 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
gercekaliseriati.blogspot.com/
Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî'den açıldığı için konu ona kaydı. Ama mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca d
.Ali Şeriatî, 13 Kasım 1933'de İran’ın Horasan Eyaletine bağlı Sabzivar'ın Mezinan köyünde dünyaya geldi. 1950'de Meşhed'deki Öğretmen Kolejine girdi. 1952'de Meşhed'in yakınlarındaki Ahmedabad Köyünde öğretmenliğe başladı. 1955 yılında Mekteb-i Vasıta'yı kaleme aldı. Ayrıca Ebu Zer-i Ğıffarî isimli kitabı Farsçaya tercüme etti. 1965 yılında Meşhed Üniversitesine girdi. 1960'da Fransa'ya Sosyoloji ve Dinler Tarihi üzerine doktorasını tamamlamak için gitti. 16 Mayıs 1977'de Avrupa'ya gitti. 30 gün sonra SAVAK tarafından öldürüldü. Ali Şeriatî’nin eserleri: Medeniyet ve Modernizm, Yarının Tarihine Bakış, Muhammed Kimdir, Muhammed'i Tanıyalım, Sanat, Dua (Alexis Carrel ile birlikte), Ne Yapmalı, Kevir, Ümmet ve İmamet, Ali Şiası-Safevi Şiası.
Ali Şeriatî’yi aslında bu eserimize dâhil etmeyecektik. Lakin kendisini sözde Sünni olan bazı reformcular örnek gösterirler ve gençlere sevdirmeye çalışırlar. Bu yüzden Ali Şeriatî de araştırma konumuz oldu. Marksist düşünceden yaptığı alıntılar ve türetmeler ve bunların kendi zamanındaki İran'a ve çevresine adapte edilmesini sağlayan kişidir.
İslam-Şinasi adlı kitabında Ali Şeriatî, kendi mezhebince bile aşırıya gitmiş ve “Allah bir Janustur.” demiştir. Sözde Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) için yazdığı Muhammed Kimdir adlı kitabının girişinde şu ifadeyi kullanarak bir Müslüman olarak değil de oryantalizmin etkisinde bir kişi olarak bu kitabı yazdığını belli etmiştir: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…” Zaten Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için bir defa bile Hazret veya Aleyhisselam veya Peygamberimiz dememesi buna işaret eder. Aynı kitabında İran’ın fethini bir türlü hazmedemiyor ve fetih için “Arap saldırısı” tanımını yapıyor. Kitabında Müslümanları vahşi, Doğu Roma’yı ve İran’ı medeni göstermeye çalışıyor. Yani bir imansızı bir Müslümandan üstün tutuyor. İşte bu sözleri: “Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması, tarihte tekerrür eden bir olaydır.” Bedir Harbi’ne katılan Ashâb-ı Kiram hakkında ise şöyle diyor: “…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…” Sahabe-i Kiram arasında sanki farklı tevhid anlayışı varmış gibi göstermeye çalışmış: “Ebûbekir’in tevhid anlayışı… Bilal’in tevhid anlayışı... Evet, bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” Bakın Bedir Eshabına nasıl saldırmaya devam ediyor: “İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. Gurur! Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir.” Uhud Harbini anlatırken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en büyük üç sahabesi hakkında bakın nasıl çirkin bir ifade de bulunuyor: “Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu.”
Huneyn Harbi’ni anlatırken bir Müslüman değil de bir müşrik gibi davranan Ali Şeriatî, müşrikleri kahraman olarak tasvir eder ve sanki İslam ordusunun yenilmesine sevinir: “Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu.” “Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu… Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” “Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri, gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” Ve sonunda müşriklerin komutanı için de şöyle diyor: “Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” İslam ordularını yağmacı olarak niteleyen Ali Şeriatî, müşrikleri kahraman olarak gösteriyor.
Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.), “ruhi durumu normal değil” diyecek kadar aşağılık olan, Eshab-ı Kiram efendilerimize karşı pervasızca kin kusan, İran’ı fethettiği için Hz. Ömer (r.a.)’e öfke duyan ve bunun aksine de müşrik ordularını övmekten kendini alamayan Ali Şeriatî safını belli etmiştir. Nasıl oluyor da, kendini Sünni diye tabir eden kişiler Ali Şeriatî’yi gençlere örnek gösteriyor ve kitaplarını tavsiye edebiliyor. Ali Şeriatî’yi övenler ya takiyye yaparak kendini Sünni gösteren Şiilerdir veya Eh-i Sünneti yıkmaya kasteden işbirlikçilerdir.
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com

Aslen şiî olup şiîlerin bile tasvip etmediği Ali Şeriatî diye biri var. Birileri, Peygamberimiz örnek olarak yetmezmiş gibi onu örnek bir şahsiyet gibi göstererek, müslüman gençlerin zihinlerini onun bozuk fikirleriyle doldurmak peşinde. Bu gayretkeşlerden biri de Mustafa İslamoğlu…
Allayıp pullayarak gençlere sundukları Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e bile hakaret ettiğini geçen sayımızda anlattık. Bu yazımızda, onu kendi sözleriyle daha yakından tanıtacağız. Tanınmalı ve hangi derekelerde olduğu bilinmeli ki, onu yüceltenler de tanınmış ve bilinmiş olsun.
Şeriatî’nin MUHAMMED KİMDİR isimli kitabına bakıyoruz. Görelim bakalım, Mustafa İslamoğlu’nun öve öve bitiremediği bu mahlûk, İslâm büyükleri hakkında neler yazmış. Başlıyoruz. Bismillah:
1- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in diliyle övülen ve ashabın en büyüğü olan Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahü anhüm) hakkındaki iftiraları şöyle:
“Ebûbekir… ihtiyar, yumuşak, her işi basite alan birisidir. Tehlike dolu toplumsal, siyasal mesuliyet, böyle bir ruhsal yapıyla bağdaşmaktan daha ciddi ve önemlidir.”
“Ömer… yenilikçilik özelliği yoktu… düşünce açısından zayıftı… itikadî ve fikrî bir mevzu sözkonusu olduğunda çok güçsüz görülüyordu. Kendisi de devamlı düşünsel alandaki hatalarını itiraf ediyordu.” (s: 317)
"Osman… görüş açısı dünya görüşü dar ve zayıf birisidir. Peygamberle yaptığı işbirliği sırasında kimse onun en ufak bir üstün ve fevkalâde iş yaptığını görmemiştir. İslâm’ın öz ruhunu, derinliğini, sınıfsal yönelimini hissedememiştir. İslâm’ı, “şiarlar” ve İslâm rehberini “şiarları yücelten”den başka bir şey olarak niteleyemiyordu. Servet ve süse, kavmine ve kendine düşkünlüğü, büyüklere ve altına, güç ve kan sahiplerine saygıda bulunma, onun ruhunda o kadar güçlüdür ki, onun ahlâkî bağı, İslâm’dan daha çok cahiliyeye yakın ve iç içedir. En büyük tehlike, tehlikeli ve güçlü Beni Ümeyye hanedanına mensup oluşudur. Kuşkusuz O’nun böyle bir ruhsal yapı ve görüş açısıyla, bu uyanık, layık İslâm maskesi takmış güçlü düşmanların elinde bir “sadık uygulayıcı”dan başka bir konumu olmayacaktır." (s: 318)
2- Bir gurup ashabı Hazreti Ali (Radıyallahü anh) aleyhinde olmakla suçlayıp sonra Hazreti Ebûbekir (Radıyallahü anh) Efendimiz’e şöyle dil uzatıyor:
“…bu grupla Ebu Bekir’in cahiliyedeki özel ilişkisi tamamen belirgindir.”
