geçmişte kendine borçlandırıp,
Maliyenin topladığı bütün vergiyi
FAİZ olarak cebe indirenler,
12 yıldır Sn.Erdoğan'ın
kesip ödemediği o paranın peşine düşmüşlerdi,
Bütün meselenin özü buydu...
Ve sokaklara dökülenler tezgahı görüyor,
sanki dünyaya meydan okuyor
"DİK DUR EĞİLME "diyordu...
Erdoğan dik durdu ve olaylar tam dindi, derken...
Bir sabah 17 Aralık Operasyonu yapılıyordu...
28 Şubatta kılıf İRTİCA,
Gezide AĞAÇ,
17 Aralıkta insanların en hassas olduğu
noktadan vuruyorlardı HIRSIZ...
Yüz binlerce Filistinliyi katleden
Netenyahu'ya OTORİTE,
Filistin Kasabı Ariel Şaron'a
ÇIĞIR AÇAN LİDER diyenler,
Sn.Erdoğan'a Hırsız,
Haramzade,
Diktatör,
Yezid diyordu...
Polisin götürdüğü Para Sayma Makineleri,
Şike Davasında ki para dolu çantalar,
Amerika'da ki bir uyuşturucu operasyonundaki
fotoğraflar servis edilip,yem olarak önümüze atılıyor,
Yatağın üzerine paralar serpiliyor,
muhteşem bir ALGI OPERASYONU yapılıyordu...
Bizler Bu tiyatroyu seyrederken
birileri HALK BANKASINA giriyordu...
Bütün gizli sırlarını,
Devletin en mahrem bilgilerini götürüyordu...
Ne acı ki Kuzey Irak Petrolünün parasının
Halk Bankasına yatırıldığı gün,
Halk Bankasına operasyon çektiler...
Bir bakana verilen hediye
yada rüşvet saat için ortalığı yıkanlar;
26 Banka soygununu görmeyen namussuzlardılar...
Yıllarca bu ülkenin iliğini kurutanları,
Türkiye'den çalıp
İsviçre Bankalarına götürenleri görmeyenler,
İran'ın ALTIN Ticaretinden milyarları
Türkiye''ye akıtan Rezza Zarrab'ı hedefe koyuyor,
Müthiş bir algı operasyonu yapıyordu.
Ve İran'ın Altın Ticaretinin önünü kestiler,
Yönünü Amerika'ya çevirdiler...
O kadar ALÇAKLAR...
Benim dünyadan habersiz arkadaşımda yazıyorlar;
Rezza'yı anlat,Rezzan'ın önüne yatarmısın
Eğer o parayı Türkiye'ye değil,
İngiltere'ye akıtsaydı;
Rezzan'ın önüne ben değil ama
İngiltere KRALİÇESİ yatardı,
İşte siz bu kadar basiretsizsiniz..
Nelerden haberiniz var...
Önünüze attıkları yemi sazan gibi yutarsınız...
Bizler 17 Aralık’la uğraşırken;
Asıl bomba 25 Aralık'ta patlıyor.
Savcı 40 kişinin tutuklanmasını istiyordu,
listenin ilk sırasında;
Kanal İstanbul,
3.Köprü,
3.Hava Limanı,
Marmaray
ve Hızlı Treni yapan
bütün firmaların sahiplerinin,
kısacası
Türkiye'yi uçuracak
bütün projelere imza atan
mütahitlerin tutuklanmasını istiyordu.
İşte gizledikleri asıl hedef te buydu...
Gezide başaramadıklarını
25 Aralıkta
Hırsızlık kılıfıyla yapmaya kalkıyorlardı.
Hırsız görmek isteyen
POAŞ'ın nasıl alınıp satıldığına baksın...
KPSS,
Polislik,
DİL SINAVI,
Sorularının nasıl çalındığına baksın...
İş Adamlarına şantaj yapıp
haraç alanlara baksın...
Milletin yatak odasını röntgenleyip
kayıt eden namussuzlara baksın...
MİT'e operasyon yapan HAİNLERE baksın...
Deri,Kurban Bağışları toplayıp,
Müslüman kardeşi açlıktan ölürken,
Yahudi ve ABD kuruluşlarına
bağışlayanlara baksın...
Anlamıyormusunuz..?
Neden İngiliz Medyası,
Alman medyası,
İsrail medyası,
Doğan medyası ve Cemaat Medyası
topyekün Sn.Erdoğan'a saldırıyorlar?
Hiç mi düşünmüyorsunuz?
Bu ülke soyulurken,
Hazinenin ve 26 Bankanın içi boşaltılırken,
bu ülkeye çivi çakılmazken
siz bu medyanın
sesini çıkardığını duydunuz mu?
Menderes alnı secdeli
ve sizden biriydi, Halkın adamıydı,
O'na 12 uçak dolusu ALTIN çalarken
suç üstü yakalandı iftirasını attılar.
Sonunda Menderesi asıp Ülkeyi soydular...
Özal sizden biriydi,
Alnı secdeli bir adamdı,
Ona Diktatör dediler,
tek adam dediler,
zehirlediler ve ülkeyi soydular...
Ve Türkiye'nin başına gelmiş
en DİK DURAN,
Alnı secdeli
Cumhurbaşkan'ına aynı iftiraları atıyorlar,
EŞŞEK BİLE AYNI YOLDA
İKİ KERE ÇAMURA BATMAZKEN,
Biz halen mi uyanmıyacağız...?
Eskiden sosyal medya yoktu,
Tv'lerde insanlara gerçekleri anlatmıyordu,
Özal ve Menderesi yediler,
Ya şimdi?
Bütün Tv ve Gazeteler el altında
yahudi ve İngiliz'lerin elinde bile olsa,
Sosyal medya var...
Hiç bir bahaneniz yok...
Tezgaha gelmeyin...
Önünüze atılan yemi yutmayın...
Bu ülkede Tam rahat bir
nefes almaya başlamışken,
sahip çıkmazsak,
son pişmanlık fayda vermez...
Bu gün size dürüstlük nutukları atanlar var ya;
İŞTE ONLAR ASIL NAMUZSUZLARIN TA KENDİLERİDİR.
Şimdi biliyorsun, bilmeyenlere anlat onlarda bilsin.
.
AĞIR KÜFÜR EDİYORLAR
..............................................................
Şeref yoksunu onursuz bazı kemalistler;
Atatürk üzerinden müslümanlara küfrediyorlar..
Dün bir arkadaş bana TİK TOK'ta dolaşıma soktukları
"Atatürk ne yaptı diyorlar? Ne mi yaptı?
Emperyalistlerin ve İngilizlerin analarınızı .......kurtardı"gibi
Ağır sinkaflı küfürlerle müslümanlara saldırdıklarını söyledi..
Şimdi bu onursuz ve haysiyetsiz ve de emperyalizmin kölelerine bazı şeyleri hatırlatacağım..
Be dangalak herifler!
Milli Mücadele'de Atatürk nerede emperyalistlerle savaştı?
İngilizlerin,Fransızların ve İtalyanların Türkiye'den toprak talep ettikleri nerede görülmüştür?
Onların tek amacı Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan
Halifeliği ve islami kanunlarının ortadan kaldırılması değil miydi?
Atatürk'ün emeli de emperyalistlerle şu veya bu şekilde örtüşmüyor muydu?
Atatürk'ün ta başından beri cumhuriyet ve laiklik peşinde olduğunu söylemiyor musunuz?
Falih Rıfkı Atay ve benzerleri Osmanlı şeriatını emperyalistlerle beraber yok ettik demiyorlar mıydı?
Atatürk'ün en yakınında olanlardan Hamdullah Suphi Tanrıöver
1930'da Ankara'daki Türk Ocağı Binası'nın açılışında:
"Yunanistan'ı yenemeseydik;İstanbul Hükümeti ve İSLAM MEDENİYETİ ayakta kalırken BATI MEDENİYETİ MAĞLUP olurdu;
Biz Yunanlıları yenmeyle hem islam medeniyetini ortadan kaldırdık hem de BATI MEDENİYETİ GALİP GELDİ" demedi mi?
