 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Emir alırsan emîr olursun
12 Ocak 2019 02:00
Avrupalı sömürgeciler Hint deniz yolunu keşfedince Basra Körfezi önem kazanır bir anda. İlk Portekizliler gelir gider, ancak Osmanlı güçlüdür o yıllarda, yok öyle yağma.
1820’lerde İngiliz savaş gemileri dolanmaya başlar. Bazı emîrler Osmanlıya sadık kalıp direnir, bazıları müzakere ve mütarekede bulunurlar (1820).
Bahreyn ve Katar Osmanlı ile birlik olur, Abu Dabi ve Dubai ise İngilizlerin yanında.
Katar’ın başında Dersaadet’in kaymakamı vardır ve Doha’nın adı “Kal’atü’t-Türk”tür o yıllarda.
İttihatçılar, bu kumlu tuzlu beldeleri elde tutmaya gerek duymaz. 1915 Londra Konferansı ile İngilizlere bırakır, âdeta başlarından savarlar.
Çok geçmeden petrol çıkar, nehir gibi para akar Londra’ya.
VE DUBAİ DOĞUYOR
Benî Yas emîrlerinden Maktum bin Butti her ne hikmetse alıp aşiretini kanal ağzına yerleşir. Yine eskisi gibi inci çıkarır, deve yetiştirir, balıkçılık yaparlar. Tek çıkışları denizdir, arkaları çöl, kum, dağ...
Yıl 1902. İran hükûmeti Lingeh Limanı’na ağır vergiler koyunca gemiciler gelip Dubai’ye yanaşırlar. Oteller, ambarlar, mağazalar açılır. Belde hareketlenmeye başlar.
İngilizler 1971 yılında çekilir. Yerli emîrlikleri (Abu Dabi, Dubai, Acmen, Fuceyra, Re’sü El Hayme, Eş Şarika, Ummu El Gayevin) BAE adı altında toplarlar. “El emîret ül arabiyetül muttehide.” Dubai merkezli Emirates, Şarjah merkezli el-Arabiya ve Abu Dabi merkezli el-Etihad. Sanırım bu hava yolu firmaları kulağınıza aşina.
Ancak Katar ve Bahreyn ayrı baş çeker federasyondan ayrılırlar. Onlar da hava yollarını kurar, Qatar Airways ve Bahreyn merkezli Gulf Air yolcu çeker dünyanın dört bir yanına.
Ve yeni yeni petrol sahaları bulunur, zengin olurlar ciddi manada. Şeyh Zayed, ülke gelirinin %28’ini gelişmekte olan ülkelere ayırır. Öyle ya bu büyük serveti tek başına yedirmezler adama.
Dubai BAE petrollerinden %10 pay alır ama tek ona yaslanmaz, cesur işlere imza atar. En lüks otel, en büyük alışveriş merkezi, en yüksek bina derken denizin ortasında suni adalar yaparlar.
Yatırımcıları vergiyle korkutmaz, yabancıların mülk edinmesini hoş karşılar. Beynelmilel şirketler burayı merkez edinir, Jebel Ali muhteşem bir liman olur çıkar.
YURTTAŞSIZ VATAN
Gelgelelim zamanla ibre ecnebilere döner, azınlığa düşerler öz yurtlarında. Şu an Hintli, Pakistanlı, Bengalli sayısı Araplardan fazla. Çin, Filipin, Tayland, Kore, Kuzey Afrika ona keza…
Zaten Arapça değil, İngilizce konuşuluyor sokaklarda. Nüfus 8,5 milyon. Sadece %12’si rey atabiliyor sandığa.
Dubai’de işe değil adama göre maaş verilir, bir Türk Afgan’dan fazla alır ama İngiliz’e yaklaşamaz. Pahalı bir ülkedir, işçinin evini barkını getirmesi, çoluk çocuk yetiştirmesi zordur burada. İstanbul’da 6-7 bin lira ile süreceğiniz hayatı, 20 bin liraya sağlayabilirsiniz anca.
Bir Emirati (gerçek vatandaş) kendilerinden bir kızla evlenirse müstakil evi hazır, hemen 25 bin dolar yatar hesabına.
Bir Emirati yabancı kız alırsa hanımı vatandaş olabilir. Ama beş sene sonra.
Bir yabancı, yerli kızla evlenmekle vatandaş olamaz, aksine kız da vatandaşlıktan atılır bu durumda.
Emîrlik kendi aşiretine 99 yıl geri ödemesiz kredi verir, yeter ki iş kursun, ayakta dursunlar.
İNGİLİZ TEDRİSATIYLA...
El-Maktum, Eski Dubai’nin ilk mektebi El-Ahmediye’de tedrise başladığında (1955) 6 yaşındadır daha. Sonra da Dubai Ortaokulunu bitirir. On yedi yaşında İngiltere’ye gider Bell Educational Trust’da eğitimini tamamlar. Tesir altında kalır, hem de merasimlerde keyfiye çıkarıp, silindir şapka takacak kadar. Orta Doğu’ya Avrupalı gibi bakması da bundandır biraz, patron ne derse o, oturmak mı istiyorsun? Sesini çıkarma!
Emîrlerin ortak özelliği Londra borsasına para yatırmaları ve at beslemeleridir. Halk bununla ilgilenmez, yer, içer, gezer, alışveriş yapıp stres atar. Amerikalı fast food zincirleri, restoranlar, ortalık Miami gibidir âdeta.
Chirstmas ve Halloween (cadılar) geceleri Paris Londra gibi curcuna. Şeriat ülkesiyiz deseler de alkol serbesttir, bikini kol gezer plajlarda.
Dubai’de adım başı emîrin posteri, yok üniformalı, yok sporcularla. Emîr ve hanedan hakkında konuşmasanız iyi edersiniz, neşeniz kaçabilir yoksa.
KUSURA BAKMA AMA...
El-Mektum’un kızı Prenses Mehra Arap dünyasının modern yüzü olarak tanınır. Kendisi sıkı bir tekvandocu. 2006 Asya Oyunlarında gümüş madalya kazanır hatta.
Mısır’daki darbeyi protesto edecek kadar cesur. Hatta Facebook hesabında babasının fotoğrafı üzerine “Özür dilerim baba ama bu akan kanın sebebi bizim paralarımız. Bu din meselesi, kusura bakma” yazar.
Mehra paylaşımları ile Mısır ve Suriye’deki muhaliflere destek olsa da kulağını çeker alırlar kenara.
Yunan bir anadan olma ama din gayreti var çocukta, babasına da nasip olur inşallah.
O KADAR DA DEĞİL
Bir devlet isterse, tarih de ayarlar. Tutarsın birkaç arkeolog, beş on taş, kemik bulurlar sana. Bakmışsın “filancistanın muhteşem mazisi” diye makaleler yayınlanmış sağda solda. Yeryüzündeki 5 bin yıllık kentler sayılıdır oysa. Bunlar da daha ziyade Mısır, Ege-Akdeniz ve Mezopotamya’da...
Yani? Yani körfez ülkelerine yakıştırılan antik çağ hikâyesi pek inandırıcı gelmiyor.
Havalinin Hazreti Ömer devrinde Amr bin As (radıyallahu anh) tarafından fethedildiğini biliyoruz. Sonra Emevi, Abbasi, Selçuklu oluyor sırasıyla.
Bir Şam, Halep, Kahire’si yok, zaten tatlı su sadece Jumeirah’ta bulunuyor, nüfus az, kayda bile değmiyor.
Ama denizciliği bildikleri vakıa, pusulayı bulan Ahmed bin Macid de onlardandır mesela.
DÜŞMANI YANINDA
Emîrler genellikle aileden birinin saldırısı ile ölürler. Suikast zinciri ilk emîr Ziyab bin İsa’dan başlar. Emîr Ziyab, Hazza bin Zayed tarafından katledilir, o da kardeşi Sahbut’un gazabına uğrar. Şahbut’u bizzat kendi oğlu iktidardan indirir, o da kardeşi Tahnun tarafından ortadan kaldırılır. Kardeşleri Halife ve Sultan tahtı Tahnun’a bırakmaz. Halife de, İsa bin Halid’in elinden kurtulamaz... Hikâyeler böyle uzayıp gidiyor Abu Dabi taraflarında...
Emîrler, bıçaklanma ve zehirlenme korkusu ile yaşar. İçlerinden sarayı bırakıp çöle kaçanlar olur hatta. Tarihleri boyunca bir tek Zayed bin Halife suikastsız ölür yatağında.
.
Taammüden katliam!
20 Ocak 2019 02:00
1980’li yılların sonları... Ruslar bir tebligata binaen Dağlık Karabağ’da bütün silahları (av tüfekleri dâhil) toplarlar.
Saha temiz mi?
Temiz tamam!
İşte o gün Ermeni saldırıları başlar. Otobüsler taranır, evler yakılır. Tam 186 bin Azerbaycanlıyı odundan ocağından koparır, vatanından ayırırlar.
Cinayetleri Monte Melkolyan adlı bir çete reisi yönetir. ABD’de yaşayan ağabeyinin ifadesi ile öç almaktadır tadını çıkara çıkara.
10 bin nüfuslu Hocalı’da 3 bin Azeri ve Ahıska Türkü kalmıştır. Keskin nişancılar keyfî insan vurur, 1.300 mazlum Türk şehit düşer bu arada.
Ağdam’a gelebilenlerin hâli içler acısıdır, soğuktan ayakları kangren olmuştur. Orman yolunda göğüsleri kesilmiş kadınlar, kafaları yüzülmüş cesetler görürler ki çığlıklarını kimse duymaz. SSCB Haber Ajansı TASS tek fotoğraf geçmez, tek kelime yazmaz.
Başta Fransa olmak üzere Batı da destek verir Erivan’a. ABD Senatosu ise açıkça yanlarında.
Neticede Dağlık Karabağ Eyalet Komitesi Plenumu, bölgenin Ermenistan’a ilhakını karara bağlar.
Kime sordun? Hem hangi hakla?
Henüz SSCB çökmemiştir, halkların kardeşliği sloganları yazmaktadır duvarlarda.
Azeriler Gorbaçov’dan hadiseye el koymasını isterler, ilgilenmez. Seslerini duyurabilmek için mitingler yaparlar.
Komünist bir ülkede
miting!
Duyulmuş şey değildir! Üstelik milyon milyon inmektedirler meydana. Ortalıkta bir örfi idare sözü dolanmaya başlar ancak ilan edilmemiştir daha.
19 Ocak 1990. Saat 19.27
Rus Alfa birlikleri Azerbaycan Televizyonunun enerji hattını bombalar, yayın kopar. İşte o sessizlik anında olağanüstü hâl kararı alırlar.
Halkın haberi yoktur, henüz meydandadırlar. Gece yarısı yüzlerce zırhlı ve 40 bin askeri karşılarında bulurlar. Azeriler 70 yıldır parçası oldukları Sovyetlerin kan dökeceğini sanmaz. Kaldı ki Gorbaçov bir Stalin değildir, “glasnost” (açıklık) ve “perestroika” (yeniden yapılanma) sakızları çiğnemektedir kürsüye çıktığında. Zaten müdahale hakkı da yoktur mevcut Anayasa’da (Madde 119)
Kızılordu içinde çok miktarda Ermeni vardır, gözlerini kırpmadan tetiğe basarlar. Bilhassa hastaneleri ve ambulansları hedef alır (Halep ve Dera’da da sağlık merkezlerini vurmuşlardı), evlere, tramvaylara kurşun yağdırırlar. Cesetler üzerinde yüzlerce delik vardır, zırhlılar üzerinden geçer kollarını bacaklarını kopartırlar. O hengamede evlere dalar yağma yaparlar. Ölenlerin yüzüklü parmakları yoktur, pes yani aç gözlülüğün bu kadarına...
Kızılordu 1956’da Budapeşte’ye, 1964’te Prag’a girmiştir, Azerileri de hizaya sokacaktırlar akılları sıra. Ancak kardeşlerimiz korkuyu unutmuşlardır, daha bir gayretle sokağa çıkar, işgalciler defolup gitmek zorunda kalırlar.
AHC (Azerbaycan Halk Cephesi) lideri merhum Ebulfez Elçibey kesinlikle geri adım atmaz. Bakü Döwlet Üniversitiyası ve Azerbaycan Layiha Enstitüsüsü talebeleri öncüllük eder halka.
134 sivil vatandaş ve 37 Azerbaycan askeri şehit olurken 770 sivil ve 80 asker yaralanır. 841 kişi gözaltına alınarak Rusya’nın çeşitli hapishanelerine kapatılır. 48 kişiden bir daha haber alınmaz. Sonradan Rusların cesetleri Hazar’a attıkları ortaya çıkar.
Neftçala, Gence ve Lenkeran’da da şehitler, yaralılar vardır ayrıca.
Eğer ölü sayısı 150’yi aşarsa Sovyet Anayasasına göre devlet başkanının yargılanması gerekir. Moskova yalana sığınır Bakü’de sadece 32 kişinin öldüğünü ve bunun 26’sının Ermeni olduğunu açıklar.
Yuh yani! Fotoğraflar ortada.
Şüheda arasında 87 yaşındaki Süreyya Babayeva vardır mesela, 13 yaşındaki Lerisa Memmedova, 14 yaşındaki Ilgar İbrahimova...
200 şehidin adı sanı bellidir açıkça.
Onlar şimdi Fatihalarla yâd ediliyor Hıyaban’da

HÜZÜN VE COŞKU BİR ARADA
20 Ocak günü millet yakınlarını ve dostlarını aramak için sokağa çıkar. Bakü ve Sumgayıt perişandır, binalar delik-deşik kurşun izi taşırlar. Lenin Meydanı (adı Azatlık olacaktır) kan dolu leğen gibidir, korkunç bir manzara.
Azerbaycan’da 40 gün genel grev yapılır. Bu diğer cumhuriyetleri de sıkıntıya sokar, çarklar zaten zor dönüyordur, iyice aksar.
Kremlin güya kalkışmaya yeltenen halklara gözdağı verecektir, ters teper dağılma süreci hızlanır, kendileri de altında kalırlar.
Azerbaycan Türkleri şehitlerinin kanıyla komünist ideolojiyi boğar, kaldırıp tarihin çöplüğüne atar.
Rus halkına kimsenin bir şey söylediği yok ama sistem Türk İslam düşmanıdır, Şeyh Şamil’e yaptıkları hafızalardadır olanca sıcaklığıyla.
Ve bir ikiyüzlü devlet daha var oralarda. “İran!”
Adı İslam Cumhuriyeti’dir ama Ermenileri arkalar. Niye? Eğer Kuzey Azerbaycan hürriyetine kovuşursa belki kıvılcım Güney Azerbaycan’a da sıçrar!
Bu konuda hâlâ güven vermiyor, karikatür ve fıkralarla Türkleri aşağılıyor, ana dili eziyor, Farsçılık dayatıyorlar.
.jpg)
HAMIMIZIN ÖZÜ BİR
21 - 22 Ocak’ta olağanüstü toplanan Azerbaycan Yüksek Sovyeti, olağanüstü hâl uygulamasının durdurulması ve ordunun Bakü’den çıkarılmasını ister. Aralarında AHC liderleri Tevfiq Gasimov, Vurgun Eyubov, Necef Necefov ve Bahtiyar Vahabzade‘nin bulunduğu komisyon bir rapor hazırlar. SSCB Devlet Başkanı Gorbaçov, Savunma Bakanı Orgeneral Yazov, KGB Başkanı Kryuckov, İçişleri Bakanı Bakatin’in katliamdan sorumlu oldukları, cezalandırılması için dava açılması ve BM’ye taşınması kararlaştırılır.
Ne yazık ki katliam emrini verenler, elini kana bulayanlar yargılanmaz. Yaptıkları yanlarına kalır, eğer adalet buysa.
Ve köprüler atılır, ipler kopar. Halk artık Komünist Parti Lideri Vezirov’u kaale almaz. Sovyet kimliklerini yırtıp sokaklara atar, kukla devleti alaya alırlar.
Türkiye sonuna kadar arkalarındadır. Anadolu kahrolur, kardeşinin acısına ağlar.
Merhum Bahtiyar Vahapzade “Bir milleti millet yapan, beraber güldüğü, beraber ağladığı anlardır” der, gözyaşında da hikmet var.
1918’de Türk Cumhuriyeti kuran Azerbaycan Türkleri tekrar ay yıldızı göndere çeker. Öyle ya “Bir kere yükselen bayrak bir daha inebilmez” denmiştir onlara
.
Cilalı kenevir devri
23 Ocak 2019 02:00
Eskilerin pazar çantaları vardı, aldığını göstermekten hoşlanmazlardı. Çanta şeker çuvalından da yapılırdı ama kenevir başkaydı, eskimez, yıpranmaz, torunlara miras kalırdı.
Her evde bir top kınnap olur, dururdu kenarda. Çuvallar sicimle dikilir, paketler sicimle bağlanır, uçurtma ipi olurdu icabında.
Kalınları, hayvan bağlamaya, araba çekmeye, çamaşır asmaya, branda sarmaya yarar. Kızlar ne eder eder iki kulaç “urgan” uydurur “ip atlarlar”.
İyice okkalıları gemicilerin işi artık, şehir hatlarından hatırlayın halatlar gerilir, gıcırdar ama vapuru mıh gibi iskelede tutar. Yelkenler de kenevirden dokunur, göğüs gerer sert rüzgârlara.
Kenevir çamaşırlar, cildinizi pamuk gibi okşamaz ama terletmez, bunaltmaz da. Kanvas dedikleri pantalonlar kenevirden imal edilir zamanında.
YEŞİL ALTIN
Kenevir bambudan sonra en hızlı büyüyen bitki. Toprak seçmez, gübre istemez, böceklere aldırmaz. Dört ayda olgunlaşır ve birkaç hasat alınabilir yılda. Havadan karbon emer ve ormandan 25 kat fazla oksijen salar. Bataklık kurutur, radyasyon arıtır, eh yeşili de göz okşar, ne istersiniz daha?
Kenevirden yapılan kâğıtlar daha sağlamdır, asırlarca dayanır, Arap ülkelerinde banknotlar bu kâğıda basılır.
Diğer kâğıtları üç defa hamura çevirebilirsiniz, bunu ise 8 defa.
Kenevir tuğlalar hafiftir, ısı ve ses geçirmezler ayrıca.
Sabun şampuan da yapabilir, biyodizel ve asfalt olarak da kullanabilirsiniz. Küspesi de çok yarar hayvanlara.
BİR TAŞLA ÇOK KUŞ
Kenevir yaprakları mükemmel ağrı kesicidir, eczacılıkta kullanılır sıklıkla. Tohumları yağlıdır, taşıdığı omega-3 ve 6 gibi esansiyel yağ asitleri sayesinde bağışıklık sistemini güçlendirir. Mineralden yana zengindir, hem kalp, damar sıkıntısı olanlara tavsiye edilir hem zayıflamak arzusunda olanlara.
ONUN DA VATANI ORTA ASYA
Osmanlı döneminde “kendir, kettan” ismiyle anılır, bilhassa Sinop, Tokat, Amasya, Ödemiş, Tire, Urfa, Malatya’da çok yaygındır. Evliya Çelebi Samsunlular için “kendirciyândırlar” tabirini yakıştırır. Kastamonu ve çevresi, zaten merkezdir. Köylü mahsulün bir kısmını satar, bir kısmını ise getirir evine yığar. Kış boyu işler, sicim, urgan, halat, çuval yapar. Ufak ama sıcak para, akmasa da damlar.
Tesisatçıların çantasında kenevir lifi bulunur mutlaka, dişlere sarar sıkıştırırlar. Şişti mi damla sızdırmaz bir daha.
Evet, dişi kenevirin yaprakları sabıkalıdır, mafya bunlardan esrar kubar üretir, el altından satar. Yani haşhaş neyse kenevir de odur bir bakıma. Uyuşturucu imalatçıları için önemli olan yapraktaki THC miktarıdır. Gelgelelim endüstriyel kenevirde, Hint kenevirinin ancak yüzde ikisi kadar THC bulunur, uyuşturucu üretilebilir ama astarı yüzünü aşar.
Erkek bitkiler zaten temizdir, ıspanak maydanoz kadar zararsızlar.
FORD’DAN BALYOZLU ŞOV
Kenevir levhalar şaşırtıcıdır, Henry Ford lifleri reçine ile sıkıştırıp otomobil kaportasında kullanır (İlk kompozit oto - 1930). Yakıt olarak da kenevir yağı yakmayı planlar. Hatta gazetecilerin önünde arabayı (Ford- Biomasscar) balyozla dövüp şov yapar.
KENDİRİN ÇAKMASI JÜT!
Kendir imalatı hakkında bilgi toplamak için Eminönü’nü dolandık “bu ipler nerede bükülüyor” diye sorduk esnafa. Hepsi de ithal çıktı, yalnız biri “urganlarımız İzmir’den geliyor” dedi.
Samimi olduğumuz bir tezgâhtar ise “bunlar kenevir filan değil abi” diye uyandırdı.
-Ya ne?
-Rafyalar muz lifi, bezler ise Jüt! Yani Hindistan’da yetişen başka bir bitki. Ne rengi kenevir gibi alımlı, ne de lifi kenevir gibi sağlam. Ama millet dekorda kullandığı için, mukavemet aramıyor. Kanaviçe işleyeceğin bez, makrame yapacağın ip dayansa da olur, dayanmasa da...
Kenevir meşakkatli bir ürün, ter ve emek var mayasında. Bilmem gençlerimiz ilgilenir mi, bu saatten sonra?
Samsun Vezirköprü’den başlaması planlanan üretim, yine de heyecanlandırmıyor değil. Bilen bilir, bölgenin ipi pek makbuldü Anadolu’da.
ÜÇ SİLAHŞORLAR
Efendim W. R. Hearst, kâğıt üreticisi ve gazete sahibi imiş. Babadan kalma ormanları varmış, bu yüzden kenevircelere tavır almış.
Rockefeller ise petrolcü olduğu için, bio yakıttan (kenevir yağı) hoşlanmazmış.
Plastikçi D’upont’un ana hissedarı Mellon ise Başkan Hoover’in hazine bakanıymış. Keneviri marihuana ile aynı potaya koymuş, “sakıncalı” kararı çıkartmış. Sadece kendi ülkesinde yasaklamakla kalmamış, sopa göstermiş sağa sola. Bizim de önümüze bir evrak koyulmuş (1931), imzalamışız paşa paşa.
Burada dert lif değil esrar. Eğer gençleri koruma gibi bir kaygıları varsa tamam, ne diyebiliriz ki adamlara? Yok maksat çiftçiyi, sanatkârı boğmaksa, direniriz inadına.
Kenevirle plastik çok karşılaştırılıyor, kene-vir keçe, kenevir levha işini anlarım da, nasıl girebilir plastiğin alanına. Masamda telefondan bilgisayara bir sürü plastik var bunlar kenevirle yapılabilir mi acaba?
Peki petrokimya iliklerimize işlemedi mi? İşledi. Kanser vakaları artmadı mı? Arttı. Bu naylon bakiyesi bin yıl daha denizlerimizde topraklarımızda durmayacak mı? Duracak.
Eee daha ne dediğinizi duyar gibiyim de, nasıl olacak?
.
Tahtsız ve bahtsız kraliçe Liliuokalani
3 Şubat 2019 02:00
Hawaii Adalarında binlerce yıldır yerliler yaşar ama bizim onlardan, İngiliz Kaptan James Cook’tan sonra haberimiz olur anca (1778). Bunlar kavga dövüş bilmeyen insanlardır. Avrupalılar onları bir yandan kiliselere çağırır, bir yandan para ve alkolle tanıştırır. O neşeli sıhhatli halkın yerini ayyaşlar alır. Sefalet ve frengi kol gezmeye başlar.
Kamehameha basit bir kabile reisidir aslında, Avrupalılardan “gürleyen sopalar” alıp diğer adaları haraca bağlar. Krallığını kurar acımasızca. Gençler, sırf ona uşak olmamak için kendilerini yarlardan atarlar.
Kral III. Kamehameha’nın oğlu kızı yoktur. Ölünce etrafındaki soylulardan David Kalākaua oturur tahta.
Beyazlar musallat olur bu arada... Toprak onlardan, emek onlardan... Ama şeker ve ananaslar Amerika’ya!
Kral David pek dik duramaz. Hawai yol olur adeta. Bir ziyafette yabancı iş adamları onu sıkıştırır, “Bayonet (süngü) Anayasası”nı imzalatırlar (1887). Monarşinin gücünü yasama meclisine aktarır, adada söz sahibi olurlar.
Pearl Harbor limanı Amerikalılara çalışır adeta. Ne alır, ne satarlar, kim yanaşır, kim kalkar? Haber verme lütfunda bile bulunmazlar krala. David’in de çocuğu yoktur, ölünce kız kardeşi Liliuokalani oturur koltuğa (1891).
.jpg)
UMMADIK TAŞ
Liliuokalani, müzik eğitimi almış bir dantel teyzesidir. Gün boyu piyano tıngırtadır, besteler yapar. Batılılar gibi giyinir, adını değiştirir (Lydia) ve Amerikalı biriyle evlenir ayrıca.
Kraliçe Victoria’nın tahta çıkışının 50. yılı merasimlerine katılır, Avrupa ve Amerika’yı dolaşır. Sosyete büyük alâka gösterir ona.
Kocası John Owen Dominis, Boston’lu bir kaptanın oğludur, misyoner okulu Royal School’dan mektep arkadaşıdırlar.
Oğlan bizim, kız bizim, Amerikalılar el ovuşturur, oh ne âlâ, ne âlâ.
Ancak Kraliçe, önüne konan dosyaları dikkatle okur, halkının yararına olmayacak kararlara imza atmaz.
Cony’lerin gözünü para bürümüştür, sinirlenmeye başlarlar. “Bu da nereden çıktı şimdi, haydaaa!”
Liliuokalani abisine dayatılan anayasayı da kaale almaz, monarşiye daha fazla güç veren bir taslak hazırlatır hukukçulara.
.jpg)
HELE BAK SEN ŞUNA!
Adanın beyazları, vaziyeti Washington’a sızdırırlar. ABD, Hawai’yi işgal edecek güce haizdir ama muhalif bir lider bulup desteklemek daha masrafsız olacaktır. Nitekim Sanford Dole önderliğindeki Misyoner Partisi, Kraliçe aleyhinde nümayişe başlar. Huzursuzluk büyür, gerilim artar. Ondan, vazifeyi bırakması istenir kabaca. Liliuokalani kan dökülmesin diye alttan alır. Tacını tahtını terk edip çekilir kuytuya.
Sanford Dole başkanlığında kurulan geçici hükümetin (1893) bütün bakanları beyazdır. Yerlilerin esamisi okunmaz.
Dole demokrattır güya, kral kesilir milletin başına. Her şey daha kötüye gitmektedir, millet eski günleri mumla arar.
.jpg)
ARMUT PİŞ AĞZIMA...
Bu arada Hawaii milliyetçileri de teşkilatlanır, ayaklanırlar. Ancak ellerinde silah yoktur, kolay yem olurlar. Alayı derdest edilir, ihanet-i vataniyyeden doooğru hakim karşısına.
Kraliçe Liliuokalani ev hapsinde tutulurken, yandaşları küflü zindanlara.
O günlerde vazifede bulunan ABD Elçisi John Stevens, Hawaii’yi olgun bir armuda benzetir, Dışişleri Bakanlığına gönderdiği mektuplarda “Tam vakti” der, “Gelin, düşüverecek ağzınıza!”
Nitekim Donanma Komutanlığı, “vatandaşlarının can ve mal emniyeti” (!) için savaş gemilerini Honolulu limanına yollar. Deniz piyadeleri Kraliçenin evini kuşatırlar. Liliuokalani çaresizdir, yenileceği maça çıkmaz. Zehir zemberek bir bildiri yayınlayıp teslim olur düşmanlarına.
ADALETİN BU MU?
Sonra bir şekilde ABD Başkanı Grover Cleveland’a ulaşır. “Yok baskı altındaydım, yok can kaybı olmasın diye imzaladım. Bana tahtımı verin, size sadık kalırıım.”
Cleveland, adadaki ABD elçisi ile komutanı vazifeden alır ve yeni Büyükelçi Mr. Blount’a bir rapor hazırlatır. Blount disiplinli bir memurdur, Amerikalı diplomat ve subayların şirretliklerini sıralar.
Hukuksuzluk ortadadır, Başkan da Kraliçe’nin yeniden tahta çıkmasını arzulamaktadır güya. Darbeci Dole ise şiddetle karşı çıkar, “Burası bağımsız bir ülke, öyle bir yetkiniz yok” der Başkan’a.
Uzatmayalım, 1894’te ‘Hawaii Cumhuriyeti” ilan edilir ve ABD hükümeti tanır ilk defa.
İŞGAL, İLHAK, İSTİLA
Ve göstermelik bir halk oylaması. Sadece iki tercih vardır pusulada: “Müstemleke (sömürge) olarak mı kalmak istiyorsunuz? Yoksa ABD eyaleti olmak mı?”
Oy hakkı sadece beyazlara tanınmıştır, sürprizlere tahammülleri yoktur zira.
Nitekim ABD’nin yeni Başkanı William McKinley, adayı ilhak ettiğini açıklar, ilgili yasa apar topar kongreden çıkar (1898). Ve Hawaii 50’nci eyalet olur kaşla göz arasında. Milyonlarca dönüm kamu arazisine el koyulur bu arada.
Dole döneği de, Hawaii valisi olarak atanır. Eeee yakışır, hayli emek sarf etmiştir bu hususta.
Peki Kraliçe Liliuokalani?
Kolay pes etmez. ABD hükümetine sürekli belge-bilgi yollar, temyiz peşinde koşar. Yaptığı bestelerle hürriyeti dillendirirken, bir yandan da hatıralarını yazar. “Oni pa’a” hareketini kurup değişik platformlarda dikilir Amerikalıların karşısına. Bu arada yeğeni Kaiulani’yi olmayan tahtına varis yapar, hani çıkmadık candan...
Bugün Hawaii’nin nüfusu 1.5 milyon. Yerlilerin sayısı ise 6 bin civarında. Bu gidişle tükenecekler iki nesil sonra.
ÖZRÜ KABAHATİNDEN...
Krallığın feshedilişinin 100. yıl dönümünde Başkan Bill Clinton bir özürname yayınlar: “ABD Kongresi, 17 Ocak 1893’te Hawaii Krallığına yasadışı olarak son verdiği ve Hawaii halkının geleceğini tayin hakkını gasp ettiği için özür diler. Ada topraklarına el konulmasından, yerlilerin zarar görüp aşağılanmasından mes’ul olduğumuzu kabul ediyor ve Hawaii’lilerle uzlaşmaya...”
Meğer ki geçmiş ola. Duy da inanma!
Artık yüz yıl sonra da bir bildiri yayınlar; Türk, Afgan, Irak, Suriye, Yemen, Venezuela halkından özür dilerler iki kuru satırla.
Amaaan birer A4 kâğıda bakar, zoru yok ya...
.
Türk halıları ve diğerleri...
10 Şubat 2019 02:00
Kapalıçarşı esnafından halıcı Suat Aytan bir Sivas Zara halısı gösteriyor “Elinizi sürün hele” diyor, okşuyoruz yumuşacık, bir kuzunun sıcaklığı var dokusunda. “İşte ipi kirmanla eğrilen yün böyle olur” diyor, “çünkü kirman lifleri zedelemez hırpalamaz. Çelik çarklar harım eli gibi olamaz!”
Devam ediyor: İpek ise sağlığın adıdır, toz çekmez, kir tutmaz, mikrop barındırmaz. Sağlamdır da. Bir ipek lifi, aynı kalınlıktaki çelikten 5 kat daha mukavim çıkmış teste alınınca. Bıçakla kesemez, hançerle delemezsin, kurşun bile geçirmez icabında.
Marmara havalisinde yetiştirilen kozalardan takriben 1.200-1.300 metre ip çıkar. Hâlbuki Hindistan ve Çin’de 5 km ip çekiyorlar, artık ne yediriyorlarsa zavallılara? Hayvan bitiyor tabii, kalite de düşüyor.
Bizim ipimiz değerli ama buna rağmen ilk ve son iki yüz metrelerini kullanmıyoruz, kırıklar kopuklar olabilir zira. Onları yolluyoruz gömleğe kravata. Yani malzememiz tertemiz, on numara. Kızlarımız da işi biliyor, hakkını veriyor. Düşünün batılı halı hastaları Hereke dendi mi bülbül kesiliyor, bizden iyi anlatıyorlar. Hâlbuki sorsan haritada Türkiye’yi bile gösteremezler sana. Hereke işin zirvesi, Rolls Royce gibi marka.

TÜRK DÜĞÜMÜ
Suat Baba “Zaten halıcılık bizimle başlar” diyor ve devam ediyor: Ecdat önce kilimle giriyor alana. O zamanlar büyük ihtiyaç, çadır yapacak, heybe, çuval yapacak. Sonra nakış başlıyor, ilmek atalım, kirkit vuralım derken halı şekilleniyor.
1950 yılında bir Rus antropolog Pazarık Kurganında donmuş vaziyette bir halı buluyor. Karbon testi yapıyorlar 2.500 yıllık çıkıyor. Aynı bizim gibi çift düğüm tekniği ile dokunmuş. Çift düğümün öbür adı Türk düğümüdür zaten. Bu usul daha fazla vakit alır, ancak sabırlı olanlar altından kalkar. Ucundan çekiverince ele gelen ilmek ile penseyle asılıp çıkaramayacağın ilmek bir olur mu? İşte fark orada.
Anadolu’da 18. YY’a kadar göçebe halıları var, baştan ayağa her şeyi yün. Ama bunlarla motif çalışmak kolay olmuyor. Abdülmecid Han devlet-i âliyyenin en iyi sanatkârlarını Hereke’de topluyor. Saraylar için halı ve mefruşat malzemesi dokutuyor onlara. Sonra ipek işine el atıyorlar ve o kendi hâlindeki balıkçı köyü, merkez oluyor halıcılara.
Dost ülkelerin emîrleri, melikleri, sultanları için hediyeler yapılıyor. Rus, Japon, İngiliz, Fransız sarayları Hereke halıları ile şenleniyor.
Düşünün Alman İmparatoru 2. Wilhelm, bizzat Hereke’yi gezip dolaşıyor, bilgi alıyor.
İran halıları bizim kalitemizde değil, ancak Acemler ticarete daha yatkınlar. Zamanında Avrupa’ya, Amerika’ya gitmiş, köşeleri tutmuşlar.
Diyelim müzede nadide bir parça gördün. Kesin Türk halısıdır. Çünkü İran halısı 7-8 asır dayanamaz.

MEKTUP GİBİ...
Bizim halılarımızda hayat ağaçları, kandiller, yıldızlar, eli belindeler vardır, gül ise Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) teşbihtir. Çiçek bahardır gençliktir, nar bettir berekettir.
Bir halının saçakları bağlı ise dokuyan kız bekâr demektir, yok henüz kızımızı vermedik, dünürcü gelebilir.
Eskiden hanımlar halı tezgâhlarında buluşur konuşurlardı. TV yayılınca el halısı sert bir darbe yedi, hele cep telefonları çıkınca iş bitti. Köylerde kasabalarda kirkit sesi duyulmaz oldu o saatten sonra.
Şimdi Kapalıçarşı’da bile Çin, Afganistan ve Pakistan halıları satılıyor.
SEÇERKEN DİKKAT!
Halıcılıkta malzeme çok önemli, has yün mü, değil mi? İpekse nerenin ipeği?
Kök boya mı, sentetik mi? Gerçi krom boyalara da kalitesiz diyemeyiz ama kök boyanın yerini tutamaz asla. Otu yaprağı kaynatıyorsunuz bir renk çıkıyor ama kazanın altı başka üstü başka. Zaten aynı renkleri bir daha elde etmeniz mümkün değil. Sadece size özel, bir ikincisi yok piyasada.
Birim alana düşen ilmek sayısı da önemli, aynı piksel gibi. Mesela şu ipek halının santimetrekaresinde 20x20 ilmek var. Yani serçe tırnağınız kadar bir alan içinde 400 ilmek. Ben santiminde 40x40=1.600 düğüm olan ipek halılar gördüm, 52x52 olduğunu da duydum hatta. Milyonla ilmekten bahsediyoruz dile kolay.
Dokuyucu kızın eli de mühim, severek dokunan halı kendini belli eder, uzaktan göz kırpar âdeta.
ÇİN’DEKİ HEREKE (!)
Taklitçiliği ile tanınan Çin, Henan’da bir sanayi bölgesinin adını “Hereke” koymuş “Hereke in Made” diye etiket takıyorlar telmaşa halılara. Ellerinde zibil gibi mal var, 30 dolardan tutun 80 bin dolara. Yani, ne kadar paranız varsa. Sorsanız “bu halı Hereke’de mi dokundu?”
Eğilip bükülmeden “evet” diyecekler, hani yemin etseler karınları ağrımaz.
Hâlbuki el halısı bile değil, ipek yerine de bambu lifi kullanıyorlar. Tamam parlak ve canlı görünüyor ama torunlara bırakacak bir hatıra arıyorsan külli hata.
Alanımıza dalıp pay almaları bir yana, yaptıkları çakma ürünlerle itibarımızı da zedeliyorlar ayrıca. Satışları daha ziyade AliExpress, Ebay, Amazon, Facebook üzerinden gerçekleştiriyorlar ki Zhengzhou Limanı’nda kargolar kuyrukta. Hasılı Hereke pazarının yüzde 90’nını ele geçirdiler şu anda.
Bilhassa “Top-Turkey” serisi ile ciroyu katladılar. Ellerinde birkaç göstermelik el tezgâhı var, onunla da reklam çekiyorlar.
Düşünün bir metrekare ipek halı ancak bir yılda dokunur. Saç kılı inceliğinde iplerle çalışan kızcağıza asgari ücret verseniz, 25 bin lira işçilik tutar. Sen burada seçme malzemelerle milim milim ilerlerken adam bağlıyor makineye, takır takır motiflerimizi basıyor. Bu da bir nevi kalpazanlık değil mi ama?
Eğer bir sonraki sanayi sitelerine; Eğin, Bünyan, Uşak, Gördes, Milas, Yağcıbedir, Yahyalı, Yuntdağı adını koyarlarsa hiç şaşma.

.
.
Yapan da o satan da yasaklayan da...
16 Şubat 2019 02:00
Otomobil, motosiklet, telefon, oyuncak, giyim kuşam, kamera…
Hangi sektöre baksanız Çin çıkıyor karşınıza.
Çin ekonomisini ayakta tutan ihraç malları arasında Müslümanlara sattıkları takke, tespih ve seccadeler önemli bir yer tutuyor. Sadece Türkler bir hac döneminde 90 milyon liralık hediyelik alıyorlar ki, bunun umreleri var daha.
Dünyanın dört bir yanında Harameyn’e koşan müminler bavullar dolusu hediyelik topluyor ve milyar dolarlık bir pazar çıkıyor karşınıza.
Çin bunu çok iyi değerlendiriyor, tabiri caizse bütün hatlarıyla yükleniyor. Hacılar eli boş gitmeyelim telaşı ile üçüne beşine bakmıyor ama paketleri açınca pişman oluyorlar. Çünkü takkeler, türbanlar zırıl zırıl sentetik. Tespihlerin kimi 96 kimi 104 çıkıyor. İpleri çözülüyor, taneler dağılıyor, özensizlik can sıkıyor.
.jpg)
SIKINTILI MALLAR
İslam âlemini saran birçok bidatin menşei de Çin. Bunu şuurlu mu yapıyor bilmiyoruz ama ayak altına yayılan seccadelerdeki Kâbe resimleri mütedeyyin müminleri üzüyor. Açılınca oturak olan bastonlar ise taburede namaz bidatini getirdi yurdumuza. Hacı teyzeler eşarp üstü plaj şapkalarıyla, hacı amcalar bovling kepleri ile dolanır oldular. ABD aleyhtarlığı ile tanıdığımız aktivistler bile Amerikanvari kepler geçiriyor başlarına. Yardım kuruluşlarımızın yurt dışına gönderdiği elemanlar (darılmasınlar ama) beyzbol koçlarını andırıyor âdeta.
Milliyetçi mukaddesatçı partiler de alet oluyor, bunlardan bastırıp dağıtıyorlar kalabalığa.
Hanımlar için yaptıkları başörtüleri de (hijab) mahallî kültürleri yok ediyor. Eskiden değişik halkları örtülerinden tanıyabilir, bu grup Filipinli, şu kafile Nijeryalı diyebilirdiniz. Şimdi alayı takmatik kullanıyor, hepsi birbirine benziyor.
Çin malı katlanan hajimatlar uzanmaya, yaslanmaya yarıyor, sere serpe Kur’ân-ı kerim okuma garabeti de biraz buradan geliyor.
.jpg)
YAPAN MÜSLÜMAN OLSA...
Çin’de yüzlerce atölye İslam dünyası için bir şeyler üretiyor, gün boyu paketler yapılıyor.
Sadece “Muslim prayer cap” (takke) diye aratın, 43 sayfa açılacak Google’da.
Ama bir tek Müslüman ismine rast gelemedim, beklediğim gibi Dunganlar, Uygurlar çıkmadı karşıma.
Firmalardan birinde Mr. Johnson muhatap oldu. Markasını Arap alfabesi ile yazan marka ise: Mrs Nancy ve Mrs Lilian’a yönlendirdi.
Peki bu milyonlarca üründen birini alıp başınıza koysanız ve Urumçi’de dolaşacak olsanız?
Kesin tutuklanırsınız, sizi kodesten çıkarmak hariciyemizin bile boyunu aşar.
IRKÇILIK DEĞİLSE NE?
Çin hükûmeti Türkleri bitirmeye kararlı. Bırakın oruç tutmayı, namaz kılmayı, eskaza yemeğe besmele ile başlayanın başına kötü şeyler geliyor.
Bir tarafta seccade üreten tekstil atölyeleri, diğer yanda seccade toplayan kolluk kuvvetleri. Son talimatlarla Müslümanlara “evlerindeki Kur’ân-ı kerim ve seccadeleri polis merkezine teslim etmeleri” emredildi. Yok eğer onlar gelip de bulacak olurlarsa, dooğru toplama kampına.
Hele bir garibin anahtarlığında nazlı hilal görünsün ya da telefonunda İstanbul resmi belirsin. Allah muhafaza.
Doğu Türkistan’da konuşurken dikkat edeceksiniz; Türk, Türkiye veya Ankara kelimelerini almayacaksınız ağzınıza. Yoksa iş açarsınız başınıza.
İŞGAL, İLHAK, İSTİLA
Doğu Türkistan 1449 yılına kadar bağımsız bir devlettir. Kızıl Çin tarafından işgal edilir. O günden beri sistematik asimilasyon sürüyor. O yıllarda Türkistan’da %4 oranında Çinli vardı, bugün başkent Urumçi’de %80’e ulaştılar.
Ocak 2015 itibarı ile baskılar arttı, ibadet “anayasal suç” kapsamına alındı. Devlet Kâşgar iline bağlı Yarkent ilçesinin İlişku ve Handi köylerinde Ramazan Bayramı’nın birinci günü katliam yaptı. Üç bin mümin şehit oldu. Dünya görmezden geldi, sesleri duyulmadı.
“Dinî aşırılıklarla mücadele” gerekçesiyle tatbik edilen yasaklara her gün bir yenisi ekleniyor. Artık, geleneğinize göre evlenemiyor, cenazeleri İslami usullerle defnedemiyorsunuz. Kimin ne kadar miras alacağına da sosyalist sistem karar veriyor. Baskılar o hâle geldi ki sizi devlet televizyonu izlemediğiniz için tutuklayabilirler pekâlâ.
Bir lokantada garsona “Bu helal mi” diye sormak “laik hayata müdahale” olarak değerlendiriliyor. Bu masum istek bile “aşırılık yanlısı eylem” olarak kabul ediliyor.
İslami eser basmak, yaymak külliyen yasak. İhbar etmemek de suç ayrıca. Yani istedikten sonra kampa alacak bir bahane bulurlar kolaylıkla.
SÖMÜRÜ DÜZENİ
Çin’de elektrik kömürden üretiliyor. Kömür de Doğu Türkistan’da. Petrol ve doğalgazın %33’ü havaliden sağlanıyor. Zaten bu yüzden çöktüler binlerce yıllık Türk yurduna. Halkı köleleştirmenin yolu da dinine ve diline müdahaleden geçiyor.
Çocuğuna Muhammed, Hatice, Ayşe, Zeynep, Müslim, Müslime, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Seda, Zikrullah, Sümeyye, Türkzat, Türknaz, Türker, Hacı, Arafat ve Medine gibi isimler koyanların derhâl değiştirmesi ve gazeteye ilan vermesi gerekiyor.
Eskiden sadece Uygurları yıldırmaya çalışırlardı, şimdi Kazakları, Kırgızları ve diğer Türk boylarını da cendereye aldılar. Sadece 500 bin Kazak var toplama kamplarında.
Şimdi Çinli bir yetkili çıkıp “Bütün bunlar yalan!” diyebilir. O zaman her görüşten 50-100 gazeteciyi alır, bölgeyi gezdirirsiniz. Bırakırsınız dağılsınlar sokak aralarında.
O insanların ne kadar mutlu mesut olduklarını (!) görüntülesin, gelip aktarsınlar okuyucularına.
Zoru yok ya!
.
El Libertador (büyük kurtarıcı) Bolivar
17 Şubat 2019 02:00
Simón José Antonio de la Santísima Trinidad Bolívar Palacios Pontey Blanco.
Dokuz isim peş peşe. Asil dediğin böyle olur İspanyollar arasında.
Evet Simon aristokrat bir ailenin çocuğudur, Caracas’ta doğar (1783). Arazileri, madenleri vardır, kalburüstü yaşarlar.
Ancak küçük yaşta yetim kalır. Yaşı 16 olunca kalkar Madrid’e gider, belki okuyacak, belki gezecektir, paradan yana derdi yoktur nasıl olsa.
Orada gönlünü kendinden daha soylu (kim bilir kaç ismi var) Maria Teresa’ya kaptırır. Birlikte dönerler Venezuela’ya (1801).
Evlenir barklanırlar ancak mutlulukları 1 sene sürer anca, Maria sarı hummaya yakalanır, elveda...
Hanımını kaybeden Bolivar hayata küser, bir süre alır başını vurur dağlara. Kim bilir belki de gerilla tutkusu o günlerde başlar.
Sonra tedrisini ikmal için Avrupa’ya gider bir daha... O günlerde antiemperyalist yazarlar pek itibarlıdırlar, onu da tesir altına alırlar.
Ancak himaye görmeyen bir hareketin şansı yoktur, eğer İspanya’ya vuracaksan İngiltere ve Fransa’ya yanaşmalısındır mutlaka.
Aralarında böyle bir anlaşma var mı bilmiyoruz lâkin desteklendiği vakıa. Mason olduğunu da saklamaz ayrıca.
ELLER TETİKTE
Evet vuruşacak savaşacaktır ama niye, nasıl, ne zaman, hem kimin yanında? Olsun hele bir insindir sahaya. Nitekim Francisco Miranda’nın saflarında sarılır silaha. Miranda milliyetçi bir isimdir, emperyalistlerin zincirlerini kıracaktır eğer başarırsa.
O günlerde İspanya Napoleon tarafından işgal edilir, Madrid oturmuş derdine yanmakta. Buralara gelip, uğraşamazlar nasıl olsa.
Miranda, Bolivar’ı, Puerto Cabello limanından mesûl yapar. Ne var ki şehir çok kolay düşer, savunma çözülüverince diğerleri de güç durumda kalırlar.
Hain midir, gafil midir bilmiyoruz ama acemiliği ortada. İspanyollar bunları tek tek toplar, Miranda’yı alır, Cadiz zindanlarına tıkarlar (1812).
Bolivar ise Curaçao Adası üzerinden Cartegena’ya kaçar. Oturup ünlü “Cartegana Bildirisini” kaleme alır orada.
“Biz hükûmetlerimizi birleştirmediğimiz sürece, düşmanın oyuncağı olur, iç savaşın çözülmez ağlarına yakalanırız. Ülkemizi kirleten haydutlar sürüsü karşısında tutunamayız bir daha.”
“İspanyolları kovalım” ve “Tek devlet altında buluşalım” şeklinde özetlenebilecek bildiri mânâlıdır ama henüz onu kaale alan yoktur ortalıkta.
HAİTİ JAMAİKA
Emperyalist bir tane değildir ki. Birine yaklaşırsan, öbürü parmak sallar. Bazen birleşir, seni boğarlar. Nitekim İspanyolların yanı sıra Fransızların da hedefi olurlar. Bolivar’ı derdest eder, sürerler Kolombiya’ya.
En büyük hataları da o olur. Bolivar, Kolombiya ordusunu ayaklandırır ve başkent Bogota’yı ele geçirir bir anda. Ağustos 1813’te Caracas’a girer, halk artık El Libertador (büyük kurtarıcı) demektedir ona. O hızla başa geçer, otoriterdir yetkilerini paylaşmaz.
Bir ülkeyi ele geçirebilirsiniz ama elde tutmak... İşte asıl iş orada.
Nitekim beklenen olur, Pablo Morillo komutasındaki İspanyollar fena bindirir bu defa, Kolombiya kâbusa döner âdeta (1815). Bolivar İngiltere ve ABD’den yardım istese de muhatap alınmaz.
Kaçsa iyi olacaktır, ver elini Jamaika.
Yalnızdır, “La Carta de Jamaica” ile içini döker satırlara. Sonra Fransız’lardan yeni kurtulan Haiti’ye geçer. Birileri silah ve para sağlar ona. Tekrar Lâtin Amerika’ya döner, Orinoco’da karargâhını kurar. Ciudad Bolivar’da gazete çıkarır hatta. Burası İspanyolların kolay ulaşamayacağı yerlerdir, emin sayılır şimdilik kaydıyla.
Mevsim kış sayılır, arazi ağırdır. Bolivar “ilk vuran kazanır” mantığı ile yola çıkar. Yanında bin civarında Britanyalı savaşçı vardır, profesyoneldirler kelimenin tam manasıyla. And Dağları’nın buzlu doruklarını aşar Nueva Grana’daki İspanya Genel Valiliğini basarlar. Ki savaş tarihinin en gözükara harekâtlarından biri olarak geçer kayda. Ardından Boyaca’da İspanyol kuvvetlerini bozar, üç gün sonra Bogota’ya girerler şaşaayla.
İTİRAZI OLAN?
Angostura’da bir kongre tertiplenir. Havalinin önde gelenleri davet edilir. Bolivar burada diktatör seçilir (1819). Seçim deyince halkın sandığa gittiğini filan sanmayın, amigolar salonun hâkimiyetini ele geçirir “Bolivar nerede biz oradayız” diye haykırırlar ihtimal.
“Kabul edenler, etmeyenler?” Bilirsiniz pek itiraz çıkmaz.
Bolivar o günlerde Quito’lu bir dilbere (Manuela Sáenz) gönlünü kaptırır. Manuela hep yanında olacaktır, başkanlık sarayında da, çatışma alanında da.
Britanya’dan 600 savaşçı daha yollanınca güçleri artar, Migel de la Torre komutasındaki sömürge ordusunu yenmekte zorlanmazlar (1921-Carabobo).
İspanyollar, Maracaibo Gölü, Junin ve Ayacucho’da da yenilir, havlu atarlar âdeta.
Ve José de Sucre komutasındaki Peru-Kolombiya ordusu Vali La Serna’yı askerleriyle birlikte teslim alınca tünelin ucu görünmeye başlar.
Ama Bolivar durmaz, Ekvador ve Peru milliyetçilerine yardım eder bu defa. Arjantin ve Şili ihtilalcilerinin lideri Jose de San Martin de katılır ve 3 asırdır Güney Amerika’yı sömüren İspanyol hâkimiyetine nokta koyarlar.
BARIŞ DAHA ZOR
Gelgelelim bir süre sonra aralarında fikir ayrılıkları, koltuk kavgaları başlar.
Bolivar da az değildir, “Kolombiya Başkanlığı”nın yanı sıra kendini “Peru Diktatörü” ilan eder ayrıca.
O günkü Kolombiya’yı bu günkü ile karıştırmayın. Hudutları içinde Venezuela, Ekvador, Bolivya vardır hatta Panama. Adı üzerine Büyük Kolombiya.
Eh İspanyollardan kurtulduklarına göre birbirleriyle uğraşabilirler. İhanet, suikast, kara propaganda...
Liberaller muhafazakârlar zaten birbirini boğazlar. Jose Antonio Paez, Santander’e karşı ayaklanır, iç savaş başlar. Bogota hadisesi bastırılamadan, Peru karışır bu defa.
Bolivar, sarayını basan suikastçıların elinden Manuela’nın uyanıklığı sayesinde kurtulabilir son anda. Silah arkadaşı Santander’i azmettirici olarak yaftalar ve ülkeden kovar.
YAPRAK DÖKÜMÜ
Herkes ayrı baş çekmektedir, en güvendiği adamı Mareşal Sucre bile “Vatanı yabancılardan kurtardık. Şimdi kurtarıcılardan kurtulma zamanı” diye konuşur sağda solda.
Birliğin ülkeleri Guayaquil ele geçirmek için birbirlerine dalar. Mareşal Sucre, müdahale eder (Tarqui muharebesi), çok güvendikleri José Maria Córdoba kazan kaldırınca kargaşa çıkar, Paris, Londra ve Washington iç işlerine karışmaya kalkar.
Venezuela, Kolombiya’dan koptuğunda (1829) efsane lider Bolivar vardır başta. Artık kimsenin onu taktığı yoktur, tenkitler, tehditler artmaya başlar.
Ve “El Libertador” bırakmak zorunda kalır. Rencide olur, küser, darılır, Avrupa’ya gitmek üzere hazırlanır! Halefi olarak yetiştirdiği Sucre’nin öldürüldüğünü de öğrenince hepten yıkılır.
Birlik çağrıları halkın umurunda değildir artık, çaresiz ve bedbahttır.
Kahrından verem olur ve bir İspanyol zengininin Santa Marta’daki malikanesinde ölümü beklemeye başlar (1830)
DEVRİMCİLİK BUYSA
Kabaca bakarsanız Bolivar hep komutan, diktatör, başkan, başbakan olmuş makamını kimseyle paylaşmamıştır. Adı faşiste çıkanlar da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yapar. Ulusu için savaşır, kazanırlar, önderliğe liderliğe kalkar ve rakiplerini boğarlar.
Uğruna “Bolivar gösterdi yolu, Guevara izledi onu” diye marşlar yazılsa da Marksist diyemeyiz ona. Çünkü Kolombiya kurulduğunda Karl Marks 3 yaşındadır daha.
Ha bir “bolivar” daha var!
Vanezuela parası.
Eskiden kıymetli olduğu için sistemi kilitlerdi, şimdi değersiz olduğu için başa belâ.
Varlığı da dert, yokluğu da!..
.
Oylamaya hayır, oyalamaya devam
24 Şubat 2019 02:00
Keşmir, Pakistan, Hindistan, Afganistan ve Doğu Türkistan arasında yer alan sıkıntılı bir bölge. Beş parçadan ibaret. Bunlardan Shakhgam Vadisi ve Aksa-i Çin (Keşmir’in %20’si) Kızıl Çin işgali altında.
Azad Keşmir ve Gilgit Baltistan ise (Keşmir’in %35’i) Pakistan’la birleşmeyi başarmış, mutlular mesutlar.