“… Ebu Bekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir.”
Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) güya arap köleleri serbest bırakmak için şöyle bir tavsiyede bulunmuş:
“Allah bize bir çok acem köle bağışladığı için, arabı köle olarak kullanmak gerekmez.”
Bu iftiradan sonra lafı dolandırarak, Hazreti Ebûbekir Efendimiz’i câhiliyenin eksik terbiyesiyle suçluyor:
“…bunlar gibi düşünce ve duygusundaki birçok zaaf noktaları, İslâm’dan öğrendiği üstün faziletlere karşılık, geçmişteki terbiye etkilerini hatırlatıyor.” (s: 321)
3- Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’a karşı gizli bir grup oluşturulduğunu anlattıktan sonra, bu hareket içinde olanları –ki bunlar başta Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) olmak üzere Aşere-i Mübeşşere’den olan zatlar oluyor- bu grubun tavrını şöyle ifade ediyor:
“Ali’ye karşı beslenen kinler.”
4- Sıra geliyor Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e dil uzatmaya. Güya Peygamberimiz Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’ın üstünlüğünü açıklamayıp susmuş:
“Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu, onu tarihte savunmasız bırakacaktır.”
Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i suçlamaya devam ediyor:
“Acaba Muhammed, ….Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmiyecek midir?”
“…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (s: 322)
Bu da tarihe iftira. Tarihte Hz. Ali Efendimiz en kötü adam olarak mı tanıtıldı?
5- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) cennetlik olduğunu müjdelediği zat hakkında kullandığı ifadeye bakın:
"Abdürrahman bin Avf …mal severliği süse düşkünlük huylarını, câhiliyeden kendisiyle birlikte taşımaktadır. “Menfaat” ile “hakikat” onun gözünde ayrılmaz bileşik ve birbirinden ayırt edilmez bir olgudur." (s: 323)
6- Meşhur Gadir Hum hadisesini anlatırken, tarihe iftira ediyor: “ashab Ali’ye biat etti” diyor. (s: 323)
Bu yalanı söylemekle farkında olmadan öyle bir açık veriyor ki, demeyin gitsin. Bi kere Gadir Hum hadisesi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) zamanında olmuştur. Peygamberimiz hayattayken Hz. Ali’ye biat edilmesi bahis mevzuu olur mu hiç?
7- Resulüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in hastalığı anında sefere çıkmak üzere olan Üsâme ordusundan bahsederken şöyle diyor:
“Ebûbekir ile Ömer sıradan asker idi. Bu mesele onların ağrına gidip, açıkça Üsame’nin komutanlığına itirazda bulundular.” (s: 324)
Bu söz bir acem yalanı olup gerçek tamamen tersidir. Üsâme Hazretleri genç ve tecrübesiz olduğu için başka bir kumandan tayininin daha uygun olacağını söyleyenlere Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh); “Ben, Resûlüllah’ın tayin ettiği kişiyi kumandanlıktan alamam” diye cevap vermiştir. Hatta Hz. Üsâme at üzerinde olduğu halde kendisi yaya olarak onu Hazreti Resûlüllah’in tayin ettiği kumandan olarak uğurlamış, Üsâme (Radıyallahü anh) bundan sıkılıp ata onun binmesini isteyince de; “Allah yolunda birazcık da bizim ayağımız tozlansa ne olur” diye cevap vermiştir.
 |
Ali Şeriati |
8- Vefatından önce herkese hakkını vermek isteyen Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in şöyle söylediğini yazıyor:
“Ey halk, kimin sırtına kırbaç vurmuşsam… kime küfür etmişsem…” (s: 329)
Hâşâ, Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i başkalarına küfür eden biri olarak gösteriyor.
9- Hazreti Ömer’in, Ashâb-ı kiramın diğerleri gibi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolunda canını feda etmekten çekinmeyeceğini bütün müslümanlar bilir. Ama Ali Şeriatî, Peygamberimiz’in ömrünün son saatlerinde bir şeyler yazmak istemesi üzerine, Hz. Ömer’in Peygamberimiz hakkında şöyle söylediği iftirasını yapıyor: “Bu adam savsaklıyor.” (s: 333)
10- Bütün tarihlerin yazdıklarına göre, Peygamberimiz, başı Hz. Aişe validemiz’in göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etmiştir. Şeriatî ise tarihe yalan bir not düşerek bu son hali şöyle anlatıyor:
“Ali, Muhammed’in başını göğsü üzerine aldı.” (s: 336)
Görüldüğü gibi, kitap boyunca Hazret kelimesini kullanmamakta ısrar ediyor.
Değerli okuyucular! Ali Şeriatî’nin bir de Hac isimli kitabı var. Bir de ona göz atalım.
Kitap, Ejder Okumuş tarafından tercüme edilmiş. Elimizdeki 2. baskı Şûrâ Yayınları’na ait. Nisan 2001…
4. sahifede “Yayıncının Notu” olarak şu cümleler göze çarpıyor:
“Bu kitap, Şehid Ali Şeriatî’nin bizzat gözden geçirip ilâveler yaptığı ve “Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî’nin Eserlerini Derleme Bürosu”nun külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.”
Demek ki neymiş? Ali Şeriatî bu kitabı bizzat kendisi gözden geçirmiş. Aşağıda madde madde verilecek bilgileri lütfen bunu bilerek değerlendiriniz.
1- Daha başta zehirini kusuyor. Diyor ki: “Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dâhilinde bulunan Şia’yı, dinler arasında İslâm’ı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” (s: 
2- Şeriatî’nin, Hac hakkındaki şu ifadesine bilhassa dikkat: “Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!” (s: 9)
Bu söz üzerine biz de diyoruz ki, bu sözün sahibi en alçak en rezil insan…
3- Müslümanları şöyle suçluyor: “Kur’an’ı yok edememiş kapatmışlardır. “Kitab”ı “teberrük edici şey” haline getirmişlerdir.” (s:11)
Açıkça, müslümanları Kur’an’ı yok etmek için uğraşmakla suçluyor. Teberrük/bereketlenmek kötü bir şeymiş gibi, Kur’an’ı teberrük edilen şey haline getirmekle suçluyor.
4- Bakın hacda tavaf eden Müslümanlara nasıl hakaret ediyor:
“Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip bağlamışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi, dudaklarını köpük bürümüş…” (s: 71)
Bu sözler, bir Müslümanın din kardeşleri hakkında söyleyeceği sözler olamaz. Onların görüntüleri böyle olsa bile bu ifadeler kullanılamaz. Öbür taraftan hacda, kötülükler görülmez, gizlenir, iyilikler anlatılır.
5- İmanî bakımdan uygun olmayan öyle benzetmeleri var ki, aşağıda da göreceğiniz gibi, bu teşbihlerin her biri en hafifinden insanın imanını sarsar. Yazının fazla uzamaması için bunları kısa değerlendirmelerle verelim:
a) Hacer Vâlidemiz’den câriye diye bahsederek şöyle diyor: “Allah, Afrikalı siyah bir câriyenin evinde.” (s:49) Allah, -hâşâ- Hz. Hacer’in evindeymiş.
b) “Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir.” (s:50) Allah –hâşâ- dünyanın kalbiymiş.
c) “Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftalar.” (s:50) Allah –hâşâ- insanlarla aynı saftaymış.
d) “Allah’ın çevresinde tavaf yapıyorsun.” (s: 54) Kâbe’ye Allah diyor. Hâşâ! Tavaf Allah’ın çevresinde yapılıyormuş.
e) “Vay be! Bu tevhid …seni Allah’la diz dize oturtuyor. …Allah’ın benzeri olarak görüyor. “ (s:56) Allah’la diz dize oturmak, Allah’ın benzeri olmak… Bu benzetmelerin insanı ne hale getireceği ehlince malum.
f) “İlâhî özün, içinde, Allah’ın ruhu girdaptan doğup başını kaldırıyor. Nereden? Allah’ın elinin sağ elinin altından.” (s: 59)
Altı çizili yerlere dikkat.
g) “.. sa’y et. Fakat çember çizerek değil, çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa’yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey, “abes”, “anlamsız”, içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: Tıpkı sıfır gibi.” (s: 67)
Sa’y ile tavafı karıştırıyor. Sa’y istense de zaten çembersel yapılamaz. Değirmen eşeğinin sa’yi gibi diye bir benzetme yapanın kendisi eşekten aşağı olmaz mı!
