 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Hilmi Demir: Selefilik ve düşünce krizimiz
Giriş Tarihi: 28.08.2019 16:35Son Güncelleme: 28.08.2019 16:35
İslam coğrafyasında, çağımızda dinî düşünce katı ve modernist Selefiliğin arasında sıkışmıştır. İslam düşüncesi din ve gelenek arasında kurduğu ilişkiyi Selefiliğin köktenci tarih yorumundan kurtarmak, eleştirel tarih yorumuyla geleneğin yeniden inşası arasındaki gerilimi aşmak zorundadır.
2010 tarihinden itibaren Selefilik, Ortadoğu ve İslam üzerine yazan herkesin en çok başvurduğu kavramlardan biri oldu. Son zamanlarda Selefilik konusunda oldukça fazla yazı yayımlandı. İlahiyattan uluslararası ilişkilere ve güvenlik çalışmaları uzmanlarına kadar birçok farklı disiplinin ilgi odağı oldu. Son yılların en popüler konusu hâline geldiğini söyleyebiliriz. Bu konuda Henri Lauzière, The Making of Salafism: Islamic Reform in the Twentieth Century adlı eserinin Selefilik açısından oldukça kıymetli bir çalışma olduğunu söyleyebilirim.
Selefiliğin akademi camiasının yoğun ilgisini 2014 yılından itibaren özellikle de son üç yılda çekmeyi başarmış olmasının en önemli nedeni DEAŞ terör örgütü olmalı. 2013'ten itibaren adını duyurmaya başlayan DEAŞ terör örgütü, selefiliğin DEAŞ ile birlikte gündeme gelmesi üzerinde düşünülmeden alelacele birçok şeyin söylenmesine de neden oldu. Akademisyen ve uzmanlar birden bire kendilerini, Selefilik tartışmasının içinde buldular. Sağdan soldan yazılanları, üzerinde düşünülmemiş tarihsel analizleri hızla piyasaya sürmeye başladılar. Selefiliğin ne olduğu konusunda zaten karışık olan kafalarımız iyice karıştı.
Selefilik derken neden bahsediyoruz? Bir örgütten mi? Bir ideolojiden mi? Bir mezhepten mi? Yoksa sosyal bir hareketten mi? Kuşkusuz bu atıfların her biri farkı referans çerçevelerine gönderme yapar. Mezhep onu teolojik olarak tanımlarken sosyal bir hareket olarak görmek siyasal bir çerçeve içinde tutar. Bu yüzden çok temel bazı bilgilerden başlayarak bu konudaki kafa karışıklığını gidermeye çalışalım. Öncelikle en temel bilgiden başlayalım.
Selefilik tarihte yer alan "selef" yahut "selef-i salihin" gibi kavramlarla ilişkilendirilse bile etimolojik benzerlikten başka hiçbir benzerlikleri yoktur. Selefi olduğunu iddia edenlerin bu terimlerle kendilerine meşruiyet kazandırmaya çalışmaları Selefiliğin "selef" ya da "selefi-i salihin" ile aynı olduğu anlamına gelmez.
Nedeni oldukça basittir, tarihte "selef" kelimesi oldukça teolojik bir tanımlamaya sahiptir. Bu tanımlama gelenekte oldukça sınırlı, dar bir dini gelenekle ilişkilidir. Daha çok ehli hadis, ehli eser dediğimiz ve Allah'ın el, yüz gibi haberî sıfatları ile ilgili tartışmalardan kaçınan tavrı tanımlamak için kullanılır.
Müslüman düşünce tarihinde 18'inci yüzyıla kadar kendisine Selefi diyen ya da es-Selefiyye diye bir mezhebe, bir öğretiye bağlı olduğunu iddia eden hiçbir gruba rastlanmaz. "Selef" yahut "selefi-i salihin" tanımlaması bir mezhebi, bir grubu değil daha çok sahabe ve tabiin asrını ve o asırda yaşayan âlimlerin bazı konulardaki bireysel görüşlerini ifade etmek için kullanılmıştır.
"Selefimiz şöyle düşünüyor" gibi ifadeler ne bir grubu ne bir öğretiyi ne de bir mezhebi ifade eder. Selefilik kendisinin İslam'ın bu ilk iki neslinin takipçisi olduğunu göstermek için bu kelimeyi kullanmıştır. Yoksa Selefilik "selef" yahut "selefi-i salihin"den türememiştir. Bizim mezhepler tarihi literatüründe, "Selefiyye" diye ne bir ekol ne de bir mezhepten bahsedilir. Bu nedenle ilk temel bilgimiz şu olmalıdır: Selefilik bir mezhep değildir.
Selefiliğin yayılması
Selefilik İslam dünyasında 19'uncu yüzyılda duyulmaya başlandı. Bundan önce çok fazla kullanılan bir tanımlamaya sahip değildir. Selef olarak yapılan atıflar ise yukarıda dediğimiz gibi çok dar anlamıyla teolojikti. Muhammed bin Abdulvehhab ve Vehhabiliğin köklere dönüş çağrısı, İngiliz ve Fransız sömürgesinde olan İslam dünyasındaki Arap entelektüellerden de karşılık buldu. Hanbelilik ve İbn Teymiyye üzerinden İslam'ı tasavvuf, kelamî mezhepler ve geleneğin ağır yükünden arındırma çabası muhtemelen Osmanlı kültür havzasından da kurtuluşun reçetesi olarak kabul görür.
Söz gelimi Hayreddin el-Alusi, Mekke'den Bağdat'a döndüğünde İbn Teymiyye mirasının ihyası için çalışmaya başlar. Cilaü'l-aynayn fî muhâkamat el-Ahmadeyn adıyla İbn Teymiyye muhalifi olan İbn Hacer el-Heytemi'yi eleştiren bir kitap kaleme alır. Vehhabilik'le başlayan İbn Teymiyye'nin fikirlerini yayma misyonu böylece Irak'a taşınmış olur. Bu görevi yeğeni Mahmut Şükrü el-Alusi (1857-1924) amcasından devralır.
Bu yıllar gerçekten oldukça ilginçtir. Matbaa Mısır ve Şam'a yeni girmiştir ama hızla İbn Teymiyye'nin eserleri basılmaya başlar. Öyle ki âlimler birbirlerinden İbn Teymiyye'nin kitaplarını ister. Konsolosluklar İbn Teymiyye'nin yazma eserlerine aracılık eder. Mekke, Şam ve Bağdat'ta hızla İbn Teymiyye'nin fikirleri ile Vehhabi fikirler yan yana taraftar bulur.
Bir diğer Şamlı âlim ünlü Bitâr ailesinden Abdurrezzak Bitar'dır. Reşid Rıza, onun için "Şam'da Selefi okulunun muhyii (canlandırıcısı)" tabirini kullanır. Hanefi bir aile olan Bitâr ailesinden Abdurrezzak Bitar 1885'in ilkbaharında Muhammed Abduh ile yazışmaya başlamıştır. Torununun; "Dedem Selefiliği 1887'lerde 50 yaşında iken benimsemiştir" şeklindeki sözü Abduh'un etkisini gösterir.
ve İbn Teymiyyeci damar da Cemaledin Kasımi'dir (1866-1914). Özellikle 1890 yılından sonra âdeta mezheplere ve geleneğe savaş açan Kasımi, Selefiliği yeniden diriltmek için bir mücadele başlatır. Iraklı Selefi âlim Mahmud Şükri Alusi ile mektuplaşarak İbn Teymiyye ve Ahmed bin Hanbel'in fikirlerinin kadrinin bilinmediği konusunda dertleşmektedirler. İnsanların bid'atlere dalarak Selefiliği unutmasından yakınırlar. Bu mektupların birinde Alusi insanların selef akidesine uyanları Vehhabi olarak isimlendirdiğini, bunun çok önemli olmadığını, İbn Teymiyye ve Ahmed bin Hanbel'in fikirlerine sarılanların Vehhabi olarak isimlendirilmesinin yerilecek bir şey olmadığını söyler.
Böylece açıkça Mekke, Bağdat ve Şam hattında Vehhabilik'le Selefilik iç içe geçmeye başlar. Açıkça kendisini Selefi olarak anan Cemaleddin Kasımi, Mısır'da Reşid Rıza ve ekibiyle bir araya gelerek Abdülhamid'in baskısından uzaklaşmış olur. Böylece Selefiliğin doğuşunda yeni bir kale daha kazanılmıştır. Kahire'de Muhammed Abduh ve Reşid Rıza Selefiliğin yeni mimarlarıdır. Abdulaziz bin Suud, Suudi Arabistan Krallığı'nı kurarak 1932 yılında devletin resmî olarak Vehhabi mezhebinin öğretilerine tabi olduğunu ilan ettiğinde Reşid Rıza'nın İbn Suud'dan mali destek aldığını, el Menar tefsirini bu destekle tamamladığını eserinin mukaddimesinde bizzat kendisi itiraf eder.
Böylece Vehhabiliğin katı dindarlığından İslâmî ihya ve ıslah hareketlerine doğru genleşen Selefilik, Osmanlı'nın yıkılışı ile başlayan entelektüel krizi aşmanın da bir yolu olarak görülür. Öyle ki İstanbul uleması arasında da karşılık bulur. Osmanlı son dönem âlimlerinden İzmirli İsmail Hakkı'nın Modernist Selefiyye'den etkilenerek Selefiliği bir mezhep olarak Ehl-i Sünnet'in bir kolu olarak zikreder. Maalesef bu hatalı tasnif yıllar sonra Diyanet, imam hatip ve ilahiyat çevrelerinde karşılık bulur.
Oysaki Gümüşhanevi hazretlerinin Câmi'u'l-Mutun diğer bir deyişle Ehli Sünnet İtikadı adlı eserinin takdiminde hem de Tam İlmihâl-Se'âdet-i Ebediyye adlı eserde Selefiyye'nin modern bir inhiraf hareketi olduğu, asla "selef" ya da "selef-i salihin" ile karıştırılmaması gerektiği kati bir suretle söylenmişti. Yine Erol Güngör İslam'ın Bugünkü Meseleleri adlı eserinde Selefiliğin tasfiyeci ve dar karakterine dikkat çekerek İslam düşüncesinde bir krizi tetiklediğini söyler. Doğruyu söylemek gerekirse İzmirli'nin bu tasnifinin ilahiyat ve Diyanet çevrelerinde karşılık bulması da 2000'li yıllardan sonra olmuştur.
2000'lerden 2013'lere geldiğimizde Ehl-i Sünnet'in bir kolu olarak görülen Selefilik, DEAŞ ile birlikte birden radikal ideolojilerin din yorumu olarak karşımıza çıkar. Hatta Diyanet, DEAŞ ile ilgili yazdığı kitapçıkta Selefiliğe karşı bu sefer sert bir tutum takınır fakat yine de bastığı ilmihalde Selefiliği bir mezhep gibi göstermeye devam etmektedir. Bütün bunlara rağmen sanırım Selefiliğin yaşadığımız krizlerle ilişkisini görmek her şeyden daha önemlidir.
Selefilik neden kriz üretir?
Birincisi, "kaba köktenci tarih okuması"dır. Bu okumaya göre tarih sürekli kötüye gitmektedir. Bu yüzden dinî düşünce ilk üç asra göre her asırda yeniden test edilmeli, ayıklanmalı ve otantik, sahih çizgisine geri döndürülmelidir. İkincisi "ılımlı köktenci tarih okuması"dır. Bu okumaya göre dinî düşünce sürekli devlet, ulema, iktidar, ilişkileri ile manipüle edilmekte ve bozulmaktadır. Metinle metni yorumlayan arasına giren gelenek metnin sahih anlamını bozmaktadır. Bu yüzden metne aracıları çıkararak yeniden dönmek ve sahih, otantik anlamı yeniden keşfetmek gerekir. Bu iki yorumun da ortak paydası geleneği aradan çıkarmak ve yerine kendi dinî yorumlarını ikame etmektir. "Bütün yorumlar yanlış yorumsa" hiçbir yorumun doğruluğu asla bilinmeyecektir. İkisi de "put kırıcı"dır, hurafeden arındırıcıdır ve aslından aydınlanmacıdır.
Üçüncüsü tasfiyeci karakteridir. Modernizm'le karşılaşmadan bu yana Müslüman entelektüeller anlamlı buldukları "nerede hata yaptık" sorusuna öyle sarıldılar ki, bu hatanın tarihî kesitlerini belirlemek adına "kırılma modeline" uygun olarak İslam düşünce tarihini yeniden inşa ettiler. Bazen geleneği ve geçmişi sırtlarından atmaları gereken bir ölü ağırlığı olarak gördüklerinden ondaki hastalıkları tespit etmeye çalıştılar. Bazen de geçmişte yaşanmış sapmaları tespit ederek, tarihin altın çağına, asr-ı saadete, sıfır noktasına geri dönebileceklerini tahayyül ettiler. Oysa ne geçmiş kendisine dönebileceğimiz bir şeydir ne gelecek geçmiş olmadan kurulabilecektir. Bir ayağınız verili, sağlam ve test edilmiş bir geleneğe basmadan asla geleceği inşa edemezsiniz. Geçmiş ve geleceği kuşatarak ancak büyük bir medeniyet kurulabilir.
Oysa Selefi ideoloji verili, mevcut kazanımları bozulmadan sapkınlığa, cahiliyeden tağuta kadar geniş bir yelpazede kısmen yahut kökten reddederek yok etmeyi tercih eder. Bu değişim ya da yok etmek için kullanılacak araçlar ya siyasi yahut siyaset dışı olacaktır. Siyaset verili durumu meşrulaştıracağından Selefilik toplumsal değişim için ya apolitik bir tavrı benimseyecek yahut onu siyaset dışı araçlarla değiştirmeyi tercih edecektir. Bu da şiddetin kutsanmasına yol açar. Bu yüzden el-Kaide gibi örgütler de şiddet araçlarıyla bu değişimin gerçekleşebileceğini iddia etmişlerdir.
Düşünsel ve entelektüel alanda ise katı ve radikal Selefiliğin dinin anlaşılmasında tevil denilen yorum mantığına değil lafzi/ literal anlama bağlı kalması, dinin daha sabit ve statik bir biçimde anlaşılmasına yol açmıştır. Burada dinin farklı yorum biçimlerine müsaade edilemez. Bu yorum biçimleri bazen aşırı biçimde din dışı (Şiilik ve Alevilik gibi) kabul edilir. Felsefeye, eleştirel düşünceye, tasavvufi tefekkür biçimine, din adına karşı kor. Dini salt formel ve biçimsel kalıplarla tanımlar böylece de dini düşüncenin felsefi, estetik ve ahlaki alanlardaki açılımlarına müsaade etmez. Estetikten anladığı şaşaa, gösteriş, cüsse gibi unsurlar taşıyan aşırı modern, lüks tüketimdir. Giyim ve mimaride buna düşkünlük her yerde temaşa edilebilir.
Çağımızda dinî düşünce katı ve modernist Selefiliğin arasında sıkışmıştır. Birincisi dini salt formel ve biçimsel kalıplara indirgeyerek dinî düşüncenin felsefi, estetik ve ahlaki alanlardaki açılımlarına müsaade etmemektedir. İkincisi ise geleneği aradan çıkarıp her şeyi metin merkezli bir düşünceyle yeniden inşa etmeye çalışarak düşünceyi köksüzlüğe terk etmektedir. İslam düşüncesi din ve gelenek arasında kurduğu ilişkiyi Selefiliğin köktenci tarih yorumundan kurtarmak, eleştirel tarih yorumuyla geleneğin yeniden inşası arasındaki gerilimi aşmak zorundadır.
.
Hilmi Demir: Din tutulması: Metropoller ve dijital dalga
Giriş Tarihi: 20.05.2021 11:46Son Güncelleme: 20.05.2021 11:46
Sekülerleşme, modernizmle birlikte dinlerin geri çekileceği tezini güncelleyerek dinlerin geri döndüğünü ilan ettiğinde büyük bir sevinçle karşıladık. Gelenin geleneksel anlamda din ve dindarlık mı yoksa yeni bir durum mu olduğunu sorgulamadık.
Öncelikle söylemeliyim ki dünya var olduğu günden itibaren değişiyor. Hem doğal dünya değişiyor hem de insan eliyle üretilen sosyal ve kültürel dünya değişiyor. Bu değişim özellikle 17'nci yüzyıldan sonra katlanarak hızlandı. İnsan eliyle değişen dünya bir süre sonra insana sunduğu imkânlarla bu değişimin daha da hızlanmasına neden oldu. Sonuç olarak bugün yaşadıklarımız bugün gerçekleşen olaylara bağlı değil; uzun yüzyılların biriktirerek getirdiği tortulardır.
Aslında din ve dindarlık üzerindeki değişim 18'inci yüzyıldan itibaren başlayan bir süreç. Anlayacağınız hiçbir şey ne bugün başladı ne de yarın son bulacak. İslam'ın geleneksel yapıları 18'inci yüzyılda dağılmaya başlamıştı. Medreseler ve tekkeler üzerine bozulma, çürüme tartışmalarının tarihi çok daha eskilere götürülebilir. Gelibolulu Mustafa Âlî'nin 16'ncı yüzyıldaki eğitim ve bürokrasi üzerine eleştirilerini nasıl unutabiliriz? Sadrazam Lutfi Paşa'nın Âsafnâmesi'nden, Göriceli Mustafa'nın Koçibey Risalesi'ne kadar tüm belgeler geleneksel kurumlardaki çözülme ve bozulmaya işaret eder. Tekkeleri denetlemek ve idarî işlerine bakmak üzere 1866 yılında şeyhülislâmlığa bağlı olarak kurulan Meclis-i Meşâyih kararı bozulmayı durdurma cabası değil miydi?
Asıl büyük değişim
Modern ulus devletlere geçildiğinde zaten elimizde işleyen bir gelenek yoktu çünkü devrimler, milliyetçi söylemler, finans piyasası, bankacılık, sanayi ve fabrikalar, deniz ticaretinin keşfi, eğitim reformları, mikroplar ve çelik çoktan dünyayı değiştirmeye başlamıştı. Bu süreci durdurmaya çalışan öze dönüş hareketleri, "Islah ve İhya" çabaları son yüzyılda bırakın süreci geriye çevirmeyi aksine daha da hızlandırdı çünkü hepsi ortak bir paydada buluştular: Yozlaşmış, çürümüş, taklitçi gelenekten kurtulmak ve Kuran ile sünnete geri dönmek.
Bu hareketlerin Batı'da Protestanlığın yaptığı gibi manevi hiyerarşiyi yok ederek bireyselleşmeyi güçlendirdiği ve geleneksel kurumları zayıflattığını anlamakta maalesef geç kaldık. Öze dönüş demek, kişi tek başına ve özgür bir birey olarak doğrudan Tanrı'yı (metni) kendisi yorumlar iddiası taşır. Bu ise geleneğin tasfiyesidir. Aslında bu çözümler bir yönüyle ulus devletin kurumsallaşmasına dolaylı yoldan yardımcı oldu. İster dinî isterse laiklik kaygıları ile olsun sonuçta geleneğin tasfiyesi, geleneğin tasfiyesidir.
Din ulus-devlet sürecinde siyasal alanla sürekli gerilim içinde olduysa da asıl büyük değişim sosyal, iktisadi ve teknolojik alandaki değişimlere din ve dindarlığın eklemlenmesi ile yaşandı. Çünkü bu alanlarda bir gerilimden daha fazla bir uzlaşım gerçekleşiyordu. Siyasal alandaki kavga dinin tasfiyeci yorumlarını diri tutarken, dinî deneyimleme imkânını sosyal alanlara doğru yayıyordu. Modernleşme dediğimiz şey Batı'nın kanunlarını almak değildi. Modernleşme değimiz şey aslında okullaşma, kentleşme, üretim ve tüketim alışkanlıklarında kökten değişimdi.
Ünlü siyasetçi ve âlim Ahmed Cevdet Paşa'nın Fırka-i Islâhiyye başında yaşadığı tecrübeleri aktardığı Tezâkir adlı eseri bu açıdan oldukça ilginç örneklerle doludur. Kırın denetim altına alınıp kentlere kanalize edilmesini, vergi ve asker teminin sağlaması amacıyla yürütülen şehirleşme çabalarına karşı direnci ve kurulan şehirlerdeki dindarlığın farklılaşmasını anlamak için okunması gerekir.
Kırdan kente göçen dindarlık
O günden bugüne değişen bir şey yok; şehirleşme aslında dindarlaşma demektir, dinin daha sofistike yaşandığı, kuralların daha katılaştığı, okur yazar dindarlığının arttığı mekanlardır şehirler. Bu yüzden şehirde tesettür bile kırdaki tesettüre benzemez. Okul, iş gücü piyasası, sanayileşme, refahın artışı gibi birçok nedenler kırı boşaltırken şehirlerde kümülatif bir artışa yol açtı. Toprağa bağlı kır hayatından ücretli işe geçiş, tüccar ve orta sınıfın doğuşu sosyal hayatı değil, aslında dinî yaşam biçimlerini de değiştirecekti. Dindarlar kırı terk ederken şehre geldiklerinde hem bu piyasaya katıldılar hem de bu piyasayı dönüştürmeye başladılar. Böylece şehir hızla büyürken dindarlık biçimleri de değişiyordu ama bu değişim kimseyi rahatsız etmiyordu. Zira ortada bir gerilim değil bir uzlaşı vardı. Dindarlığın şehirleşmesi, siyasal alanı da zorlaması ve taleplerin görülmesini sağlamak demektir. Şehrin kendine ait ruhu dindarlığa da yeni bir biçim verir.
