ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Azın çoğa tahakkümü... Dünya beşten...
1 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ocak 2024 01:56
A -
A +
Sadece Gazze değil, Bağdat, Herat, Bosna, Grozni, Halep, Rakka... Katliamların arkasında ya Amerika var, ya Rusya...
2. Cihan Harbi 30 ülkeden 100 milyon insanı savurur, 60 milyonu gün yüzü görmez bir daha. 1940’larda dünya nüfusu 2,3 milyar olduğuna göre her yüz kişiden üçü mezara...
Bombardımanlar, yağma ve tecavüze uğrayanlar, yıkılan şehirler, nükleer serpintiler, sürgün yiyenler, çöken sektörler, köle işçiler, dullar, yetimler, kirlenen sular, topraklar...
Açlık, soğuk, tifüs, sıtma... Bunları da eklerseniz kayıp 80 milyonu aşar.
Japonları kibar ve mütebessim biliriz, en zalimi de onlar çıkar. Sömürgecinin dibidirler, sırf insan öldürme üzerine akademiler kurar, zehirli gaz, tedrici ölüm, biyolojik silah üzerine çalışırlar.
Türkiye savaşa katılmaz, ancak diğer soydaşlar kavgadan azade olamaz. Ruslar Asya’daki kardeşlerimizi kanlı mevzilere yollar. SSCB 27 milyon kayıp verir ki hayli Türk vardır aralarında.
Hasılı galipler de mağluplar da yıpranır, aynı şeyleri yaşamak istemezler bir daha. Oturur, Birleşmiş Milletleri kurarlar (1945). Artık barış ve emniyet korunacak, halklar arasında ilmi, içtimai, iktisadi iş birliği sağlanacak, bir devlet diğerine saldırmayacaktır asla. BM Güvenlik Konseyi silahlanmayı takip edecek, Barış Gücü çıkaracaktır icabında.
ONLAR DAHA EŞİT
Konsey 15 ülkeden müteşekkildir, beşi (ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) daimi üyedir ve mutlak veto hakkını ellerinde tutarlar. Zaten iş burada kopar. Bu 5 pişkin emperyalist her haltı yer, vetoyu çakar, kimsenin gıkı çıkmaz.
Yine eskisi gibi ülkeler işgal edilir, siviller katledilir, rant kokusu alan sarılır silaha.
Sovyetler 2. Cihan harbinden sonra Orta Avrupa’yı ele geçirir. ABD ve İngiltere panikler taraftar toplar, iki kutuplu bir dünya doğar.
SSCB Asya’da İli, Tarbagatay ve Altay’ı da ele geçirir. Çin ondan aldığı akılla Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni ilhak eder hoyratça. Çalarlar alçalırlar. Bunlar BM talimatlarına aykırıdır güya.
Kore’de 550 bini asker olmak üzere 3 milyon insan ölür. ABD üstün silahları ile Çin sınırına dayanınca Pekin milyonlarca gönüllü döker sahaya.
ABD Kore’de istediklerini kısmen alır, yönelir Çinhindi tarafına (Vietnam, Laos, Kamboçya).
Bölge Avrupalı sömürgecilerin elindedir. III. Napolyon döneminden beri ilik emerler gözleri doymaz.
MUSİBET NASİHATTEN...
İngilizler, Fransızlar, vatandaşlarını koruma bahanesi ile döner gelir, Vietnam’ı işgale kalkar. Yerliler de tepki koyar, silahlar kınından çıkar.
Truman bölgede Marksist bir iktidarı düşünmek bile istemez. Çünkü orada kalmayacak domino teorisine göre sıçrayacaktır sağa sola.
Eisenhower devrinde Fransa Vietnam’dan çekilir, ülkede Komünist milliyetçi savaşı patlar. ABD güneylilere silah ve eğitim verse de henüz tetiğe basmaz.
Gelgelelim Johnson ve Nixon bire bir müdahil olur, savaş gemisi ‘Maddox’a açılan ateşi bahane eder, kuzeyi bombalamaya başlarlar. Bu yalın ayaklıları böcek gibi ezecek, ısmarlama bir idare geçirecektirler başa. CIA Güney (dost) devlet başkanı Diem’i de ortadan kaldırır Washington ipleri ele alır sonunda.
Ancak evdeki hesap cepheye uymaz, yüz binlerce Amerikan askeri ilerleme sağlayamaz. Canlı hedefler üzerinde silah dener, esirleri bağırta bağırta helikopterden atarlar. Yağma ve tecavüz diz boyudur, binlerce melez çocuk (Lai Dai Han) düşer ortalığa.
Alev makineleri, napalm füzeleri, biyolojik ve kimyevi silahlar. Arazilerin üçte biri zehirlenir ama direniş kırılmaz. ABD üsse çevirdiği Saygon’u (şimdi Ho Şi Min) bile koruyamaz.
Washington 10 bin hava aracı ve 60 bin asker kaybeder, yerli halkın zayiatı ise milyonlarca... Sakat, felç, yanık sayılamayacak kadar fazla. Yankiler intihara meyyaldır, uyuşturucu kullanırlar. Artık ne halt yedilerse, vicdanları kaldırmaz.
KIZIL ORDU, KÂĞIT KAPLAN
Afganistan’da ise Davut Han’ın yetişsinler diye SSCB’de eğitime yolladığı subayların bir kısmı Marksist olur, devrim peşinde koşarlar. Gelir sarayı basar, Han ailesini merasim salonunda toplarlar. Katliama en küçüğünden başlar, Serdar Davud’un gözü önünde torunlarını oğullarını, kızlarını, gelinlerini vurur, beşikteki bebeleri bile kırar, soyunu kuruturlar.
Önce Hafızullah Emin, Sonra Taraki, daha sonra Babrak Karmal ve Necip…
Sıkışınca Sovyetleri davet ederler, Kızıl Ordu şaşaa ile gelir ama Panşir Vadisi’nde sıkışıp kalır, yem olur Ahmed Şah Mesud’un savaşçılarına.
Ruslar Ali Şir Nevai ve Hüseyin Baykara’nın şehri Herat’a da acımaz, evleri yakar, camileri medreseleri yıkar, tarihî dokuyu dağıtırlar.
Bilseniz ne çok kırık minare var orada…
Resmî rakamlara göre 451 helikopter ve uçak, 147 tank, 443 top kaybederler, tabutlar peşpeşe döner Rusya’ya.
Merasimle girmişlerdir sürünerek çıkarlar. İktisaden de çökerler yakaları gelmez bir araya.
Sovyetler, Afganistan şokundan sonra ipi kopmuş gerdanlık gibi dağılır. Rusya, Belarus, Ukrayna, Moldova, Estonya, Letonya, Litvanya, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan bağımsız olur. Gelene hoş geldin, gidene uğurlar ola.
Lâkin Çeçenlerin bağımsızlık talebi Kremlin’i kızdırır. Eski alışkanlıkla Kızıl Orduyu yollar, kırıma, kıyıma, yıkıma başlarlar.
Çeçenler demir leblebi çıkar, Rusların dişlerini verir avuçlarına. Yeltsin asker annelerinin baskısıyla ateşkes imzalasa da Grozni Gazze’ye döner âdeta. En az 100 bin şehit, 200 bin yaralı, yarım milyon bi mekân.
SSCB daimî üyedir başı ağrımaz. Bilahare İngiliz siyasetini kullanır, bir uzlaşmacı bulur, çöreklenir coğrafyaya.
ÇETNİKLER ACIMASIZCA
Duvarlar yıkılınca Slobodan Milošević Yugoslavya’yı bir arada tutamaz. Hırvat, Sloven ve Makedonlar bağımsızlık peşinde koşar. Ancak bu kelimeyi Boşnaklar telaffuz edince kan çıkar. Sadece Saraybosna’yı değil, bütün şehirleri kuşatır, Srebrenica’da “Hollanda iş birliği ile” 8 bin gence kıyarlar. Gidin görün, duvarlar delik deşik hâlâ.
İgman Dağlarında ve otel teraslarında yatan keskin nişancılar, av hayvanı gibi insan vurur. Takriben 100 bin kişi ölür, 2,2 milyon insan evinden yurdundan kopar. Tecavüze uğrayan Boşnak hanımları 50 bin nesebi gayri sahih çocuk doğurur, dile kolay.
Arkasında yine maskeli beşlerden biri vardır: Rusya!
YANILMIŞIZ SORRY!
Yıl 1991. ABD ve müttefikleri yalan yanlış istihbaratla Irak’a dalar. Bağdat gibi bir inci tanesine kıyar, dengelerle oynar iç savaşa maya çalarlar. Hangi akla hizmettir bilinmez, ülkeyi elleriyle sunarlar İran’a.
On binlerce insan ölür, milyonlarcası yerinden yurdundan kopar, sonra...
Sonra sorry! Ay pardon kitle imha silahı yokmuş Irak’ta.
İnsan öldürüyorsun! Bu kadar kolay mı ya?
Nitekim savaş suçluları mahkeme karşısına çıkarılmaz. BM Komisyonu işgalin hukuk ihlali olduğunu ortaya koysa da vetosu elinde olan, kimden korkar?
ABD, Suriye’de de kirli işlere imza atar. Marksist teröristlere binlerce tır silah ve eğitim verir, petrol sahalarını ele geçirir.
DEAŞ’ı kendileri üretir, kendileri bitirir. PKK’nın elini güçlendirmek için Türk ve Arap kırarlar.
Tarihî Rakka şehrinde görülmemiş bir sivil katliamı yapar. Acılı ailelere ceset satacak kadar alçalırlar.
ÇALARLAR ALÇALIRLAR
Suriye %80’i Sünni bir ülkedir ancak %8-9’luk Şii Nusayriler çökmüştür iktidara. Tek parti vardır: “BAAS”... Rey versen de vermesen de o kazanır sonunda.
Hafız Esad Moskova eksenine girince Müslümanları rahat kırar. Çünkü BM karışamayacak, muhtemel yaptırımlar, savuşturulacaktır Rus vetosuyla.
Nitekim Rıfat Esad, Hama’yı topçu birlikleri kuşatır, güzelim şehri gömer toprağa. Ölü sayısı 40 bin civarında.
Hafız’ın ardından gelen Beşar bir ümittir ama o da Suriye’yi Suriyelilere bırakmaz, ailenin saltanatını önde tutar. Zehirli gaz, varil ve misket bombası kullanmasına rağmen kaybeder. Kendi şehri Lazkiye’ye sığınır korkuyla.
Bakar gücü yetmeyecek, ülkeyi Acem ve Ruslara sunar. Alın Suriye sizin olsun, atış serbest, muhalifleri kırabilirsiniz rahatlıkla.
Ruslar ve Acemler acımasızdırlar, bilhassa okul ve hastaneleri hedef alır, pazar ve fırınları vururlar.
6 milyonluk Halep’i kuşatır, aç bırakır, Doğu Guta’yı sarin gazıyla boğarlar. BM’nin kılı kıpırdamaz.
Burada Tahran’ı anlamak kabil değil, büyük bir kinle Müslüman öldürür, “Pers hayali” ile Siyonistlerin yaptığını yapar.
Bir de Kasım Süleymani’nin kahramanlaştırılması yok mu?
Nasıl dokunmasın kanımıza?
.
Kuru gürültüye pabuç bıraktık
6 Ocak 2024 11:17 | Güncelleme :6 Ocak 2024 11:24
A -
A +
Yılbaşı geceleri şamata etmek kazanılmış hak oldu. Yarın tatil ya, sabaha kadar eğlenirsin yatarsın akşama kadar. İyi de belki komşun esnaf işi var, belki talebe imtihana hazırlanıyor.
Motosikleti ben de severim ama 1.000 cc’lik makineye ses katlayan egzoz taktırıp on bin devirle gazlarsan millet yatağından fırlar.
Apaçiler ayrı vaka. Arabaları dökülüyor olan paralarını teybe yatırmış, bagajı kolonla doldurmuşlar. Gece el ayak çekilince turluyor, tapavolüm arabeskin dibine vuruyorlar.
Eskiden üç dükkândan biri kasetçiydi, açarlar teybi, camları zıngıldatırlar.
Beyefendi ticaret yapsın para kazansın, sen bizar ol, ağrılar girsin başına!
Okullar güya nezaket zarafet öğretir, pazartesi sabahları müdür muavini mikrofonu kapar, öfkeden tükürük saçar etrafa. Velilere azar, çocuklara azar. İyi de komşu niye dinlesin? Belki hastası var bütün gece kıvrandı yeni daldı daha. Bana ne canım, çocuklar yerlere çöp attılarsa.
Fatih’te birkaç müezzin var, hoşuma gidiyor. Lütfedip minareye çıkıyor, kendi tabii sesiyle okuyorlar. Mikrofon elinin altında oysa.
Efendim üst katınızda çocuklu aile varsa patırtı kesin olur, boğuşur dalaşır top oynarlar. Ondan da rahatsız olmayın artık, tıfıl kahkahasına tahdit koymayın. Bırakın kıkırdasınlar, neşe gelsin apartmana.
Ama bazı amcalar ayarsızdır, durur durur da pazar sabahı matkabı dayar duvara. Darrrrrr. Haydaa!
Eskiden apartman altında dükkân tutan doğrama yapabilirdi pekâlâ, komşular hızar sesine alışırdı zamanla. Ege kasabalarında gece boyu dokuma tezgâhları çalışır. Takırtı kesilince telaşlanır, koşarlar “Ne o, bir şey mi oldu yoksa?”
Ambulansçı kardeşlerim, tamam yol sizin, biz fermuar gibi açılır hızını kesmeyiz asla. İyi de imsak vakti boş sokaklarda siren açmak ne ya?.. Eski binaların su tesisatları da çok pis ses yapar, asansörler, havalandırmalar ona keza...
Eskiden minibüse binerdik teyp son haddinde, ağlangaçlı nağmeler isyankâr mısralar. Ya abi bu ne sabah sabah, bi’ dur, uykumuzu alamadık daha.
Evvel zamanlarda kadınlar halıları asar, verirler değneği sırtına. Vurdukça toz kalkar bulut bulut yayılır etrafa. Güm, pata güm! Halı dövmekle davul çalmak arasında bi’ fark yoktur aslında.
Elektrik süpürgeleri daha bi’ çekilmezmiş, kafa bırakmıyor insanda.
Malum erkek çocukları bağıra çağıra oynar, dikşinyu diye ateş ederler güya. Yok vuruldun, vurulmadım, ben ölmezmişim aslanım. Neticede kavga kopar, mızıkçının anası bacısı kalaylanır, ebesi de payını alır ne günahı varsa.
Ama şu var ki çocuklar kin tutmaz, birazdan aynı takımda oynayacaktırlar.
Patatizzoğaaaan.
Duyuyoruz abi tamam, şimdi ne lüzum var mikrofona?
Yazın memlekete gidersiniz, düğün mevsimi. Ritim özürlü solistler detone olur. Elektronik orgda hep aynı fon durur: Daktiri dak dak!
Yazlıklar ayrı bela, gazinocu sabah akşam “Hamamcı Teyze” dinletir umuma. İstanbul’da Ankara’da hanım hanımcık efendi beycik olanlar burada kurtlarını döker, teammüden dağıtırlar. Alkol, kumar, röntgen, sarkma ne melanet varsa…
Şimdi teyzem bir yaş büyümüş. Hepibörtdeytuyu… Bam bam bam fişekler havaya. Martılar yaralanır, arabalar hasar alır. Tünelden çıkan deplasman oyuncusuna dönersiniz, bi’ kafanıza Zippo yemediğiniz kalır.
Bilirsiniz talebe milleti imtihan dönemi hassaslaşır. Çıt çıkarmayın yoksa çözemediği denklemin suçunu size atar. Şimdi iki yıl çalışmış ya üniversiteyi kazanacak ya da iş güç bakacak. Önemli bir kavşak, gerilmiş patlayacak. Sen de açmış “yine yeşillendi fındık dalları” dinletiyorsun ona.
Büyüklerimiz ceviz bile kırdırmazdı, ya bahçeye indirir ya da odunluğa yollar. Terliklerin bile yumuşağını seçer, masa sandalye ayaklarına lastik çakarlar. Aman ses gitmesin de aşağıya.
Şimdiki evler mahremiyeti de bitirdi, banyolar tuvaletler aynı boşluğa bakıyor. Hanenizde neler olup bittiğine komşunuz da aşina. Kim partici, kim takım tutuyor, sor anlatsın sana.
Eğer otoyola bakan bir daire tuttuysan korna siren dinleyeceksin sabaha kadar. Sadece lastik sesi yeter, bitmeyen bir uğultu, 7/24 kulaklarında.
Bir zamanlar Yeşilköy Hava Meydanı’ndaki jetlerin sesi çınlardı binamızda.
Sonra sesi duymaz olduk, var ama yok. Demek ki kafadan yedik ufak ufak. Bilmem tahtalar da oynadı mı acaba?
Bir bina yaklaşık iki yıl sürer. Amcam para kazanır, mahalleliyi gürültüye mahkûmu eder aylarca.
Verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü…
O cümleyi yazdın diye affedeceklerini mi sanıyorsun yoksa?
Bazısının da arabası kıymetlidir, alarmı hassas ayara alır. Üzerine kuş konsa ötmeye başlar. Cakcakcak. Daa dii daa diii. Birbirinden iğrenç melodiler ciyaklar. Bir ara kesilir, oh dersin, sonra tekrar başlar.
Karışımızda bir market vardı, gece alarmı çalıyor da çalıyor, gittim söyledim. İçeri kedi mi girdi acaba? Olur gece dolanır, sensörlere yakalanır hayvan.
Birkaç şikâyet daha gelmiş, baktırmışlar arıza varmış kutuda. Tüyü bitmedik kedinin günahını aldık boşuna.
Market jeneratörlerinde de bir motor var düşman başına. Sanki buldozer çalışıyor kapıda.
Amigo tribünlere dönmüş. “Sessizlik!”
Cemal Paşa bakar, ordu kırılıyor, ricate kalkar. Alman komutan von Kress “Olur mu canım” der; “Biz dönmeye değil ölmeye geldik buraya!”
İttihat ve Terakki iktidara gelince Almanlara yakınlaşır, Talât, Enver ve Cemal üçlüsü 5 B (Berlin, Belgrad, Bosfor, Bağdat, Bombay) hayaline kapılırlar. Karşı cenahta İngiltere, Rusya, Fransa, Sırbistan, Romanya, Belçika, Yunanistan, Portekiz ve Karadağ gibi denizci devletler vardır. Buna rağmen harbe girer, risk alırlar. Ki Almanya ile Avusturya’yı saymazsanız sadece Macarlar ve Bulgarlar vardır yanımızda. Hani çocuk olsa düşünür, taş atmaz kuyuya.
Abdülhamid Han’ın açtığı mektepler mezun vermiş, demir yolları açılmış, limanlar nispeten girmiştir hizaya. Sanayi için gerekli unsurlar “ham madde, nakliye, yetişmiş insan gücü” hazırlanmıştır sabırla. Petrol desen bizde, kömür desen dağlarca. Artık, biz de katılabiliriz sanayi inkılabı yapanlar arasına.
İttihatçıların aklı kanda baruttadır, seferberlik ilan ederler ne aceleleri varsa. Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Harbiye Nazırlığı da uhdesinde kalmak üzere, Dördüncü Ordu Komutanı yapılır ve Filistin-Arabistan umumi valiliğine tayin edilir ivedi kaydıyla.
Enver Paşa ondan “Mısır’ı almasını” ister. “Derhâl!”
-Başüstüne Paşa’m.
İstanbul’dan bakarsanız ne vardır yani bunda? Alt tarafı kanalın iki yanındaki setler topçu ateşiyle yıkılacak, su yolu tıkanacak, gemiler sıkışıp kalacak, askerlerimiz Süveyş’i aşıp Mısır’a vasıl olacaktırlar. Yerli halkı ayaklandıracak, İngilizleri kovacak ve bayrağımızı asacaktırlar o kadaaaar.
Hem Alman kurmayları derslerine çalışmış olmalıdırlar, kim bilir ne taktikler, ne silahlar...
Haydarpaşa İstasyonu’ndan merasimle uğurlanan müstakbel Mısır Fatihi Cemal Paşa; “Vazifemin ehemmiyetine vakıfım” der, “ve ne büyük müşküllerle karşılaşacağımızı biliyorum. Hiçbir fedakârlıktan çekinmeyeceğiz. İcabında kanalın sularını bedenlerimizle dolduracak, yol olacağız arkadaşlara. Şüphesiz onlar cesetlerimize basarak Mısır’a girecek ve İslam ülkesini İngiliz tasallutundan kurtaracaklar!”
“Yaşa var ol” nidaları, alkışlar...
KIŞLADA DA MI KIŞLASA?
Paşa Şam’a ulaşınca Damascus Palas’ta karargâhını kurar. Yediği önünde yemediği ardında, krallar gibi yaşar âdeta.
Ferik Zeki Paşa ikaz etme lüzumu hisseder; plansız, teçhizatsız bir seferin mahzurlarını sıralar. Bir deveyle en fazla altı dolu teneke taşınır. Ordunun sadece su ihtiyacı için binlerce deve lazımdır. Biri 10 altın olduğuna göre otur hesapla. Ki piyasadan bu sayıda hayvan kaldırırsan İngiliz uyanır, tuzak kurar. Kuyuları korumak ayrı mesaidir, zehirlenebilir kolaylıkla.
Menzil Sağlık Teşkilatı kademe kademe tertip olunmalı; Dera, Cenin, Nablus, Kudüs, Halilürrahman, Birüssebi ve Hafir mevkilerinde birer hastane ve dinlenme mevkii kurulmalıdır. Hicaz Tümeniyle gelecek birlikler Maan İstasyonu’nda karşılanmalı, yedirilip içirilmeli, yatırılıp kaldırılmalı, hamamı şadırvanı olmalıdır. Asker mevcudu 90 bini aşar, muhtemelen %5’i hastalansa, 5 bin yatağa mal olur sana. İlaç hekim ve tıbbi malzeme... Onları sorma.
MASRAF KESİR
Askere günde 600 gram peksimet, yanında hurma, zeytin, çay verilmeli; 1.500 deve, 850 beygir, 330 manda ve öküz, 200 ester ve mekkâre (katır ve merkep) doyurulmalı, sulanmalıdır. Her biri beşer kilo arpa yiyecek olsa günde 15 tondan fazla.
Savaş için cesur insan kadar para da lazımdır. Çok para, pek çok para!
Şüphesiz paşalar vakıftır buna ama nedendir bilinmez, hevesle atılırlar maceraya.
Almanların tek derdi İngilizleri Kanal’da oyalamak, Garp cephesinde sıkışan çocuklarına nefes aldırmaktır. İmha olacaktırlar yoksa...
Yeri gelmişken söyleyelim Çanakkale Savaşı’nın gereğinden fazla uzaması da bu yüzdendir. Liman Paşa bilerek isteyerek gedikler bırakır, çıkarma yapmalarına göz yumar. Sonra onları sökebilmek için “ileri” der Türk çocuklarına.
Doldur boşalt! Doldur boşalt! Analar aslan doğurmaktadır nasıl olsa.
Hasılı Cemal Paşa yola çıkar Erkânıharp Reisi von Frankenberg ve müşaviri von Kress yanı başında.
25 bin kişilik Osmanlı kuvve-i seferiyyesi 15 Ocak gecesi Gazze - Birüssebi mevkiinde toplanıp ilerler batıya. Sağ kol müfrezesi İzmitli Mümtaz Binbaşı emrinde el-Ariş - Düeydar üzerinden, sol kol Kuşçubaşı Eşref komutasında Kal’atü’l-Nahl üzerinden, Mersinli Cemal Paşa ise iki Tümenle tam çölün ortasından. Meşakkat ve mahrumiyete rağmen Tih Sahrası’nı aşar, 3 Şubat gecesi Timsah Gölü ile Acı Göl arasından kanala vasıl olurlar.
RÜYADAN KABUSA
Paşa’mız beyaz bir küheylana binmiştir, bir havalar, havalar! Sanki müstakbel Mısır Sultanı Kahire kapısında.
Süveyş öyle anlatıldığı gibi dar ve sığ değildir; adamı defalarca boylar, genişliği yer yer 100 metreyi aşar.
Cemal Paşa İngilizlerin 200 bin asker, dikenli teller, zırhlı gemiler ve mitralyözlü trenlerle tahkimat yaptıklarından bihaberdir. Birlikleri bekletmeden cepheye sürer, talimli köpekler havlamaya başlar, düşmanı uyandırırlar.
Elimizde dumbaz denilen küçük teknecikler vardır, çalakürek ilerleriz karşıya. Ancak, İngiliz kanala paralel demir yolu döşemiştir, anında biter, ateş açar. Dumbazlar delinir, batar. Kıyıya ulaşanlar da (600 nefer) şehit ya da esir olurlar. 1.410 çocuğumuzu kaybederiz ilk anda.
İngiliz kayıpları ise sadece 25 ölü ve 150 yaralıdan ibarettir. Ki onlar da Hintlidir kale alınmaz.
PİŞKİNLİĞE BAK!
Bu şartlarda kanalı zorlamak intihardır, lakin von Kress aşabileceğini iddia eder inatla. Emrine 10 bin evladımız verilir. Netice?
Tabii ki hüsran! (26 Temmuz 1916)
Cemal Paşa döner, karargâhını tekrar Şam’a kurar. Bir nevi askerî validir, astığı astık, kestiği kestik, düşman kazandırır mebzul miktarda.
Von Kress ilerleyen yıllarda “Türklerin muahedeye bağlanmaları için kan dökmeleri lazımdı” diyecektir, “sırf bu yüzden ısrar ettim onlara!”
Yani Batı cephesindeki Hansların yaşaması için doğu cephesindeki Hasanlar mezara!
Nitekim Cemal Paşa da benzer cümleler kurar. “Süveyş’in geçilemeyeceğini ben de biliyordum. Asıl gayemiz, İngilizlerin 250 bin askerini burada tutmak ve Garp cephesinde Almanların yükünü hafifletmekti. Muvaffak olduk ama bunu nasıl anlatırsın umuma?”
Sırf Berlin’in hatırı için binlerce ana kuzusunu aç bi ilaç çöllere götürüp mitralyözlerin önüne süren kafa rahat uyudu mu acaba?
Hasılı pirince giderken bulgurdan oluruz, sıkıntı diğer cephelere de sirayet eder, yeni yeni gaileler açılır başımıza.
ÇEKİLMEYİ EMREDİYORUM
İngilizler Mısır’ı bırakmadıkları gibi Filistin ve Suriye’ye de ağırlık koyar. Remle’yi, Yafa’yı ve Kudüs’ü işgal ederler bir çırpıda.
Yıldırım Orduları düşmanı yıldıramaz, müdafaa ile mükellef olduğu alanı bile koruyamaz.
Askerlikte emir demiri keser, “ama efendim ben çekilecek, filan yerde yeni savunma hattı kuracaktım.” Böyle bir talep de, izin de yoktur, zaten kuramazlar da...
Mecidde (megitto) Muharebesi felaket olur Gazze, Birüssebi, Kudüs, Şam ve Halep’te hani sathı müdafaa?
Filistin cephesinde darmadağın olan evlatlarımız İngiliz tayyarelerinden kurtulamaz. Hele Nablus’ta büsbütün yıkılırız, kuracak hayalimiz bile kalmaz.
General Allanby, her karşılaşmadan galip çıkar, madalya madalya madalya, herifin göğsü galaksiye döner âdeta.
Yıldırım Ordularının dörtte üçü şehit ya da esir düşer. İngiliz kaynaklarına göre zayiatımız 75 bini aşar.
ALMANLAR YENİLDİĞİ İÇİN
İyi de çekilme denmez ki buna. Yani savaşsaydık ne kaybedecektik başka?
Çok değil sadece iki sene evvel İngilizleri Kûtü’l-Amâre’de topyekûn esir almış, Londra’yı yalvarmıştık oysa.
Kışlaya siyaset girmiştir, komutanların zihni cenk meydanında değil, İstanbul’da kurulacak yeni kabinededir. Yok şu nazır olsun, bu olmasın, kendi ikballeri için lobi yapar, telgrafhanelerden çıkmazlar.
Almanlar desen kendi dünyasında, Mehmetçik ölmüş kalmış, kimin umurunda?
Özetlersek 39 günde 560 km çekilir, beş ülke (Filistin, Suriye, Lübnan, Ürdün, Irak) bırakırız ardımızda. Günde 14 kilometreden fazla. Kaçsak kaç olacaktı acaba?
Apoletliler propagandayı bilir ama. “Almanlar yenildiği için” cümlesini ezberletirler çocuklara. Tabii ki namağlubuzdur canım, yedi düvel gelse ezeriz, kim çıkabilir ki karşımıza?
★ ★ ★
Ve memleket tükenir, İttihat Terakki istifa eder, Ahmed İzzet Paşa hükûmeti gelir başa.
İstikamet Limni, buyurun Mondros Limanı’na.
Bahriye Nazırı Rauf Orbay’ı Agemennon zırhlısına alır, eline kalemi tutuştururlar: “Albayım şuraya da bir imza!”
Tabuta çivi çak deseler bu kadar olur, gel de kahrolma.
Bedelini kaç nesil ödedi bitiremedi, şimdi Gazzeli bebeklerde sıra.
.
Güney Afrika neden davacı? Bu zulmü onlar da yaşamıştı
26 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :26 Mart 2024 09:53
A -
A +
İngiltere 1948 yılında iki “çıban” bağışlar dünyaya, biri İsrail, öbürü Güney Afrika...
alumunuz Gazze soykırımını Uluslararası Adalet Divanına Güney Afrika taşıdı. İhtimal benzer kıyımları yaşadıkları için hassas yaklaştılar mevzuya.
İsterseniz maziye inelim...
Yıl 1652. Hollandalı Doğu Hindistan Şirketi VOC (Vereenigde Oost-Indische Compagnie) marifetiyle Güney Afrika’ya kapak atar. Cape mıntıkasında iskele, depo, ambarlar kurar.
Flemenkler 17. yy boyunca sahaya akar, Hint yoluna ağırlık koyarlar. Yerlilerle takasa girer, demir, bakır, tütün verir, hayvan alırlar. Ama beyaz adamın iştahı kabarıktır, bütün sığırları ister mesela. Ne varsa. İyi de onlar seneye de hayvancılık yapacaktırlar, niye kurutsunlar? Vandallar sığırını satmayanlara (Khoi’ler) savaş açar. Silah üstünlüğü ile galebe çalar. Alayını zincire vurur, dipçik kırbaç çalıştırırlar.
Yıl 1804 kölelik kalkar. Henüz buhar gücü yayılmamıştır, üretimde nakliyede çok ihtiyaç vardır insana. Beyazlar kaynakları gasbeder, yerlilere iş gösterir boğaz tokluğuna. Horlar, aşağılar insan yerine koymaz. Neticede Cape-Xhosa Savaşı patlar. Çok büyük zayiat verilir, elbette yerli kaybı daha fazla.
Derken İngilizler görünür, Cape’de kışlalar kurar Hindistan’a bulaşmasın diye Fransızları uzak tutarlar.
Boerler ise kıta içlerine yayılır, Ndebele, Zulu ve Sotho topraklarında iki yeni bayrak dalgalandırırlar: Orange ve South Afrika (Transvaal).
Bu bank beyazlar için
Britanyalılar da yerli Zulu arazilerini işgal eder, Natal kolonisini kurar, Cape ile rekabet başlar.
Yerliler de şehirlere koşar, mal mülk sahibi olurlar. İşgalciye işçi lazımdır, müteşebbisten hoşlanmaz, “Masters and Servants” (Efendiler ve Uşaklar) kanunu ile hadlerini bildirir onlara.
KANLI ELMAS
Yıl 1867. Kimberley’de elmas bulunur ve ortalık karışır bir anda.
Yıl 1886 Witwatersrand (kısaca Rand) bölgesinde altın çıkar, ne rant ama? Transvaal dünya altın talebinin dörtte birini karşılar tek başına.
Bölgeye demir yolları döşenir, atölyeler açılır. Beyaz kazıcılar örgütlenir (Digger’s Protection Association) hükûmete baskı yapar. Siyahları haklarından mahrum bırakırlar. Cecil Rhodes’in kurduğu De Beers Birleşik Madencilik tekel olur. (1880) Patron politikaya da soyunur, Cape hükûmetinin başına geçer sonunda. Çıkarttığı emperyalist kanunlarla yön verir piyasaya.
Elmas yükte hafif pahada ağır bir taştır, başka ellere geçmesin diye halka seyahat yasaklanır. Üretimi bilhassa mahdut tutar, değerini dorukta tutarlar.
Bir siyahinin iş bırakması büyük suçtur, hayatını karartırlar. Diyelim mazareti kabul gördü, işten ayrıldı. İkinci gelişinde daha düşük ücrete imza atar.
Bilirsiniz Yahudiler elmas tıraşlama işinde ustadırlar, birer ikişer havaliye sokulur şer ittifakına katılırlar.
Gönüllü köleler (!) kuyrukta
BELDEN AŞŞAĞI!..
1899-1902 Britanya-Boer Savaşı patlar. İngiltere Transvaal Cumhuriyeti ve Özgür Orange devletine savaş açar. İki tarafta da beyazlar ve yerliler vardır. Londra altın hırsına kapılmıştır, bölgeye yarım milyon asker yığar, Washington da mühimmat desteği sağlar.
Lord Kitchener ve Kont Roberts yerlileri toplama kamplarına tıkar aç ve açıkta bırakırlar. 24 bini çocuk, 107 bin mensubunu kaybeden Boerler barışa yanaşır, daha savaşçıdırlar oysa.
İngiltere galebe çalınca getirir kendi monarşisini dayar. Belki şartlar düzelir diye İngiliz’e destek olan kabileler de hüsrana uğrar.
Bu arada fiyatlar artar, yerliler yaklaşamaz olur gıdaya.
Bank of England altın hususunda çok hırslıdır, üretimi artırmak için dağları devirir, rezervin dibini kazır âdeta. Sierre Leone ve Liberya’dan işçi getirir, Hindliler, İtalyanlar...
Londra finans merkezi olur Johannesburg büyür, beynelmilel sermayeye göz kırpar.
Cape Başbakanı Rhodes, Glen Grey yasası ile amelelere ve toprak sahiplerine ilave vergiler koyar. Yerliler için maden işçisi olmaktan başka çare kalmaz. Maden Odası (Chamber of Mines) çok güçlenmiştir devlet içinde devlet olur âdeta.
RENGE GÖRE ÜCRET
1946 yılında beyazların hane geliri Asyalılardan altı, Türk ve Araplardan beş, Afrikalılardan on kat fazladır, 1951’de 14,7 kat olacaktır bu oran. Takriben 100 bin yerli çalıştırır, ücreti peyderpey düşürür, vergiyi günbegün artırırlar.
İşveren mi?
Onlar vergiden muaftır, belediye hizmetlerine bile katılmazlar.
Bilahare Kimberley ve De Beers madenleri “gönüllü işçi”(!) modeline geçer, tatil filan yoktur, saha hapishaneye döner, yat kalk kazma salla.
Vardiyalar nefes aldırmaz, yemekler pis ve az, barınma berbat. Çoğu can verir derin ocaklarda. Cesetleri bacağından sürüyüp atarlar.
Tarım ve hayvancılık için de yerlileri kullanır, sürerler şeker kamışı plantasyonlarına.
Marabalara da yeni vergiler koyar, mülksüzleştirir topraksızlaştırır, göçmen işçi ile direncini kırarlar.
İSRAİL’İN İKİZİ
Yerlilere “Kâfir” diye hitap eder belediyelerden uzaklaştırır, çiftliklere de yaklaştırmazlar.
Beyazlar bereketli topraklara yerleşir, zirai teşviklere, yeni teknolojilere erişir. Yerlilerin ve Asyalıların toprak edinmeleri sözde serbesttir ama yokuşa koşarlar.
Gerginlik artınca Çin’den işçi getirmeye kalkarlar. Çin imparatoru yıllarca çalışıp eli boş dönen halkını uyarır; “gidip de gurbette sürünmeyin boşuna!”
Irkçı rejim burada kalıcı olmadığını bilir, yalan, talan her melaneti kullanır, akarken kabını doldurmaya bakar.
İngilizler 2. Dünya savaşından sonra Siyonist İsrail ile aynı yıl (1948) Güney Afrika Birliğini kurar. Ulusal Parti’yi iktidara taşırlar.
Apartheid rejimi gideni aratır mumla. Beyaz nüfus beşte biri olmasına rağmen Güney Afrika’yı Avrupalı diye ilan eder dünyaya.
Siyahinin hiçbir hakkı yoktur zulmederler kolayca, şikâyet mi? Güldürmeyin kimi kime acaba?
Hollandalılar da aynı tüfeğin demirindendir, bal tutar parmak yalar, birlikten nemalanmaya bakar.
BEYAZ OLİGARŞİ
Derken Yerli Toprak Yasası (The Natives Land Act) çıkar, halkın arazileri %13’ün altına iner ki zaten çoraktırlar.
Afrikalıların toprak kiralaması da yasaklanır, vergi borcu birikenler bir ömür çalışırlar. Zavallılar ter döker kara toprak altında.
Siyahiler beyazların arazilerine yaklaşamaz. Görürse çeker vurur hiç acımaz.
Irkçı kapitalistler Segregasyon (ayırım) yıllarında İngiliz sınıf sistemine benzer bir etnik sıralama kurar. En tepeyi beyaz oligarşiye ayırırlar.
Bu arada çocuklar İngilizleşir, cellatlarına âşık olurlar!
Beyaz işçi kentlerde yaşayıp, siyasete katılabilir; siyahlar getto veya barakalara tıkılırlar. Siyasi haklardan mahrumdurlar.
Evvelce siyahlar kendilerini temsil edecek bir beyaz seçebilir, 1936’dan itibaren bu da yasaklanır. (Yerlilerin Temsili Yasası)
Afrikalılar da Yerli Millî Kongreyi kurar, seçime giremezler o başka.
Vitrinler İngiliz malları ile dolup taşar Londrada çıkan magazin dergileri bile yer alır askılarda. İthal edilen yüz üründen 91’i Britanya’dan.
Bu oran 1956’da %62, 1972’de %50, 1982’de %10 olacaktır, gazları kaçacaktır zamanla.
Ordu kademeleri silme İngiliz’dir. Eğer sınır ötesi oprasyon varsa siyahileri toplar sürerler ateş hattına.
Parlamentoya Westminster sistemi getirilir. İngiliz basını baskındır. Eğitimi de İngilizler planlar, misyonerler fink atar.
Sharpeville katliamında çocuklara acımadılar.
FİLİSTİN KAMPI GİBİ...
Derken siyahlar için “kabileciliği” münasip bulurlar. Zulu, Xhosa, Sotho, Pondo, Fingo sakinlerini rezervlere (Filistin kampları gibi) sıkıştırır her köyü bir Bantu şefinin emrine bırakırlar. Onları yönetmek daha kolaydır, alkol, kadın, para...
Beyazların beyaz olmayanlarla evlenmesi kesin yasaktır Türkler de beyaz olmayanlar arasında.
Çiftlik okulları beyin yıkar, nasıl sadık bir köle olacağı anlatılır çocuğa.
ABD Başkanı Roosevelt’e göre normaldir bunlar, zaten bütün halkların İngilizce konuşması lâzımdır sonunda.
Ve bıçak kemiğe dayanır, Apartheid aleyhtarı nümayişler başlar.
Pan Afrika Kongresi Sharpeville sakinleri bir yürüyüş tertiplemiştir. Kortej karakola yaklaşınca polis keyfî ateş açar 69 Afrikalıyı öldürür acımasızca (21 Mart 1960). Hemen akabinde 50 milyon sterlinlik yatırım ülkeden kaçar, beylerde şafak atar ilk defa.
Soweto Öğrenci Meclisi ilk, orta lise talebelerini toplar İngilizce eğitim istemediklerini haykırırlar. Polis 20 bin talebeyi hedef alır, önce kimyasal sonra ateşli silah kullanır resmî rakamlara göre 176 (halka göre 700’den fazla) çocuğa kıyar.
Richard Nixon ve George W. Bush Apartheid rejimini tanır ve ardında durur arsızca.
Yani sanmayın ki Beyaz Saray Gazze’deki katliamlardan rahatsız olacak!..
.
Muhabere muharebeleri! İçinizde ince uçlu şarjı olan var mı?
10 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :10 Nisan 2024 02:14
A -
A +
Eskiden muhabere (haberleşme) sultanların işidir. Düşman ordusu nerede? Kaçı süvari, kaçı piyade?
Çaşıtlar sotelere yatar. Ulakla, güvercinle, dumanla haber ulaştırırlar.
Derken efendim iş ayağa düşer, çulsuzlar da katılır halkaya. “Nassın bakam?”, “Eee daa daa?”
Mektup kolay bir yoldur, yazarsın atarsın kutuya. Bunlar tasnif edilir, torbalanır, mühürlenir; ya vapura verilir ya da katırlara, katarlara... Bilahare otobüs, kamyon ve bilumum lastik tekerlekli vasıta...
Acelen varsa “tayyare ile” yazacaksın zarfa. Da ikna olmazlar anam, illa “by air mail”, “par avion”, “tarik el-cevvi” bandı yapıştıracaklar alnına.
Torbalar vardığı merkezde acılır, zarfl ar mahalle mahalle ayrılır. Müvezziler, çubuk frenli, balon tekerli ‘Bisan’larına atlar, biterler kapıda.
- Hadi gözünaydın abla.
Acar meşin çantasını arar; “Ya şurda bi’ yerde olacaktı ama...”
Bu “E hadi” demektir; “Bahşiş vereceksen ver oyalama!”
Mektubun usulü erkanı vardır. Evvel selam, bade kelam.
İlk satırda ananın babanın eli, ufakların gözü öpülür ve soru faslı başlar. Yok şu nasıl, bu nassı? O ne ediyo, bu ne diyo?
Sonunda girersin mevzuya; “Adliyeden bi’ iyi hal kâğıdı çıkarıp yollar mısınız bana?”
Tekrar hürmet, minnet, saygı, dua… Sar başa.
TELGRAFIN TELLERİNE
Deerken efendim telgraf girer hayatımıza. Meramını kısa cümlelerle anlatacaksın, bu işin edebiyatı olmaz, kelimesi para.
Maniple başındaki eleman çala parmak tıkırdar, bazıları sakardır “Alaiye” yerine “Alanya” yazar iş acar başımıza.
Telefon yayılınca telgrafın havası kalmaz, sadece merasimlerde dilek, temenni sunulur vatandaşa. Bakmışsın kapıda vezinsiz ritimsiz bir motor sesi, sarı Jawa paaat pat patırdamakta, sanki stop edecek haspa. Postacı kalabalığı yara yara ilerler, telgrafı kürsüye koyar. Sunucu acar okumaya başlar “uyu önderimizin (al bi’ sakarlık daha) Asmakabağı beldesini teşrifl erinin kırkıncı yıl dönümünü kutlar, daha nice nice...”
“Yurt dışında bulunmam hasebiyle Patlıcammoru eşrafından dava arkadaşım Muhiddin Onbaşı’nın torunu, Ali Osman’ın sünnet merasimine iştirak edemeyeceğim. Bahusus tebriklerimi sunar...”
Bunları protokol mudurleri yazıp yollasa da karizma kazandırır insana. Düğününde Başvekil’in tebriki okunmuş, ne istersin daha?
TELEFONUN DELİKLERİ İÇİNDE
Telefon elbette büyük hamledir (1876-Graham Bell) manyetolusu bile diğerlerinin canına ot tıkar. Parmağınızı deliğe sokar çevirirsiniz. Altıncı turdan sonra bi’ “dııııt” sesi gelir, ne mutlu sana.
O zamanlar her evde telefon olmaz, ya komşuya yaslanır ya da ücreti mukabilinde yanaşırsın bakkala. Ankesörlüler oburdur, jeton yutmaya doymaz. “Geri ver” dersin duymaz. Kızar yumruklarsın, hatta bi’ tuğla ekleştirirsin dalına.
Gelen gören olursa cık cık edecek “Şuna bak” diyeceksin “Hiç acıyorlar mı devletin malına?”
Şehirler arası mükâleme için postaneye yazdırırsın. Sonra bir kuşe-i uzlete çekilir, mayışırsın. “Hayır uyumayacağım” telkinlerine rağmen gözün küçülür, için bayılır; bir rehavet ki, Şambali tadında. Tam dalacaksın azarlayan bir ses “Adana nerdesin, bak iptal etcem ama!”
Birisi dürter, uyanırsın. Koş abi sağdan üçüncü oda!
Gözünü ovuşturursun. Üçüncü mu? Bura nere ya? Hem ben kimim acaba?
Karışan sesler, çınlamalar, yankılar, uğultular, bir mana çıkarırsan git sadaka dağıt fukaraya.
ONUN ARABASI VAR...
Sonra makam otomobilleri telefonlanır. Manda kasa Mercedes duşun (tabii ki siyah) veri importınt devletlumuz konsoldan Dancall’ı çekmiş yapıştırmış kulağına. Tuşları yeşil yeşil yanar, sen Kılintın’ı, Kisincır’ı fi - lan aradığını sanırsın, halbusi sımışka ısmarlamaktadır bakkala.
Aslında ilk arac telefonunu Bell yapar, cihaz 56 okkadır yerinden kalkmaz. Demek Conyler o pick-up’lara boşuna binmiyorlar.
Bir ara millet telsize sarar, taksiler, kaptıkaçtılar antenle donanırlar. “Brek brek” diye cığırır, cızırtıdan keyif alırlar.
Bazen harbiden işe yarar, minibüsçü kardeşimiz sosyal sorumluluğunun gereğini yapar; “Arkadaşlar kale altında çevirme var! Sulukule’den dalın, Acıceşme’den cıkın, sallanın Fevzipaşa’ya!”
Telsizi makarnacıların Marconi bulur, o zamanlar muhim bi’ cihaz. Tabii polisten evvel mafya alır, erketeye yatar. “Aynasızlar geliyo saklan!”
Casus fi lmlerinde esas oğlan saatine basar konuşur, hele şu teknolociye bak!
Bizde telsiz kesinkes yasaktır, rejim acısından. 1984 yılına kadar almak satmak “zinhar” ve “asla!”
Bu yüzden amatörler türer, olan paralarını kabloya bataryaya yatırırlar. Telsiz karizmatik alettir, duşun kayfeye “atmışici mercez” diye yırtınan bir cihazla girmişsin arkada lululu sesleri fi lan. Kesin ayağa kalkar “Amirim” derler sana. Ne hava ama?
ÇAĞDAŞ PRANGA
Sonra efendim çağrı cihazları çıkar. Bir bip sesi. Teyzem acar... “Ana ben geç kalcam, meraklanma!”
Çocuk, haber verdi mi? Verdi. Git yat o zaman, daaa ne oyalanıyon camlarda? Cağrı cihazları mahdut kabiliyetlerine rağmen elektronik haberleşmenin kapısını aralar.
İlk müteharrik telefonu (DynaTac 8000X) yarım asır önce Motorola’da çalışan Martin Cooper yapar.
Rakip fi rmada (Bell’de) ter döken arkadaşını çaldırtır çıldırtır. “Bak Joe” der, “Seni mobil bir telefondan arıyorum şu anda!”
Uzuuun bir sessizlik. Adamın yılları gitmiş boşa. Zorla sövdürecek, ne desin şimdi sana?
Mezkur telefon bir kilo ağırlığındadır. Rakamlar hariç iki tuşludur, yes-no o kadar. Ekranı yoktur, yazılı mesaj alamaz, atamaz. 10 saat şarjla 20 dakika konuşur anca. Deynek gibi bir anteni vardır, kulak bile karıştırılmaz. Okkalıdır, iyi ceviz kırar, hem bilirsiniz ilk vuran kazanır kavgada.
Ericsson GH337 sektörün Rolls Royce’udur. Sese Bang & Olufsen imza atar, anten bağlantısını 22 ayar altınla kaplar.
Sonra klavye kaşıntımız başlar Blackbarry gelişmiş tuş takımı ile fark atar akranlarına. Sen bi’ “z” yazmak için dört defa dokuza basıncaya kadar onlar muhabbetin dibine vururlar.
DEVLER DEVRİLİNCE
Bundan tam 30 yıl evvel Başvekil Tansu Çiller, Baba’yı cepten arar. Diyeceksiniz ne var yani bunda?
Öyle deme gıı, gaza geliriz, 300 dolar ne ki koşarız mağazalara.
Sabit telefon 150 yılda 100 milyona zor ulaşır, cep 50 yılda 6 milyara.
Bilirsiniz diplomatlar bir mevzu üzerinde yıllarca müzakere yapar, misal AB müktesebatının geçici 17’nci maddesine atıfta bulunurlar.
Halbuki mühendisler hızlıdır, topu çalan, çalımı basar, takar doksana.
Uzatmayalım, kıran kırana bir yarış kopar: Son düzlüğe girerken önde yine Nokia vardır, ensesinde Erricson’la, Motorola… Yan kulvarda Sony, Siemens, Panasonic... Alcatel ve diğerleri üç boy arkada. Ama bir bakarız ipi Elma göğüslemiş, Samsung sekınd-ı sani, burun farkıyla.
O devlet gibi güçlü fi rmalar savrulur, havlu atar. Marka değerleri üç rakamlı milyarlardan düşer mi üç on paraya, hade bakem mali krizler kapıda.
Ve sektörün freni patlar, cebimize interneti kamerası olan cihazlar koyar. Görüntülü arar, evrak yollar, alır satar, para transferi yapar.
Bu kadarını M. Cooper hayal etti mi acaba?
HASTASIYIZ!
Bazen de can sıkar. “Ooo abi akşam gömmüşsün baklavaları, hayrola?”
- Sen nerden biliyon ulen? Ustume şerbet mi damlamış yoksa?
- Yok abi senin kanka paylaşmış durumunda.
Sormak izin almak da yok, selfi manyalar deli gibi çeker, atar garip gruplara.
Bir yerde yemek yiyorsunuz biri telefonunu garsona uzatır, cek işareti yapar. “Gülümseyin arkadaşlar!”
Haydaaa. Kimbilir kimlerle paylaşacak? Bence pandemi maskesi takın saklanın. Olmadı hızlı hızlı kafanızı sallayın fl u cıksın. İyi de lüzumsuzun biri video çekerse madara olursun. “N’apıyo bu salak” derler adama.
LÜTFEN DİKKAT
Gecen metrobüste bir anons. İki eliyle telefon tutanları ikaz ediyor; “Bak yaralanırsınız, başkalarını da yaralarsınız sonra!” Dikkat ediyorum, onlardan çok var etrafımda.
Bakıyorum da bütün gençler güvenlikçi olmak istiyor. Neden? Çünkü bütün gece telefonuyla baş başa.
Gecen sabah geliyorum, şantiye bekçisi soruyor, “Abi bizim konteyneri gördün mu?
- Yoo n’oldu?
- Götürmüş çakallar.
Konteyner dediği iki odalı prefabrik ofis, onu kamyona yüklemek için vinç lazım, “Topla da gelci” lazım. Artık eleman nasıl daldıysa ekrana.
Yeni nesil bir şey öğrenmek, üretmek istemiyor, onlara ana, baba, eş, kardeş de lazım değil, ver telefonu oynasınlar.
Biz eve girmek istemezdik, bunlar çıkmak istemiyor, robot gibi tutuk tutuk yürüyor, donuk donuk bakıyorlar.
Akıbetimiz hayrola.
.
ALTIN ORAN ALTINI OLANA!
11 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :11 Nisan 2024 02:39
A -
A +
Estetik ile iktisat ters orantılıdır, birinde şekil yapan oburunu kırar. Estetik masraflıdır oranı kovalayan altınına kıyar.
İnsan yüzü ve vücudu hakkında sunulan ideal ölçüler İtalyan’a çıkar. Çekik gözlüler, Kızılderililer, Afrikalılar kale alınmaz.
Bir zamanlar Yunan ve İtalyanlar altın orana takar, garip manalar yüklerler ona. Sayı sayı olmaktan çıkar mistik bir havaya bürünür adeta.
Şimdi bir dikdörtgenimiz var diyelim farzımuhal, iki kenar toplamının büyük olana nispeti 1,618 ise oldu tamam. Bu sayı Yunan alfabesindeki “phi” harfiyle ifade edilir. (Dikkat, attention, intebih “Pi 3,14” başka!)
Matematikçi Fibonacci rakamları kurcalarken (0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21) gibi bir dizi yakalar. Mesela birle ikiyi topla uc. İkiyle ucu topla beş. Bol birbirine 3/5=1,66666 çıkar. Rakamlar büyüdükçe ideal sayıya (1,618) yaklaşırlar.
Abesle iştigaldir, kimseye hayrı olmaz. Ama Euclides “Elementler” adlı eserinde bunu parlatır, hendesecilerin dikkatini çeker mevzuya (MO 300).
Pisagor’dan da kaçmaz, oranı fark etse de “altınlığında” kararsızdır, diğerleri gibi abartmaz, kabartmaz.
Gelgelelim İtalyan matematikçi Luca Pacioli onunla yatar, onunla kalkar, hele Leonardo da Vinci’nin resimlerinde zikrolunan kıyası tespit edince bir velvele koparır ki sorma, bütün Floransa ayakta.
FAŞİZMİN TERESSÜMÜ (resimlenmesi, iz düşümü)
İnsan yüzü ve vücudu hakkında sunulan ölçülere bakarsanız alayı İtalyan’a çıkar. Yani Avrupalı beyazsan ideal insansın. Çekik gözlü ya da Afrikalıysan kaybol, dolanma buralarda!
İyi de bu ırkçılık olmuyor mu? Bence Somalililer de Somalılar da çok sevimli, atın şu mezuralarınızı kenara. Bir kere insan var karşınızda. Aaa ne şirin deyip seveceksin. Neymiş oran, orangutana bile yapılmaz!
Yok ekseriyetin ekalliyete tahakkümü derseniz Asyalılar sizden fazla. Sadece Cin ve Hint 3 milyar. Ekleyin Endonezya, Malezya, Kore, Vietnam ve Japonya’yı. Acık ara fark atar Avrupa’ya.
Şimdi onlar da başka oranlar mı koysun, kavimlerini öne mi çıkarsınlar?
Bu işin tacirleri çiçekleri böcekleri tarar, işi gücü bırakır, otta kökte oran ararlar. Bal kovanları, tavus tüyleri, kelebekler, arılar, kuşlar, kar taneleri, kelp dişi, jaguar deseni hiçbiri orana oturmaz, bulabildikleri iki mahluk var, salyangozla kozalak.
Paragöz mimar ve ressamlar hadiseyi köpürtür, pazarlama güçlerini artırırlar. Sanat tarihçilerine de mevzu lazım. Mona Lisa tablosunda, Partenon’da (antik Atina) ve Giza Piramidinde oran ararlar. O, biraz da nereden baktığınıza bağlı, illaki üçe beş bir şeyler bulursun koca binada.
ZÜGÜRDÜN ÇENESİ
Mimar Le Corbusier, Dali veya Tool’un phi katsayısını kullandığına dair tek delil yok.
Bükük belli bir nineye ölçülere uymuyor diye çirkin diyebilir misin? Onun şefkatli duruşunu, dualı bakışını hangi orana vuracaksın acaba?
İç ısıtan bir tebessümü, annenin ninnisini, bebeğin kokusunu hangi aletle ölçeceksin sonra?
Estetiğin matematikle ne alakası olabilir ki, hoşuna gidiyorsa tamamdır; iletki, pergel sokarsan tadı kaçar.
Ressamlar umumiyetle altın orana itibar eder, çünkü resim defterleri ve tuvaller üçe beşin katlarıdır. Boşluk bırakamayacağına göre, mecburen uyacaklar... Estetik cerrahinin işi de oran satmak. Meraklısı çook, para elde bekliyorlar sırada.
GÜZELLİK CETVELE KALDIYSA
Eğer mevzu yüzün eni boyuysa milyon kişiyi ölçün belki birkaç tane 1,618 çıkar. Kafatasını presleyip kalıba sokamayacaklarına göre başka başka oranlarla oyalar; burun, dudak, kaş uzunluğunda letafet ararlar. Ama en çok yapılan operasyon rinoplasti, goz kapağı ve dudak kaldırma.
Niye? Çünkü kolay.
Çene implantları ve yanak dolguları ile bir şeyleri değiştirmek mümkünse de attığın taş ürküttüğün kurbağaya... Haydi girdik operasyona; kestiler, biçtiler, diktiler, silikonlar milikonlar. Peki garantisi var mı? Yata yata yağ bağlarsam oran mı kalacak sıfatımda? Bir de onlar sarkacak, al başına ayrı bela.
Bıçakçılara göre hava hoş, her daim emrinizdeler, yeter ki paradan haber verin onlara.
Sahi o riskli ameliyatlarla mide küçültenler, yağ aldıranlar, niçin spor yapmayı düşünmez? Az yeseler, yürüseler, otomobile, asansöre mesafe koysalar...
Kaldı ki estetik de değişiyor; iki nesil evvel tombul bayanlar, gürbüz çocuklar gözdeydi, sonra yürüyen iskeletler manken kesildi başımıza. Dun millete hoş gelen kalkık burunlar, kule kafalar, bugün cazip değil, yarın bunlardan da bıkacak kestirdiklerine biçtirdiklerine pişman olacaklar. Gençlik resimlerine bakıp “Tuh be” diyecekler, “Ben güzelmişim aslında!”
TAKMAYIN KAFANIZA
Yok efendim uzun burun üzgün gösterirmiş, bunu söyleyen hiç Karadeniz’e gitmemiş anlaşılan. Hepsi de neşeli, burunlarıyla mutlular.
Ne boncuk burunlular var, gam kasavet akar.
Adamların dertleri seni beni Leonarda da Vinci’nin ‘Vitruvius Adamı’na uydurmak. Biz idealiz, mükemmeliz; siz de uyun bize, yatın bıçak altına!
Amaan koyverin gitsin, simanızı sevin. Hangi arkadaşımızla oranı ideal diye samimi olduk ki? Ya tatlı diline takıldık, ya dostluğuna.
Herkes güzeli sevmez ama her aşık sevdiğini güzel sanır. Leyla dediğin kara kuru bir kız. Gel sen onu sor Mecnun’a.
Bazı sunucuların beyaz dişleri ürkütücü, spotlar yanınca selektör gibi parlıyor. Halbuki dişlerin sac, göz ve cilt rengi ile bir uyumu var yaratılıştan. Yok, benimki beyaz olsun. Peki canım, sen kaşındın. Haddini bilmezsen ocu yaparlar.
Michael Jackson’ın eski resimlerine bakın, yüzünü elletmeden evvel ne şirin çocukmuş ya...
Kahverengi gözler de maviler kadar sevimli ve sıcak. Zaten eskiden gök gözlüler hiç tutulmazdı, zeytin gözlüler makbuldü Anadolu’da.
Şimdi de zeytin gözlüler ama yeşil zeytin galiba.
MİSAL MASAL MESELA...
Amaaan benene. Kim neyle mutluysa onunla oyalansın birkaç misal sunup mevzuyu takdirlerinize bırakacağım. Sanırım hayli düşman kazandım bu arada.
Eğer altın oran ile kafa ölçersen en ideali su aygırı. Arap atı o uzun yüzüyle kale bile alınmaz.
Ferrari Enzo F60’ınız varsa oturun ağıt yakın. Bu V12’nin uzunluğu 470, yüksekliği 115 cm. Oranlıyorum 1.244 çıkıyor. 1.618’den hayli uzakta.
Oran isteyen Hint malı “tuktuk”a binecek paşam. Ya da Magirus minibus bakacak hurdalıktan. Yok Mercedes’miş, Maserati’ymiş, Cadillac’mış geçin bunları kardeşim, koymayın kapınıza.
Ünlü Chrysler gökdeleni oranı dikine delen bir asi, Louvre Sarayı ise enine yayan kibirli. Oran takıntısı olan konteynırda yaşayacak.
Kedi, kopek ve kanaryaların da orantıları karışık, siz en iyisi salyangoz besleyin, onun da her cinsi değil Natilyus tercihe şayan. Leonardo, Mona Liza’yı orana oturtmak icin tam dort yıl ter dokmuş tuval karşısında. İyi de sıfatında mana yok, sanki ustabaşından azar işitmiş son utucu. Huzun desen ı ıh, neşe desen arama. Yıllarca oranla buranla uğraşacağına iki dakkada bir kaş cizeydin ya kadına.
PEKİ YA SİNAN?
Evet Sinan Usta’mız (rahmetli) phi sayısından haberdardır, sadece onunla da kalmaz B= 4,1867’yi (ısı-mekanik enerji donuşum katsayısı), E 2,718’i de (Napier’in logaritma tabanı) kullanır. Eserlerini zemin acısı 66 derece olan ikizkenar üçgenlere oturtur muhtemel zelzelelere tedbir alır. Mekân içi mesafeleri 66’ya bağlar, bu sayı ebcette Allah (celle celaluh) ism-i şerifi ne çıkar.
Seslerin artarak yayılması için zeminde akustik boşluklar bırakır, kubbeye seda küpleri saklar.
Taç kapı mühim bir denge merkezidir, yüzlerce ton kurşun yükler sırtına.
İs odası ise tabii havalandırma ile çalışan bir siklon-baca sitemidir. Kandil dumanlarını toplar çökertir odaya. Böylece kubbe tezyinatı kararmaz, biriken isler ise mürekkep olur hattatlara.
Istıranca derelerinden getirilen suyu, hususi bacalarda oksijenle harmanlar (bir nevi arıtma), şadırvana serin ve leziz su yollar.
Hesabına da sağlamdır 164 cilt defter tutar, harca kırılan yumurtaları bile tek tek yazar. Hani müfettiş gelse kuruş acık bulamaz.
Onunki teftiş endişesi değil, kul hakkı derdi. Büyük bir hassasiyeti vardır vakıf malına.
Günümüz binalarında konfor faktörü olarak kontrol edilebilen 4-5 hususiyet var (ses yalıtımı, ısı izolasyonu, aydınlatma, havalandırma). Halbuki Sinan 66 ayrı başlık acar mevzuya.
Ne zaman?
16. yy.da.
Ben daa ne diym ya?
.
CEVAHİR GİBİ CAMİ MİLYAR KIRAT PIRLANTA
12 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :12 Nisan 2024 02:12
A -
A +
Altunizade, bugün İstanbul’un mutena semtlerinden biri, İsmail Zühdi Paşa’nın cami, hamam, mektep ve medrese yaptırdığı yıllarda kır bayırdır oysa...
Atmışlı yıllarda Altunizade küçük bir mahalleydi, 1 numaralı tramvay (Kadıköy-Kısıklı) buradan geçerdi. Sanırım ihtiyari duraktı, vatman nadiren durur, bakar boş, hız kesmeden devam eder yoluna. Sağda solda duvarlarını sarmaşık sarmış, camları çatlamış, çatısı otlu, demirleri paslı, kuytuları örümcek ağlı konaklar vardı. Metruktular. Kapıları açılmaz, tekin de sayılmaz. Gelgelelim sarı boyalı camisi göz alıcıydı, davetkar. Sahi niye inip de bakmazdık, insan merak eder, bir vakit namaz kılar. Sonra Boğaz Köprüsü yapıldı, E-5 açıldı, Altunizade altın oldu, harabeler viraneler kapış, kapış, anasının nikahına.
BABA YADİGÂRI
Efendim Seyyid Ali Altuni Efendi bilumum güzel sanatlarla ilgilenen bir tacirdir, bilhassa varak işinde mahirdir. 64 gemisi ile Mısır’a kereste yollar ki hatırı sayılır zenginler arasında. Zaman zaman devletten taşıma ihalesi alır, hakkıyla yapar. Seyyid Ali Bey vefat edince işler kalır mı oğlu İsmail Zühdi’nin omzunda? Her teknede beş tayfa çalışsa 300 maaş. Daha bunların tamiri bakımı, raspası, kalafatı, yelkeni, halatı... Ödeme isteyenler gelir onu bulurlar. Defterleri karıştırır, kahyalara danışır, öğrenir ki hazineden takriben 30 bin altın alacakları var. Evet Fatih Kurşunlu Medresesinden mezundur, hesabına sağlam. Lakin yol yordam bilmez, acemidir daha. Verin benim paramı diye saraya dayanacak hali yok ya. Acaba nasıl yapsaaa?
KİM BU CİVAN?
Serasker Hüsrev Paşa baba dostudur. Hadiseyi duyunca “Gel benimle” der, dooğru II. Mahmud Han’ın huzuruna. Sultan bakar gözleri çakmak çakmak yanan bir genç, içi ısınır ona. “Kim bu” gibilerden bakar paşaya. -Efendim İsmail Zühdi evladımız rahmetli Altuni Ali Efendi’nin mahdumudurlar. Padişah ayağa kalkar delikanlıyı kucaklar bağrına basar “Vaayy Altunizade vayy” der ki lakabı öyle kalacaktır bundan sonra... Halini hatırını, neyle iştigal ettiğini sorar. -Efendim babamdan kalan gemileri çalıştırıyorum ama asıl merakım hattatlık, nakkaşlık ve inşaat hususunda. -Aaa ne güzel. Ama bunlar ustasız olmaz evladım, söyleyeyim de seni enderuna alsınlar, orada mahir mimarlarla tanışırsın, ufkunu acar. -Başustune sultanım. -Bak ben cumaları burada kılıyorum, sen de gel görüşelim zaman zaman. -Şeref duyarım.
MİMAR AĞASI
İsmail Zühdi parasını keş alır, eli rahatlar. Enderun tahsili sürerken mukayyet olur filosuna. Mezuniyeti (1831) müteakip Mekteb-i Tıbbiye (eski Haydarpaşa Lisesi) ve Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) inşaatlarına nezaret eder, gösterdiği ihtimam üzerine onu “mimar ağası” yaparlar. Dolmabahçe Sarayının inşası irade olununca altmış gemisini satar, malzeme alır o parayla. İşi ehline verir, adam ayırmaz, kayırmaz. Karabet Kalfa, Serkis Balyan ve yeğeni Nikoğos’u çalıştırır yanında. Dolmabahçe Sarayından sonra, Beykoz Köşkleri, Küçüksu Kasrı, Taksim Taşkışla, Zeytinburnu Fişekhanesi, Paşabahçe Şişe Mum Kağıt, Beykoz Deri, Defterdar ve Kirazlıdere Fes Çuha, İzmit Hünkâr Köşkü, Salı Pazarı Cifte Saraylara (Mimar Sinan Güzel Sanatlar) imza atar. “Mimar ağalığı” unvanına ilaveten “ûlâ sânîsi” rutbesi ile Dar-ı Şura-yı Askeri azalığına getirilir. Ardından Ziraat (1858) ve Nafia Meclisine seçilir (1859) Meşrutiyet ile mebus olur ayrıca (1876).
PARA NİÇİN VAR?
Abdülmecid Han ile de çalışır iyi anlaşırlar. Derken sakin bir muhit olan Koşuyolu’nu mekân tutar. Ailesi için Küçüksu Kasrı’nı andıran, harem ile selamlığı köprü ile bağlanan ikiz bir köşk yapar. Abdülaziz Han görünce vurulur, hiç düşünmeden anahtarları uzatır, bağışlar sultana. (şimdi orada Validebağ Prevantoryumu var) Harbiye Nezareti de Altunizade İsmail’e havale edilir. Nefi s bir iş çıkarır orada... (İstanbul Üniversitesinin ana bina)
Malum 93 Harbi sıkıntılı geçer. Rus, Bulgar, Sırp ve Karadağ bize karşı ittifak kurar, dağdaki çeteler hesapsız sivil kırar. Altunizade İsmail kesesinden üç tabur gönüllü donatır, top tüfek, mühimmat, üniforma, üst baş, maaş. Bu alay mühim işler yapar (sancağı camide saklanmaktadır hala) harp bitince askeri malzemeyi Tophane’ye bırakırlar. Bu gayreti, “Nişan-ı ali Osmani” ile taltif edilecektir daha sonra.
VERDİĞİN SENİN
Ertesi yıl (H 1294) Bulgaristan’da zulüm başlar. Baskın soygun ve katliama maruz kalan soydaşlar karda kışta Asitane’ye gelir, sığınacak çatı altı ararlar. Altunizade, Şehzadebaşı’ndaki otuz odalı konağını tahsis etmekle kalmaz; tabip yollar, ilaç dağıtır, yiyim tokum, giyim kuşam ağırlar. Diğerlerine de od ocak ayarlar. Bu yüzden Muhacirin Komisyonu reisliğine ve İane-i Harbiye Reis-i Saniliğine tayini çıkar. Kâğıt paranın kaldırılması münasebeti ile kurulan İlga-i Kavaim (kaime) Komisyonu Reisliğine getirilince işini ciddiye alır. 50 bin altın tutarındaki kâğıt parasını hükûmete bağışlar. İstese bedelini sarı lira olarak alabilir. Ama o, banknotları getirip Bayezid Meydanı’nda yakar, hazineye omuz çıkar. Derken vezir rütbesi ile ayan azalığına getirilir. Artık İsmail Zühdi Paşa denir ona.
İYİ BİLİRDİK
Paşamız, servetini hayr hasenata harcar. Sadece bir yıl içinde Altunizade’yi şekle sokar. Ortada şirin bir cami, yanında kubbeli hamam, çeşme, muvakkithane, mektep; imam müezzin ve hizmetli evleri... Ayrıca akaretler (kira getirecek dükkânlar) fırın ve karakol bağışlar (1865). Çamlıca’daki arazisinde memba suyu çıkarır, künklerle akıtır, mahalleyi doyurur suya. Bir ara Kaşgar Elçisi Yakup Han’la tanışır. “Bizde hiç kütüphane yok Paşa’m” diye yakınınca derhal bir arsa aldırır, güzel bir kütüphane yaptırır, seçme eserlerle donatır hayrına. Altunizade Camii sanat galerisidir adeta. Duvarlarda Hattat Sami Efendi’nin levhaları gülümser, kubbe yazıları ise Mehmed Rasim Efendi’den hatıra. Ve emrihak vaki olur. Naaşı adını taşıyan camiden kaldırılır, hazireye defnedilir dualarla. Varisleri de ceddinin yolundan yürür, bağışlarıyla tanınırlar.
SAHİBÜ’L-HAYRAT
Caminin girişine konan kemervari kitabeyi Şair Senih kaleme alır: Bismillahirrahmanirrahim Rah-ı Hak’da (Hak yolunda) hayredip Altunizade eyledi / Ma‘den-i cud u sehasından nisar-ı sim u zer (cömertlik madeninden altın ve gümüş hayretti) Yapdı bir cami‘ ki oldu cami‘-i nur-ı mubin / Kıt‘a-i elmasdan resmi latif u hubter (elmas parçasından guzel) Seng-i tarihi (tarih taşı) mücevher olsa şayandır Senih / Oldu İsmail Efendi ma‘bedi hayru’l-eser. 1282- Ketebehu Rasim (Rasim yazdı) [Şu an hicri 1445’teyiz, demek ki caminin yaşı 160 kameri yıldan fazla]
Hazirede İsmail Zühdi Paşa ile birlikte refikası (eşi) Habibe Nevres Hanım,
kız kardeşi Emine Şerife, oğlu Ali Necip ve torunu Emine Rabia yatar.