Emperyalistler bunu bildikleri için
Bir taraftan Yunanistan'ı yem olarak kullanıyordu;
Bir taraftan Padişah'ın ve İstanbul'daki hükümetin boğazını sıkarak bir sonraki adımda ise;
Mustafa Kemal'in önünü açıyorlardı;
Diğer taraftan da başkenti Ankara olan yeni bir Türk Devleti rejimin kurulmasına aracı oluyorlardı..
İngiliz Başbakanı Lloyd George'un Yunanistan'ın İzmir'e çıkmasına izin vermeseydi;
Mustafa Kemal'in Anadolu'daki halkı kendi yanına çekebilecek miydi?
Atatürk böylesine bir fırsatı veren Lloyd George'un heykelini Türkiye'de dikmek istediğini bilmiyor muyuz?
İngilizler ta baştan beri bir projenin peşindeydi?
5 Ocak 1918'de Lloyd George :"Biz Türklerin çoğunlukla yaşadığı Trakya ve Anadolu'nun verimli topraklarından
onları mahrum etmek için savaşmıyoruz" derken
24 Nisan 1919'da İngiliz Parlamentosunda :
"Başkenti ANKARA veya Bursa olan,halifeliği ve Saltanat'ı kabul etmeyip
cumhuriyet rejimine giren yeni bir devletin kurulması "kararını almadılar mı?
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curson'un bu fikirlerini yeğeni ve
İngilizlerin Erzurum'daki askeri ataşesi Alfred Rawlinson'un
Hem Mustafa Kemal'e hem de Kazım Karabekir'e aktardığını bilmiyor muyuz?
Bu proje etrafında adım adım ilerleyen İngilizler bakınız neler yapıyordu?
Önce Mustafa Kemal'e vize verip onu Samsun'a gönderiyordu.
Arkasından 2.işgalı 16 Mart 1920'de yapıp Meclis-i Mebusan'ı basıp
Ankara'da yeni bir Meclis'in açılmasına kapı aralamıyor muydu?
Bile bile Meclis-i Mebusan'ı basıp Ankara'daki Meclis'in açılmasına karışamayız,diyorlardı..
Mustafa Kemal'in önceleri hedeflerinin Hilafet ve Saltanat'ın kurtulması olduğunu
Daha sonra ise İstanbul'a ve Padişah'a isyan etmesi görülürken ayaklanmalar başlar..
Bu ayaklanmaların durdurulması için İstanbul Hükümeti büyük bir ordu kurmak istediğinde
İngilizlerin "iç savaş çıkmasını istemiyoruz" diyerek
Küçük bir güç olan ve sonradan Mustafa Kemal'e katılan göstermelik bir Kuvayi İnzibatiye kurulmasına izin verilmedi mi?
Yetmedi İngilizler kasıtlı olarak Meclis-i olmayan İstanbul hükümetine Sevr Antlaşması'nı dikte ettirip
Mustafa Kemal'in Ankara'daki otoritesini artırmasına aracı olmuyor muydu?
İngilizlerin piyonu olan Yunanlılar Mustafa Kemal'i Bursa,Kütahya,Afyon ve Eskişehir'de yendiğinde
Daha fazla ileri gitmemesi için 14 Nisan 1921'de Yunanlıları Anadolu'da açlık içinde,silahsızlık içinde ve parasızlık içinde bırakmadılar mı?
Yunanistan'ı yarı yolda bırakıp 13 Haziran 1921'de bir gemi silahı İnebolu'da Mustafa Kemal'e vermedi mi?
25 Eylül 1919'de İngiliz Generali Sally Flood Mustafa Kemal'in Kuvayi Milliye'sine karşı savaşmayacağız sözünü veriyordu.
Şimdi de Fransızların ve İtalyanların Mustafa Kemal'e olan yaptığı yardımlara bakalım..
Fransızlardan 1500 makinalı tüfek,200 kamyon,2735 sandık piyade tüfeği,10 savaş uçağı(hediye),
İtalyanlardan 20.000 tüfek,4 milyon piyade mermisi,20 uçak..
Rusya'dan alınan para ve silahların da haddi nesabı yoktur..
İngilizlerin görmemezlikten gelip İstanbul depolarından
Her türlü silah ve uçaklar bile kaçırılıp Anadolu'ya sevkediliyordu..
Fransız Penay gemisi Mustafa Kemal'e Karadeniz'den silah gönderiyordu.
Yetmedi Fransızlar ve İtalyanlar Akdeniz'deki iki limandan Mustafa Kemal'e silah sevkiyatı yapıyordu..
İtalyan casusları Efe kılığına girip Yunanlılara karşı savaşıyorlardı..
Büyük Taarruz'daki Yunan başkomutanı Hacianestis 19 Temmuz 1922'de
İstanbul'daki İşgal Komutanı Charles Harington'a bir mektup yazarak
"Mustafa Kemal'e İstanbul depolarından her türlü silah yardımı yapıyorsunuz.
Yetmedi bizim askeri plânlarımızı da ona veriyorsunuz." diye sitem ediyordu..
Yunanlılar Ankara'yı almaya ramak varken silah,askere maaş,hastalık ve yemek sorunu yaşarken
Yunan Başbakanı Gunaris İngiltere ve Fransa'ya gidip yardım için imdat çığlıkları atarken eli boş dönüyordu..
Çünkü plân gereği Yunanistan'ın yenilmesi gerekiyordu..
İngilizler Lozan imzalanmasına rağmen İstanbul'u terketmiyorlardı..
Nihayet 2 Ekim 1923'de balolar tertip edip giderken;
Biz Çanakkale Boğazı'dan çıktıktan sonra
Sadece ve sadece atlı süvarilerle İstanbul'a gireceksiniz diye ültimatom veriyorlardı...
Bu kadar kabadayılık yapan İngilizler Vahdeddin'i İstanbul'da korumuyordu.
Büyük Taarruz'da esir aldığımız Yunan Generali Trikopis
1952 yılında Atina'da kendisini ziyaret eden kemalist-yazar Hıfzı Topuz'a:
"Balkanlar bize yeterdi,ne işimiz vardı Anadolu'da.
İngiliz ve Fransızların projesi sonucu pisi pisine Türk ve Yunan askerleri öldü" derken.
Mustafa Kemal 13 Eylül 1922'de hem Amerikalı gazeteci Richard Eaton'a
Hem de İstanbul'daki İngiliz İşgal Komutanı'na:
"Biz İngiltere ile değil sadece Yunanlılarla savaştık" diyordu...
Bu yazdıklarıma bir Allah'ın kulu itiraz edemez..
Bu yazdıklarımın neresinde Atatürk emperyalistlerle savaşmıştır..
İngilizlere ve Fransızlara hayatı dar edenler yok muydu?
Öğrenmek isteyenler gitsinler Çanakkale ve Kutül Amare savaşlarına baksınlar...
Yetmedi bize alçaklıklarının zirvesini yaşatan Yunanlılarla
1930'lu yıllarda az kaldı ortak cumhurbaşkanalığı yönetimi ve ortak ordu kuruyorduk..
Be utanmaz herifler!
Müslümanlara küfredeceğinize bu yazılanları bir araştırın da gerçekleri görün.
.
ATATÜRK İSLAM DİNİ ve AMBARGO
Türkiye'de kemalist-solun Atatürk üzerinden
Biz müslümanlara öylesine bir ambargo koyuyor ki,
Adeta evlere şenlik konumundadır..
Atatürk'ü kanunla sevme mecburiyeti olmadığı halde,
Hakaret ve tahkir etmediğiniz halde,
Atatürk ve cumhuriyet tarihi üzerinde delillere bağlı kalarak
Konuşma veya yazmaya çalıştığınızda
Karşınıza hemen kemalist-solcular çıkar ve biz müslümanlara
"-Hop arkadaş bir dakika !