Türkiye'de 1927 yılında nüfusumuzun yüzde 22'si kentlerde, yüzde 78'i kırsal kesimde yaşıyordu. 2017'de ise Türkiye'nin yüzde 7,7'si kırda yüzde 92,3'ü kentte yaşamaya başladı. Son 30 yılda Cumhuriyet tarihinin ilk 60 yılından iki kat daha fazla kentleşme gerçekleşti. Kırdan getirdiğimiz insanlığı beton yığınları ve soğuk demirler arasına gömüyoruz. Kuran'a göre insan toprağa yakın bir varlık, topraktan uzaklaştığında ruhu da üşüyor. Yağmuru, akan ırmağı, doğan güneşi görmeyen insan köksüzleşiyor. Kentler dinin tüm büyüsünü bozuyor. Nasıl mı?
1. Metropoller dinin geleneksel dayanışma, paylaşma ve merhamet duygularının yerine egoizmi ve bencilliği öne çıkartıyor.
2. Din adamları, kitlesel okuryazarlık ve akılcılık nedeniyle bilgi üzerindeki tekellerini kaybediyor.
3. Bilim ve teknolojik gelişmeler varlığımıza ilişkin dinî açıklamaların yerini alıyor. Söz gelimi artık mucizelere ya inanmıyoruz ya daha az inanıyoruz.
4. Artan refah ve zenginlik, gelir dağılımındaki uçurumlar insanların Tanrı'nın kaderine ve inanca olan bağını zayıflatıyor.
5. Artan göç nedeniyle dinî homojenlik düşüyor, yerini dinî çoğulluk alıyor.
6. Hayatın hızlı akışkanlığı ve sıkışması toplu ibadetleri güçleştiriyor ve dinî ritüeller önemini yitiriyor, dinî bayramlar tatile dönüşüyor.
Dinlerin dönüşü hikâyesi
Anlayacağınız kent, Georg Simmel'in dediği gibi sadece mekânı değil mekânla birlikte insanı da değiştirir. Bugün ne oluyor dediğimiz değişimlerin birçoğu modern ulus devletin piyasa-şehir kombini içinde içten gerçekleşti. Fakat özellikle bizim gibi ülkelerde Jakoben laikliğin dışlayıcı tavrı nedeniyle bu değişimi fark etmemiz uzun zaman alıyor çünkü sistem dindarları ve muhafazakârları sürekli ötekileştirdiği için siyasal olan sosyolojik olandan daha önemli hâle geliyor. Siyasal dışlayıcı laiklik, dinî alanda güçlü bir bilinci tetiklerken altımızdan kayıp giden dünyayı fark etmekte zorlanıyoruz. Hatta ona karşı daha güçlü, daha zengin olmak adına modernizmin kapitalist üretim tarzına eklemlenerek alternatif üretim tarzlarını aklımıza bile getiremiyoruz. Jakoben dışlayıcı laiklik dini kamusal alandan söküp atmaya çalışıyordu, biz de inatla kamusal alanda var olmaya çalışıyorduk. Tüm bunlar olurken sosyal hayatın, teknolojinin, şehirleşmenin, piyasanın değiştirici gücünü çok fazla dikkate al(a)madık.
Sekülerleşme, modernizmle birlikte dinlerin geri çekileceği tezini güncelleyerek dinlerin geri döndüğünü ilan ettiğinde büyük bir sevinçle karşıladık. Gelenin geleneksel anlamda din ve dindarlık mı yoksa yeni bir durum mu olduğunu sorgulamadık. Öncelikle belirtmeliyim ki bu dinlerin dönüşü hikâyesini çok fazla abarttık. Pozitivizmin baskın gücü ve jakoben laikliğin otoriterliği altında postmodernizmin arkasına sığınarak kazandığımız mevzileri, modernizme karşı bir zafer olarak ilan ettik. Oysa bu zafer aslında yenilgimizin de sebebiydi çünkü siyasetten kamusal alanda kazandığımız zaferi, postmodernizme sığınarak kazanmıştık. Epistemolojik zaviyeden haklılığımızı kanıtlarken ontolojik zeminde ayağımızı yine kapitalizmin piyasa araçları üzerine basıyorduk.
Kentleşme ve kapitalizmin piyasa şartları, dinin artık sosyal düzen ve bilgi kaynaklarının baskın olmadığı bir toplum yaratır. Hakikat göreceli hâle gelir ve birçok gerçek, dinin hakikat üzerindeki tekelini kırar. Refah, ekonomi, sağlık hizmetleri, akıl sağlığı bakımı ve eğitim gibi alanlar dinden bağımsızlaşır. Tüm bunlar sekülerleşmenin genişlemesine, dinin ise ancak bu seküler alanlarla var olmasına neden olur. Yani din önemini yitirmez ama bireyselleşerek dinin sosyal biçimlerini değiştirir.
Dijitalleşme ve din
Modernleşme, kentleşme, küreselleşme ve piyasa dalgasına 2000'li yıllardan itibaren dijitalleşme dalgası da eklenerek bireyselleşme tezi, dini ve dindarlığı yeniden biçimlendiriyor. Dijital teknoloji eşi görülmemiş hızda dönüştürücü bir güce sahip gözüküyor. Bu dinamik hızla sosyal ve ekonomik değişimi tetikliyor ve insanların hayatlarının her alanına nüfuz ediyor. Bu dijital devrim yeni, hayal edilmemiş fırsatlar sunarken geleneksel tüm alışkanlıkları da yerinden ediyor. Maalesef bu ileri teknoloji çağının çocuklarımıza neler yaptığını, neler yapabileceğini kavramakta geç kaldık. "Ne yani, ileri teknoloji çağının gençleri daha az dindar yaptığını mı iddia ediyorsunuz?" dediğinizi duyar gibiyim. Evet, hatta daha fazlasını söylüyorum. TechnoStress: Coping with Technology adlı eserin yazarı Larry D. Rosen'ın dediği gibi sürekli açılıp duran ileti pencereleri, akıllı telefonlar, sosyal medya ve video oyunları, Youtube algoritmasının genç beyinleri iğfal ettiğini söylüyorum. Çağın en büyük hastalığı hâline gelen dikkat dağınıklığı ve odaklanma sorunu gençlerin kalıcı olarak soyut şeyleri öğrenmelerini ciddi anlamda zorlaştırıyor.
Sürekli erişilebilirlik, davetsiz bildirimler, daldan dala atlamayı kolaylaştıran özellikler, sanal gerçeklik alanında oluşturulan kült imgeler zihnimizin gerçeğe odaklanmasını güçleştiriyor. Teknolojiyle büyüyen gençler dağınık bir zihin durumunu yaşıyorlar. Etrafınıza bir göz gezdirin, hem telefonuyla oynayan hem de karşısındaki ile sohbet eden, göz ucuyla da etrafını süzen insanlar göreceksiniz. İşte buna "sürekli kısmi dikkat ve çoklu görev geçişi" diyoruz. Bunun yol açtığı etki ise, odaklanamama ve dikkat dağınıklığı şeklinde dönüyor bize.
Manevi erozyon
Yapılan bir araştırmaya göre, çok önemli olduğu söylendiği hâlde öğrenciler üç ila beş dakikadan fazla bir konuya odaklanamıyorlar. Eskiden altını çize çize okuduğumuz, uzun uzun not ettiğimiz bilgileri, şimdi hızla göz gezdirip geçiyoruz. Düşüncelerimizi iletmek için yazı yazmak yerine, kısa fragmanlar kullanıyoruz. Mektup yerine kısa bir e-posta yollamakla yetiniyoruz. Twitter ilk çıktığında 140 karakterle nasıl yazarız diye düşünüyorduk, artık fazla bile geliyor. Peki, ne mi oluyor? Sabrımız kalmıyor, tahammülü, beklemeyi unutuyoruz. Aceleciliğimiz her şeye yansıyor. Düşünmeyi, tefekkür etmeyi, zikri, uzun uzun kendimizi dinlemeyi, sukut-u nefsi kaybediyoruz. Kısacası manevi dünyamız erozyona uğruyor. Tüm bunlar olurken yapayalnız olduğumuzu anlıyoruz. Neden mi? Çünkü artık çocuklar ailelerin değil.
Aile bir çocuğun gelişimi ve eğitimi için çevresel faktörlerden sadece birisi. Kuşkusuz en önemlisi ama sadece aile artık hiçbir anlam taşımıyor. Çocuğun ve gencin yetişmesinde okul, arkadaş çevresi ve sosyal medya artık eskisinden çok daha fazla rol oynuyor. 2019'da Yeni Zelanda'da bir camiye terör eylemi düzenleyen saldırganda gördüğümüz gibi internet üzerinden radikalleşen binlerce genç var. Çocuklarımızı yalıtılmış mekânlarda, kolejlerde eğitmeyeceğimiz bir dünya var. Dünya artık duvarlar öremeyeceğiniz kadar şeffaflaştı ve en kötüsü biz bu dünyaya yine hazırlıksız yakalandık.
90'larda hızla daldığımız bu dijital dünyaya karşı koyabilecek ne eğitim sistemimiz ne de din eğitimi ve öğretim planımız vardı. 18 yaşına gelmiş bir gencin dinî tutum ve davranışlarının çok erken bir dönemde geliştiğini elbette tahmin edebilirsiniz. Bırakın dinî tutum ve davranışlarını, bir çocuğun sıraya girmesi, yalan söylememesi, başkasının hakkına saygı göstermesi, hırsızlık yapmaması gibi birçok ahlaki davranışı kazanması, ahlaklı bir birey olmasını sağlamak için değerler eğitimine çok erken yaşta başlamamız lazım. Türkiye dijital çağın çocuklarını 1980'den kalma yöntemlerle yetiştiren bir ülke olmayı tercih edemez.
Dinin kurumların soğuk duvarlarında, asık suratlı hocaların rahle-i tedrisinde öğretilmesi vakti çoktan geçti. Cemaatler artık sanal ortamlarda kuruluyor. Gençler çoğu vaktini sosyal medya odalarında geçiriyor. Öğrenen sistemlerin bilişim alanında yaygınlık kazanması, seçimlerimizi etkiliyor. Farklı hayatları, düşünceleri keşfetmemizi zorlaştırıyor. Hayatımızda yeni kontrol sistemleri sağlıyor. Yapay zekâ ve algoritmalar dinsel tercihlerimizi nasıl belirleyecek? Şimdi daha zorlu bir süreç bizi bekliyor. Biz bu dalgaya karşı "Kadın yönetici olamaz" "Kadın dövülebilir", "7-8 yaşında çocukla evlenilebilir", "Demokrasi şirktir", "Oy vermek haramdır" gibi söylemlere sahip yeni Selefiliğin yükselişi ile nasıl direnebileceğiz? Ne yazık ki akıl tutulması bir "din tutulmasını" da beraberinde getiriyor.
.
Hilmi Demir: Müslümanlar gündelik hayatın sosyolojisi ile ilgilenmeli
Giriş Tarihi: 14.10.2021 15:48Son Güncelleme: 19.10.2021 11:38
Dünya değişmekle, düzenler eskimekle kalmıyor, yeni bir dünya da kuruluyor. Peki, ama bugüne kadar dünyayı şekillendiren sistem de değişiyor mu? Bu değişimin altında planlı, kontr ollü bir hesap aramalı mı? Dönüşüm neler getirip neler götür ecek? Bunu zorlayan ya da y önlendiren bir irade var mı? Zihinsel paradigmalar yenileniyor mu? İleriye mi yoksa geriye mi gidiliyor? Yarının dünyası nasıl olacak? Değişen sistemde dinlerin v e İslam'ın nasıl bir yeri olacak? Gelecek adına Ortadoğu v e İslam dünyasının handikapları ve fırsatları neler olabilir? Yeni sistem hangi duvarları yıkacak, nasıl duvarlar örecek? Bunlar gibi zihinleri kurcalayan daha birçok soruyu ve merak edileni Hitit Üniversitesi Kelam Anabilim dalı başkanı, ilahiyatçı Prof. Dr. Hilmi Demir Lacivert için cevapladı, yorumladı. Demir'e göre kendi iç dinamikleriyle değişmeye mahkûm olan bu dünyanın düzeni de insanlığı da çok tar aflı, akışkan ve değişken olacak.
Uzun yıllardır tekrarlanan bir görüş var: "Dünya değişiyor." Sizce şu anda bir sistem değişiminden bahsedebilir miyiz? Komplo teorilerini bir kenara bırakırsak hangi aktörler dünyayı ve dengeleri nasıl bir yere götürmeye çalışıyor dersiniz?
Dünya sistemi tartışması yapacaksak bunu dediğiniz gibi komplo teorilerinin insanı, ülkeleri, üretim ilişkilerini dışlayan gizemli mühendisliğinden çıkarmamız lazım. Bu açıdan "Dünya Sistemi" kavramı dediğimizde aklıma komplo teorileri değil Immanuel Wallerstein geliyor. Wallerstein'ın dünya sistemi öncelikle kapitalist dünya ekonomisine dayanır. Kapitalist dünya ekonomisi, belli üretim türlerinin, yani kapitalist üretim tarzının, tarihsel bir süreç içinde sermaye birikiminin belli sınırlı bölgelerde yoğunlaşmasına dayanan, hiyerarşik bir dağılım eşitsizliğini içeren sistemdir. Bu yoğunlaşma, kapitalist tekellerin ayakta kalmasını güvence altına almaya çalışacak olan devlet yapılarının desteklenmesini mümkün kılar. Fakat tekeller doğaları gereği kırılgan olduklarından modern dünya sisteminin bu yoğunlaşma merkezleri, tarih boyunca bazen sabit, bazen süreksiz veya sınırlı olmuştur. Fakat her zaman önemli yeniden konumlanmalarla karşı karşıya kalmışlardır.
Yeniden konumlanmanın değişim mekanizmaları 50 yıllık döngüsel ritimler içerir. Bu döngüler, 50-60 yıllık dönemlerde kâr kaynaklarının, üretim ve finans alanları arasındaki dönüşümünü ifade eder. Mesela 1945- 1989 Soğuk Savaş döneminin sonudur. Wallerstein, modern dünya sisteminin ekonomik bakımdan bir kriz döneminde olduğunu ve bu kriz döneminin ciddi etkilerinin olduğunu düşünür. Bu durumun farkında olan dünya sisteminin öncü ülkeleri, 2000-2050 yılları arasında sanayi sektörlerini ayakta tutabilmek için mikro işlemciler, genetik mühendisliği ve yeni enerji kaynaklarını geliştireceklerdir. Buna göre dünya sistemi zaten sürekli bir değişim içerir. Bu değişim onu yukarından tasarlayan bir akıl tarafından değil bizatihi sistemin kendi iç dinamikleri tarafından yapılmaktadır. Komplo teorilerinin dünyayı yukarıdan dizayn eden aklı, aslında tarihi insandışılaştırmaktadır. Aktör dediklerimiz de aslında bu akışın içindeler. ABD'yi ele alalım. Yaşadığımız pandemi sürecini ve krizini ne kadar kötü yönetiyorlarsa aslında Ortadoğu'daki krizleri ve en son Afganistan krizini de o kadar kötü yönettiler. Bu kadar krizi kötü yöneten bir ülkeden dünya sisteminin tek yegâne kurucu aklı olarak bahsetmek mümkün mü? Bu açıdan birileri oturup dünyayı şöyle tasarlayalım dediğinde dünya da bu tasarıma göre evirilmiyor. Bu her şeyden önce tasarımcılara Tanrı rolü vermektir. İnsan beyni nasıl belirsizliğini koruyorsa dünya sistemi de belirsizliğini koruyor.
Dünya zihinsel olarak bir paradigma değişikliğine zorlanıyor denebilir mi?
"Küresel bir dünya"dan bahsettiğimizde aslında tam da bu dediğimden bahsetmiş oluyoruz. Ne demek istediğimi biraz daha açayım isterseniz. Dünyanın küreselleşmesi ve meşhur ifadesi ile küçük bir köye dönüşmesi; zaman ve mekânın sıkışmasına neden olur ve kendi içinde zihniyet dönüşümünü zorlar. Bu sıkışma iletişim teknolojileri aracılığıyla zamanı ve mekânı önemsizleştiriyor. Duvarlar daha hızlı aşınıyor, çalışma biçimlerimiz değişiyor, yeme alışkanlıklarımızdan tutun ibadet alışkanlıklarımıza kadar her şey değişiyor. Bu değişim bizatihi gündelik hayatımıza içkin bir şey. Şunu unutmayalım; küresel sistemde değişim yukarıdan dayatılarak gerçekleşmiyor, rızamız daha fazla etkili oluyor. Elimize aldığımız cep telefonu bir anda sadece iletişim alışkanlıklarımızı değil gündelik rutinlerimizi de değiştiriyor. Bizi daha açık, bulunur, görülür kılıyor en önemlisi de mahrem alanımız daralıyor. Söz gelimi siz bana soru yöneltirken "telkin" dediniz, bense "rıza"yı tercih ettim.
Evet, fark ettim hocam. İkisi arasında nasıl bir fark olduğunu düşünüyorsunuz?
Telkin dışarıdan bir müdahale çağrıştırıyor, "rıza" ise içsel bir kabule dayalı. Değişimin gündelik hayatımızla birlikte gelmesi rıza üretir. Kapitalist sistemin en büyük başarısı, üretim araçlarıyla kurduğu hegemonik sistem bize değerleri, alışkanlıkları empoze etmiyor; rızamızla onaylamamıza imkân veriyor. Popülerleşen şeyler doğallaşıyor. Bu yüzden Müslümanlar kafayı komplo teorileri ile bozmak yerine gündelik hayatın sosyolojisi ile ilgilenmeliler. Özellikle sorularınızın alt metninde yatan ve bence de çok önemli olan dünyayı komplo teorileri gözüyle okumak bizi bu sosyolojiyi anlamaya karşı körleştiriyor.
Bir örnek de aileden verelim isterseniz. Birileri masa başında oturup aileyi yıkalım mı diyor, yoksa aslında yaklaşık 50 yıldır yaşadığımız değişim klasik aile rollerini kökten değiştiriyor da biz mi farkında değiliz. Ben ikincisinin olduğunu düşünüyorum. Ama biz bu değişimi görmek yerine bir kanun metnini günah geçişi ilan edip onu tartışıyoruz. Dünya değişiyor ama bu yalnızca birileri onu zorladığı için değil hep birlikte hayatı böyle yaşadığımız için.
Eğer böyle bir şey söz konusu ise bu paradigma değişikliğinin ana hatları size göre neler olabilir?
1) Yer ayaklarımızın altından kayıyor: Ekonomik ve siyasi güç dengeleri değişiyor. 1990'larda, gelişmekte olan ülkeler toplu olarak küresel büyümenin beşte birini oluşturuyordu. 2025 yılına kadar, en büyük gelişmekte olan ekonomilerden altısı -Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Kore, Rusya ve Endonezyaküresel büyümenin yarısını oluşturacak. 2) Eski etiketler ve alışkanlıklardan kurtulmanın zamanı geldi: Soğuk Savaş dinamikleriyle hem küresel hem de iç siyasette eski rakip ideolojiler dönemi bitti. Her şey melezleşiyor, ideolojiler de. Çin ateist ama hem İran hem de Taliban'ın yeni en büyük müttefiki. 3) Yarının hem uluslararası ilişkileri hem de insanlığı çok taraflı, düzeni akışkan ve değişken olacak: Nasıl ülkeler arası ittifaklar çok değişken ve esnek ise insani ilişkilerimizde değişken ve esnek olacak. Dindar-laik, Milliyetçi-İslamcı gibi kategoriler yerini daha esnek ve geçişken kategorilere bırakıyor. 4) Yapay zekâ artık hayatımızda: Sosyal medyadaki algoritmalardan tutun da hastanelere, kentlerin yönetimine, mahkemelere, eğitime kadar hayatımızın birçok alanı yapay zekâ tarafından kontrol edilecek. Kişisel bilgilerimizin güvenliğini sağlamak neredeyse imkânsız hale gelecek. Yapay zekâ hem güvenlik artıracak hem de onu daha kırılgan yapacak. 5) Biyoteknoloji maneviyatın önemini arttıracak bir tür ruhçuluk çağına giriyoruz: Spritüal açıklamalar, kült yapılar daha fazla popüler olacak. Materyalizmin eski soğuk anlayışları yerini yeni bir maneviyatçı dalgaya bırakacak. Din bireycileşecek, atomize küçük grup ve cemaatler daha fazlalaşacak. 6) Çevreyi korumadan büyüme hayal oluyor: Dünyada iklim değişikliği bizi çevreye karşı daha duyarlı kılacak. Tarım alanları daha önemli hale geliyor. Gıda ve su güvenliği en temel sorunumuz artık. Açlıkla savaş için toprağı ve suyu korumak, tarım teknolojilerini geliştirmek zorundayız. Bu da kırın yeniden inşasını gerektiriyor. Yukarıda söylediğim maneviyatçılığın dirilmesine yol açan etkilerden biri de toprağa dönüş aslında.
Geleceğin dünyasında sizce genel olarak dinlerin rolü ne olacak?