Ne verirsen elinle onlar gelir seninle Asar-ı Hayriye
Haşa Allahu teala ile yarış olmaz Altunizade hayra harcadıkça serveti artar. (H 1268) İstanbul Haydar’da, Bıçakçı Alaeddin Camii ve Mektebi ve Meşrutasının yenilenmesi. (H 1270) Çarşıkapı Sinekli Medrese’nin tadil ve tamiratı. (H 1271) Şehzadebaşı Kadı Husam Camii ve meşrutasının müceddet (yeniden) inşası. (H 1272) Çukurceşme civarında Kırımi Camii ve meşrutasının ortaya çıkarılması. (H 1273) Fatih Kurşunlu Medrese’nin ayağa kaldırılması. (H 1274) Şeyh Vefa Camii ve meşrutasının onarımı, bakımı. (H 1282) Hocapaşa harikinde (yangınında) muhterik olan (yanan) 16 caminin inşasını da cebinden karşılar
.
Dost başa, düşman tekere bakar! Jantların canti olacak
13 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :13 Nisan 2024 04:07
A -
A +
Koleksiyon sahipleri kıyafetine göre jant kapağı takar, âleme akar. Altın sarılar, pırlantalılar, fosforlular, alev alev yananlar.
Eski arabaların jantları kalınca bir saçtan preslenir. İki parçadır ortadan kaynatılırlar. Bunlar taşa kaldırıma değdikçe eğilir, ayrıca da şık değildir. Bijonlar ortada durur, ıslanır kurur, kıpkırmızı pas akar.
Zevahiri kurtarmak için jant kapağı takarlar, hakikaten de yakışır kerataya.
Hatta kimisi abartır, 5 liralık masraf yapar, üç kuruşluk arabaya.
Kapak kolay çıkarılan bir şeydir levyeyi tak kanırt pat kucağında. Hâliyle haramilerin gözü onlarda. Gece işe çıkan, bir at arabasını doldurur rahatlıkla.
O zamanlar malzeme metal tabii bildiğin mat sac. Ama kromajı yedi mi olur, ayna. Geceleri ışıklı caddelere girersin fırıl fırıl döner, pırıl pırıl yanar.
Bazısı bisiklet tekerini andırır telli mellidir dikkat toplar. Bilhassa Cadillac kapakları cevahir gibi değerlidir, nakit para yerine geçer, götür bankaya yatır icabında.
KÜRK MESELESİ
Koleksiyon sahipleri âleme akarken kıyafetine uygun kapak takar. Altın sarılar, pırlantalılar, fosforlular, alev rengi boyananlar. Göbekte yaban atı (Mustang), impala, jaguar, Kızılderili şefi (Pontiac), İspanyol savaşçı (DeSoto), aslan (Peugeot), hamsi, kartal, kanarya…
Bu merak cep telefonu kılıfına teksif edilecektir ilerleyen yıllarda.
Apaçiler jant kapaklarını savaş arabası gibi bıçaklarla donatır, gladyatör edasıyla dolanırlar.
Eğer Amerikan arabası kullanıyorsanız beyaz yanak ister ayrıca. Bunları 3x1 (sabah, öğle, akşam)
yıkayacaksınız; sabununuz, süngeriniz hazır duracak bagajda.
Biz eskiden ööle rep mep bilmezdik, Amerika’da yaygındı ama.
Meğer parçalar ekseri ne üzerine imiş biliyor musunuz?
Hayır aşk meşk, çiçek böcek değil, ne ırk ayrımı ne politika: “Jant kapağı!”
ANINDA BUHAR
Şimdi paraya kıyıp çok alımlı jantlar aldınız, sonra mimli bir semtte durup adres sordunuz esnafa, döndünüz geldiniz; “Aaa kapaklar yok...” Anında buhar.
Bazı delikanlılar kapak hastasıdır, odalarına ney asar dekor yaparlar. İnin çocukluğuna göreceksiniz kesin gazoz kapağı toplamışlardır zamanında.
Deerken efem kapakların plastikleri çıkar nispeten ucuzdur, zevahiri kurtarırlar. Bırakın çalmayı, yolda bulan bakmaz, eğilip almaz.
Eski İstanbul yolları tarladan hâllicedir, otomobiller çukurlara düşer, lagalara girer, tümseklerde zıplar. Bakmışsın kapak çıkmış tıngır mıngır gidiyor önünüz sıra. Bazen de inat eder, siz Topkapı’ya dönersiniz o devam eder yoluna. Doooru Bayrampaşa’ya…
Müsait bir yerde durur almaya kalkarsınız, tam üç adım kalmıştır ki, gelir bir damperli üstünden geçer, yapıştırır asfalta…
SATIŞIMIZ TOPTAN
İşin ters yani parçacılar bunları dörtlü satar, tek isterseniz dönüp bakmazlar. Çıkmacıda bulursunuz da ateş pahasına. Üstelik örselenmiştir, yuvaya oturur ama sureta. Dokununca zıngıldar, yürüyünce tıngırdar, çalparalı Akhisar yaylısı gibi çın çın ses yapar.
Kapakları takarken hizalar, avuç içi ile vurursunuz “pat” tamam. Tırnaklar çıt çıt geçer mıh gibi otururlar. Lakin plastik matah bir malzeme değildir, yalama olur zamanla. Süratle giderken çıkarsa Allah muhafaza. Bu yüzden plastik kelepçelerle cırt bantlarla bağlanırlar, hem de deli gibi birkaç taraftan. Artık çok nokta enjeksiyon, çok nokta kelepçe yazabilirsiniz ilana.
Bazı işgüzarlar da düşen jant kapaklarını orta refüje koyar, ikaz tabelasına filan asar. Sahibi yarın geçerken görsün alsın, o hesap. Artık adam üçüncü şeritte nasıl duracaksa?
EMSALSİZ MERAKLISINA
Sonra efendim çelik jantlar çıkar, adı çelik tabii, %90 alüminyum, gerisi silisyum titanyum filan.
Magnezyumlular daha mukavimdir, kompozitler ise aliyyülâlâ.
Daha güven veren bir edası vardır, yakışıklıdır da. Pek de dantel gibisine ince desenlisine girmeyin, kırılır mırılır, kalırsınız dağ başında. Tamam sac olan da eğilir yamulur ama yolda koymaz, çekiçle balyozla dövülüp düzeltilir icabında.
Bazı uyanık şahinciler vardır, paslı arabayı taş macunla jilet yapar, safları çekmek için pionner teyp ve kolonlarla, CMS ve momo jantlarla, Hella sisliklerle, egzoz düdükleri, kafataslı vites topuzlarıyla donatırlar. Arkalara paça takar faça yapar, bir şaşkın bulur, çakarlar oracıkta.
Emsalsiz derler, gerçekten emsalsizdir, haritaya dönen kaportaya 20 kilo macun yedirilmiştir zira.
Boyalar üç vakte kadar kabaracak, takke düşecek pas görünecektir sonunda.
FABRİKA AYARLARINA
Bazı arkadaşlar küçük cılız arabalarına iri jantlar takar, şekil yaparlar. FIAT 126 BIS’a Ferrari tekeri takmakla hızı artmaz. Son sürati 70 km/h olduğu için 0-100 arası ölçülemez asla.
Belki yakışıklı olur ama sadece dururken. Yürürken sabrınızı zorlar, hem sizi hem arabayı yorar. Geniş lastik sanıldığı gibi yol tutuşunu artırmaz, yanak kalınlığı azalır, manevra zorlaşır, esnemede ve ivmelenmede sıkıntılar başlar; çok yakar, az kaçar, direksiyon kutusunda boşluklar olur, tıkırtılar başlar. Ön takım “Gör bak” der, “Daha neler açacağım başına.”
'2000' YILINDA DÜNYA NASIL OLACAK?
Fen gittikçe ilerliyor, her gün insan emeğini kolaylaştıran yorucu işleri elimizden alan makineler keşfediliyor. Gelecek nesiller saatte 1.600 km yol gidecek (henüz yarısı) ve 2.700 metreye yükselecek (şu an 3 misli) tayyareler ve yüz kilometrede 3,5 litre benzin yakarak 240 km sürat yapabilen otomobillere (nerdeee) binecekler. Her ailenin radyo ile sinemayı birleştiren bir televizyonu olacak. (Geç onları çocukların elinde bile tabletler, telefonlar...)
Yeryüzünün esaslı vazifesi buğday yetiştirmeye tamamı ile hasredebilmek için şimendifer havai hatla gökyüzünde işleyecek (yok öyle bişey), yiyeceklerimiz suni olacak (oldu) ve kimyevi hap olarak alınacaktır (olmadı daha).
Cenab-ı Hakk’a şükredelim ki biz bugün vitamin, protein vesaireyi hap hâlinde değil, âlâ pirzola, imambayıldı ve ayva kompostosu olarak almaktayız.
(Biz de cips, tost, kola.)
.
Rockefeller’in rakibiydi Hacı Zeynelabidin Tağıyev
15 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :15 Nisan 2024 05:48
A -
A +
Hacı Zeynelabidin Tağıyev 1823 Bakü İçerişeher (Kale içi) doğumlu bir Azerbaycan Türküdür. Babası Taghi işleri yolunda gitmeyen bir kunduracı, anası Ummuhanum çamaşır yıkayan bir kadıncağızdır. Annesi leğen başında urba çitilerken hayatını kaybeder. Hacı, kız kardeşlerin ve analığın yükünü de omuzlar.
Bileğine güçlü bir çocuktur, dar mekânlarda duramaz, babası gibi sayacı olmaz. Velev ki taş taşısındır, onun işi dışarıda.
İlk gün eve 6 kapikle döner, o akşam kardeşleri tok yatar. Para kovalamaktan mektebe gidemez, okuryazar olamaz.
İnşaata karşı hayli merakı vardır, harç karmaktan başlar, taş ustası olur zamanla. Müteşebbis bir insandır, ufak tefek tamiratlar, taşeronluklar derken ekibini kurar müteahitliğe başlar. İyi kazanır ama duracak değildir orada. Hamle adamıdır, biteviye etrafına bakar.
Petrolcülerin havalide dolandıkları günlerde bir gaz yağı fabrikası alır (1870), sıcak para hoşuna gider. Sonra ortakları ile beraber arazi edinir, Bibiheybat mıntıkasında neft arar.
Her sabah sahaya gider elinde kazma murç eşeler durur inatla. Bir yıl geçer ı ıh. Arkadaşları onun kadar ısrarcı değildir ellerindeki toprakları da Hacı’ya devredip çekilir, kısmetlerini başka yerde ararlar.
Hacı, sabrının semeresini görür, kaynağa ulaşır sonunda. Bir anda petrol zengini olur, rafineriler kurar, işin nakliyesine de kafa yorar. Atların çektiği demir yolunu (konka) faaliyete sokar. Ardından tekneler yaptırıp Hazar’a salar. Bilahare Gemi Sahipleri Birliğinin başına geçecektir. Limanlar, ambarlar...
Hatta boru hatlarıyla Gürcistan üzerinden Karadenize çıkar. Bakü Tiflis Ceyhan’ın fikir babasıdır bu meyanda.
Derken Hazar Denizi’nde balıklara yataklık eden nehirleri satın alır, soğuk hava deposu yaptırır Dağıstan’a.
Balıkçıları heveslendirmek için paha biçilmez yüzüğünü bir balığa yutturup suya salar. Artık kim tutarsa.
DALDAN DALA
Tağıyev Ticaret Evi ecnebi rakipleriyle başabaş rekabete girer, sondaj cihazlarına, tanker meşınlarına kafa yorar.
O günlerde Azeri pamuğu Moskova’da işlenmektedir, marabalık bize, ağalık Rus’a. Yok öyle yağma. İplik fabrikaları ve dokuma atölyeleri kurar. İşçilerine lojman, revir, hamam, mektep, mescit yaptırır, adamına sahip çıkar.
Bakar bankalar hazır paraya sulanıyor, terlemeden kazanıyor, “niye size yedireyim” der, kendi bankasını kurar.
Gürcülerin Ermenilerin medya gücü vardır, Türkler henüz girmemiştir sahaya. 57 bin manata Gazet Kaspi’yi alır (1895), Alimerdan Topçubaşı’nı getirir başına.
Fasikül fasikül Kur’ân-ı kerim bastırır dağıtır. Yine onun çıkardığı Hayat gazetesi ilk sayısında “İslamiyetsiz Kurtuluş Olmaz” başlığını atar.
Taze Hayat daha muhafazakârdır, sosyalizme karşıdır, İstanbul şivesini kullanır. Anadolu’dan Sibirya’ya kadar uzanır, İslam’ı yaymakla suçlanır, yayından kaldırılır (1908).
Hasan Zerdabi ile çıkardığı Ekinci gazetesi ve Füyuzat, Osmanlıcı bulunur takibe alınır.
Kazakistan gazetesine de sponsorluk yapar. Alaş hareketini destekler Alihan Bökeyhan’a para sağlar.
HAYIR HASENAT
Bakü petrolden yana zengin, sudan yana fukaradır. Evet su çıkar ama şordur (acıdır). Hazar desen ona keza. Tağıyev Kafkas Dağlarındaki şeker tadındaki Şollar suyunu seramik borularla getirmeye kalkar. “Ama” derler, “Bu zor ve pahalı bir proje, kaynak 160 km uzakta, büyük masraf açar sana.”
-Olsun hiç fark etmez, su hayrı gibisi var mı ya?
Şehirciliğe de meraklıdır, üstüne vazife gibi parklar, botanik bahçeleri kurar, sıra sıra ağaç diktirir bulvarlara.
Belediye Meclisine 750 bin ruble kredi açar, 35 yıl vade yapar, Bakü’ye atlı tramvay kazandırır.
Kesesinden itfaiye teşkilatı kurar ayrıca.
Edirne’de inşa edilen Darü’l Eytama (yetim yurduna) ve Selimiye Camii tamiratına 5’er bin manat teberruda bulunur, el yazması Keşfü’l-esrar yollar ayrıca. Laleli yangınında evsiz kalanlar (Harikzedegân) için Mimar Kemaleddin’e Teyyare Apartmanlarını (Merit Otel) yaptırır.
Edirne Valisi Adil Bey’e bin altın gönderir, Bulgar zulmüne uğrayan Müslümanlara harcatır.
Abdülhamid Han’ı çok takdir eder. Sultanın duruşuna hayrandır. “Keşf-ül hakaik”i Azericeye çevirtir dört bin altına mal olan nüshasını (değerli taşlarla süslenmiştir) Padişah’a sunar.
Mısır ve Hint Müslümanları ile de irtibattadır, Moskova, Petersburg, Tiflis, Kutaisi, Odessa, Kırım ve bilhassa Tebriz’de Türkçe eğitim veren okullar açar. Rusya ve İran’daki cami ve medreselerin onarımını üstlenir. Hayriye Cemiyetinin Petersburg merkez binası için 11 bin ruble yollar, cami yaptırır ayrıca.
Laleli yangınında evsiz kalanlar için yaptırdığı Harikzedegan apartmanları.
VERDİĞİN SENİN
Kafkas Müslümanları Kurultayına (Bakü- 1917) sponsor olur (50 bin ruble), Hayriye Cemiyeti vasıtasıyla Nargin’deki (yılanlı ada) 15 bin esir Türk’e sahip çıkar. Parlamentoya seçilince hukukunu kullanır, Çar’la görüşüp Türk esirlerin haftada bir gün Bakü’ye gelmelerini sağlar. Azeri kardeşlerimiz Mehmetçiklere evlerini açar, karınlarını doyurur, banyo yaptırır, temiz üst başla donatırlar. Yaralılar hekim yüzü görür neden sonra. Vefat edenleri de İslami usullerle defneder, fatihasız bırakmazlar.
Eşi Sona Hanım’ın başında olduğu Kardeş Kömeği Derneği Kafkas İslam Ordusuna yardımlarda bulunur, Erzurum ve Erzincan’dan toplanan 3.500 Türk esirini fidye karşılığı satın alır, yaralarını sardırır, üstünü başını donatır ve memleketlerine dönmek üzere bıraktırır.
Nuri Paşa geldiğinde Hacı, gömgök hastadır. “ölürsem Kafkas İslam Ordusu mezarımın üzerinden geçsin” der, “ruhum o zaman şad olur anca.”
8 milyon rubleye 1.400 odalı bir kışla yaptırır, bağışlar Enver Paşa’ya.
Bakü kurtulunca şenlik şölen kurar, kazan kazan yemek dağıtır halka.
Tağıyev bunca ihanetlerine rağmen yöre Ermenilerine de sahip çıkar. Yetimlerinin eğitimi için 3 bin ruble, Aziz Nina Kız Okulu için 5 bin; Alexander Nevsky Katedrali için 10 bin ruble bağışlar.
İngiliz işgaline uğrayan Pakistan’da halk çok zor durumdadır. Sefalet altında yaşayan kardeşlerimiz hıyarcıklı vebaya yakalanırlar. Bir anda 100 bin insan hayatını kaybeder ama Kraliyet ilgilenecek değildir onlarla. Hacı Zeynelabidin kendi kesesinden 300 bin ampul aşı aldırır yollar Pakistan’a.
Tağıyev’in muhteşem malikanesi günümüzde Millî Tarih Müzesi.
CEDİTÇİ MAKASINDA
Biz nasıl jön Türk illetine yakalandıysak, Asya Türkleri de ceditçilerle imtihan olunurlar.
Bunlar ecdattan kalan herşeye karşıdır, kendi medeniyetinden habersiz, Rus’u Frenk’i taklide kalkarlar.
Gazete çıkarmaları, mektep açmaları elbette müspettir ama Batı sevdasından kurtulamazlar. Hacı Zeynelabidin’in kesesinden devasa bir tiyatro binası yaptırır (1883), opera öğrensin diye İtalya’ya öğrenci yollarlar. Yok bağcılık şarapçılık okulları (Merdekân), yok Rus tarzı eğitim alan kızlar (İmparatoriçe Aleksandra Fyodorovna Mektebi). Menfaatçiler, laikçiler kapısını aşındırır, yapacağız edeceğiz der iane koparır.
İsmail Gaspıralı çıkardığı Tercüman-ı Ahval-i Zaman’ı satmayı başaramaz. Kalkar Kırım’dan gelir, Hacı’ya dert yanar. Adamcağız ne desin “git sen eşini dostunu abone yap, gel parasını benden al.”
Değişik mevzular bulayım, çarpıcı mizanpaj arayayım yok. Eh suni teneffüsle de bir yere kadar.
“Dilde, fikirde, işte birlik” sloganından tanıdığımız Gaspıralı sözde Türkçü Turancıdır lakin Bahçesaray Zincirli medresede Rus Edebiyatı ve Felsefesi okutur çocuklara. Uzun süre asistanlığını yaptığı İvan Turganyev’in tesirindedir hâlâ.
Hacı Zeynelabidin’in ayda 50 ruble (çok iyi para) verip Avrupa’ya tahsile gönderdiği gençler, gezip tozmakta bir gavur kızıyla evlenip kalmaktadırlar orada. Hani biz yatırımı insana yapmıştık, bunlardan memlekete ne fayda?
Hacı yine burs dağıtır ama 2 şarta bağlar. Mezun olunca gelip burada çalışacaksınız, bilginizi görgünüzü Azerbaycan için kullanacaksınız biir.
Kesinlikle Türk kızları ile evleneceksiniz ikiii. Çocuklarınızı Türk anaları yetiştirecek Rus, Alman, Efrenç asla.
Lakin akıntı kuvvetlidir, kızları Leyla ve Sara’yı da sürükler Petersburg’a.
Mehmet Emin Resulzade
BİRİ HANYA’YA BİRİ KONYA’YA
Onun bursuyla okuyan Mehmed Emin Resulzade 19 yaşında gazeteciliğe başlar. Çocuk yaşta gizli teşkilat kurar, Çarlığın altını oyar. Zaman zaman Türkiye’ye kaçsa da Müsavat Partisini iktidara taşır ve Azerbaycan Cumhuriyeti’ni kurar (1918) sonunda. “Bir kere yükselen bayrak bir daha inebilmez” der, halka cesaret aşılar.
Yine Hacı’nın burslarıyla okuyan Neriman Nerimanov ise Kızılordu’ya payanda olur, koca Azerbaycan’ı peşkeş çeker Moskof’a. (Mezarı Kızıl Meydan’da Lenin Müzesinin yanı başında.)
Hacı bu hatasını pahalı öder, komünistler malına mülküne el koyar, çulsuz bırakırlar.
“İstediğiniz yere gidebirsiniz” teklifine “hayır” der, “burada kalayım, vatanımın fakirliğine de razıyım!” Moskova, Tahran, İsfahan, Anzali ve Reşt’te mülkleri vardır oysa.
Neriman Nerimanov
Neriman, büyük iyiliklerini gördüğü velinimetinin bir bağ evinde oturmasına izin verir ama Hacı vefat edince (1924) karısı (Dağıstanlı Paşa kızı Sona Hanım) dışarı atılır. Kızı Sara, evlendiği Rus’la yapamaz döner baba ocağına. Kendi evlerinin (Bakü Millî Tarih Müzesidir şu anda) bodrumundan bir ufak oda ister, azarlayarak kovarlar. Aç biilaç sürünür, donmuş cesedini bulurlar sokakta.
Zikrolunan sarayı Polonyalı mimar Jozef Goslawski ve 270 mimar mühendis sanatkâr yapmıştır, Rönesans, Rokoko ve Barok tarzındadır.
Hacı Zeynelabidin’in gücünü anlayabilmek için Rockefeller ile karşılaştırmanız lazım. O yıllarda yeryüzünde üretilen petrolün yarısına ABD, yarısına da Azerbaycan imza atar.
Sovyetlerin petrol gelirinden sadece %5 verdikleri Azerbaycan, azadlıktan sonra hızla kalkınır
.
Asitane’den enstantaneler baba Nakkaş
16 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :16 Nisan 2024 08:10
A -
A +
Baba Nakkaş, yaşı ve ustalığı ile nakkaşbaşı ya da nakkaşların babası mevkiindedir. Tezhib ve bezemede kendine has bir üslubu vardır (Rûmî Hatâyî).
Biliyorsunuz Sultan Fatih ilme ve sanata meraklıdır. Dervişe ulemaya muhabbeti vardır. Şehzadeliğinden itibaren kitap toplar. Kütüphanesini Manisa’dan Edirne’ye taşır, Edirne’den İstanbul’a. Enderunun istifadesine sunar sonunda.
Bu arada Topkapı Sarayı’nda bir nakışhane kurar, devrin en mahir ve en yaşlı ustası Horasanlı Baba Nakkaş’ı (Muhammed bin Şeyh Bayezid) başına koyar, ki bir nevi güzel sanatlar akademisi diyebilirsiniz ona.
Fatih hicri 870 Ramazan’ında Baba Nakkaş’a Çatalca İnceğüz nahiyesine bağlı Kutlubey köyünü arpalık verir, çocuklarının ve torunlarının da nakkaş olarak yetişmesini sağlar. Baba Nakkaş burada şirin bir mescit yaptırır, ilm ve sanat neşrine başlar.
Bilahare Fatih köyün mescidine altın yaldızla çekilmiş bir Arapça vakfiye yollar ki hayran kalırlar. Bilhassa siyah tahrirli tuğrasına bayılırlar.
Vakfiyede köyün tamamı ile İnceğüz’deki değirmen ve diğer emlakın mescide vakfedildiği yazar. Baba Nakkaş’ın vefatından sonra evlatları geçecektir mütevvellinin başına. Anlaşılan o ki Baba Nakkaş ile Sultan arasında bir hukuk vardır, mukarreblerinden (yakınlarından) biridir en azından.
ÜSLUP SAHİBİ
Süheyl Ünver’e göre Baba Nakkaş, yaşı ve ustalığı ile nakkaşbaşı ya da nakkaşların babası mevkiindedir. Tezhib ve bezemede kendine has bir üslubu vardır (Rûmî Hatâyî). Çalışmalar itinayla saklanır, günümüze de ulaşır. (İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Baba Nakkaş Albümü)
Sarayda Sultan Fatih’in hususi kütüphanesi için kitaplar istinsah edilir (çoğaltılır). Müzehhipler tezyinata bakar, mücellitler cilt yapar. Kapaklarına da nakışlar işlenir müzeyyen kaplar içinde sunulur padişaha.
Tebrikler, methiyeler nakışhanede hazırlanır gönderilir muhatabına.
Oğlu Mahmud Defterî de babasının izinden gider. Torunlarından İbn Baba Nakkaş adıyla maruf Derviş Mehmed Çelebi ile Şeyh Mustafa da ünlü birer nakkaş olurlar. Bunlar ehl-i tariktir, talebelerinin gönüllerine de nakşeder, Nakşi adabına göre yetiştirirler.
Babanakkaşzade ailesinden tanıdık simalar çıkar. Mareşal Fevzi Çakmak, Prof. Süheyl Ünver, Şair Şukufe Nihal ve bir dönem gazetemizin başyazarlığını yapan Yılmaz Öztuna onlardandır mesela.
DEDİLER Kİ...
“Derviş Mehmed, Şeyh Baba Nakkaş’ın oğlu olup bölük ulufesine mutasarrıf idi. Babası namına olan karyede ziraat ve harasetle (çiftçilik) iştigal ederdi. Merhum ve mağfurün-leh Sultan Süleyman Han sayd ü şikâr (av) bahanesiyle ol semtlerde seyran ettikçe “Baba Taamı” diyu mâhazar ihsâr iderdi. Saadetlu padişah, kendünde kabiliyyet müşahede itmeğle riyasete nasbedüb ba’dehu Defter Emîni (defterdar) oldu.” Peçevî İbrahim Efendi
***
Derviş Mehmet Çelebi ve kardeşi Şeyh Mustafa da babası ve dedesi gibi nakkaş olup “eski saray kapısı üzerinde o sihr-asar münakkaş saçağı (şimdi mevcut değil) ve Saray-ı Cedîd’de Dîvanhâne-i Bâyezid Han’ın kubbelerini” işlemiştir. Nukûş-ı bukalemun sanat ve hâlini Diyâr-ı Rûm’da ilk defa kendileri şâyi etmiştir. Nakkaş “Bâyezid-i Velî musahibidir. Özbekiyyü’l-asl olub ilm-i nakşda gûya Mâni ve Bihzâd imiş.” Evliya Çelebi
Nakkaş BABA
Biz Allahü teâlânın lütfuna buralarda kavuştuk, ahiret seferine de buradan çıkarız İnşaallah
Baba Nakkaş’ı dilimizin döndüğü kadar anlattık, lakin bir de Nakkaş Baba var İstanbul’da. Mübarek önceleri uzleti seçer, tenhalarda kuytularda yaşar. Üsküdar Kuzguncuk arasında bir yamacı (Nakkaş Tepe) mekân tutar.
Derken Saray Ağası (bilahare Sadrazam) Hadım Ali Paşa bir cami ve dergâh yaptırır. Çelebi Halife’den ehil bir talebesini burada irşâd ile vazifelendirmesini arzular. Çelebi Halife de tenha yerlerde Allah aşkı ile dolaşan Nakkaş Baba’yı getirtir, yeni kıyafetler giydirir, saray ağasına yollar.
Baba Nakkaş dergâhta Hak âşıklarını ağırlar. Talebeleriyle birlikte ilim ve ibâdetle meşgûl olurlar. Mübarek pek mecbur kalmadıkça dışarı çıkmaz.
Ama bir gün dergâhtan ayrılır yine sığınır Nakkaştepe’nin bağrına. Sevdikleri onu bulur; “Aman efendim” derler, “Bu hasta ve zayıf hâlinizde ne arıyorsunuz rüzgarlı bayırlarda? Dergâhınıza çekilip istirahat buyursanız ya.”
- Biz Allahü teâlânın lütfuna buralarda kavuştuk, ahiret seferine de buradan çıkarız İnşaallah.
Arzu ettği gibi olur, gözlerini orada yumar hayata.
Üsküdar Beylerbeyi arasındaki Üryanizade Camii’ni bilirsiniz, hani ufak minareli beyaz boyalı şirin ahşap. Hemen karşısında bir kapı açılır mezarlığa, 15-20 basamak çıkın, levhaları görecek, bulacaksınız kolayca.
***
Mehmet Raif Bey Mir’at-i İstanbul adlı eserinde; “Mevkiin bu nam ile anılmasına sebeb üst tarafındaki makberede ‘Nakkaş Baba’ adlı zatın türbesi bulunduğundandır. Cennetmekân Sultan Selim Han, Çaldıran muzafferiyetini müteakib Dersaadet’e avdet buyururken Tebriz ahalisinden bazı erbab-ı san’at ve maarifi Dersaadet’e getirdiler ki Şeyh Nakkaş Baba dahi mevcut idi aralarında. Habib-i Karamanî’den inabet birle kesbi kemalet eder, ismine mensup köyde ziraatle meşgul olurdu” yazar.
.
Böyle sel görülmedi! Kazakistan’da asrın felaketi
22 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :22 Nisan 2024 06:43
A -
A +
Ural Dağlarından doğup Hazar’a akan Ural Nehri 10 metre yükseldi, su köprülerin üzerinden geçti. Sel binaları yuttu, yabani ve evcil hayvanları sürükledi. Binlerce sayga antilobu hayatını kaybetti.
Kazakistan’da umumiyetle mart, nisan aylarında karlar erimeye başlar, akarsuların debileri artar. Ancak bu sene kış hayli sert geçti, kar kalınlığı arttı. Isınan havalarla çözülen buzlar zemini ıslatmıştı ki üstüne yağışlar geldi. Nehirler taştı, sular hızla yükseldi.
Kazakistan Acil Durumlar Bakanlığı tarafından ülkenin 8 eyaletinde 36 yerleşim biriminde olağanüstü hâl ilan edildi. Şu ana kadar bölgeden üçte biri çocuk olmak üzere 111 bin kişi tahliye edildi. Sürüler sürüklenirken 98 bin çiftlik hayvanı emin yerlere nakledildi. Takriben 5 bin 400 ev sular altında kaldı.
Bölgeye sevk edilen ordu birlikleri ve gönüllüler 3 bin 790 araç ve 17 helikopterle yaraları sarmaya çaba sarf ediyor. Şu ana kadar 9,5 milyon metreküp su pompalandı ve 3 bin 52 eve müdahale edildi.
Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev “Aktöbe, Kostanay, Karaganda, Pavlodar, Abay ve Ulıtau havalisinde yeni bir selin beklenmediğini, lakin Atırav, Batı ve Doğu Kazakistan, Akmola ile Kuzey Kazakistan’da böyle bir ihtimalin bulunduğunu” belirtti.
Kardeşlerimiz henüz kalp rahatlığı ile evlerine girebilmiş değil. Suyun yükselme riskine karşı kuzeydeki Petropavlovsk ve Oral şehrinde mektepler uzaktan eğitime geçti. Sellerin vurduğu bölgelerde hem ev hem av hayvanlar telef oldu. Batı Kazakistan’da binlerce sayga antilobu akıntıya kapıldı. Ural Nehri yaklaşık 10 metre yükseldi yatağından taşan sular köprülerin üzerinden aştı. Araçları ve eşyaları mahvetti.
Araya giren bayram, yola çıkan tatilciler ve haberlere ipotek koyan “İran-İsrail tiyatrosu” yüzünden medyamız mevzuyu yeteri kadar ele alamadı. Mahcubiyet duyuyoruz ama suni gündemler kardeşlerimizle aramıza girdi. Gücü sınırlı Kırgızistan tır fi loları ile yollara düşüp “yanınızdayız” derken, nazlı hilal görmeyi bekleyen Türkiye sevdalıları mahzun kaldı. Bu da aleyhte konuşmak için fırsat bekleyen tezviratçılara fırsat sağladı.
Sosyal medyada can sıkıcı mesajlar dolaşmaya başladı.
.
Ne tayyare ne tayyare, otobüsün saltanatı yerinde
30 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :30 Nisan 2024 00:57
A -
A +
Otobüs yarı kamyondur, memleketten dönerken çuvalları sepetleri yüklenir. Kim ne derse desin vazgeçilecek değildir
Efendim ilk otobüs Paris’te yola çıkar (1662). Bildiğiniz posta arabasıdır, içine dört sıra koltuk atar, makasla esneklik sağlarlar. Adı Omnibus’tır. Latince “herkes için” manasına gelse de asiller binebilir anca.
Derken Nantes’ın banliyösü Richebourg’da, Baudry adlı bir Frenk nafakasını toplu taşımada arar (1823). Aslında değirmencidir, atların dilinden anlar. “Omni”sini atar sadece “bus”ı kalır o günden sonra.
Sanayi devrimi ile buhar makineleri artar. Bunları demir tekerlekli alametlere bağlar, bangır bangır yol alırlar (1833-Londra). Vatandaşa tıngır mıngır lazımdır oysa.
Almanlar bunu yapar, alta elektrikli motor koyar, üstten yaylı bir boynuzla cereyan alırlar. Siemens kardeşler projeyi geliştirir, “Electromote” ile Halensee durağına yanaşırlar (1882).
Alet, temiz ve sessizdir, Britanya’da (Leeds, Bradford) bile turlamaya başlar.
Ardından DGM (Güvenlik Mahkemesi değil, Daimler-Motoren-Gesellschaft) Londralı Traction Company’ye hayli çift katlı satar, yaklaşık 20 km/sa. sürat yapar ve cem’an 20 yolcu taşır. Millet hoşlanır, Stockholm’den de sipariş alır.
Frank Searle ise çift katlıları (LGOC B) seri üretir, 1910-20 arası 3 bin adedi çıkar yola. Sayesinde şehirler beygir tersi ve idrar kokusundan kurtulur, egzozda boğulurlar bu defa.
PEKİ YA BİZDE?
Türkiye’de otobüs taşımacılığı ilk İstanbul’da başlar (1927). Sonra Şehremaneti dört Renault-Scémia getirtir salar sokağa.
Yerli otobüs mü dediniz? Nerdee? Bi’ kere okuma yazma bilmeyiz daha. Alfabe değişmiştir, müderrisler bile fiş heceler. “Oya ip atla”, “Kaya top oyna.”
Bizim nesil önce “tek kapılı pek yapılı” otobüslerle tanışır. Bunlar iri ama güçsüz vasıtalardır, su gibi benzin yakar. Yokuşlarda ağlar, yolcu iner, el atar.
Umumiyetle kamyondan bozmadırlar, uzun burnu öölece bırakır, kupayı keser uzatırlar. Ustası ikişerli üçerli sıralar, sıralar, artık ne kadar sığarsa. Boyacılar iki yana roket resimleri yapar alnına “jet turizm” yazarlar. Renkleri leblebi şekeri gibidir, uçuk mavi, tozpembe yan yana.
Muavinler üst bagaja çıkar, denkleri, çuvalları, sandıkları, keçileri, tavukları yerleştirir, kınnapla, urganla bağlar, branda sarar, halat atarlar.
Havalandırma yoktur, camlar sürgülüdür nasıl olsa. Kalorifer de bulunmaz, Anadolu zekâsı çaresini bulur ama. Egzozu içeriden geçirir fahrenaytı çıldırtırlar. Isıtmak da ne kelime, pabuçlarınızı eritir âdeta. Hani boruda bir sızıntı olsa... Allah muhafaza!
Talep arttıkça arabanın üstüne hatta burnuna yolcu alırlar. Yollar tarladan hâllicedir, patinaja başladı mı çakıl koştururlar teker altına...
O günlerde otobüs yazıhaneleri Sirkeci’nin ara sokaklarındadır, bilahare Laleli’ye çıkacak, sonra topyekûn toplanacaktır Topkapı’da.
Kadıköy yazıhaneleri ise Harem’de sokulur hizaya.
AAA N’OLMUŞ BUNA?
Bir gün biletinizi alır gelirsiniz, bakarsınız burnu budanmış bir heyula. “Ula bu ne?”
-Otbiis
-Peki motor nerede?
-Arkada!
-Düşün şoför ön tekerin de önünde, kurulmuş köşebaşına. Göğsünü siper etmiş âdeta. Yani kırk yıl düşünsem aklıma…
Üstelik mazot yakar, gargargar çalışır, kara kara duman atarlar.
Büssing’ler, Fiat’lar, Austin’ler, Henschel’ler, Magirus’lar.
Peki eskiler n’olcek?
Dur bakam karoserciler bi güzellik yapacak onlara...
Nitekim atölyeye kamyon giren otobüs çıkar. Ne marka istiyorsanız ondan. Genelde Mercedes’e çevrilir, çünkü piyasada far, sinyal, yıldız ve çıtaları bulunur mebzul miktarda.
O sıralar Bursalı karoserciler öne çıkar, işleri öyle temizdir ki yolcu çakmasını orijinalinden ayıramaz. Erbabı yemez tabii, motor sesinden tanır icabında.
BÜYÜYÜNCE ŞOFÖR OLCAZ!
Tıfılken tek motorlu vasıta keyfimiz Üsküdar-Ümraniye arasında çalışan FeKa’lara binmekti. Zikrolunun dolmuşlar dardır, sıkışırsın omuz omuza, ne uğultulu diferansiyeline aldırırsın, ne de zıplatan şanzımanına.
Ama şehirler arası seyahat oldu mu kuşlarımız uçar, burnunu cama dayar, dalarsın coğrafyaya. Dağlar, ovalar, nehirler. Toprak sürenler koyun otlatanlar... Doyamazsın, menzile vasıl olunca harbiden üzülürsün “bitmeseydi yaa.”
Batı’da elbette çok marka vardır ama biz üç Alman’dan gayrisini tanımayız.
Mercedes, Magirus, MAN!
Çook çok sonra Mitsubishi Maraton katılacaktır aralarına.
Hâlbuki turist kafilelerinde İtalyan Iveco ve Breda’lar, İsveçli Volvo ve Scania’lar, Hollandalı DAF ve Bova’lar, Belçikalı Van Hool’lar yine Alman Büssing’ler Setra’lar vardır.
Aslında otobüsü karoser firmaları yapar, altyapıyı Mercedes’ten, MAN’dan, Scania’dan alır, üzerine kasa oturturlar. Setra ve Neoplan öyledir mesela. Sakın küçümsemeyin harbi otobüsçüdürler birçok yeniliğe imza atarlar.
Bizim yerli 0302’ler köşeli ve makaslıdır, Alman Mercedes’ler ise geniş ferah ve hava yastıklı. “Balina kasa”ların koltukları kadifemsi, camları bombelidir, içinde tuvalet, mutfak ne ararsan...
DEĞİŞİM GELİŞİM
Bir ara yerli Magirus havalı Apollo modeliyle hayli sükse yapar. Düşün basamağa bastın otobüs iner kalkar. Gelgelelim yollarımız lagalıdır, tümsekler, çukurlar... Hava yastığı patlar, kalırsın dağ başında.
Ardından 0302 S’ler ve 0303’ler yanaşır perona, şoföre mikrofon, muavine mutfak, yolcuya masa ve ayak dayama.
Artık otobüslerde sigara içilmiyordur, bu yüzden kül tablaları kaldırılır. Sürgülü camlara da gerek yoktur, klima vardır (Sütrak).
Biliyor musunuz klima ile başım belada. Gece karnın üşür öne katlanırsın, sırtın donar bu defa. Tamam serinletsin ama sabaha kadar da buzhane havası üflenmez ki adama. Bakın şubat soğuğunda dışarıda kalabilirsiniz ama klima hasta eder temmuz ortasında.
Otobüsün fabrika çıkışında tuvaleti de olur, lakin firma kenef temizliği ile uğraşamaz. Orayı ya ilave bagaj ya da şoföre yatakhane yapar.
Doğalgazlılar, hibritler, pilliler, yakıt hücreliler derken işin çivisi çıkar. Otobüsler güçlenir hızlanır, hava yollarına rakip olurlar...
YOLLARIMIZDA İZ BIRAKAN ÜÇ MARKA
DÜNYADA MAN...
MAN (Makine Ausburg Nürnberg-1758) eski bir dosttur, Hicaz demir yoluna lokomotif ve vagon satar, dubalar üzerinde yüzen Galata Köprüsü’nü yapar (1912).
Direkt enjeksiyonlu dizel motor, turbo şarj ve common rail ile sektöre hız katar.
Yurdumuzda Ercanlar ile MANAŞ’ı kurar, 1967’de 520 kamyonları, 1968’de 575 otobüsleri üretmeye başlar. 590 Sessiz Dünyaları ve Sr240 Süpermanları hatırlarsınız mutlaka.
Ankara fabrikası kamyona yönelirken İstanbul tesisleri dikkatini otobüse teksif eder. Mısır, Kuveyt, Irak, Suriye, Lübnan gibi dost ülkelere ihracat yapar.
Konya ve Haymana’nın resmî aracı gibidir. Evinin önünde kırmızı burunlu MAN olmayana kız vermezler, yani o kadar... 19/190lar 19 ton yük taşır ve 190 beygir gücünde motoru vardır.
1970’lerde Büssing’i satın alır, VW de onu alır. Bilahare ürün gamına Neoplan katılır.
VIZZZT MAGIRUS GEÇTİ
Conrad Dietrich Magirus tarafından kurulan firma (Ulm- Deutz-1866) daha ziyade itfaiye araçları yapar. 1910’dan sonra girer kamyon otobüs pazarına.
Biliyorsunuz Necmettin Erbakan İTÜ’de motor hocasıdır. RWTH’de (Aachen Teknik Üniversitesi) doktora yaparken Deutz AG tarafından davet edilir ve Leopard tankının motor tasarımına el atar. Yurda dönünce Gümüş Motor’u (sonra Pancar olacak) kurar ki 1960’tan beri tıkır tıkır çalışırlar. Sahi Devrim otomobili yapılırken ekibe niçin alınmaz acaba?
Magirus otobüsler İzzet Ünver adlı bir müteşebbis tarafından Türkiye’de monte edilir (1966-İstanbul). Kendisi İnönü’nün terzisidir, ihtimal bürokrasiye boğulmaz. İşini ciddiye alır, garajları dolaşır, aksağı noksanı tespite çalışır. Boş giden otobüsleri görünce aynı konfora haiz küçükleri (120 E- 6) alır tezgâha. Minibüsleri zaten tanıyorsunuz, hâlâ yollarda.
Bilahare şirketi Koç’a satar, adı Otokar olur ondan sonra.
İtalyan Iveco ise Alman Deutz’u bünyesine katar.
YOLLARIN YILDIZI
Gelelim 0302 Mercedes’e. Daimler-Benz AG ortaklığı ile kurulan Otomarsan, İstanbul Davutpaşa’da imalata başlar (1967). Karizmatik olduğu söylenemez ama kalenderdir yorulmaz, kontak kapatmadan koşturur, sahibine para kazandırır.
İlk satışını Mısır’a yapar (1983) bakarlar talep var, yeni tesislere geçer (Hoşdere, Aksaray) modelleri yeniler (0302 S, 0303, 0304, 0403, Connecto, Travego) ve teknoloji ile (EBS, ABS, ASR, ESP, acil fren destek, şerit okuma) donatırlar.
Türkiye ciddi bir oyuncu olur, bahsi geçenlere ilaveten Akia, Anadolu Isuzu, BMC, Bozankaya, Güleryüz, Karsan, Otokar, Otoyol ve TemSA ile tam kadro iner sahaya.
Maşallah deyin, her on otobüsümüzden sekizi ihracata...
.
Yerli ve millî (!) siyonist Moiz Kohen (Tekin Alp)
2 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :2 Mayıs 2024 01:50
A -
A +
Moiz 9’uncu Dünya Siyonist Kongresi’ne (Hamburg -1909) Selânik delegesi olarak katılır. Peşkeşe hakkı varmış gibi İsrail’in Türk illerinde kurulmasını teklif eder.
Moiz, 1883 Serez doğumlu bir Rumeli Musevisidir. Cemaat içinde Kohenler farklı tutulurlar, bunlar daha ziyade rahip ruhban olurlar. Moiz’in babası İzhak Kohen hahamdır, oğlunu da haham olarak hazırlar.
Nitekim ilk eğitimini Yahudi mektebi Meldar’da alır, sonra Selânik’te fitne ocağı Alliance Israelite Universelle’ye yollanır. Cemaatin okullarında öğretmenlik yaparken Selânik Hukuk’a yazılır (1907). Hırslı ve çalışkandır, Asır gazetesine takılır, Mithat Şükrü, Ömer Naci, İsmail Canbolat, Ali Canip ve Aka Gündüz’le tanışır.
Fransızca, Almanca ve İspanyolcaya hâkimiyeti sayesinde Tüccar Kulübü’nde kâtiplik, Ticaret Mahkemesinde tercümanlık yapar.
Hukuk tahsilini İstanbul’da tamamlar, avukatlığa başlar. Vilayet Meclisi azalığı ve umum kâtipliğini de yürütür bu arada.
Selânik Yunan işgaline uğrayınca (1912) Viyana’ya gider, sonra İstanbul’a gelir. Darülfünun’da Prof. Flek’in tercümanlığını yaparken münhal derslere de girer çıkar.
Avram Galanti’nin tavsiyesiyle cemiyete katılır, İttihad ve Terakki mecmuasına yazmaya başlar.
Bu arada Duhan ve Herman Spierer şirketleri bünyesinde tütün ihracatı yapar. İktisat Vekâletinin düzenlediği Tütün Kongresi’ni deruhte eder (1936). Türk Tütüncüler Birliğinin kâtibi olur. 1945-50 arası İstanbul Belediye Meclisine alınır. Pastörize süt tesisi bahanesi ile Fransa’yı turlar.
Avram Galanti
RÜZGÂRA YELKEN
Moiz iktidar kimdeyse ona yanaşır ki önceleri Osmanlıcıdır.
“Gençliği ve tecrübesizliğine rağmen, ait olduğu Yahudi toplumu için Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl hayati bir önem taşıdığının farkındadır. Selânik’in elden çıkması er veya geç Yahudilerin de tasfiyesini de beraberinde getirecektir.” (LIZ Behmoaras: Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi) Meşrutiyet gelir, “devrisaadet” diyecek kadar bağlanır, o furya geçer masonlara sığınır.
Moiz’e göre Yahudiler çölü andıran Filistin’i değil, Asya’daki gümrah ve sulak Türk topraklarını vatan tutmalıdır, saha zaten harap ve insansızdır. La Epoca ve Tasvir-i Efkâr’da bu meyanda yazılar yazar. Selânik delegesi olarak katıldığı 9. Dünya Siyonist Kongresi’nde (Hamburg -1909) peşkeşe hakkı varmış gibi siyonistleri Türk’ün yurduna çağırır.
Faaliyetlerini Yakın Dostlar Kulübü çatısı altında yürütür. Paravan olarak Osmanlılaşma Derneği (1910) ve Vatanseverler Birliğini (1911) kullanır.
Balkan Savaşının ardından imzalarını “Tekin Alp” ya da “Munis Tekinalp” diye atar. Ziya Gökalp’le birlikte Yeni Hayat’ta kalem oynatırlar.
Rumeli ve Zaman gazetelerinin yanı sıra Mercure de France mecmuasında “P. Risal” müstear ismiyle yazar, Frenklere Turancılık satar. Yusuf Akçura bunları “Türkler Bir Ruh-ı Millî Arıyorlar” başlığıyla Türk Yurdu dergisinde yayınlayacaktır daha sonra.
Moiz’e göre savaş öncesi fatih ve asli unsur sayılan Türkler, imparatorluğun yükünü omuzlamış, yorulmuş, millî şuurdan uzaklaşmışlardır. Artık İslamcılık ve Osmanlıcılık aleyhtarıdır açıkça.
Moiz’in İttihatçılar arasında ağırlığı yoktur, bir Emanuel Karasu olamaz asla (Jacob M. Landau)
Moiz Harb-i Umumi (Dünya Savaşı) öncesi Alman İngiliz rekabeti hakkında kitap yazar. “Türkler Bu Muharebede Ne Kazanabilirler?”
Açıkça savaş naraları atar, sanki Turancılık dersi vermek ona kalmıştır. Satır aralarında Türklerin İslam öncesi inanışından söz açar.
Eser, Ziya Gökalp ve Mehmet Emin Yurdakul’un methine mazhar olur. Ona göre Asya’da yaşayan elli milyon Türk, kurtuluşu Pantürkizm’de aramalıdır.
Alman Genel Kurmayı kitabı “Turkismus und Panturkismus” şeklinde çevirir. İngiliz Gizli Servisi “The Turkish and Panturkish Ideal” adıyla basar subaylarına dağıtır. Churcill, bizi oradan tanır mesela.
Bu arada Ziya Gökalp’le millî iktisat ve solidarizm (tesanütçülük, dayanışmacılık) hususunda kafa yorar. Tarım, hayvancılık, demir yolları, limanlar, kooperatifler, özel şirketler, bankalar... Allamedirler haza, her mevzuda derya.
Mütareke Dönemi’nde ise Yeni Osmanlı fikrini savunur. Zekeriya Sertel’in çıkardığı Büyük Mecmua’da köşe kapar. Ömer Seyfettin, Ali Canip, Falih Rıfkı, Faruk Nafiz, M. Emin Yurdakul, Reşat Nuri de orada yazar
Millî Mücadele’ye katılmadığı gibi yazı da yazmaz “bekleyip görmeyi” tercih eder, bakalım ipler kimin elinde kalacak?
Cumhuriyetin ilanından sonra ateşli bir Kemalist olur, saldırganlaşır. İki parti değiştiren siyasetçilere halk arasında “fırıldak” deniyor, Moiz kırk yere döner, hem de dün övdüğüne, bugün sövecek kadar.
Lozan’da azınlıklara kendi cemaat hukuklarını kullanma hakkı tanınır. Ancak Yahudi cemaati, T.C. kanunlarına tabi olur, feragat eder kendi rızasıyla.
YIKAMA YAĞLAMA
Tekinalp rejime yaranmak için hemen bir kitap yazar, adını “Türkleştirme” koyar. Haşa Tevrat’ı taklit eden bir üslupla “Evamir-i Aşere (On Emir)” yayınlar. “Türk adı al, Türkçe konuş, Türkçe dua, çocuğunu devlet okuluna yolla, cemaat ruhunu sök at, Türklerle düş kalk, millî iktisat sahasında vazife-i mahsusanı yap…”
Türkleştirme kitabı Yunus Nadi, Celâl Sahir vs tarafından takdirle karşılansa da ekseriyet ihtiyatla karşılar. Zikzakları o kadar keskindir ki samimiyeti su götürür bu saatten sonra. Yarın bir darbe olsa muhalifleri alkışlayabilir rahatlıkla.
El Tiempo başyazarı David Fresko, “Evamir-i Aşere”yi mahzurlu bulur. Hahambaşı Becerano ise “Tevrat İbraniceden başka bir dilde okunmaz” der tavrını koyar.
Onlar ibadetlerini İbranice yapadursun, Türkçe ezan ve Türkçe hutbe (devam ediyor hâlâ) sardırılır Müslüman’ın başına. Mehmet Akif kendisine yazdırılan mealin namazlarda okutulacağını hisseder ve ortadan kaldırtır son anda.
Derken Moiz “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasıyla öne çıkar. Yahudi Nissim Masliyah ve Dr. Samuel Abrevaya ile birlikte “Millî Hars Birliği”ni, Hanri Soriano ve Marcel Franco ile “Türk Kültür Cemiyeti”ni kurar. Ziya Gökalp’i (haşa) “Türkçülüğün peygamberi, mübeşşiri, üstadı” gibi sunar.
1934’te Prag’da verdiği konferansta. Kemalizm’i parlatır, aferin alır. O hızla “Kemalizm” kitabını yazar (1936). CHP bütün nüshaları satın alır, halkevlerinde dağıtır. Cumhuriyet gazetesi, Fransa’da bastırır ayrıca.
Kısacası yeni rejimin ideoloğu kesilir. Ona göre Kemalizm bir ihtilal hareketidir, önceki ıslahatlara benzemez asla.
MÜŞRİK VE KÜFÜRBAZ
Methederken ölçüyü kaçırır, haşa birilerini tanrılaştırır. Safi kod adıyla “Türk’ün Yeni Amentüsü” gibi saçmalıklara imza atar. Göz göre göre şirke sapar. Böyle bir metnin Hâkimiyet-i Milliye Matbaasında basılması yakışık almaz. Rejim kendi bacağına sıkar.
Moiz 1942’de çıkarılan ‘varlık vergisi’ni ödeyemediği için, bir süre Demirkapı Kampında kalır sureta.
Akranları Erzurum Aşkale’de kar, buz kürerken o “Türk Ruhu” adlı kitabını kaleme alır.
CHP devletçiliğinin tenkide uğradığı, kıtlık, karaborsa, kayırma günlerinde bile inatla icraatı savunur. 1954 ve 1957’de mebus adayı olur ama kendi cemaatinden bile rey alamaz.
Emekli olunca Fransa’ya (Nice) yerleşir. T.C. Fahri Konsolosluğu için müracaat etse de sakıncalı bulunur, artık DP vardır iktidarda.
Nice’da ölür, Yahudi maşatlığına gömülür, vatan toprağından uzaklarda (1961).
Eli Kohen
BİR BAŞKA KOHEN
Takip ettiniz mi bilmem geçtiğimiz günlerde ünlü İsrail casusu Eli Kohen’in çocukları babalarının saatine ulaşma sevinci yaşadılar.
Sıradan bir hadisedir aslında, herkesin katılabildiği bir açık artırmadan alırlar. Ama Netanyahu bunu Mossad’ın büyük başarısı şeklinde pazarlar. “Sıkı ve cesurca bir iş” çıkarıldığından söz açar.
Peki kimdir bu Eli Kohen? Ne yapmıştır acaba?
Eliahu ben Şaul Cohen (kısaca Eli) Suriyeli bir Yahudi çocuğudur, Mısır İskenderiye’de doğar (1924). Hızlı Arap milliyetçisi görünür, hatta siyonizm aleyhtarı nümayişlerde tutuklanacak kadar (1951).
İsrail istihbaratının direktifi üzerine Batı dünyası ile Mısır’ın arasını bozacak eylemler planlar, İngiliz ve Amerikan misyonlarına bombalar atar. Bilahare binlerce Yahudi’nin Mısır’dan İsrail’e kaçırıldığı Goşen Operasyonu’nda kilit rol oynar.
1957’de botla İsrail’e geçer, istihbarat servisine (188. Birim) alınır, silah ve cihaz eğitimi ile donatıldıktan sonra Buenos Aires’e yollanır. Kemal Emin Sabit adıyla isim ve çevre yapar. Sonra Arjantin’den Suriye’ye dönen zengin (El Turko) rolü oynar. BAAS’çılara yaklaşır, Parti’ye yazılır. 1962-65 arası elini kolunu sallaya sallaya Suriye’nin güneyini dolaşır, cephede edindiği bilgileri Tel Aviv’e ulaştırır. Bunlar 6 Gün Savaşlarında kullanılacaktır.
Bir gece yine Mors alfabesi ile mesaj geçerken suçüstü yakalanır. Yargılanıp idama mahkûm olur ve Şam Merce Meydanı’nda asılır (18 Mayıs 1965).
İsrail cesedin peşine düşse de alamaz. Ankara’nın aracılığı da işe yaramaz. Mezarı o kadar sık değiştirilir ki (Şam, Lâzkiye el-Kardaha, sel yatakları, mağaralar) artık yerini muhaberat bile hatırlamaz.
Irkçı siyonist rejim Eli’nin kendine fazla güvendiği ve tedbirsiz davrandığı için yakalandığını iddia eder, ailesi ise Mossad’ın gözden çıkardığına ve sattığına inanır.
Mahkemenin elini güçlendiren evrak Tel Aviv’den mi servis edilir, hâlâ muamma? Sittinsenedir münakaşa bitmedi daha.
Her vatandaş gibi Eli de Mors alfabesi kullanabilir, cürüm (suç) olan “nasıl” geçildiği değil “neyin” geçildiğidir. Bunu da ancak hattın öbür ucundakiler bilebilir. Elbette ilk anda akla Mossad gelir
.
Vakit nakittir, ecdat değerini bilir
21 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :22 Mayıs 2024 16:43
A -
A +
Saat kulesi yaptırmakla iş bitmez oraya bir muvakkit lazımdır ayrıca. Onlar hem gök ilminden hem mekanikten anlar, saati kurar, ayarlar, bakımını yapar...
Mehmed Said Hoca rahmetli kahvelerde oturup vaktini boşa harcayan gençlere çok acırdı. “Çocuklar n’apıyorsunuz burada?”
- Hiiiç. Vakit öldürüyoruz Hoca’m.
- İyi ama ömrünüz bu öldürdüğünüz vakitlerden ibaret değil mi? Ufak ufak intihar mı ediyorsunuz yoksa?
Müslüman’ın işi gücü zamanla, bir kere namazın farzlarından biri vakittir, olmazsa olmaz.
Gecenin bir hissesinde nafile namaz makbuldür ki teheccüd derler ona. Sonra imsaki bileceksin ki niyetlenebilesin oruca. Sabah namazının girişini müezzin ilan eder ama çıkışı yine kalır sana. Gün doğarken (ve doğduktan sonra işrake kadar) namaz kılınmaz, uyunmaz, rızıkların dağıtıldığı saattir zira. Yatarsan “gaylûle” derler makbûl tutulmaz. Gün ortasında bir miktar uyumak (kaylûle) ise sünnet-i seniyyedir, yattığı yerden sevap kazandırır insana. Şöyle yarım saat dalmak gece uykusuna denktir, ikinci bir sabahınız olur âdeta.
İkindi akşam arası uyumak da (feylûle) tavsiye olunmaz. Akşama doğru kerahat vakti girer, nafile kılınmaz.
Ama farza duramadıysan durma, koş kıl, kalmasın kazaya.
Güneş tabii takvimdir, yattı mı gölgeler uzar, diktiğiniz çubuğu iki defa aştıysa niyetlenebilirsiniz ikindi namazına.
Güneş battı mı gün biter, gurûb ile ezani saatler 12’ye getirilir, sıfırdan başlar. Dedelerimizin günü bir tam gece ve bir tam gündüzden ibarettir, leylü vennehar.
Miladi takvimde ise gün gece yarısı değişir, hâlbuki 24.00’te gökte bir hareket olmaz. Gün girer yarım gece, sonra bir tam gündüz ve bir yarım gece daha.
Manâsız ve parça parça.
Dedelerimiz fecr-i sadık, dahve-i kübra, asr-ı sani, isfirar, iştibak, işa-i sani, gece yarısı ve seheri de bilir gereğini yapar. Mevzuyla ilgili bir sözlük karıştırdım binlerce ibare var, demek ki ecdat vâkıftı bunlara.
RÜYET-İ HİLAL
Gelelim işin takvim tarafına. Şaban-ı şerifin sonunda tatlı bir telaş başlar.
Bu gece teravih kılınacak mı, sahura kalkılacak mı acaba?
Mühim bir mevzudur, bazı yerlerde cemaat topluca tepelere tırmanır, rasada çıkar. Birinci günün hilali güneşin battığı cihette hafifçe gülümser ve kaybolur. İnceciktir ama usta gözlerden kaçmaz. Bu Ramazan-ı şerif girdi demektir, şükür kavuşturana.
Şevval hilali göründü ise yarın bayram, o gece teravih kılınmaz, sabah hareketli olacaktır, bayram namazı kılınacak, kucaklaşılacaktır dostlarla. Evlerde tatlı bir telaş başlar, helvalar baklavalar yapılır, yemişler çıkarılır, harçlıklar ayarlanır, sabah kapıyı çalan çalana.
Arefe günü de mühimdir, hacılar zilhiccenin dokuzunda Arafat’ta olmalıdır mutlaka. Haccın farzı üçtür malum, ihrama girmek, Arafat’a çıkmak ve ziyaret tavafı yapmak.
Nasıl cuma namazı perşembeden kılınmazsa vakfeye de sekizinde durulmaz. İyi ama hava bulutlu. İşte burada âlimler devreye girer, tecrübelerini konuştururlar.
Yine arefe günü sabah namazından kurbanın 4. günü ikindi namazına kadar 23 vakit teşrik tekbirleri okunur.
10 Zilhicce Îdü'l-Adha. Ulema tasdik ettiyse kurbanlarınızı kesebilirsiniz gönül rahatlığıyla. (Üçüncü gün güneş batıncaya kadar.)
TAKVİMİM GÖK KADAR
Eskilerin ömrü hilal peşinde geçer. Yeni Hicri yıl (1 Muharrem) başladı mı? Üç aylar (Recep, Şaban, Ramazan) girdi mi? Kandiller ne zaman? Müslümanın gecesi gündüzü vakitledir. Ya bunları bilecek bulacaksın, ya da bilene soracaksın. Ki biz muvakkit diyoruz onlara.
Muvakkitler hem dinî ilimlere hem astronomiye hâkimdir. Göğe baktı mı ayın kaçı olduğunu anlar. Harita, pusula, rubu tahtası, oktant, sekstant, daire-i muaddel, kadran, usturlab kullanırlar. Kıble tayini hususunda donanımlıdırlar.
Sümer, Babil ve Mısır’da gün, gece ve gündüz olmak üzere ikiye bölünür. Sonra 60 tabanlı sayı sistemi ile dilimlere ayrılır. Saat 60 dakika, dakika 60 saniye...
ÂLİMLE TALİM
Sahabe-i kiram (aleyhimürrıdvan) Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında yetiştikleri için cism-i semâvî hakkında malumatlıdırlar. Âlimler, nebilerin vârisidir, söylenenleri kaleme alırlar.
İlk Muvakkithane Şam Ümeyye Camii’nde kurulur, Kahire’de müesseseleşir, şemalar çizilir, cetveller çıkarılır, asılır duvarlara. Endülüs ise Avrupa’ya servis yapar.
Osmanlıda Fatih Camii öncü olur, muvakkit Musa Efendi 15 akçe yevmiye ile vazifeye başlar (1489). Ayasofya’da da Alaaddin Efendi malumat sunar. Küreleri vardır, ay ve güneş tutulmalarında (küsûf el kamer veşşems) dolunayda, yarımayda neler olduğunu anlatır vatandaşa.
Sonraları Bayezid Camii ihtisaslaşır, Greenwich gibi dünya itibar eder ona...
Muvakkitler umumiyetle merkez camii avlusunda nöbete durur, vakit girdi mi şerefedeki müezzine işaret verirler “başla!”
Sonra mekanik saatler yayılır. Ecnebi saatçiler en güzel parçaları İstanbul’a getirir, Türklere satar. Avrupalı saati ne yapsın mesai diye bir mefhum yoktur daha.
Hayır sahipleri saat kulesi yaptırır, ayar ve bakımını muvakkitlere bırakırlar. Hâliyle saatçilikte de ustalaşır, içlerinden bazıları tamir ve imale başlar. Bilhassa Mevleviler pek mahirdir. Mesela Mehmed Eflaki Dede dünya çapında.
(Prof. Dr. Fuat Sezgin bizi mazisiyle tanıştırır)
KAMERÎ HİCRÎ, ŞEMSÎ RUMÎ
Takvimimiz kamerî olmasına rağmen halk arasında “kara kış, zemheri” gibi ibareler kullanılır. Hatta bunlar tekerlemelerle hatırlanır: Felah (gir devenin karnına), debâh (kar kapıda), bellâ (başın yağmurda, ayağın çamurda), ilk cemre havaya (abası olan donmaya) 2. cemre suya (sadel söğüt, su yürür dallara), 3. cemre toprağa (çıkar abayı, sarıl yabaya).
Ve kış sona erer, artık bahar. Kocakarı soğukları istisna. İhtiyatlı olun mart kazma kürek yaktırmasın sonra.
Osmanlı güçlü iken Frenk takvimini kaale almaz, aksine onlar bize uyar. Ancak Tanzimatla güneş yılı da (şemsî Rumi takvim) girer kullanıma. Hareket noktası yine Hicrettir, yılbaşı ise 1 Mart. O mart bu mart değil ama. Halk arasında söylenen “Mart otuzu”, ‘Mart dokuzu bizim hesaplara uymaz.
“Kork aprilin beşinden, camızı ayırır eşinden” vecizesinin nisanın beşiyle alakası bulunmaz. Eski kasımlar da bizim kasıma oturmaz.
Yazla birlikte suhunet artar, meyve hasadı, tahıl harmanı, bağ bozumu, pekmez kaynatma, bastuk pestil
Osmanlı külliyeleri cami merkezlidir, yakınlarına mektep, medrese, kütüphane, darülhadis, darülkurra kurulur; az öteye han hamam imaret şifahane oturtulur. Avluda şadırvan vardır, revaklar vardır, musallaya benzer bir mermer üzerinde güneş saati kazınır.
Şeyh Vefa, Hazerfen Takiyüddin, Ali Kuşçu ve Darendeli Mehmed Efendi gibi muvakkitler hem dinî ilimlerde hem fen ilimlerinde mütehassıstır. Bunlar taliplere astronomi ve coğrafya dersleri verir, cihaz kullanmasını öğretir, irtifa aldırır.
Cumhuriyet ile muvakkithaneler kapatılır, canım aletler, haritalar, yazma eserler yağmalanır. Mekânlar kapanın elinde kalır, büfe, kafe yapılır.
Buna rağmen İstanbul’un 29 muvakkithanesi ayakta kalır. Atik Ali Paşa, Ayasofya, Bala Süleyman Ağa (Mevlanakapı), Bayezid, Beykoz, Selimiye, Caferağa, Cerrah Paşa, Dolmabahçe, Eminönü, Emirgân ve Beylerbeyi Hamid-i Evvel Camileri, Eyyûb Sultan, Humbarahane Camii (Halıcıoğlu), Kandilli, Gazi İskenderpaşa (Kanlıca), Kasımpaşa, Keçecizade Fuad Paşa, Kocamustafapaşa Sümbül Efendi ve Ramazan Efendi camileri, Laleli, Nişancı Mehmet Paşa, Sultanahmet, Kadıköy Sultan Mustafa ve Osmanağa Camileri, Şehzadebaşı, Teşvikiye, Tevfikiye, Nusretiye, Suadiye, Yavuz Selim, Yeraltı Camii (Kurşunlu Mahzen), Üsküdarda Ahmediye Camisi ile Valide-i Atik ve Valide-i Cedid Külliyeleri, Yeni Cami, II. Mahmud Türbesi, IV. Murad Sebili, Galata ve Yenikapı Mevlevihaneleri...
MUHTEŞEM MİRAS
Osmanlı Anadolu ve Rumeli’yi de muvakkithanelerle donatır. Bunlardan ancak Belgrad Kalemegdan, Beyrut, Şam, Taif, Girit, Hanya, Sakız Adası, Bursa, Gelibolu, Kütahya, Kayseri, Trabzon, İznik, İzmir, Aydın, Tire, Konya, Çorum, Tokat, Erzurum, Balıkesir, Manisa, Edirne, Çanakkale, Safranbolu ve Amasya’dakiler günümüze ulaşır. Bosna-Hersek (Gazi Hüsrev Bey) vazifesinin başındadır hâlâ.
Saat kulesi yaptırmakla da iş bitmez oraya da bir muvakkit lazımdır. Hem mekanikten anlasın hem saati kursun ayarlasın silsin yağlasın.
Eh böyle birini İstanbul’dan kaldırıp Taif’e yollamanın maliyeti vardır. Yabancı bir memlekette ev bulacak, talebe okutacak, elbette masraflı olacak.
Vakit mühimdir, ecdat hepsini göze alır.
Derken cebimize köstekliler girer, kolumuza kayışlılar dolanır, duvarlara blok takvimler asılır. Radyolar iftar ve sahur vakitlerini ilana başlar.
Sonrası malum, gözümüz telefonlarda
.
Yassıada’nın yaslı adamı
31 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :31 Mayıs 2024 01:38
A -
A +
Bilmiyor gülmeyi sakinlerin binde biri;
Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada
Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;
Mavi bir gölde elem katrasıdır Yassıada Faruk Nafiz Çamlıbel
İstanbul Adalar Kaymakamlığına bağlı 9 ada var. Bizans’ta Prens ya da Kızıl adalar adıyla maruf adaların en büyüğü Büyükada. Heybeli, Burgaz, Kınalı gelir ardı sıra. Bunlar hareketli hatta fazla hareketlidir, tatil günleri turistten bıkarlar. Sedefadası ise hususi mülktür, kapalıdır yabancıya. Kaşıkadası ve Tavşanadası ıssızdır, boğuşur durur dalgalarla.
Yassıada hem meskûn, hem metruktur, evvelce manastır, askerî üs filan vardır. Bazı maceraperest sefirler malikane yaptırır. Sonra bıkar bırakırlar martılara.
İklim İstanbul’da neyse o, biraz Karadeniz, biraz Ege, azıcık Akdeniz hatta. Kışları ılık ve yağışlıdır yazlar sıcak.
Baharda yeşillenir, çiçeklerle bezenir. Kekik, lavanta gibi kokulu nebat içinizi açar, ohh miss şerbet gibi gelir âdeta. Al çiçekli zakkumlar da görüntüyü kurtarır bu arada.
Hususi bahçelerde her türlü çiçek yetişir. Gül, sümbül, lale, şebboy, kasımpatı, petunya, ortanca...
Adalar fıstıklı ve fıstıksız çamları ile tanınır, mezarlıklarda selviler uzar, akasya ve ıhlamurlar gölge yapar yollara...
Ayak basmayan yerler makiliktir, taş meşesi, kocayemiş, katırtırnağı, mersin, bodur ardıç serpilir aralarına.
Sakız, ladin ve zeytin de vardır ama evin öz evladı mimoza. Onun yeri başka.
AH O AVCILAR
Eskiden av hayvanları da çokmuş, bitirmişiz uçana kaçana ata ata. Artık keklik, çulluk, yaban kazı, bıldırcın sürüleri uğramıyor. Bayırlarında adaçayı da yok, ada tavşanı bile kalmamış Tavşanadası’nda.
Sahillerde karabatak, çalılarda ispinoz, serçe, saka, yukarılarda kaya güvercini, nar bülbülü, sığırcık, saksağan. Ama hâkim güç kesinlikle martı ve karga, zaferlerini ile ilan ediyorlar bağıra çağıra.
Adalar elli yıl evveline kadar balıkçı kasabasıydı, iskelede ağlar onarılır, gece tekneler peş peşe akardı deryaya. O güzelim Marmara lüferleri, kofanalar, palamutlar, torikler kalmadı; zargana çinakop bile küstü, bakalım istavrit ne kadar dayanacak?
Efendim ada hayatı alışmayana ters gelir, sanki bağlı gibisin prangaya. Lodos uzun sürerse günlerce mahkûm olursun dört duvar arasına.
Mesaisi olana kâbustur, yolu yorucudur zira. Bir gün değil, iki gün değil mehtaba çıkmak bile sıkar sonunda.