Keşmir meselesi denince akla Hindistan’ın elindeki Cemnu ve Keşmir Vadisi gelir (%45). Bilhassa Keşmir Vadisi’nde Müslüman oranı %90’ların üzerindedir oysa.
Bu bölgede Müslümanların hiçbir hakkı yoktur, memur olamaz, orduya alınmaz, seyahat edemez, ticaret yapamazlar. Toprakları zaten ellerinden alınmış, kölelik gösterilmiştir onlara. Hâlbuki yöre İsviçre’yi bile kıskandıracak güzelliktedir, Himalaya, Karakurum, Pir ve Pancal’dan süzülen sular Keşmir’de buluşup Pakistan’a akar. Toprakları bereketli, gölleri berrak, ormanları gümrah... Altın, zümrüt ve yakut rezervleri sömürgecilerin gözüne batar.
.jpg)
VAKTİ ZAMANI EVVELİNDE
Biliyorsunuz İslamiyet kısa bir sürede Arap yarımadasından taşıp cihana yayılır. Davetçiler Hindistan’a da ulaşırlar. Keşmir dağlık ve içine kapanıktır. Horasan Valisi Haccac ve Gazneli Mahmud, Himalaya eteklerinden dönmek zorunda kalırlar.
Gelgelelim Mihrace Rincana veziri Şah Mir sayesinde İslam’la tanışır. Müslüman olup Sadreddin adını alır. İslamiyet hızla yayılır halk arasında. Bilhassa Sultan Zeynel Abidin (1422- 74) zamanında en huzurlu günlerini yaşarlar.
Keşmir, bilahare Haydar Mirza (1540) sonra Ekber Şah’ın eline geçer (1587), Evrengzip zamanında (1752) Afganlı Dürraniler hükümran olurlar. O yıllarda %90’ı nispetinde Müslüman’dır. Ancak Sikh ordusu işgal eder (1819), Rancit Singh kan kusturur halka.
Şeyh Ahmed Barelvi ve arkadaşları direnişe kalkışsalar da silahları yoktur, güçleri yetmez düzenli orduya. Şeyh şehit olur bu arada.
İNGİLİZİN KİRLİ İŞLERİ
İlerleyen yıllarda İngilizler Camnulu bir aileyi (Hindu-Dogralar) havalinin başına sarar. Zulüm ve işkence artar. Müslümanlardan yok pencere taktın, yok baca çıktın vergileri alınır zorla. Evlendin para, evlenmedin yine para.
Ayrıca mecburi işçilik koyar, ölümüne çalıştırırlar, angarya!
En ufak direnişte sıkıyönetim ilan eder, halkı evlerinden toplarlar. Malları yağmalanır, kadınları saldırıya uğrar.
O günlerde Udham’da zengin bir Hindu Müslüman olur. Tapu müdürü adamcağızın bütün mal ve emlakını kayıtlardan siler, kendi akrabaları üzerine yazar.
Dava açılır, hâkim “Eski dinine dön mallarını al” der. “Hayır ben İslam’da kalacağım!”
-Sen bilirsin arazilerini göremezsin bir daha.
ÖZ YURDUNDA PARYA
1804’te Delhi’ye giren İngilizler, sultanın elini kolunu bağlar. Sanki kendi mülkleri gibi bölgeyi Raca Gulap Singh’e satarlar. Adam 7,5 milyon rupi (500 bin sterlin) sayar, milyonlarca Müslümanı köleleştirir, arazilerine sahip çıkar (1846).
Keşmirli Müslümanlar Dogralı Brahmanların emrinde aç bi ilaç çalışır, tahsil yapamaz, her hizmetten mahrum kalırlar. Hindulara ateşli silah ruhsatı verilir, Müslümanlara asla. Müslümanların emlakları ellerinden alınır, camiler cephanelik ya da ambar olurlar.
1877-1878’de meydana gelen büyük kıtlıkta Müslümanlar Pencap’a geçmek ister, mani olurlar. Fukaralar açlıktan kırılırlar. Bu kolpa düzene İngilizler bile dayanamaz yönetime el koyarlar, bu sefer onlar başlar baskıya.
ORTALIK KAN REVAN
Müftü Muhammed İshak, Kurban Bayramı münasebetiyle hutbe okurken, İbrahim Aleyhisselam ile Nemrud’un kıssasını anlatır. Hindu polis müfettişi onu hutbeden indirmeye kalkar. Polis bastırır, cemaat direnir, ortalık kan revan.
Bu arada Hindistan’da okuyup dönen talebeler hürriyet hareketine öncülük yapar. 1932’de Müslüman Konferansı kurulur ve Keşmirlileri etrafında toplar. 1934 seçimlerinde meclisteki 21 sandalyeden 16’sını elde ederler, 1936 seçimlerinde ise bu sayı 19’a yükselir.
Ancak kıymeti yoktur, Müslüman öldürmek suç değildir hâlâ. Üç beş kilo zerzavat parası veren mahkemeye bile çıkmaz.
Bir keresinde askerler keyfî olarak, ezan okuyan müezzini vurunca yerini başka bir genç alır, elini kulağına atar. Onu da vururlar, bir başkası fırlar. Tam 21 civan şehit olur o Ezan-ı Muhammedi boyunca.
Hafiz Calandhari,
“Bu başlangıçtı, devam ettirmek elinizde
Biz bir işe yaradık, artık sıra sizde” der şairce.
HİLEYLE HURDAYLA
1947’de Hindistan ve Pakistan bağımsızlığını kazanır. Londra irili ufaklı 560 eyaletin bu ikisinden birine bağlanması şartını koyar. Burada din, dil, mensubiyet ve coğrafi yakınlık gözetilecektir güya. Haydarabat ve Junagar’da çoğunluk Hindudur, halk daha evvel ticaretini Müslümanlarla yaptığı için Pakistan’a bağlanmayı arzular. Ancak Hindistan bu eyaletleri zorla kendisine bağlar. Cemmu-Keşmir de ise durum tam tersidir, halkın %80’i Müslüman olmasına rağmen Sih vali vardır başlarında. Mihrace Hari Sing Hindistan’a meyledince halk ayaklanır. Delhi yönetimi Raca’dan uyduruk bir kâğıt alır ve Srinagar Havaalanı’na silah yığar.
Hâlbuki Keşmir coğrafi olarak da Pakistan’ın uzantısıdır, ırmaklar Pakistan’a akar. Keşmir Pakistan sınırı 1.174 km’dir ve birbirlerine sayısız yol ile bağlıdırlar. Keşmir Hint sınırı ise 510 km’dir ama geçit vermez dağlar vardır arada.
KANDAN BESLENİYORLAR
Ayrılmanın ardından sıkıntılı bölgelerde yaşayan Müslümanlar Pakistan’a ulaşmaya çabalar. Silahlı Sikh çeteleri pusu üzerine pusu atar, yollarda akla gelmedik eziyetlere maruz kalırlar.
Mihrace Hari Singh yönetimindeki Dogra ordusu Mirpur ve Ponç bölgelerinde sistematik katliam yapar. İki ay içinde iki yüz bin Müslüman’a kıyar. Pathan kabileleri dayanamaz, Keşmir topraklarına girerler sonunda (1947). Dogra ordusunu dağıtıp, Muzafferabad merkezli Azad Keşmir’i kurtarır, başkent Srinagar’a doğru ilerlemeye başlarlar. Belki şehri de alabilirler ama Pakistan devlet olabilmiş değildir daha, ne silah vardır ne techizat.
Hindistan hadiseyi BM’ye taşır. BM Güvenlik Konseyinden Keşmir halkının kendi geleceğini tayin (self-determination) hakkı çıkar. Hindistan oylamadan değil oyalamadan yanadır. O gün bu gündür sandıktan kaçar.
BM bu mevzuda 1948 - 1965 arasında 23 karar verir, Nehru hiçbirini uygulamaz. İngiltere arkasındadır nasıl olsa.
ÇİN ÇARPAR!..
Nehru 1950 yılında Tibetli Dalay Lama yüzünden Çin’le takışır. Kızıl Çin, Hint ordularını yener ve Keşmir’in %20’sini işgal eder. Müslümanlara kan kusturan Hint yönetimi Mao’ya ses çıkaramaz.
Nisan 1959’da Hindistan vatandaşlarının Keşmir’e özel izinle girmelerine dair kanun kaldırılır ve bölgeye Hintli göçü başlar. Aynı İsrail’in yaptığı gibi, dengeyi değiştirmeye çalışırlar.
1965 yılında Pakistan-Hindistan arasında ikinci savaş kopar.
1974 yılında Hindistan nükleer bomba denemesi yapar. 1998 yılında Pakistan da sahip olur aynı silaha. Hatta 2010 itibarıyla rakibine fark atar.
Bir de şu var tabii Pakistan içindeki Hindular tehdit altında değildir. Keşmir’de ise 5 kişiye bir asker düşer, gün geçmesinki Müslümanlar şehit olmasın yaralanmasın, eziyete düçar olmasınlar.
Güvenlik güçleri silahsız kalabalıklara çekinmeden ateş açar. 15 yaşın üzerindeki bütün erkeklere terörist muamelesi yapar. Adım başı asker, durdurma, sorgulama, keyfî aramalar.
Srinagar Havaalanı’nda çalışanların tamamı Başbakan Modi’nin memleketi Gujarat’tan gelen Hindulardır. Bir Keşmirli kendi yurdunda memur olamaz.

SÖZÜM SÖZ!
Hindistan Başbakanı Nehru, 1948’de İngilere ve Pakistan’a bir mektup gönderir: Ben şunu açıkça belirtmek istiyorum ki, Keşmir’e yardım edilmesi, Hindistan’a ilhakı anlamına gelmez. Emniyeti sağladıktan sonra çekileceğimizi ve Keşmir’in geleceği ile ilgili kararın bölge halkı tarafından alınacağını garanti ediyoruz. Bu sadece size değil, bütün dünyaya verilmiş bir sözdür.
Nehru da Keşmirli bir Hindu’dur aslında. Kızı İndira Ghandi de adil olmayacak taraflı davranacaktır halka.

DEMOKRASİNİ SEVSİNLER!
Keşmir’de sözde demokrasi vardır ama seçim neticesi hayata yansımaz. Oy vermenin manası kalmamıştır, Müslümanlar seçimi boykot eder, Hindistanı yok sayarlar. Bu arada Hint ırkçıları sandalyeleri toplar. Yani mesele her geçen gün sarpa sarar.
İndira Gandhi çıkarttığı iki ayrı yasa ile Keşmirlilere tatbik edilen şiddeti çeşitlendirir, muhalif basını susturur mesela. Hint polisi iyi gününde havalı silahlarla “pellet” atar. Tamam bunlar öldürmez ama güldürmez de, yüzlerce çocuk kör oldu ve oluyor hâlâ.
Sovyetler, Afganistan’da yenilince bazı mücahidlerKeşmir’e geçer. Savaş tecrübeleri ile Hind ordusunu zorlarlar. “Şok et ve korkut” taktiğiyle ses getirselerde halka faydası olmaz, baskı artar.
Başbakan Narendra Modi liderliğindeki Hindu partisi (Bharatiya Janata) kandan medet umar, mesela son öldürülen 44 asker, kesinlikle oy olarak dönecektir onlara.

ÖLDÜR, BİR ŞEY OLMAZ!
Keşmir’deki insan hakkı ihlallerinden biri de “zorla kaybettirme”dir. O gün oğlunuz ya da kızınız eve gelmedi diyelim, sonra da gelmiyor, sonra da. Ölü mü, diri mi belli değil, psikolojiniz darma duman oluyor.
Bu 2. Cihan Harbi’nden kalma bir işkence çeşidi; Latin Amerika, Kamboçya, Filipinler ve Keşmir’de uygulanıyor.
Müracaat ederseniz dilekçenizi alıyor “kayıp kişiler” dosyasına koyuyorlar. Bir netice çıkmıyor tabii, uğradıkça alay ediyorlar.
1989-2012 yılları arasında Keşmir’de yaklaşık 8 bin kişi zorla kaybettirildi. Devlet İnsan Hakları Komisyonu (SHRC) 38 mevkide arama yaptı. İmlenmemiş mezarlarda, 2.156 kimliği belirsiz ceset tespit edildi. 1.504 kişinin polis gözetiminde, 12 bin 727 kişinin ise tutuklandıktan sonra öldüğü kaydedildi.
Rapor BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliğine gitse de henüz Hind güvenlik güçlerinden Müslüman öldürdüğü için hüküm giyen bir kişi bile yok.
Bu da katillere cesaret veriyor.
.
Sizi bekliyorlar
9 Mart 2019 02:00
Darülaceze bahçesindeyiz bir tekerlekli iskemle yanaşıyor, üstündeki arkadaş nefis bir İstanbul Türkçesi ile “Ya güzel kardeşim” diyor “senden bir şey rica edebilir miyim acaba?”
- Buyurun elbette.
- Şu cebimde sigara paketi var çıkarabilir misin zahmet olmazsa?
Meğer bir felçlinin elini cebine sokması ne müşkül imiş, çakmak kullanması zaten mümkün değil. Cebinden sigarasını çıkarıp yakıyorum duanın bini bir para.
Yaşlı bir teyze kendine doğru yaklaşan gönüllüye “sağ ol Sevim kızım” diyor, “eksik olma, tırnağımı kestiler bu sabah.”
Demek gönüllü abla belli aralıklarla uğruyor, sakinlerin saçına tırnağına bakıyor.
Tırnak kesmenin nesi var? Çıt çıt çıt, çok olsun iki dakika.
Eh bu arada iki muhabbetin belini kırarsan ne isterler daha.
İnanın eğlenen, öğrenen siz olacaksınız. İçlerinde görmüş geçirmiş, batmış çıkmış insanlar var. Ne hikâyeler, ne hikâyeler... Hayatları roman.
MUHABBETLERİ YETER
Yaşlılar dinlemekten hoşlanıyor ama konuşmaktan “daha fazla” hoşlanıyorlar. Anlatacak o kadar şeyleri var ki, mevzudan mevzuya geçiyor, nefes almıyorlar.
Birini dinlemenin ne zorluğu olabilir ki? Ara sıra “ha, hı, bak sen, vay canına” deseniz yetiyor onlara. Ama o iyiliğin büyüklüğünü yalnız kalınca anlarsınız anca.
Bilirsiniz Batı’da çocuk 18’inde evden kopar, işini yoluna koyar, hayatını yaşamaya başlar.
Bizde evlat 40 yaşına da gelse bebedir daha, anası terlemişsin der, tülbent sokar sırtına.
Eh oğlu uşağı da onları bırakmaz tabii, her gün gidemese de cumadan cumaya arar, kandilleri bayramları atlamaz asla.
Bizim kültürümüzde yaşlılar sultandır, köşeye oturur, iş buyurur, herkes hizmet eder onlara. Evde dua eden bir yaşlı, nimet bilinir, hoşça tutulur.
Peki kimi kimsesi olmayanlar?
Açlar, muhtaçlar, sahipsiz çocuklar... İşte şimdi geliyoruz oraya.
FERMANIMDIR, YAPILA!
1877 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra İstanbul’a 400 bin muhacir gelir, cami avluları, hamam külhanları serapa insan. II. Abdülhamid Han biçarelere bigâne kalmaz, ferman verir: “Derhâl darülaceze kurula! (25 Mart 1306).”
Garibe ne lazım? Kafasını sokacak çatı altı, olursa sedir battaniye ve bir tas çorba.
Sultan kesesinden 10 bin lira koyar (liralar altın tabii) 7 bin liralık da mal bağışlar.
Esnaf tüccar da katılır hayra, 70 bin lira toplanır bir anda.
Garibana eğreti baraka da yeter ama saray mimarı, saray gibi bir mekân tasarlar. Açılışı Sadrazam Halil Rıfat Paşa yapar (Ağustos 1895).
Kim acizse gelsin denir, meşrebine, mezhebine, menşeine bakılmaz.
Yatakhane, yemekhane, çamaşırhane, terzi, hamam, revir, fırın, sıra sıra atölyeler, şirin bir bahçe ve matbaa. Zengin de bir kütüphane kurulur ayrıca.
Darülaceze nispeten merhem olur yaraya.
BİR BEBEK KADAR İLGİYE MUHTAÇLAR
Darülaceze Başkanı Hamza Cebeci anlatıyor: Burada çalışan arkadaşlarımız -dünya düşünceleri ne olursa olsun- yaptığı işin artı değeri olduğuna inanıyorlar. Bu da bize büyük güç veriyor.
Hâlbuki yaşlıya bakmak kolay değil. Bünyemizde 150 yatalak var, yedirmezseniz doyamaz, temizlemezseniz paklanamaz, çevirmezseniz dönemez, dışarı çıkarmazsan hava alamazlar, yani bir bebek kadar muhtaçlar.
Bir gün değil iki gün değil, hizmet edenler de yoruluyor. Bu yüzden sık sık gezilere (Bolu, Abant, Düzce, Akçakoca) çıkıyoruz ki açılsın ferahlasınlar.
Ancak kurumun kasasından kuruş çıkmıyor, sağolsun sponsorlarımız masrafı karşılıyor. Yine üniversitelerin büyük alakası var, 300 civarında talebe burada staj yapıyor, 20 civarında arkadaşımıza da yüksek lisans imkânı veriyorlar.
Fiziki yapı ile yakinen ilgileniyorum, serde mimarlık var zira. Tarihî dokuyu bozan ne kadar eğreti bina varsa yıktık, beton bırakmadık ortalıkta.
Darülaceze günü birlik kalınıp geçilecek bir yer değil, düşünün cami avlusunda bulunan çocuk gözünü burada açıyor.
Eskiden okulunu bitirene ya da sanat sahibi (marangoz, demirci, kunduracı, fotoğrafçı) olana kadar burada kalırlardı ki uzun yıllar geçiyor.
Bu millet Abdülhamid Han’ı yalnız bırakmadı, inanıyoruz bizim de yanımızda olacak. Başlamak bitirmenin yarısı demişler, el birliğiyle çıkaracağız ortaya.
YAŞINIZ 60'I GEÇMİŞSE!
Darülacezede kalmak için İstanbullu olmanız lazım. Eğer 60 yaşın üzerinde iseniz ve aklınız başındaysa müracaat edebilirsiniz rahatlıkla. Malum bazı asabiye vakaları sıkıntılı, diğerlerini de bihuzur edebilir. Ama şahıs burada yaşarken alzheimer olursa yollanmıyor.
Malum devletimiz artık yatalak hasta sahiplerine maddi yardımda bulunuyor. Elbette en iyisi kendi evi, kendi evladı.
Avrupa’da çok modern bakım evleri var. Ama insanların bizim gibi geleni gideni yok, o albenili mekânlar huzur vermiyor.
Sadece Londra’da binden fazla sığınma evi var, hepsi kâr amaçlı.
Hâlbuki darülacezenin parayla işi yok. İnsanımız sahip çıkıyor, ziyaretçi o kadar çok ki gruplar sıraya konuyor, peyderpey alınabiliyor. Bu da yatanları rahatlatıyor, anlatıyor dinliyor, depresyona girmiyorlar.
Açı doyurup açıktakini barındırmak mekanik bir iş, mesele onlarla hemhâl olmak, meşgul etmek, dertlerini dinlemek, yalnızlığını unutturmak.
BEŞ KATI BÜYÜĞÜ İNŞA EDİLİYOR
Darülaceze Başkanı Hamza Cebeci “125 yılda en az 100 bin kişiyi ağırlamışız. Nicelerini ev bark iş güç sahibi yapmışız. Burası halka mal olmuş bir ocak, milletimiz daima yanımızda” diyor ve ekliyor: Geçen sene 40 milyon lira yatırım yaptık, yüzde 10’u kasamızdan çıktı anca. Devlete yük değiliz, hayırseverler bizi yalnız bırakmıyor.
Sadece bir ABD vakfı 200 bin dolar yolladı, yapılanları görüyorlar, her şey ortada.
Şimdi Cumhurbaşkanı’mızın talimatıyla buranın beş katı büyüklüğünde bir alana (150 bin m²) muhteşem bir tesis kuracağız.
Binalar, Selçuklu, Osmanlı ve cumhuriyet Türkiye’sinden izler taşıyacak, asrın imkânları da kullanılacak.
Kesinlikle yatay mimariden yanayız, yeşil alanı doyurucu olacak.
Tavanı basık yerde ufku açık insan yetişmez, mekânı aynı buradaki gibi yüksek tutacağız, aradan kat kazanmak gibi bir derdimiz yok nasıl olsa.
Odalar arazi ile hemzemin olacak, camlar kumanda ile açılacak. Bahçeye çıkamayanın bahçe gelecek ayağına.
.
Bir günde 45 bin günahsızı katlettiler
17 Mart 2019 02:00
Sömürgecilik yarışında İngiltere ile kafa kafaya giden Fransızlar Asya’nın Afrika’nın posasını çıkardıktan sonra Kuzey Afrika’ya musallat olurlar.
1830’da Cezayir’i işgal eder, sadece madenleri götürmekle kalmaz, babalarının malı gibi yerleşip sayfiye kurmaya kalkarlar. Yerli halkın Fransızca dışında bir dil konuşması yasaktır, sistemli bir asimilasyon uygularlar.
Maksatları İslam medeniyetini yok etmektir, sadece el-Mektebetü’l-Vataniyye el-Cezairiyye’de üç bini yazma, bir milyon eseri yakarlar.
Beklenen olur ve Emir Abdülkadir liderliğinde direniş başlar.
Fransa Nazi işgali yaşadığı yıllarda Cezayirlilerin ağzına bir parmak bal çalar. “Tamam çekilip gideceğiz ama” der, “Almanlardan kurtulduktan sonra!” Bu yüzden bir çok Arap evladı silah altına girer Hitler ve Mussolini’nin militanlarıyla vuruşurlar. Fransızlar sıkıntıyı atlatıp düze çıkarlar.
Cezayirliler neşeyle meydanlara iner İkinci Cihan Harbi’nin bitişini kutlar (8 Mayıs 1945) Ve ne olur biliyor musunuz? Fransız askerleri halkın üzerine yaylım ateşi açar. Sadece o gün 45 bin şehit düşer toprağa. Bırakın bağımsızlığı, Cezayirlilerin Fransız Parlamentosunda temsiline bile katlanamazlar. Kudurmuş gibi kuzuları vurur, evleri yıkar, bağları söker, ırza namusa saldırırlar.
Nükleer denemeleri de Cezayir topraklarında yaparlar, radyoaktif atıklar yüzünden kanser vakaları artar.
Demek ki neymiş, gâvurun sözüne güvenmeyecekmişsin asla!
.jpg)
AHMED BİN BELLA
Ahmed bin Bella, Fas sınırında Maghnia köyünde doğan bir delikanlıdır. Mahallî Fransız mektebini bitirdikten sonra Tlemsen de liseye yazılır. Tek kelime Arabi bilmemektedir daha.
Bahşedilecek hürriyet masalına inananlardan biri de odur, okulunu bırakıp Fransız ordusuna katılır hatta (1937). Yararlıklar gösterir, nişanlar (Croix de Guerre) madalyalar (Médaille Militaire) takılır üniformasına. Sportmen bir gençtir, Fransız süper liginde oynayan Olympique de Marseille’in değişmez elemanıdır, gol kokusu alır âdeta. Buna rağmen aşağılandığını fark eder ve gözü açılır. Ona subaylık teklif ederler ama gider direnişçilere katılır.
Ahmed bin Bella FLN (Front de Libération Nationale) uhdesinde kurduğu OS (Organizasyon Spéciale) ile silah temin eder davaya. Teşkilata para sağlamak için Oran Postanesini basınca yakalanır, içeri tıkılır (1949). Ancak firar etmeye muvaffak olur (1952), Kahire’ye geçer, düşünün ana lisanını orada öğrenecektir seneler sonra. Abdünnasırcıların tesirinde kalır bu arada.
Ahmed bin Bella, silahlı mücadeleyi taşraya yayar, ummadıkları yerde işgalcilerin karşısına çıkar.
Charles de Gaulle onu ölü ya da diri ele geçirmeye kararlıdır. Kahire ve Trablus’ta düzenledikleri iki suikastta başarılı olamazlar. Nitekim Fransız savaş uçakları, bindiği sivil tayyareyi inişe zorlar, korsanlar onu alır, Paris’te bir zindana tıkarlar (1954).
Ne yazık ki, o günlerde Türk basını Cezayirli kardeşlerimizin değil Fransa’nın yanındadır. Mücahitlere çapulcu demektedir hatta.
.jpg)
ZİNDANDAN KOLTUĞA
Kargaşa yedi sene sürer. Ülkeyi viraneye çeviren, milyonlarca insana kıyan mösyö barınamayacağını anlar sonunda. Masaya oturur ve çekilir güya. (Evian Anlaşması)
Devir “örtülü sömürü” devridir. Maşa kullanmalıdırlar bundan sonra. Nitekim hâlâ Fransız otomobilleri dolanıyor Cezayir sokaklarında. Neyse Ahmed bin Bella ülkesine döner ve Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin başına geçer şaşaayla (1963).
Bunun adil bir seçim olduğu söylenemez, rakiplerinin ismini sildire sildire başkanlığı alır. Orduda gücü olan Albay Huari Bumedyen yanındadır zira.
Halk yine ters köşeye yatar, Batı’dan kurtulduk derken sosyalistlere yakalanırlar bu defa. Türkiye BM oylamasında müstenkif (çekimser) kalarak baltayı vurur taşa bir kere daha.
Ahmed bin Bella eğitime önem verir yeni yeni okullar açar. Sanayi tesisleri ve toprakları kamulaştırır. Hâlbuki malını gasbettiği insanlar ziynetlerini bağışlamışlardır teşkilata.
Her ne kadar Abdünnasır’la, Che Guevera’yla, Kruşçev’le ve Tito’yla senli benli konuşsa da onların anladığı manada Marksist olmaz. İsrail diye bir devleti tanımaz, siyonistlere el uzatmaz. Filistinlilerin kurtulacaklarına dair ümidini canlı tutar.
Bu arada “Antiemperyalist Birliği”ni kurar. Güney Afrika’da Zimbabve’de. Angola’da destek olur kurtuluş savaşçılarına.
Sovyetlerde olduğu gibi tek partiyi dayatırlar. FNL bizdeki CHP’ye döner zamanla.
.jpg)
BUYURUN KENARA
Bu arada hoşnutsuzluklar da çıkar. Biskra’da Albay Şabani’nin başını çektiği isyanı bastırsa da Bumedyen’in yönettiği darbe ile vazifeden alınır. Mahkemeye çıkarılmadan kodese kapatılır.1980 senesine kadar (15 yıl) içeride kalır. Kodeste okuyacak ve düşünecek zamanı olur, nerede yanlış yaptığı sorularına cevap arar. Neticede özüne döner, İslami bir hayat tarzında karar kılar. Demek ki, hayır vardır vaki olanda.
“Avrupalılar sömürgelerden çaldıkları ile zenginleştiler. Sanayileri hâlâ bizim madenlerimize bağımlı. Afrika dünyadaki kobaltın yüzde 90’ına, kromun yüzde 80’ine ve altının yüzde 50’sine sahip. Uranyum ve petrol yataklarını da hesaplarsanız niye kan döktükleri anlaşılır. Kapitalizm katliam demektir, Batı kanla beslenir. Hâlbuki Osmanlı sömürgecilik yapmadı, Türkler Batı’nın en büyük düşmanıydı. Artık bir araya gelmeli; İslam ortak pazarını, İslam ordusunu kurmalıyız. İslam hayat demektir, mezhepler zenginliğimizdir. İslam birliği zaruridir” şeklinde konuşmalar yapar.
Huari Bumedyen ölünce (1978) Şadli bin Cedid tarafından serbest bırakılır. Artık İslami Selamet Cephesine yakın durmaktadır, ılımlı olun tavsiyesinde bulunur onlara. Nisan 2012’de hayatını kaybettiğinde 96 yaşındadır ve aklı başında.
HUARİ BUMEDYEN
Asıl adı Muhammed Buharruba olan Huari Bumedyen bir köy çocuğudur. Annesi Berberi, babası Araptır. Ailecek dindardırlar. Kostantiniyye’de el-Mektebetü’l-Kettaniyye’de okur. On dört yaşında iken Setif katliamına şahit olur. O öfke ile Messali Hac’ın liderliğinde direnişe katılır. Fransız ordusunda askerlik yapmamak için yurdışına çıkar. Tunus Zeytuniye Medresesi ve Kahire el-Ezher’de hayli mürekkep yalar.
Hem Mısır’dan Cezayir’e silah taşımakta hem de Vücde mıntıkasında kâbus olmaktadır Fransızlara (1955). Vehran’daki gençleri de ona bağlarlar.
Bilahare Tunus sınırındaki Garüddima karargâhına geçer ki, burası mücadelenin beynidir âdeta.
Örgüt içinde yükselip albay olduğunda 25 yaşındadır daha. Bumedyen içine kapanıktır, arkadaşlarının fikrini sormaz, halkın karşısına çıkmaz.
Medreseli olmasına rağmen SSCB ekseninde siyaset yapar, ancak yasaklı Arapçanın prangalarını da çözer bu arada.
Halkın ne umduğu ne bulduğu umurunda değildir, çünkü devleti partiyle değil konseyle yönetir. Ne başbakan ne de yardımcı tayin eder. Ekonomi, bürokrasi, üniversiteler, medya ve kışlayı elinin altında tutar. Kısaca “tek adam rejimi” diyebilirsiniz buna. Yıkılacak gibi değildir eğer vakti saati gelip de ölmemiş olsa (Aralık 1978).
VE BUTEFLİKA
Yerine düşünülen isimlerin başına Abdülaziz Buteflika gelir. Kurulduğu günden beri hariciye bakanlığı yapmaktadır zira. Görgülü, bilgili bir isimdir, ancak subaylar Savunma Bakanı Şadli Bincedid’de karar kılarlar. Dünyanın tanıdığı Buteflika iki numara büyük gelmiştir onlara.
Şadli bin Cedid düşen petrol fiyatları ve artan nüfus karşısında bocalar, iş bilmezliği yüzünden memleketin dışa bağımlığı artar.
Nispeten dine saygılıdır, kul hakkından korkar. Devletleştirilen mülklerin sahiplerine iadesini sağlar. Hatta eski köye yeni âdet getirir, çok partili sisteme geçip şans tanır siyasi hasımlarına. FNL, muhalefet ile tanışacaktır bundan sonra.
Bu arada Buteflika dışişleri bakanlığından alınır, yolsuzlukla suçlanıp davalar açılır hakkında. O da kendi isteğiyle sürgüne çıkar ve aklanıncaya kadar adım atmaz yurduna.
Şadli Bincedid aciz ve çaresizdir, her şeye burnunu sokan orduyla bu kadar olur anca.
1991 seçimlerinden Abbas Medeni liderliğindeki İslami Selamet Cephesi zaferle çıkar. Dün Fransızlarla savaşan subaylar, Fransızlar gibi zulme başlar. Gerilim artınca Bincedid’i müstafi sayar, Fas’ta yaşayan Muhammed Budiyaf’ı çağırırlar (1992) Değişim gelişim vaatleriyle gelen Budiyaf, birkaç ay çalışmıştır ki, koruması tarafından suikasta uğrar. Yaygın kanaat cinayette generallerin parmağı olduğu doğrultusunda.
Buteflika, bugün davet edenlerin yarın linç etmeyeceğinden emin değildir, uzak durur iktidara. Ordu Elyemin Zerval’i oturtur koltuğa. Adam üç sene dayanabilir ve bozulan sıhhatini öne sürüp bırakır kaçarcasına.
Artık zamanıdır, partide ve kışlada gücü artan Abdülaziz Buteflika talip olur iktidara. O gün bu gündür de başta. Ama felç geçirmiş, melekelerini yitirmiş... Hiiç fark etmez yeter ki sürtüşmesin orduyla.
.jpg)
Fransa Cezayir’den çekilir ama bir buçuk milyon mümini şehit ettikten, on binlerce evi, dükkânı ve mektebi yıktıktan, 400 bin bağı söktükten ve yüz binlerce hayvanı kurşunladıktan sonra.
.
İmkân başka İMAN BAŞKA
20 Mart 2019 02:00
Çanakkale yeryüzünde en iyi korunan savaş alanlarından biri. Âdeta açık hava müzesi gibi. Kaleler, tabyalar, mevziler, tarihi toplar…
Düşünün her yağmur sonrası mermiler beliriyor toprakta… Ve iskeletler çıkıyor sağda solda. Yeniden elden geçen Seddülbahir’de plastik kutular görüyorum. İçinde işgalci askerlerin cesetleri varmış, yazışmalar bitince teslim edilecekmiş Fransa’ya.
Şehitlikler tertemiz. Bakıyorsunuz Halep’ten, Üsküp’ten, Bosna’dan gelen çocuklar. Gönüllü olarak koşmuş, geçmişler mermilerin karşısına.
Ruhlarını 105 yıl evvel teslim ettiler ama unutulmadılar. Sahi onlar kadar Fatiha alan kaç kişi var şu dünyada?
Çanakkale’de dolanıp hislenmemek mümkün değil, hatıraları capcanlı, çiçekler şehid şehid ıtırlanıyor.
GEMİLER SU ALTINDA
O hengamede üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yapan Nusret mayın gemisi batmak üzereydi, sağolsun Tarsus Belediyesi elden geçirip kurtardı, koydu bir parka. Elimizde onun haricinde de savaş yaşayan bir gemi bulunmuyor başka.
İtilaf devletleri donanmasından kalan tek tekne ise HMS Minerva adlı bir gambot. İngilizler tamiri için 2,4 milyon sterlin harcadılar. Portsmouth tersanesinde âdeta yeniden yapıp, ziyarete açtılar.
Boğaz’da hayli batık zırhlı var, bunlar dalgıçların ziyaretine açılacak kısa bir zaman sonra. İlk hedef HMS Majestik. Çünkü nispeten sığ sularda. Bir ucuna 15 metre dalarak ulaşabiliyorsunuz kolayca.
YÜZEN KALE
Çanakkale’ye dayanan zırhlıların ateş gücünü biliyoruz. Toplarının menzili bizimkilerden uzun olduğu için kendilerini tehlikeye atmadan tetiğe asıldılar. Metrekareye 4 bin mermi düşen bir alanda insan nasıl durabilir? Ecdadımız et ve kemikle çeliğe kafa tuttular, öldüler yaralandılar ama yerlerini bırakmadılar asla.
Peki Türk tarafı soğuk hendeklerde büzülmüş beklerken, gemilerin içinde hayat nasıl sürüyordu acaba? Bunun cevabını bire bir olmasa da Londra Thames Nehri’nde demir atan müze gemi HMS Belfast veriyor. Zikrolunan gemi Birinci Cihan Harbi’ne katılmadı ama ufak bir tehirle İngiliz bahriyelisinin hayatından kesitler sunuyor.
Ateş gücü şüphesiz yüksek olmalı. Ondan 20 yıl evvel yapılanlar bile Çanakkale’yi tarumar etmişlerdi, bu elbette fazlasını yapabilecek çapta.
KAZ TÜYÜ, KUŞ SÜTÜ
Gemide her ihtiyaç düşünülmüş, sigara, çikolata, paket paket çerezler, alkollü ve alkolsüz meşrubatlar… Kitaplar arasında daha ziyade cinayet ve polisiye romanlar dikkat çekiyor. Tiryakiler için 7/24 servis. Günün her saati çay ve kahve bulunuyor.
Diyelim üniformanız söküldü, geminin terzisi emrinize amade, dikiyor, ütülüyor, veriyor.
Gemi personeli ya işinin başında duruyor, ya da dinleniyor. Boş vakitlerini spor yaparak ya da hamaklarda yatarak geçiriyorlar. Kantinde oturup kâğıt oynamak serbest. Fıçılara bakılırsa bira zibil, reçel, marmelat, kola...
KIYASI GAYRİKABİL
Yemekhane teşkilatlı, hamurları makine yoğuruyor, kekler, çörekler atılıyor fırına. Maketlere bakarsanız yemekler doyurucu, et, ya da tavuk bulunuyor mutlaka.
Diyelim gemicinin dişinde bir problem oldu, diş hekiminin kapısını çalabiliyor rahatlıkla. Bu lüks değil, ihtiyaç. Dişi zonklayan birine nasıl nöbet tutturabilir, hangi aleti emanet edebilirsiniz yoksa? Gemide tecrübeli cerrahlar vazife yapıyor, ameliyathane hazır bekliyor daima.
Ve bir tabela: Have you any problems? Altında sorular: Ailenizle aranız nasıl, borcunuz, sıkıntınız var mı? Belli ki bir de asabiye mütehasısı da var aralarında.
Mutfakta talimatlar görüyoruz, bakır kaplar istenilen seviyede doldurulmadan ocağa konulmayacak, kızartma tencerelerinde yağ ½ oranında olacak filan.
Koğuşlarda herkese bir dolap verilmiş ve rahat olduğu hissedilen ranzalar. Sağda solda kadın resimleri. Geminin papazı kilisesi de var ayrıca.
Bizim tarafta her askere bir tüfek düşmüyor oysa, delikanlı bekliyor, şehit düşen arkadaşının silahını kapıp sıkıyor düşmana.
Yok, varı yener mi?
Netice ortada.
.
Bu asabilik normal değil gıda cinneti geçiriyoruz
31 Mart 2019 02:00
Organik tarım kontrolörü Ziraat Mühendisi Ali Eser ‘Benim işim genetiği bozulmamış buğdaylarla’ diyor. Tabiri caizse dedemizin yediği buğdayları buluyorum. Çiftçiyi şu tohumu ek diye teşvik ediyor, mahsulünü alıyor ve ecdadın usulüyle taş değirmenlerde öğütüp pişiriyorum. Bütün bunlar tek elden yürüyor, birine git al, öbürüne öğüt getir, sen taşı, sen pişir demiyorum.
Aracı yok yani.
Organik tarım kontrolörü Ziraat Mühendisi Ali Eser ‘Benim işim genetiği bozulmamış buğdaylarla’ diyor. Tabiri caizse dedemizin yediği buğdayları buluyorum. Çiftçiyi şu tohumu ek diye teşvik ediyor, mahsulünü alıyor ve ecdadın usulüyle taş değirmenlerde öğütüp pişiriyorum. Bütün bunlar tek elden yürüyor, birine git al, öbürüne öğüt getir, sen taşı, sen pişir demiyorum.
Az olsun, öz olsun, böylesi bizi mutlu ediyor.
Büyüseniz fena mı olur, şubeler açarsınız sağa sola.
Hayır büyümeyeceğiz, direneceğiz ısrarla. Çünkü çok ekmeği ekşi maya ile yetiştirmek mümkün değil. Yatırım yaparsan adam çalıştırırsan çarkın dişlisi olursun zamanla.
Un da satıyorsunuz?
İstanbul’un ünlü ekmek ustaları unlarını bizden alırlar. Bazen oturup konuşuyor, tecrübelerimizi paylaşıyoruz. İçlerinden soğuk mayalanmadan yana olanlar var.
İyi, siz de deneyin o zaman.
Hiiç kulak asmam, ninemin zamanında "buzdolabı" değil "tel dolabı" vardı, hava serinse serin, sıcaksa sıcak, ecdat nasıl yaptıysa. Mazide karşılığı olmayan usullere mesafeli duruyoruz, duracağız da… Ekmeğe sadece un su ve tuz koyarım, katkı, koruyucu, endüstriyel maya asla.
Piyasadaki mayaların ne mahzuru var?
Onlar tek bakterinin çoğaltılması ile elde edilir, güçlüdürler ortama hâkim olur, mide bağırsak florasını bozarlar. Ekşi mayada ise bin çeşit bakteri bir arada. Maya yaşlandıkça kıymet kazanır, kabiliyeti artar. Biz ilk başladığımızda 20 saat beklerdik, şimdi 7-8 saat yetiyor
SABIRLA KORUK HELVA
Fermente gıda zaman alır, beklemek zorundasın. Mayalayıp saklayacaksın, yoğurda, sirkeye, turşuya hadi olsana diyemezsin. Ekşi maya da öyle, hamur akşamdan yoğrulup bekler sabaha. Zaman alır ama sükûna erer, rahatlar. İşte bu ekmek ferahlık verir insana. Van’da bir müşterimiz var 4 yıldır ekmek yolluyoruz ona.
Demek hayrını gördü.
Bizim ekmeklerimizi yiyenler naif insanlar, inanın hayranım onlara. POS cihazımız yokken çok mal verdik, "götürün ödersiniz sonra. "Ne kadar fire verdik biliyor musun?
Yüzde on olsa iyi bir rakam
Sıfır. Tek kuruşumuz kalmadı. Taa Pendik’ten gelip ödediler icabında. Bir müşterimiz üç ay sonra göründü, "hatırladın mı beni? Al şu paranı, dert oldu bana."
Suyu çeşmeden mi alıyorsunuz?
Plastik kaplardaki suya karşıyım. Evet çeşmeden kullanıyorum ama “reverse osmosis”le arıttıktan sonra. Böylece klor kokusu kalmıyor.
Paçal yapıyor musunuz peki? Şu unu şunla karıştırsam filan.
Hayır asla! Bizde "siyezli ekmek" yok, "siyez ekmeği" var. "Kavılcalı" değil, "yüzde 100 kavılca!" Katıp karıştırmıyoruz, insanlar ne yediklerini bilsin. Zaten "Saf" adımız da oradan geliyor... Çocuğum için lazım olunca tarhana, bulgur, tel şehriye, makarna yaptık, bizim için saflaştılar. Ama alınacak çok yol var daha.
TAM BUĞDAY OYALAMA
Tam buğday ekmeğinden ne anlamalıyız?
Tam araba desem ne anlarsan onu? Tekeri direksiyonu eksik olmayan bir araba. Peki marka model hakkında bir fikir verdi mi? Hayır. İyi de o un hangi buğdaydan acaba? Efendim tam dedik ya. İyi de “tam” isim değil, sıfat. Buğdayın ne kardeşim? Kunduru mu, sarı buğday mı, krik mi? Adını söyle bana? Söyleyemiyor. Halbuki adını yazsa on lira pahalıya satar. Öyle fırsatı niye kaçırsınlar? Bu aralar mideye "ikinci beyin" diyorlar, eğer aldığınız ekmek ekşime, gaz, şişme yapıyor, ağırlık veriyorsa iyi gitmeyen bir şeyler var.
Ekmek biraz ağırlık yapmaz mı ama?
Yapmaz, yapıyorsa has olmadığından, yok hızlı kabartıcı, yok kıvam artırıcı, yok yanmaya karşı...
O da ne?
Garip bir şey, sürüyorlar üzerine, fırında unutulsa da ekmek yanmıyor. Biz dakika geciksek yüzü kavrulup gidiyor. Zaten kepeği rüşeymi çalınmış, içinde tokluk hissini azaltan, iştah artıran bir sürü kimyasal. Yiyorsun doymuyorsun, kes bir tane daha. Uymayan anahtarı kilide sokuyoruz zorla. Bir gün değil, iki gün değil, dayatıyoruz yıllarca. Yedek parçan varsa devam et kardeşim ama yoksa...
Sizin ekmekleriniz de öbürlerine nispetle pahalı ama...
Fırınlar 20 dakikada ekmek çıkarıyor, bize 20 saat yetmiyor. Adam yemin ediyor "içine bir şey koymuyorum" diye, zaten sen koymuyorsun ki fabrikadan katkılı geliyor.
Sentetik maddeler ne kadar da girdi hayatımıza.
Gariptir, hastane yapma rekoru ile övünmeye başladık. Bu da bir savaş aslında, tanka topa gerek yok, inanın fast food, cola daha tahripkâr.
HAMURLA KONUŞUNCA
Hamurun canlı olduğu söylenir.
Evet, teknede bırakırsan büyüyüp taşar hatta. Her buğdayın bir huyu vardır, serini seven, yerini seçen… Ben artık ahbap oldum, konuşuyorum onlarla. Kimi hassastır, hata yaparsan hamur tutmaz. Eksik koy olmaz, fazla koy yine olmaz. Kimi de yumuşak huyludur, ne katarsan kabul eder, üzmez darılmaz. Bazısı çok su emer, bazısı çamura döner.
Unu elinize alsanız hangi buğdaydan olduğunu söyleyebilir misiniz?
Elbette, hamura girersem zaten anlarım, hiç kaçmaz. Çünkü adı, sanı, mazisi belli, vasfı, karakteri malum unlar. Nerede ne yapacağı aşikâr. Beyaz un silik ve tepkisizdir, müphem, meçhul, muamma.
Peki un helvası yapsam hangi buğday?
Kesinlikle Kavılca! Kars Arpaçay’da yetişir. Unu çiğken bile helva gibi kokar.
Ya börekte çörekte?
Kırmızı Anadolu ve kızıl buğday ince işlere aşinadırlar. İnanın biz sarmaya dolmaya dahi buğday koyuyoruz. Karalahana ile bir deneyin, hak vereceksiniz bana.
GLÜTEN NEDİR BİLMEZDİK ŞİMDİ BİR ÇÖLYAK OLDUK
Sağlıksız ekmekleri yiyerek mide bağırsak şikâyetleri artan çok hasta var, hekimler çölyak teşhisi, buğday alerjisi deyip geçiyorlar.
Çölyaklılara göre bir ekmeğiniz yok mu?
Midesini bağırsağını glütenden bozanlara dreçkadan (kuzukulağıgillerden bir tohum) ekmek yapıyoruz. Biraz sert oluyor ama lezzeti beğeniliyor.
Peki ya şeker hastalarına?
Menekşe buğdayı kana yavaş karışır glisemik endeksi düşüktür, şekerliler rahat ediyor onunla.
Millette de buğday düşmanlığı başladı, ağzına ekmek sürmeyenler var şu ara.
O da yanlış buğday temel bir gıda. Gözlemlediğim kadarıyla zengin diyeti yapanlarda anlama ve unutma sıkıntıları başlıyor bir süre sonra.
Bir uyanış var mı peki?
Bize gelenler şuurlu olduğu için herkesi uyandı zannediyoruz ama sokağa çıkınca bakıyoruz eski tas, eski hamam. Yeşil yanıyor salisede köpürüp kornaya asılıyorlar. Burnundan soluyanlar, tez parlayanlar. Biz böyle bir millet değildik, gıda cinneti geçiriyoruz şu anda.
EKMEĞİNİZİ EVİNİZDE YAPIN
Peki ekmeğimizi kendimiz yapsak?
En iyi ekmek evinde yaptığın ekmektir. İçinde ne olduğunu bilirsin zira. Meraklılara un veriyoruz ki taş değirmende çekilir. Taş ısıtmaz, çelik yakar kavurur, bakarsınız buhar çıkıyor, tahılı küle çevirir âdeta.
Maya da veriyor musunuz?
Maya aileden biri gibidir, parmak izinizi tanımaya başlar, sizin bakterileriniz size kodlanır zamanla.
Aşılanıyor muyuz yani?
Hatırlar mısınız eskiden yere oturur, ortadan yerdik omuz omuza. Herkes lokmasını bandırırdı ortadaki sahana. Şimdi tabaklar ayrı, masalarda metreyle mesafe koyduk aramıza. Lâkin eve hastalık girince hepimizi dolanıyor, sonra ikinci tura geçiyor. Ecdat kesinlikle çok önümüzde, bir gün anlayacağız ama iş işten geçtikten sonra.
Ortadan yiyen tek kap kullanır daha az muhatap olur deterjana.
Kızmazsan yine "eskiler" diyeceğim, yemekten kalkar kalkmaz kaplarını yıkarlardı, yağlar gevşekken daha. Ama tembellik eder de sonraya bırakırsan, mecburen dayanacaksın çözücülere, aşındırıcılara.
..
Hadi gel çorbamıza geri dönelim
7 Nisan 2019 02:00
Hatırlar mısınız bilmem eskiden çorbacılar vardı Anadolu’da. Esnaf ve sanatkâr sabahın seherinde çorbasını içer ondan sonra giderdi dükkânına tezgâhına.
Çorbacı dediğin kemikleri akşamdan yıkar paklar, bakır kazana oturtur, küle gömerdi itinayla. Ateş var ama yok, tencere bütün gece ivil ivil tıkırdar. İmsak vakti döğmesini, yarmasını, mercimeğini, tarhanasını salar, sıcak sıcak sunardı eşe dosta.
İş adamı Mahmud Küçükdoğan memleket hasreti çekenlerden biri. Çocukluğunda çorbacılık yapan eniştesinin yanında çalışmış, anlata anlata bitiremiyor hâlâ. Acaba demiş, o eski Zile âdetlerini İstanbul’a mı taşısam? Malum Tokat yöresinde çorba geleneği güçlü, 30 çeşit sayıyorlar bir solukta.
Sonra bir gayret hayalini hayata geçiriyor, İstanbul Beylikdüzü’nde “Çorba Çorba” diye bir mekân açıyor. Giriyorsunuz buhar buhar, memleket kokuyor âdeta.
KÜLTÜR ATLASI GİBİ
Mahmud Bey sadece bildiği lezzetlerle kalmamış, okumuş araştırmış. Hangi yörenin nesi var ve bunları en iyi kim yapar? Hâl böyle olunca liste kabarmış, çorba sayısı iki yüzü aşmış zamanla. Tabii her gün hepsi yapılmıyor, yine de en az yirmi tanesi vuruluyor ocağa, münavebe ile dönüyor, diğerlerine de geliyor sıra.
Mercimek, ezogelin, tavuk suyu, işkembe, kelle paça, sebze, yayla, tarhana zaten kadrolu eleman, olmazsa olmaz.
KADINLAR BAYILIYOR
Bunun yanı sıra arabaşı, ayran aşı, analı kızlı, dulavrat aşı, bamya, oğmaç, tutmaç, lepe, mahluta, bulama, yuvalama, bulgur çorbası, kuskus çorbası, erişte, şehriye, göce, miyaneli çorba, toyga, bacaklı, hünkâr, lebeniye, pirpirim (semizotlu), ıspanaklı, madımaklı, pancarlı, börülceli, reyhanlı, ısırganlı, düğün aşı, tirit, patatesli, yüksük, tekke çorbası, köfteli çorba, eşkili çorba, terbiyeli, mısırlı, helle, kelle, bozherle, kesme, hamurlu (kulak), balıklı, Avşar aşı, helim aşı, kurutlu, katıklı, ezme, şaştım, çıngıllı, çal aşı, çatal aşı, çiğdem aşı, düğü, yağlaç, sütlaş, anam aşı, bulama, kuymaklı, bezirgân, bıtbıtı, börekli, fırtılık, fukara çorbası, hoş mu erim, kavurmalı, mantılı, kirişli, yarpuzlu, tatar çorbası, cılvırı, fasıl (fasulye-lobya), nohutlu, pirinçli, pürçikli (havuçlu), tırşık, irmikli, müceddere, topalak, evelik aşı, kişniş, kölük aşı, kikirdek, tandır çorba, kızılcıklı tarhana, kedi batmaz, hamsili, çömlek aşı, bükme, nube, pırtike, düğülcek, evelik, kanarma, kelleçoş, keş çorbası, tavka, püşürük (un), simindirik, şöşberek, gendime, bezelyeli, çökelik, yarpuz, çortdi, mişevişi, tıntış, daru (mısır), kabak, korkota, labada… Bu hamur çok su kaldırır, liste uzar gider daha…
Evlere de servis yapıyorlar, kadınlar bayılıyor bilhassa. Malzemelere çok özeniyorlar, Rize’den tereyağı geliyor, Edremit’ten soğuk sıkım sızma. Margarini kapıdan sokmuyorlar asla. Su arıtma, tuz sıvı tuz. Et sakatat bildik kasaptan alınıyor. Eğer ellerinde domates varsa domates çorbası yapıyorlar, avuçla kaşar rendeliyorlar ayrıca. Salçadan jelden yapıp geçseler çoğumuz anlayamayız oysa. Ama mide külyutmaz, bi kenara yazar, adını koyamasa da…
Hünkâr diye bir çorba yapıyorlar, sütlü, zerdeçallı ilaç gibi âdeta.
Mahmud Bey “Eskiden can boğazdan gelirdi, şimdi boğazdan gidiyor” diyor, “Bir sürü katkı maddesi, kimyasallar. Hâlbuki insan iki şeye dikkat etmeli. Ağzına girene ve ağzından çıkana. Hadi ağzından çıkanı telafi edersin, gidersin özür dilersin, gönlünü alırsın ama yuttuğun dönmeyecek bir daha.”
Ev yemeği olsun diye tencereleri küçük tutmuşlar azami 25 kişilik yapıyor. Suyu tanesi ayrı pırıl pırıl berrak. Gerekirse bir fasıl daha pişiriyorlar. Yoksa bulamaca döner, kaymak tutar kaynaya kaynaya.
YÖREYE GÖRE TABAK
Her çorbanın tabağı farklı, mesela karalahana istiyorum, Karadeniz’e has çinko kâsede geliyor.
Yanında verdikleri fırınlanmış ekmek parçaları çorbaya yakışıyor.
Bu arada size bir sır vereyim “yarım çorba” dedikleri üç çeyrek filan. İki yarım ise bir tamdan kesinlikle fazla.
Aşçılarımız cömerttir malum az çorba isteyene de kepçelerler bolca.
Çorbanızı içtiniz diyelim peki üstüne ne alırdınız?
Çömlekte pişen kuru fasulyelerini tavsiye ederim. Erzurum İspir’den geliyor. Çatalca’nın manda yoğurdu da kalıp gibi, tabiri caizse kaşık batmıyor.
Çorba işi tutmuş, sağdan soldan bizim oraya da şube açsanıza teklifleri gelmiş hatta.
Mahmud Bey Çorba&Çorba’nın bir zincir olacağına inanıyor.
Tatlı&Tatlı, Kahve&Kahve, Çay&Çay, Yemek&Yemek markaları için de altyapı çalışmaları yapıyor.
Yakında görecek miyiz diye soruyorum.
Evet diyor, az sonra.
.
Tahsilat tamam, teslimat yalan
14 Nisan 2019 02:00
16. YY'da Venedik, Fransa ve İspanya; 17 yy'dan sonra da İngiltere ve Rusya donanma sahibi olmamıza dayanamaz.
1770'e Akdeniz'e inen Rus donanması İngilizlerin yardımı ile Çeşme limanındaki gemilerimizi yakar (1770). Ardından 1827 Navarin baskını karşımızda yine İngiltere vardır ve Fransa.
1853 Kasım’ında Ruslar Sinop’a saldırırlar. Hâlbuki ilan edilmiş bir savaş yoktur ortada, limana girer ve katliam yaparlar insafsızca.
Belki de bu yüzden 2. Abdülhamid Han donanmayı Haliç'te saklar.
Darbeci İttihat Terakki acemice işler yapar, üzerlerine vazife gibi Balkan kiliselerini birleştirir, cephe açarlar karşımıza.
Osmanlı hâlâ diridir ama ah kışlaya siyaset girmemiş olsa. Tahsin Paşa tek mermi sıkmadan Selanik’i Rumlara teslim eder, Şükrü Paşa yapayalnız bırakılır Edirne müdafaasında.
Derler ki istense "ilk atışta elektrik santrali tahrip olup muattal kalan" Yunan kruvazörü Averof batırılabilirdi. Zafer o günkü hükûmete yarardı ama.
Ki o Averof dert olacaktı başımıza.
Sultan Reşad Deniz Kuvvetlerini güçlendirmekten yanadır. Ahmet Muhtar Paşa’nın deruhte ettiği "Donanma-i Osmanî Muavenet-i Milliye Cemiyeti" halktan iane toplamaya başlar. Kadınlar kollarındaki bilezikleri, kız çocukları kulaklarındaki küpeleri hayır sandıklarına atarlar. Tıfıllar ellerinde bakır kumbaralarla çarşı pazar dolanır. Ki sıkıntılı yıllarımızdır, halkımız fukara.
.jpg)
.jpg)
Sözleşmede “gemiler teslime kadar satanın malıdır, zayi olmaları hâlinde uğranılacak zarar satana aittir” yazar. Gemiler Amstrongs Şirketinin uhdesinde iken gasbedilir. Bu firma "Defence Systems Ltd." adıyla faaliyetine devam ediyor.
PARAN KADAR...
Milletimiz teveccüh gösterir, hayli para birikir kasada. Nakit olunca Bahriye Nezareti’nin eli güçlenir. Göğsünü gere gere sipariş verir Avrupa’ya.
Almanlara Turgut Reis ve Barbaros adlı 2 zırhlı ısmarlanır, 4 muhrip ve nakliye gemileri ilave edilir ayrıca.
Sonra İngiltere’ye gider "Armstrong-Withworth'' ve "Vickers limited" ile el sıkışırlar. "Reşadiye" zırhlısı 1911’de kızağa oturtulur ve büyük bir hızla şekillenmeye başlar.
Bakarlar iyi gidiyor, bir tane daha ısmarlarlar. Sultan Fatih'in ilk iki taksidini günü gününe yatırırlar. İlaveten 2 keşif gemisi, 4 torpido muhrip ve 2 denizaltı için anlaşırlar.
Fransızlar’a da iş veririz, bir zırhlı, 4 küçük kruvazör, 20 destroyer, 6 denizaltı... Paraları hazırdır evvel Allah.
O günlerde Arjantin ile gerginlik yaşayan Brezilya, İngiliz Armstrong şirketine bir zırhlı (Rio De Janerio) yaptırır. Ancak iki ülke arasında sükûnet sağlanınca, sermayeyi gemiye yüklemenin mânâsı kalmaz.
Zikrolunan zırhlıya Osmanlı Hükûmeti talip olur. Yunanistan’ın da katıldığı ihaleyi kazanırız, "Sultan Osman-ı evvel" yazılır bordasına.
Rusya bu hamleleri dikkatle izlemektedir, baltalamak için elinden geleni yapar. İngilizler de pek gönüllü değildir, bahane bulur işi yavaşlatırlar. Halbuki tersanedeki ustaların maaşını bile biz öderiz. Maaş-ı seneviyeleri (yıllık ücretleri) ve maaş-ı şehriyeleri (aylık ücretleri) Daire-i Bahriye Şubesi'nde kayıtlıdır hâlâ.
RESMEN GASP
Sultan Osman-ı evvel Newcastle’da denize indirilir. Merasimde Londra Büyükelçisi Tevfik Paşa’nın ortanca kızı Naile Hanım gülsuyu şişesini (şampanya olacak değil ya) geminin burnunda kırar.
Cemal Paşa İngiltere ve Fransa'nın dostluğuna çok güvenir. Son taksidi bulup buluşturup yollar ve "Tamam gidin gemileri alın" der Rauf Orbay'a.
Rauf Bey, seyir subayı Fahri Ergin ve 1200 bahriyeli teslimat ve deneme seyri için gider Londra’ya.
Son taksidi (600 bin altın lira) tıkır tıkır yatırırız, hatta kömür bedelini bile öder, çektiririz ambara. Ertesi gün bayrağı asıp dönecektirler İstanbul'a.
Bankaların kapanmasına 5 dakika kala Winston Churchill gemilere el koyduğunu açıklar. "Türkler direnirse silah kullanın" der adamlarına.
İyi ama parayı biraz evvel yatırdık daha. İade edin o zaman!
Cevap verme lütfunda bile bulunmazlar.
Bakarız, ederiz deseler de kulaklarının üzerine yatarlar. Koca devlet adamları yalan konuşur gözümüze baka baka.
Londra Sefîri Tevfik Paşa perişandır. Nasıl kahrolmasın. Aracı olmuştur şu fakir halkın milyonlarca altınına.
Çaldırdığımız meblağ 7.123.762 Osmanlı lirası. Bugün Reşat lira 1.825 TL. Çarpın görün, devlet bütçesi gibi bir rakam çıkacak karşınıza.
Yapacak bir şey yoktur. Askerlerimiz Reşid Paşa vapuruna binip dönerler paşa paşa. İstanbul halkı fenerler konfetiler edinmiş, iki dretnotu karşılamaya hazırlanmıştır bayraklarla.
Nerde gemiler?
Yok!
Niye?
Sükût.
Ne kadar acı ama.
Nitelikli dolandırıcılık derler buna! Gâvura güvenmiş ve gelmişizdir tufaya.
ALMA MAZLUMUN AHINI
Yavuz ve Midilli!
Düşülecek tuzak değildir ama o kadar hakaretten sonra…
Öfkeyle kalkar, otururuz zararla.
İngiltere gaspettiği iki dretnota Erin ve Agincourt adını koyar, bize karşı kullanmayı hesaplar. Ancak beddualı teknelerdir, arızaları bitmez, genç yaşta ayrılırlar hurdaya.
Onların intikamını el kadar Nusret alır, canlarına yeter biiznillah. Bir hurdalıkta bulunan mayınları burunlarının ucuna döşer, Boğaz’ı gemi mezarlığına çevirir bir anda.
Dünyanın en büyük donanması, gücünün üçte birini, üç saatte kaybeder. Bouvet, Irresistıble, Ocean… Karanlık Limanda batan batana.
Aradan uzun yıllar geçti. Artık gemilerimizi kendimiz yapıyor kendimiz donatıyoruz. İhtiyacımız yok ona buna.
Eğer İsrail Heron’larla istihbarat desteği vermeye devam etseydi şu anda Türk İHA’ları uçmayacaktı semalarımızda.
Kim bilir belki de Trump F-35 işinde çamura yatarak iyilik yapıyor.
Kötü komşu ev sahibi hesabı, millî savaş uçağımızı da görürüz inşallah!
WInston Churchill: YAPTIYSAM BEN YAPTIM
O günlerde İngiltere Deniz Kuvvetlerinin başında olan Winston Churchill: "İngiliz donanması harp nizamında denize açılmıştı. 28 Temmuz'da Türk dretnotlarının ikisini de Kraliyet Donanması için istedim. Tyne Nehri'nde demirlemiş bir Türk nakliye gemisi, 500 gemici ile birinci dretnotu teslim almak üzere hazır bekliyordu. Türk kaptan gemiye binip bayrak çekeceğini söyluyor, gözdağı veriyordu. Böyle bir teşebbüsün gerekirse silah kullaılarak önlenmesini emrettim." İngilizler bu 2 gemiden başka Çanakkale'de Haliç vapuruna, Bombay'da Karadeniz gemisine de el koyarlar ki sivil teknelerdir bunlar. Biz de haydudu arıyoruz dağda...
LOZAN'DA NE OLDU?
Sözleşmeler nettir: Gemiler teslime kadar satanın malıdır, zayi olmaları hâlinde uğranılacak zarar satana aittir! İyi de gemiler Amstrongs şirketinin uhdesinde iken gasbedilir. Kaldı ki paralar da girer şirketin kasasına. Firma hâlen faaliyette. Adını "Defence Systems Ltd." olarak değiştirdi o kadar. Gemi işi Lozan’da da masaya gelir ama İnönü, yumruğunu vuramaz masaya. Lord Curzon bakar ısrarcı değiliz, tazminata sayalım der, bahsi kapar. Dışişleri Bakanlığı 1984 yılında yayınladığı kitapta "Türkiye gemilerin asli bedellerini değilse de uğranılan zararı tazmin hakkına sahiptir" denir. Bu para halkımız adına istenmelidir mutlaka. 80 yıl önce ödenen meblağa, yıllık %5 normal faiz hesabıyla %400 ilave edilmelidir. Ki katrilyonlar çıkar karşımıza.
.
Suçsuz mahkûmlar
20 Nisan 2019 02:00
İstanbul’daki Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda gün sayan hanımlar “nispeten” şanslılar. Evet demir parmaklıklar arasındalar, belli saatlerde yatırılıyor, kaldırılıyorlar. Ancak kadın doğum ve psikiyatri uzmanına çıkabiliyor, diş tedavilerini yaptırabiliyor, dilerlerse İSMEK ve Halk Eğitim’in verdiği takı, dikiş, örme oyuncak, kuaförlük, bilgisayar, İngilizce, aşçılık gibi 18 dalda sanat öğrenebiliyor, sertifika sahibi oluyorlar.
Atölyelere devam edenlerin sayısı 455 (takriben yarısı) ve sayı her geçen gün artıyor. İsteyen gazete, kitap okuyabiliyor, televizyon seyredebiliyor, spor yapabiliyor. Türkçe, sosyal bilgiler ve fen dersi kursuları var, 90 hükümlü açık öğrenimde (orta, lise, üniversite) okuyor.
Bakırköy Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Müdürü Nedim Elbistan “Yetmiş hükümlümüz tekstil atölyesinde çalışıyor, maaşları ödeniyor, sigortaları yatıyor. Kalitemiz yüksek. Ürünler direkt yurt dışına gidiyor” diyor. Bu sayede para da kazanıyorlar, vakitleri bereketli geçiyor, yasa pusa bağlamıyorlar.