Dinler hâlâ önemini koruyacak elbette. Gerek modernite gerekse küresel değişimler dinlerin önemini ortadan kaldırmıyor. Ama değişim inançlarımızı, dinlere bakışımızı da etkiliyor. Yaşadığımız çağın dinler açısından en büyük krizini kiliseler yaşıyor. Amerika'daki Pew Research Center (PEW) yaptığı araştırmalarda Amerikan toplumunda hızla dini inançlarda bir değişim yaşandığını gösteriyor. İlginçtir Amerikan toplumu ateist olmuyor, ateist sayısı çok fazla artış göstermiyor. En fazla artan grup "unaffiliated" dedikleri "Bağlantısızlar" yani bir inanca sahip olduğunu söyleyip Hristiyanlık ya da Yahudilik gibi kitabi bir dine bağlı olmayanlar. Bu oran Amerika'da yüzde 22'ye ulaşmış durumda. İnsanların dini kurumlara, dini otoritelere inancı zayıflarken Tanrı'ya, metafizik bir güce, manevi bir dünyaya inancı zayıflamıyor. Bu bildiğimiz ateizmden çok farklı bir şey. Dini inançlar artık kurumsal temsillerini kaybederken bireycileşiyor. Bu yüzden de küçük, manevi, spritüal cemaatler artıyor. İnsanlar artık kafalarına göre bir inanç grubuna takılmaya başlıyorlar. Tabii buradan kiliselerin artık işlevsiz kalacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumlarda kurumsal dindarlığın temsili olan kilise, cami, diyanet gibi kurumlar etkilerini kaybederken merkez boşalıyor ve çevreye doğru kaçışlar başlıyor. Bunun Türkiye'de de yaşandığını düşünüyorum. Biz de yavaş yavaş bu "Bağlantısızlar" dediğimiz bireyselci dindarlık formlarını görmeye başlıyoruz.
"Dinler modern çağı karşılamıyor" gibi bir görüş var günümüzde. Yeni Dünya Düzeni içerisinde dinin ve İslam'ın yeri ne olacak?
Pew Research Center (PEW) yaptığı araştırmalara bakarsak İslam sayısal olarak artmaya devam edecek. Gelişmekte olan ülkelere doğru akan ekonomi ile birlikte Endonezya gibi Müslüman ülkeler ilk onda yerini alacak. Bu niceliksel artışa karşılık niteliksel olarak elbette İslam da bu değişimden etkileniyor. İslam'ın iki yorumu arasında rekabet daha da artacak gibi: Bir tarafta katı radikal yorumlar, Afrika'dan Asya'ya egemen olmaya başlıyor. Bir taraftan da maneviyatçı, buna tam tasavvuf demek doğru değil bu yüzden bunu kullanıyorum, kült ve Gnostik inançlar. Tabii bu ikisi etkinlik artırdıkça uçlara kaçış ve merkezin boşlaması da zorunlu hale geliyor. Bu da biraz önce dediğim kurumsal İslam'da daha çok öğretisel dediğimiz dindarlığın altını boşaltıyor. Daha açık bir ifadeyle dini otoritelere, diyanet gibi kurumlara, dinin geleneksel metinlerine olan güven hızla azalırken insanlar kendilerine yeni yorum ve rehberler buluyor. Bu açıdan dinler modern çağı karşılamıyor sorusu artık şöyle düzeltilmeli: Dinin geleneksel kurumları ve öğretileri çağın insanına hitap etmiyor. Din artık okullardan daha çok sosyal medyadan, çevreden öğreniliyor. Dini kurumların toplumu endoktrine etme zamanı çoktan geçti. Gençlerin dine yönelik tutumları daha eleştirel ve akılcı. Onlara hitap edecek din dili çok daha önemli hale geldi.
Tam tersinden bakarsak değişen dünya sistemi içerisinde yeniden bir İslam medeniyeti kurmamız mümkün olabilir mi? Neleri değiştirmemiz ve düzeltmemiz gerekiyor?
Elbette mümkün. Bu konuda ne umudumuzdan ne de hedeflerimizden vazgeçemeyiz. İslam medeniyeti yok olmamıştır, sadece geri çekilmiştir. Küllerinden yeniden doğması da mümkündür. Ama bu Erol Güngör'ün dediği gibi Müslüman sanatkârların, âlimlerin, entelektüellerin çabasına bağlıdır. İlme, sanata yatırım yaptığınız ölçüde medeniyet inşa etme süreciniz bir adım öne çıkar. Kuran öğrettiğiniz çocuklara matematik ve sanat öğretemiyorsanız medeniyet kuramazsınız. Matematik ve sanat öğrettiğiniz çocuklara da Kuran öğretmiyorsanız o medeniyet İslam medeniyeti olmaz. Toplumdan kadınları ayırıyorsanız ve onları insan sermayenizden ayırıp evlere kapatıyorsanız da medeniyet kuramazsınız.

"Dünyanın bir ucunda bambaşka bir dünya kuruluyor. Bizim coğrafyamızda ise El Kaide, DEAŞ, Boko Haram, eş- Şebab, HTŞ, Taliban vs. 21. yüzyılı bunlarla mı karşılayacağız" şeklinde bir tweet atmıştınız. Dünyanın öbür ucunda kurulan dünyadan biraz bahseder misiniz?
Dünya sisteminde büyük bir adaletsizlik ve gelir eşitsizliği var. Bu aynı zamanda teknoloji, sağlık ve refaha da yansıyor. Bir yanda açlık, yoksulluk; diğer yanda ise yapay zekâ, Mars'ta koloni kurma hayalleri kuran bir dünya var. Iphone 13, 15 bin Türk lirasına satılacakmış. Bununla Afrika'da binlerce çocuk doyabiliyor. Batı ile Doğu arasındaki sınırlar yerini gelişmiş ülkeler ile gelişmemiş ülkeler arasındaki derin uçurama bıraktı. Artık dünya sanki Ortaçağ'a geri dönüyor; güvende olanlar, refah devletleri ve çatışma ile kaos bölgeleri. Afrika'dan Asya'ya kaos ve çatışma bölgeleri, aynı zamanda açlığın ve insani dramın yaşandığı bölgeler: Somali, Nijerya, Yemen, Afganistan. Peki, bu sarmaldan nasıl çıkacağız? Bakıyoruz bu topraklarda radikal silahlı örgütler devletleşmeye başlıyorlar. Şeriat adına ilk akıllarına gelen kız çocuklarının okula gitmesini yasaklamak, kadınların çalışma haklarını ellerinden almak, insanlara dinin emirlerini zorla uygulatmak, müziği yasaklamak oluyor. O halde sorarım size Müslümanlar bu örgütlerle çağa yeni bir ses, yeni bir ruh ve yeni bir medeniyet vaat edebilirler mi? Bilimin, sanatın, müziğin, toplumsal ve siyasal hayatta kadının olmadığı bir İslam temsili öne çıkarılıyor sanki. Bu temsillerle, bizzat bu örgütler eliyle bir kinizm dalgası ile karşı karşıya kalabiliriz. Müslüman coğrafyalarda şeriat adına yaşanacak bu temsiller Müslüman toplumlarda felsefi anlamda değil ama dini anlamda bir kinizmi tetikleyecektir. İnsanlar dinin konuşulmasından rahatsız olmaya başlarlar, dini temsilleri görmek istemezler ve maalesef bu sekülerizm sayesinde değil, bu örgütlerin aşırı vahşet ve cinsiyet ayrımcılığı içeren uygulamaları sayesinde gerçekleşiyor şimdi.
İslam dünyası temsilleri bu gruplardan mı oluşuyor şu an sadece? Bu oluşumlarda Orta Doğu'da nasıl bir dünya kurulacak sizce? Bizi iki farklı kutup arasında nasıl bir dünya ve düzen bekliyor?
İslam dünyasında beş model var: İlki İran'ın Şii teokrasisi, İkincisi körfezin monarşik teokrasisi, üçüncüsü totaliter cumhuriyetler, dördüncüsü Türkiye gibi Müslüman demokratik model ve son olarak da Taliban gibi yeni doğan bir teokratik model. Türkiye aslında sahip olduğu tarihi tecrübe, demokratik geleneği ve Müslüman kimliği ile tüm bu modellere karşı hem özgürlükleri, hem refahı hem de teknolojik gelişmeleri karşılayacak tek alternatif. Bu haliyle de aslında bu iki kutuplu dünya arasında bir üçüncü yol mümkün diyebilecek bir umut. Bu açıdan Türkiye'de radikal dini yönelimlerin artması bu umudu öldürecek en büyük tehlikedir. Bilmem hatırlar mısınız "Akıncı 2" için tanıtımda tüm mühendislerin verdiği bir fotoğraf vardı. Selçuk Bayraktar ile birlikte en ön safta kadın mühendislerimiz ve erkek mühendislerimizin verdiği bir resimdi bu. Başörtülü kadınlarımızın Türkiye'de bakan olması, Akıncı'yı yapan kadrolarda erkeklerle omuz omuza ter dökmesi işte bu üçüncü yolun mümkün olduğunu gösteren en büyük ve en önemli tablodur. Oysa şimdi hem içeride hem dışarıda Türkiye'nin bu modeline karşı bir kuşatma ve çevreleme ile karşı karşıyayız. Müslüman muhafazakâr demokrasi modelimizin bazı aşırı dini gruplarca güya dini yozlaşmayı getirdiği şeklindeki eleştiri tuzağı bunlardan birisi. Oysa yozlaşmayı getiren bu model değil yozlaşmayı getiren dünya sistemindeki değişimin hızı. Bizim buna direnebilmemiz için bu modele daha fazla sarılmamız lazım.
Radikal ve Selefi unsurların birtakım güçler tarafından şekillendirilmek istenen dünya denkleminde nereye oturtulduğu, nasıl araçsallaştırıldığı söylenebilir sizce?
Bir yerde erozyon olması için nasıl ormanı yok etmeniz gerekiyorsa bir toplumda da zihinsel durağanlaşma yaşaması için oraya Selefilik enjekte etmeniz yeterlidir. Selefi grupların dünyası renkli televizyonla siyah-beyaz dünya arasındaki fark gibidir. Tüm renklere, farklılıklara, çoğulculuğa düşmandırlar. Gri alanları sevmezler dünyayı siyah ve beyaz olarak okurlar. Bu yüzden bir bölgede istikrarsızlık çıkması için önce Selefilik tohumlanır. Selefiliğin en temel özelliği de girdiği toplumda Müslüman bireylerin geleneğin düşünsel kökleri ile tüm bağlarını koparmaktır. "Kuran-Sünnet"e dönüş gibi gayet masum ve doğru bir cümlenin arkasına tehlikeli ve zehirli bir yorum saklarlar. Bu da Müslümanların tarihi tecrübesini, oluşan akli yorumları, sanat ve estetik duyguları bid'at, şirk gibi görüp dinin yorumundan söküp atılmasını sağlamaktır. Itri'yi, İbn Sina'yı, İmam Matüridi'yi, semâyı şirk ve bid'at gören bir din anlayışı ne kadar zahiri, kuru, estetik ve akli düşünceden yoksun olacaktır, siz düşünün.
Son olarak dünyanın entelektüel-toplumsalstratejik ve ekonomik gidişini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya artık sağlık ve gıda güvenliğinin daha da önemli hale geleceği bir sürece giriyor. Bu da küresel dünyada ortadan kalkan duvarların yerine yeni duvarların örüleceği bir süreci başlatacaktır. Yeni dünyada tohum (tarım) ve su en büyük silah olacak gibi. İklim değişikliği nedeniyle 2050'ye kadar 6 bölgeden 216 milyondan fazla insanın iç göçe zorlanacağı tahmin ediliyor. Kuzey Afrika, Doğu Asya, Doğu Avrupa ve Orta Asya bu bölgelerin başlıcası. Bunların çoğu Müslüman bölgeler ve bizim etkileneceğimiz coğrafyalar. Bunlarla baş edebilecek yeni bir planlama ve stratejiye ihtiyacımız var. Kimse kusura bakmasın bu kadar güvenlik riskinin yaşanacağı bir dünyada Müslümanların bir kadının 90 km uzağa mahremi olmadan seyahat edip etmeyeceği ile ilgilenmek, buna nasıl çözüm buluruz diye fetva dindarlığına yatırım yapmak yangına karşı saçını taramak kadar abestir.
.
Hilmi Demir: İSLAM: AKLA VE GÖNLE ÇAĞRI
Giriş Tarihi: 18.04.2022 13:58Son Güncelleme: 19.04.2022 15:37
Dünyanın en sade dinidir İslam. İslam’ın yeryüzündeki tek gerçek devleti gönüllerde hâkim kılacağı ahlak yurdudur.
Nietzsche Hristiyanlığı eleştirdiği Deccal adlı eserinde İslam'a yönelik ilginç itiraflarda bulunur: "Eğer İslam, Hristiyanlığı küçük ve hakir görüyor idiyse, böyle görmekte bin kez haklıydı çünkü İslam, insanı yüceltir ama putlaştırmaz… Hristiyanlık, bizi, kadim dünyanın kültürünün mahsulünden mahrum bırakmıştı. Üstelik bununla da yetinmemiş, daha sonraları, bizi İslam kültürünün mahsulünden de mahrum etmişti. Aslında bize, Grek kültüründen de, Roma kültüründe de, esasta temel meseleler açısından daha yakın olan, bizim duygularımıza, zevklerimize ve seçimlerimize daha doğrudan hitap eden İspanya'daki o harikulâde İslam kültürü ve eşsiz birikimi ayaklar altına alınarak çiğnenmiş ve yok edilmişti. İyi de, neden? Nedeni şuydu: Çünkü İslam kültürü, asil bir kültürdü; çünkü İslam kültürü, kökenlerini, temellerini insan fıtratına borçluydu; çünkü İslam kültürü, İspanya'daki Müslüman hayatının nadir bulunan, nefis hazinelerinin üzerinde bile hayata 'evet' diyordu!"
Nietzsche İslam'ı insanî buluyordu, insanı kendisine yabancılaştırmayan bir din olarak görüyordu. Özellikle onun hayata "evet" diyen bir din olarak İslam'ı Hristiyanlığın karşısına yerleştirmesi, "Tanrı öldü" diyen biri için bile muhteşem bir şey. Nietzsche özellikle Hristiyan din adamlarının insanı manastırlara kapatan, dünyadan el etek çektiren, dini hayatı zorlaştıran bir inanç haline getirmesine ve buna karşılık altın kâselerle dolu katedrallerinde dış dünyada yaşanan acılardan habersizce yaşamalarına isyan eder.
İslam'ı diğer inanç ve dinlerden ayıran belki de en önemli yön insanı kutsal şemsiyenin altına alırken hayattan uzaklaştırmamasıdır. İslam'da Allah'a olan asli sadakatiniz için sizden bakire olmanız, evlenmemeniz, kendinizi bir manastıra kapatmanız asla istenmez. Hatta aksine bunlar dini olarak çok da makbul kabul edilmez. Tanrı'ya hizmet bireyin ona kendisini adaması ve içe kapanması, dış dünya ile olan irtibatını kesmesi, günah işlememesi değildir. Tam aksine insanlığa, varlığa hizmetin Tanrı'ya hizmet kabul edildiği bir dinden bahsediyoruz.
Düşünün bu dinin Peygamberi "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır" buyuruyor.
Desiderius Erasmus'un Deliliğe Övgü adlı eserinde dediği gibi "insanlığı vergilerle kendine bağlayan" bir kilise yok bu dinde. Bir insanın Müslüman olması için bir kiliseye bağlı olması, vaftiz olması gerekmiyor; bunun için özel mabetler yok. Camiler sadece toplanma yeri aslında. İbadet etmeniz için temiz bir toprak yetiyor da artıyor bile. Dünyanın en sade dinidir İslam. Mabetleri katedrallerle kıyas bile edilemez.
Adaleti merkeze koyan din
Bu dinin günahsız bir kul talebi yok çünkü biliriz ki peygamberler bile çok küçük hatalar işleyebilirler. Resulullah buyururlar ki: "Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tövbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." Aliya İzzetbegoviç'in "Diktatörlük günahı yasaklasa bile ahlaksızdır. Demokrasi ona izin verse bile ahlaklıdır" sözünü hatırlayın. Özgür irade ile yarattığı insandan günah işlememesini istemek insan için seçme, tercihte bulunma demektir. "Müslüman mı yoksa tebaa mı yetiştiriyoruz" diye haykıran Aliya'nın ruhu şâd olsun!
Günahsızlık insanlık durumuna o kadar yabancı ki Allah bu durumu insanlık dışı kabul ediyor. İnsan olmanın, özgür irade sahibi olmanın, eylemde bulunmanın kaçınılmaz şartıdır günah ve hata. Mesele günah işlemekte değil günahta kalmaya devam etmekte, pişman olmamakta, günahının bağışlanması için Yaratıcının kapsını çalmamaktadır.
İslam'a göre günahlarınız için din adamlarına başvurmanıza da gerek yoktur. Issız bir köşede yüreğinizi Rabbinize açarak içten yapacağınız bir tövbe günahlarınızın bağışlanması için yeterlidir. Unutmayalım ki Rabbimizin kapısı her daim kuluna açıktır. Yalnız kul hakkı hariç elbette. Çünkü birinin hak ettiği bir şeyi ona vermemişseniz ya da ondan bu hakkı haksız biçimde almışsanız, üstünüze geçirmişseniz bu durumda tövbe yetmeyecektir. İşte size toplumsal hakları hak sahibine bırakan, adaleti toplumun merkezine koyan bir din!
İslam kul hakkının bağışlanmasını hak sahibine bırakıyor. Onunla ya helalleşmeniz ya da ona hakkını iade etmeniz gerekiyor. Eğer bunu bu dünyada yapamazsanız ahirette Allah sizle onu karşı karşıya getirecek ve hak sahibinin bir şekilde de olsa hakkını almasını sağlayacaktır. Bu yüzden İslam yalnızca birtakım ritüellerden ibaret olmayıp inanç ve ahlaki değerleri ile toplumsal hayatı adalet ilkesi çerçevesinde kuran bir dindir. İslam yüzü yalnızca ahirete bakan bir din değil, onun bir yüzü daima hayata bakmaktadır. Fakat bu hayatı durağanlaştırmak, onu zamanın önünde bir engel olarak kullanmak için değil aksine hayatı ahlaki olarak inşa etmek ve zamanı yönetmek içindir.
İnsan olmayı başardığınızda…
Dünya ve dünya ötesi gibi ayırımlar, birbirinden kopuk iki âlem tasavvuru baştan reddedilmiştir. Müslüman birey, dünya ve dünya ötesi âlemleri ortak bir "âlem" tasavvuru çerçevesinde algılamalıdır. Bu nedenle "âlemin" herhangi bir boyutuna karşı dışlayıcı bir davranış sergilemesi düşünülemez. Dünya hayatı eğlencedir doğru ama bu onu reddetmek, yadsımak, onu çile haline getirmek için değildir. Orada eğlendiğimizi bilmek onu doğru ve insanî şekilde geçirmek içindir. Sorumsuzca hayatı harcamayı seçsek bile her seçimimizin sorumluluğundan kaçamayız.
Her seçim bir sorumluluktur. Nerede olduğunuz, kim olduğunuz, hangi makamda bulunduğunuzun, cinsiyetinizin, etnik kimliğinizin hiçbir önemi yoktur. Tanrı'nın katında tek ölçünüz insan olmanızdır. İnsan olmayı başardığınızda, insanca bir hayat yaşadığınızda ve insanca tüm yüklerinizden kurtulmuş olarak onun huzuruna vardığınızda gerçek sükûna da kavuşmuş olursunuz.
Bu yüzden İslam bir ahlak dinidir. Allah Resulü "ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim" derken dinin gerçek davasının ahlak davası olduğunu da ifade etmiş olur. İslam'ın yeryüzündeki tek gerçek devleti gönüllerde hâkim kılacağı ahlak yurdudur.
Kalp hem imanımızın hem de ahlak davamızın evidir. Kalplerde kazanılmamış hiçbir dava kalıcı değildir. Bu yüzden olacaktır ki Yunus Emre şöyle der: "Ben gelmedim davi için/Benim işim sevi için /Dostun evi gönüllerdir /Gönüller yapmaya geldim."
Gönül kelimesi o kadar önemlidir ki aşkın metafiziği adeta orada saklıdır. Mevlâna Celalettin-i Rumi Hazretlerinin bir dörtlüğünü buraya almadan olmaz: "Gönüldeki kâbeyi tavaf et sen gönülden /Gönül mana kâbesi, onu çamur sanma sen / Kâbe'yi sen binlerce kez yaya tavaf etsen /Bil ki kabul olunmaz tek gönül incitirsen."
Rıza olmadan iman olmaz
Halka hizmet hakka hizmettir felsefesinin, kendini bilen Rabbini bilir hikmetinin zirvesidir gönül felsefesi. İnsan kendini bildikçe Rabbine yaklaşır çünkü her "ben", büyük âlemin küçük bir katresidir. İslam'ın davası kavga değildir, gönüller yapmaktır. Rıza olmadan iman hâsıl olmaz. Dinde zorlama yoktur diyor Yüce Allah. İman önce kalbin rızasını almalıdır. Rıza sebatı getirir. İnsan rıza gösterdiği şeyde sebat eder. Vefa göstermek için de razı olmak lazımdır. Gönülden seven, gönülden razı olan, gönülden katlanan insan sevdiğine vefa gösterir.
Bu yüzden nerdeyse tüm İslam düşüncesi ve tasavvuf kültürü akla seslendiği kadar da kalbe, gönle seslenir. Muhammed İkbal, "Batı düşüncesi vicdanını, İslam dünyası ise aklını kaybetmiştir" der. Haksız da değildir; bugün yaşadığımız krizlerin arkasında biraz da bu vardır. Gönlü, kalbi, vicdanı akıldan, düşünceden, bilimden ayırdığımızda insanoğlu hep tek ayaküstünde kalır.
Bu bağlamda Daniel Goleman ile birlikte anılan "Duygusal Zekâ" kavramını da hatırlamak yerinde olacaktır. Uzun yıllar boyunca duyguların zihinsel faaliyetleri engellediği ve bu nedenle kontrol edilmeleri gerektiği düşünülmüştür. Son yıllarda yapılan araştırmalar bilişsel zekânın (IQ) hayattaki başarılara tek başına yeterli olmadığını, duygusal becerilerin de gerekli olduğunu ortaya koymaktadır.