BİZİM ALKATRAZ
İşte bu yüzden hapishane yapılır. Bizans imparatorları tahtını tehdit eden hasımlarını sürer, tıkar zindana.
Henüz 4. yüzyılda İmparator Filavius Lulius Valens, Ermeni Başpatriği 1. Nerses’i kodese kapatır mesela.
Bizans liderlerinden İoannis Orfanotrofos rakibi Konstantinos Dalassenos’u sürer ki bir nevi Alkatraz diyebilirsiniz ona. Derken İmparator Teófilos Platea Manastırı’nı kurar. Rahip İgnatios, sürgünden kurtulup patrik olur Kırk Azizler adında bir kilise yaptırır (860). Devlet, kilisenin altındaki mahzen ve dehlizleri zindan olarak kullanır, bu yüzden ruhanilerin arası açılır.
Adaya sürülenler sıradan insanlar değildir, prenstir, naiptir hatta imparatordur zamanında. Malazgirt’te yenilen Romen Diyojen’i de buraya kapatırlar. Kızgın demirle gözlerine mil çeker dünyasını karartırlar (1072).
Yaa senin ne işin var İstanbul’da, otur Alpaslan’ın yanında, paşalar gibi yaşa.
KATOLİK DEME ONLARA
Haçlı seferleri esnasında Venedik Doju Enrico Dandolo Ortodoks Manastırı’nı basmakla kalmaz, adalarda ne varsa çalar, boylu boslu gençleri, kaşlı gözlü kadınları götürür yanında (1204).
Adalar malum her yanı deniz, açıktır hücuma. Nitekim Rus, Giritli ve Eğribozlu korsanlar gece gelir yağmalar. Tuttuklarını zincire vurur, esir pazarlarında satarlar. Gücü kuvveti yerinde olanları çakarlar forsaya.
Hatta bir ara korsanlar manastırdaki keşişleri toplar, bacaklarından direklere asar, kırbaçlayıp bağırtırlar. İmparator II. Andronikos’tan ciddi bir fidye alırlar.
Ada halkı Latinlerden çok çektiği için Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey’e karşı koymaz, bu yüzden mülkünden koparılmaz, kiliselerine dokunulmaz, yaşarlar huzurla.
Bir tek Büyükadalılar kalesine güvenip diklenir, Osmanlı önünde duramazlar.
BİR ŞATOSU EKSİKTİ
Yıl 1859. İngiltere Büyükelçisi Henry Bulwer Yassıada’yı satın alır, sahilde mimar Konstantin Dimadis’e bir şato yaptırtır. Bir konak da tepeye kondurur, eski manastırın yıkıntıları arasına. (Şu an Oramiral Sadık Altıncan Kütüphanesi)
Henry üzüm bağları kurmaya çalışsa da yorulur bıkar, tutar adayı Mısırlı İsmail Paşa’ya satar. Paşa adımını bile atmaz, Hidiv Kasrı gibi bir mekânı varken niye oyalansın orada?
Bilahare Deniz Kuvvetleri satın alır ve adayı eğitim üssü yapar. O dönemden yükselen binalar ucubedir, sanki arsa sıkıntısı varmış gibi 9 kat çıkarlar.
Devasa spor salonu DP’lilerin yargılandığı mahkeme olacaktır daha sonra.
DÜŞMAN YAPMAZ
Yassıada yassıdır ama öyle kadayıf gibi de değil, tepe denizden 46 metre yukarıda. Mimari de ufki değil şakuli, beş on rakam da onlar katar rakıma.
Ancak binaları korumak ne mümkün? Tuzlu su betonu da çürütür, ahşabı da.
Demokratların Yassıada’ya tıkılma fikri Org. Gürsel’in başının altından çıkar. Harp Okulu ve Balmumcu Kışlasındaki tutukluları taşıtır buraya. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başvekil Adnan Menderes’i de getirir deliğe tıkarlar.
Enteresandır yurt dışındaki mebuslar bile gelir teslim olur ayaklarıyla.
Menderes’in kilitlendiği odanın küften rengi dönmüş, sıvaları dökülmüş serapa. Pencereye kalıp tahtaları çakar, güneş ışığına yosun kokusuna mani olurlar. Tavanda 40 mumluk ampulün sarı ışığı kendini bile aydınlatmaz, loş olsun ki hayattan bıksınlar.
Bütün eşyası bir askı, bir somya, bir iskemle ve masa. Lavabo hela ortalıkta. İnsan hacetini nasıl görecek nöbetçiler arasında?
KÂTİP ARZUHÂLİM
Mahkûmlar kaleme kâğıda sarılır sevdiklerine mektup yazarlar. Elli kelimeyi geçmesi yasaktır ve çoğu verilmez postaya. Berin beklesin bakalım, haber gelecek güya...
Yüksek Adalet Divanı, yaklaşık bir yıl DP’lileri yargılar, kimi hapse atılır, kimi yollanır darağacına.
Yassıada 1978 yılına kadar askerî sahadır, sonra metruk kalır, define avcıları musallat olur, oyulmadık yeri kalmaz. Bir ara Su Ürünleri Fakültesine verilse de onlar da tutunamaz.
“Demokrasi ve Özgürlükler Adası!”
Bizde böyle ısmarlama isimler kalıcı olmaz. Bakın Mithatpaşa Stadı, Yeşilköy Havaalanı diyoruz hâlâ. “Hürriyet Meydanı” da aslına rücu etti “Bayezid” oldu sonunda.
.
Halep-İstanbul yolu... Mola Palu
17 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :17 Haziran 2024 02:05
A -
A +
Eskilerin yolu Palu’ya çok düşerdi, önemli bir kervan yolu üzerindeydi zira...
Elâzığ’ın şirin kazası Palu’dan çok kavim geçer, iz bırakırlar.
Düşünebiliyor musunuz kökleri MÖ 5 bine uzanan bir belde. 2 bin de MS diyelim. 7 bin yıllık bir mazisi var.
Etrafı dağlarla çevrili ama ulaşım sıkıntı olmaz. Murat Suyu vadisinden akabilirsiniz uzaklara.
Sadece bir yerde köprü gerekir onu da Artuklular yapmış zamanında (12. yy.).
Mıntıka asırlardır İslam devletlerinin elinde. Emevileri takiben Abbasiler. Sonra Selçuklular, Çubukoğulları, Artukoğulları, Anadolu Selçuklular, İlhanlılar, Dulkadiroğulları ve Akkoyunlular...
Ehemmiyetli bir kervan durağıdır, Diyarbekir, Urfa, Haleb, Şam, Bağdat’tan gelen kafileler Harput üzerinden İç Anadolu’ya geçer, oradan Kayseri tarikiyle İstanbul’a…
Hangi beyliğin hâkimiyetinde olduğunuzun çok da önemi yoktur, halk Hicaz’dan Gürcistan’a; Mısır’dan Umman’a gidebilir rahatlıkla. İsteyen Doğu’ya da açılabilir; Pamir, Buhara, Fergana… Her yer sana güzel, Babürlü hududunu aşsan da, Hindistan’a sarksan da...
Ta ki Şah İsmail’e kadar...
İsmail hırslı ve teşkilatçı bir şahtır, bazı boyları beyleri etrafında toplar. Akkoyunlu Uzun Hasan’ın torunu Elvend Mirza’yı Şarur’da (Nahçıvan) yenip devletini kurar (1501).
Safiyüddin Erdebili Hazretlerinin dergâhında yetişmesine rağmen Şiiliği resmî mezhep yapar, Sünnileri baskı altında tutar. Bilahare Acem dâileri Anadolu içlerine sızar, tatsız tuzsuz çekişmeler başlar, kanlı gamlı olaylar.
Yavuz Selim Han ise İslam birliğinden yanadır, tehdit, ikaz derken Osmanlı Safevi gerginliği artar, yol Çaldıran’a çıkar.
KARA CEMŞİD
Gelelim Palu’ya. Halkı ekseri Zaza’dır ve kendi içlerinden sevilen bir beyleri vardır. “Kara Cemşid!” Bileği bükülmez bir cengaver olduğu için “Kara” lakabı verilir ona, Akça pakça bir Paluludur yoksa.
O sıra kasaba huzur içinde yaşar, yol boyu olmanın nimetlerinden istifade eder, alır satarlar. Üretmeyi severler, çalışkandırlar.
Sadece Halep’e her yıl üç bin keçi ve kırk deve yükü at nalı yollar. Kılıç, kalkan, kama yapmakta ustadırlar. Kazma, kürek, dehre, satır, balta istemediğin kadar.
Ama asıl ünü dericilikle gelir, Palu işi sahtiyanlar (mest, çizme, yemeni, sadak, çanta) ısrarla aranırlar.
Dokumacılık da mahirdirler. Çarşûbaşû Mahallesi’ndeki tezgâhlarda palas, kilim, haral, çuval ve heybe yaparlar. Hem ip boyar hem de keçe ve bez üstüne desen basarlar.
Şah İsmail, bölgede güçlenince kargaşa istemeyen 12 bey, Hoy’a gelir itaatlarini sunar. Bitlis Emîri Şeref, Hısnıkeyfa Meliki Halil, Cizre Hâkimi Şah Ali, Bohtî - Hizan Hâkimi Davud, Sason Hâkimi Ali Bey de vardır aralarında. Şah önce karşılayıp ağırlar sonra alayını tıktırır zindana. Ardından Diyarbakır’ı alır, havaliyi has adamı Kızılbaş Arapşah’ın keyfine bırakır. Arapşah da Palu’ya saldırır, halkı haraca bağlar.
ŞAH MAT
Şah İsmail’in niyeti kestirmeden cihangir olmaktır. Ordu kurmak kolay mı? Çok para lazımdır ona.
Tarihçi Kioumars Ghereghlou vergilerin ağır olduğundan söz açar: “Safeviler, tiyûl usulü ile gelirleri direkt hazineye aktarır, Doğu Anadolu’nun idâresini Kızılbaşlara bırakırlar. Bu sistemli merkezîleşme ile Kürt beyleri uzaklaştırılır. 1514 Çaldıran ve 1516 Diyarbekir’in ilhâkı sırasında müttefiksiz kalırlar.”
Cemşid Beyin, İdris-i Bitlisî Hazretlerine büyük hürmeti vardır, tavsiyelerine uyar. Karaman’a kadar gider, Yavuz Sultan Selim’e bağlılığını sunar. Çaldıran’da Kürtler ölümüne vuruşur, çok iş başarırlar. Zaferdeki hisseleri unutulmaz. Kara Cemşid dönüşte Amasya’ya kadar refakat eder sultana.
Yavuz Selim Han bir süre ağırlar sonra yanına Karaçinzade Ahmet Bey’i katar, birlikte gelir Arapşah’ı kovar, Palu’yu kurtarırlar.
Padişah Maraş’a hareketi esnasında müjdeyi duyar ve Palu’yu Cemşid Bey’e bağışlar. Verilen temlikname de “kayd-ı hayat” (ömürboyu) şartına ilaveten, “neslen ba’de neslin” yazar, yani oğlundan oğluna intikal. Velev ki ihanet olmadıkça...
DİŞİYLE TIRNAĞIYLA
Cemşid Bey perişan bir Palu bulur. Halk yorgun ve mutsuzdur. İlk işi Demirhan ve Şerbettin Han’ı yaptırmak olur, tekrar kervan ağırlamaya başlar.
El ele verir imar faaliyetlerine girişir, halkın refahı için çalışırlar.
Bu yüzden Palu’da vakıf kültürü köklüdür. Mesela Eblaşoğullarından “el-Hac Hasan bin Ali” İblaşiyye Camii ve Medresesi’ni yaptırır (hicrî 1179) sadece bakım tamirat ve müderris maaşları için 30 dükkân bağışlar. Neredeyse bir çarşı dile kolay.
Eblaşi kelimesinin “ebu lâ şey”den geldiği söylenir, yani “hiçbir şey umurumda değildir, Allahü teâlânın rızasından başka!”
Yine Palu Beylerinden Karacimitzade Ömer bin Osman çarşıdaki boyahane, çiteci (şiş-sepet imalatçısı) ve mumhanesini Kasımiyye Camii’ne vakfeder, giyer çarığını çıkar.
Yıl 1530. Palu nispeten düzelmiş, yaralar elbirlik sarılmıştır. Kara Cemşid bölgedeki diğer sancak beyleri ile İstanbul’a uzanır, Osmanlı şehzadelerinin sünnet düğününe katılırlar. Kanuni Sultan Süleyman onları muhabbetle karşılar, el üstünde tutar.
Cemşid Bey altmış yıldan fazla Palu Hâkimliği yapar, bakar bu işler için artık fazlaca yaşlı, yerini büyük oğlu Hüseyin’e bırakır. Seccadesi ile kalır baş başa...
PALU’DAN PALU BEĞEN
Şimşat Kalesi ve çevresindeki kalıntıları gören tarihçiler meskûn mahallin defaatle değiştiğini anlar.
İlk iskân elbette kale içindedir ki bugünkü merkezin birkaç kilometre doğusundadır. Sonra şehir genişler, eteklere yayılır. Ancak yuvarlanan taşlar ve heyelan sebebiyle daha batıya taşınırlar. Bu sefer zemin çürük çıkar, çöküntüler yaşanır. 1953-1954 yıllarında Murat Suyu kıyısında karar kılınır ki zaten istasyon da oradadır.
Yani dört ayrı Palu duruyor sağda solda. Bir Palu da Endonezya’da varmış, oldu mu beş tane sana...
Gelgelelim ne o demirci ustaları kalır, ne deri tabaklayanlar, yün eğirenler, kumaş dokuyanlar... Lakin yetiştirdiği ulema unutulmaz. Biliyorsunuz onlar Palevi (Palulu) namı ile marufturlar. Ali Septi rahmetullahi aleyh, Şeyh Selâhattin, Mahmut Samini Hazretleri, İmam Efendi, Şeyh Yasin, Sultan Kubeys ve daha niceleri...
Ali Septi Hazretlerinin oğlu İbrahim, daha çocukken hâllerle sırlarla tanışır. Hatta gelenlerin ayakkabılarını ayırır. Saidler bu yana, şakiler o tarafa. Büyükleri öyle yapma derler, bırak karışık kalsın bundan sonra. Halk ona Kudo (Küçük Efendi) der, ileride babasının yerini almasını beklerler. Küçük yaşta vefat etse de Palulular onu unutmaz, sıkça ziyaret ederler...
AÇIK HAVA MÜZESİ
Evliya Çelebi’nin “göğe baş uzatmış” diye anlattığı Palu Kalesi’nin mazisi Urartulara kadar uzanır (Sebeteria). Kayaya oyulmuş iki adam boyunda bir nişin içerisinde Asur çivi yazısı ile kaleme alınan bir taş levha vardır ki Kral Menua tarafından yazdırılır.
Genç yaşta vefat eden Kılıçarslanın dul hanımı Ayşe Hatun oğlu Tuğrul Arslan adına saltanata sahip çıkar. Ancak devlet idaresi kadın işi değildir, hükümdar komutan olmalı, askeriyle birlikte kalmalıdır kışlada. Bu yüzden yiğitliği ile tanınan Belek Gazi ile evlenir, atabeg yapar oğluna.
Peki mevzumuzla alakası? Düğün Palu’da yapılır efendim, bir süre buradan yön verilir civar şehirlere, kasabalara (Harput, Elbistan, Malatya...)
Kale sarp bir kayalık üzerinde yer almasına rağmen merdivenli tünelle bağlanır nehir yatağına. Hem su ihtiyacı karşılanır hem de takviye sokulur icabında.
GEZİLESİ, GÖRÜLESİ, ALINASI, YENİLESİ...
Murat Nehri’nin iki yakasını bağlayan 9 gözlü Artuklu Köprüsü 4,5 metre eninde 193 metre uzunluğundadır, kervanlara zaman kazandırır. Bilahare yanı başına bir demir yolu köprüsü yapılır, tren tünelden çıkıp nehri geçer yine tünele dalar karşıda.
Fırat Kalkınma Ajansının desteği ile Kırklar Camii adıyla maruf Ulucami restore edilir cemaati ile kucaklaşır. Yanındaki handa el sanatları canlandırılır. Hatlar, tezhipler, halılar, kilimler, dövme bakırlar, ağaç oyma ve sedef kakmalar. İnanın bunlar kursiyer değil usta işi. Her biri zor beğenenleri dahi cezbedecek kıratta.
Dükkânönü (Merkez) Camisinde bir zamanlar yer bulmak mümkün değilmiş şimdi metruk ve mahzun. Dileriz restore edilir, seccadeler yayılır tez zamanda. Bakın siyah beyaz kesme taşlardan inşa edilen Alacalı Mescid elden geçmiş pek yakışmış Palu’ya.
Çarşıbaşı Hamamı, han, bedesten ve çeşmeler mimarlarının kalitesini ispatlayacak çapta.
Zaten Palu 1. derece sit alanı. 33 tescilli eseri var ki, açık hava müzesi diyebilirsiniz ona.
Son bir not: Gez dolaş, “Palu tava” yemeyi unutma!.
.
Gazze'ye Rakka tarifesi! Kurtarmak için bombalamışlardı
18 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :18 Haziran 2024 00:53
A -
A +
Koalisyon güçleri ABD öncülüğünde, SDG desteğinde ‘imha savaşı’ açar, kendi kurdukları DEAŞ’ı bahane ederek Rakkalı sivilleri ortadan kaldırırlar. ABD, İngiltere ve Fransa hedef gözetmeden cami, mektep, hastane vurur. Katliam bittikten, şehir çöktükten sonra DEAŞ militanlarını alır başka yere taşırlar.
Kral Seleukos Nikator devrinde (MÖ 300’ler) mevcut olduğuna göre Rakka en az 23 asırdır orada. Eski adı Tuttul ya da Tell Bia. Fırat Nehri’nin Belih Suyu ile birleştiği noktada.
El-Cezîre bölgesinin mühim merkezlerinden biri, sonradan Rakka (su baskınlarına uğrayan yer) derler ona. Malum Fırat baharda sığmaz kabına.
Hicri 18’de (639) İyâz bin Ganm (radıyallahü anh) komutasındaki İslâm ordusu tarafından alınır. Hayır, silahla değil mutabakatla.
Muhammed bin Saîd el-Kuşeyrî’ye göre şehirde sahâbe-i kiram ve tâbiîn-i izam (mesela Veysel Karani Hazretleri), fakihler, muhaddisler yaşar. Bettânî gibi bir âlim yetiştirdiğine göre ilim iklimi ortada.
Rakka surlarla çevrili müstahkem bir şehirdir, Emevîler Irak’taki Hâricîlere ve Bizans’a karşı üs olarak kullanırlar.
Hişâm bin Abdülmelik, Fırat’ın karşı kıyısına bir saray yaptırır ve köprü kurdurur araya. Kendisi için değil elbet yol olur kervanlara.
Abbâsî halifesi Mansûr ise Bağdat gibi oval bir şehir planlar (155/772) adını Râfika (hanım zevce) koyar. Halife Hârûnürreşîd burayı yazlık başkent yapar. En büyük ikinci şehirdir Bağdat’tan sonra.
TARİH TURU
Abbâsîler zayıflayınca Tolunoğulları, Hamdânîler, Zengîler ve Eyyûbîler’in hâkimiyetine girer. Sonra Anadolu Selçukluları... Rakka da aynı Bağdat gibi Moğollar tarafından yakılıp yıkılır, halkı kırılır. İzzeddin İbn Şeddâd, el-Alâku’l-Hatîre adlı eserinde şehrin neredeyse insansız kaldığını yazar.
Aynicâlût Savaşını (658/1260) müteakip Memlük hâkimiyetine giren Rakka, bir ara Emîr Timur’un işgaline uğrar sonra sahne olur Memlük-Akkoyunlu savaşlarına...
İpek Yolu üzerinde mühim bir duraktır. Sık sık el değiştirir hırpalanır. Sonunda Osmanlı topraklarına katılır, Diyarbekir eyaletine bağlanır (923/1517).
Yavuz Selim sükûneti sağlamak için Arap kabileleriyle Türkmen ve Kürt aşiretleri arasında “Rakka Mukavelesi” imzalatır.
Bir ara Kavalalı İbrâhim Paşa’nın eline geçse de (1832) sonra tekrar Osmanlı hâkimiyetine döner. Tanzimat Dönemi’nde Halep ve Urfa eyaletine bağlı bir sancaktır.
1917 İngilizler tarafından işgal edilir.
1920 Ankara İtilâfnâmesi’yle Fransa mandasına verilir.
II. Dünya Savaşı’nda müttefiklerin işgali altında kalır, 1946’da Fransızlar çekilir.
Fırat üzerinde kurulan barajdan sonra (1968) hızla kalkınır, nüfusu 230 bine varır. Şeker fabrikası kurulur ve dokumacılık hız kazanır.
Türk jandarma karakolunun koruduğu Süleyman Şah Türbesi ve ünlü Ca’ber Kalesi de Rakka sınırları içinde yer alır.
KUMPAS TEZGÂH
ABD bu Türkmen şehrini ortadan kaldırmak için şeytani bir plan yapar. Önce DEAŞ’a alan açar, ardından koalisyon (ABD, İngiliz, Fransız) güçleriyle kuşatır, hedef gözetmeden bombalar, terörist SDG için kolay bir zafer hazırlarlar.
Savaş uçakları şehre on binlerce ton patlayıcı atar, ABD topçusu biteviye mermi yakar. 90 kere bombalı araçla saldırır, 45 mektep, 29 cami, 8 hastane, 4 köprüyü yıkarlar. 450 bin insanı odundan ocağından koparır, şehrin yüzde 90’ını ortadan kaldırırlar. Çaresiz insanlar hicret eder çadırlara sığınırlar.
İngiliz Macer Gifford, Amerikalı Kevin Howard gibi maceraperestler yüksek binalara çıkar, dürbünlü tüfekle Müslüman avlarlar. Yakaladıkları yerlileri sorguya alır keyfî işkence yaparlar.
Halk ceset, şehir enkaz hâline geldikten sonra (12 Ekim 2017) işi biten DEAŞ militanlarını lüks otobüslerle aldırır, yeni operasyonlarda kullanmak üzere başka mevzilere taşırlar.
Yurduna dönen Rakkalılar bırakın evlerini, sokaklarını yerinde bulamaz. Şehri perişan eden ABD ve müttefikleri halka destek olmaz, sıkıntılarla baş başa bırakırlar.
Su ve elektrik veremez, molozlar kaldırılamaz.
Yıkım öyle büyüktür ki Guernica, Stalingrad ve Dresten basit kalır yanında.
Putin bile “ama bu insafsızca” der, kendisi de Halep’te aynı şeyleri yapmıştır oysa.
CESET TACİRLERİ
ABD ve İngiltere “Suriye’nin yeniden inşasında rol almayacaklarını açıklayıp” çekilir, yaptıkları kâr kalır yanlarına.
SDG ise elindeki cesetleri vârislerine satarak kirli para peşinde koşar.
Bu arada Trump yönetimi ‘Suriye’nin istikrarı’ için ayrılan bütçeden 200 milyon dolar kesinti yapar. Rakkalı çocukların geleceği mi?
Güldürmeyin. Onlar kimin umurunda?
ABD özel kuvvetler komutanı Tümgeneral Pat Robertson bölgeyi DEAŞ’tan kurtarmakla “görevin yerine getirilmiş olduğunu” söyler halka destek olmaz.
Rakkalılar şehri kendi imkânlarıyla inşa edebilmek için çalışsalar da SDG rüşvet ve haraç ister, rahat huzur vermez onlara.
Ne hastaneler, ne de köprüler onarılır, huzura hasret kalırlar. Bulvarlarda füze kapsülleri, sağda solda patlamamış mühimmat. Rasafe bölgesinde keme mantarı arayanlar mayına basar. Dördü çocuk, beşi kadın
14 kişi hayatını kaybeder ki, bu sadece bir vaka...
Öylesine alışılmış haberlerdir ki tek sütuna girer, silik bir fotoğrafın altına.
Uluslararası Af Örgütü ve “Airwars” tarafından yapılan araştırmaya göre, operasyonlarda 1.600 sivil hayatını kaybeder.
Bunlar resmî evraka geçenler, ya geçmeyenler, kaybolanlar?
Toplanan belgeler uluslararası hukukun ihlal edildiğini ortaya koysa da koalisyon güçleri fon bulma ve tazminat ödeme hususunda adım atmaz.
SUÇLARI ORTADA
Uluslararası Af Örgütü (UAÖ), Rakka harekâtının birinci yıl dönümünde hava saldırılarına hedef olan 42 noktayı ziyaret eder ve katliamdan kurtulan 112 siville konuşur.
ABD ve müttefiklerinin sivillerin mahsur kaldığı bölgeleri bilerek bombaladığı ortaya çıkar. UAÖ bunu ne için yaptıklarını sorgular.
Kriz Müdahale Danışmanı Donatella Rovera zehir zemberek bir rapor tutar: “Bu kadar sivil fasılasız saldırılarda öldürülüyorsa, bir şeyler yanlış yapılıyor demektir. Hâlâ soruşturma açılmamış olması da ayrı hata. DEAŞ’ın işlediği ihlaller, Koalisyon’u sivilleri koruma mesuliyetinden kurtarmaz. Rakka caddelerinde DEAŞ ve SDG militanları çatışırken şehir sakinleri mahsur kaldılar. Koalisyon güçleri 4.108 hava saldırısı gerçekleştirdi; ABD 35 bin top mermisi attığını resmen kabul etti. Hatta bu kadarını Vietnam’a bile atmamıştık itirafında bulundular. Üzgünüm ama mağdurlar da adaleti hak ediyorlar.”
Koalisyon komutanı Korgeneral Stephen Townsend’in “Silahlı çatışma tarihinde bu kadar hedef hassasiyeti olan harekât yoktur” demesi şaklabanlığın dikâlâsı. Topçu atışında yanılma payının 100 metreden fazla olduğu düşünülürse sivil kayıpları sürpriz sayılmaz.
ABD, 6 Haziran ile 12 Ekim 2017 arası 6 ay sivilleri bombalar. Orada olduklarını bilir, sakınmazlar, kasıtları ortada.
KALMAK MI ZOR GİTMEK Mİ?..
Ölenlerin içinde yaşlılar da bebekler de vardır. SDG şehirden çıkmak isteyenlerden büyük meblağlar istediği için halk mahsur kalır. Bazıları da evlerine dükkânlarına sahip çıkacaklarını sanır, mekânını bırakamaz. Etraf mayınlıdır, kalanlar da ölür, kaçanlar da.
Hava hücumları topçu ve roket salvolarının yanı sıra SDG’nin attığı havan mermileri de tepelerinde patlar. Mesela Haşiş ailesi ekseri kadın ve çocuk olmak üzere 18 ferdini kaybeder böyle bir saldırıda.
Badran ailesi hava bombardımanında 39 şehit verir ki bir yaşındaki kızları da vardır aralarında.
UAÖ’den Benjamin Walsby “Koalisyon ve SDG sonunda DEAŞ savaşçılarına güvenli geçiş ve cezamuafiyeti sağlayacak idiyse, bunca insanı niye öldürdünüz, şehri niye yıktınız” diye sorar.
Nereyi tutsan hukuk ihlali savaş suçu. Koalisyon bütün bunları normal görüyor olmalı ki soruşturma açtırmaz.
Verilen zarar bir yana, vatandaşı alaya alır, hakaret eder, aşağılarlar.
Rakka, Harun Reşid devrinin rüya şehriydi, şimdi tamamen yanmış, yıkılmış, ağacı yeşili kalmamış, harabelerin üzeri gri bir toz tabakası kaplanmış. Her taraf paslı demir, beton parçası, kırık tuğla. SDG desen başa bela, cahil, saldırgan, insafsız ve zorba... İnsancıklar hasret kaldı huzura..
.
Bir adadan ötesi: Yepyeni Kaledonya
19 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :19 Haziran 2024 01:43
A -
A +
Fransız sömürge imparatorluğunun tabutuna son çiviyi Yeni Kaledonya mı çakacak?
Diyelim bir eviniz bahçeniz var deniz kıyısında. Geçinip gidiyorsunuz, ekip biçerek, hayvan otlatarak, balık tutarak...
Bir gün bir gemi yanaşır içinden haydut kılıklı adamlar çıkar. Silahlıdırlar, zorbadırlar, evinizden kovar, oğullarınızı dipçikle kırbaçla çalıştırır, karınızı kızınızı odalık yaparlar.
Dilinizi, dininizi yasaklar, lisan ve inanç dayatırlar. Diklenirseniz öldürür, çeker bacağınızdan atarlar bir çukura.
Çocuklarınıza siz ilkeldiniz mürteciydiniz sayemizde özgürlük ve demokrasi ile tanıştınız der üste çıkarlar.
Çok borçlanmışsınızdır, sadakat göstermelisinizdir (!) onlara.
***
Efendim Pasifik’te ada çok malum, bunlardan birkaçı da Avustralya’nın doğusunda.
James Cook keşfeder sözüm ona (1774). Yeşilini Britanya’ya benzetir ve isim lütfeder: “Yeni Kaledonya!”
Yok Yeni Gine, yok Yeni Zellanda... Bir nevi Yenibosna.
Peki eski Kaledonya neresi?
Roma Devri’ndeki İskoçya.
Bu keşif tabiri de ters aslında. Ne yani Kaptan Cook’tan evvel ada yok muydu orada?
Arkeolojik çalışmalara bakarsanız MÖ 1500’lerde beldeler kurulmuş. Demek bir medeniyet var kendi çapında.
Adaya tebelleş olan Avrupalılar ya balina avcısı ya da kereste taciri olurlar. Kimi denizleri tarar, kimi ormanları yolar. İşe yarar kısımları çalar, kirini pisini bırakırlar adaya.
Derken Auguste Fevrier-Despointes adlı bir denizcinin yolu düşer. Çok beğenir ve adalara el koyar Napolyon adına (24 Eylül 1853). İşte o günden beri Fransa’nın hâkimiyeti altında.
Burası 1864 - 1922 arası sürgün yeri olarak kullanılır. Mesela Paris komünü devrildikten sonra 8 bin siyasi mahkûmu adaya yollar, 2 bin Cezayirli direnişçiyi de peşine takarlar.
Bilahare nikel madeni bulunur, amele ihtiyacı doğar. Gel de mahkûm olma mahkumlara.
KIRBAÇ ZORUYLA
Cezayirliler Fransızlardan çok çeker, esir barakaları pas olup akar ama nokta kadar hürriyet ışığı sızmaz. Kaç yüz kardeşimiz kan kusar orada.
Tesis bilahare şirketleşerek devam edecektir yoluna, faaliyet aynen devam “Société Le Nickel” markasıyla.
Bahsi geçen adalar 18 bin 600 km² civarında, yani Mersin’den büyük, Antalya’dan ufakça. Nüfusu takriben 270 bin, başkenti Nouméa.
Nüfusun %44’ü yerli Kanaklar, %34’ü ise Avrupalı beyazlar.
Mahallî halk Melanezya-Polinezya dil grubundan 33 farklı lehçede konuşsa da resmî lisan Fransızca.
%60’ı katolik, %30’u Protestan. Müslümanlar da var bu arada.
Bunlar Cezayir’de işgalci Fransızlara kök söktüren mücahitler. Direnişle baş edemeyince liderlik yapabilecek savaşçıları toplar, yollarlar buraya.
Cezayir’den Toulon’a, oradan Kaledonya’ya. Henüz Süveyş de yoktur daha. Git git bitmez, sallan dur aylarca. Fransızlar onlara domuz eti verir ağızlarına koymazlar, hurmaları bitince açlıktan bitap olurlar.
Neyse 22 bin km’den alıp getirir, barakalara tıkarlar. Ayaklarına bukağı vurur, ellerine kazma tutuştururlar.
Alay, hakaret, sopa...
Bir kısmı ölür atılır okyanusa, bir kısmı sebat eder dayanır baskıya.
NİKELİNİZ BATA
Paris Nikel gibi stratejik bir maden yüzünden adayı kaybetmek istemez dizginleri gevşetir sureta. Yerli halka Fransızlarla aynı hakları bağışlar.
Mahallî Meclis (Assemblée Territoriale) kurulsa da Charles de Gaulle “O kadarı da fazla” der tekrar sarar başa (1958).
1980’li yıllarda Kanaklar bağımsızlık mücadelesine kalkışır. Fransızlar şiddetle bastırır. 1984 yılında Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNKS) seçimleri boykot eder, Jean-Marie Tjibaou önderliğinde geçici hükûmet kurarlar. Ancak Kanak menşeli siyasetçiler suikastlara uğrar. Gerginlik, kargaşa derken işgalci olağanüstü hâl ilan eder, nefes aldırmaz halka.
BM 1986 yılında aldığı kararla adayı dekolonizasyon (sömürgeciliğin iptali) listesine dahil eder.
1987 referandumunda Kanaklar 27 polis ile bir savcıyı kaçırır, özel birlikleri hayli uğraştırırlar.
1988 Matignon Antlaşması ile “geniş özerklik” verilse de çatışma ve cinayetler durmaz. Peşinden imzalanan Nouméa Antlaşması ile bazı makamlar yerlilere devredilir güya.
Sokak muhaliflerin elinde olsa da Fransızlar sandık oyunlarında ustadırlar, nitekim 2018 ve 2020 halk oyundan bağımsızlık kararı çıkmaz.
2021’de ise pandemi patlar, yerliler seçime katılmaz.
YERLİLER YERSİZ Mİ?
Bu arada ecnebilerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Paralı Frenkler adaya akar, yer yurt sahibi olurlar.
Ve Paris, “Adada 10 yıl yaşayan Fransızlara oy hakkı verilmesi” teklifini parlemantoya sunar, onaylatır. Bu karar yerlilerin yersiz kalacağına işarettir. Bundan böyle yabancılar söz sahibi olacaktır adada. Hâlbuki bu 1998 Noumea Anlaşması’na aykırıdır açıkça. O tarihten bu yana 40 binden fazla Fransız adaya yerleşir ve demografi değişmeye başlar.
Ortalık karışır, rejim yanlıları ile mahallî gruplar arasında çatışmalar çıkar.
Macron Fransa’dan ağır silahlı birlikler yollar, ölenler, kalanlar...
DEFOL YURDUMDAN!
Dedeleri hürriyete hasret giden Cezayirliler de bağımsızlık yanlılarına destek olurlar.
Kaldı ki Fransa sevimsiz ülkedir, defalarca kovuldukları kapılara pişkince sokulur, musallat olurlar. Alışmış kudurmuştan beterdir, sömürgecilikten medet umarlar.
Nasıl nükleer santrallerin yakıtını Nijer’deki uranyum yataklarından çalıyorlarsa Nikel gibi pil sektörünü ayakta tutacak bir ürünü de bırakmaz çökerler Kanakların yurduna.
13 Mayıs’tan bu yana artan gösterilerde kamu binaları kundaklanır, mağazalar yağmalanır, hayatını kaybenler olur her iki taraftan.
Fransa Başbakanı Gabriel Attal OHAL ilan edildiğini ve TikTok’un yasaklandığını açıklar.
İçişleri Bakanı Gérald Darmanin ise suçu Türkiye ve Azerbaycan’ın üzerine atar. Ona sorarsanız İstanbul’da düzenlenen dekolonizasyon toplantısından sonra hız kazanmıştır bütün bunlar.
Hatırlarsınız aralarında Yeni Kaledonya’nın da olduğu 13 ülke, Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a açık mektup yazmış ve BM kararlarına rağmen süregiden Fransız sömürgeciliğinden dert yanmışlardı o sıra.
ORANTISIZ SAVAŞ
Yıllar evvel Cezayirliler de ırzlarına, namuslarına el uzatan Fransızlara karşı ayaklanır, Şeyh el-Mukrani ve el-Haddad’ın emrinde savaşırlar. Ancak silah üstünlüğü mütegallibededir, kan dökmekten çekinmezler, acımasızdırlar. Direniş bir sene kadar sürer, hiçbir yerden destek alamazlar.
Neticede mücahitleri tutuklanır, zincire vurulur, Pasifik’teki sürgün adasına yollanır. Bunlar yerli yetikli insanlardır eşraftandırlar. Cezayir’de de eksiklikleri hissedilir. Aileler parçalanır, birbirlerini göremez olurlar.
MÜSLÜMAN’IM ELHAMDÜLİLLAH
İlerleyen yıllarda Fransızlar adanın ellerinden gitme ihtimaline karşı ipleri gevşetir. Cezayir asıllılara da sanat, tarım, ticaret hakkı tanırlar. Müslümanlar daha ziyade Nessadiou ve Boghen civarını mekan tutar, geleneklerini göreneklerini yaşatırlar. Cezayirlilerin tamamı erkektir, yerli hanımlarla ya da Fransa’dan kovulan kadın mahkûmlarla evlenir yuvalarını kurarlar. İşin hoşça yanı hayat arkadaşları da kendilerini Cezayirli hisseder, gönül rızası ile Müslüman olurlar. Bunca baskıya rağmen torunları köklerinden kopmaz, “Nereden geldiğimizi ve kim olduğumuzu biliyoruz” der iftihar ederler Arab ve Afrikalı olmakla.
Çocuklarına İslam isimleri verir, Arapça okuturlar. Cezayirdeki dedeleri gibi ata biner, dinî vecibeleri yerine getirmeye çalışırlar. Arap mezarlığının yanında bir İslami kültür merkezi kurmuşlar. Beş vakit Nessadiou Camii’nde bir araya geliyor, saf tutuyorlar omuz omuza
.
SAVAŞ SUÇU YETMEZ TAZMİNAT DA VERMELİ
20 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :20 Haziran 2024 00:50
A -
A +
Afrika ülkeleri yeni yeni uyanıyor, geçmişte yaşanan gasp ve cinayetlerin tazmini için Batı’yı sıkıştırıyorlar.
Mazlumların kararlı duruşu zalimleri telaşlandırıyor, geri adım attırıyor. Bunlar içinde bilhassa Fransa okka altında. Çad, Nijer derken Yeni Kaledonya da katıldı halkaya.
Biliyor musunuz sömürgecilik Portekiz ve İspanya ile başlar. Arkalarını kiliseye dayayan kâşif maskeli katiller ateşli silah kullanır, girişirler yağmaya...
İspanyollar Küba, Porto Riko, Peru, Ekvator Ginesi, Filipinler, Batı Sahra’yı ele geçirir.
Portekizliler ise çöreklenir Angola, Mozambik, Gine Bissau ve Brezilya’ya.
Ardından Britanya, Fransa ve Hollanda katılır furyaya.
İngiltere Amerika’dan Avustralya’ya kadar yayılır. Hindistan, Orta Doğu, Güney Afrika ve Kenya…
Fransa Senegal, Fildişi Sahili, Benin, Tunus, Cezayir ve bütün kuzey Afrika.
İtalya, Almanya ve Belçika ise geç kalmanın acısını çıkarır, acımayı unuturlar.
Yerlilerin altınını, baharatını, kahvesini, kakaosunu, hayvanlarını çalmakla kalmaz hürriyetlerini de ellerinden alırlar. 12,5 milyon Afrikalıyı köle yaparlar. Kadınları uşak ve odalık alır, erkekleri maden ocaklarında zirai plantasyonlarında çalıştırırlar.
ÇALDIĞINI ÖDE!
Şimdi iş tersine döndü Afrikalılar sömürgecilerden tazminat istiyor. Dün ayakta karşılanan sörler, mösyöler kapılardan kovuluyor.
Sadece Brüksel, Kongo’da 10 milyon insan öldürür. II Leopold arsızca saldırır ülkenin kaynaklarına.
Belçikalı haydutlar o gün kauçuk kotasını dolduramayan babaların kucağından bebelerini alır kollarını koparırlar. “Hadi bi daha torbayı doldurma da göreyim, sende çocuk çok, diğerlerini de sakat ederiz yoksa!”
Hollandalılar da az zalim değildir, Fildişi, Gana, Güney Afrika, Angola, Namibya, Senegal’in kanını emer, din ve dil dayatırlar. Bir Endonezyalı niçin işgalcinin lisanında okuyacak da Flemenkçe konuşacak?
Lizbon niye zengin ve müreffeh? Afrikalıların teri ve kanı var o mermer ihtişamda.
Şimdi ufacık Sao Tome tazminat istiyor. Sen misin insanların malına mülküne çöken, yurdundan süren, emeğini sömüren, kanını döken. Cumhurbaşkanı Marcelo Rebelo fena tırstı “oturup konuşalım borcumuz neyse öderiz” demek zorunda kaldı sonunda.
Yaklaşık 6 milyon Afrikalıyı zincire vurup Atlantik ötesine kaçıran şeker kamışı ve kahve plantasyonlarında dipçikle kırbaçla çalıştıran Portekiz bunun altından nasıl kalkacak acaba?
NAYLON FATURA
Fransa hürriyet bahşettiği ülkelere ağır bir fatura çıkarır, uyduruk bir hat ve iki paslı lokomotif için on milyarlarca dolar borçlandırır (ki onlar da kendisine lâzımdı zamanında). Garipler öder, öder bitmez faiz denen melanet taksitten hızlı çalışır zira. Düşünün Afrikalıların Merkez Bankalarını bile Paris yönetir ellerini kollarını bağlar.
Marş ve bayrak verilince hürriyet sarhoşu olan yerliler yeni yeni uyanırlar. “Artık yeter sömürdüğünüz” diyorlar, “defolun gidin yurdumuzdan!”
Ödediği fazla paraların iadesini isteyen ülkelerden biri de Haiti. Fransa’yı fena sıkıştırıyor. “Gelmiş üç köhne binanın parasını istiyorsun, hâlbuki 3 asırdır terimi bedenimi hürriyetimi çaldın. Asıl sen tazminat ödeyeceksin bana!”
Fransa 56 reaktörü çalıştırmak için ihtiyaç duyduğu uranyumu 50 yıldır eski sömürgesi Nijer’den temin ediyor. Şu an aynı sahaya Ruslar talip, Nijer teklife sıcak bakıyor.
Temmuz 2023’te yönetime el koyan askerlerin şakası yok, ısrarcılar tazminat hususunda. Şimdi çetele çıkarıyorlar, dayayacaklar burnuna.
ABD Kızılderililere tazminat ödemek yerine meyhane ve kumarhane açma ruhsatı verir. Bir nesli uyuşturur, kolay parayla.
Londra tartışmasız sömürgecilerin şefi. Bugüne kadar ince siyaseti ile kıvırmayı başardı ama hatırlarsanız ufak bir kıvılcımla heykeller nehirleri boyladı. Yeni bir çıkışla yer yerinden oynar. Avustralya’da Aborjinler eskisi gibi muti değil, parlamentoya giren yerliler yemin merasiminde Kraliçe’ye sövmekten çekinmiyorlar!..
Mazlum devletler bugüne kadar cılız taleplerde bulundu ve ferdî çalıştılar. 2023 Gana zirvesiyle 55 Afrika ve 20 Karayip ülkesi “güç birliği” kararı aldı. Birinin hakkı için hep birlikte kalkacaklar ayağa. Dileriz UzakDoğu, Yakın Doğu, Pasifik, Güney Amerika ve Orta Asya halkları da katılır halkaya. Hatta yeni bir BM peşinde koşmaları lazım, bu tezgâh koktu artık, bütün dünya ilanihaye 5 savaş galibine çalışacak değil ya.
Çalınan maden nebat neyse de insan hakları ve kültür yağması da var, telef olan gençler ve çocuklar, ödenir mi parayla?
Ruslar Baltık ülkelerine, Azerbaycan’a, Kazakistan’a, Kırgızistan’a, Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a hürriyetlerini iade etmek zorunda kaldı. Tazminat ödemediler “altyapı bıraktık” bahanesine sığındılar. Kurumuş göller, tuzlanan topraklar, nükleer atıklar, amansız hastalıklar... Düşünün Kazakistan’ı çöle çevirdiler, Bakü’ye petrol gelirlerinden sadece
%5 verdiler yıllarca.
Ermeniler baktılar Türk’ün toprağını talan kolay değil, Karabağ’da hizaya girdiler sonunda.
İran yıllardır Azerbaycan Türklerini bunaltıyor, o yasak bu yasak. Anadilini kullanamıyor gazete dergi çıkaramıyorlar. İyi de baskı, baskı nereye kadar? Gün gelir, köprüler atılır, ödetirler adama. Reisi kan dökücü bir liderdi. Halep’te öldürdüğü bebeklerden ötürü yargılansaydı, Netanyahu cesaretlenemezdi bu katliama.
Esad, ülkesini ABD, Rusya ve İran gibi üç emperyaliste peşkeş çektiği için ayakta ama bir gün biri çıkar “dur” der yağmaya.
GORBAÇOV GÖRDÜ ÇEKİLDİ
SSCB bir zamanlar korkutucu bir güçtü, Doğu Almanya’yı, Bulgaristan’ı Yugoslavya’yı, Macaristan’ı, Çekoslovakya’yı, Polonya’yı, Romanya’yı, Ukrayna’yı, Gürcistan’ı ezmişti. Kıstırdı kuyruğunu çekildi, alayını terk etti. Yarın Suriye’ye de elinden alınacak bombaladığı hastanelerin, fırınların, okulların hesabı sorulacak. Dünya çabuk değişiyor bir bakmışsın adamı tahttan indirmiş, oturtmuşlar sorguya.
Haydi bugün daimî üye olmanın rahatlığı ile veto ediyorsun da yarın yedirmezler sana... 2. Cihan Harbinin Almanyası ABD’den de güçlüydü, Rusya’dan da. Yahudilere yaptıklarını ödettiler kuruşu kuruşuna. İsrail, Alman tazminatı ile yükseldi, kabuğunu kırdı. Siyonistler parayı görünce yumuşadı, kalan sağlar bizimdir mantığı ile atladılar marklara.
Aynı Almanya, Namibya’daki elmas madenlerini soyar soğana çevirir, yerli kabilelerden Herero’ların %70’ini, Nama’ların yarısını kırar (1904), ülkenin adını “Alman Güneybatı Afrikası” olarak değiştirir hatta. En verimli topraklara çökerler ki şu an oradalar hâlâ.
Şimdi köşeye sıkıştılar 1,1 milyar avro ödemeyi düşünüyorlar. İnanın bu çaldıklarının yanında çok küçük bir meblağ. Hoş, Namibya da pes edecek değil, beyazlar sulak arazilerde keyif çatsın, yerliler çölle çorakla boğuşsunlar. Yeter artık ama.
ÖDEYECEKSİN PAŞA PAŞA
Herhâlde Netanyahu Hitlerden de güçlü değil, gün gelecek Tel Aviv de özür dileyecek, tazminat verecek yalvara yakara. Şu an yaktıkları yıktıkları sadece hesabını kabartıyor, bu kirli miras mutluluk vermeyecek çocuklarına, ürke korka yaşayacak içlerine kapanacaklar… Katliama karışmayanlar da töhmet altında kalacak.
Neyse dönelim 1948’e... Siyonistler, Avrupalı Yahudileri İsrail’e getirmeyi arzular. Ancak derin bir iktisadi krizin içindedirler o sıra. Kemer sıkma politikaları da işe yaramaz döviz diptedir, işsizlik tavanda.
David ben Gurion ve Mapai Partisi Almanlarla el sıkışıp ekonomiyi düze çıkarmayı hesaplar.
İsrail Dışişleri Bakanı Moşe Şarett ve Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer tarafından imzalanan Lüxemburg Anlaşmayla rüyalarında göremeyecekleri bir tazminat alırlar (1952). Mesken ve ulaşım meselesini çözer, sanayileşmeye başlarlar.
Tabii karşı çıkanlar da olur, Menachem Begin protesto eder mesela. “Kan ve gurur satılamaz” der “bu utancı kabul edemeyiz asla!”
Gösteriler şiddetlenir, protestocular Knesset binasını taşlar, polis de güç kullanır, dağıtır. Karşılıklı yaralanmalar filan…
Ve 61 evet, 50 hayır oyu ile banknotlar girer kasaya... Muhalifler asla kabul etmez sağa sola bombalar bırakır, alakasız insanların ölümüne sebep olurlar.
Niçin? Gün gelir, kendi katliamlarının da önlerine konmasından korkarlar.
ALMAYI BİLİYORSUN DA...
Almanya tarafında pek sıkıntı olmaz, anlaşma 35’e karşı 239 oyla kabul edilir. Eğer bir gaile para ile def ediliyorsa uzatmanın âlemi yoktur, kendilerince doğrusunu yapar hesabı kapatırlar.
Batı Almanya, İsrail’e milyarlarca DM öder, 450 milyon Mark da Dünya Yahudi Kongresi’ne bağışlar. (Namibya’da ipe un serer ama.)
Tela Aiv hükûmeti, yaşayanı kalmayan ailelerin de vârisi olur, Holokostu marka tahvil eder açıkça.
Aynı zaviyeden bakarsak onlar da Filistinlilere tazminat ödemek zorunda. Şiddete bulaşmamış insanların evlerini camilerini okullarını hastanelerini yık, çocukları anasız babasız, ebeveynleri evladsız bırak, aç ve açıkta kalsınlar. Sonra dön işine bak. Yok öyle yağma. Netanyahu ve hempaları zindanda çürümedikçe huzura hasret kalacak dünya... Sadece o değil eli kana bulanan kim varsa. Washington, Berlin, Londra...
Suriye’de hastaneleri, pazar yerlerini, fırınları vurup keyfî katliam yapan Esad ve Putin de yargılanmalı mutlaka.
Türkistan’da insanları bunaltan Kızıl Çin, Keşmir’de siyonistleri aratmayan Hindistan ve cuntacı Myanmar...
Koçaryan’ın da yanına kalmamalı, Halep’i vuran İranlıların da.
Reisi ve Süleymani şu an hesap veriyor, zerre kadar şüphemiz yok ona.
Çünkü Rabbimiz ne buyuruyor?
Kul hakkı ile gelmeyin huzuruma!
.
Vazifemiz anlatmak hidayet Allah’tan! Zaferle değil seferle emrolunduk
24 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :24 Haziran 2024 17:45
A -
A +
Filistinli kardeşlerimizin mütevekkil duruşu İslamiyet’e olan ilgiyi artırdı. Turistler şimdi daha çok soruyor, daha çok okuyor, aramıza katılıyorlar.
Eskiden selatin camilerini gezen turistleri gördükçe “ah” derdik, “lisan bilen birileri olsa da medeniyetimizi anlatsa şunlara.”
O zamanlar din görevlileri pek aşina değildi Batı lisanlarına. Ecnebilere hitap eden kitap broşür de bulunmazdı kenarda.
Hiç unutmam İspanyol bir kadın revak altına oturmuş, Yeni Cami’nin resmini yapmıştı beş dakikada. Kalemin sırtı ile oranlar alıyor ucuyla karalıyordu ustalıkla. Kocası fotoğraf hastasıydı, kaç makara yaktı art arda.
Caminin hikâyesini anlatacak biri olsa dinlerlerdi mutlaka.
Mimari iyi bir vesile, mihrabı, minberi, kürsüyü, şadırvanı anlatırken tebliğde bulunuyorsunuz aynı zamanda. Hat eserlerini hayranlıkla seyredenler mânâsını da merak ediyor.
Bir ara Antalya Yivli Minare civarında çekim yapıyoruz, baktım müftülük posterler asmış. İslamiyet nedir, Müslüman nasıl yaşar, Hazreti İsa ve Meryem validemize nasıl bakar?
Oh be! Demek ki eksikliğin farkına varmışlar.
Bir turist çift, elleri çenelerinde dikkatle okuyorlardı. Bir saat sonra döndük oradalar hâlâ, donmuş gibi bakıyor, bir işaret arıyorlar âdeta...
MEĞER...
Çok şükür artık bunu dert edinenler var, ellerini de taşın altına koymuşlar.
KİM (Kültürlerarası İletişim Merkezi) onlardan biri. Kitaplar broşürler bastırıyor, turistlere kendi lisanları ile davette bulunuyor. “Biz seferle emrolunduk zaferle değil” diyor büyük bir sabırla anlatıyorlar, olursa olur, hidayet Allah’tan.
Tamam hepsi İslam’la şereflenmiyor ama ön yargılar kırılıyor, birçoğu “Aaa öyle mi? Bak bunu bilmiyordum” diyor. Bizi de (hâşâ) Yahudiler gibi Hazreti İsa ve Meryem Validemize düşman sananlar Kur’ân-ı kerimde
Meryem sûre-i celilesinin varlığını duyunca, çok şaşırıyor.
Geçen bir dostum anlattı: Bir kardeşimiz nazik bir şekilde tebliğde bulunuyor, muhatabı birden çantasını topladı ve koşarak ayrıldı. Çocuk da şaşırdı üzecek bir şey mi söyledim acaba?
Avrupai simalı bir bey “Hayır” dedi; “O senden değil, kendinden kaçtı ama inan gelecek, cevap arayacak sorularına.”
Sen nereden biliyorsun gibilerden baktılar. “Çünkü” dedi, “Aynı şeyleri ben de yaşadım zamanında!”
CAMİDE BİR ALMAN KIZ
Bayezid Camii’nde tebliğde bulunan Tuğba kardeşimizin yüzünde bir huzur: “Bakın az evvel” dedi, “bir Alman kız geldi namaz kılıp kılamayacağını sordu bana. Elbette dedim burası Allah’ın evi, kimseden izin almanız gerekmiyor.
Peki birlikte kılabilir miyiz?
Niye olmasın, dedim sevinirim hatta...
Almanya’da Müslüman arkadaşları olmalı ki abdest aldı. Sonra örtündü, o sıra ezan okundu, birlikte uyduk imama, Kur’ân-ı kerim dinledik huşuyla.
Ona ne hissettiğini sordum fevkalade huzur bulduğunu söyledi. Caminin hayatın içinde olması, insanların güler yüzü, kibarlığı, cömertliği beni çok etkiledi, dedi. Tam mevzuyu derinleştirecektik ki grup hareket etti, istemeye istemeye ayrıldı yanımızdan. Onu vakfımıza davet ettim, orada çay kahve ikramımız, rahat sohbet etme imkânımız var. Bekliyorum gelecek, gözlerinde o ışıltıyı gördüm zira.”
KENDİ LİSANLARIYLA
Bilirsiniz biz Türkler başka lisana ihtiyaç duymayız. Yurdumuzda yabancı öğrenci olarak okuyan Özbek, Türkmen, Kırgız, Kazak ve Kafkasyalıların Rusçası, Tatarların Ukraynacası, gurbetçilerimizin Almancası mükemmel oysa. Hem o kültüre de hâkimler çabucak kaynaşıyorlar.
Pakistanlılar ana lisanı gibi İngilizce, kuzey Afrikalılar çok akıcı Fransızca konuşuyorlar.
Vakıf Merkezindeki mutfağa bakan Meryem Hanım ihlaslı bir Özbek Türkü. Yemeklere sevgisini duasını da katıyor, cumartesileri kahvaltı ve öğlen yemeği çıkarıyor. Çay kahve non-stop, cezveler dolup dolup boşalıyor, semaver lokomotif gibi buhar atıyor.
Tabakları anne şefkatiyle uzatırken “Biliyor musunuz bugün çok bereketli geçti” diyor, “üç yeni yeni mümin mümine kardeşimiz oturdu soframa, söyleyin Allah’tan ne isterim başka?”
Bağdatlı Efnan Hanım “Hıristiyan misafirlere mihrabın üzerindeki ayetin Hazret-i Meryem validemizle alakalı olduğunu söylüyorum. Okuyorum, Hazreti Zekeriyya’nın ismini duyunca şoke oluyorlar âdeta.”
KAPIMIZ AÇIK
Koordinatör Ubeydullah Bey “Vakfımız 2010 yılında kuruldu” diyor, “önce Sultanahmet’te başladık, şu an Süleymaniye, Ayasofya, Bayezid ve Kalenderhane Camilerinde hizmet sunuyoruz. İngilizce, İspanyolca, Portekizce, Almanca, Fransızca, Flamanca, Japonca, Korece, Çince, Ukraynaca ve Rusça tebliğde bulunuyoruz.”
-Peki size katılmak isteyenler olursa?
-O arkadaşların en az bir dili iyi seviyede konuşabilmesi lâzım. İslamiyet hakkında bilgili olmaları bir yana, anlattıklarını yaşayacaklar ki sözlerinde tesir ola. Bizim yaklaşık 1- 1,5 ay süren eğitimimiz var, bir kısmı yüz yüze, bir kısmı online. Mesela Avrupalılar, Müslüman bayanların kapalı olmasını çok soruyor. Bir erkek baskısı mı var acaba?
Biz tesettürün “tahriflere rağmen” önce indirilen kitaplarda da olduğunu söylüyoruz. Rahibelerin kıyafetleri ortada.
Sonra aday arkadaşı mülakata alıyoruz, geçerse bir tecrübelinin yanında sahaya çıkıyor, zamanla gelişiyor.
Hepimiz yeni şeyler öğreniyoruz, mâlum ilim beşikten mezara.
Kimi arkadaşlar her gün geliyor, kimi haftada bir uğruyor. Gönüllü sayımız artarsa daha fazla insana ulaşabiliriz. Keşke yurdumuza gelen bütün turistlerle tanışsak konuşsak. Medeniyetimizi anlatabilsek onlara.
KİME NİYET KİME KISMET
Geçen iki İtalyan’la oturduk. Birinin annesi Cakartalı bir Müslümanmış. Zaten bir çok şeyin farkında, nasip o güneymiş, iman etmeye karar verdi katıldı aramıza. “Annem duyunca çok sevinecek” dedi hatta. Yanındaki arkadaşı sessiz sessiz dinliyordu. O da Kelime-i şehadetle şereflendi bu arada.
Az önce Ruslarla konuştum, baştan sona sabırla dinlediler “burada çok farklı bir hava var” dediler, memnun kaldılar. Nasip bakalım, olur inşallah.
Hıristiyanlara Peygamberlerin soyağacını gösteriyoruz. “Hazreti Âdem’den itibaren bütün nebiler kardeştir. Hepsi aynı mesajı getirdi, Hazreti İsa da onlar gibi insandı ve peygamberdi” diyoruz, mantıklı geliyor.
Müslüman olanlarla irtibatımızı sürdürüyoruz, tedrisat devam ediyor. Kalabilenlerle yüz yüze, gidenlerle başka vasıtalarla.
HERKESE HİZMET VAR
Diyelim İstanbul dışındasınız, dünyanın herhangi bir yerinde yeni iman eden bir Müslümanla arkadaşlık edebilirsiniz pekâlâ.
Lisanınız yoksa da cumartesi kahvaltılarımıza buyurun. “Ben sadece çay demleyebilirim” diyen gelsin, çay demlesin. Olur ya annen hamur işinde mahirdir, börek çörek yaptır getir, ikram et konuklarımıza. Bunlar yabancıların alışık olduğu şeyler değil, cömertliğimizden fevkalade etkileniyorlar.
Bize katılan kardeşlerimizin akıcı bir dili olur, ikinciyi de öğrenir, çevre edinir. Uluslararası ortaklarımızla yaptığımız organizasyonlara katılır, yurt dışı görebilir.
MEKSİKA NEREEE!..
Sultanahmet Derneği Gönüllülerinden Maraşlı Abdurrahman kardeşimiz anlattı: Geçen Meksikalı bir genç broşürü aldı şu direğin dibine oturdu. Nasıl dikkatle okuyor anlatamam.
Bitirince yanına gittim, hani bizim söze ‘Memleket nire hemşerim’ diye girişimiz vardır ya. Baktım inançlı biri, iyi bir kul olmaya çalışıyor.
Amentüyü anlattık bir Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allahü tealadan geldiğine inandığımızı söyledik. Hazreti İsa ve Meryem validemize olan sevgimizin de farkında.
Duygulandı ağlamaya başladı.
Ben zaten bunlara inanıyorum dedi, o zaman sen de Müslümansın dedik, Kelime-i şehadet getirdi gönlünün rızasıyla. Bana namazı öğretin dedi. Gittik birlikte abdest aldık, bize baka baka tekbir aldı, rükûa eğildi, secdeye kapandı. Tevafuk bu ya o sıra Pakistanlı bir grup geldi, belki kırk kişi.
“Bakın Meksikalı kardeşimiz İvan biraz evvel Müslüman oldu” dedim, onlar da heyecanlandılar, tek tek sarılıp kucakladılar. Hamd ve senalar, tekbirler, dualar.
Kendini bir anda büyük bir ailenin içinde buldu, çok mutlu oldu. İş orada kalmıyor tabii, biz yazışıyor, konuşuyor, irtibatı koparmıyoruz asla. Geçen mesaj atmış; “Müsaitsen birlikte umreye gidebilir miyiz acaba?”
SAHABELER NİYE GELDİ?
Muttalip Bey vakfın gönüllülerinden, gençlere abilik yapıyor. “İstanbul’a yılda 10 milyon turist geliyor” diyor, “Süleymaniye’yi seçenler ise 500 bin civarında. Bunların aklı yemede, içmede, eğlencede değil, öğrenmeye açıklar.
Mübarek mekân da tesir ediyor, dinlemeyi reddeten azınlıkta kalıyor. Önce Mimar Sinan’dan başlıyor camimizi anlatıyoruz. Sorular geldikçe mevzu derinleşiyor. Umumiyetle hoş ayrılıyor, memnun kalıyorlar. Rabbimizin lütfuna mazhar olanlar aramıza katılıyor. Gazze katliamlarında Filistinlilerin mütevekkil duruşu İslamiyet’e olan ilgiyi artırdı.
Son 5 ayda 400 civarında kardeşimizin İslam'a girmesine vesile olduk elhamdülillah. Batı Avrupa’dan gelenler genelde ateist, biz kimseyle cedelleşmiyor, sadece anlatıyoruz, hidayet Allah’tan. Latin Amarikalılarda ise yaratıcı ve ahiret inancı var, doğruyu bulmak, kurtulmak istiyorlar.
İslamı seçenler Kelime-i şehadet söylerken mutlaka gözyaşı döküyor, bizi de ağlatıyorlar, dizgin vuramıyoruz hıçkırıklarımıza. O yaşlar kalbimizi yumuşatıyor, yıkanıp arınıyoruz âdeta.
Bakın bu iş o kadar önemli olmasa sahabe-i kiram efendilerimiz mükerrem Mekke ve münevver Medine’yi bırakıp düşer miydi yollara?
Ki Mescid-i Haram’da kılınan bir rekât namaz diğerlerinden 100 bin kat fazla
.
Küskünüm ağlarım arabeske bağlarım
1 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :1 Temmuz 2024 00:54
A -
A +
İtalyanların “Arabo”, Fransızların “Arabesque” dedikleri arabesk “Arap tarzıdır” aslında. Sadece müzikte değil, mimari ve tezyinatta da kullanılır, mesela Endülüs El Hamra’da.
Klasik Batı müziğinden kaçanlar Mısır limanlarına sığınır Ümmü Gülsüm’e takılırlar.
Ziya Gökalp Diyarbakırlı olmasına rağmen “doğu müziğini” hastalıklı, yeknesak ve irrasyonel (akıl dışı) bulur, reis-i cumhuru da tesiri altına alır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında (Rumeli Türküleri hariç) Türk ezgileri yasaklanır, çok sesli Batı müziği dayatılır.
1925’te tekke ve zaviyeler kapanır, naatlar, ilahi ve mersiyeler de kalkar rafa.
İnönü ise Beethovan hayranıdır, Senfoni Orkestrasının Alman şefi Hermann Scherchen bunu bilir, DilTCF konserlerinde Bonn-Viyana arasında gezinir ısrarla.
“Millî Şef”imiz yurt gezilerinde hoparlörden klasik Batı müziği çaldırtır mutlaka. Hatta bir ihtiyara sorar “nasıl ama?”
-Valla paşam Sivas Sivas olalı böyle zulüm görmedi daha.
Devlet radyosu 6 Mayıs 1927’de yayına başlar. Mikrofonlar Türk müziğine kapatılır. Sağda solda şarkı (şarka dair) ve türkü (Türk’e has) icra edenler polis marifetiyle toplatılır. Radyolarda tango ve Amerika’dan getirilen caz plakları dönmeye başlar.
CAZZ YAPMA!
Şoförler de “cazz yapma” der, Kahire’ye bağlanırlar. Dinleye dinleye Arap ezgilerine aşina olurlar, Mısırlı Münire ve Ümmü Gülsüm’ü tanımayan kalmaz.
TRT âdeta ayağına sıkar, sadece akşamdan akşama açılır, ajanstan ajansa…
Bilahare sanayii çarşıları, tekstil atölyeleri kafa tutar baskıya. Artık DP dönemidir, “höt” diyemezsin vatandaşa.
Otobüs ve minibüs şoförleri de arabeske bağlar, Çankaya himayesindeki melodilere kulak tıkarlar.
70’li yıllarda Unkapanı patlar, art arda kasetçiler açılır, kolonlar sokağa taşar. Çocuk uyuyormuş, hasta varmış kimin umurunda?
Sabah işe gideceksin dolmuş teybi bombardımanda.
Hele bi durun yaa, uyanamadık daha.
Arabeskçiler kendi aralarında üçe ayrılırlar. Samsunlular Orhancı, Adanalılar Ferdici, Urfalılar Müslümcüdür ekseriya. Birbirlerine mesafelidirler, “babalara” toz kondurmazlar.
Maarif Vekâleti arabeske savaş açsa da, rejimin Avrupa’dan arakladığı parçalar gençleri açmaz.
GEL DE AĞLAMA
Derken efendim hadise besteyi güfteyi aşar, hayat tarzı hâline gelir varoşlarda. Bilhassa köyden şehre inenler arasında ağlak, ezik, isyankâr bir nesil peydahlanır. İtilmişliğin, kakılmışlığın, yalnızlığın acısını yaşarlar.
Daima küskündürler, eşe dosta, anaya babaya, konu komşuya…
Zaten onları kimse anlamaz, eşinden, işinden müştekidirler, düzen tutturamazlar.
Delikanlıdırlar aslında, fedakârlık damarları kurumamıştır daha. Hem külhani, hem yufka yüreklidirler, ağlamaktan ağlatmaktan hoşlanırlar.
Hâl böyle olunca çocuk sesleri prim yapar. Küçük bilmem kim “garibim yetimim” diye hıçkırdıkça salya sümük mendil ararlar.
İkiii gozüüüm iki çeşmeee….
Ağlama yâr...
Dertliler ve âşıklar da melodiye kapılır kar beyaz saçlarını yolarlar. E olacağı budur, sen 10 Kasımlarda el kadar bebelere kara kara urbalar giydirir, dürte dürte mızıldatırsan.
Ağıt medeniyetimizde yoktur oysa.
Sonra “ağlangaçlı filmler” çekilir, rengârenk afişler gerilir: Hor görme garibi... Ben doğarken ölmüşüm...
Izdırap çemberi...
YÜREK Mİ DAYANIR?
Çocuk şarkıcılar hem öksüz hem yetimdir, hem de parasız ve evsizdir. Ya da anaları üveydir, babaları mahpus damlarında. Yetmez verem ve kanserle boğuşurlar ayrıca.
Hâlbuki sahneye itelenen tıfıllar mektep çağındadır daha, ağızları süt kokar. Gecenin bir vakti dumanlı salonlarda sahne alırlar. Para zibildir, kimi parmağını kimi avucunu yalar.
Gidiş çukuradır, az gailemiz var gibi bir de intihara temayül çıkar başımıza.Resmî ideoloji çaresizdir. Ööle minibüslerden teyp sökmekle önü alınmaz.
Millet laik demokratik hukuk devleti sözünden bıkmış usanmıştır. Adalete, siyasete güvenmez, rüşvet, hortum, yağma ortadadır zira.
Rejimin arkaladıkları paraşütle iner koltuklara. Sen Harward’ı da bitirsen sokulamazsın monşerler arasına.
Hariciyedeki Selanikliler adam almaz araya.
Sektör iki tarafa da gaz verir. Bir yandan “Hatasız kul olmaz”, öbür yanda “Batsın bu dünya!”
Dünya batmıştır zaten, çöp dağları boyunuzu aşmıştır. Belediye şebeke döşemek için açtırdığı kanalları unutur Bulvar’da. Temel atma merasimini müteakip inşaat çukurları suyla dolar, boğulan bebeler üçüncü sayfaya haber olurlar. Resmî binalar en az beş müteahhit semirtir, 20 yılda biterse öp koy başına.
Kenar semtlerde su, elektrik, kanalizasyon yoktur, asfaltı kim kaybetmiş ki sen bulasın, çamur sırtınıza çıkar.
Mafya babaları hazine arazilerine çöker, fukaraya satar. Önce uyduruk bir gecekondu yaparsın, briket ve kontrplaktan. Perde yerine gazete, halı yerine oluklu mukavva. Hele bi gir, yer edersin zamanla.
Yıkım ekipleri gelir gider, mafya ikna kabiliyetini kullanır (!) tokalaşır kuytuda.
O hengamede yıkılmazsa tamam, bilahare vergisini verdim deyip hak iddia ederler. Seçim yaklaşırken imar affı çıkar, tapu işlemleri başlar. Bir sonraki dönem müteahhide verirler, beş daire üç dükkân, işte bu kadaaar.
Bazı arazilere de sol örgütler çöker, bölgeyi kurtarırlar (!) Zaman zaman ayaklanır devrim provası yaparlar.
ÇİKİ ÇİKİ BABA
Ulaşım derttir, sabah duraklarda uzuun uzun kuyruklar. İETT otobüsleri kir pas içinde, kaportalar delik deşik, motor titredikçe sacları zıngıldar, içerisi leş gibi egzoz kokar.
Hele Başbakan Ecevit sabrımızı sınar. Çay yok, şeker yok, yağ yok, tüp, benzin, mazot, makarna hiiiç arama.
Millet ne satıldığını bilmediği kuyruklara girer, evde hiçbiri yoktur nasıl olsa... Bir sıra banka önlerinde, bir sıra hastane koridorlarında, EBK, TKİ, SEK satmaya mal bulamaz ki kalabalığı dağıta. Olmayan mamule zam yaparlar ama.
Peşin yüz, taksitle iki yüz, enflasyon %300. Düşünün 7 sıfırla “20 milyar lira” yazar banknotlarda.
Dolar, mark zinhar, üzerinde üç fenik çıksa alırlar karakola.
Tütün ülkesiyizdir ama sigara Bulgaristan’dan gelir, kâğıdı plastik kokar. Fünye fitili gibi yanar ve düğmük atsanız kırılmaz.
Peki ya tütün bulsam, kendim sarsam?
Sakın ha! Büyük suçtur, adamı yakarlar! Sen muhalefet mi ediyorsun Tekel İnhisarları Kanunu’na? Tarlan olsa, beş ton balya yapsan, tek yaprak tüttüremezsin asla.
Tekelin haberi olmadan çakmak bile alamazsın. Düşün yanında fazla çakmak taşıdığı için Avusturya Millî
Takım kaptanı Hahnemann’ı bile kodese tıkarlar (1949).
