ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Osmanlı padişahları sadece bir hükümdar değildi!
6 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :6 Ocak 2025 00:51
A -
A +
* Osmanlılardan başka dünyada hiçbir hanedan yoktur ki, hükümdarlarının tamamına yakını devlet adamlığı, askerlik ve sportmenlik yanında, üst seviyede sanatkâr, şair, hattat ve âlim olsun…
* Osmanlı hükümdarları, çağdaşlarıyla, hele son yüzyılın devlet adamlarıyla mukayese edilemeyecek şekilde, şimdiki tabirle dört dörtlük komple insanlardır.
Osmanlı padişahlarının hemen hepsi usta bir askerdir. Bazıları dünya çapında deha sahibi bir kumandandır. Asker-hükümdar devri için belki bu tabii karşılanabilir. Ama askerlikleri, kuru cihangirlik değil, idealist bir misyonun üzerine kuruludur.
Hemen hepsi şiir, hat gibi sanatlarla meşgul olmuş, bazıları bu vadide isim yapmıştır. Osmanlılardan başka dünyada hiçbir hanedan yoktur ki, hükümdarlarının tamamına yakını devlet adamlığı, askerlik ve sportmenlik yanında, üst seviyede sanatkâr, şair, hattat ve âlim olsun…
Yılmaz Öztuna der ki: “Padişah, yalnız harb adamı değildir. İçlerinde sert olanları vardır. Ama çoğu şefkatli, merhametli, çok insan adamlardır. Osmanoğulları içinde muvaffak, hatta büyük şairler, bestekârlar, hattatlar, ressamlar vardır.”
Çağdaşlarıyla, hele son asrın devlet reisleriyle mukayese edilemeyecek şekilde, şimdiki tabirle dört dörtlük komple insanlardır.
Marangozhane Yıldız Sarayı
Kitap kurdu
Hepsi zamanının âlimlerinden ve büyük hocalardan ders alarak en iyi şekilde yetiştirilmiştir. Hepsi ilme ve okumaya meraklıdır. Kitap yazmayı teşvik eder, âlimlere destek olurlardı. Sultan I. Selim sefere giderken yanında çok kitap götürür, cephede fırsat buldukça gözlüğünü takıp okurdu. Sultan I. Mahmud bibliyofildi. Kitaplarını Ayasofya’ya vakfetmiştir.
Sultan II. Abdülhamid’in yağmadan kurtulan Yıldız Kütüphanesi, şimdi İstanbul Üniversitesi kütüphanesinin esasını teşkil eder. Sultan Fatih, Sultan II. Bayezid, Sultan III. Murad, Sultan III. Ahmed şimdi “kitap kurdu” denecek evsafta kitaba ve okumaya düşkündü.
Dini, en az bir hoca kadar bilirlerdi. İçlerinde âlim sayılabilecekler çoktur. Fen bilgilerinde de ileri seviyedeydiler. Sultan Fatih’in harita merakı ve toplarla alakalı keşifleri meşhurdur. Sultan III. Mustafa tıbba meraklı, belki bir tabip kadar bilgiliydi. Sultan II. Abdülhamid, silahların atış menziline dair bir risale yazmıştır.
XVII. asırdan itibaren dünyada asker-hükümdar tipinden diplomat-hükümdar tipine doğru bir geçiş görülür. Bizzat sefere katılmayan padişahlar bile askerlikte mahirdir. Orduya ve donanmaya düşkündür. Silahlara meraklıdır. İyi atıcıdır. Sultan II. Mahmud, basit bir albay gibi ordusu başında talime çıkmıştır.
Hemen hepsi sportmendir. Her spordan anlar. İstisnasız ata iyi biner, cirit oynar. Ava meraklıdır. Sultan II. Osman, Sultan IV. Murad, Sultan II. Abdülhamid gibi hükümdarlar iyi birer yüzücü idi. Haliç’te, hatta Boğaz’da fütursuzca yüzer, kürek çekerlerdi.
Yazının ustaları
Sultan II. Mehmed’den itibaren 20 padişahın hat eserleri bugün eldedir. Bunların abidevî eserlerde teşhir edilenlerden başkası Türk İslâm Eserleri Müzesi’ndedir.