Kâbe’nin etrafında yapılan tavafı da sıfır olarak görüyor.
h) “Ey insan! “Allah’ın ruhu”! (s:80) Burada insana, “Allah’ın ruhu!” diye hitap ediyor.
i) “Ey hacı, yolun sonunda Allah seni beklemekte…” (s: 91) Bu söz de sâfî küfrî bir benzetme…
j) Müzdelife’den Mina’ya hareket edecek hacıları, yıkılmaz bir duvara benzettikten sonra şöyle diyor:
“Bu çelik duvarı dünyada yıkabilecek hiçbir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz.” (s: 106)
Görüyor musunuz hâinliği!.. Böyle bir duvarı yıkmayı hedeflese hedeflese ancak kâfirler hedefler. İbrahim (Aleyhisselâm) ile Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i bu çelik duvarı yıkmak istiyor gibi gösteriyor. Bu çelik duvarı yıkma cürmünü Hz. İbrahim’e ve Peygamberimiz’e yüklemek ise, olsa olsa imansızlık alâmetidir.
k) “Ki sen, tek bir “varlık”sın: Kendi “mahiyet”ini kendin yaratmalısın.” (s: 112) Allah’a ait olan yaratmak kelimesini insana izafe ediyor.
l) “Savaş İbrahim’in içinde, Allah’la İsmail arasında savaş.” (s: 119) Eh, bu artık sapıklığın dik âlâsıdır.
m) “Hâtemül Enbiya dahi kendini korumasaydı sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum değildir!” (s: 129)
Değerli okuyucular. Peygamberler hakkında bu ifade kullanılamaz. Çünkü peygamberler Allah tarafından korunmakta olup şirke düşmek şöyle dursun sıradan günah işlemekten bile uzaktırlar. Böyle sözler, ancak imansız ağızlardan çıkar.
6- Ali Şeriatî’nin cahilliklerine gelince:
a) Haccın başlangıcını zilhiccenin 9. günü olarak anlatıyor. (s: 79)
Halbuki hac, Zilhiccenin 8. günü başlar.
b) “Âdem doğduğu zaman” (s: 84) diyor
Hazreti Âdem doğmamış, topraktan yaratılmıştır…
c) “Hacta ilk hareket Arafat’tan başlar” (s: 86) diyor.
Yanlıştır. Hac Mina’dan başlar.
d) Şeytan taşlamak için toplanacak taşları şöyle tarif ediyor: “Cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük” (s: 101)
Yanlıştır. Doğrusu şöyle: Nohuttan büyük, fındıktan küçük.
Milyonlarca hacı cevizden küçük taşlar toplasa Mina’da taş dağı meydana gelir.
f) “Demek Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu, yaygın bir dinî gelenek ve ibadetti.” (s: 135)
Dinî gelenek derken hak dini kastetmektedir. Oysa hak dinde insan kurban etmek gibi bir gelenek ve ibadet yoktur.
g) “Şimdi her şey sona erdi. Nerede? Mina’da!” (s: 146)
Yanlış. Hac Mina’da bitmez. Çünkü daha ziyaret tavafı yapılacaktır.
h) “Bugün Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi.” (s: 146)
Yanlıştır. Taşlama devam etmektedir.
i) “Bu üç günde (bayramın üç günü) Mina bölgesinden dışarı çıkmak yasak! Ka’be’yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok.” (s: 147)
Bu da ancak zır câhillerin düşeceği bir yanlış. Böyle bir yasak yok.
7- Şeriatî’nin Hac kitabında bazı mübârek isimler geçiyor.
Meselâ:
Harun kelimesi 1 defa,
Peygamber kelimesi (Peygamberimiz kastedilerek) 3 defa,
Musa kelimesi 4 defa,
Ali kelimesi 5 defa,
Hüseyin kelimesi 6,
Hacer kelimesi 9 defa,
Muhammed kelimesi 10 defa,
Âdem kelimesi 21 defa,
İsmail kelimesi 90 defa,
İbrahim kelimesi 131 defa geçmektedir.
Buna rağmen hiç birini “Hazret” kelimesiyle anmıyor. Hiç birinde “Hazret” kelimesi veya “Aleyhisselâm” da yok…
Ali Eren
Gazeteci - Yazar
- See more at: http://gercekaliseriati.blogspot.com.tr/#.dpuf
.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) düşmanı Ali Şeriati, Ali Şeriati'nin dostu Mustafa İslamoğlu
Kâinatın Efendisi’ne “HAZRET” demeyenler…
Ahmet Mahmut Ünlü Hocamız, (Cübbeli Ahmet Hoca) dergimizin geçen sayısındaki yazısında Mustafa İslamoğlu’nun yanlışlarıyla ilgili mühim bilgiler verdi. İslamoğlu hakkında, benim de söyleyeceklerim var. Hatta vereceğim bilgiler içinde birisi var ki, orijinali sadece bende var, Türkiye’de benden başka da kimsede yok…
Bu bilginin ne olduğunu merak edeceğinizi biliyorum. Ama zaten belgesiyle göreceğinize ve nasıl olsa eninde-sonunda öğreneceğinize göre aceleye lüzum yok. Zaten o kadar da mühim bir şey değil.
Bunun ne olduğunu İslamoğlu’nun yakın çevresinin merak edeceğini de biliyorum. Ârifan’ı dikkatle takip ettikleri için yakında onlar da göreceklerdir zaten.
Öyle tahmin ediyorum ki, neyi kastettiğimi İslamoğlu kendisi de bilir. Onun için o da acele etmesin. Kendisi hakkındaki itiraz edemeyeceği o hüküm cümlelerini nasıl olsa bu dergide o da okuyacak. O bilgiye Hilal Televizyonu seyircileri de ulaşınca, kendilerinin kandırıldığını anlayacaklar. İşte o zaman “Takke düştü kel göründü” olacak, İslamoğlu’nun saçının ak mı kara mı olduğunu herkes görecek. Biliyorum, şimdiden “Kelimiz yok ki gocunalım. Ne biliyorsa söylesin” diyerek etrafını da oyalayacak kendisi de oyalanacaktır ama varsın oyalanadursun. Ben şimdilik kendisine, “Temetta’ bikavlike galîlen” diyorum…
Bu kısa önsözden sonra yavaş yavaş esas konumuza girelim…
İslamoğlu’nun kaleme aldığı kitaplardan birisinin ismi şöyle: ÜÇ MUHAMMED.
Muhammed diye kasdettiği de sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem…
Lütfen kitabın ismine dikkat! Peygamberimiz’in isminin yanında “Hazret” kelimesi olmadığı gibi hürmet ifade eden başka bir kelime de yok. İslamoğlu, işte bu isimdeki bir kitapla müslümanlara Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında nizâmât vermeye çalışıyor.