Atatürk ve cumhuriyet tarihi üzerinde siz öyle istediğinizi konuşamazsınız ve yazamazsınız,
Bizim sizin için çizdiğimiz alanın dışına çıkamazsınız,
Ve siz bizim tenkitlerimizi tekrar da etmeyip,
Sadece bizim Atatürk'ü övdüklerimizi kalbinizle kabulleneceksiniz,
Bunun dışına çıktığınızda ağzınıza cız yaparız ha!"dedikleri bir gerçektir..
Bu yazdıklarıma hemen hemen herkes sosyal hayatta karşılaşmıştır..
Bunların psikolojik baskıları toplum içinde çok rahat taraftar bulmaktadır..
Şimdi bu konuya niye girdim biliyor musunuz?
Yargıtay Cumhuriyet eski Başsavcısı Vural Savaş'ın
"Türkiye Cumhuriyeti Çökerken"adlı kitabını okurken nelere şahit olduğumdur..
Şahit olduğum şey; Atatürk ve İslam dini arasındaki bağın konumu..
Önce fikirlerimi yazayım sonra Vural Savaş'tan alıntı yapacağım..
Atatürk Arap kültürüne ve ilaveten islam dininden hoşlanmadığı bir gerçektir..
Türkiye'de dinin sosyal hayattan çıkması için gerekli adımları da atmıştır.
Burada Atatürk'ün bizzat kendisi isminin Arapça olan Mustafa Kemal'i atıp
Nüfus cüzdanına KAMAL ATATÜRK olarak yazmasının yanında
İslamın değer yargılarını hiçbir zaman kabul etmemiştir..
Bu konu hakkında öylesine dokümantasyonlar vardır ki,
Çoğu insanın ağzı açık kalacak noktadadır ama insanların gözünden uzak tutulmaya çalışılır..
Aynen içkiyi çok kullanmasını "kafası çok çalışıp onu frenleyemediği için içkiyi bir ilaç olarak kullanırdı" demenin saçmalığı gibi..
Halbuki Atatürk ta öğrenci yıllarından itibaren içki içer ve etrafındakileri de buna özendirirken;
Cumhurbaşkanı olduktan sonra BİRA ve ŞARAP FABRİKALARI kurmuştur..
Bir kere bu yapılanlar Kamal Atatürk'e bir haksızlıktır...
Çünkü kemalist-solcuların Atatürk'ün kişiliğini zayıf gördükleri bir gerçektir ki kabul etmedikleri çok aşikardır...
Nasıl mı?
Atatürk'ün yaşantısındaki iradesine bunlar karşı gelmektedir..
Atatürk yaşamı boyunca yaşantısındaki içki içmeyi ve islam dinine olan uzaklığını HİÇBİR ZAMAN GİZLİ TUTMAMIŞTIR..
Ama kemalist-solcular ise Atatürk'ü kendi istedikleri noktada
Toplum tarafından tanımasını istemektedirler..
Mesela Atatürk'ün 1925'den sonra ne bir ibadeti vardır ne de camiye gitmişliği..
11 yıllık uşağı olan Cemal Granda:"Atatürk ramazanda her gün içki içerdi ama
sadece Kadir Gecesi içmezdi" diye anılarında yazmıştır..
Dikkat ederseniz hem İnönü hem de Celal Bayar camiye gitmeyi laikliğe aykırı bulmuşlardı..
Onun için Atatürk öldüğü zaman devlet onu camiye götürmeyi düşünmüyordu..
Kız kardeşi Makbule Atadan ve 1.Ordu Komuta Fahrettin Altay olmasaydı
Camiye götürülmediyse de Dolmabahçe'de birkaç kişiyle cenaze namazı kılınmayacaktı..
Bütün samimiyetle ifade edeyim ki devlet erkanı burada bir tutarlılık göstermiştir..
Şimdi geleyim Vural Savaş'ın neler yazdığına..
"Türkiye Cumhuriyeti Çökerken" adlı kitabının 200.sayfasında
Atatürk'ten bakınız nasıl bir alıntı yapmaktadır:
"Türkler islam dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi.
Bu dini kabul ettikten sonra,bu din,
Ne Arapların ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin
Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi..
Bilakis,TÜRK MİLLETİNİN MİLLİ BAĞLARINI GEVŞETTİ,MİLLİ HEYACANI UYUŞTURDU"...
Bu sözlere yine Atatürk'ten üç ilave yapayım..
Atatürk Kur'an'ın vahiy olmadığını Hz.Peygamberin 3 sene düşünüp yazmaya başladığını söyler..
İslam dini beyni ezberden sulanmışların dinidir" ve
"elimden gelse tüm dinleri denize atardım" gibi
Buradan anlamamız gereken nedir?
Atatürk islam dininin Türklerin milli dokusuna ters bir dindir ve kabul edilemezdir..
Şimdi bu konuları girdiğimizde bazılarının sinir uçlarının refleksi devreye girerek
"SEN ATATÜRK DÜŞMANISIN,BUNLARI NASIL YAZARSIN" diyeceklerini adım gibi biliyorum..
Çünkü bunlar okumaz,
Çünkü bunlar Atatürk'ü gerçek kimliğinde tanımak istemez,
Çünkü bunlar Atatürk'ün neler yaptıklarını bilmez adeta
21.yüzyılda çağdaş putperestliği kendilerine ilke edinmişlerdir..
Solcu Ufuk Uras'ın dediği gibi "bu ülkede en az kitap okuyanlar kemalistlerdir" teşhisi isabetlidir..
Bunlar Atatürk'ün el yazısıyla yazdığı notlarını içeren Afet İnan'ın"Medeni Bilgiler" adlı kitabını okumaz.
Bunlar Genelkurmay'ın lojistik destek verdiği
Doğu Perinçek'in"Kemalist-Devrim Din-Allah" kitabını okumaz..
Bunlar sosyal demokrat olan Onur Atalay'ın "Türk'e Tapmak" adlı kitabını okumaz..
Okumaz ama kabalık yaparak insanları fişlerler ve de
Alayının sara nöbetine girmişçesine "ATATÜRK DÜŞMANLARIIIIII !" diye paylarlar...
Sabri Çolak
Yalan mı?
.SANÂYİ İ NEFÎSE MEKTEBİ
Mektebin kuruluşunda Tanzimat devrinde eğitim alanında gerçekleştirilen faaliyetlerin etkisi büyüktür. Bu dönemde açılan pek çok modern öğretim kurumunun yanında güzel sanatlar alanında da bazı gelişmeler kaydedildi. Resim sanatının geliştirilmesinde Doğu’dan ziyade Batı’nın telkinlerine bir yöneliş olduğu, birçok sanatkârın teşvik ve himaye gördüğü dikkati çekmektedir. Avrupa’dan meşhur ressam ve mimarlar davet edilerek istihdam edildiği gibi ihtisas amacıyla Avrupa’ya askerî okullardan mezun ressamlar gönderilmişti. Bunlardan Süleyman Seyyid Bey ve Şeker Ahmed Paşa, Sultan Abdülaziz’in himayesiyle Avrupa’ya giden ilk ressamlardandır. Anlaşıldığı kadarıyla o dönemlerde resim tahsili için ülkede Mühendishâne ve Harbiye gibi okullardan başka bir öğretim kurumu bulunmamakta ve resmî dairelerde çalıştırılan ressamların çoğunu yabancılar oluşturmaktaydı. Sultan Abdülaziz’in resim sanatı ile yakından ilgilenmesi ve bizzat resim yapması, bu sanatın bağımsız bir eğitim kurumu bünyesinde öğretilmesi ve geliştirilmesi için önemli adımların atılmasını sağladı. 1870’lerden itibaren orta dereceli okulların programlarına resim dersinin konulması bu alanda öğretmen ihtiyacı ve öğretmen yetiştirilmesi meselesini gündeme getirdi. Diğer taraftan Avrupa’da tahsilini tamamladıktan sonra ülkeye dönen sanatkârların faaliyetleri ve özellikle Şeker Ahmed Paşa gibi başarılı bir ressamın gayretleriyle 1873’te düzenlenen resim sergisi büyük yankı uyandırdı. Bu hususta gazetelerde yayımlanan haber ve değerlendirmeler kamuoyunun dikkatini çekti. Muhtelif cemiyetler tarafından yerli ve yabancı sanatkârların eserlerinden oluşan sergilerin düzenlenmesine devam edildi.