Bazısı usta hattatların rahlesine diz çöküp, icazet almıştır. Sultan II. Bayezid Şeyh Hamdullah’tan icazet almış, hatta hürmetinden hocasının hokkasını tutmuştur. “Sizin gibisi yetişmez!” diye iltifat ettiğinde, “Sizin gibiler hokkasını tuttuğu müddetçe yetişir padişahım!” cevabını vermiştir.
Sultan II. Mustafa, Hafız Osman’dan meşk etmiştir. İmzasını “ketebehu’l-fakir” diye atardı. Besmele levhası Ayasofya Camii’ndedir. Kalemi de levhanın yanında iken, tamiratta kaybolmuştur.
Şükrü Efendi’den meşkeden Sultan III. Selim, yazdığı Mushafı, Mevlâna Türbesine hediye etmiştir.
Mektuplaşma yoluyla Râkım Efendi’den meşk edip icazet alan Sultan II. Mahmud çok eser bırakmıştır. Ayasofya Camii’ndeki dört levha ve Hidayet Camii’nin yazıları onundur. Fatih ve Üsküdar Yeni Valide Camii’nde de levhaları asılıdır.
Eldeki en fazla hat eseri, Tahir Efendi’nin şakirdi Sultan Abdülmecid’e aittir. Yaptırdığı Hırka-i Şerif Camii’ndeki kelime-i tevhid ile isim levhaları ona aittir. Dolmabahçe Sarayı ve Kılıç Ali Paşa Camii’nde yazıları vardır.
Bazı padişahların imlasının bozuk olduğuna dair bazı yerlerde geçen güya tahkir ve tezyif edici ifadeler, o devrin hükmünü bilmemekten kaynaklanır. Zira yüksek mertebedekiler me’nus olmadığı, yani yazı yazmaya alışık olmayıp kâtipler istihdam ettiği için yazı yazmakta müşkilat çekerdi. Bu tabii bir şeydir.
Sultan Abdülmecid’e ait hat ve hokka takımı Dolmabahçe Sarayı
Sultanî hobiler
Padişahlar, doğrudan doğruya güzel sanatlara girmeyen işlerle de uğraşırlardı. İçlerinde Sultan II. Abdülhamid gibi ince marangozlukta, Sultan I. Mahmud gibi mücevher işlemekte yüksek ustalık mertebesine erişenler vardı.
Bazıları bizzat sanatkâr değilse de bazı mevzularda mütehassıstı. Mesela Sultan Fatih ve Sultan Kanuni değerli taşların mütehassısı idiler.
Çelebi Sultan Mehmed ok ve yay ustasıydı. Bu sebeple "kirişçi" diye anılmıştır. Kiriş, yay demektir.
Sultan Fatih’in bahçe işlerine ve güllere meraklı olduğu söylenir. Ok için parmağa takılan yüzükleri, kemer tokaları ve kılıç kınları yapardı.
Sultan II. Beyazıt okçuluğa meraklıydı. Ok ve yay ustaları için İstanbul’da hususi çarşı yaptırmıştır.
Sultan Kanuni’nin mücevher işlemeciliği yanında kavaflığı da vardır. Deri ayakkabı, çanta imal ederdi. Babasının Trabzon’daki valiliği sırasında ustadan öğrenmiştir.
Sultan Abdülhamid’in el isi dolabı
Elinin emeğiyle geçinen makbuldür
Sultan II. Selim âsâ yapıp hacılara hediye ederdi. Kitap okurken satırları takipte kullanılan ahşap hilaller imal eder ve kuyruğuna kıymetli taş yerleştirip hediye ederdi.
Sultan III. Mehmet kaşık ustasıydı. Sultan I. Ahmed de babası gibi kaşık ustasıydı. Okçular için fildişi yüzükler yapar, Çerkes kamçısı işlerdi.
Sultan II. Osman saraçlığa meraklıydı. Atlarının eyerini kendisi yapardı. Tahttan indirildikten sonra bindirildiği atın eyersiz olması çok ibretlidir.
Sultan İbrahim de âsâlara hilal yapardı. Bağa işlemekte, yani kaplumbağa kabuğundan kaşık, tespih gibi aletler imalinde ustaydı.
Sultan I. Mahmud, mücevher işler, oymacılıktan anlardı. Kantaşı üzerine mühür kazır, abanoz ve fildişinden hilaller yapar, bunları sattırıp hususî yiyeceğine sarf eder, gerisini sadaka verirdi. “İnsanın elinin emeğiyle geçinmesi makbuldür” derdi. Bahçe ve çiçeklere meraklıydı.