Nizâmât da demiyelim de Müslümanlara şekil vermeye çalışıyor diyelim. Yani kendine göre bir şekil…
Aşağıda da okuyacağınız gibi, İslamoğlu Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte yalnız değil. Onunla aynı düşüncede olanların hepsi böyle. Onlar da Allah dostlarını hürmetle anmıyorlar. Gördüğünüz gibi, onların dillerinde Peygamberimiz “Hazret”siz, “Sallallâhü aleyhi ve sellem”siz, sadece Muhammed…
Bunlar, sadece Peygamberimiz hakkında değil bütün peygamberler (salevâtüllâhi aleyhim ecmâîn) hakkında da böyleler. Onlara göre meselâ Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa yok. Âdem, İbrahim, İsa, Musa var. Peygamberler sanki onların ya asker arkadaşı veya çelik çomak oynadıkları oyun arkadaşı...
Onlar peygamberlerden böyle bahsederken, bu memleketin solcuları bile meselâ Doğu Perinçek bile Peygamberimiz’den bahsederken, “Hazreti Muhammed” diyor.
Yukarıda, “Bu hususta İslamoğlu yalnız değil” demiştik ya, ona geleyim. Meselâ İslamoğlu’nun sevdiği, beğendiği ve okuyucularına zaman zaman model olarak sunduğu birisi var: Ali Şeriatî…
Peygamberimiz hakkında Şeriatî’nin de bir kitabı var. İsmi de şöyle: Muhammed Kimdir.
Bakın! İslamoğlu gibi o da “Hazret” dememiş. Hazret demese de onun yerine hürmet ifadesi olarak başka bir ifade kullanıyor mu bari, meselâ aleyhisselam diyor mu? Ne gezer!... Hem demiyor, hem demesi beklenmez de…
Hatta “Hazret” dememesi şöyle dursun, Peygamberimiz’e HAKARET EDİYOR!
Bunun nasıl bir hakaret olduğunu aşağıda okuyacaksınız. Mustafa İslamoğlu’nun örnek şahsiyet olarak gösterdiği kişi işte böyle birisi. İkisi de Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte ortak. Birinin yazdığı kitabın ismi ÜÇ MUHAMMED diğerinin ki MUHAMMED KİMDİR?
Değerli okuyucular! Bu yazıyı aslında Mustafa İslamoğlu’nu tanıtmak için kaleme almıştık. Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî’den açıldığı için konu ona kaydı. Ama mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca diğerini de anlatmış oluruz. Nitekim, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” denilmemiş mi? Hoş İslamoğlu ile Şeriatî de birbirlerinin fikir arkadaşı zaten. Üstelik İslamoğlu böyle bir arkadaşlıktan şeref de duyar...
Birkaç sene önce, İstanbul kütüphanelerinin birinin müdürü olan arkadaşım, “Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını okumak istedim. Fakat ancak yarısına kadar okuyabildim. Daha fazla tahammül edemeyip bıraktım” demişti. Onun üzerine merak ettim, ne pahasına olursa olsun okumalıyım deyip başladım. Tahammülsüzlük kelimesini unutup kitabı bitirdim. Arkadaşım yerden göğe kadar haklıymış.
Neyse, İslamoğlu’nun sitayişle bahsettiği ve öve öve bitiremediği Ali Şeriatî’nin MUMAMMED KİMDİR kitabına bakalım ve “İnsanın eseri o insanın kendisidir” fehvasınca, Şeriatî’yi kendi eserinden tanıyalım.
Ali Şeriatî’nin bu eseri, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeriatî İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acemler derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu:
Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye, gerçek inancını gizleyip, inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için, “ Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şerîatî MUMAMMED KİMDİR isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha önsözde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya takiyye yapıyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına baş vuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Önsözde kitabı hakkındaki ikinci yalanı da şöyle: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da aşağıda göreceğiz. Önsözde yazdığına göre Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru… Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü, Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.
Şimdi, Ali Şeriatî’nin, kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarına madde madde bakmaya çalışalım:
1- Hazreti Ömer zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremediği için, buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı”, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)
2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi görüyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor. Ona göre Müslümanlar vahşî, o zamanki imansız İran ile Doğu Roma ise ileri bir toplum. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonya. İşte sözleri:
“Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)
3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Peygamberimiz’in düşüncesini şöyle aktarıyor:
“Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29)
Bedir Harbi’ne katılan ashabı kiram hakkında ise şöyle diyor:
“…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…”
Yani, ona göre ashabı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, yağma için yola çıkmış.
4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden ashabı kötülemeye şöyle devam ediyor:
“Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32)
Bedir ordusundaki asbabı kiramı, içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor:
“Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)
5- Ashabı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…
Bilal’in tevhid anlayışı..
Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)
Allahın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)
6- Kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını Şeriatî şöyle anlatıyor:
“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak.
Gurur!?.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir. (s: 42)
Gördüğünüz gibi, İslam ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, ashabı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.
7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da ashabın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu. (s: 65)
8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi… (s: 70)
Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu demeye getiriyor.
9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak birkaç kişinin bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslamı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, bu meseleden bahsederken şöyle diyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)
Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte kullandığı ifadeler:
“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir ruhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir ruhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor. Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucular.
10- Huneyn Harbi’ni nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpte müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.
Lütfen Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmayınız. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:
Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu. (s: 213)
Gördüğünüz gibi, müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu. (s: 216)
Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi müşriklere fedakâr demekte israr ediyor:
“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı. (s: 217)
Evet müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf… (s: 221)
Müşrikleri bu kadar öven yazarın İslam askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)
11- Yukarıda temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklıktır ve mezhebî itikadlar açısından bakmamaktır ki, ashabtan baba oğul iki mümtüz sîma hakkında şu ifadelerde bulunabiliyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)
Eğer mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye radıyallâhü anhümâ hazretlerini münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.
Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.
Yazımızın sonuna geldik. Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e nasıl hakaret ettiğini anlattık ama Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyi yazamadık.
Zaten Şeriatî ile söyleyeceklerimiz bile bitmiş değil. Nasipse Ârifan’ın bundan sonraki sayılarında bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin. Şimdilik fî emânillah…
www.ihvanlar.net/2015/04/01/ali-seriatinin-peygamberimize-hakareti/
31 Mar 2015 - Ali Şeriati'nin Peygamberimize hakareti. Kitabının ön sözünde niyetinin “Bir Müslüman olarak değil tarafsız
.
Kitabının ön sözünde niyetinin “Bir Müslüman olarak değil tarafsız bir insan olarak Muhammed’in görüntüsünü sergieemek” olduğunu söyleyen İranlı düşünür Ali Şeriati’nin kitabında şu ifadeler yer almaktadır: “Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu onu tarihte savunmasız bırakacaktır.”
“Acaba Muhammed, … Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmeyecek midir? “…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (Ali Şeriati, Muhammed kimdir?, s.322)
Bazılarının “üstad” olarak gördüğü Şeriati’nin bu görüşlerinin dindeki yeri nedir?
Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in varlığına münasip düşmeyen ve layık olmayan şeyleri izafe eden kişi kafir olur. (Bezzaziye)
Bir kimse, Efendimiz’i ayıplasa kafir olur. Efendimiz’in huyuna noksanlık nisbet eden kimse kafir olur. Efendimizin aleyhine dua eden kimse de kafir olur. Çirkin ifade ve lafızlarla Resul-i Ekrem’e hakaret eden kişi kafir olur. Efendimiz’i küçültmek maksadıyla başka bir şeye benzeten kimse kafir olur. (Bedir Şerhi Reşid)
“Peygamberimiz’in şahsına noksanlık nisbet eden kafir olur.” (Hüseyin Aşık, elfaz-ı küfür)
Advau’l Beyan tefsirinde (s. 352) şöyle geçer: “(İslam dinine girmek hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur; onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (Tevbe s. 100)
Bu ayette Allahu Teala açıkça Muhacir ve Ensar’ın evvelkilerinden ve onlara güzellikle uyanlardan razı olduğunu beyan etmektedir. Onlara küfreden ve onlara kib besleyennin sapık olduğu, Allahu Teala’ya muhalif olduğunu Kur’anî delilden anlıyoruz. Çünkü o, Allah’ın razı olduğu kişiye nefret etmiştir. Şüphesiz Allah’ın sevdiğine buğzetmek; Allah’a karşı zıtlık, isyan ve başkaldırıdır.