P. Salovey ve J. D. Mayer adlı bilim insanları duygusal zekâyı "bireyin kendisinin ve başkalarının duygularını anlama, bunlar arasında ayırım yapma ve bu süreçten elde ettiği bilgiyi, düşünce ve davranışlarında kullanabilme yeteneğiyle ilgili olan sosyal zekânın bir alt formu" olarak tanımlamaktadırlar. Birey başka hayatlara karşı açık olduğunda, iletişim kurduğunda, farklılıkları kavradığı, onlarla bir arada yaşama kültürü geliştirdiğinde bu düşünme, kavrama, sorun çözme ve başarılı olma imkânını da artırıyor.
Zekâ ve kalp ile düşünmek
Sonuçta duygusal olarak kemale ermiş bireyler, akli olarak da daha başarı oluyorlar. Daha açık biçimde ifade edersek; birine yardım etmek yani vicdan sahibi olmak ile bilişsel zekâ arasında bir ilişki var. Ahlaklı olduğumuzda yalnızca iyi bir insan değil aynı zamanda daha başarılı ve yeniliğe daha açık ve yeni şeyleri keşfetmeye daha yetkin bir insan da oluyoruz.
Dünyayı güzelleştirmenin yolu yalnızca zekâmızı doyurmaktan değil, duygularımızı da doğru beslemekten geçiyor. Dolayısıyla yalnızca zekâ ile değil kalp ile de düşünmeye alışmak bizi, hem daha ahlaklı hem de daha zeki kılıyor. Yapılan araştırmalar özellikle çocukluk döneminde duygusal gelişimini tamamlamış çocukların ahlaki yargılarda daha isabetli kararlar verdiğini söylüyor. Duygularla zihinsel faaliyetlerimiz birbirine zıt ve birbirini dışlayan şeyler değil, aksine birbirini tamamlayan ve birbirini besleyen insani özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Erol Güngör'ün deyişiyle "İslâm medeniyetinin yenilenmesi, her çağın kendi imkânlarıyla İslâm'a getireceği yeni yorumlarla mümkündür." Kendi medeniyetinin ben idrakine sahip olamayan ecnebi fikirlerin müridi, kendi tarihinin ecnebisi bir aydın tipi ile bunu başarmak ise oldukça zor gözüküyor. Zaman hakkaniyet, merhamet ve adalet ilkeleri ile akılla gönlü, kalp ile zekâyı buluşturacak ve gelenekle tarihin ufkunda bir millet bilinciyle asırlara hitap etme yeteneğine sahip olabilecek bir medeniyet modelinin, yeniden ihyasına gebedir
.
Hilmi Demir: KUNG FU PANDA NASIL DEİST OLDU?
Giriş Tarihi: 17.05.2022 15:17Son Güncelleme: 17.05.2022 15:17
Kung Fu Panda, bir animasyon filmi olmanın çok ötesinde. Üvey babası Bay Ping tarafından işletilen bir erişte restoranında büyük Kung Fu ustası olma hayalleri kuran sevimli şişko Panda Po'nun Barış Vadisi'nden Büyük Usta Oogway tarafından seçilmesine uzanan hikâyesi aslında Çin'in dinler tarihinin bir özetidir.
Bizim sevimli haliyle çok sevdiğimiz Kungu Fu Panda aslında Çin'in son zamanlarda geleneksel dinlerinin bir sentezini sunar. Bu sentez ve onun yansıttığı mistisizm, dünyamızı da değiştirmeye başlamıştır. Çünkü 65 ülkeyi, 3 milyar nüfusu ilgilendiren "Bir Kuşak Bir Yol" (One Belt One Road-OBOR) projesi başlatan Çin'in dünyayı sadece ekonomik olarak değiştireceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.
Dünyanın her yerinde yatırım yapan, Afrika'yı bile Çinleştiren bir ülkenin dokunduğu yerlerde üretim biçimleri bile değişirken kültür dünyamız aynı kalabilir mi? Tarih boyunca yollar sadece zenginlik ve refah taşımamıştır, kültür ve inançların da akışkanlığını sağlamıştır. Tarihî İpek Yolu'nu düşünürsek Asya'dan Avrupa içlerine yalnızca ipeği, baharatı, değerli madenleri taşımadı; aynı zamanda Asya'nın kültürünü, inancını da taşıdı.
Peki, Kung Fu Panda filminde işlenen Çin'in kadim inançlarının sentezi nedir? Bu sorunun cevabı filmin üç kahramanında saklıdır: Oogway, Shifu ve Po. Bu üç karakter, Çin kültürünün üç sütununu temsil eder: Taoizm, Konfüçyüsçülük ve Budizm. Usta kaplumbağa Oogway Taoizm'in Lao Tzu rolünü, Shifu Konfüçyüs'ü ve sevimli Pandamız Po ise Gülen Buda'yı temsil eder.
Lao Tzu'un bir kaplumbağa ile temsili rastlantısal değildir. Dünyevi yaşamın uzun ömürlü olması, merkezi bir Taocu slogandır. Kaplumbağa dünyanın en uzun yaşayan hayvanıdır. Usta Oogway sarı elbisesi ile bir Taocu rahip gibi giyinir. Hayatının son zamanlarında Shifu ile konuşurken vücudu şeftali çiçeğine dönüşür ve ardından bir rüzgâr dalgasıyla gözden kaybolur.

Taoizm ile Konfüçyüsçülük
Hikâyenin bu özel bölümü, aydınlanmış insanların ölümsüz statüye erişip evrenle bir olacağı Taocu karma inancından esinlenmiştir. Aydınlanmış ruhlar dünyevî her şeyden uzaklaşarak başka doğayla birleşirler. Taocu ölümsüzlük fikri kitabi dinlerin ahiret inancına meydan okur.
Po'nun disiplinli ve çetin eğitimini üstlenen Shifu Usta, Konfüçyüs rolünü yüklenir. Kung Fu ustalığı, Konfüçyüs sistemine uyan kurallar ve düzen gerektirir. Konfüçyüsçü inanca göre her insanda, ailede, toplumda ve devlette disiplin olmalıdır. Disiplin dışı olan her şey sapmadır ve sapma yaratabilecek bir durumun olmaması gerekir. Bu nedenle Shifu, Po'yu bir Ejderha Savaşçısı olarak kabul etmekte zorlanır zira Po tavırları ve kilosu ile Kung Fu eğitiminin disiplinine hiç de uygun değildir.
Büyük Usta Oogway, Shifu'ya Po'yu Ejderha Savaşçısı'na dönüştürme görevini verir. Ancak gerçek mücadele, öğrenci Po ile usta Shifu arasında değildir. Aslında bu Usta Oogway'in saf Taoizmi ile öğrencisi Üstat Shifu'nun temel Konfüçyüsçülüğü arasındadır ve filmde bize bu iki inancın aslında bir olduğu, ayrılığın bir yanılsama olduğu anlatılır.
Shifu, Po'yu kendi motivasyonu olan yemek alışkanlığı ile eğitir. Bu, Konfüçyüs'ün "öğrencinin yeteneğine/karakteristiklerine göre öğretmek" ilkesi ile uyumlu bir seçimdir. Gülen Buda olarak Po'nun dev bir Panda olarak seçimi aslında renk uyumunda gizlidir. Dev bir pandanın iki rengi vardır. Bu aslında Tai Chi sembolünün iki rengidir: Siyah ve beyaz.
Kung Fu Panda filminin afişinde Po'nun portresine dikkatlice bakarsak şişman, göbekli, bir parça kumaş giymiş, boynunda bir çelenk takan neşeli bir figür olduğunu görürüz. Bu resim Gülen Buda figürüne çok benzer. "Gülen Buda" kavramı Sung hanedanlığı döneminde geliştirilmiştir. Gülen Buda Çin'in folklorik tanrısıdır.
Üç geleneğin senkretizmi
Buda geleneksel olarak bir bornoz giyen şişman, kel bir adam olarak tasvir edilmiştir. Koca göbek ve çuval, refahı ve maddi mal zenginliğini ifade eder, çünkü sadece zengin bir kişi yeterince yiyip şişmanlayabilirdi. Gülümseyen yüz, kendisiyle ve dünyayla barışık olan bir kişinin ruhsal tatmin ve rahatlamasını ifade eder. Son olarak, onu çevreleyen çok sayıda çocuk, çok sayıda çocuklu büyük bir aileyi simgelemektedir. Bu özellikler bir araya getirildiğinde, Buda'nın Çinliler için neden bu kadar popüler olduğu kolayca anlaşılır. Çinliler ona baktıklarında, sadece bir Budist tanrısı değil, aynı zamanda arzuladıkları birçok şeyin iyi bir temsilini de görürler.
Bütün Budistler, dünyanın tiranlık ve günahla dolu olduğu son çağda, Maitreya'nın (Gelecek Buda bir tür Mehdi) Dharma'yı (hem öğreti hem dünya anlamında) restore etmeye geleceğine inanırlar. Yapımcı filmde Maitreya'nın Buda biçiminde geldiğini ama aynı zamanda siyah ve beyazın Tai Chi sembolünden oluştuğunu anlatmak istiyor. Dolayısıyla film aslında bu Maitreya karakterinde bile Buda'ya Taocu bir renk giydirerek bir sentez oluşturmuş olabilir. Film aslında Doğu Asya bağlamında üç geleneğin senkretizm fikrini netleştirme girişimidir. Popülerliği yakalamak için kendi iç rekabetlerine rağmen, bilinçsizce senkretik bir bütün oluşturulmuştur.
Bir devlet dini olarak Konfüçyüsçülük her zaman yönetici sınıftan ayrıcalık görmüştür. Özelikle Hu Jintao'nun 2002'de devlet başkanlığı koltuğuna oturmasından sonra Konfüçyüs yeniden keşfedildi. Devlet Başkanı Hu Jintao'nun 2005 yılından itibaren yürürlüğe koyduğu "Harmonius Society" (Uyumlu Toplum) politikası Konfüçyüs inancına dayanmaktadır. Bundandır ki devletin Konfüçyüs'le toplumsal uyum sağlaması için özel bir çaba sergilenmektedir.
"Çin karakterinin iki yerli kutbu"
Hatta bundan başka yöneticiler tarafından Konfüçyüs'e atıflar yapılmakta, özdeyişler yaygın olarak kullanılmakta, onun hakkında akademik yayınlar yapılarak önemli mekânlara heykelleri dikilmektedir. Çin tüm dünyada açtığı Konfüçyüs enstitüleri ile bunu yumuşak bir güç aracı olarak kullanıyor. Türkiye'de Boğaziçi ve Okan Üniversitesi olmak üzere dört üniversitede Konfüçyüs enstitüsü var. Fakat bu aslında bildiğimiz anlamıyla kadim olan Konfüsyüsçülük değildir. Üç inancın senkretik bir alaşımıyla oluşturulan Yeni-Konfüsçülüktür. Kung Fu Panda filmi de tam bunu konu edinir.
Budizm, dini uygulamaları aslında Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Budizm'in bir potpurisi olan genel halk tarafından nadiren doğru anlaşılmış ve uygulanmıştır. Ama Lao Tzu felsefesi, uygulanmasa da, Çin düşüncesinin önemli bir bileşenini oluşturur. Bu alanda ünlü bir araştırmacı olan Huston Smith'in dediği gibi, "Yin ve Yang gibi birbirlerinin etrafında dönen Taoizm ve Konfüçyüsçülük, Çin karakterinin iki yerli kutbudur.
Temel olarak, üç gelenek büyük bir soruna üç çözüm sunar. Bir şeyi üç farklı açıdan görürler. Budistler evrene bir "dalga denizi", Taoistler "büyük bir dönüşüm" ve Konfüçyüsçüler "büyük bir akıntı" olarak bakarlar. Konfüçyüsçülük ve Taoizm'in çok ortak noktası vardır. Her ikisi de cennet, yeryüzü ve insanlığın bir uyumunu kurma hedefini vurgular.
Üç dinin sentezinin en iyi resmi Neo-Konfüçyanizm hareketinde tasvir edilmiştir. Taocu natüralizm ile Konfüçyüsçü hümanizmin birleşiminin bir örneği Tai-Chi kavramının kullanılmasıdır. Aslında Tai-Chi, Taocu bir semboldür. Tai-Chi, birbirini kucaklayan beyaz ve siyah kısımlı bir dairedir. Beyaz Yang, siyah ise Ying olarak adlandırılmıştır. Zıt karaktere sahiptirler. Yang ışık, iyilik, cennet ve erkek elementler için, Ying ise karanlık, kötülük, toprak ve dişi elementler içindir. Zıt karakterler birbirini kucakladıkça, sonsuz bir gerilim yükselir. Çin tüm dünyayla uyum içinde çalışabileceğinin mesajını verir.
Çin'den gelen sentez
Lao Tzu'nun bir başka karakteristik öğretisi, "WuShih" ve "WuWei" olmak üzere iki cümlede ifade edildiği gibi, eylemsizliktir. Fikir pasiflik, sessizliktir. Türkiye'de "Paranızı bir bilge gibi yönetin: WuWei felsefesi" diye bir banka reklamında kullanılır. Çin'in dış politikasına yansıyan "eylemsizlik, müdahale etmeme, "laissez faire" (wu-wei) uluslararası politikasının temel taşı haline gelmiştir. "Afganistan'da Taliban hükümetine karşı iç işlerinize karışmayacağız, egemenliğinizi tartışmayacağız, sadece iş yapacağız" derken aslında bu ilkeye göre hareket ediyorlardı. "En iyi hükümdar, varlığı halk tarafından pek fark edilmeyen kimsedir." "En büyük hayır, her şeye fayda sağlayan ve hiçbir şeye direnmeyen suya benzetilir." Çin aslında tüm dünyayı üzerinde bir görünmez el gibi yönetmek ister ve bu Konfüsçülük ile Taoizm sentezine de uygundur.
Çin ülke içinde İslam ve Hristiyanlığa karşı aşırı tepkisel ve kuşkucu yaklaşırken geleneksel dinlerinin uyanmasından artık rahatsızlık duymaz. Onların arasındaki kadim tartışmaları aşarak bir uyuma ulaşmış gibidir. Kung Fu Panda filmi de bunun bir propagandasıdır aslında. Bu uyum Çin'in tüm dünyayı değiştireceği, refahı yayacağı ve doğayla uyumlu disiplinli bir hayatı inşa edeceği anlamına gelir.
Ama unutulmamalıdır ki burada kitabî dinlere ihtiyaç yoktur. Çünkü Yeni-Konfüsçülükte vahiy yoktur, peygamber yoktur, ahiret yoktur. Buna göre bunlar olmaksızın dünyada huzuru, mutluluğu ve refahı yakalamak mümkündür. Çin aslında yeni dünya nizamının manevi deizminin yükselen yıldızıdır. Çin'den gelen bu senteze hazır mısınız?
.
Hilmi Demir: BAŞÖRTÜLÜ BİR KADININ İSYANI: TANRIM NEDEN BENİ KADIN YARATTIN?
Giriş Tarihi: 20.12.2022 14:29Son Güncelleme: 20.12.2022 14:30
Sadece görünmez olmak istiyorlar. Tıpkı erkekler gibi dışarı çıktıklarında gündelik hayatın içinde damgalanmadan yaşamak istiyorlar. Onları ne laik, sekülerler ne de bizim ağır abiler, hocalar damgalasın istiyorlar. Renksiz bir hayat istiyorlar.
35 yaşlarında bir kadındı karşımdaki, yaptığı doktora çalışması ile ilgili görüşmek üzere gelmişti. Yazımızın başlığını da o koymuştu aslında, kitaplarla dolu TEPAV'daki ofisimde başörtülü bir kadının isyanıydı bu cümleler. "Hocam" diyordu "Siz erkekler çok şanlısınız! İnançlarınız arasında başörtüsü gibi bir zorunluluk yok. Oysa biz…" dedi ve durdu. Sesi titriyordu. Kızgın ve öfkeliydi. Sustum ve cümlesini bitirmesini bekledim. "Evet" der gibi başımla devam etmesini istedim. "Oysa biz başörtüsü taktık diye tüm Müslümanların hesabını bizden soruyorlar" dedi.
"Nasıl" dedim. Anlamıştım aslında derdini. Bu serzenişleri birçok kez dinlemiştim son yıllarda. Bu yüzden biliyordum derdini ama içini dökmesini istedim. Derdi vardı ve dinleyecek birinin olması onu rahatlatırdı belki de.
"Hocam öyle bir zamanda yaşıyoruz ki iktidarla derdi olan hıncını bizden çıkarıyor. Apolitik bile olsam, siyasetle hiç ilgilenmesem de başörtülüyüm diye bana sarıyorlar. Sarmasalar da ters ters bakıyorlar yüzüme. Sanki onların iktidara gelememesinin, seçim kazanamamasının tek sorumlusu bizmişiz gibi."
"O yetmiyor bu sefer de dindarların tüm günahlarının faturasını bize kesiyorlar. İslam'ı sanki ben yüklenmişim gibi geliyor. Sırtımda koskoca İslam yükü hocam! Nasıl çekebilirim ben bu ağırlığı? İslam'ı ben mi temsil ediyorum? Bir televaiz çıkar bir vaaz verir. İpe sapa gelmez bir söz söyler, 'ne diyor bu sizinkiler' derler. 'Nereden bizimkiler oluyormuş' desem 'sen dindar değil misin, sizin hocalarınız değil mi bunlar?' diye başlıyorlar konuşmaya."
"Bilmezler ki o ipe sapa gelmez vaaz verenler bizleri de Müslüman kabul etmez. Biz doktora yapan, kariyer yapan başörtülü kadınlar bu televaizlere göre çoktan yoldan çıkmış Müslümanlarız. Kadının asli görevi analık ve çocuk doğurmak onlara göre."
Dünün güneşi ile bugünün çamaşırı kurutulmaz
"Şimdi gelelim bizim mahalleye hocam. Onlara göre de biz pantolon giyen, üniversiteye giden, üstüne üstelik bir de yüksek yapan (Yüksek lisans eğitimini kastediyor) kadınlar başımızı örtsek bile Müslüman sayılmıyoruz. Onlara göre de biz başını örten çıplaklarız. 'Müslüman bacım!' diye başlayıp evde kocasını bekleyen, çocuğuna bakan, bunlar içinde her zaman Allah'a şükretmemiz gerektiğini söyleyen bir 'bacı' rolü biçiyorlar bize. Allah aşkına hocam, yıllarca başörtüsü ile kamusal alana çıkma mücadelesi veren kadınlar bu erkeklerin biçtiği klasik fıkhın kalıplarına sığar mı?"
Bana baktı ve sustu, anlaşılan benden bir cevap bekliyordu. Haksız değildi "sığmaz" dedim. Mecellede ifade edildiği gibi; "ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz" dedim. Pek anlamamıştı galiba yüzüme baktı. Yani dedim, Mecelle'nin 39. maddesidir bu. Bizde kadın üzerine konan kuralların çoğu aslında nassın değil örfün belirlemesiyledir. Bu mecelle kuralı da der ki zamandan zamana, mekândan mekâna, bölgeden bölgeye, yöreden yöreye, meslekten mesleğe değişiklik arz eden örfe bağlı olan hükümler de zamana, mekâna göre değişir. Dünün güneşi ile bugünün çamaşırı kurutulmaz. Bu nedenle fıkhın da güncellenmesi gerekir.
"İşte Hocam! Ben de tam bunu diyorum. Ama bizim bu ağır abiler, ağır hocalar işlerine gelince her şeye fetva verirler, ama kadın meselesine gelince yok kaşını aldın, yok pantolon giydin demediklerini bırakmıyorlar. Kadın mısın? Müslümanlık bile zor hocam bizde!"
"Siz erkekler ne güzel, başörtünüz yok. Zaten giyim kuşam da maşallah, yanlış anlamayın sizi kastetmiyorum (bu arada biz az da olsa hoca kontenjanından yırttık sanırım) her türlü şeyi giyme, kullanma hakkınız var. Kaş aldırın, saç boyatın, dar paça renk rengârenk giyinin, size bu nasıl Müslümanlık diyen de yok. Bizim erkekler parça başı Müslüman olma hakkına sahipler. Dinden istediklerini alıp istediklerini dışarıda bırakabiliyorlar."
Başörtülü kadının ağır yükü
"Onlara Müslümanların yaptığı gayri ahlaki eylemlerin hesabını soran da yok. Çünkü çok kolay kamufle oluyor bizim erkekler hocam. Bir mütedeyyin erkek bir kadınla her yerde oturur, her yerde bulunur, ama ona dönüp bakan olmaz. Ama bir başörtülü kadının nereye oturacağı, nereye gireceği hala ciddi bir sorundur bu memlekette. Basına medyaya, sosyal medyaya düşersiniz hemen. Niye, başörtünüz var çünkü. Ya erkeğin iffeti, imanı yok mu hocam?"
Gözleri buğulanmıştı, sadece öfkeli değildi, çağın çelişkilerinin üstüne üstüne gelen dertlerinden de yorulmuştu. Din yorgunu diye tanımlamışlardı ya, aslında din yormamıştı onu, dinin temsili yormuştu belli ki. Ne yalan şöyleyeyim, o kadar haklıydı ki hocalık olmasaydı onunla oturup başörtülü kadının bu ağır yükü için ağıt yakıp ağlamak isterdim.
Ah biz erkekler her şeyi kendimiz için ne kolay hale getirdik. Akif'in dizeleri geldi aklıma: "Havassı maskara yaptık, avamı aldattık. Yıkıp Şeri'ati, bambaşka bir bina kurduk." Mütedeyyin erkekler için dünyanın tüm zevkini yaşamak o kadar kolay ki dindarlığımızın bir şiarı olmayınca, hayâ örtüsünü bırakınca, arkada yapmadık rezillik kalmıyor. Biz yapıyoruz, faturayı laik, seküler, dindar başörtülü kadına kesiyor.