ADALET ANAOKULU
Bu imkânlar üç aşağı beş yukarı diğer cezaevlerinde de var. Ancak Bakırköy’dekiler sabah çocuklarının (2-6 yaş) yüzünü yıkıyor, saçını tarıyor, öpüp koklayıp kreşe yolluyorlar. Kreş beton renkli cezaevi avlusunda vaha gibi, piyasadakilerden fazlası var, noksanı yok.
Elli öğrenci kapasiteli Adalet Anaokulunda 35 çocuk eğitim görüyor. Sabah 09.00’da geliyor arkadaşlarıyla açık büfe kahvaltıda buluşuyorlar. Burada oyunlar oynuyor, masallar dinliyorlar. Öğlen yemeklerini yiyor, uyuyor, bahçeye çıkıyorlar. Bir hayırsever 15 bisiklet bırakmış, biri şirin çizmeler almış, sulu boya, kuru kalem istemedikleri kadar, kalemtıraşlar kavanozlara sığmıyor.
Kütüphaneleri, fen matematik, müzik drama ve resim atölyeleri var. Kâğıttan kayık, gramofondan fener yapıyorlar. Oyuncaktan yana dertler yok. Zaten bir kısmının annesi cezaevinin oyuncak atölyesinde çalışıyor.
Arzu ve taleplerini yazdırıp panoya asıyorlar. Mesela “Furkan motosiklete binmek istiyor”... Bakalım bir motorcu abisi arkasına alıp tur attıracak mı ona?
Salıncak, kum havuzu, kaydırakları var. Bırakın doya doya koşsunlar. Lavabolar da onlara göre, en yerden bitmesi bile musluğa uzanabiliyor. Kendi mutfakları var, yemekler orada pişiyor, çocuklar doğranan sebzeleri izliyor, sanki evdeymiş gibi kavrulan soğanın kokusunu alıyorlar. Onlara onların seveceği yemekler çıkıyor. İkindiye doğru meyve suyu, kek, kurabiye ikram ediliyor. Ablaları abileri onları haftanın belirli günleri at binmeye, yüzmeye, sinemaya, kardeş okulları ziyarete götürüyor.
Yorulup sıkılınca “Hadi evimize dönelim” diyorlar. Cezaevimize!

LEB DEMEDEN
Çocuklar çok zeki, yabancılar takriben üç ayda Türkçeyi söküyor. Gördüğüm o ki Berrak bir İstanbul ağzıyla konuşuyorlar.
Milan hiç konuşmayan bir çocukmuş, Türkçeyi öğrenmiş, kendi lisanını da hatırlamış hatta. Şimdi bülbül kesilmiş, konuşuyor da konuşuyor.
Jasmi zaman zaman ağzından water, bread, salt kaçırsa da anlaşıyor arkadaşlarıyla.

HER GÜN BİR SAAT BAHÇEYE ÇIKILIYOR
Gözünü cezaevinde açan bir çocuk her şeyi tanımaya muhtaç. Normalde gri renkli bir avludan başka bir yer görmeleri zor. Manavın, bakkalın, kasabın, otobüsün, trenin, vapurun nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. Artık annelerinin anlattıklarından ne kalıyorsa akıllarında. Evet çorba içiyorlar ama mercimek görmemişler hayatlarında. Bu yüzden Adalet Anaokulunda her şeye dokunmaları sağlanıyor. Küçük bir bahçeleri var, bir şeyler ekiliyor, toplanan meyvelerden (tabii birlikte) reçel yapıyorlar.
Akşam dersleri bitiyor, koğuşa dönüyorlar. Annelerine anlatacak ne kadar da çok şeyleri birikiyor. Cezaevinde yemek yapmak yasak ama çocuklu annelere tencere, ocak, su ısıtıcı veriliyor.
Adalet Anaokulu talebeleri henüz küçükler ama onların da fenden matematikten hisse alacağı şeyler var.
Masalar, dolaplar hep çocuklara göre hazırlanmış, düşüp kafalarını çarpacakları köşeler yuvarlatılmış.
Her gün (hava soğuk ve yağışlı da olsa) bir saat bahçeye çıkılıyor.
İçlerinden ateşlenenler, hastalananlar, düşüp dizini dirseğini kanatanlar da oluyor. Onlarla bizzat öğretmenleri ilgileniyor, kendi çocuğu gibi, tahlillerini ilaçlarını takip ediyor.
Onların işi iki kat sıkıntılı. Bir çocuk için endişeleniyorlar, bir de anneleri için. Parmaklıklar arkasındaki kadının da rahatlatılması lazım, canından parça zira.

YILDIZLI BEŞ
Karne diye bir şeyi tanımaları lazım. Merasim yapılıyor, karneleri tek tek dağıtılıyor, aferinler havada uçuşuyor.
Hediyeler, oyuncaklar veriliyor, başları okşanıyor. Cezaevi atölyeleri anaokuluna bakıyor, o gün annelerin hepsi camda.
Zaman zaman veli toplantısı da yapıyor, çocuklarının videolarını gösteriyorlar onlara. Bir çocukla yıllarınız geçince, bağlanıyorsunuz tabii. Artık onlar size evden biri gibi sokuluyor, elinizden tutuyor, boynunuza sarılıyorlar. Ve bir ünsiyet peydahlanıyor sonunda.
Hele Müdür Bey’in geldiğini görmesinler; koşan koşana, teklifsizce kucağına atlıyorlar. Adı Nedim Baba’ya çıkmış, o da hakikaten babalık yapıyor. Eliyle kek yediriyor, çay içiriyor, burunlarını siliyor.
Diyelim çocuk altı yaşını doldurdu, kanunlara göre artık buradan ayrılması gerekiyor.
Bu, onlar için çok acı oluyor, ayrılmak istemiyorlar. Çok ağlıyor ve ağlatıyorlar. Öğretmenlerin içinden bir şeyler kopuyor.
Cezaevlerine telefon alınmadığı için kalemle not tuttum. Yukarıdaki cümlelerin hangisi kime ait karıştırdım. Ancak başta müdire Arzu Aslan Hanım olmak üzere Betül Özdeniz ve Şeyma Geyik öğretmenlere teşekkür ediyorum. İşlerini severek yapıyor, garip ve çocuk duası alıyorlar. Ne mutlu onlara.
.
Taş devri masalmış Tarih dersi yalanmış
5 Mayıs 2019 02:00
Bize mekteplerde ne anlatırlardı hatırlayın.
Çağlar ikiye ayrılır “Tarih öncesi” (prehistorya) ve Sümer yazısından sonrası…
Danimarkalı arkeolog C. J. Thopsen çalıştığı müzede eserleri kendine göre ayırır; “Bunu Tunç Çağı kolisine koyalım”, “Şunu Demir Çağı kutusuna...”
Devrin tarihçileri bu basit tasnifi, pek bilimsel bulur, hadiseleri o gözle yorumlarlar. Taş devrini de paleolitik (çok eski), mezolitik (orta eski) ve neolitik (yeni eski) diye üçe ayırırlar. Hani kaba taş, yontma taş, cilalı taş diye anlatılırdı ya...
Bu arada evrimciler yaradılışı inkâr için malzeme arar, utanılacak sahtekârlıklara (Piltdown adamı gibi) tevessül eder, kafa bulandırırlar.
Yok balık karaya çıkmış da, yüzgeçleri kaybolmuş da, bacakları uzamış da...
Sonra gözleri renklenmiş, saçları eklenmiş bir sürü maval.
Öyle bir hakları var gibi ceddimizi orangutan sıfatlı çizerler dershane duvarlarına. İlk insanlar konuşmaktan acizdir, işaretle anlaşırlar. Bulduklarını yer, postlara sarınır, inlerde barınırlar. Dil, din, yazı bilmez, hesaptan kitaptan anlamazlar.
GEL GÖR Kİ...
Materyalist tarih telakkisine göre insan önce tarımı keşfeder. Sonra hayvan edinir, ahır, ambar, ev, bahçe derken mülkiyet mefhumu gelişir güya.
Emniyet içinde yaşamak için devlet kurar ve din fikri şekillenir insanların kafasında (haşa).
Yaradılışı, Âdem aleyhisselamı, semavi kitapları kabul etmemek için lafı dolaştırıp duruyorlar.
İyi de 12 bin yıllık Göbeklitepe’de mimari tarzı olan mekânlar çıkıyor karşımıza. Şekilli sütunlar, stilize resimler, kesilmiş taşlar, örülmüş duvarlar.
Materyalistlere göre bunları yapamamaları lazım. Henüz yabaniler ve din telakkisine çok var.
İşte tıkandıkları nokta.
Bizim çocukluğumuzda Darwinciler çok baskındı, evde Âdem aleyhisselamın buğday ektiğini, yazı okuduğunu (kendisine suhuflar indirilmişti zira), hukuk uyguladığını öğrenirdik, mektepte karanlık çağlar, baltalı avcılar çıkardı karşımıza. Ateş yakabilmek için habire çomak sürterlerdi oduna.
Bazı uyanıklar da Göbeklitepe’yi “kamusal alan” olarak sunmaya çabalıyor, mabet kelimesini ağzına almıyor. Çünkü ilkel insan sadece yer, içer, yatar, inancı filan yoktur, sokulacak kuytu arar.
Hâlbuki Göbeklitepe’yi kuran cemiyette mabut, mahluk kavramı olduğu vakıa. Bu alanı kutsal biliyor, yıkanmadan girmiyorlar. Girişte taşa kazınmış havuzlar var, banyo yapıyorlar mutlaka.
MÜHİM ÇÜNKÜ…
Birileri “köpürtmeyin canım ne var burada” deseler de Göbeklitepe es geçilecek yer değil. Nitekim UNESCO da ciddiye alıyor ve Dünya Kalıcı Miras Listesi’ne dâhil ediliyor.
İngilizlerin gururla pazarladıkları Stonehenge’den 7 bin yıl daha yaşlı, 7 bin 500 yıl ile Mısır piramitlerine de tur bindiriyor ayrıca.
Ancak burayı tarihin sıfır noktası olarak ilan etmek de abartı olur, tamam “eski” ama “en eski” diyemeyiz. Ya yarın daha eskisi bulunursa?
Efendim bu alan tarlasını süren bir köylünün bulduğu oymalı taşla ortaya çıkıyor. Halet Çambel ve Robert Braidwood yüzey araştırmaları yapıyor (1963) Bilahare Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi Müdürü Adnan Mısır ve Prof H. Hauptmann kazıya başlıyor. Heidelberg Üniversitesinden Klaus Schmidt ise dünyaya tanıtıyor.
Göbeklitepe’den evvel hâkim olan tarih telakkisine göre 12 bin yıl evvel cemiyet hayatı olamaz. En fazla üç beş kişi gelebilir bir araya. Avlanarak ve otlayarak yaşarlar, dili, dini, sanatı olmayan bir sürüdür (!) onlar. Göbeklitepe bunların elinden çıkmış olamaz! Çünkü böyle bir mekân kurabilmek için düzen ve hiyerarşi şart. Bir otorite elemanları toplamış çalıştırmış açıkça.
Ustalar da uzaydan gelmedi, peki nerede yetiştiler? Bu topraklarda. Herhâlde ilk işleri değildi, kimbilir neler yaptılar başka?
T SÜTUNLAR
Burada insanı en çok şaşırtan “T” şeklindeki sütunlar oluyor. Şimdilik bulunan 120 parça ve bazıları üç adam boyunda.
Peki 60 tonluk taşı nasıl kesip kopardılar? Nasıl taşıyıp diktiler mekâna?
Hem sütunlar niye T şeklinde? Kimi uzmanlar onların insan formunda olduğunu söylüyor. Bazıları da “Mekânın üzeri kapalıydı” diyor, “Ahşap sundumalar oturtulmuş olabilir bunlara.”
Sütunlarda görünen hayvan figürleri ise farklı aşiretlerin sembolü olabilir. “Bakın bu taşı bizimkiler dikti!” Bir nevi imza.
Göbeklitepe’nin yeri de rastgele değil. Platonun en yüksek noktasında ve havaliye hakim durumda. Zeminin kireçtaşı olmasına dikkat edilmiş bilhassa.
Başlarında bir mimar olmalı tasarım tesadüfe benzemiyor zira.
Ameleler nerede yatacak, kalkacak, karınları nasıl doyacak sonra? Onca adamı çalıştırmak kolay mı, birileri iş gücü hesabı yapmış olmalı mutlaka.
YAPAN YIKMIŞ
Arkeologlar yaşını tespit için toprak katmanlarını incelemiş çıkan parçaları okumaya çalışmışlar. Ekseri bazalttan mamul havanlar, tokmaklar, bezenmiş plakalara rastlanıyor. Taş kapların ince cidarı ve üzerindeki usta işi bezemeler böyle bir sanat kolunun varlığını getiriyor akla. Biz “aa düğme” deyip geçiyoruz ama araştırmacılar düğme varsa ip, ip varsa iğne, ip ve iğne varsa dokuma da vardır diyorlar.
Çıkan kemiklerden sığır, geyik, yaban eşeği, keklik, güvercin artıkları tespit edilmiş, hatta balık kılçıkları da çıkmış arada. Ama ekseriyet toynaklılarda.
Dolguların içindeki kaplara, bileme ve öğütme taşlarına bakarsanız topladığını yiyen insanlar değil, ziraat yapıyor, hayvan yetiştiriyor, un öğütüyorlar.
Yüz altmış litreyi bulan taş küplerde mayiler saklanmış. Uzmanlar dibindeki tortuları (oksalat, tartarik asit) inceliyor, şıra, pekmez, zeytinyağı imal edip etmediklerini araştırıyor. Kömürleşmiş bitki artıklarına bakılırsa Antep fıstığı ve bademden haberleri var. Zeytin ve üzümü de tanıyorlar.
Ve şaşırtıcı bir bilgi daha… Birileri (artık kimse o) tapınakların imhasına karar vermiş ve alayını gömüp ortadan kaldırmışlar.
Sadece bir mekânı kapatmak için 300 metreküp (50 kamyon) taş toprağa ihtiyaç var, bunu teşkilatlı bir cemiyet yapabilir anca. Bütün bunlar Şanlıurfa için şaşırtıcı değil. Medeniyetlere mekân olan, peygamberleri ağırlayan şanlı şehir sırlarla dolu zira.
Peki bu insanlara yabani, hayvani, ilkel, geri zekâlı demeye hakkımız var mı?
İşte materyalistler de burada bocalıyor.
HÂLBUKİ OYSA
Hazreti Âdem ve çocukları, dağda bayırda değil şehirlerde yaşarlardı.
Okuma, yazma bilir, vakit için ayı güneşi takip ederlerdi. Buğday öğütür, ekmek pişirirlerdi. İplik eğirir, kumaş dokurlardı. Hazreti İdris terzilerin piriydi meselâ.
Ama efendim filan yerde bulunan yontma taşlar…
Bugün de Amazonlarda basit yaşayanlar var. Bütün Amerikalıları bağlamıyor ama.
.
Bir ülke kedilerle savaşıyor
11 Mayıs 2019 02:00
Avustralya Çevre Bakanı Greg Hunt “tükenmekte olan hayvanları korumak için” 2020 yılına kadar 2 milyon yabani kedinin öldürüleceğini ilan etti.
Aslında kediler kıtaya İngilizlerle birlikte gelir, çok olsun iki asırlık bir mazileri var. Önceleri çiftlik evlerinde beslenir, fare, böcek ve kertenkele avlar, aferin alırlar. Ancak kapı dışarı edilenler de olur bu arada.
Avustralya’da büyük şehirleri saymazsanız, sokağın ucu çöl ya da ormana çıkar. Az ötede kangurular, pitonlar, timsahlar… Kedicik ne yapsın, avcılık hasletlerini kullanıp intibak eder hayata.
Bilirsiniz aslanların, kaplanların aç kaldıkları günler olur, kedi ise uçan kuşu yakalar icabında. Yani avcılık cihetinden noksanı yok, fazlası var.
Nitekim küçük keselileri ve sürüngenleri yiyerek ayakta kalırlar.
Ve vaveyla kopar. Vay bunlar yılanlarımızı çiyanlarımızı tüketiyorlar!
ATIŞ SERBEST
Kediler zararlı mı değil mi? Orası ayrı mevzu ama katliam için kullanılan vasıtalar hiiç sevimli gelmiyor kulağa.
Hükûmet yüzülmüş kedi derisi getirene 10 Avustralya doları (7 $) mükâfat veriyor. Hesaplayan da vardır kesin, günde şu kadar vursam, çarpı yedi, şu kadar dolar… Öldür, para! Kiralık katil tutmak denir buna.
Hükûmet toksik silahlara da sarılmış. Ekipler kanguru etlerine, tavuk artıklarına, sosis parçalarına “1080” adlı zehirden sürüyor. Bu nebati zıkkım 15 dakikada tesirini gösteriyor.
Peki ya bu gıdaları başka hayvanlar yiyecek olursa?
Demek ki göze alıyorlar, düşünün kedi nefreti ne kadar fazla.
Bu arada mekanikçiler tuzak, kafes, kapan mevzuunda kendilerini aşmışlar.
Kedi telefi için patlayıcı kullananlar da var “bir nevi antikedi mayınlar”.
FARENİZ BOL OLSUN!
Politikacılar kararlı. Hayvan hakları örgütü PETA bile baskı altında.
Bir kısım dernekler ise katliamı alkışlıyor. Mesela Göçmen Kuşlar Merkezi Başkanı Dr. Peter Marra “Kediler tasmayla dolaştırılmalı” diyor, “Hatta sokağa çıkma yasağı konmalı onlara”.
Tasmayla kedi! Neler duyacağız daha…
Yeni Zelanda da, aynen Avustralya’nın izinde. Bazı beldelerde evde bile kedi beslemek yasak.
Değişen ekolojinin biletini pisiciklere kesmek kolaylarına gidiyor galiba.
Aslında en tehlikelisi insan. Ormanları yakan, ağaçları satan, suyu, havayı bulandıran, zevk için avlanan.
NOEL’LE GELEN SIKINTI
Bu av merakı yıllar evvel başka bir dert sarar kıtanın başına.
İngiltere’de tavşan peşinde koştuğu günlere hasretle anan Thomas Austin adlı arazi sahibi, 1859 Noel’inde iki düzine tavşan getirtip salar (1859). Winchelsea kendi mülkü. Kim ne diyebilir ki ona? Vurduğunu vurur, vuramadıklarını da Tazmanya canavarları halleder nasıl olsa.
Lakin tavşanlar hızla çoğalır ve civara yayılırlar.
1866’da, avcılar Bawron Park’ta 14 bin tavşan vururlar. Ki halk tavşan yahnisine bayılmaktadır, o yıllarda.
1880’de, tavşanlar Murray Nehri’ni aşmayı başarır, Queensland’a ulaşırlar. 1894’de Nullarbor’u geçer Batı Avustralya’ya akarlar.
Tavşan kalenderdir, yiyecek seçmez, tane, yaprak, tomurcuk farketmez oburlara. Aşırı otlama yüzünden mera kalitesi düşer, toprak erozyonu başlar. Tavşanların İngiltere’ye yayılması 700 yılı bulmuştur, Avustralya’yı ise (Britanya’dan 31 kat büyük) 50 yılda teslim alırlar.
İkinci Cihan Harbi yıllarında insanlar birbirlerini boğazlamaktan etrafına bakamaz. Kıtadaki tavşan nüfusu da 600 milyonu bulur bir anda.
BİYOLOJİK SAVAŞ
Tavşanlar geometrik dizi şeklinde çoğalır ve önlerine çıkan ne varsa kemirmeye başlar. Av köpekleri, çelik kapanlar çaresiz kalınca tavşanların su içtikleri birikintilere zehir atarlar. Yetmez biyolojik silahlardan medet umarlar.
Yıl 1950, İngiliz Milletler Topluluğu İlmî ve Endüstriyel Araştırma Merkezi (CSIRO) Güney Amerika tavşanlarında görülen öldürücü bir virüsü (myxomatosis) eliyle taşır Avustralya’ya.
Bir nevi çiçek hastalığı, hayvancık önce kör olur, bilahare akciğer enfeksiyonu ile veda eder hayata.
Sonra ondan bulaşanlar girer sıraya.
Ancak zamanla mukavemet gelişir, bir sonraki nesil virüse aldırmaz.
Bu defa Londra’dan yardım isterler, büyüüük buldozerler gelir, zemini kazır, tavşan yuvalarını dağıtırlar (ripping:sökme). Yavruları da parçalarlar bu arada...
Bakarlar eksileceği yok, kıtaya çit çekerler baştan başa.
Öldürülen tavşanlar mı? Onları gübre niyetine bırakırlar ortalıkta.
Eğlenceye bak!
Yeni Zelanda Central Otago şehrinde Paskalya gecesi Lions Kulübü tarafından düzenlenen gelenekel yarışmada Hopper Stoppers ile Down South takımları finale kalır ve 889 tavşan öldüren Hopper’lar kupaya uzanırlar. O gece ceman (toplam olarak) 30 bin tavşan telef edilir. Lions Klübü Başkanı Ferriera “Hayvan öldürmek için harika bir geceydi, avcılar sabaha kadar uyanık kaldı, eğlenceye doydular” açıklamasını yapa
.
Şirin bir Filistin kasabası: Yafa
18 Mayıs 2019 02:00
Çoook çok eskiden Yafa Kudüs’ün limanıdır. Hatta Hazret-i Süleyman Mescid-i Aksa için gerekli malzemeleri bu yolla taşıtır. Taa ki Romalı yıllarda komşu belde Kaysâriye (Caesarea) öne çıkana kadar.
Bizanslı yıllarda burası piskoposluk merkezi olur. Hâliyle sıkı korunur. Ancak Hazret-i Ömer devrinde Amr ibni Âs, Muâviye bin Ebû Süfyân (Radıyallahü anhüm) kumandasındaki kuvvetler tarafından feth olunur (636) Havali Cündüfilistin adıyla anılacaktır bundan sonra.
Emevî Halifesi Süleyman bin Abdülmelik Remle şehrini kurunca merkez oraya kayar. Derken Yafa Ahmed bin Tolun’un bilahare Abbâsî Halifesi Müktefî-Billâh’ın eline geçer. Bir ara Fatimi hegemonyası yaşanır, sonra Selçuklu emîrleri görünmeye başlar. Hanoğlu Hârun, Afşin ve Sunduk Kuzey Suriye’yi mekân tutarken, Kurlu et-Türkî’nin emrindeki Nâvekiyye Türkmenleri 4 bin çadırla (takriben 20 bin nefer) gelir yerleşirler civara (1069-1070).
Sultan Alparslan’ı da yalnız bırakmaz, cihada çağrıldıkça koşarlar Anadolu’ya.
Fâtımîler huzursuz edince çatışma çıkar, Emîr Atsız sadece Remle ile kalmaz, sancağı Kudüs’e de diker ayrıca. 1071-1076 yıllarında yekpare Filistin ve Suriye Türkmenlerin elindedir, Dımaşk’ı (Şam) merkez yaparlar.
Yafa’nın surlarını yıkarlar, denizden gelebilecek düşmana sığınak olabilir zira.
KORKTUĞU BAŞINA
Haçlı seferleri esnasında Avrupa’dan kopup gelen uğruların ilk hedefi Yafa olur, 2 Cenova galerisiyle dört İngiliz gemisi metruk limana girer bir anda (1099). Yafa 90 yıl kadar, Kudüs Haçlı Krallığı’na bağlı bir kontluk olur. Kral Baudouin Atsız’ın yıktırdığı surları tekrar yaptırır, şehri tahkim edip karargâhını kurar. Kahire karşı koysa da İngiltere, Fransa ve Almanya’dan asker getiren 200 gemilik donanma Mısır ablukasını yarar.
Ancak Hittîn Savaşı’ndan sonra Haçlıların gücü kırılır, Yafa da Müslümanlar tarafından geri alınır (1187).
III. Haçlı Seferi’nde Yafa, Aslan Yürekli Richard’ın eline geçer. İngilizler portakal bahçelerinin içindeki Yafa’dan pek hoşlanırlar.
Selâhaddîn-i Eyyûbî, şehri üç gün de ele geçirse de kaleyi alamaz. El-Melikü’l-Âdil (1197) kaleyi de alır tahkimatı yıkar.
IV. Haçlı Seferinde ise (1204) Yafa, Franklar’ın eline geçer. Alman İmparatoru Friedrich (1228), Fransa Kralı IX. Louis tarafından (1250) surları yenilese de Memlük Sultanı I. Baybars karşısında duramazlar. Baybars iç kaleyi de yıktırır, ahşap ve mermer aksamı Kahire’ye taşır, bir cami yaptırır onlarla.
Yafa’nın sükûnet yıllarında canlı bir ticareti vardır. İlim ve hikmet merkezidir aynı zamanda. Buranın alimleri Yâfûnî nisbesiyle anılırlar. (Muhammed bin Abdullah Yâfûnî , Ebû Muhammed Abdullah Yâfûnî gibi… Rahmetullahi aleyhim ecmain)
HİLAL YAKIŞIR
Mercidâbık Savaşı’nın ardından (1516) havali Osmanlı hâkimiyetine girer. Sultan Selim devrinde Yafa, Gazze sancağının Remle nahiyesine bağlı bir sahil kasabasıdır.
Mısır’da kalıcı olmak isteyen Suriye’yi elinde tutmalıdır. Bunu Napolyon da bilir, 1799’da Yafa’yı işgal eder ve 4 bin masum Müslümanı kurşuna dizdirir. Acımasız bir haydut gibidir.
Ancak Akka Valisi Cezzar Ahmed Paşa (beli bükük bir ihtiyardır) karşısında perişan olacak, canını zor atacaktır Fransa’ya.
Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın Dersaadet ile nizalaşması tatsız olur. Rus’u, İngiliz’i, Fransız’ı işimize karışmak için bahane bulurlar.
II. Abdülhamid Han’ın eğitim hamlesi buralara da uzanır. Ulu Hakan el-Halîl, Gazze, Yafa, Nâsıra ve Taberiye’de birer okul açar ve Yafa-Kudüs kara yolunu hizmete sokar. Ecnebi bir şirkete ruhsat verip demir yolu yaptırır ayrıca. Üsküdar’dan kalkan vapurlarımız İskele-i Yâfâ’ya uğrarlar düzenli aralıklarla.
İngilizler 1909’dan itibaren Filistin Ofisi marifetiyle bölgeye Yahudi taşırlar. Onlar da 1. Cihan Harbi yıllarında İngilizlere çalışırlar. İttihatçı liderlerden Cemal Paşa Alman kurmay başkanı Von Kressenstein telkinleri ile Mısır Fatihi olmaya kalkar. Kanal harekâtında 20 bin Mehmetçiği mitralyözlerin önüne atar. M. Kemal Paşa ise General Allenby karşısında başarılı olamaz. Ordularımız Nablus’da bozulur, Halep’te de tutunamaz Toroslara doğru çekilmeye başlar. Ve Suriye Filistin’deki 4 asır 3 aylık Osmanlı hâkimiyeti sona erer (Tel Aviv’in ana caddelerden biri, Allenby’in adını taşır hâlâ.)
Fransa ve İngiltere, Filistin’de zemin tutmaya çalışan Siyonistleri silahlandırır. Mayıs 1921’den itibaren, terör örgütleri Müslümanlara saldırmaya başlar.
İsrail’in kurulduğu yıllarda Arap devletlerinin başına kuklalar oturtulmuştur, kimi ABD’nin, kimi Rusya’nın borusunu çalar. Çile devam ediyor ve karton krallar yine işbaşında.
.jpg)
ŞAMUTİ NE YA?
İsrail’in önemli ihraç kalemlerinden biri Yafa portakalıdır. Yılda 40 bin ton (4 bin kamyon) meyve yollarlar Avrupa’ya. Bir zamanlar portakal bahçelerinin sahibi olan Filistinliler artık ırgat olarak bile çalıştırılmıyor, Tayland’tan amele getirip kullanırlar.
Hususi bir lezzeti olan Yafa portakalının adını da değiştirmiş “Şamuti” koymuşlar.
Günümüz Yafa’sı iki mahalle. Acem Mahallesi ve Menşuriye...
Menşuriye’nin üzerinde şu an Tel Aviv çöreklenmiş. Beton kulelerden müteşekkil ruhsuz bir şehir uzanıyor. Yıktırılan minaresine rağmen Hasan Bey Camii âdeta vaha gibi. Oteller ve discoların bulunduğu semt Müslümanlardan arındırılsa da, beş vakit namaz kılınıyor.
Acem mahallesi ise taş evleri, işlemeli kapıları, kafesli pencereleri, cumbaları, pide kokan çarşıları ile ecdadı hatırlatıyor.
Emîr Muhammed Ebû Nebbût tarafından yaptırılan Ulu Cami II. Mahmud’a izafeten Mahmudiye adını taşıyor. Siyonistler caminin haziresini, dükkânlarını talan etmiş, medresenin üzerine iki kat çıkıp otel yapmışlar. Yine de avlusunda iftarlar veriliyor, teravihler kılınıyor. Camiyi yaşatan cemaattir, tehlike ne zaman büyür biliyor musunuz? Seccadeler müminlere hasret kalırsa. Sahipsiz bırakırsanız, elinizden alırlar. Tembellik edip de gelmeyenlerin ne büyük vebali var!
Mahmudiye Medresesinin batı duvarında muhteşem bir sebil var, insan gözünü alamıyor. Mermer işçiliğinin zirvesi, nefis tuğrası ile ben Osmanlıyım diye haykırıyor âdeta. Adı “Süleyman’ın Sebili” bir benzeri de “Ebû Nebbût” adıyla Kudüs yolunda.
.jpg)
DENİZ CAMİSİ
El-Bahr Camii şehrin eşrafından. 1675 yılında ressam Le Brun tarafından resmedilmiş. Demek ki mazisi daha ötelere gidiyor. Rivayete göre beyi denizden dönmeyen balıkçı hanımları buraya gelir, hem dua eder, hem de ufku gözlerlermiş. Zaten adı da Mescid-i Bahr (Derya). Sanki ayaklarını sallandırmış suya.
Câmiu’l-Cebeliyye ve Câmiu’s-Sıksık ayakta ama en az bir bu kadar da işgale uğrayan var. Tabiin Mescidi” onlardan biri mesela.
Mâlum Abdülhamid Han değişik bahanelerle Filistin’e sahip çıkar. Saltanatının 25. sene-i devriyesi vesilesiyle sadece Yafa’ya değil, Akra, Hayfa, Safed, Nablus ve Nasıra’ya da birer saat kulesi yaptırır.
Kışla, karakol ve hükümet konağı da istilaya uğramış, lâkin civar saat meydanı diye anılıyor hâlâ. Kale içindeki Osmanlı Hükûmet Konağı (es-Sarâyü’l-âtika) arkeoloji müzesi olarak kullanılıyor.
1865 yılında yaptırdığımız deniz feneri ise 1965 yılında kapatılmış. Yafa Limanı’nın fenere ihtiyacı kalmamış onlara sorulursa.
Eski Yafa’nın dar sokaklarında kaybolunca ay yıldız işlemeli kapılar çıkıyor karşınıza.
.
Bayram o bayram ola!
6 Haziran 2019 02:00
Peygamber Efendimiz bir bayram sabahı iç çeken çocuğun başını okşar.
-Yavrum sen niye ağlıyorsun?
-Benim kimim kimsem yok, hep bayramlık alınmış arkadaşlarıma...
Efendimiz “İster misin” buyurur, “Baban ben olayım annen Aişe olsun. Fâtıma halan, Ali amcan, Hasan ve Hüseyin kardeşlerin olsunlar?”
Rüya gibi bir teklif, minik yetim gözlerini iri iri açar “Siz Resulullah mısınız yoksa?”
*
Tarihçiler “Nerede o eski bayramlar” yazısına kendi pencerelerinden bakar, sarayı anlatırlar. Osmanlı padişahları bayram öncesi fukaraya yardımda bulunur, ilave maaş ihsan eder memuruna. Borçlulara omuz çıkar, bazı mahpusları salıverirler dışarıya.
Topkapı’da bayramlaşma çizgileri net bir merasimdir. Kim ne giyip kuşanacak, mehter neyi vuracak, sadrazam nerede, kazasker nerede duracak?
Umumiyetle bayram namazı Ayasofya’da kılınır, sonra Hırka-i Saadet Dairesi ziyaret edilir. Akabinde Divanıhümayun toplantısı ve arz odasında nakibü’l-eşrafın yapacağı dua… Kur’ân-ı kerim tilaveti, ilahiler, salavatlar. İhsanlar, caizeler, hilatlar...
O gün zaptiyelere fes püskül dağıtılır, askere farklı tayın çıkar, kuzu eti, helva, salata…
*
Çocukluğumuzda TRT, medeniyetimize yabancı bir kadronun elindeydi. Ramazan-ı şerif kelimesini ağızlarına almazlardı asla. “Müslümanların oruç ayı” der geçiştirirlerdi laf arasında. Şeker Bayramı da o günlerden kalma (aslı şükür, ikisi de şın kef ra’yla). Bu arada direkler arası abartılır. Tiyatrolar, kumpanyalar, göz süzenler, bıyık buranlar. Aziz mübarek gün kantocu muhabbeti. Yani ecdadımız külliyen mi zampara?
BAYRAM TIRAŞI
Hatırlar mısınız bilmem, bayram öncesi postane önlerinden kartlar satılırdı. Arkasına italik hurufatla yazarsınız. “Ramazan-ı şerif bayramınızı tebrik eder, ellerinizden…”
Bayram öncesi mağazalar parayı bulurlar. Başka zaman dönüp de bakmayacağınız şeyleri düşünmeden alırsınız, sanki mecburiyetiniz var.
Sonra gider berberde sıraya girersiniz, adamın işi başını aşmış, şıkşık şık üfürür iki dakkada.
Hele yaşlılar bayrama pek sıkı hazırlanırlar. Günler evvelinden telaşe basar. Boyaya badanaya girer, bükük belleri ile taban tahtalarını ovar ağartırlar.
Eğer eşya yenilecekse misal perdeler değişecekse bahane yapılır bayrama. Çocukların bayramlık kıyafeti vardır, durur bir kenarda. Yok küçülmüşse kardeşe devredilir, yeni bir şeyler alınır abiye ablaya. “Kâtibime kolalı gömlek” faslından değil, günlük kullanılanlardan.
Kız çocukları üste başa meraklıdırlar mâlum, kırmızı rugan ayakkabılar, konçları dantelli çoraplar, fırfırlı fistanlar, kurdeleler…
Bazen ebeveyn gizlice tedarik ettiği kıyafetleri bırakır miniğin yatağına. Sabah uyanınca şaşırsın, sevinsin haspa. Yoksa kimse yeni pabucuna sarılıp yatmaz. Zaten bally (siliksiyon derdik) kokar, harbiden kafa yapar…
BAYRAM NAMAZI
Bayram sabahı erkenden kalkılır, o gün yıkanmak, yüzük takmak, yeni giymek, koku sürmek, tatlı yemek, camiye tekbir okuya okuya gitmek sünnet-i seniyyedir.
Nisaba malik olanlar sadaka-ı fıtr verir fukaraya. Bayram namazından önce bilhassa.
Fitre dediğimiz yarım sâ’ (1.750 gram) buğday veya un, bir sâ’ (3.500 gram) arpa, kuru üzüm, hurma. Ya da değeri kadar altın, fıdda.
Sabah namazı cemaatle kılınır, vaiz efendi menkıbeler anlatır, hoşça sohbetler yapar. İşrak vakti girince durulur namaza. Bayram nemâzı, erkeklere vaciptir. Dokuz tekbir ile kılınır, yıldan yıla geldiği için unutulur, “İki salla bir bağla, üç salla bir eğil” şeklinde hülasa edilir cemaate.
Camiden çıkanlar avluda buluşurlar. “Îydiniz said olsun” deyip musafaha eder, hâl hatır sorarlar. Büyükler punduna getirir dargınları barıştırır “Hadi sarılın bakiym! Aaa siz kardeşsiniz. Olmuyor ama!”
Bazen nicedir küs olduğunuz akranınız gelir, elini uzatır mahcup bir edayla. Ağlamaklı olursunuz, bir şeyler tıkanır boğazınıza. Yiğitlik onda kalmıştır. Ulen bunu ben niye yapmadım acaba?
Dönüşte, başka cihetten gelinir eve, çünkü yollar şahit olacaktır mahşer meydanında. Mümkünse kabristana uğranır. O gün tanıdık tanımadık herkese selam verilir, içten bir tebeessüm. O da bir sadaka.
BAYRAM TATLISI
Bayramın en hoş yanı otuz gün oruçtan sonra ailecek oturulan kahvaltıdır. İtinayla hazırlanır, şerefine börekler açılır hatta.
Evlerde mutlaka tatlı pişer, becerikli hanımlar kırk kat yufkadan baklava yapar, fırına kadayıf, kalburabastı yollarlar. Eskiden bunlar cevizli olurdu, Antep fıstığı henüz yayılmamıştı bu kadar. Hiç olmadı helva çevirirler, bir irmik, iki su zoru yok ya.
Yaşlılar kutu kutu mendil çorap alır, kolonya şişelerine “Akşam Sefası” doldurturlar. Latilokum, akide şekeri, dizerler billurlara. Bazıları gofret, çikolata, zenci kızlı sakız da tedarik eder. Böylelerinin eli bir kaç defa öpülür icabında.
Sahi şimdi mendile memnun olacak çocuk kaldı mı? Çıkarıp çorap versen ne derler adama?
Bahşiş çocuğuna göre değişir, 10 kuruşla çırak çıkmak istemiyorsan, sevdir kendini iki buçukluğu kap. Ama bakkala yolladıklarında “peki” diyeceksin, kaybolmayacaksın ortalıktan.
Erkek çocuk için bayram fülüs (para) demektir, kapı kapı dolanır, ondan 25 bundan 50 kuruş derken 15-20 lira para toplar. Gider bununla bisiklet kiralar, tüfek atar, mantar, maytap, çatapat alır, bir kaç dakkada tüketir hovardaca.
Mahalle bakkalı işinize karışır, “yeter yedin! Yok artık sana çikolata”... Israr ederseniz leblebi unu verir bu defa.
BAYRAM YERİ
Bayram yerleri temiz mekânlar değildir aslında, altın dişli çakallar çocuklara kumar oynatırlar. Rulette on renk var diyelim pembeye bastın kazandın, iki mislini uzatır sana. Diğer renklere basılanları süngerli sopası ile çeker atar kutuya, ne para ama!
Bir köşede Çamlıca ve Yeni Harman paketleri… Salladığınız halkalar hafif ve dengesizdir, asla geçmeyecektir boyunlarına.
Penaltıcıya üçte üç atıp Pallmal kazanma şansınız da olmayacaktır asla, çünkü iskarpinleriniz yeni, top ise armudidir, abanırsanız avuta çıkar. Kaleci de sıkıdır ayrıca.
Zabıtalar niye ses çıkarmaz bilmem, ucundan ziftlenirler mi ne, günahları boynuna.
Atlıkarınca, Mikili tren… Bunlar genç anne babaları sarar. El salla canım. Şırak şırak ufaklığı fotoğraflarlar.
Kopil dediğin mangırları, pamuk helvacıya, elma şekerciye, baloncuya, macuncuya değil tek tek Bafra satanlara tokalar. O gün dayak yemeyeceği kesindir. Şimendifer gibi duman savurtur sağa sola. Bizim bir arkadaş babası ile karşılaşınca sigarayı cebine atıyor, meğer zula kız kaçıran doluymuş iyi mi? Birden rengarenk kıvılcımlar, ceket kalbura dönüyor, zor çıkarıyorlar sırtından.
BAYRAM ZİYARETİ
İlk gün evde misafir bekleyenler ikinci gün “iadeiziyarete” çıkarlar. Bu defa onlar yayılır bayılır, sarmaların dolmaların tadına bakarlar. Erkeklerle kadınlar ayrı odalara alınır, muhabbetleri farklıdır zira. Hanımlar ‘Burda’ları açar, örgü örneği, kek tarifi alırlar. “Yok ben şerbetine limon sıkıyorum da ondan…”
Kahve getiren küçükhanıma iltifatlar yağdırılır. “Aman aman şu güzelliğe bak, aaa kız, bu gelinlik olmuş maşallah!”
Öbür odada Menderes’ten, İnönü’den, Emin Oktay’dan konuşulur. Yok mirim Kuşdili Çayırı’nın da tadı kalmamış, faytonlara sütçü beygiri bağlamışlar. Ve su muhallebisinin nerede yeneceği hususunda mütealada bulunurlar.
-Evet orası da iyi ama sanki biraz bozdu mu ne? Geçen girdim, paluzeye benziyor âdeta.
BAYRAM GAZETESİ
Ramazan-ı şerif boyunca pide yetiştiren fırınlar bayramda işi bırakırlar.
Gazeteciler de tatil yapar, alayını temsilen Bayram Gazetesi çıkar. Çelenk bırakanlar filan. Bir nevi yarı resmî el-Ahram.
Adam okumuş, iş yeri kurmuş, altında araba. Babasını ziyaret eder, ihtiyar birkaç buruşuk onluk sıkıştırır avucuna.
Anası neyi seviyorsa onu pişirmiştir, kendinin şekeri tansiyonu vardır oysa.
Evet, onlar hiç büyümeyecektir. Evlat işte, canından parça!
Dedeler nineler ne kadar lazımmış meğer, kaybedince anlıyor insan. Kalanların kıymetini bilin, belli m’olur, belki de bir dahaki bayrama…
Amaan ben de neler anlatıyorum, bir SMS’de onlara kaptırırsınız gider ya da resim geçersiniz yayıldığınız plajdan.
Slm. Optm kndne ii bak!
.
Dünyanın en mutlu ülkeleri
7 Haziran 2019 02:00
Yeterli miktarda mutluluk hormonu (seratonin) salgılandığında kişilerin ruh hâli ve davranışları pozitif yönde etkilenir. Şimdi bunun bir de toplumlar düzeyinde gerçekleştiğini düşünün. Natürel bir antidepresan olarak sürekli huzurlu ve neşeli olabilmek her toplumun başına gelebilecek bir durum değil elbette. Toplumsal mutluluğun da tıpkı bireysel mutlulukta olduğu gibi birçok etmeni var. biletall blog, OECD’nin hazırladığı araştırmanın sonuçlarına göre geçen sene dünyanın en mutlu ülkelerinin hangileri olduğunu ve bunun sebeplerini araştırdı...
Finlandiya - Orman ve göller ülkesi
İskandinavya yarımadasında yer alan, başkenti Helsinki olan, dünyanın en mutlu insanlarının burada yaşadığı duyulduğunda merak etmemek ve kıskanmamak mümkün olmayan, birinci sıradaki ülke: Finlandiya... Gerek kültürü ve sosyal hayatı sebebiyle gerek neredeyse yarısının ormanlarla, bir kısmının ise göllerle kaplı olması, yani muhteşem bir coğrafyaya sahip olması özelliğiyle bazı yerlerinde güneşin iki ay boyunca hiç batmadığı Finlandiya; mutluluğuna şaşılmayacak bir ülke. Yazın ve kışın ayrı ayrı göz kamaştırıcı olan Finlandiya, kuzey ışıklarını görebildiğiniz bir başka lokasyon olarak ön plana çıkıyor...
Norveç - Rengârenk ve masalsı
İskandinav ülkesi Norveç, âdeta bir mutluluk diyarı. Sakin, huzurlu, yemyeşil; aynı zamanda mimarisiyle rengârenk ve masalsı. Fiyortlarıyla akılları baştan alacak kadar güzel, tabiatı ve iklimiyle ömre ömür katacak kadar muhteşem bir ülke...
Danimarka - Dünyanın en yeşili
Bir başka İskandinav ülkesi; Danimarka. Dünyanın en yeşil ülkelerinden birisi olan Danimarka; ılıman iklimi, gelişmiş karma ekonomisi, sosyokültürel hayatı, göz
kamaştıran mimarisi ile vatandaşlarına oldukça iyi imkânlar sunmakta...
İzlanda - Volkanik ada üzerinde
Bir ada ülkesi var sırada. İzlanda, Atlas Okyanusu’nun kuzeyinde, volkanik bir ada üzerinde kurulmuş bir devlet. Tabiatı ve iklimi hâlihazırda mutluluk hormonu salgılamak için yeterli bir sebepken eylül ve mart ayları arasında görülen kuzey ışıkları bu ülkeyi bir masal dünyasına dönüştürür. Ekonomi ve sosyal hayat İzlanda’da oldukça iyi durumda. Bütün bunların yanı sıra bolca balık tüketen İzlanda, en mutlu ülkeler listesinde 4. sırada bulunuyor.
İsviçre - Çikolatanın başşehri
Tartışılacak hiçbir gündemi olmadığı için kimi zaman parlamentonun bile açılmadığı, huzur dolu bir ülkeden selamlıyoruz şimdi de sizi: İsviçre... Çalışma şartları, eğitim kalitesi, sağlık sistemi, bilime olan katkısı, hayat kalitesi ve refah seviyesi, hepsi üst düzey. Böyle bir ülkenin, dünyanın en mutlu ülkeleri arasına 5. sıradan girmesi pek de şaşırtmıyor.
Hollanda - Hoşgörü üst düzeyde
Kişi başına düşen gelirde üst sıralarda yer alan, farklı birçok kesime hoşgörüsü ile bilinen, güvenlik, istihdam, sosyal hayat ve sağlık gibi konularda oldukça avantajlı olan Hollanda, vatandaşlarına sunduğu imkânlarla onları dünyanın en mutlu insanları arasına sokabilmeye senelerdir muvaffak oluyor.
Kanada - Şehirler tabiatla iç içe
Modern, güler yüzlü ve iyi eğitimli insanları, doğa ile iç içe şehirleri, zengin ve refah bir ülke olması, güvenlik, sosyal hayat gibi konularda avantajlar sunması, Kanada’yı yaşanabilir bir ülke olarak öne çıkaran özelliklerden. Şüphesiz bütün bu imkânlar kendi halkının da mutluluk seviyesini artırıyor ve Kanada en mutlu ülkeler sıralamasında 7. oluyor.
Yeni Zelanda - Burası tabiat harikası
Büyük Okyanus’un en güzel ada ülkelerinden biri var sırada. Yemyeşil yağmur ormanları, sahilleri ve buzullarıyla birçok tabiat harikasını aynı anda sergileyen Yeni Zelanda, mutluluk endeksi listesine 8. sıradan giriyor. Yeni Zelanda aynı zamanda Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit serisinde bütün dış mekân çekimlerde kullanılarak “Orta Dünya”ya hayat vermiştir.
İsveç - Pahalılık vız geliyor
İskandinav ülkelerinden İsveç, dünyanın en aile dostu ülkeleri arasında gösteriliyor. Hayat maliyetlerinin oldukça yüksek olmasına rağmen ailelere yapılan devlet destekli para yardımları, uzun doğum izinleri, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması, beş haftalık yıllık izinler ve yeşil tabiatı bu ülkede yaşayan insanların mutluluklarının temel sebepleri...
Avustralya - Muhteşem iklime sahip
Listeye 10. sıradan giren Avustralya; uçsuz bucaksız altın rengi kumsallarıyla ve yılın her döneminde muhteşem iklimiyle coğrafi olarak bir adım önde. Yirmi dört milyonluk nüfusuyla Hint Okyanusu ve Büyük Okyanus arasında dünyadan bağımsızlığını ilan etmişçesine salınan Avustralya, sevimli kangurularıyla meşhur. Avustralya’nın resmi Instagram hesabı da mevcut.
.
Hayalen kâbusa!
8 Haziran 2019 02:00
Sadece zengin kadınların estetik yaptırdığı günler geride kaldı. Artık erkekler ve ergenler de katıldı kervana. Almanya’da 14-29 yaş arası gençlerin beşte biri estetik ameliyat olmuş ya da olacak.
Burun kemeri, dudak kalınlığı, yüz çizgisi…
Bunlarla oynatırken biraz düşünseniz iyi edersiniz çünkü eski simanız yerine gelmeyecek bir daha. O size has ifadeler kaybolursa üzülürsünüz sonra.
Keşke ellettirmeseydim diyenlerin büyük ekseri burunlarını beğenmiyor. Niye? Çünkü işi hekime bırakmıyor, bir artistin resmiyle gelip “Bundan olsun” diyorlar.
İyi de siz aynı alın genişliğine, aynı göz açıklığına, aynı çene sivriliğine sahip misiniz acaba?
İmpala farı takmakla TOFAŞ, Şevrole olmaz. Hatta Murat bile diyemeyiz artık ona.