Ali şeriati’nin kendine özgü bir fars milliyetçiliği görüşü vardır. Sahabeden Hazreti Ebubekir (Radıyallahu anh), hazreti Ömer (Radıyallahu anh) ve hazreti osman (Radıyallahu anh) hakkında kullandığı ifadeler, klasik şii yaklaşımının Şeriati’nin düşüncelerine etkisini bariz bir şekilde yansıtmaktadır. (Ebubekir Sifil, Sana Dinden Sorarlar, s. 589)
AYNI KİTAPTAN SAPKINLIKLAR
“İslam ordusu ilk defa en çetin savaşlarından birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak” Gurur!? Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir. (S. 42)
Uhud Harbini anlatırken şöyle diyor: “Osman firar etmişti, Ömer ve Ebubekir ortalıkta görünmüyordu” (s. 65)
(Hakk Dinin batıl Yorumlarına Cevaplar) – www.ihvanlar.net
.xxxxxxxxxxxxxxxxx
Muhmmed Esed (Leopold Weiss) ismi zikredil
diği zaman 15 yıl kadar önce okuduğum bir makale aklıma geldi. (Ekteki yazıda makalenin tamamı vardır) İlk okuduğumda teşhir olan Lawrance'nin yerine yetiştirilmiş birisi yada yardımcısı diye düşünmüştüm.Fakat bazı klik cümleler kullanan tarafından belirli bir zümreye mesaj anlamına geldiğinden cümleyi kuranı,söylediği zamanı ve yeri de ayrı bir önem kazanıyor.
Dün hapiste "hırsızlık" suçlaması ile tutuklu bulunan İ.oğlu Muhmmed Esed…
Daha fazlasını gör
Kur’an Mesajı isimli eser Muhammed Esed’e ait. Eser hakkında bilgi vermeden önce, kısaca eserin sahibini tanıyalım.
Yahudi bir âilenin çocuğu olan Muhammed Esed, Ukrayna’nın Lvov şehrinde 1900 yılında doğdu. Anne tarafından dedesi bir yahudi hahamı idi. Âilesinde hususi bir Yahudilik eğitimi aldı. Öyle ki, 13 yaşında İbraniceyi su gibi biliyor, Tevratı ve yahudiliğe ait diğer kitapları rahatça okuyordu.
Esed 14 yaşındayken âile Viyana’dadır. 20 yaşına gelen Esed, Viyana’yı terk ederek Prag’a oradan da Berlin’e geçer. Orada film yönetmenliği ve senaristlik yapar. United Telegrabt adlı ajansta muhabir olur.
Dayısının daveti üzerine âni bir kararla Kudüs’e gider. Oradayken, birçok gazeteyle yazışma sonucu Frankfurter Allgemeine Zeitung’un Yakındoğu muhabiri olur.
Derken, Kudüs’ten Kâhire’ye gider 23 yaşında tekrar Kudüs’e döner. Oradan Amman’a geçer. Amman’da Emir Abdullah ve danışmanı Rıza Tevfik’le tanışır.
Rıza Tevfik, Sultan Abdülhamid’e karşı çıkanlardan olup meşhur masonlardandır.
Oradan Şam’a geçer. Devamla Bursa, Istanbul, Sofya, Belgrat üzerinden Frankfurt’a gider. Berlin’e gidiş gelişleri olur.
24 yaşındayken, Frankfurter Allgemeine Zeitung tarafından tekrar Doğu’ya gönderilir. Port Said üzerinden Kâhire’ye geçer. Ezher şeyhi Mustafa Merâğî ile tanışır.
O senelerde Ezher Üniversitesi’nin kâmilen masonların elinde olduğunu hatırlatalım.
Kâhire’den Ürdün’e geçer. Birkaç kere Şam, Trablus, Beyrut arasında gidip gelmeleri olur. Sonra İran’a Kürdistan’a ve Afganistan’a gider.
(Burada kullandığımız “Kürdistan” kelimesi lütfen yadırganmasın. Çünkü, bu kelime bize ait değildir. Kendisinden bahsedeceğimiz eser, İşaret Yayınları tarafından 1999’da basılmış olup Yeni Şafak Gazetesi tarafından okuyucularına verilmiştir. Eserin önsözünde Muhammed Esed hakkında bilgi verilmiş. “Kürdistan” kelimesi de orada geçiyor. Biz de orada okuduğumuz olduğu gibi aktarıyoruz.)
Esed 26 yaşındadır. Herat, Merv, Semerkant, Buhara ve Taşkent üzerinden Moskova’ya gider. Oradan da Avrupa’ya geçer ve evlenir. Berlin’e yerleşir. Çalıştığı gazeteden ayrılır, yeni gazetelerle anlaşır.
Bu sıralarda karısıyla beraber müslüman olduğunu açıklarlar. 27 yaşında karısıyla beraber yine seyahata çıkar fakat bu sefer hacca giderler.
Karısı bilinmeyen bir sebeple Mekke’de ölür.
Aynı yıl Kral Abdülaziz ile tanışır. Orada evlenir ve Medine’ye yerleşir. Burada tarih ve tefsir çalışmasına başlar.
Arabistan’da ancak 32 yaşına yani 1932’ye kadar kalır. Daha fazla Arabistan’da kalmaz. Devamlı gezer. Afrika’da Şeyh Sünûsî ile de tanışır.
Pakistan’a gider. Orada Cinnah ve İkbal ile tanışır. 47 yaşındayken Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dâiresi Başkanı ve İslâmî Tecdid Kurulu üyesi olur. Tecdid hususunda araştırma ve çalışmalarda bulunur.
Buraya bir mim koyalım ve “Tecdid”in ne demek olduğunu hatırlayalım.
“Tecdid” yenilemek demek, “Müceddid” de yenileyici/yenileyen…
Hadisi şerifte haber verildiğine göre, “Hazreti Allah her yüz senede bir müceddid/yenileyici göndererek onlar vasıtasıyla dinini yeniler.”
Peki din/İslam zamanla eskimiş mi olmaktadır ki yenilensin?
Tabii ki hayır… Din, orjinal haliyle durmaktadır.
Gerçi dine art niyetli kimseler tarafından zaman zaman bazı ilave ve eklemeler yapılmaya çalışılmıştır. Fakat, Peygamberimiz’in haber verdiği gibi, “Hazreti Allah her yüz senede bir müceddid/yenileyici göndererek onlar vasıtasıyla dinini yeniler; aslî haline döndürür.” Tarihte bu mukaddes vazifeyi yerine getiren bir çok zevat olmuştur. Bunların en çok tanınanı İmam-ı Rabbânî kuddise sirruh Hazretleri’dir ki, kendileri “İkinci Binin Yenileyicisi” olarak anılırlar.
Bir de ikinci tip müceddidler vardır ki başlangıcı çok eskilere dayanmaz. Bunlar, uzun müddet İngiliz idaresi altında kalan Hindistan ve Pakistan’da kendilerine göre daha doğrusu İngiliz arzusuna göre bir hareket başlatmışlar, tesirleri nisbeten başka ülkelere de yayılmıştır. Bunlar da tecdid yaptıklarını söylüyorlar. Fakat bunların peşinde koştukları tecdid daha başka bir tecdid.