İSTEDİM VERMEDİLER
Arabesk tipler belli olmaz, kâh sinik, sınıktır kâh saldırgan ve zorba. Sevgileri ve öfkeleri aşırıdır, kendilerine eziyetten hoşlanırlar. İşler azıcık ters gitsin yıkılır, bunalır, hayatın sonu gibi davranırlar.
Bir kıza gönülleri düşmesin, yalvarır yakarır, çöllere düşer mecnun olurlar.
Sonra “hani benim çilingir sofram” der Kadıncağızın ağzını burnunu kırar.
Hastasıyım diyenler harbiden hastadırlar, bağımlıdırlar. Arabesk bir nev’i uyuşturucudur, kulak yoluyla alınır ve kolay itrah olmaz.
Aslında bütün müzikler böyledir, siz maaşlı maşalara bakmayın, klasik müzik dinletmekle süt, yumurta ve sera istihsali artmaz. Bunu söyleyenler birilerinin değirmenine su taşırlar.
Evvelce soylular hokkabazla eğlenirler, sonra mıtrip muganniye rakkase alırlar. Zamane şarkıcıları soyunur dökünür. İnsanlık için elzem değildir asla.
Ağır iş, düşük ücret, ümitsiz sevda derken arabesk otuzluk ergenleri bile peşine takar, 7/24 teyp çalar, bıkmadan sararlar başa.
Kaset pazarlayanlar paragözdür, halkı sefalet edebiyatı ile oyalar, kendileri viskinin dibine vururlar.
Müzik virüs gibi yayılır ve hiçbir derde merhem olmaz. Vakit kaybıdır, gençleri okumaktan, yazmaktan, düşünmekten, üretmekten uzak tutar.
Anafora kapılanlardan iyi mimar, aranan hekim ve SİHA mühendisi çıkmaz.
Komplo teorileri ile uğraşanlar eşelesin, bence çok malzeme bulacaklar.
SAZLAR KIZLAR...
Bizim arabesk zamanla popa kayar, Araplarınkini de bastırır, curcuna kopar. Bas gitar, bateri, takım takım üflemeliler, sıra sıra yaylılar. Kahireliler iki keman bir darbuka ile yetinmektedir oysa.
Arabeskçiler genelde inançlı insanlardır. Ramazan günleri sahneye çıkmazlar. Ancak güfteciler isyankâr mısralar yazar, kaza kader gibi hassas mevzularda fütursuzca at oynatırlar.
Mâlum insan bir kelime-i şehadetle Müslüman olduğu gibi bir elfaz-ı küfr ile dinden çıkar. Nikâhta, talakta ve adakta şaka olmaz.
Şahitler önünde bir cümle ile karı koca olunur. Dün elin oğlu, filanın kızıdır, bugün baş koyarlar aynı yastığa.
Ya Rabbi şu işim olsun nezrediyorum sığır kestirip dağıtacam fukaraya.
Melodi ve ritme kapılmayacak, “beni baştan yarat” diye zırvalamayacaaksın hâşâ.
Yani böyle boş beleş bir şey için, insan hayır hasenatını, taatini ibadetini ve imanını riske atarsa...
Allah muhafaza!
.
Esirdi emîr oldu! Gazneli Mahmud'un babası Sebük Tegin
8 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :8 Temmuz 2024 00:45
A -
A +
Sultan Alptegin, Sebük Tegin’in ahlâkını çok beğenir, himayesine alır, yetiştirir ve kızıyla evlendirir.
Batı’da yöneticilik asillere mahsustur. Antik Yunan kralları sözde fevkalbeşerdir (insanüstü), Zeus’la akrabalık iddiasında bulunurlar, “yarı tanrı” sayılırlar (hâşâ).
Yunanistan kurulduğu yıllarda ellerinde asil kalmadığı için Bavyera Kralı l. Ludwig’in Oğlu Otto’yu oturtulur tahta. Rumlukla ilgisi de bilgisi de yoktur, Salzburg doğumlu bir Avusturyalıdır aslında.
Bunlara çok rastlarsınız. Rus Çariçesi Katarina da süzme Almandır mesela, yine İngiltere Kralı George,
Osnabrück doğumlu bir Cermen’dir. Kutsal Roma İmparatoru vârisi ve Hanover Elektörü iken Büyük Britanya ve İrlanda kralı olur. Ah bir de İngilizce konuşsa.
İslâm devletlerinde asaletten ziyade ehliyet aranır. Lâyık olan geçer başa. Hem asil hem ehil olursa, aliyyülâlâ.
İdarede bir zaaf olunca birileri boşluğu doldurur, damatlar, kâhyalar, komutanlar araya sızar.
Kürtlerin sık kullandığı “ezgulam” tabirinden tanıdığımız “gulam” köle bende demektir. Emevi ve Abbasilerde
Türk gulamlar dirayetleri ve cesaretleri ile öne çıkar, mühim mevkilere otururlar. Hatta “itaatkâr bir köle evlattan hayırlıdır” denir, çocuk babasının ölmesini isteyebilir ama köle asla. O efendisiyle ayakta.
Siyasetnameye göre gulamçelerin eğitimi 7 yıl sürmeli ancak ondan sonra vazife almalıdırlar. Becerikliler yükselir, emir, vezir, lala, hacib, hacib-i hüccab olurlar.
AH O TAHT KAVGALARI
Bilirsin sultan öldü mü ortalık karışır, taht çekişmeleri başlar. Bazen saltanat hırsı gözleri kör eder, gereksiz kan döker, kardeşi soydaşı kırarlar.
Hepsini de töhmet altında koymayalım bazen de idealist çocuk devletin selameti için talip olur tac-u tahta.
Samani emîri Abdülmelik çevgan oynarken attan düşüp vefat edince şehzadeler vaziyet alırlar, eller kabzalara gider yavaşça. Taraflar birbirine girer ortalık kan revan.
Acem tahakkümünden bunalan Samaniler Türklere sıcak bakmaktadırlar. Gelgelelim gulamlıktan emirliğe yükselen Alptekin mücadeleye dâhil olmaz, kılıcını korur Müslüman kanından.
İyi ama nereye kadar? Yarın bir devletlü “gel” dese emir verse sana? “Al adamlarını yürü şuraya!”
Gözüne kuytuda kalan Gazne’yi kestirir, ah burayı bi ele geçirse, didişmelerden uzak dursa. İlk işi alaka kurmak olacaktır Hindistan’la.
Önlerinde İslâmiyet’i yayabilecekleri büyük bir saha vardır. Koskoca ve yepyeni bir coğrafya.
Nitekim Gazne’yi kuşatır. Askerine bol para verir. “Sakın ha” der, “halkın elinden bir şey aldığınızı duymayayım, canınızı yakarım sonra!”
O gün baksa ki bir süvari atının terkisinde bir balya ot ve elinde horozla geliyor sallana sallana. Önüne çıkar.
-Kimden aldın bunları?
-Kem küm.
-Kaça aldın?
-Ig guk
Mağdur köylüyü buldurtur sorar, gasbettiği ortaya çıkar.
Ağır bir şekilde cezalandırır, benim adamımdı demez, halkın hakkını kollar.
ADALET ZARAFET...
Bu hadiseden sonra kalenin kapıları açılır yavaşça. “Hımm bu emîr haram yemiyor, zararı erişmez çoluk çocuğumuza.”
Nitekim devletini kurar adaletle ve zarafetle hükmeder, ahali mutlu mes’ud yaşar. Âlimler, fazıllar, mimarlar yetişir şehri şekle sokar. Zamanı gelince ufak ufak Hindistan’a sokulur, tebliğde bulunurlar.
Bu arada ölen Samani sultanının oğlu olmadığı için yerine Bilge Tegin gelir, Gazneli Alptegin yerine de oğlu
Ebu İshak İbrahim geçer. Ebu İshak zeki sanatkâr bir gençtir ama çelebi meşreptir, dikiş tutturamaz cenk meydanlarında.
Nitekim şehir elden çıkar, Samani desteği ile tekrar kazanılır ama yara alır bu arada.
Aksakallar tekrar toplanır, merhum Alptegin’in damadı Sebük Tegin’i geçirirler başa.
Sebük Tegin Karluk Türklerinin Barshan boyundan kabile reisi Beckem bin Kara Aslan’ın oğludur. Kara Aslan her türlü silahı ustalıkla kullanan bir cengâverdir, felaket güçlüdür, fil kemiklerini eliyle kırar.
Oğlu Sebük Tegin de aynı yolun yolcusudur, daha ağzı süt kokarken at üzerinden ok atar. Attığını vurur, vurduğunu yıkar, sıkı bir asker olacağı aşikâr.
Lâkin on-on iki yaşındayken Tuhsiler tarafından kaçırılır, onu Şaş’a götürür, devrederler esir tüccarına. Tacir
Sebük Tegin’i diğer esirler ile birlikte Nahşeb’e getirir, Samanilere satar.
Orduya adam lâzımdır, atuşağı olarak alırlar kışlaya. Orada Müslüman olur ve göze girer kısa zamanda.
Emîr Alptegin onun ahlakını çok beğenir, himayesine alır, fevkalade yetiştirir ve kızıyla evlendirir hatta.
Gazneliler Sebük Tekin zamanında Doğu Afganistan’a, Zâbülistan’a kadar yayılırlar. Togan Tegin’i yener Büst şehrini alırlar. Ardından Tohâristan’ı, Zemindâver, Doğu Gur ve Kusdar... Hem ticari hem askerî açıdan stratejik öneme haiz Leşker-i Bâzâr şehrini kurarlar.
KONUŞALIM ANLAŞALIM
Sebük Tegin komşularıyla gerginlik istemez bir şekilde anlaşır sükûneti sağlar. Ancak Kâbil Vadisindeki
Vayhand Hinduşahi hanedanı sürekli karşılarına çıkar. Ciddi bir tehdittir, bertaraf edilmelidir mutlaka. Raca
Caypal kozlarını paylaşmak arzusundadır yerini alır meydanda.
Hintliler hem kalabalık hem donanımlıdır. Filleri, süvarileri, mızraklı piyadeleri vardır ama savaşı Türkler kazanır.
Sebük Tegin Hindûşâhî hükümdarı Caypal’i aşağılamaz. 1 milyon dirhem para, elli fil ve hudut üzerindeki bazı kaleleri alır, hürriyetini bağışlar.
Ancak Caypal anlaşmaya uymaz diğer Racaları da peşine takar, büyük bir ordu ile Gazne’ye saldırır tekrar.
Sebük Tegin hazırlıklıdır, yine yener ve Lâmgân ile Peşâver arasındaki topraklara el koyar. Havalide oturan
Halaç Türkleri ve Afganlar da emrine girer, gücüne güç katar.
Eh artık adına hutbe okutabilir ve sikke bastırabilir pekâlâ.
Samaniler ne zaman darda kalsa yardımlarına koşar, eski efendilerini hoş tutar. Tahtını Gazneliler sayesinde kurtaran II. Nûh, Sebük Tegin’i Belh valiliğine, oğlu Mahmud’u Horasan sipehsâlârlığına tayin eder.
Karahanlılar ile de anlaşır civarda Emîr-i Âdil” lâkabıyla anılır. Gazne’ye dönerken Belh yakınlarında (Madru Mûy köyünde) vefat eder (Şâban 387)
Sebük Tegin’in yerine kısa bir süre oğullarından İsmail geçse de aranan kumaş Mahmud’dadır. Nitekim makamın hakkını verir. Ecdattan devlet alır, imparatorluk bırakır evladına.
Siz onu tanıyorsunuz aslında. Gazneli Mahmud desem hatırlayacaksınız mutlaka. Ebü’l Hasan Harkani hazretleri ile olan menkıbeleri çok anlatılır halk arasında...
PENDNÂME
Rahmetli Sebük Tegin ardında Pendnâme (öğütler) adlı bir eser bırakır, muhatabı evvelemirde Gazneli Mahmud olsa da tavsiyedir bilumum devlet adamlarına…
Ehliyet, liyakat, ulü’l-emre itaat, halka halim davranma ve zulümden kaçınma gibi mevzuları işler ki bir nevi siyasî ahlak risalesi diyebilirsiniz ona. Henüz Firdevsi’nin Şehnâmesi, Keykavus’un Kabusnâmesi, Yusuf Has
Hacib’in Kutadgu Bilig’i ve Nizamülmülk’ün Siyâsetnâme’si yoktur ortada.
Bilirsiniz Lokman aleyhisselam da nasihatlerde bulunur oğluna.
Hazret-i Ebu Bekir, Bizans ve İran ile yapılan mücadelelerde, askerlerine adalet ve insafla hareket etmelerini emreder. Hazret-i Ali’nin Mısır Vâlisi Mâlik el-Eşter en-Nehâî’ye gönderdiği mektup da bu meyanda.
Hasılı Pendnâmenin beslendiği kaynaklar, başta Kur’ân-ı kerim ve Sünnet-i Nebeviyye olmak üzere Hulefâ-i
Râşidîn devri tatbikatı, sözlü rivayetler, siyasî ve idarî mektuplardır.
Abbasî Halifesi el Memun Pendnâmeyi okumakla kalmaz, çoğaltır dağıtır etrafına.
Sebük Tegin, Pendnâme’sini meşhur Divân-ı resâil kâtibi Ebu’l-Feth el-Bustî kaleme alır. Ediptir, şairdir, hattattır kitaba değer katar.
İster misiniz bakalım içinde neler var?
EZBERLENESİ ÖĞÜTLER
Allahü tealanın kullarına hükmetmek tehlikeli bir iştir dikkat ister. Sen Rabbinden korkarsan tebaan da senden korkar, dindar hükümdarlar sevilir sayılırlar.
Hükmetmek kolaydır, eğer kesen ve kasan doluysa. Malın yoksa itibarın da kalmaz, müsrif olma!
Halka müşfik davran, mütedeyyin insanlarla ittifak yap. Dost düşman olabilir ama düşman dost olmaz asla.
Oğlum şeriat yolundan çıkma, haksız aldığın malı geri ver, hazinene sokma! Memleket idaresinden gafil olma, kışlaları dolaş, bak bakalım ne yiyor, içiyor, nasıl giyiniyorlar, atları silahları tamam mı acaba?
Kimseyi babasının hatırı için yanında tutma. Müstahak olanın da ücretini kısma. Yollar emin olsun, haramiyi öldürüp malı sahibine teslim etmedikçe uyuma!
Çarşıdan pazardan haberin olsun, kimse kimseyi aldatmaya, kimse akşam aç yatmaya.
Günahlardan sakın, affın öfkeni aşsın, cömert ol ama domuza da gerdanlık takma, lüzumsuz dağıtma!
Eğer bir mesele konuşularak çözülecekse, harp etme! Nezarethanede ıslah olacaklara kılıçla ceza verme!
Hazineyi soymak kimsenin haddi değildir ama memurlar yolunu bulurlar. Katipleri ve vezirleri başıboş bırakma. Adamların haber toplasın sana,
padişahlık dikkat
ister, gafil olma!
.
Nash, Rambler, Hudson, Packardveamc... Krallar da havlu atar
11 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :11 Temmuz 2024 00:56
A -
A +
Piyasadan elini eteğini çekmiş otomobilcilerin hikâyesi tam bize göre, kimse reklam yapıyorsun diyemez bu saatten sonra...
Efendim otomobilcilik sevdadır, bulaşan kopamaz bir daha. Nitekim eski General Motors Başkanı Charles W. Nash de döner dolaşır, sarar başa. Tutar “Thomas B. Jeffery Company”yi satın alır, Nash Motors’u kurar (1916)
Nash! Öncelikle aile adıdır. İngilizcede “kaçmak, tüymek, uzamak” gibi bir mânâsı var. Yani otomobil için zekice bir marka.
Jeffery’nin en tanınmış otomobili 1902’den beri Kenosha’da üretilen Rambler’dır. Meraklısı için söyleyelim “başıboş” demektir. Peki arabaya uyar mı? Bence on numara.
Nash 1918’de 10.283 adet satar, 1919’da 27.081’e sıçrar, birkaç basamak atlar.
İmalat itinalıdır, fiyatı cep yakmaz, müşteri memnuniyetini ciddiye alırlar... Sonra dört çeker kamyon (Jeffery Quad) yaparlar, Cihan Harbi’nde orduya hayli vasıta satar, sınıfın lideri olurlar. Savaş sonrası aynen devam.
İnşaatçılar, tomrukçular, madenciler sıra bekler kapıda.
DEĞİŞİM GELİŞİM
Mr. Nash yenilikten hoşlanır, gider GM’nin Oakland baş mühendisi Finlandiyalı Nils Eric Wahlberg’i ayartır. Ve ilk Nash motoru tanıtılır ki üstten supaplıdır. Kabin havalandırması (Weather Eye) tabii akışlıdır. Dışarıdan fanla tazesi emilir, filtreden geçirilir, soğutulur, ısıtılır ve egzoz gibi arkadan atılır. Hâliyle içiyle dışı arasında basınç farkı kalmaz, rutubet de olmaz.
Nash’lerin tekerlek izleri eşit değildir, ön daha dardır, bu rahat viraj sağlar. Ancak çamurluk etekleri kapalıdır, bu kasa tipi göz okşasa da lastik değiştirenin canını sıkar.
Nash mühendisleri “Müşteriye ödediğinden fazlasını verelim” şeklinde bir hedef koyar, nispeten tuttururlar.
Mr. Nash, aynı zamanda büyük ve pahalı otomobil üreticisi LaFayette Motors’un ana hissedarıdır.
LaFayatte Fransız devrimi ve Amerikan hürriyet mücadelesinde rol alan bir generaldir, otomobilcilikle yakından uzaktan alakası bulunmaz.
Zikrolunan tesis Indiana’da kurulur bilahare Wisconsin, Milwaukee’ye taşınır. İmalat için ne lazımsa vardır ama bir türlü çıkış yapamaz, patinajdan kurtulamaz.
Mr. Nash’in de tepesi atar, firmanın diğer hisselerini de toplar ve fabrikada Ajax (mitolojik efsanelerde geçen Yunan) üretmeye başlar.
Beklentisi yüksektir, Wisconsin’deki Mitchell Motor Car Company tesisini de alır, hizmetlerine sunar.
RÜYADAN KÂBUSA
Ancak hayal kırıklığına uğrar. Ajax’ın adında bir bereketsizlik vardır, halk hiiiç hoşlanmaz. 1926’da ismini değiştirir “Nash Light Six” yaparlar, satış tekrar parlar. Nash Motors, Ajax sahiplerine içinde yeni jant kapakları, radyatör rozeti ve armalar olan bir kit yollar. Eskileri söker bunları takarlar, arabaları Nash’e döner dakkada. Oh be kurtulduk Ajax’tan.
Nash 1930’da üstten supaplı, çift bujili, dokuz krank milli, düz sekizi ile rakiplerine kafa tutar. 1932
Ambassador Eight, senkromeç şanzımanı, serbest tekerlekleri, otomatik yağlaması ile öne çıkar.
Süspansiyonu da ayarlanabilir icabında. Dört tekerlekte de fren vardır ve düşük fiyatlı otomobiller arasındadır hâlâ. Ürettiklerini hatta üretemediklerini de satar, stokta mal bırakmazlar.
Nash, LaFayette sınıfının en makul fiyatlı otomobili olsa da satışı gevşektir. Patron ısrar etmez kapatır, tesisi Nash 600 imalatına açar. (1940)
BUZDOLAPÇIYLA
Mr. Nash bilahare Kelvinator’ün sahibi George W. Mason’la ortaklık yapar... Buzdolapçıyla otomobilci. (!) Hani bakliyatçıyla nakliyatçı olsa bir yere kadar.
Piyasada Nash-Kelvinator olarak anılsalar da herkes işine bakar.
Kelvinator tecrübesini konuşturur ve Nash’leri yepyeni bir hava ısıtma/soğutma sistemi ile donatır.
Radyatördeki suyu kaloriferde kullanır ilk defa (1938). Bu arada otomatik vakumlu vitese geçerler, ön panele minik bir kol ya da buton konur. Bilmeyen radyonun tuşu sanır hatta.
YATIYA DA BEKLERİZ
Eğer koltukları katlarsanız Nash’in içi koca bir yatak olur, ailecek uyuyabilirsiniz rahatlıkla. Çadırdan konforludur bi’ kere, en azından yılan çıyan, börtü böcek olmaz.
Nash biteviye hamle yapar, müstakil helezon yaylı ön süspansiyon, sonra sızdırmaz hüzmeli farlar…
Yıl 1941, Nash 600 yekpare gövde ile çıkar (ABD’de ilk). Diğer otomobillere kıyasla hafiftir, havayı kolay
yarar. 20 galon benzinle 600 mil (966 km) yol yapar. Yani 100 km’de 7,8 litre filan, o devir için bedavadan ucuza.
Aynı altyapıdan pikap da çıkarır (Suburban) piyasaya sunarlar.
1948’de Ambassador Cabrio fiyaka yapar ama satışlar “ı ıh” tutmaz.
TÜNELDEN ÇIKMA
1949 Nash “Airflyte” rüzgâr tünelinde şekillenir, çıkıntılardan kurtulur, aerodinamiktir. Akranlarından geniş ama 6 inç kadar alçaktır. Hesaba vurulursa iç hacim daha fazla.
1949’da Nash ilk emniyet kemerli Amerikan otomobilini sunar. Ancak 40 bin müşteriden 39 bini istemez, söktürür bayide bırakırlar.
1950 Airflytes yekpare kavisli ön ve arka camıyla, gizli depo kapağıyla, albenili göstergeleriyle ve GM Hydramatic şanzımanıyla şov yapar.
Mühendisler silindir kafaları ile oynar 85 beygir gücünü 115’e çıkarırlar.
Sonra oturup konuşurlar “Yaa biz çok satmak istiyor muyuz?” İstiyoruz. “Büyük rakam” için “küçük araba” yapalım o zaman.
1950’de Nash Rambler’ı ufaltır, ardından İngiliz Austin ile anlaşırlar.
TATSIZ ORTAKLIKLAR
Yıl 1951, Britanyalı spor otomobil üreticisi Donald Healey ile el sıkışırlar. Nash-Healey süzme bir Anglo-Amerikan olur. Alkışlayanı çoktur ama alan satan çıkmaz. İtalyan tasarımcı Battista Farina aleti sil baştan elden geçirir, çelik konstrüksiyon, alüminyum kasa... İyi de maliyet artar bu defa. Sadece 506 otomobil yapar, bandı kapatırlar (1954). Hâlbuki rakiplerine kök söktürmüştürler LeMans ve Mille Miglia Yarışlarında...
Yenilen pehlivan güreşe doymaz, Farina’dan iki koltuklu bir coupe tasarlaması istenir bu defa. Rambler tabanı üzerine kurulacak ve adı “Palm Beach” olacaktır. Evet çok yakışıklıdır göz alır ama proje konsept otomobilde kalır.
Nedense bir durgunluk vardır piyasada, acaba “yeni bir marka” ile mi devam etseler yola?
YENİ İSİM ESKİ İMAJ
Nash aynı sıkıntıları yaşayan Hudson’ı da satın alır ve American Motors Corporation’ı (AMC) kurar. Bundan böyle Nash, Rambler tarzı küçük; Hudson ise büyük ve kaslı arabalar yapacaktır. Dağılmayacak, bütün imalat Kenosha fabrikasında toplayacak muktesit (iktisatlı, tutumlu olacaklardır.
Bu arada Mr. Mason oturur koltuğa (hani Kelvinatör’ün sahibi vardı ya), gider Packard Başkanı James J.
Nance ile parça tedariki hususunda anlaşır. AMC’nin V8 motoru yoktur. Packard’ın 5,2 litrelik motoru ile
Ultramatic otomatik şanzımanı Hudson’ı uçurur âdeta... Evet Packard kaliteli ama pahalıdır. Bir an önce kendi V8’lerini yapmalıdırlar!
Piyasa büyük üçlünün (General Motors, Ford ve Chrysler) elindedir, bunlarla uğraşılmaz, bütün çabalarına rağmen %4 pay alabilirler pastadan.
HADİ NAŞ NAŞ!
Bu arada tasarıma da el atar, çamurluk eteklerinden kurtulmaya bakarlar. Hornet’i rafa kaldırır, Nash
Metropolitan’ı ise müstakil marka gibi sunarlar. İktisadi kriz ve çalkantılar hızlarını kesse de hamleden korkmaz.
Başlarında az sıkıntı varmış gibi bir de Kaiser Jeep’in (Willys-Overland Motors) Ohio’daki tesislerini alırlar.
Bu arada üç büyükler AMC bayilerini rekabetle bunaltır ve ayartırlar. Adam niye gitmesin, daha az çabayla daha fazla satacaktır, hem onların servisleri daha yaygındır yurt çapında.
1979’da Renault ile teknoloji ortaklığı yapar ama umduklarını bulamaz.
Ve 1987’de havlu atar.
Hisseleri Chrysler tarafından toplanır ustalıkla.
“The End” efendim.
Buraya kadaaar.
BÜYÜK BALIK KÜÇÜĞÜ...
Nash, Birleşik Krallık, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler için sağdan direksiyonlu arabalar yapar. Hatta mahallî montaj tesisleri kurar. Şasi, motor ve şanzımanı ABD’den gelir, kasayı onlara bırakırlar. Hudson zaten eskiden beri Avustralya piyasasını elinde tutar. Tazmanya’da da kamyon imal eder ayrıca.
Bu tesislerin kimi VW markasının eline geçecek, kimi gidecektir Toyota’ya…
İkinci Dünya Savaşı’nı müteakip Nash Güney Afrika’ya çıkarma yapar. Zikrolunan tesis Packard, Renault ve bilumum motorlu araçları üretse de Chrysler’a yâr olur sonunda.
Otomobilcilik böyledir işte, büyük balık küçük balığı yutar.
.
ABD’de siyasetçi namlunun ucunda
16 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :16 Temmuz 2024 00:51
A -
A +
Her dört ABD başkanından biri silahlı saldırıya uğradı, 4’ü hayatını kaybetti 2’si yaralandı, 5’i kıl payı atlattı.
Biliyorsunuz Eski ABD Başkanı Donald Trump’a ateş açıldı, kurşun kafasını sıyırıp geçti kulağı kanadı.
FBI, bir kişinin ölümüne ve Trump’ın yaralanmasına sebep olan kurşunun genç Crooks’un silahından çıktığını duyurdu. Maksadı neydi bilemiyoruz. Çünkü adı geçen şahıs Gizli Servis tarafından vuruldu susturuldu. Halbuki Crooks kayıtlı Cumhuriyetçi. Arkadaşları onun kendi hâlinde biri olduğunu söylüyorlar.
Dersleri iyi ve tarihe olan merakıyla tanınıyor. Paraya ihtiyacı yok, oturdukları Bethel Park sakin ve nezih bir mahalle, herkes yaklaşamıyor.
ABD tarihinde George Washington’dan Joe Bieden’a 46 başkan gelir.
Bunlardan onbiri suikasta uğrar, dördü hayatını kaybeder. Kırkaltıda onbir çok yüksek bir oran, neredeyse her dört başkandan biri namlunun ucunda.
Gelin biz eskilere dönelim, silah çekilen başkanlara bir bakalım.
McKINLEY KONFERANSTA
William Mc Kinley 1843 yılında 9 çocuklu bir ailenin ferdi olarak Ohio’da doğar. 1861 yılında Kuzey Ordusu saflarında Amerikan İç Savaşına katılır. Bilahare ABD kongresine seçilir sonra Ohio eyalet valisi olur. 3 Kasım 1896 Başkanlık seçimini kazanır. Koloniler konusunda İspanya ile anlaşamaz, savaşırlar. Küba’ya bağımsızlık verir, Filipinler, Porto Riko ve Hawaii’yi alırlar.
McKinley 6 Eylül 1901 tarihinde konuşmasını bitirip el sıkışırken Polonya asıllı Leon Czolgosz tarafından suikasta uğrar, 14 Eylül 1901’de ölür. Katili asarlar.
GARFIELD’I İSTASYONDA
James A. Garfield kütük evde yetişen yoksul bir Ohio’ludur. Gemici olmak ister almazlar, o da kanalda katırcılık yapar. Kitaplara meraklıdır, hukuk okur avukat olur. Amerikan iç savaşında askerî eğitimi olmamasına rağmen generallik yapar. Bilahare Cumhuriyetçilerin safında siyaset atılır. Afrika asıllılar için de medeni hakları savunur. Oy vermelerini destekler. Yolsuzlukların üstüne gider, makineli tarımdan yanadır.
Altın ile desteklenen doları savunur, yeşil dolara karşı çıkar. “Kendini kâğıt paraya adayan bir parti, mahvolmuş bir halkın lanetiyle batacaktır” der. Ku Klux Klan yasasına karşı çıkar. Irkçı katilleri terörist olarak suçlar. Matematik ve geometriye meraklıdır, Pisagor teorilerini ispatlar. Panama kanalı için adımlar atar.
2 Temmuz 1881. Washington DC’deki Baltimore ve Potomac istasyonu’nda oğulları James ile Harry ve Dışişleri Bakanı James G. Blaine ile tren bekler. Yanında koruması yoktur güvenlik görevlisi de bulunmaz.
Belalısı Charles J. Guiteau Başkana birkaç el ateş açar. Bu adam haksız makamlar istemiş ve red olunmuştur zamanında.
İlk kurşun omzunu sıyırır, diğeri saplanır sırtına. Saldırgan beklettiği arabacının yanına koşaken polis Patrick Kearney ile karşılaşır. Şaşkın memur Guiteau’yu tutuklar ama elinden silahı almayı unutur heyecandan. Eh kolay mı? Başkanı vuran birini yakalamış sonunda.
Garfield kendini iyi hisseder ancak yara mikrop kapar 9 gün sonra New Jersey’de gözlerini yumar. Katil, Başkan’ı beceriksiz hekimlerin öldürdüğünü iddia eder. Mahkemede şiirler okur, marşlar söyler ve kendisine bir orkestranın eşlik etmesini ister. Deli ayaklarına yatsa da ipten kurtulamaz, yağlı ilmek boğazına geçer sonunda.
LINCOLN TİYATRODA
Abraham Lincoln 1908 Kentucky doğumlu bir Meluncandır. Babası Hodgenville adlı bir köy irisinde çift çubuk kovalar. Meluncanlar okula alınmadığı için Abraham okumayı kendi çabaları ile söker. 9 yaşında annesini kaybeder, analığı Sarah üç çocuklu bir duldur, Abraham’ı kitaplarla tanıştırıp ufkunu açar. “Bak yavrum” der, “dünya buradan ibaret değil, hazır genç ve güçlüyken ülkeyi dolaş. Yeni kurulan şehirlerde şansını ara!
Baktın olmuyor dön gel, başımızın üstünde yerin var!”
Abraham’ın Mississippi’deki yandan çarklılarda çımacılıkla başlar, New Salem’de bakkal açar. Postacılık, haritacılık derken girip çıkmadığı iş kalmaz.
Mükemmel bir hatiptir, etrafındakiler “sen avukat olacak adamsın” deyince hukuk kitapları alır, altını çize çize okur, Baro’nun açtığı imtihanı kazanır 1836).
Abraham’ın ömrü günü at sırtında geçer, küçük vekalet ücretleriyle, basit davaları kovalar. Bir ara kayıkçı takımı Mississippi üzerindeki Rock Island köprüsüne karşı çıkar, yıktırmaya kalkarlar. Abraham Lincoln hukuk savaşı ile köprüyü kurtarır ve büyük ün yapar. Hele bir garibi cinayetle suçlayan yalancı şahidi, astronomi bilgisi ve mantık oyunlarıyla bocalatıp hakikati ortaya çıkarınca ayakta alkışlanır. Armatörler, fabrikatörler, bankacılarla çalışır bundan sonra.
O günlerde dünya pamuk ihtiyacının neredeyse tamamını Güney Amerika karşılar. Ovalar kar yağmış gibidir, zenciler gün boyu koza yolar. Çiftlik baronları sadece kölelerin değil toprağın da canına okur. Çoraklaşan arazileri terk edip Meksika sınırını aşar, Teksas’a doğru yayılırlar. Meksikalılar karşı çıkarsa da San Jacinto muharebesi ile dumanını atar. Hatta General Santa Anna’yı esir alırlar.
Zafer gibi görünse de bu savaş Amerika’da siyasal çalkantılara sebep olur. Abraham Lincoln Demokrat Başkan James K.Polk’u “yayılmacılıkla” suçlar. Derken köle sahipleri ile köle karşıtları arasında silahlı çatışmalar çıkar.
Kuzey’in 9 milyonluk Güney karşısında açık bir üstünlüğü vardır, Kuzeyde 22 milyon insan yaşar. Kaldı ki para, silah ve endüstriyel güçleriyle fark atarlar. Bu mânâsız savaşta 620 bin insan ölür, güney harabeye döner adeta. Evet Afrika asıllılar hürriyetine kavuşur ama teşebbüs gücünden mahrumdurlar. Döner dolaşır yine efendilerinin kapısını çalarlar.
Lincoln o gergin günlerde radikal kanatları, ılımlıları bir arada tutar. Kabinede bütün başkan adaylarına koltuk verir işin içine katar.
Nitekim 1864 seçimlerini %55 gibi ezici bir oy ile alır, iç barışı sağlar. Başkan o gece (14 Nisan) savaşı bitirmenin verdiği neşe ile konukları tiyatroda ağırlar. 3. perdenin ortalarında, birkaç el silah sesi duyulur ve bir adam arka kapıdan kaçar.
Hademeler, Lincoln’u vuran kişinin oyunculardan Virginialı John Wilkes Booth olduğunu söyler. Onu takip eder, bir ahırda sıkıştırırlar. Kurşun yağdırır ortadan kaldırırlar.
KENNEDY KONVOYDA
Kennedy Amerika’da protestan olmayan tek başkandır, Vietnam bataklığından çıkmayı arzular. Bu tavrı silah sanayiinin canını sıkar.
22 Kasım 1963... Yer Dallas
Kış girmeli olmuştur ama yaz da bitmiş sayılmaz. Öğleden sonra pırıl pırıl bir güneş, çıkar, hani ılıtıp ısıtacak kadar.
Bu hava Kennedy’nin de kanını kaynatır, üstü açık bir arabayla halkı selamlar. Önde motosikletliler, arkada polis arabaları filan. Kortej ağır ağır ilerlemeye başlar.
Vatandaş Abraham Zapruder, Kennedy hayranlarından biridir, üç beş gün önce satın aldığı kurmalı el kamerasını kaptığı gibi duvara çıkar, konvoyu beklemeye başlar. Eli bayraklı çocukları, kadınları çeker, amatörce görüntüler toplar. Derken Başkan’ın limuzini görünür, Zapruder sehpasız görüntü almanın zorluğunu bilir, adeta nefesini tutar. Taa belinden dönerek aracı takibe başlar. Başkan ve First Lady mutludur, gülücük dağıtırlar.
O ara bir silah sesi duyar, cılız vizörün buğulu camından Başkan’ın sarsıldığını görür ve kanı donar. Bunun hayatında aldığı ve alacağı en kıymetli görüntü olduğunu neden sonra anlar. Gerçi 8 mm’lik filmler pek matah değildir, iri grenlerinden dolayı görüntü fluya kaçar. Buna rağmen mal altındır, TV’ler deli gibi peşinde koşar.
Gelgelelim polis bu büyük delilin yayınlanmasına izin vermez, filme el koyar.
Suikastı soruşturan Warren Komisyonu üyeleri defalarca izler adeta ezbere alırlar.
Kennedy önce sert bir darbeyle geriye savrulur, kanı sıkıştırılmış gazoz gibi etrafa sıçrar. Ardından bedeni öne doğru kapanır ki şimdi arkadakiler ateş açmış olmalıdırlar.
Polisler kurşun yolundan hareketle meydana bakan okul kitapları deposuna koşar. Binanın 6. katında, koliler arasında bir suikast tüfeği bulurlar. Ancak bu seri bir alet değildir ve atış yaptıktan sonra tekrar kuruluncaya kadar araba hedeften çıkar. Buraya girme izni olan tek memur Lee Harvey Oswald’dır. Gariptir ama bazı polislerin elinde Oswald’ın resimleri vardır.
Cinayet zanlısı suikasttan saniyeler sonra 2 katta görünmüştür açıkça. Bir anda 4 katı nasıl inmiştir acaba?
Bu arada Teksas Valisi Connely kanlı elbiseleri temizlikçiye verir, limuzini ise yıkatmaya yollar, Başkan’ın otopsi için açılan beyni yok edilir adeta.
Kennedy’nin vücudunda iki değil sekiz yara vardır ama savcı Jim Garrison “Oswald’ın suikastı tek başına gerçekleştirdiğini” açıklar. Demek aynı saniyelerde farklı mevzilerde bulunur nasıl olduysa.
Nedendir bilinmez cesede siviller yaklaştırılmaz, otopsi raporunu askerler yazar.
Oswald’ın bildiği bir şey var mı, bunu öğrenmek mümkün olmaz. Yahudi asıllı Ruby onu mahkeme yolunda, koruma altında üstelik gazetecilerin gözü önünde vurur susturur.
Kendisi de verilen ağır kanserojen ilaçlarla uyutulur zindanda.
Yıllar sonra Oswald ve Ruby’nin CIA’de beraber çalıştıkları çıkacaktır ortaya.
ONLAR KURTULDU
30 Ocak 1835... Başkan Jackson’a silah çeken saldırganın iki tabancası da ateş almaz.
14 Ekim 1912 Milwaukee... ABD Başkanı Theodore Roosevelt, seçim kampanyasında kurşunların hedefi olur, göğsünden yaralanır.
15 Şubat 1933 Miami... Franklin Roosevelt, uğradığı saldırıdan yara almadan kurtulur
1 Kasım 1950... Harry Truman’a saldıran Porto Ricolu militan korumaları aşamaz.
5 Eylül 1975... Namlular bu defa Başkan Gerald Ford’a döner ama badireyi yara almadan atlatır.
30 Mart 1981 Washington DC... Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Ronald Reagan, Hilton’daki bir konuşmadan limuzinine dönerken John Hinckley Jr. tarafından vurulur hastaneye kaldırılır. Hinckley’in akıl sağlığı yerinde değildir, bu saldırı ile aktris Jodie Foster’ın dikkatini çekeceğini sanır.
10 Mayıs 2005 Tiflis. George W. Bush’a el bombası atılır lakin pimin takılacağı tutar patlamaz. Bağdat’ta atılan papucu geçelim ne de olsa silah sayılmaz.
Evet bizden bu kadar, şimdi sahne yorumcularda.
.
Pakistan'ın 15 Temmuz'u! Ha bıçakla ha uçakla
23 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :23 Temmuz 2024 01:17
A -
A +
Cumhurbaşkanı Ziyâülhak, beş generali, ABD Büyükelçisi ve 29 vazifeli, patlayıcı ile düşürülen tayyarede hayatını kaybetmişti.
Ziyâülhak İslamabad’da kendi inşa ettirdiği Faysal Camii’nin haziresine defnedilir ki “şehîdü’l-İslâm” olarak anılır halkar asında.
Sen misin Pakistan’ı 10 yıl boyunca en hızlı büyüyen ekonomi yapan, bir üst lige taşıyan, nükleer silahlı ülkeler arasına sokan, İslam ortak pazarından söz açan?
Muhammed Ziyâülhak bir asır evvel (12 Ağustos 1924) Pencab eyaletinin Jalandhar şehrinde doğar.
İlk eğitimini Simla’da, orta tahsilini Delhi St. Stephen College’ta alır. II. Cihan Harbi’nde İngiliz saflarında Japonlara karşı savaşır. Ülkesi işgal altındadır o sıra.
Harp bitince orduda kalır, Dehra Dun’daki Kraliyet Akademisini bitirir, rütbe takar.
Hindistan fiilen ikiye ayrılınca (1947) Pakistan tarafına geçer, Kuetta Akademisinden kurmay çıkar. ABD’de kurslara katılır, yeni silahlarla tanışır (1963-64). Sonra Hindulara karşı tank birliği ile savaşır. 1967-70 arası askerî müsteşar olarak Ürdün’e yollanır.
Derken bir grup Pakistanlı subay Butto hükûmetini devirme teşebbüsünde bulunurlar, başaramazlar. Derdest edilir, Askerî mahkemede yargılanırlar. İşte o mahkemenin başkanı Ziyâülhak’tır. Zülfikar Ali memnun kalmalı ki generallik lütfeder, yetmez Genelkurmay Başkanı yapar. Önünde kendinden kıdemli beş paşa vardır oysa.
İÇ SAVAŞ KAPIDA
Mart 1977 seçimlerini yine Butto kazanır ancak sandıklardaki usulsüzlük ayyuka çıkar. Muhalefet “Millî Cephe” adıyla teşkilatlanır, ayağa kalkar.
Ülke iç savaşın eşiğine gelir. Zaten çeteleşme, yolsuzluk, yağma, adam kayırma can sıkmaktadır, üstüne bir de siyasi kavgalar...
İş çığırından çıkınca Ziyâülhak kansız bir darbeyle yönetime el koyar. Başbakan Zülfikar Ali Butto da tutuklanır bu arada.
Ziyâülhak sıkıyönetim komutanlığını da deruhte eder, mitingleri, gösterileri yasaklar.
Bilahare istifa eden Fazal Elahi Çaudhri’nin yerine cumhurbaşkanı olur. Bu arada Butto yargılanır, siyasi hasımlarını öldürtmekten suçlu bulunur, kalemi kırılır.
Humeyni asılmasın diye çok uğraşır, Sosyalist Butto dünya görüşü farklı da olsa Şii’dir sonunda. Ziyaülhak mahkeme kararına karışmaz, lehte ya da aleyhte konuşmaz.
KABİL İŞGAL ALTINDA
Derken komşu Afganistan karışır. İhtilalci komünistler Yahya Han’ın beşikteki bebeğini bile kırar, hanedandan tek fert bırakmazlar. Keyfî tutuklamalara başlar, milletin nasırına basarlar. Aksülamel (tepki) sert olur, sıkışınca Rusları davet eder, Kızılordu’nun arkasına saklanırlar. Sovyetler güçlüdür, önceleri tek kale maç yapar, Belh, Herat ve Gazne gibi tarihî şehirleri yakar yıkar. Ardından mücahitler hâkim olur sahaya.
Ziyâülhak direnişçilere hem silah mühimmat sağlar hem de milyonlarca mülteciyi yurdunda ağırlar.
Sovyetlerin Hint Okyanusu ve Basra Körfezi’ne yaklaşması Batı’yı telaşlandırmıştır. ABD bu defa kaybetmeyi göze alamaz, Afganlara silah yollar.
Dünyanın en büyük askerî gücü Kızılordu mum gibi erir, Rus gençleri zırhlıyla gelir, tabutla döner. Anneler sokağa iner, hesap sorar. Afganlar hududu yol yapmıştır, Rusya’ya rahat girer çıkarlar.
İKTİSADİ SIÇRAMA
Ziyâülhak devrinde batakhaneler kapatılır, alkol ve uyuşturucu yasaklanır. Kanunların çoğu İngilizlerden kalmadır, bir heyet bunları değiştirmek için çalışır. Halk oyuna sunulan İslamlaştırma projesi %95 kabul alır.
Evet siyasi partiler askıya alınmış, grevler ertelenmiş, basın sansürlenmiştir ama iktisaden toparlanırlar.
Faizsiz bankacılık üzerinde çalışır, zekât ve öşür ile fukaraya nefes aldırırlar. Eğitim dili olarak içinde hayli Türkçe kelime bulunan Urduca öne çıkar.
Ziyâülhak İslam ülkeleriyle iş birliği yapmaktan yanadır. İran-Irak savaşını bitirmek için çaba harcar.
Bu arada Pakistan on sene boyunca yüzde 6,8’lik büyüme ile dünyanın en hızlı gelişen ülkesi olur.
Demek ne paralar gitmiş yolsuzluğa?
BM nükleer silah bulundurma hakkını sadece II. Cihan Harbi galiplerine (ABD, SSCB, Çin, İngiltere ve Fransa) sunar.
İsrail için yasak söz konusu değildir ama. Derken Hindistan da atom bombası yapar. Ciddi bir engellemeyle karşılaşmaz.
O YAPSIN, SEN YAPMA!
Zülfikar Ali Butto “Biz de yapmalıyız” dese de yol alamaz. Ziyâülhak ise sessiz sedasız bombayı yaptırır, tecrübe ettirir hatta.
İşte o günden sonra Washington’la arası açılır, tehdit almaya başlar.
O gün Amerikan M-1/A tanklarının çöl kabiliyetini izlemek için Bahawalpur’a çağırılır. Manasız bir ısrarla bunaltırlar. Telefon kayıtlarına bakılırsa sadece bir komutan 16 defa arar. Ziyâülhak alımkâr değildir, öncelikle AWACS erken uyarı sistemi vardır aklında.
ŞAİBELİ PATLAMA
İçişleri Bakanı Aslam Hattak “gitme” diye ikaz eder, Ziyâülhak buna rağmen arkadaşlarını kıramaz, bir C-130 ile çıkarlar yola.
C-130 Hercules dört motorlu koca kanatlı bir tayyaredir motorlarından biri ikisi sussa da bişi olmaz, yedeğin yedeği, ihtiyatın ihtiyatı vardır. Düşük hızlarda havada tutunur, planör gibi süzülüp inebilir çayıra, bayıra.
Hem n’olur n’olmaz diye ABD Büyükelçisi Arnold Raphel’i de alır yanına.
Lakin suikastçiler işlerini şansa bırakmaz, akşam yorgunluğu ile dikkati dağılan pilotları sinir gazıyla (VX) felç eder uyuturlar. Ve mango kasalarına saklanan bombalar peş peşe patlar.
“Ülkemde İslami hükümleri hâkim kılmak için her türlü fedakârlığa hazırım” diyeli on gün olmuştur daha.
MADE IN USA
Kim yapmış olabilir acaba?
Pakistan halkına sorarsanız ilk ABD gelir akıllarına. Washington kendinden ziyade İsrail’i kayırır; “Aman bomba düşmesin Yahudi’nin başına!” Hatta kendi büyükelçisini bile harcar siyonistin uğruna!
Ziyâülhak’ın oğlu İcazülhak “Kumpası kuranlar, hiçbir şeyi şansa bırakmadılar” der, “hem sinir gazı, hem patlayıcı kullandılar.”
FBI dünyanın herhangi bir yerinde hayatını kaybeden sıradan Amerikan vatandaşı için 72 saat içinde soruşturma açar mutlaka. Burada koskoca ABD Büyükelçisi ölmüştür, hadise mahalli ne zaman incelenir biliyor musunuz? 330 gün sonra!
Hava Tuğgeneral Zahir Zaidi gizlice uçak enkazından parçalar alır, laboratuvarda inceletir saklıca. Yanılmamıştır patlayıcı izi çıkar yüksek oranda.
Amerika’nın Hindistan Büyükelçisi John Gunther Dean’a göre Mossad’ın da parmağı da vardır suikastta.
KANADINA TAŞ DEĞENLER!
Siyasilerin uçakla ortadan kaldırılması sık başvurulan bir yoldur, halkı kazaya ikna kolaydır zira.
Hatırlar mısınız Rahmetli Menderes’in tayyaresi de düşmüş, değerli komutan Eşref Bitlis Paşa şehit olmuştu tatsız bir kazada. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu unutulur mu sonra?
Devam edelim: Aralık 1936, İsveç Başbakanı Arvid Lidman İngiltere Croydon’dan havalandıktan kısa bir süre sonra...
Eylül 1940. Paraguay Devlet Başkanı Jose Felix Estigarribia eşiyle beraber çıktıkları seyahatte...
Temmuz 1943. Polonya Başbakanı Wladyslaw Sikorski, Cebelitarık’tan kalktığı gibi deryaya...
Mart 1959, Boda. Orta Afrika Başkanı Barthelemey Boganda “Çad, Kongo, Kamerun, Ekvator Ginesi, Angola ve Gabon’u tek bayrak altında toplayalım” diye konuşunca.
Eylül 1961 BM Genel Sekreteri İsveçli Dag Hammarskjöld Zambiya’da...
Mayıs 1966, Irak Cumhurbaşkanı General Abdüsselam Arif, helikopter kazasında.
Nisan 1969 Cochabamba. Bolivya Devlet Başkanı General Rene Barrientos, helikopter kırımında.
Ocak 1977 Yugoslavya’nın Boşnak Başkanı Cemal Biyediç Bosna Hersek semalarında...
Mayıs 1979 Moritanya Başbakanı Ahmet Busseyf Dakar açıklarında...
Aralık 1980’de Portekiz Başbakanı Françesko Carneiro Cessna tipi uçakla Lizbon’da...
Mayıs 1981 Ekvador Cumhurbaşkanı Jaime Roldos Aguilera ve Savunma Bakanı General Aurelio Peru sınırında... Ağustos 1981. Panama Devlet Başkanı Omar Torrijos, kendi kullandığı uçakla...
Ekim 1986 Mozambik Cumhurbaşkanı Samora Machel ve bakanları Güney Afrika yakınlarında...
Haziran 1987, Lübnan Başbakanı Sünni asıllı Reşid Abdülhamid Kerami, helikopter koltuğunun altına konan bombayla...
Nisan 1994 Burundi Cumhurbaşkanı Cyprian Ntaryamira ve Ruanda Devlet Başkanı Juvenal Habyrimana’yı taşıyan tayyare Kigali Havalimanı’ndan açılan ateş sonunda...
Şubat 2004 Makedonya Cumhurbaşkanı Boris Traykovski ve beraberindeki heyeti taşıyan tayyare Mostar yakınlarında...
Nisan 2010, Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski, eşi ve 96 kişi Stalin devrinde yapılan Katyn katliamını teline giderken Rusya’da...
23 Ağustos 2023 Kuzhenkino... Wagner’in patronu, kiralık katil Yevgeni Prigojin haddini aşıp Putin’e posta koyunca...
Şubat 2024 eski Şili Devlet Başkanı Sebastian Pinera’yı taşıyan helikopter Ranco Gölü’ne batınca...
Ve İranlı İbrahim Reisi. Detayları biliyorsunuz. Çok yeni daha...
KARDEŞTEN ÖTE
Ziyâülhak bir Türk dostudur, “Pakistan, Türkiye’nin doğudaki vilayeti, ben ise Ankara’nın valisiyim” diyecek kadar.
“Türkiye’ye niye gittin davet edilmedin ki” diye laf atanlara “İnsan, kardeşinin evine davetiye ile mi gider” der, samimi bir üslupla. Süleymaniye Camii’nin halılarını cebinden yeniletir hatta.
Garip gurebayı kollar, Kızılordu’nun hışmına uğrayan biçareleri Pakistan’da ağırlar. Kolay değil iki milyondan fazla mülteciye kucak açar.
Kafasında “Asya Ortak Pazarı” vardır. Türkiye, Malezya, İran, Irak, Afganistan ve Bangladeş arasında kurulacak ve hepimize yarayacaktır sonunda. Zamanında hayli üniversite açar, medreselere fen dersleri koyar. Ziyâülhak’tan sonra üç milyon gencin lise denkliği elinden alınır, kazanılmış haktır oysa.
DOSTUN ESKİSİ
Afganistan İslam dünyasının itici güçlerinden biridir. Timuroğulları, Gazneliler, Delhi, Dekkan Sultanları ve Babürşahlar (Gürgâniye) Hindistan’da ferman okuturlar.
Havali o mirasın şuurundadır hâlâ, Hintli, Peştun, Tacik, Özbek, Türkmen ve Bengalli el ele verebilse büyük bir güç çıkar ortaya. İşte bu yüzden Ziyâülhak gibiler getirilmez iktidara.
Onun ardından yapılan Aralık 1988 seçimlerini Zülfikar Ali Butto’nun kızı Benazir (37) kazanır, sarar başa.
Ve bir 28 Şubat da Pakistan yaşar. Sağ sol didişip durur, iki yakaları gelmez araya.
Biz de Demirel-Ecevit, Çiller-Yılmaz kavgalarıyla güzelim yılları heba etmedik mi boşuna?
.
Ah yüzümüz onun kadar ak olsa zenci Musa
24 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :24 Temmuz 2024 10:38
A -
A +
Biraz Arap, biraz Rumeli, biraz Afrika. Osmanlı bu işte, terkibe baksana.
Zenci Musa Sudan asıllı bir ailenin çocuğudur. Girit’te doğar (1880) sonra babasını kaybeder, dedesi
Kahire’de mukimdir onu da alır yanına. Türk mektebinde okur, sular seller gibi Osmanlıca.
İri kemikli bir çocuktur, omuzları erken oturur, boyu uzar da uzar. Gücü kuvveti yerindedir, tuttuğunu koparır âdeta.
Sene 1911. İngiliz, Fransız ajanları, Garbi Trablus’ta fink atar.
Derken İtalyanlar asker çıkarır kilit noktaları tutarlar. Müslümanlar da Senusilerin öncülüğünde kıyama kalkar. Musa sağına soluna bakmadan “Ben de varım” der, gazaya koşar.
Yolu Derne’de Teşkilat-ı Mahsusa’dan Kuşçu Eşref Sencer’le kesişir, komutan bu hürmetkâr çocuğu sever, emir eri alır yanına.
Zenci Musa’nın teni karadır, gözü daha da kara, akla ziyan işin mi var? Al onu, çık yola.
Bir seferinde Musa altın lirayla mükâfatlandırılır. Garibim çok utanır “N’olur reddetmeme izin verin” der yalvaran bir ses tonuyla.
O sadece halis bir Müslüman olmak ister, Halife hazretlerine hizmeti dokunursa ne âlâ.
BALKANLARDA
Trablusgarp cephesinde çatışmalar gevşemiştir ki Balkanlar çalkalanır bu defa.
İttihatçılar memleketi acemice yönetir, dengeyi tutturamazlar. Aralarında asırlık niza (çekişme) bulunan
Balkan Hristiyanlarını birleştirip gaile açarlar devletin başına. Ah, Abdülhamid Han oturacaktır ki tahtında...
Tehdit hayli ciddidir, Trablus’taki subayların Rumeli’ye geçmesi istenir ivedi kaydıyla.
Kuşçu “Yürü” der ve esmer devimizin Balkan macerası başlar.
Garip bir dönemdir, gaflet, ihanet, olmayacak hatalar. İttihat Terakki “çocuk bile yapmaz” denilen işlere imza atar. Güzelim Selânik’i anahtar teslim Yunan’a bırakırlar. Muhkem mevzileri, tabyaları, ağır silahları bağışlarlar (!) Rumlara.
Tam 30 bin askerimiz esir olur, açlık, hastalık, firar... Çöküntü diğer birliklere de sirayet eder, şirazemiz kayar.
SÜVEYŞ’TE
Balkan savaşları Rumeli Türkü’nü bizar eder, Sırp Yunan ve Bulgar çeteleri Müslüman katletmeye başlar.
Göçler düzülür, insanlar perişan, cami avluları serapa muhacir dolar.
Henüz nefes alamamışızdır ki Enver, Talât, Cemal üçlüsü memleketi Cihan Harbi’ne sokar. Karşımızda
İngiltere, Fransa ve Rusya vardır. Yetmedi Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Portekiz, Brezilya ve Japonya...
Müttefiklerimizden Bulgaristan pes eder, İtalya karşı tarafa geçer, bir biz, bir de Macarlar kalır kayzerin yanında. Zaten Alman’ın savaşıdır, biz niye boğuşacaksak Galiçyalarda?
Harp kararı yanlış da olsa düşmana boyun eğmez, vatanı çiğnetmeyiz asla. Çanakkale’de çocuklarımız canı pahasına direnir, etle çelik karşı karşıya.
Sadece Boğaz değil her yer kaynar, Süveyş cephesinde Alman komutanların kayıp diye bir endişesi yoktur,
Müslüman çocukları kanala sürer, kırdırırlar. Yeter ki İngiliz ordusu buralarda kalsın, dönmesin Avrupa’ya.
Hasanlar bunalsın ki, Hanslar nefes alsın.
Şehitlerimizin çoğu yedek zabittir, hekim, mimar veya baytar… Cennetmekân yetişsinler diye servetini dökmüş, senelerce beklemiştir sabırla.
Kışlaya siyaset girmiştir, Gazze, Nablus, Şam ve Halep’te hata üstüne hata. Selâhaddin Eyyubi’nin, Yavuz
Selim’in emaneti nurlu Kudüs’ü bırakırız düşmana.
Sarıkamış’ta çocuklarımız ayazdan donar, ki henüz mermi bile sürememiştir namluya.
Ah kırılası klavye, ben ne diyeyim sana?
ARABİSTAN’DA
Eşref Bey ve Zenci Musa bir cepheden gelir, öbürüne koşarlar.
Ve emir gelir; “Derhâl Hicaz’a geçiyorsunuz, kavgalı Arap kabilelerini barıştırın, destek olsunlar ordumuza.”
İşe henüz girişmişlerdir ki bir vazife daha: Alın şu 300 bin altını, doğru Ahmed Tevfik Paşa’ya!
İngilizler paranın kokusunu alır, pusuya yatar. Nitekim Hayber’i geçtikten sonra Cembele mevkiinde kafileyi düşürürler tuzağa.
Düşman 25 bin kişidir ve yağmur gibi mermi yağar. Bizimkiler de karşılık verir, çatışma geceye sarkar.
Askerlerimiz şehit olur, Eşref Bey yaralanır, esir düşer düşmana.
Zenci Musa o hengâmede bir arkadaşı ile paraları alır, Yemen’e vasıl olur, hem de ümitler kesilmek üzereyken, tam zamanında.
Bilahare İstanbul’a gelir, Kuşçu Eşref’in ölmediğinden emindir, kendisini bulacaktır nasıl olsa. Sırf o yüzden limanda çalışır, her yanaşan vapuru ümitle karşılar, komutan bundan mı inecek, şundan mı acaba?
Ne sadakat ama?
Zenci Musa’nın kabri / Üsküdar
GALATA’DA
Ali Sait Paşa garibe sahip çıkar, “İster misin tekaüt maaşı bağlatalım sana?”
-Efendim mazur görün, ben bu fakir milletin parasını alamam.
Açtır, açıktadır, odu ocağı yoktur oysa.
Ferid Bey ise kâhyalık teklifinde bulunur, “Gel geç şu hamalların başına!”
-Kâhyalığı yaşlı bir Müslüman yapsın beyim, henüz gücüm kuvvetim yerinde, belim bükülmedi daha!
Derken ihtilaf kuvvetleri İstanbul’a girer. İşgal ordusu komutanı General Harrington limana uğrar, balyaları tek eliyle kaldırıp atan dev cüsseli hamala bakar.
-Kim bu?
Yaver “Zenci Musa” diye fısıldar, “Hani Arabistan’da 25 bin adamımızı atlatıp altınları Yemen’e ulaştıran Osmanlı var ya…”
Komutan “Çağırın gelsin” der, tanışırlar. “Maiyetine girmesi için” parlak tekliflerde bulunur. Kaale bile almaz, döner gider işinin başına.
Neyse I. Cihan Harbi sona erer. İngilizler Yunan’ı silahlandırır bu defa.
Biz birbirimizi yiyelim ki petrol sahalarına çöksünler rahatlıkla.
Zenci Musa gündüzleri halat, urgan çeker, kan terler balyaların altında.
Geceleri sandık sandık silah kaçırırlar kırık dökük peremeler (kayıklar), çürük çarık salapuryalarla (ticaret gemileri). Yaşlı mavnalar bata çıka, bata çıka İnebolu’ya.
Musa’nın yaşı kırk bile değildir ama yıpranır. Bir lokma ekmek bulacak ki öpsün koysun başına.
Özbekler Tekkesinin şeyhi Ataullah Efendi “Gel dergâhta kal” der, “hiç değilse sıcak bir çorba girsin boğazına.”
O günden sonra tekkede yatıp kalksa da hızlı kilo kaybeder, zayıflar. Çağırılan tabip “verem” der, çaresiz ellerini açar iki yanına.
Ve kor gibi civan kar gibi erir, kavuşur rahmet-i Rahman’a (1919).
Bavulunu açarlar. Bir Mushaf-ı şerif, bir bayrak, bir Osmanlı haritası ve komutanının sararmış fotoğrafı çıkar. Kefenini de hazırlamış koymuştur yanına.
Çakılı çivisi, dikili ağacı yoktur, birkaç zralık (zra: 48 santimetrelik bir ölçü birimi) mezarı olur sonunda.
Gittim efendim.
Ziyaret için Üsküdar’a. Tekkenin yeri kolay. Zenci Musa ile ilgili bir tabela var ama kabir taşını bulamadım. Ne biliym belki de benim Osmanlıcam o kadar.
MI ACABA?
Böyle yazıları genelde bir erbabına okuturum, ki hata olmaya. Profesyonel tarihçi olmadığımız için bazen çuvallıyoruz, zaman zemin kayıyor, yine vurmayalım baltayı taşa...
Yazıyı gözden geçiren arkadaş Kuşçubaşı Eşref’ten hayli rahatsızdı. “Neticede bunlar İttihatçı militanlar” dedi, “Abdülhamid Han’ın düşmanıydılar, koca imparatorluğu dağıttılar. Almanlarla düşüp kalktıkları için propagandanın gücüne vakıf oldular. Sözüm meclisten dışarı, efsaneler uydurdular. Çanakkale’de kuru ekmek masalları, bacadan giren mermiler, saate çarpan şarapneller filan… Hâlbuki tertemiz bir zafer, hurafeye ihtiyacı mı var?
Kuşçubaşının adı bile uydurma. Babası sarayın kuşçularından biri o kadar. Kuşçubaşılık ayrı bir şey, önemli mevkidir Osmanlıda. Sonra Sultan Sencer’le hiçbir alakası yok. Sencer ismini ileri yaşlarda ekliyor adının yanına. Bütün bunları Dr. Polat Safi yazdı açıkça.
HESAP ORTADA
Gelelim Cembele’ye. Şimdi baskın yemiş, kafileden iki kişinin çıkması ve 300 bin altını alıp taaa Yemen’e götürmesi kolay değil. Hayber Medine arası 150 km. Medine San’a arası 1.430 km. Topla 1.580 km eder. Yani Edirne Van daha kısa. Saatte bir fersah katetseler 36 km tutar ki menzil derler ona. Yani 44 gün çöl adımlayacak ki, San’a’ya vasıl ola.
O hengâmede keseleri kuşağına koyup kaybolamaz. Bir Reşat altını 7,2 gram, 300 bin altın, 2 ton 160 kilo yapar. Bir sürü avadanlık, mühürlü sandıklar, evrak… En az 20 deve lazım, âdeta kervan. Kaldı ki güzergâh belli, kuyuları takip etmek mecburiyetindeler. İngilizlerin keşif tayyareleri vızır vızır uçarken, mıntıka ajan ve şaki kaynarken böyle iştah açan bir servetle kem gözlerden nasıl sakınır insan?
HİKÂYE GÜZEL AMMA…
General Harrington denen kibirli herif, güneş batmaz imparatorluğun genelkurmay başkan muavini. Farz edin umumi vali, bir nev’i kral. Zafer sarhoşu, İstanbul ondan sorulur o sıra. İtalyan general Ernesto Monbelli ile Fransız general d’Espèrey’in bile ayağını kaydırdığına göre var gücünü anla.
Ekibi ile Mekteb-i Harbiye’ye çöker, Kroeger Otel’de (şimdiki Beyoğlu Öğretmenevi) imparator gibi yaşar. Bir hayat ki balo kıvamında. Haşmetmeapları rıhtıma niye insin? Hem niye muhatap olsun hamallarla? Kaldı ki milletin içinde ‘Gel bize çalış’ teklifi yapılmaz. Reddolunacağını bilecek kadar uyanıktır, basar mı yaşa?”
Sükûûût. Bir şey diyemedim ona.
Amaan, altınları taşısa da taşımasa da, Harrington’la konuşsa da konuşmasa da Zenci Musa diye bir yiğidimiz var mı? Var!
Onun halis bir mümin ve sadık bir tebaa olduğundan şüphemiz? Hayır asla.
Allahü teâlâ gani gani rahmet eylesin, memlekete hizmeti geçenlerin alayına.
.
Dostlar meclisi! Ne mutlu CHP'liyim diyene
27 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :27 Temmuz 2024 01:08
A -
A +
İlk Meclis’in mebusları davetle çağrılır, Rumelililerin ciddi bir ağırlığı vardır.
Temmuz’da yeni bir tabirle tanıştık. “Demokrasi şehidi.”
Uğruna ölünecek değerler arasında “demokrasi” kaçıncı olabilir ki?
Yerli değil millî değil, Batıdan ithal bir yönetim şekli. İsrail parlamentosu ve Netanyahu katilini ayakta alkışlayan ABD Kongresi de demokrasi müessesesi...
Faydalıdır zararlıdır orası ayrı mevzu ama övüldüğü yıllarda da mevcudiyeti tartışma meselesidir.
İlk Meclis’e çağrılan mebuslar, yolları bir şekilde M. Kemal ile kesişen isimlerdir, davetle gelir, seçilmiş değillerdir. Tek parti prensleri umumiyetle Rumelilidir, Anadolu’nun alakasız vilayetlerinden gösterilir.
Bazıları peş peşe sekiz dönem oturur, sandalyeyi sahiplenir.
Şöyle üstünkörü bi bakalım. Önce Ankara vekilleri diyelim. Mesela Midillili Ahmet Rüstem Bilinski.
Ayntab’tan İstanbullu Ali Cenani, Ragıp Yoğun ve Rodoslu Kılıç Ali.
Bolu için Nişli Cevad Abbas, Filibeli Nuri Aksu, Eskicuma’dan Tunalı Hilmi. Hanyalı (Yunanistan) Cemal Suda da 5 dönem yapıştıysa vardır bir sebebi.
Burdur sandalyelerine İstanbullu Ali Ulvi, İsmail Suphi ve Kosovalı Mehmet Akif ile Selanikli Şevket.
Bursa’da muhacir çoktur, Grebeneli Emin Erkul, Üsküplü Necati Kurtuluş göze batmaz ama Tosyalı Abdullah Servet kendi muhitini daha iyi temsil etmez mi?
Cebel-i Bereket (Osmaniye) mebusları Malkaralı Faik Öztrak ve Debreli (Makedonya) Rasim Celâleddin. Bilmem hiç fıstık yetiştirdiler mi?
ORALIYI BURAYA
Çorum, Denizli ve Diyar-ı Bekr listelerinde doğma büyüme İstanbullular.
Merak ediyorum acaba Rodoslu Mehmet Atıf ile İstanbullu Refik Saydam Doğubayezid’i gördüler mi?
El-Aziz’i temsil için de Selânikli Hasan Tahsin Berk’i yollarlar.
Ertuğrul sancağında (Bilecik) İzmirliler ağırdır, Eskişehir’de ise Ohrili Eyüp Sabri, Dobrucalı Veli ve Gümülcineli Sami.
Hadi İstanbul neyse; Pirlepeli Ali Fethi’yi, Köstenceli Numan’ı eritir. İzmir’e de iki Selânikli (Refet Bele, Hasan Tahsin) Gerçi Rodos yakın sayılır, Ali Enver Tekând sindirilir.
Kocaeli’ye bakıyorum; H. Sırrı Lefkoşalı, Hamdi Namık Debreli.
Karahisar-ı Sahib ve Karahisar-ı Şarki de ellerin elindedir.
Saruhan vilayetinde Midillili Mehmed Refik, Plevneli Celâleddin (Bayar), Manastırlı Hüseyin Avni.
Sinop’ta Manastırlı Rıza Vamık, Kırklarelili Şerif.
Trabzon listesinde Rodoslu Hamit, Edirneli Hüsrev (Gerede) ve Serezli Hamdi (Ülkümen).
Yaa hiç mi Karadeniz çocuğu yoktu? Bunlar hamsiyi fındığı ne bilir?
Van’a ise Podgorica’lı Haydar, acaba otlu peynir yedi mi?
Davet edilirler, lütfeder gelirler, yemin bile etmezler.
BASKIN BASANIN
Yıl 1923.
T.C. kurucularını Lozan’ı oylatma endişesi sarar. Meclis-i Mebusan’dan gelen ağır isimler vardır. Tavize direnir, itirazdan da çekinmezler.
1. Kemal, Batı Anadolu gezisinde halkı hazırlamaya çalışır ama içi rahat değildir hâlâ.
O gece Vekiller Heyeti Başkanı Rauf ve Ali Fuat Paşa’yla toplanır bir plan yaparlar. Meclis’e yeni bir seçim kanunu teklif edecektirler. Ancak Teşkilat-ı Esasiye’ye göre erken seçim için 2/3 ekseriyet gerekir.
Toplanabilmesi zordur, davet edilip de gelmeyenleri müstafi sayar, Meclis’i fesheder kurtulurlar.
Seçim baskın tarzında yapılır; mevcut hukuka göre ya doğduğunuz büyüdüğünüz yerden aday olursunuz ya da en az beş sene ikamet ettiğiniz şehirden.
Hâlbuki Yakup Kadri, Mardin adayı olduğunu gazeteden öğrenir, M. Kemal de Ankaralı değildir.
Neyse 1923 seçimleri yapılır, Müdafaa-i Hukuk Grubu yekpare koltukları kapatır. Ve Lozan rahatlıkla imzalanır. (23 Temmuz 1923)
Oldubittiye getirmek mi? Ne münasebet canım, hâkimiyet bilakayduşart milletindir.
Grup haricinde seçilmeyi başaran tek isim Gümüşhane Mebusu Zeki Kadirbeyoğlu olur. Hilafetin İlgası ve Hanedan-ı Osmani’nin Harice Çıkarılması Hakkındaki Kanun’a ret oyu verir.
DEMEDİM Mİ BEN SANA!
İnandığını savunanlar muhalif diye ilan edilir. Bir kısmı “İzmir suikastı” davasında elenir.
Kafkas kahramanı Çerkez Halid Paşa cepheden cepheye koşmuş, 11. Yunan Tümeni’ni, Tümgeneral Nikolaos Kladas ile birlikte esir almıştır. Gelgelelim rejim militanlarından Kel Ali (İstiklal Mahkemelerinin hukuksuz celladı) tarafından Meclis koridorunda vurulur. Beş gün boyunca kıvranır, ölmesini bekler, hastaneye kaldırmazlar. Savcılıktan ne soruşturma, ne kovuşturma.
Kanun karşısında herkes müsavi, bazıları daha müsavidir.
İzzettin Çalışlar Yanya’lıdır. Kütahya Eskişehir Muharebelerine katılır, bir ara Çerkez Ethem ile uğraşır. Askerî vali olarak İzmir’e tayin edilir. Aydın, Muğla ve Balıkesir mebusluğu yapar.
Mazhar Germen, sekiz dönem Aydın mebusu olur, taaa DP iktidarına kadar.
Anıtkabir inşasını teklif eden alkışçı Mithat üç dönem Aydın, üç dönem de Trabzon mebusu olur.
Rodoslu Reşit Galip, sofranın saylavlarındandır. Maarif Bakanlığı yapar, halkevlerini açar, Türkçe ezan taraftarıdır, lisanımızı uydurukçaya boğar. İstiklal Mahkemesi azasıdır, Paşa’nın emriyle Serbest Fırka’ya girer çıkar. “Türk’üm Doğruyum” andını yazar. Rakıyla nohudu özünden çok sevse de ikinci kadehten sonra uçar, Atatürk’e bile posta koyar.