Bazen düşünüyorum; her işlediğimiz günah, ahlaksız ve çirkeflik için Pinokyo gibi burnumuz uzasaydı, erkekler olarak ne yapardık? Dindarlığın yükü de kadınların üstünde galiba. Ben zihnimden bunları geçirirken, biraz nefes aldı arkadaş. "Umarım sıkmıyorum sizi" diye de ekledi. "Hayır, lütfen rahat olun dinlemek isterim sizi" diye biraz cesaretlendirdim kendisini.
"Biliyor musunuz, en çok bizim mahallede başörtülü genç kızlar mahalleyi terk etmek istiyor" dedi. "Aslında İslam'dan kaçmıyorlar" diye de devam etti, "sadece görünmez olmak istiyorlar" dedi. "Görünmez mi? Ne demek istiyorsun biraz daha açar mısın" dedim. "Erkekler gibi" dedi. "Tıpkı erkekler gibi dışarı çıktıklarında gündelik hayatın içinde damgalanmadan yaşamak istiyorlar. Onları ne laik, sekülerler ne de bizim ağır abiler, hocalar damgalasın istiyorlar. Renksiz bir hayat istiyorlar."
"Görünmez" ve "renksiz" bir hayat istiyorlar
Durdum ve inanın büyülendim. O kadar ilginç ve müthiş bir tanımdı ki "görünmez olmak" ve "renksiz olmak." Son zamanlarda başörtüsünü açan kadınlarla karşılaşıyor, hikâyelerini okuyordum. Birçoğunda aynı öyküyü duymuştum. Tüm bu öyküleri tanımlıyordu bu arkadaşın sözleri: "görünmez olmak" ve "renksiz olmak." FETÖ sonrası yaşanan ağır travma sonrası başını açan kadınlar da mütedeyyin kadınlar da "görünmez olmak" istiyordu. İslam ile hesaplaşmaları yoktu çoğunun aslında, onlara sunulan cemaat kimlikleri ya da mahallenin eskimiş fıkhı dar geliyordu. Ama asıl sorun onların sırtına vurulan temsil sorunuydu.
Başörtülü olmak sanki Türkiye'de yıllardır kutuplaşan tarafların tüm kavgalarını sırtlanmak anlamına geliyordu. Bu belki yaşı 50'lere ulaşmış olanlar için anlamalı olabilirdi, ama 80'leri yaşamamış, 28 Şubatları görmemiş gençler için bu yük ağır geliyordu. Onlar abilerinin yaptıkları yanlışların, ülkede yaşanan siyasi kavgaların hesabını vermek zorunda değildi.
Ne yalan söyleyeyim, bir de buna mahallenin parmak sallayan vaizleri katılınca iş hepten zorlaşıyordu. Müslümansan bizim dediğimiz gibi Müslüman olacaksınız, kapatacaksanız, bizim istediğimiz gibi kapanacaksınız, piyano çalmayacak, müzik dinlemeyecek, resim yapmayacak, pantolon giymeyeceksiniz. Siyah beyaz bir dünyaya nasıl hapsedebileceksiniz bu rengârenk başörtülü kadınları? Onlar bu köşeli siyah beyaz dünyanıza sığar mı sanıyorsunuz?
Kutuplaşma krizi
İHA'ları uçuran, yarının Türkiye'si için hayal kuran, mühendis, doktor, siyasetçi kadınlar olmak için hayal kuran bu gençler mahalleyi terk eder ama hayallerinden vazgeçmezler oysaki. Bunu görmeyenler için ortada bir kriz var, evet. Bunun deizm ya da din karşıtlığı, hele hele İslam karşıtlığı olduğunu sanmıyorum. Size anlattığım bu gerçek yaşanmış hikâye, ortada aslında bir tür kutuplaşma krizi olduğunu gösteriyor. Evet, inanın siyasal kutuplar keskinleştikçe o kutupların içinde kalan gençler için gündelik hayatı yaşamak zorlaşıyor.
Kutuplaşma karşılıklı fanatizmi besliyor. Fanatikler her mahallede daha çok alıcı buluyor. Fanatizm kültür üzerinde de öldürücü etki yapıyor. Gençler ise fanatizmin sınırlarına sığmayacak kadar akışkandırlar. Özellikle de sosyal medyanın ve internetin yaygın olduğu bir çağda gençleri fanatizmin keskin sınırlarına hapsetmek zordur. Sınırları zorlamak gençliğin devrimci dinamizmidir. Bu yüzden kutuplaştırıcı dil yeni dünyada gençleri kimliklendirmekte zorlanıyor. Bu durumda gençler büyüklerin kutuplaştırıcı dünyalarının duvarlarını aşan sarmaşıklara benziyorlar. Duvarlarımız, duvarlarınız çatlıyor ama onun sesi size dindarlık eleştirisi olarak geliyor olabilir.
Sanırım İran'daki gibi dünyayı kadınlar değiştiriyor. Ve kadınlar erkekler gibi görünmez olmak, kısacası hayatı yaşamak istiyorlar. Aşırı ideoloji yüklenmiş, kutuplaştırıcı, farklı hayat tarzlarını düşmanlaştırıcı kimliklerle anılmak istemiyorlar. Terk ettikleri iman değil, aksine onların imanının çok güçlü olduğunu görüyorum; çünkü Tanrı'nın onları terk etmeyeceğine iman ediyorlar. Onlar mahallenin ağır Hocalarının fıkhını terk ettiler sadece.
Bu başörtülü kadının içini açtığı dönüşüm entelektüel şüpheyi, ahlaki eleştiriyi, duygusal ıstırabı ve bir ideolojik kimlikten kopuşu kapsıyor. Ben bu gençlerin dinden duygusal olarak uzaklaştıklarını düşünmüyorum, onlar sosyal olarak uzaklaşıyorlar. Bu sosyal kopuş sadece dindarların mahallesinden değil; kanaatimce onlara kadın olmayı zorlaştıran laik ve mütedeyyin mahallelerden sosyal olarak kopuyor ve kendilerini daha gri alanlara atıyorlar şimdilik.
.
Hilmi Demir: NARSİSİSTİN ALAMUT’U, ALAMUT’UN TANRISI
Giriş Tarihi: 7.09.2023 15:15Son Güncelleme: 7.09.2023 15:15
Bir narsisist vaizin ateşe attığı bir geleceğin kurbanıyız. Din sosuna bulanmış narsisizm, gözyaşı ile kutsanmış kibir, hasır edebiyatı ile dikilen medya imparatorluğu ve holdingleşen inanç bizi bir daha aldatmamalı.
Şubat 2023'te Hatay ve çevre illerinde meydana gelen büyük felaket sonrası deprem konusunda Gülenist kült örgütün medyadaki temsilcileri tarafından yapılan şu yorum oldukça çarpıcıydı. "Kemal Karanfil" isimli Twitter hesabı üzerinden 15.02.2023 tarihinde yapılan paylaşımda; "Deprem biraz da bu zulümlerden dolayı oluyor! Keşke bilseler!" deniyordu. Yine Emre Uslu aşağıda görseli yer alan bir anket paylaştı. Her iki yorumda da Tanrı'nın Gülenist kült cemaate yapılanlara karşılık olarak Türkiye'yi cezalandırdığı iddia ediliyordu.
Açıkçası Gülenist külte intisap eden müritler depremin, kendilerine yapılanın intikamını almak üzere Tanrı'nın bir cezası olduğunu söylüyorlardı. Peki, ama neden Hatay, neden Gaziantep, neden Adıyaman? Bu önemli değil, zaten bunun hikmetini de bilemeyiz. Önemli olan depremin bir intikam olmasıydı. Peki, o zaman Tanrı Gülenist kültün müritlerinin intikamını neden masumlardan almıştı? Öyle ya bu depremde Gülencilere hiç dokunmayan binlerce masum can da gitti.
Aslında bu sorunun da o kadar önemi yoktu. Kült cemaatler bu tür sorularla hiç ilgilenmezler. Onların Tanrısı onlar için gerektiğinde tüm insanlığı yok edecek kadar onlara sadıktır. Evet, yanlış anlamadınız Tanrı'nın bir cemaat ve liderine sadakatinden bahsediyorum. Biliyorum aslında kulun Tanrı'ya sadakatinden bahsetmem gerekir ama maalesef bir kült cemaat için Tanrı-kul ilişkisi oldukça narsisisttir.
Kült yapılarda lider ve cemaat kendini dünyanın merkezinde gördüğünden etrafında olup biten her şeyin kendisi için meydana geldiğine inanır. Tanrı bile aslında kült liderin emrini yerine getirmekle görevli bir memur gibidir.
Sadist bir süperego sahibi
Tanrı, Gülen için yalnızca şimdi tarih sahnesine çıkmamıştır. Aslında Gülen'i korumak için Tanrı her zaman hazır ve nazırdır. Onun için masumları cezalandırmaktan asla geri durmaz. Mesela Varlığın Metafizik Boyutu adlı eserinde bir kampta kendisini takip etmek için görevli olan sivil polislerin mucizevi bir şekilde trafik kazası geçirerek cezalandırıldığını anlatır. Bunu rüyasında gördüğünü ve sahabenin kendisine haber verdiğini söyler. Sonra bu rüyayı yorumlayarak "Siz inayet ve koruma altındasınız" der. Yani sadece kendisi değil ona inananlar da aslında koruma altındadırlar. Korunmuş bir cemaate kim dokunabilir ki!
Narsisistler, özdeğerleri ve önemleri hakkında aşırı derecede abartılı bir görüşe, gerçekten şaşırtıcı bir benmerkezciliğe ve yetki duygusuna sahiptirler. Kendilerini evrenin merkezi, kendi kurallarına göre yaşamakta haklı olan üstün varlıklar olarak görürler.
Gülenist kültün lideri de kendisini Tanrı'nın seçtiğine inanır. Bunun için kullandığı metafor oldukça ilginçtir: Prizma. Kitaplarında da başlık olan bu metafora göre Tanrı onu seçmiş ve prizma olarak kullanarak ışığını yansıtmasını istemiştir.
Fasıldan Fasıla 4 adlı eserinde aynen şöyle der: "Şayet Allah, kendi katından göndermiş olduğu bir kısım ışınları, onun üzerinde kırıp başkalarına yansıtıyorsa, bu yüce ve kutsî iş için o insanın, kendisini seçen Rabbi'ne karşı şükran duyguları ile iki büklüm olması gerekmez mi?" (2009, s. 108)
Düşünsenize hayatınızdaki tüm seçimlerin ve kararların kendi seçimleriniz değil Tanrı'nın sizin adınıza yaptığı seçimler ve kararlar olduğuna inanıyorsunuz. Yaptıklarınızdan dolayı birileri zarar görse vicdan azabı çeker misiniz? Tabii ki hayır. Çünkü bunları siz değil Tanrı yapmıştır ve Tanrı o insanlara o kaderi hak gördüyse ne yapabilirsiniz ki?
Hapse girenler, cezaevinde yıllarını çürütenler, malını ve geleceğini kaybedenler hepsi Tanrı öyle istediği içinse Gülen ne yapabilir ki? Ne kadar ilginç; bir narsisist liderin ülkeyi ele geçirmek için oynağı kumarı bile Tanrı'nın seçimi diye manipüle etmeyi başarabiliyorsunuz. Çünkü Narsisist, sürekli yargıda bulunan sadist bir Süperego tarafından kuşatılır.
"Ben yoksam yansın dünya"
Narsisist kendini dünyanın merkezi olarak kabul eder. O sadece "kendi" dünyasının merkezi değildir, o tüm dünyanın merkezidir. Bu Arşimet yanılsaması, narsisistin en baskın ve her yere yayılmış bilişsel çarpıtmalarından biridir. Narsisist, etrafındaki tüm olayların kaynağının, en yakınlarının veya en sevdiklerinin tüm duygularının kaynağının, tüm bilgilerin kaynağının hem ilk hem de nihai nedenlerin, başlangıç ve sonun kendisi olduğundan emindir. Bu yüzden de bunun kendi dışında üst bir gücün elinde olduğu imajını verir. O olmazsa dünya yok gibidir.
Narsisist bireyler, çoğu insanda olduğu gibi işleyen bir vicdandan yoksundur. Vicdan, seçimlerimizin sonucu olan eylemde ahlaki olarak doğru ya da yanlış tarafta olduğumuzu bize söyleyen bir iç ses olarak hizmet eder. Oysa bunlar için hatalı bir seçim asla mümkün olmadığından vicdanları bile ölüdür. Düşünsenize depremde ölen çocukları bile kendileri için Tanrı'nın bir cezası olarak öldürdüğüne inanacak kadar arsızlar. Tanrı onlar için bir böcek gibi yok etmiştir insanları çünkü kendi dışındaki insanların böcekler kadar değeri yoktur.
Özür dilemezler, pişman olmazlar, yanıldıklarını kabul etmezler, "bilmiyorum bana sormayın" demezler. Hesap vermezler. Siyasi karizma ile kült karizma arasındaki fark de buradadır. Siyaset adamı her sandık önüne geldiğinde onay alır ve hesap verir. Oysa kült lideri Tanrı seçmiştir ve Tanrı'nın seçimini sorgulamak kimin haddinedir ki! Prizmanın kendisi yoktur o sadece kendisine geleni yansıtır. O prizma başımıza ne belalar açtı işte!
Gülen'in vaaz kürsüsünde "Bağışlayın bu arada çok fena kriz tuttu beni" sözleri sonrası yüzü solar, gözleri kısılır ve ileri geri esnemeye başlar. Cemaat ayağa kalkar, hocaefendilerine bir şey olacak diye feryat figan ağlamaya başlarlar. Vaazlarındaki bu sahneleri hatırlayanlar fani bir ölümlünün değil seçilmiş bir Tanrı'nın elinin aralarında gidecekmiş gibi insanların derin bir krize girdiğini hemen fark eder.
Oysa Hz. Muhammed'in öldüğü bir dünyada Gülen ölmüş nedir ki! Onun ölümüne dayanılmayan bu ruh hali, bu cezbe hali narsisist arzın olmadığı durumlarda narsisist kimliğin nasıl parçalanabildiğini gösterir. Narsisist kişilik fark edilmediğinde kendini boş ve değersiz hisseder. Narsisist, ısrarla diğer insanların dikkatlerinin, niyetlerinin, planlarının, duygularının ve oyunlarının odak noktası ve nesnesi olduğuna inanarak kendini kandırmalıdır. Narsisist, kesin bir seçimle karşı karşıyadır: Ya dünyanın kalıcı merkezi olmak ya da olmayı tamamen bırakmak.
Gülen yoksa narsisist kimlik de yoktur. Bu yüzden kült karizmanın narsisizmi cemaat ve grup içi narsisizme dönüşmüştür. Gülen yoksa cemaat kimliği bir buz kalıbı gibi dağılacak ve parçalanacak, değersizleşecektir. Bu yüzden Kült yapı içinde herkes karizmanın narsisizmine sıkı sıkıya bağlı kalıyorlar.
Mütevazı kibir
Mütevazılıkla kibir bir arada olur mu diye düşünebilirsiniz. Narsisist kült karizmatik liderlerin en önemli özelliği yaşadıkları mütevazı bir dünyanın arkasına koskoca bir kibri saklayabilmesidir. 11 Aralık 1931'de Hindistan'ın Kuchwada diye bilinen yoksul bir köyünde doğan ve sonradan Osho ismini alan Shree Rajneesh'ın hayatına bakın.
Sade bir şekilde müritleriyle yaşadığı ABD'de Oregon şehrinde 64 bin dönümlük çiftliğinden sızanları okuyun. Bu çiftlikte kalan Hugh Milne, "Bu 20 bin kişi, öyle sadece dergi satın almıyordu. Bu insanlar evlerini, ailelerini terk etmişlerdi, sahip oldukları her şeyden vazgeçmişlerdi ve haftada 60 ila 80 saat, tek kuruş almadan çalışıp yatakhanelerde konaklıyorlardı. Ona bu derecede bağlıydılar" diyerek anlatmaktadır yaşadıklarını.
Hugh, Bhagwan'a yani Osho'ya boşuna "Seks Gurusu" denmediğini, zira hep cinsel içerikli konuşmalar yaptığını ve kadın müritleriyle yattığının da gayet bilinen bir gerçek olduğunu söylüyor. Bir manastırın içinde kadınların maddi ve bedensel sömürüsünü nasıl da saklamıştı yıllarca.
Kült karizmanın narsisist kişiliği "hiçbir şey istemiyorum, dünyada hiçbir şeyim yok, bir hasır üstünde yatıyorum" derken devasa bir medya patronu olur. Münzevi bir yaşam çoğu kez narsisist kişiliğin saklandığı bir mağara gibidir. Oraya sızmayan ışık içinde korkunç bir kibri büyütür. Dünyanın en acımasız katilleri genelde oldukça soğukkanlı ve ilk bakışta seçilemeyen bir mütevazılık taşırlar.
Oysa gerçek hiç böyle değildir. Açgözlü biçimde bütün gücü emmek ister. Askerin, polisin, yargının, mülkiyenin devletin tüm güç aygıtlarının içine bir dini cemaat neden sızsın ki değil mi? Mütevazı ve dünyadan el etek çekmiş münzevi bir vaiz internet sitesinin ismini neden güç istencinin sembolü olan yarı tanrı bir Yunan mitolojisinin kahramanı olan Herkül koysun ki? Aslında peşinde olduğu şey tam da budur narsisist karizma bir vampir gibi güç peşinde koşmaktadır ve devletin güç aygıtlarını ister.
Katlanılan fedakârlıklar ele geçirilecek büyük bir güç için saklanılan mağara gibidir. Kült karizmanın narsisizminden aslında bir Herkül doğmuştur. Toplumun genç nesillerini kendi güç istenci peşinde karınca gibi ezip geçen, en iyi beyinleri Afrika'daki adı bilinmeyen bir okulda öğretmenliğe mahkûm eden bir narsisist vaizin ateşe attığı bir geleceğin kurbanıyız. Bu yüzden içimizdeki narsisistleri iyi tanımak zorundayız. Din sosuna bulanmış narsisizm, gözyaşı ile kutsanmış kibir, hasır edebiyatı ile dikilen medya imparatorluğu ve holdingleşen inanç bizi bir daha aldatmamalı.
.
Hilmi Demir: KATI LAİK VE KABA SOFTANIN ARASINDA: MÜTEDEYYİN KADININ İMTİHANI
Giriş Tarihi: 20.09.2023 11:18Son Güncelleme: 20.09.2023 11:51
İki aşırı uç çizgide de olsalar katı jakoben laikler ile kaba softa radikal dindarlar başörtülü, mütedeyyin kadının kamusal alandaki varlığını bir tehdit olarak kodlamada uzlaşabiliyorlar. Her iki tarafı da korkutan şey kendi iddialarının aşınması aslında.
Kadın meselesi sadece muhafazakârların değil, uzun süre katı jakoben laiklerin de temel sorunu oldu. Modernleşme teorileri çoğu kez önce kadını modernleştirmekle işe başladı. Muhafazakâr, mütedeyyin örtülü kadın genelde modernleşmeye giden yolda önemli bir engel olarak görülmüştü. 28 Şubat sürecinde başörtülü kadınların eğitim hakkına konan uzun süreli engeller bunun en açık göstergesi. Bugün hala Fransa gibi katı laik uygulamalar başörtülü kadınların kamusal alanda görünür olmasını içine sindirebilmiş değil.
Bu madalyonun bir de karşı tarafı var; muhafazakâr mahallelerde yer tutmuş kaba softa dindar çevreler de benzer biçimde kadının kamusal alanda görünürlüğünden rahatsız oluyorlar. Ne kadar ilginçtir ki katı laikler başörtülü kadının kamusal alanda dindar kimliği ile görünür olmasını modernleşme karşıtı bir eylem olarak okuyorsa, bu kaba softa çevreler de çağdaş mütedeyyin kadının kamusal alanda kadın kimliği ile görünürlüğünü din için bir tehdit olarak görüyorlar. İki aşırı uç çizgide de olsalar katı jakoben laikler ile kaba softa radikal dindarlar başörtülü, mütedeyyin kadının kamusal alandaki varlığını bir tehdit olarak kodlamada uzlaşabiliyorlar. Her iki tarafı da korkutan şey kendi iddialarının aşınması aslında.
Laiklik elden gidiyor mu?
Katı jakoben laiklerin modernleşme teorileri, dinin kamusal alandaki görünürlüğünün azalması gerektiği üzerine kuruludur. Buna göre toplum laik-seküler oldukça din önemini ve etkisini azaltacaktır. Mütedeyyin, örtülü kadın kimliği bu teoriyi anlamsız kılmaktadır. Hem dindar hem eğitimli, mühendis, siyasetçi, yönetici kadın kimliği, katı jakoben laik kuramın zayıflamasına, yerine daha ılımlı bir sekülerlik kuramının tartışılmasına imkân tanımaktadır. Mütedeyyin kadının kamusal alanda görünürlüğü dinin aslında kamusal alandan tamamen çekilmeyeceğini, modernleşme ile dindarlığın yan yana bulunabileceğini göstermektedir. Muhtemelen katı jakoben laiklerin mütedeyyin kadına yönelik öfkelerinin arkasında da yıllarca savundukları tarihin ilerleyişi tezinin sonuna geldiklerini görmenin hıncı var. Aslında laik modernleşme tezi, Müslüman muhafazakâr modernleşme tezi tarafından yerinden edilmektedir. Bu tıpkı bir zamanlar "din terakkiye manidir" tartışmaları kadar eski bir pozitivist bilim anlayışına yaslanır.