BURNUNUZUN DİKİNE
Burun oynamaya gelmez, daha uzun, daha kısa, daha sivri, daha kalkık derken içi görünmeye başlar. Fazla oyulan kemik yüzünden ucu düşebilir. Bazen mandalla sıkılmış hissi verir, bazen de sanki iki ayrı parça…
Cerrahın mübalağalı müdahalesiyle burun ucu uzayıp dudağa doğru sarkabilir. Hepsi bir yana ellenmiş olduğunun hissedilmesi bile bir kusurdur kadınlar arasında.
Yeni burunlarını mutsuzluk sebebi yapan hanımlar tekrar tekrar girer bıçak altına. Her seferinde doku kaybolur ve yüzün ortasında fiş deliği gibi iki çukur kalır sonunda. Ki, “domuz burnu” diyorlar buna.
Evet burun estetik açısından mühim ama solunum ve koku da lazım insana. Eğer sıkıntısız soluyabiliyorsanız oturun şükredin, hekiminiz bunun ne büyük bir nimet olduğunu anlatsın size.
Ha burnunuzda eğrilik vardır, tıkanma vardır, solunumdan yana sıkıntılısınızdır o başka.
Hazır ameliyat yapılırken şekle sokulabilir icabında.
SEKTÖR BÜYÜYOR
Piyasanın nabzını tutan cerrahlara sorarsanız burun estetiği, yılın her mevsimi güvenli olarak yapılabilir. “Yağmur yağdı gelin, güneş açtı yine gelin!” Sadece “Kışın soğuğa çıkmayın, yazın havuza girmeyin” diyorlar o kadar.
ABD’de 1997’de 2,1 milyon estetik operasyon yapılmış. 2011’de kaça çıkmış biliyor musunuz 9,2 milyona. Takriben 10 milyar dolar harcamışlar. 2019 itibarıyla katlanmıştır mutlaka.
Tabii bunların içinde cerrahi olmayan operasyonlar da var. Botoks, saç ektirme, liposuction (yağ aldırma)...
Sadece zengin ve yaşlı hanımların estetik yaptırdığı günler geride kaldı. Artık erkekler ve ergenler de katıldı kervana. Almanya’da 14-29 yaş arası gençlerin beşte biri estetik ameliyat olmuş ya da olacak.
On beş yaşındaki bir yeni yetme için çok kötü görünen hatları 15 yıl sonra şirin gelecektir oysa. Çoğunun kusuru da yok, kuru takıntı, hani insan kendini itici sanır ya o yaşlarda.
Telakkiler de değişiyor bu arada. 1960’larda sırtı kayık gibi oyulmuş, mini mini kalkık burunlar modaydı. Artık bunlar yapmacık bulunuyor.
GERDİREN GERİLİR Mİ?
Estetik ameliyattan sonra mükemmel çene, dudak ve beden ölçülerine sahip olacağını sananlar, hayal kırıklığı yaşıyor, eteğini tutan başka cerraha koşuyor.
Bilhassa rinoplasti ile aradığını bulamayan kadınların hayatı kâbusa dönüyor. Hayallerinin yıkıldığından dem vuruyor, maddi ve manevi tazminat istiyorlar. (Bilirkişi tabip olacağı için kuruş çıkmaz.)
Önceki cerrahı acımasızca tenkid ediyor, yeni bir ameliyatın sıkıntılarını bitireceğine inanıyorlar. Aksine tekrarlayan ameliyatlar yeni yıkımlar getirecek. Kanlanma, lenf akımı, deri beslenmesi istenen seviyede olamayacak bundan sonra.
Hele simetriye takanları ikna pek zor, her yüzde asimetri vardır ama bunu nasıl anlatacaksın.
Şahsın şekli şemali ile “aşırı” uğraşması ayrı bir hastalık. Estetik cerrahtan ziyade psikiyatristin yardımına muhtaçlar.
Müdahale sonrası şişlik, morluk ve ödem için endişeye mahal yok. Ancak ilk günlerde güzel görünen burnunuz zamanla gözünüze hoş gelmeyebilir. Çünkü ilk üç ayda ödem alttaki hataları örter saklar. Burnun son hâlini alması yaklaşık bir-bir buçuk seneyi bulur, bu süre iyi anlatılmalı hastaya.
RİSK ELBETTE VAR
Bütün cerrahi tatbikatlar gibi estetik ameliyatlar da (nadiren) ölümle neticelenebilir. Kalp, böbrek, akciğer, karaciğer, diabet ve tansiyon hastaları ve pıhtılaşma sıkıntısı yaşayanlar için risk elbette var.
Sarkma ve kırışıklık şikâyetlerinde ameliyatın başarısı cildin değil, derin dokuların askılanıp gerilmesine bağlıdır. Operasyon 6 saat kadar sürebilir, üç-beş gün yüzünüzde ciddi ödem (şişlik) akabinde morluklar oluşabilir. Kanama, açılma, enfeksiyon, iltihap, his azalması, sinirlerde zedelenme gibi komplikasyonlar yaşanabilir.
Botox ise anaerop (oksijensiz ortamda üreyen) bir bakteriden üretilir. Tatbik edildiği yerdeki kasları kısmen felç eder. Tesiri kalıcı değildir, tekrarlanır, arzu ediliyorsa.
Kırışıklıklar yok edilirken mimikler de kaybolabilir. Simanıza bir donukluk, tuhaflık oturabilir.
Yazarın biri “Niçin standart bir kalıba gireyim ki” demiş, “ameliyatla değiştirilmiş sima, bir nevi sahte para.”
Herkes güzeli sevmez ama herkes sevdiğini güzel sanır. Keşke ameliyat olmak yerine, mutlu olmayı öğretebilsek çocuklarımıza.

SÜRÜN SÜRÜN SÜRÜNÜN
Peki bir krem sürüp güzelleşmek mümkün mü? Yoo ama siz öyle sanmaya hazırsanız paranızı niye almasınlar?
Siz pangınotlar demetleyip uzatıyorsunuz, onlar da alıp koyuyor kasasına.
Elinizi vicdanınıza koyun. O resimdeki fotomodellerin kreme mreme ihtiyacı var mı acaba?
Bu tezgâh ne yazık ki yürüyor. Sizde güzellik, onlarda nakit hırsı olduktan sonra…
Cildinizin sıhhati için yapacağınız tek şey var. Korunmak!
Nelerden korunmak? Biri güneşten, öbürü sigaradan!
Unutmayın bronzlaşmanın da bedeli var!
.
Firdevs-i Tûsî Acem’e yön veren şair
9 Haziran 2019 02:00
Karahanlılar için Kutadgu Bilig, Selçuklular için Siyasetname, Timuroğulları için Tüzikat-i Timur, Gürganiler için Babürname ne ise İran için Şehname de odur.
Firdevsî (Hekîm Ebû’l-Kasım Mansûr bin Şerefşah) Samanî devrinde, Taberân’da (Tûs) doğan (935) bir beyzadedir. Babası Baj köyünün ağalarındandır. Onlara dihkân denir ki Fars kültürüne çok bağlıdırlar. Öyle ki sırf Pehlevice öğrensin diye oğlunu Zerdüşt rahiplerine yollayacak kadar.
Abrahe Çayı kıyısında bir dükkânları vardır, buraya değişik insanlar uğrar. Mansûr aynı efsaneleri farklı ağızlardan dinler, kenara yazar.
Gün gelecek bunları dökecektir kâğıda.
Gazneli Mahmûd ediplere değer veren bir sultandır, dört yüzü aşkın şair besler sarayında. Tûslu Mansûr nasıl çağrılır bilmiyoruz, ancak geldiği gün üç şairle karşılaşır avluda. Onu göz ucuyla süzer imtihana alırlar. “Sonları ‘şen’ ile biten bir dörtlük söylemesini isterler ondan. Bakın şu işe ki Farisi’de sonu “şen”li üç kelime vardır anca. Döndüncü mısrada Poşen adlı bir kahramanın adını kullanır ve testi geçer zekâ çalımıyla.
Gazneli Mahmûd onu hoş karşılar, “Sen sadece yaz” der “Para pul gibi bir derdin olmasın asla!”
Şiirlerini beğenir, hatta “Firdevsî” lâkabını bağışlar ona.
Sarayda çalışmak isteyen için her imkân vardır, nicedir hayalini kurduğu Şehname’ye başlasa mıdır acaba?
Az uz kitap değildir, 60 bin beyit tutar ve 30 yılına mal olur, dile kolay.
NİYE ALINDIYSA
Sonra ne olursa olur, saraydan ayrılıp döner yurduna.
Yok efendim ücreti beğenmemiş de, aldığı keseleri hamamda külhancıya bağışlamış filan.
Ne yüzlerce şaire kol kanat geren Gazneli Mahmûd’a cimrilik atfedilebilir, ne de Firdevsî para için yazar.
Peki sultanı hicvetmiş olabilir mi? Kölemenliğine dokundurup şehinşah (sultan oğlu sultan) olmadığını mı dile getirmiştir acaba?
İyi de bunu yapması için bir sebep yoktur. Ancak şairler arasında didişme eksik olmaz, ne kadar şöhret, o kadar düşman.
Firdevsî alıp başını gittiğinde Sultan Hint seferindedir, haberi bile olmaz.
Gazneli Mahmûd dönünce arar sorar, mana veremez ayrılışına. Sanatçı kaprisi, şair öfkesi olabilir pekâlâ.
Gönlünü almak için 12 deve yükü hediye yollar. Altın, gümüş, kumaş, üst baş… Lakin heyet Tûs’a girdiğinde, Firdevsî’nin tabutu çıkmaktadır Razan kapısından. Vezir hana indiğinde, şairi taşırlar Abbasi mezarlığına (1020)
İRAN - TURAN
Firdevsî Tûsî (Ferdusî) her mümin gibi kitabına Allah’ı öven beyitlerle başlar. Salavatlar söyler, Cihar-ı yâr-i güzini metheder ayrıca.
Girizgâhı müteakiben mitolojiye dalar, Acem izlerini arar.
Efendim Feridun, hanımı Şehnaz’dan doğan oğullarını Yemen hükûmdarının kızları ile evlendirir. Selm’e Rum diyarını, Tur’a Turan ellerini, İrec’e de (Erağ) dest-i nezavarânı (İran’ı) bağışlar. Sözüm ona Tûr, kardeşi İrec’i öldürür, Turan soyu, İranlıları esir tutar. Sonunda Minücihr babasının intikamını alacak. İki amcasını da (Selm ve Tur) kaldıracaktır ortadan. İşte o gün bayramdır. Bizimkilerin de kutladığı “Mihrican!”
İran Müslüman olunca Fars kavmiyetçileri Pers kültüründen uzaklaştık der, telaşlanırlar. Nevruz Mihrican gibi Mecusi âdetleri tekrar ortaya çıkar.
Firdevsî, Acemleri mazisine çağırır, Şah Keyûmers, Huşeng, Tahmûrâs, Cemşid, Dahhak, Keykubad, Keykâvus, Keyhüsrev, Dārā, Ardeşir, Şāhpūr, Hürmüz, Behrām ve Şahruh’a!
Bir Türk sultanının himayesinde yazmasına rağmen İran - Turan münesabetlerine “öbür taraftan” bakar, alaycı bir üslup tutturur, Türkleri aşağılar.
Yıllar sonra Emîr Timur, kabri başına gelecek ve “ey Firdevsî kalk” diyecektir “kalk da o zem ettiğin Türk’ü gör! Isfahan mı yahşi, Semarkant mı yoksa?”
FİTNE UYKUDA
Şair, Zabulistan prensi İsfandiyār ile Turan Hakanı Efrasiyab (Alper Tunga) arasında geçtiğini söylediği mücadelede açıkça taraf tutar. Türkleri “şeytan” gibi tanıtır, hakaretler yağdırır Kültigin kitabelerinde adı geçen kahramanımıza.
Satırlar arasında yılanlara, çıyanlara, efsunlara, devlere, cadılara yer verir, alâkayı canlı tutar. Ama İsfendiyar, ruyin tendir (tunç vücutlu) silah ne yapsın ona?
Ve Zaloğlu Rüstem tiplemesi ile mübalağa sanatının sınırlarını zorlar. Adam ordulara bedeldir, tek başına. Atı ayrı efsanedir, ısırdı mı canavarları böler ortadan.
Firdevsî’nin asıl derdi Türkçe ve Arapça karşısında küllenen Farsçayı canlandırmaktır. Doğrusu dili güçlüdür, Kavus, Kubat, Hüsrev, Feridun gibi şairleri de peşine takacak, divan edebiyatımıza da tesir edecektir zamanla. Ona İran’ın, Homeros’u derler hatta.
Biysi renc bordem der in sal-ı siy
Acem zinde kerdem bed in parsi
(Otuz yıl çok zahmet çektim, Fars dilini zinde hâle getirdim)
Ez şir-i şotur u hordeni sosmar
Arap ra becayi reside est kar
Ki tac-i kiyani konet arzu
Deve sütü içip çekirge yiyen Arap işi o raddeye getirdi ki, Kayzer tacı giymek istiyor. Tuh sana!
Gördüğünüz gibi Firdevsî Türkler gibi Araplardan da hoşlanmaz.
ŞEHNAME GELENEĞİ
Firdevsî ozan üslübu ile yazar, hadiseyi kâh Nuşirevan gibi bir hükümdarın, kâh Buzurgmihr gibi bir nâzırın kâh çiftçinin çobanın ağzından verir. Tasvir, teşbih kaabiliyeti yüksektir, mısraları kolay ezberlenir.
Maksadını kinayelerle örtmez, açıkça kaleme alır, anlaşılsın arzular.
Bazı hikmetli beyitleri Genceli Nizami, Hâkaniyi Şirvani, Enverî-yi Ebiverdi tarafından da kullanılır, bazıları ise Avesta’dan alıntıları hoş görmez, cenazesine bile katılmazlar.
Ünlü Sâsânî hükümdarı Nüşirevan, halk arasında anlatılagelen efsanelerin ehil biri tarafından yazıya geçmesini (hudâynâmeler) çok arzulamıştır zamanında. Son Sâsânî meliki Yezdicerd ise “Kitab-ı şâhânı Danişverî” yi hazırlatır. Bu gelenek devam eder, bilahare Kârnâme-yi erdeşîr-i bâbekân, Yâdgâr-i zerîrân…
Yani şahnemeler bir şekilde vardırlar. Firdevsî, onları derler toplar, üslup katar.
Şehname’de Rumlardan, Hintlilerden, Çinlilerden de bahs açılır ancak hedef Türklerdir açıkça. Hâlbuki Gazneli sarayında zarif insanlarla tanışmıştır, keşke bu taassuptan sıyrılmış olsa.
CENK HİKÂYELERİ
Türkler bozkır çocuğudur, iyi binicidirler, okları nadiren ıskalar. Koca Çin’i dize getiren Oğuz nesli, İran’dan çekinecek değildir o senelerde.
Firdevsî’ye göre Ceyhun’dan ötesi Türk yurdudur (Turan zemin). Zamanında Behram Gor, taşlar diktirtmiştir sınıra. Türkler onun yazdığı gibi İran’a saldırmaz, çünkü gözleri batıdadır daima.
Firdevsî İranlılarla Türkleri zıt karakterli olarak tanıtır. Biri ateş ise (tabii ki İran) diğeri sudur (Turan). İran aslanların yurdudur, Türkler kurtlarla yaşar. İran’la Turan gündüzle gece gibidir, ay çıkarsa güneş batacak demektir ki felakettir.
Türklerle dostluk acı getirir, Feridun efsanesi iyi anlatılmalı, husumet canlı tutulup aktarılmalıdır çocuklara. Siyavuş’u anlatırken hükmü koyar: “Turan’da oturan Acem, yanında kan ve zehir bulundura.” Bu teşbihleri Zerdüşt rahiplerinden işitmiş, geçirmiştir kitabına.
Firdevsî, Hintilerle yaşanan gerginlikleri de getirir bize bağlar. Sadece mekânda değil zamanda da yanılır. Mesela eski Grekleri Hristiyan sanır. Güya Dârâ (Darius), Yunan’la yaptığı savaşta kırk Katolik öldürüp haçlarını elinden alır. O günlerde Hazreti İsa aleyhisselam bile doğmamıştır oysa. Yunanlar Katolik değil Ortodoksturlar ayrıca. Neresini düzelteceksin? Hata üstüne hata. Ha, masal tadında okursanız o başka.
KAFASI KARIŞIK
Şehname’deki Alper Tunga bitkin, bıkkın, uyuşuk, pısırık, âlemci ve yalancıdır. Ömrü hayatında zırh kuşanıp çıkmamıştır savaşa, Siyavuş’un önünden kaçıp saklanır kuytularda. Hâlbuki aynı devrin insanı değildirler, asırlar vardır arada.
Firdevsî’nin resmettiği Turan ırkı sarışın ve kedi gözlüdür. “O Türkler ki, yüzüne bakınca peri gibidirler, fakat savaşta bir şeye değmezler”.
Kara kaş, kara göz, elbette İranlılarda. Onlara ait ne varsa iyidir, aliyyülâlâ.
İşte bu gereksiz yazılar kavmiyetçileri ayaklandırır. Asya yekpare bir İslam ülkesi iken Safeviler bölücülük yapar. İlerleyen yıllarda Şii daileri içimize sızacak, eylem koyacaklardır Anadolu’da. Osmanlı-İran savaşlarında iki taraf da sayısız evladını kaybeder. Hâlbuki birlik olsalar karşılarında ne Çin, Hint durabilir ne de Rusya, Avrupa. Günümüz Fars şovenistleri ise Türkleri hamam böceğine benzetiyor, “Çoğalmalarının sebebi biziz” diyorlar utanmadan. “Eğer defihacette bulunmasaydık üreyemezlerdi bu kadar!” İran fıkralarında ahmaklar hep Türk-i her (eşek Türk) olurlar.Yönetim Azeri kardeşlerimizin protestolarını kale almaz, küfürbazları korur inadına.
Tarafgirlik!
Ne denilebilir ki başka?
.
Mısır'da yalan dolan Yafa'da katliam
13 Haziran 2019 02:00
Yaşı sekseni geçen Ahmed Cezzar Paşa o güne kadar tek mağlubiyet tatmayan Napolyon’u Akka’da perişan eder, general ordusunu bırakıp kaçar Fransa’ya.
Fransızların Fas, Cezayir ve Tunus’ta insafsız bir sömürge düzeni kurduklarını biliyorsunuz. Aynı şeyi Suriye ve Lübnan’da da yaparlar, şimdi gözleri Kıbrıs’ta.
Ünlü komutan Napolyon, Ağustos 1769’da Korsika Ajaccio’da doğar.
Carlo di Buonaparte ile Laetitia Ramolino’nun sekiz çocuğundan biridir. Her ne kadar Korsikalılar İtalyanlara yakın ise de ada, Fransız işgalindedir o senelerde. Napolyon, önce Austun’da dinî eğitim veren bir mektebe başlar, Fransızcasını düzelttikten sonra Brienne’ye geçer, Le-Château askerî okuluna.
Hırslıdır, nitekim matematiğe olan ilgisiyle Paris Kraliyet Akademisine girer kolayca.
Ve Valence’deki Topçu Alayı’nda kitaya çıkar (1785). Bir ara Korsika’ya gider. Jakoben saflarına katılır, bağımsızlık mücadelesi veren hemşehrilerine karşı savaşır. Vazifesine gününde dönemeyince ordudan atılır. Ancak Avusturya ile gerginlik kopunca subay ihtiyacı doğar, yüzbaşı rütbesiyle tekrar vazifeye çağırırlar.
Topçu komutanı olarak gittiği Toulon’da ihtilalcilerin yanında olur. Monarşi yanlıları İngiltere’den yardım alır ama Napolyon onları kıpırdatmaz (1793). Bu başarısıyla general yapıldığında henüz 24 yaşındadır.
1794’de İtalya’daki topçu birliklerinin başına atanır. 1795’de iç güvenlik kuvvetleri ona bağlanır, 1796’da ise resmen “Başkomutan”dır.
Hele General Beauharnais’in dul karısı Josephine ile evlenince önü açılır. Düğünden iki gün sonra Kuzey İtalya’da Avusturya ordusunu dağıtır. Millesimo, Mondovi, Lodi, Castiglione, Arcole, Rivoli meydan muharebelerinde hasmını bozguna uğratır. Bu zaferler Avrupa’da şaşkınlık uyandırır. İmzalanan Campo Formio Antlaşması ile Belçika ve İyon Adaları Fransa’ya kalır.
KOKUSU DA OSMANLI DOKUSU DA!
Ecdadımız Akka’da dört asırdan fazla kaldı. Şehri camiler, mektepler, çeşmeler, hanlar, hamamlar, limanlar, çarşılar ve saat kuleleri ile donattılar. Her sokakta biri çıkıyor karşınıza.
Akka sevimli bir Filistin şehri. Ne yazık ki o da kardeşleri gibi siyonist işgal altında.
ŞALVARLA SARIKLA
Sonraki yıllarda sömürgecilikteki rakibi İngiltere ile uğraşır. Eğer Mısır ve Malta’yı ele geçirirse hasmının belini kıracaktır.
Mısır’a girerken silahtan ziyade siyaset kullanır. Şalvar, cüppe giyer, sarık sarar. Önüne gelene “Selamün aleyküm” der, “Müslüman adayı” görüntüsü vermeye çalışır.
Çok rahat yalan söyler, Besmele-i şerif ile başlayan Arapça broşürlerlerinde “En kavi dostunuz benim” der, “Çünkü Hristiyanları Müslümanlarla muharebeye teşvik eden Papa’nın tahtgâhını (Roma) tahrip ettim, Malta şövalyelerinin yatağını yıktım, dağıttım.”
Napolyon, İskenderiye’yi ele geçirip Nil Vadisi’nde ilerler ve Piramitler Savaşı’nda Memlukleri sıkıştırır.
“Efendim, ben güçlüyüm gider işgal ederim icabında!”
O kadar da kolay değil, yedirmezler adama.
Nitekim İngiliz donanması Abukir Körfezi’ndeki Fransız gemilerini yakınca takviyeden mahrum kalır. Osmanlı, Avusturya, İngiltere ve Rusya ittifak yapar, Fransızları Mısır’dan atarlar.
Napolyon geç de olsa bir hakikatin farkına varır. Filistin ve Suriye’yi elinde tutmayan Mısır’da kalamaz. Fravunlar, Emeviler, Fatımîler, Eyyûbîler, Memlûkler hep öyle yapmışlardır zira.
O hırsla Suriye’ye yönelir. Şubat 1799’da el-Ariş’i, dört gün sonra da Gazze’yi alır. Esirleri direkt infaz eder, bahanesi hazırdır: “Ne onlara bakacak zamanımız var ne de o kadar erzakımız!”
Yafa sakinlerini hile ve desise ile ikna edip kapıları açtırır, ancak hürriyet vaad ettiği dört bin Arnavut askerini Ramazan Bayramı’ndan bir gün evvel kurşuna dizdirip deryaya attırır.
Bu acımasız katil, Hayfa’da da zorlanmaz ve gelir dayanır Akka’ya.
Akka Valisi Cezzar Ahmet Paşa ak saçlı, bükük belli bir pirifânidir. Napolyon ona dostum diye hitap eder, yazdığı mektupta. “Mısır ve Filisitin’i almış gelmişim, bir ihtiyarın ahir ömrünü zehir etmek istemem. Dilerim teslim olur ve vaktini ibadetle geçirirsin bundan sonra.”
Cevap tokat gibidir. “Devletim beni teslim olayım diye paşa yapmadı buraya!”
BEY Mİ YAMAN, EL Mİ YAMAN
Napolyon, kalenin fazla dayanacağını sanmaz, ateş gücü, asker sayısı ondan yanadır zira. Gönderdiği ikinci mektupta Gazze, Yafa ve Hayfa’yı bir vuruşta yıktığını söyler iftiharla.
Mektubu getiren subay küstahlık yapınca Cezzar “Yıkın” der, paralatır adamlarına.
Ceviz, çetin çıkmıştır, Napolyon genarallerine döner, “Bu ihtiyar birkaç günümüzü alacak galiba?”
Akka’yı fasılasız topla dövdürse de Türklerin umurunda değildir, aksine huruç eder, baskın yaparlar. Şehrin duvarlarını yıksa ne gam, bir çentik bile atamaz ecdadın direncine, inancına.
Kuşatma uzamakta ve her geçen gün kredisi kaybolmaktadır askeri arasında. Bıkkınlık çökmüştür. Sıcak, sinekler, sâri (bulaşıcı) hastalıklar...
Bu arada Napolyon da düşer yatağa, Cezzar Paşa ona hekim gönderir, çünkü bu iklimin vakasıdır, Fransız tabipleri nakıstır o mevzuda.
Napolyon Müslüman Türkü anlayabilmiş değildir hâlâ: “Ölecektim, bu adam beni niye kurtardı ya?”
Topçuların açtığı gedikler, piyade hücumuna imkân sağlar. Lakin şehre giren düşman şiddetle karşılanır ve süngü ile sürülüp atılır dışarıya. Bir arpa boyu ilerleyemeyen Napolyon çileden çıkmıştır. “Bu kadar savaş yaptım, bunca zafer kazandım, böylesiyle karşılaşmadım. Şu işe bak, bir ihtiyarın oyuncağı olduk sonunda!”
İŞ KILINCA KALINCA
Gece baskını mı düzenlesedir acaba? 2 Mayıs imsakinde bunu dener ve çare olmadığını anlar. Hayret herkes uyanıktır. Ne bilsin ki namaza hazırlanıyorlar.
9 ve 10 Mayıs geceleri saldırı tekrarlanır, hatta rütbelileri de sürer safa. İş kılıca kalınca Türklerle baş etmek zordur. Bir ara Ali Burcu’nda tutunmayı sağlasalar da Cezzar Ahmet Paşa lağımları tam zamanında ateşler, alayı berhava!
Artık huzur düzen kalmamıştır, itirazlar yükselmektedir sağda solda.
Kuşatmanın 52’nci günü Rodos Mutasarrıfı Hasan Kaptan 3 bin Nizam-ı Cedit askeriyle Akka savunmasına katılınca Napolyon “Bitti” der “Bu iş buraya kadar!” Cihangirlik hülyalarını erteler bir sonraki bahara (21 Mayıs 1799).
Hayfa ve Yafa’yı boşaltarak hızla çekilse de Osmanlı amansız bir takip başlatır, enselerinde biter âdeta. Napolyon yaralı askerlerini öldürtmekten çekinmez, bekleyemeyecek kadar paniklemiştir, ayağına takılanların, sıktırır kafalarına.
Hâlbuki Cezzar Ahmet Paşa esir ettiği 200 Fransız’ı insan gibi ağırlamış, hayatlarını bağışlamıştır.
Fransızlar el-Ariş’e (Sina) çekilir ve bilahare dağılırlar. Napolyon bir gemi ile Paris’e kaçar.
Söz ne zaman Akka’dan açılsa: “Eğer orada durdurulmasaydım, Şam’a girecek, bütün Doğu’yu ele geçirecektim” der üstüne basa basa.
Hayal de değildir, propagandayı bilir. Lübnan Hristiyanlarını, Dürzileri ve İran Şahını bağlamıştır yola çıkmadan. Bildiriler dağıtılmış “Ayaklanın geliyoruz” denmiştir azınlıklara. Nitekim Cebel el-Dürzi hâkimi Emîr Beşir, Cezzar’ın yardım taleplerine kulak asmaz.
Eğer Doğu Akdeniz’deki Türk limanlarını alabilse Haçlı Kralı Philippe Auguste’un yapamadığını yapacaktır kolayca.
Napolyon’un altı çizilesi bir sözü var: “Yenilmekten korkan hezimetten kurtulamaz!”
Elhak doğrudur!
Bunu bizzat yaşar Akka’da!
BERBER ÇIRAĞINDAN DEVLETLÜ PAŞAYA
Cezzar Ahmet Paşa, Vidin veya Niş doğumlu olabilir, Boşnak’tır aslında. Gençliğinde İstanbul’a gelir berberlik yapar. Hekimoğlu Ali Paşa onu bir şekilde keşfeder ve himayesine alır. Mısır’a vali olarak giderken, götürür yanında. Bilahare Hekimoğlu ayrılsa da Boşnak Ahmet Mısır’da kalır. Bir süre Kölemen beylerine kâhyalık yapar.
Bunlar devlet içinde devlet gibidirler, sözleri geçer. Kendi aralarında da nüfuz mücadelesi verirler ki, çekişmeler çok şey öğretir ona.
Cezzar Ahmet Paşa Sayda Valisi’yken bu birikimi kullanır, yeri geldi mi sertleşir, surda gedik açtırmaz. Zaten bu yüzden Cezzar (Deve kasabı) derler ona. Bir ara Şam Valiliği sunulsa da (1780) Akka’ya yerleşmeyi arzular. Küçük ama disiplinli birliği ile bayrağı dalgalandırır, asayişi sağlar. Denizden gelecek tehditlere karşı mütevazı bir donanma kurar hatta.
Onun vazife yaptığı yıllarda Sayda ve Beyrut da iktisaden kalkınır. Sadece Akka’ya altı cami, iki çarşı, yedi değirmen yaptırır. Hanlar, hamamlar, çeşmeler, sebiller, yollar... Surları esaslı bir şekilde onartır, burçlarla donatır.
Havalinin ahvaline olan vukufiyetini kaleme alır, hazırladığı “Nizamname-i Mısr” ile tecrübelerini bir sonraki nesle aktarır.
Mütevazıdır, adildir, dindardır, bağışlayıcıdır. Lakin devlete kastedene acımaz. Bu hususta hassastır, hainlerle gafilleri bir tutar.
.
Eski belediye başkanları semt, durak ismi oldu
19 Haziran 2019 02:00
İstanbul’un ilk belediye başkanı Nasreddin Hoca’nın torunlarından âlim ve şair Hızır Çelebi’dir ki, mübarek, Molla Yegân’ın gözde talebelerinden biridir.
Devrin başkanları ayrıca kadılık da yapar. Hızır Bey Anadolu yakası sakinlerindendir, adını taşıyan “Kadı köyü” kuytu bir köşedir o zamanlar.
Vefa ile Zeyrek arasında Hızır Beyin camisi, medresesi vardır. Bunlar 930’lu yıllarda nazım planlarını çizen Fransız Prost’un hışmına uğrar. Kabri İMÇ Bloklarının gölgesindedir elan.
TANZİMAT'TAN SONRA
Tanzimat’tan sonra Valilik ile Belediye (şehremaneti) ayrılır. İlk “şehir emini” fukaraperverliği ile tanınan Pepe Salih Paşadır (1855)
Hüseyin Bey ise çok dolanan bir başkandır. Kirli çalışanı, hile yapanı cezalandırır anında. Bir keresinde Edirnekapı’da yüklü bir merkebin kıraathane önüne bağlandığını görür, sahibi kahvesini höpürdetip, çubuk çekmektedir o sıra. Küfeleri indirtip bahçıvanın sırtına vurdurur, yem torbası taktırır boynuna.
Kerem sahibidir, iftara doğru yalısı insanla dolar. Âdettendir, ezana doğru ekabir ellerini yeleklerine atar, “Üç dakka kaldı” “Yok beş dakka kaldı” deyip saat yarıştırırlar. Bu muhabbetin istisnasız yapıldığını bilen bir çırak hurda bir saat alıp cebine koyar. Mevzu açılınca alakasız bir vakit söyler kafadan. Hüseyin Bey “O da saat mı canım” der “Kaldır denize at!” Bizimki fırsatı değerlendirir, “Başüstüne Efendi’m” deyip sallar suya.
Çıkarken beklediği olur. Cebine nefis bir saat konur, “Diş kirası” diye fısıldanır kulağına.
HEKİMLER VE PAŞALAR
Ahmet Şükrü Bey, Posta nazırlığından gelir, teşkilatı nizama koyar.
Hacı Ahmet Efendi sadece İstanbul’un değil, Haremeyn’in su yolları için de çaba harcar. Mevlevi asıllıdır, nitekim Yeni Kapı Mevlevihanesinde yatar.
Mazhar Paşa ise cömertliği ile tanınır, kimseyi boş çıkarmaz. Ehemmiyetsiz bir haber getirene de altın yaldızlı Hafız Osman hatları bağışlar. Dağıta dağıta baba servetini bitirir, tekaüt maaşına kalır sonunda.
15 sene şehreminliği yapan Rıdvan Paşa, Göztepe İstasyonu’nda suikasta uğrar. Zabıtalar canileri tutar, merkeze doğru yola koyulurlar. Kurbağalıdere civarında subaylar önlerini keser, katilleri kurtarırlar. Olacağı budur, siyaset girerse kışlaya.
Reşid Mümtaz Paşa temizliğe ve narha verdiği ehemmiyetle tanınır, hesabına sıkıdır, maaşları aksatmaz.
Rauf Paşa ilim ehli bir zattır, rüşvete, irtikaba savaş açar. Abittir, dervişçe yaşar.
ZİVERBEY'DEN GEÇER
Bilirsiniz Kadıköy’den kalkan otobüsler “Ziverbey’den geçer” tabelası taşırlar. Ziver Bey ünlü bir cerrahtır, faytoncuları, sırıkla ciğer satanları, keyfi istim salanları hizaya sokar. Yıldız bahçesini halka açar, Darülaceze’ye sahip çıkar. Mevzuata da kafa yorar ayrıca.
Hazım Bey zamanında II. Abdülhamid Han dünyanın en usta itfaiyecisini (Kont Şeçini) Dersaadet’e getirir, itfaiye alayları kurdurur ona.
Halil Bey Avrupa’da eski eserlere nasıl değer verildiğini görür ve benzerini tatbike çabalar.
İttihat ve Terakki ile istikrar bozulur. Şehreminleri ancak 6 ay vazife yapar. Para azalır, maaşlar kaynar, iltimas, avanta kök salar. Yangınlar yıkıcıdır, pislik çizmeyi aşar, kolera ile de tanışırız sonunda.
Yolların genişletilmesine şiddetle ihtiyaç vardır ama Ermeni mezarlığının duvarına dokunamazlar.
Darbecilerin gücü sokak köpeklerine yeter, aç biilaç hayırsız adaya yollarlar.
Mareşal Cemil Topuzlu ilk Osmanlı röntgen hekimidir. Çifte havuzlarda nefis bir köşkü vardır, devrin siyasilerini ağırlar. İttihat Terakki ile takışınca istifa eder, döner işine bakar.
İRTİKAP, RÜŞVET, KARABORSA
İttihatçılar Berlin’den Bombay’a uzanacaklarını sanır, ipe hayal dizerler çocukça. Harb-i Umumi yıllarında ekmek ve su bulunmaz. Temizlik işlerinde birkaç kırık dökük araba ile üç beş titrek ihtiyar kalır anca. Seyyarlar zuhur eder, karaborsa hortlar.
İsmet Bey, Romanya’dan un getirtmeye çabalasa da Rus torpidobotları gemilere el koyar. Pirinç, bulgur bulunmaz... Gaz, şeker, odun kömür ona keza... Su meselesine çok emek harcar. Ölümü de sudan olur, denize düşüp boğulur, cesedi bir hafta sonra çıkar.
İsmail Bey işi kaidesine göre oynar, kimseye iltimas geçmez, belediyeye siyaset sokmaz.
Bedri Bey, bütçe açıkları yüzünden ye’se düşer. Bırakın yatırımı, iaşe bulamaz. Cihan Harbi mağlubiyetle sona erince Almanya’ya kaçar.
Celal bey ise “Şu cihet katidir ki” der, “kaldırımlarda yürüyen, tiyetoroya giden, elektrik ziyasından, havagazı ve kumpanya suyundan müstefit olan, daha fazla vergi vermelidir köylerde oturanlardan.”
Kısaca “belediye rüsumu”nun tatbikini arzular.
Hatko İsmail Canbulat Çerkez sürgününde Anadolu’ya göçmüş bir Adıge’dir. Hızlı ittihatçıdır, muallim, kaymakam, mebus, Emniyet Umum Müdürü derken şehremini olur. Bilahere Dâhiliye Vekâletine tayin edilir, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kurucuları arasında yer alır ve İstiklal Mahkemesi kararıyla asılır.
CUMHURİYETLİ YILLAR
Ali Haydar Yuluğ İstanbul’a İtfaiye ve mezbaha kazandırır, tayini Ankara’ya çıkınca istifayı basar.
Bir başka Manastırlı, Emin Erkul Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane mezunudur. 1924’te İstanbul Şehremanetine atanır.
Derken Emanet ve Vilayet ayrılığı kalkar. CHP il başkanları ikisine de bakar. Bunun ilk örneği Sakızlı Muhittin Üstündağ’dır. İmar faaliyetinden ziyade, inkılapları oturtmaya çalışır.
TAKSİM KIŞLASINI YIKTIRDI
Lütfi Kırdar dahi Kerkük asıllı bir tabiptir. M. Kemal ile Erzurum kongresinden tanışır. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Viyana ve Münih’e ihtisasa yollanır. Kütahya ve Manisa mebusluğundan sonra İstanbul valilisi yapılır (1938) 12 yıl görevde kalır.
Yıldız Parkı’nı ve Emirgan Korusu’nu halka açar, Florya’yı gün ışığına çıkartır, Levent’te iki katlı, bahçe nizamlı evler yaptırır..
Harbiye Spor ve Sergi Sarayı, Açıkhava Tiyatrosu ve Dolmabahçe Stadyumu onun eseridir. İçinde nefis bir cami olan tarihi Taksim kışlasını yıktırır, o zarif eser rüyalarına girecek, çok pişman olacaktır.
1949’da onu elçi yapar, kibarca ayırırlar. Kırdar buna çok kızar. Gider Manisa CHP’den adaylığını koyar ve kazanır, ancak 1950 seçiminde hüsrana uğrar.
1954’de parti değiştirir ve DP’den İstanbul milletvekili olur. 1957’de tekrar seçilir, Sağlık Bakanlığı yapar. 27 Mayıs darbesi ile tutuklanır ve idamla yargılanır. 74 yaşında olmasına rağmen ayakta tutulur, hakarete uğrar. Nitekim Yassıada’da gözlerini yumar.
SEÇİM YOK SAYIM YOK PARTİ NE BUYURURSA
Bir başka “hekim - vali” Fahreddin K. Gökay, Emraz-i Akliye (asabiye) mütehasısıdır. Sağlık ve maarif şûralarında azalık, Kızılay ve Yeşilay derneklerinde başkanlık yapar. Devletin değil CHP’nin valisidir, parti menfaatini önde tutar. Kısa boyundan ötürü, “mini mini valimiz / n’olacak hâlimiz” denen Gökay, tabandan habersiz bir elittir. “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor” şeklinde potlar kırar. 1950 seçimi öncesi, Taksim’de toplanan kalabalığı göstermiş. “İşte paşam İstanbul” deyip İnönü’den aferin alır. Ama oy alamazlar o başka.
1920 -57 arası İstanbul’da vazife yapan Belediye başkanları seçim endişesi yaşamaz, millete hesap verme lüzumu duymazlar. Bilhassa Osmanlının izini silmeye çalışır, acımasızca kubbe yıkar, kitabe kazırlar. Şehrin silüetini bozar, asırlık semtleri betona boğarlar.
Nitekim duvarlarında Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvaları bulunan “Yazılı Medrese” de F.K. Gökay’ın hışmına uğrar.
Haliç sanayiye açılır, Alibeyköy ve Okmeydanı’nın çivisi çıkar. Kazlıçeşme leş kokar. F.K. Gökay, Mazhar Osman’ın talebesidir ancak hocasını ziyaret nezaketinde bulunmaz. Mazhar Osman çok kırılır ona.
İstanbulluları tanzim satışlarla o yıllarda tanıştırır, Migros’un Magirusları kaldırımlara tezgâh açar. Lions kulübü kuran da Gökay’dır, p
.
DEVELİ TARİH DERSİ GİBİ! Dön bak ibret al
29 Haziran 2019 02:00
Türkler asırlarca Rum ve Ermenilerle yan yana yaşar. Arada hiçbir sıkıntı yoktur, taa ki Amerikalı misyonerler görünene kadar...
Develi’de cıvıklı yenilecek, Yahyalı’da halı çekilecek ve inilecek Kapuzbaşı’na…
Kayseri programlarının güney ayağı hep böyle olur, soluk soluğa.
Yol uzun, vakit dar, gün kısa.
Size tanınan iki teşehhüdlük zamanda deli gibi deklanşöre basarsınız, dur şunu da çekeyim, bunu da.
Ama Develi öyle geçip gidilecek bir yer değil, Kayseri ile yarışıyor âdeta. Ah bir yerlisini bulsak da konuştursak. İçimde ukde kalacak yoksa.
Aradığım yanı başımdaymış oysa. Oturduğumuz sitenin mescidinde görmeye başladığım ağır kâmil bir abimiz var, bir vesile ile tanışıyoruz. “Prof Dr. Osman Unutulmaz Hoca’m” diyorlar, “kendisi Develi eşrafından.”
Hemen o akşam çay ocağına çöküyoruz, açıp teybimi alıyorum kayda. Dinlediklerimi yazıyorum, söz artık onda:
MÖ MİSYONERLERDEN ÖNCE
Biz Yukarı Develi’nin köklü ailelerindeniz. Aşağı Develi (Everek) gelişince bizimkiler de inmiş aşağıya. Çünkü yola yakın, çarşısı hareketli, soğuğu az, suyu fazla. Yukarı Develi silme Türk’tür, gayrimüslim bulunmaz. Aşağı Develi’de ise Türk, Ermeni ve Rum yanyanadır geçtiğimiz asırda. Onların da Türkçeleri düzgündür, Ermeni köylerinde bile Türkçe konuşulur hatta. Sanat sahibidirler, demirci, bakırcı, hekimden tutun nalbanda. Yaptıkları ayakkabılar civar illerde aranır bilhassa. Müslümanlara saygılıdırlar, ramazan günü elinde yiyecek olan çocuğu salmazlar sokağa.
İnsanlar bir şekilde geçinip gider, taa ki yabancılar gelene kadar. Amerikalı misyonerler, büyük paralar harcar, okullar (Talas Koleji gibi) açarlar. Ermeni gençlerini yurt dışına götürür, lisan öğretip diploma kazandırırlar. Maddeten güçlü olsun diye distribütörlük verirler onlara. Bazı mallar onlardan sorulur, ne bileyim cam, kırtasiye, ithal kumaş.
Fransa, İngiltere ve Rusya’da arkalarındadır, Taşnak ve Hınçak güç kazanır, militan yetiştirir suikast sabotaj hususunda.
Barut nasıl yapılır, bomba nasıl hazırlanır? Ahırlarda ambarlarda modern silahlar saklanır.
.jpg)
MS MİSYONERLERDEN SONRA
Gençler Katolik, Protestan olmaya başlar. Yaşlı Ermeniler de (Gregoryanlar) müştekidir bundan. Gidişat hayra değildir, dert açacaktır başlarına.
Nitekim camiye konacak saatli bombayı da onlardan biri haber verir Müslümanlara. Bir başka terörist bomba yaparken elinde patlar, berhava.
Balkanlar’da Sırplar, Yunanlar, Bulgarlar devlet sahibi olunca bunlar da ayaklanır, Hindistan gibi İngiliz mandası arzularlar en azından.
1895 kalkışması ile Sason, Maraş, Zeytun, Van, Trabzon. Elâziz, Ermenileri silaha sarılırlar. İstanbul’da büyük eylem; koyar, gider Osmanlı Bankasını basar, jandarmaya saldırıp Mehmetçiklere kıyarlar. Yabancı sefirler yanlarındadır, Avrupalı gazeteciler hadiseyi saptırırlar. Abdülhamid Han, Salih Münir Paşa’yı, Patrik İzmirliyan’a yollar. Derdiniz ne diye sorar hele anlatın bana?
Silahlı kalkışmaya rağmen, saray orta yolu arar, yara sarmaya bakar. Bir sürü idamlık vardır, tek infaz olmaz.
BATI’NIN PİS İŞLERİ
Taşnak ve Hınçak terör örgütleri Avusturya, İngiltere ve Belçika’dan hayli silah temin etmiş, sızdırır Anadolu’ya. Hâliyle takibe alınırlar, tüfekler fişekler bulunur ve soğuk rüzgârlar eser arada.
Kendileri de rahatsız olur, Everek’i terke başlarlar. Tabii o günlerde iş yok, güç yok, istikbal peşinde koşanlar Amerika’ya, Fransa’ya uzanırlar. Suriye, Lübnan ve Mısır’da olabilir icabında. Bazıları da İstanbul’u seçer, vatanından kopmaz.
1915 hengamesinden sonra bir kısmı geri gelir. Türkler “niye gittiniz, niye döndünüz” diye sormaz, tavır yapmaz. Zaten Everek’te kanlı bir çatışma olmaz. Lâkin evler viranlamış, kilise çatlamıştır, mektepleri ayaktadır ama neye yarar talebe kalmadıktan sonra…
Ermeni bir komşumuz vardı bahçelerimiz duvar duvara. Göçe niyetlenince pedere geldi “burası size yakışır İbrahim Efendi” dedi, “haydi gidelim tapuya.”
Babam rahmetli “bolluk zamanında olsa alırdım da” dedi, “istediğin para, para değil, fırsatçılık yapamam sana.”
-Alanlar oldu mu peki?
-Oldu ama hayrını bulmadılar.

HÂLBUKİ OYSA
Yıl 1954 ben dört yaşındayım. Süleyman dedemle Aşağı Everek’ten Aygösten Mahallesi’ndeki evimize gidiyoruz. Türk ve Ermeni kadınlar bir basamakta oturmuşlar. Yaklaşınca hepsi ayağa kalktı ve duvara dönüp yüzlerini sakladılar. Yaşlı bir Ermeni bayan babaannemi sordu: “Tekkeşin Efendi Fatma Hanım nasıl, selam söyle” dedi o kadar.
- Rumlardan, Ermenilerden gelip giden var mı hâlâ?
- 1961’in bir Mayıs akşamı idi hiç unutmam. Evin önünde bir taksi durdu. Bizimkileri sormuşlar, şoför de almış getirmiş kapıya. Reşadiye Mahallesi’nde dedemlerin komşusu Filip ile hanımı Despino ve baldızı Sofia. Filip, Musa amcamın akranı, mahallede birlikte oynamışlar. İstanbul’a çocukken gitmiş, Develi’yi ilk ziyareti o günden sonra.
Buyur ettik, sofra kurduk artık ne varsa. Otele gitmek istediler. Babam “evimiz müsait, ağırlayabiliriz” dedi, “eğer hoşunuza gidiyorsa.” Onların da istediği o zaten, bir Everek evinde kalıp geçmişi yaşamak.
15 gün misafir oldular, gezdirdik dolaştırdık. Filip bir gün pide içi hazırladı, aldık götürdük Sadık Usta’nın fırınına. Hamuru kendi tarif etti, istediği büyüklükte açıp hazırladı. Meğer Beyoğlu’nda çok meşhur bir köfteci imiş, eline yakışıyor, belli ki usta.
Amerika’da doktora yaparken Anadolu’dan giden Ermenilerle tanıştım. Oradaki Ermenileri beğenmiyor, açılıp saçılmalarından ekmeğe nimete hürmetsizliklerinden dem vuruyorlardı, Türkleri kendilerine daha yakın buluyorlardı.
Ecdat Everek çamaşırhanelerinde gülüş çığrış çul çaput yıkayan Ermeni kızlarına dönüp de bakmamış asla. Türklerin ehl-i namus olduğunu kendileri de yazar kitaplarında. Müslümanın kul hakkı diye bir ölçüsü var, hesap günü korkusu ile yaşar, ah almamaya bakar. Velev ki gayrimüslim de olsa.
.jpg)
SÜLEYMAN UNUTULMAZ
-Develi Lisesi çok hoşuma gitti, sanki Mimar Kemaleddin ya da Vedat Tek’in eli değmiş gibi.
-Biliyor musun onu yapan benim dedemdi.
-Aaa bilmiyordum. Şaşırdım inan.
-Aslında mimarlık tahsili yapmamış, alaylı. Henüz çocuk yaşta, okumak için İstanbul’a gidiyor, parası bitince Rüştiye’den ayrılıp dülger marangoz yanında çalışıyor. Çıkardığı işlerle fark ediliyor ve alınıyor saraya. Abdülhamid Han’la aynı atölyede ter döküyorlar. İstanbul ufkunu açıyor, çok şey katıyor ona. Dedem Abdülhamid Han-ı Sani için “veli” derdi. Hatta bir gün çalışıyorlar birden işi bırakıyor, söyleyin askerlere filan yere koşsunlar. Gidiyorlar bakıyorlar yangın başlangıcı. Tam da zamanında.
-Dedeniz İstanbul’da niye kalmadı, ünlü bir sanatkâr olabilirdi orada?
-Bir evin bir oğlu, anası dayanamıyor ayrılığına. Babası İstanbul’a gidiyor ve onu memlekete dönmeye ikna ediyor. Develi Lisesini beğenmene sevindim. Ki bu budanmış hâli, bahçe duvarları da âdeta sanat eseri idi yol genişletirken heba ettiler. Çok estetik bir havuz vardı bahçesinde, bina girişine taş kesme merdivenlerle çıkılırdı. Ne yazık o canım basamakları zevksiz mozaiklerle kapladılar. Üst balkonun iki tarafından iki antika merdivenle gizli çatıya çıkılır. Asma kemerleri ve süslemeleri ile bir tarzdır başlı başına. Eski Develi Çarşı Camii ve şadırvanı da dedemin eseri, ancak dar geliyor diye yıkıp büyüğünü yaptılar. Keşke korunsaydı, öyle bir şadırvan görmemiştim hayatımda.
ESERLERİ YAŞIYOR
Süleyman dedemin yaptığı eski hamam da yıkıldı. Kapıdan girersiniz, büyük hole açılan sağlı sollu iki katlı soyunma odaları, ortada mermer havuz, şırıl şırıl fıskiyeler, içinde kırmızı Japon balıkları. Gündüz hanımlara, gece erkeklere hizmet sunardı. Kubbesi hayli yüksekti ve minik yuvarlak camlardan huzmeler inerdi göbek taşına. Sağda ve solda iki küçük hususi oda ve mermerden kurnalar. Rahmetli dedem çok okuyan bir insandı zaten “ayaklı kütüphane” diye tanınırdı. Bu inşaata girişmeden önce de İstanbul’a gitmiş, hamamları incelemiş. Everek Cami-i Kebir’in mihrabını Selçuklu tarzında yaptı. Hatta iki dönen sütun ekledi ki muhtemel zemin kaymalarını buradan takip edebilecekti.
Ellili yıllarda Develi’nin su ihtiyacı artıyor. Dedem ABD Dallas şehrinde bulunan amcam Ahmet Unutulmaz’a mektup yazıp akıl soruyor. Dallas Üniversitesi Hidrolik Kürsüsü Başkanı’nın tavsiyelerini dikkate alarak Erciyes’den pik borularla Aksu’yu getiriyor kasabaya.
Sadece Develi’de değil Anadolu’nun çok yerinde iz bırakmış. Tekkeşin Kalfa diye namlanıyor zamanla. Kayseri’de bazı askerî kışlaların restorasyonunu yapıyor. Çorum Valisinin daveti üzerine Maarife mektep inşa ediyor. Sonra Ardahan-Yalnızçam yolunun köprü ve menfezlerine girişiyor. Develi-Yavaş ve Develi-Tomarza yolunun güzergâhını belirliyor. Yahyalı’da leyl-i mektep, çarşı düzeni ve köprüler inşa ediyor. 1956’da vefat etti, eserleri ayakta. İstiklal İlkokulunun arkasındaki Alemdarlar evini gördükçe onu hatırlarım hâlâ.
.
Bir Ankara var Ankara’da Ankara’dan içeru
1 Temmuz 2019 02:00
Yahya Kemal’e sormuşlar Ankara’nın neyini seviyorsunuz?
İstanbul’a dönüşünü!
İstanbulluların zihninde kara kuru bir Ankara vardır, boz bozkır, kara asfalt, gri beton ve kirli hava…
Bu biraz da tanımadığımızdan. Tamam şehre resmî binalar hâkim ama Hacı Bayram-ı Veli, Abdulhakim Arvasi, Taceddin hazretleri, Gül Baba, Er Sultan gibi büyükler de yatıyor bağrında.
Ankara’daki Veliyullahı saysan pa- ragrafa sığmaz. Ahi Yusuf, Ahi Hüsameddin, Zeynel Abidin, Şeyh Ebu İshak, Karyağdı Hatun, Yakub Abdal, Ahi Mesud, Mekki Efendi, Tiritzade Hüseyin, Şeyh İzzettin, Edhem Baba (rahmetullahi aleyhim ecmain)
Mesai dağıldı mı durakları memur simâlı amcalarla, etek döpiyesli ablalar doldursa da Hamamönü, Atpazarı, Koyunpazarı, Hergele Meydanı Anadolu kokuyor hâlâ:
Yaklaş vatandaş, burada!
Yolunuz düştüğünde birkaç saatinizi ayırıp Kale’ye çıkın. Hem Safranbolu tarzı cumbalı ahşaplarla karşılaşacaksınız, hem de Bursa benzeri hanlarla.
Çengelhan, Çukurhan, Kurşunlu Han, Pilavoğlu ve Safran Han.
Ekseri müze olmuşlar.
Sonra o şirin saat kulesi, rengârenk çarşılar… Kale bedenlerinde Roma mermerleri, sütunlar, yazılı taşlar. Hisar Kapısında İlhanlı hükümdarı “Ebu Sait Bahadır Han” adına bir kitabe var mesela.
Ramazan Şemsettin Camii, Müsafir Fakih Camii, Dev Duran Camii, Cenâb-ı Ahmet Camii, Ahi Elvan ve Ahi Yakup camileri.
Musa Ağa Camii, Hacı İlyas Camii, Mehmed Çelebi Camii, Sarıkadı Mescidi… Karacabey Külliyesi.
Ki Celaleddin Karacabey, Bayındır Boyundan bir Oğuz beyi. Sultan II. Murad’ın kazaskeri. Burada bir külliye yaptırıyor (1440). Görülesi bir eser, eğer yolnuz düşecek olursa...
Objektifi nereye çevirsen üç minare giriyor kadraja. Bir de diyorlar ki Osmanlı ne yaptı Anadolu’ya?
.jpg)
YAPINCA OLUYORMUŞ
Altındağ Belediyesi çok iyi bir iş çıkarmış, sanki semti almış götürmüş, kâtibime kolalı da gömlek yıllarına. O kahveler, müzeler, çekiç sesleri, antikacılar… Bildiğin, tarih turu âdeta.
Semt tarihî eser zengini ama bir numaraya hangisini koymalı derseniz, parmaklar Arslanhane Camii’ni gösterecek mutlaka. Selçuklu döneminde yapılmış. Müminler 730 yıldır el açıyor, secdeye kapanıyorlar. Nur âlâ nur, feyz bereket gibi kelimeleri kullanmak bize düşmez ama ayan beyan huzur var havasında…
Eşiğinden âlimler veliler geçmiş olmalı. Bazılarının adını sayabiliriz çünkü türbeleri civarda… Ahi Şerafeddin gibi mesela.
Arslanhane, üç kapılı bir cami. Ahşap çatısı ve bezemeleri pes dedirtiyor insana. Ayrıca Selçuklu çiniciliğine dair ne varsa…
Osmanlı Ankara’ya önem verir. Surları elden geçirir, kaleye kuleler ekler ayrıca.
Taceddin Dergâhı ise Mehmed Akif Müzesine çevrilmiş, ne bileyim müzeler soğuk ve donuk geliyor bana. Siyah beyaz fotoğraflar, fon müzikleri, üzerine etiket yapıştırılmış emtia.
Dergâhsa dergâh canım, yapıldığı maksatla devam etsin yoluna. Taliplere Kur’ân-ı kerim öğretilsin, fıkıh dersleri yapılsın bir kenarda.

HÜDAİ YOLUNDAN
Dergâhın banisi Tâceddinzâde Mustafa Efendi de Akif’in gölgesinde kalmış. Sahi kimdi mübarek? Ne zaman yaşadı, neler yaptı acaba?
Efendim kendileri ilm ehli bir zatın (Tezkireci Tâceddin Efendi’nin) mahdumu olurlar. Niksar-Samsun yöresinde beylik kuran Tâceddinoğullarına mensup ihtimal. Molla Taceddin, Bursa Kaplıca Medresesi müderrisi iken (1601) müftü tayin edilir Ankara’ya. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerinin müntesibi olduğuna göre Celvetî şeyhi diyebiliriz ona.
Bugün Hacettepe Kampüsü içinde kalan dergâh II. Abdülhamid Han’ın hazîne-i hâssadan tahsis ettiği 60 bin kuruşla yeniden yaptırılır. Manzum kitabeye göre 1319’da (1901) tamamlanır, sunulur halka.
“Tâcdâr-ı tâcdâran Hazret-i Sultan Hamîd
Yaptı bu dergâh-ı Tâceddîn’i tahsîne sezâ
Söyledi Câhid kulu lafzan tamam târîhini
Bin üç yüz on dokuzda oldu bu câmi binâ.”
Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra, Dergâh “Ankara Vilâyeti İdâre-i Husûsiyyesi’ne devredilir, “avlulu ahşap mektep” olarak geçirilir kayda.
Mehmed Âkif, Nisan 1920’de Ankara’ya gelir. Hasan Basri (Çantay), Müftüzâde Abdülgafur ve Mehmet Vehbi ile burada kalırlar. Bahçedeki meyve ağaçlarından, şirin şadırvanından söz açarlar hatıralarında.