CİNAYET SÜMEN ALTINA
Manastırlı Recep Zühtü de yakın arkadaşlardan, birçok şirketin mümessilidir, Şeker Fabrikaların da da aza. Metresi Fatma Medine Hanım’ı vurup öldürür. Tabiplere sırnaşır, “Rapor verin bana!” Mazhar Osman “Hayır” der, “Aklın başında!”
F.K. Gökay ise sahtekârlığa alet olur, hem hocasını ezer hem mesleğine ihanet eder, katil kodesten yırtar onun yazdığı raporla.
Zamir Bey, Adana eşrafındandır. Paşa, senin adın “Damar” olsun deyince çok bozulur, sesini çıkarmaz. Ağırına gider, kabullenemez asla. Damar da ne ya?
Bazı isimler kontenjan senatörü gibidir ömür boyu mebus kalırlar. Mesela Ankara Milletvekili Şakir Kınacı I, II, III, IV, V. ve VI. Dönem Meclis’ten çıkmaz, koltuğunu soğutmaz.
Antalya mebusu M. Rasih Kaplan yedi dönem Antalya, bir dönem Maraş milletvekilliği yapar. Dört kere sekiz kaç ediyorsa o kadar.
Nişli M. Cevad Abbas da Bandırma vapurunun iltimaslılarından. Hayat boyu Bolu mebusu, bir eli Tayyare Cemiyetinde diğeri İş Bankasında.
Sakaryalı Falih Rıfkı, Bolu ve Ankara listesine kazık çakar. Bir ara Ecevit’ten görünürler, Karaoğlan’ın solculuğuna takar. Kimse onlardan farklı düşünemez el oğuşturmalıdır karşısında. Hırslı ve kindardır; “Hamid despotluğunda seyahat yasaktı” der utanmadan. Hâlbuki Sultan demir ve deniz yolları için servetini harcar, teberrular ortada.
KONJENİTAL (DOĞUŞTAN) KONTENJANLILAR
Süleyman Sırrı İçöz, Yozgat mebusudur, sekiz dönem içinde tek icraatı var: Bozok’un adını Yozgat yaptırmak.
Bursa’dan Fehmi Gerçeker de müzminlerden, sekiz dönem koltuğu bırakmaz, Meclis’ten cenazesi çıkar.
Cebel-i Bereket Mebusu İhsan Eryavuz soyadına ihanet eder, adı karışır Yavuz - Havuz yolsuzluğuna.
Manastırlı Hüseyin Avni de anasının karnından vekil olarak doğar, ölene kadar yapışır Osmaniye’nin sırtına.
Dr. Mustafa Cantekin Meclis’e Kozan’dan girer, yedi dönem Çorum’u temsil eder sonra.
Mazhar Kansu bir dönem Hakkâri, dört dönem Denizli, iki dönem de Artvin’den, hukukçu olmadığı hâlde Şark İstiklal Mahkemesine başkanlık yapar.
Yusuf Başkaya da İstiklal Mahkemesi Başkanı... Eh yedi dönem Denizli koltuğu bağışlanmış çok mu ona?
İstanbullu İbrahim Edhem, Bandırma vapurunun hekimi (demek kırık dökük, pusulasız tekne değil, padişahın lütfettiği donanımlı gemi) hooop oradan Diyarbakır saylavlığına.
MADALYALI İDAMLIKLAR
Priştineli Cafer Tayyar (Eğilmez) Balkan dağlarını mekân tutan bir komutandır. M. Kemal Samsun’a yollandığında Rumeli’de esirdir hatta. Bilahare Güneydoğu’ya yollanır, Nasturi isyanını bastırır. “Bırakın Musul’a da gireyim” der, “Zaten Misakımillî hudutlarında.” Ankara kesinlikle karşı çıkar... Göğsü madalya doludur lakin İzmir suikastında yargılanır, ipten zor yırtar.
Yavuz zırhlısının tamiri için Fransız şirketinden rüşvet alan Dr. Fikret Onuralp süzme kulüpçüdür. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locasından. I. Dönem Kozan, II. Dönem Ertuğrul, III. Dönem Bilecik mebusu yapılır ve Kastamonu İstiklal Mahkemesinde azadır.
İbrahim Abdülhak Fırat tam yedi dönem Erzincan mebusu, İstiklal Mahkemesi savcı muavini ayrıca.
1. Emin Sazak ise sekiz dönem Eskişehir mebusu. Kadrolu gibi âdeta.
Erzurumlu Rüştü Paşa hemen hemen her cephede savaşır; Kafkaslarda, Sakarya’da. O kadar muharebeden sağ çıkar, İzmir suikastından kurtulamaz. Yaftalar, yargılar, sallandırırlar!
Cephede ayı yavrusu beslediği için adı “Ayıcı”ya çıkan Mehmed Arif Bey, Bandırma vapuru ile Samsun’a gelen üçüncü milletvekili. 1923 Eskişehir’den parlamentoya, 1926’da İzmir suikastından darağacına…
Devlet Selâniklilerin elinde gibi görünüyor inanmayın asla. Öyle “zümre iktidarı” filan yok, hemşehri muhabbetidir en fazla...
Biz de mübadiliz, muhaciriz, yerli yetikli Selânikliyiz bu arada.
Hem ana tarafından hem baba
.
Kralların arabaları arabaların kralları
28 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :28 Temmuz 2024 01:01
A -
A +
Bir marka için başkana “makam aracı yapıyor” olmak büyük itibar. Bu reklam ona yeter de artar.
Biz Şevrole Pleymut Desoto nesliyiz otomobil dendi mi Detroit gelir aklımıza.
ABD başkanları uzun yıllar Ford Lincoln kullanır, Reagan yönetimi ise GM ile anlaşır, Cadillac Fleetwood girer topa.
Kennedy’den hatırlarsınız başkan limuzinine dört motosiklet refakat eder, arka tamponda kara gözlüklü korumalar. Obama döneminde 30 araç daha eklenir, diyeceksiniz ki bu ne ya?
Efendim bu arkadaşlar patlayıcılar, biyolojik silahlar ve kimyevi saldırılar hususunda donanımlıdırlar. Digital mücadeleyi de bilirler, muhtemel EYP’ler için sinyal bozan jammer’lar filan.
Başkan arabalarına başka usta dokunamaz, bakımları askerî bölgede yapılır mutlaka.
KAMYON ARTI TANK
Trump için dizayn edilen Cadillac One tankı andırır. Kamyon platformu üzerine kurulan canavar, çelik, titanyum, alüminyum ve seramikle harmanlanır, takriben 10 ton ağırlığındadır. Yangın tehlikesine karşı dizelle donatılır, camlar kurşun geçirmez, lastikler patlamaz. Protestocular arasında kaldı mı, etrafı sise boğar, gece görüş ile yolunu bulur, sıyrılır aradan. Kapısı bir Boeing 757’ninki kadar ağırdır. Zırh kalınlığı 20 santimetredir, camların ağırlığı 3 tonu aşar.
Başkan dışarıyı görebilir ama dışarıdakiler onu asla. Patron âdeta kasada oturur, ekiple mikrofon ve hoparlör marifeti ile irtibat kurar. Yola üç limuzinle çıkarlar, başkan önde de olabilir sonda da. Suikastçı “bul karayı al parayı” oynayacak değildir, üçüne de saldırmaya kalkacak, gücü dağılacaktır eylem esnasında.
Eh bunlar da silahlı pusatlıdır, yedirirler mi adama?
Yeri gelmişken söyleyelim Kanada Başbakanı Justin Trudeau da Cadillac’çıdır.
ÇAKMA PACKARD ÇAYKA
Rivayet doğruysa Başkan Roosevelt SSCB’nin acınası arabalarına pek üzülür “Yazık yaa, vah vah vah!”
Tutar Stalin’e kaliteli otomobiller üreten Packard Senior’un eski kalıplarını yollar. Ruslar onunla ZIL limuzin yaparlar. GAZ 13 ve 14 Çayka ise ZIL’in çakmasıdır, parti komiserlerine valilere filan dağıtılır. Fidel Castro gibi bir militan emperyalist arabasına binecek değildir ya. Ona da bir tane yollarlar. Havana sokaklarında allı morlu Amerikan klasikleri boy göstermektedir oysa.
Vladimir Putin yıllarca Mercedes 600’e biner, konforlu, korunaklı rüştünü ispat etmiş bir araba. Ama Alman’la dalaşırken Mersoyla dolaşmak yakışık almaz. Mühendislerine emreder, Aurus Senat’ı yaparlar. Fiyatı 1,5 milyon dolardan başlar, marifetlerini sır gibi saklarlar. Kesin 6-7 ton var gibi, çizgileri Rolls-Royce’dan aparma.
MERCEDES VE DİĞERLERİ
Makam arabası dendi mi Mercedes bir yana diğerleri bir yana.
Maybach diye bir modeli daha var accık tuzlu, eğer sen çok ödemek istiyorsan niye almasın di mi ama?
Bu vasıta siviller için en yüksek koruma (VR10) sağlar. Yanında 15 kg TNT patlasa ve uzun namlulu tüfeklerle ateş açılsa bir şey olmaz (söylenen doğruysa). Kapılar o kadar ağırdır ki, açmak için elektrik motoru gerekir mutlaka.
Bakın bir Alman devlet adamını yabancı arabaya bindiremezsin asla. Hoş gerek de yoktur, Mercedes, BMW, VW, Opel, Porche gibi firmalar elinin altında. Zırhlı isterse zırhlı, hızlı isterse hızlı. Söyle arzunu, gerisine karışma.
Ancak Alman siyasetçiler o kadar hür değildir. Münihliler BMW’ye, Berlinliler Audi’ye, Stuttgartlılar Mercedes’e, Wolfsburglular VW’e biner, Rüsselsheimlılar ise Opel’e toz kondurmaz. Angela Merkel Berlin dolaylarından olduğu için mecburen Audi A8 Security kullanırdı mesela.
Peki Olaf’a hazırlanan şansölye Mersosu farklı mı? Elbette 2 tonluk zırhıyla beraber cem’an 4,2 ton ağırlığında, sadece ön camı 120 okka. 6.0 litrelik V12 motor 604 bg gücünde, dokuz ileri şanzımanla yağ gibi akar.
PAHALISI OLSUN
Kuzey Kore lideri Kim de Mercedesçi. Mebzul miktarda S600 Pullman Guard ve Maybach W12 ısmarlar. Söyleyin en pahalısından yollasınlar bana!
Arabaların sadece V12 motora sahip olduğu biliyoruz o kadar. Diğer kabiliyetleri sır, niye açıklasınlar dost var düşman var etrafta.
Hindistan Cumhurbaşkanı Pranab Mukherjee ve Narendra Modi de Mercedes Benz S650 Guard kullananlardan.
İskandinav başkanları sadelikleri ile tanınsalar da araba hususunda mütevazı olamazlar. Finlandiya Başbakanı zırhlı Mercedes 600 kullanılır, İsveç ona keza. Ayrıca uzun kasa Volvo S 80’ler yatar kapıda. Haydi onlar zengin, Kenya Devlet Başkanı Uhuru Kenyatta da aynı yolda. Avustralya Başbakanı Anthony Albanese BMW 7 serisi zırhlı limuzin çektirir garaja.
İspanya Başkanı Pedro Sanchez de Audi A8’lenir Merkel’in peşi sıra.
Malezya Devlet Başkanı Abdülhalim Muazzam Şah ise Maybacht’da karar kılar.
ONUN FİLOLARI VAR
Brunei Sultanı’nın arabası değil koleksiyonları var. Sadece 11 tane üretilen Ferrari 40’ların üçü onda. Yine 106 tane imal edilen F1 Mc Laren’lerden onunu almış atmış garaja. Rolls-Royce’ler, Bugatti’ler, Bentley’ler, BMW Nazca gibi afetler. Ferrari, Lamborghini, Challanger, Mustang, Koenigsegg’ler sıra sıra... Rivayet doğruysa 7 binden fazla otomobili var, merasimlerde altın bezeli Rolls Royce kullanır ama.
ASALET REZALET
İngiliz arabaları ağırbaşlıdır, resmî hizmete yakışır. Mevki sahipleri Jaguar’a, Bentley’e, Rolls-Royce’a, Rover ve Range Rover’a binebilir rahatlıkla.
Morgan ve Mc Laren biraz spor kaçar. Vauxhal halk tipi, Mini de pek mini.
Kraliyetin şüphesiz geniş bir garajı var, Prens Charles, Aston Martin Vantage V8 kullanır, Prens Harry ve Meghan Jaguar, Kraliçe ise Bentley State limuzinden taviz vermez (di) asla.
Cambridge Düşesi Kate Middleton ile İngiltere veliahtı Prens William, 68 model bir Rolls Royce Phantom VI’yı gelin arabası yaparlar. Derken Prens William Audi A6 ile görülür piyasada, İngilizleri kızdırdı mı bilmem, gereksiz taş atmış kuyuya.
MÖSYÖ CITROEN’LE
Fransız ekabirleri araba hususunda hassastırlar. Umumiyetle Citroen’le çıkarlar sahaya. Peugeot’yu pek görmedim. Renault ise Cihan Harbi’nde Almanlarla iş birliği yaptığı için kara listede hâlâ.
Emmanuel Macron DS7 Crossback Elisse’ya biniyor, o da bir Citroen mamulü sonunda. EV ve hibrit teknolojisiyle donatılan aletin tavanı açılıyor, halkı selamlıyor rahatlıkla.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, kendi malları Hongqi’yi (kırmızı bayrak) tercih ediyor. Tipi atmışlı yılların izlerini taşısa da teknolojik bir araba. Hasımlarından noksanı yok, fazlası var.
Hongqi L5 makam aracı, 2016’da çıkar yola. V8 çift turbo 381 bg 4 litrelik motorlusu makul fiyatlı. Takriben 800 bin dolar civarında. Ama 6 litrelik V12 isteğe bağlı. Sivil mi bineceksin, resmî mi olacak, yoksa merasimde mi kullanılacak? Ona göre fiyat, fatura.
Uzunluğu 5.555 mm. Peki bu kadar beşin yan yana gelmesi tesadüf mü? Değil. Beş, Çin’in şanslı rakamı imiş güya.
YERLİ MALI YURDUN MALI
Japonları bilirsiniz, yabancı arabaya binmeyi zül sayar, zorlarsan harakiri yaparlar.
Doğrusu ABD’de ürettikleri arabalar başkanlara layık. Nissan’ın İnfiniti’si, Honda’nın Acura’sı, Toyata’nın Lexus’u nal toplatır benim diyen markalara. Subaru ve Mazda desen ona keza.
İmparator Akihito Toyota Century Royal’i tercih ediyor. Bakmayın öyle sade durduğuna Rolls Royce maraba kalır yanında.
Monako Prensi Albert ise Lexus’lardan filo kurmuş. Afganistan Devlet Başkanı Molla Mevlevî Hibetullah, Toyota Land Cruiser’dan vazgeçmiyor, yol bitse de devam ediyor sahrada.
İtalya Cumhurbaşkanı Sergio Mattarella, Lancia Thema’ya biniyor, Chrysler 300’ün kopyasıdır aslında.
Başbakan Meloni ise Alfa Romeo ve Maserati ile gezer, elleme kız hevesini alsın, gençtir ne de olsa.
Güney Kore Başkanı Yoon Suk-Yeol Hyundai Equus çekmiş kapıya. Hyundai malum sektörün ilk beşi arasında. Rakiplerinden aşağı kalmaz. Zikrolunan vasıta VR7 sınıfı korumaya sahip, hava temizleme, yangın söndürme, gece sürüş, kızılötesi görüş vs. Aracın alt ve iç kısmı çelik levha, kevlar, karbon, seramik ve kompozit malzemeden mamul. Hem hafif hem mukavim ne istersin daha?
ARABAYA GELİNCEYE KADAR...
Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda, Ardern Hyundai Ioniq EV kullanıyor. Sevimli bir araç, az yakar çok kaçar, eh güvenlik endişesi de olmayınca.
Çekya Cumhurbaşkanı Milos Zeman, Skoda Superb’ye biniyor. Uyar, kendi malı sonunda.
Arjantin Devlet Başkanı Vito, minivanı tercih ediyor.
Brezilya Başkanı Jair Bolsonaro kendi ürettikleri Ford Fusion Hybrid’den memnun görünüyor.
Şili Devlet Başkanı, 1966 Ford Galaxie’den vazgeçmiyor hâlâ.
Tonga Kralı 1949 model bir Humber Pullman’la geziyor.
Meksika’da Başkan Obrador, selefinden kalan VIP uçağı ve zırhlı araçları mezata çıkardı. Tayyareye alıcı bulamadı, diğerlerinden 3,25 milyon dolar kazandı, aktardı sosyal fona.
Obrador, Başkan Konağı’nda da oturmuyor, tarifeli uçakla seyahat ediyor ve makam aracı olarak kendi VW Jetta’sını kullanıyor.
Uruguay Devlet Başkanı Tabare Vazquez halkı 40 model kamyonetten selamlıyor. İşte budur ya! Zaten kendi arabası da VW Tospa.
TOGG'A YAKIŞIR
Türkiye ne Finlandiya, ne de Yeni Zelanda. Etrafımız ateş çemberi, güvenlik sıkı tutulmak zorunda. Dileriz bizim Togg’umuz da zırhlı VIP’ler yapar “bi dakka” der, “biz de varız burada!
.
Hangi dalda olsa çıkarım abi! Madalyasız Şampiyon Jim Thorpe
29 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :29 Temmuz 2024 01:29
A -
A +
Kızılderili şampiyon, hayatı boyunca elinden alınan madalyaların hüznü ile yaşayacak, çaldığı kapılar suratına kapanacaktır.
Bilirsiniz beyazlar Amerikalı yerlilerin ormanlarını, göllerini çalar, topyekûn kırılsınlar diye virüslü battaniye dağıtırlar. Yüzlerce kabileyi, onlarca dili, milyonlarca bizonu ortadan kaldırır, yerlileri cani ve yabani gibi tanıtırlar.
Bazı papazlar “asmayalım asimile edelim” teklifinde bulunur. Toplanan çocuklara Hıristiyan ismi koyar, boyunlarına haç asar, cemiyete kazandırırlar (!)
İşte Sac ve Sauk kabilesinden 1887 Oklahoma tevellütlü Wa-Tho-Huk (Gece karanlığında çakan şimşekle aydınlanan yol) da ebeveyninin elinden alınır, ikiz kardeşi ile birlikte Katolik mektebine kapatılır. Çocuğun hayatı kararır.
BEYAZA YARANAMAZ
Çocuğa James Francis Thorpe diye bir ad yakıştırır vaftiz eder, kısaca Jim diye çağırırlar. Garibim onlar gibi giyinir, onlar gibi konuşur, muti vatandaş olmaya çabalar. Yine de soluk benizliye yaranamaz.
Artık ataları gibi hür değildir, dağlara tırmanamaz, çayırlarda koşamaz. Ama damarlarında Kızılderili kanı vardır yerinde duramaz.
Okul soğuktur ikiz kardeşi Charlie üşütüp zatürreden öldüğünde 9 yaşındadır daha.
Thorpe bu okulu hiç sevmez sık sık kırar. Bu yüzden onu Kansas, Lawrence’taki yatılı Kızılderili okuluna (Haskell Enstitü) alırlar.
Annesini kaybedince Thorpe burada duramaz kaçıp bir at çiftliğinde çalışır.
BİLEĞİNİN HAKKIYLA
Sonra babasını dinler Pennsylvania, Carlisle’deki Indian Industrial School’a başlar. İşte orada atletik kabiliyeti fark edilir ve Amerikan futbolunun efsane koçlarından Pop Warner elinde yetişir. O yıl babasını da kaybeder, kendini spora verir. Olimpiyat elemelerine katılır ve kazanır bileğinin hakkıyla.
Jim dünyanın dört bir yanından gelen insan azmanlarına karşı çıkma papuçlarla yarışır. Hem pentatlonu, hem de dekatlonu kazanınca İsveç kralı bile ayağa kalkar “Atletlerin atleti” diye hitap eder ona (1912).
Döner gelir memlekete, dekatlonda Amatör Atletizm Birliği Şampiyonası’nda bir zafer daha...
Haydi yerliler yine ayakta. Bunlara da yüz vermeye gelmez, meskûn mahalde ateş dansına kalkar, gece boyu çığlık atarlar.
O yıllarda olimpiyatlara katılan sporcular amatör olmalıdır mutlaka. Kurallar katıdır, diyelim para ödülü aldın bitti gitti, feriştahı olsan giremezsin bir daha.
EKMEK PARASINA
Ocak 1913. Worcester Telegram gazetesi nedense çocuğa takar. Thorpe’un Olimpiyatlar öncesi yarı profesyonel beysbol oynadığını yazar. Başka haber yokmuş gibi diğer gazeteler de atlar mevzuya.
Evet Thorpe, 1909 ve 1910’da Rocky Mount, Kuzey Carolina için beysbol oynamıştır ama leblebi çekirdek parasına. Maç başına 2 dolara.
Aslında üniversite oyuncuları harçlık kazanmak için yazları takımlarda oynar ama takma ad kullanırlar. Bizimkinin içindeki dışındadır, oynadın mı diye soranlara “evet” der saklamaz. Amatör Atletik Birliği (AAU) ve özellikle sekreter James Edward Sullivan davayı ciddiye alır, fgereksiz abartırlar.
Thorpe “yerli çocuğu olduğum ve bu tür şeyler hakkında bir şey bilmediğim için mazur görülmeliyim” yazsa da AAU bunu itiraf sayar.
Amatörlüğünü iptal eder, hatta işlemi geriye dönük yaparlar. Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) de unvanını, madalyalarını, ödüllerini (takriben 50 bin dolar) elinden alır.
HALBUKİ OYSA
Halbuki Thorpe para için oynamış olsa bile AAU ve IOC diskalifiye edemez. Olimpiyat kural kitabında, itirazların “oyunların kapanış törenlerinden itibaren 30 gün içinde” yapılması gerektiği belirtilir açıkça.
Hâlbuki bunlar 6 ay gecikmiştir, uyan da balığa…
Kaldı ki çocuğu bulup buluşturan, evrakları tanzim eden, kurula sunan, alıp İsveç’e götüren kendileridir.
Kime anlatıyorsun Olimpiyat Komitesi ırkçıların elindedir baştan ayağa.
Jim hayatı boyunca bunun hüznü ile yaşar. Her önüne gelene uğradığı haksızlığı anlatır, büyük ümitlerle postaneye koşar.
İstidalar, mektuplar, protestolar…
Alayını hasıraltı yapar, kapıyı kapatırlar.
TESELLİYİ SAHALARDA...
1913’te profesyonel olur, Indiana Pine Village Pros ve New York Giants ile sözleşme imzalar. 1913-19 arası Major League Baseball’da altı sezon oynar.
1915’te Canton Bulldogs Amerikan futbolu takımına katılır ve üç şampiyonluk kazanır.
Futbol Ligi’nde (NFL) altı takımın formasını giyer... Sonra sırf Amerikan yerlilerinden oluşan bir ekiple basketbol oynar.
Hatta 1920-21 arası Profesyonel Futbol Birliği’nin Başkanlığını yapar.
Thorpe atletik başarıları ile sayısız ödül alır. Associated Press onu son elli yılın “en büyük atleti” olarak tanıtır halka.
Üç defa evlenir 8 çocuğu olur. Onlara ve torunlarına hep olimpiyat maceralarını anlatır.
“Atletlerin atleti” ölürken bile madalyalarını sayıklar, “onları bana geri verin” diye yalvarır etrafına (1953).
Jim’in hakkı öldükten 30 yıl sonra teslim edilir anca. (1983)
Kemikleri çürüdükten sonra...
ATİNA FESTİVAL PARİS KARNAVAL
1896 Atina… Şampiyonlukların alayını yabancılara kaptıran Yunanlılar çok bozulurlar. Sıra gelir dayanır maratona. Milyarder sponsor Averoff’un kızı birinci gelecek Yunanlıyla evleneceğini açıklar. Ama yarışı yakışıklı atletler değil, Spridon adlı bir çoban kazanır. Tabii ki evlenmez sen yoluna ben yoluma. “Sınıf farkı” vardır aralarında.
Olimpiyat Komitesi Başkanı Coubertin, Paris Olimpiyatları’nda da aradığını bulamaz. Organizasyon Dünya Fuarı’nın ekstra ikramı gibi sunulur, panayır görüntüsünden kurtulamaz. Ağaca çıkma, halat çekme gibi dallarda yarışan sporculara madalya değil, şemsiye, bisiklet, tıraş takımı dağıtırlar. “Evvet baylar, ayrıca yanında bir adet tarak ve ayna…”
Bazı atletler arazide kaybolur, kimi hakemler ayakta uyur. Atılan diskler dallara mı takılmaz, ayakları çamura mı saplanmaz. Belçikalı Leon De Lunden tüfekle 21 kuş avlayarak kürsüye çıkar. Hayvancıklardan kan damlamaktadır hâlâ.
“Alkışlayalım arkadaşlar!”
İlk defa düzenlenen kürek yarışında Hollandalılar direksiyona 6-7 yaşlarında bir seyirciyi oturtur, bu dümenle ağırlıktan kurtulup birinci olurlar. Ne yazık ki annesi pataklayıp eve götürdüğü için çocuk podyuma çıkamaz.
1912’de Stockholm’de Amerikalı yüzücü Johnny Weismüller üçgen vücudu ile nazarları üzerine toplar. Hollywood’un teklifine “Yes OK” der ve Tarzan filmlerinde başrol oynar.
BAYANLAR MI? ASLA!
Modern olimpiyatların fikir babası Mösyö Pierre de Coubertin, sporun sadece, boş zamanı olan elitler tarafından yapılmasını savunur, ‘amatör’ kelimesini kendine kalkan yapar. Bayanların müsabakalara katılması kabullenilecek bir şey değildir. Yaptığı konuşmalarda “burada kadınların rolü” der, “erkeklerin galibiyetini alkışlamaktır o kadar!”
Zaten otoriteler kadının spor yapmasını doğasına aykırı bulur, koşan bayanların erken yaşlanacağını savunurlar.
Amerikalı Robinson o yıl 100 metre finalinde koşar ve 17 yaşında olmasına rağmen dünya rekoru kırar. Derken bir otomobil kazasında sakatlanır, adım bile atamaz. Ama bırakmaz, önce emekler, sonra tay tay. 1936 Berlin olimpiyatındayine yer alır takımında. Üstelik 4x100 bayrak yarışında birinci olurlar.
Hani “azmin elinden” derler ya...
1948 Londra Olimpiyatları’nda 30 yaşında iki çocuklu Hollandalı ev kadını Fanny Blankers madalyaları toplar. Seyircilerin şaşkın bakışları altında 100 metre, engelli, uzun atlama ve bayrak yarışından dört altın kapar. Daha da fazlasını alabilir ama müsabaka saatleri çakışmasa.
İtalyan atlet Dorando Pietri ise 42 kilometrelik maratonun birincisi olarak stadyuma girer, bitiş çizgisi yerine ters yöne koşar. Bir başka çizgiyi geçip bayılır oracıkta. Hakemler koluna girip finişe taşırlar ama sayılmaz.
NAZİLER BAŞ AŞAĞI
1936 Berlin Olimpiyatları’nda Naziler her vesile ile propaganda yapar. Beyazların ari ırk olduğundan dem vururlar. Ancak Jesse Owens adlı bir siyahi sarı saçlı gestapolara nal toplatır. Dört altın madalya alarak, Hitler’in üstün ırk teorisini çevirir paçavraya.
Bakın şu işe ki Almanlar da alkış tutar Adolf’u çıldırtırlar. İşin enteresan yanı Owens, uzun atlamada, rakibi Alman Luz Long’un tavsiyelerini dikkate almış, onun tekniği ile finale çıkmıştır.
Etiyopyalı Abebe Bikila ise çıplak ayakla koşarak maraton kazanır. Demek bir de pabuçları olsa...
EFSANE HALTERCİ
1988 Seul’de Naim Süleymanoğlu, 6 dünya ve 9 olimpiyat rekoru kırarak “Cep Herkülü” ünvanı kazanır.
Ardından Halil Mutlu katılır kervana.
.
İsimler de moda gibidir, her devir değişir! Kaynanalar “Nur”landı kaynatalar “Can”landı
13 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ağustos 2024 23:19
A -
A +
Kırk elli sene evvel sokaklarda cıvıldayan Aynurlar, Şennurlar kaynana; Ercanlar, Bircanlar kaynata oldular.
Çanakkale’de yatan şehitlerimizin kabir taşlarını okursanız karşınıza bir sürü Mehmed çıkar. Kastamonulu Mehmed, Üsküplü Mehmed, Mardinli Mehmed...
Mehmetçiklerin kimi Arnavut’tur, kimi de Uygur... Adriyatik’ten Çin hududuna.
Anadolu’da dörtlemeler vardır pek yakışır dört oğlu olana. Evveli Ahmed, Mahmut, Muhammed, Mustafa… Ebubekir, Ömer, Osman, Ali... Hanefi (Numan), Ahmed, Enes, Şafii... Cebrail, Mikâil, İsrafil...
Azrail aleyhisselam da büyük ve güzel melektir sonra…
Ve aylar, Sefer, Recep, Şaban, Ramazan... Kızlarda Şevval!
Cuma, Arefe, Berat, Bayram, Kurban…
Temmuz (Tammuz) Sümerlerin “çoban tanrısı”dır, dommuz da ondan.
Augustus ise bir Roma imparatorudur, tapınaklar yapılır adına.
Bunlar her ne kadar “tin” ekiyle nihayetlendirilince mana bozulursa da galat-ı meşhur lügât-ı fasîhi baskı altında tutar.
Ehli Beyt âşıkları Ali, Rıza, Cafer, Haydar, Muhsin, Murtaza isimlerine bayılırlar. Hatta halkımız Hasan Hüseyin ve Ali Osman ismini birlikte koyar.
Bizim kızlarımız ekseri Ayşe’dir. Bir o kadar da Haticeler, Kübralar, Zeynepler, Zehralar, Ümmügülsümler, Betüller, Fatımalar...
Müslümanlar bütün peygamberleri sever, oğullarına İsa, Musa, Harun, Yahya, İbrahim, İsmail, Nuh, Âdem, İdris, İlyas gibi nebilerin adını koyar. Kızlarını da Meryem, Asiye, Zeliha, Hacer, Amine gibi asil isimlerle taçlandırırlar.
Nebiler gibi veliler de unutulmaz. Hasan Basri, Ahmed Faruk, Bahaeddin, Abdülkadir, Şemseddin, Yunus, Celâleddin…
Bir oğlu bir kızı olanlar Cavid-Cavide, Cemil-Cemile, Fahri-Fahriye, Macid-Macide, Münir-Münire, Naci-Naciye, Nuri-Nuriye, Sabri-Sabriye, Naim-Naime, Saim-Saime, Sadık-Sıdıka, Rabi-Rabia, Bedii-Bedia, Edib-Edibe, Tahir-Tahire gibi isimlerle aynı manaya vurgu yapar.
Kerem ile Aslılar, Ferhat ile Şirinler, Yusuf ile Züleyhalar, Mecnunlar, Leylâlar...
“Ay” parantezi açarsanız bir o kadar daha isim çıkar karşınıza... Ayten, Aynur, Aysima…
Bir ara hanlar patlar: Erhan, Ayhan, İlhan, Gökhan, Oğuzhan, Bedirhan, Batuhan.
Ee Han olursa Hakan da olur Kağan da. Emîr de, Melik de, Sultan da.
RENK RENGİSTAN
Ve sırada renkler ahenkler: Arapça ezraktan (maviden) gelen Azra, ebyaddan (beyaz) gelen Beyza, esvedden (siyah) gelen Sevda, ahmerden (kırmızı) gelen Hamra, ahdardan (yeşilden) gelen Hadra güzel isimlerdir. Bir de sarıdan gelen Safra vardır ki malum kese yüzünden kullanılmaz. Leylâ aynı mantıkla leyl (gece) kelimesinden türer ki şairler onsuz yapamaz. Elvan ise renkler demektir, alayını kaplar.
Esmaü’l-hüsna Allahü teâlânın 99 güzel ismidir. Çocuklara konurken başlarına bir “abd” eki ilave edilir. Abdurrahman (merhamet eden Allah’ın kulu), Abdürrahim (Rahim olan Allah’ın kulu) gibi. Gafur (kullarının günahlarını bağışlayan) demektir ki tek başına kullanılamaz.
Melek ismi kızlara yakışır, ayrıca Ayperi, Nurperi, Gülperi, Perizad, Perihan...
Tanzimat’la birlikte isimler bir dalgalanma yaşar. Talâtlar, Ziyalar, Agâhlar...
Bir dönem Fransızlar gibi çift isim kullanırlar. Tevfik Fikret, Ali Suavi, Halid Ziya, Cevad Rıfat, Fikret Muallâ...
Sonra üç isim Ali Sami Yen, Selim Sırrı Tarcan...
Derken bir Kemal modası başlar. Ali Kemal, Namık Kemal, Behçet Kemal...
BOY BOYLADI, SOY SOYLADI
Soyadı Kanunu ile falan oğlu filan, ya da filancazadeler devri kapanır.
Telefon rehberinde sayfalar dolusu Öztürk, Türkoğlu, Bozkurt görürsünüz ki soy ismi ayırıcı olmaktan çıkar. Herkes Aslan, Kaplan, Koç, Küheylan...
Öyle ya Keçi soyadı kime uyar?
Cumhuriyetle birlikte Kurtuluş, Ülkü, İlke, Utku, Cumhur, Özalp, Gökalp isimleri sıkça duyulmaya başlar.
Bürokraside yükselmek isteyenler Atanur, Ataman, Atakan, Atabay, Zeki, Çevik gibi isimlerde karar kılar.
Bir de emir kipinde isimler var: Yücel! Yüksel! Güven! Atıl!
Emredersiniz Paşa’m!
Hınçal, Vural, Öçal! Bu ne öfke ya?
Yiğit, Dilâver, Bahadır, Levent, Şahsuvar, Tolga!
OYA İP ATLA
Bizim alfabelerimizde Oyalar, Sunalar vardı. Fiş yazarsın “Oya ip atla” “Kaya top oyna.”
Kaya! Yalın, Sarp, Yalçın.
Kadınlar uyanıktır, Yontma Taş Devri’yle oyalanmaz, postu cilalısına yayarlar. Elmas nineler, Yakut hanımlar, Yeşim kızlar... İnci, Mercanlar...
Lakin erkekler Tunç Devri’ne takılır kalır. Tunç, Tuncer, Tuncel, Tuncay ve Aytunçlar...
Adı “tunç”lu çocuklar “tunç”tan heykellere çelenk bırakırlar... “Doktor doktor kalksana!..”
Tunç’un bir ötesi Demir Çelik.
Zerrin, Zergün, Sim-u zer… Zer altındır efendim, gümüş Fıdda.
MOĞOL MUYUZ?
Mete, Atilla, Teoman gibi Türk hakanlarına dönüş anlaşılabilir de sahi babalarımız Timuçin, Cengiz, Kubilay gibi Moğol kağanlarında ne arar?
Emel Temel, Nimet Hikmet, Dilek İpek, Çetin Metin, Sevtap Mehtap, Çınar Pınar, Önal Ünal, Can Canan, Kenan Renan ikililerinde ortak mana yoksa da kafiye on numara. Bi’ de aziz milletimin şiirden hazzetmediğini söylüyorlar.
“Gel tezkere” türküsü çığıran asker hanımları yavrusuna “Şafak” koyar.
Bu arada “itibarlı isimler” ufak ufak erozyona uğrar. Ayşeler Ayşen, Ayşın, Ayça olurlar. Birileri İbrahim’i İbo, Mehmed’i Memo, Hasan’ı Haso diye yuvarlar, vebal alırlar. Güzel lisanımız ‘Agop’ların merhametine kalır, yazmaktan imtina ediyorum yani o kadar.
Nedense Türk filmlerinde Cabbar, Gaffar, Adil, Mennan ve Kadir gibi Allahü teâlânın isimlerini taşıyanlar “zalim ya da fırıldak” rolüne soyunurlar.
Madem eskilerin Sema’sı, Feza’sı, Hilal’i, Zuhal’i, Necmi’si, Necmiye’si var; al öyleyse sana Gökben, Gökçen, Gökmen, Göksen...
İlk çocuk İlker olur, son çocuk Soner. Kızlarda da ilk “İlknur”, son “Sonnur”. Hesapta olmayanlara ise “Dursun” ve “Yeter” der tavır koyarlar âdeta.
Size bir sır vereyim mi, en tatlıları da istenmeyenler olur, yaşlı ananın babanın hizmetine onlar koşarlar. Mahcup ederler sonunda.
Satılmış, Anadolu’da sık kullanılan bir isimdir, onu “adanmış” gibi düşünmek lazım, kimse evladını satmaz.
Nehir isimleri de moda olur bir ara. Kızlara Nil, Dicle, İdil; oğlanlara Fırat, Murat, Aras, Tuna.
Yönleri de atlamayalım Doğukan, Batıkan, Güney, Kuzey, Cenup, Şimal.
KANA KAN İNTİKAM!
Ve kan devri: Erkan, Serkan, Özkan, Türkân, Türkkan.
Erli isimler de revaç bulur. Ercan, Erman, Ertürk, Erdinç, Erdoğan...
Bu kadar ere komutan lazım. Muzaffer, Serdar, Paşa.
Ser, baş demek; Sertaç, Sermed, Serhat.
Ve “ver”liler, Ünver, Şanver. Enver nurlar demek, Server ise cömert, bağışlayan. (sörvır gibi okuma ama)
Ellilerde halk hayli politize olur, çocuklar Adnan, Berrin, Celâl, İsmet, Mevhibe gibi isimler koyar. Derken Bülentler, Süleymanlar, Necmeddinler, Alpaslanlar...
Yeşilçam filmlerinde ise “ekolu” isimler prim yapar! Şimdi iki sevdalı düşünün. O kadar çileden sonra buluşmuş ağır çekimde birbirlerine koşuyorlar. “Orhannn!”, “Nalââânnn!”
“N” önemli, çünkü finalde “nı nı nınnn” gongu vuracak, düğüm çözülecek, mevzu aydınlanacak. Azzzsorra!
Ve bir can rüzgârıdır kopar. Ercan, Özcan, Uğurcan, Oğulcan...
Dinng danng donnnng!... Bayan Bitkiye Öznebat lütfen danışmaya...
Eğer yetmişli yıllarda doğan bir erkek “Deniz” adı taşıyorsa Deniz Gezmiş’e atıf yapılıyordur ihtimal. Ulaş, Mahir ona keza...
Evrim, Devrim, Eylem zaten aşikâr... Buna karşı Kürşatlar, Asenalar çıkar meydana.
Ne zaman ki araba camlarına “Huzur İslam’dadır” bantları yapışır, Alplar, Alperler, Alperen olurlar. Yesevi yolu, derviş gaziler, Abdülkerim Satuk Buğra...
YENİLİK ADINA
Anıl, Okşan gibi asri isimlerin, pek saltanatı olmaz. Okşan deyince “ok ve şan” anlayacaksınız yanlış olmasın sonra!
Muhafazakârlar da yenilik arar; Tuba, Büşra, Emre, Burak, Furkan çok tutar.
Unutulan sahabe isimleri Halid, Şeyma, Hamza, Bilâl tamam da Ammar, Yasir, Sümeyye, Mus’ab koymaya kalkarsanız nüfus idaresinde çıngar çıkar.
Usâme ne güzel isimdir oysa, ah o 11 Eylül olmasa...
Eğer bir çocuğun adı İhsan, Muhsin, Hulki, Hulûsi, Feridun, Nebahat, Neriman filansa dedelerinin ninelerinin ismini taşıyordur mutlaka. Hasılı isimler 40- 50 yılda bir tekrar çıkar piyasaya.
Günümüzde ne yazık ki statlar ve podyumlar belirleyici. Adam üç oğlunun adını Metin, Ali, Feyyaz koymuş; Hakanlar, Okanlar, Sibeller, Ebrular, Tarkanlar... Şenol, Birol gool vardı çocukluğumuzda.
Cem, Barış, Ajda, Berkant... Ünlülere serenat!
Ünlü deyince hatırladım bir de Ünallar, Ünverler, Ünsallar var.
Evet bir ismin kulağa hoş gelmesi önemli ama Sanem put demek mesela. Sude şiir gibi bir kelime ama ezik, sıvaşmış, bulaşmış gibi iç açmayan bir anlamı var.
İnternette tanışan iki genç evlenmiş barklanmış çocuklarının adını Yahooo koymuşlar. Word, Excel sırada.
Şimdi bir âdet çıktı, açıyorlar Mushaf-ı şerifi, parmaklarını rastgele bir yere basıp okuyorlar.
Sanırım Aleyna bu yolla bulunmuş olmalı, yarın Aleyke, İleyke, Ellezi de koyarlarsa şaşma!
İyi de. Kelâm-ı kadimde kâfir, zalim gibi kelimeler de var.
Di mi ama?
.
Eklemeli diller böyle işte... Tatlı dilimizin gariplikleri
24 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :24 Ağustos 2024 00:08
Hocam filan padişah hakkında birkaç satır karalar mısınız?
Ben kimseyi karalayamam karrdeşim, hele bir padişahı asla!
Bak azizim, kalemini satmayacaksın!
-Ama ben kırtasiyeciyim abi.
-Sat, anasını satiym o zaman!
Buyurun ne bakmıştınız?
-Atkılı fırça.
-Atkılı mı?
-Hayır at kılı!
-Tamam sarıverin o zaman
-Sarıyorum
-Sarı verin demiştim, bu mavi.
Senin birader n’apıyo ya?
-N’apsın oturuyo.
-İyi bigün gidelim oturmaya.
LÜGATLE ÇÖZÜLMEZ
Genç şehzade henüz tahta kurulamadan…
“Tahta kurulamak?” Yabancı nasıl çözsün şimdi lügate baka baka.
Mirim gözünüz kızarıyor.
-Kız mı arıyor? Yok canım daha neler, size öyle geliyor.
Alo! Buyrun tankersarper!
-Ne dedin?
-Tank er komutanım Sarper.
Minibüsçü sert bir frenden sonra araya seslenir, “tırsan insin!”
Birileri iner, sorarsın “neden tırstı bunlar?”
Niye tırssınlar ağam? Durağın adı TIR-SAN.
Çıkarım: Nesnel vargılardan öznel… Ya bırak bunları, halk def-i hacet anlayacak mevzu karışacak.
ABARTMA KABARTMA
Bir de ilavelerimiz var. Dümdüz, gıpgıcır, epeski, ıpıslak, cısçıplak, dımdızlak, kupkuru, dupduru, sopsoğuk, sımsıcak…
Renk parlatmayı da severiz. Mosmor, sapsarı, masmavi, bembeyaz, yemyeşil, kapkara… Laplaci, bosbordo…
-Yok ööle bişi ya! Uydurma!
Bazen yepyeni de yetmez, yepisyeni yaparız, vurgu üstüne vurgu. Yani ne kadar yeni anla!
Dimdirek var bi de, yol tariflerinde kullanılan. Aslı İngilizce “direct!” Lakin dimdayrek diyecek kadar kasılırsan ayıp olur vatandaşa.
Kulağımız fena alışmış. İlim-irfan, akıl-izan, Türkçe-matematik, cebir-geometri, fizik-kimya, tarih- coğrafya, kültür-sanat... Neden vatan-millet denir de millet-vatan denmez. “İndi bindi” külli hata, adam binmeden nasıl inecek acaba?
MÜDÜR MÜDÜR?
Babıali yüksek kapısından, huruç edip çıkar iken, bir atlı süvariye, tesadüfen rast geldim.
Bab-ı ali zaten yüksek kapı. Huruç: Çıkmak. Atlı: Süvari. Tesadüf: Rast gelmek… Çift dikiş olunca sağlama mı bağlıyoruz acaba?
İntaniyeci hekim, Anadol otomobili lüzumsuz tekrar. İntaniyeci hekimdir zaten, Anadol araba. Karpuz meyvesi, güvercin kuşu diyor muyuz? Eee daaa ne o zaman?
Batı’da “by” desen yeter, “by by” fazla. Ama sen tek başına “güle” dersen kimse anlamaz. İlla nakarat yapacaksın güle güle, ivil ivil, fıkır fıkır, hüngür hüngür, lapa lapa.
Danilo mükemmel yerine “mükel mükel” derdi, artık şefimiz ne anladıysa.
Hemfikir, hemcins, hemdert, hemhâl aynı mantıktan gelir, peki hemşeri?
What? Şeri de ne ya?
OSMANLICADAN KOPUNCA
Musahip ile muhasip (biri sohbet, öbürü hesap ehli); muharebe ile muhabere (biri harbetme öbürü haberleşme), delalet ile dalalet, hafriyat ile harfiyat, tazminat ile tanzimat, teşrifat ile tefrişat, tenkisat ile tensikat ekseri karıştırılır.
- Peki n’olur karışırsa?
- Hiiç “inkılâb” değiştirmek, “inkılap” ise kelpleşmek köpekleşmek! Hadi kullan sıkıysa!
Çay ocağına bakan Faik abimiz “porselenden personele” der neşeli olunca. Beli ağrıyan yaşlıya sorarsan “tevellüdden mütevellid” diyecektir sana.
Tehacüm hücum etme, tehaccümde bir “c” fazla. Eşkâl şekilden gelir (şınkefle) eşgal külli hata.
Cumartesi ve pazartesiye isim koymak zor muydu? Salıtesi niye yok o zaman?
EKLEYE EKLEYE
Türkçe ekler manzumesidir, “Balıkesirlileştiremediklerimizden misiniz?” Burada 13 parça ilave edilmiş, sana bana sıradan geliyor da yabancı nasıl toplasın? Nereden bilsin hangisi önce, hangisi sonra?
Hastane, pastane, postane ve eczanenin haneleri gitti tımarhane, kıraathane, hapishane duruyor hâlâ. Bilmem hane berduşlar ne yapacak bu durumda?
Bir de hoşlanılan ve kıl olunan tabirler var. Koçum diye hitap edersen kabarır, koyun dersen kızarlar. “Vayyy çılgın” kurulur, “vayyy azgın” kırılırlar. Bihuş, mecnun desen iltifat sayar. “Deli, manyak, çatlak, tahtası oynamış, şanzımanı dağıtmış, balata sıyırmış” desen dava açmaya kalkar.
Ne zaman buluşalım? Tünde.
-Anlamadım.
-Eee tünaydın diyorsun ya.
ANALAR ANLAR
Seninkini bırak, benimkimi al! Bir bebeden duymuştum, tamam çocukça ama mantıksız diyebilir miyiz buna?
-Oolum ne arıyorsun masanın üzerinde?
-Dayım çıktırttı.
Kayınço koymuş oraya. Şimdi neresi hata?
Çocuklar bilmediğini uydurur, fıstık yerine gıngın der mesela. Hiç alakası yoktur ama analar anlar.
Hadi bilin bakalım camili vapur?
Sor validesine “Kız kulesi” diyecektir anında.
Hımmm olabilir... Tabii ya!
LEHÇE FARKI
Edebiyat hocası Türkçenin düzgün konuşulmasına çok ehemmiyet veriyormuş, affı yokmuş bu hususta.
Neyse bir gün yazılı yapıyor. Ertesi gün iki sabırsız yaklaşıyor yanına. “Hocam kağıtları okudunuz mu?”
-Okudum da not defterine geçiremedim daha. Merak etmeyin sadece iki kırık var sınıfta.
-Belki bizuhtur hocam.
-Sen ne dedin, ne dedin?
Diğeri arkadaşını kurtarmaya çalışır. “Yani deyki ola ki bizduruh.”
Bazı yerlerde (p) ile (r) yer değiştirir. Komutan bunları bilir ve “sen Bayburt’un neresindensin” diye sorar.
-Yaa yarpak de didi, yarpak didik, torpak de didi, torpak didik, körpide takıldık sanırsam.
LARLAR OLMASIN DA
Evrak çoğuldur zaten “varaklar!” Evraklar dersen ne olur?
Varaklarlar…
Emlak (mülkler), eşraf (şerefliler), erzak (rızklar), esnaf (sınıflar), peki eşya?
“Şeyler”miş, hiç gelir mi aklına?
Enbiya, evliya, asfiya, süleha.… Bunlara “ler” “lar” eklenmez ayrıca.
Bu gün açız yine evlatlarım… Haa şairler kaide tanımaz o başka.
Teee ure, amaaan n’olcasa ossun, böyle konuşabilir ama yazamazsın asla.
“On bir” yazar ombir okuruz, “on buçuk” yazar ombuçuk. Kimse “ben Bilal” demez, “bembilal!”
Bir de Türkçe yazıldığı gibi okunur diyorlar. Hâlbuki tecvidde yeri var “iklab.”
Müteakip (takiben) demek. İkindi namazını müteakip olur, ikindi namazına olmaz.
Bana da musahhihler öğretti, cenaze haberlerinde sık düşüyordum hataya.
Onlar haninin kurdudur, gözlerinden kaçmaz. Bakalım neler bulacaklar bu defa?
.
Yapılar kapılar
25 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :25 Ağustos 2024 01:41
A -
A +
Ömrümüz kapılarda geçer, ev kapısı, iş kapısı, mektep kapısı, devlet kapısı. Hastane, postane, mapushane; kimi dert kapısı...
Bizim kültürümüzde ev mahremdir insanımız kapısını örtülü tutar, penceresine perde asar.
Sabah Allahü tealanın ismi ile çıkar. “Bismillâhi tevekkeltü ala’llâhi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah!”
Evi Rabbine emanet eder, gider dükkânını açar. Anahtarı kilide takarken dudakları kıpırdar “Allahümme yâ müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayral bâb”
“Ey kapıları açan Allah’ım, bize hayır kapısını aç.”
NURLU EŞİKLER
Mescid-i Haram’ın kapıları hudut belirler, müminleri durdurmaz, aksine buyur eder bağrına basar.
Bab-üs selâm, Bab-ün Nebi, Bab-ı Ali ve Bab-ül Abbas adı geçen büyüklerimizin hanelerine bakar.
Kâbe-i Muazzama’nın zeminde tek bir kapısı vardır. Kureyşliler yeniden inşa ederken, 4 zirâ kadar yükseğe taşır, gerektiğinde merdiven kullanırlar.
Mescid-i Nebî ise 3 kapılıdır. Batıda Babürrahme, doğuda Babücibril ve güneyde Babülcenubî.
Kıble Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilince güney kapısını kapar, kuzeye başka kapı açarlar.
Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında Mescid-i Nebî’nin etrafında evi bulunan Sahâbeler ön kapılarını günlük işlerinde kullanır, arka kapılarından namaza koşarlar. Bilahare Hazret-i Ebubekir (Bâb-üs-Sıddîk) haricindekiler arka kapılarını kapar, mescide ana kapılardan dâhil olurlar. Bâb-ı Rabta’yı kadınlara ayırırlar.
Günümüzde Mescid-i Nebevi milyonları ağırlar, 41 ana kapısından oluk oluk insan akar.
Gelelim Mescid-i Aksa’ya. O ne sadece Kıble Mescidi, ne Kubbetü’s Sahra, ne Burak Mescidi, ne Mervan Mescidi, ne Câmiu’l-Megaribedir ne de Mescid-i Nisa. 144 dönümlük alanın tamamıdır ki mektep, medrese, dar-ül hadis ve dar-ül kurralar vardır sıra sıra... 34 kule ve 7 ana kapıya sahiptir. Bâbu’l-Amûd, Bâbu’l-Halîl, Bâbu’l-Meğâribe, Bâbu’l-Esbât, Bâbu’s-Sahire, Bâbu’n-Nebî Dâvûd ve Bâbu Meryem açıktır Müslümanlara.
BİRİNE Mİ BAKTIN?
Roma ve Bizans’ta şehir kapıları alımlıdırlar (Antalya Hadrian Kapısı gibi) muhafızlar gireni çıkanı durdurur hesap sorarlar. Niye geldin? Ne istiyorsun? Kimin var burada?
Devlet gücünü gösterir, ilk intiba mühim derler ya.
Şehir kapıları umumiyetle müteveccih oldukları beldenin adını alır. Erzurumlular Tebriz Kapı’dan İran istikametine çıkar. Erzincan Kapı, Kavak Kapı, Kars Kapı, İstanbul Kapı, Gürcü Kapı zikrolunan yönlere bakar.
İstanbul Türklere aylarca direnir, nihayet Eğrikapı eğilir, Topkapı yol olur fetih ordusuna.
Cibalı adını Cebe Ali Bey’den, Ahırkapı ise ünlü fenerden alır, saray gemileri deryaya buradan açılır. Yine Kadırga’da limana bakan bir kapı vardır.
Surlar 1532 zelzelesinde hayli hasar alır, bilseniz neler gelir Çatladıkapı’nın başına?
KAÇ KAPI TAÇ KAPI?
Sulukule kapıdan ziyade Lykos Deresi’ne yol veren bir mazgaldır, Langa Deresi de adını taşıyan aralıktan Marmara’ya taşınır.
Narlıkapı, Bahçekapı, Çarşıkapı, Kumkapı ve Yenikapı’nın adları yadigâr kalır.
Aya Kapı bizim Bab-ı Âli gibi yüksek kapı demektir ama vatandaş “ayakkabı” okur manası hilafına.
Kapılar gün doğarken açılır, batarken kapanır, gece nöbetçi sayısı artar, sürgüler, payandalar...
Osmanlı ile şehir büyür surların dışına taşar, kapıların ehemmiyeti kalmaz. Bab-ı Hümayun, Bab-ı Meşihat dendiğinde makam gelir akla.
Ecdat evini ahşaptan kerpiçten yapar, eşiğe iyi kötü bir şeyler çakar.
Gelgelelim cami medrese gibi vakıf eserlerine taç kapı yakıştırırlar. Kanatları abanoz ağacından yapar, ince ince oyar, sedef kakarlar. Yekpare gibi görünseler de ufak tefek tahtaların geçmesiyle şekillenirler aslında. Buna kündekâri derler, parçacıklar çalıştığı için kapı asla eğilmez, bükülmez, çatlamaz asırlara dayanır. Edirneliler eski caminin yazısını, Selimiye’nin yapısını, Üçşerefeli’nin kapısını makbul tutar.
Üçşerefeli hakikaten çığır açacak, Bayezid, Süleymaniye, Sultanahmed gibi selatin camilerini takacaktır ardına.
EVİM EVİM GÜZEL EVİM
Türk evleri genellikle iki katlıdır, mahremiyet önde tutulduğu için zemin katın sokağa bakan yüzü sağırdır, ya odunluk yapılır, ya ambar.
Tokmak vuruldu mu çat diye kapı açmaz gelene önce kafesten bakarlar.
Ev bahçeli ise avlu kapısı çalışır. Ekseri ipi vardır, çekersin dili kalkar, girersin rahatça. Ev sahibi kilidin şakırtısını, menteşe gıcırtısını, çıngırak şıngırtısını duyar konukları karşılar.
Asabi köpeklere şamatacı kazlara “hışşt” der parmak sallar.
Bazı ustalar sokağa açılan kapının üstüne allı morlu camlar koyar ya da vitrayla donatır elvan elvan ışık serperler sofaya.
Rum evlerinin eşiği yüksektedir, üç beş basamakla sahanlığa çıkılır. Meraklısı korkuluklarla çevirir balkona benzetir âdeta.
Gayrimüslimler kapılarda sac levha ve demir döküm kullanır, tokmaklar hanım eli şeklinde yapılır.
Savaş yıllarındaki yokluk kıtlıktan kapılar da payını alır. Bırakın kemerleri sütunları, kaliteli ahşap ve mahir usta bulunmaz.
Cumhuriyetle çizgiler iyice sığlaşır, kontrplak, sunta ve buzlucam girer hayatımıza.
Zaten kilit dostadır, düşman kırar döker, kapı dediğin bi tekmeye bakar icabında.
Derken apartman hayatı başlar. Misafir aşağıdan zil çalar, evsahibi yukarıdan otomatla açar. Zile basıp kaçsak? Tıfıllara eğlence çıkar.
Otomatlar sık bozulur, çocuklar anahtar taşımaz, sokak kapısının camını alttan el sığacak kadar kırar, zinciri çeker, kilidi açarlar.
Daire kapıları uyduruktur pervaza oturmaz, ses, ışık içeride ne varsa sızar. Kimde ne pişti bilirsiniz, helva kavruldu mu, balık kızardı mı, lahana kaynadı mı bütün merdiven kokar.
TIK TIK TIK. “GİİİR!”
Eğer devlet kapısında bir yer kaptıysan yaşadın, velev ki odacılık olsun aldırma. Çoğu defa unutulursun bir kenarda, olmadı münhal bir köşe tutar, elektrik ocağında çay demler içersin sabahtan akşama. İşini kendin bile bilmezsin, müdür geçerken ayağa kalkar, düğmeni iliklersin o kadar.
Devletlülerin çıtaları ızgaraları nikelajlı siyah otomobilleri olur, yaylana yaylana gelir, vekâletin, vilayetin, idarenin (neyse o) önünde dururlar. Amcam bekler, elini kulpa atmaz. Şoför soldan inip sağa koşar, kapıyı açar, hademe bahçıvan topuk bitiştirir hazırolda. Haşmetmaap çantasını verir, kırmızı halılar üstünde yürür, çaycısı, sekreteri, kalemi teyakkuzda. Otomobilin motoru gün boyu çalışır, her daim azimete hazırdır. Yazın serin, kışın sıcak olmalıdır, beyfendinin sıhhati açısından.
Bunlar vatandaşla muhatap olmaz, randevu bile lütfetmez sana bana.
Düşünün okul müdürü için bile ayrı kapı yapılır, sabah tek başına girer, dooru odasına. Radyo dinler, gazete okur, misafir ağırlar, ne etfale, muallime bulaşır ne hudemaya...
Muavin Bey imzalanacak dosyaları üst üste koyar, kapıyı çalar, “giiir!” buyurur mermer kaideden Scrikss’i çeker paraf atar baştan savarcasına.
CENNETİN KAPILARI
Cennetin sekiz kapısı vardır: Salat, Cihad, Reyyan, Sadaka, Hac, Af, Eymen ve Zikir-İlim.
Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyururlar ki: “Kim Allah yolunda, malından iki şey harcarsa, cennetin kapılarından ‘Allah’ın kulu! Burası güzeldir, girin’ diye çağrılırlar. Namaz ehli olanlar Salat kapısından çağrılır. Cihad ehli olanlar Cihad kapısından. Oruç ehli olanlar Reyyan (su içip kanan) kapısından çağrılır. Sadaka ehli olanlar Sadaka kapısından.”
Hazret-i Ebu Bekir sorar “Ey Allah’ın Resulü! Anam, babam sana feda olsun, bu kapıların hepsinden çağrılacak kimse var mıdır?”
-Evet, ümit ediyorum ki, sen onlardansın!
ANALAR YÂR, BAĞDAT DİYAR
Bağdat, Samarra ve Rakka gibi şehirler sonradan inşa edilir. Mimara alan bırakırlar.
Müslümanlar yeni kurdukları şehirleri dairevi yapar, hem müdafaası kolaydır, hem göz okşar.
Çevresine derin bir hendek kazar, ya da nehrin yatağını değiştirir surları sardırırlar.
Timsahlar mı dediniz yok canım o kadar da abartılmaz. Dostlar geldi mi köprüyü indirir kafileyi içeri alırlar. Kaçaklar kolay sızamaz.
Haydi hendeği aştın diyelim iç içe surlar çıkar karşına. Öyle pat diye şehre giremezsin, seni galerilerde gezdirir, dehlizlerde turlatırlar.
Hatîb el-Bağdâdî’ye göre koridorlar taş döşeli avluya (er-rahbe) çıkar. Ziyaretçi çatısı pişmiş tuğla ve kireç taşı ile örülmüş büyük takların (ettâkatü’l-kübrâ) altından geçtikten sonra vasıl olur saray ile ulu caminin bulunduğu meydana.
Büyük dehliz (dihlîzün azîm) yine tuğla ve kireçten inşa edilmiştir, kapısı demir ve tunçtan, üzerinde iri iri perçinler ince ince yazılar. (Ya‘kubî).
Dihlîzü’l-medîneye daldın mı kendini arastada bulursun bir anda (İbnü’l Fakih) mekân loştur, güneş hüzmeleri çizgi çizgi düşer, yer yer bir halının kızılını parlatırlar. Çarşıda o yeknesak uğultu kopar, kuytuları ıtır baharat kokar.
Saray yanında; Beytülmal, Hazinetü’s-silâh, Matbahu’l-âmme, Dîvânü’r-resâil, Dîvânü’l-harâc, Dîvânü’l-hâtem, Dîvânü’l-cünd, Dîvânü’l-ahşem ve Dîvânü’n-nafakat sıralanırlar.
Dış sur üzerindeki kapılar kulelerle korunur. Bazıları 50 zirâ irtifaındadır, külahları altın varakla kaplanır. Geceleri teraslarında şerbetli yemişli sohbetlere otururlar.
.
İshak Paşa Sarayı Ağrı’nın ilk göz “Ağrı”sı!
1 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :1 Eylül 2024 00:05
A -
A +
Mahmud Paşa münasip bir tepeyi kesme taşla çevirtir Şiraz ve Isfahan’dakileri aratmayacak bir saraya niyetlenir.
Beyazıdlılar sanat ve edebiyatta olduğu kadar mimaride de maharetlerini göstermeli, İran karşısında ezilmemelidir.
Antik Doğubeyazıd Kalesi (Daryunk Hisarı) eskilerden izler taşır. Urartu, Pers, Roma…
Bilahare sahabe orduları Arap atlıları dolaşmaya başlar, maya çalarlar İslam’a.
Alparslan ilk batı seferinde (1064) Bizans’a diz çöktürür, Kars ve Ağrı’yı alır, Kürt asıllı Ani beylerine (Şeddadilere) bırakır.
Ahlat, Sökmenleri, Timuroğulları, Moğollar, İlhanlılar derken kale yıpranır, metruk kalır.
Uzun süre bu otlakları Celayırlılar kullanır, nitekim Van-Ahlat bölgesinde hüküm süren Şehzade Beyazıd, adını taşıyan bir kale yaptırır.
Bayezid Arapça Ebu Yezid’den gelse de o yıllarda havalide Farsçanın hâkimiyeti vardır ve Beyazıd “mamur onarılmış” gibi farklı bir mana taşır.
Kale zamanla el değiştirir Esin Oğullarına, Karakoyunlulara, Timur Han’a ve Akkoyunlulara bağlansa da adı Beyazıd kalır.
Derken İran musallat olur, Elmakulağı Savaşı’nda Akkoyunluları yenen Safeviler var gücüyle bölgeye abanır.
Yavuz Sultan Selim, Çaldıran’a giderken (Ağustos 1514) Beyazıt Ovası’nda Sarısu boyunda (Şahlı Gölü civarı) konaklar. Beyazıd halkı Sünni’dir, gelir padişahı ziyaret eder, itaatlerini sunarlar.
Nitekim Çaldıran zaferini müteakip Osmanlıya bağlanırlar. Bu yüzden İran baskısında kalırlar mı?
Evet serhad-ı acemdedirler, bunu bilerek yapar, riski göze alırlar.
İSTANBUL’UN YANINDA
Beyazıdlılar doğu seferine çıkan Osmanlı ordularını ağırlar, Başvezir İbrahim Paşa’ya, Kanuni Sultan Süleyman’a yardımcı olurlar.
1550’lerden sonra Silvan (Farkin) civarındaki Kara Behlül Bey ile Bisyan, Sıpkan, Zilanboy oymakları buraya akar, oğulları da “Ocaklık” yoluyla sancak beyi olurlar.
1744’te İran Şahı Nadir’in saldırılarıyla dağılsalar da Kürt beyi Mahmut Paşa onları tekrar derler, toparlar. Beyazıd’ı emniyete almakla kalmaz ilimde, sanatta, ticarette öne çıkartır. Sanata ticarete yönelir, kervan ağırlar, para kazanırlar.
Beyazıd Beyi Mahmud Paşa Şia propagandalarına karşı koyabilmek için Arvas Seyyidlerini davet eder, onlara mektep medrese dergâh açar, tedrisat imkânı sağlar.
İran karşısında erimemek için Türkçe ve Kürtçeyi öne çıkarır. Nitekim beylerin kâtipliğini yapan Ahmed-i Hani Kurmançi lisanında eserler kaleme alır. Mem ve Zin efsanesinin yanı sıra gençler ve çocuklar için fıkh ve itikada dair kitaplar hazırlar.
Mahmud Paşa işleri yola koyunca münasip bir tepeyi kesme taş ile çevirtir Şiraz ve Isfahan’dakileri aratmayacak bir saraya niyetlenir. Evet, mimaride de maharetlerini göstermeli ezilmemelidirler İran’a.
Doğubeyazıt defalarca Acem ve Rus saldırısına uğrar, zaman zaman işgaller yaşar. Çarlar ve Şahlar sarayın yükte hafif pahada ağır parçalarını aparır koparır ülkelerine taşırlar. Nitekim duvarlarda çini namına bir şey kalmaz.
Ruslar çekilirken Ermenileri de peşine takar, onlara Nova Beyazıd adlı bir belde kurar. Ancak silinir gider, Doğubeyazıt’ın gölgesinde kalır, rakibi olamaz asla.
Osmanlıda Beyazıd mutasarrıflıktır, Iğdır ve Tuzluca da ona bağlıdır.
Cumhuriyetle Karaköse il olur, “Doğubeyazıt” kaza yapılır.
YÜZYILDA YÜZLERCE USTA
Neyse biz gelelim saraya. Bu muhteşem saray 7.600 metrekare üzerinde yer alır, üç katlı ve 366 odalıdır. Her odada ocak ve dolap vardır. İnşası 1685’de başlasa da 1784’te tamamlanır. Taş ustaları Kafkasya’dan gelir, ekseri Ahıskalıdır, değişik mimari tarzların izleri görülse de Selçuklu çizgisi esas alınır.
İlk kazma Kürt beyi Mahmut Paşa tarafından vurulur, yeğeni İshak Paşa zamanında tamamlanır. Harem kapısı üzerindeki tarih düşürülen kitabeden ötürü adı İshak Paşa kalır.
“Bin yüz ile doksan dokuz oldu buna tarih İshak’a meram üzere kerem kıl dü cihanı”
İshak Paşa Çıldır’da da vali olan Vezir İshak Paşa’yla karıştırılmasın, o başka! Zikrolunan sarayının inşasında İslami ölçüler dikkate alınır, bir kere haremlik selamlıktır. Muhteşem bir camisi ve zengin bir kütüphanesi vardır. İshak Paşa, kabrini bile hazırladığına göre ölüme hazırlıklı olmalıdır. Serçecikler dinlensin diye kuş evleri bile düşünülür, mahlukata şefkat doruktadır.
Saray yamaçtaki kod farkına göre düzenlenir kimi yerde iki, kimi yerde üç katlıdır. Zeminde mahzenler, tavlalar, arabalar, çeşmeler, silah ve erzak depoları ile seyis ve muhafız koğuşları sıralanır.
“Kal’a-i Bayezid Kotur şimalinde bir kal’a ve livadır ve serhad-ı Acemdir iki kal’a dahi buna tabidir biri Diyadin kal’ası ve biri Hamur kal’ası. Bu livayı Behlül Bey ocaklık tarikiyle zabt ider bunlar dahi tevaif-i Ekraddan Besyan aşiretindendir. Kızılbaşlar bunlardan gayet havf iderler...” Kâtip Çelebi.
İLK KALORİFER SİSTEMİ
İshak Paşa Sarayı, tarihte ilk kalorifer sisteminin kullanıldığı binadır. Ocaklarda ısıtılan su, toprak künkler vasıtasıyla zemin ve duvarlarda dolaştırılır. Proje o kadar ustalıkla uygulanır ki hâlâ şaşkınlık ve hayranlık uyandırır.
MİMARİ DORUKLARDA
İshak Paşa Sarayı kısım kısımdır, avlu ve has bahçe arasındaki geçişler büyük taç kapılarla sağlanır. Duvarlarda oyma taş işçiliği ile serviler, dallar, salkımlar, çiçekler, tomurcuklar, yıldızlar gibi yüzlerce motif kullanılır, bu zenginlik Şeki Han Sarayı ve Divriği Ulucami’yi hatırlatır. Benzerlerine ancak Kubbetü’s Sahra’da, Tunus Kayrevan Ulucami’de, Ani Kervansarayı ve Mardin’deki Artuklu yapılarında rastlanır.
Cümle kapısının açıldığı ikinci avluda muayede salonu, kütüphane, türbe, cami yer alır. İkinci avludan açılan başka bir kapı aracılığıyla da harem, ziyafet salonu, hamam, kiler, mutfak, fırın ve bahçeye ulaşılır.
Tek minareli ve kare planlı olarak inşa edilen cami iki bölümden oluşur. İklim şartları göz önüne alınmış cami ile medrese iç içe yapılmıştır. Bu Kayseri Kölük ve Hacı Kılıç Camii’nde olduğu gibi Anadolu Selçuklu mimarisine ait bir tatbikattır.
Harim bölümünü örten yüksek kasnaklı ve şişkin karınlı kubbe formu Büyük Selçuklu devrinde Serahs ve Merv şehirlerinde yaygındır. Osmanlıdaki kurşun kaplı kubbe anlayışı yerine Selçuklu geleneğindeki çift cidarlı taş kaplama kullanılır. Minare de bezeme bakımından Selçuklu tesiri taşır.
DÜNYA MALI DÜNYADA...
İshak Paşa Sarayı Lâle Devri’nin son büyük yapısı olup İstanbul Topkapı Sarayı’ndan sonra ikinci teşkilatlı saray binasıdır.
İshak Paşa ve hanımı için yapılan türbe üzerindeki motifler 6 cm kadar derinleşir hayli emek harcanır. (Umumiyetle 2-2,5 cm civarındadır.)
Saray 99 yıl sonra hitame erer, peki sahipleri mutlu mesut bir hayat sürer mi? Üç beş yıl sonra vefat eder, kabirlerine çekilirler.
Beyazıd Sancağı 1. Cihan Harbine kadar bu saraydan idare edilir. Sonra mukimleri aşağı Beyazıd’ı mekân tutar. Ova daha sıcaktır, İran şosesine yakın olduğu için ticareti canlıdır.
Metruk kaldığı yıllarda harap olur, tavanlar çöker, sofalar molozla dolar bir tek cami ayakta kalır.
Tamir tadilatla nispeten düzeltilse de beylerin hüküm sürdüğü yıllara erişemez bir daha.
Yine de görülecek çok şey var. Bir yılda 220 bin turist çekmiyor boşuna.
.
Orda dostlar var uzakta..