Diyorlar ki, “İslam şimdiye kadar yanlış anlaşıldı. Biz İslamı yeni bir bakış açısıyla ele alıp yenileyeceğiz.”
Onlara da işte bu mânâda “Tecdidciler/yenilikçiler” deniliyor.
Bu zevat, dinin asliyetini muhafaza mânâsında değil, eski köye yeni âdet getirmek mânâsında yenilikçidir.
Bunlara göre din bozulmak şöyle dursun hiç doğru anlaşılmamış ki. Onun için dini yeni bir anlayışla ele alacak ve aslî vaziyetine getirecekler.(!)
İşte bunun için bunlara da “Tecdidci/ yenilikçi” deniliyor.
Aslında bunlara verilecek doğru isim, “Tecdidci/ yenilikçi” değil “Reformcu” olmalıdır.
Muhammed Esed’i tanımaya devam edelim:
Pakistan Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Dâiresi Başkanı ve İslâmî Tecdid Kurulu üyesi olan ve Tecdid hususunda araştırma ve çalışmalarda bulunan Esed, 1952’de Pakistan’ı Birleşmiş Milletler’de temsil etmek üzere New York’a gider.
Kısa bir müddet sonra bu vazifesinden ayrılır ve eser yazmaya başlar. Son senelerini de yazımıza konu olan Kur’an Mesajı isimli eserini yazmaya hasreder.
Ve nihâyet 1992’de İspanya’da 92 yaşında ölür.
Esed’in Suudi Arabistan’da evlendiği karısı ne oldu? Ondan çocukları oldu mu? Gittiği yerlere onu da götürdü mü? Yoksa karısı öldü veya boşandı mı? Bilmiyoruz. Kitabın, babası ile kızkardeşinin toplama kampında öldüğünü bildiren önsözü, karısı hakkında son senelerini nerede geçirdiği hakkında hiç bilgi vermiyor.
Değerli okuyucular! Muhammed Esed’in ilk gençlik yıllarından itibaren yaptığı uluslararası seyahatlar size de enteresan gelmiyor mu? Şu yapılan yolculuklara bakın:
Önce Prag, Berlin, oradan taa Kudüs…
Henüz 23 yaşındayken tekrar Kudüs.
Devamla Amman, Şam, ondan sonra ver elini Bursa…
Oradan İstanbul, Sofya, Belgrat, Frangfurt, Berlin…
Yaş henüz 24… Bu arada Şam, Trablus, Beyrut arasında gidip gelmeler…
Yaş 26: Herat, Merv, Semerkant, Buhara, Taşkent ve Moskova üzerinden geri Berlin…
Bundan sonra müslüman oluyor ve hacca gidiyor…
Mekke, Medine… 32 yaşına kadar Suudi Arabistan…
Bu kadar durmak fazla. Durmak yok… Afrika, sonra Pakistan…
Daha sonra Pakistan adına vazifeli gittiği için New York’u saymıyoruz…
Esed, hayatının baharında ve en cevval olduğu yaşta öyle uzun yolculuklar yapmış ki, bu türlüsü Seyyâh-ı Âlem Evliya Çelebi’ye bile nasip olmamış.
Buna para dayanır mı? Kaldi ki, Esed o yaşlarda uzun seneler çalışıp bol para biriktiren biri değil ki bu uzun yolculuklarda onları harcayabilsin…
Neredeyse bütün İslam âlemini kaplayacak olan böyle bir yolculuk, merak ve heves gibi bir kelimeyle izah edilebilir mi?
Mümkün değil!.. Bunu, olsa olsa bir dava adamı yapabilir…
Bir kimse kendini bir davaya adamış olmalı ki, böyle uzun ve yorucu yolculukları göze alabilsin.
Peki Muhammed Esed buna niçin katlanmış olabilir? Müslümanlık uğruna mı?
Olamaz!.. Çünkü o yaşlarda henüz müslüman değildir. Kaldı ki, müslümanlık adına da böyle oradan oraya bir yolculuğu ihtiyaç yoktur.
Evet, bazı İslam büyükleri din uğrunda uzun yolculuklar yapmışlardır ama, oradan oraya gezip durmamış, gittikleri yerlerde sebat edip hizmet etmişlerdir.
Esed’in yolculuğunun enteresan tarafı, onun bir yerde durmayıp müfettiş gibi oradan oraya gezmesidir.
Hani insanın aklına gelmiyor değil: Bu zat bir yahudi hahamının torunudur ve çocukluğunda âilesinde sıkı bir yahudi eğitimi almıştır. Yoksa diyor insan, bu genci iyice yetiştirip İslam âlemine hususi mi gönderdiler?
Bir de bakıyoruz ki, gençlik yıllarının sonunda olgunluğa adım attığında müslüman olmuş.
Fakat seyahata devam. Bu sefer İslamın merkezine, Mekke’ye…
Değerli okuyucular! Sonradan müslüman oldu görülen niceleri var ki, aslında müslüman olmadığı halde öyle görünmüşler. Müslüman görünmeye mecburdur çünkü vazifelidir. Esed’in müslüman olmadan yaptığı yolculuklar, insanın aklına böyle şeyler getiriyor. Sanki İslam âlemine hususi gönderilmiş…
Ama öyle olsa bile Esed nihâyet müslüman olmuş. Ondan sonrasını fazla düşünmeye lüzum yok.
Acaba yok mu? O hatadan sâlim mi? Yani Esed, masum mu? Peygamberler gibi mânen korunma gibi bir zırh içersinde olmadığına göre onun da art niyetli olması ihitimali var mı yok mu?
Akla, bu zatın müslümanlığı samimi mi değil mi şeklinde bir soru gelirse ne yapacağız?
Günaha girdiğimizi düşünerek, git kör şeytan, bana vesvese verme mi diyeceğiz?
Galiba bunların hiç birine lüzum yok. “Âinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” denilmemiş mi?
Öyleyse gelin biz de öyle yapalım. Esed’in işine bakalım.
Iyi ama işini bilmiyoruz ki!
Efendim, ortada 1400 sahifelik koskocaman bir eseri var: Kur’an Mesajı Meal-Tefsir…
Eserine bakıp eser sahibi hakkında yani Muhammed Esed hakkında karar vermek mümkün…
Çünkü meşhur sözdür: İnsan ölürse kalır eseri, eşek ölürse kalır semeri…
Evet, öyle yapacağız. Eserine bakacağız. Ama maalesef bu yazıda olamayacak. Nasipse daha sonra…
Bakalım, Muhammed Esed Kur’an Mesajı isimli Meal-Tefsir’inde neler yazmış…
Doğru şeyler mi yazmış yoksa yanlış mı?
Yanlışlar varsa bile bile mi yapmış yoksa hata ile mi?
Eserinde doğrular bulursak seviniriz. Eğer yanlış şeyler bulursak, bunun bilmeden, hata ile yapıldığını kabul etmemiz maalesef mümkün olmayacaktır. Çünkü, ilmi kâfi gelmeyen bir kimsenin Kur’an hakkında kalem oynatmaması icap eder ve Esed bunu bilecek mevkidedir.
Kaldi ki, biz Muhammed Esed’in çok iyi Arapça bildiğini biliyoruz.
Bu takdirde eserinde ya büyük hatalara düşmemiştir veya düşmüşse bunu bile bile yapmıştır…
Kur’an Mesajı Meal-Tefsir isimli eser hakkındaki değerlendirmemizi inşallah ileride yaparız…
Türkiye’de buna tefsir diyorlar…
Dergimizin geçen sayısında, Muhammed Esed’den bahsetmiş yazdığı KUR’AN MESAJI meal-tefsir’e işaretle bu hususta zihnimizde tereddütler bulunduğunu kaydetmiştik. Bu yazımızda Muhammed Esed’in, üzerinde tereddütlerimizin bulunduğu adı geçen eserinden bahsedeceğiz.