Gazeteci Zekeriya Say yazmış...
Halk TV yolsuzluk arıyorsa Baykar’a değil CHP’ye baksın!
Ekrem İmamoğlu, Beylikdüzü Belediye Başkanıydı.
23 Kasım 2016’da, sözde “Kültür ve Sanat Etkinliği” adı altında 17 yazarın katılacağı bir “söyleşi etkinliği” için açık ihale düzenledi.
İhaleyi kazanan şirkete belediye kasasından o günün şartlarında tam 987 bin TL ödendi.
Daha sonra ihalesi yapılan organizasyonun hiç gerçekleşmediği ortaya çıktı.
İhale şartnamesinde ismi geçen ve ücret aldığı öne sürülen Zülfü Livaneli, Ertuğrul Özkök, Ayşe Kulin ve Gülse Birsel gibi yandaş isimler, “Böyle bir etkinliğe katılmadık” dedi.
“Hayali ihale” rezaletinin patlak vermesinin ardından köşeye sıkışan CHP’li Beylikdüzü Belediyesi, "Söyleşiler planlandı, fakat etkinlik yapılmadı" itirafında bulundu. Yazarlara ödendiği iddia edilen bütçenin akıbetine ilişkin tek kelime edilmedi.
Fondaş medya ise yaşanan skandal karşısında adeta başını kuma gömdü.
*
Bahçelievler’de “ocak başı et lokantası” işleten bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelen ve yine aynı ilçede mütevazı bir apartman dairesinde ikamet eden Rıza Akpolat’ın kurduğu düşük sermayeli şirketleri her seferinde battı.
Sürekli zarar ettiği için devlete tek kuruş vergi ödemeyen Akpolat, babasının eski arkadaşı Erdoğan Toprak’ın sihirli dokunuşuyla 2019 seçimlerinde Beşiktaş Belediye Başkanlığı koltuğuna paraşütle indi.
Başkan olur olmaz, ilk iş olarak eşine bugün piyasa değeri 15 milyon lira olan Range Rover marka cip satın alan Başkan Akpolat, eşinin ve kendisinin isminin baş harflerinden oluşan “34 DRA …” yazılı özel plakaya ise 25 bin TL ödeyerek karısına bir jest daha yaptı.
Derken…
Rıza Başkan, eşinden sonra personelin de ayağını yerden kesmek için sürücülü araç kiralama ihalesi düzenledi.
1 Ekim-31 Aralık 2019 arasını kapsayan süre için 12 milyon 980 bin liralık araç kiralandı.
MASAK incelemesinde, ihaleyi alan firmanın 800 bin liralık teminat mektubu sahte çıktı. Ayrıca CHP’li belediyenin hiç bir hizmet vermeyen firmaya 11.8 milyon lira ödediği belirlendi.
Sayıştay denetçisi skandal vurgunla ilgili rapor hazırladı. 2019 yılı Sayıştay Denetim Raporlarına yansıyan ve basında genişçe yer alan ihale rezaletine rağmen CHP’nin güdümlü medyası, oluşan kamu zararına yönelik tek kelime etmedi.
Rıza Başkan’ın, söz konusu ihaleden 26 gün sonra, Balıkesir Edremit ilçesinde, Kaz Dağları’nın eteğinde, denize sıfır ve o günkü piyasa değeri 10 milyon olan 2 adet triplex villa satın alması da malum medya için haber değeri taşımadı.
*
Erhan Aras,
Yenimahalle Belediyesi Başkanı Fethi Yaşar’ın oğlu Bülent Yaşar’ın kayınbiraderiydi.
CHP’li belediyede işe alınan Aras, KPSS engelini aşmak için önce “istisnai kadrodan” memur yapılarak ,‘Özel Kalem Müdürlüğü’ne atandı.
Ardından İnsan Kaynakları ve Eğitim Müdürü görevine getirildi.
“10 yıl hizmet süre şartını” sağlamadan bu kez “usulsüz” şekilde CHP’li Yenimahalle Belediye Başkan Yardımcılığı görevine getirildi.
İşe başlamadan önce “Kartal”a binen Aras, Başkan Yardımcısı olduktan sonra önce altına sıfır Mercedes çekti, ardından Çayyolu gibi lüks bir yerde milyonluk evde oturmaya başladı.
Yenimahalle Kaymakamlığı, yaptığı incelemenin ardından İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği yazıda, “Bülent Aras’ın atamasının mevzuat hükümlerine aykırı olduğu ve iptalinin uygun olacağı” görüşünü bildirdi.
Buna rağmen zillet medyası, bu liyakatsiz “yandaş atama” hakkında tek satır yazmadı.
*
CHP’ye yakınlığıyla bilinen Yazar Ergün Poyraz, Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında çok ağır ifadelerin yer aldığı kitaplar yazdı.
Tabir caizse Başkan Erdoğan’a demediğini bırakmadı. Buna rağmen en ufak zarar görmedi.
Kendisi Kuşadası’nda yaşıyordu. CHP’li Kuşadası Belediyesi’nde dönen yolsuzluklara daha fazla tahammül edemedi.
Mıcır alımında yapılan bir “ihale yolsuzluğunu” ihbar etmesinin ardından, evinin önünde 3 kişinin saldırısına uğradı.
İhaleyi alan firmanın elemanları tarafından darp edilen ve ölümden dönen Ergün Poyraz’ı, saldırının ardından telefonla aradım.
“Erdoğan hakkında ağır eleştiriler olan birçok kitap yazdım en ufak bir şiddet görmedim. CHP ile ilgili yolsuzluk ihbarında bulundum, durum ortada Zekeriya” diyerek, iki zihniyet arasındaki bariz farkı dile getirdi.
*
CHP’li belediyelerde patlak veren ve milli medyada genişçe yer bulan bu gibi ihale ve liyakatsiz kadrolaşma örneklerini çoğaltmak mümkün…
İşte bu skandallar karşısında başını kuma gömen ve “kamu zararını” görmezden gelen CHP medyası, sıra AK Partiye veya onların akrabalarına gelince, en ufak bilgi kırıntısını dahi abartarak görülmemiş bir iftira kampanyası başlatıyor.
Manşetlerinden ve ekranlarından yayınladıkları yalanlar yüzünden adeta “tekzip bültenine” döndükleri halde yüzleri kızarmak yerine, iftira atmaya devam ediyorlar.
Bu karalama kampanyasının son kurbanı…
Savunmada bağımlılığı bitirmek ve semalarında “hür ve özgür bir Türkiye” inşa etmek için gece gündüz çalışan…
Devletten tek kuruş maddi destek almadığı halde, ürettiği yerli ve milli SİHA’lar ile savaş paragidmasını değiştiren…
“Her çocuk uçağa dokunsun” diye, dünyanın en büyük havacılık fuarı TEKNOFEST’i organize eden…
Salgında, rekor sayılacak bir sürede yerli solunum cihazı geliştirerek hastalara nefes olan…
Depremde, gerek gıda yardımları, gerek 2 bin kişilik konteyner kent ile felaketzedelerin imdadına koşan…
Evleri yıkılan deprem mağdurlarına 1000 konut bağışlayan…
CHP’li belediyeler kendilerine oy vermeyen depremzedeleri sokağa atarken, personeli için inşa ettiği lojmanları bile depremzedelere tahsis eden Bayraktar ailesi oldu.