Sultan III. Selim tüfek ustasıydı. Gez ve arpacıklarını öyle ince hesaplı yapardı ki, mermi şaşmazdı.
Sultan II. Mahmud, sedef ve mücevher işlemekte mahirdi.
Sultan II. Abdülhamid’in at binme, yüzme, kürek çekme, atıcılık gibi merakları vardı. Silah kullanmakta pek mahirdi. Nişan alarak ismini yazar, madalyaları ortasından delerdi. İnce marangozdu. Yaptığı eserlerin bazısı bugüne intikal etmiştir. Amerika’daki dünya sergisinde eserleri birinci gelmiştir.
Sultan Abdülaziz’in oğlu Şehzâde Seyfeddin Efendi, şairliğinin yanında usta bir kaptan ve mahya ustasıydı. Camilere meccanen mahya çekerdi.
Monarşi âdetine uyarak padişah âlim ve sanatkârların hâmisidir. Eserlerine mükâfat olarak akıl almaz ihsanlarda bulunmuşlardır. Yazdıklarını okumuş, dalkavuklara ise asla yüz vermemişlerdir. İlim ve sanat onların sayesinde yükselmiş ve yaşamıştır. Osmanlı estetiği, padişahların eseridir.
Saray bandosu
Osmanlı padişahlarının çoğu ve bazı şehzadeleri usta birer kompozitördü. Sultan III. Murad’ın “Uyan ey gözlerim gafletten uyan” ilahisi bugün bile okunmaktadır. Sultan IV. Murad’ın Hücum Marşı mehter repertuarının güzide parçalarındandır. Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülaziz, Sultan V. Murad ve Sultan Vahîdeddin’in besteleri mehter ve mızıka-i hümayun repertuarında çalınmıştır.
Harbde, merasimlerde, siyasî toplantılarda, mekteplerde, belli zamanlarda mızıka, (mehter, bando) çalmak ve sulh zamanlarında öğrenmek caizdir. Musiki, matematiğin bir koludur. Bilmek başkadır, uğraşmak başkadır. Hükümdarın vaziyeti, sıradan insanlar gibi değildir. Sarayda hiçbir hususta müptezelliğe yer yoktur...
Sultan Fatih devri ulemasından Tosyalı Hacı Baba İbrahim Efendi’nin Hâdü’d-Dâllîn kitabında yazdığı üzere, sultan her an devlet işleriyle meşgul bulunduğundan saray harb meydanı hükmündedir ve burada bando mızıka caizdir. (Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından bastırılmıştır. Merhum Hilmi Işık Efendi, kitabı sırf bu bilgi için bastırdık, demiştir.)
.
Düşmanın yoksa, kardeşin de mi yok?
13 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :12 Ocak 2025 22:27
A -
A +
Eskiler, “Yaz gününde güneşsiz, kış gününde ateşsiz, ele güne karşı kardeşsiz, koma beni Allahım” diye dua eder. Ama en namlı düşmanlık hikâyeleri de kardeşler arasından çıkmıştır.
Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügati’t-Türk’te “kardeş” tabirini aynı karından olan iki çocuk diye tarif eder. Farsça “birader” tabiri Türkçe’de de aynı şekilde kullanılır.
Aynı karında olmasa da aynı babanın sulbünden gelenlere de kardeş denmiştir. Annesi bir olup da babası ayrı olan kardeşlere üvey kardeş denir ki, “anneden kardeş” manasınadır. “Ök” anne, “ögey” anneden, “öksüz” ise annesiz demektir.
Eski bir Türk atasözünde, “Kandaş kandaşı urur, ögdeş ögdeşi tartar” der ki, “Baba bir kardeş incitir, ana bir kardeş kayırır” demektir.
Kardeş olunuz!
Ne kadar ulvi bir mana taşır ki, aynı aile, kabile, hatta millete mensup kişiler mecazen kardeş olarak vasıflandırılır. Nuh, Hud, Salih, Lut gibi peygamberler (aleyhimüsselam), Kur’ân-ı kerimde, ilahi tebliği ulaştırdıkları kavimlerinin kardeşi olarak takdim edilir. Müsrifler de “şeytanın kardeşleri” olarak vasıflandırılır (İsrâ 27).