Türkiye’de ilk defa 1996’da basılan eserin o günden bu güne bir çok baskıları yapılmış ve birçok kimselere ulaşmıştır. O bakımdan böyle bir eseri tetkik edip değerlendirmek zaten vazife olurdu. Nitekim dikkatini çektiği için bu eseri tetkik niyetiyle ele alan ilk kişi biz değiliz. Daha önce Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Prof. Dr. Suat Yılıdırım ve Sayın Ahmet Tekin’in de dikkatini çeken eser, bu zatların da tetkikinden geçmiş ve uzun tenkitlere uğramıştır.
Nasıl uğramasın ki daha baştan baskısı bile netamelidir. Bakın ilk baskısının hikâyesi nasıl:
“Bu tefsirî-meal, merkezi Mekke’de olan Râbıtatü’l-Âlem’il-İslâmî tarafından M. Esed’e yazılmak üzere sipariş ediliyor. Ilk cildi Cenevre’de basılıyor. Râbıta, Nedvî’nin sekreterinin ve merhum Hasanü’l-Bennâ’nın damadı Dr. Said Ramazan’ın da içinde bulunduğu sekiz kişilik bir heyeti bu kitabı inceleyip duyurmak ve Avrupa’da dağıtımını sağlamak üzere görevlendiriyor. Heyet, inceleme sonucu, bu kitabın yayılmaması, müslümanlara dağıtılmaması sonucuna varıyor ve basılan 100.000 adet kitabı hamur olmak üzere kâğıt fabrikasına gönderiyorlar. Bunun için M. Esed’e ödenen paranın da geri istenmesine karar veriyorlar. Islâmî bir kuruluş olan Rabıta’nın basmaktan vazgeçtiği bu kitabı M. Esed, Dâru’l-Endülüs’te basma yoluna gidiyor.
Bu hadisenin, bütün safâhatı ile birlikte görgü şahidi Sayın Doç. Dr. Mustafa Bilge bu yazdıklarımızı te’yide her zaman hazırdır.” (Ahmet Tekin, Kur’an Yolunda Kalem Oynatanlar, s: 170)
Şimdi böyle bir esere ihtiyatla yaklaşılmaz da ne yapılır. Biz de öyle yaptık ve ihtiyatla göz atmaya başladık. Göz attık ve gördük ki tefsîrî mealde derde devadan başka her şey…
Ve şu kanaata vardık: Kitabın üzerinde her ne kadar meal-tefsir yazıyorsa da, buna başka herhangi bir isim verilebilir ama katiyen Kur’an meal ve tefsiri denilmez. Aşağıdaki satırları okuduğunuz zaman sizler de bu tesbitimizde ne kadar haklı olduğumuzu göreceksiniz.
Sahifelerini çevirmeye başlayalım. Önce “Türkçeye çevirinin önsözü”nden başlıyoruz…
Önce bir noktaya işaret etmek isterim: Çeviri kelimesi bana ait değil, kitapta öyle yazıyor. Ben, tercüme kelimesi varken asla çeviri demem, denilmesini de tasvip etmem. Bu sözde meal-tefsir, İngilizce yazılmış. Türkiye’de de İngilizceden Türkçeye tercüme edilmiş. Bizim elimizdeki bu tercüme..
Mütercimlerden üç not aktaracağım. Bu kitabı niçin tercüme ettiklerini şöyle anlatıyorlar:
1- “Bu çeviri çalışmasına bizi yönelten, teşvik eden esas faktör, Muhammed Esed’in İngilizce meâlinin ve bu meâle eklediği geniş açıklama ve notların, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayışa getirdiği zengin ve derin katkıdan Türkiye’deki okuyucuyu da yararlandırma niyetidir.”
Mütercimlerden öğrenmiş oluyoruz, demek bir de Kur’an’ı çağdaş kavrayış varmış. Nasıl bir şeyse, Muhammed Esed bu çağdaş kavrayışa zengin ve derin katkı yapmış, mütercimler de okuyucuların bu geniş açıklama ve notlardan istifade etmeleri için bu eserin çevirisini yapmışlar…
2- Meâli şöyle değerlendiriyorlar: “Esed’in sahip olduğu objektif vasıfların ve hâlisâne niyet ve çabaların ürünü olarak ortaya çıkan değerli bir eserdir.”
Aşağıda, Esed’in gerçekten ne kadar objektif ve ne derece hâlis bir niyete sahip olduğunu(!) görecek ve mütercimlerin okuyucuya ne derece doğru bilgi verdiğini de öğrenmiş olacağız.
3- Muhammed Esed’in ilmî cihetini izah ederken de, “Arapçaya, üstelik Kur’an Arapçasına hâlâ en yakın dil olan bedevî Arapçasına ana dili ölçüsünde bir vukûfiyet kesbetmiştir” diyor ve Esed’in “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu vurguluyorlar.
Bunu söyleyen mütercimler, inanılması güç ama, Kur’an Arapçasını ana dili gibi iyi bildiğini söyledikleri ve İslâmî duyarlığının derin olduğunu söyledikleri Muhammed Esed’in, âyetlere mânâ verirken birçok kelimeye kendine göre mânâlar yüklediğini söylüyorlar. Esed’in değişik mânâlar verdiği kelimelerden bazıları şunlarmış: Takvâ, kâfir, zekât, cihad, hanif, tâğut, hicret, nefs, münafık, gayb, kitab, ehl-i kitab, din, kur’an vb…
Peki “Derin İslâmî duyarlığı” olan bir kimse Kur’an’a nasıl kendine göre mânâ verebilir? “Men fessere’l-Kur’an’e fekad…” hadisi şerifi ne olacak? Ama –mütercimlerin söylediğine göre- Esed vermiş. Vermiş ama olmuş mu? Olmamış; olmaz da zaten. Olsa olsa, bektâşî fıkrasında ki gibi olur. Bektâşîye sormuşlar: “Abdestsiz namaz olur mu?” Bektâşî, “Ben kıldım oldu” demiş…
Bir de Muhammed Esed’in kendi önsözü var. O da, masonluğu artık su götürmez bir gerçek olan Muhammed Abdüh için, “Büyük İslam âlimi” diyor. Abduh’a öyle darken, önsözün ikinci satırında Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz hakkında “Peygamber Muhammed” diyor. Hazret yok…
Bir Müslüman Peygamberimiz hakkında böyle bir ifade kullanabilir mi?
Mütercimlerin “Derin İslâmî duyarlığı” olduğunu söylediği yazarın ifadesi işte böyle…
Kurnaz yazar,(!) daha önsözde baklayı ağzından çıkarıyor. Farkında olmadan, bu meâl ve tefsiri yazmaktaki niyetinin ipuçlarını veriyor. Ashabı kiramdan bahsederken, onların “İslam ve müslim kelimelerini herhangi özel bir topluluk veya zümre ile sınırlandırmadığını” söylüyor.
Bununla ne mi demek istiyor? Demek istiyor ki, “İslam ve müslim kelimeleri sadece islam toplumu için kullanılmaz. Hıristiyan ve yahudiler de müslümandır.”
Böyle söylemek istediğini nereden mi anlıyoruz? İlerideki sahifelerdeki açık ifadelerinden…
Muhammed Esed’e göre ehl-i kitab kâfir değil. Onlar “Geçmiş vahiylerin izleyicileri.”