3 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :3 Eylül 2024 00:34
A -
A +
Ressamlar fotoğrafçılar Maglay’a bayılıyorlar. Kale var, kule var, taş kubbeler, ahşap minareler, kitabeli çeşmeler, tekkeler, dergâhlar, kafesler, cumbalar…
Tito’nun Yugoslavya’sı kapalı bir kutuydu âdeta. Biz Almancılardan dinlerdik. Yok Üsküp’te arabası bozulmuş da tamirci bakmış, onarmış. “Haade gidesin” demiş, “dua edesin bana.”
-Usta para?
-Te yürüyesin dedik be ya!
Yok Prizren’de acıkmışlar “var mıdır burada yiyecek satan?” Teyzem “oturasın be evladım” demiş tepsiyi donatmış dakkada.
Sonra belgesellerden izledik. Sunucu gezer, nerede cami, büürekçi, bozaci, cevabici varsa…
Ardından interneti keşfettik delik deşik ettik ekranda, Türk kahvesini kim yapar, demleme çayı kim satar?
VAKİT DAR ESER FAZLA
Derken yollar açıldı turlar düzenlendi. Yalnız hep belli hatlarda. Mesela Makedonya yolcuları Üsküp’e iniyor, bi Ohri Sturga yapıyor o kadar. Bilirsiniz Tur operatörlerinin “dağıtırsak toplayamayız” gibi endişeleri var, bu yüzden yol üstünde olmasına rağmen Kalkandelen, Gostivar ve Kırçova’yı es geçiyorlar. Dönüşte Resne Manastır geziliyor, Pirlepe, Köprülü ve İştip atlanıyor. Bilseniz ne çok eser ve ne hatıralar var orada.
Bosna Hersek’te ise iki şehir öne çıkıyor: Saraybosna’dan Mostar’a. Rehberin gönlü olacak ki giderken Ilıca’ya uğraya, Konyiç’te nefes aldıra, Jablanica’da kebap ısmarlaya. Eh Poçitel ve Blagay’a da uzanırsa aliyyül âlâ, öpün koyun başınıza.
İyi de adam n’apsın? Sen üç günlük tura yazılmışsın, gezilesi görülesi 57 şehir var oysa.
Bosna Hersek küçük bir ülke değil, yüz ölçümü 51 bin kilometrekareden fazla. Danimarka, Hollanda,
Belçika ve Arnavutluk’tan büyük. Hani dağları ütülemek kabil olsa iki misli yayılır daha.
Eh menzil uzun, eser fazla, vakit mahdut olunca…
TRAVNİK, VİŞEGRAD, TUZLA
Ama arkadaşlarla gideceğiz, araba tutacağız derseniz o başka.
Bir kere 77 vezir çıkaran Travnik’i atlamayın, Sırplar bile Vezirski Grad (Vezirler şehri) diyor ona. Nobelli yazar İvo Andriç de aynı kasabadan, hatta sırf Drina Köprüsü için uzanın Vişegrad’a.
Tuzla camileri dergâhları ile gezilesi bir şehir, Srebrenica ise hüzün yüklü, sohbetler hıçkırığa dönüyor sonunda.
Gazetecilerin biraz daha imkânı oluyor, kuytu köşe gezebiliyorlar. Maglaj gibi mesela.
Boşnaklar “J”leri “Y” okur. Biz de Maglay diyelim o zaman. Manası “sis” demekmiş, biz haziranda gitmiştik, baktık ufuklar kararıyor. “Amaaan yaz yağmuru değil mi, serper geçer” diye hafife aldık, bulutlar bizi kalede yakaladı. Abi nasıl bir sağanak? Damlalar düştüğü yeri deliyor, oluklar kurşuna tutulmuş gibi takırdıyor. Bir kemer altına sığındık, paçalar sırılsıklam. Koca saatler geçti, adım atamadık dışarıya.
Aşağıda Bosna Irmağı, dolu dolu ve hızlı hızlı akmaya başladı, iki kıyı arasında boşluk kalmadı. Su bütün adacıkları yuttu başladı mı yatağını zorlamaya.
Hayır o gün yükselmedi ama bazen taşar, kasabayı basarmış.
İnanırım, çünkü vadiler dere kesilmiş gürül gürül iniyordu aşağıya.
HAYAT MESİRE TADINDA
Fotoğrafçılar Maglay’a bayılırlar. Eee kale var, kule var, taş kubbeler, ahşap minareler, kitabeli çeşmeler, tekkeler, dergâhlar, kafesler, cumbalar…
Dağ nehir orman zaten yerlisi, eşraftan.
Büyük değil ama düzgün bir kasaba, bozulmamış kendisi gibi hala..
Efendim Kale Bosna Kralı I. Tvrtko’dan kalma. Klasik Orta Çağ yapısı, sarp bir kaya bulmuş, üstüne bir hisar oturtmuşlar, üç beş manga da muhafız, tamam.
O günlerde ehemmiyetsiz bir belde lakin Müslümanların elinde mühim bir merkez olur, tacirleri seyyahları ağırlar.
Derken Macarlar Jajce’yi (Yayça) alıp bir savunma hattı kurar. Osmanlı da bölgeyi tampon devlete çevirir, Vranduk’u payitaht yapar.
Nâhiye-i Kal‘a-i Maglay sanat ve ticaretle tanınır. Tepenin eteklerine sokulan Ulahlar bizim Yörükler gibi çadırda yaşar, hayvancılıkla uğraşırlar.
1465’de Maglay’ın %41’i Müslümandır, 1575 tahrir defterinde Müslüman nispeti %67’yi bulur, 1604’te ise %78’e çıkar. İşte o gün bugün ekseriyettedir daima.
Yıllardır metruk olan havali Müslümanların elinde şenlenir, hem umumi nüfus hem de Müslüman nispeti artar. Bir baskı ve çatışma olmadığına göre mühtedi (iman eden) olmalı bunlar.
Yörenin Ortodoksları da hayatlarından memnundurlar. Civarda bulunan Ozren, Papraca, Rmanj ve Gostovic (Vozuca) manastırlarına rağmen İslâmlaşır, 82 köyü ile mühim bir belde olur Saraybosna’dan sonra.
Mohaç zaferinden sonra Türklerin itibarı artar, bizi tanıdıkça ısınır, yaklaşırlar.
Maglay doğumlu Kalavun Yûsuf Paşa memleketini unutmaz, Kurşunlu Camii gibi bir eser bırakır ardında (1560). Ayrıca han hamam ve çeşmelerle donatır. Ne yazık ki çoğu yenilir zamana.
BABA YURDUNA
Yine Maglay’da dünyaya gelen Kubbe Veziri Fazıl Paşa’nın hayli hayrı dokunur baba yurduna. Konya ve Budin Valisi Mahmud Paşa ona keza.
Her ne kadar Macar’a karşı tedbir alınsa da Avusturyalıya da güven olmaz. Nitekim 1693 yazında Sava kıyısındaki Brcko’ya saldırırlar. Maglay’a da baskın yapar, yakıp yıkar, yağmalar, ortalığı kana boyarlar. Şehir henüz toparlanmıştır ki bu defa Prens Eugène Savoyski musallat olur. General Truchsess’e emir verir. “Camileri ve kaleyi uçur havaya!”
Çok uğraşır ama Kurşunlu Cami’yi yıkmayı başaramazlar.
Prens Eugène’in ressamı bu vandallığa çok üzülür, Maglay bugüne kadar çizdiği en şirin kasabadır zira.
Bu güruh kalıcı olamaz, barınamaz. Osmanlı sil baştan kaleyi kuleyi yapar (1697) kilit noktalara toplar koyar.
AVUSTURYA BAŞA BELA
Avusturyalılar 1789’da tekrar işgal eder, tahrip eder ama barınamazlar.
1807’de havaliyi dolaşan Fransız subayı Mazelière, Maglay’ı canlı bir şehir olarak anlatır okuyucularına.
1867’de Avusturyalı Gustav Thoemmel, kaliteli kumaşlar üreten ciddi bir zanaat merkezi olduğunu yazar.
Derken Maglay köprüye kavuşur (1870) bunun 162 bin kuruşunu yerli halk, 119 bin kuruşunu ise Osmanlı Devleti karşılar. Bilahare demir köprü ve demir yolu inşa edilir yanına (1909).
Avrupa’da ne varsa Maglay’da da vardır, mahrumiyet sayılmaz. İngiliz seyyah William Miller şehrin son Kaptanı Emina-Beg’in yeğeni Rifat’la tenis oynadığını yazar.
Maglaylı Üzeirbeg ailesi Bosna’nın zenginleri arasındadır, uçsuz bucaksız arazileri, cins atları vardır. Oturdukları konak bugün müze ev olarak konuk ağırlar.
Avusturya’nın işgal yıllarında karşı kıyıda Novi Maglaj (Yeni Maglay) kurulur. İstasyon, oteller, idari binalar derken şehir o yana kayar. Sırplar da yerleşir, o sıra.
Maglay’ın 1962 nüfusu 4.579’dur, 1991-95 Bosna savaşında 8 bin olur ki ekseri Müslümandır. Sırplar kuzeydeki tepelerden bombalasalar da şehre inemez giremezler asla.
2014 yılında nehir görülmemiş bir şekilde taşar, Osmanlı Maglay’ı yamaçtadır seyrine bakar ama Novi Maglay çaresiz kalır ırmak karşısında. Türkiye kardeşlerinin yardımına koşar, takriben 500 ev ve iş yerini kurtarır, kaldırırlar ayağa.
VARLIĞI BİLİNİR AMA...
1874 Bosna Vilayeti Salnamesi’ne göre Maglaj’da 11 cami ve mescit, 18 han, 1 rüştiye ve 5 Müslüman mektebi vardır. Avusturya Macaristan dönemi haritasında ise Çarşı Camii, Fazlı Paşa, Kurşunlu, Gornyevaçka ve Zagrade olmak üzere beş cami işaretlenir o kadar.
Peki diğerleri?
Osmanlı çiçek gibi çizer, tasnif eder, dosyalar. Lakin Sırplar Saraybosna Kütüphanesi ile birlikte arşivi de yakar.
Kurşunlu Cami Saraybosna’daki Ali Paşa Camisi ve Foça’daki Alaca Camii kalitesinde bir eserdir. Minarenin inceliği zarafeti gözden kaçmaz. Sarkıtlarla süslü şerefe ve korkuluklarıyla Bosna İslam mimarisine renk katar. Hazirede kabir taşları, avluda havlu ve takunyalarıyla şirin şadırvan.
Avusturyalılar ve Sırplar yıkmaya çalışıp hırpalasalar da TİKA el atar çiçek gibi yapar.
Gornyevaçka Camii Ali Fevt isimli bir hafızın ruhuna kardeşi Süleyman tarafından yaptırılır. Burada evvelce de mescid vardır, zamanla yıpranır tabii, neticede ahşap.
Abdullatif kızı Fatıma ise servetinin ehemmiyetli bir kısmını Çarşı Camii’nin (Sukija/Carsijska) onarımına harcar. Çatıdan çıkan sekizgen minaresi ve geniş şerefesi ile değişik bir mimari tarzı var.
TDV karşı kıyıya 11 ayda muhteşem bir cami yaptırır (2008) unutulmaz Vali “Recep Yazıcıoğlu”nun adını koyar.
.
Amerika’yı Amerika’yı yeniden keşfetmenin âlemi var... Onlar nasıl yaptıysa
7 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :7 Eylül 2024 01:05
A -
A +
Uzun yıllar balya balya ham pamuk sattık, sonra eğirdik, dokuduk, boyadık, biçtik, diktik, 2 dolarlık mahsulü 20 dolarlık konfeksiyon yapmayı başardık. Eğer marka olursanız bunu 200 dolara da satabilirsiniz. Bu konuda hayli yol aldık.
Otomobil, beyaz eşya derken kendimizi silah sanayii içinde bulduk. Çünkü paramızla bile alamıyorduk, kötü komşuya kızmalı, ev sahibi olmalıydık.
Bakın bir kilo çeliği balta, bıçak, nacak olarak satarsanız edeceği üç beş dolar.
Ama tabanca yaparsanız yüze hatta bine katlayabilirsiniz pekâlâ.
Bir kamyon ortalama 5 milyon lira, 7 ton gelse, kilosu 700 lira civarında.
Bayraktar TB2 ise 5 milyon dolar. Ağırlığı da kamyonun beşte biri kadar.
Biliyorsunuz bu sene Baykar Savunma, vergi rekortmeni oldu, dileriz daha da büyür, girmediği ülke kalmaz.
PARA SİLAHTA
Silah sektörünün büyüklüğü takriben 600-700 milyar dolar. ABD, Fransa ve Rusya önde gidiyor, onları İtalya, Kore, Çin, Almanya, İngiltere, İspanya ve İsrail takip ediyor. Türkiye 11. sırada.
Firmalar arasında cirosu en yüksek olanı Lockheed Martin. Hem de açık ara farkla.
İyi de bugüne nasıl geldiler? Neler yaşadılar acaba?
Efendim firmanın kurucusu 1889 Kaliforniya doğumlu Allan, kardeşi Malcolm ve üvey kardeşi Victor’la iyi anlaşırlar.
Annesi Flora ünlü bir romancıdır. Şöhret olunca kocasından ayrılır, Santa Barbara’da meyveli bir çiftlik evi alır. Buranın rüzgârı çocukları uçurtmacı yapar, Loughead kardeşler Profesör J. J. Montgomery’nin süzülme tecrübelerini izler havacılığa sevdalanırlar. Eğilim ve eğitimleri mekanik etrafında dönmeye başlar.
Victor, kanatlı olsun ve tekerlekli olsun bilumum vasıtalara hastadır, hayallerinin peşinde koşar. Chicago’ya otomobil bayii “James E. Plew” yanında işe başlar. 1909’da yazdığı “Hava Araçları” adlı kitap hayli alaka toplar. İnce ince çizimler vardır, duyulmadık tasarımlar…
Malcolm ve Allan ise haftada 6 dolara San Francisco’da tamircilik yapar, arabaları hızlandırır ve yarışırlar.
GÖZLERİ HAVADA
Bu arada Victor, patronu Plew’u ayartır, Montgomery’nin planörlerinden birini aldırır. Bunu motorlu bir uçağa dönüştürmek için kardeşlerini çağırır. Allan sektörden ümitlidir “Havacılık en güvenli ve en ucuz ulaşım aracı olacak” der “tren ve gemilerin pabucunu dama atacak. Ve o günlerde benim uzun beyaz bıyıklarım olmayacak!”
Uzatmayalım Loughead kardeşler Montgomery planörüne 2 silindirli, 12 beygir bir motor takar. Eğitimli pilotlar cesaret edemez ama Allan bu “el yapımı” alameti uçurur sonunda (1910).
“Kısmen cesaret ve kısmen de aptallıktı” diyecektir. Olsun, artık havacıdır ya!
Bu yamalı bohça birçok vartayı atlatır, düşer enkaz olur sonunda, bir öğrenci de mezara.
Allan peşini bırakmaz Chicago’da uçuş hocası olur, gösteriler yapar. Duhuliyeden %25 alır, daha ilk hafta cebinde 850 dolar. Ki küçük bir servettir o yıllarda. Bir keresinde yağmurda ıslanan kanatlar yüzünden (brandadır) istediği gibi tırmanamaz telefon kablolarına dolanır, haydi dön başa. Şimdi daha iyi bir tayyare yapmalı bunları yaşamamalıdır bir daha.
Bir ortak bulur işe başlar. Bu üç kişilik bir deniz uçağı olacak, San Francisco Körfezi’nde turist gezdirecek, para demeyeceklerdir paraya.
İlk Lockheed devrin ötesindedir ama çok az kişi onunla gezmek için 10 dolarına kıyar. Para kazanamayınca hevesleri kaçar, ortak da uçağa el koyar.
Allan, Alaskalı Paul Meyer’in desteği ile tayyareyi kurtarır, Panama-Pasifik Fuarı’nda bir uçuş imtiyazı koparır, beş ayda 600 meraklıyı gezdirir ve 4 bin dolar kazanır.
Henry Ford’a da uçuş teklif eder “Kaliforniya’yı versen uçmam” der, yanına bile yaklaşmaz. Hâlbuki bi havacılığa girseydi var ya...
UÇAK UFAK OLMASA
1916 hareketli geçer, St Barbara’da serüvensevenlerle havalanırlar. Ayrıca adalara charter sefer açar, film şirketlerine havadan çekim yaparlar.
İş çoktur, şimdi on kişi gezdirebilecek çift motorlu bir tayyare lazımdır. Allan “Lockheed Aircraft Manufacturing Company’yi kurar, kiralık bir garajda F-1’e başlar, hesap kitap bilen bir genci işe alır. Adı “Jack Nortrop”tur dikkat!
Böyle bir vasıtaya donanmanın da ihtiyacı vardır ama generaller oyalar.
ABD 1. Cihan Harbine girse de (1917) Lockheed’e iş çıkmaz. Hâlbuki St Barbara, San Diego arasındaki 211 millik yolu üç saatte katedip rekor kırmıştırlar.
Bir ara Belçika Kralı Albert ve Kraliçe Elisabeth’i St Cruz adasına uçururlar. Memnun kalır, Allan ve Malcolm’u Altın Taç Nişanıyla mükâfatlandırırlar.
Ardından kontrplak kasaya 25 beygirlik motor takar, halk tipi bir tayyare yaparlar. Kolay uçar, güven verir insana. Gelgelelim ortalık savaş artıkları ile doludur, hem de öldüm parasına.
O yıl bulup geliştirdikleri Lockheed fren sistemini Chrysler’a satar ayakta kalır, çorbayı emlakçılıkla kaynatırlar. Zaman zaman Nortrop ve Douglas ile bir araya gelir uçaklardan konuşurlar. Sonunda Tuğlacı S. Keeler’i ikna ederler yatırıma. Nortrop’u da çağırır 4 yolculu bir vasıta üzerinde çalışırlar. Ortaya çağın önünde bir şey çıkar, düşünün alt kanatlar yoktur, alet sülüne dönmüştür âdeta.
Nortrop’a göre lamine ahşap gövdelerin vakti geçmiştir, arkadaşlarını sac levhaya yöneltir ısrarla. Ağırdan alır, fırsatı kaçırırlar, büyük hamle olacaktır oysa.
SEKTÖR PARLAYINCA
Yıl 1927. Charles Lindbergh’in New York’tan, Paris’e uçması havacılığa olan ilgiyi artırır.
Muzcu J. D. Dole, Kuzey Amerika’dan Hawaii’ye ilk uçana 25 bin dolar ödül koyunca havacılar ayaklanır. San Francisco Examiner’ın yayıncısı George Hearst 12.500 dolara Lockheed’den bir Vega alır, Golden Eagle adıyla yarışa sokar ve kazanır. Hearst Avustralya’ya yapılacak uçuş için bir deniz uçağı sipariş eder ayrıca.
Arktika kâşifi Kaptan George Wilkins, otelin camından test uçuşu yapan Vega’yı görünce heyecanlanır. Onu Alaska’nın kuzey ucu Barrow’dan Norveç yakınlarındaki Spitsbergen adasına uçurmayı planlar. Pilot Carl Ben Eielson buz üzerinde kalkar, ilk 500 mil hava sakindir sonra tipi başlar Eielson bulutlar arasından bir delik görür ve dalar. Beş gün uçakta yatar hava muhalefeti bitince tekrar kalkar, menzile varırlar.
Bu macera siparişleri artırır. Kaliforniya, Burbank’ta yeni bir tesis açarlar. Kasaya milyon dolarlar girse de gövdeler kontrplaktır hâlâ.
Neticede Northrop ayrılır, gider kendi şirketini kurar 1928.
Lockheed’in %51’ine sahip olan tuğlacı E. Keeler, şirket varlıklarını Detroit Aircraft Company’ye satar. (1929)
Allan da Genel Müdürlükten ayrılır hisselerini 23 dolardan elden çıkarır. Ardından büyük buhran kopar! Hisseler 12,5 sente düşer ve Lockheed havlu atar. (1932)
Şirket iflastan satışa arzedilir. Allan teklif vermeyi istese de sadece 50 bin dolar toplamıştır, utanır. Sonra ne öğrense iyi? Meğer koca şirket 40 bin dolara satılmış.
SİVİLDEN SAVUNMAYA
Yeni patron Walter Varney şirketin adını “Alcor” koyar, emeği olanları da çağırır kapıyı açık tutar.
Oturur 8 kişilik, alçak kanatlı C-6-1’i geliştirirler. Ne yazık ki, prototip San Francisco Körfezi’nde kaybolur, âdeta buhar (1937).
İkincisinin pilotu test uçuşunda lüzumsuz bir dalış yapar, toparlayamaz, paraşütle atlar, uçak döne döne suya batar (1938).
Alcor da batar, sigortadan aldıkları parayla kapıyı zor kapatırlar (1939).
Allan savaş kokusu alınca, muharip uçaklar planlar. II. Cihan Harbi’nde ABD ve İngiliz ordusuna hayli Hudson satar ki bunlar denizaltı avcısıdır aynı zamanda.
Lockheed P-38 Lightning de iyi satar, Japon Amirali Isoroku Yamamoto’nun uçağını düşürünce ününe ün katar.
Harp yıllarında Burbank tesisini (Union Havaalanı yanında) çuvallarla, kauçuk otomobillerle, sahte ağaçlarla saklar, 7/24 çalışırlar. 19 bin 278 uçak üretirler dile kolay.
Savaş sonrası TWA için 43 kişilik L-049 Constellation’ları yapar. Zikrolunan tayyare New York- Londra arasını 13 saatte alır (480 km/s), üç kuyruğu vardır çünkü klasik kuyruklar yüksektir, hangara sığmaz.
LOCKHEED’İ UÇURANLAR
Yıl 1955 U-2 istihbarat uçağını yapar, sonra geliştirir SR-71 Karatavuk’u salarlar semaya.
C-130 Hercules ise nakliyecilerin rüyasıdır, düşünün hâlâ uçmakta...
P-80 Shooting Star, Kore’de bir MiG-15 avlar ve uçak düşüren ilk Amerikan jeti olarak nam yapar.
İlk Mach 2 (ses hızını 2 defa aşan) savaş uçağı F-104 Starfighter da Lockheed imzası taşır. Ardından C-141 Starlifter dört jet motorlu nakliye uçağı tanıtılır.
Polaris denizaltından fırlatılan balistik füze (SLBM), ardından nükleer başlıklı Poseidon ve Trident’ler...
C-5 Galaxy askerî nakliye uçağı ve L-1011 TriStar geniş gövdeli yolcu uçağı üzerinde çok çalışırlar. Lakin McDonnell Douglas onlardan önce yapar (DC-10) ihaleyi kapar.
AH-56 Cheyenne helikopter programı ile karmaşık gemi inşa sözleşmeleri de iş açar başlarına. Borç batağında boğulur, iflasın eşiğine gelirler âdeta. ABD hükûmeti 1,4 milyar dolar kredi verir. İşin içinde rüşvet olduğu söylenir, günahı boynuna.
Al bir Nixon skandalı daha...
Bilahare dikkatlerini Titan roketleri, Uzay Mekiği, Viking iniş araçları üzerine teksif eder, Martin Marietta ile birleşme kararı alırlar.
Gizliliğe dikkat eder, Skunk Work (kokarca) gibi saklanırlar. F-117 Nighthawk bir anda çıkar ortaya.
TANIDIK SİMALAR
Bizim T-33, F-104 ve F-16 aldığımız “F-35 alamadığımız” Lockheed’in yanısıra, F-100’lerden tanıdığımız North American, F-102 Delta kanatın mimarı Convair, F-5 üreticisi Northrop, Göktreni C-47 (Dakota) ve F-4 (Phantom) imalatçısı McDonell Douglas da köklü firmalardır.
A-10 Thunderbolt yapan Fairchild, F-14 Tomcat’ları yapan General Dynamics, B-1 ve B-52’leri yapan Rockwell ve Boeing’in ciddi güçleri vardır. İcabında darbe yaptırır, çatışma çıkarırlar.
Evet biz çok geç kaldık, Tomtaş’taki Alman Junkers iş birliği, Demirağ ve Hürkuş projeleri fırsattı ama THK ve CHP savsaklayınca...
Yeis yok, ümitvarız, yine yaparız!
.
Devlet içinde devlet! Lübnan bugünlere böyle geldi
2 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2024 00:32
A -
A +
Lübnan, çölü olmayan tek Arap ülkesi. Bırakın çölü sahrayı, baştan aşağı orman. Yüz ölçümü Antalya’nın yarısı kadar. Bir dönem “Orta Doğu’nun kalbi” diye nitelendirilen ülke, siyasi olarak hiç durulmadı. Göçler, suikastlar, savaşlar Lübnanlıların peşini bırakmadı.
Ülkede bir gruba ABD destek verdi diğerine Rusya. Siyonistle, BAAS köşe kapmaca oynadı. Asala ve PKK burada kuruldu. Ülkede tek Acem yok ama Pers İmparatorluğuna soyunan İran, at oynatıyor; Hizbullah’ı ABD ile pazarlıkta kullanıyor. Faturayı ise Lübnan halkı ödüyor.
Gazete ve ekranlar sıcak haberlerle dolu erişebilirsiniz kolayca. Ama bazı şeyleri anlamak için “bugünlere nasıl gelindi” kısmına da bakmak lazım galiba.
2018 yılı... Türk yardım kuruluşlarından biri ile Lübnan’a gitmiştik. Havalimanında Hizbullah militanları ekibi durdurdu. Tipimi herhâlde biraz Avrupai buldular bana dokunmadılar “welcome!”
Ama diğer arkadaşların pasaportlarını aldılar saatlerce sorgulayıp bunalttılar. Açıkçası Filistinlilere ve Suriyelilere verilecek destekten hoşnut değillerdi, velevki ramazan günü yağ şeker makarna bile dağıtılacak olsa.
Kendileri de yardım yapıyor ama oy hakkı olanlara. Mülteciler seçime katılamadıklarına göre, niye versin boşuna?
Beyrut’ta plajların, gece kulüplerinin, pahalı restoranların yanı başında bir Filistinli kampı var: “Burj El Barajneh!”
Ferrarilerin, Bentleylerin gezindiği caddeden dönüveriyorsunuz, biriketten bir ucube çıkıyor karşınıza. Bir buçuk metrelik sokaklarda güpegündüz ampuller
sarkıyor çünkü gök görünmüyor. Lakin her yağmurda su basıyor, lağımlar taşıyor. Çürümüş şebekelerden sıçrayan sular, kabloları cızırdatıyor. Çocuklara ilk öğretilen şey “duvara dokunma!”
Niye? Çünkü elektrik çarpıyor. Herkesin telefonunda buna dair görüntüler var, sabiler can çekişiyor acıyla!
KÜÇÜK GAZZE
Peki kim çizmiş bu semtin planını?
“Savaş!”
Zamanında Falanjistler, Şii Emel örgütü ve Ordu birlikleri basmış dağıtmışlar. Evsiz kalan insanlar yine de kamplarını terk etmemiş, yıkıntılardan çıkardıkları kırık tuğlaları üst üste koyup başlarını sokmuşlar. Lübnan’da Filistinlilere inşaat malzemesi satmak kesinlikle yasak, resmen abluka altındalar. Bu daracık alanda 60 bin insan yaşıyor, Esad rejimi Yermuk kampındaki Filistinlileri kırınca onlar da sığınmışlar buraya. Hizbullah tepelerine çökmüş, yağmurdan kaçarken doluya...
Gıdasızlık hastalık diz boyu ama kimse ilgilenmiyor onlarla. Nekbe’den (1948- İsrail katliamları) beri Lübnan’da meskûnlar, vatandaş sayılmıyorlar. Dört nesil geçti, Filistinlinin kimliği yok hâlâ. Tahsil yapamıyor, dernek kuramıyor, oy veremiyor, seyahat edemiyor, hastanelerde bakılmıyor.
2018 seçiminde Şii Hizbullah, İran’ın maddi desteğini kullanarak öne çıktı. Değişen meclis aritmetiği mültecilere nefes aldırmadı, baskı getirdi ayrıca.
Kampın erkekleri umumiyetle garson ve amele, kadınlar ise yaşlı ve çocuk bakıyor, taş siliyor apartmanlarda. Temiz giyiniyor, neşeli konuşuyor, gülmeyi biliyorlar. Bu sabrı Filistinli gösterebilir anca.
Hizbullah, Filistinliye eziyet için kurulmuş âdeta. Kendi aralarındakilerden hoşlanmıyor, sözde Gazze’ye koşuyorlar yardıma. Garipler sıkıntıya alışmış, zalimi havale ediyorlar Allah’a.
Halep’te 6 milyon Sünni’yi kuşatıp aç bırakan, bidon bombaları ile koca şehri ortadan kaldıran oyunculardan biri Esad, biri Putin, biri de Nasrallah! Hizbullah taşaronluk yapıyor Tahran’a.
MÖSYÖ EL ATINCA
İttihatçıların mirasyedi gibi dağıttığı vilayetlerden biri de Cebel-i Lübnan. Biz çekilince Fransız işgaline uğrar. Maksat Hristiyan bir ülke olsun Orta Doğu’da. General Gouraud’a kurdurulan devlet Marunîleri arkalar, Hristiyanlar iktisaden güçlenir, kilit noktaları tutar. Lakin Lübnan’da Müslüman nüfus daha hızlı artar yine azınlıkta kalırlar. Lübnan Hristiyanları da Arap asıllılar, nitekim Fransa mandasından çıkar, Arap Birliği’ne katılırlar. (1943)
Devlet Başkanı Maruni Hristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı ise Şii olsun derler kendi aralarında. Rum, Ermeni, Dürzi gibi 18 gruba makam mevki verilir ayrıca. Hristiyanlar (ne oy alırsa alsın) 5’e karşı 6 nispetinde temsil edilir yıllarca.
Sokakta ekseriyet Müslümanlarda, mecliste ise Hristiyanlarda. İşte bu dengesizlik huzuru bozar.
13 Nisan 1975... Pierre Cemayel’in bulunduğu kilise önünde silahlı çatışma çıkar, taraflar dağılırlar. Daha ne olduğu anlaşılmadan Cemayel’in oğlu Beşir adamlarını toplar, bir otobüs dolusu Filistinli masumun canına kıyar (28 şehit). Batı ülkeleri Marunileri silahlandırır, Falanjistler (Hristiyan militanlar) İsrail desteği ile Sabra ve Şatilla’da katliam yapar. O günlerde sağ sol çatışması da vardır ayrıca, bir gruba Amerika destek verir, bir gruba Rusya. Kurtuluş orduları, kızıl yıldızlar... Siyonistle, BAAS köşe kapmaca... Asala ve PKK da burada kurulur. Silahlı talim yapsınlar diye kamp bağışlanır Bekaa’da.
KAN BARUT KARGAŞA
İç savaşın galibi olmaz, güzelim Beyrut harabeye döner, çok can yanar (130 bin insan). Çatışmalar belki yıllarca sürecektir ama Refik Hariri tarafları toplar, oturtur masa başına. Ve Taif Anlaşması imzalanır, mecliste temsil hakkı yüzde 50 -50 olarak tanzim edilir bu defa.
Refik Hariri Saydalı bir Sünni. Gençliğinde Suudi Arabistan’da ticaret yapar. Petrol, inşaat, medya, finans derken iyi kazanır. Hele Kral Fahd’ın kız kardeşiyle evlenince, gücüne güç katar. 2002 yılında dünyadaki ilk dört zengin arasında.
1988 Taif Anlaşması’nın mimarıdır, bu sayede sükûnet gelir Lübnan’a. Onu siyasete davet eder, başbakan yaparlar (1992). Ufku geniştir. Lübnan’ın önünü açar finans ve ticaret merkezi yapar. Gelgelelim BAAS ve Hizbullah’ın hışmına uğrar, ortadan kaldırırlar.
Lübnan zaten siyasi cinayetleri ile tanınır. Halkın Kurtuluş Ordusu lideri Dürzi Kemal Canbolat (1977), Hristiyan Falanjistlerin lideri Beşir Cemayel (Cumhurbaşkanı olacağı gün-1982), Sünni din adamı Ahmed Asaf (cami kapısında - 1982), İslam Konseyi Başkanı Şeyh Suphi Salih (1986), Sünni Başbakan Raşid Kerami (1987), Müftü Halid (1989), Cumhurbaşkanı Röne Muavvid (1989) ve Kaplanlar örgütü lideri Dany Şamun (1990) suikasta uğrar.
İRAN’IN PERS HAYALİ
Güney Lübnan’da Şii Hizbullah söz sahibidir. Hizbin kendi silahlı güçleri vardır kafalarına göre çevirme yapar, sorguya alırlar. Bilhassa Suriye rejiminden kaçan Sünnileri bunaltırlar. Öyle ki binlerce aile Hizbullah’ın zulmündense, Esad’ın eziyeti evladır deyip geri döner bombaların altına. Pers İmparatorluğuna oynayan İran, Arap ve Afgan Şiilerini hoyratça kullanır. Ülkede bir tane bile Acem yok ama Hizbullah Tahran’dan emir bekler hazır kıta.
Lübnan’da son nüfus sayımı Fransız mandasında iken yapılmış, taa 1932 yılında. O zamanlar 861 bin kişi yaşıyormuş. Bugün nüfus 5 milyon mu 6 milyon mu bilen yok, mültecilerin 1,5 milyona yaklaştığı sanılıyor kabaca.
Bu ülkede kimlik ile ilgili bir çalışma yapmak “kesinlikle” yasak. Yoksa Hristiyanların azlığı ortaya çıkar. ABD Dışişleri Bakanlığının hazırladığı raporda (2009) Maruni sayısı %21,5 olarak tespit edilmiş. Şu an onu bile bulamazlar ama yarı yarıya temsil ediliyorlar hâlâ.
DÖRTTE BİRİ MÜLTECİ
Suriye krizi başladıktan sonra Sünni mağdurlar Lübnan’a sığınırlar. Şu an her dört kişiden biri muhacir. Gariplerin yerleri yurtları bombalanmış, ev dükkân kalmamış. Bir çadır yapsa da kafasını soksa.
Gelgelelim Hizbullah mültecilerin nüfus dengesini değiştirmesinden korkar, onları uzaklaştırmak için her yolu dener insan yerine koymaz.
Dürzi lider Velid Canbolat, Şii siyasetinden endişe duyanlardan. “Batı medyası dolaylı olarak Esad’a destek veriyor, ona karşı olanların hepsini El Kaideci gibi gösteriyor. Hâlbuki ılımlılar ve laikler de Esad’dan hoşnut değiller. İran, Hizbullah’ı ABD ile pazarlıkta daha iyi pozisyon alabilmek için kullanıyor. Faturayı Lübnan halkı ödüyor” der açıkça.
Hizbullah Tahran ne emrederse onu yapar. Halep’te, Humus’ta, Hama’da, İdlib’de, Doğu Guta’da çocuk, kadın öldürür acımasızca.
Şu giriştikleri eylemlerin de Filistinlilere ne kadar yaradığı ortada.
Karşılarında sadece İsrail değil ABD ve İngiltere var, dünya ne yazık ki beşten küçük. Göstere göstere bebek öldürüyorlar, Uluslararası Adalet Divanı karar alamıyor. Mümkün mü bir kilise ve sinagoga dokunulsun, Gazze’de cami kalmadı, çatır çatır okul, hastane vuruyor, kabristanları ters yüz ediyorlar.
ÇOK ŞEY KAYBETTİK
Son kırk yılda önemli İslam merkezleri Bağdat, Basra, Musul, Halep, Hama, Humus, Rakka, Kâbil, Herat derin yara aldı. Böyle bir saldırının Roma’ya, Berlin’e, Paris’e, Londra’ya yapıldığını düşünebiliyor musunuz? Yer yerinden oynar.
İsrail’in sahadaki başarısının sırrı İran istihbaratından bilgi alması. Atılacak her adım rapor ediliyor, koordinatlar sızdırılıyor. İsmail Heniye odasının camından giren füzeyle şehit edildi. Nerede? Tahran’da!
İşleri güçleri şov, boş arsalara maytap atıyorlar, siyonist o kadar emin ki siren bile çalmıyor.
Tahran, Husileri de maceraya itti, sivil gemileri vurup iş açacaklar başlarına. Yemen’in işgali için bahane hazır, kaldı ki fevkalade stratejik bir noktada. Hâlbuki ülkede Sünniler ekseriyette, Şiiler azınlıkta. Füze kimlik sormuyor ama.
Tahran, yolsuzluktan yargılanacak Netanyahu’yu mahkemeden kurtardı. Filistinliyi canavarın kucağına attı. Bize karşı da tavrı hasımca. Azeri’nin, Türkmenin karşısında, Ermeni’nin, PKK’nın yanında.
İçimizden bazıları toz kondurmuyor o başka.
402 YIL OSMANLI YÖNETTİ
Bu ülkede dağlar Akdeniz’e paralel uzanır, başları daima karlıdır, gemiyle yanaşanlar ak doruklarını görür evvela. İşte Fenikeliler bu yüzden Lübnan (beyaz) demişler oraya. Lübnan çölü olmayan tek Arap ülkesi, bırakın çölü sahrayı, baştan aşağı orman. Boşuna sedir ağacı koymamışlar bayraklarına. Havaliden, çok medeniyet geçmiş, Roma baskısından kaçan ilk Hristiyanlar Lübnan dağlarına sığınmışlar, Araplar arasında rahat yaşamışlar. 1516 -1918 arası 402 yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmış, ecdat kimsenin dinine diline karışmamış, kimliklerini korumuşlar. Lübnan dediğin 10 bin 452 kilometrekarelik bir ülke. Yani Antalya’nın yarısı kadar. Nüfusunun 5 milyonu aştığı tahmin ediliyor. Ezici ekseriyeti Arap, beşte dördü Müslüman. Biz 4 asır kalmışız Türkçe bilen yok, Fransa 20 yıl işgal etmiş Frankofon (Fransızca konuşan ülkeler) arasında..
.
Yaptıramadığınız saatleri bana yollayın Van’a yollayın
13 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :13 Ekim 2024 01:33
A -
A +
Şahabeddin Arvas yarım asırlık saat ustası, bu olmaz denen saatleri çalıştırmaktan zevk alıyor.
Van Hazret-i Ömer Camii altındaki pasajda küçük bir saatçi dükkânı. Burada artık sayıları çok azalan ustalardan biri var; “Şahabeddin Arvas”. Takriben yarım asırdır icra-i sanat eyliyor, hem hemşehrilerininkini hem de uzaklardan yollanan saatleri tamir ediyor.
Bu merak nereden geliyor diye soruyoruz anlatıyor:
-Sanırım genlerimizde var. Dedem Osmanlı zamanında saatçilik ve kuyumculuk yapan bir sanatkârdı. Dayım da ondan aşağı kalmadı. Bize de büyüklerimizden sirayet etti. Ailemizde genç yaşlı herkes saatten anlar. Ben yetmişli yıllarda başladım, kopamadım.
Saatler de değişmiştir bu arada
-Sorma. Önceleri kurmalı mekanik saatler vardı ‘Singer’ler, ‘Nacar’lar, ‘Hislon’lar. 1980’li yıllarda otomatikler çıktı. Kolunuz hareket etsin kâfi, asla durmaz. Hassastırlar, usta ararlar. Otomatik kurmalıların tamirini yapan pek kalmadı, uzaklardan kargoyla yolluyorlar bana.
Ya pilliler ne zaman?
-1990’lı yıllarda piyasayı dijitaller sardı. Ben hem onları hem hesap makinelerini tamir ederdim. Doğuda yoktu başka. Yaşım 68, bakın bu ufacık dükkânda dört çocuğumu okuttum, 8-10 ülke gezdim ve hacca gittim elhamdülillah.
Bazı saatlerin kasası okkalı onlar daha mı sağlam?
-Bize ‘İriler mi makbul küçükler mi?’ diye çok sorarlar, moda bizim işimiz değil, saatçi kaliteye bakar, uzun ömürlü mü değil mi? Alanı memnun eder mi, üzer mi yoksa? Ben inceleri severim o başka.
Peki ikinci elden saat alanlar, neye dikkat etsinler?
-Kaliteli saat tezgâhta gezinmez; altın altındır, düşmez pazara. Bence saati saatçiden alın, bakımını da yapabilecek olandan.
Saatlerin bakımı da mı var?
-Elbette, bilhassa otomatik saatler beş senede bir elden geçirilip yağlanmalı.
Kullanmıyorsak da mı?
-O daha kötü, sen kenarda yatandan kork, çalışana bir şey olmaz.
Diyelim çok saatim var sıra gelmiyor, saatler nasıl saklanmalı acaba?
-Sakın poşete koymayın, kapalı yerde tutmayın! Onların da soluğa ihtiyacı var, bırak hava alsınlar.
Saatin ömrü var mıdır?
-Olmaz mı? Mesela kurmalı saatler 70-80 yıl yaşar. İtinalı bir üretim ise asrı aşar.
Peki pilli saatler?
-Onların ömrü taş çatlasın 20 yıl, ister kullan, ister kullanma. Bana “Abi senin taktığın piller çok dayanıyor” diyorlar, pil takmanın ustalıkla alakası yok, ben üretim tarihine dikkat ediyorum, neticede raf ömrü diye bir şey var. Saatler de öyle sonunda. Hatta çamaşır makinesi ve buzdolapları da...
Eski saatlerde 19 jewels 21 jewels yazardı. Neydi onlar?
-Onlar taş sayısı. İyi saatlerde taşlar yakuttur, çarklar üstüne oturtulur, bir nevi rulman. Taş metal gibi değildir aşınmaz. Zenith, Omega, Tissot, Longines, Rado ve Oris gibi markalar değerli taş kullanırlar.
Peki taşsız saat olmaz mı?
-Olur da yolda koyar, piyasada ‘tel maşa’ derler ona. Şimdi taklitler çok arttı, üç beş dolarlık saatlere marka yazılıyor. İçlerindeki makineler otuz kırk sent civarında.
Saati sakınmalı mı?
-Elbette. Meslek icabı çekiç balyoz kullanan, kolundan çıkarsın, makine darbe alır yoksa...
Pilli saat kullananlar da mı?
-Evet, ona da zarar, şase yapar.
Peki deniz?
-İnsan denize niye saatle dalar? Randevusu mu var da suyun altında!
Ama waterproof yazıyor.
-Yazıyor da birçoğuna su sızıyor. En sıkıntılısı da kauçuk eldiven. Laborantlar, hemşireler, doktorlar saati terli bileklerine takıyor, eldivenle hapsediyor nefes aldırmıyorlar.
Sahi biz niye saat yapamadık?
-Kim demiş yapamadık diye. Osmanlı saatçileri Avrupa’dakilere fark attı; emîrlere, krallara layık saatler yaptı. Mesela Tekirdağlı Ahmet Eflâkî Dede büyük bir usta. Kendisi Halvetiyye meşayıhından Seyyîd Hâmid Kırîmî Efendi’nin oğlu. Henüz 18 yaşında İstanbul’a geliyor, Yenikapı Mevlevihanesinde çile çekip derviş oluyor (1825). Felekiyyat (astronomi) ilminde çok derin, ismindeki “Eflâkî” lakabı da oradan geliyor. Abdülmecid Han onu 2. Mahmud Han Türbesi’nin muvakkithanesine tayin ediyor. Orada bizzat imal edip Padişah’a sunduğu saat (1847) ayda bir kere kuruluyor. Mamulleri Avrupa fuarlarında sergileniyor, Kraliçe Victoria hayran kalıyor. Şu an elde kalan birkaç eseri müzelerde saklanıyor.
Bir de hatıra alsak. Hani ‘hiç unutmam’ derler ya...
-Hiç unutmam yıllar evvel dükkâna oğlumu bırakmıştım; birisi arızalı saat getirmiş, çocuk da almış dalgınlıkla kutulamış kaldırmış yenilerin yanına. Adam geldi saat yok. Nasıl oldum anlatamam, dedim hangi saati beğeniyorsan al. Bin liralıksa on bin liralıkları çıkardım. “Yok” diyor, “Benimkini bulun illa.” Araya esnaf arkadaşlar girdi, saatten anlıyorlar, ‘Bu seninkinden kat kat pahalı’ dediler, ‘Hiç düşünme al’. Hâlâ mırın kırın edince üstüne para verdim ayrıca.
Gönülsüzdü zoraki aldı, içimde ukde kaldı. Aradan yıllar geçti müşteriye göstermek için kutuyu açtım. Aaa onun saati. Telefonu vardı aradım, geldi, emaneti uzattım. Ucuzu aldı, pahalıyı bıraktı. Karışmadım öyle memnun olacaktı zira.
Saatin devri bitti mi?
Soruyoruz saat satışları azaldı mı? Malum şimdi arabada bilgisayarda, telefonda her yerde saat var.
Siz yatınızı, katınızı kolunuza takabilir misiniz? Hayır. Hâlbuki iyi bir saat hem zevkinizi, tarzınızı temsil eder hem statünüzü ve varidatınızı.
Geliyor düğün alayı…
Eylül-ekim düğün mevsimi malum. Van çarşılarında allı pullu kumaşlar dikkat çekiyor.
“Fotoğraflarını çekebilir miyiz?” diye sorduğumuz fistancı Gökhan kardeşimiz “Tabii abi, ne demek, buyur” diyor hoşgörü ile karşılıyor. Çay söylüyor ve alıcı olmadığımız hâlde kumaşlarını gösteriyor, yörenin fistan kültürünü anlatıyor:
Bu kumaşlardan Van, Hakkâri, Şırnak’a has mahallî elbiseler dikilir. Düğünlerde gelin ve yakınları albenili kumaşları tercih eder. Hısım akraba nispeten sade giyinir.
Taşlı ürünler Dubai’den gelir ve her zaman kadınların gözdesidir. Sadece Doğu’da değil Batı’da da sevilir.
Bizim fistan kültürümüz köklü ve eskidir, İran ve Irak’ta da aynısını görebilirsiniz. Yalnız seneden seneye renkler değişir. Eskiden parlak ve canlı kumaşlar tutulurdu şimdi sadeleşti. Bilirsiniz; hanımlar başkasının dolabında, sandığında olmayan renkleri seçer, yeniliği severler. Mesela bu sene kiremit rengi, saks mavi, yağ yeşili ve pudra pembe önde. Cizre bölgesi ise beyaza bayılır. Kadınların asla vazgeçemeyecekleri renk siyahtır, âdeta âşıktırlar.
Peki siz elbisesine baktığınız zaman gelen kız mı, dul mu, evli mi, nişanlı mı anlar mısınız?
-Bunca yıldır mesleğin içindeyiz kimin ne giyeceği aşikâr. Gelinler göze batan şeylerle çıkar, damadın kız kardeşleri de aşağı kalmaz, gençler şatafattan hoşlanırlar.
Malum bazı kadınlar zor beğenir, ben on defa gelip kumaş değiştirenleri bilirim. Sesimiz asla çıkmaz. Yanındakiler usanır biz güler yüzle karşılarız her defasında.
Burada kız isteyen 20-30 kat kumaşla kapı çalmaya hazırlansın. Bazıları güpürlü, bazıları yollu sever. Empirmeler pamukludur; nem emer, rengi ve deseni çoktur, her zaman prim yapar. Hasılı bizde hanımlar kıymetlidir, el üstünde tutulurlar, bi’ istedikleri iki olmaz.
.
Netanyahu'nun Kamboçyalısı! 2,5 milyon cesedi var
16 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :16 Ekim 2024 00:27
A -
A +
Saloth Sâr, Kamboçya’nın Kompong Thom şehri sahillerinde Prek Sbauv köyünde dünyaya gelir (1925). Açık ten rengiden ötürü ona “Sâr” denir. Fakir bir köylü çocuğu olduğunu söylese de babası hâli vakti yerinde bir toprak sahibidir. Kuzeni bale öğretmeni Maek Kral Sisowath Monivong’un eşidir. Nitekim Sâr da Maek’in yanına gönderilir. Annesi Sok Nem mutaasıp bir Budist olsa da Fransız Katolik okuluna verilir. Bahsi geçen mektep elitlere hitap eder, cazip kademeler için bürokrat çocuklarını yetiştirir.
Ancak Sâr okumaya meyilli değildir; vaktini futbol sahalarında geçirir, keman çalar, kızlara kur yapar. Maek’i ziyaret ettiğinde saraydaki cariyelere sarkar.
Babası bari marangoz olsun diye teknik okula yollar (1949). Birkaç yıl geç de olsa Certificat d’Etudes Primaires Complémentaires’i alır (Kamboçya Fransa sömürgesidir) ve devlet bursu ile Paris’e gönderilir. Française de radioélectricité’ye kaydolur. “Radyo mühendisi” olacaktır güya. İlk sınıfı zor şer geçse de ikincide havlu atar.
Beyzademiz Paris’te komünistlerle tanışır siyasete sarar. Hücre evlerinde dünyayı kurtarmak varken ne işi olur kayıtla kuyutla, yok yayınla, dalga boyuyla...
Fransa’da Komünist Parti’ye üye olur. Ona Rus gazetesi Reaksmei’yi (Kıvılcım) çoğalttırtır gizlice dağıttırtırlar. Yugoslavya’ya da götürür yoldaşlarla tanıştırırlar. Marx, Engels okusa da doktrin tarafı pek açmaz.
Arkadaşı Khieu Samphan halk devrimi üzerine doktora yapmış, herkesin tarımla uğraştığı, paranın olmadığı izole bir cemiyeti huzur menbaı gibi anlatmıştır.
Sâr çok etkilenir, bunu yazar kenara.
Derken Phnom Penh’den sarı bir zarf gelir; açar, resmî evrak: “Senin okuyacağın yok. Bursun iptal!”
Yüz geri Kamboçya’ya. (Ocak 1953)
MÖSYÖNÜN BAŞI ALTINDAN
II. Cihan Harbi’nde Naziler Paris’e dalar, Japonlar bölgeyi sıkıştırırlar. Sömürgeci Fransızlar Çinhindi’den çekilmek mecburiyetinde kalırlar. Prens Norodom Siyanuk, Kamboçya’nın istiklalini ilan eder ve siyasi partilere faaliyet imkânı sağlar.
O günlerde ABD, Vietnam bataklığında çırpınmaktadır, Yankiler direnişçi takiplerinde Kamboçya hududunu aşar, tarım alanlarını dağıtır, köyleri yakarlar. Bu yüzden halk öfkelidir onlara.
Sâr ise diploma aramayan özel okullarda Fransızca derslerine girer çıkar. Gündüz mektepte, gece devrim planlarında. Katıldığı Kızıl Kmerler örgütünde liderliğe oynar. Tam 12 yıl hücreler kurar, Kuzey Ormanlarında teşkilatlanır, mevzi tutar.
Yeri gelmişken söyleyelim mazileri MÖ 8’inci yy.a uzanan Kmerler köklü bir kavimdir, savaştan korkmazlar.
Sâr, Kızıl Çin’den silah ve mühimmat temin eder, gerilla eğitimine başlar. Bu arada KKP (Kamboçya Komünist Partisi) genel sekreterliğini kimselere kaptırmaz (1960). Önceleri suya sabuna dokunmaz, sarayla iyi geçinir, değişik vesilelerle sadakatini sunar.
Gelgelelim Lon Nol adlı bir general Kral yurt dışındayken “ABD desteği ile” yönetime el koyar. (Mart 1970)
POLITIQUE POTENTIELLE
Kral Siyanuk, Kızıl Kmerlerin verdiği destekle General’e savaş açar, milisler havaalanı ve köprüleri ablukaya alırlar.Başkent Phnom Penh’i roketlerle vurur ve şehre girmeyi başarırlar. (1963)
Sâr o günlerde kendine Fransızca “politique potentielle”den kısalttığı Pol Pot ismini yakıştırır, Pouk, Hay, Ağabey, Büyük Amca, 99 ve Phom adlarını da kullanacaktır daha sonra.
Neyse “politik potansiyel” kod adlı Sâr muhtemel ABD hava saldırısı bahanesiyle 2,5 milyonluk şehri tahliye ettirir. Halka birkaç gece denmiştir, ufak tefek eşyalarını alıp çıkarlar yola. Kızıllar kontrol noktalarında arama yapar, takı ve paralara el koyar. Bir daha dönüş yoktur onlara. Pol Pot ve adamları dayalı döşeli evlere çöker, Phnom Penh’in tadını çıkarırlar.
Ortada insan kalmamıştır ki muhalefet ola. P.P. kendine bir malikâne ayarlar. Kadınlar ve çocuklar sürünsün sahrada.
Kral Siyanuk tahtına oturur ama sureta, ipler 1 No.lu Kardeş’in (Başbakan Pol Pot’un) elindedir, dur diyecek merci de yoktur ona. Hiperaktiftir, saldırgandır, tıptan, askerlikten, maliyeden, hayvancılıktan, medyadan, mutfaktan her şeyden anlar, şarkı sözü bile yazar. Ülkenin adını “Demokratik Kampuçya” koyar ve 800 idamla işe başlar.
İCRAATI VUKUAT
Pol Pot Çin’i gezmiş, Mao’nun tarım politikasından etkilenmiştir. Ona göre şehir insanları yozlaşmıştır, fırıldaktır. Bu yüzden üstü başı düzgün olanları, gözlük ve saat takanları tutuklatıp cellada yollar. Yabancı lisan bilenler zaten casusturlar(!)
Hem komünist hem ırkçıdır 90 bin Çam Müslüman’ını şehit eder, yüz binlerce mümini ölüm tarlalarına yollar. Çalışma kamplarında kadınların başlarını açtırır, domuz eti yedirtir zorla. Ne dersiniz; Uygurları bunaltan Şi
Çinping ondan mı öğrendi acaba?
Cimridir, mermiye kıyamaz muhalifleri sopa ile döve döve öldürtür ya da balta, nacak ve sivri bambu kamışıyla. Eğer korku salınacaksa kafasına poşet geçirip boğarlar, balık gibi çırpına çırpına.
Cesetleri tarlalara gömerler, eh onca yağ, protin, kıl, tüy zayi mi olsun, gübre sayılır sonunda. Maktullerin çocuklarını da sağ komaz, ileride hesap sormasınlar diye bacaklarından tutar, ağaçlara vura vura bıngıldaklarını patlatırlar.
Mesai ağırdır, vatandaş 12 saat kazma kürek sallar, üç beş saat uyku, gerisi eğitim ve propaganda. Kendi yazdığı saçmalıkları ezberletir, imtihanda bilemedin; çok fena, sıkarlar kafana!
Bunun için mahkemeye gerek yoktur, militanlar infazda inisiyatif kullanabilir rahatlıkla. Baktı hamile kadın, bir bahane ile girer kanına. Çünkü büyücüler cenine çok avuçla altın verir o coğrafyada.
Herkes aynı urbaları kuşanır, Mao serpuşu takar, kızıl poşu dolar boynuna.
Kitap, defter ve dinî eşya kesinlikle yasaktır. Çocuklar ağızları süt kokarken analarından koparılır kışlalara alınır, silahlı eğitim görür canlı bomba olurlar.
MAOCUNUN DİBİ
Pol Pot kendini ideolog sanır. Sınıfsız bir cemiyet kuracak, kapitalizmin izlerini silip numune olacaktır dünyaya.
Pastanelere, postanelere, parklara, yollara, otobüse ve tramvaya karşıdır. Hatta trafik levhalarına, motorlu vasıtalara... Öküz arabası çok biledir onlara.
Kendi büstlerini diktirtir, resimleri astırır, tarihin dönüm noktası “sıfır yılı” der buna.
Peki halkı çalıştırıyorsun da hani maaş?
Para olsa dükkân senin ama basılı banknotları yaktırmış ve Merkez Bankasını kökünden bombalatmıştır.
Artık ticaret takas yoluyla yapılacaktır. Al keçi ver pirinç o kadar.
Para olmayınca bahis kumar da azalacaktır hesapta.
YA ÇAPAYA YA MEZARA
Kızıl Kmerler takriben 2,5 milyon insan kırar. Zaten ülke 7,5 milyondur, üçte bir korkunç bir oran.
Mahkûmlara “Siz bize lazım değilsiniz” derler, “Yokluğunuz da kayıp sayılmaz!” Eli çapa tutamayanı mezara.
Tabipler öldürüldüğü için hastanelerin manası kalmaz, hoş sınıfsız tarım toplumunun ihtiyacı yoktur onlara.
Pirinç istihsali de azalır, fareler cirit atar ambarlarda.
Pol Pot bir dizi büyük sulama projesi başlatır, ancak kanallar istenen yöne akmaz, barajlar ellerinde patlar.
Olacağı budur, sen mühendisleri kırarsan...
Sanki bilgisayar oyunu, olmadı “game over”, sar başa.
RUS KORKUSUYLA
Pol Pot sakin görünür, konuşurken itimat telkin eder muhatabına. Ama biraz sonra kafanızı kopartabilir o başka!
Nitekim Fransızlardan kalma bir lise binasını işkence merkezi yapar (Security Prison 21) başına Yoldaş Duc adlı bir pisikopatı koyar. Burada cinayet çeşitleri üzerine “bilimsel çalışmalarda” bulunurlar. Mesela Hindistan cevizi suyunu damardan verir, adamın ayarını bozarlar.
Dipçik, kırbaç, germe, bükme, parmak kırma, diş çekme, dışkı yedirme... Mahkûmlar CIA, KGB ve Vietnam ajanı olduğunu itiraf eder sonunda. Öyleyse Choeung Ek’teki ölüm tarlalarına.
Pol Pot bir konuşmasında Kamboçya’da “tek bir Vietnam tohumu” dahi bırakmadığını açıklar. Peki 300 bin Vietnamlı n’oldu o zaman?
Ardında 20 binden fazla toplu mezar bırakmıştır, gidip baksınlar. Kan döken elemanların deşarj olduğunu, neşe dolduğunu iddia eder, bırak eğlensin çocuklar.
Pentagon’u bile bataklığa çeken Vietnam ordusu için Kamboçya leblebi çekirdektir, savaş kurdu olmuşlardır vuruşa vuruşa.
Nitekim ülkeye yıldırım gibi girer ve sadece 13 gün içinde Pnohm Penh’i düşürür bayraklarını asarlar.
ZAMANE ‘POL POT’LARI!
Pol Pot kuzeye kaçar, sığınır ormana. Artık pis bir kulübede yaşayan felçli bir ihtiyardır ama ABD ve Kızıl Çin onu muhatap alır ısrarla. Düşünün 1997’ye kadar 15 sene BM’de temsil hakkını elinde tutar. 1979 oylamasında Ankara da Pol Pot’un rejimini destekler. Aksi mümkün mü? Washington öyle buyurduktan sonra!
Malum, Vietkong Sovyet yanlısıdır, sakın Kamboçya’yı da takmasın ardına. Vatandaş ölmüş kalmış kimin umurunda?
Bugün benzer sahneleri Gazze’de görüyoruz, siyonistler ısrarla kadın ve bebek öldürüyor, ABD ve yandaşları mazlumun değil katilin yanında.
Başkan adaylarının gözü yaklaşan seçimde; vurulan hastaneleri, fırınları, okulları rahat rahat seyrediyorlar koltuklarında. ‘Pol Pot’lar bitti sanıyorduk, meğer onlardan ne çok varmış ortalıkta.
ŞAKA GİBİ YAAA
Pol Pot, Eastern Economic Review dergisiyle yaptığı mülakatta bazı hataları olduğunu kabullenir ama “kafatası dağlarına” sahip çıkmaz, cürmü Vietnamlılara yıkıp, yırtmaya bakar. “Vicdanım rahat” der özür dilemeye yanaşmaz.
Çember günden güne daralmakta, etrafı boşalmaktadır, örgüt liderlerinden Ta Mok onu ABD müttefiki Tayland’da ev hapsinde tutar. Radyoda yargılanacağını duyduğu gün ölü bulunur yatağında. (1998)
Kalp krizi mi geçirdi, zehir mi içti, orası muamma.
Bedenini yakar ortadan kaldırırlar. Keşke yargılanabilseydi, emsal olaydı siyonist haydutlara.
Şimdi külünün serpildiği alanda turist gezdiriyorlar iki dolara.
Para düşmanından para kazanıyorlar. Şu işe bak ya!
.
Ben sizin MODANIZIM! Ben ne dersem o olur
2 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :2 Kasım 2024 00:55
A -
A +
İnsanları kullandığı kıyafetlerden nasıl soğutabilir, yenilerini nasıl satabiliriz acaba?
İşini bilen tekstilci, kadına ve çocuğa çalışır, bayanlar modadaki ufak dalgalanmaları bile takip eder, uğruna para harcarlar. Kadın modasında zikzaklar serttir, bir anda miniden maksiye dönebilir, siyahtan beyaza... Moda gardırop devirtir şaşkına.
Oysa erkek modası tepetaklak yıkılıp yapılmaz, küçük dokunuşlar olur olursa… Bu yüzden yazıyı beyler için hazırladık, 32 kısım tekmili birden veriyoruz tek sayfada.
Malum mekteplerde ilk insanların bundan 8 bin yıl önce mağaralarda yaşadığı anlatılır. Hâlbuki Göbeklitepe 12 bin yıllıktır ve mimari birikimi ile öne çıkar. Evrimcilere göre henüz avdan, silahtan, ateşten, tekerlekten, tarımdan bihaber olmalı, çıplak dolaşmalı, kırlarda otlamalıdırlar.
Terzilerin piri Hazret-i İdris, ümmetine kent hayatını ve yönetim sanatını öğretir. Yüz şehir kurar ki en küçüğü Rehâ’dır (Er Ruha, Urfa). Hikmet, riyâziye ve fen dersleri verir, tababet, astronomi, vakit tayini, takvim, kimya.
TAŞ KÂĞIT MAKAS
Eski insanlar da giyinir, dikişi bilir. Sümerliler yün peşli konakeşler, İranlılar ağır kumaşlardan kıvrımlı kaftanlar, Mısırlılar pliseli keten etekler giyer. Çinliler ipekli dokur, Uygurlar tezgâha pamuk ve keten de koyar, geometrik bezemeler yapar.
Asya kurganlarından Hunlara ait keçe, kumaş, yün çorap ve deri çizmeler bulunur. Hititler hurri denen tunikleri kuşanır, Göktürkler börksüz çıkmaz.
Frigler üniforma meraklısıdır, kumaşı fibula (bir nevi firkete, toka, kopça) ile tuttururlar. Bizanslıların paenulaları (kapşonlu panço, pelerin), Selçukluların varka ve Gülşah yazmaları, Osmanlının ak mintanları, sırmalı yelekleri, ibrişim kuşakları, kürkleri, kaftanları minyatürlerde görünür açıkça.
Tabii kıyafet biraz da coğrafyaya tabi, eğer nebati lifler varsa örülür giyilir kolayca.
Eski Yunan ve Roma heykellerine bakarsanız alelusul bir kumaş dolar öyle dolanırlar.
Türkler ise şalvar ve çizme giyer, meşin kemer ve bileklik takarlar.
Asitanede herkes her istediğini giyip kuşanamaz. Kimin külah, sarık, tolga, entari, cepken, cübbe, kaftan kullanacağı nizamname ile belirlenir, kıyafet bir makam işaretidir aynı zamanda.
Avrupalılar ise süslü, tüylü ve renkli şapkalar takar, yakalarına kat kat dantel sararlar. Kafalarında lüle lüle taranmış pudralı peruklar...
Erkeklerde peruka hastalığı genç yaşta saçlarını kaybeden Fransa kralı XIII. Louis ile başlar. Bilhassa yargıclar tarafından kabul görür, statü sağlar kendi çapında.
PAPAZDAN APARMA
Form stil, model üzerine kafa yoran Avrupalı terziler papaz kıyafeti olan Cassock’ı elden geçirir frak ve ceket şeklinde piyasaya sunar. Devrin pantolonları kadınsıdır, bildiğiniz tayt. Ortada keskin bir ütü izi vardır, dar kalça, duble paça.
Cihan harbi yıllarında erkek kıyafetleri militarist çizgiler taşır, sokaklar kışlaya döner âdeta.
Ancak Windsor Dükü Prens Edward ekose kasket, fötr şapka, devrik yaka ve kuyruklu redingot sardırır başımıza. Yok fleto cep, düğmeli manşet, dar yelek, şal yaka…
Galler prensinin golf oynarken giydiği ‘plus fou’ pantolonlar ve Glen desenler moda olur bir anda.
Cumhuriyetimizi kuranlar da yakinen takip ve taklit eder, birebir kopya. Ankara balolarında Britanyalı teğmenlerin üniforma rengi çok tutulur mesela.
Halk kendi hâline bırakılsa yakasız mintan giyer, papyon yerine Yozgat işi yağlık bağlar. Mujik (Rus köylüsü) kasketi yerine Manisa işi efe poşusu sarar. Derken Fransız terzileri öne çıkar, sıra düğmeli siyah ceket, gri yelek ve çizgili pantolonla takımı tamamlar, renkli ipleri cesurca kullanırlar.
İngiliz modacı Frederick Scholte ise kraliyet süvarilerinin üniformalarını taşır hayata. Korseli dar bel, vatkalı geniş omuz ve bol kol oyuntuları ile (London cut) Hollywood ünlülerini tavlar. Filmlerde görünmesi yeter de artar, hızla yayılır dünyaya. Bilahare kruvaze kesim, sivri yaka ve çizgili kumaş girer sıraya.
2. Cihan Harbi yıllarında ise Hugo Boss’un tasarladığı Nazi kıyafetleri hayli sükse yapar.
ARTİST KUŞANINCA...
1940-50 yıllarına James Dean, Frank Sinatra ve Marlon Brando damga vurur. Hayranları resim gösterir mağazaya “aynısından bana da!”
Bizde gereksiz bir ciddiyet vardır, rejim talebelere İtalyan önlüğü, İngiliz şapkası, Hırvat kravatı, Mao kasketi giydirir, japonlar gibi ant okutur, adını Millî Eğitim koyar sonra.
Eh sen çocuğu adliye mübaşirine çevirirsen o da zıvanadan çıkar. Nitekim çiçekli gömlekler, allı morlu şalvarlarla analarına uyar, babalarını çıldırtırlar.
Hippilik film ve müzikle yayılır, Beatles ve diğer Rockçılar boheme vurur, derbederleri peşine takar.
Sonra bir İspanyol paça modasıdır başlar, bel basen dar mı dar, paçalar tavuk kovalar. Kemerler Tarkan’dan aparma, tokalar nal kadar. Ayaklarda yüksek ökçeli pabuçlar, kaysın da düşelim diye demir çaktırırlar ayrıca. O yıllarda tedbirli gençler omuzlarına bir hırka atar. Niye? Çünkü pantolan ağı aşırı gergindir, malzemenin sınırlarını zorlar. Ummadık yerde Ayşe teyzenin çarşafı gibi cartlar.
Hemen omzundaki hırkayı beline bağlamalı, kestirmeden eve koşmalıdır, madara olur yoksa.
BALIKÇI YAKA
Derken rahat kıyafetler kadife pantolon ve balıkçı kazakları parlar. Yalnız o sıra suni elyaf (orlon) pek yaygındır, iyi terletir ve kötü kokar.
Ardından kot ve tişörte döneriz, ancak hem maarif hem ebeveyn blucine karşıdır. Hiç unutmam öğretmenimiz “düşünebiliyor musunuz çocuklar” demişti “Amerika’da koca koca profesörler derse kotla giriyor, e bu kadar da olmaz ama!”
Onlara sorarsan akademisyenin gözlüğü tel, kafası kel olmalıdır. Okkalı ensesini kolalı gömlekle preslemeli, ceketinin bütün düğmelerini iliklemelidir ayrıca. İyi de sen adamın gırtlağına çökersen, zihni melekeleri dumura uğrar. Eğer 40 yıl çalışıp da bir şey üretemedilerse ondan.
Ceket cepleri bir içeri alınır, bir dışarı salınır. Yakalar kâh incelir, kâh kalınlaşır. Yırtmaçlar tek olur, çift olur, derinliği eksilir, artar.
Gömlek yakaları ya çok küçülür ya da keçi kulağı gibi ceketin dışına taşar. Film artisi ağır çekimde “Nalaaaannn” diye koşarken, yakalar omzunda dalgalanmalı, martı kanadını andırmalıdır âdeta.
Yetmişli yıllardı sanırım, siyah ve laci üzerine çizgili kumaşlar moda. Liseliler Alcapone’un gangsterleri gibi kruvaze diktirmiş, zebralara dönmüştü baştan başa.
Palto, kaban, pardesü, trençkot hattı da dalgalanmalar yaşar. O yıllarda siyasi örgütler müessirdir. Misal Dev-Solcular teskerecilerden parka postal toplar, hakileri çekerler Che ve Deniz hesabına. Parkanın yan cepleri geniştir pazara çık, bir file malzeme tık rahatça. İki üst cep ise paso ve posta koymaya yarar. Yapağıdan bir içliği vardır kışın düğmeyle tutturur, yazın çıkarır atarlar kenara. Zengin çocukları terziye verir, içine muflon çektirir. Parka aşırı boldur dizlerinize gelir âdeta. Belindeki büzgüyü sıkarsan kum saatine dönersin, alttaki kaytanı çekersen kum torbasına. Yüzünü kapşon ve kaşkolla örteceksin, sadece gözlerin açıkta. Elinde mınçaka, belinde palaska. Tırsaklar “silahlı mı len bu” zehabına kapılır, sanki emanet var zulada.
ÇİVİSİ ÇIKINCA...
Şimdi epten aykırı, koca koca adamlar donla dolanıyor. Otobüste tramvayda çocuk varmış, yaşlı varmış kimin umurunda? Baldır bacak dikiliyorlar resmî ve mülki erkânın karşısına.
Eee kolay olmadı tabii. İşte böyle böyle muasır medeniyetler seviyesine ulaştık. Siperli serpuş, mendil cebi, kravat iğnesi, paşa rozeti ve paça maşasıyla. Yoksa nasıl çıkabilirdik, Uranüs, Neptün, Pluton’a?
O sarıklı Emir Uluğlar, çarıklı Ali Kuşçular, cübbeli Hazerfenler, takkeli Lâgarîler, poturlu Cacalar zic ve harita çizmekten, sahra ölçmekten, roket uçurmaktan başka n’aptılar?
Yok efendim Harezmi sıfırı bulmasaymış şu elimizdeki cihazlar yalan olurmuş filan…
Amaaan, duy da inanma!
.
Kod adı cani: AK-47
12 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :12 Kasım 2024 00:42
A -
A +
Dünya nüfusu 8 milyar, her 80 kişiden birine Avtomat Kalashnikova düşüyor ve her sene 250 bin insan kurşunlara geliyor.
Sadece Afrika’da 8 milyon insan Keleş’le öldürüldü ki biyolojik, kimyevi ve nükleer silahlar yaklaşamadı bu sayıya.