İsrail’den kiralanan ve hafta sonları uçmayan Heronlara ödenen saatlik 2.500 doları konuşmayan…
ABD'den kiralanan King Air Beechraft uçakları için ödenen 4.300 dolarlık kiralama ücretini normal bulan Halk TV…
CHP ile olan akçeli ilişkilerinin ortalığa saçıldığı bir dönemde, kendi rezaletini perdelemek için…
İşletme masrafları ve personel giderleri dâhil saati 850 dolara kiralanan Bayraktar TB2 İHA’lar üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Selçuk Bayraktar’ın şirketi BAYKAR’a çamur atmaya kalktı.
Eğer Halk TV yöneticileri gerçekten “içinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı” olan kamu parasının birilerine peşkeş çekilmesinden rahatsız olsalardı.
Açılan “İHA kiralama” ihalesinde en düşük teklifi vererek 5 adet Bayraktar TB2 İHA kiralayan, bunların yanına da 4 adet Bayraktar İHA'yı; bakım, onarım, yakıt, personel, altyapı dahil tüm masrafları dahil ücretsiz olarak Orman Genel Müdürlüğü’ne tahsis eden BAYKAR firmasını hedef almak yerine…
Önce CHP’de dönen rezaletleri yazarlardı ama…
Fakat dert başka...
Sultan Abdülaziz tarafından daha önce İstanbul’a getirtilen Fransız ressamı Guillemet, resim ve mimarlık alanında öğretim yapacak bir mektebin kurulması için hükümet nezdinde teşebbüste bulunmasına rağmen (1873) resmî makamlardan bir cevap alamadı. Bunun üzerine İstanbul Beyoğlu’nda Desen ve Resim Akademisi adıyla özel bir eğitim kurumu açtı (1874). Guillemet bu akademiyi kendisi gibi ressam olan hanımıyla birlikte yönetmekteydi. Çoğunluğunu Ermeni çocuklarının oluşturduğu öğrencilerin arasında Türkler de vardı. Öğrencilerin iki yıllık çalışmasından oluşan bir sergi düzenleyen akademi (Haziran 1876) fazla uzun ömürlü olmadı. Guillemet’nin teklif ettiği resmî okul açma meselesi Maarif Nâzırı Münif Mehmed Paşa tarafından 1877’de ele alındı. Münif Paşa’nın Şûrâ-yı Devlet’e gönderdiği tezkirede resim tekniğinin bütün sanatların esası olduğu, ancak bunun gelişme imkânına kavuşturulamadığı, mimarlık tekniğinin de usulüne uygun biçimde öğretilmediği ve ehliyetsiz kimselerin elinde kaldığı belirtilmektedir. Münif Paşa başlangıçta resim ve mimarlık tekniğine mahsus bir güzel sanatlar okulu açılmasını, müdürlüğü ile resim öğretmenliğine Guillemet’nin, mimarlık öğretmenliğine Chinkiria’nın tayin edilmesini öneriyordu. Kurulması hususunda II. Abdülhamid’in iradesi çıkan bu okulda derslerin Türkçe yapılması şart koşuluyordu. Mekteb-i Sanâyi-i Nefîse-i Şâhâne (Mekteb-i Sanâyi-i Şâhâne) adıyla anılan, fakat binasının nerede olduğuna dair bilgi verilmeyen bu okula din ve cinsiyet farkı gözetilmeden on üç yaşını dolduran talebelerin alınacağı ilân edilmekteydi. Öğrenci kaydına başlanıldığı halde Osmanlı-Rus savaşının çok tehlikeli boyutlara ulaştığı bir zamana rastlaması ve Guillemet’nin bu esnada göçmenlere yardım ederken tifo hastalığına yakalanıp ölmesi yüzünden bu ilk teşebbüs sonuçsuz kaldı.
1880 yılında Sanâyi-i Hasene ve Fünûn-ı Âliye Mektebi adıyla daha geniş kapsamlı öğretim yapacak bir yüksek okulun açılmasıyla ilgili çalışmalar başlatıldı. 14 Mart 1881 tarihinde padişahın himayesinde olmak üzere güzel sanatlar ve yüksek fenlerin öğretimine mahsus bir okulun nizamnâmesi ve ders programı Başmimar Sarkis Bey’e hazırlatıldı. Bu programda mimarlık öğretimi daha ağırlıklı biçimde yer almaktaydı. Hazırlanan nizamnâme ve ders programı tasarısıyla ilgili gerekli düzeltmelerin yapılması hususunda çıkan irade üzerine tasarı bazı küçük değişikliklerle kabul edildi. Mimarlık, madencilik, inşaat mühendisliği ve kimya dallarında dört sınıftan ibaret olan okulda öğretim ilk iki yıl idâdî ve dört yıl dârülfünun kısmı olmak üzere altı yıldı. İdâdîye on üç-on altı yaş arasındaki öğrenciler alınacaktı. İdâdî kısmı yatılı öğrencileri 45, gündüzlü olanlar 25, dârülfünun yatılı öğrencileri 60, gündüzlü öğrencileri 40 Osmanlı lirası ücret ödeyecekti. Fakat 4 Ocak 1881’de Sadrazam (Küçük) Said Paşa’nın tezkiresiyle padişahın onayına sunulan tasarı bilinmeyen bazı sebeplerle icraata konulamadı.
Daha sonra bu konu Müze-i Hümâyun Müdürü Ressam Osman Hamdi Bey tarafından ele alındı. Onun hükümet nezdinde yaptığı teşebbüsler neticesinde padişahın iradesiyle öncekinden çok farklı yeni bir nizamnâme ve ders programı hazırlanarak yüksek dereceli bir eğitim kurumu açıldı (1 Ocak 1882). Resmî adı Mekteb-i Sanâyi-i Nefîse-i Şâhâne olmakla birlikte daha çok Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi diye anılan bu okulda resim, heykel, mimarlık ve hakkâklık olmak üzere dört sanat dalında öğretim yapılacaktı. Hamdi Bey okulun müdürlüğüne tayin edildi ve ölümüne kadar müze ile okulun idaresini bir arada yürüttü. Mektebin ilk binası İstanbul Arkeoloji Müzeleri karşısında bulunan, günümüzde Eski Şark Eserleri Müzesi ve idare kısmı olarak kullanılan yapıdır. 1882’de başlanıp on ay içinde tamamlanan okul binası Ticaret Nâzırı Subhi Paşa ile bazı devlet erkânı tarafından 3 Mart 1883’te resmen açıldı.
Okul için hazırlanan tâlimatnâmeye göre yalnız gündüzlü talebe kabul edilecek, kayıt yaptırmak isteyenler on beş-yirmi beş yaş arasında olacaktı. Ayrıca bunların idâdî mezunu olması veya bir heyet huzurunda bu derecedeki bir okul programından imtihan vermesi gerekmekteydi. Okulda dersler teorik ve uygulamalı olarak yapılacaktı. Resim bölümünün öğretim müddeti beş, mimarlık ve heykeltıraşlık bölümlerinin dörder, hakkâklık bölümünün üç yıldı. Öğrencilerin ayrıca bir yıllık hazırlık sınıfına devam etmesi şarttı. Teorik derslerden tarih, âsâr-ı atîka, fenn-i tezyînat bütün öğrenciler için mecburiydi. Ressam, heykeltıraş, mimar ve hakkâklar arasından seçilen bazı öğretim görevlilerinden oluşan kurul öğretim işlerinin yürütülmesinden sorumlu idi. Bu kurulun çalışmaları ile her yıl güzel sanatlar sergisi düzenlenecekti. Okulun idare kadrosu müdür, müdür yardımcısı, kâtip, muhasebe memuru ve kütüphane memurundan oluşmaktaydı. Bu arada okul Said Paşa’nın teklifiyle Maarif Nezâreti’ne bağlandı (15 Aralık 1886). İstihdam edilecek uzmanların bulunamaması yüzünden hakkâklık bölümü uzun süre açılamadı. Nihayet 1892’de Fransa’dan hakkâk S. Arthur Napier getirtilerek bu bölüm faaliyete geçirildi. Napier’in 1896’da görevden ayrılmasından sonra Leipzig’den hakkâk Dülger davet edildi ve ikinci öğretmen olarak Nesim Efendi tayin edildi.