Bilimsel ilerleme tezinin laik versiyonu dindarlıkla modernleşmeyi birbirine zıt kabul etmiştir. Toplumların modernleştikçe dinin terk edileceği ya da görünür olmaktan uzaklaşacağı tezi, katı jakoben laikliğin ana tezlerinden biri ola gelmiştir. Oysa dünyadaki birçok örneğinde görüldüğü gibi, ABD, Güney Kore, Malezya, Hindistan'da olduğu gibi, dindarlık modernleşmeye, kalkınmaya ve refaha engel olmaktan öte onu destekleyen bir motivasyon kaynağı da olabilmektedir. Ayrıca din ve dindarlık görünümleri dünyanın her yerinde kaybolmamakta, aksine daha fazla öne çıkmamaktadır. Sanırım yenilmişlik travması, katı Jakoben laik kesimlerde din ve dindara karşı hınç ve öfkeyi daha da kışkırtmıştır. Bu da değişimi anlamak yerine onu bastıma telaşına kapılmalarına yol açmıştır. Türkiye'deki mütedeyyin, başörtülü kadına yönelik bu sert ve katı politikaları biraz da bu gözle okumak gerektiğini düşünüyorum.
Sonuçta başörtülü kadının, eğitim ve siyasette temsil hakkını elde etmesi ile Türkiye'de laiklik erimemiş, aksine bence daha da meşruiyet kazanmıştır. Bugün kamuoyu araştırmalarında açıkça görüldüğü gibi hem demokrasi hem de laikliğe olan kamuoyudesteği daha da yükselmiştir. Söz gelimi Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) tarafından 2016'da yapılan Radikalleşme çalışmasında laikliğe olan destek yüzde 74,8 iken bu destek 2020'de yüzde 80,8'e çıkmıştır. Dindar, mütedeyyin kadının başörtüsü ile mecliste temsil edilebilmesi, kamusal alanda bulunması devletin kuşatıcılık ve kapsayıcılık ilkesini göstermesi olarak anlaşılmış ve Cumhuriyetin temel ilkelerinin meşruiyetini genişletmiştir.
Katı jakoben laikliğin kenardan merkeze doğru gelebilecek her türlü iktidar talebini irtica olarak kesmeye çalışmasının arkasında da kendini devletin asli sahibi görme iç güdüsü vardır. Muhtemelen bu başörtülüler neden Cumhuriyeti sahipleniyorlar diye de öfke duymuyor değiller. Ama sonuçta Türkiye büyük zaman kaybederek bu kendi modernleşme, muasır medeniyet seviyelerine doğru ilerleme yolunda önemli bir eşiği geçmiş oldu. Ve bu eşik aslında uzun süre eğitim hakları gasp edilen, demokratik eylemlerle mücadelelerinden asla taviz vermeyen başörtülü kadınların kendi azim ve gayretleri ile kazanıldı. Bu yüzden de tüm saygı ve onuru hak ettiklerini söylemeliyim.
Din elden gidiyor mu?
Şimdi gelelim madalyonun diğer tarafına. Türkiye'de deizm ya da dindarlığın gerilemesi, boşanmaların artması, namus gibi tartışmaların sürekli mütedeyyin kadınların görünürlüğü üzerinden yapılmasını nasıl anlamayız? Aslında dindar, muhafazakâr mahallenin içinde sofu, katı erkek egemen bir grup tıpkı katı jakoben laikler gibi başörtülü kadının bu yeni ve güçlü temsilini sahip oldukları dini tutum ve siyasi hedefler açısından bir tehdit olarak görüyorlar. Öncelikle teolojik olarak bu kesimlerin din yorumu ile katı jakoben laiklerin bilim yorumu arasında çok yakın bir benzerlik bulunduğunu belirtmeliyim. Her ikisi de tarihin içindeki kuralları değişmez, sabit özler olarak anlıyorlar. Birisi tarihin tek tip ve tek biçimci bir modernleşme kuramı olduğuna iman ediyorsa diğeri de tarihte tek tip bir Müslümanlık biçimi ve hayat örneği olduğuna iman ediyor. Birisi pozitivist jakoben diğeri de metin-söz merkezli bir din yorumuma sahip. Bugünkü hayat ona sığmadığında yorumlarını genişletmek yerine hayatı geçmişin kalıplarına sığdırmak için budamayı dini korumak olarak anlıyor.
Anlamadığı şey Prof. Dr. Yunus Apaydın hocamızın dediği gibi "Din ve Şeriat koymak Şâri'in işi, fıkhetmek ise bizim işimizdir." İslam dünyasındaki tartışılan birçok konunun kaynağı Şâri'nin dediğinden daha çok Fâkihlerin koyduğu fıkıhtan kaynaklıdır. Fıkıh Fâkih'in tarihsel şartlarıyla kayıtlı olduğundan birçok çıktısının (fetva) her yeni şartta yenilenmesi de gerekir. Bugün en temel sorunumuz Fıkhın çıktılarının Şâri'nin koyduğu din gibi sabit kabul edilmesidir. Bu sofu ve katı dindarlar Fakihlerin belli şartlarda oluşturduğu ataerkil fetva dilini bugünün şartlarına olduğu gibi uyarlamaya çalışmak ve bunun dışına çıkan her örneği de din elden gidiyor diye anlamaktır.
Kaba softalara göre kadını sokakta görmesek tüm sorunlarımız çözülecek gibi. Kadın evin baş köşesinde erkeğini bekleyen bir sultan olmalı. Oysa duvarların içinde de kadın tarih boyunca farklı şekillerde de olsa kendi varlığını göstermişti. Abbasi saraylarındaki kadınları düşünün hangisi güç ve iktidar kullanmıyordu ki? İbn al Sâ'î bize içinde şairleri, ud çalanları, erkeklerle şiir yarıştıran Abbasi sultanlarının eşlerini ve cariyelerini nakleder. Aslında kadını içeride tutmak isteyenler hangi kadını diye sormalı. Onlar aslında statü sahibi kadınların dışındakiler hakkında konuşurlar. Sultanların kadınları hakkında konuşmak da pek onlara düşmez. Aslında kadın tarih boyunca görünür olmayı başarmıştır. Şecerüddür gibi savaşan taht sahibi kadın, Sebe Melikesi gibi Kur'an'da hikmet ve güç verildiği için övülen kadın; Müslim'in (261/874), Tabakat'ında tabiînden olarak saydığı Muhaddis kadınlar. Sorun şimdi toplumsal sınıfların daha iç içe geçtiği modern hayatın yıktığı geleneksel statü duvarlarının olmayışıdır. Okur yazarlığın artması, metropol şehirlerin kurulması, okullaşma, kadının emek iş gücüne katılımı ile şimdi dün sarayda sahip olan hakları bugün tüm kadınlar talep ediyor.
Kadınlar olmasa!
Maalesef modernizm karşısında yaşadığımız her krizi ve çözemediğimiz meseleleri kadın üzerinden tartışmak kolaycılığı alışkanlık hâline geldi. Üzerimizden bir çığ gibi gelip geçen modernizmin, teknolojinin ve üretim biçimlerinin dayattığı değişimi, geleneğin yitirilişini mütedeyyin kadının giyimi, davranışı ya da çalışmamasıyla çözebilseydik, eminim kadınlarımız sokağa bile çıkmamaya rıza gösterebilirdi. Oysa yaşadığımız sorunlar kadın meselesinden çok daha ağır ve girifttir. Söz gelimi Türkiye'de artan boşanmalarda kadının rolü nedir biraz düşünelim isterseniz. "Kadın çalışıyor, bu yüzden de boşanmalar artıyor" diye oldukça sathi bir mantığa teslim oluyorlar. Oysa hem Türkiye hem de dünyadaki veriler boşanmaların artması ile kadının çalışması arasında nedensel bir bağı kanıtlamıyor. Küresel ölçekte boşanmalarda ciddi bir artış var. 1960'tan günümüze dünyada boşanmalar yüzde 251 artmış.
Boşanma konusunda Türkiye'de akademisyenler ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı çok ciddi çalışmalar yapıyorlar. Kimler boşanıyor, diye bir soru sorduğumuzda boşanma sebeplerinin arasında ilk sıralarda "zina", "aldatma", "terk" "aile içi şiddet" geliyor. Çalışan kadının daha fazla boşandığına dair elimizde ciddi bir kanıt da yok. Yani kadın çalıştığı için değil, kocası tarafından aldatıldığı veya terk edildiği için boşanıyor. Boşanmaların en temel sebepleri sadakat, hayâ, güven ve namus sorunları. Özellikle de namusun sadece kadına has bir şey olmadığını, erkeğin de namusu olduğunu öğretebilseydik boşanmalar daha az olabilirdi. Oysa biz namusu da sadece kadın üzerinden tartışmayı önceliyoruz. Pantolon giyen başörtülü kadına yönelik hassasiyetimizi erkeklerin namusu üzerinde göstermiyoruz. Ahlâkî değerlerin toplumun bir kesimine ya da bir cinse ait algılanışı, insanı değersizleştirir ve toplumda ahlâksızlığın meşrulaştırılmasına yol açar.
Sadakati, iffeti, hayâyı ve namusu yalnızca kadına ait değerler olarak görmek ve kadından beklemek İslam ahlâkına yapılabilecek en büyük zulümdür.
Daha da kötüsü Hazreti Peygamber'in yerdiği cahiliye âdetidir. Cahiliye şiirlerinde erkek ve kadına biçilen rollere baktığımızda bunu çok daha iyi anlarız. Döneminin ünlü şairlerinden eş-Şenferâ karısının evde onu beklemesiyle, dışarı çıkmayıp namusuyla evde oturmasıyla övünür. Buna karşılık cahiliye şiirlerinde erkek için övünülecek durumlar; savaşçılık ve herkesi yedirmesi içirmesidir. İslam gelmeden önce erkeğin namus, iffet ve hayâsından pek bahsedilmezdi.
İslam'da cinsel ahlâk anlamında namus değil ama "ırzı korumak" kavramı kullanılmaktadır. Cinsel dürtünün ahlâkî kontrolü anlamında "ırzı korumak" ise Kur'ân'da kadın için değil tüm müminler için bir ilke olarak karşımıza çıkar. Mü'minûn suresinde bu durum tam olarak şu şekilde ifade edilir: "Felâha ulaştı o mü'minler, ki onlar, namazlarında saygılıdırlar, boş şeylerden yüz çevirirler, zekâtı verirler ve ırzlarını korurlar… Ve o mü'minler emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler."
Hayatın içinde var olmak istiyorlar
Mütedeyyin kadınların siyasal alandaki kazanımlarını özellikle dini akademi alanında da tahkim etmeleri kaçınılmaz görülüyor. Türkiye'de ilahiyat ve fetva alanı erkek egemen olmaktan çıktıkça kadın ulema sınıfı bu alanı doldurdukça kadın tartışmalarında dini söylemin tehdit dili de azalacaktır kanaatindeyim. Çünkü bu maskülen fetva dili dünyanın birçok yerindeki kadınları boğuyor. Kadınlar aslında İslam içinde bir hayat yaşamak istiyorlar. Oysa bu maskülen fetva dili onları hayatın dışına atıyor. Onlara ya evlerinde oturmaları ya da örtüden çıkmayı teklif ediyor. Oysa onlar örtüleri ile Müslüman mütedeyyin bir kadın olarak hayatın içinde var olmak istiyorlar. Tıpkı erkekler gibi. Bunu da ancak kadınlar şimdi dini bilgi alanında mücadele ederek kazanabilirler. 28 Şubat gibi üzerlerine çöken bu maskülen fetva dilinden korkar ve kabuklarına çekilirlerse kendi kızlarını da ikna edemeyeceklerini hatta onların dindar olarak kalabileceklerini sanmıyorum.
Katı Jakoben laikler ile kaba softalar arasına sıkışan kadın dindarlığı kendini yolunu yine kendi çabasıyla bulmak zorundadır. Malezya, Endonezya gibi İslam ülkelerinde yaygın olan kadın müftü ve hakimler Türkiye'de neden olmasın? Erkek egemen İslam Âlimler Birliği'nde temsil edilmeyen kadın âlimler kendi birliklerini neden kurmasınlar? İslami bilgi alanı artık kadın ulemâların kendi sorunlarını konuştukları ve kendi fetvalarını aradıkları bir alan olmalıdır. Unutmayalım ki İslam dünyası düşünce krizini ve kendi modernleşmesini kadınların katkıları olmadan aşamaz. Türkiye'de mütedeyyin başörtülü kadınların siyaseten başarılarını şimdi entelektüel alana taşımaları gerekmektedir. Yoksa kaba softalar ve sınırda bekleyen jakoben laisizm tüm kazanımları almak için hınçlarından asla vazgeçmeyeceklerdir.
.
Hilmi Demir: ETNO-DİNCİ FAŞİZMİN “KUTSAL ULUSU”
Giriş Tarihi: 8.01.2024 10:56Son Güncelleme: 8.01.2024 10:59
Tanrı’nın sizi belirli bir amaç için özel olarak yarattığına inandığınızda size karşı gelen her kesim “biz”in “öteki”si haline gelir. Öteki sadece düşman değildir artık. Daha kötüsü Tanrı’nın planına karşı gelen kötüdür, yani şeytandır.
21. yüzyıl insanlık tarihinin oldukça ilginç çelişkilerine sahne oluyor. Dünyanın bir kısmı AI'ın yani yapay zekânın hayatımızı nasıl değiştireceğini konuşurken dünyanın diğer bir kısmı da kıyameti bekleyen kehanetlerle boğuşuyor. İsrail'de Kutsal din adamları Şofar'larını* çıkarmış Tanrısal krallığın çağrı borusunu çalıyorlarmış gibi Tekia'yı* üfleyerek Gazze'de masum kadın ve çocukları katlediyorlar.
13 Eylül 1993'te Beyaz Saray'ın bahçesinde ABD Başkanı Bill Clinton, İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nün (FKÖ) Başkanı Yasir Arafat ile bir fotoğraf karesinde Oslo'da bir araya gelmişti. Oslo Anlaşması sonrası 4 Kasım 1995'te Başbakan İzak Rabin bir suikasta kurban gitti. Öldüren bir Filistinli değildi, aksine Yahudi dindar faşist Yigal Amir'di. Mahkemede Amir kendisinin akli dengesi olmadığını iddia ederek daha az ceza alabileceğini söyleyen avukatlarının teklifini reddetti. "Ben İsrail halkını yok olmaktan kurtardım" dedi. Eylemi tek başına mı yaptığını soran mahkemeye de "Tek başıma hareket ettim ama Tanrı'yla birlikte. Araplar her bakımdan bizim antitezimizdir. Onlarla barış içinde yaşayamayız." diyen Amir, "Sınırlarını Tanrı'nın çizdiği bu toprakları kanunlar asla bizden alamaz" düşüncesindeydi.
"Tanrı, Holokost aracılığıyla mesaj yollamıştır"
Kıyametçi kurtuluş inanç sistemlerine bağlılık ve aidiyet maalesef kolaylıkla hoşgörüsüzlüğe, ayrımcılığa ve şiddet içeren eylemlere yol açabiliyor. Etno-dinci faşizm kurtuluşu toprağa bağlı kutsal bir ulus mitolojisinde buluyor. Bu bağlamda "etnik" terimi, ırk, tarih veya kültürle iç içe geçiyor ve bir
coğrafi bölgede kendi siyasi kimliğinin kaderi ile Tanrı'nın planını birbirine bağlıyor. Din, bireysel ve grup kimliğinin güçlü bir kaynağı olarak işlev görüyor. Bu yüzden de hiçbir gücün Tanrı'nın kendilerine bahşettiklerine inandıkları kutsal krallığın mabedinin tekrar inşa edildiği İsrail'i onlardan alamayacağına inanıyorlar.
Kutsal dinlerde bağışlayıcı ve merhamet eden Tanrı figürü, yerini bir gün mutlaka iktidarını kuracak Tanrı figürü ile yer değiştirdi. Kutsal kitaplarda
Tanrı'nın mahkemesi öldükten sonra kurulacakken Apokaliptik mitler bu yargılamayı bu dünyaya getirdiler. Etno-dinci faşizm bu dünyada vaat edilen krallığın yani cennetin insani araçlarla tesis edileceğine inanmaktadır. O halde Tanrı'nın planına yardım edilmelidir. Bu yüzden 1984'te Arap yolcularla dolu beş otobüsü havaya uçurmayı kafaya koymuş bir komployu zar zor önlediklerinde ve Kudüs'teki kutsal cami Kubbet- üs-Sahra'yı havaya uçurmaya yönelik daha önceki girişimi İsrail polisi durdurduğunda arkasından Müslüman bir örgütün değil de, Batı Şeria'da Yahudi yerleşim yerleri kurmaya kararlı dinci faşist grup olan Gush Emunim üyeleri çıktığında çok da şaşırmadık. Sonuçta Gush Emunim, Zvi Yehuda Kook'un öğrencileri tarafından Şubat 1974'te kurulmuş kıyametçi bir etno-dinci faşist örgüttür ve tüm amacı kutsal topraklarda vadedilen krallığı kurmaktır.
Kook, yurtdışındaki tüm sinagogların ve Talmud merkezlerinin kutsallığının kalıcı olmadığına inanır. Dünyadaki tüm Yahudilerin İsrail'de birleşmesi gerektiğini iddia eder. Yehova, İsrial'i Yahudilerin yurdu olarak seçmiştir. Yahudiler Yehova'nun öz çocuklarıdır. Holokost bu yüzden Tanrı'nın bir uyarısıdır. Yahudiler kutsal topraklara dönmeyi reddettikleri için Tanrı Holokost aracılığıyla mesaj yollamıştır. Yahudileri İsrail'e dönmeleri konusunda bir uyarıdır Holokost.
Tanrı tarafından seçildiklerinden başlarına gelen her şey de Tanrı'nın bir mesajı olmalıdır. Tanrı'nın sizi belirli bir amaç için özel olarak yarattığına inandığınızda size karşı gelen her kesim "biz"in "öteki"si haline gelir. Öteki sadece düşman değildir artık. Daha kötüsü Tanrı'nın planına karşı gelen kötüdür, yani şeytandır. Bu şeytanlaştırma sadece dışarıya değil, iç gruptakilere karşı bile şiddeti kışkırtır.
"Tanrı'nın kutsal amacına giden her yol meşrudur"
İsrail'de toprakları yeni Yahudi yerleşimine açmak için çabalayan etno-dinci faşist güçler İsrail yargısının Arap yerleşimciler lehine verdikleri kuralları açıkça uygulamayacaklarını, laik yasalara uymaları gerekmediğini ilan etmişlerdir. Gazze Şeridi'nin güneyindeki 17 İsrail yerleşiminden oluşan Gush Katif adıyla bilinen yerleşim yeri Ağustos 2005'te İsrail Kabinesi'nin aldığı bir kararın ardından İsrail ordusu tarafından boşaltılmış ve 8 bin 600 Yahudi sakini zorla evlerinden çıkartılmıştı. Bu dönemde Gush Emunim şu bildiriyi yayınladı: "Dini emirlerin demokratik, seçilmiş bir hükümetin kararlarına karşı açık bir üstünlüğü vardır. Bir Yahudi devletinde dini ilkelere aykırı davranan bir hükümete yer yoktur. İsrail Topraklarına yerleşmek en önemli dini ilkelerden biridir ve bu nedenle hükümetin, İsrail Devleti'nin kontrolü altındaki bölgeleri tahliye etme hakkı yoktur."
İlginçtir ki DEAŞ gibi İsrail içindeki etno-dinci faşist Gush Emunim de demokrasiyi Tağut olarak kabul ettiğini ve tanımayacağını ilan etmişti. Etno-dinci faşizm totaliter bir sistemdir ve ancak totaliter bir Tanrısal gücün yeryüzünde kuracağına inandığı bir krallık hayal eder. Zira etno-dinci faşist siyaset, kamusal yaşamı ulus adına değil, Tanrı adına dönüştürmeyi amaçlar.
Motti Inbari, Messianic Religious Zionism Confronts Israeli Territorial Compromises adlı eserinde Ocak 2008'de İsrail Polisi, başlattıkları hukuka aykırı bir yerleşimin tahliyesi sırasında tamamı İsrail Toprakları Gençlik hareketinin üyesi olan on yedi yaşındaki yedi kızı tutukladığını yazar. Kızlar, İsrail yasalarının meşruiyetini veya mahkemenin otoritesini kabul etmediklerini iddia ettikleri için üç hafta boyunca gözaltında tutuldular. Kızlar serbest bırakılmalarının ardından yapılan bir röportajda, "Tevrat'ın yöntemleriyle eğitildik ve bizim de bu yöntemlere göre yargılanmamamız için hiçbir neden yok" demişti.
Ne kadar ilginç değil mi; dünyanın neresinde olursa olsun etno-dinci faşizmin demokrasiye karşı tavrı hep aynı: "Tanrı'nın yasaları" insan eliyle yapılan yasalara uymamızı reddediyor. Peki, o "Tanrı'nın yasaları" çocukları, masum sivilleri öldürmenizi nasıl izah edebiliyor? Çünkü Tanrı'nın kutsal amacına giden her yol meşru kabul ediliyor. O yola karşı önüne çıkan insanlar Netanyahu'nun dediği gibi insan değil "vahşi hayvan"lar olarak kabul ediliyor.
Dinci faşizmin krallığında kimseye yer yok
Etno-dinci faşizm ulusun kaderini Tanrı'nın kaderi ile birleştirdiğinden düşmanlarını kozmik bir savaşın tarafı olarak kabul eder. Söz gelimi Haham Meir Kahane, üç bin yıl önce Mısır'dan göç sırasında Firavun'un aşağılanmasıyla başlayan tarihi süreci bugün İsrail'in kaderine bağlayarak Tanrı'nın Yahudi olmayanlardan intikam alacağından bahseder. Kahane, "Yahudiler savaştayken Tanrı'nın adı yücelir" diyerek "Tanrı'nın her zaman İsrail'in düşmanlarına karşı savaştığını" söyler. Tanrı'nın meydana indiği bir savaşı kim kaybedebilir ki! Böylece Tanrı bir kez daha kamusal alanda dimdik ayaktadır. Siyaset dini bir görev haline gelir.