YIKILIP KALDIRILA!
Ancak 1925 tarihli imar planıyla caminin hazîresi, doğu tarafındaki türbeler, derviş odaları, yemekhane, mutfak, şadırvan ve haremlik-selâmlık yıkılır.
Sebep?
Yok! Canları öyle istedi zaar.
Taceddin Dergâhının ziyaretçisi son yıllarda hayli artmış, vefalı Alperenler Muhsin Başkan’ı ziyarete geliyorlar. Köşesine çekilen elini açıyor. Dua dua dua...
Beynamlızade Konağı, Kamil Paşa Konağı, Belediye Kültür Sanat Evi yapılan Kabakçı Konağı gibi takriben 250 tarihî eser var alanda. Viraneleri de aslına uygun olarak yapmış, kaldırmışlar ayağa.
Hattatlar, müzehhibler, ressamlar, ebruzenler, cam vitray ve seramik sanatkârları, takıcılar ve çın çın bakır döven ustalar.
Bence fotoğraf makinenizi de alın yanınıza, pişman olursunuz sonra.
Bu arada koz helva bulabilir, macun sardırabilirsiniz. Mısır, kestane, çay, çorba... Kızgın kumda pişmiş dibek kahvesi ile keyif yapabilirsiniz icabında. Hafta sonları cıvıl cıvıl, doğrusu bir ramazan gecesi gelmek isterdim buraya...
.jpg)
AHİ YURDU
Ankara tarihini özetlersek Hititlerle girmeliyiz konuya. MÖ 8-7 Yüzyıllarda Gordion merkezli Frigler, sonra İranlı Kimmerler ve Lidya.
Krezüs, Kyros’a yenilince (MÖ 547) 200 yıllık İran satraplığı başlar. Persler ticarete ve haberleşmeye meraklıdır, ciddi yollar yaparlar.
Makedonyalı İskender Dara’yı yenip geçer, Gordion’un düğümünü keser atar ama genç yaşta ölür, meydan kalır mı istilacı Galatlara? Zaten kaleyi ilk onların yaptığı söylenir doğruysa.
Sonrasını biliyorsunuz Roma ve Bizans… Sasani ve Araplar…
Ve 1071 Malazgirt. Aslında Selçuklular kadar Danişmentlerin de emeği var Anadolu’nun vatan olmasında.
Ankara’da ahi teşkilatı güçlüdür, mamullerinde hile hurda olmaz, gözü kapalı alınır satılır civarda. Bilhassa deri, kundura, dokuma.
Ankara Alâaddin Keykubat devrinde altın çağını yaşar. İlim merkezidir o yıllarda.
Moğol istilasında II. Gıyaseddin Keyhüsrev Ankara Kalesi’ne sığınır. Fethi kolay değildir zira.
Çubuk ovasındaki savaş içimizi burkuyor, halbuki Timur ile Yıldırım el ele verebilmiş olsa… Ne Çin dayanır, ne Avrupa...
.jpg)
25 BİNDEN 5 MİLYONA
İstanbul gibi bir dünya starı varken Ankara niye başkent yapılır bilmiyoruz. Savunma endişeleri de olabilir ama İngilizlerin bu yöndeki baskıları aşikâr. Adamlar hilafet merkezi istemezler o kadar!
Neyse, Ankara Mimar Hermann Jansen’in çizimleri doğrultusunda şekillenmeye başlar. Cadde kenarından arsa kapatanlar parayı bulur, buradan bi numara olmaz diyenler bakar kalırlar.
Yok Ankara’nın adı Yunanca “çapa” anlamına gelen Ankyra’dan geliyormuş da filan. Ne çapası ya, liman mı varmış burada? O günlerde pek heveslidirler böylesi Helenimsi yorumlara.
Halka sorarsanız burası kervan yoludur, çıngıraklar engürü (Ankara) çengirü (Çankırı) diye şıngırdar tozlu bozkırda. Ankara cumhuriyetten 30 yıl evvel çelik ağlarla tanışır. Haydarpaşa’dan kalkan şimendifer, Arifiye, Eskişehir, Polatlı hattı ile ulaşır istasyona.
Âdettendir, bakalım Çelebimiz ne demiş bu hususta. “Ankara’nın yüksek bir dağın tepesine dört kat beyaz taştan yapılmış sağlam bir kalesi vardır. İç içe üç kat surla çevrilidir, çevresi kayalıktır. İç kalede toplar, silahlar, cephane ve 600 ev bulunur. İç Kale aşağılarda ikinci sıra surlarla çevrilidir. Dağın eteklerinde ise üçüncü bir surla.
.
Şehirden kaçanlar Kaçkarlarda
20 Temmuz 2019 02:00
Yaz ortasında kar topu oynayıp kızak kaymak mümkün mü? Araplar sanki bir rüyadalar, Yedigöl’e bayılıyorlar.
Sabah erkenden çıkalım, saat altıda tekerlek dönmüş olsun mutlaka.
“Yaa Kemal Abi” diyoruz “Acelemiz ne, yoldan gelmişiz sallanıyoruz hâlâ!”
-Siz beni dinleyin, sis inerse pişman olursunuz sonra.
-Sis inerse ne olur?
-Bildiğiniz gibi değil, göz gözü görmez, el yordamı ile dolaşabilirsiniz anca. Fotoğrafı, videoyu unutun, artık bir başka bahara.
-Yapma ya.
Kemal Abi bizim İHA muhabirimiz, aslen Çaykaralı. Trabzon’da yer halası, gök teyzesi, açmadığı kapı yok, çok seviliyor civarda. Tam bir haberci, 7/24 sokaklarda.
-Abi bari kahvaltı yapaydık. Dur şuradan simit mimit alalım yanımıza.
-Yürüyün size balık çorbası içireceğim Of’ta, böylesini zor bulursunuz bir daha.

SABAH ÇORBASI
Mehmed Usta’yı (Cansızoğlu) koca bir tencerenin başında buluyoruz, kepçesini itinayla daldırıp boca ediyor tabaklara. Yanına limon koyuyor, üstüne maydanoz ekiyor bolca.
“Çorbayı hazırlaması yaklaşık üç saat sürüyor” diyor, “İçinde dört çeşit balık var.”
-Mesela bunda?
-Buna karagöz, levrek, çipura ve somon kattım. Ağlardan onlar çıktı zira. Bazen kalkan, iskorpit koyuyoruz, tadı farklı oluyor. Yalnız hangi balık hangisine yakışır bilmek lazım, rastgele omaz asla.
-Ev hanımları için bir tarif alsak.
-Önce balıkları ayıklasın, yıkasın haşlasınlar, içine defne yaprağı ve maydanoz atabilirler bu arada. Deniz balığı malum yağlı ve kokuludur, kaynatıp hafiflettikten sonra değişik baharatlarla geçebilirsiniz çorbaya. Malzeme çok mühim, biz pul biber kullanmıyor, Arnavut biberini tercih ediyoruz. Sarımsak Kastamonu’dan, tereyağı civardan geliyor. Herkesin damak tadına hitap etmeye çalışıyoruz. Otobüsler bile mola verdiğine göre, reçeteyi tutturduk sonunda.
Çorbayı sıcak sıcak içiyor ve çok beğeniyoruz. Hem gıdalı hem doyurucu. Bu, bizi rahat götürür akşama.

TABİATLA BAŞ BAŞA…
Kemal Abi tam bir Çaykaralı, geziye de oradan başlatıyor, önceleri “Kendi kasabasını mı kayırıyor” desek de götürdüğü yerler gerçekten görülmeye değer, Uzungöl ve Haldizen Vadisi çok başka.
Uzungöl’de mola vereceğimizi sanıyorduk, durmuyor bile vuruyor yukarılara. Dere çağıl çağıl akıyor, ak köpüklü manzaralar objektife göz kırpıyor. Abi duraydık iki kare basaydık.
- Şimdi değil sonra. Hele bir sis çökmeden çıkalım da doruğa.
Tırmanıyoruz tırmanıyoruz iki bin metreyi geçince ağaçlar bitiyor. Çiçekler hâkim oluyor. Kar suları erimiş, bastığınız yerler ıslak ıslak. Hayvanlar otlarken sularını da içiyorlar bir yandan.
Demirkapı Köyü Çaykara’ya 45 kilometre uzaklıkta çok eski bir köy, beş asır evvelki arşiv kayıtlarında bile adı (Haldizen) geçiyor. Köyün ortasında çağıl çağıl akan dere, fonda uğul uğul su sesi. Ne uyunur ama burada! Bu bungalovlar, ahşap evler boşuna yapılmadı ya.
Devam ediyoruz, rampalar dik, yol soyulmuş elma kabuğu gibi helezon helezon dönüyor. Zemin artık asfalt değil, toprak patinaj yaptırıyor arabaya. Başka yerde olsa motor su kaynatır ama acı bir soğuk var dışarıda.
İrtifa 2.500’leri geçip üç bine yaklaşıyor. Ve ilk molamızı veriyoruz Aygır Gölü kıyısında.
Yanı yöresi kar, zirve dumandan kaybolmuş görünmüyor. Soğuk mu? Hem de nasıl. İçiniz titriyor. Dıdıdı dedirtiyor adama.
Burada çay içilir Abi. Hem hava soğuk hem nefis manzara.
Aydın Bey ve Fatma Abla tekerlekli bir ahşapta yaşıyor, tavukları var, semaver kaynatıyorlar konuklara.
Ortalık gerçekten temiz, “Bu dağı çocuklarımıza temiz bırakacağız” diyor, çevreye sahip çıkıyorlar kararlılıkla.

BALIKLI GÖL
Balıklı Göl adı üzerine balıklı. Kırmızı noktalı alabalıklar fink atıyor. Ancak ağ olta yok, şu an koruma altında.
Balıklı Göle yamaçtan insek?
Evet bu mümkün ama sağlam ayakkabılar olacak ayağınızda. Kar üzerinde bir kere kaymaya başlarsanız durmanız mümkün değil, doğru kayalara.
Tepenin arkası balı ile meşhur Anzer Yaylası. Bu civarda da hayli balcı var, zaten bu kadar çiçeğin içinde yapmasalar hata.
Bazı ballar krem renkli ve donuk donuk duruyor. Meğer has bal donarmış, çam ve kestane istisna olmak kaydıyla.
Ortalıkta nasıl kuş cıvılıtısı, horoz sesleri geliyor uzaktan uzağa… Demirkapı Gölü hayli mesafeli oysa.
Bu göller yedi kardeş. Alayı da krater gölü, demek fırtınalar kopmuş zamanında.
Aygır ve Balıklı Göl’e ulaştık anlattık. Lakin Karagöl, Sarıçicek, Pir Ömer, Buzlu, Dipsiz göl ve Çifte Göl’e gitmek için ucundan köşesinden dağcı olmak gerekiyor. Şu ayağımızdaki iskarpinlerle, sırtımızdaki yazlıklarla gidilesi değil. Güneş düştüğü tarafı ılıtsa da öbür tarafınız donuyor âdeta.
Kemal Abi hazırlıklı, “Ben size söylemiştim” diyor, kahırlı bir ses tonuyla.
Burada en giden şey gözleme. Araplar yeni keşfetmiş olmalı, bayılıyorlar.
Efendim, çadırımı alıp gelsem. Evet kurabilirsiniz, kimse karışmaz ama malzemeleriniz dağcılarınkinden olmalı, donarsınız yoksa.

DEKLANŞÖRE KUVVET
Bu arada çiçek resmi çekmeye doyamıyorsunuz. Bunlarla bir daha ya karşılaşır ya karşılaşamayız, insan ömründe kaç defa çıkıyor üç bin metre irtifaa.
Yöre SİT alanı, beton sokmuyorlar asla. Bir iki ahşap baraka var o kadar, onların da rüzgâr önlerinden girip arkalarından çıkıyor.
Araplar burayı çok sevmiş, nasıl sevmesinler bardağını daldır iç, bu lezzette ve bu serinlikte suyu rüyalarında bile göremezler bir daha. Tadını çıkarmaya bakıyor, kar topu oynuyor, buzda kayıyor, makaralı halatla göl geçiyor, at ve sandal kiralıyorlar.
Esnaf da onlardan hoşnut, bere, yün çorap, keşan alıyor, bal kavanozlarını dizdiriyorlar kutulara.
Yerliler ah bir mescidimiz olsa diyorlar, erkeklere halı seccade de yetiyor ama kadınlar namaz kılarken sütre arkasına girmek istiyor. Mescit yapmak bir şey değil de SİT alanı; izin, formalite zaman alıyor.
Civarda ne bir poşet ne meşrubat kutusu görüyorum. Kendilerine satış yapsın diye kulübe verilenler çevreye göz kulak oluyor. Çoluk çocuk mıntıka temizliğine çıkıyorlarmış her sabah.
İşte bu. Kazan kazan formülü, bakarsan bağ derler ya!
Kemal Abi haklıymış, sis ufaktan ufaktan çöküyor, belli ki duman altı olacağız biraz sonra.
Demeye kalmıyor aşağı iniyoruz ama farların ışığında
.
Öğün değil şölen
23 Temmuz 2019 02:00
Van kahvaltı salonlarında tandır ekmeği, semaver çayı ve kırk ayrı tabak konuyor sofraya...
Türkistan’da bir söz vardır: Sabahı özüne ye, öğleyi mihmana üleş, akşamı gönder yağıya!
Türkçeden Türkçeye çevirirsek; kahvaltıyı kendin için yap, öğleni misafirinle paylaş, akşamı düşmanına yolla.
İyi bir kahvaltı büyük nimet, hele kızarmış ekmek kokusu, demlenmiş çay buharı ve bardak kaşık sesleri ile uyandıysanız sabaha.
Anneniz, hanımınız, bacınız davet ediyorsa, ya da çocuklar “baba hadiii” diye asılıyorsa kolunuza…
Vanlılar için kahvaltı ayrı merasim. Çünkü kara kovan balı, camış kaymağı, yayık yağı, ceviz içi, otlu peynir gibi havaliye has lezzetler var ellerinin altında.
Salatalık, sivri biber, dereotu, maydanoz ve yeşil soğanı süzme yoğurtla çırpıp cacık yapıyorlar sonra.
Abartmak isterseniz, keteler, çörekler, reçeller (bilhassa ceviz), kavurmalı, sucuklu, miyaneli yumurta…
Kavrulmuş buğday ununu (kavut) tereyağı ile çevirip, gül reçeli bırakıyorlar yanına.
Peynirleri örme, beyaz, kaşar; zeytinleri yeşil, siyah, dolma diye sayar, patates ve biber kızartmalarını ayrı ayrı sunarsanız kırk ayrı tabak koyabilirsiniz sofraya.
Rakım yüksek, göl berrak, gök parlak… Yani iştah için gerekli ne varsa…
BEN DEMİŞTİM!
Yıllar evvel kasaba minibüslerinin kalktığı bir meydanda hasır taburelere oturmuş alelacele bir kahvaltı yapmıştık, otlu peynirle lavaş ekmeği gelmişti kontraplak sehpaya. Gelgelelim orada içtiğim sütün tadını unutamam hâlâ.
“Bu işi bir ciddiye alsalar var ya” dediğimi hatırlıyorum. Meğer o zaman da kahvaltı salonları varmış, bu kadar ünlü olmasalar da…
İlk Nusret Şahin başlatmış (Süt Evi- 1947) sonra Sütçü Ömer, Kurbi (Garbi) Usta yürümüşler yolunda.
O zamanlar müşteriler peynir- zeytin, bal- kaymak ve tahin- pekmezle ağırlanıyormuş. Nusret Usta kendi yaptığı çörekleri de katıp bir yenilik koymuş ortaya, derken birileri yumurta kırmış tavalara.
2. Süt Evi (1953), Seher Kahvaltı Salonu derken maya tutmuş, şehir dışına taşmışlar hatta.
Van kahvaltısının olmazsa olmazı taze demlenmiş semaver çayı. Ama sıcak sütü de deneseniz iyi edersiniz. Yöredeki otlar kokulu, sütleri çok başka.

BABA MESLEĞİ
Sütçü Fevzi adıyla maruf salonda ekibi Kadir kardeşimiz karşılıyor. “Biz babadan dededen sütçüyüz” diyor, “işimiz kaymak, çökelek, tereyağı. Eskiden kaymak Şamranaltında serinleyen camuşların (mandaların) sütünden yapılırdı. Süt lengerlere alınır, kuzine üzerinde ufak ufak tıkırdardı. Çocukluğumuz da burada geçti. Çok erken gelirdik, neredeyse gece karanlığında. Dışarıyı ıslatır süpürürdüm, hava açınca bakardım olmamış, hadi bir daha. Ünlü kahvaltıcılardan Paşa Amcamız vardı, Ali Asker Abimiz vardı, sonra Sütçü Hoca. Rahmetli Davut ve Remzi Ustanın çocukları devam ediyorlar hâlâ. Çok soruyorlar ama şubeleşmeyi düşünmüyoruz, taş yerinde ağır. Sadece göl kıyısında bir yer açtık o kadar. Van bize yetiyor fazlasıyla.”
Dikkatimi çekti kahvaltı salonlarında çalışanlar, yabancıların “bu ne” “şu ne” sorularına muhatap oluyor ve cevap veriyorlar sabırla.
-O murtuğa efendim, un ve tereyağı ile yapılıyor. Yumurta kırılıyor sonra.
Kahvaltı salonları genelde sabah namazından çıkanları karşılıyor ki şu gün itibari ile 4.30’da servis başlıyor.
Zaten bir sokak sırf kahvaltıcılara ayrılmış, içeride ve dışarıda masalar, oturan oturana.
Vanlı kahvaltıcıların sahur ve iftar vermek gibi gelenekleri var. Hatta bir ara 52 bin insanı ağırlamışlar. Guinness gelip geçmiş kayda. Bir evvelki rekor ABD’ye aitmiş, 18 bin kişi toplayabilmişler anca.
PEYNİR OTLA BULUŞUNCA...
Yeri gelmişken peynircileri ve balcıları da dolanalım, mevzu yarım kalmaya.
Esnaftan Mehmed Emin Bey “Bizim dağlarımız Erek, İspiriz, Tendürek 3 bin metreyi aşar. Yükseklerde çok güzel dağ sarımsakları (sirmo) olur, sonra mendo, siyabu, çaşur, heliz, dağ kekiği, yabani nane… Zaten hayvanlar da yaylalarda beslenir, sütleri mis kokar. Bilhassa Görentaş bölgesinde otlayanlar. Geçen Bursa İnegöl’den biri aradı ‘bana güzel bir peynir yolla’. Sonra açtı telefonu, ‘inan yemek yapmayı bıraktık, sabah, öğle, akşam peynir yiyoruz, doyamadık tadına.’ 50 kilo daha istedi, gönderdim. Derken kalktı ziyaretime geldi. Ayrılırken 150 kilo daha aldı. Hediye götürdü eşe dosta.”
Eskiler peynirleri çömleğe yerleştirip, toprağa gömerlermiş. Şimdi plastik variller hakim çarşıya.
Niye? Çünkü taşıması kolay, bunlar ekseri İstanbul Kadınlar Pazarı’na gidiyor, hemşerilerin yanına.
Sert topaklar görüyorum, bunlar kurumuş yayık altıymış, çok yakışırmış çorbaya makarnaya. Zaten “kızın kurut ezeni, erkeğin gurbet gezeni” diye bir söz varmış Vanlılar arasında.
BALIN KEHRİBAR RENKLİSİ
Şehrin önde gelen balcılarından Behçet Amca, hem organik, hem hesaplı olsun diyenlere, Çatak balını tavsiye ediyor.
-Karakovan doğaldır her şeyini arı yapar. Diğerleri de has bal ama hazır mum bırakılır kovanlara. Sağ olsun devlet de teşvik ediyor, üretim artıyor. Ancak pazar daraldı, insanlarımız bal yemiyor. Çocuklar çukulatamsılara alıştılar, şeker yükleniyorlar. Hâlbuki bal gibi gıda mı var? Anneye de yarar, yavruya da…
Soruyoruz: “Halis bal nasıl anlaşılır, Behçet Amca?”
-Ağza koyunca bir güzellik gelecek, boğazınızı yakmayacak. Vatandaşa anlatmakta zorlanıyoruz ama ‘has bal donar’. Çam balı ve merdiven altında yapılan bilumum ballar kristalize olmaz çünkü içinde çiçek bulunmaz. Donan balı sakın ısıtıp çözmeye kalkmayın , 50 derecenin üzerinde enzimler ölür, balınız bal olmaktan çıkar. Yükseklerin balı tercih edilir. Sadece Van değil, Bitlis, Hakkâri balları da güzeldir, Mutki, Pervari ona keza. Ancak İran balı çok gelmeye başladı, hem kaliteyi düşürüyor, hem piyasayı bozuyor. Mâni olamıyorlar, kaçak giriyor zira. İranlılar çürük meyveleri, mesela satılmayan kavunları ezip arıya yediriyor. Şeker şerbet ne bulurlarsa… Bizim balımız devamlı tahlile gider, her yanlışta 20 bin lira ceza yazarlar. İran’da denetim yok, hile yapanın yanına kalıyor.
-Bir de renk meselesi var. Peteğin esmeri makbul denir halk arasında.
-Siyah bal kalitelidir diye bir şey yok, bunlar yaşlı arıların balı. Millet karartıyı polen sanıyor, onlar çıkan yavruların gömlekleri oysa. Peteği de kalınlaşıyor, ağızda erimiyor. Genç arının balı açık sarı olur, sen sen ol, karasına bakma!..
.
Uzungöllü uşaklar: Burnumuz değil gölümüz uzun
26 Temmuz 2019 02:00
Yer bilimcilere göre Uzungöl diye bir şey yokmuş. Haldizen Deresi ööle akıp gidiyormuş, Soğanlı ile Kaçkarlar arasında. Derken yamaçtan düşen heyelan derenin ağzını kapıyor, deyin ki bir nevi baraj ve set arkasında şirin bir göl peydahlanıyor.
Şimdi Uzungöl diyorlar ona. Ama öyle ip gibi uzun değil, beş yüze bin civarında. Karester Yaylası’ndan bakarsanız eni boyu bir görünüyor hatta.
Efendim havali Şerah ismiyle anılırmış vaktizamanında, diyelim 10-15 hanelik bir mezra. Son 150 yıldır nüfusu artmış, bir Of’a bağlanmış bir Çaykara’ya.
90’lı yıllarda belgesel çekmek için gittiğimizde minibüsümüz hayli zorlanmıştı. Yol topraktı ve yer yer birikintiler vardı. Kamyon, traktör izleri çamuru kabartmıştı. Yol ondüle gibiydi, Selman kardeşimiz arkaya iki kum torbası atıp ağırlık yapmıştı, fena silkeleyecekti yoksa. Bazı yerlerde inmek ve itmek mecburiyetinde kaldığımızı hatırlıyorum, ne uğraşmıştık ama.
Şimdi pürüzsüz bir asfaltta ilerliyorsunuz, otomobil bile zorlanmıyor, çok olsun üç çeyrekte varıyorsunuz menzilimaksudunuza.
Amaaan çabuk gidip de n’apacaksınız, belki bir daha göremeyeceğiniz kayalar ağaçlar var, şakırtısıyla kulak okşayan su eşlik ediyor yol boyunca. Esnafı da es geçmeyin derim, inanın semaver çayı çok başka. Durduğunuz yerlerde mükemmel fotoğraflar alacaksınız, inanın abartmıyorum, deklanşöre basmaktan parmağınız acıyacak.
PANAYIR OLMASIN DA...
Burası bitki örtüsü ve barındırdığı hayvanlar açısından mühim bir coğrafya. İHA Muhabirimiz Kemal Ağabey’in verdiği bilgilere göre yöre kendine has nebatat ile tanınıyor. Ayrıca bozayı, kurt, tilki, çakal, vaşak, porsuk, su samuru, sansar, yaban keçisi, karaca… Hasılı 60’tan ziyade memeli türü, 250 çeşit kuş yaşıyor.
Dere ayrı âlem, kırmızı benekli alabalıklar fink atıyor suda.
Kalem endamlı çam ve kayın ağaçları mimariye de yön vermiş. Bölgenin ustaları ahşabı kullanmakta hayli mahir, nitekim yaptıkları evler dayanmış uzun yıllara.
Zaten buraya gelen de ahşapta kalsın, betonla şehirde yeteri kadar hemhâl oluyoruz, bir de içinde rüzgâr dolanan odalarda konaklayın, oksijen alın doya doya.
Dursun Ali İnan, Almanya’da kazandığı paraları döküp buraya tesis açtığında herkes gülmüş “İşin mi yok” demişler acıyan bir tonla.
Garibim alabalıktan başlamış, sonra karalahana, sütlaç ikram etmiş dostlara. Yaprak sarma, mısır ekmeği, Bafra pide, Akçaabat köfte, hamsi kuşi, laz böreği, mıhlama derken efsane olmuş bir anda.
Cefasını o çekmiş, sefasını başkaları sürüyor. Olsun. Artık Uzungöl, dünya çapında bir marka. Turistler milyon milyon geliyor.
TAHTABÜS, KERESTEKOPTER
Oğlu Mehmet İnan ise şair. Bir ara tahtadan bir otomobil yaptırmış. Bizi de gezdirsene diyenler çoğalınca “Bu işi otobüs paklar” demiş anca.

“Otobüsü Köprübaşı’nda yaptık” diye anlatıyor, “marangoz arkadaşım Mustafa Kaya’yla. Suya dayanıklı olsun diye kestane ağacı kullandık. Ruhsat, plaka yok yerine damga vurdurduk Orman Memurluğunda. Geçen polis işaret etti, ha bakayum çek kenara. Ödüm koptu, dedim geliyor ceza. Meğer fotoğraf çektirmek istiyorlarmış, dükkân sizin canım feda. Aslında İngiliz otobüsleri gibi iki katlı yapacaktık ama tahta bitti. Kilometre 140 gösteriyor ama yalan, inanma. Aslında Uzungöl’de ciddi bir trafik sıkıntısı var. Bence misafirler belde girişinde arabaları bıraksınlar, bunlardan 15-20 tane yapalım dönsün dursunlar ortalıkta.”
- Öylesi kaç yıl sürer ama?
- Bunu üç ayda yaptık, çaktık. Daha da erken olurdu da kerestenin kurumasını bekledik boşuna. Öyle çok yapacak olsak projeli gireriz, monte edip geçeriz bir solukta.
- Abi yanma riski filan?
- Öbürü yanmıyor mu sanki? Hem bu güne kadar hiç ahşap otobüs yandı diye bir haber düştü mü ajanslara? Kısmet olursa bir tane de ahşap bir helikopter yaptıracağım, yaşını başını almış bir pilot arıyorum, gençlere kıyamam yoksa.

ONLARA HER YER TRABZON
Karadeniz insanı herkesle barışık, alay edilecekse de kendi ediyor, bırakmıyor başkasına.
Mehmed İnan “Burnumuz kemerli ya saklanamıyoruz” diyor, “Zaten mühim olan burundur, gerisi teferruat. Askerde önemli işleri hep bize verirler, bilirler ki Karadenizli memlekete sevdalıdır, işine sahip çıkar. Komutanım bana Karadenizli misin diye sormadı bile. Direkt ‘Trabzon’un neresindensin’ dedi girdi mevzuya.
Uzungöl tabiatı ile tanınır ama buranın köklü bir kültürü de var. Onu ortaya çıkarmayı dert edindik. Babam bir müzeye niyetlendi, bölgemizin insanı getirip elindekileri hediye etti, satın almaya kalksan para yetmez yoksa. İçinde yöre mimarisinden, ev eşyalarına, Karadeniz işi tabancalardan, marangoz takımlarına yüzlerce parça var.
Beşikler, kıyafetler, oyalar, oyuncaklar… Sizi maziye götürüyor âdeta.”
Bir kapı görüyoruz Rus istilasında Moskof tarafından zorlanıp yakılmış. Müzede sergilenmese hikâyesi unutulacak.
Ve bir ekmek maketi. “Bu ne Mehmet Abi?”
- Dedemin babası seferberlik ilan edilince derhâl yola çıkıyor. Hanımı alelacele bir ekmek hazırlayıp heybesine koyuyor. Sonra haber alamıyorlar bir daha. Aradan seneler geçiyor, öldü mü kaldı mı belli değil. Çaykara’da bir ihtiyar, dedeme soruyor, “Sen kimin uşağısın?”
- Hamid’in.
- Hangi Hamid? Aşağıdaki mi yukarıdaki mi?
- Yukarıdaki.
- Bak evlat, baban benim kucağımda şehit oldu, elindeki ekmeğin üzerinde parmak izi geçmişti hatta.
O ekmek ninemin hazırladığı ekmek, nasip değilmiş, lokma koparamamış daha.
NE CAMİ AMA?
Havalinin evleri ahşap ağırlıklı ve çok sanatlı. Hele o eski camiler, özene bezene yapmışlar. Taşkıran Eski Cami de onlardan biri.
Cemal Kurt Hocaefendi anlatıyor: Büyüklerimizden duyduğumuza göre camimiz hicri 1314 (1896) senesinde yapılıyor. Başka cami var ama küçük geliyor. Bazıları “Ya ne gerek var” deseler de dört arkadaş karar veriyor işe girişiyorlar.
Kamyonun vincin olmadığı bir zamanda bir yılda yapıyorlar. Kesme taş kullanıyor, hiçbir masraftan kaçmıyorlar. Görenler alnına Fetih Sûre-i celilesinin işlendiği ceviz mihraba bayılıyor.
 
Malum insan ölünce amel defterleri kapanır. Ancak ilim eseri hazırlayanlar, hayırlı evlat yetiştirenler ve Sadaka-i cariye bırakanlar müstesna. Sadaka-i cariye bu işte mektep medrese yol cami çeşme vesaire.
- Peki o dört arkadaşın isimleri ne Hoca’m?
- Bilmiyoruz, onlar da bilinmesini istememiş olmalı, kitabeye yazdırabilirlerdi pekâlâ. Eskiden yolumuz yoktu, bir patika geçerdi yanından. Yaylalardan pazarlardan gelenler olur, gecenin bir vakti cami içinde gölgeler hisseder, ibadet sesi duyarlar. Misafirler de huzur ve huşu bulduklarını söylüyorlar burada.
Rus işgalinde düşman atlarıyla camiye giriyor. Ancak nasıl bir sarsıntı, zor kaçıyorlar dışarıya. İşte kapı üstündeki çatlak o kara günleri hatırlatıyor.
Minare belli ki sonradan ilave edilmiş, Vakıflar aslına uygun bir minare için kolları sıvadı, şüphesiz çok yakışacak.
ALPLERDEN FARKI YOK
Denizden 1.090 metre yükseklikte bulunan Uzungöl, Alpleri aratmıyor. Burada yürüyüşe çıkabilir, bisiklete binebilir, safari yapabilir, kuş gözleyebilirsiniz. Şekersu, Demirkapı yaylalarını gezebilir, yamaç paraşütü ile atlayabilirsiniz icabında.
.
Unuttuğumuz zafer Vadi-üs Seyl
23 Ağustos 2019 02:00
Ne hikmettir bilinmez, Türk milleti büyük zaferlerini hep ağustos ayında kazanır. Malazgirt, Kosova, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye, Kocatepe hakkında az çok bir şeyler biliyoruz.
Ancak yine ağustos ayında kazanılan Vadi-üs Seyl zaferi gözden ırak kalmış nasıl olduysa.
Ne yalan söyleyeyim ben de duymamıştım. Meğer ne hayati bir savaşmış devletimiz adına.
Efendim sömürü düzenini ilk keşfeden ve tatbik eden Portekizliler olur, yer yer pastayı İspanyollarla paylaşırlar. Henüz 1418’de Kral Henri (Nevagador) Afrika’nın batısını hedef gösterir. Devasa kalyonlarla gelir baskınlar yapar, yakaladıklarını zincire vurur, ambarlara tıkarlar. Genç erkekleri madenlerde tarım alanlarında çalıştırır, kadınları keyfleri için kullanırlar. Garip ama Papalık bu zulmü açıkça alkışlar.
Önce Atlantik’ten başlar, Azor ve Madeire adalarını ele geçirdikten sonra ilk denizaşırı ticaret merkezini (feitoria) Arguin Adası’nda kurarlar (1445).
Ellerinde iki cazip malları vardır; akasya zamkı ve insan. Arguin’den her gün 800 köle yollanır Lizbon’a. Bu kirli ticaretin 3.5 asır sürdüğünü düşünürseniz karşınıza milyonlarla mağdur çıkar.
.jpg)
KÂŞİFLER KATİLLER
Bize mektep kitaplarında kâşif diye tanıtılan Álvaro Fernandes, Bartolomeu Diaz, Pêro da Covilhã, Afonso de Paiva, Vasco da Gama ve Macellan birer katildir aslında. Kurulacak kanlı sömürü çarkı için zemin hazırlarlar. Onlara “bandeiras” denmektedir o yıllarda.
Nitekim Batı Afrika kıyılarını takip ederek Gine-Bissau’ya ulaşırlar.
Afrikalı lakaplı V. Afonso Tanca’yı zapt edip Fas’ın kuzeyine sarkınca, Müslümanların deniz ticareti aksar. Onlar da büyük kervanlar düzenler sahra üzerinden gelip gitmeye başlar. Portekizliler onları da taciz eder alana sızmaya çalışırlar.
Kral Alfonso Gine’de ticaret tekelini beş yılığına Fernão Gomes adlı bir tüccara bağışlar. İmtiyazı kapan uyanık az zamanda çok altın kaldırmanın yollarını arar. El Mina (Maden) limanında Arap ve Berberi tacirlerle el sıkışır, kavgayla geçirecek zamanı yoktur zira.
Ancak sonraki Kral II. John Elmina Kalesi’ni yaptırır, bölgeye asker yığar. Paylaşmak yoktur kitabında.
Portekizliler’in hırsı kabarmıştır, Kongo Irmağı’na kadar uzanır, Angola ve Sao Salvador merkezli müstemlekeler kurarlar (1482).
DÜNYA AVUÇLARINDA
Bilahare Altın Sahili’ni zapt ederler. Bartolomeu Diaz Ümitburnu’nu dolaşınca Hindistan görünür ufukta. (1488).
Pêro da Covilhã ve Afonso de Paiva’a karayolu ile Habeşistan yolunu arar. O günlerde Avrupa’da “Prester John” adlı bir efsane vardır. Güya Hıristiyan bir krallık kurulmuştur Afrika’da.
Derken Vasco da Gama deniz yoluyla Doğu Hindistan’a ulaşır. Portekiz valileri Francesco d’Almeida ve Alfonso de Albuquerque Mısır ve Osmanlı ordusuna saldırır. Goa, Malaka, Hürmüz, Diû ve Seylan’ı ele geçirir baharat ticaretiyle parayı bulurlar.
Yetmez, Çin Macao’da bir koloni kurarlar. Angola (Luanda), Mozambik, Mombasa’ya çöreklenir, Müslümanlara karşı Habeş Hıristiyanlarına destek olurlar.
Albuquerque üniformalı bir korsandır, Hint Okyanusu’nu haraca bağlar. Kendisinden lisans (cartaz) satın almayan ticaret gemilerine hayat hakkı tanımaz. Kaptanı seren direğinde sallandırır, mallarına el koyar.
.jpg)
TAA SUMATRA’YA
Hasılı Kızıldeniz’den Endonezya’ya kadar yayılır. Doğu Akdeniz üzerinden yürüyen baharat ticaretinin yönünü değiştirmeyi başarırlar.
Düşünün üç beş gemi silahlı haydut yollar ve Brezilya gibi koca bir ülkenin sahibi olurlar. Brezilya dünyadaki kullanılabilir tarım arazilerinin % 20’si demektir kabaca.
Fransız ve Hollandalı denizcilerin Brezilya kıyılarında dolaşmalarından rahatsız olur, Martim Afonso de Sousa kumandasındaki donanmayı devriyeye çıkarırlar. Brezilya onları altın ve elmasla tanıştırır ayrıca! En az bir o kadar da şekerden kazanırlar.
Kanada sahillerine kurdukları balıkçı kasabalarında ise balina yağı çıkarırlar.
Mahallî iktidarları birbiriyle tokuşturup güçten düşürür, bir kısmına ateşli silah verip vergiye bağlarlar. Acımaları yoktur, mazlum insanların kimyasını bozar, yerlileri alkol, fuhuş ve frengiyle tanıştırırlar. Öyle çok altın kazanırlar ki gümüşün bile kıymeti harbiyesi kalmaz.
Neredeyse Dünya ellerindedir. Eh bir de Kuzey Afrika’ya inip Akdeniz’de tutunurlarsa sırtları yere gelmez bir daha.
FİNALE ÇEYREK KALA
Nitekim bekledikleri fırsat karşılarına çıkar. Şöyle ki:
Kanuni devrinde Cezayir, Osmanlıya katılmıştır. Fas sultanı II. Muhammed, Osmanlının yayılacağı endişesi ile Cezayir üzerine yürür. Vali Kazdağlı Salih Paşa onları bir avuç Mehmetçik ile karşılar ve bozar. (5 Ocak 1554- Sebû) Ertesi gün de Fes şehrine girer, Sultan Merakeş’e kaçar. Salih Paşa dört ay sonra çekilip Cezayir’e döner, firari Melik gelir oturur tahtına.
Ancak bize karşı çok tavırlıdır, Osmanlı Padişahlarını Halife-i Müslümin olarak tanımaz, hutbelerde adlarını okutmaz. O günlerde muhafız birliği komutanı olan Türkmen asıllı Salih Kâhya, bir şey arz edecekmiş gibi yanına yaklaşır ve kafasını uçuruverir bir anda.
Sizi bilmem ama benim Ömer Halisdemir geldi aklıma.
Salih Kahya işi sürüncemede bırakmaz dost isimlerden Emir Abdullah’ı geçirir başa.
Ancak garibim fazla yaşamaz, ölünce yerine oğlu geçer ki o da mesafelidir İstanbul’a.
.jpg)
GÂVURDAN DOST
Yeni Sultan ne amcalarını dinler ne de ağabeysi Abdülmelik’in ikazlarına kulak asar. Gider Portekizlilere yanaşır, saltanatını sağlama alır aklı sıra.
Küffar zaten bahane aramaktadır 80 bin askerle yola çıkar. Yanlarına 360 top alırlar. İspanya Kralı II. Felipe altı bin atlı ve elli gemilik bir armada ile destek verir onlara.
O günlerde valilik yapan Ramazan Paşanın ise 13-14 bin adamı vardır. Yerli halktan da katılanlar olur, ancak talimli değildirler, muharip denemez onlara.
Prens Abdülmelik din gayreti olan bir insandır, garibim çok endişelidir, Portekizlilerin gücü ortadadır zira. Eğer yurdu işgal edilirse sıkıntılı günler yaşayacaklardır bundan sonra.
Uzatmayalım iki ordu Vadi-üs seyl’de karşılaşırlar. Açın haritayı bakın, Ksar-el Kebir denilen noktada.
Asker ve ateş gücü yüksek olan Haçlılar kazanacaklarından emindirler. Ramazan Paşa’nın emrinde ise düşmanın üçte biri kadar nefer vardır anca.
Batılılar muharebeye “3 Kral Savaşı” derler. Portekiz kralı ve Fas sultanı bir tarafta… Muhalif Abdülmelik diğer yanda.
Ramazan Paşa tam bir savaş kurdudur ve o gün kesin bir galibiyete imza atar. 40 bin haçlı öldürülür ki Portekiz Kralı Sebestian ve düşmanla uzlaşan Fas kralı da vardır aralarında.
SEBASTIAN'IN CESEDİ BİLE BULUNAMAZ
Vadi-üs seyl ile ilgili Türkçe pek bilgi bulamadım. Ancak Portekizliler zikrolunan savaşı (Alcácer-Quibir) resimlemiş, filmlerini çekmiş, operalar bestelemiş (Donizetti), oyunlarını yazmış (Paul Dresse), şarkılarını yapmış (Grup Quartedo), kitaplarını basmışlar.
Henüz 24 yaşındaki Don Sebastian’dan çok şey bekliyorlar olmalılar, bir kısmı öldüğüne de inanmıyor hâlâ.
Sebastian, Portekiz Prensi João Manuel ile Avusturya asıllı soylu Joanna’nın oğlu olup Kutsal Roma İmparatoru Charles V’nin torunu olur ayrıca.
Babasının ölümünden iki hafta sonra Sentenças’ta doğar (1554), henüz kundakta iken Portekiz tahtının varisi olur ve ona Sebastian gibi alışılmadık bir isim koyarlar.
Avrupa’nın ünlü hekimi Fernando Abarca Maldonado doğmunda bulunmuştur, burcuna bakar ve parlak bir istikbal görür güya. Kadınları da etkileyeceğini söyler ve çok çocuğu olacaktır kehanetine bakılırsa.
Sebastian zeki, hareketli ve cesur bir çocuktur. Büyükannesi Catherine tarafından büyütülür. Cizvitlerin arasında yetişir, iki keşiş başını bekler onu “günahlardan” uzak tutarlar.
KİMİ ALSA ACABA?
Evlenme çağına gelince bütün Avrupa onu konuşur. Kimi Fransa Kraliçesi Catherine’nin küçük kızı Valois Margaret’le evlenmesini bekler, böyece Medici ailesinin de gücünü arkalayacaktır.
İmparator Maximilian’ın kızı Elisabeth Habsburg’u da yakıştıranlar az değildir. Kuzeni, İspanya kralı Philip II’nin kızı Isabella Clara Eugenia de vardır sırada.
Sebastian, tahta oturunca tıp ve eczacılık okuyan talebelere burs verir. Hastaneler kurar, yetimhaneler açar. Vebadan çok korkmaktadır zira.
Çiftçileri korur kollar, borç verir, tohum desteği sağlar. Adalete sistem getirir, avukatları da yetkilendirir ve gecikmeler için para cezası koyar.
Her yere asker göndermez Brezilya’da Fransızlara karşı Temiminós Kızılderilileri şefi Araribóia’yla ittifak yapar mesela.
Halkın gönlünü kazanmak için Castro Verde’deki Bazilikayı yaptırır. Şair Luís de Camões başyapıtı “Os Lusíadas’ı” ona sunar. Nunes, “Petri Nonii Salaciensis” operasını yazar uğruna.
Ve iş gelir dayanır kahramanlığa. Fas’a girmek kolay olacak ve büyük şöhret sağlayacaktır ona.
Portekiz ordusu zaten güçlüdür, Hollanda, İspanya ve İtalya’dan paralı askerler getirtir ayrıca. Fas kralı da müttefikidir, ki o bile Türklere yeter, rakamlara bakılırsa. Askerden bol bir şey yoktur, gönüllüler bizi de yazın diye yalvarmaktadır âdeta.
Düğününü zaferden sonra yapmalıdır, evet iki sevinç bir arada.
Akıbetini biliyorsunuz: Facia!
Cesedi dahi bulunamaz. Hayranları ‘Sebastianizm’ diye bir akım çıkarır onun dönüp geleceğine inanırlar.
Uyuyan Kral sisli bir sabah rücu edecektir sözümona, adı Encoberto (gizlenen) ve Desejado (istenilen) kalır halk arasında.
Bazı sahtekârlar da “tamam ben döndüm” deyip tahta talip olurlar.
PANİK KARGAŞA
20 bini kaçar teknelere binerler telaşla. Muzaffer krallarını beklerken perişan kaçaklarla karşılaşan gemiciler paniğe kapılır. Pusuda yatan Sinan Reis fırsatı kaçırmaz, Haçlı donanmasını bozar, nice kadırgaları batırıp yakar, nice denizciyi sudan toplayıp forsaya çakar.
Türklerin gemi kaybı yoktur 360 topun yanı sıra büyük ganimet kaldırırlar.
Abdülmelik zaferi beklemiyordur, o kadar sevinir ki, kalbi bu neşeyi kaldıramaz. İnna Lillah...
Portekiz asillerinin neredeyse tamamı imha edilir. Artık, bırakın süper güç olmayı, istiklalini bile muhafaza edemez, İspanya’ya bağlanırlar.
Fas Sultanlığı ikinci defa Osmanlıya tabi olur. Sınırlarımız Atlas Okyanusu’na ve Nijer nehrine erişir o günden sonra.
Peki ya sömürgeler?
Kısa bir süre sonra İngilizler ve Hollandalılar çöreklenir bahtsız topraklara.
Akbabalar iştah ile beklemektedir kenarda
.
Türk Hava Kurumu: Devlet değil, dernek
24 Ağustos 2019 02:00
THK hiçbir zaman kârlılık gözetmez, gelir gider hesabı yapmaz. Kurban derilerinden, fitre zekât zarflarından para akmaktadır fazlasıyla.
Mahalleli Kurban Bayramı’ndan önce bir araya gelir toplanacak derilerin geliri ile mezarlık duvarı, şadırvan, taziyeevi, gasılhane yaptırmaya niyetlenir. Ya da bir garip evlendirilecek, bir yetim gözetilecektir.
Yaşlılar baş tutar, postu getiren ortaya atar.
Üç, beş, on, yirmi derken ikindiye doğru bir tepecik yükselir avluda.
Tam zamanıdır, THK pazubendli taşeronlar, jandarma ile gelip el koyarlar. İfadeler, beyanlar, zabıtlar… Parmak sallarlar ürkek ihtiyarlara.
Darbeciler THK’nın arkasında durur. Örfi İdare komutanları, göz açtırmaz başkalarına.
Mal benim değil mi istediğimi veririm diyemezsin, karakolda sabahlarsın yoksa.
İşte THK ile millet arasındaki soğukluk buna dayanır aslında.
“Bir malı sahibinin izni olmadan zorla almaya” gasp deniyor. THK TDK’ya inansa gerek, o da ayrıcalıklı bir kurum sonunda.
İSTİKBAL ZARFLARDADIR
Ramazanlarda ise THK zarfı dağıtılır okullara.
Fitremden zekatımdan sana ne? Elbet bizim de garibimiz var etrafımızda.
Gelgelim THK halkın resmî zevattan korkusunu kullanır. Gider Maarif Müdürüne çöker, sarı zarfları tutuşturur buyurgan bir edayla. O da mektep müdürlerine görünür, müdürler muallimleri çeker hizaya, neticede gelir patlar sınıfın havacılık kolu başkanına.
Evet zahirde zarfı boş iade etmek gibi bir hakkınız vardır ama sıkar. Hele memur çocuğu iseniz, babanızın siciline filan işlenir Allah muhafaza.
Zarfın arkasında bölüm tükenmez kalemle doldurulmalıdır:
Adı… Soyadı… Adresi…
Yalnız……lira……kuruştur. Rakamla.
Yalnız…… lira…..kuruştur. Yazıyla…
Kutu kumbara olsa tamam da sarı zarfa metal mangır yakışmaz, mecburen kâğıt pangınot koyacaksın.
Bu ne demek? En azından beş lira.
Damlaya damlaya servet olur, milyonlar girer kasaya.
TAYYARELER PARAMIZLA
THK ince bir siyaset güder, ustalıkla sığınır “Yurt savunmasında” sloganının arkasına.
Bu yüzden Türk Hava Kuvvetleri ile karıştırılır. Vatandaş biraz da ondan üstüne gitmez, sesini çıkarmaz.
Halbuki ne kışla karargâhla alakası vardır, ne de vatandaşla. Derisini aldıklarını davet etmezler düzenledikleri balolara.
Yani o tayyareleri senin benim paramla.
Tamam feda olsun dersin, gitsin babamın hayrına. İlaçlamalarda orman yangınlarında kullanılacak nasıl olsa.
Meğer öyle değilmiş, kurum meccanen çalışmıyormuş. İhaleye giriyormuş rakipleri ile omuz omuza. Kaç sorti yaptın, o kadar para.
THK son birkaç yıldır ihale için gerekli şartları sağlayamıyor, mali yapısı hayli sıkıntılı zira.
TATSIZ HATIRALAR
Tayyare Cemiyeti 16 Şubat 1925’de kurulur. Maksadını Türkiye’de havacılık sanayiini kurmak diye anlatır halka.
Kayseri TOMTAŞ’ta yaşanan sıkıntılar içinde de bu kurum da vardır. Alman Junkers ile yollar ayrılınca tesis piyango paraları ile zengin olan Tayyare Cemiyetine geçer. Ödedikleri 520 bin lira arsa parası bile değildir aslında. Alsın hayrını görsünler, lâkin teknolojiyi takip edemez, üretime hız katamazlar. Hava kuvvetlerimiz Ju A19, JU A20 gibi demode uçaklar istemez açıkça. Fabrika Hava Müfettişliğine devredilir sonunda.