Önsözde çok doğru bir şey söylüyor, “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz” diyor. Diyor da, ehl-i kitabın kâfir olup olmadığı hususunda bu söylediğini 1350 sahifelik eser boyunca hiç hatırlamıyor, Kur’an’ın her ibâresini başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırmıyor ve Peygamberimiz’e ve Kur’an’a inanmayan ehl-i kitabın da kurtulacağını söylemek için kırk dereden su getiriyor.
Değerli okuyucular! Buraya kadar yazımızın girişini yapmış olduk. Şimdi bazı misaller vererek bahsettiğimiz meâl-tefsiri daha yakından tanıtmaya çalışalım.
1- Yazar, Fâtihanın son iki âyetine şöyle mânâ veriyor: Bizi dosdoğru yola ilet. Nimet bahşettiklerinin yoluna, gadabına uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.
Mânâ tamam. Fakat âyette gadaba uğrayan ve sapkın denilenler kim? Diğer tefsirler, bunların hıristiyan ve yahudiler olduğunu beyan ederken, Esed, bu âyetlerle ilgili verdiği izahta böyle bir bilgiye yer vermiyor. Gadaba uğrayan ve sapkınların yahudi ve hıristiyanlar olduğunu söylemiyor.
2- Bakara sûresi 43. âyete mânâ verirken, hem zekatı verin emrini “Karşılıksız yardımda bulunun” şeklinde kafasına göre değiştirip hem de bu mânâ daha uygun olur diyor. Oysa, böyle bir mânâ kökten yanlış ve zekât farzını ortadan kaldırmaya yöneliktir. Zekât başka karşılıksız yardım başka. Zekât da sadaka da karşılıksız yardımdır ama zekat farz, sadaka nâfiledir. Zekatı vermemenin büyük günâhı var, sadaka vermemenin günahı yoktur. Bu yanlış sık sık tekrarlanıyor…
Mütercimler, çağdaş İslâmî ve Kur’anî kavrayış vererek okuyucuyu yararlandırmak istediklerini söylüyorlardı. Böyle bir tercümeyle mi yararlandıracaklar acaba?
Esed’in hâlisâne niyete sahip olduğunu da söylüyorlardı. Halisâne niyet böyle mi oluyor?
Esed’in, Kur’an Arapçasına tam vâkıf olduğunu söylüyorlardı. Arapçaya tam vâkıf olan insan âyete böyle mi mânâ verir?
Esed’in Derin İslâmî duyarlık sahibi olduğunu söylüyorlardı. İslâmî duyarlılık dedikleri, zekâta karşılıksız yardım demek midir?
3- Bakara sûresinin 62. âyetinin mânâsı Esed’in kaleminden şöyle:
“Kuşkusuz, (bu ilâhî kelama) iman edenler ile Yahudi inancının takipçilerinden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.”
Bu mânâyı vermekle kalmıyor; Dinlerarası Diyalog havârileri ile bazı ehl-i kitab muhiblerinin istediği gibi hareket ediyor yani âyeti istismar etmekten geri durmuyor. Meseleyi kendi isteği doğrultusunda ele almak için İslamı över görünerek bakın 50 nolu dipnotta ne diyor:
“Kur’anda birçok kez tekrarlanan yukarıdaki paragraf, (âyet demek istiyor) İslamın temel bir doktrinini inşâ etmektedir. Başka hiçbir itikadda benzeri olmayan bir görüş zenginliği ile, kurtuluş fikri, burada üç şarta bağlanmıştır: Allah’a iman, hesap gününe iman ve hayatta doğru ve yararlı işler yapmak.”
Müfessirimiz îmanın 6 şartını unutuyor ve âyete kendi kafasından yorum getirerek, kurtuluşu 3 şarta bağlıyor. Hatta sadece imanın 6 şartını değil kitabının önsözünde kendi yazdıklarını da unutuyor.
Halbuki orada şöyle demişti: “Kur’an’ın her ibâresini ancak başka yerlerdeki ibarelerle irtibatlandırırsak… Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabiliriz”
Bu durumda Kur’an’ın gerçek anlamını kavrayabilmesi için bu âyeti de başka âyetlerle irtibatlandırması gerekirdi. Irtibatlandırmıyor ve istismar cihetine gidiyor.
Demek ki onun vazifesi bu. Bizim de kendisine şu soruları sormak hakkımız olsa gerek:
a- Yahudi inancının takipçileri de Allah’a ve âhiret gününe inanıp doğru ve yararlı işler yapınca cennete gireceklerse, niçin yahudi kalmadınız da ihtiyaç yokken müslüman oldunuz?
b- Müslüman olmadan önce böyle bir kolaylık(!) olduğunu yani imanın 6 şartını yerine getirmeden, bahsettiğiniz 3 şartla cennete girilebileceğini bilmediğinizi kabul edelim. Sonra öğrenince, “Ben boşuna müslüman olmuşum. Meğer Müslüman olmadan da üç şartla cennete girilebilirmiş” deyip tekrar yahudiliğe döndünüz mü? Dönmedinizse niçin?
Değerli okuyucular! Yazar, hangi âyette bir İslam kelimesi veya aynı kökten gelen bir kelime gorse, hemen teyakkuza geçmekte ve âhiret kurtuluşuna erenlerin sadece müslümanlar olmadığını isbat için adeta çırpınmaktadır. Nitekim Bakara sûresinin 112. âyetinindeki “Esleme” kelimesinden de işkillenmekte, zihinlere Esleme’den İslam kelimesinin gelmesinden korkarak hemen şöyle bir açıklama yapmak ihtiyacını hissetmektedir:
“Böylece Kur’an’a göre kurtuluş herhangi bir özel zümreye (müslümanlara demek istiyor) tahsis edilmiş olmayıp Allah’ın birliğini kavrayan, (iman eden demiyor) kendini onun iradesine teslim eden ve dürüst şekilde yaşamak suretiyle bu ruhsal tercihe pratik bir anlam kazandıran herkese açıktır.”
Yine öne sürdüğü üç şart. Demek istiyor ki, Allah’ın birliğini kavra, onun iradesine teslim ol, dürüst yaşa yeter. İlle de müslüman olmak şart değil.
Allah’ın birliğini kavramak ifadesine dikkat! Bir kimse Allah’ın birliğini kavrar ama iman etmemiş olabilir. Yazarımız Allah’ın birliğine iman şart demiyor, birliğini kavramayı kafi görüyor.
İslam ve din kelimelerini bir arada kullanmaktan ise köşe bucak kaçıyor. Meselâ Âli İmran sûresinin 19. âyetinin mânâsını hemen hemen herkes bilir. Bu âyetin mânâsı şöyledir: “Allah indinde (hak) din İslamdır.”
Müfessirimiz ise şöyle mânâ veriyor: Allah nezdinde tek (hak) din insanın ona teslimiyetidir.
Nerede bir İslam kelimesi görse israrla mânâyı kıvırıyor ve İslam dini dememekte diretiyor. Meselâ Âli İmran sûresi 85. âyetin mânâsı şöyledir: “Kim İslamdan başka bir din ararsa bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”
Âyetin mânâsı, “İslamdan başka bir din ararsa” şeklinde olduğu halde yazarımız “Allah’a teslimiyetten başka bir din ararsa” şeklinde mânâ veriyor.
Adı “Allah’a teslimiyet” olan bir din mi var?..
Velhasıl yerimiz bitti yanlışlar bitmedi. Zaten yanlışlar, -hem de bile bile yapılan yanlışlar- yazmakla bitecek gibi değil…
“Kur’an Mesajı” mı yanlışlar kumkuması mı?
|
Bugün 20 ziyaretçi (25 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|