Dinci faşizm için ulus-devlet ilahi olanın bir aracıdır. Din yalnızca bir doktrin, bir dizi mit ya da bir ritüeller bütünü, ahlaki bir emir değildir; dinci faşistler
için din dünyayı yeniden yaratmayı arzuladıkları mantığına göre kurumsal bir alandır. Din, kutsal alanların ve ritüel alanlarının yanı sıra toplum merkezleri, dernekler, okullar, hastaneler, mahkemeler ve hayır kurumlarından oluşan bir ağdır. Din, yalnızca harekete geçilebilecek bir toplumsal alan sunmakla kalmaz, aynı zamanda içinde alternatif bir toplumsallık vizyonunun hayal edilip önceden şekillendirilebileceği somut bir kozmos da sunar.
Dini faşistler hem bir yönetim modeli hem de milleti oluşturan temel birim olarak ilahi yaratılışın bir aracı olarak anlaşılan inanç temelli bir ulus yaratmak isterler. Seküler-laik ulus inşası başarısız olmuştur, şimdi sıra Tanrı'nın ulusunu yaratmaya gelmiştir.
Ulusun tarihi, demokratik bir refah devletinin inşası olarak değil, kurtuluşa doğru ilerleyen kozmik bir drama olarak görülür. Tanrı tarafından yerine getirilmesi gereken bir iradeye karşı bize düşen faillik rolü oynamak değil, onun kozmik planına uygun olarak teslim olmaktır. Bu kozmik planda
herkese yer yoktur çünkü seçim bizim tercihlerimizin sonucu değil, Tanrı'nın seçimi sonucudur. Biz Tanrı'yı değil Tanrı bizi, bir ulusu seçmiştir. Bu yüzden ulus bir vatandaşlığı değil, kültürel homojenliğe ve ortak bir kökene sahip olduğunu düşünen bir etno-dini kimliğe dayanır. Dolayısıyla Yahudilik sonradan kazanılan bir kimlik değil Tanrı'nın seçtiği, doğuştan kazanılan bir kimliktir.
Yehova'nın Yahudileri yalnızca tanrısal planın sadık çocuklarıdır. Bu yüzden etno-dinci faşizm İsrail'de sadece Müslümanlara değil, liberal, reformist, demokratik, seküler Yahudilere de düşmandır. Bu yüzden dünyanın özgür halkları bu etno-dinci faşizme karşı birleşmezse sadece Filistin'deki Müslümanlar değil, özgürlükten, demokrasiden ve insan haklarından yana olan tüm halklar zarar görecektir. Çünkü dinci faşizmin krallığında hiçbirine yer yoktur.
.
Hilmi Demir: SOLUN DİNE AÇIL(AMA)MASININ HAYAL KIRIKLIĞI
Giriş Tarihi: 1.03.2024 12:55Son Güncelleme: 1.03.2024 14:20
Türkiye solunun dinle ilişkisinin uzun tarihi hakkında yazmak bu yazının sınırlarını ve kapsamını aşacaktır. Bu yüzden bu yazının sınırları içinde şahit olduğum tarihin bazı hastalıklarını okurla paylaşmayı uygun gördüm. Biz solun İslam'a açılım çabalarını, siyasal şiddetin silahlardan arındığı
80 sonrası dönemde akademik yazında görmeye başlamıştık.
80 öncesi dönem sert kavgaların ve silahların gölgesinde solculuğun her türünün ötekileştirildiği zamanlardı. Kuşkusuz bu sol içinde geçerliydi ve sağ ya da İslam veya İslamcılık mutlak olarak düşman olarak kodlanmıştı. Soğuk Savaş'ın gölgesinde bu yaklaşım maalesef ideolojilerde silah gibi keskindi.
Fakat 80 sonrası dönemle birlikte başlayan eleştiri dönemi ideolojilerdeki bu keskin dili bir nebze de olsa ortadan kaldırmıştı. Dışarda birbirine kurşun atan gençler 12 Eylül askeri darbesi ile aynı hücreyi paylaşmak zorunda kalmışlardı. 90'lar sonrası bu gençlerin birbirine olan bakışlarının kırıldığı bir dönemde biz Türk solunun da aslında kendi içinde ciddi dönüşümler yaşadığını gördük.
Bunun en ilginç örneği Bülent Ecevit'tir. 1999'da 56. Türkiye Cumhuriyeti hükümetinde görev yapan Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Bülent Ecevit, 2017'de Hürriyet Gazetesi'ne verdiği bir demeçte dindarları laiklik düşmanı olarak göstermenin hatalı olduğuna değinmişti. Aynı tarihlerde
Cem Karaca, "Din içimdeki bir boşluğu tamamladı" demişti.
"Nihayet sol İslam'ı keşfediyor"
Buraya nereden geldik, derseniz aslında ondan önce ilahiyat camiasının sola, sol aydınların da İslam'a açılma çabalarını hatırlamak gerekir. 2002 tarihinde oldukça erken bir dönemde Ankara İlahiyat çevresinden çıkan İslâmiyât Dergisi "İslam'ın Sol Yorumu" dosya konulu bir sayı çıkarmıştı. Ömer Çelik'in "Siyasal Dil'in Stratejik Röntgeni" adlı yazısını etüt eder gibi genç akademisyenlerin okuduğunu biliyorum. Hasan Hanefi, Nasır Ebu Zeyd, Ali Şariati ve Seyyid Kutup'un son İslam yorumları hakkında birçok yazı kaleme alınmıştı.
2010'a geldiğimizde Birikim Dergisi, "Sol ve İlahiyat" başlıklı bir sayı yayınlandı. Bir ilahiyatçı akdemiysen olarak o sayıyı nasıl bir heyecanla kitapçılardan bulup satır satır okuduğumu unutamam. Nihayet sol İslam'ı keşfediyor dediğimiz günlerdi o zamanlar. Heyecanımın nedeni Bloch, Benjamin, Althusser, Lefebvre, Gramsci, Eagleton veya Adorno gibi Batılı Marksist düşünürlerde gördüğüm derin ilahiyat bilgisinin ve yorumunun bu topraklarda da kökleşebileceğine ilişkin umuttu. Turan Dursunvari kaba, gelenek ve tarih okumasından uzak din saldırılarının yerini daha felsefi
tartışmaların alacağını düşünmüştüm. Dine karşı en yırtıcı polemikleri yürüten kişilerin başında gelen ve Tanrı Yanılgısı kitabının yazarı Richard Dawkins'e yönelik eleştiriyi Marksist kültür eleştirmeni Terry Eagleton Akıl, İnanç ve Devrim adlı kitabıyla vermişti. Düşünsenize; bizde bir Marksist teolog yeni ateizme karşı eleştirel bir kitap yazsın!
Bunun niçin bu kadar önemli olduğunu anlatmak için kullandığım bir metaforu tekrar etmek isterim. Türkiye'de dindarlar ile sekülerler, İslamcılar ile solcular, sağ ile sol birbirine kapısını açmayan, aynı sofraya oturmayan iki kapı komşusu gibi içe kapandıkça aramıza sadece şiddet dili girmiyor, hepimiz köreliyoruz. Komşusundan beslenmeyen her düşünce içe kapanır, durağanlaşır ve körleşir. Uzun yıllarını sol ve İslamcı ideolojiyi okuyarak geçirmiş biri olarak söylemeliyim ki kendi dünyamda onlardan ne kadar istifade ettiğimi bilemezsiniz.
Batı dünyasını farklı kılan şey düşman ve rakip bile olsalar fikirlerin dünyasının birbirine olan açıklığıdır. Bizde ise maalesef solun ilahiyat disiplinleri ile arası neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu yazılar işte bu duvarların kırıldığını düşündüğümüz anlar olduğu için bizi heyecanlandırmıştı. Ne yalan söyleyeyim bizim için de Berlin duvarları kalkıyor diye düşünmüştük.
28 Şubat sürecinde özellikle solun bu açılımlarıyla birlikte birçok Marksist ve solcu aydının başörtülü kadınlara yapılan zulme karşı direnen öğrencilere verdiği desteği de bu açılıma bağlamak yanlış olmayacaktır. İhtiyaç duyduğumuz şey dinin soldan bakarak "ifşası" veya "teşhiri" ile yetinmeyen, ilahiyatın sorularıyla ve cevaplarıyla muhatap olan, dindarlık biçimlerini anlamaya çalışan bir soldu.
Dine çağ dışı olarak bakan sol
Bu umutlarımız maalesef 28 Şubat'ın "İrtica hortladı", "Başörtülü cumhurbaşkanı nasıl olur?" söylemlerine kurban gitti. Bir kez daha sol 80 sonrası yakalanan iç eleştiri ve yakınlaşma umutlarını pozitivist Markist Bolşevizm'e heba etmişti. Biz bir Kurtuluş Teolojisi mümkün mü diye beklerken Sovyetlerin Bolşevizm'i gibi dine çağ dışı, yanlış bir bilinç hali olarak bakan sol yumruğu tepemizde gördük.
Terry Eaglaton'un deyişiyle "Aslında dini yanlış bilinçten başka bir şey olarak görmeyenlerin onu bu kadar sık yanlış anlamaları son derece mantıklıdır." Bir kez daha din meselesi dindarların kamusal alandan sürülüp atılmasına dönüşmüştü. Solun dinle olan tüm mesafesi aslında mesafesizliği üzerine kurulu. Onun görünmez olduğu bir toplum tüm sorunları da yok ediyor.
Türkiye'de solun dine açılması bir sol ilahiyat inşası olarak değil de genelde dini uyumlulaştırma olarak bize döndü. Dindeki hurafeleri temizlemek, dini daha seküler bir forma veya biçime sokmak, dini aydınlanmayı başarmak… Dinle oynamayı, dini mühendisliği çok seviyorlar. Bolşeviklerin, dini olan her şeyi imparatorluk anına geri dönüş gibi algılayıp onu yok etmek istemesi gibi maalesef katı laik uygulamaları merkeze alan Türk solu da dini olan her şeyi Osmanlı'ya bir dönüş olarak algıladı. Dini mühendislik alışkanlığı Türk soluna muhtemelen Sovyet Bolşevizm'inden ve onun Marksist ideolojilerinden miras kaldı.
"Laiklik elden gidiyor" söylemi
Bu yüzden Batılı Marksist aydınlar ile Sovyet dönemi aydınların dine olan bakışları arasında ciddi farklar vardır. Batılı aydınlar için din kültürel bir gerçeklik olarak, en azından antropolojik olarak anlaşılmayı hak ederken Sovyet aydınlar için din Marksist devrimlerin önündeki, insan potansiyelini bastıran ve insanlığın yaratıcı özgürlüğe ulaşmasını engelleyen bir sömürü düzeni olarak savaşılması gereken bir kötülüktür.
Kuşkusuz bunda Ludwig Feuerbach'ın Marx ve Engels üzerindeki etkisinin önemli bir rolü vardır ve Türk solunun ideolojik arka planında da bunların etkisi yadsınamaz. Bu yüzden özellikle erken dönem Bolşevik sekülerleşmesinin dini toplumsal olandan kazıp atmak için yaptıkları ile Türk solunun
radikal çevresinin dine bakışı arasındaki izdüşümleri önemlidir. Ve bu mesele, Türk solunda bir mesele olarak henüz yeterince ilgiyi hak etmemiştir.
Sözün kısası mutebermiş; biz de öyle yapalım. Türk solunun dine açılamaması aslında taktiksel bir şey değil. Türk solunun maalesef Sovyet döneminde kalmış arkaik argümanlarının devamı olarak kendisini görmesinden kaynaklanıyor. Sorun arka bahçesi oysa. Batı'da sol bundan çoktan kurtuldu ve kendisine Latin Amerika'da Kurtuluş Teolojisi, İngiltere'de Liberal Teoloji olarak kendi kültür mirasları ile barışık birçok hareketin doğuşuna yol açtı.
Türkiye'de sol "Laiklik elden gidiyor" söylemi dışında sol ilahiyata ciddi bir katkı yapamadı. En fazlası anti-kapitalizm adıyla sokak oruçları düzenlemek oldu. Solun dine açılamaması serüveni maalesef sadece solun önünü tıkamıyor, en başta dediğim gibi bizi çok önemli bir müzakereden de mahrum ediyor.
.
Hilmi Demir: İNSANSI ROBOTLARLA HACCA HAZIR MIYIZ?
Giriş Tarihi: 30.04.2024 14:31Son Güncelleme: 30.04.2024 14:32
21 Haziran 2017'de Prens Muhammed bin Selman'ın Veliaht Prens olarak atanması ile birlikte Suudi Arabistan'da sosyal ve ekonomik büyük bir dönüşüm başladı. Bir süredir bölgede petrole dayalı rant ekonomisinden çıkış arayan diğer ülkeler gibi Suudi Arabistan da petrole olan bağımlılığını azaltma ve ekonomisini çeşitlendirme üzerine kurulu 2030 vizyonu etrafında şekillenen bir modernleşme yaşıyor.
Bu modernleşme süreci dört saç ayağı üzerine şekilleniyor. Bu ayaklardan ilki, milliyetçiliğin yükselişi. İkincisi, teknokrat kadroların yönetici elit pozisyonuna gelmesiyle şekillenen siyasal teknokrasi. Üçüncüsü, petrol sonrası ekonomiyi kalkınmacı bir modele dönüştürmeyi amaçlayan ekonomik dönüşüm. Son olarak da Vehhabîliği sınırlayarak daha ılımlı bir dinî yorum üzerinden şekillenen dinî politik dönüşüm.
Muhammed bin Selman, ülkesini bölgeyle entegre olacak şekilde Mısır ve İsrail'in de içinde bulunduğu büyük bir jeopolitik güce dönüştürmeyi hedefliyor. Bu amaçla Kızıldeniz'in ucundaki NEOM projesi, Suudi Arabistan'ın Ürdün ve Mısır sınırında kurulacak bir ticaret ve yatırım merkezi olacak. Yüz ölçümü 26 bin 500 kilometrekareye ulaşacak olan NEOM'un enerjisi, sadece güneş ve rüzgâr enerjileriyle tedarik edilecek.
NEOM, robot sayısının insan sayısından fazla olacağı dünyanın ilk kenti olacak. Bu tesis, güneş enerjisi elde etmek için kullanılacak. Petrokimya, yenilenebilir enerji, ulaşım altyapısı, yapay zekâ teknolojisi gibi alanlarda iş birliğine gidecek. NEOM'da sağlık, tarım, güneş enerjisi ve robotik yapay zekâ yatırımları olacak.
Suudi firması QSS AI ve Robotics tarafından tasarlanan ilk insansı robot Sara'yı da 8 Şubat 2023'te Riyad'da düzenlenen LEAP konferansında konuklara tanıttı. Suudi Arabistan hükümeti, yapay zekâya yatırım yapmak için yaklaşık 40 milyar dolarlık bir fon oluşturmayı planlıyor. Planlanan teknoloji fonu, Suudi Arabistan'ı yapay zekâ alanında dünyanın en büyük yatırımcısı yapacak.
Bu sayede petrole bağımlı ülkenin ekonomisini çeşitlendirme ve kendisini jeopolitikte daha etkili bir oyuncu olarak kurma çabalarını da tamamlayacak. Türkiye'nin İHA ve SİHA'da yaptığı atılım nasıl fark yarattıysa anlaşılan o ki Suudi Arabistan'da yapay zekâ ve robotik teknolojiye yatırım yaparak aynı farkı yakalamak istiyor.
Ayrıca bu Suudi Arabistan'da iç gücü piyasasını da yeniden kuracak. Bilindiği gibi oldukça genç ve dinamik bir nüfusa sahip olan Suudi Arabistan halkının yüzde 63'ü 30 yaşın altında. Kadınlarda özellikle eğitim seviyesi oldukça yüksek. Suudi Arabistan kadınları da iş gücü piyasasına katacak bir dizi modernleşme çabaları gösterse bile sonuçta göç alarak hizmet sektörünü sürdürmeye mecbur kalıyor.
Bu çerçevede yaklaşık 30 bin dolarlık kişi başına düşen milli gelire sahip olan Suudi Arabistan'da yerli halkın hizmet sektöründe istihdamı oldukça zor görünüyor. Robotik teknoloji ve yapay zekâ Suudi Arabistan için hem fark yaratacak hem de hizmet sektöründeki işgücü açığını kapatacak bir yatırım olarak göze çarpıyor.
Orta Doğu'da kültürel bir devrim
Suudi Arabistan kurduğu Ulusal Yapay Zekâ Merkezi (NCAI) ile ülkedeki birçok işletmeyi yapay zekâ ile uyumlu hale getirmeye çalışıyor. Eğitimden kamu sektörüne, sağlıktan enerjiye kadar birçok alanda yapay zekâyı kullanmak için büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Yapılan resmî açıklamalar daha etkin, yeterli, talepleri karşılayabilen bir hizmet sektörü oluşturmak. Ama tüm bunların arasında yatan asıl meselenin 2030 sonrası Suudi Arabistan'ın bölgesel değişimi kontrol edebilecek güçlü ve teknolojik üstünlüğü ele geçirmiş modern bir ulus devlet yaratmak olduğunu söyleyebilirim.
Suudi Arabistan yapay zekânın küresel ekonomik sistemi dönüştürücü gücünü fark etmiş durumda çünkü gelecekte yapay zekâ (AI), küresel ekonomide büyük bir oyun değiştirici olacaktır. Yapay zekânın 2030 yılında küresel ekonomiye 15,7 trilyon dolar kadar katkıda bulunabileceği tahmin ediliyor. Bu rakam, Çin ve Hindistan'ın mevcut üretiminin toplamından daha fazla. Bunun 6,6 trilyon dolarının artan üretkenlikten, 9,1 trilyon dolarının ise tüketicilere sağlanan faydalardan gelmesi bekleniyor.
Dördüncü sanayi devriminin ardından Orta Doğu'daki hükümetler ve işletmeler, küresel olarak yapay zekâ ve ileri teknolojilere doğru geçişi fark etmeye başladılar. Bu açıdan Ortadoğu ülkeleri de ya çağı yakalamak ya da geride kalmak arasında bir seçim yapmakla karşı karşıyalar. İşte tam bu noktada Suudi Arabistan doğrudan yatırımlarla Ortadoğu'daki bu değişimin merkez üstü olmak istiyor. Rantçı-petrole dayalı ekonomi ile gidebileceği bir yer olmadığını görüyor ve değişime doğru ilerliyor.
Bu elbette Orta Doğu'da kültürel bir devrimi de beraberinde getirecektir. Yapay zekâ teknolojisi Suudi Arabistan'a diğer ülkelere karşı büyük bir güç olma imkânı verecek. Diğer yandan oluşturulacak hipergerçeklikle teolojik ve kültürel olarak dini merkezli toplumu hızla daha seküler bir dünyaya doğru savuracak.
Şimdiden Suudi Arabistan'ın ilk hümanoid robotu Sara'nın kadın olmasının tartışıldığı bir Suudi Arabistan'ın gelecekte insan türüne çok benzer robotların hizmet ettiği şehirlerinde nasıl bir teolojik kültürel başkalaşım yaşayacağımızı tahmin etmek bile güç hale geldi. Düşünsenize Mekke'de Kâbe'nin etrafında hizmet eden robotlarla dolu bir umre ve hac, Müslümanların algısında nasıl kırılmalar ve dönüşümler gerçekleştirecek? Zemzem Tower'ın ve Starbucks'ın yarattığı kültürel değişimden daha sert rüzgârların eseceği bir değişime doğru yol aldığımız açık görünüyor
.
Hilmi Demir: PAGANİZM YÜKSELİRKEN GENÇLERİ NASIL KAYBEDİYORUZ?
Giriş Tarihi: 23.09.2024 10:48Son Güncelleme: 23.09.2024 11:12
Modern toplumda kendilerini dışlanmış veya marjinal hissedenler, paganizmin sunduğu alternatif bir kültürel ve manevi kimliğe çekiliyor. İnsanlık sadece cinsiyetsiz yeni kimliklere öykünmüyor, kadim geleneklerin ve dinlerin de dışında yeni arayışlar peşine düşüyor. Bugünlerde nereye dönerseniz dönün, paganlar ayaklanmış durumda.
Manevi kriz ve yükselen spritüal inanışlar
İnsanlar kurumsal dinlerin öğretilerinden, cami, kilise, havra gibi kurumsal yapılardan kaçarak daha bireysel inançlara sığınıyorlar. New Age türü spritüal inanışlar her yerde yeniden yükseliyor. Kabul edelim ki insanlar mevcut kurumsal dinlerde bulamadıkları bir manevi krizin eşiğindeler. Bu yüzden her yerde spritüal inanışlar, cemaatler artış gösteriyor. İnsanlık sadece cinsiyetsiz yeni kimliklere öykünmüyor, kadim geleneklerin ve dinlerin de dışında yeni arayışlar peşine düşüyor. Bugünlerde nereye dönerseniz dönün, paganlar ayaklanmış durumda.
Geleneksel yaşamımızın İslami gelenekleri ve temellerini harıl harıl parçalayıp bunları, örneğin Kelt kabile koruyucusu Toutatis'e tapanlar, Tengrici inançlar, şaman klanlar, Neo-Nazi tapınaklar için yeni bir kozmolojiyle değiştiriyorlar. İnsanlar bireysel inançlar arıyor. Kendilerini dinlerin sorumluluğu altına sokmadan, dünyanın zevklerini ve hazlarını sınırsızca yaşayacakları yüce bir varlığın gölgesini de tamamen yok saymayacakları inançlar arıyor.