İşadamı Nuri Demirağ’ın tayyare imali, gök okulu gibi hayalleri vardır ve bütün servetini bu uğurda harcar. Beşiktaş’ta bir AR-GE merkezi kurar (şimdiki Deniz Müzesi). Çekoslovak teknolojisi ile yaptığı Nu.D. 38 hatasız bir uçaktır, testleri başarıyla tamamlar. THK’dan yüklü bir sipariş alır ve imalata başlar. Ancak THK tek taraflı olarak sözleşmeyi bozar. İyi de Nuri Bey size inanmış, bunca masraf yapmıştır. İş adliyeye intikal eder. Adamcağız sırf CHP’li olmadığı için bitirilir. Yeşilköy’deki arazisine de el koyarlar.
ŞAİBELERDEN KURTULAMAZ
Peki vatandaş kuruma aza olabilir mi?
Olabilir, kağıt üzerinde yönetime de girebilir. Ama denemeye kalkan iş alır başına.
Tehditler küfürler tartaklamalar…
Erdal Dursun gibi mesela...
“Türk Hava Kurumu ve bağlı teşekkülleri, havacılık sektörüne kalifiye personel yetiştiren, faaliyetleriyle dünya ölçeğinde ses getiren, ürettiği hizmetlerle ülkemizin göğsünü kabartacak nitelikte teknik envanter ve hareket kabiliyetine sahipken özellikle 2015-18 yılları arasındaki isabetsiz politikalar neticesinde varoluş misyonundan uzaklaşmıştır. Bu dönemde Kurumu ayakta tutan ve halkla teması sağlayan Anadolu’daki şubeler çeşitli gerekçelerle kapatılmış, kalifiye havacılık personeli ayrılmış, ticari faaliyetler karlılıktan uzaklaşmış, kurum ve bağlı teşekkülleri yüksek faizli döviz borçlanmasına maruz bırakılmış, değerli birçok gayrimenkulü ipotek ve haciz altına girmiş, bankalar ve icra daireleri nezdinde yasal takibe giren bir organizasyon hâline gelmiştir.”
Doğru konuşanı 9 köyden... Erdal Bey çok zor günler yaşar.
BAĞIŞ GELİYOR NASIL OLSA...
THK, tayyare yapacağız deyince insanımız hayacanlanır. Tamam öyleyse can feda.
Ama ilerleyen yıllarda izci kulübüne döner, hakim sınıfın çocuklarına planör, paraşüt keyfi sunar.
Eğer Babadağ Milli Parkından Ölüdeniz’e atlamak isterseniz 550 lira ile 725 lira arasında bir para çıkacaktır cüzdanınızdan. Trabzon Uzungölde sabit fiyat 600 lira.
Kapadokya’da balon turu yapacaksanız iki fiyat var: Standart 1250 lira, konforlu 2 bin lira.
Peki THK kamplarında? Adrenalin bedava.
Pilot yetiştirme işine gelince evet öyle bir hizmetleri var. Ancak hayrına adam yetiştirmiyorlar, parasıyla.
.jpg)
70 BİN DOLARA
Kendi sitelerinden kopyalayıp yapıştırdım:
Hava Ulaştırma Fakültesi, Pilotaj Bölümü Pilot Eğitiminde yer alan zorunlu uçuş eğitimleri için, Pilot Eğitimi lisans programında yıllık öğrenim ücretine ek olarak, lisans öğreniminin 2 nci, 3 üncü ve 4 üncü sınıflarında her dönem başında (güz/bahar) olmak üzere 6 eşit taksitte uçuş eğitim ücretini öderler. Üniversite tarafından uçuş eğitimi ücretleri her yıl yeniden belirlenmekte olup, öğrenciler lisans öğreniminin 2 nci sınıfı başında belirlenen yeni ücrete tabi olacaklardır. 2019-2020 eğitim-öğretim yılı için Üniversitemiz tarafından belirlenen uçuş eğitimi ücreti KDV dahil 70.000 ABD Dolarıdır.
Bir sormak lazım ABD’de kaç para acaba?
İHALELER ŞEFFAFLAŞINCA
Eskiden kurumun başına emekli bir general olurdu. Orman ve Tarım bakanlığı üzerinde baskı kurar, işi alırdı kolayca.
Şimdi ihaleler şeffaflaştı, açıkça soruluyor, ne kadar uçağın var, ne marka, kaç yaşında, bakımlı mı acaba?
Artık motoruna kuşların yuva yaptığı hurdalar gözden kaçmıyor.
Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli: “El atından 20 uçakları olduğunu söylüyorlar, hani nerede? Apronda 6 uçak gözüküyor. 3’ünün motoru yok. Benim personelim bunlarla uçmak istemiyor. THK siyasetin oyuncağı olmuş. Ana muhalefet ile birlikte hareket ediyor.”
Ama bizi Atatürk kurdu.
Sümerbank’ı da kurmuştu ama millet Alkatraz mahkumları gibi çubuklu pijama ve Nazilli basması giymek istemedi bir zaman sonra. Ne zaman ayakkabı alsam topuğum yara olacak mı diye bakarım hâlâ, ah o Beykoz Kundura!
Değişmeyeni değiştiriyorlar, piyasa acımıyor kurumlara.
BU UÇAKLARIN MOTORU YOK!
Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, orman yangınlarında THK uçaklarının neden kullanılmadığına dair, “3’ünün motoru yok, 3 tanesi de yağ akıtıyor. Binmek isteyenler buyursunlar uçsunlar” demişti.
.
Kalamış kalamamış
28 Ağustos 2019 02:00
İstanbul Kadıköy’den çıktınız, Mühürdar ve Moda’yı geçtiniz, Kurbağalı Dere’nin denize döküldüğü yerden Fenerbahçe Parkı’na kadar Kalamış Koyu uzanıyor boydan boya.
Eskiden Asitane’nin makbûl muhitlerinden biriymiş, beyler, paşalar otururmuş burada. Sakinlerinin cins atları olurmuş, mehtaba çıkarlarmış sandallarla.
Evet nünakele (nakil ulaşım) müşkilmiş, lâkin Feneryolu İstasyonuna şimendifer, Kalamış İskelesine vapur yanaşınca...
Şimdi sahilin neredeyse tamamı Marina. Hatta iskele de kaynamış gitmiş arada. Vatandaş giremiyor, dolaşamıyor, fotoğraf bile çekemiyor. Yüksek yüksek parmaklıklar, bildiğin yasaklı saha!
Eğer Kalamış’a gündüz giderseniz gringo basmış Batı kasabası gibi metruk bulacaksınız. Öğleye kadar sadece köpek gezdiriciler görünüyor sokaklarda. Hayvancıklar muti, sahipleri vermiş parasını, başlarından savmışlar.
Akşamları ışıldıyor, şenleniyor, bildiğiniz piyasa.
Evet yosun kokusu ve yaprak hışırtısı var. Lakin trafik uğultusu tur bindiriyor martı çığlıklarına. Park, dert. Kontağı kapatmadan kâhyalar çöküyor başınıza.
Otomobillere bakarsanız gelir ortalaması gayrisafi millî hasılamızın hayli yukarısında. Kiralar kaç para acaba? Eh boşuna mutena semt demiyorlar buraya.
İyi de abi egzozcu yok, kaportacı yok, çıkma lastik bile satılmıyor. Zaten bakkallar da ekmek arası yapmıyor, esnaf bazlama gözleme bilmiyor. Lahmacun mafi, dürüm tunne, ben neyliyeyim o semti tükrük köfte sardıramadıktan sonra.
EVVEL ZAMANLAR
Efendim Kalamış Koyu’nun bir ucunda Fenike Kolonisi (Halkedon) varmış sözüm ona. Bir de tapınaktan bahsediliyor, Zeus’un karısı Hera adına. İmparator Justinianus’un sarayı, Hieria bahçeleri ve İmparatoriçe Teodora’nın denize girdiği ada…
Hâlbuki bu plaj efsaneleri Kleopatralı olur, turist rehberleri bayılır ballandırmaya. Hatunun Ege ve Akdeniz’de ayak basmadığı kumsal yoktur. Sanki deniz görmemiş son ütücü, illa bi çimecek, küser darılır yoksa.
Derler ki Eutropos bir liman kurmuş ve emir buyurmuş. “Bundan böyle soylular otursun Kalamış’ta!”
İyi de izini nişanını göremiyoruz, ne sütun ne duvar var ortada.
-Ama öyle yazıyormuş bazı kaynaklarda.
Turist kâğıttan kaynaktan anlamaz, koruyup göstereceksin, aha diyeceksin burada.
Yoksa hakkınız kalmıyor konuşmaya.
TİZ FENER KURULA!
Gelelim biraz daha bilinen yıllara… Osmanlılara.
Kanuni Süleyman devrinde bir kasır (devlet köşkü, misafirhane) olduğu vakıa, ihtimal ahşaptı gelemedi zamanımıza. Ancak Sultan’ın yaptırdığı fener hâlâ ayakta.
“Kadı köyü dimekle maruf mahalle karîb Kelemiç-burnu nâm mevzide fânûs bulunmadığından Müslümanların ve gayrin gemileri gece gelüp geçer iken ekser zaman taşa çalup zarar ve ziyan olmağla…” (Receb 969 tarihli fermandan)
Kelemiç Burnu… Malum kelem lahana.
Yunanca kalamisiadan (sazlık) geldiği şaibeli o zaman. Zaten ortalıkta ne kamış görünüyor, ne de kındıra.
Evliya Çelebi merhum “mesirelik” deyip geçiyor, girmiyor tafsilata. Zaten iskân daha sonra başlıyor… Ama Boğaz ağır basıyor.
Darılmasınlar ama bence de öyle. Şimdi Emirgan, Kandilli, Kuzguncuk dururken ne işim var burada?
Ve gün geliyor Bahça-i Fener’de “Kurbağalıdere Köşkü” kuruluyor. Zikrolunan mekân Şehzade Abdülaziz ve Murad’a ev sahipliği yapıyor. Devlet ricali de havaliye teveccüh ediyor. Sonraları bir gayrimüslim kesafeti başlıyor.
Cumhuriyetli yıllarda halkın Kuşdili çayırına rağbeti büyük. Sayfiyeciler kırlara yayılıyor, hanımlar deniz hamamlarında kulaç atıyor.
SANDAL SEFASINDA
İnterneti tararsanız hep aynı hikâye ile karşılaşacaksınız: Münir Nurettin, Behçet Kemal’den içinde Kalamış geçen bir şiir yazmasını ister ısrarla. Kafasında melodiler dolanmaktadır, ah elinde bir güfte olsa.
Behçet rejimin kalemşorlarındandır, daha mühim işleri olduğu için arkadaşını sallamakta beis bulmaz. Demek ki zorlamak gerek, bir yaz akşamı onu kulübe çağırır ve apar topar atar sandala. Yanında alımlı bir kadın vardır, kah kah kahkaha.
Biri kürek çeker aheste, biri mısra arar biçare, abla sularla oynamakta. Bir ara sorar: ‘Behçet Bey, şiir nasıl gidiyor?’
-Gündüz koya sen gel, gece gelsin aya nöbet / Emret güzelim istediğin şarkıyı emret!
Güzelim müzelim ne iş? Nereden bu samimiyet?
Yok zerre teselli ne gülüşten ne bakıştan /Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış’tan...
Hüzünlü bir parçadır ama münasebetsizler göbek atar bununla.
RANTSAL DÖNÜŞÜM
Menderes Bağdat Caddesi’ni açınca, havali hayli hareketleniyor. Dutluklar, bostanlar para etmeye başlıyor.
60 İhtilalini müteakip vapur seferleri durduruluyor, sahil dolduruluyor.
İş ranta dökülünce apartmanlar yükseliyor, Kurbağılıdere foseptiğe dönüyor. Gerçi iyi bir yanı da vardı, otobüste uyuyanlar kokudan semte geldiklerini anlar, durağı kaçırmazlardı asla.
Ne kokusu diyeceksiniz? Kibarca terennüm etmek gerekirse “hidrojen sülfür”, hayati kimyacıların ifadesi ile idrar-gaita!
Kadıköy Belediyesi yıllarca topu taca atıyor, neşter vuramıyor yaraya. Neticede Kadir Başkan elini taşın altına koyuyor, ıslah çalışmalarına başlıyor. Terfi merkezleri, kollektörler ve 6 m çapında borular... Şu anda koku moku yok, sinekler azalmış, balıklar çoğalmış hatta.
Birileri yine bozulacak, kınama mesajları yayınlayacak, “koli basilleri ve tüm anaerob bakteriler adına!”
PARA PARA PARA
Kalamış’ta fıstık çamlarına yaslanmış ahşap konaklar bulacağımı sanmıştım, reklam panoları, beton bloklar, neonlu barlar, marka mağazalar çıkıyor karşıma.
Yasemin, lavanta değil; tost, fritöz kokuyor. Ihlamur, akasya, manolya var da ben mi göremedim acaba?
Adım başı Çağdaş Büfe ve Brasserie (biracılar). Çocukların idman yaptığı spor tesisleri bile mavi kasaların tasarrutu altında.
Parkın içinde cam kırıkları ve kanlı pati izleri. Olmaz sanıyordum ama demek orada da dibini gören şişeyi vuruyor asfalta.
Yıldızlı oteller, beauty sentırlar, suşiciler, brunchlar, go kartlar hep para, hep para...
Eğer küçük elli, büyük yetmiş beş olsaydı “Public Toilet” yazmazlardı kenefin alnına.
Ünlü restauranlarda kifaf-ı nefs eyleyip, pahalı patisserielerde tatlı ve kahve tenavül etmek keyfinize kalmış. Hasır koltuklu cafelerde vanilyalı nargile de yaktırabilirsiniz icabında. Gelgelelim huzur başka bir şey, ah öyle kredi kartı ile alınabiliyor olsa.
Huzurum kalmadııı ıı ıı, fani dünyadaaa aa aa.
.
Sömürülen sömürene fark atıyor
1 Eylül 2019 02:00
Eskiden İngiltere’ye şimdi ise Çin’e bağlı olan Hong Kong’da 1980 itibarıyla kişi başı millî hasıla her iki ülkeyi de geçiyor.
Hong Kong kendi hukuk sistemi, bayrağı, resmî dili (Kanton Çincesi ve İngilizce) ve para birimi olmasına rağmen bağımsız bir ülke değil.
Ya ne?
Özerk bölge.
Eskiden İngiltere’ye bağlıydı, şimdi Çin’e.
Yüz ölçümü, sadece bin 106 kilometrekare. Yani en küçük vilayetimiz Yalova’dan biraz hallice...
Ancak dağlık tepelik, meskûn mahal sınırlı alan içinde. Arsalar altın gibi kıymetli, binaların alayı dikine.
Hâli vakti yerinde olanlar bile 40 metrekarelik evlerde oturuyor. Esnaf onuncu katta tezgâh açmış, şehir karınca yuvasına benziyor.
2 asır evvel adı “He-Ong-Kong” olarak geçiyor. Yani “Tütsü Kokulu Liman!”
O zamanlar şirin bir balıkçı köyüymüş, şimdi New York’u andırıyor.
Mâlum Uzak Doğu mutfağı baharat ve sarımsaksız yapamaz. Bulduklarını yerler, protein var mı? Var. Salla gitsin tavaya.
Eh sokaklar dar, binalar da yüksek olunca… Böö dedirten bir ufunet hâkim oluyor havaya.
Nüfus 6.5 milyon, bir miktar Endonezyalı, Filipinli de var aralarında.
ŞEYTANIN BİLE AKLINA...
Bize sömürgeci dense hakaret kabul ederiz, oysa İngilizlerin “müstemleke bakanlığı” var. Menfaat için yapmayacakları yok, her taşın altından çıkarlar.
Çin’de çay ile tanışıyorlar ve tiryakilik hızla yayılıyor. Britanya’ya mal yetiştirmenin imkânı yok, ne yollasan gidiyor.
Bunu bir başka ürün ile dengelemeleri lâzım. Ne olabilir acaba? Düşünüyor, taşınıyor ve buluyorlar sonunda. “Afyon!”
Evet, milyarlık Çin’i uyuşturucuya alıştıracaklar. Hindistan’da üretecek, gemi gemi yıkacaklar Hong Kong’a.
Zaten esrarın yabancısı değiller, kolay olacak görünüşe bakılırsa.
Planladıkları gibi yürüyor ve Çin’deki her üç kişiden biri bağımlı oluyor. Pekin geç de olsa afyon ticaretine karşı tedbirler alıyor. “Kafa yapıcı” otlarla parayı bulan East India Company’nın 20 bin sandık malını yakıyor. Firmanın patronları William Jardine ve James Matheson savaş baltalarını çıkarıyor, körükle gidiyorlar yangına.
Neticede iki ülke birbirine giriyor (1839). Çin daha kalabalık ama İngilizlerin ateş gücü fazla. Nitekim 1. Afyon Savaşı’nı kazanıp Pekin’i oturtuyorlar masaya. (1842 Nanking Anlaşması)
Tavizler veriliyor ki Hong Kong adasını “muvakkaten” İngiltere’ye devretmek de bulunuyor maddeler arasında.
Sonra 2. Afyon Savaşı patlıyor. Çin yine yeniliyor, mister “şurayı imzalayacaksın” buyuruyor. Kowloon Yarımadası da İngilizin eline geçiyor.
Ne kadar? 99 yıllığına.
ÇAĞDAŞLAŞTINIZ AMA!
Hasılı İngiltere Pasifik’te önemli bir ticari üs ediniyor. Burası bir nevi serbest bölge, mal ve para transferi için kolaylıklar sağlanınca tacirlerin teveccühüne mazhar oluyor.
Hong Kong’da İngilizler birinci sınıf vatandaş, Çinliler emir eri gibi kullanılıyor. Ayırımcılık kayırıcılık? Var elbet, hem de fazlasıyla.
Hatta restoranlara “köpek ve Çinli giremez” tabelaları asılıyor. Avrupalılar villalarda yaşıyor, yerliler izbelerde, bodrumlarda.
İngilizler siyaseti ustalıkla kullanıyor “ama biz de sizi uygarlaştırıyoruz” diyorlar halka. Yerliler onlar gibi giyiniyor, onlar gibi konuşuyor, yazı, takvim, müzik, derken kıyafetler de değişiyor. Zırıl zırıl taklit, eldiven, şapka...
İngiltere “kültür emperyalizmi” sayesinde işini yürütüyor, ordu besleme külfetinden kurtuluyor.
1889’da Çin’e bir künde daha atıyor, artı 50 yıl ekleniyor, Hong Kong hesabına.
Churchill’e göre Hong Kong kale gibi sağlam, kimse adımını atamaz adaya. Ancak Japonlar kolayca giriyor 2. Cihan Savaşında.
ABD bombardımanı olmasa bir daha dönmeyecek Birleşik Krallığa.
SENİN NEYİNE POLİTİKA?
Peki, 1949 Çin Devrimi etkili olmuyor mu?
Olmaz mı? Komünist ihtilalin tesiri ziyadesiyle hissediliyor. Şöyle ki; Bir milyon zengin Çinli pılısını pırtısını toplayıp Hong Kong’a kaçıyor. Hem nüfus artıyor, hem para. Bunlar iş bilen insanlar, renk getiriyorlar çarşıya.
Kore Savaşından sonra Batı Bloku, Çin’i tecrit ediyor. Zaten Mao kapalı bir rejimden yana, halkı hapsediyor köyüne obasına.
Bin yıl evvel kıtalar ötesine ipek ve seramik satan sanatkârlar kabuğuna çekiliyor, dünyadan bihaber yaşıyor. Gariplerin en büyük hayali, bir bisiklet sahibi olmak ileri yaşlarda.
Yıllarca Çin - Batı ticaretine aracılık yapan Hong Kong da iktisadi sıkıntılar yaşıyor.
68 kuşağının yumruk kaldırdığı yıllarda solcular sokağa dökülüyor. Ancak İngilizlerin göründüğü gibi centilmen olmadıklarını anlıyorlar, direniş güçle bastırılıyor.
Koloniyel Vali demokrasiyi askıya alıyor; “Siz sömürgesiniz, haddinizi bileceksiniz. Olmasın bir daha!”
FIRILDAK YAP, PARA KAP
Siyaset yasaklanınca millet teselliyi üretmekte arıyor.
El kadar ülkede ağır sanayii kurulmaz ama ıvır zıvır yapabilirler pekâlâ. Sermaye var mı? Var. Liman var, tecrübe var. Hazır giyim, oyuncak, plastik eşya ile parayı buluyorlar sonunda.
1980 itibarıyla kişi başı millî hasıla İngiltere’yi geçiyor. (2018 rakamı 50 bin dolar) Hong Kong borsası işlem hacmiyle tur bindiriyor Batılı akranlarına. Ezber bozan bir durum, sömürülen sömürene fark atıyor ilk defa.
Hong Kong milliyetçileri Pekin Baharını dikkatle izliyor, para yolluyor, destek oluyorlar soydaşlarına. Hatta Çin’e geçiyor, direnişçilerle omuz veriyorlar Tienenman Meydanında (1989). Rejim tarafından kara listeye alınan gençleri hür dünyaya kaçırıyorlar ayrıca.
Evet bunlar olabilir, Londra politikasına uyuyor zira.
ORANTISIZ GÜÇ KING KONG
Kızıl Çin de Komünizmin çare olmadığına anlıyor, serbest pazar ekonomisine geçiyor. Gerisini biliyorsunuz, uyuyan dev silkinip kalkıyor.
Elinde sadece 50 milyon mahkûm var, boğaz tokluğuna çalıştırıyor, kim rekabet edebilir ki onunla. Kasalar dolarla doluyor, ABD basıyor, onlar biriktiriyor.
İnsan ömrü için 99 yıl hayli uzun, gelgelelim devletler için çok kısa. Nitekim sayılı gün bitiyor, 30 Haziran 1997’de Londra, Hong Kong’dan çekiliyor, buyurun saha sizin diyor Pekin tarafına.
Ancak giderayak seçim izni veriyor halka, anında polilitize oluyorlar, 22 parti kuruluyor. Görünüşte sağcılar da var, solcular da. Reyini kime versen, Britanya kazanıyor o başka..
Bakalım Çin nasıl uğraşacak bunlarla?
Hong Kong’un Pekin hâkimiyetine girmesi ile “tek Çin” politikası konuşulmaya başladı. Taiwan diken üstünde, sıra bizde mi acaba?
Bölge kâğıt üzerinde 50 yıl yarı özerk kalacak. Hukuku, lisanı, parası, tedrisatı değişmeyecek, yabancı sermaye girip çıkacak.
İyi de Çin’in insan hakları karnesi facia. Suçluların iadesiymiş, nasıl endişe duymasınlar bu durumda?
MAOCU KAPİTALİSTLER
Pekin şimdilik “iki sistem tek ülke” diyor, bir sonraki adım “tek sistem, çok kültür” olacak. Bilahare ağırlığını koyacak, pürüz mü çıkardın, çöküp gırtlağına boğacak.
Çin henüz dişini göstermedi, Hong Kong’daki nümayişleri sükûnetle izliyor. Oysa Doğu Türkistanlıların belinden dipçiği eksik etmiyor. Ne kadar insan hakkı varsa (inanç, ibadet, gelenek, seyahat) görmezden geliyor, camileri yıkıyor, zindanları dolduruyor. Rejim müfettişleri Uygurların Kazakların evlerinde yatıp kalkıyor, karısına kızına sulanıyor.
Kendisi Komünizm’den rücu etti ama milyonlarca Türk’ü toplama kamplarında Marksist eğitimden geçiriyor. Türkiye’deki Çinkolikler de çılgınca alkış tutuyor.
Günümüz Çin’i kapitalistin önde gideni. Çok uluslu şirketler ülkede istedikleri gibi at oynatıyor. Bir kırbaçları eksik. Taşeronlar forsa gibi adam çalıştırıyor.
Kirlenen nehirler, hastalıklı nesiller, zehirli hava, kimin umurunda?
Emekmiş, alın teriymiş, sınıf mücadelesiymiş duy da inanma. İşleri güçleri para...
Acımızı paylaşır mısınız?
22 Eylül 2019 02:00
Dünyada ünlü mutfaklar var; Fransız, İtalyan, Çin, Malezya, Meksika… Bunca ülkenin arasına tek şehir girebilmiş: Antep mutfağı
Gaziantep’e iniyorum iyi sıcak, ufukları sis sarmış, toprak buhar buhar. Yerliler “hey mübarek” diyorlar “biber sıcağı çöktü mü hep böyle oluyor.”
Eylül ayı için suhunet yüksek, lâkin biber bunu seviyor, kızarıyor bozarıyor, tadını kokusunu alıyor. Toplanıp yayılan mahsulun de güneşe ihtiyacı var, aman tez günde kurusunlar, lezzeti kaçmadan, rutubet kapmadan.
Antep’in her yerinde biber olur ama İslahiye Nurdağı havalisi çok başka. Havasından mı suyundan mı bilinmez, dallar çıngıl çıngıl donanıyor anında.
Peki acı mı? Evet ama ayarında. Öyle Uzak Doğu biberleri gibi ıstırap vermiyor, kavurup yakmıyor. Antepliler alışkın, herhâlde anaları biberli mamayla besliyor.
“Bak biber sürerim ağzına!”
Bizim için caydırıcı cezaydı, onlar için mükâfat, ohh yeme de yanında...
Diyelim zehir zemberek bir biber yediniz, üstüne su mu içmeli? Hayır ekmek yemek daha iyi, varsa süt ya da ayran.

ÇOK FAYDALI ÇOOK
Türkiye’de 227 bin ton kırmızı biber üretiliyor, bunun 59 bin tonu Nurdağı ve İslahiye’den geliyor. Dönümden 3 ton kadar biber alınıyor ama 5 ton alabilmek de mümkünmüş aslında. Eğer bu yakalanırsa marka olacaklar dünya çapında.
Çok da emek var, tek tek toplanıyor, damarları çıkarılıyor, yayılıyor, kurutuluyor, çevriliyor, çekiliyor, paketleniyor. Takriben 25 bin insan biberden geçiniyor.
Dalından sabah koparılan biberi hemen o gün işliyor, bırakıyorlar kurumaya. Serilen mahsul yarım saatte bir aktarılıp döndürülüyor, küfle tanışamıyor asla.
Yani gündüz sıcağın altında kavruluyorlar, gece acının içinde. Aldığınız her nefes yakıcı, eh elinizi de gözünüze sürerseniz eskaza...
Bu arada ev hanımları, kurutmalıkları iplere diziyor, pencerelere asıyor. Kireç badana, mavi doğrama ve kızıl biber. Şu sıralar hangi eve baksan, ak, gök, al… Üçü yan yana…
Ha bu arada söylemeyi unuttum, GastroAntep Festivali için şehirde bulunuyoruz, dünyanın en iyi gurmeleri (Michelin) mişlen yıldızlı şefleri var etrafımızda.
Alıp bizi hasada götürüyorlar, hatipler uzun uzun biberin faydalarını anlatıyor. Gözüm vizörde, parmağım deklanşörde yine de iki şey kalıyor kulağımda.
Evveli biberin antioksidan olduğu. Yani hücre kimyasının sıhhatli çalışmasını sağlıyor. İkincisi metabolizmayı hızlandırıyor, yediğinizi yakıyor. O lüp lüp götürdüğünüz dolmalar, köfteler, göbek olarak dönmüyor.
Gaziantepli için biberin ayrı bir yeri var, 500 çeşit yemekleri var, neredeyse hepsinde biber bulunuyor.
ŞEHİR EFSANELERİ
Yok efendim demişler ki “Fransızlar şuraya girdi” millet kıpırdamamış, “buraya girdi” aldırmamış. Ne zaman ki “biber tarlalarını ezdiler” deyince infial olmuşmuş, baltasını kapan koşmuş, düşmanı boğmuş(!).
Bunlar şehir efsanesi, duy da inanma. Eğer Şahin Bey Müzesini gezerseniz öyle olmadığını göreceksiniz açıkça. Fransızlar yöreye çökmeye niyetli, ihanet eden Ermenileri kullanıp zemin tutuyorlar. İşgal, baskı, istila. Ancak Antep Afrika değil, halk dokundurtmuyor bayrağına.
Defolup gidiyorlar ama arkada onca şehit, dul, yetim bıraktıktan sonra. Yıkılan yüzlerce ev, tahrip olan camiler, mektepler, yağmalanan çarşılar.
İşte o yüzden Antep yeni baştan kurulurken sokaklar dar yapılıyor, evler avlulara açılıyor, kasteller mağaralara.
İyi de bunun konumuzla ne alakası var? Şu alakası var şehir şerbet, baharat, hamur kokuyor, ızgara dumanları çöküyor eğri aralıklara…
.jpg)
ANTEP İÇİN BİBER VAKTİ
Antep’te sabah erken kalkan, biberleri börttürüp zarını sıyırır, bir tabağa yatırıp üstüne domates doğrar, üzerine Nizip işi zeytinyağı da döktü mü tamam. Ohhh, nan ban ye, ne istersin daha. Olmadı bir menemen çevirirler acılı tarafından.
Öğlen batılcan, kabak ve patetesle biber kızartır, yuvarlarlar yoğurtla.
Akşam acı biberle pişmiş fasulye nohut, yanında biber turşusu olacak mutlaka.
Söyleyin şimdi acılı bir çorbaya kim hayır der, kış aylarında?
Festival alanında bol yıldızlı bir mişlen şefini dinliyorum, Gaziantep’te sumağı keşfettiğini anlatıyor fukara. Ya abisi onu burada yamaklar bile… Uyan da balığa…
Sahi şehrin bu zenginliği nereden geliyor?
Bir kere bereketli hilalin tam ortasında, Mezapotamya kavimleri yerleşmiş sağa sola. Araplara da yakınlar, Halep’ten çok şey öğreniyorlar mesela.
En önemlisi de malzeme var ellerinin altında Allahü teala, biber, fıstık, zeytin, nar, nane, ceviz gibi hususi nimetler bahşetmiş onlara.
Bulunmaz bir güneş, ne ekseler lezzetli oluyor. O nasıl bir bulgursa 40 çeşit yemeği yapılıyor mesela.
.jpg)
YEDİRMEYİ SEVİYORLAR
Yok efendim yandık bittik, buğday ithal eder hâle geldik.
Buğday ithal etmek kötü bir şey değil ki, bizimki bisküvi ve makarna firmalarına yetmiyor. Eğer işleyip satabiliyorsan, değer katabiliyorsan al gitsin. Buğday dediğin üç kuruş para. Yeri gelmişken söyleyelim Gaziantep’te 50 bisküvi firması var ve piyasadaki makarnaların yarısı oradan çıkıyor yola.
Burada her öğün şölen havasında geçiyor, yemeyi seviyor ama “yedirmeyi” daha fazla seviyorlar.
Her yemeğin kabı, kaşığı, kefkiri ayrı, mutfakları salon gibi âdeta.
Kadınlar sunuma da özen gösteriyor, tok karnına dokuz topak yediriyorlar adama.
Tatil günleri mesire yerlerinde orman yangını var sanıyorsunuz, her ağacın altında bir mangal. Bu işler erkeklerden soruluyor.
Hangi dükkâna girsen yemek söyleyelim diyorlar, olmadı bir dürüm sardırıveriyorlar seyyara.
Cömertin ikramı şifadır, çay, kahve, ayran, mayam gırla…

FISTIK GİBİ...
Efendim uzaklardan biri geliyor, hatırlı adam. Hemen kollar sıvanıyor sofralar döşeniyor. Misafir çorbadan başlıyor içinde fıstık, salataya uzanıyor fıstık. Pilav fıstıklı, kebap fıstıklı, baklava fıstıklı, üzerine bir de fıstık (menengiç) kahvesi sunulunca soruyor “sizin fıstıksız bir şeyiniz yok mu acaba?”
Düşünüyor taşınıyor çay getiriyorlar. Amcam bir yudum alıyor, “ohh canıma değsin” diyor “çayınız da fıstık gibi maşallah!”
Efendim Antep’in her yerinde fıstık oluyor ama Kargamış civarında daha bi güzel oluyor. Baklavacılar bilhassa Barak Ovası’nda yetişen yeşil fıstıkları tercih ediyorlar. Bunlar henüz olgunlaşmadan toplanıyor ki lezzet o küçük gövdelere sıkışıyor âdeta.

Vilayet genelinde 20 milyonu aşkın ağaç var, geçen yıl 2 milyon daha dikmişler ayrıca. Bir fidan 7-8 senede meyve veriyor. Yetişkin ağaçtan 100 kilo fıstık alınabiliyor icabında.
Ama birim köke düşen meyve miktarı henüz istenilen seviyede değil. Eğer budama sulama yoluna girerse aynı ağaçtan iki misli ürün alınabilirmiş pekâlâ. Fıstık da zeytin gibi uzun ömürlü, öyle ağaçları var ki 800 yaşında. Mübarek şirin bir ürün, bu halavet insanına da geçmiş, yabancılık çekmiyorsunuz aralarında. Gaziantep fıstığın ana vatanı. Bıttım (menengiç) ağaçları kendiliğinden yetişiyor, bir aşılamanıza bakıyor.
.jpg)
Fatma Başkan “Eğer ürüne dönük festivaller yapacak olsak bize haftalar yetmez” diyor. “Üzüm, nane, domates, patlıcan, acur, turp, havuç, salatalık, haylan, kış kabağı, tarhun, haspir (safran), kayısı, kiraz, şeftali, incir, dut, erik, badem, vişne, armut, kavun, karpuz, elma, hurma, nohut, mahılta...”
Eh bu zenginlik hanımların elinde şekle giriyor; katmer, beyran, pirpirim aşı, cartlak kebabı, haytalya, çağla aşı, simit kebabı, sarmısaklı, patlıcanlı, muhammara, firik pilavı, Alinazik ve hedik olup konuyor sofraya.
.
Tur fikrinin babası Thomas Cook
27 Eylül 2019 02:00
İflasını açıklayan ünlü turizm devi Thomas Cook, zamanında ilklere imza atmış, kafile gezdirerek yeni bir çığır açmıştı.
Seyahati kim sevmez?
Lakin evvel zamanlarda yolculuk meşakkattir. Posta arabaları, tozlu yollar, kirli mekânlar… Avrupa ve Amerika’da soygun yaygındır, mecbur olmayan sefere çıkmaz… Çoğu doğduğu şehirde ölür, girmez maceraya.
Müslümanlar ömürlerinde bir defa olsun hacca gider, değişik şehirler görür, farklı insanlarla tanışırlar. Bizde yolcu duası makbuldür, sultanlar ülkelerini hanlar hamamlarla bezer, Ahiler meccanen misafir ağırlar. Evliya Çelebi ve İbn-i Battuta pek sıkıntı yaşamaz İslam coğrafyasında.
Batıda yabancı ülkelere gitmek sadece marifetli tacirlere düşer, ya da Polo gibi gözü kara seyyahlara...
Cristof Colombus, Vasgo de Gama, Bortholemo Diaz... Bunlar kâşif değil katildir, yağma ve sömürü için çıkarlar yola.
Buharlı makinelerin keşfi ile yeni bir sayfa açılır, şimendifer hız ve konfor katar yolculuklara. Bu arada gemiler de büyür güçlenir. Limana taahhüt ettiği zamanda varırlar.
Yine de sıradan vatandaş için seyahat korkulu rüyadır. Nerede yiyip içecek, nasıl konaklayacak, nelerle karşılaşacaktır acaba?
Hâlbuki biri ön ayak olsa, gezdirse, dolaştırsa, anlatsa. Kalacakları yerler gitmeden ayarlansa...
Bütün bunlar Thomas Cook’un zihnini meşgul etmiş olmalıdır zamanında.
COOK TRAVEL
Mr. Cook, 1808 Derbyshire / Melbourne doğumlu bir Avustralyalıdır. Küçük yaşlardan itibaren ekmeğini kovalar, önceleri bağda bahçede getir götür yapar, 14 yaşında çırak olur marangoz dayısına.
Sonra orta İngiltere’ye yerleşir. Liecester’de dolap imal etmeye başlar.
Ağzına müskirat koymayan bir alkol karşıtıdır. Meretin şişede durduğu gibi durmadığını bilir, mücadele eder kendi çapında.
Kendisi gibi düşünenler bir şenlik düzenleyince o da katılır aralarına (1841). Merasimin olduğu alana üç saatte gidilmektedir. Dönüşte kesin kara sular inecektir ayaklarına.
Thomas Cook yeni açılan Midland Counties Railway Müdürü ile konuşur ve yaklaşık 500 kişiyi birer şilinden taşıtır firmaya. Kâr etmez, açık da vermez, masraf ciro kafa kafaya. Muhatapları hayli memnun kalır, iltifat ederler ona.
İşte bu hadise ufkunu açar, nicedir aklında olan (Cook Travel)’i kursa mıdır acaba?
Kurar da...
Beklediğinden fazla talep görür, meğer insanlar ne kadar meraklıymış, gezmeye dolaşmaya.
İlk turunu (1846) İskoçya’ya düzenler. Elli atmış kişi bile iyi rakamdır ama 350 Leicester’li kayıt olur. Düşünün yedi otobüs insan.
O günlerde havali hakkında çok kitap yayımlanmıştır. Göl canavarları, esrarengiz şatolar... Hepsi ona yarar.
Thomas Cook günde ancak üç beş konuk ağırlayan kasaba otellerinin bütün odalarını tutar, kalabalık kafilelerle gelip yöreyi paraya boğar.

SEN DE KAZAN BEN DE
Büyük bir pazarlık gücü olduğunu fark eder, istese çorbacıdan, pastacıdan, hediyelik eşyacıdan komisyon alabilir rahatlıkla…
Kendi başınıza gitseniz bu rakamlara mal etmeniz mümkün değildir, yol kaygısı da yaşamazsınız ayrıca. Müşteri memnuniyeti zirvededir ve ünü yayılır kulaktan kulağa…
1851’de Londra’da düzenlenen Büyük Sergi’ye (İlk beynelmilel fuar) 150 bin kişi taşır. Kasaları parayla dolar. Artık zamanı geldi diyerek yurtdışına açılır, önce komşular, Belçika, Almanya, Fransa... Sonra İtalya’ya iner, derken Mısır’a. Hele Nil turları ne para kazandırır ona.
İsteyene Orta Doğu ve Afrika, meraklısına Amerika ile Kanada…
Sosyeteyi 40 bin kilometrelik turlara çıkarır, 222 günde devriâlem yaptırır adeta. Karşılığında küçük bir servet alır o başka.
MERKEZ LONDRA’YA
1865’te Londra’da Fleet Caddesi’nde bir işyeri satın alır. Artık sadece seyahat pazarlamaz, rehber kitaplar çıkarır, çakı, çakmak, çanta, potin, dürbün, düdük, yağmurluk da satar.
Oğlu John Mason Andrew de adam olmuştur, birlikte yeni bir seyahat acentesi kurarlar.
Cook & Son (Cook ve mahdumu)
Gençler farklı düşünür, müşterilere koçan vermeyi planlar, işe hız katarlar. Diyelim, firmanın listesindeki restoranlardan birinde yemeğinizi yediniz, koçandan bir kupon koparıp uzatırsınız tamam. Yanınızda para taşımaktan kurtulursunuz, içiniz rahatlar.
Sonra ne olursa olur, oğlu babasına “Sen dinlen” der, tekaüde zorlar. Thomas, Leicester’a döner ve kenarda köşede yaşar. Hatta kör oldu, sefil öldü (1892) derler, duy da inanma.
Sonraki nesil firmayı büyütür. Düzenledikleri biletler Avrupa’daki bütün demir ve deniz yollarında geçmeye başlar. Talebeler dar gelirliler ondan iner buna biner, az zamanda çok şehri gezme imkânı bulurlar. Ellerindeki kitapçık (Tourist’s Handbook) başlarına gelebilecek her şeyi yazar. Sefer tarifeleri, para birimleri, metro ve tramvay hatları, bağlantı istasyonları ve beş lisanda basit bir lügat... Yani kimseye bir şey sorma ihtiyacı duymazsınız elinizde “o” varsa.
Zikrolunan kitapçık aylıktır, II. Cihan Harbi’nde yaşanan kısa bir kesintiyi saymazsanız, o gün bugündür düzenli olarak çıkar.
AZ TAMAH ÇOK ZİYAN
İlerleyen yıllarda tanımadıkları sularda yüzer meçhule kulaç atarlar.
Tamam, hava yolu firmalarına çuvalla sterlin vermişlerdir ama tüccar dediğin “paranın gittiğine” değil “işinin bittiğine” bakar. Onlar ise “çoğu öz kaynaktan” yüz küsur tayyare alıp sektöre dalar.
Hâlbuki havacı turizmin zayıfladığı mevsimlerde de pist başı yapmalı, uçmalıdır daima. Tek masraf yakıt değilir, bakım da büyük para.
Klasik ofis devrinin geçtiğini görememeleri de pahalıya patlar. Artık kimsenin büro ziyaret edecek vakti yoktur, internet 7/24 açıktır nasıl olsa.
Eleman sadece maaş değildir, izin, mekân, mefruşat, ısıtma, soğutma, sigorta... Neticede açılır ve batarlar. Yanaşırlar bankalara.
Tefecinin merhameti olur mu? Eline düşenin derisini yüzer, çökerler gırtlağına.
Sadece borç faizine 1,2 milyar sterlin yatırırlar ama makas açılır inadına.
Hisseleri Çinlilere (Fosun) Türklere (Koçkar) satarlar o da çare olmaz.
Efendim İngiltere hükûmeti kurtarsa ya!
Böylesine hatalar varken halkın parasını niye versin onlara?
.
Siyasete Fransız kalmadı!
30 Eylül 2019 02:00
68 kuşağının grevleri köpürttüğü günlerde sendika görüşmelerine belinde silahla gider. ABD ve İngiltere’nin siyasetine karşı “çok kutuplu”
bir dünyadan yanadır. Klasik siyasetçiydi. Ermenistan’ın yanında dursa da yeri geldi mi Türkiye’ye methiyeler düzer. Demokrat görünse de Fransız okullarına başörtü yasağı getirir, tavizsiz uygular.
Jacques René Chirac, 29 Kasım 1932’de Paris’te doğar.
Genel Müdür Francois Chirac ile Marie-Louise Valette’nin oğludur. Kalburüstü bir ailedir ama iddia ettikleri gibi Andorra prensleri ile kan bağı bulunmaz.
Jack, Le Grand gibi iyi liselerde okur, Institut d’etudes Politiques’ten mezun olup memuriyete başlar.
Mektep arkadaşı Bernadette Chodron de Courcel’le evlenir (1956). Kızın ailesi Chirac’ı kendilerine layık bulmaz. Düğünü ünlü bir bazilika yerine küçük bir şapelde yaparak tepkilerini koyarlar.
Jack, yedek subaylığını Cezayir’de tamamlar. Bir nakliye gemisinde vazifelidir, savaştı denemez ona.
Lakin militan bir ‘Goullist’tir yani de Goulle’ün yolunda...
Siyasete meraklıdır. Baba memleketi Correze’den milletvekili olmakta zorlanmaz, Georges Pompidou Esnaf ve Ziraat Bakanlığı gibi önemli görevler verir ona.
O günlerde Buldozer diye anılmaktadır. 68 kuşağının, grevleri köpürttüğü günlerde sendika görüşmelerine belinde silahla gider hatta.
İKBAL BASAMAKLARI...
1973 petrol şokunun ardından işsizlik ve enflasyonun çivisi çıkar. 1974 -76 Başbakan olur, Giscard d’Estaing ile olan anlaşamadığını öne sürerek istifasını sunar.
Giscard onu yolundan çekmelidir. Paris Belediyesi iyi bir yem olabilir mesela. 1977 ve 1983’te iki dönem belediye başkanlığı yapar.
1986-88 arası başbakandır. Artık çıtayı yükseltmeli başkanlığa oynamalıdır.
Nitekim “Fiyat denetimini kaldıracağım; özelleştirmeyi hızlandıracağım; vergileri azaltacağım; askerliği bitireceğim; suç ve terörle boğuşacağım...” vaatleri tutar ve Elysee Sarayı’na yerleşir sonunda.
İkinci de sevildiğinden değil rakibi (ırkçı Le Pen) kazanmasın diye etrafında toplanırlar. Düşünün %82,1 oy alır, rekora koşar...
1995’ten 2007’ye 12 sene başkanlık koltuğunda oturur (Rekor Mitterrand’da).
Dediği gibi mecburi askerliği kaldırır. Üstelik kendisi vazifedeyken cumhurbaşkanlığı süresini indirir, yedi yıldan beş yıla.
Son günlerinde belediyedeki yolsuzlukları ortalığa dökülür. Gerçi dokunulmazlığı vardır, bir şey olacak değildir ona.
.jpg) .jpg)
NÜKLEER SABIKA
Fransa, de Goulle devrinden beri nükleer silaha sahip olmayı ister. Önceleri Alp Dağları mı Korsika mı diye düşünürler. Sonra Cezayir gelir akıllarına. 1960-66 arası 17 nükleer deneme yaparlar. 150 bin Müslümanın yaşadığı, Reggane şehrini Nagazaki’ye çevirirler âdeta. Atıklarını da ortada bırakır giderler, dünya ses çıkarmaz.
Ancak Pasifik’teki Moruroa adalarına yönelince Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda ayaklanır. Denemeler kayalara açılan derin kuyularda gerçekleşir, temizdir güya.
Fransa, nükleerde kararlıdır, Greenpeeece gemisi Rainbow’u batıracak kadar (1990).
Yerliler kanser olmuşmuş. Amaaaan, kimin umurunda? Ki, bunlar mercanları ile tanınan nefis adalardır ayrıca.

Aynı Chirac yaşlanınca çevreci kesilecek “Evimiz yanıyor ve biz körüz” diyecektir titrek bir ses tonuyla.
Başbakanlığında Irak’a da atom reaktörü kurmuştur. Bu teknolojiyi Saddam’a niye verdiniz diye soranlara “Biz vermesek başkası verecekti” der kayıtsız bir edayla. Tek derdi vardır: Para para para...
İsrail’deki şaibeli Dimona santralı da Fransız yapısıdır bu arada.

İNGİLİZ’İN DE İNGİLİZCENİN DE...
Chirac tam bir Fransızdır, İngilizlerden hoşlanmaz. “İngilizcenin bu kadar yayılması vahim” der, “Korkarım alt kültüre yol açacak.”
ABD ve İngiltere’nin siyasetine karşı “çok kutuplu” bir dünyadan yanadır. NATO’ya karşı Avrupa ordusunu kurmaya çabalar.
Hele olimpiyatları Londra’ya kaptırınca açar ağzını gözünü yumar. “İngilizler çok kötü yemek yapıyor, böylelerine siyasette de güvenemezsiniz. Avrupa’ya getirdikleri tek yenilik var: Deli dana!”
Chirac, çapkınlığıyla tanınan bir siyasetçidir ve bunu saklama ihtiyacı duymaz. Le Figaro’nun muhabiresi (kadın) için mağaza kapatır mesela.
Karısı Bernadette de kocasının rakibi Sarkozy’yi destekler, intikam alır açıkça.
İki kızı (Claude ve Laurence) vardır, bir de evlatlığı Vietnamlı mülteci Anh Dao... Ancak siyaset yorucudur, onlara babalık yapma fırsatı bulamaz.
Jack Chirac, Rus edebiyatına, Asya sanatlarına (bilhassa çiniciliğe) ve Sumo güreşine meraklıdır.

İPİYLE KUYUYA
Klasik siyasetçidir. Airbus satmaya gelince “Türkiye’nin mutlaka AB içerisinde olması lazım, sizi aramızda görmek istiyoruz” diye konuşur, Ermenistan’a gidince döner bize sallar.
“Ermeni Soykırımı İnkâr Kanunu’ndan (ki tam bir komedidir) haberim yoktu” diyecek kadar rahattır.
Demokrat görünse de Fransız okullarına başörtü yasağı getirir ve tavizsiz uygular.
Şu var ki Bosna Hersek’te ilkeli davranır, İngiltere Başbakanı John Major’ı Sırp topçu bataryalarını vurma hususunda ikna eden odur aslında. Yine aynı şekilde Bill Clinton’la görüşür (1999), Kosova’daki Belgrad baskısına nokta koyarlar.
11 Eylül saldırılarını müteakiben New York’a gidip Bush’un yanında durur. Fransız uçakları Afganistan’daki bombardımana katılır.
Ancak ABD’nin düzmece bahanelerle Irak’a girmesine itiraz eder, kesinlikle karşı çıkar.
Tekaüt yıllarında silahsızlanmayı müdafaa eder, “Savaş son çare” demeye başlar.
Niçin siyasetçiler bunu güç ellerindeyken söylemezler acaba?
.
Etnospor’da Asya’nın kokusu var
5 Ekim 2019 02:00
İrfan Özfatura İSTANBUL
Halat germe, çuval yarışı, sek sek, üçtaş, beş taş, ip atlama, kaytan, topaç gibi unuttuğumuz oyunlar da Etnospor Festivali’nde... Kedi, köpek ve kuştan başka hayvan tanımayan metropol çocukları kuzuyla, sıpayla, oğlakla tanışıyor ayrıca. Yemekler de cabası...
Ben hiç ata binmedim.
Olur mu ama hem ata binen bir Peygamberin ümmeti, hem attan inmeyen bir ecdadın torunuyuz. İnsan onlara hürmeten biner, birkaç adım gider hiç olmazsa.
İyi de at nerede, hani vakit, zaman?
Etnospor Festivali’ne katılanlar bu şansı yakalıyorlar.
Atlar da nasıl insancıl, okşayın diye alınlarını uzatıyorlar adeta. Kadife gibi tüyler... Hoşlandığını hissediyorsunuz. Mübarek hayvanın dostluğu bambaşka.
Ablalar abiler minikleri de atlara bindiriyor, küçük bir tur attırıyor.
Tarihçiler ne demiş; Binici Türk’tür, gerisi yüktür.
Arjantin’in millî sporu pato bizim gökbörünün (oğlak tartu) bir başka çeşidi.
Kırgızlarla çekişmeleri merak ediliyor?
AT YA SA’D
Efendimiz (Sallallahü aleyhi ve sellem) okçuluğa da çok önem verirlerdi.
Bilhassa Hazret-i Sa’d ok atmakta çok mahirdi. Uhud Harbi’nde, binden fazla ok attı. O yayını gerdi mi Server-i âlem “At ya Sa’d! Anam, babam sana fedâ olsun” der, her oku bırakışında “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult” diye duâ ederlerdi.
Osmanlıda okçu tekkeleri vardır, onlar zikrle çalışır hem kollarını güçlendirir, hem kirlerden arınırlar. Okçu pirlerine kemankeş denir ki müstesna insanlardır.
846 metreye ok atarlar ki bugün bu rekor kırılabilmiş değil hâlâ.
Ama ben hiç ok atmadım.
İyi buyur gel at
Ama bilmem ki?
Okçuluk Vakfı’nın elamanları size yayı nasıl tutacağınızı, nasıl gereceğinizi anlatıyorlar. Olmadı bir daha.
VAY BE UNUTMUŞUZ
Bu arada halat germe, çuval yarışı, sek sek, üçtaş, beş taş, ip atlama, kaytan topaç gibi unuttuğumuz oyunlar da tanıtılıyor.
Kedi, köpek ve kuştan başka hayvan tanımayan metropol çocukları kuzuyla, sıpayla, oğlakla tanışıyor sadık dostlarımızın ne kadar sevimli olduklarını görüyorlar.
Doğanları ellemeseniz iyi ederseniz ama yakından bakabilirsiniz. Onların pırıl pırıl tüylerine iri keskin gözlerine vurulacaksınız ihtimal.
Atlı okçular için denilecek tek şey var “Maşaallah”. Yaşları 8-12 arasındaki çocuklar hem iyi bir binici hem de iyi bir nişancı olduklarını gösteriyor, hızla giden at üzerinden attıkları okları ıskalamıyorlar.
5-10 sene evvel böyle bir alt yapı yoktu. Osmanlı yayı bulunmaz bir şeydi, şimdi tezgâhlarda satılıyor. Kuşak, bileklik, zeghir, sadak. İlk başlayanlar bunları kendileri imal ederdi şimdi seç seç al, yapanı da çoğalmış, rekabet sana bana yarıyor.
Güreş zaten millî sporumuz, yarının Koca Yusuf’ları kıran kırana güreşiyorlar çayırda.
LEZZETLER ARASINDA
Sofralarda Özbek’in Buhara pilavı, Tunus’un kuskusu, Tatarın çakçakı, Kazak’ın mantısı, Nogayın çiğ böreği, Kayseri’nin pastırması…
Antep’in bakır işleri, Demirci halıları.
Hangi ot ya da tohum hangi renge boyar, size kök boya hakkında bilgiler veriyorlar.
Bıçak ve çelik üzerine konuşmak isterseniz Yatağan ve Bursalı bıçakçılar keyifle anlatıyor, mesleğin sırlarını fısıldıyorlar meraklılara.
Bu arada Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Filistin, Gürcistan, Kosova, Moğolistan, Moldova, Özbekistan, Pakistan, Senegal, Sudan, Tanzanya, Tunus, Ukrayna, Yemen çadırlarını gezebilir bilgiler alabilirsiniz o ülkeler hakkında.
İdil Türkleri, Bulgaristan Türkleri, Batı Trakya, Boşnaklar, Torbeşler, Arnavutlar, Kosova...
Türk çadırları dert çadırları, Kırım, Uygur, Kerküklüler “La havle” çekiyorlar büyük bir sabırla.
Afgan Türkmenleri, Güney Azerbaycan, Doğu Türkistan...
Çin zulmü, Rus zulmü, Acem zulmü...
Ne bitmez çileleri varmış ama...
.
İşkence adası Nargin
8 Ekim 2019 02:00
Biliyorsunuz Birinci Cihan Harbi’ne Almanya, Avusturya Macaristan, Bulgaristan ve İtalya ittifakı ile gireriz. Bulgarlar erken bırakır, İtalyanlar ise karşı cenaha geçerler kurnazca.
Rusya uyanıktır, İngiltere, Fransa, Belçika, Sırbistan, Yunanistan, Romanya, Portekiz, Japonya, Brezilya ve ABD’nin bulunduğu tarafta durur, yani pastayı paylaşacaklar arasında…
Sarıkamış sıkıntısının ardından Osmanlı bölgeden çekilmeye başlar, Ruslar girdikleri yerde katliam yaparlar. Mesela Ardahan’da bir gün içinde 50 köyü yakar, 500 Müslüman’ın canına kıyarlar.
Yakaladıklarını hayvan vagonlarına tıkar, akıbeti meçhul bir yolculuğa çıkarırlar. İlk durak Tiflis’tir, ölenleri savurur atar, kalanları alır getirirler Hazar kıyılarına.
Harp öncesi Batum ve Odessa’da pastacılık yapan hayli Türk vardır. Ermenilerin teşviki ile onlar da gözaltına alınır, Omsk, Uralsk, Samara, Nijniy, Horkov ve Bakü esir kamplarına yollanır. Subaylar kaçamasın diye Sibirya’ya sürülür. Taaa Çin hududuna, İrkutsk’a.
“Yüz elli kişiyi aşan subay kafilesi, bir Ermeni teğmenin kumandası altında Sarıkamış İstasyonuna getirildik. Dar, havasız vagonlara yerleştirildik. Kor Nehri Vadisi’ni izleyerek akşam vakti Tiflis İstasyonu’na vardık. Pencereler kapalı olarak üç gün keder içinde bekledik. Su, dirhemle verildiğinden bayılanlar oldu. Kimsenin şikâyete hakkı yoktu. Çünkü Moskof elinde esirdik. Onca ricadan sonra vagonda bir aralık açılmasına izin verildi. Çilemiz kamplarda da sürdü. Milletlerarası kurallar yerine getirilmiyor, esir subaylara rütbelerine göre verilmesi icap eden aylıkları ve erlerin istihkakı gasbediliyordu.”
Esirlerin hâli içler acısıdır, onları gözden ırak tutmalıdırlar, Azeriler ayaklanır yoksa. Rus Kızılhaç Başkanı Prens Oldenburg “Götürün atın” der, “Nargin adasına!”
Nargin alçak bir kayalıktır, tepesi kuytusu yoktur, ot bitmez, gölge tutmaz, su bulunmaz, yazın fırın, kışın ayaz... Azeriler Böyyüh Zire derler ona. Zire “cezire”den gelir, Arapça ada.
1814’de yapılmış bir deniz feneri mevcuttur ama metruktur o yıllarda.
Ada haşerat yuvasıdır, hangi taşı kaldırsan altından yılan çıkar. Felaket zehirlidir, hele bi’ sokmasınlar...
Neticede binlerce Türk evladını getirip bırakır, silahlı Ermenileri dikerler başlarına.
Adadaki barakalarda azami iki-üç bin esir barınabilir. Çoğu dışarıda kalır, sığınır sokulurlar yılanlı çukurlara.
Dört yılda adadan 45 bin Türk geçer, 30 bini sağ çıkabilir anca.
Hâlbuki Osmanlı, Rus esirlerini ne zincire vurur ne de aç bırakır. Subayların maaşlarını verir, ısıtır, barındırır, yastık battaniye sağlar. Takas edilecekleri güne sıhhatli çıkmalarını arzularlar.
Nargin’de yemekler iğrençtir. Ezik çürük lahanalar katılır aşa… Tuzu, biberi kim bulmuş, ekmekler küflü gelir daima.
“Sabah arkadaşlar karavana getirirdi koğuşa. Çay bulanık bir sıvı, fena kokardı. Akşamları süpürge tohumu taneleriyle, patates, bazen çorba, bazen lapa kıvamında. Yumrular kazana çamuruyla atıldığı için dibi balçık olurdu daima.”
Ama bir gün etli yemekler tatlılar çıkar, ardından güreş yapmaları ve bar tutmaları istenir. Şaşkın çocuklara “Haydi gidin oynayın” derler, “kumsalda.”
Bunları sahne sahne filme alır, Hilâl-ı Ahmer’in ağzını kapatırlar akılları sıra. Kayıtlar 92 yıl sonra KGB arşivinden çıkar. Bir kısmının beden sağlığını kaybettiği ortadadır.

Çoğu, asabiyeciye muhtaçtır ayrıca.
“1915 yılının ilk ayıydı. Şimdi Kubişef adını taşıyan Samara İstasyonu’na gelmiştik. Bir Rus doktor geldi, şehirde tifüs salgını olduğunu söyledi. Esir trenleri karantina altındaymış. Sonradan Rus gazetelerinden öğrendik ki, öyle bir şey yokmuş, bizi günlerce aç susuz bırakıp ölmemizi beklemişler vicdansızca. (Hüsamettin Tugaç hatıralarından)
Gece Bakü’nün ışıkları görünmektedir. İyi de nasıl haber uçurmalı gardaşlara? Hem duysalar ne yapacaklar? Onlar da tutsak değil mi sonunda?
Bu arada Bolşeviklerin saflarında bulunan siyasetçi Dr. Neriman Nerimanov ‘esirleri muayene’ bahanesiyle adaya çıkar. Gördüklerini bir rapor hâline getirir ve okur Duma’da.
“Burada su çetinlikle ele düşen bir şeydir. Nargin arsa-i Kerbelâ’dır âdeta. Su olanda hörek (tayın) yok, hörek tapılanda (bulunduğunda) su yok. Bu yılan yuvasında yaşamaya değil, ölmeye mahkûmlar. Kuruluktan dilleri göğermiş, açlıktan dudaklarını kemiriyorlar. Sivil esirler içinde 80 yaşında ihtiyarlar, iki yaşında körpeler var.”
Mahallî basın ve kanaat önderleri devreye girer. Esirlere yardım için çırpınırlar. Balalar ellerindeki çörekleri Hazar’a atar, öyle ya belki ola varır adaya…
Açık Söz, Basiret, İkdam, Son Haber, Sada-yı Kafkas’ta çıkan haberler üzerine Çar II. Nikola açıklama yapmak mecburiyetinde kalır kamuoyuna.
Bu esnada Bakü zenginlerinden Sona Hanım Cemiyet-i Hayriye’yi kurar, gazetelere ilan vererek halkı çağırır yardıma. Muhtaçlara Kömek Cemiyeti de üstüne düşeni yapar fazlasıyla.