1889’dan itibaren her yıl mektep öğrencileri arasından başarılı üç kişinin burslu olarak Avrupa’ya gönderilmeleri kararlaştırıldı. Avrupa’da tahsilini tamamlayan öğrencilerin çoğu Sanâyi-i Nefîse Mektebi kadrosunda yer aldı. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra daha fazla sayıda öğrenci ihtisas için Avrupa’ya yollandı. Bunlardan Rûhî, İbrâhim Çallı ve Hikmet beyler devlet burslusu olarak, ressam Avni Lifij, Feyhaman Duran, Nâmık İsmail, Sâmi Bey, Ali Sâmi Bey ve Nazmi Ziya Bey kendi imkânları ile Paris’e gittiler. Başlangıçta yalnız erkek öğrencilerin kabul edildiği mektebe gayri müslim öğrenciler de rağbet etmekte ve öğrenci mevcudunda her geçen yıl bir artışın olduğu görülmektedir. Yirmi öğrenci ile öğretime başlanan mektebin mevcudu iki yıl sonra altmışa ulaştı. 1893-1894 öğretim yılında bu sayı 120, 1894-1895 senesinde 195 civarında idi. 1897-1898 ve 1898-1899 yıllarında talebe mevcudu yetmişi gayri müslim olmak üzere 177 idi.
Mektebin ders programlarının zamanla geliştirildiği ve bazı yeni bölümlerin eklendiği, böylece mimarlık ve resim alanında memleketin en önemli sanat merkezi haline geldiği anlaşılmaktadır. Meselâ 1895’te okulun ders programlarında bir düzenlemeye gidildi. Osmanlı mimarisinin canlandırılması amacıyla mimarlık bölümüne Osmanlı mimari tarzı hakkında bir sınıf ilâve edildi, bu alanda ihtisas yapması için iki öğrenci Kahire’ye gönderildi. 1906’da Hamdi Bey’in teklifiyle mûsiki sınıfı açıldı. Bu sınıfta nota usulleriyle âhenk dersleri, keman ve piyano öğretilmesi amaçlanmaktaydı. Ancak müzik alet ve edevatının temin edilmesi, dershanenin düzenlenmesi ve istihdam edilecek öğretmenlerinin maaşlarının karşılanması gibi meselelere malî sıkıntı yüzünden çözüm bulunamayınca bu bölümün bir yıl sonra faaliyete geçirilmesi kararlaştırıldı.
Okulun genişletilmesi için 1892’de kâgir binanın inşaatına başlandı. Hazırlık sınıflarına atölye, sergilere mahsus büyük bir salon, biri hakkâklık, diğeri heykel bölümleri için iki atölye yapıldı (1895). Bir süre sonra bu kısımlar da ihtiyacı karşılamadığından okul binası ile yeni salon kısmının arasında kalan açıklığa iki oda ilâve edildi (1911). 1908’de öğretim seviyesinin yükseltilmesi için yeni bir tâlimatnâme ve ders programı hazırlandı, bazı dersler eklendi ve yeni öğretmenler tayin edildi. Öğretmen ve personelin maaşlarında iyileştirme yapıldı.
Osman Hamdi Bey’in ölümü üzerine (24 Şubat 1910) yerine 1892 yılından beri Âsâr-ı Atîka Müzesi müdür muavini olan kardeşi Halil Ethem (Eldem) Bey tayin edildi. Halil Ethem Bey’in müdürlüğünde (25 Şubat 1910 - 25 Nisan 1917) okulun yapısında, idare ve teşkilâtında önemli değişiklikler oldu. 1911’de okul içinde bir resim müzesinin oluşturulması amacıyla yurt içinden ve yurt dışından bazı değerli tabloların asılları veya kopyalarının satın alınmasına başlandı. Sonradan Âsâr-ı Nakşiyye Müzesi olarak anılan bu müze için hazırlanan nizamnâme yürürlüğe girdi (25 Haziran 1917). Zamanla gerek satın alma gerekse hediye yoluyla zenginleşen koleksiyon günümüzde Resim ve Heykel Müzesi diye bilinen müzenin temelini teşkil etti.
1911’de mektebin teşkilâtı ve programıyla ilgili yeni bir tâlimatnâme hazırlandı. Tâlimatnâmede öğretime 1 Ekim’de başlanacağı ve 1 Mayıs’ta derslerin kesileceği, atölye çalışmalarında canlı modellerin kullanılacağı belirtilmektedir. Bu dönemde Maarif Nezâreti’nce okul binalarının öğrencilerin gelişmesinde etkisi üzerinde duruldu ve ülkenin her yerinde Avrupa’daki okul binaları gibi binalar yapılması için harekete geçildi. Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin Mimarlık Bölümü mezunları arasından en başarılı üç kişiden birinin Avrupa’ya gönderilmesine ve dönüşünde Maarif Nezâreti bünyesinde istihdam edilmesine karar verildi. 1911’de birincilikle mezun olan Mukbil Kemal, Almanya’ya gönderildi. Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin teşkilât ve kadrosunda 1914’ten sonra bazı değişikliklere gidildi. Avrupa’da tahsilini tamamlayan tecrübeli mektep mezunlarından birçoğu öğretim kadrosuna alındı.
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra kızların da yüksek tahsil görmesi yönünde fikirler ortaya atıldı. Açılan kız liselerinde resim dersleri için kadın öğretmenlere ihtiyaç duyulmaya başlandı. Bunun üzerine İnâs Sanâyi-i Nefîse Mektebi adıyla aynı binada kızlar şubesi açıldı ve ayrı bir yönetmeliği hazırlandı (13 Ekim 1914). Ardından heykel bölümü faaliyete geçirildi. Üçüncü öğretim yılında öğrencilerin sayısı doksan civarında idi. Bu sayı zamanla 100’e ulaştı. İnâs Sanâyi-i Nefîse Mektebi ilk açıldığında Beyazıt’ta Dârülfünun binasının iki odasında faaliyete başlamıştı. İkinci öğretim yılında Bezmiâlem Vâlide Sultan Mektebi diye bilinen binanın bir kısmında devam edildi. Birkaç yıl sonra Gedikpaşa’da Sıbyan Mektebi olarak inşa edilen binaya geçildi.
1916 yılında bazı ressamlar, Sanâyi-i Nefîse Mektebi binasının eskiliğinden ve atölyeler için ışığın yeterli olmamasından dolayı Maarif Nezâreti’ne şikâyette bulunarak yeni bina yapılmasını, ayrıca okulun bağlı olduğu müze idaresinden ayrılıp müstakil olmasını talep etti. O dönemde I. Dünya Savaşı dolayısıyla eski binayı bile tamir etmek imkânsızdı. Ardından okul resim koleksiyonuyla birlikte Cağaloğlu’nda bulunan ve nisbeten daha büyük olan, Lisan Mektebi diye bilinen kâgir binaya taşındı (Ekim 1916). Müze-i Hümâyun Müdüriyeti ile ortak idareye son verilerek müstakil müdüriyete geçildi ve müdürlüğüne Ressam Halil Paşa tayin edildi (Nisan 1917 - Aralık 1918).