Âyet-i kerimede “Şüphesiz müminler kardeştir” buyuruluyor (Hucurat 10). Arapça’da “Ah” kardeş, “ihve” ve “ihvan” kardeşler demektir. Kardeş olmak birbirlerini kayıtsız sevmek ve kusurlarını hoş görerek tesanüt (dayanışma) hâlinde olmayı icap ettirir. Peygamber aleyhisselam, veda hutbesinde, “Ey Allahın kulları, kardeş olunuz!” buyurdu.
“Ahî” kardeşim demektir ve ahîlik Selçuklular zamanında Anadolu’da teşekkül etmiş tasavvufi esnaf teşkilatının adıdır ki, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve cemiyetin mayasında büyük rol oynamıştır. Tarikat mensupları da birbirine kardeş diye hitap eder.
Anadolu kadını, ölen kardeşine, “Eş bulunur, evlat bulunur, kardeş bulunmaz!” diye yanardı. Göktürk hakanı Bilge ile Kültigin, Selçuklu Sultanı Tuğrul ile Çağrı Bey, Osmanlı Sultanı Orhan ile Alaaddin Paşa tarihte az sayıdaki ahenkli kardeşlik numunelerindendir.
Dede Korkut hikâyelerinde, kardeşler birbirini kayırıp korur, icabında intikamını alır. Kardeşi olmayan, kötü talihine yanar. Türkler, “Yaz gününde güneşsiz, kış gününde ateşsiz, ele güne karşı kardeşsiz, koma beni Allahım” diye dua eder.
Ne ölsün ne onsun!
Bu kadar ulvi manası olmasına rağmen, tarihte en büyük düşmanlıklar da kardeşler arasında cereyan etmiştir. Halk arasında, “Dost kazanmaya bak; düşmanı anan da doğurur” sözü meşhurdur. “Hiç düşmanım yok!” diyene, “Kardeşin de mi yok?” demişlerdir.
Bunun sebebi nedir? Kardeşlik, insan hayatının en uzun devam eden münasebetlerindendir. Beraber yaşarlar. İnsan karakterinin teşekkülünde en kritik safha olan çocukluk ve ergenlik çağını çoğu defa beraber geçirirler. Birbirlerine hissî bağlanırlar. Birbirlerinin modeli ve sırdaşı olurlar.
Zamanla, mesela ebeveynin anormal muamelesi yahut mal taksimi gibi namüsait şartlar ve sebepler, arada rekabet ve kıskançlık meydana gelir. Yine de birbirlerinden geçemezler. “Kardeş kardeşin ne öldüğünü ister ne onduğunu” atasözü meşhurdur. Bu sebeple “ihvan ile ihtilat kılmamak”, kardeşle mesafeli olmak tavsiye edilmiştir.
Dostoyevski, meşhur Karamazov Kardeşler romanında görünüşte birbirine benzemeyen, ama aslında aynı karakterdeki baba bir kardeşleri tasvir eder. Kardeşler, bir fabrikanın cinsi aynı, çeşidi farklı mamulü gibidir.
Ebeveynin çocuklarını yetiştirmesi yaşa ve şartlara göre değişir. Acemilik devresinde doğan büyük oğlan ezilir. Olgunluk devresinde gelen küçük oğlan şımartılır. Ortanca hep arada kalır ve ihmal edilir. Bu sebeple umumiyetle en muvaffak kişiler ihmalin motive ettiği ortancalardır.
Miras taksimindeki ihtilaf hissi, hükümdar çocukları kardeşler arasında taht mücadelelerini doğurur. Bir geline iki damat olmayacağı, bir ormanda iki aslan barınamayacağı için, bu mücadelenin sonu mutlaka hazin biter.
Kur’ân-ı kerimde kardeşlik hikâyeleri
Kur’an-ı kerimde insanlık tarihinin en eski cinayetinin iki kardeş arasında geçtiği anlatılır. Âdem’in (aleyhisselam) Hâbil ve Kâbil (Tevrat’taki tabirle Abel ve Cain) ardında iki oğlu vardı. O zamanki şeriata göre her biri diğeriyle beraber dünyaya gelen kızla evlenmeliydi.