Azeriler gıda ecza ve kıyafetlerle hayra koşarlar. Şehir eşrafından Ali Asger, Hacı Zeynel Tagiyev servetlerini feda ederler bu uğurda.
Cemiyet-i Hayriye’nin hizmetlerden biri de, nakil esnasında ölen müminlerin İslami usullerle defnedilmesidir. Sefer Aliyov’u bu işle vazifelendirirler. Lakin Ruslar Nargin’deki naaşları vermez, toplu mezara atar, üzerlerine kireç serperler bolca. Ne zaman ki, elli oldu kapatırlar. Sonra bir çukur daha.
“Ayşe Hanım millî hisleri kuvvetli bir hanımefendi idi. Her fırsatta ziyaretimize gelir, bize ‘Asker evlatlarım’ derdi. Âdeta kampın annesiydi. Bayram sabahları yanımızda olurdu mutlaka. Kâhyası neredeyse maaşımız kadar harçlık sıkıştırırdı avucumuza. Sonra birer kat çamaşır, ayakkabı vesaireyi muhtevi bohçalar... Onu merasimle karşılar, tabur hâlinde selamlar, uğurlardık dualarla. Merhum İsrafil Gacırof’un zevcesi Seniha Hanım da her hafta zabitan ve efradımızı ziyaret ederdi. Yaralarımıza bizzat pansuman yapacak kadar şefkatliydi. Ancak Ruslar onu adaya sokmadılar.” (Ahmet Göze)
Bakın şu işe ki Sona Hanım’ın konağında çalışan Rus kâhya Nargin’deki generalin akrabası çıkar. Komutanı davet eder meramlarını anlatırlar. Esirlerin haftada bir gün Bakü’ye gelmesi hususunda izin koparırlar. Onları sahilde karşılar ve aralarında paylaşırlar. Evlerine götürür, yıkanıp paklanmalarını sağlar, temiz çamaşırlar seçme kıyafetlerle donatırlar.
Esir subaylar her pazar muhafızlar eşliğinde şehre getirilirdi. Onları görmek için iskeleye koşardık. Şehrin zenginlerinden Topçubaşı Ali Merdan Bey, Nagiyev, Tagiyev ve Kuluyovların hususi otomobilleri beklerdi. Çatana gelince Türk subaylarını arabalarına oturtur, şehri gezdirir, evlerinde ağırlarlardı.
Azeriler esirleri getirip götürürken çifte sandal kullanır, deniz kabardığında biriyle kaçırır, diğerini alabora eder bırakırlar. Ruslar boğulduklarını sanır, takibe almazlar. Kaçıp kurtulanlardan biri de Vecihi Hürkuş’tur mesela. Esirler İran’a geçirilir, Tebriz yolu ile yollanır Anadolu’ya. Azeriler en güçlü atlarını onlara bağışlar.
Gerçekten büyük fedakârlık, ya ortaya çıkarsa?
Nitekim çıkar, Ruslar üseraya (esirlere, kölelere) yardım eden kim varsa evlerinden toplar, hemen o gece dizerler kurşuna. Sona Hanım ve Ali Asger Bey de vardır aralarında.
“Türk esirleri kaçıran teşkilat umumiyetle talebelerden ibaretti. Sayımız azdı, ancak Bakü’de yaşayan eşraf, bilhassa hanımlar kesenin ağzını açtılar. Esirlere silah ve fener göndermeyi başardık. Kayıklarımız, gece yarısı gizlice adaya yanaşır, kaçırılması planlananlar anakaraya ulaştırılırdı. Bir gün 16 subayı Nargin’den aparmış, kayığı Zığ Burnu’nunda saklamıştık. Gece çıkan fırtınada sandal ipini koparmış, sürüklenmiş açığa. Ertesi gün Rus gazetelerinde firari subayların boğuldukları yazıldı. Hâlbuki Cemiyet-i Hayriye’deydiler o sıra.” (Seyyidli Mir Aziz)
Şehirlerimiz kasabalarımız işgale uğradıkça Azeriler topladıkları paraları Anadolu’ya yollarlar. Bir ara sorarız; “Miktar artıyor, bunları nasıl ödeyeceğiz sonra?”
Güler geçerler; “Kardeş kardeşe borç verebilmez, kömehlik (yardım) edebiler anca!”
Mehmet Emin Resulzade başkanlığındaki Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti ilan edildiğinde (28 Mayıs 1918) Osmanlı Devleti tanır ilk defa.
Ancak Bakü, Ermeni ve Bolşevik çetelerin elindedir hâlâ. Azerbaycan hükûmeti, faaliyetini Gence’de sürdürebilir zorluklarla. İstanbul hükûmeti kardeşlerini yalnız bırakmaz, Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslam Ordusu yardıma koşar. Göyçay, Salyan, Ağsu ve Kürdemir’i katillerden arındırır, 15 Eylül’de Bakü’yü kurtarırlar. Bu arada 1.130 evladımız şehit düşer, dile kolay!
Nargin elimizdedir artık, esirler derin bir nefes alır nazlı hilalin altında.
Ama ne yazık ki Azerbaycan, Nisan 1920’de Kızıl Ordu’nun hukuksuz işgaline uğrar.
Hürriyet meşalesi 70 yıl sonra yanacaktır bir daha.
20 Yanvar (Ocak) 1990’da, Azadlık Meydanı’nda!
Ruslar sıcak denizlere inme sevdası ile bize saldırırlar. Çarların sabıkası çoktur, Bolşevikler de aşağı kalmaz milyonlarca Türk’ü yerinden yurdundan eder, milyonlarcasını dizerler kurşuna…
Kaldı ki Rusların ve Acemlerin anlaşmalara uymamak gibi bir huyları var. İpleri ile inilmez kuyuya.
Astana’da gülücük dağıtanlar, İdlib’de çocuk katledebilir vicdansızca…
Tamam alalım satalım ticaret yapalım ama bu kadar unutkanlık da hoş değil.
Eğer “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü doğruysa...
.
Okkalı tokaçlardan dijital tuşlara
9 Ekim 2019 02:00
Suyunu bakır kazan, ya da termosifonla ısıtan kaldı mı acaba? Hangi evde galvaniz leğen, mayi sabun, çivit, kola bulunur bu saatten sonra...
Eskiden mahalle çamaşırhaneleri olurdu, lülelerinden 7/24 su akar. Sokağın eli belinde bir teyzesi vardır, milleti koyar sıraya. Sen salı geleceksin sen çarşamba! O gün çamaşırhane emrinize amadedir. Temiz alıp temiz bırakacaksınızdır, yoksa var ya, nokta nokta...
Olmadı bahçeye piknik tüpü oturtursunuz, kazan inceden fıkırdamaya başlar. Beyazlar zaten akşamdan yatırılmıştır çamaşır suyuna. Maşrapa maşrapa haşlak su alınır. Galvaniz leğende kalıp sabunla çitilene çitilene köpürtülür. Kadınlar titizliğine göre ikinci su, üçüncü su yıkar ve mutlaka şartlarlar.
Çamaşır sıkmak bilek ister. Koca çarşafları öyle bir kapıp kıvırırlar ki, gemi halatı gibi gıcırdar. Serer kurutur, jilet gibi katlar, ıtırlansın diye lavanta bırakırlar aralarına. Renkliyi herkes yıkar da beyazı kar gibi ağartmak ihtisas mevzuudur aslında. Hem hırpalayıp örselemeyeceksin hem de zerre miskal kir kalmayacak.
O beyaz ötesi rengi yakalamak için çivit atılır son suya. Çamaşırı sarılıktan kurtarır, tatlı bir mavilik hâkim olur havaya.
Aslında çamaşırı ağartan güneştir, yalapşap yıkasan bile temmuz günü astıysan kâğıt gibi olur evelallah. Bir de bacaların zift tüttüğü gri şubatlar var di mi ama?
PEK DE HAMARAT!
İyi gelin çamaşır yıkamasından belli olur, hanımnineler gözlüklerinin üzerinden bakar “Ah bu kız pek erbap” derler. “Anasına mı çekmiş ne, zaten bunlar sülalecek hamarat.”
O kız evde kalmayacaktır, yazın bir kenara!
Hâli vakti yerinde olanlar çamaşırcı kadın tutarlar. Vatandaş kararlaştırılan gün erkekler çıktı mı eve damlar. Beş on tuğlayla ocağı kurar, odunları yarar, yakar. Kara kuru bir şeydir ama parmakları çivi gibidir âdeta. Benim diyen bornozları mendil gibi sıkar, dirseklerinden köpükler akar. Çamaşırcılara asla uşak muamelesi yapılmaz adı “filan hanımteyze”dir, yemeğe birlikte oturulur, yastıklar konur arkasına. Çörek börek tarifi verir, dantel örnekleri alır, sanki güne gelmiş hanımabla.
Garibin saltanatı da o kadardır zaten, akşam hayırsız oğlu ya da ayyaş kocası parasını elinden alacaktır ihtimal. Bu yüzden bir ilave çıkıntı yapılır ki, çaktırmadan atsın zulaya. Bir de torba katılır yanına, kullanılmayan fistanlar, terlik pabuç, bulgur tarhana.
MADEM SU VAR...
Kaba çamaşırlar, keçeler, kilimler derede yıkanır, yatırılır bir taşa, dövülür tokaçlarla. Tamam halılar her hafta silkelenmektedir ama arada bir ırmakta yatsındır di mi, su girsindir ilmekler arasına.
Kazlar ördekler alışkındır bakmazlar bile şamataya.
Çamaşır ne kadar çalkalanırsa o kadar temiz olur, isini pisini bırakır suya. Bu yüzden denizciler üstünü başını bir sepete koyar, sallarlar suya. Gemi gittiğine göre su iliklerine işleyecek, kirleri sökecektir sonunda.
Yıllar evvel Ohri civarında rastlamıştık, suyu kanala almış çağlayan gibi yüksekten akıtmışlar. Çamaşırları altına bırakıyorlar. Bilmem kaç batmanlık değirmen taşlarını fırıldak gibi çeviren ark, toz, toprak bırakmıyor çulda çaputta.
İyi de alıp götürmez mi? Hayır tahtalar çakılmış yöresine yanına. Anlamadınız tabii, siz en iyisi Seyyah-ı Fakir’i seyredin, Raşit Kardeş’imiz tafsilatıyla girsin mevzuya. Ama suyumuz o kadar bol değil, o zaman ne yapacaksın? Çamaşırı gezdireceksin sabit kapta. Makinelerin mantığı da o zaten, çevir o yana, çevir bu yana.
YOK DAHA NELER?
17-18. yy.da Avrupalı zenginler değişik kıyafetler diktirir dolaplarını doldururlar. Evde çamaşırla ilgilenen birkaç hizmetçi olur; yıkar, asar, ütüler, kola çekerler yenlere yakalara.
İyi de adamlar abdestsiz, taharetsiz. Bir ömür yıkanmamakla övünüyorlar. Haydi kokuyu parfümle bastırıyorlar ama kir, katman katman. Horhor hamamına götürüp keselesen rögarları tıkar.
İlk çamaşırhane 1837’de Newyork’ta açılır. Duyanlar “Yok daha neler” deseler de gün gelir girerler kuyruğa.
Sierra Nevadalı altın avcılarının, çamaşırla kaybedecek vakitleri yoktur. Belki de aradığı sarı külçe şu an tıngır mıngır yuvarlanıp gelmektedir o yana. Verir birkaç sent, yıkatır Çinli çamaşırcıya. Sonra bir bakar; Çinli patron olmuş, o hâlâ dere yataklarında kalbur sallamakta..
Afrika’da da çamaşır erkek işidır, gassaller (ölü yıkayıcıları) müşteri bekler nehir kıyılarında.
Bizde pazartesi çamaşır günüdür, o gün kızartma yapmasanız iyi edersiniz, kokusu sinebilir urbalara.
Komşu o gün kar gibi beyaz çamaşırlarını serdi, sizin de halı dövesiniz geldi.
Karakolda biterse iyi, kaçıp kaybolsanız iyi ederseniz, yoksa domdom kurşunuyla…
HER EVE LAZIM
İlk çamaşır makinesi ABD’de ortaya çıkar (1900’ler) Maytag adlı bir firma servi ağacından bir fıçı yapar. Yanındaki çarkı çevirirsiniz, krank hareketi alır, aktarır volana.
Sonra bir Wringer (merdane) eklenir yamacına. Derken elektrik motorları takılır, cereyansız çiftlikler için içten patlamalı motorlarla tahrik edilir hatta. O günlerde merdane vakaları çoktur, kadınlar ellerini kollarını kaptırırlar, hele saçından yakalamasın kafa derinizi yüzer maazallah. Bu yüzden Easy Release (boşalt bırak çubuğu) eklenir bir kenarına.
Küvetler de gelişir ahşaptan galvanize, sırlı çinkodan alüminyuma. Bir ara porseleni dener, sonra metali camla kaplarlar, biliyorsunuz emaye diyoruz onlara.
Çarklı, şanzımanlı, kurutmalı, durultmalı derken programlılar çıkar. Komut verirsiniz. Saat 17.00’de başla! On dakika sonra kapat, geç uykuya! Suyunu kendi ısıtır, deterjanını kendi alır, yıkar, paklar, sıkar. Size asmak kalır. (Eee onu da yapın ama)
EŞSİZ FORMÜLÜYLE...
Benim tül perdelerim niye eller günler gibi bemmmbeyaz diil. N’apsam acaba?
Böyle bir muhabbet açıldı mı; tuz at, sirke kat, limon sık diyenler çıkar, yakayı kaptırırsanız dağa yollar, havlıcan toplatırlar.
Birde inatçı lekeler vardır, çay, kahve, çimen, sandık lekesi gibi. Hele mürekkep, vişne, şalgam, karadutum çatalkaram...
Kan kurutmaya gelmez, henüz sıcakken yıkayın, iz bırakmayın ortalıkta.
Bu arada birileri deterjanını değiştir diye asılacaktır mutlaka.
İlk deterjanı ABD’li bir firma sürer piyasaya. Ve bu ürün (Tide) sahibini imparator yapar (Procter and Gamble). Ancak taşıdığı fosfat çevre düşmanıdır, göllerin denizlerin canına okur zamanla. Sonra “Biz bu organik kirleri bakterilere yedirsek” fikri parlar, işin içine enzimleri katarlar. Mikropluk nereden baksan!
ÖLÜMÜNE SEVDA
Kalsiyum klorür, Glauber tuzu derken sodyum hipoklorit (çamaşır suyu) arzıendam eyler alkışlarla.
2NaOH + Cl₂ = NaCl + NaClO + H₂O
NaCl tuz, H₂O su, onları biliyorsunuz. Aradaki NaCLO ise kirleri çözer parçalar ki, kısaca “hypo” diyebilirsiniz ona. (Ben kopya çektiğimden biliyorum, kimyam nakıstır yoksa)
Hipoklorit kirlerle birlikte lifleri de hırpalar, sonra “Ayşe Teyze cırt!” Hadi bakalım çarşaf iki parça. Bazı temizlik hastaları da, banyo ovalarken tuz ruhu, çamaşır suyu ne varsa boca eder ayakaltına.
O kokuyu hatırlıyorsunuz değil mi? Hani hafif ekşimtrak! Felaket zehirleyicidir, o çıkan klor gazı Birinci Cihan Harbi’nde kimyevi silah olarak kullanılmış ve yasaklanmıştır “zinhar” kaydıyla. Eğer soluduğunuz havadaki nispet, litrede 2,5 miligramı aşarsa buyurun cenaze namazına. Kir sökücüler, ağartıcılar, parlatıcılar, sentetik kokular, yumuşatıcılar... Hani bir nevi kimyevi saldırı, hangisinden kaçacaksın sonunda?
Sonra sorarsınız:
Bu çocuk niye astım oldu acaba?
.
Kumbarama kum dolmuş
20 Ekim 2019 02:00
Para simit içindir, çekirdek içindir. Şimdi delikli kırk para uzatsan çifte kavrulmuş lokum verirler mi sana?
Eskiler almayı değil vermeyi öğretirmiş evlâdına.
Hayır sahibi sadaka taşına para bırakır, ihtiyaç sahibi lüzumu kadar alırmış yalnızca. Düze çıkınca o koyarmış bu defa.
Mütedeyyin insanlar oğullarını kasada oturtmaz, tahsilata yollamazmış. Şimdi alamaz satamaz hırs yapar. Bırak para cebinde dursun, kalbine girmesin asla.
Derken bankalarla tanışırız. Bunlar rejimle ilintili müesseselerdir, ayakta kalmak için halka yaslanırlar. Gözleri fukaranın tasarruflarında. “Sakın yemeyin, verin bana!”
Kumbara alın çocuklar, kumbara, kumbara... Maarif nezareti reklam ajansı gibidir âdeta.
Para para para! Paragöz olup çıkarız sonunda.
Görüyorsunuz işte şu doymaz iştiha, rakip karalama, tuttuğunu kopartma, borç sallama...
Efendim ak akçe kara gün için…
İyi de o biriktirdiğimiz akçeler tedavülden kalktı, kenarda dursaydı ne işimize yarayacaktı acaba?
Para yemek içindir, simit içindir, çekirdek içindir. Şimdi delikli kırk para uzatsan çifte kavrulmuş lokum verirler mi sana?
O üzerinde zenci kızın resmi olan çikletten alabilir misin on sarı kuruşa?
Yok.
Eee daaa ne o zaman. Biriktirdik de n’oldu, bizim bonbonlar, sakızlar gitti araya.
HİLAL-I AHMER DEĞİL
Velev ki tedavülden kalkmasa enflasyon devalüasyon eritecekti, yine bize kalmayacaktı sonunda.
Demek ki bu kumbara teşvikinde hesap başka. Safmışız, posterlere bakıp gelmişiz İhap Hulusi’nin gazına.
Bir kere bankalar hayır müessesesi değildir. Müteşebbis para dağıtmak için değil, servet katlamak için banka açar.
Sen tezgâh kurarsın, malzeme alırsın, ter dökersin, zarar da edebilirsin sonunda.
Ama faizci 7 / 24 kârda, boş yok, iş yapsa da kazanır, yapmasa da…
Diyelim mudiden yüzde 5’le topladı, ele güne yüzde 15’ten çakar. Vadesine göre yüzde 25’e, yüzde 35’e çıkar.
Bir nevi tefecilik, ikisi de para satar sonunda.
Batılılar derler ki: “Bankacı yaz günü şemsiye verir, kış günü elinden almak için.” Oturur teklemenizi bekler, hele bir ay aksat, muacciliyyet kesp eder, borcun tamamını ister ivedi kaydıyla.
Ödeyemeyeceğinize göre…
Ev aldıysan evine çöker, araba aldıysan arabana. Bir bakmışsın icra kapıda.
Hani o imza atarken üşenip de okumadığımız minik minik yazılar var ya!
Paşa paşa parmak basmışsın itirazın mânâsı yok bu saatten sonra.

ŞIŞŞT KUŞA BAK
Şimdi algı diyorlar Bankalar muhakemenize yön vermek için ikna usullerini kullanırlar. Demir, Tütün, Pamuk, Öğretmen, Sınai Kalkınma gibi isimler taşırlar, sanırsınız ki adı geçen sektörler onlarsız duramaz ayakta.
Katı ve kuralcıdırlar, alacaklarına kartal olurlar.
Bankalara sıcak bakmayan aileler çocuklarına kumbara almaz, Filiz çayı kutularını ya da Oralet kavanozlarını verir, “bu da olur” derler tıfıla.
Bak onlar zararsızdır. Lâzım olunca açabilirsiniz pekâlâ.
Ama banka kumbarasından para çıkarmak büyük muamma. Ters çevirip sallamakla düşmez, köpek balığı gibi dişleri vardır zira. Ya kilidi filkete ile açacaksın, ya da çay kaşığı marifetiyle dilini kanırtıp, kaydıracaksın ustalıkla. Bir nevi soygun, kendi parasını çaldırtırlar adama.
-Sana ne kumbara benim değil mi?
Bu kopiller ilerde hortumlayacakları bankalar için de öyle diyeceklerdir: Sana ne banka benim değil mi?
Hâlbuki iyi aile çocukları annesinin elinden tutar, dolu kumbarasını şubeye götürür, aferin sedalarıyla koyar bankoya. Memurelerin dudakları gülümsese de dişleri gıcırdar. Şimdi avuçla kuruş sayacak, iş alacaklardır başlarına.
Gönlünden koparsa bir çocuk dergisi uzatır, onda da mizah macera arama.
DAMLAYA DAMLAYA SEL OLUR
Bence koz helva ve şambalı daha fazlasını verir çocuğa. Kaynamış mısır, kestane kebap, tuzlu fıstık ona keza. Pestil bastuk, iğde de lezzetli taamlardır, keçi boynuzu, kırık leblebi de olur icabında.
Gün bu gün, dem bu dem, bırakın yesin, ağzının tadı varken daha. Büyüyünce hasret kalacak nasıl olsa.
Çıkarın kâğıtlarınızı kompozisyon yazacaksınız. “Konu ‘Damlaya damlaya göl olur’ çocuklar. Süreniz 45 dakika…”
Muallimanım kâğıtları toplar. Üç aşağı beş yukarı hep aynı cümleler yazılmıştır. Kendisi de mevzuya girer, başlar tafsilata: “Eveeet. Demek ki ne yapmıyormuşuz? Öööle her özendiğimizi almıyor, paramızı biriktiriyormuşuz kumbaramızda. Bunlar hesaplarınıza yatacak, mevduatlarınız sanayii tesisi olacak. İstihsal ve istihdamımız artacak. Bilahare yurt kalkınmasında ve çağdaş uygarlık yolunda…
İyi de örtmenim çağdaş uygarlığı kaymaklı dondurma gibi yalayabilir misin? İstihsal dediğin şey geğirince burnunu yakan Niğde (Cincibir ve Pertek de olabilir) gazozunun keyfini sunabilir mi adama?
Eğer bi lahmacun sardırdım diye ülkemiz kalkınamayacaksa…
Yapacak bişi yok, kendi bilir valla. Domates de doğratmışım, soğan maydanoz koydurmuşum arasına.
Yok yeme, paranı bankaya.
Ulen ben o kumbarayı paralamaz mıyım, paraları da sarf etmez miyim bizzat seyyar esnafımızın desteklenmesi hususunda!
 
BAS BAS PARALARI...
-Ama küçük bey, tasarruf ettiğin meblağ yüz liraya ulaşırsa…
-Eeee?
-Bir hesap açarız sana, yıl sonu çekilişine katılırsın. Bir değil, iki değil, tam üç apartman dairesi... Belki de büyük ikramiye senin mudi numarana...
Bir nevi lotarya!
Batıda kumbaralar hep domuz şeklinde olur, besle besle doymaz, hınzırda da ne mide varsa ama.
Kumbara kumbara / İçi dolu çil para
Şık şık şık sese bak / Tıngırtısı ne sıcak
Eğer darda kalırsak / Bunlar bize bakacak
Laf! Duy da inanma. Meğer bizi böyle böyle kandırmışlar. O kuyruklu Kadillaklara binmek kolay mı yoksa?
Şimdi başka bir dümen buldular, “al sana kart, hayatını karart. Varsa da kot mont al, yoksa da.”
-E hani tasarruf?
-O eskidendi koçum, bak dalgana...
ASLI HUMBARA
Kumbara kelimesi akla “kum gibi para” getirse de aslı Farsçadır “Humbara!”
Bunun hususi esnafı vardır, Humbaracı Yokuşu’nda sıralanırlar omuz omuza. Humbara içine çivi bilye ve barut konan döküm kutulardır, yani bir nevi parça tesirli bomba.
Elimizde patlamış meğer. Sonradan geldi aklımız başımıza.
Kumbara Türkiye’ye 1928’de gelir, o döküm alametler Şakir Zümre tesislerinde imal edilir ki kız çocukları ütü yerine kullanırlar evcilik oyununda.
Gülle gibi ağırdır, karşılıklı açıldığında kapılar çarpmasın diye eşiğe konur icabında.
Erkek çocukların bütün hayali bir bisiklettir, yemez içmez kuruşları tıkıştırırlar kutuya. Hayal işte, güya gidonu şeritlerle saracak, boncuklar takacaktır jantlarına.
Hâlbuki bisiklet kumbaranızdaki mangır miktarı ile değil babanızın kalınlığı ile alakalıdır. Orta direk için hayli müşküldür, düşün eve odun kömür alınmamış daha…
-E ben bu paraları boşuna mı biriktirdim?
Mahzun olursan bir yimbeşlik sıkıştırırlar avucuna. Gider velespit kiralar, kurdunu dökersin Kuşdili
Çayırı’nda...
.
Sömürdüler semirdiler
21 Ekim 2019 02:00
1884 Berlin Kongresi’ne 14 devlet katılır, oturur dünyayı taksim ederler kendi aralarında. Almanlar hem Doğu hem de Güney Batı Afrika’ya çöker. Namibya madenlerinde insanları kırbaç zoruyla çalıştırırlar. Halkın kalkışmasına karşı 19 bin Alman askeri gelir. Yerlileri kuşatıp tetiğe basarlar. Bostwana sınırına sadece bin kişi ulaşabilir. Almanlar, Herero nüfusunun yüzde 80’ini, Namaların ise yarısını ortadan kaldırır.
İngiliz’in, Fransız’ın, İspanyol’un, İtalyan’ın, Portekizlinin, Rus’un, Belçikalının ve Hollandalının sömürgeci olduklarını biliriz. Ancak Alman dendi mi çalışkan disiplinli bir halk gelir hatırımıza. “Oturmuş üretmişler” deriz “bir yere geldilerse bileklerinin hakkıyla.”
Meğer öyle değilmiş aslında.
Almanya’yı Almanya yapan Bismark, sömürgeciliğe karşıdır. Buna rağmen Carl Peters, Otto Kester ve Robert Flegel, Afrika’ya gider işgal için keşif yaparlar. Adolf Lüderitz ve Woermann gibi nüfuzlu müteşebbisler Bismark’ı sıkıştırmak için “Sömürge Partisi” kurarlar.
Demir Şansölye, “Şark Meselesi” hakkında “Pomeranyalı bir askerin kemiklerine değmez” der, kanlı işlere bulaşmaz.
Ancak İmparator Wilhelm ölür. Yerine geçen 2. Wilhelm açgözlü ve saldırgandır, Başbakanı azleder, rotayı çevirir Afrika’ya.
Yeni siyaseti dünyaya açılmak (Welt Politik) üzerine kurar, İngiltere ve ABD’nin pazarlarında boy göstermeye başlarlar.
Coğrafyacı Friedrich Ratzel Almanya’nın büyümesi için alanının da büyümesi gerektiğini söyler. Evet, ülkeleri küçük, şehirleri kalabalık ve karanlıktır. 1 milyon 250 bin kişi istikbal endişesiyle kaçmıştır Amerika’ya.
.jpg)
O SANA BU BANA
1875’lerde Afrika’nın sadece onda biri sömürgedir. 20 yıl içinde bu nispet %90’lara çıkar. Avrupalılar kıyılardan içerilere girer, arka bölgelere de (hinterland) sarkarlar.
Hızlı sanayileşmenin ardından ham madde ihtiyacı artmış, kaldırılan kölelikten ötürü gelirleri azalmıştır. Doymuş Avrupa piyasası onları kesmez, artık yeni pazarlar bulmalıdırlar.
1884 Berlin Kongresi’ne 14 devlet katılır, oturur dünyayı taksim ederler kendi aralarında. Aslan payını İngiltere ve Fransa alır. Almanlar hem Doğu Afrika’ya çökerler (Zengibar merkez Togo, Kamerun, Tanzanya) hem de Güney Batı Afrika’ya “Deutsch Südwestafrika”...
O günlerde Namibya’da Herero ve Nama adlı iki kabile yaşar. Bunlar okuma yazma bilir, ateşli silahları tanırlar. Sanatkârdırlar sonra.
Almanlar önce bir sahil kasabasına yerleşir (Lüderitz). Kum, güneş, deniz... Balık filan tutar, denizin tadını çıkarırlar.
Bölge idarecisi (Reichskommissar) Heinrich Körring (nazi Herrman’ın babası) vatandaşlarını ısrarla çağırır Namibya’ya. Derken civarda elmas bulunur ve Hans’ın hırsı artar. Daha kalabalık gelir, atlarını, itlerini de getirirler yanlarında. Onlarla birlikte sığır vebası yayılır, sürüler kırılır bir anda. Yerliler çaresizdir, ser sefil kalırlar ortalıkta.
Almanlar için fark etmez, zaten madenlerde insana ihtiyaç vardır, çalıştırırlar boğaz tokluğuna.
Bu arada halkı alkole alıştırır, ıvır zıvır satıp borçlandırır ve topraklarını ellerinden alırlar.
.jpg)
ZAYIFLAR İMHA!
O günlerde ırkçılık pek popülerdir, hareketini Darwin’den alan teoriye göre, sadece güçlüler ayakta kalmalı, siyahlar, sakatlar, fakirler ayıklanmalıdırlar. Düşkünler imha edilsin ki gıda güçlülere kalsın. Beyaz adam gürbüzleşsin güzelleşsin, sahip olduğu meziyetleri sonraki nesillere aktarsın.
Kavmiyetçi Almanlar, yerlilerden nefret eder, siyahilerin kaldırımda yürümesini, ata ve bisiklete binmesini, kütüphaneye girmesini yasaklarlar. Beyazları görünce durmalı, eğilip yol vermelidirler saygıyla.
Fukaralar, aşağılanır, dövülür, tartaklanırlar. Ücretini alamamış bir yerli ya da ırzına geçilmiş bir kadın... Hiç problem değildir, hatta karikatür malzemesi olur Alman matbuatında.
Şikâyet edecekleri bir merci yoktur, mahkemede 7 yerlinin şahitliği bir Almanı karşılamaz. Namibyalılar sudan bahanelerle sallandırılır, Alman suçüstü yakalansa da ceza almaz.
O günlerde işgalcinin biri kabile reisinin gelinine tecavüze kalkar. Olacak şey değildir, tesirsiz hâle getirirler oracıkta.
Gerginlik çatışmaya döner, işgalciler 100 adamlarını kaybedince paniğe kapılırlar. Hâlbuki Almanlar ateş ederken kadın çocuk ayırmaz, yerliler ise sadece silahlı erkeklere mukabelede bulunurlar.
İĞRENÇ KATLİAM
İmparator Wilhelm benzer kalkışmaları kanla bastıran bir zalimi fevkalade yetkilerle donatıp Namibya’ya yollar… Adrian Dietrich Lothar von Trotha! Kendisi Prusyalı bir aristokrattır, Yahudi Lucy Goldstein ile evlenecektir daha sonra.
Trotha 19 bin askerle gelir, topları mitralyözleri vardır yanında. Nitekim Waterberg’de halkı kuşatıp tetiğe basarlar, zemin kıpkızıl kan.
Katliamdan kurtulabilenler Omaheke (Kalahari) Çölü’ne kaçar. General bunu önceden hesaplamış, kuyuları zehirletmiştir, içenler yığılıp kalır, kurda kuşa yem olurlar.
Bostwana sınırına sadece bin kişi ulaşabilir. Kalanları zincire vurur kamplara kapatırlar. Erkekleri inşaatlarda çalıştırır, kızları keyifleri için kullanırlar. Bir sürü nesebi gayri sahih çocuk doğar, garipler heder olur dikenli teller arasında.
Hererolar aşağı yukarı yok edilmiştir, şimdi sıra gelir Namalara. Namalar savaşçı bir kabiledir. General, silah bıraktıkları takdirde onları bağışlayacağını vadeder ama sözünde durmaz. İş gücüne çok ihtiyacı vardır zira.
KAMP DEĞİL KÂBUS
Toplama kamplarının en korkuncu Köpek Balığı Adası’dır. Mahkûmlar dalgakıran inşaatı için gün boyu denizde çalışırlar, sırtlarında su aygırı derisinden yapılan kırbaçlar (sjombak) şaklar. Gıdasızdırlar, hayvan leşlerini yemek zorunda kalırlar. Dizanteri yüzünden her gün on kişi ölür ortalama. Burası çok rüzgâr alır, gece ayazda kalırlar. Almanlar ölenleri otopsiye alır, ırkçı deneyler yaparlar. Teferruatlı incelensin diye kafataslarını Berlin’e yollarlar. Alman antropolog Eugen Fischer ve asistanları malzemeyi değerlendirir, bilimsel makaleler (!) yayınlar.
Kesik kafalar etten deriden arındırmak için camla sıyrılmalıdır. Bunu bilhassa maktulün yakınlarına yaptırırlar.
Kadavra kalıntıları ise savrulup denize atılır. Bu yüzden köpek balıkları fink atar civarda. Vali Theodor Leutwein huzursuz olur, Şansölye Bernhard von Bülow’a yazdığı mektupta generali şikâyet eder açıkça.
Cevap bile verilmez, caniye toz kondurulmaz.
BİLİMSEL IRKÇILIK
Kafataslarının yollandığı Berlin KWI-A enstitüsü ırsiyet faraziyeleri üzerine araştırmalar yapar. Hem devlet tarafından finanse edilir hem de Rockefeller Vakfı tarafından. Cizvit Hermann Muckermann ve Katolik Kilisesi de bağışta bulunur ayrıca.
Güdümlü nüfus politikalarıyla sosyal refahı yükselteceklerini sanır, ırkçılığı meşrulaştırmak için bilimin arkasına sığınırlar.
Enstitü 2. Cihan Harbi’nde hava saldırılarına maruz kalır ve taşınır (1944). Ele geçmesin diye dosyaları yakarlar.
Irkçılara göre “İnsanlar homojen canlı türü değildir. Ariler (üstünler) ile ilkeller (siyahiler, kızılderili ve Asyalılar) bir tutulamazlar. Bunu ispat için hayli insan doğrarlar.
BM’nin yayınladığı Whitaker Raporu’na göre (1985) Almanlar Herero nüfusunun yüzde 80’ini, Namaların ise yarısını öldürmüştür. 20. yüzyılın ilk soykırımı diye geçilir kayda.
.jpg)
YAZ TAHTAYA...
Dostumuz müttefimiz (!) Almanya 1. Cihan Harbi’nde mağlup olunca Afrika’dan çekilir.
Peki Namibya hürriyetine kavuşur mu?
Hayır! Bu defa da düşerler İngiliz’in kucağına. Bağımsızlıklarını elmaslar bitince ilan edebilirler anca (1990).
1998’de Almanya Cumhurbaşkanı Roman Herzog, Namibya’yı ziyaret eder. Herero lideri Munjuku Nguvauva, resmen özür dilenmesini ve tazminat ödenmesini ister “Atalarımızın kemiklerini de gönderin” der üstüne basa basa.
Ne özür, ne tazminat, göstermelik beş on kuru kafa yollarlar o kadar. Yok biz size teknik yardımda bulunacağız da filan.
Bu defa ABD’de dava açar ve işgali finanse eden Deutsche Bank’ı sıkıştırırlar. Deliller ortadadır ama Washinton’un da sabıkaları vardır, aman emsal olmasın sonra.
İngilizler Kenya ve Hindistan’da, Fransızlar Cezayir ve Anadolu’da, Hollandalılar Java ve Sumatra’da, Ruslar Hive ve Buhara’da benzer katliamlara imza atmıştır. Tazminat taleplerini duymazdan gelir, kulaklarının üstüne yatarlar.
Katliamın 100’üncü yılında Kalkınma ve İşbirliği Bakanı Bayan Heidemarie “ahlaken ve hukuken işlenen suçları kabul ediyoruz” açıklamasını yapar ama tazminat yerine vaat verir bolca.
Yaz tahtaya bir daha... Sarı çizmeli Heidemarie...
.jpg)
KADINLARI VE ÇOCUKLARI DA!
General Trotha, 2 Ekim 1904’te “Vernichtungsbefehl” (yok etme emri) yayınlar:
Ben, Alman birliklerinin büyük generali, bu mektubu Herero halkına gönderiyorum. Hererolar artık Alman uyruğu değillerdir. Katil ve gaspçıdırlar. Bu toprakları terk edecekler. Yoksa bunu “Groot Rohr” (toplar) aracılığıyla yapacağım. Sınırlarımız içindeki her Herero, silahlı ya da silahsız, sığırı olsun ya da olmasın vurulacak. Bu saatten sonra kadın çocuk gözetmeksizin hepsini süreceğim ve öldürülmelerini emredeceğim. Söyleyeceklerim bu kadar!
Şu an Namibya’da yaşayan Alman azınlık pişman görünmüyor, hatta geçmişte yapılanları müdafaa ediyorlar inatla.
.
Bilge Sultan rasat başında
30 Ekim 2019 02:00
‘Orta zamanda astronominin son sözü Uluğ Bey’dir, biz daha ötesine teleskopla geçebildik anca.’
Uluğ Bey, Azerbaycan’ın Sultaniye şehrinde doğar (Hicri 796). Asıl adı Mirza Muhammed Taragay bin Şah Ruh’tur.
Doğduğunda dedesi Timur Han seferdedir. Haberi duyunca çok sevinir, torunun hatırına esirleri bağışlar.
O zamanlar Asya’da hanedan çocukları ninelerinin yanında yetişirilir, Uluğ Bey de annesi Cevher Şad Hanım’dan alınır, Saray Mülk Hatun’a emanet edilir.
Timur Han’ın yanında olması çok şey katar ona, düşünün elçilerin kabul merasimlerine katılır, muhaberatın getirdiği haberleri duyar. Timur Han torunundan bir şey saklamaz “Uluğ Bey” (ulu bir bey) diye hitap eder, başbuğ gibi davranır âdeta.
Kahramanımız küçük yaşta hafız olur, üstelik yedi ayrı kıraat üzere okuyacak kadar. Olgun ve ağırbaşlıdır. Dedesi onu henüz 10 yaşında evlendirir. Muhammed Sultan’ın kızı Biki Hatun’la (Öge Begüm).
Timur, Osmanlıyı yenip Bayezid’i esir alır ama doğru mu yapmıştır acaba? Zafer sevinci yaşayamadan yerine hazırladığı torunu Muhammed Sultan vefat eder. Ardından oğlu Cihangir’i kaybeder, Mirinşah ise attan düşüp dengesini kaybeder genç yaşta.
Küçük oğlu Şah Ruh derviş meşreptir, hırsı yoktur taç, taht hususunda.
BABASI ARKASINDA
Büyük hakan yerine bir varis bırakmalıdır, Pir Muhammed’i münasip görür ve karlı bir şubat günü (1405) veda eder dünyaya.
Diğer şehzadeler boyun eğmezler tabii, az buz değil koca bir imparatorluk vardır ortada. Şah Ruh o hengâmede Semerkand’ı ele geçirir ve oğlu Uluğ Bey’i oturtup (1409) yerleşir Herat’a. Yanına Şah Melik adlı bir komutan katar ki, göz kulak olsun ona.
Uluğ Bey 16 yaşından itibaren devlet işlerini omuzlar, 37 yıl ferman yazar. Hutbeleri babası Şahruh’un adına okutur, sikkeleri bastırır Şahruh’un adına. İnsicam, intizam oturmuştur; vaktini ilmi çalışmalara ayırır rahatlıkla.
Yörede Hanefi, Maturidi, Nakşi müminler vardır, bunlar kul hakkına riayet eden insanlardır, sıkıntı çıkarmazlar.
Zaman zaman Herat’a gider, babasının elini öper duasını alır. Çok ihtiyacı vardır onun nasihatlerine.
Sefer zafer meraklısı değildir, öyle ya ilmiye mensubu olmak başka cihangirlik daha başka.
Felaket zekidir. Hayvanlar üzerine düzenlediği defterini kaybedince oturur bir daha yazar. Defter bulunur, bakarlar bire bir aynı, noktası noktasına.
İLİM ÇİNDE BİLE OLSA
Uluğ Bey imar ve iskânla uğraşır, edipleri, mimarları, nakkaşları davet eder Semerkand’a. Mesela diyeceksiniz? Çağatay şiirinin güçlü kalemlerinden Hoca İsmetullah Buhari, Mevlâna Bedahşii Semerkandi; naklî ilimlerde mahir Mevlâna Celâleddin Neffasi...
Kendisi de aritmetik ve astronomiye meraklıdır, cetvel, pergel ehlini toplar etrafında.
Biri Buhara’da, diğeri Semerkand’da iki medrese yaptırır “İlim talep etmek her Müslüman’a farzdır” yazdırır kapısına. Ama lacivert ne de yakışır turkuaza.
İş bina ile bitmez tabii; ısıtılacak, onarılacak, ocağında aş kaynayacaktır. Müderrislere maaş, talebeye harçlık... Hayli emlak vakfeder ki, tedrisat aksamaya.
Medresenin bulunduğu alan zamanında pazar yeridir, registan diye anılır halk arasında. Bilahare yanına Şîrdâr ve Tillâkârî Medreseleri de yapılır, üçü omuz omuza verir, meşale olurlar.
Ayrı ayrı mevzularda ihtisaslaşır, boşlukları tamamlarlar.
Çin’e bile ilmi heyetler yollar, “Utlubu’l-ilme velev bissin” emrini yerine getirirler huşuyla.
ÇİL ÇİL KUBBELER...
Hasılı Maveraünnehir eserlerle donanır baştan başa. Şah-ı Zinde Kabristanı çiçek çiçek çinilerle bezenir ki, Kusem bin Abbas (Radıyalahu anh) metfundur orada.
Gûr-ı Emîr’e (dedesinin makberesine) bir dervâze (taç kapı) yaptırır, galeriler ilave ettirir ayrıca.
Hanlar, hamamlar, kervansaraylar, su yolları, arklar. Ziraat ve ticarete de ehemmiyet verir. Renk gelir çarşı pazara.
Uluğ Bey küçük yaşlarda Merâga Rasathanesini görmüş hayran kalmıştır. Eline imkân geçince üç katlı bir rasathaneye niyetlenir. Bu, alışıldık bir bina değildir. Önce Kadızade-i Rumi’nin sonra Gıyaseddin Cemşid el-Kâşî’nin nezaretinde inşa edilir. Ancak her ikisi de vefat eder, tamamlamak Ali Kuşçu’ya nasip olur sonunda (1421). Semayı tepeden değil çukurdan izlerler, modern astrofizik laboratuvarları asırlar sonra gelecektir bu noktaya...
Zaten rasathaneler İslam medeniyetine ait binalardır. Her şehirde, kasabada bir muvakkithane bulunur. İbadetlerimizde vakit şartı vardır zira.
Semerkand’da yetişen ulema civara dağılır, kandil olurlar Asya’ya.
ZİC-İ ULUĞ BEY
Emîr, kullanmakta olduğu Zic-i İlhani’de bazı hatalar bulmuştur. Rasathane sayesinde daha hassas ölçümler yapar. Neticeleri “Ziyci Sultani” ya da “Zeyc-i Gürgâni“ adı verilen eserde toplar. Zaten zic felekiyatçıların (gök bilimcilerin) rasatlarıdır (müşahedeleridir) bir bakıma.
Kitap dört kısımdır; evvel Yezdicerd, Selevki, Melikî ve Çin-Uygur takvimleri anlatılır.
İkinci bölüm trigonometrik fonksiyonlara, ekvator, ekliptik, ufuk koordinatları ve kıble tayinine ayrılır.
Kitab-ı salis gezegenler, peykleri ve hareketleri hakkındadır. 48 takımyıldız ve 1.018 yıldızın koordinatları belirlenir hassasça.
Zikrolunan zic, Ali Kuşçu ve Mirim Çelebi’nin şerhleri ile zenginleşir. 1665’te İngilizcesi, 1776’da Latincesi, 1853’te de Fransızcası basılır. Az sayıdaki yazma nüshalardan biri de İstanbul’dadır.
Uluğ Bey müsellesler (üçgenler) üzerine derin malumat sahibidir. Çizdiği gök haritası da büyük yankı uyandırır.
NE KUŞÇU’YMUŞ AMA
Uluğ Bey, Ali Kuşçu’yu çok sever ve oğlum diye hitap eder hatta. Bir ara izin almadan Kirman’a gidince çok üzülür. Ama belli etmez, dönüşünde hoş karşılar. Samimiyetle takılır “Ne getirdin oralardan bana?” Ali Kuşçu elindeki risaleyi uzatır. “Bu çalışmayla Ay’ın safhalarını hallettim galiba.” Ve ayak üstü “Hall-ü Eşkâl-i Kamer” adlı eserini terennüme başlar. Uluğ Bey hayran olur, “Bu ne gayret, o ne zekâ!”
Uluğ Bey bir gün atla dolaşırken aklına takılır. Hicri filan yılın, filan günü, güneş takvimine göre nereye isabet etmektedir acaba? Atla dizginle uğraşırken bir yandan hesaplar yapar ve bir usul bulur iki dakikalık hata payıyla. Elinde kâğıt kalem yoktur, rakamları zihnine yazar ki, bu maharet herkese müyesser olmaz.
ZEKÂ DEĞİL DEHA
Uluğ Bey Suds-i Fahrî, Rub-ı Daire gibi aletler geliştirir ve bir usturlapla binden fazla işlem yapar. Onun “Rub-ı Daire”sinin kadranı neredeyse Ayasofya kubbesi kadardır.
Eh bunlar için sultan olmak lazımdır, para mı yeter yoksa.
Uluğ Bey, bir senenin uzunluğunu 365 gün, 6 saat, 10 dakika ve 8 saniye olarak belirler ki, bugünkü ile fark sadece bir dakika.
Avrupa’da bu mevzuda düşünmek bile yasaktır. Adamı aforoz eder, diri diri yakarlar.
Yıllar sonra Tycho Brahe, Kopernik, Kepler ve Galile’yi parlatır, Uluğ Bey’i yok sayarlar.
Wilhelm Barthold isyan eder buna: Orta zamanda astronominin son sözü Uluğ Bey’dir, biz daha ötesine teleskopla geçebildik anca.
Ve Milletlerarası Astronomi Derneği geç de olsa hakkını verir, Ay yüzeyindeki üç kratere Biruni, Nasireddin Tûsî ve Uluğ Bey adını koyar.
HAZİN FİNAL
Malum devlet adamların düşmanı çoktur. İranlı Abbas da onlardan biridir, intikam için fırsat kollar. Ne yapar eder, öz oğlu ile arasını açar. Sıkıntılı günler yaşanır, kâh vuruşur kâh buluşurlar. Neticede Uluğ Bey yenilir ve hükümdarlıktan vazgeçip hacca gitmek üzere yola çıkar. İranlı Abbas ve çetesi ardından yetişir, Harameyn yolunda kıyarlar canına. 8 Ramazan 853. Böylesi bir güz günüdür (25 Ekim 1449). Sarı sarı yapraklar düşmektedir bozkıra. Allahü teala rahmet eylesin. Eserleri okunuyor, medreseleri ayakta. Biliyorsunuz sadaka-i cari deniyor bunlara.
Peki oğlu?
Henüz tahta oturduğu yıl suikasta uğrar. Son sözü “Allah ok teydi” olur.
Taksiratı affola.
.
Düşenin dostu
3 Kasım 2019 02:00
Mahkûm deyince akla hırsız, uğursuz gaspçı, katil gelse de; bir kısmı basit hadiselerden yatıyor. Mesela trafik kazası geçiriyor, emanet paket taşıyor, iftiraya uğruyor. Diyelim esnafsınız ve bir kızı mal çalarken yakalıyorsunuz. “Beni taciz etti” diye bağırmaya başlıyor. Sabah evden iyi aile babası olarak çıkıyor, öğleden sonra ırz düşmanı olarak itilebiliyorsunuz parmaklıklar ardına. Eğer dükkânınızda kamera yoksa...
Son zamanlarda kadın dernekleri, karı koca arasındaki (olmasa elbette iyi) takışmaları köpürtüyor üstüne gidiyorlar. Belki birazdan barışacaklar. Adam içeri düşünce kadın mutlu mu olacak? Bir anlık öfke maksadı aşıyor, ipler kopuyor. Çocuklar sersefil ortada kalıyor.
Borcundan ötürü mahkûm olanlar var sonra, inkâr etmiyor ama yok. Veremiyor o anda.
İçeri düşenler, işini de kaybediyor. Çoluk çocuğun yükü başkasının üzerine kalıyor, dost bildikleri tavır alıyor.
Mahkûmlara ve Muhtaçlara Yardım Derneğinin kurucusu ve Başkanı Lütfullah Uzun ve yardımcısı Elvan Küçük’le sohbet ediyoruz. Biri nefeslenirken, diğeri konuşuyor. Gönül verdikleri işi coşkuyla anlatıyorlar. Soruyorum: Bu apayrı bir dünya, nereden geldi aklınıza?
Elvan Bey “Babam cezaevi komutanıydı” diyor, akşamları gelir olup biteni anlatırdı çocukluğumda. Ne zamandır aklımdaydı, Silahlı Kuvvetlerden emekli olunca elimi koydum taşın altına. Başkan’ımız Lütfullah Uzun Bey ile önce başka derneklerin çatısı altında buluştuk, sonra müstakil dernek olarak çıktık yola. Sağ olsun hayırseverler bizi yalnız bırakmıyor, gönüllü gençler yükümüzü alıyor. İnanın hapishanelerde yaşayanlardan daha garibi yok, bunlar ailesinin bile unuttuğu insanlar. Evet bir yatakları var, karınları doyuyor. Lakin devlet gerisine karışmıyor. Durumu olmayan bir bardak çaya hasret kalıyor dört duvar arasında.
Elinizde sayılı malınız var diyelim kime vermek istersiniz? Elbette en muhtaç olana. Cezaevindekilerin, bir avuç deterjana, erimiş bir sabuna, yırtık bir havluya, delinmiş bir çoraba ihtiyaçları var. Çoğunun fırçası ve macunu olmamış daha.