I. Dünya Savaşı’nın ardından okul ve resim koleksiyonu için sıkıntılı bir dönem başladı. Çünkü savaş sırasında bazı okulların âcilen tahliyesi gerekiyordu. Bu yüzden pek çok okula yer bulunamaz oldu. Bu sırada Sanâyi-i Nefîse Mektebi de Şehzadebaşı’nda okul için elverişli olmayan altı odalı küçük bir eve nakledildi (1919). Resim koleksiyonu ve alçı modeller Müze-i Hümâyun’da korumaya alındı. 1920-1926 yılları arasında öğretim için uygun olmayan yapılarda öğretim yapıldı. Bu nakiller sırasında öğretim malzemeleri zarar gördü, kıymetli resim koleksiyonları üst üste yığılmış halde depolarda kaldı, alçı modeller kırıldı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren okul yeni bir çizgide gelişmeye başladı. Mehmed Cemil Bey’in müdürlüğü zamanında (Eylül 1921 - Mart 1925) okulun kızlar kısmı ile erkekler kısmı birleştirildi. Yabancı öğretmenlerin yerini Türk öğretmenleri aldı ve ağırlıklı olarak Türk sanatı öğretilmeye başlandı. 1924’te yeni bir yönetmelik hazırlandı. 1934 yılına kadar uygulanan bu yönetmeliğe göre okula tezyinatla resim öğretmenliği bölümleri ilâve edildi. Yönetmeliğin 1. maddesinde yer alan, “Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlîsi mimarlık, resim, heykeltıraşlık, resim dârülmualliminliği ve tezyinî sanatlar şubelerini hâvi bir yüksek mekteptir” hükmü yer almasına rağmen mimarlık dışında resim, heykel ve tezyinî sanatlar bölümlerine girecek öğrencilerin lise mezunu olması şartı yoktu; ortaokul mezunlarından seçme imtihanını kazananlar öğrenci kabul edilecekti. Tezyinî sanatlar bölümünde öğretim süresi beş yıldı. Resim ve heykel bölümleri sınıf usulü olmayıp aday öğrencilik, geçici öğrencilik ve aslî öğrencilik olmak üzere üç kademeli idi. Öğrencilerin bir kademeden diğerine geçmeleri için her yıl açılan sınavları başarmaları gerekiyordu.
1926’da günümüzdeki binası olan Fındıklı’da eski Meclis-i Meb‘ûsan binasına taşınan okul sınıf ve atölyeleriyle, kütüphane ve konferans salonlarıyla rahat bir bir yapıya kavuştu. Sanat dallarının programları ve eğitim sistemlerinde birtakım değişiklikler yapıldı. Ayrıca aslî öğrenci olmayıp devam etmek isteyenler için akşam kursları şeklinde serbest bir sınıf açıldı. 1927’de Ressam Nâmık İsmail’in müdürlüğünde (1927-1935) yeni teşkilâta kavuşturuldu ve okulun adı Sanâyi-i Nefîse Akademisi’ne çevrildi (1927). Zamanla Güzel Sanatlar Akademisi adı yerleşti. Avrupa’dan yeni uzmanlar getirtildi. Resim, mimarlık ve heykeltıraşlık bölümlerinin yeniden düzenlenmesine ve geliştirilmesine çalışıldı. Öğretim süresi beş yıl olan mimarlık bölümünde tahsil için İstanbul dışından geleceklere imkân tanındı ve bunun için akademi bütçesinden tahsisat ayrıldı. Böylece akademi bütün ülkeye hitap eden bir kurum haline gelmiş oldu. Ayrıca girişte hiçbir öğrenciden ücret alınmayacaktı. Bu arada diplomasız mimar ve mühendislerin faaliyetlerine engel olunmaya çalışıldı, 1928’de diplomasız mimarlar için imtihan yapılarak başarılı olanlara diploma verildi. 1930’da hükümet tarafından İsviçre’den getirtilen mimar Ernst Arnold Egli düşünceleriyle mimarlık öğretimine modern anlayışın girmesini sağladı.
1933 üniversite reformundan sonra akademide bazı değişiklikler yapıldı. 1934’te hazırlanan yönetmeliğe göre tezyinî sanatlar bölümünün öğrenim süresi ilk yılı hazırlık, üç yılı ihtisas atölyeleri mesaisi olmak üzere dört yıl oldu. İhtisas atölyeleri umumi tezyinat, grafik, çinicilik ve dâhilî tezyinat adlarını taşımaktaydı. Bu bölüme ortaokul ve sanat okulları mezunlarından yetenek sınavını kazananlar girebiliyordu. 1934 tarihli yönetmelikte mimarlıkla ilgili esaslar mimarlık eğitiminde bir dönüm noktası oluşturdu. Bölüm yüksek mimarlık bölümü adını aldı ve öğretim süresi bir yıl arttı. Programa yeni dersler konuldu, proje çalışmalarına ağırlık verildi ve öğretim devrelere ayrıldı. Yönetmeliğe göre mimarlık bölümü mezunlarına yüksek mimar unvanı verildi. Ayrıca başarılı öğrencilere tahsilleri boyunca her yıl hükümet tarafından 300 liralık burs verilmeye başlandı.
1936-1937 yılları akademi için bir reform dönemi oldu. Burhan Toprak’ın müdürlüğünde (1936-1948) çok sayıda yabancı öğretim elemanı çalıştırıldı. 1937’de heykel bölümü başkanlığına Almanya’dan heykeltıraş Rudolf Belling tayin edildi, resim bölümünün başına Fransa’dan ressam Léopold-Lévy getirildi. Lévy 1937-1954 yıllarında hizmette bulundu ve bölümü canlandırdı. Mimarlık bölümü başkanlığına Bruno Taut tayin edildi. 1938’de ölümü üzerine yine bir Alman olan Robert Vorhözer getirildi (1939-1941).
1936’da akademiye Türk tezyinî sanatlar bölümü eklendi. Bu bölüme ortaokul mezunu öğrenciler imtihanla alınacak, eğitim süresi öğrencinin yeteneğine bağlı olacaktı. Bölümün ihtiva ettiği kısımlar tezhip, tezyinî Arap yazısı, ebru ve âhar, Türk ciltçiliği, Türk cilt kalıpları, altın varak, Türk minyatürü, Türk çini nakışları, halı nakışları idi. Bu bölüm 1950’lerden sonra Türk dekoratif sanatlar bölümü içinde tezhip ve minyatür ve çini atölyesi şeklinde yer aldı.
1938-1939 öğretim yılında vitrin ve tiyatro atölyesiyle fotoğraf atölyesi ilâve edilen akademide 1948’de meydana gelen yangında kütüphanedeki kitaplar, öğrenci kayıtlarına ait dosyalar, birçok değerli tablo, eşya ve ders malzemesi yandı. Bundan dolayı mimarlık bölümü o ders yılını Fındıklı’daki ilkokul binasında tamamladı ve ikinci yıldan itibaren Yıldız’da Sağır ve Dilsizler Okulu’na taşındı. Diğer kısımlar ise akademinin bahçesindeki sağlam binalara yerleştirildi. Yanan binanın tamiri öğretim mensuplarının da katkılarıyla ancak 1953’te tamamlanabildi. 1951’de Türk Sanatı Tarihi Enstitüsü kuruldu.
1969’da akademiye 1172 sayılı Devlet Güzel Sanatlar Akademileri Kanunu’nun kabul edilmesiyle yeni bir statü getirildi ve kurum bilimsel özerkliğe kavuşturuldu. 4 Kasım 1981’de kabul edilen 2547 sayılı kanun ve 20 Temmuz 1982’de çıkarılan 41 sayılı kanun hükmündeki kararnâme ile üniversiteye dönüşerek Mimar Sinan Üniversitesi adını aldı. Mimarlık, güzel sanatlar, fen-edebiyat fakülteleri, fen ve sosyal bilimler enstitüleri, konservatuvar, sinema-televizyon birimiyle Resim ve Heykel Müzesi gibi kuruluşlardan oluşan üniversite 29 Ocak 2004 tarihinden itibaren Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adıyla hizmet vermektedir.
.
Filistin'de ordusuyla savaş alanından kaçan ve Anzak Generali MacAndrew'e Halep'te teslim olan Mustafa Kemal, serbest kalınca önce 7'nci Ordu'un yarısını Konya'ya, yarısını Sivas'a gönderdi, sonra İstanbul'a geldi. İngiliz Ordusu ile aynı gün ayni saatte şehre gelen Paşa, İngiliz subaylarla beraber Pera Palas'a yerleşti...