Mihail Timofeyeviç Kalaşnikov, Kazakistan Altay Krayı’nın (eyaletinin) Kurya köyünde doğar (1919). 19 çocuklu bir ailenin ferdidir, hayvancılık yaparlar... Mihail, silahlarla erken tanışır, tüfeklere bayılır bilhassa. Eğitim almaz ama eli yatar, kendi çapında küçük buluşlara imza atar. Mesela bizdeki patlangaca benzer aletler yapar, içine tohum değil boncuk koyar, pistonla sıkıştırmaz, barutla atar. Büyüklerin peşi sıra ava çıkar, hatta bir seferinde nehre düşer, girer mi buzun altına? Sudan ödü kopacaktır o günden sonra.
Stalin devrinde rejim despotlaşır, halkın malını mülkünü elinden alır. Onları da soyar, ta bin kilometre kuzeye sallarlar. Tomsk Oblastı’nda Nizhnya Mokhova. Neredeyse Sibirya.
Ancak Mihail doğduğu yeri unutmaz, ailesini ikna edip köyüne döner yıllar sonra. Nasıl mı? Aylarca yürüyerek, yol iz sora sora...
Çift çubuk ona göre değildir, vida olsun, somun olsun ve her türlü demir parça. Kurya’da, bir traktör servisinde iş bulur, tamirat tadilat. Aradığını bulmuştur sonunda.
Bakarlar mekanikle arası iyi, Matlay Lokomotif Fabrikasına alırlar. Artan zamanlarda ve atık malzemelerden bir tabanca yapar. Bu silah yüzünden müdürü sorguya alırlar. O da elemanı kapının önüne koyar.
Amerikalıya da
ALMANLARINKİ BAŞKA
Cihan Harbi çıkınca, Mihail’i askere alırlar (1938) “Sen” derler, “Dooğru zırhlı bakıma!” Tam da yerini bulur mekanik kabiliyeti artar, nitekim tank komutanı olur kısa zamanda.
Rus silahları zayıftır, Almanlarla aşık atamaz. Sovyet ordusunun kullandığı PPSh-41 makineli tabanca ve eski Mosin-Nagant tüfekler çabuk ısınır, tıkanır, tutukluk yapar. Hiç yoktan hedef olursun hasmına.
Hâlbuki Nazilerin Sturmgewehr’leri saat gibi çalışır, menzil desen menzil, isabet desen yüksek oranda.
Mihail, Bryansk Muharebesi’nde omzundan yaralanır, üç ay istirahat alır. Kazakistan’a döner, Matlay’da, eski çalıştığı lokomotif tesisinin müdürüne çıkar; “Lütfen silah imali için izin verin bana.”
Eski yaptığı tabanca hayli sıkıntı çıkarmıştır, müdür Pavel Andreyeviç “Defol” der, “Seni buralarda görmeyeyim bir daha!”
O da derdini Almatı’dan gelen Kazak Yarbay Hasanov’a anlatır. Komutan ciddiye alır, fabrika müdürüne hitaben bir yazı yazar. “Yardımcı olunsun yoldaşa!”
Müdür oldubittiden memnun kalmasa da basit bir tezgâh verir, birkaç eğreti aletle başından savar. Hadi git kumda oyna!
Zaten bir kolu sakattır tek elle kızgın demir nasıl dövülür acaba?
Afrikalıya da
ADI TÜRKİSTANLI
Tam yeise kapılmıştır ki, arkadaşları gelir “Sen ne yapmak istiyorsun” derler, “Hele bi’ anlatsana.”
Mihail’in çizimleri teknik değildir, âdeta karalama, lakin el terazi göz mizan, yapar çıkarırlar ortaya.
Alet ilk denemede kum dolu varili delik deşik eder. Tutukluk mu? Asla!
Tüfeği kaptığı gibi Kazak yarbayın yanına koşar ama cepheye gitmiştir bulamaz, muhafızlar elinde silahla komuta merkezine giren Mihail’i tutuklar.
Bu arada tüfek bir subayın eline geçer, belli ki fabrikasyon değildir, götürüp deneme atışı yapar. Aldığı netice şaşırtıcıdır. On numara!
Mihail’i kodesten çıkarmakla kalmaz, yol gösterir. “Bunun seri üretilmesi için yarışmaya katılman lazım, fazla zaman kalmadı, koş hemen hazırlanmaya başla!”
Onu da diğerlerinin çalıştığı AR-GE merkezine alırlar, mühendisler, teknisyenler okumuş çocuklar...
Adı “Türkistanlı”ya çıkınca, kenarda kalır. Zaten eğitimsiz ve rütbesizdir, şöyle bir kere gönlüne göre çalışamaz poligonda.
KARIŞIK ORTAYA
Bir kısmı alaya alır, bazıları bilgi paylaşır, tüfeğini hafifletmesini söylerler mesela. Komutanlık hesap kitap ve çizimden anlayan birini verir ona.
Mihail zekice bir yol tutturur, hangi silahın nesi üstünse toplar, mesela tetik ve çift kilitli sürgüyü M1 Carabina’dan, emniyeti Remington’dan, gaz sistemini Alman Strumgewehr’den kopyalar, melez bir şey çıkar ortaya. Adamlar yapmış, gidip de Amerika’yı yeniden mi keşfetsin bu saatten sonra?
Madem mermilerin ucu dardır, muz gibi eğik bir şarjör planlar, rakiplerinden on kurşun fazla koyar. Silah az parçalı olduğu için bakımı kolaydır, yer yer boşluklar bırakır, kuma da gömülse mekanizma sıkışmaz.
Kromajla kaplandığı için, suya, çamura, ise pise dayanır, pistonlu yapı geri tepmeyi azaltır,
kesik uçlu namlu gece alevini saklar. Kaldı ki birkaç saniyede sökülüp takılır, toprağa gömen aylar sonra çıkarıp kullanır. Basit ama tesirli bir silahtır, bozulmaz, ısınmaz, tıkanmaz. Gerillanın arayıp da bulamadığı şeylerdir bunlar.
Yıl 1947. Adını AK-47 koyar.
Yarışmayı rahat kazanır ama çavuştur hâlâ.
RAKAMLA 100.000.000
Takriben yüz milyon Keleş üretilir. Önce Kızılordu’yu, sonra Varşova Paktı ülkelerini, bilahare Marksist çeteleri donatırlar. 14 müttefik ülkede imalat bandı açılır ayrıca.
Kore Harbi’nde ABD’nin M1 Garand ve M1 Carbine tüfekleri nal toplar.
Keleş, ıslak ve kirli sahada kusursuz çalışır, Vietnam’da da kök söktürür Amerikalılara. Yankiler ölü direnişçilerin AK-47’lerini alır, M-16’ları savurur atarlar kenara.
Bu alet Irak’ta, Libya’da, Güney Afrika, Kolombiya, Kongo ve Suriye iç savaşında hayli can yakar.
Yeryüzündeki tahminî silah sayısı 500 milyon olsa, beşte biri Kalashnikov tesislerinden çıkar.
Keleş, Alman G3 ve Steyr, Belçikalı FN FAL ve Amerikalı M-16 gibi güçlü rakiplerine rağmen başa oynar. 106 ordunun envanterine girip rekor kırar. Hatta ABD polis teşkilatı da külliyetli miktarda satın alır. (2012)
Ucuz ve basittir, güven verir. Çatışmaya giren teklemeyeceğini bilir, çocuklar da kullanabilir.
Amerikalı savaş muhabiri John Chivers’e göre AK-47 savaşların seyrini değiştirmiş, milislerin elini güçlendirmiştir.
Indiana Üniversitesinden Dr. Richard Gunderman ise “Bu silahın insan vücudunu ne hâle getirdiğine yakinen şahit oldum” der, “Facia!”
KİRLİ SİLAH PİS PARA
300 metreden sonra isabet şansı azalsa da Keleş yakın dövüş ve pusu silahıdır. Dipçiği katlarsan kaput altında saklanır.
Kremlin paraya tamah eder, sadece direnişçilere, kurtuluş ordularına değil, mafya, uyuşturucu baronlarına da mal satar, Keleş’in adı terörle anılmaya başlar.
Moskova için önemli olan doların yeşilidir, kimin niçin kullanacağı daçadakilerin de (devlet sarayları) pek umurunda.
Sovyetler dağılırken ne depolarındaki silahlara mukayyet olabilir ne de lisanslı imalatçılara dur diyebilir. Gün gelir yaptıkları tüfekler kendilerine çevrilir... SSCB Afganistan’a devasa bir ordu indirmiştir; Meclis, idari kadro ve yerli ordu emrindedir. Lakin zayiat dayanılacak gibi değildir, Gorbaçov felaketi fark eder, ricat emri verir.
Tankları topları bırakıp kaçarlar, hurdalar hâlâ ortalıkta...
Keleş alkolle öldürmeye devam ediyor
O NASIL BİR VİCDANSA
Eğer en kanlı silah hangisi diye sorulsa Hiroşima ve Nagazaki’deki ölümler gelir aklımıza. Hâlbuki oralardaki vukuat devede kulaktır Keleş’in yanında.
Katil namluyu doğrultup tetiğe dokundu mu bir adam düşer, bir ocak söner. Çocukları yetim, karısı dul kalacak, hayatları kolay olmayacaktır bundan sonra.
Mihail’e göre ölümlerden tüfek imalatçıları değil politikacılar mesuldür. “Ben ateistim hesaba, kitaba inanmam” dese de huzursuz yaşar.
Bir ara Müslümanlığı bile düşünür, çünkü bizde tövbe aracı istemez, tek başına boyun bükebilirsin Rabb’inin huzurunda.
100 milyon silah satıldı demiştik beherinden 10 dolar kazansa 1 milyar dolar!.. Hâlbuki Mihail çavuş maaşı alır, yoksulluk sınırında yaşar.
Evet büstü dikilir, orta terk olduğu hâlde doktora verilir, bilim dehası ilan edilir. Ama bütün bunlar karın doyurmaz.
Ne zaman ki Yeltsin gelir, onu general yapar, maaşı artar, düzgün bir eve taşınır, altına araba, peşine koruma...
Ömrünün son yıllarında rejim sulanır, o da ismini satmaya başlar. Kalashnikova markalı bıçak, kıyafet ve votkalar vitrine çıkar. Hem de nerede? Kapitalist Amerika’da!
Yetmişinden sonra parayı n’apacaksa?
.
Önümüzdeki hafta Beşiktaş’a rakip olacaklar... Spor kulübü mü, Terör örgütü mü?
18 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :18 Kasım 2024 01:21
A -
A +
Maccabi, bir semt ismi değil, Seleukoslara karşı savaşan gerilla lideri.
İlki İstanbul’da kurulan siyonist cemiyet, ağırlandığı vatana ihanet etti.
Avrupalı Yahudiler geçtiğimiz asır, karanlık şehirlerde, sefil gettolarda yaşar, güneş yüzü görmez, itilir kakılırlar. Sesleri fısıltıya döner, müstear isim kullanırlar.
Hristiyanlar onlardan hazzetmez, çünkü Hazret-i Meryem ve İsa aleyhisselam hakkında hoş olmayan şeyler konuşurlar.
İspanya’da yok edileceklerdir, Bayezid Han gemileri yollar, leventlerimiz alır, getirir. Osmanlı iş verir, aş verir, yer gösterir.
Karikatürcüler Yahudileri sıska ve kambur çizer, kısa kol, sivri sakal ve pörtlek göz yakıştırır, fıkralar uydururlar Salamon’la Mişon’a. Halk arasında düztaban oldukları söylenir, nereden biliyorlarsa ve hem ne gibi bir mahsuru varsa.
Avrupa Yahudileri bu antisemitik havadan yorulur, devlet peşinde koşmaya başlar. Osmanlıda baskı görmez, aşağılanmaz, kendilerini saklama ihtiyacı duymazlar.
Dünyada rahat yaşadıkları 4 şehir vardır, İzmir, Selanik, İstanbul ve Bursa. Ticaretlerini yapar, mekteplerini kurar, çarşıda pazarda İbranice konuşurlar.
Hatta o rahatlıkla gelir “Filistin’de bize yer verin” talebinde bulunurlar.
Karşılığında bütün dış borçlarımızı ödeyecek, Avrupa’da lehimizde haber yapacaktırlar. Abdülhamid Han net konuşur: “O topraklar kanla alındı, parayla satılmaz!”
Bakar bunlar ısrarcı, Fillistin arazilerini ve Irak’taki neft havzalarını kendi parasıyla satın alır tapuları elinin altında tutar. (Şehzade iken büyük servet kazanmıştır Avrupa borsalarında.)
İlerleyen yıllarda ittihatçılar sultanın malına mülküne el koyar, mirasyedi edasıyla dağıtırlar.
PARAYSA PARA!
Biliyorsunuz Birleşik Krallık sömürgecilikle semirir, 5 kıtaya yayılıp güneş batmaz bir imparatorluk kurar. Tefecilik ile deli para kazanan Yahudiler (Bilhassa Rotschildler) Londra ile iyi geçinir, münhal bir toprak parçası isterler. Akıllarından Kıbrıs ve Güney Afrika geçmektedir. İngilizler “beeelki” der, “Uganda!”
Halkı olmayan bir yurda, yurdu olmayan bir halk yerleşecek, dengeler oynayacaktır kara kıtada. Yerlilerin varlığı mı? Hiiiç mühim değildir, henüz insandan sayılmazlar daha.
Bu fikir 6. Siyonist Kongresi’nde kabul görür. Lakin Herzl’in ölümünden sonra (1904) siyonistler arasında münakaşa çıkar, aşırılar “Uganda değil Filistin” der, tavır koyar.
7. Siyonist Kongresi’nde (1905) Filistin diyenlerin sayısı artar ve Uganda mevzuu rafa kalkar. Filistin boş değildir oysa, Hazret-i Ömer devrinden beri yerleşen bir halk vardır orada.
Bunu onlar da bilir ufak ufak hazırlanırlar savaşa.
Nasıl?
Sporla!
Şöyle: Diasporadaki siyonist patronlar jimnastik salonları açar. “Muscular Judaism” sloganına sarılıp vücud yapacak, kendilerini gösterecektirler cihana. Spor birlikleri, Bar-Giora, Samson ve Maccabi gibi Mitolojik kahramanların adlarını taşır.
O yıllarda Friedrich Ludwig Jahn tarafından geliştirilen “Turnen” jimnastikleri güçlü çevik Alman gençleri yetiştirmekte, cepheye hazırlamaktadır açıkça.
Çek milliyetçileri ise marş ve bayrak hayallerini “Sokol hareketleri” ile zinde tutar.
MERKEZDEN TAŞRAYA
Bugün birçok Maccabi Kulübü var ama ilki 8 Ocak 1895’te Alman ve Avusturya siyonistleri tarafından kurulur: “Israelitische Turnverein Konstantinopel” adıyla.
Nerede?
İstanbul’da!
Kulübün başkanlığına Bulgar asıllı Moritz Abraham getirilir, yardımcılığını ise Duyun-u Umumiye’den Zifer Efendi yapar.
Yıllık 36 liraya Goldschmidt Mektebinin salonunu kiralar, azalardan sadece 2,5 kuruş alırlar. Önce jimnastikle başlar, bilahare güreş, bisiklet gibi dallara atlarlar.
Filibe’de “Gibbor-Samson”(1897), Berlin’de Bar-Kochba (1898) açılır ardından. VI. Siyonist Kongresi’nde (Basel) Orta Avrupa kulüpleri “Judische Turnerschaft” şemsiyesi altında toplanır.
Osmanlı Yahudilerinin II. Meşrutiyet ilanında (1908) ciddi bir rolü vardır, devlet kademelerinde dostlar edinir, iş yaptırmakta zorlanmazlar.
İttihat ve Terakki ile önemli mevkilere gelir, makam sahibi olurlar. Abdülhamid Hanı hal edenler arasında Selanik Mebusu Emanuel Karasu da (Danone yoğurtlarını kuran İzak Carasso’nun dedesi) vardır mesela.
Cemiyetler Kanunu, sanki onlar için çıkar (1909). Hükûmete “filan yere şube açtık” diye haber vermeleri yeter artar, ruhsat filan sorulmaz. Güya kavmiyetçilik yasaktır ama siyonizmin bayraktarlığını yapar, diledikleri gibi at oynatırlar. Kulüp adını İbranice yazar “Aguda Le Hit‘amlut Maccabi Kushta”, gazeteyi Fransızca (L’Aurore) çıkarırlar.
Her Yahudi siyonist değildir, nitekim Hahambaşı Haim Nahum ve Alliance Israelite Universelle, Maccabi’ye yanaşmaz o sıra.
Sonra?
Sorma!
Ben Gurion
AMİP HIZIYLA
Maccabi resmiyete geçtikten sonra Hasköy, Ortaköy, Balat, Sirkeci ve Kuzguncuk’a demir atar, yeni salonlar açar.
Cemiyetler Kanunu menetmesine rağmen ırkçılığa devam.
Halep ve Kudüs şubeleri açılırken mahallî idare tereddüt yaşar, Dâhiliye Nazırı girer araya “tamam bende” der, “ilmühaber şartı arama!”
Beyoğlu Mutasarrıflığının takibatına göre Maccabi Başkanı Moris İbramoviç, Avrupa’ya sık gitmekte efkâr-ı siyasiye-i fesadiye ile uğraşmaktadır. Cemiyette siyonist lideri David Wolfshon’un resmî ve mavi-beyaz siyonist bayrağı asılıdır.
Bir kere 2,5 kuruş toplamakla masraflar karşılanmaz, mutlaka destek veren birileri vardır arkasında.
Siyonist simgeler kullandığı için sakıncalı bulunan Galata Cermen İzrailit Musevi Mektebi destek olur mesela.
Yahudilerin kesif yaşadığı Balat’ta aşikâre toplanır, Osmanlıdan ayrı bir millet-i Museviye hissiyatı veren “Hatikvah” (umut) marşını söylerler şamatayla.
Maccabi bilahare kapısını kadınlara ve çocuklara açar, geziler düzenler, talebelere gece mütealaları, dans, müzik, piyesler, konferanslar...
Bu arada gençlere Herzl’in “Altneuland” (Eski-Yeni Topraklar) kitabı okutulur, seyahat notları, fotoğraflar, bilumum resim ve harita. Filistin ilgisi yüksek tutulur daima.
Yahudi siyasetçiler İttihatçı liderlerle samimi olduğu için cemiyet hakkında düzenlenen raporlar işleme alınmaz. Halbuki Rus Çarı Odessa’daki kulübü mahsurlu bulup kapatır, mensupları yakapaça Sibirya’ya!
SADIKA SABIKA...
Osmanlı, Trablus ve Balkan Savaşlarında kan kaybedince Maccabi üç beş parça sıhhi malzeme yollar, iki teyze de hemşire olur Kızılay’a. Sadakatlerini ispatlarlar sözüm ona. İttihat Terakki o kadar saftır ki gün doğar adamlara.
Nitekim Berlin’deki Maccabi konferansında (1913) Filistin’e grup gezileri düzenleme kararı alırlar. Hatip Joseph Niego savaş çağrısı yapar. Artık festivallere tektip kıyafet ve yanaşık düzenle çıkar, göz alıcı hareketlerle alkış toplarlar. Babıali de duyurur sağa sola.
1. Cihan Harbinde Osmanlı siyonistleri bekle gör siyasetine yatar. Lakin Avrupa’dakiler karşı safta yer alır. İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı Ben Gruion Siyon Katır Birliğine katılır, Çanakkale’de İngiliz’in değirmenine su taşır.
Maccabi savaş boyunca göze batmaz, bilahare hızla büyür sınırları aşar. On ülkeden iştirakle gerçekleşen müsabakalarda siyonizm reklamı yaparlar.
Balfour Deklarasyonu yayınlanınca (1917) maskeler çıkar, Filistin’e akın başlar.
Yıl 1930. T.C. zikrolunan cemiyeti kapatır. Buna rağmen “1932 Tel Aviv Maccabi Oyunları”na katılırlar.
AH ŞU İTTİHATÇILAR!
Abdülhamid Han memleketi yıllardır sanayi devrimine hazırlamaktadır. Bunun üç ayağı vardır: 1-Ulaşım. 2- Ham madde 3- Yetişmiş insan.
Hasılı demiryolları ve limanlar yapılır, demir, bakır, kömür ve petrol zaten topraklarımızdadır. Ulu Hakan bıkıp usanmadan yüksek okul açar, tabipler, baytarlar, mühendisler, mimarlar sahaya çıkar. Başarılıdırlar da, düşünün Pastör’den sadece 15 gün sonra çiçek aşısını bulurlar.
Gelgelelim İttihatçılar oyuna gelir, akıl almaz bir maceraya kalkışır. Almanın yanında durunca, İngiliz, Fransız, Sırp ve Ruslar üstümüze çullanır. Bilahare Yunan, İtalyan, Roman, Portekiz ve Amerika da çıkacaktır karşımıza.
İşin acı yanı subaylarımız siyasete bulaşır, akılları cephede değil yeni teşkil edilecek kabinededir, telgraf başından ayrılmazlar.
General Allenby, Filistin Cephesinde namağlup diye tanıtılan komutanlarımızı yener, bir daha yener, sonra bir daha. Gider Selahaddin Eyyubi’nin sandukasını tekmeler hatta.
Adamda kibir tavan, kolay mı Nablus’tan girip Halep’ten çıkmış, dayanmış Toroslar’a.
Bu madalya manyağı 38 günde 560 km ilerler, 5 ülke alıp rekor kırar. Şam, Kudüs, Beyrut, Amman ve Bağdat elimizden çıkar.
Sadece Suriye, Filistin cephesinde 230.500 Mehmetçik kayıp (şehadet, esaret, hastalık vs). 360 top, 800 makineli, 200 kamyon, 44 otomobil, 89 lokomotif ve 468 vagonu bırakırız düşmana (Vikipedi).
SATHI MÜDAFAA
“Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır, kanla sulanmadıkça terk olunmaz!”
Asker dediğin savaşır, mazeret aramaz. Ezineli Yahya Çavuş gibi ölür, mevziini bırakmaz.
Ki İngiliz ordusu yenilmez değildir, sadece 2 yıl evvel topyekûn esir alırız Irak’ta (Kût’ül Amâre-1916)...
Londra, petrolü daha rahat sömürebilmek için Yahudileri musallat eder başımıza. İngiliz manda idaresi (1920-48) katliamlara göz yumar. Maccabi’nin yetiştirdiği militanlar Haganah, Irgun ve Lehi örgütlerine katılır, terörle yayılırlar.
Devam ediyorlar hâlâ...
CİNAYETE METHİYE
Maccabi hâlihazırda Mossad eliyle korunuyor, maçlara asker götürüp, cıngar çıkarıyor. Utanmadan “Gazze’de okul yok, çünkü çocuk kalmadı” şeklinde marş söylüyorlar.
Daha evvel siyasi duruş gösteren takımlar oldu, olacaktır da ama bebek katliamına alkış tutacak kadar alçalanı duymadım daha. Orta Doğu’nun ortasında olmalarına rağmen Avrupa liginde oynuyorlar, çünkü Asya liginden kovuldular. Her maçları olay (Yunanistan, Hollanda, Fransa...) Korkak UEFA ceza vermediği için şımarıyor, huzuru bozuyorlar.
Yani Beşiktaş’ın ne hatası var da şimdi tarafsız sahada...
Avrupa’da da istemiyoruz gitsinler Amerika’ya.
.
Balıkçı, kayıkçı, zerzevatçı mahallesiydi zamanında... Şimdi herkesin gözü onda: Çengelköy
21 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :21 Kasım 2024 01:15
1960’lı yıllar... 15. Füze Üssünde vazifeli muvazzaflar yana yakıla ev arar ki babam da vardır aralarında.
Alemdağ henüz köydür, Ömerli nispeten büyüktür ama münhal meskenleri subaylar kapışırlar. Rahmetli Ömer Okçu (Hekimoğlu İsmail) orada otururdu mesela.
Dudullu’da iki dükkân hatırlarım, biri kasap, biri mandıra. Eh, hayvancılık yaygın olunca.
Çakmak henüz mezra, Ümraniye ise sersefil, su, elektrik arama. Yollar tarladan hâllice, çamur çıkar sırtına. Balçığı da nasıl yapışkan, her adımda bir cm uzarsın, ağırlığın bir kilo artar. Ayağından çizmeni alır sonunda.
Üsküdar orta direk ama bütçeler dar. Garipler n’apsın, ya Çengelköy’de oturacaklar, ya Çamlıca’da.
O zamanlar Kısıklı meskûn, Çamlıca metruk. Sarmaşıklarla kaplı ürkütücü konaklar vardır sağda solda. Tekin olmadıkları söylenir halk arasında.
Çengelköy ise Boğaz’da, Bekâr Deresi ağzında, önü koy körfez, daha ziyade kayıkçıya, kürekçiye uyar, bahçıvana, balıkçıya.
Burada hayat vapur seferine göre tanzim olunur, sabah şehir hatlarının istimli emektarı yaklaşır, herkes hazırolda. Halat çözüp kalktı mı yine sükûnet çöker ortalığa.
Biz hıyar bademin meşhur olduğunu sonradan öğrendik, hani o mavi muşambalı manavlar açılınca.
Serpme kahvaltı diye bir tabirle de tanışmamıştık daha. Yok siyah incir, yok Trabzon hurma... Mümkün mü ya şu kalabalığa?
VAPURLAR KAYIKLAR
Şirket-i Hayriye’nin efsane müdürü Hüseyin Haki, Boğaz kaptanlarına sorar: Niye geç kalıyorsunuz bu kadar?
“Efendim” derler, “Bu iş düzen tutmaz, ta ki Kuzguncuk’un haşeratı, Beylerbeyi’nin teşrifatı ve Çengelköy’ün zerzevatı oldukça.”
Kuzguncuklular kavgacıdırlar, her seferde cıngar çıkar, Beylerbeyi ise İstanbul efendisi, “Siz buyrun Mir’im” “Yoo katiyen olmaz. İstirham ediyorum. Lütfen Paşa’m” turnikeyi birbirlerine ikram ederler ısrarla.
Çengelköy ise zerzevatçı, o hengamede yüzlerce küfe taşınır vapura. Marul, maydanoz, havuç, lahana...
Osmanlı devrinde “pazar kayıkları” vardır beş çift kürekle yol alır, takriben 20 arşın uzunluğunda. Önü arkası kalkıktır, dalgaları yarar. Hamlacılar iskeleye yanlamasına yanaşır, yaşlılara yardımcı olurlar.
Ön tarafa erkekler oturur, ıslanmayı göze alırlar, arka taraf sakin, orası hatunlara. Bunlar takriben 40 yolcu taşır, yükleri caba. Küreklerin topuzları kavun kadardır, tayfalar derinden daldırır, asılır ayakta. Genelde Bahçekapı’ya yanaşırlar. İkindiyi müteakip avdet vakti, küfeler boşalmış yerini kutular almıştır bu defa...
Bunların yelkenlilerine pereme, bir boy büyüklerine mavna, iki boy irilerine salapurya derler. O zamanlar vinç konteyner yok tabii. Serdümen “vira” deyince makaralara asılır, urç, denk neyse bağlar, ambardan çıkarırlar, “mayna” deyince yavaşça bırakırlar at arabalarına.
Bazı kayıklar vakıf malıdır, hasılat hasenata.
Hacı Ömer Efendi Camii Hamdullah Pasa Camii
CAMİLER, YALILAR
Efendim Osmanlı işi ehline verir, kimsin necisin diye sormaz. Nitekim kürekçi bir babanın oğlunu (Abdullah Ağa) donanmanın başına koyar. Olur mu sana kaptanıderya! O da yetiştiği semte şirin bir cami yaptırır Hamdullah Paşa’nın adını bağışlar.
Cami takriben 200 yaşında. Bir ara eşraftan Hacı Mustafa ön ayak olur, tamirat. Tadilat sil baştan... Cemaatin yardımı ile çiçek gibi yapar, akça pakça boyarlar. Marangoz hayrım olsun der kuruş almaz.
Kuleli’ye doğru yürürseniz sahilde bir cevahir parçası daha. Sultan III. Ahmed devri kaptanıdderyalarından Kaymak Mustafa Paşa Camii takriben 300 yaşında. Semt sakinleri Kulebahçe Mescidi derler ona.
Sadullah Paşa Yalısı ise sivil mimarimizin mümtaz örneklerinden. I. Abdülhamid Han yaptırır, anahtarı uzatır Darüssaade’den Mehmet Ağa’ya. Bilahare Sadrazam Koca Yusuf Paşa’ya geçer, ondan kızı Emine Hanım’a, torun Hamdi Paşa’ya derken Esat Muhlis Paşa satın alır, mahdumu Sadullah Paşa’ya kalır. Hâlen de aile efradında…
Lahanacılar Çeşmesi
ÇEŞMELER SOKAKLAR
Malum bir semti tanımanın tek yolu var, çekip çarıkları dolanmak. Taş döşeli sokaklarda kaybolmak. Ööle caddeden arabayla geçen kavanoz üzerinden reçel yalar.
Eğer çeşme yaptıracak olsam şöyle bele kadar bir duvar ördürürdüm lüle, oluk, yalak tamam. Lakin banisi II. Mahmud Han olunca… Mübarek hem zevk sahibi hem de para. Havuzbaşı Parkındaki Bekir Efendi Çeşmesi de (Bekâr Deresi) haza pırlanta. Hayrat sahibi iki asır evvel mevta, dua alıyor hâlâ. Yol, köprü, mektep, kitap ve hayırlı evlat... Bilirsiniz sadaka-i cariye deniyor bunlara. Ölüp gidiyorsun defterin kapanmıyor, sevap ekleniyor ardın sıra.
Hacı Ömer Efendi Camii Hamdullah Pasa Camii
ÇENGEL ENGEL MANİA
İnsan sahilde saatlerce oturabilir, hava şerbet, manzara müsekkin âdeta. Hele şu mevsim pek keyifli ağ seren, ağ saran gırgırlar, “pat pat pat” artçı kayıkları, “cak cak cak” martılar. Ah o “dat dat dat” korna sesleri de olmasa.
Trafik felaket efendim, artık Çengelköy “engelköy” olmuş, kâbus gibi çökmüş Üsküdar-Beykoz hattına.
Diyelim ununu eledin, eleğini astın, ahir ömründe kuytu bi’ köşe arandın, Çengel’i de yaz kenara.
Sabah namazını Abdülhamid Han yadigârı Hacı Ömer Efendi Camii’nde kılar, çaya oturursun ahbap, akranla. Misina mantarın yanındaysa tamam, üç beş salla, bi tavalık istavrit çek, koy torbaya.
Olmadı mı? Aldığın havaya say. Derin teneffüs et ki ciğerlerin açıla.
HOCASI KOCASI
Hattat Celâleddin de Çengelköy’ü mekân tutanlardan. Olacak bu ya Sultan Mahmud bir En’am-ı şerîf ister ondan. Elinde yoktur, hemen oturup yazmaya başlasa; cilt, tezhip, derkenar derken en az iki hafta.
Mahcup olur. Şevketli hanın kırk yılın başı bir talebi olmuş, ah olsa da verse ne vardı ya?
-A efendim teessüre ne hacet? Bende hazır bir tane var, münasip görürseniz sunalım Sultan’ımıza.
Bakar nefis bir nesih, cildi, tezhipleri usta işi. Alır doğru saraya.
II. Mahmud Han çok memnun olur, ziyadesi ile ihsanda bulunur onlara.
Yeri gelmişken söyleyelim En’am-ı şerîf bir nevi el kitabıdır, En’am sûre-i celîlesi ile başlar, sonra çok okunanlar sıralanır: Yâsin-i şerîf, Amme, Tebâreke, Esmâ-i Hüsnâ, Hilye-i Nebî, Cihâr-ı yâr-i güzîn, Hizbü’l-Bahr, Delâilü’l-Hayrat ve evrad (virdler-günlük tesbihat).
MEKTEPLER ÇINARLAR
Kuleli Askerî Lisesi her Üsküdarlı gencin hayalidir, öyle ya iki reisicumhur çıkaran kaç mektep var yurdumuzda?
Şimdi gece yatıyorsun bir yanda yaprak hışırtısı, bir yanda dalga şırıltısı. Ninni gibi, haza ilaç.
Rahmetli Enver Ağabey’imiz de Kuleli mezunuydu, nasıl da güzel anlatırdı, ballandıra ballandıra.
Benim böyle bir okulum olsa var ya, bilerek sınıfta kalırım. N’olcak, oyalanırım bir sene daha.
MESKENLER MESKÛNLAR
15-16. yüzyılda has bahçe civarında “Kûte’l-Kasr” adlı bir saray vardır. Kanuni Süleyman ise askerî lisenin bulunduğu yere Cihannuma Kasrı’nı yaptırır ki, dokuz katlı bir kuledir aslında. İşte Kuleli adı ondan kalma.
Şimdiki kuleler 1968 yapımı, yakışmış ama.
IV. Murad ve Avcı Mehmed, Çengelköy’ü pek sever, kiraz ve ayva mevsimi uğrarlar bilhassa.
Küçük Ali Efendi, Gümrükçü Halil Ağa, Sadrazam Hamza Paşa ve Kazancı Yalıları ile Hatice Sultan ve Kaymak Mustafa Paşa (Ferehâbâd) Sahilsarayları devletlüleri ağırlar.
Henüz şehzade iken oturduğu için “Vahideddin Köşkü” diye anılan bina Kırım Harbi’nde İtalyan yaralılara tahsis edilir. Daha sonra Abdülmecid Han tarafından 37 bin altına satın alınır. Şu an Cumhurbaşkanlığı tarafından ofis ve misafirhane olarak kullanılmakta.
Bir de Lahanacılar Çeşmesi var ki, o zamanların iki güzide takımından biridir Lahanacılar, öbürü de Bamyacılar. Daha ziyade ok ve cirit müsabakaları yaparlar. Her karşılaşma derbidir, heyecan dorukta.
Evliya Çelebi merhum; mescit, bostancı odaları ile avda ve savaşta kullanılan köpeklerin bakıldığı bir ‘Samsonhane’den söz açar.
ÇAPALAR KANCALAR
Peki Çengelköy ismi nereden icap etti? Çengel imalatı mı vardı orada?
Evet ama tekne çengeli, bir nevi kanca, sonra değişik çap ve ebatlarda çapa çıpa... Çapa ismi alakasız bir semte verilir o başka.
Adı Çengeloğlu Tahir Paşa’dan geldi diyenler de var.
Bir diğer rivayet; yengeci bolmuş, bu yüzden Çenkarköy olmuş güya. (Çenkar yengeç demek Farsçada.)
1828’de süvari kışlası (Kuleli) yapılır, 1832 afetinde onlarca ev ve dükkân yanar, Ermeniler satar savar ayrılırlar.
1850’de vapur iskelesi açılır, kalabalıklaşır, binalar içerilere kayar. Bilahare bostanları kooperatifler kapar, NATO Yolu, Bahçelievler ve Talimhane apartmanla dolar. Boğaz betona batar, boğazına kadar
.
Koca (Derviş) Davut Paşa! Kimsesiz çocuk sadrazam olursa...
30 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :30 Kasım 2024 01:10
A -
A +
Davut Paşa, 15 yıl sadaret makamında kalır ki bu imkân sadece Sokollu ve Köprülü’ye verilecektir daha sonra.
Tramvay Merter, Terazidere arasındaki durağa yaklaşırken metalik bir kadın sesi çınlar. “Davutpaşa”, sonra tekrar eder “Davutpaşa, Davutpaşa!”
Kulağımız Yıldız Teknik Üniversitesi ve Davutpaşa Spor’dan ötürü zaten aşina.
Peki kimdir Davut Paşa? Ne arar bu kuytuda?
Araştırdık bir değil, iki değil, üç Davut Paşa var. Biri Aksaray Murat Paşa haziresinde yatan Kara Davut Paşa, biri Üsküdar’a yaptırdığı caminin avlusuna defnolunan Kaptanıderya Davut Paşa, biri de Cerrahpaşa’da medfun Koca Davut Paşa ki bugün onu anlatacağız nasip olursa.
Efendim kendisi Arnavut asıllıdır, bir şekilde katılır aramıza.
Bilirsiniz ecdat, ailesi olmayan ecnebi çocuklarına da sahip çıkar, bir süre yerli ailelerin yanında kalırlar.
Hem Türkçeyi hem İslami esas ve kaideleri öğrenir, edep erkânla donanırlar. Sonra Galatasaray ve İbrahim Paşa Saraylarında tedris ve talimden geçirilir acemi oğlanlara katılırlar. Çapları ve mizaçlarıyla mütenasip bir vazife verilir, devlet kapısında çalışırlar.
İçlerinden bazıları cevahir gibi parlar, Enderun’a alınırlar, ciddi bir tedristen geçer, makam mansıp sahibi olurlar.
Taşköprülüzade Ahmed Efendi anlatır: Davut, Edirne’de vazifeli iken bir tatsızlığa karışır. Şehrin kadısı Molla Vildan yardımcısını yollar, hani ikaz babında. Eleman “nush ile uslanmayanı etmeli tekdir” kısmını atlar, yüksek perdeden ayar vermeye kalkar. Davut da tekme tokat girişir adama.
Sonra helalleşir, kucaklaşır defteri kapatırlar. Ama hadise Fatih’in kulağına gider nasıl olduysa. “El-vekil ke’l-asil. Bir hâkime itiraz ha! Bunu cellat paklar anca!”
AH O DAYAK
Ancak Molla Vildan huzura çıkar “Efendim yolladığım arkadaş öfkeliymiş” der, “kadılık vasfına haiz değildi o an itibarıyla. Hem taraflar barıştı. Davut’u affedin benim hatırıma.”
Derken efendim Davut’un yolu İstanbul’a düşer. Ona tavsiyede bulunurlar: “Git Padişah’tan özür dile, elini öp mutlaka!”
Bir kabul ayarlar, huzura çıkarırlar.
Tam sultanın elini öpecektir ki Fatih tahtının arkasından bir değnek çıkarır, fena dalar. Niyedir bilmiyoruz, birden durur, vezirine döner “Bunu” der, “Enderun’a alsınlar!” Sonra?
Sonra n’olsun, yetişir pişer, hem Fatih’e, hem II. Bayezid Han’a vezirlik, sadrazamlık yapar. Adı Koca Davut Paşa’ya çıkar, 15 yıl sadaret makamında kalır ki, bu imkân Sokollu ve Köprülü’ye verilir anca.
Davut Paşa zaman zaman ahbaplarına hadiseyi anlatır, sultanı rahmetle anar. “Ah o sopa” der, “hayatımı değiştirdi âdeta.”
DERVİŞMEŞREP
Mahmud Paşa, ulemaya değer veren, fukaraya yardım eden, cömert, tecrübeli ve ihtiyatlı bir devlet adamıdır.
Savaşlarda ön safta yer alır, yalın kılıç çarpışır. Hissesine düşen ganimeti de emrindekilere dağıtır.
Devletin parasına da, kendi kesesine de hâkimdir, onca hayır hasenat yapmasına rağmen ardında 1 milyon duka altını bırakır. Kimbilir yaşasa hangi beldeleri imar edecek daha ne eserler yaptıracaktır?
Topkapı sur dışında, Edirne kervan yolunda bir ordugâh açar. Rumeli seferlerinde Otağ-ı hümayun burada kurulur, tuğlar dikilir, Sancak-ı şerif dualarla Serdar-ı Ekrem’e takdim edilir.
II. Mahmud Han zikrolunan sahaya Davutpaşa Kışlasını yaptırır. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye mensuplarını talime aldırır. Hâlen Yıldız Teknik Üniversitesi Kampüsü olarak hizmet sunar. Eğer Esenler Belediyesinin YTÜ Kongre Merkezinde düzenlediği “Esenlik” sempozyumuna katılmasam bu güzide mekandan haberim olmayacaktı.
ABİD ZAHİD MÜCAHİD
Ata tarihi, Davut Paşa için “Âlim ve fazıl, fatin ve akil, mekin ve kâmil, muhibb-i ulema, muin-i fukara, mühin-i füseha, memdûhu’l-ef’âl, mahmûdü’l-hisâl olduğu mervîdir” yazar.
Molla Gürani Padişah’a gönderdiği mektupta ondan “Özü sözü doğru mümindir, ehildir, vasıfları haizdir” diye bahs açar.
Hadîdî, Tevârîh-i Âl-i Osmân isimli eserinde; “Davud Paşa vezir-i a’zam idi/ Şehin-şaha mukarreb hem-dem idi / İki itmezdi şeh ânun sözini/ Oğlına virdi kızını” der. (Dâvud Paşa’nın dört oğlundan Yanya Sancak Beyi Mustafa, Sultan II. Bayezid’in kızı ile evlenir damat olur saraya.)
Bilirsiniz sadaret makamı cazip olduğu kadar veballidir, bir yanlışı nice canlara mal olur, rütbelerini söker, sürerler taşraya.
Davut Paşa hem Fatih hem de II. Bayezid’den iltifat gören bir idarecidir. İlim ehlidir, âlime imkân açar. Medresesinde Şârihü’l-Menarzâde Ahmed Efendi, Kâdî Beydâvî’nin Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-te’vîl adlı tefsirine yaptığı hâşiyeden ötürü “Muhaşşî” lakabıyla şöhret bulan Sinan el-Amasi, İvaz Efendi,
Müeyyedzade Abdülvehhab ve Şeyhülislam Ebussuud Efendi gibi ulema ders verir.
PAŞA KÜLLİYESİ
Yedi tepeli İstanbul’un; 1. tepesinde Nuruosmaniye Külliyesi, 2. tepesinde Bayezid Külliyesi, 3. tepesinde Süleymaniye Külliyesi, 4. tepesinde Zeyrek ve Fatih Külliyesi, 5. tepesinde Yavuz Selim Külliyesi, 6. tepesinde Mihrimah Sultan Külliyesi yer alır. 7. tepesi ise önceleri metruktur. Davut Paşa “Kuru Tepe” olarak anılan alana bir külliye yaptırır ve vakfettiği 100 küsur dükkân ile mıntıkayı canlandırır (1485).
Bilahare Haseki Külliyesi (Hürrem Sultan -1551), Cerrah Mehmed Paşa Külliyesi (1594), Bayram Paşa Külliyesi (1634) ve Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi (1735) de katılır. Artık Asitane’nin mutena semti sayılır.
Âşıkpaşazâde Târihi’nde “Davud Paşa, İstanbul’da bir imaret ve ulu cami yaptı, önüne bir latif su dahi getirdi” kaydına rastlanır.
Tahrir Defteri’nde “nezd-i Dikilü Taş der Bâzâr-ı Zenân” şeklinde bir ifade geçer. Zikrolunan Dikilitaş sadece kaidesi kalan Arcadius sütunu, Bâzâr-ı Zenân ise (zenneden gelir) ‘Avratpazarı’dır.
Aynı zamanda Aydos, Varna, Edirne, Tatarpazarı, Manastır, Bursa, Yenişehir, Beypazarı, İznik ve Tekirdağ gibi beldeleri kubbelerle donatır.
Yetmez, tamir bakım ve maaşları karşılamak için kıymetli mülkler bırakır. Üsküp’teki çifte hamam gibi.
Dâvud Paşa Camii tabhâneli ve zâviyelidir. Mekânının iki yanında “âyende ve revende”ye (gelene gidene) mahsus odalar sıralanır.
Hem ağırlanan misafirler, hem de cami hizmetlileri ve medrese talebeleri için bir aşhane-imaret yapılır.
1648 zelzelesinde mütevelli odası, imareti ve me’kelhânesi (yemekhane) hasar alır, zemine karışır.
Zikrolunan cami Serez’deki Paşazâde Mehmed Bey ve İstanbul Şeyh Vefâ Camii’ni andırır.
Ayvansarâyî’ye göre kitâbenin metnini Kemalpaşazâde hazırlar, hattını ise Şeyh Hamdullah yazar.
Davut Paşa Camii’ne hasbelkader girenler tutulup kalır, “Neler atlamışız meğer” der, dövünürler. Hâlbuki yol üstü bir eser, ziyarete değer.
Zeminden zirveye
Davut Paşa’nın ilk vazifesi Çirmen Sancakbeyliği olur. Akın üstüne akın düzenler Macaristan ve Venedik tehdit olmaktan çıkar.
Yıl 1470 Ankara Sancakbeyliğine tayin edilir, ardından birkaç basamak birden atlayıp Anadolu Beylerbeyi olur, Karamanoğulları ile süregiden mücadelede mühim işler yapar.
1471 Yûsufca Mirza kumandasındaki Akkoyunlu kuvvetleri Tokat’ı tahrip edince, Şehzade Mustafa’nın yardımına koşar. Eflâtunpınarı Zaferi’nin kazanılmasında rol oynar.
1473 Otlukbeli Savaşı’nda II. Muhammed Han meydana kestirmeden ulaşmak için girdiği vadide beyhude vakit kaybeder. Davud ve Mahmud Paşalar ise civar tepeleri ele geçirir, Akkoyunlu saldırılarına siper olurlar. Sultan yerini alasıya 25 hücumu savuştururlar. Ki Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Mirza zaptı zor bir komutandır, Fatih’i ele geçirebilir rahatlıkla. Neticede Osmanlı ordusu düzlüğe çıkar ve hakim olur sahaya. Akkoyunlu Hükümdarı kendine çok benzeyen Pir Mehmed’i yerine bırakacak, kaçacaktır kargaşada.
1477 Macaristan seferinde Tuna boyu hisarlarından atılan bir top mermisi ile göğsünden yaralansa da askerini bırakmaz, kendini çabuk toplar, mücadeleye devam.
1478 Fatih’in yanında Arnavutluk Seferi’ne katılır, Jebyak’ı ele geçirir.
Burada döktürdüğü toplarla Dergos ve Gölbaşı Hisarlarını alır. İşkodra’nın düşmesini kolaylaştırır biiznilllah.
1479 Vezîriâzam Karamânî Mehmed Paşa’ya muhalefetinden dolayı azledilir, Bosna Sancakbeyliğine gönderilir.
1481 Osmanlı tahtına çıkan II. Bayezid Han, Davud Paşa’yı Rumeli Beylerbeyiliğine getirir.
1483 İshak Paşa’nın yerine vezîriâzamlığa tayin edilir.
1484 Macarlar Alacahisar (Kruşevac) taraflarına saldırdıklarında Sofya’dan hareketle sükûneti sağlar.
1487 Hersekzâde Ahmed Paşa’nın esir düşmesi üzerine bizzat Memlûk seferine çıkar, Adana ile Tarsus’u geri alır.
1492 Balkan isyanlarını bastırır, asileri toplatır.
1497 On beş yıl süren vezîriâzamlık vazifesinden ayrılır. Onu yıllık 300 bin akçe maaşla Dimetoka’da iskâna tabi tutarlar.
20 Ekim 1498’de vefat eder. Naaşı, İstanbul’a getirilir, yaptırdığı külliyeye defnedilir
.
Değirmenlerin şehri... Gezilesi görülesi Hama
7 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :7 Aralık 2024 02:03
A -
A +
Eskiden adımbaşı su dolabına rastlanırmış, şimdi 17 tane kalmış. 82 katliamında Rifat Esad bunları da kırıp dökmüş, aklı sıra intikam almış.
Siz de öyle misiniz bilmem, yabancı bir şehre gidince şöyle bir bakarım efrafıma. Kalıcı olsam burada yapabilir miyim acaba?
“Yok olmayacak galiba” dediklerim de çıkar, “Niye olmasın yaparız pekâlâ” dediklerim de. Semerkant, Buhara, Üsküp, Medine gibi mesela.
Suriye’nin hiçbir yerinde yabancılık çekmedim, inanın Şam’da yaşarım, Halep’te yaşarım, Humus’da da, Hama’da da. Hatta Neva, Dera, Busra’da da...
Hama’ya tarihî eserleri çekmek için gitmiştik, konuya vakıf ve mezar taşı okumakta mahir Erdoğan Sevim ağabeyimiz ile ansiklopedi servisinin Deli Balta’sı rahmetli Ahmed Koç ağabey vardı yanımızda. İnsan yola çıkınca tanınırmış, tek münakaşamız olmadı, en kuytu yerlere girdik, buyurun diyen herkese misafir olduk, çay ocaklarını, parkları, nargilecileri denetledik gece yarılarına.
DÖNDÜM ÖZLEDİM
Hama’ya gece gelmiştik ilk gördüğümüz otele girdik nasıl rahat ettik anlatamam. Üç on kuruş para, bedavadan ucuza. Halkı kibar sıcak samimi, Türkleri seviyorlar.
O zamanlar Kurtlar Vadisi gözdeydi, sağa bak Memati posteri, sola bak Necati Şaşmaz.
Efendim Hama Arapça hisar anlamına geliyor. Hititlere uzanan köklü bir mazisi var. 7. yy.dan beri de Müslümanların elinde. Ebû Ubeyde bin Cerrâh’tan (radıyallahu anh) yadigâr.
Sahabe ordusu geldiğinde halk karşı koymaz, cizye ve haraç ödemeyi kabul eder, kapıları açar.
Zaten bir süre sonra iman eder bizden olurlar. Cündü Hıms’a (Humus ordusuna) katılırlar.
Şehir sadece 1108’de Haçlıların eline geçer, 7 yıl sonra geri alınır tekrar.
Bir de Hamdânî Emîri Seyfüddevle zamanında Bizans İmparatoru Nicephoros Phocas’ın saldırısına uğrar, Ulucami yanar.
İSİMLER AŞİNA
Hama’yı Fâtımîler ve Mirdâsîler’in ardından Selçuklu Sultanı Melikşah adına Aksungur idare eder. Emîr Porsuk, Tâcülmülûk Böri ve oğlu Sevinç, Hayırhan, Selâhaddin el-Yağıbasanî, Nûreddin Mahmud Zengî, Selâhaddin Eyyubi, el-Melikü’l-Muzaffer Ömer, Ebu’l-Fida el-Melikü’s-Sâlih ve Yavuz Sultan Selim şehri birbirinden zarif eserlerle donatırlar.
Bölge hayli zelzele yaşar, bilhassa Receb 552’deki (Ağustos 1157) ve Şevval 565’teki (Temmuz 1170) yıkıcı geçer.
Hama idari olarak kâh Halep’e bağlanır kâh Trablus’a. Ki, ikisi de Türkmen şehridir sıkıntı olmaz.
Bir süre Azm ailesi tarafından yönetilir. Ailenin mensuplarından Şam Valisi Esad Paşa bir saray yaptırır ki Kasr’ül-Azm, şehre değer katar.
YEŞİLİ GÜMRAH
Şehir zukak denen 24 küçük mahalleye ayrılır. 18’i Arap, dördü Türkmen, ikisi gayrimüslimdir (ekseri Süryani) o sıra.
Hama, Şam - Halep yolu üzerinde önemli duraklardan biri. Halkı çiftçiliği ve hayvancılığı iyi bilir. Yapağı ve pamuklu dokuma Trablus üzerinden Avrupa’ya ihraç edilir.
Pazarı eskiden de canlıdır, ipekli, sırmalı bürümcük, telli makreme, alaca ve yağlık satar.
Giderken bize mutlaka “Yağ, peynir alın” demişlerdi. Hakikaten on numara, dondurması ve sütlacı da nefis, sütü güzel zira. Sebzesi meyvesi bol ve lezzetli. Enginarlar kamyonlar dolusu geliyor, öyle üç beş tane seçmiyor, küfeyle alıyorlar.
Arabalı bir seyyardan iri bir greyfurt (fakihe kerib) almıştık, inanın kavun kadar. Girdiğimiz esnaf lokantasında tepsi ve bıçak istedik, kestik o kadar çok çıktı ki, dilim dilim dağıttık bütün müşterilere yetti. Mübarek sanki güneşte pişmiş, dilimlerin acı zarları olur ya, bununkiler kıtır kıtır ve çepeçevre şekerlenmiş.
Arkadaşlar mideyi bozmayalım endişesi ile tavuk köfte gibi şeyler söylediler. “Ben onları her yerde yerim” deyip ful (bakla) istedim. Üzerine tanımadığım otlar ve baharatlar ekilmiş, ayrıca ekşiyle terbiye edilmiş bir tahin ve nefis bir zeytinyağı gezdirilmiş. Muhteşem bir şey, unutamam asla. Fatih’teki Suriyeli esnafa gider ful alırım hâlâ.
Bu bölgenin insanı malum tatlıcılıkta usta, baktık çok ucuz. “Ondan ver usta, şundan da” kilolanıp döndük sonunda.
ULEMA ŞEHRİ
Hama, Osmanlı döneminde güçlü vakıflara haizdir. 16 medrese, iki buk‘a ve iki zâviyesi vardır, ilim adamı yetiştirir civara.
Bir Emevî mirası olan Câmiu’l-kebîr (Câmiu’s-sûkı’l-a‘lâ, Câmiu Ebî Ubeyde) muhteşem bir eser.
Aynı Şam Ümeyye camiindeki gibi Beytülmal odası mermer direkler üzerine kondurulmuş. Yani “hazine avluda” şeffaflık bu kadar olur anca.
Hama emîri el-Melikü’l-Muzaffer’in (Selâhaddin Eyyubi’nin yeğeni olur) türbesi de orada.
870 yıllık Nûreddin Camii’nde (el-Câmiu’n-Nûrî) siyah ve beyaz taşlar ustalıkla kullanılmış, süslemeye hacet kalmamış. Avlusunda büyük havuzlar, fıskiyeler; çocuklar şirin kahkahalarla koşturup oynuyorlardı. Gözleri açık renk, saçlar başak sarısı. Gören Avrupalı sanır inan.
Nureddin Mahmud Zengi, cami yanına bir hastane (Bîmâristânü’n-Nûrî) yaptırmış, iz bırakan bir medrese açtırmış sonra.
Azm ve Geylani ailelerinin evlerinin (Kasrü’l-Geylânî) bulunduğu kısım şehrin mutena semti. Nakibü’l-eşraflık da burada.
Bilirsiniz Hama âlimleri Hamevi nispesi ile anılır. Tarihçi İbn Vâsıl, coğrafyacı Yâkūt ve Ebü’l-Fidâ, Kādılkudât Ebû Bekir Muhammed bin Muzaffer ve fakih Ahmed bin Muhammed gibi mesela.
DERTLİ DOLAP
Hama içinden bizim Hatay’ımızda denizle buluşacak olan Asi Nehri geçer. Göze ovadan dağlara gidiyor gibi gelir, bu yüzden “ters akan” derler ona.
Dünyanın en eski su dolapları Hama’dadır (4. yy.) “Medinetü’n-Nevair” olarak tanınır, bazıları 24 metreyi aşar. Yunus Emre hazretlerinin “Dertli Dolap”ı burada yazdığını söylenir hatta.
Asi Nehri’nden dolaplarla yükseltilen su, kemerlerle şehre dağıtılır, düşünün alttan sokaklar gider, yukarıda kanallar akar.
Halka yetip arttığı gibi bahçeler ve hayvanlar da sulanır, her evin avlusunda havuzlar şıkırdar.
Hama kâğıt imalatı ile tanınır, sayısız su değirmeni vardır. Bir kısmı tahıl öğütür, bir kısmı susam ezer, yağ çıkarır. Eskiden adımbaşı su dolabına rastlanırmış, şimdi 17 tane kalmış. 1982 katliamında General Rifat Esad bunları da kırıp dökmüş, intikam almış aklı sıra.
DARBECİ HANEDAN
Birinci Cihan Harbi’nde Almanlar yenildiği için (!) yenik sayılırız, Suriye elimizden çıkar. Önce Britanya sahip olur, sonra Sykes-Picot Anlaşması ile sunulur Fransızlara.
Suriye, istiklalini ancak 1946’da kazanabilir yani 80 sene bile olmadı daha.
O günlerde sosyalist subaylar Ortodoks bir Hristiyan’ın (Mişel Eflak) teorisyeni olduğu BAAS ideolojisine saplanırlar. Mısır ve Yemen’le Birleşik Arap Devleti’ni (ed-Devleti Arabiyetü’l-Muvahhide) kurarlar.
Suriye 1961 darbesi ile birlikten ayrılır, Hafız’a gün doğar.
HARAMZADELER
On sene gizli gizli çalışır ve dizginleri ele geçirir, aile hâkimiyeti tesis eder kurnazca. Esadgiller bütün devlet müesseselerini ve para getiren sektörleri ele alırlar.
Hafız Esad, Nusayri asıllı bir azınlıktır, hassaten muhaberata ehemmiyet verir, izleyeni de izletir bir korku imparatorluğu kurar. Taksiciler, berberler, otelciler muhaberata çalışırlar. İçeri alınanlar işkence görür insanlıktan çıkar. Ki, bu tatbikat Stalinli yılları getirir akla.
Hama’da ezici ekseriyetle Sünniler yaşar. Bu yüzden Esad hanedanının gazabına uğrar. Hafızlı yıllarda Beşar’ın amcası Rifat şehri topçu ateşiyle harabeye çevirir ve zırhlılarla girip 40 bin mümine kıyar (1982). Beşarlı yılları biliyorsunuz zaten. Gerek var mı tafsilata?
.
Esed hanedanı... Milleti mülteci eden kendisi iltica eder
14 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :14 Aralık 2024 02:32
A -
A +
Beşşar ve Esma Moskova’da, Büşra Dubai’de, amca Rifat Fransa’da, Mahir, Rami ve İhab kayıplarda.
Beşşaru’l-Esed, Enise Mahluf ve Hafız Esed’in ikinci oğlu olarak doğar (1965-Şam). Aslı Beşar değil, Beşşar (müjdeci).
Büyükbabası Ali Süleyman avamdan kurtulup eşrafa katılmak için Vahş olan (insandan kaçan) soyadını Esed (Aslan) olarak değiştirir. Ama Türkiyede Esat kullanılır.
Hafız da hoş bir isimdir, gelgelelim “muhafız aslanımız” darbe arbede peşindedir. Mişel Eflak adlı Ortodoks’un kurduğu BAAS hareketine katılır, hızla sivrilir. Mesaisini ordu içindeki Sünnileri, Dürzileri ve İsmailileri tasfiye için harcar. İnce ince kadro kurar. Yeri ve zamanı gelince ihtilal yapar.
Esedler Suriye’yi tam 54 yıl yönetir, sadece devlet müesseselerini değil para getiren sektörleri de ele geçirirler.
Girdikleri sahadan rakipleri mecburen çekilir, çünkü vergi dairesi, ruhsat, tescil, sigorta üstüne gelir.
Hafız 9 kardeştir, onlarca yeğeni yiyeni vardır. Mahluflar zaten kalabalıktırlar, enişteler, kayınlar...
Sadece Rami Mahluf’un şahsi serveti 5 milyar doları aşar, kardeşleri İyad ile İhab ona keza. Cham Holding ile banka, sigorta, finans, inşaat işlerine bakar. Syriatel para basar. Gümrükler elindedir âdeta. Hasılı ekonominin %60’ı ondan sorulur kabaca.
Başkanlık Sarayı... Şam
RÜŞVETTEN UYUŞTURUCUYA
Esed muhaberatı güçlendirir akrabalarını ve sadık hemşehrilerini mühim mevkilere getirir. Oğlu Albay Basil’i (Halep’te atlı heykeli yıkılan) başkanlığa hazırlar. Basil İngilizcede fesleğen Arapçada reyhan demektir. Yunancada ise basileus’tan (kral) gelir. Acımasız bir asker, hırslı bir siyasetçidir. Hızlı otomobil kullanır, ünlü bir süvaridir. Para dolu bir araba ile havaalanına (Almanya’ya) giderken kaza geçirir. Asfalt ıslak mıdır, hava sisli midir? Bilmiyoruz. Yoksa birileri biletini mi kesmiştir?
Kız kardeşi Büşra da Beşşar’a benzer bir isim taşır, müjde demektir. Büşra Hama katillerinden Asıf Şevket’le yakınlaşır. Basil, Asıf’ı uzaklaştırmak için tutuklatır, çünkü adam evli ve beş çocuk babasıdır. Basil ölünce mani kalmaz evlenir yuvalarını kurarlar, bu sefer Mahir Esed Asıf’ı karnından vurup yaralar.
Mahir rejimin ürkütücü yüzüdür. 4. Zırhlı Tümen’in komutanıdır. Refik Hariri suikastinde rol oynar. İran’la arası iyidir, uyuşturucu pazarına yön verir. Öldü diye ilan edilse de yaşadığı söylenir.
Beşşar’ın küçük kardeşi Mecd ise zihinsel özürlüdür, kendi hâlindedir, 2009 da hayatını kaybedecektir.
Hafız Esed’in aklı fikri siyasettedir, çocukları nadiren görebilir, mesela Beşşar babasının ofisine sadece bir kere girebilir.
Silik tutuk bir gençtir, çekingendir. Franko Arap el-Hurriye Kolejinden mezun olur, Şam Üniversitesinde tıp okur. Tişrin Askerî Hastanesinde hekimliğe başlar (1988) Sonra İngiltere Western Eye Hospital’da göz ihtisası yapar. Üniversite çevresinde adı asosyale çıksa da bankacı Esma’yı tavlar. Ya da Esma onu kapar, hazır beyaz atlı prens gelmişken kapıya...
SES BEŞŞAR, GÖRÜNTÜ ESMA
Esma Londra’da yetişir, arkadaşları Emma derler ona. Arapçası iyi değildir. Babası Dr. Fawas Akhras ünlü bir kardiyologdur. Esedlerden uzak dur dese de kızı aldırmaz.
Basil müstakbel devlet başkanı olarak yetiştirilmiştir. Hâlbuki Beşşar hem ilgisiz, hem bilgisizdir. Babası ona sevimli roller seçer, açılışlar, kutlamalar, asker ziyaretleri falan. Yandaş basın allar pullar, kurtarıcı gibi sunar. Esma daha fazla ilgi toplar, alımlı ve bakımlıdır, Vouge tarzı dergilerde boy boy fotoğrafları çıkar.
Beşşar orduyla temas için askerî akademiye başlar ve Ocak 1999’da albay olarak çıkar. Onun için teğmenlik, yüzbaşılık, binbaşılık, yarbaylık gereksizdir. Rahat yönetsin diye eski tümen komutanları da tekaüde sevk edilir, yerlerine Beşşar’ın seçtiği genç Nusayriler gönderilir.
Hafız Esed ölünce (2000) anayasa değiştirilir, devlet başkanlığı için asgari yaş şartı 40’tan 34’e indirilir.
Yani zirveye tırmanarak çıkmaz, paraşütle atlar.
Zaten tek parti rejimidir oy alsa da başa geçecektir, almasa da. 10 Temmuz seçiminde %97,29’luk bir nispetle oturur koltuğa.
Oysa ülkedeki Nusayriler onda bir bile değildir. Gözlemciler “hile yapıldı” der rapor tutar, BM esef eder, kınar. Amaaan, kimin umurunda?
Bütün çocuklar masumdur, ah öyle kalsalar.
HOŞ BAŞLAMIŞTIK ASLINDA
Önceleri Türkiye ile arası iyidir, sık sık İstanbul’a gelir. Bilhassa gümrüklerden sorumlu devlet bakanı Kürşat Tüzmen ile samimidir. Hatta Kürşat Bey İMKB’nin açılışını onlara yaptırtır (2004). Şam’a da bir borsa kurması istenince hay hay der, tecrübe paylaşır. Gaziantep Şam arası yol olur, günübirlik gidilir gelinir. Bayramlarda hudut geçişleri kolaylaşır, hatta sınırların kaldırılması dile getirilir.
O günlerde Suriye’ye gidenler, Şam’ı, Halebi, Hamayı, Humus’u, Neva ile Busra’yı rahat gezer menkıbeleri ile büyüdüğümüz velilerin türbelerini ziyaret ederler.
Lübnan sıkıntılı bir coğrafyadır. Abdülhalim Haddam dengeleri iyi bilir, Suriye işgalini bir şekilde devam ettirir.
Beşşar güç sarhoşu olunca Lübnan’a da kendi adamlarını getirir ve Başbakanı Refik Hariri gibi sevilen bir isme bombalı suikast düzenletir. Milyonlar sokağa dökülür (Lübnan İntifadası- Sedir Devrimi) neticede post serdikleri ülkeden çıkarılacak, apar topar sepetleneceklerdir (5 Mayıs 2005).
BM Soruşturma Komisyonu suikastin arkasında Esed’in olduğunu tespit etse de Rusya varken dokunamaz. Maskeli beşler dünyadan büyüktür zira.
Dera’da birkaç çocuk duvarlara “Doktor sıra sana da gelecek” yazar. Gülüp geçse bir şey yoktur ama üstüne gider, tıfıllar işkenceye alınırlar. Bunlardan ikisi (bakın şu delikanlılığa) arkadaşlarını kurtarmak için hadiseyi üstlenir. Dışarı salınanlar tanınacak hâlde değildir. Dövülmüş, elektrik verilmiş, yüzü gözü mosmor şişmiştir. Sırtlarında yol yol kamçı ve palaska izleri... Resimler yayılınca nümayişler başlar, silah şiddet yoktur, slogan atar dağılırlar.
Suriye âlimlerinden rahmetli Ramazan el-Buti “Sakin olun” der, “Bakın Rifat Hama’da 88 cami yıktı, kırk bin mümini şehit etti. Beşşar da aynı şeyi yapar!”
O günleri iyi hatırlıyorum burada çayı kahvesi önünde daktilo tıkırdatan çok bilmişler şehit âlimi “Emevi uleması” diye alaya alırlar. Eh serde Humeynicilik olunca…
Derken Sünni bölgeler kuşatılır, hastanelere, fırınlara, duraklara, su başlarına ve pazar yerlerine varil bombaları yağar.
Camiler zaten namlunun ucunda.
Halep, Doğu Guta, Daraya aynen Gazze gibi kuşatılır, çoluk çocuk aç ve açıkta kalır. Minikler “Anne cennette ekmek var mı” diye sorar.
ELLER GIRTLAKTA
Beşşar sürgündeki amcası Rifat’tan felaket korkar, onu komplo kurmakla suçlar. Kuzeni Hafız Mahluf’u azledip Belarus’a yollar. Emmioğlu (Şebbiha lideri) M. Tevfik Esed’in beynine sıktırtır. Hem nerede? Dede evinde, ata ocağında. Diğer kuzeni Munter el-Esed’i Lazkiye Elzira’da içeri tıkar. İstihbarat Şefi Ali Memluk’ü ev hapsinde tutar.
Peşpeşe kafalar kopunca orduda dikkat dağılır, düşünün Palmire hava saldırısında tümen komutanları öldürülür yanlışlıkla.
Eylül 2014’te Rakka vilayetindeki dört askerî üs düşer, artık Şiiler de tenkide başlar.
Putin, üstüne vazife gibi bizzat saldırı başlatır, hıncını dullardan yetimlerden alır. Bu kadar kan döktükten sonra bir de üs istiyor pişkinliğe bak. Tartus Limanı’nı tutacak, Akdeniz’e açılacak, Libya’ya yayılacak aklı sıra.
Halep’i gece gündüz bombalatır, ne meskûn mahal bırakır, ne tarihî eser kalır.
Guta’ya Sarin gazı ile saldırır. 1.729 insanı boğar. Sonra Han Şeyhun’da kimyevi silah kullanırlar (2017).
Putin “saldırıda muhaliflerin eli olduğunu” söylese de BM ve OPCW “rejimin işi” olduğu ispatlar.
SEÇİMLER SURETA
2021 seçimlerinde mültecilere ve yerinden edilenlere oy kullandırılmaz. Muhalifler sandığa uğramaz. Ama paşa %95,2 ile 7 yıl daha koltukta.
Esedler devleti mafyaya çevirir, bir avuç Nusayri’yle çökerler kaynaklara.
Beşşar solcu gibi görünse de Avrupalı faşistler ve Neonazilerle irtibat kurar. “DAEŞ’le savaşıyoruz” der, İslamofobi’den medet umar.
İngiliz (BNP) lideri Nick Griffin acaba der, Suriye’ye yaptığı gezide oyuna geldiğini anlar (2014).
Suriye İnsan Hakları Ağı’na göre, Esed yanlısı güçler en az 580 bin insanın ölümünden sorumludurlar.
Milyonlarca muhacir yurt dışında.
Aralık 2013. BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay, Esed’in savaş suçu işlediğini açıklar. Haziran 2014. ABD Beşşar’ı iddianameye sokar, UCM’ne yollar. Kanada ve Hollanda da arkasındadır (2023).
Bilahare “BM İşkenceye Karşı Sözleşme”yi ihlalle suçlanır. UAD’nda ortak bir dava açılır. Fransa, Suriye’de sivillere karşı kimyevi silah kullandığı için hakkında tutuklama emri çıkarır.
Lakin Rusya ipten alır her defasında.
HARAMİLER ORTALIKTA
Muhaberat elemanları ve şebbihalar adam ve kadın kaldırır, mala çöker, ırza geçer, fidye alırlar. Öldürseler de bir şey çıkmaz, yargılanmayacaklardır nasıl olsa. Makam, mansıp, fülus sadece dostlara.
Nitekim Brüksel’de toplanan AB dışişleri bakanları, Beşşar ve dokuz şaki için seyahat yasağı ve varlıklarını dondurma kararı alır.
Cephede de kaybeder, Lazkiye ve Şam’a sıkışırlar.
Ancak asrın katili Kasım Süleymani İran Şiilerini, Iraklı Haşdi Şabi ve Lübnan Hizbullahını bölgeye yığar. Yakaladıkları mülteci Hazaraların cebine uyuşturucu koyar, “Ya darağacına” derler, “Ya da savaşa!” 6 milyonluk Halep metropolü mezraya döner mezarlık olur âdeta.
Derken Rusya Ukrayna’da çamura batar.
İran ve Hizbullah İsrail karşısında hezimete uğrar. Şii Hilali darmadağın olur. Bırakın oyuna getirdikleri Hamas’ı kurtarmayı, başlarının çaresine bakamazlar. Beşşar biteviye “dış düşmanlar” sazı çalar, kendisi hatasız kusursuzdur zira.
Esma mı? “Çöl gülü” alışveriştedir teyzesi, düşünün bavullarını toplarken bile avize ısmarlar. Deste deste sterlin harcar.
.
Nebiler, sahabeler ve veliler yurdu... İslam dünyasının incilerinden “Şam” ziyaretçilerini bekliyor
27 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :27 Aralık 2024 00:47
A -
A +
İslam dünyasında iki belde var ki şerif diye anılır. Biri Kudüs-ü şerif, diğeri Şam-ı şerif. Peki onları kıymetli yapan ne? Elbette hatıralar… Şerefü’l-mekân bi’l-mekin buyurmuşlar.
Aslında belde değil bölge adıdır Şam. Bilâdüşşam diye anılır, Suriye, Filistin, Lübnan ve Ürdün’ü içine alır. En önemli şehri Dımaşk’tır (şimdi bizim bildiğimiz Şam). Cebelüşşark Dağı eteklerindeki Kasiyun Tepesi ile Badiyetüşşam (Şam Çölü) arasında yer alır. Antilübnan dağlarından doğup Uteybe Bataklığı’nda kaybolan Beredâ suyu ile zemin yeşile boyanır.
Rivayetlere göre Kasiyun Dağı Hazret-i Âdem ve Zülkifl aleyhisselâmın mekânıdır. Habil Kabil hadisesi orada yaşanır.