1990'da Trinity College'dan akademisyenler, Amerikalı vatandaşlarının kaçının bir tür pagan dinini uyguladığını öğrenmeye çalıştılar. Rakamlar şaşırtıcı olmayan bir şekilde küçüktü: yaklaşık 8 bin kadardı. Ancak araştırmacılar 2008'de tekrar sordular ve bu sefer 340 bin Amerikalı paganizme evet dedi. 2001'de Birleşik Krallık'ta ise paganların sayısı 44 binin üzerindeyken 2011'de 85 binin üzerinde olduğu, 2022'nin sonlarında ise bu sayının 2-3 kata çıktığı söyleniyor. Bugün Cadılar Bayramı bile düne göre Avrupa'dan Suudi Arabistan'a kadar hızla daha güçlü yayılıyor.
Bireysel deneyime dayalı bir inanç sistemi
Popüler kültür, filmler, kitaplar ve diziler aracılığıyla pagan temaları ve sembolleri hızla yaygınlaşıyor. Bu kültürel etkiler, gençlerin paganizme ilgisini artırıyor. Özellikle büyücülük, cadılık, antik mitolojiler gibi temalar gençler arasında büyük ilgi görüyor. TikTok ve Instagram gibi çevrimiçi platformlar, büyülü uygulamaların her yönüyle ilgili eğitimler sunuyor. Cadılık etiketi, Instagram'da 7 milyondan fazla gönderiye ve TikTok'ta veya toplulukta bilindiği adıyla Witch- Tok'ta 11 milyardan fazla görüntülenmeye sahip. Cadılık hakkındaki podcast'ler radyo dalgalarını büyülüyor. Walmart ve Amazon gibi büyük perakendeciler, haçlar ve Davut Yıldızları'nın yanı sıra, büyü ve ritüeller için pentagram, sarkaç kehanet araçları ve kurutulmuş otların büyücülük sembolünü satıyor. Tarot kartlarının kullanımı lüks dergilerinde çoğalıyor.
Paganizm, bazı gençler için mevcut otoritelere, özellikle geleneksel dini yapılar ve kurumlara karşı bir protesto aracı. Modern topluma ve onun dayattığı normlara karşı bir başkaldırı olarak paganizmi seçen gençler, bu inancı bir tür isyan olarak görebiliyor. Kaostan anlam çıkarma ihtiyacı ve etrafımızdaki koşulları kontrol etme arzusu insanları paganizme doğru itiyor. İklim değişikliği, savaşlar ve hak kayıplarının yol açtığı korkunç felaketlerle, hastalıklar paganist inançların kendimizde ve daha geniş dünyada bozulanları onarmaya imkân vereceği sanılıyor.
Tabii bir de dünyadaki dinlerin temsil sorunları var. Kiliseler, çocuk tacizleri ile yıkılıyor. İslam dünyasında savaşlar, herkesi kesmeye hazır DEAŞ gibi örgütler, açlık, gelir adaletsizliği, dini kurumların aşırı gösteriş ve şatafatı, dinlerin insanlığın yaşadığı krizler karşısında yetersiz kalması özellikle gençleri dini kurumlara karşı şüpheye ve öfkeye sevk ediyor. Dünyada göçün tehdit ettiği kimlikler de gitgide daha kırılganlaşıyor. İnsanlar etnik kimliklerinin tehdit altında olduğunu düşündüğünde daha fazla dinlerden uzaklaşıp yerel inançlara önem vermeye başlıyorlar.
Modern dünyada birçok genç, kendilerini ifade edebilecekleri, anlam bulabilecekleri ve kimliklerini inşa edebilecekleri alanlar arıyor. Dinin softa, kaba hali yeni gençliği cezbetmiyor. Paganizm gibi eski inanç sistemleri, gençlere daha anlamlı geliyor. Geleneksel dinlerden uzaklaşan gençler, bu eski inanç sistemlerinde kendilerini daha özgür ve bireysel olarak tanımlayabilir buluyorlar. Geleneksel dinlerin katı kurallarından ve dogmalarından sıkılan bazı gençler, daha esnek, bireysel deneyimlere dayalı bir maneviyat arayışında. Paganizm, doğrudan bireysel deneyime dayalı bir inanç sistemi sunuyor ve bu da onu gençler arasında popüler hale getiriyor.
Paganizm ve neo-nazizm radikalleşmeyi tetikliyor
Radikalleşmenin arkasındaki en güçlü motivasyonlardan biri, kişisel kimlik arayışı. Bazı gençler, özellikle modern toplumda kendilerini dışlanmış veya marjinal hissedenler, paganizmin sunduğu alternatif bir kültürel ve manevi kimliğe çekiliyor. Paganizmin kimlik sunan doğası, özellikle kendini mevcut dini veya siyasi sistemlerin dışında hisseden bireyler için çekici olabiliyor. Bu süreçte, pagan inançları daha aşırı, milliyetçi veya toplumsal dışlayıcı ideolojilerle harmanlanabiliyor. Bazı radikal sağ gruplar, özellikle Avrupa'da, paganizmi etnik kimlik ve milliyetçilikle ilişkilendiriyor. Neo-paganizm olarak bilinen bu hareketler, pagan inançlarını ve sembollerini etnik üstünlük veya anti-modernist ideolojilerle birleştiriyor. Örneğin, beyaz üstünlükçü gruplar arasında İskandinav mitolojisinin ve Odin'e tapmanın bir direniş sembolü olarak benimsenmesi, radikal bir kimlik oluşturmak için paganizmin kullanılmasına örnek olarak gösterilebilir.
Dünyayı karamsar görmeye başladığımızda, yenildiğimizi hissettiğimizde, öfkemizi yöneltmek ve çıkarmak için kullanışlı bir kötülük icat ederiz. Başımıza gelen her şeyin sorumlusu da işte o kullanışlı kötülüktür. Dünyanın yalnızca şimdi değil, varoluşundan bu yana kötü olduğuna inanan bu düşünce sistematiğine göre dünyayı kurtaracak olanlar kutsanmış, özel topluluklardır. Hayat, Zerdüşt ve Manihaizm dinlerinde olduğu gibi iyilik tanrısını temsil eden Ahura Mazda ve kötülük tanrısını temsil eden Ehrimen arasında ebedi kapışma döngüleriyle devam eder. Kötülüğün adı bazen göçmenler, bazen kadınlar, bazen siyahlar olur. Öfkenin nesnesi değişse bile dünyayı kurtarmak isteyenler hep onu yıkarak, yok ederek temizlemeye girişirler.
Modern aşırı sağ gruplar, özellikle Avrupa ve Amerika'da, paganizmden sembolik ve ideolojik unsurlar alarak kendi kimliklerini inşa etmişlerdir. Neo-Nazi ve beyaz üstünlükçü gruplar arasında, paganizm sıkça bir "gerçek" ve "saf" Avrupa kültürünün sembolü olarak kullanılır. Bu gruplar, Hristiyanlık yerine pagan sembollerini ve ritüellerini benimseyerek, modern toplumdan ayrılmayı ve alternatif bir tarihsel kimlik geliştirmeyi amaçlarlar.
Silaha çağıran küresel bir davul sesi
İster "cihad" biçiminde dini, ister beyaz üstünlüğü ve neo-faşist ideoloji biçiminde ırksal ve kültürel olsun, belirli bir dizi dünya görüşünün yansıması olsun gençleri silaha çağıran küresel bir davul sesi var. İnternetin dijital damarları ve Google ile Facebook algoritmalarının geniş erişimi sayesinde bu sesi duymak kolaylaştı. En son Eskişehir'de 5 kişiyi bıçaklayan Arda K.'nın aziz diye selamladığı Yeni Zelanda'nın Christchurch kentinde 28 yaşındaki Brenton Tarrant, cuma namazı sırasında iki camide elli bir erkek, kadın ve çocuğu katletti. Beyazların üstünlüğünü açıkça savunan Tarrant, saldırılarını bir Facebook hesabı aracılığıyla canlı olarak yayınlamıştı.
Bunun üzerinden altı ay bile geçmeden El Paso, Teksas'ta bir tetikçi yerel bir Walmart'ta 23 kişiyi öldürdü. 21 yaşındaki Patrick Crusius, daha önce kötü şöhretli mesaj panosu 8chan'da göçmen karşıtı bir manifesto yayınlamıştı. Crusius, Tarrant'ın Yeni Zelanda'daki eylemlerinden ilham aldığını iddia etti. Tüm bunlardan aylar sonra ise Eskişehir'de Arda K. adlı 18 yaşında bir genç bunları ilham aldığını söyleyen bir başka eylem gerçekleştirdi. Günümüzün terörizmi giderek küçülen bir dünyada gelişiyor. Biz iç ve dış terörü birbirinden ayırıyorduk. Ancak şimdi Yeni Zelanda'daki bir saldırının Teksas'taki bir saldırıya, onun da Eskişehir'dekine ilham olma olasılığı da aynı; Kaliforniya'daki şiddet Toronto'daki, o da Eskişehir'deki şiddeti tetikleyebilir. Etkileme ve harekete geçme ilhamı söz konusu olduğunda mesafeler neredeyse sıfıra indi.
Terörizm araştırmacıları Leonard Weinberg ve William Eubank, 1970 ve 1984 yılları arasında şiddet içeren eylemler planlamak veya işlemek suçundan tutuklanan 572 İtalyan neo-faşist üzerinde çalıştı. Bunların yüzde 93'ü erkekti; çoğu büyük şehirlerden gelmişti. Tutuklandıklarında üçte birinden fazlası 20 ila 24 yaşlarındaydı ve genel olarak yüzde 70'ten fazlası 29 veya daha gençti. Gençlerimiz şiddet ve terörizm dalgası karşısında daha savunmasızlar. Günümüzde çocuklar giderek daha fazla terör olaylarında yer alıyor; bazen de beklenmedik şekillerde. İnternet, daha önce olanaksız olmasa da ihtimal dışı olan şeyleri kolaylaştırdı.
Peki, bu manevi krizi aşmak için biz ne yapıyoruz? Gençlerimizi yeni paganizmin peçesinden kurtarabilir miyiz? Çok sevdiğim güzel bir atasözü vardır: "Dünün güneşi ile bugünün çamaşırı kurutulmaz." Kimse kusura bakmasın, dini cemaatlerin, din eğitiminin mevcut haliyle ülkemizde gençleri paganizmin pençesinden kurtarması zor. Artık yeni şeyler demek lazım.
.
Hilmi Demir: YAPAY ZEKÂ ÇAĞINDA OKÜLT VE GİZEMİN DİRİLİŞİ
Giriş Tarihi: 25.12.2024 16:57Son Güncelleme: 25.12.2024 17:20
İnsanlık yapay zekânın teknolojideki dönüşümünü tartışırken, sürücüsüz arabalarla seyahati denerken doğaüstü güçler, gizemli olaylar, büyü, simya, astroloji ve spiritüalizm gibi birçok okült inançların da dirilişine sahne oluyor. Okült, evrenin gizli sırlarını ve bilinmeyen yönlerini anlama iddiası taşır. Tarih boyunca, insanlar bilinmeyeni anlamlandırmak için okült inançlara başvurmuşlardır. Mısır'ın mistik güçleri, tarot kartları, yıldız falları gibi pratikler hem geçmişte hem de bugün bu tür inançların merkezi oldu.
Okült inançlar sadece geçmişte değil, modern dünyada da güçlü bir cazibeye sahip. Modern birey, yaşadığı varoluşsal boşluğu doldurmak, çektiği varoluşsal kaygıyı dindirmek için okült inançlara yönelir. Peki neden kaygı duyar modern insan? Çünkü günümüzde insanlar teknoloji sayesinde daha fazla yalnızlık, anlam kaybı ve maneviyat eksikliği gibi sorunlarla karşı karşıya. Modern yaşamın getirdiği bu sorunlar, bireyleri geleneksel dinlerden uzaklaştırırken okült gibi esnek ve bireysel deneyimlere dayalı sistemlere çekiyor.
Okültizmin modern popüler kültürdeki yeniden dirilişi, bu pratiğin bir anlam arayışının ötesinde bir "kimlik" sunma potansiyeline sahip olduğunu da gösterir. New Age hareketleri, tarot kartları ve astroloji gibi uygulamalar, bireylerin kendilerini özel ve anlamlı hissetmelerini sağlar. Okült, bireylere
kendilerini keşfetme, evrenin sırrını çözme ve kişisel güçlerini fark etme fırsatı sunar.
Anlam açlığı
Bu, özellikle geleneksel inanç sistemlerinin çöküşüyle daha da belirgin hale geldi. İnsanlar, belirsizlikle başa çıkmak, yaşamlarına bir anlam kazandırmak ve kendilerini daha büyük bir bütünün parçası olarak hissetmek için okült sistemlere yönelir. Modern dünyada bu yönelim, bilimsel düşüncenin sunduğu soğuk gerçekliklerin ötesine geçme ve daha manevi, bireysel bir deneyim arayışıyla güçleniyor.
Bilimsel ilerleme ve teknolojik gelişmeler, dünya hakkındaki bilgi birikimini artırırken insanın duygusal ve manevi ihtiyaçlarını genellikle karşılamaz. Bilim, doğayı açıklamakta başarılıdır, ancak bireylerin kişisel ve metafizik sorularına yanıt vermez. "Ben kimim?", "Evrenin anlamı nedir?" gibi sorular, birçok bireyi bilimsel çerçevenin ötesine iter. Okült inançların bu noktada devreye girdiğini görebiliriz. Okültizm, bireylere evrenin gizemlerini açıklamaya yönelik bir çerçeve sunar. Tarot kartları, astroloji veya ritüeller gibi uygulamalar, bireylerin bilinmeyenle bağ kurma ihtiyacını karşılar ve kişisel sorularına sembolik yanıtlar verir. Dini kurumların soğuk yüzü, gizemin şehveti Modern toplum, bireylerin giderek daha izole hale geldiği bir yapı sunar. Teknolojik iletişim araçlarının yaygınlaşması, yüz yüze etkileşimleri azalttı ve bireyleri yalnızlaştırdı. Okült uygulamalar, bireylere bir topluluk hissi sunabilir. Tarot okuma grupları, astroloji forumları veya ritüel toplulukları gibi platformlar, bireylerin bir anlamda aidiyet hissetmelerini
sağlar.
Okült inançlar, aynı zamanda bireysel güç hissini artırır. Modern toplumda kontrolsüzlük hissi, birçok bireyi etkilerken okültizm, ritüeller veya büyü aracılığıyla bireylere kontrol illüzyonu sunar. İnsanlar, evrenin bir düzeni olduğuna inanarak bu düzende aktif bir rol oynayabildiklerini hisseder.
Geleneksel dinlerin etkisinin azalması, birçok insanın maneviyat ve anlam arayışına yönelmesine neden oldu. Geleneksel dinler ve kurumlar genellikle sorgulanmaz katı dogmalara dayanır. Modern bireyler, özgürlük ve bireysel anlam arayışı için bu sabit kuralları sorgular hale geldi. Geleneksel dinlerin kurumsal temsilleri dijitale doğmuş gençler için arkeolojik kazılardan çıkmış mumyalar gibi donuk ve soğuk gelir.
Modern yaşam, bireylere hız, teknoloji ve materyalizm odaklı bir dünya sunar. Ancak bu hız ve materyalizm, bireylerin manevi ve metafizik ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalır. Okültizm, bireysel deneyime odaklanarak, kişisel bir anlam ve ruhsal bir bağlantı arayışını destekler. İnsanlar okült pratiklerde kendi anlam dünyalarını yaratabilir. Bu özgünlük, modern toplumun standartlaştırıcı yapısından kaçış arayan bireyler için çekicidir.
Okült uygulamalar, bireylerin evrensel düzenle bir bağ kurduklarını hissetmelerini sağlar. Modern bireyler, "dindar olmadan manevi olma" fikrini benimseme eğilimindeler. Bu durum, dini kurumlarla ilişkili olmasa da manevi bir yaşam süren bireylerin sayısında artışa neden oluyor. Manevi bir yaşam için dine ihtiyacımız yok çünkü artık manevi açlığımızı dolduracak birçok spiritüel inançlar ve uzmanlar var, diye düşünülür oldu.
Belirsizlik ve kriz dönemleri
Küresel ısınma, ekonomik belirsizlikler, pandemi gibi olaylar, bireylerin güven duygusunu sarsar. Bu tür kriz dönemlerinde, insanlar geleneksel açıklamaların ötesine geçerek alternatif manevi sistemlere yönelir. Okültizm, kriz dönemlerinde bir tür güvenlik ağı sağlar ve bireylere geleceği kontrol
edebilecekleri hissini verir. Özellikle astroloji, bu bağlamda popüler bir rol üstleniyor. Astrolojinin bireylere belirsizlik karşısında rehberlik sunduğunu ve bu rehberliğin modern bireyler için çekici olduğunu ifade etmeliyiz.
Toplumsal krizlerin (ekonomik belirsizlikler, pandemiler, çevresel felaketler) spiritüel inançlara duyulan ihtiyacı artırdığı bir gerçektir. Bu tür dönemlerde insanlar, okült ve spiritüel uygulamalarda bir güvenlik duygusu bulurlar. Örneğin, tarot kartları veya astrolojik rehberlik, bireylerin belirsizlikle başa çıkmalarına yardımcı olur. Bu tür uygulamaların modern dünyada bireylere hem anlam hem de kontrol hissi sunduğunu unutmayalım.
Toplumsal krizler çoğu zaman halk arasında yaygın korkulara ve bu korkuların spiritüel dille ifade edilmesine yol açar. Örneğin, ekonomik sorunlar veya sosyal eşitsizlikler, şeytani güçlerin bir komplo teorisiyle ilişkilendirildiğinde inanacak milyonlar bulursunuz. Bu tür "çağdaş mitolojiler", bireylerin ve toplulukların mevcut sorunlarını anlamlandırmalarına yardımcı olur.
Kaotik durumları anlamlandırmada önemli bir araç gizemdir. İnsanlar belirsizlik karşısında kontrol hissini yeniden kazanmak için mitolojik açıklamalara yönelir. "Rumpelstiltskin İlkesi" olarak adlandırılan bu durum tehdit edici sosyal streslerle başa çıkmak için tehditlerin isimlendirilerek ve onları kültürel dile dönüştürerek kontrol altına alınmış olur.
Kriz dönemlerinde, toplumlar spiritüel inançlar aracılığıyla karmaşık olayları basitleştirir ve anlamlandırır. Bu durum, bireylerin kaos karşısında kendilerini daha güvende hissetmelerine olanak tanır. Bill Ellis'in Raising the Devil kitabında tanımladığı "Rumpelstiltskin İlkesi", kaotik veya tehdit edici durumlarla başa çıkma amacıyla bu durumlara bir isim koymanın (isimlendirmenin) bireyler ve toplumlar için psikolojik bir rahatlama ve kontrol hissi sağladığını ifade eder. İsim koyma eylemi, karmaşık ve belirsiz olanı daha anlaşılır hale getirir. Böylece tehdit eden unsur kültürel dil aracılığıyla kontrol edilebilir hale gelir.
İsimlendirmenin gücü
Grimm Kardeşler'in peri masalı Rumpelstiltskin İlkesi için oldukça çarpıcı bir örnektir. Şöyle ki masalda, genç bir kadını korkutan ve onun çocuğunu almak isteyen gizemli bir varlık olan Rumpelstiltskin, sadece adının bilinmesi durumunda etkisiz hale getirilebilir. Kadın, bu yaratığın adını öğrenmeyi başarır ve adını yüksek sesle söyleyerek ondan kurtulur. Masal, isimlendirmenin gücünü, bir varlığı ya da sorunu tanımlamanın onun üzerindeki kontrolü ele geçirmekle eşdeğer olduğunu vurgular.
Uzmanlar bu masalı, folklor ve toplumsal mitolojiler bağlamında bir metafor olarak kullanır. Sosyal veya bireysel olarak tehdit edici bir durumu isimlendirmek, bu durumu anlamlandırmak ve kontrol altına almak için önemli bir adımdır. Ad koyma, toplumsal kaos ya da bireysel korkular karşısında bir düzen ve kontrol hissi yaratır.
Bir toplumda ekonomik ya da sosyal krizler ortaya çıktığında, bu krizlerin sebebi olarak "şeytani güçler", cadılar ya da okült gruplar gibi belirli figürler suçlanabilir. Bu, halk arasında bu türden korkuların yayılmasına neden olur. Örneğin 1980'lerde Amerika Birleşik Devletleri'ndeki "Satanic
Panic" olayı sırasında, birçok insan şeytani ayinlerin ve kültlerin çocuk istismarı, hayvan kurban etme gibi eylemler gerçekleştirdiğine inandı. Bu durum, ekonomik ve toplumsal belirsizlikler içinde halkın kontrol hissini yeniden kazanmasına yardımcı olacak bir şekilde "şeytan" figürünün isimlendirilmesiyle ilişkilidir.
Pandemiden çıkmış bir toplum olarak hem sosyalleşme sorunu yaşıyoruz hem de teknolojinin verdiği konforla izole hayatlara daha fazla alışmış durumdayız. Yaşadığımız modern mağaralarda gizemin, büyünün, çakraların, evrene saldığımız pozitif enerjinin ve hiçbir dini öğretiye bağlı olmadan deneyimlediğimiz maneviyatın sıcaklığında kendimizi yeni okült inançların kollarına bırakıyoruz. Daha seküler, daha dünyevi bir hayatı yaşarken yapay zekaya fal baktırabilir ve kaderimizi görebiliriz. Okült inançlar çağı yeniden başlıyor! Kemerlerinizi bağlayın ve gençlerin bu rüzgâra kendilerini nasıl kaptırdığını izleyin.
|
Bugün 283 ziyaretçi (399 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|