MUSTAFA KEMAL'İN KALDIĞI PERA PALAS, OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA MODERN HAYATIN MERKEZİYDİ... PERA PALAS'I YAKINDAN TANIYALIM...
Fotoğraflar: Solda Pera Palas'ta striptiz yapan Mata-Hari. Sağda Mustafa Kemal ve altta Otel'de alkol su gibi akar... 15 Kasım 1918. 106 yıl önce bugün. İngiliz işgalinin 3'üncü günü. Mustafa Kemal, 13 Kasım'da İstanbul'a geldi ve Beyoğlu'ndaki Pera Palas Oteli'ne yerleşti. 101 numaralı süitte kalıyor. İşgalci İngiliz subaylarının tamamı burada. Mustafa Kemal, oteldeki tek Osmanlı subayı. Tek Osmanlı generali O. İngilizler Mustafa Kemal'i İngiliz Ordusu'nun bir subayı olarak görüyor ve varlığını yadırgamıyorlar. Otelde modern eğlenceler düzenleniyor. Pera Palas'taki en gözde gösteriyi bir yıl önce 1917'de ünlü Mata Hari (aşağıda, solda) yapmış... Mata Hari, 1'inci Dünya Savaşı yıllarında, dansçı kimliği altında Almanya hesabına çalışan bir casustu. Yakalandı, kurşuna dizildi. Hollandalı olan Mata Hari'nin asıl adı Margaretha Geertruida Zelle'dir . Vikipedi..
Doğum: 7 Ağustos 1876, Leeuwarden, Hollanda
Ölüm: 15 Ekim 1917, Vincennes, Fransa
.
SN. ERDOĞAN!
SAYENİZDE ŞURUPLA ÖLDÜRÜLÜYORUZ!
Duy bu sesi Sn. Erdoğan!
Bakalım ne kadar herifsin?
Yahudi Cargill’e yüreğin yetiyor mu?
Yoksa Cargill senden çok daha güçlü ve büyük mü?
Hadi yiğitsen sesin çıksın, susma, pusma, bu millete daha fazla kıymasınlar!
2018 yılında Amerika ve Japonya’dan iki bilim adamı, “immüno-onkoloji” olarak adlandırılan yeni bir onkoloji tedavi yöntemi için tıpta Nobel Ödülü aldılar.
Bu, yakın bir gelecekte korkunç kanser hastalığının, evde nezle gibi tedavi edilebileceği anlamına geliyor!
Bu, bir zamanlar tedavi edilemeyen ve bir çok kişinin korkunç acılar içinde ölümüne sebep olan iskorbüt hastalığı gibidir. İskorbüt tedavi edilemiyordu ve her hangi bir ilacı yoktu, ancak daha sonra , bu hastalığa C vitamini eksikliğinin yol açtığı ortaya çıkmıştı. Bugün iskorbüt hastalığına hiç kimse yakalanmıyor.
Öyle görünüyor ki, korkunç ve ölümcül bir hastalık olan “kanseri” de aynı kader bekliyor. Bunun nedeni, işlenmiş gıdaların kullanımı ve vitamin eksikliğidir. İnsanların bunu önceden bildiği, fakat kar etme tutkusundan dolayı sessiz kaldığı düşünülünce dehşete kapılmamak mümkün değil. Bugün aldığım bilgiye karşı farklı tutum gösterilebilir, ancak ben sadece sizinle paylaşmak istedim:
* Unutmayın : “Kanser” denen bir hastalık yoktur. Kanser, sadece B17 vitamini eksikliğinden başka bir şey değildir.*
* ? Kanser sadece B17 vitaminin eksikliği olduğundan, her gün 15-20 kayısı çekirdeği tüketmemiz yeterli olur.*
* “Kanserin Ölümü” adlı kitabında Doktor Harold Manner, letril’in etkisinin kanser tedavisinde % 90’ın üzerinde olduğunu yazmıştır!*
* Fasulye filizi, mercimek filizi, lima fasülyesi ve bezelye gibi baklagiller ve tahıllar.*
* Kayısılar (çekirdekler). Diğer meyvelerin çekirdekleri / tohumları:*
* Bulaşık deterjanın ve sıvı sabunun parçacıklarının vücuda girmesi, kanserin başlamasının ana nedenidir.*
* Restoranlar ve kafelerdeki birçok uzman, tüm limonları kullanır veya tüketir ve hiçbir şeyi boşa harcamazlar.*
* Yıkanmış limonu buzdolabınızın dondurucusuna koyun. Limon dondurulduktan sonra rendeyi alın, tüm limonu rendeleyin (kabuğunu soymadan) ve yemeklerin üzerine serpin.*
* Limonu sebze salatalarına, dondurmaya, çorbalara, pilav ve bulgura, makarnaya, spagettiye, pirince, suşiye, balık yemeklerine vs… katın. Bu liste sonsuza kadar devam edebilir.*
* Tüm yemekler beklenmedik bir şekilde, daha önce hiç tatmadığınız lezzetli bir tada sahip olacak. Genellikle limon denince, sadece limon suyu ve C vitamini akla geliyor. Şimdi Limonun Sırrını öğrendiğinize göre, limonu, bir bardak hazır erişte çorbasında bile kullanabilirsiniz.*
* Kabuğu atmayı önlemenin ve yemeklere yeni bir lezzet katmanın haricinde bütün limon kullanmanın temel avantajı nedir?*
* Limon kabuğu limon suyundan 5-10 kat daha fazla vitamin içerir. Ve siz genellikle kabuğu atıyorsunuz. Ancak şimdi, basit bir şekilde tüm limonun dondurulması ve ardından yemeklerin üzerine serpilmesi işleminin ardından tüm bu besin maddelerini tüketebilir ve daha sağlıklı olabilirsiniz. Limon kabuğu, vücuttaki toksik elementlerin yok edilmesinde güçlü bir indirgeyici ajandır.*
* Yıkanan limonu dondurucuya koyun ve ardından her gün yemeklerin üzerine rendeleyin. Bu, yiyeceklerinizi daha lezzetli, hayatınızı daha sağlıklı ve daha uzun hale getirmenin anahtarıdır! Bu Limonun muhteşem Sırrıdır!*
* Limon (Citrus), kanser hücrelerini öldüren harika bir üründür. Ayrıca kemoterapiden 10.000 kat daha güçlüdür.*
* Böylece, limon kabuğunun hoş aromasının yanı sıra, limon suyundan 10 kat daha fazla vitamin içerdiği ve vücuttaki toksik elementlerle savaşmaya yardımcı olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat en önemlisi, limon kanser hücrelerini öldürmektedir.*
* Neden biz bunu bilmiyoruz? Çünkü büyük şirketler, onlara inanılmaz karlar getiren sentetik analogların üretimi ile ilgileniyorlar. Gelirlerini tehlikeye atmamak için, limonun mucizevi özelliklerini gizli tutuyorlar.*
* Limon ağacının bileşenleri, kanser hücrelerinin büyümesini yavaşlatmak için yaygın olarak kemoterapide kullanılan Adriamycin’den 10.000 kez üstündür. Ve en önemlisi, limon özü ile yapılan terapi sadece kötü huylu hücreleri yok eder.*
* Yan etkisi olmadığı için limonları dondurun, rendeleyin ve sağlık için tüketin!*
* Bu bilgilerin kaynağı heyecan vericidir. Bu bilgiyi, 1970’ten bu yana 20’den fazla laboratuvar testinin yapıldığını ve basit limonun, kolon, meme, prostat, akciğer ve pankreas kanseri gibi 12 türdeki kanser hücresini öldürdüğünü söyleyen, dünyanın en büyük ilaç üreticilerinden biri verdi…*
* Ve daha da şaşırtıcı olan, limon özü ile yapılan tedavi türü, yalnızca malign kanser hücrelerini yok eder ve sağlıklı hücreleri etkilemez...