Dımaşk’ın Hazret-i Nûh’un oğlu Sâm veya torunları tarafından tesis edildiği ve İbrâhim aleyhisselâmın burada doğduğu anlatılır. Ümeyye Camii içinde Yahya aleyhisselâmın kabri (ya da makamı) vardır.
Ümeyye Camii
SAHABE-İ KİRAM
Şehir, İslam fetihlerinden önce Bizans ile Sâsâniler arasında gelip gider. İmparator Herakleios ele geçirdikten sonra (628) Müslümanlarla takışır. Hicaz’dan gelen mücahidler yabancısı değildir, ayakları alışıktır.
Hazret-i Ebû Bekir devrinde Ecnâdeyn, Hazret-i Ömer devrinde ise Fihl ve Mercüssuffer Gazaları ile Bizans mağlubiyete uğratılır. Hatta Hâlid bin Velîd kaçan Bizans birliklerinin peşine düşer Dımaşk’a girmeyi başarır.
Akabinde Herakleios’un bölgeye büyük bir ordu gönderdiği duyulur, Şam’dan çıkar, Bizanslıları Yermük Vadisi’nde bir defa daha hezimete uğratırlar. Sonra gelir şehri kuşatır ve ikinci defa alırlar. (Zilkade 15 / Aralık 636).
Dımaşk valiliğine tayin edilen Yezîd bin Ebû Süfyân (radıyallahü anh) şehrin dokusunu bozmaz, halk zaten Rumlara değil sahabe-i kirama yakınlık duyar. Müslümanlar Dâriyyâ bölgesine yerleşir, vatandaşa müşfik davranırlar. Şamlıların bir kısmı Hristiyan kalır, bir kısmı iman eder aramıza katılır.
Yezid bin Ebû Süfyân vefat edince yerine kardeşi Muâviye (radıyallahü anhüm) geçer Emevilerin ufkunu açar. Şam-ı şerifi basamak yapacak İstanbul’u kuşatacaktır.
MENKIBELERE MEKÂN
Onların yanı sıra nurlu beldede müezzinlerin piri Bilâl-i Habeşi ve Abdullah İbn-i Mektum hazretleri yaşar, vefatlarında buraya defnolunurlar.
“Üveymir ne mükemmel süvaridir” methine mazhar olan Ebû Derdağ radıyallahü anh kale altında ve Cebrail aleyhisselâmın bizzat şekline girdiği Hazret-i Dıhye ise Mezze civarında medfundurlar.
Nurlu belde Ehl-i beytin büyüklerini de kucaklar. Hazret-i Hüseyin ve Hazret-i Zeyneb’in makamı vardır (kabirleri Kahire’de).
Şam, tarihi boyunca ulemaya mekân olur, Medresetü’l-Âdiliyye, Medresetü’l-İzziyye, Medresetü’r-Rükniyye, Medresetü’l-Mürşidiyye, Medresetü’n-Nâsıriyye ve Medresetü’n-Necmiyye taliplerle dolup taşar. Eyyûbîler döneminde müderris sayısı 600’ü aşar.
Halka ilim edep öğreten tasavvuf büyükleri sayıya dâhil değildir daha...
Müridlerinden Abdullah Şemdini ve Taha-i Hakkâri hazretleri emaneti Anadolu’ya taşıyacak, Geylaniler ve Arvasiler kutlu yola çok hizmet edeceklerdir.
Gazetemizin hazırladığı Evliyalar Ansiklopedisi’nde yüzlerce aşina isim çıkıyor karşıma.
Ki bunlar meşhur olanları, kim bilir neler var daha?
Hadika müellifi Abdülgani Nablusi, mücahid Abdülkadir Cezayiri, Alaaddin Konevî, Ebû Müslim Havlani, Ebû Süleyman Dârânî…
İbni Âbidin adıyla tanınan Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer önemli bir Hanefi fakihidir, Dürrü’l-Muhtâr’a yaptığı hâşiye ile bilinir.
Şehirde sayısız medrese ve cami vardır. Eyyûbilerden kalma medreseler âdeta tıp merkezi ve feza üssünü andırır.
Menkıbeleri ile büyüdüğümüz Selâhaddin Eyyûbi de Şam’da medfundur. Ümeyye Camii’nin hemen arkasında. Kapısında üç şehit havacımız yatar türbedar edasıyla.
Mevlâna Halid-i Bağdadi
SİN ŞINA
Yavuz Sultan Selim Mısır seferi sırasında Mastaba mevkiinde karargâh kurar. Cuma namazını Ümeyye Camii’nde kılar (3 Ekim 1516). Şehrin Şâfiî kadısı Veliyyüddin Ferfûr hutbede “el-melikü’l-muzaffer hâdimü’l-Haremeyni’ş-şerîfeyn” diye hitap eder cemaate.
Sultan Ramazân-ı şerîf ayında cami ve medreseleri dolaşır, Şamlılarla tanışır, muhtaçlara iaşe ve para dağıtır. Oturduğu yer ısınmadan sefere çıkan Selim Han, burada iki buçuk ay kalır. Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin kabrini aratır. O mahalde cami, türbe, imarethâne ve zâviyeden oluşan şirin bir külliye inşasını başlatır.
Lala Mustafa Paşa, Murad Paşa ve Derviş Paşa gibi güçlü Osmanlı beyleri şehri camiler, medreseler, hanlar, hamamlar kervansaraylarla donatır.
Yıldırım Bayezid Han’dan miras, Surre geleneği devam ettirilir. Hicaz halkı için hediyeler taşıyan kafile Şam’da merasimle karşılanır, merasimle uğurlanır.
Ticaretin nabzı Hamidiye, Büzûriye, Merdem Bek, Hârûniye ve Miskiye Çarşılarında atar. Süleymaniye, Sipâhiyye, İpekçiler, Gümrük ve Murâdiye Hanları iktisadi hayata hız katar.
Muhyiddin-i Arabi
EKSİĞİ YOK FAZLASI VAR
Şam bilhassa Esad Paşa devrinde parlak bir dönem yaşar, gelen giden artınca misafirun için Azm Sarayı’nı yaptırır.
Derken şehir demir yolu ve telgraf hatlarıyla tanışır, elektrik ile aydınlatılır, semtler arasında cereyanlı tramvaylar dolaştırılır.
Şam-Müzeyrib, Şam-Beyrut, Şam-Hayfa şimendifer hatları açılır ve Şamlılar Hicaz Demir Yolu ile Münevver Medine’ye ulaşır.
Yıl 1912. İlk Osmanlı uçağı Şam’a iner, artık yeni bir devir başlayacaktır.
Zâhiriyye Kütüphanesi (1881), Şam Hamidiye Gurebâ Hastanesi (1900), Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye (1903) ve Mekteb-i Hukuk bölgenin önde gelen eğitim kurumlarıdır.
İyi güzel de...Tanzimat ve Islahat fermanları havalide hoş karşılanmaz. Cemal Paşa kırıcıdır, bu çatlak bize pahalıya mal olacaktır.
Vahideddin Han
HACILARIN KAVŞAĞI
Anadolu, Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlardan gelen 60 bin civarında hacı adayı Ramazân-ı şerîfi Şam’da geçirir. Dönüşte (avdet) aynı şekilde mola verir, ziyaretleri tamamlarlar.
Aralarında tüccarlar da vardır, alır satar pazara hareket katarlar.
1908-13 arası 1 milyon yolcu Hicaz Demir Yolunu kullanır, o günler için büyük rakam.
Yurt dışına sürülüp yalnız bırakılan, hazineden kuruş almadığı için aç ve açıkta kalan Sultan Vahideddin’in cenazesi San Remo adlı İtalyan kasabasında belediye tarafından kaldırılır. Esnaf üç beş liret alacak için tabutuna el koyar. Gömülecek yer bulunamayınca Şamlılar kucak açar, “getirin” derler “başımızın üzerinde yeri var.”
Alır ecdat yadigârını Süleymaniye’ye defnederler saygıyla.
Seyyide Zeyneb (radıyallahü anha)
ÖVÜLEN BELDE
>> Zeyd bin Sabit radıyallahü anh anlatır: Kur’ân-ı kerîm yazılı sayfaları topluyorduk. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Müjdeler olsun Şam’a” buyurdular.
Sebebini sorduk, “Şüphesiz Rahman’ın melekleri kanatlarını Şam’ın üzerine germiştir.”
>> Muaviye bin Hayde radıyallahü anh sorar: Ya Resûlallah, sizden sonra nerede hizmet etmemi tavsiye buyurursunuz acaba?
Şam taraflarını işaret ederler “Şurada!”
>> Efendimiz “Yakında muhtelif ordulara ayrılırsınız, bir ordu Yemen’e, bir ordu Şam’a, bir ordu doğuya gider. Bir ordu da batıya”
Vâsile bin Eska kalkar “Ya Resûlallah henüz gencim, umulur ki o zamana yetişirim. Benim için o yerlerden hangisi hayırlıdır?”
- Sana gereken Şam’dır!
>> Efendimiz aleyhiselâm, Abdullah bin Havale el-Ezdi’ye: “Şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyuruyor: ‘Ey Şam! Sen benim şehirler arasında seçkin kıldığımsın! Kullarımın hayırlılarını sana girdiririm.’ Şüphesiz Allah benim için Şam ve ehline kefil olmuştur.”
>> “Meryem oğlu İsa, Dımaşk’ın doğusunda bulunan beyaz minarenin yanına inecektir.”
Mevvas bin Sem’an radıyallahü anh:
>> “Savaşlar ve kargaşalar ortaya çıktığında, Dımeşk’te mevaliden (Arap olmayanlardan) bir birlik çıkacaktır. Atları Arapların en asil atları, silahları da en iyi silahlar olacaktır. Allah onlarla dinini destekleyecektir.” (Ebû Hureyre)
>> “Garb ehli (Şam ahalisi) kıyamet gününe kadar hak üzere üstün gelmeye devam edecektir.” (Sad bin Ebî Vakkas)
>> “Fitne zamanında emniyet, Şam’dadır!” Şam’ı metheden daha nice hadîs-i şerîf va
.
Piaggio dediniz de aklıma düştü: Peki yerli motosiklet vakti gelmedi mi?
7 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :7 Ocak 2025 05:19
A -
A +
Japonya ve İtalya motorla büyüdü, Çin ve Hindistan motorla sığmaz oldu kabına.
Endonezya, Malezya, Brezil- ya, Pakistan, Kore, Taiwan, Vietnam’ın ihracatı ortada.
Yerli ve millî, parçası ucuz ve kolay bulunan bir motosikletin vakti gelmedi mi acaba?
Societa Rinaldo Piaggio’ İtalya Cenova’da doğan bir aile şirketidir, 1884’de sanayiciliğe soyunurlar. Sestri Ponente’de gemi ve vagon donatır, şimendiferler, füniküler hatlar, otobüs, kamyon, tramvay, yaparlar. Hatta elektrikli ekmek fırınları ve alüminyum doğrama...
Deniz yolları, demir yolları derken, havacılığa da atlar, “Auronautiche Francesco Oneto” ile el sıkışırlar (1920).
Baba Rinaldo yaşlanınca Finale ve Sestri fabrikalarını küçük oğlu Armando’ya bırakır, Pisa Pontedera’daki tesisleri ise büyük oğlu Enrico’ya. Burada Fransız lisansıyla 400 beygirlik motorlar (Jupiter) üretir, bilahare ‘Tuscon Grubu’nu satın alırlar. Daha o yıllarda 18 silindirli alametler yapar, 1.750 beygir güce ulaşırlar. Yüksek irtifalara böyle çıkılır zira...
II. Cihan Harbi’nde hayli silah satar, dört motorlu bombardıman uçaklarıyla parayı bulurlar. Tesis 750 dönüme yayılır ve eleman sayısı 7 bini aşar. Ancak müttefikler başlarına yıkar o başka.
Pisa Pontedera fabrikası bombardımanla yok edilince faaliyeti İsviçre sınırındaki Biella’ya taşırlar.
Savaş akabinde perişandırlar, oturur “ne üretebiliriz” diye kafa yorarlar. Ellerinde evrak tanzimine yarayan elektro-pnömatik kataloglar vardır ama kimsenin bakacak hâli yoktur onlara.
Sinyor Piaggio’nun gönlünde otomobil yatar, lakin yollar yolluktan çıkmıştır, motosiklet yürüyebilir anca.
Bakarlar Almanlar 250 cc BMW ile durumu toparladılar, onlar da “Paperino” (Vakvak Amca) adlı bir scooter (skuter) yaparlar. Ancak alet ağır ve hantaldır, yağ kaçırır. Hele bi’ lastik patlamayagörsün motoru dağıtıp tekrar monte etmek icap eder âdeta.
Piaggio zamanında lokomotiften savaş uçaklarına birçok ürüne imza atar...
YABAN ARISI VESPA
Patron Rinaldo fabrikanın emektar mühendisi Corradino D’Ascanio’ya dert yanar: “Yaa bi’ el atsana şuna!”
Corradino tecrübesini konuşturur; hafif, şirin, sade bir alet koyar ortaya. Tayyare ve helikopter teknolojisinden istifade ile motoru arka tekerin sağına koyar. Sola da stepneyi sıkıştırıp denge yapar. Aracın ön çatalını uçağın iniş takımlarına benzetir, lastik değişimi dakika almaz.
Sürücü sandalyede gibi oturur, takım elbise ile de kullanır icabında.
Nisan 1946’da banttan çıkan skuter, 98 cc’lik bir motor taşır ve 4.500 devirde 3,5 beygir güç yakalar. Vites koldan değişir ve 60 km sürat yapar, işin hoş yanı patırtısı gürültüsü yoktur, arı gibi vızıldar. Enrico Piaggio, görür görmez: “Sembra una vespa” (yaban arısına benziyor) der, motorun adını koyar bir bakıma.
Vespa alır başını gider, ninelerden bile talep alırlar. Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika, İspanya derken Hindistan ve Endonezya’da imalat bandı açar, 50, 125, 150, 200 cc de üretir, her kesime hitap etmeye bakarlar.
Nedendir bilinmez, 68 kuşağı sosyalizme meyyal olsa da Nazi arabası VW ve faşist motoru Vespa’ya bayılırlar.
Firma 1960 Roma Olimpiyatlarında şov yapar, 50’nci yılında (1996) 15 milyon satışa ulaşırlar.
Vespa dar sokaklı İtalyan şehirlerine ilaç gibi gelir, bir otomobilin park edebileceği yere sekizi sığar. Rahat ve sürat düşkünlerini de unutmaz, konforlu Piaggio’lar ve agresif Gilera’larla gönül kazanırlar.
Piaggio zamanla triportör (üç tekerlekli nakliye motorları) de yapar, esnafı, bahçıvanı, seyyarı bağlar.
Hintli, Çinli yapıyor da...
2023 rakamları ile dünya motosiklet lideri 18,5 milyon satış ve açık ara farkla Honda. Zaten 50 senedir dorukta.
İkinci sırada ise yine Honda lisansı ile imalata başlayan Hintli Hero yer alıyor, senede 5,6 milyon motosiklete imza atıyor.
Üçüncü 4,6 milyon satış ile Japon Yamaha.
Şimdi dikkat buyurun! Dördüncü sırada ise Piaggio lisansıyla yola çıkan Hintli Bajaj var. Artık İtalyanlara ihtiyacı yok, kendi marka ve modelleri ile 3,6 milyon motor satıyor. KTM’nin hissedarı ve Kawasaki üretiyor, bazı pazarlarda tek kale maç yapıyor.
Şimdi buraya nereden geldik? Baykar, Piaggio’nun havacılık ayağını satın aldı ya. Ah n’olurdu bir babayiğidimiz de motosiklet tarafına el atsa. Belki Hero ve Bajaj gibi bir firma filizlenir Anadolu’muzda.
Ellerinde Vespa, Gilera, Aprilia, Moto Guzzi, Derbi ve Scarabeo gibi markalar var. Eski havaları da kalmadı, küçülüyorlar. Mesela bize gelen Piaggo’lar ekseri “Made in Vietnam”.
PARÇA BAŞA BELA
Geçen yıl Türkiye’de motosiklet satışları patladı. Piyasada 168 marka boy gösteriyor, değişik model ve hacimleri de sayarsanız bin çeşit mal var karşımızda.
Bazılarının servisi yok, parça tedarik edemiyor. Ne filtre, ne balata. Bazı firmalarımız da satıştan değil bakımdan kazanmayı huy edinmiş, aylarca kapılarda bekletiyor, el kadar plastik parçasına maaşınızı istiyor.
Birkaç gayretli müteşebbisimiz montaj yapsa da istenilen seviyede değiliz hâlâ. Hâlbuki yerli ve millî bir motosiklete yan sanayi kısa sürede intibak eder, parçalar bakkala düşer bir süre sonra. Kaldı ki bu teknoloji motorlu testerelerde, teknelerde, tarımda, inşaatta, havacılıkta da kullanılır, yeni ufuklar açar halkımıza.
HAVACILIĞA AŞİNA
Dikkatinizi çekti mi bilmem, motosikletçiler, denizciler ve havacılarla akrabadırlar.
BMW’nin logosunda mavi gökyüzü ve pervane vardır, tayyare firmasıdır aslında.
Honda Aircraft Company, yıllardır iş adamlarına hususi uçak yapar.
Suzuki ise hava taksi peşinde pek yakında drone’larla piyasada.
Yola Fuji motorlarla çıkan (1946) Subaru ise helikoptercilikte ciddi marka.
Kawasaki trösttür; gemi ve denizaltı inşasından tutun otobüs ve hızlı trene kadar. Çelik köprüler, tünel açma makineleri ve marifetli robotlar… Havacılıkta da iddialıdır, 102 senedir yolcu ve nakliye uçakları yapar. Motosiklet işine sıcak para için girer (1969), efsane Z-1 ile ummadıkları bir taleple karşılaşırlar. Nebraska fabrikasında jet ski de üretir, ABD piyasasını dağıtırlar.
Piaggio’nun havacılık mazisi kimseyi şaşırtmasın. Bilhassa Avanti EVO ile tarz, konfor, performans yakalar, sınıfında çığır açar. EVO üretilmiş en hızlı çift turboprop uçaktır. Jet teknolojisi ile pervane çevirir, düşük hızlarda büyük verim yakalar.
Kısa ve yarı hazır pistlere iner kalkar, yedi yolcusuna ofis kıvamında bir kabin sunar. Menzili 3.185 km’dir, sessizdir ve akranlarından %30 az yakar. P.1HH Hammer Head (çekiç kafa) ise arama radarı, elektro-optik ve kızılötesi sensörlerle donatılır, hava devriyesi lakabını kazanır bileğinin hakkıyla
.
Tamam böyle iyi vuruyorum kıpırdama!
12 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :11 Ocak 2025 23:27
Silah sanayimizdeki gelişmeler sürpriz değil, Türkler eskiden beri başa oynar. Ecdat, silahları dört başlık altında toplar: Vurucu (eslah-i darb), delici (eslah-i nafize), kesici (eslah-i cariha) ve atıcı (eslah-i ramiye). Atıcılar da önce ikiye (ateşli, ateşsiz), sonra dörde ayrılırlar: Toplar, darpzenler, tüfekler, tabancalar. Malum İslam dünyası 13. yy’da haçlı istilasına maruz kalır. Eyyubilerin Avrupalılar ile baş etmesi zordur sayıya vurulursa. Ancak kalite üstünlüğü vardır, alevli oklar, neft yağdıran mancınıklar ve gülle atan borular...
...vemâ rameyte iż rameyte velâkinna(A)llâhe ramâ...
YİV SET MENZİL
Türkler henüz I. Murat ve Yıldırım Bayezid devrinde top tüfek yapar, Kosova ve 1. İstanbul muhasarasında kullanırlar. Selanik, Sivrihisar ve Belgrad’a ateşli silah götürür, hasımlarını şaşırtırlar. İstanbul’un fethinde şahi adı verilen büyük toplar kullanılır ki 140 öküzle çekilir anca. Bunlar 800 kiloluk gülleler atar.
Sarıca Sekban ve Mimar Muslihiddin’in döktüğü toplar 29 Mayıs’a kadar çalışır, Macar Urban’ın döktükleri bir işe yaramaz, yarılır gider ilk hafta (Prof. Ahmet Şimşirgil). Fatih iyi bir mühendistir, topları elden geçirtir, namlu cidarına şeş hane (6 tane) yiv ve set açtırır. Gülle dönerek çıkar, hızı ve şiddeti artar, menzili uzar (1.200 metreyi aşar).
HEY KOCA TOPÇU!
Nadir Şah’ın ordusu kalabalık ve savaşçıdır, ancak İranlılar Kars Tabyasına saldırınca ateşli silahla karşılanır dağılırlar. Şah altta kalacak değildir, yabancı ustalar getirtir ve geceli gündüzlü çalıştırıp 8 top yaptırır. Ustalar gider, Osmanlı dalkılıçları bir gece mekânı basar, alayını aparırlar. Top deyip geçmeyin ardında büyük tecrübe var. Önceleri taştan ağaçtan oyar, sonra bakır döker, demir döver ve tunçta karar kılarlar.
Sahra topu ile muhasara topu farklıdır, kale topu mazgala yakışır, gemi topu bordaya. Şahî, şayka, prangı, havan, bacaluşka, miyane, çakaloz, bedolçka, morten, kanon, ejderhan, kolomborna, balyemez, eynek, misket, saçma ve humbara… Kumbara da denir, bir nevi el bombasıdır, havanla da atılır icabında. Her birinin marifeti başka başka, yerinde ve zamanında.
DELİKLİ DEMİR
İlk tüfekler ağırdır, üç kişi taşır. Geri tepmesi serttir, sadece metriste işe yarar. Zamanla safra atacak, ufalacak, omuza asılacak, tabancaya dönecektir hatta. Timuroğulları, Peştunlar ve Afşarlar deve ya da file bağlı zenburekleri kullanırlar. Küçük bir tohptur, hayvan sese alışır, kıpırdamadan durur. İstanbul silahları tüfenghane-i amirede yapılır, itinayla saklanır. Her perşembe talime çıkarılır, silinir, yağlanır, kenara kaldırılır ihtimamla. Şam, Bağdat, Erzurum, Budin, Diyarbakır, Basra, Kahire gibi vilayetlerde cebehaneler vardır, silah, zırh, kalkan, koşum takımı, barut yaparlar. Artık askere ne lazımsa. Debre, Üsküp, Prizren ve Sarayova da iddialıdır. Gümüşhaneli ustaların tüfengleri Gürcistan’da pek aranır mesela.
Avlonya, Preveze; Rudnik, Semendire, İskenderiye, Novoberda, Pravişte, Temeşvar; Birecik, Mardin, Van dökümhaneleri seyyardır, talep olduğunda sefer güzergâhına ulaşırlar... İstanbul Cibali (Cebe Ali) ve Ankara Cebeci semtleri adlarını Cebehane’den alırlar. Osmanlı Cava ve Sumatra gibi ülkelere de usta gönderir, tabya yapma, mevzi kazma, top dökümü ve barut imali öğretir Açeli dostlara. Sömürgeciler eskisi gibi ellerini kollarını sallayarak gelir, günlerini görürler bu defa.
ELİF KALİTE
Devlet tarafından yapılan silahlar elif kalitedir, fark atar hasımlarına. Tuğra ile damgalanır ve bir mim konur kenarına. Mim “malum oldu-görüldü” manasında. Ganimet alınan silahlar da elden geçilir, kaydedilir kara kaplıya. Silahlar sayılıdır, envantere kayıtlıdır, kimse alamaz, vukuata çıkamaz. Ama arzulayan kendi kesesinden ısmarlar, ister imza attırır, ister tarih yazdırır alnına. Türkler atlarına avratlarına ve silahlarına toz kondurmaz, emanete bebek gibi bakar, mühr-ü Süleyman, ay yıldız, selbek, şemse, çintemani motiflerlerle donatırlar. Kabzalarını kalite ahşap, fildişi, bağa (kaplumbağa kabuğu) ile kaplatır, oymalara inci, mercan, sedef kaktırırlar. Boynuz barutluklar da kadife ve gümüş ile tezyin edilir. Kibar bir kayışla asılır boyna.
ÇAKARALMAZ
Bazı askerler piştova mesafeli durur.
Hemen “vay teknoloji düşmanı” diye yaftalamayın, bi sorun bakalım neden acaba? Neticede verdikleri MKE, Canik, Girsan, Sarsılmaz ya da Zigana değildir. Efendim çeksin, çaksın, kolay mı o kadar? Bir kere emaneti kuşağına sokmadan evvel hazırlayacaksın. Şöyle: Piştovu dik tutacak bir miktar barut akıtacaksın namluya. Bunun için hususi barutlukların ve ölçü kaşıkların olacak. Az olursa patlamaz, çok olursa cayırtı kopar. “Barut hakkı” tadında bırakılır abartılmaz! Sonra ağzı çaputla tıkanır, harbisi sökülüp dövülür barutu sıkıştırırsın kibarca. Bitti mi? Şimdi namlu ağzından misket, bilye vesaire çekirdek bırakabilirsin usulca.
Ardından ince bacaya bir miktar yemleme barutu koyacak, emniyeti üzerine kapatacaksın. Horozun ağzına çakmak taşı sıkıştıracak, üstten vidalayacaksın. Kışlalarda taş yontanlar vardır, sen mecburen kendin yapacaksın. Belli bir zaviyede aşındıracaksın ki çakınca çaksın, bol bol kıvılcımlansın. İşte şimdi istinat durumuna alıp sokabilirsin kuşağa. İstinat ne mi? Duvarından hatırlayın bir nevi yaslanma. Diyelim emaneti kullanmak icap etti, horozu emniyetten kurtarıp taaa gerilere kadar kuracaksın ki tetiği çekince şiddetli çarpsın, hem yemleme barutunun üstündeki tapayı kaldırsın, hem de şerare çıkarsın. Hiç değilse bir kıvılcım falya deliğinden baruta ulaşsın.
Sonrası toz duman. Çekirdek, husule gelen gazın itmesiyle hedefe uçar. Tabii barut rutubet almadıysa, yağmur yağmıyorsa ve piştovunuzun paşa gönlü hoşsa.
Barutluk
PITIRCIK
Sonraları “ecza” (cıva fülminat) kullanılır ki sürtünme ve darbelere hassastır. Tez parlar, diğer patlayıcıları tetiklemeye yarar. Lakin metali bozar, alet ıskartaya çıkar bir süre sonra...
1830’larda ağız otunu pıtırcık denen küçük bakır kapsüllere koyarlar. Silah imalatçıları daha kararlı, daha zehirsiz ve daha az korozif bileşikler peşinde koşar. Evvelemirde fitilliler vardır. Yanan bir şey değdirmelisin mutlaka. Ne bileyim mum, meşale, çıra... Ne bulursan etrafta.
Namlular henüz yivsiz setsiz, malzeme gevşektir ağzı zurnaya döner zamanla. Zaten misket de silme oturmaz, fır döner yatağında. İsabet şansın eh işte, ya tutarsa. Hani fotoğrafçılar “Dikkaaat! Çekiyorum” derler ya? Bunda da “vuruyorum kıpırdama” diyeceksin elemana. Iskalarsan o sana çakar, iş alırsın başına. Umumiyetle ikinciyi atma şansınız olmaz. Şimdi soğutacaksın da, paklayacaksın da, tekrar barut basacaksın da, çaput, barut, zıvana… Cenk meydanında fırsat verirler mi adama? Hâlbuki kemankeş on sadak boşaltır, yüz yağı yıkar o süre zarfında.
Zaten cengâver dediğin gezle gözle uğraşmaz, piştov boşaldı mı namlusundan tutup kabzası ile dalar, aleti şeşpere döndürür icabında.
MERTLİĞİ BOZAR
Piştovun tesiri tartışılır, lakin yakışıklıdır, namlular savatlı, kabzalar kanatlı, sanatlı. Yanına da yatağanı yatıracaksın kardeş kardeş uyusunlar kuşakta. Eyere bağlanan meşin kılıfa kubur denir, ok ya da silah konur. Kubur piştovu zor anların silahıdır, vuramasan da çıkan gümbürtü hasmının atını parlatır. Döner piştovlar üç namluludur, biri boşaldı mı çevirirsin diğeri girer sıraya. Bel piştovu bele, cep piştovu cebe, tüfeeng omza! Flinta ile namlular uzar, isabet şansı artar. Merminin keşfi ile yeni bir sayfa açılır, şarjör, tambura ve şeritliler kurşun yağdırır hasmına. Köroğlu’na sorarsanız tüfek mertliği bozar. Nice bilekli ve yürekliler suikasta uğrar, üç kuruşluk müptezel, gelir sırtına sıkar. Köroğlu eğer uyku karanlığında kadınları ve çocukları katleden siyonistleri görse... Ne derdi acaba?
.
Grönland... Buzlar adasında soğuk savaş
19 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :19 Ocak 2025 01:22
A -
A +
Petrol, doğalgaz, uranyum... Denizlerde kavşak, füzelere barikat. Balıkçılık, avcılık, macera... Ayrıca Orta Asya’dan akraba.
Grönland 2 milyon 167 bin km²lik yüz ölçümü ile dünyanın en büyük adası. Türkiye’nin yaklaşık üç katı.
Şöyle anlatayım, Edirne’den Van’a gidiyorsunuz, sonra bir daha gidiyorsunuz, bir daha. Sadece kar görüyorsunuz, ne han ne hancı var ortada.
Ülkenin %83’ü buz. Hem öyle böyle değil 3 kilometre kalınlığında. Düşünün zemin boş, balinalar dolanıyor altınızda.
Eriyor mu? Evet eriyor ama bitmesi bin sene sürer daha.
Zaten her bahar eriyor, kanyonlarda sular sert akıyor. HES (hidroelektrik enerji santral) işletenlere gün doğuyor.
Grönland şu anda Danimarka’ya bağlı. Halkın ezici ekseri (%88) İnuit. Bunlar bir zamanlar Orta Asya’dan kopup gelen insanlar.
Peki Türk olabilirler mi?
Onu tarihçiler bilir ama vikipedide “İnuit-Aleut halkları Grönland, Kanada, Alaska ve Sibirya’nın kuzeydoğusunda yaşayan, Orta Asya/Sibirya kökenli halklar topluluğudur” cümlesini okuyor, bir mim koyuyorum kenara. Analarına “ana” babalarına “ata” diyorlar. Ne olsun daha?
Ve bir başka sayfa: Atabask (Kuzey Amerikalı Kızılderili kabilesi) lisanının Ural Altay Türk dil grubu Yenisey ile aynı yapıda olduğu hakkında.
Zaten Asya Türkleri gibi buğday benizli ve çekik gözlüler. Misafir seven, hürmetkar insanlar. Yani el değiller, bir nevi hısım akraba.
AVRUPALI BAŞA BELA
Avrupalı bin yıldır bunlara musallat. Önce av hayvanlarını, sonra balinaları tükettiler, şimdi el attılar balıklara.
Yerlileri hem amele yaptılar, hem de öldürüp soylarını kuruttular.
Peki Grönland adı nereden geliyor?
Şöyle: İzlanda destanlarında adı geçen Kızıl Erik’i duymuşsunuzdur. Erik’in babası Thorvald cinayete bulaşır ve ceza alır nasıl olduysa. Ancak 14 gemisi yüzlerce tayfası olan bir şeftir, tıkamazlar zindana. Kibarca sürgün eder, “Hadi uza” derler, “Durma buralarda!”
O da ailesini, marabasını toplar, kuzeye yelken açar. Bir yaz günü çok beğendiği sahile demir atar (986). Adanın adını Grœnland (Yeşil Ülke) koyar.
Bilhassa kulağa hoş gelen bir isim seçer ki insanlar gelsin, yerleşsin, şenlensin zamanla.
Vikinglinin işi korsanlıktır, ticaret gemilerini avlar, sıkıştı mı sığınır fiyortlara.
1261’de Norveç askerleri gelir adaya el koyar. Ancak emniyeti sağlayamaz. Bask, İngiliz ve Alman korsanları tebelleş olur bu defa.
AL HAÇ, VER ADA
17. yy.da Danimarka ile Norveç tek ülkedir. Kâşifler Grönland’ı yol eder; sağa sola direk çakar, bayrak asarlar. Bunlar tapu senedidir güya.
Danimarkalılar isyankâr askerleri, ayyaşları, meyhurları, hırsız, katil ve fahişeleri adaya yollar. Aman uzak dursunlar.
Hâliyle asayiş sizlere ömür, ahlak ayaklar altında. Vali Claus Paarss n’apsın, insanlar sâri (bulaşıcı) hastalıklardan telef olur sokaklarda.
Bu arada Hans adlı bir Lüterci misyoner etrafına hayli adam toplar.
1733’te Moravyalı Hristiyanlar albenili mekânlar kurar, gazete ve mecmua çıkarır, para dağıtırlar.
İnuitler din değiştirmeye başlar, değerli mülklerini kaptırırlar bu arada.
İlk yerli ve millî gazeteyi Atuagagdliutt adlı bir yerli çıkarır, ecdadı hatırlatır onlara.
HİTLER’DEN SAM AMCAYA
Napolyon Fransız ihtilalinden sonra devrim ihracına kalkar, monarşi ile idare olunan “ötekilere” savaş açar. Danimarka Fransa’nın yanında durur, İsveç ve İngiltere ise karşısında.
Uzatmayalım, cumhuriyet tacirleri yenilir. İsveç, Norveç’e çöker, ilhak eder. Grönland mı? Amaaan buz parçası değil mi? Verin gitsin Danimarka’ya. İnönü ve 12 Ada ile ilgisi yok, hayır laf çakmayacağız Paşa’ya.
1867’de de, ABD Dışişleri Bakanı William H. Seward Grönland’a talip olur, pakete İzlandayı da koyar hatta. O sıralar mümkündür, lakin içeriden vurulur, ABD Kongresi karşı koyar.
İkinci Cihan Harbi’nde Hitler, Danimarka’yı fena hırpalar, adayı sahiplenemez olurlar. ABD muhtemel bir Alman işgaline karşı gelir, postu Narsarsuaq Havaalanı’na yayar.
İnuitler uzun yıllar dünyadan habersiz yaşar. Sadece Danimarka ile ticaret yapar canım kürkleri üç kuruşa satarlar. Halkın sesi yükselince Kopenhag balina avcılarıyla küçük takaslar yapılmasına göz yumar.
İkinci Cihan Harbi hitamında ABD, Grönland’i yüz milyon dolara satın almaya kalkar, Danimarka’dan yüz bulamaz.
Washington da NATO Savunma Anlaşması’nı imzalatır. Adayı tepe tepe kullanır, üstelik bedava.
Önce Thule Havaalanı’nı kurar (1943). Bilahare Pituffik Uzay Üssünde karışık işler yapar. Civarda yaşıyan üç köy 100 kilometre öteye itilir. Bir sürü buz altı ve buz üstü nükleer tecrübeden (Project Iceworm) sonra iade eder Kopenhag’a.
O sıra bir B52 bombardıman uçağı düşer, hatta nükleer başlıklı füze bulunamaz. Hâlâ da kayıp, görenlerin insaniyet namına…
ÇAĞDAŞLIK ZOKASIYLA
Danimarka, adayı kaybetmek istemez, Grönland’ı sömürge statüsünden çıkarıp il yapar, yerliler vatandaş olur neden sonra...
Bunu hak gibi görmeyin, aksine asimilasyon hızlanır, hükûmet Danimarka dili Dancayı dayatır. Geçersiz bir lisandır oysa.
Sonra nüfus planlamasına girişir, 1960-70 arası avuç avuç doğum kontrol hapı dağıtır, apandisit ameliyatına girene bile spiral takarlar.
Yatılı okullarda okuyan kızlar numara sırasıyla jinekoloğa çıkarılır, velev ki 11-12 yaşında bile olsalar.
Neticede fuhuş yayılır, yuvalar yıkılır, çocuk nispeti düşer yarısının yarısına.
Evet Danimarka, Grönlandlı gençlere yüksek okul ve yurt kapılarını açar. Ancak orada kumarla, uyuşturucuyla tanışır lisanlarını unuturlar. Doksanlarda HIV/AIDS patlar.
Kopenhag onlara birer masa gösterir, memur olmaya zorlar. Çünkü bu iklimde kapalı mekân insanın ayarını bozar, teselliyi ekranda, müzikte ve alkolde arar, ceset gibi yatarlar.
Aman düşünmesin, okumasınlar, yesin içsin, sızsınlar, bize bağımlı kalsınlar.
Hâlbuki babaları dedeleri onları köklerine çağırır avcı ve denizci olmalarını arzular. Tekneyle suya, kızakla buza açılan erkek yorulur ama helalinden kazanır. Hepsi bir yana zinde olur, evini özler, eşiyle geçinir, çocuklarına sahip çıkar. Ayrıca...
Ayrıca bağımsızlık talebini haykırır yumruk havada.
İnuitler 1979’da özerk olur, 2009’da kendilerini yönetme hakkı kazanırlar. Kalaallisut, Inuktun ve Tunumiisut gibi mahallî lisanlar resmiyete girer, Dancadan uzaklaşırlar.
ŞEYTANIN AKLINA
Grönland, Asya, Avrupa ve Amerika’ya eşit uzaklıkta. Hava sahası, deniz nakliye ve savunma sisteminde önemli bir nokta. Misal ABD burada olmalı ki, Rus füzelerine karşı rampa kura...
Ada uranyum zengini, buzun altında milyarlarca varil petrol, trilyonlarca metreküp gaz yatmakta.
Nüfusu 57 bin civarında. Başkent Nuuk 18 binlik bir köy irisi. İdare şekli, parlamenter demokrasi. Lakin bonus olarak bir hükümdar (Kral Frederik X), bir yüksek komiser (Mikaela Engell) ve bir de Başbakan (Mette adlı bir abla) veriyorlar yanında. Bunlar süzme Avrupalı, yerlinin derdi kimin umurunda?
Grönland Başbakanı Múte B. Egede ise 1987 doğumlu bir delikanlı. Bağımsızlık yanlısı, sömürünün farkında. Son seçimde Danimarka’yı soykırımla suçladı ve sandıktan birinci parti olarak çıkmayı başardı. “Biz Danimarkalı olmadık, Amerikalı da olmayacağız” diyor, dik duruyor.
Fakir bir halk değil, balıkçılık yetiyor da artıyor onlara. Gayrisafi millî hasıla 50 bin dolar civarında.
Ren geyiği, misk öküzü, dal koyunu da yetiştiriyor; kurt, porsuk, tilki avlıyorlar.
Ziraat sadece güneyde küçük bir alanda. Meyve sebze Danimarka’dan geliyor, pahalı satılıyor. Lakin müskirat bedavadan ucuza.
Coğrafi olarak Amerika’ya yakınlarsa da 3 bin küsur kilometre ötedeki Kopenhag’dan yönetiliyorlar hâlâ.
Hâlbuki İngiltere, Norveç ve İzlanda var arada.
Geçenlerde Kanada ile Danimarka Hans adasını paylaştı. 1.280 kilometrelik bir yarığı sınır kabul ettiler, yangından mal kaçırdılar âdeta.
Peki Grönlandlıların fikri?
Bilmem.
Soruldu mu acaba?
.
Türk'ün ateşle imtihanı! Her mahalleye ayrı itfaiye
27 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :27 Ocak 2025 00:45
A -
A +
Semtin gençleri ve gönüllüler tulumba mangaları kurar, yangın vukuunda kaptıkları gibi koşarlar.
Ahşap evleri bilirsiniz zelzeleye aldırmaz ama ateşe dayanmaz.
Yangın başladı mı yıllardır kuruyan tahtalar çıra gibi yanar. Hele rüzgâr denizden karaya aşağıdan yukarıya esiyorsa...
İstanbullular çoğu defa çaresiz kalır kendiliğinden sönmesini umarlar.
Peki kendiliğinden söner mi?
Evet. Yanacak bir şey kalmayınca.
Bayezid ve Galata Kulesi’nde gece gündüz yangın gözleyen bekçiler vardır bunlara “köşklü” denir. Bir yerde duman görünce haber verirler, yeniçerilere bağlı tulumbacı ocağı gereğini yapar.
Yeniçeri Ocağı lağvedilince mahalleli alet edevat tedarik eder, mücadeleye soyunur kendi çapında. Tulumba ve hortumları mahalle mescidinde saklar müezzin salası ile toplanırlar anında.
Gençler reislerine hürmetkârdırlar, sözünü tutarlar.
DAVUT AĞA
Aslında tulumba denizci aletidir, teknedeki suyu tahliyeye yarar. Çift kolludur, karşılıklı basacaksın ki makine hızıyla çalışa. Basınçla püskürttüğü için makul miktarda su bile işe yarar. Eğer hortumun ucu kuyuya sarnıca salınırsa alüyyül âlâ. Artık hazneye lüzum kalmaz.
15. yüzyılda İtalyanlar aleti şekle sokar ve “tromba” adıyla pazara sunar. Bunu yangında kullanma fikri ise Macarlardan çıkar.
Müslüman olup Asitane’ye yerleşen Fransız mühendis Gerçek Davut Ağa’nın imal ettiği “Çardaklı” tulumbalar da fevkalade çalışır. Tüfenghâne ve Tophane yangınlarında ekibe güç katar.
Damat İbrahim Paşa onu tulumbacıbaşı yapar, emrine elli nefer, odabaşı, kâtip, kethüda verir, maaş ve sair harcamalar için nizamname hazırlar (1714). Buna kuruluş yılı diyebiliriz pekâlâ.
Elemanlar 15 akçe yevmiye alır, yaralanana sahip çıkılır. Çalışamayacak olanlar tekaüde ayrılırlar.
Ekip, Şehzadebaşı’ndaki acemi oğlanlara ait odalara yerleştirilir. Biteviye talim yapar, istim üzerinde kalırlar.
Tulumbacılar sarık sarar, kartal kanatlı al kaput kuşanırlar. Ayaklarında kırmızı yemeniler olur, poturları bir karış diz altında. İşte bu yüzden baldırı çıplak diye anılırlar. İç mekânlarda başlarına “yangın tası” denilen bakır tolgalar takarlar.Öyle ya çatı çökebilir, kiremit ve tahta düşebilir Allah muhafaza.
EMİR KOMUTA
Bilahare tulumbalar geliştirilir, hafifletilir ve süslü bir sandık içine yerleştirilir. İki sırık vasıtasıyla taşınır ki bu dörtlüye “omuzdaş” denir.
Tulumbacı sayısı artsa da Hocapaşa yangınında aciz kalırlar. Bu disiplin işidir, yat dendi mi yat, kalk dendi mi kalk, bahane bulma.
Hasılı iş, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’ye havale edilir o günden sonra (1828).
1846’da Zaptiye Müşirine bağlanan yangıncı taburları, daha sonra Şehremaneti çatısı altında çalışır.
Gelgelelim belediye de 1870 Beyoğlu yangını ile başa çıkamaz. Bu asker işidir, emir komuta ile yürür anca.
Tekrar ordu bünyesine alınır, talimlere başlarlar.
Semt sakinleri ve gönüllüler de katılabilir. Hadise mahalline yakın olan kimseyi beklemeden kolları sıvar.
SEMTİN ÇOCUKLARI
Tulumbacılar hoşsohbet insanlardır. Ne hatıralar ne hatıralar. Ballandırarak anlatır, gençleri de kazanırlar.
Devlet onlara maaş vermez, arzu edene işportacılık yapma imtiyazı sağlar. Bazen tam zamanında yetişir koca konağı ipten alırlar. Eğer paşa baba bir harçlık münasip bulduysa “niye zahmet ettiniz” der utanırlar, ısrar edilirse nazlanmazlar.
Boylu poslu çocuklardır, delikanlılığın kitabını yazar, yanlış yapmazlar. O kargaşada hanımlar kaçışır, takılar saçılır dönüp de bakmazlar. Bulunanları reis toplar, son kuruşuna kadar sahibine sunar. Yeni yetme tıfıllara sorulsa ekseri “tulumbacı olacağım” diyecektir sana.
İTHAL ALDIK YERLİ ÇIKTI
Deerken Efendim Ödön Szechenyi adlı bir Macar Abdülaziz Han’a çıkar. Bunlar tanınmış bir ailedir. Babası Kont Istvan Avusturya Macaristan saflarında Napolyon’la savaşan ve kazanan bir subaydır. Ayrıca Macar Bilimler Akademisi Başkanı’dır ve Budapeşte’nin sembolü Zincir Köprü’yü kurar. Dedesi Kont Ferenç ise Millî Kütüphaneyi kazandırır halkına. Kardeşi Öjen, meraklı bir seyyahtır. Çerkez, Kabartay ve Avar yurtlarını gezer Macar izlerini arar, umduğunu bulmuş olmalıdır ki Kafkasya ve Orta Asya’ya uzanır daha sonra.
Öjen Türk Macar akrabalığına yürekten inanır. Ki bizim itfaiyeci de abisinin tesiri altındadır o sıra.
DERİN MACAR
Ödön denizcilik okur, genç yaşta kaptan olur. Avrupa ve Amerika sahillerini dolaşır. Sonra kendi geliştirdiği buharlı tekneyle Tuna, Main, Ren, Marne ve Sen nehirleri üzerinden Paris’e ulaşır. III. Napolyon onu bizzat karşılar, onur nişanı takar.
Ödön, Londra’da tanıştığı itfaiyecilerden çok etkilenir, ben koca Kontum demez erlikten başlar, üç yıl her kademede çalışır, işi kapar.
Döner gelir, Budapeşte’de profesyonel itfaiye teşkilatı kurar.
İmparator Fransuva Joseph onu Viyana ve Peşte İtfaiye Alayının başına geçirir. Vagon Fabrikası yangınında (1873) önemli bir imtihan verir. Macar İtfaiye Birliği Başkanlığına seçilir. Sonra parlamentoya girer,
Aristokratlar Meclisine katılır ve Bayındırlık Bakanlığı yapar. Devam etse Başbakan olacaktır ihtimal.
İSTANBUL ÂŞIĞI
Yıl 1870. Beyoğlu yangını gayrimüslimlere ve Levantenlere ait binaları yakar, sigorta şirketleri zarara uğrar.
Büyükelçiler ve şirket temsilcileri Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa’ya çıkar, düzenli bir itfaiye talebinde bulunurlar.
Hâlbuki havalideki yangınları ekseri sigortadan para almak isteyen haramzadeler çıkarır, muhalif bir rüzgâr eser, ateş bacayı sarar.
Rüştü Paşa Avrupa’daki itfaiye teşkilât ve yönetmelikleri inceletir, bakar ki Macaristan bir gömlek yukarıda.
Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph de aracı olur, Kont Seçenyi çağrılır İstanbul’a.
Kont Asitaneyi çok sever “İtfaiye kurar mısınız” teklifini memnuniyetle karşılar. Bir yıllığına gelmiştir 48 yıl kalır, denizde de teşkilatlanır, tahlisiye ve cankurtarana da imza atar.
Seçenyi yangın söndürme işinin askerî disiplinle yürütülmesinden yanadır, tabur esasına dayalı birlikler kurar.
II. Abdülhamid Han, gerek teorik çalışmaları gerekse fedakârca gayretinden dolayı onu önce miralaylığa (1877) sonra ferikliğe (1883) yükseltir ve “Umum İtfaiye Alayları Kumandanı” yapar. 1890’da Yâverân-ı Hazret-i Şehriyârîler sınıfına alınır ayrıca.
İŞİ EHLİNE
Kont Ödön vilayet merkezleri ve kalabalık sancaklara da itfaiye bölükleri kazandırır. Taşra teşkilatını teftiş eder, nizamnameler hazırlar.
Görevde kaldığı süre zarfında büyük felaket yaşanmaz, çünkü sebepler nispeten ortadan kaldırılmış, tedbirler artırılmıştır.
Kont buharlı, motorlu ve elektrikli tulumbalar yaptırır, bunları arabalara taktırır. İtfaiyecilere üniforma giydirir başlarına miğfer koyar. Müslümanlar siperli serpuşa “gavur işi” dedikleri için fes tarzı çelik başlıkta karar kılar. Zaten kendisi de fes giymekte, Osmanlı Paşası gibi dolanmaktadır Avrupa’da.
O günlerde İstanbul’un su dağıtım ve satışı yetmiş beş yıllığına Compagnie des Eaux de Constantinople Société Anonyme Ottomane adlı Fransız şirketine verilmiştir. Sözleşmede itfaiyeye parasız su vereceğini taahhüt etse de sözünde durmaz.
Seçenyi Paşa Türk hayat tarzını benimser. Vatandaşla kaynaşmakta zorlanmaz. İleri yaşı ve romatizmalarına rağmen söndürme faaliyetlerine koşar. Yangın olmadığı zaman Taksim ve Bayezid Meydanı’nda talime çıkar.
1922’de ölür, Feriköy’de yatar.
.
Küçüksu Kasrı: Bir nevi misafir odası
29 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :29 Ocak 2025 00:08
A -
A +
Devâtdâr Mehmed Emin Paşa mütevazı bir kasır planlar, masrafı hazineye yıkmaz, Kedhüda, Defterdar, Reis Efendi, Cebeci, Çavuş Başı, Yeniçeri Ağası, Darphâne Nazırı, Gümrükçü ile Boğdan Voyvodası’na paylaştırır kimseye dokunmaz.
Osmanlıda saraydan küçük köşkten büyük konaklar olur ki kasr denir onlara. Sultan nadiren uğrar, yatıya kalmaz. Umumiyetle sefir, misafir ağırlar.
Rus Çarı II. Aleksandr Nikolayeviç’in kardeşi Grandük Konstantin, Napolyon’un karısı İmparatoriçe Eugen, Galler Prensi Edward’a tahsis edilir mesela.
NATO Amirali Mountbatten da burada kalacaktır yıllar sonra. (1953)
Umumiyetle oturma grupları vardır, her taraf koltuk kanepe, vazo, şamdan, ayna ve bir sürü mermer sehpa.
Bahçe çitleri dökme demir, eritsen on tane tank çıkar. Bunlar dostların hayranlığını arttırır, hasımların asabını bozar.
- Ya bak adamlar kuytulara bile saray yapmış, demek güçleri yerinde, takışmayalım onlarla.
HAS BAHÇEDİR ASLINDA
Efendim Göksu ile Küçüksu dereleri arasında kalan çayırlık alan, padişahın Has Bahçesidir aslında.
Manav Muslu ve Patrona Halil’in peşine taktığı uğrular, aralarında Sadabat Sarayı’nın da bulunduğu
Kâğıthane yalılarını yağmalayıp yakınca, mesireciler buraya akar.
Evliyâ Çelebi, Göksu’dan “âb-ı hayâttır” diye bahs açar, sandal keyflerini, gül bahçelerini, irili ufaklı köşkleri ve hazineye ait değirmenleri sıralar.
IV. Murad Han, taa Kandilli’ye uzanan koruyu elden geçirtir ve adını “Gümüş Selvi” koyar.
I. Mahmud Han nadiren uğrar, askerleri ile silah atar, ava çıkar. Bağçe-i Göksu’da geyik takibine başladılar mı taaa Şile’ye uzanırlar. “Sen sağdan sıkıştır, ben soldan” Av bahane, talim, idman. Yoksa süvariler melekelerini kaybeder, atlar yağ bağlar. Bazen yorulur bitap dönerler, “ah şöyle soluklanacak bir çatı altı olsa!”
Sadrazam Devâtdâr Mehmed Emin Paşa, ahşap bir köşke niyetlenir (1752), Şehremini Yusuf Efendi zaten mühendistir çizer hazırlar. Paşa masrafları hazineye yıkmaz, Kedhüda, Defterdar, Reis Efendi, Cebeci,
Çavuş Başı, Yeniçeri Ağası, Darphâne Nazırı, Gümrükçü ile Boğdan Voyvodası arasında paylaştırır kimseye dokunmaz.
Ve anahtarları sunar I. Mahmud Han’a... Sağol evlad berhudar olasın!
LEZİZ SU, TEMİZ HAVA
1751’de hizmete giren bina ahşaptır pek göz almaz. Fransız ressam M. Préaulx’un karaladıklarına bakılırsa benzerlerinden mebzul miktarda vardır ortalıkta.
Kandilli yamaçlarına kuyular kazılır, içme suyu getirilir civara. Nasıl da gürdür, herkese yeter artar, fazlasını sebillere, havuzlara dağıtırlar.
Civarda arsası olanlar da ev kondurur. II. Mustafa’nın zevcesi Mihrişah Sultan da güzel bir cami yaptırır kasrın yanı başına.
İstanbul rutubetlidir malum, sahil dalgalarla yıkanır. Hâl böyle olunca ahşaplar çürür, boyalar dökülür, doğramalar yıpranır.
Hassa Sermimarı Mehmed Ârif Bey bir keşif yapar, baksa ki temel kazıkları ve su boruları da acil vaka, derhâl ameliyata!
Elden geçince bina kendine gelir (1792). III. Selim Han da çeşme ilave eder validesi Mihrişah Sultan adına (1806). Gelsin vatandaş namaz kılsın, su alsın sevabına.
Kasır bir süre daha dayanır, II. Mahmud Han Ramazan-ı şerifde iftarlar verir, dostlarla bayramlaşır.
ASTARI YÜZÜNÜ AŞINCA
Abdülmecid Han devrinde bina yorulmaya başlar. Oturup hesap yaparlar, tamirat ne kadar? Yenisi kaça çıkar?
Bakarlar astarı yüzünü aşacak. Yıktırır silbaştan yaptırırlar. Mimar Nikoğos Balyan kâgirde karar kılar bu defa. (1856-57).
Abdülaziz Han devrinde cephelere mermer döşer, kabartmaları abartırlar. Tefrişat işini Viyana Operası dekoratörü Sechan’a bırakırlar, adam sadelikten nasipsizin tekidir, tıkış tıkış doldurur. Ondan da getir, bundan da...
Hâlbuki Türk yalıları cumbalıdır. Sedir, kerevet, peyke tamam...
Hatta hasır, kilim, ot minder olacak, oooh keyfe bak.
Sanki bi müzakere havası, resmî bir ses bekliyorsun “toplantı bitmiştir, çıkabilirsiniz arkadaşlar!”
Ancak Kemal Paşa hoşlanır, gelir kalır ara sıra.
İsmet İnönü ve Celal Bayar ise postu serer, tadını çıkarırlar.
Devletlüler mekân tuttu mu ahali mahalle yaklaştırılmaz, uzaktan bakabilir anca. Biz yıllarca belediye otobüsü ya da Şirketi Hayriye vapurundan seyrettik hırsızlama. Vızzzt geçiyorsun artık ne kadar olursa.
1930’larda cemaatini kaybeden Mihrişah Sultan Camii metruk kalır, minaresi yıkılır. Güzelim eser Anadolu
Hisarı İdman Yurdu’na tahsis edilir. İlerleyen yıllarda CHP lokali ve halk evi olarak kullanılır.
Çok partili döneme geçilince millet ibadete açılmasını arzular, Vakıflar Müdürlüğünü dilekçeye boğar.
Netice?
Celal Bayar da tamamen yıktırırır ortadan kaldırır.
Cami yıllar sonra (2014) müminlerle kucaklaşacaktır.
Sağolsun saylavlarımız bizi vekâleten yayılıp bayılırlar. Ahbap, akran ve akraba-i taalükat ile çökerler kasra.
Daha dur Beylerbeyiler, Dolmabahçeler, Aynalı Kavaklar, Ihlamurlar, Floryalar… Yıldız Şale’yi de kumarhane yapar, sunarlar yandaşa.
Keyfini sürsünler kabul ama banisine sövmeleri şık olmaz.
Mezkur zevat ölünce devlet konukevi yapılır, hüdema ve muhafızlar ayrı binada kalır.
TURGUT BABA: KASIR HALKA!
27 Mayıs’ta darbeciler mekân tutar, kasrı da hizaya sokar, müstahdemlerin sığındığı müştemilatı ve tarzında tek olan mescidi yıktırırlar.
Sebep?
Canları ööle istemiştir zaar. Hesap mı verecekler sana bana?
Rahmetli Özal Başbakan olunca binayı halka açar (1983), işte o gün bugündür müzedir. Çeşme ve namazgâh için bilete gerek yok, dış bahçe halka açık, ücretsiz gezebilirsiniz.
Yine sahil tarafına bir tesis açılır Millî Saraylar adına. Etlisi, sütlüsü, çayı, kahvesi, çorbasıyla...
HEPSİ MANKEN ANAM
Günümüzde kasır, gelin damat adaylarından talep görür bilhassa. Düğün nişan için deniz kenarındaki bahçeye masa sandalye atabilirsiniz icabında. Kiralama bedeli (rıhtım) hafta içi 350 bin, hafta sonu 500 bin lira. Yemekler çiçekler sizden ama.
Müstakbel zevc ve zevceler en mutlu günlerini kare kare dondurmak istiyorlarsa kolay. Fotoğraf çektirmenin saati 20 bin lira, içeri adım atmak yok! Sadece dışarıda.
İçeride çektirilmeyen fotoğrafların suçu biraz da bizde, adamlar ses çıkarmayınca dayanıyoruz flaşa. O da bilirsiniz kumaşın tablonun rengini emer, hadi ağarmasın sıkıysa.
Küçüksu Kasrında Abdülhamid Han’ın elceğizi ile yaptığı sanatlı bir masa var. Japon imparatorunun yolladığı vazo da emsalsiz, halı ve perdeler ise fabrika-i hümayundan (Hereke) çıkma.
DELİKANLIYI BOZAR
O kadar önünden geçtim, bir kere içine giremedim, geçen yolum düştü “dur” dedim “bi gezelim, nasıl olsa yaşlılara bedava.”
Önde gösterişli bir kapı, iki yanda şık tırabzanlar. Meğer deniz tarafındaki daha şekilmiş, basamaklar nal gibi döne döne yükseliyor, altında fıskiyeler, havuzlar.
İçerisi mobilya galerisi gibi tıkış tıkış. Ne yalan söyleyeyim soğuk ve donuk geldi bana. Şimdi akşam yorgun argın gelmişim bi şilte yastık olacak ki insan uzun otura. Hem bennedim öyle kasrı çoraplarımı çıkarıp fıydıramadıktan sonra? Kanepe minderleri tek tek ve kabarık, insan bu konveks dizayn üzerinde edeplice oturabilir ama yayılıp bayılamaz. Alıp başının altına koysan fitiller, güpürler, püsküller, gümüş nakışlar...
Tamam manzara güzel ama sımışka çitlenmez, karpuz kesilmez, mangal kurulmaz, çiğ köfte yoğurup tavana atılmaz.
Ortalık şömine müzesi gibi gelgelelim deniz yeli serin eser Boğaz’da, iliğim kemiğim ısınsın dersen bir odayı kapatacak çingene sobası kuracaksın ortaya. Basacaksın kozalağı, tıkacaksın meşeyi, şööle hafiften neftle ıslatıp çakmağı çakınca...
Ya da kuzine maşinga olacak ki, küle pancar, patates gömesin, fırına börek çörek süresin, üstüne mısır, kestane dizesin.
Di mi ama?
.
Talebelerin hepsi atılmış, kurunun yanında yaş da yanmıştı
9 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :9 Şubat 2025 01:44
A -
A +
Aileler oğlumuz zabit olacak diye bekleyedursun delikanlılar kovulmuş tardolunmuş bir hâlde döner baba ocağına. Artık üniforma hayaldir onlara.
Bayar ve Menderes’e muhalefetiyle bilinen Talât Aydemir, Kore’de vazifeli olduğu için 27 Mayıs ihtilalinde rol alamaz, makam mansıp kapamaz.
MBK azaları daimî (ömür boyu) senatör olup parsayı toplarken, Aydemir gibi bir lider talim eder üç kuruş maaşa. Gel de bozulma!
Talât Aydemir
Yurda dönünce onu (rütbesini aşmasına rağmen) Harp Okulu Komutanlığına oturturlar. Albay Talât’ın dişleri gıcırdamaktadır, etrafına taraftar toplar ve saklanma gereği duymadan darbe hazırlıklarına başlar.
Darbe? Evet darbe, üstelik daha buyurgan ve acımasız bir Atatürkçülük adına. Emin Arat ve Bahtiyar Yalta tarafından hazırlanan Kemalizm doktrinini devletin temeli yapacak, rücu edecektir 30’lu yıllara.
Albay Talât’a göre “millet iradesi” diye bir şey olamaz, idare halka bırakılamaz. Vatandaşı hizaya sokar, güdersin anca.
Zaten bu kadar hürriyet de fazladır, yönetim askerde olmalıdır, nokta! Ama Ragıp Gümüşpala gibilerde asla!..
YA HEP YA HİÇ
Bilirsiniz ihtilal yapanlar ya kahraman olur çıkar Çankaya’ya, ya da Ulucanlar, Mamak tarikiyle darağacına!
İsmet Paşa “Şu an kötümser olmak için sebep yok” der, Albay’ı hükûmetin safında yer almaya çağırır. Talât kırgındır, dargındır, yanaşmaz.
Ankara Merkez Komutanı Selçuk Atakan ve 229. Piyade Alay Komutanı İhsan Erkan da yanındadır kuyruğu dik tutar.
15 Ekim 1961 seçiminde CHP hayal kırıklığı yaşar. Darbeciler sandıkları tasallut altında tutsa da umduklarını bulamazlar.
Subaylar her yerden çıkar, her işe karışır, takışırlar. Gölgede kalanlar bal tutanları tırmalamaya başlar.
Bin yıllık TSK, halk ile karşı karşıya gelir, itibar kaybı yaşar.
SESLER YÜKSELİNCE
DP’li Maarif Vekili Tevfik İleri’nin cenaze merasiminde darbeciler protesto edilir, mebuslara af istenir. Bu makul talep Talât Albay’ı fena kızdırır.
AP Milletvekili Nuri Beşer, darbeci subaylar aleyhinde konuşunca Harbiyeliler tarafından tabancayla kovalanır. Adamcağız günlerce saklanıp polise teslim olur sonunda; dokunulmazlığı olduğu hâlde tutuklanmaktan kurtulamaz. Belki de dışarıda koruyamayacakları için kodese kapatırlar.
İnönü eski bir komitacıdır, kalkışmaların farkında. İstanbul ve Ankara’daki birlikleri dolaşır ve “Darbeye izin vermeyeceğiz” der kati bir üslupla.
Buna rağmen Korgeneral Refik Tulga 59 subayla Balmumcu’da toplanır, ihtilal planı yapar, mevkileri paylaşırlar hatta. Ankara bundan haberdardır, alayının tayini Doğu Anadolu’ya...
İnönü, Harbiye’yi de ziyaret eder ama talebelerle görüştürülmez, Aydemir tavır koyar açıkça.
ACEMİLER MANGASI
22 Şubat Perşembe gecesi Harp Okulu hoparlörleri çın çınlar: “Bütün tabur konferans salonuna!”
Talât Albay girince genç subaylar ayağa kalkar. Onlara da aynı teraneleri tekrarlar: Yok 27 Mayıs amacına ulaşamadı, yok Meclis sıkıntılı, yok orduya dil uzatılıyor, arkadaşlarımız şarka sürülüyor. Yeter artık.
Parolamız Halaskâr… İşareti Fedailer…
Yakup Cemiller yeni Babıali baskını için hazırlanırlar.
Kara Harp Akademisinden yola çıkan tanklar, TBMM önünde tanksavarlarla karşılanır. Demek hükûmet farkında ve hazırlıklıdır.
Gelgelelim isyanı bastırmak için çağrılan taburlar Aydemir’e katılır. Artık darbenin eli kulağındadır.
O sıra Süvari Binbaşı Fethi Gürcan Köşk’ten arar: “Albay’ım, İnönü dâhil bütün kabine ve kuvvet komutanları toplantıda, şu an hepsi elimin altında. Cümleten eterne edebilirim izniniz varsa.”
Albay “Hayır” der, “dokunma!”
İnönü Köşk’ten çıkarken “İşte, şimdi kaybettiler” der, “O şansı kaçırdılar.”
SUÇ SABİT, ÂLEM ŞAHİT
İsmet Paşa hızla yönetimi ele alır, otoriteyi sağlar. Mürted Üssünden kalkan jetler alçaktan uçup iki roket çakınca harbiyeliler havlu atar. Aydemir, yalnız kaldığını anlar, anlaşarak teslim olur paşaya.
Silah kullanmasına rağmen yargılanmaz; sadece “Kanunun suç saydığı cürmü övmekten” üç beş gün yatar çıkar. Tekaüde ayrılır bu arada.
O günlerde Bayar, Kayseri Cezaevinden 6 aylığına şartlı tahliye ile salınmıştır (22 Mart 1963), halkın coşkun sevgisi ile karşılaşır.
27 Mayısçılar da öfkeye kapılır, Harbiyeliler Bayar’ın evini taşlar. Hükûmet, baskıya direnemez ve yaşlı Reisicumhur’u tekrar cezaevine tıkar.
Hâlbuki Aydemir’in cezası, Bayar’ın hakkı neyse verilmelidir, ona ayrı, buna ayrı hukuk olmaz.
YENİLEN PEHLİVAN
Albay Talât 21 Mayıs’ta (darbenin yıl dönümü) tekrar Harbiye’ye gelir, yeni mezun 600 asteğmene hitaben konuşma yapar. Saat 15.00’te alarma geçilir, cephane açılır, mermiler dağıtılır.
Alpaslan Türkeş bunları rapor eder anında.
Hükûmet, Çubuk’tan 230. Piyade Alayını, Polatlı’dan topçu birliklerini getirir ama bunların komutanları da Aydemir’e tabii olurlar.
Albay Talât, Radyoevi’ni işgal eder, TSK adına yönetime el koyduklarını, Meclis’i ve Senato’yu feshettiklerini açıklar. Ancak Yarbay Ali Elverdi, Radyoevi’ni kurtarınca ve jetler alçaktan uçunca panik başlar, katılım zaten zayıftır kışlalarına dönme kararı alırlar.
Aydemir bu defa yırtamaz, kodesi boylar. 69 subay ve 4 astsubay atılır. Fethi Gürcan, Erol Dinçer, Osman Deniz, İlhan Baş, Ahmet Gücal ve Cevat Kırca gibi lider kadro “Anayasayı tadil ve tağyire teşebbüs”ten idam alır. Harbiyeliler yarıyıl tatiline çıkarılır, bilahare alayı atılır, yaşına kurusuna bakılmaz. Aileler oğlumuz zabit olacak diye bekleyedursun delikanlılar tart olmuş bir hâlde döner baba ocağına. Artık üniforma hayaldir onlara.
DERHÂL İNFAZ
Hadise sonrası Talât Aydemir yakalanır. Gürcan ve Karazeybek ise iltica talebi ile Alman elçiliğine sığınır.
Meclis müzakerelerinde şair Bülent Ecevit “Asılsın” diyenler arasındadır.
Genelkurmay Başkanı Sunay, Başbakan İnönü’ye ne yapılması gerektiğini sorar. Cevap, kesindir, “Derhâl infaz!” Önce Fethi Gürcan’ı ardından da Talât Aydemir’i asarlar. İpe takan da takılan da Atatürkçüdür oysa.
Eğer darbeciler başarılı olsalardı partiler kapatılacak, nüfus kayıtları yırtılacak, mahkeme arşivleri yakılacak yeni gaileler açılacaktır memleketin başına.
RÜTBEMİZ SÖKÜLECEK ER OLACAKTIK AZ DAHA
Geçen gözüme çarptı 2024 Kasım celbinde 397. dönemin yedek subay öğrencilerini eğitime almışlar.
Biz de kasım celbiydik, dönem 176. Demek 221 tertip geçmiş aradan.
Yıl 1982. Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulundayız. Sıhhiyeciler de tankçıların arasında eğitilirdi o sıra.
Ama onlar gibi dört değil iki ay eğitim alır, son iki ay yıldız takarlar. Fazla sıkıştırmazlar, biraz yanaşık düzen çalışırsın, silah tanıtmaz, tüfek attırmazlar, neticede hastane ve revirlere yollayacaklar.
Binalar sıcak ve temiz, mescit yoksa da kılana ses çıkarmazlar.
Sadece yemekler biraz yağlı o kadar. Devre arkadaşlarım arasında rahmetli Yalçın Özer ağabey de vardı, “Bütün taamlar lezizdir” derdi, “Eğer yanında biberin varsa!” Ve cebinden koca bir rulo çıkardı, tabağı boyadı kırmızıya. Aslen Maraşlıydı, o şirin üslubu ile öyle bir biber muhabbeti yaptı ki ikna oldum, katıldım halkaya.
Yemeklerden sonra çay da çıkar, ne istersin daha? Şöyle: Bele gelen bir kazan düşün, fıkır fıkır kaynar, içine birkaç paket Rize Turist attılar mı tamam.
Yalnız bardaklar metaldir ve süzgeç müzgeç arama. Dalarsan dudağına yapışır, kızgınken felaket yolar.
Her yemekten sonra çay kazanına koşulur ama nasıl uzun bir sıra. Asker de daldırır maşrapasını yalapşap kupalara.
Tertipler arasında başhekimler, Avrupa’da ihtisas yapmış servis şefleri, hükûmet tabipleri var. Çaylarını nezih mekânlarda zarif bardaklarla içmeye alışkınlar, çelik kupadan bizar oldular. Sol tandanslı birkaç aşırı da hadiseyi gerdi, boykot kararı aldılar
Efendim o gün kalkmayacaklar, 1-2-3 tıp, susacak, ellerini göğüslerinde bağlayacak, tavana bakacaklar. Sandalyede oturmak suç mu? Değil. Eee daa ne o zaman?
ARKADAŞIM! ARKADAŞIM!
Neyse yemekler yendi, garip bir sessizlik çöktü mekâna, çıt yok, hani sinek uçsa…
Biz Erzurum mezunları ayağa kalktık, rahmetli Yalçın ağabeyi de aldık aramıza, ağır adımlarla yürüdük kazana.
Fakültelerde benzer direnişleri örgütleyen boykotçular üzerimize geldi; “Arkadaşım arkadaşım biz karar almıştık aramızda!”
“Yürügitlen” dedik, “Bize mi sordun? Hadi yoluna!”
Kazana bakan asker de sağ olsun kıyak yaptı, cam bardaklara demlik çayı koydu itinayla. Mübarek yakut gibi. Sesli bir şekilde hüpletip ohhh çektik, sanki dem yürüdü damarlarımıza.
-Tazeliyeyim mi abi?
-Sorulur mu ya!
-Limon da ister misin?
-Bi’ zahmet, varsa?
Derse girdik bölük komutanımız hiddetten kıpkırmızı. “Dua edin aranızda boykot kıran arkadaşlarınız var, bunun adı toplu eylemdir affı olmaz, yoksa alayınızın rütbesine söker, er olarak yollarlardı kıtaya!”
Biri sordu: “İçmediğimiz çaydan dolayı mı?”
-Hayır gösterdiğiniz tavırdan dolayı! Burası asker ocağı koçum, mantığı nizamiyede bırakacaksın, öğretmediler mi sana?