Fakat Kâbil, Hâbil’in evlenmesi icap eden kızla evlenmek istedi. İkisi de birer kurban adadı. Hangisi kabul edilirse onun dediği olacaktı. Kâbil çiftçiydi. Hasisliğinden, kötü bir ekin destesini adadı. Çoban olan Hâbil ise sürüsünün en iyi koyununu adadı. Hâbil’inki kabul edildi (Mâide 27). Demek ki kardeşin de takva sahibi olanı hayırlıdır.
Kâbil neticeye razı oldu mu? Hayır. Şeytana uydu. Kardeşini, başını taşla ezerek öldürdü. Hâbil, “Vallahi beni öldürmeye kalkışırsan, ben mukabele etmem. Çünkü Allah’tan korkarım. Sen kendi günahınla, benim günahımı da yüklenirsin. Böylece Cehennemlik olursun. İşte zalimlerin cezası budur” dedi. (Mâide 28-29).
O zamana kadar ölümün hakikati ile karşılaşmadıkları için Kâbil, kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemedi. Allahü teala bir karga gönderdi. Cesedi nasıl örteceğini göstermek için karga yeri eşeledi. O da kardeşini toprağa gömdü. (Mâide 30, 31)
İnsanlık tarihinin bir kardeş cinayetiyle başlaması çok ibretliktir. Resulullah Efendimiz buyurdu ki: “Zulüm ile öldürülen her insanın kanının günahından Kâbil’e bir pay ayrılır. Çünkü cinayeti âdet edenlerin önderi odur.”
Âlicenap kardeş
Kur’ân-ı kerimde anlatılan bir başka kardeşlik hikâyesi de yine kıskançlık üzerine kuruludur. Hazreti Yakub, 12 oğlu arasından, yüksek hasletlerini gördüğü Yusuf’u en çok severdi (aleyhimesselam). Bunu kıskanan kardeşleri, onu kıra götürüp öldürmek istediler. İçlerinden merhametli bir kardeşin teklifi üzerine kör bir kuyuya attılar, babalarına da kurt yedi dediler. Fakat cenâb-ı Allah’ın koruduğuna kim ne yapabilir?
Uzun ve meraklı maceralardan sonra Mısır’a maliye nazırı oldu. Kendisine peygamberlik verildi. Kardeşlerinden Bünyamin’i, ki muhtemelen ana-baba bir kardeşiydi, geri dönmemesi için latif bir hileye müracaat etti. Firavunun ölçü kabını onun yüküne sakladı, sonra da ceza olarak yanında alıkoydu.
Bütün yaptıklarına rağmen âlicenaplık göstererek kardeşlerini affetti. Kardeşleri de minnettarlıklarını göstermek üzere selam secdesine kapandılar. Böylece çocukken gördüğü bir rüya çıktı. Hazreti Yusuf, rüyasında güneş, ay ve 11 yıldızın kendisine secde ettiğini görmüş, babası bu rüyasını kardeşlerine anlatmamasını tenbihlemişti. Bu hâdiseler müstakil bir surede anlatılır.
En güzel kardeşlik hikâyesi de Kur’ân-ı kerimde anlatılır. Musa aleyhisselam kendisine peygamberlik vazifesi verildiğinde, Rabbine yalvardı. “Kardeşim Harun benden daha güzel konuşur. Onu bana yardımcı ver ki beni tasdik etsin” dedi. (Kasas 34). İki kardeş ilahi tebliği en iyi şekilde yaptılar. Kavimlerini Firavunun şerrinden kurtarıp, vadedilmiş topraklara götürdüler. İkisinin de kabri bu topraklardadır.
Düşman kardeşler!
İki kardeşten biri Davud aleyhisselama, “Kardeşimin 99 koyunu var, benim bir koyunum var. İstiyor ki o bir koyunu da alsın” dedi. O da hüsnü niyetli olduğu için, bir kimsenin yalan söyleyebileceğini düşünmedi. Zayıf imandan kaynaklanan açgözlülüğü kardeşliğe değil, ortaklığa atfetti. “Ortaklık böyledir” dedi. (Sad 22) Sonra kardeş de olsa, bir tarafın sözüne inanmamak lazım geldiği kendisine vahyolundu...
Hazreti İbrahim’in anne ayrı iki oğlu İsmail ve İshak’ın (aleyhimüsselam) hikâyesi kayda değerdir. Her ikisi de babalarının ileri yaşında dünyaya gelmiştir. Aralarında 10 yaş vardır.