*Sahi geliri olmayanlar ne yapıyor?
-Ona buna hizmet edip bahşişle geçiniyorlar ki “Ortacı” deniyor onlara. Mesela adam uçak mühendisi, başkalarının ayakkabılarını boyuyor, çamaşırlarını yıkıyor. Derneğimizden haberdar olmuş, “dur bi mektup yazayım şunlara. Cevap vermezler ya, verirlerse ne âlâ!“
*Genellikle ne istiyorlar?
-Onlar için kolalı gömleğin, takım elbisenin mantığı yok, eşofman daha makbule geçiyor. Ya da kot pantolon, gömlek, tişört, spor ayakkabı, çamaşır, hırka.
*Ya mont, kaban?
-Bazı cezaevleri kışların sert geçtiği coğrafyada. Zaten koğuş kaloriferli olsa da serindir, neticede dört duvar. Bırak derecenin gösterdiği rakamları, yüzü soğuk bir kere. Benim hatırıma hep Muhsin Başkan geliyor, içim titriyor.
*Başka ne istiyorlar?
-Bir de öldürmeye çalıştıkları uzunca bir vakitleri var. Kitap derman oluyor yaralarına. İyi de okuyorlar, biz mümkün mertebe, iç karartmayan, ferahlatan, neşe saçan kişisel gelişimine destek olacak kitaplar yolluyoruz onlara. Bazı cezaevlerinin kütüphaneleri var 20 ciltlik ansiklopediler gönderebiliyoruz rahatlıkla.
*Tahsiline devam eden var mı peki?
-Açık öğretim okuyanlar var ancak bazılarının kayıt yenilemeye ve kitap almaya gücü yetmiyor. Dışarıda dersler bilgisayar üzerinden ama içeride bilgisayar yasak, basılı not lazım onlara. Eski, yırtık, hatalı baskı bile çok kıymetli. Nice lise mezunu bilirim, cezaevinden üniversite mezunu olarak çıktılar.
*Bilgisayar yasak demek…
-Radyo dinleyebilir, tv seyredebilir, gazete okuyabilirler. Ama gardiyanlar bile cep telefonu sokamaz. Karşılıklı iletişim yok, tek yönlü olacak.
*Siz artık ahbap olmuşsunuzdur onlarla…
-Bakın şu mektubu yazan mahkûm Kur’ân-ı kerim istemiş. Nereden geliyor? Konya’dan. Orada kime söylese bir Mushaf-ı şerif getirir verir ama bizi kendine yakın hissediyor, içini açabiliyor rahatlıkla. Bir nevi dert ortağı.
*Mahkûmlar size nasıl ulaşıyor?
-Mahkûmlara gönderdiğimiz her koli yeni mektupların gelmesine vesile oluyor. Halka genişliyor, göre göre, duya duya.
*Peki ya bağışçılar.
-Onlar genelde bizi internetten buluyorlar (www. mahkumder.org, mahkumder@gmail.com) telefonla arıyorlar (0505 3847439- 0505 7402171)
*Masraflarınız ağır olmalı?
-Olmaz mı? Kira veriyor, benzin yakıyor ve şu gördüğün kolileri para ile yolluyoruz muhataplarına.
*Bir kargo firması ile anlaşsanız, belki indirim yapar.
-Hapishanelere paket sadece PTT Kargo aracılığı ile gidiyor. Piyasadaki kargocular cezaevine giremiyor. Gelen koli de jandarma nezaretinde açılıyor, uyuşturucu olmasın diye hassas köpeklere koklatılıyor.
*Belki PTT bir ikramda bulunur.
-Sağ olsun indirim yaptılar ama biz daha fazlasını bekliyoruz onlardan. Neticede cezaevi devletin, PTT’de devletin.
*Burada gayet hoş ayakkabılar var, satın mı aldınız?
-Onları ürünlerinin kalitesi ile tanınan bir firma yolladı, hâlbuki vitrine koysa kolayca çevirebilir paraya. Çamaşır ve çorabı da sıfır alıyoruz. Ya da üreticiler zekâtına sayıp yolluyor. Bazı firmalar ise defo konusunda hassas, bizim fark edemediğimiz hataları bile ayırıyor, gönderiyorlar hayrına.
*Askılıklarda zevkli kıyafetler görüyorum montlar, takımlar…
-Aralarında mağazalardan gelenler de var, seri sonu olanlar da ama çoğu, kıyafet kumbaralarından çıkıyor. Bazı noktalara kumbaralar bıraktık, vatandaş giymediklerini atıyor. Onları tek tek elden geçiriyor, boylarına göre ayırıyoruz. Bu küçük, bu büyük, bu orta… Sonra makinelerimizde yıkıyor, ütülüyor ve güzelce jelatinleyip koyuyoruz kutulara. Mahkûm kardeşimiz, açtığında mis kokan kıyafetlerle karşılaşıyor.
*Ya yırtılmışlar, aşınmışlar?
-Onlar hâliyle geri dönüşüme gidiyor.
*Bu iş de bir sektör oldu, bazı firmalar hayır kuruluşları adına kumbara yaptırıp elbise topluyor, dernekler malı bile görmeden komisyon alıyor.
-Bize de geldiler “hayır” dedik. O kıyafetler bize mahkûmlara, muhtaçlara giydirilsin diye emanet edildi, paraya çevirmek gibi bir derdimiz yok, olmayacak da…
*Bazıları da yüklüyor konteynere, haydi yurt dışına…
-Hâlbuki kumbaraya elbise atanlar, bir garibin sırtı ısınsın istiyor. Düşünün on gömlek anca bir kilo gelir, geri dönüşümcüler kilosunu 1 liradan alıyor.
*Yani tanesi on kuruşa.
-Öyle olacağını bilsen gömleğini atar mısın kumbaraya?
*Peki ben elbiselerimi alsam gelsem, paketlemeye katılabilir miyim aranızda?
-Tabii hatta mektupları okuyup, gideceği yeri de seçebilirsin. Zaten gönüllü arkadaşlar da okuduklarının tesirinde kalıyor, bir nevi iltimas yapıyorlar kendi mahkûmlarına. Diyelim rafta on tane eşofman kalmış illa benimkine gitsin diyorlar. Hâlbuki ne tanır ne bilir, herhâlde bir ünsiyet hasıl oluyor. İnanın bu benim çok hoşuma gidiyor.
*Ne kadar seviniyorlardır kim bilir?
-Zaman zaman bizden yapamayacağımız şeyleri isteyenler oluyor. Hukuki yardım, avukat, para… Onlara mektup yolluyor, “maalesef” diyoruz kibarca. Görünüşte reddediyor, cevap veremiyoruz arzusuna. Ama ona bile memnun oluyorlar. Muhatap alınmışlar, ne isterler daha. Bazıları da kendini geçiyor, filan arkadaşım muhtaç ona yollayın diyor. Bazılarının pul yapıştıracak parası bile yok, mektubu cezaevi müdürüne veriyor, o cumhuriyet savcısına takdim ediyor, mektup resmî yazıyla birlikte bize geliyor. Çok muhtaç olduğu belli, onlara özeniyoruz ayrıca.
NE ARAYANIM VAR NE DE SORANIM…
7 senedir içerideyim babam bir kere geldi bir daha uğramadı. Annem vefat etmiş arayanım soranım kalmadı. İnsan bir kenarda unutulunca kendini eşya gibi görüyor. Sizden bir şeyler istedim ama dikkate alınacağımı sanmıyordum hayatta.
O gün anons ettiler “idareye gel paketin var!” Herhâlde isimleri karıştırdılar dedim, beni kimse aramaz. Meğer banaymış. Aldım koliyi, koğuşa götürdüm. İçinde ne var diye bile bakmadım. Demek yeryüzünde beni hâlâ insan yerine koyan birileri var. Lütfetmiş ismimi yazmışlar. Nasıl ağladım, nasıl ağladım anlatamam...
.jpg)
BABASININ KUZUSU
Muhterem Efendim önümüzdeki ay, şu tarihte annesi yenidoğan çocuğumu cezaevine getirecek. Ona verecek hiçbir şeyim yok. Hiç değilse basit bir oyuncak yollayamaz mısınız?
Donduk kaldık, elimiz iş tutmaz oldu, bırakıp oyuncak bulmaya çıktık.
Yine biri yazıyor: Evet kötü arkadaşlarım vardı, onlara uydum, can yaktım. Ama artık o eski ben değilim. Çıkınca gönül kırmaz biri olacak, sizin gibi insanların yardımına koşacağım...
Burada devlet bize üç öğün yemek veriyor karnımız doyuyor. Memlekette beş çocuğum var, yıldan yıla verilen kömür yardımı ve fondan iki ayda bir ayrılan 200 lira ile geçiniyorlar. Üç kızım okula gidiyor, bilmem anaları ne bulup ne giydiriyor onlara?
.jpg)
SUÇLU DA OLABİLİRDİM
Efendim ben işlemediğim bir suçtan dolayı yatıyorum. Avukat tutacak param yoktu kendimi savunamadım. Hayatımı karartan adama karşı büyük bir kin besliyordum, çıkınca hesabını soracaktım. Bu arada sağa sola, eşe dosta mektuplar attım kimse oralı olmadı. Arkadaşların tavsiyesi ile size de yazdım ama açıkçası arayacağınızı sanmıyordum. Sonra sizden bir koli geldi, içinde ihtiyacım olan şeyler vardı. Bir de kitap çıktı. Orada bir cümle dikkatimi çekti. “Sizin hayır sandıklarınızda şer, şer sandıklarınızda hayır vardır.”
Düşündüm demek benim ıslah olmam için hapis yatmam lazım. Buraya da iki türlü girersin, ya cürüm işleyerek, ya da mağdur olarak. Şükürler olsun ki ben suç işlemeden girdim, diğeri de olabilirdi pekâlâ. Artık sebep olana da kızmıyorum, Allah’a havale ettim gitti, onun da çoluğu çocuğu var, yaşadıklarımı yaşamasın asla.
.
Gel de yazma!
13 Kasım 2019 02:00
Hangimizin anası takmazdı ki?
Yazma resmî kıyafet gibiydi âdeta.
Normalde ortadan katlar üçgen yaparlar, bir ucunu gerdirir, öbürünü ustalıkla sıkıştırırlar altına.
Evi süpürürken, halı çırparken, çamaşır yıkarken sıkı sıkı sarar, düğümü üste atarlar. Zerzavat ayıklarken, yufka açarken düğüm enseye gelir, herhâlde saç ney düşmesin, bir hikmeti vardır mutlaka.
Yazmalar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bildiğin ince dokuma, saf pamuk olacak ama. Lakin etrafındaki oyalar değişir, güne, düğüne, doğuma gidince allanır morlanırlar, taziyelerde, hasta ziyaretlerinde, mevlüd cemiyetlerinde, mukabelelerde ağırbaşlı olurlar. Eski hanımlar çok konuşmaz, duygularını ilmeklere dökerler ustalıkla. Bilen okur, hasret, gurbet, hüzün, sevda...
Yaşla birlikte oyalar da sadeleşir, saçlar ağardıkça, yazmalar kararır, bir nevi ters orantı vardır aralarında.
Tülbent ellerinin altındadır. Yoğurt süzer, hamur mayalar, sakız yapıştırırlar. Musluğa sarar, ütü altına yayarlar. Yeri gelir bebişin yüzüne örter, terli tıfılın sırtına sıkıştırırlar.
Ziraatla uğraşanlar birkaç yazmayla gider tarlaya. Biriyle başlarını bağlar, biriyle ağızlarına burunlarını kapatırlar. Öbürü yedektir, dolanıverir toprak destinin ağzına. Kirleneni yeşil sabunla şööle bi ovuşturup sıkarlar, asmadan kurur daha.
Harman yeri, sap saman, toz duman. Hem yüzlerini gözlerini korur, hem filtrelenmiş hava alırlar. Yazma acil yardım seti gibidir, ağrı tutar alınlarına dolar, sirkeye batırıp şakaklarını ovarlar. Elin kesilir, dizin kanar, cart yırtılır bağlanır yaraya. Baş ağrısına, mide bulantısına...
ANA KOKUSU
Pamuk yazma hafiftir, taşıması kolay. Hanımların parçası gibidir, varlığını unuturlar. Yazın ter emer, güneş keser, kışın ılıcık sıcacık tutar.
Her evde finger bisküvi kutuları olur, bildiğin teneke, 20x20 ebadında. İçine yazma doldurulur kat kat. Bir torbada lavanta atarlar mis kokar. Ben diyeyim kırk, siz deyin elli parça. Günün mana ve önemine göre birini çıkarır, dolarlar başlarına.
Bayramlarda kandillerde el öpmeye gelenler hediyesiz çıkarılmaz. Paşalara takke çorap verilir, küçük hanımlara toka, yazma.
Acılı gün olur, gözyaşlarını kurular, utanır yüzlerini saklarlar. Analar kah kah gülüp dişlerini göstermez, yazmanın ucuyla ağızlarını örtüverirler usulca.
Sessiz dursalar da saf değildirler, yeri geldi mi gediğine öyle bir oturturlar ki, taş da şaşar, laf da. Onların gözünden bir şey kaçmaz, zekâ kıvılcımları vardır bakışlarında. Ama çok şeyi görmezden gelir, saklanırlar yazmalarının ardına.
Bazı hayırsızlar çekip gider, yıllar sonra dönerler sılaya.
-Annem?
Kabristanda bir tümsek gösterirler “orada!” Pişman tövbekâr evi dört dolanır, deli gibi yazma arar. Anne kokusu onda kalmıştır...
Kaldıysa.
DOSTUN ESKİSİ
Acıda yazma, neşede yazma. Avluda yazma, mutfakta yazma.
İyi de nerede bunlar?
Gel de yazma!
Geçen Sultanhamam Çakmakçılar Yokuşu’ndan iniyorum. Bildik bir ses “İrfan Abi!”
Bakıyorum. Aaa Hüseyin Akbal, yılların yazmacısı. Çıkmış han önünde güneşleniyor, pastırma yazının tadını çıkarıyor, son elveda.
-Abi çay?
İtiraz ne mümkün? Cömertin ikramı şifa. Ne zamandır gelmemişim, raflar rengârenk, gökkuşağı gibi âdeta... Hüseyin Abi’nin muhabbeti tatlı, eskilerden dem vuruyor. “Ah nerede o esnaflar” diyor, “öyle bir birlik beraberlik vardı ki. Paraya mı sıkıştın, koş komşuya, kasayı açar “Al” derlerdi, “Ne kadar lazımsa”. Söz senetti, pazartesi diyen cumartesinden getirir, el ayak çekilmeden, kepenkler inmeden daha. Şimdi bir yabancı yerimizi sorsa başından savıyor “Yok onlar, kapattı” diyebiliyorlar. Kendi sattığı ürün de değil, hani desen rekabet var aranızda.
-Eskiden kaç yazmacı vardı çarşıda?
-Çok vardı. Sayamayacağın kadar. Misal Çarkçılar Sokağı baştan başa...
-Ya şimdi?
-Pamukluya devam eden birkaç kişi kaldık. Sentetik nispeten fazla.
-Pamuk harika bir malzeme oysa.
ZOR ZENAAT
-Meşakkatli ama. Taaa Mısır’dan ip getirteceksin, nereden baksan iki ayına patlar. Zamane dokumacılar suni elyafa alıştı, pamuktan hoşlanmıyorlar
-Niye?
-Çünkü narin ve nazenin, yeni makinaların hızına ayak uyduramıyor. Sık kopuyor, vakit kaybettiriyor. Sonra boyacıların keyfi olsun diye bekliyoruz. Tabii rakamlarımız eskisi gibi büyük değil, adam n’apsın, araya alıyor, boşluk buldukça. Yazmaların etrafını bastırırız malum. Pamuk yumuşaktır itina ister, hâlbuki dört beş polyester çevirebilirsiniz o zamanda. Hepsi bir yana, alan emeğin farkında olsa.
-Kıymetini yaşlılar bilir ama.
-Bir de turistler biliyor. Polyesteri ellerinin tersi ile itiyor, pamuğu basıyorlar bağırlarına. Hâlbuki sentetiğin renkleri daha canlı, desenler alev alev yanıyor.
-Şunun sıcaklığı yumuşaklığı başka.
-Öbürü ne kışın ısıtır ne de yazın ter alır. Eh işte biraz mani olursa rüzgâra.
TIĞ TUTAN KALMADI
Eskiden genç kızlar el işi yaparlardı. Bize kutu kutu oya ile gelir, başlarlardı yakışacak yazma ayırmaya. Üst üste koyar koyar 70-80 parça alıp çıkarlar. Her gelin kızın rüyasıydık, cep telefonu henüz girmemişti hayatımıza. Ne oyalar, ne oyalar. Elma oyası, domates oya, gül, lale, kiraz, hercai, zürafa… Yeşilin ve eflatunun üçer tonu vardır, hanımlar da bilir oyalarını ona göre hazırlarlar. Turkuaza, bembe beyaz, papatya ya sarı yazma. Hanımlarımız ne yazık ki geleneği yaşatamadı, analarından öğrendiklerini belletmediler yavrularına. Tesettür de laçkalaştı. Bir diziye kapılıp şal çılgını oldular.
-Evet eşarp azaldı, farkındayım. Hani, belki marka olursa.
-Bak ona bayılırlar, avuçla para verirler icabında. Tesettürden maksat setretmektir, bakışlardan sakınmak. Bizim renklerimiz pasteldir, hepsi aklı başında. Göz alan, bağıran tonlar olmaz, bakın boyahane yağ yeşili yerine yanlışlıkla fıstık yeşili basılmış, yıllardır ööle duruyor tezgâhta. Bazen nineler geliyor hevesli. Torununun önüne yayıyor kızım bunu mu şunu mu? Gençler omuz silkiyor “Amaan ne işim olur onlarla!” Ama biz klasikçiyiz, vazgeçmiyoruz, eski usul kenar boncukları yaptırıyoruz hâlâ.
-Peki ya Anadolu’da?
-Bazı yerlerde üniforma gibidir, Zonguldak Alaplılılar bordo bir yazma takar mesela. Kastamonulular sarı yazmadan caymazlar, bizim Malatya ise asma yaprağı bağlar. Ankara’ının kazaları düşkündür sonra. Konya, Karaman, Trabzon, Balıkesir, Diyarbakır, Beypazarı, Akçakoca... Boşnaklar ve Kosovalılar ‘Yemeni’ ve ‘Şami’ diyorlar, demek o yıllarda Yemen’den, Suriye’den gidiyor. Bulgaristan Türkleri “yağlık” der, Romanya ve Yunanistan Müslümanları da arar sorar.
-O kadarını bilmiyordum.
-Bak yanımızdaki komşu iğne oyası satar, düşünün taaa Japonya’dan geliyorlar.
ÇARŞIDA BÜYÜDÜM
-Kaç senedir buradasınız?
-Sekiz yaşımdan beri. Babamın getirdiği ilk günü hatırlıyorum da... Şimdi yokuştan iniyoruz; Valide Han, Çakmak Han, Sümbül Han, Büyük Yeni Han, her yan dokuma. Tezgâhlar çatır çatır çalışıyor, nasıl gürültü, nasıl koşuşturmaca. At arabaları, kornalar, hamallar. “Yok” dedim “bi’ daa da gelmem buraya!” Büyük konuşmuşum, ayrılamadım o günden sonra.
-Ya okul?
-İlk mektebi Oruç Gazi’de okudum. Aksaray’da. Sabahçıydım, öğleden sonra koştura koştura gelirdim dükkâna. Babam Sümerbank ürünleri satar, bildiğin şeyler işte; basma, pazen, yatak örtüsü, hasse, dril, diyagonaller... Uşak’tan kaput bezi getirirdik sonra. Bir günde 40 balya mal verdiğimi bilirim. Bir balyada 20 top olur. Bir topta 40 metre basma. Yani üç kilometreden fazla. Üstelik peşin para. Pangınotları ceket ceplerime basar, üstüne bir ceket daha giyerdim ki, çarpmasınlar. Ufacık tefeciğim, bildiğin yürüyen kasa. O zamanlar anarşi var, komşular paralarını benimle yollarlardı bankaya. Çocuğum ya dikkat çekmeyeceğim hesapta. Seksenli yıllarda yazmaya döndük. O zamanlar çok iş vardı, 20 binin altında sipariş olmaz. Bir partide yüz bin, iki yüz bin yazma. Şimdi çeşit çok, talep yok, güzelim sanat can çekişiyor. Ama biz bırakmayacağız, ecdadın mirasına sahip çıkacağız. Bakalım ne kadar
dayanırsak!
.
Varlığın varlığıma!
24 Kasım 2019 02:00
Varlık Vergisi “varlığından rahatsız olunanlardan” alınır, CHP azınlıklarla birlikte hizaya girmeyen Türkleri de yakar!..
Yahudi çay ocağına gelmiş “yanmışım kuzum elli bin lira vergi tarh eylediler bana.”
Rum eklemiş “bana da 40 bin lira.”
Ermeni “30 bin lira.”
O sıra esnaftan Mehmed Efendi içeri girmiş, sormuşlar “ne yazdılar sana?”
- 2 bin lira.
- Yaaa “ne mutlu Türk’üm” demiyorlar boşuna...
Yukarıdaki hikâye yakıştırmadır, Kasım 942’de çıkan ve amansızca tatbik olunan varlık vergisi sadece gayrimüslimlerden değil, Müslümanlardan da alınır aslında. Ancak keyfîdir, başında mülki amirin bulunduğu komisyon kafasına göre yazar, batıracaklarını batırır, çıkaracaklarını çıkarırlar.
Belirlenen rakam 15 gün içinde ödenmelidir, ikinci 15 günde faiz işlemeye başlar. İtiraz edemez, dava açamazsınız. Ödeyemedin mi? “Dooğru çalışma kampına!”
Tüccarın şüphesiz malı vardır, lâkin al denince mundar olur, sürenin darlığı çakalların işine yarar. Haraç mezat yağmalar, han hamam sahibi olurlar.
Diyelim maliye müfettişi filan adamdan hoşlanmıyor, çıra gibi yakar. Mesela Benli Belkıs ve Cahide Sonku’yla takılan Parseh Gevrekyan’ı resmen batırır, ünlü kereste tüccarına 150 bin lira çakarlar. Bir kamyon mal 25 liradır, cem’an 6 bin kamyon tutar, tampon tampona sıralasan 60 kilometreden fazla.
Hâliyle ödeyemez.
Yürü Aşkale’ye taş kırmaya...
DAVA KAZANIRSIN HA!
Devletten aldığı tazminatlarla tanınan Avukat İbrahim Ali’ye de diş bilemektedirler, oturur 100 bin lira münasip bulurlar.
“Tamam ödeyeyim” der, 200 bine çıkarırlar.
-Ya durun bi uzlaşalım.
Hadi bakalım bu sefer 300 bin lira.
Şaka gibi. “Ya dayak yememiş, ya hesap bilmiyorlar.”
Maliye müfettişlerinden biri ortağı olduğu şarküteriyi kurtarır, diğeri ablasını boşayan enişteye okkalı bir fatura çıkarır.
Vali Lütfi terzisi İzzet Ünver’e lütufta bulunacak, Maliye Nazırı Fuad İstanbul’da garajı olan milyoner ahbabını kayıracaktır.
CHP İl Başkanı Suat Hayri Ürgüplü ve kardeşi Münip dostları kollar. Halkçılar verir gibi yapar, vezir gibi yaşarlar.
Kimden ne alınsın? Şusu var, busu var, hepsi kulaktan dolma. Parti teşkilatları, servet düşmanları, vaziyetten vazife çıkaran işgüzarlar lâf taşır Vali Kırdar’a.
Bilhassa Yahudilere oynarlar. Burada huzursuz olsunlar ki Filistin’e kaçsınlar. Gitsin Siyonist devlet için zemin tutsunlar.
Efendim azınlıklardan alalım, meydan bizimkilere kalsın. Hani Türk’üm diyen herkes Türk’tü, ayırım olur mu vatandaş arasında?
KAFAYA GÖRE TIRAŞ
Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na göre bu devrim kanunudur, yabancıları ortadan kaldıracak, Türkleri hâkim kılacaktır piyasaya. “Biz ne Adam Smith’in talebesi ne de Karl Marks’ın çırağıyız. Biz sadece içtimai dini halkçılık ve iktisadi mezhebi devletçilik olan siyasi bir fırkanın çocuklarıyız.”
Ve o fırka, kötürümün altından yatağını, çocuğun elinden oyuncağını alır hoyratça.
Şükrü Saraçoğlu (halk Haraçoğlu der) atanmış bir başbakandır. Yap derler yapar. Kendi de inanır zamanla. “Türkler asırlardan beri harp meydanlarında, savaşmaktan sanata ticarete vakit bulamadılar. Azınlıklar ise asker olmadı, kan akıtmadı, rahatça para kazandılar. Şimdi fedakârlık sırası onlarda!”
Şevket Süreyya Aydemir’e göre “kan vergisi”dir bunlar
Varlık vergisi “varlığından rahatsız” olunanlardan alınır, azınlıklarla birlikte hizaya girmeyen Türkleri de yakar.
Avrupa’da faşizm yükseliştedir, CHP’de kapılır akıntıya.
Cumhuriyet “Almanya 1942” diye yazı dizileri hazırlar, “hürriyeti için silaha sarılan dostlardan (!) söz açar.
VERGİ DEĞİL CEZA
Tedavülde yaklaşık 700 milyon lira dolanırken, varlık vergisi ile 315 milyon lira toplanır. Hatırı sayılır bir meblâğ. Gelgelelim hayrı olmaz, ne hazine rahatlar, ne de tarım ve sanayi sıçrar. Kaynak daha ziyade propagandaya ayrılır, İnönü büstü yapar, yandaş matbuata ulufe dağıtırlar (299.818 lira). Halk evlerine bakanlık bütçesi gibi para akar, İtalya’daki kara gömlekliler gibi militan yetiştireceklerdir hesapta. Bu arada memurlara birer kat elbise ve birer maaş ikramiye verir, Saraçoğlu evlerini yaptırırlar. Cürm ağır, ortak lâzım suça.
Bilahare çiftçi ve gayrimenkul sahiplerine gelir sıra. Flu bir mevzudur. Adamın bin dönümü olur ama çorak saha, öbürünün bostanında bastonunu unut yeşillensin sabaha.
Diyelim size 100 bin lira yazdılar.
Ödeyemediniz. Bin bakalım vagona, dooğru Kop Dağı’na.
Sürgünler evlerini kendi tutacak, yemeklerini kendileri yapacaklardır. Devlet bir şeylerine karışmaz.
Aşkale dediğin el kadar kaza. Pırnakapan köyünde bile ahır ambar kalmaz. İzbeler dolar lebalep insanla.
ÖLME! ÖDE!
Yevmiyeniz 1,5 liradır, ayda 45, senede 540 lira yapar. Hiç yemeseniz 10 yılda 5.400 biriktirebilirsiniz anca, 100 yılda 54 bin lira. Demek ki 200 yıl kazma sallayacaksınız ki hesabınız kapana. Müebbet derler buna.
Peki 60 yaşındaki adamın kazıdığı tümsek, doldurduğu çukur ne işe yarar?
Eh işte günü kurtarırsa ne âlâ, ilk yağmurda bozulup gidecektir nasıl olsa. Zaten sureta çalışırlar, gündüzleri iki eşinir, akşamları zaman öldürürler cümbüşle, fasılla. Başlarında bekçi ney yoktur, yoklama alınmaz. Bari bırakın da gidip işlerine baksınlar.
Erzurum soğuktur mâlum, eksi 30’lara düştüğü olur kış aylarında. Örtü döşek yatanlar...
Kadın habersizce ziynetlerini satıp borcu kapatmış, kocasına kavuşacak aklı sıra. Meğer adam çoktan ölmüş, gitti mi altınlar da boşa.
Verginin yüzde 70’i İstanbul’dan toplanır, onu İzmir izler, sonra Tekirdağ, Kocaeli, Sakarya…
Başkentten zerre miskal çıkmaz. Marşlarda “yetersin onlara güzel Ankara” diye çığırtsalar kendine yetesi değildir daha.
YUMURTLAYAN TAVUĞU...
Hasılı iflaslar iflasları izler. Kepenkler iner, işsizlik artar. İhracat durma noktasında.
Bıraksak da adamlar vergi vermeye devam etseler ya. Adolf ve Benito gibi ırkçılar bile altın yumurtlayan tavuğu kesmez. Sermayeyi becerikli burjuvadan almazlar.
CHP mükellefleri tasnif eder, Müslümanlar için “M” listeleri düzenlenir, Dönmeler’ için “D” listeleri, Gayrimüslimler için “G” listeleri, Ecnebiler için “E” listeleri.
Ama rejim kendine yakın hissettiği Ermeni’ye mülayim davranırken, partiye mesafeli Müslümanı bunaltır o başka.
Evet Varlık Vergisi’nde ırkçılık vardır ama asıl can yakanı fırkacılıktır.
Kanun cem’an 114.368 kişiye tatbik edilir. 2057 kişi çalışma kamplarına gönderilir.
Ama efendim onlar da zamanında istiften karaborsadan…
İyi de bu halt tek başına yenmez ki. Amiri, memuru beslemezsen adım attırmaz sana. Kaidedir savaş baronları, daima iktidarla kol kola...
KAN KİN İNTİKAM
“Bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret meta’ı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve hangi yabancı milletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadır, bunların vatana karşı aşikâr olan zararlarını gidermek yolu elbette vardır!” İ. İnönü
ELDE VAR HÜZÜN
Bu fikir ne zamandır kafalarındadır. Hatta İstanbul Emniyet Amiri ile Azınlıklar Şube Müdürünü Almanya’ya yollar, Sachsenhausen Toplama Kampı’ndan bilgi alırlar.
Gazete patronları da oyunun içindedir, gayrimüslimleri soygun, vurgun karaborsacılıkla suçlar. Bıktırasıya ihtikar haberi yayınlar, karikatürlerde alır Salamon’u, vururlar Mişon’a.
Peki Varlık Vergisi menfi tesirleri görüldüğü için mi kaldırılır? Hayır, ABD korkusuyla. İnönü, Kahire’de Truman’la görüşecektir, “aman iş almayalım başımıza!” Kanun anında iptal edilir, 1 muhalife karşılık 310 kabul oyuyla (15 Mart 1944).
Defterleri kapatır ve yeni bir sayfa açarlar. Ödemeyenlerin keyfi yerine gelir bu defa, ödeyenler enayi yerine koyulurlar.
CHP’li Sazak hırsını alamamıştır, kaleme sarılır: “Hükûmet bu kanun lahiyasile vergi borçlarını affetmiş olabilir. Fakat millet intikamını alacaktır.” (Tasvir efkâr)
Gariptir, üniversitelerde ders veren Ticaret ve Medeni hukukumuza el atan, Yahudi asıllı Alman Prof. Ernst Eduard Hirsch, Varlık Vergisine ses çıkarmaz. Hâlbuki güçlü bir isimdir, Atatürk ve heykellerini koruma kanunu onun fikridir mesela.
YAŞASIN CUMHURİYET
O karanlık günlerde dik duranlar da olur. Bürokratlardan İhsan Arat ve Ekrem Türkay istifayı basarlar. Yerlerine atananlar hızla tırmanır ikbal basamaklarında.
Hedef kitle İstanbul’dadır hâliyle şehrin defterdarı başrolde oynar. Faik Ökte Bey önceleri bunu vatanseverlik sanır ve cansiparane çalışır. Yaşadığı hadiseler gözünü açar sonunda.
Oturur pişmanlığını dile getirir “Varlık Vergisi Faciası” adlı kitapla. İyi de kiminle helalleşeceksin o saatten sonra.
Bir gün vergizedeler vapurda Faik Beyle karşılaşırlar. İkinci kat güverteden sarkar “yaşasın cumhuriyet” diye bağırırlar. İstibdat devri, mümkün mü başka şey çıksın ağızlarından.
Çaresiz defterdar “bu alkış” der, “ne zamandır cefa çeken bedbahtların alabileceği en büyük intikamdı!”
SİZ DELİ MİSİNİZ?
Kanunun çıktığı gün İstanbul Defterdarı Faik Ökte fakülteden hocası Prof. Fazıl Pelin ile karşılaşır. “Faik oğlum, bu sabah gazetelerde Varlık Vergisi metni çıkmış.”
- Doğrudur hocam.
- Ama gazeteciler noksan yazmışlar.
- Hayır hocam, metin tamam.
- Nasıl tamam? Ne temyize dair bir hüküm var, ne itiraza. Verginin nispeti de ilan edilmiyor ayrıca.
- Bu da böyle bir vergi hocam!
- Oğlum siz deli misiniz. Adalet nasıl sağlanacak sonra?
BİR KOYUNDAN İKİ POST
Hayim Alaton aynı gün, iki ihbarname alır. Biri Hocapaşa Vergi Dairesinden 16 bin lira, öbürü Eminönü VD’nden 64 bin lira. Adamcağız yanlışlığı düzeltmek için Defterdarlığa gider. Memur “o zaman ikisini de ödeyin” der, lâkayt bir tavırla.
-Bir koyundan iki post çıkar mı?
- Çıkar çıkar, uzatma!
İtiraz yok, mecburen girer yükün altına. Aşkale sıkıntıları yaşanan darbogaz, İshak o yüzden okuyamaz.
.
İnsan biraz utanır ya!
1 Aralık 2019 02:00
Belçikalılar, Kongo, Burundi ve Ruanda’yı insafsızca sömürür, istedikleri kadar kauçuk toplayamayanların kollarını koparırlar.
Görenler Belçika’ya bayılıyor. Temiz beldeler, bakımlı binalar, neşeli insanlar...
Belli ki zenginler, parayı Tenten çizerek, patates kızartarak, çikolata çırparak mı buldular acaba?
Dantel desen ömür törpüsü, para etse Maraş Mudurnu hattı mihver olurdu dünyaya.
Tamam Belçika’nın sanayi devrimini başlattığını biliyoruz, çelikten meşrubata bir çok mamule imza atıyorlar.
Ancaaak bir mirasyedilik var sanki, nereden bu değirmenin suyu, kimi çarptılar?
YAMALI BOHÇA
Efendim 2 asır evvel Belçika diye bir ülke yok.
Napolyon Waterloo’da yenilince Fransızlar havaliyi boşaltmak zorunda kalırlar. Zafere imza atan İngiltere, Prusya, Hollanda ortaya karışık bir devlet kurar (1831), başına da bir Saksonyalı (Kral I Léopold) oturturlar.
Şimdi bunlara bir de tarih bulmak gerek, taa Romalılar devrinde yaşamış silik bir kabilenin (Balgealar) adını kullanır Belgium olsun buyururlar.
Belçika’da herkes kendi lisanını konuşur (Almanca, Flamanca, Fransızca) sevinçleri, tasaları desen başka başka.
Artık ne kadar millet denirse onlara?

BU NE İŞTİHA
I. Leopold’un ardından tahta oturan II. Leopold (Louis Philippe Marie Victor) felaket hırslıdır. Gözünü diker Afrika’ya.
İngiliz kâşif Henry Morton Stanley’i Kongo’ya yollar. Bu uyanık kabile reislerini aldatır, imzalarını alır boş kâğıda. Adamlar okur yazar bile değildir, o karalamaların başlarına neler getireceğini düşünemezler asla.
Kralımız “Afrika Birliği” adlı bir teşkilat kurar” ve güya köle tacirleriyle savaşmak için girer Kongo’ya. Burada bilimsel araştırmalar yapacak, ürün artıracak, ekonomiyi rayına oturtup çağdaşlaştıracaktır sözüm ona. Ve bir nüans daha. II Leopold ülkesi için değil “şahsı adına” hareket eder, Belçikanın on misli büyüklüğündeki Kongo’nun mülkiyetini alır kolayca.
1885 Berlin Konferansı’nda Avrupalılar haritaları yayar dünyayı paylaşırlar. Tamam Kongo’da sana kalsın derler. Sömürülecek yer çoktur nasıl olsa.
KAUÇUK UĞRUNA
O günlerde otomobil ve bisiklet sanayisi ekonominin lokomotifidir. Kapı fitili ve lastik için hayli kauçuk kullanırlar. Bir kauçuk ağacının yetişmesi için 100 yıl lazımdır, hâlbuki Kongo’da istemediğin kadar.
Leopold’un haramileri yerlilerin gırtlaklağına çöker, kauçuk toplamaya yollarlar. Hafife mi aldınız? Çaprazlama kolunuzu bacağınızı keser, kötürüm bırakırlar.
Bu iş gücü kaybıdır aynı zamanda. Bu yüzden bir süre sonra amelenin ailesini hedef almaya başlarlar. Bebeğinizin elini bileğinden koparır, tutuştururlar avucunuza.
Hipopotam derisinden yapılma kırbaçlarla (chicotte) dövülmek ıstıraplıdır. Islık çalan şerli şerit, etinize girer âdeta.
Buna dayanabilirsniz belki ama yatırıp da karınızı kırbaçlıyorlarsa...
DİNLENECEKSİNİZ HA!
Hasılı yerliler çalışır, Belçikler gölgelerde hamaklarda. Canlarına tak eder “bir gün izin verin, biz de dinlenelim” deme cesaretinde bulunurlar.
Dan! Dan! Dan! Yaylım ateşi, 60 fukara düşer toprağa.
Bak ayağınızı denk alın, yoksa!
Yerlilerden kurulan kolluk kuvvetlerine “öldürdüğünüz asilerin elini getireceksiniz” denir. “Ne kadar mermi aldıysanız, o kadar el koyacaksın masama! Bazen karavana attıkları olur, elsiz gitmemek için birilerinin kolunu keser, kendilerini garantiye alırlar.
Patronlar cesetlerin ortada durmasından rahatsız değildir, korku imparatorluğu böyle yaşar zira. Hasılı 2. Leopold, Kongo’yu toplama kampına çevirir. Belçikalılar girdiğinde ülkenin nüfusu 20 milyondur, 9 milyona düşer kısa zamanda (1890 - 1905 yılları arasında.)
Bir yandan da misyoner akını, kiliselere tıkıştırır vaaz ederler halka. Tedrisat Fransızcadır mahallî lisanlar budanmaya başlar.

AKIYORKEN KÜPÜ
Belçika, 1. Cihan Harbi’nde Almanya tarafından işgal edilir, 2. Leopold ülkesini teslim eder ama kolonileri asla.
Almanlar yenilir, Afrika’dan çekilmek zorunda kalırlar. Belçika boşluğu değerlendirir Burundi ve Ruanda’ya da el koyar. Elinde fildişin, kürkün, elmasın olsun, düze çıkarsın nasıl olsa.
Belçikalıların insana saygısı yok, hayvana hiç yoktur. Dişine tamah ettikleri gebe filleri vurur, pek lâzımmış gibi piyano tuşu yaparlar. Kürkü değerli ne varsa namlunun ucunda. Sanki bir telaş, akıyorken dolduralım, fırsat bu fırsat.
Cemiyet-ül Akvam yanlarındadır, zenciler yok sayıldığına göre, mesele kalmaz, yağmaya devam.
Zulümden İngilizler bile rahatsız olur. Siyahileri sevdiklerinden değil, isyan patlarsa kendilerine de sirayet eder sonra.
GAZETECİ BU İŞTE
Alkole alıştırılanlar, fuhşa zorlananlar. Edmund Dene Morel adlı bir denizci tatsız şeylere şahit olur. Çalıştığı şirketten ayrılıp (1901) gazeteciliğe başlar. Kırbaçlanan insanları, silah altına alınan çocukları, yakılan köyleri, tecavüz vakalarını haber yapar. Çarpıcı fotoğraflar çeker ayrıca. Resimlerden birinde talihsiz babayı görürsünüz. Beş yaşındaki kızının kesik eline bakmaktadır şuursuzca.
Edmund sonuna kadar gitmekte kararlıdır, protesto yürüyüşleri tertip eder. Mark Twain ve Sir Arthur Canon Doyle gibi yazarlar da destek verir ona. Tepkiler büyüyünce parlamento toplanır Kongo’yu II. Leopold’un elinden alırlar.
Haşmetmaaplarının ağırına gitmiş olmalı bir yıl sonra ölür, bir zalimden kurtulur dünya.
İyi de neredeydiniz? Milyonlar katledildikten sonra mı geldi aklınız başınıza?
Demek Hitler beyaz öldürdüğü için lanetlendi. Eğer siyah katletse batmayacaktı Batılıya.
Belçika hükûmeti yarım ağız da olsa özür dilese ve tazminat ödeme planı hazırlasa tamam dersiniz, demek pişman oldular. Aksine II. Leopold’un heykellerini diker, kuyruğu dik tutarlar.
ASALA’DAN AZGIN
Batı, otomobil işinden iyi kazanır ve çevirir gözünü neft yataklarına. Bunun için Osmanlıyı yıpratmalıdırlar.
Abdülhamid Han hayatta olduğu sürece tek damla koparamazlar. Sultanı ortadan kaldırmayı planlar, Joris adlı Belçikalı teröristi yollarlar İstanbul’a.
Joris Ermenilerin yardım ve yataklığı ile bombasını hazırlar, Yıldız’a getirir ve Cuma selâmlığını kana boyar.
Ancak yakalanır ve itirafta bulunur. Kaçacak yeri yoktur ve bütün delliller aleyhlerindedir. Gelgelelim Batı öyle bir çöreklenir ki başımıza.
Dahası içerideki Belçikalılar kaleme sarılırlar. 26 vatan evladını şehit eden 56’sını yaralayan katile “şanlı avcı” diye methiye düzerler hayasızca.
Terör suçtur, kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın. Övemezsin asla. Bunu basın yoluyla yaymak cürmü katlar ayrıca.
Tevfik Fikret’in adını okullara koyanlar, ders kitaplarına sokanlar neyin peşinde? Gereğini yapın, terörle mücadele ediyoruz diye masal anlatmayın halka.
MÜTTEFİKLER OLMASA
Belçika 2. Cihan Harbi’nde tekrar Almanya tarafından işgal edilir, bir mücadele vermez, oturur müttefiklerin gelmesini beklerler sabırla (1944).
Savaş sonrası Kral III. Leopold iş birlikçilikle suçlanır. Haşmetmaapın salahiyetine el koyarlar (1951). Kongo da krizi fırsat bilip bağımsızlığını ilan eder (1960). Bilahare Burundi ve Ruanda. Bunlar sureta hürriyetlerdir, yerli halka bir marş ve bayrak bağışlar. Ben malı götüreyim, sen çal çal oyna. Biliyorsunuz örtülü sömürü diyorlar buna. Maşa kullanır, asker besleme külfetinden kurtulurlar. Dün dipçikle aldıklarını, bugün güle okşaya.
Sömürüldüğünüzü bile anlayamazsınız, ah o illizyonist medya.
Soygunun devamı için halkı başka şeylerle oyalamalı, birilerini öteki ilan edip kabileceilik gayretlerine dokunmalıdırlar. Fesat tohumları eker, Tutsileri Hutulara kırdırırlar.
Mitterrand umursamayacak “o ülkelerde soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil” diyecektir, basın mensuplarının karşısında. (1998)
Bir milyon kişi ölmüş, iki milyon göçmüş.
İnsan biraz utanır ya!
.
Balat siyah beyaz filmlerden kalma
18 Aralık 2019 02:00
Tamam Balat’ta ciddi azınlık vardır ama Türkler ekseriyettedir daima. Sokak aralarında sahabe kabirleri vardır, Müslümanlar severek oturur burada.
Amca beni çek! Beni çek!
Deklanşöre basıyorum, şrakk dağılıyorlar anında.
- Oğlum bakmayacak mısınız fotoğraflarınıza.
- Bakalım di mi?
- He ya!
Dönüp geliyor, toplanıyorlar başıma.
Aaa benim ağzım açık kalmış… “Benim gözüm kapalı. Yoksa saçım dağınık mı?
Menemen destisi gibi tekrar diziliyorlar, elini arkadaşının omzuna atanlar, arkadan kulak yapanlar, şenlik, şamata.
*
Bir yaşlı, delikanlıya çıkışıyor, “Bak yine arabayı dükkânın önüne çekmişsin Apaçi, bir gün o lastiklerini kesecem ha!
Genç çevik bir hareketle kapıp ihtiyarın elini öpüyor “Sen adamın dibisin baba, döv beni, yapmiym bir daha!”
İhtiyar gülüyor, ne desin şimdi buna.
- Bekliyorum haydi vur. Al şu süpürgenin sapıyla.
- Git başımdan ya!
.jpg)
UMURUNDA MI DÜNYA
Balat böyle bir semt işte. Dert nasıl olsa bitmez, koyver gitsin, neşeli tarafından bak hayata...
Tarih, mimari, martılar, şairane duvar yazıları, boy boy çamaşırlar. Objektifi ne yana çevirsen manzara.
Bir zamanlar hayli azınlık varmış, önce varlık vergisi vurmuş, sonra 6-7 Eylül hadiseleri, derken Kıbrıs gerginliği. Bazı Yahudiler de siyonistlere kanıp Filistin’e gitmiş, devlet kuracaklar akılları sıra.
Aradıklarını bulamamış olmalılar, akın akın Balat’a geliyor, dalıyorlar hatıralara.
Evet ortalık turist otobüsünden geçilmiyor, sokak araları ecnebi kaynıyor serapa.
HÂLBUKİ, OYSA
Osmanlılar İstanbul’u kuşattığında, Yahudiler şehirde durmaz, uzaklaşırlar. Fethi takiben Fatih “Gelsin mülklerinde otursunlar” buyurur, “ticaretleriyle meşgul olsunlar!”
Davete icabet eder, ürke korka sokulurlar. İlk kafile sadece 100 kişidir, bakarlar sultan sözünün eri, diğerlerine de haber uçururlar. Döner Balat’ı mekân tutarlar.
İspanyollar Musevileri kıtır kıtır keserken (1492) Avrupa lakayıttır. Yahudi ölmüş, kalmış kimin umurunda?
Ama Bayezid-i Veli üstüne düşeni yapar, çaresiz insanları, kan dökücülerin önünden alır, İzmir ve Selânik’e yerleştirir. Tabii bunlardan da gelen olur. İlim, sanat, ticaret, para, ne varsa İstanbul’da.

AŞŞAĞISI YUKARISI
Balat’ı biliyor olmalısınız Fener’den Ayvansaray’a uzanan mıntıka.
Semtin Bizanslı yıllarda adı Vasiliki Pili’ymiş. Sonra eski bir saray kalıntısı (Palation) ile anılırmış rivayet doğruysa. Yok Palas değişmiş de Balat olmuş. Bence Balat Türkçe. “Bal” ve “at” gibi iki sarih hecemiz var yapısında.
Dış Balat adı gibi surun dışında. Sefil bir yer, sakinleri çorbayı balıkçılıkla, kayıkçılıkla kaynatırlar.
Balat kapısından girdiniz mi İç Balat... Bunlar esnaf ve sanatkârdır, kundura yapar, manifatura satarlar.
Makedonya’dan (Kasturiye ve İştip) gelen Museviler ise yukarılarda oturur, mutena muhittir, köşkler, kâşaneler, alımlı konaklar.
Ecdadımızın mabet yıkmak gibi âdeti yoktur. Çok ihtiyaç duyulursa sahipsiz mekânlar mescide çevrilir ama mimari karakteri bozulmaz. Sadece şirke sebep olacak haçlar putlar kazınır, duvar işlemeleri, sütun başlıkları olduğu gibi kalır, korunup kollanır itinayla. Hazreti Cabir Mescidi gibi mesela.
HALİÇ VAPURU
Eskiden daha ziyade deniz yolu kullanılır. Peremeler (gondola benzeyen kayıklar) getirdikleri zerzavatı, zahireyi, bakliyatı iskelelere yıkar. Erzak at arabalarıyla dağılır mahalle arasına. Yağ iskelesi, Yemiş İskelesi, Odun İskelesi… Hepsi de yaptıkları işlerle müsemma.
Mahallenin çöpleri de sahilde toplanır, yüklenir mavnalara. Bunları Marmara açıklarına götürüp boşaltırlar. Henüz lastik, plastik yoktur, atıklar organiktir, balıklar kapışırlar.
Şirket-i Hayriye’nin balta burunlu kule bacalı gemileri iskeleler arasında zikzak yaparak yolcu taşır. Gezenti kadınlara da “Haliç vapuru gibi” denir halk arasında.
Eyüpsultan - Sütlüce, Balat - Hasköy ve Eminönü - Karaköy arasında sandallar gidip gelir ayrıca.
Sonra yollar yapılır, çın çın tramvay, İETT otobüsleri. Artık kaybedecek vaktimiz yoktur, tıkış tepiş dolmuşlara.

ANADOLU & RUMELİ
Tamam Balat’ta ciddi azınlık vardır ama Türkler çoğunluktadır daima. Müslümanlar severek oturur burada. Nasıl sevilmez, sahabe kabirleri sıralanmış sokak aralarında.
Çavuş Hamamı şehrin fethedildiği yıllardan kalmadır, düşünün bu çifte hamamı yaptıran derviş gönüllü, adını bile koymaz, vakfeder hayrına. Türk eseridir ama azınlıklar “Banyo dö Balat” derler Fransız aksanıyla.
Tahta Minare Camii Fatih Sultan Muhammed’den yadigâr, onun da hamamı var yanında. Semte silüet çizen Ferruh Kethüda Camii ise “Mimar Sinan eseriyim” diye bağırır âdeta.
Günümüzde Balat ekseri Karadeniz ve Balkanlardan gelenleri ağırlar. Bu yüzden Arnavut ciğeri, Üsküp köftesi, triliçe bulabilir, pazar sabahları dalabilirsiniz Kastamonu pazarına.
Eğer selfie’koliklerin karelerine girmekte beis bulmuyorsanız mesele yok ama hoşlanmıyorsanız sair gün gelin derim.
Mümkünse yürüyerek; sokaklar dar ve yokuş, arabayı dert etmeyin başınıza.
EV AHŞAP ÇATI ÇIRA
Balat, rüzgâra açık bir semt, ardı yamaç. O yıllarda evler çıtır çıtır ahşap. Ezkaza bir kandil düşse mangal devrilse Allah muhafaza!
Tulumbacılar yetişesiye alevler bacada.
Mesela 1510 yangını taaa Bahçekapı’ya (Eminönü) uzanır ve 800 dükkân yanar.
1639’da Dış Balat’ta bir mumhanede çıkan afet, sahili siler süpürür ama surları atlayamaz. Millet tam oh demiştir ki, bir ceviz ağacı tutuşur, alevli dallar düşer öte taraftaki çatılara. O gün de nasıl bir poyraz sormayın. Balat Kapısı’ndan Fener’e kadar kül olur, Draman’ı da geçer, dayanır Çukurbostan’a.
1692 senesinde bir hallaçtan çıkan yangın bir anda mahalleyi sarar, tulumbacılar ne yapsın, 1.500 ev ve iş yeri yanıyorsa. Yıl 1721. Bu sefer Yahudi terzinin dükkânı tutuşur, o mevkide de evler bitişik nizam, Balat alev topuna döner bir anda. Padişah III. Ahmed kayıkla hadise mahalline gelir ama çaresizdir. Sadrazam Damat İbrahim Paşa ve yeniçeri ağası cansiparane çalışsa da 100 ev, 120 dükkân, yedi değirmen yanar. Çavuş Mescidi ve Medresesi kül olur arada.

HANGİSİNE YANALIM?
Ispanak pırasa yanar mı demeyin, 1729 yangını bir manavdan çıkar. Rüzgârla şiddetlenip yayılır, bir ucu Fener’e yürür, bir dili Edirnekapı’yı yalar. İstanbul’un sekizde biri kül olur ki; Sunullah Efendi, Abdürrahim Efendi, Kazasker Sahafzade, Veliyüddin Efendi, Mirzazade Konakları ile onca mektep, medrese, kütüphane kalkar ortadan. Yirmi beş mescit zayi olur, o güzelim yazmalar, hatlar, kandiller, şamdanlar... Yalılar, halılar...
1782 yangını ise Sultan Selim Camii’ne ve Karagümrük’e varır. Sadrazam İzzet Mehmet Paşa çırpınsa da zayiat ağırdır. Ceman yedi bin bina.
1812: Bir Yahudi evinden yükselen alevler değişik yönlere sıçrar. Birinci kol Tekfur Sarayı, ikinci kol Balat Hamamı, üçüncü kol Ayvansaray’ı tutar. Tulumbacılar alevleri, Zal Mahmut Paşa önünde durdurur, Eyüpsultan’a sokmazlar. Sultan II. Mahmud mücadeleyi Aynalıkavak Kasrı’ndan izler, tersane işçilerini de yardıma yollar. Kaymakam Paşa, Kaptan Paşa, Sekbanbaşı, Bostancıbaşı tam tertip sahada.
Misalleri çoğaltmak mümkün işte sırf bu yüzden Balatlılar karşıya geçer, Hasköy mukimi olurlar. Yangın korkusundan mimari de değişir, taş evler görünmeye başlar. Ancak onlar da zelzeleye dayanamaz bu defa.
KİLİSE DEĞİL LİSE
Balat’ın alımlı binalarından biri de Özel Fener Rum Lisesi. Bu mektebi yine kendi mezunlarından Mimar Dimadis yapar (1881). Genellikle kilise, hatta patrikhane sanılır. Hâlbuki o bölge Müslüman ağırlıklıdır, çevresinde İsmail Ağa, Mesnevihane, Tevkii Cafer, Mismarcı, Yusuf Şüceaddin ve Yavuzselim Camileri ile İsmet Efendi Dergâhı yer alır.
.
ASLI UYGUR akupunktur
22 Aralık 2019 02:00
Doktor Nimetullah Reşidi yarım asrını mesleğe vermiş bir hekim, 30 yıldır Türkiye’de akupunktur tedavisi yapıyor. Kendisi Sincan asıllı, Kaşgar’a bağlı Atiş İshak’da doğup büyüyor. Babası 1927 Galataray Lisesi mezunu, eşraftan Musa Bay okusun diye yollamış zamanında.
Dr. Nimetullah “Evet Türkiye’de başarılı hekimler var ama Uygur (ya da Çin) tababetinin dili mantığı çok başka” diyor. “Batı tıbbı bedenimizin maddi tarafı ile ilgilenir, protein, hücre, doku, organ, sistem sıralamasına uyar. Uygur tabipleri ise vücudun bütününe bakar, hat-ağlar (meridyenler) öz, can, kan ve beden sıvıları üzerinden yol alırlar. İnsanı tabiatın parçası kabul eder, hastalığı ya muhayyel değişimlerde (coşku, öfke, endişe, üzüntü, kuruntu, korku, ürkme) ya da dış illetlerde (rüzgâr, soğuk, nem, sıcak, kurak, ateş) ararlar.
Batı tıbbı insana makine gibi yaklaşır, arızalı parçayla uğraşır. Doğu tıbbı ise vücuda bütün olarak bakar.
Malum madde sadece kütlesi olan parça değil sıkıştırılmış enerjidir. Her organın farklı frekansları vardır. Uygur hekimleri nabız alırken birçok bilgiye ulaşırlar. Damar cidarına gelen basıncın yanısıra can taşıyan dalgalardan, iç - dış, yoksun - taşkın, soğuk - sıcak, eksi-artı dengelerinden haberdar olurlar.
AYRI DÜNYALAR
Akupunkturda dokular 7 delik ile ( iki kulak, iki burun, iki göz ve ağız) bağlantılıdır. Kalbin, böbreğin, dalağın dil üzerinde tesiri vardır.
Bizim tedavimiz de değişiktir, meselâ karaciğer soğutularak gözdeki yanmalar, kanlanmalar giderilebilir. Böbrek takviyesi ile saç dökülmesi ve sağırlık önlenebilir.
Hava ısınınca ter bezleri çalışır, soğuyunca gözenekler kapanır. Nabız bahar ve yaz aylarında inişli çıkışlıdır, kışın dalgalanmalar azalır. Yani kan ve can dolaşımı da mevsimlerin farkındadır. Gün de mevsimler gibi dörde ayrılır, fizyolojik faaliyetler zaman ve zeminle alakalıdır.
Akupunktur tedavisinde genelde “ana yuvaya takviye” “yavru yuvaya tahliye” yapılır, güçlüden alınıp güçsüze dağıtılır.
Türkiye’de bize umumiyetle “kilo verdiriyor musunuz”, “sigara bıraktırıyor musunuz” gibi fantezi şeyler soruluyor. Hâlbuki akupunktur kan can dolaşımı ile ilgili bir ayar usulüdür, ki yüzlerce vakada kullanılır.
Bunca tecrübeden sonra Batı Tıbbı ile Geleneksel Uygur tababeti arasında köprü olmak ve yeni bir anlayışa kapı aralamak istiyorum.
BELGELER ORTADA
Prof. Abdüşşukür Muhammed Emin, Garbi Yurt Taşkemir Senedi adlı eserinde Karaşehir Hotan istikametindeki Kroran harabelerinde aşina olduğumuz semboller bulur ki akupunkturu işaret etmektedir açıkça. İhsaü’l Ulum kitabında enasır-ı erbaa’dan bahs açar: Ateş - hava - su - toprak. Ayrıca dört tesir, dört vaziyet, dört mizaç ve dört akıcıdan (kan, balgam, safra ve sevda) söz eder, Uygur tabipleri gibi yaklaşır mevzuya.
Çin kaynakları da Uygur tababetine methiyeler yağdırır. Qing ve Han sülaleleri devrinde kaleme alınan Huang Di Nei Jing adlı eserde müellif Su Wen uzun uzun bizi anlatır. (Bilhassa bağışıklık kazandırma hususunda).
Türkistan’da kullanılan 202 nebati deva Çin Halk Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı tarafından tasdik edildi, piyasada satılıyor. Hekim Sultan Eli’nin Uygurca Destur-il İlaç’ı kitabı ellerinden düşmüyor.
En eski akupunktur iğnesinin fotoğrafını ünlü Arkeolog Kurban Veli’ye (ABD’de yaşar) gösterdim üzerindeki motiflerden Uygur yapımı olduğunu tespit etti. Zaten ilk akupunktur atlası da Uygur elinden çıkma.
Dünya Akupunktur Federasyonunun düzenlediği konferanslarda da bunları anlatıyorum, Çin tarafından tek itiraz gelmedi daha.
NİYE LATİNCE?
Dr. Nimetullah “Beni üzen bir başka mevzu, tıp alanında hâkim dilin Latince olması” diyor. “Buradan kurtulmak için, kendi kelimelerimizi kazıyarak ortaya çıkarmalıyız. Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı lügat-it Türk’ünde tebabetle ilgili hayli tabir var. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde dört tat bozukluğunun sağlığa nasıl tesir ettiği yazıyor. Prof. Dr. Rahmet-i Arat İdikut Uygur Devleti’ne ait reçeteleri okuyup yayınladı ayrıca. Türkiye’deki uzmanlar akupunkturu Avrupa’dan öğrendikleri için İngilizce ya da Almanca terimler kullanıyor ve işin özünden uzaklaşıyorlar. Mesela biyolojik saat usulünde kavranması gereken Tiangan ve Dizhi tabirleri Gök-Sap, Yer-Dal şeklinde sunulacakken Heavenly Stems ve Earthly Branches şeklinde veriliyor, mevzudan uzaklaştırıyor. Akupunkturda buna benzer 336 terim var, vakıf olmadan yol alınamaz” diye devam ediyor.
Dr. Nimetullah üzerine düşeni yapmış. Latince antijene zıtlık, antikora zıtçi diyor. Reseptör = sezgüci, indiktör = hisalğu, efektör = cevapçi, astım = zıkka, divertikül = yanhalta, polip = monek, kardiya = üssüngüç, pilor = assıngüç, prostat = mezebez, sendrom = hasıla, endikasyon = layaket, kontrendikasyon = meniyet, hayat çizgisi = cantomur, arter = şahtomur, ven = şuktomur, perifer = kıltomur, meridyen = yoltomur, impuls = çaçkun, varis = türülüş, immunite = saklaniş, protein = aksil, lökore = akhun, kar körlüğü = karkor, renk körlüğü = renkkor, katarakt = ak basma, nörotransmiter = taşuk, bant = himsürüp, bandaj = kollap gibi.
Öyle ya, iki Türk hekim bir vaka üzerinde niye başkasının lisanıyla konuşsunlar?
VAKİT KAYBI
Bir zamanlar Mehmed Rahim isimli bir Uygur talebe anatomiyi latince okumaktan bıkmış ve “Tempele’si kolaymış peyda oldu şakakta, maksillayı ararken çenem kaldı batakta…” diye matrak bir şiir yazmıştı. Gidip kendisini tebrik etmiştim hatta.
1969 Kaşgar Tıp Fakültesi mezunuyum, 1985’de Türkiye’ye göçtüm, vatandaş oldum. İcra-ı sanatıma müsaade için beni imtihana aldılar, 84 puanla kazandım. Lakin konsültasyonda tutuldum kaldım.
Döndüler “Anlamadın mı yoksa?”
-Bunlar Latince hocam.
-Ama bütün dünya Latince okuyor.
-Hayır hocam Çin’de eğitim dili Çincedir, Uygurca karşılıkları da var, mahkûm değiliz onlara.
Çıkardım Uygurca Çince İngilizce Tıp lügatini gösterdim hak verdiler, bana.
TÜRKİYE'YE MİNNETTARIZ
Ne yazık ki Uygurlar özleri ve kökleri hakkında konuşamıyor, geçmişini bilmiyorlar. Eğer Türkiye’ye gelmesem Türkistan davasından haberim bile olmayacaktı.
Türkiye bize sahip çıktı, ecdadımızla tanıştırdı, minnettarım onlara.
.
Hangi Noel?
29 Aralık 2019 02:00
Roma’nın Pagan Kralı Konstantin Hristiyanlara hürriyet tanır ama inanışlarına da el atar. Hazreti İsa’nın doğumu hakkında dayatılan 24 Aralık gibi mesela.
Dünyadaki kadınların efendileri dörttür. Fâtıma binti Muhammed, Hadîce binti Huveylid, Âsiye binti Müzâhim ve Meryem binti İmrân (Hadis-i şerif)
Meryem ismi Kur’ân-ı kerîmde sıkça zikredilir. Adına sure iner ayrıca.
“Vaktâ ki, Meryem (radıyallahü anhâ) kıyam rüku ve sücûd ile emrolundu, namazda çok durmaktan ayakları şişti...” İmâm-ı Evzâî
Meryem ibadet eden demektir zaten, ismiyle müsemma.
Hazreti Meryem’in henüz çocuk yaşlarda Beytü’l-makdise verildiğini biliyorsunuz. Mescide azat edilen kızlar 14 yaşına girdiler mi yine kendileri gibi mescide bağışlanan bir gençle nişanlandırılırlar. Hazreti Meryem çok farklı bir kızdır, onun ihlasına takvasına hayrandırlar. Hakkında karar vermekten çekinir, kur’aya bırakırlar. Amca oğlu Yûsuf-i Neccâr çıkar.
O gün Hazreti Meryem, Mescid-i Aksa’nın doğusunda bir kuytudadır. Cebrâil aleyhisselam gelir, insan şeklindedir. Meryem Valide’miz sakınır, endişelenir, kalbine ürperti düşer hatta.
Cibril-i emin, “Ben” der, “benden kendisine sığındığın Hak tealanın habercisiyim. Senin bir oğlan doğuracağını müjdelemek için gönderildim”.
-Benim çocuğum olur mu? Henüz evlenmedim ki daha?
-Biliyorum şeri hududun dışına taşmadın, iffetsizlik yapmadın. Hak teala sana, babasız bir çocuk ihsan edecek. O, dilediğini yapmaya kadirdir mutlaka.
Hazreti Meryem “Öyle ya” der: Rabb’imiz ilk ekini tohumsuz, ilk insanı erkeksiz kadınsız yarattı, O “Ol” der, olur o kadar. Hazreti İbrahim’i ateşe yaktırmayan, Hazreti İsmail’i bıçağa kestirmeyen Mevla babasız çocuk da yaratabilir karnımda.
Meryem Valide’miz hamileliği belirginleşince çekilir bir tenhaya (Beyt-i Lahm). Sırtını kurumuş bir hurma ağacına yaslar.
Hazreti İsa dünyayı teşrif edince ayağının altında bir pınar belirir, ağaç yeşerir, mevsimsiz meyve ile bezenir dallar. Hurmalardan yer, sudan içer, kendini toplar.
SUİZAN İFTİRA
Peki şimdi kavmi ne der ona?
“Ah ölseydim de, unutulup gitseydim şurada!”
Cebrail aleyhisselam “oruçlu gibi davranmasını” tembihler. Sükût! Musa aleyhisselamın şeriatında oruç, “terk-i taam” kadar “terk-i kelâm”dır zira.
Ve gün gelir çıkar ahalinin karşısına. Ona “Ey Harun’un kardeşi” derler, “baban İmrân böyle değildi. Annen Hunne çok iffetliydi. Peki sen nasıl oldu da…”
Hazreti Meryem cevap vermez. Nurlu bebek elini kaldırır ve fasih cümlelerle konuşmaya başlar. “Ben, hakikatte Allahın kuluyum. O beni mübarek ve anneme hürmetkâr kıldı. Zorba ve bedbaht yapmadı.”
Hazreti İsa, ileride peygamber olacağını, kendisine kitap indirileceğini haber verir kalabalığa.
Tefsîr-i Hâzin’e göre; İsa aleyhisselamın evvelemirde Allahü tealanın kulu olduğunu beyan etmesi mühimdir. Kendine tapınılmasına mâni olmuştur açıkça.
.jpg)
KONSTANTİN’İN TESİRİ
İstanbul’u yeniden kurup, adını veren Konstantin, Hristiyanlara geçmişteki Roma İmparatorlar gibi şiddet uygulamaz. Aksine mal mülk sahibi olmalarına ve kilise kurmalarına izin verir (Milano Fermanı). Kendisi pagandır ama yön verir Hristiyanlara. Mesela “Bırakın bu İncil münakaşasını” der, İznik Konsülünü toplar. Toplantıda teslisi anlatan İnciller kabul görür, vahdaniyeti savunanlar ortadan kaldırırlar. İlk konsülün yapıldığı bina -Senato Sarayı- şu an gölün altında.
İşte o dönem çok bidat ve hurafe karışır Hristiyanlığa. Şöyle ki: Konstantin, İmparatorluğu garantilediği Milvian Köprüsü savaşında kırmızı bir + çizdirmiştir askerlerinin kalkanına. Bu işaret ordunun ikonu olur zamanla. Hristiyanlar, Hazreti İsa’dan altı asır sonra haçı ithal eder Konstantin’in hatırına.
Eski Romalılar, kışın güneşin kendilerini terk etmesine üzülür; günlerin uzamaya başladığı 25 Aralık’ta Işık Tanrısı Mitra’nın doğumunu kutlarlar. Bu pagan gelenek de monte edilir ustalıkla. Putperestler Hazreti İsa’yı Babillilerin Tammuz’una, Perslerin Mithras’ına, Mısırlıların Oziris ve Amonra’sına benzetir, şablona oturturlar. Malum Dionysus, Hercules hep 24 Aralık’ta doğar. Ve bu tarih resmiyet kazanır Roma Piskoposu Liberius zamanında.
24 Aralık elbette Gregoryen takvimine itibar eden Katolik, Protestan, Süryani ve Rumları ilgilendirir. Julyen takvimi kullanan Rus, Balkan ve Ermeni kiliseleri ise 6-7 Ocak’ta karar kılar.
KAYIP YÜZYILLAR
MS 597 yılında adı geçen geceye Christmas adı verilir. Christ, Yunanca Hıristos’tan (kurtarıcı) gelir. Noel ise, Latince natalisten (doğum).
Derken Papa Dionysus, Hazre-i İsa için bir de doğum yılı belirler; “Roma yılı ile 754” buyurur elinde ne gibi bir belge varsa.
Luka İncili’ne göre Hazreti İsa doğduğunda çobanlar koyunlarını otlatmaktadırlar. Demek ki kış değil, yaz - bahar. Mevsim bile şüpheli olursa kim bilir yılda ne kadar yanıldılar.
Bir kısım tarihçiler Hazreti İsa’nın, İskender’in Darius’u yenmesinden 65 sene sonra dünyaya geldiğini yazar. Zikrolunan harp MÖ 334 olduğuna göre bayağı bir oynama var.
İbni Asâkir’in, Şa’bî’den haber verdiğine göre, Hazreti İsa ile Hazreti Muhammed arası, 963 yıldır. İmam Gazali hazretleri ise farkın bin seneden az olmadığını söyler ısrarla.
Filistin’de peygamberliğini ilan eden Hazreti İsa’dan söz edildiğinde Eflâtun’un (Platon) “biz zaten temiziz, temizleyiciye hacet yok” dediği bilinir. Demek ki aynı yıllarda yaşadılar.
Ünlü filozofun MÖ 347 senesinde öldüğü kesin olduğuna göre yine üç küsur asır fark var arada.
Karışıklıkların sebebi gördükleri baskılar olabilir. Biliyorsunuz İseviler Roma zulmünden kaçar, uzun yıllar mağaralarda saklanırlar (Kapadokya) hâliyle ilimden fenden uzak kalırlar. Sonrakilerin hayatlarına ise efsaneler yön verir, geyikler, kızaklar...
Çarmıha gerilen muhbir Yehuda!
İsrailoğulları zor kavimdir, Musa aleyhisselama bile uymakta gevşek davranır, Hazreti Harun’a itirazda bulunurlar açıkça. Hazreti Şa’ya ve Zekeriyya’nın (aleyhisselatü vesselam) canlarına kıyar, iffetli Meryem Valide’miz hakkında edepsizce konuşurlar.
O sıralar dağınık yaşamaktadırlar. Kavmi derleyip toplayacak bir “hükümdar peygamber” bekler, savaşçı olmasını arzularlar
Hazreti İsa ise sulh ve sükûnu tesise çalışır, yumuşak davranır insanlara. Çok mucize gösterir, ölüleri diriltir biiznillah. Ancak Yahudiler onu “yeteri kadar” sert bulmaz, anlattıklarına da inanmaz “ortadan kaldırma” kararı alırlar.
Büyük nebi olup bitenin farkındadır, içlerine çıkmaz. Suikastçiler Kudüs’e dağılır, ev ev aramaya başlarlar. Muhbir Yehuda (Judas) para uğruna önlerine düşer, dalarlar binaya. Allahü teâlâ Yehuda’yı, Hazreti İsa şekline sokar. Katiller münafığı yakalar, gererler çarmıha.
Cebrail aleyhisselam Hazreti İsa’yı üst katın penceresinden alıp göğe kaldırmıştır o sıra.
Yahudiler cinayetin ardından durur “eğer bu İsa ise derler, “Yehuda nerede? Şayet Yehuda ise, İsa’ya n’oldu acaba?”
Hazreti İsa göğe kaldırıldıktan sonra Hazreti Yahya devam eder çağrıya. O da Yahudi Kral I. Herod’un hışmına uğrar, katledilir acımasızca.
Bizim inancımıza göre Hazret-i Îsâ hayattadır, vakti gelince Şam’a inecek, Mehdi aleyhisselamla birlikte savaşacaktır batılla.

|
Bugün 270 ziyaretçi (377 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|