Rivayete göre soylu sınıftan olan ilk hanımın kıskançlığı, ama aslında ileride meydana gelecek çok mühim hadiselerin nüvesi olmak üzere Hazreti İbrahim büyük oğlu İsmail’i annesiyle beraber Mekke’ye yerleştirmiştir.
Hazret-i İsmail’in soyundan Araplar ve ezcümle Muhammed aleyhisselam, Kenan ilinde kalan oğlu Hazreti İshak’tan ise İsrailoğulları türemiştir. Bu sebeple Yahudiler, Araplara “amcaoğulları” der.
Kendileri soylu bir hanımdan (Sare), İsmail ise bir cariyeden (Hacer) dünyaya geldiği için, kendilerini üstün gördüler. Bu sebeple Muhammed aleyhisselamı peygamber kabul etmekte isteksiz davrandılar.
Kendi içlerinden ve Harun soyundan İsa’yı (aleyhimesselam) bile elinde kılıç yok diye peygamber kabul etmedikten sonra buna ne denebilir!..
.
Osmanlı memuru kimdir? “Ya kâtip isterim ya zâbit!”
20 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :19 Ocak 2025 21:58
A -
A +
*Bürokrasisi güçlü Osmanlı İmparatorluğu’nda 400 kişiye bir memur düşerken, Türkiye Cumhuriyeti’nde 17 kişiye bir memur düşer.
Selçuklu sisteminin vârisi olan Osmanlılarda Orhan Gazi devrinden itibaren muntazam bir bürokratik teşkilat vardı. Zamanla bürokrasi kendi elemanlarını kendisi yetiştirmeye başlamıştır.
Memur sayısı giderek artmış, XVI. asırda 100 civarında iken, XVIII. asırda 40 büroda memur sayısı binleri bulmuştur. 1893’te 20 milyonluk Osmanlı İmparatorluğu’nda memur sayısı 35-70 bin arasında idi.
2021’de 84 milyonluk Türkiye’de 5 milyona yakın memur vardır. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nda 400 kişiye bir memur düşerken, Türkiye’de 17 kişiye bir memur düşer.
Osmanlı centilmeni
Hepsi padişahın mutlak vekili veziriazama bağlı bulunan üç tip memur vardır:
1-İlmiye (ulema). Şeyhülislâm riyasetinde, adliye ve maarif kadrosunu teşkil eder. Divan azası kazaskerler bu sınıftadır.
2-Seyfiye (kılıç ehli). Kara ve deniz ordusudur.
3-Kalemiye. Bürokratlardır. Hazine şefi defterdar ve divan ofislerinin şefi nişancı bu kadrodadır.
Sarayda enderun ve bîrun (iç ve dış) denilen kısımlarda doğrudan padişaha bağlı çeşitli memurlar vazife yapar.
Enderunda faaliyet gösteren mektep, yüksek Osmanlı bürokratlarının yetiştiği mutena bir müessesedir. Talebesi harblerde esir alınan veya gayrimüslim halktan devşirilen fiziği düzgün, zeki ve istidatlı gençlerdir.
Bunlar Müslüman Türk terbiyesiyle ve sıkı bir disiplin altında yetiştirilerek şimdiki tabirle birer Osmanlı centilmenine dönüşür.
Böylece normal şartlarda medrese veya kalemde yetişerek devlet hizmetine girme imkânı bulamayan gayrimüslim vatandaşların önü açılmış, devletin de işine gelmiştir. Köle (gulam) bürokrat istihdamı hemen bütün şark devletlerinde, ezcümle Abbasî ve Selçuklularda vardı. Osmanlılar bunu numune almıştır.
Kapı halkı
Bürolara kalem, memurlara kâtip, kalem amirine hâce, muavinlerine ise halife (kalfa) denir. Yüksek memurlar hâcegân diye anılır. Kâtip Çelebi, nam-ı diğer Hacı Halife bunlardandır.
8-10 yaşında istidatlı gençler kaleme şakirt (çırak) alınır, yazışma inceliklerini öğrenerek zamanla kâtip olur. Çoğu zaman kâtiplik bir aile mesleğidir. Zira o zaman evlat her yerde babasının işini devralırdı. Kasabın oğlu kasap, kâtibin oğlu kâtip olurdu.
Merkez ve taşrada her yüksek memurun kendi sekretaryası vardır. Kapı halkı denen bu memurlar, o kişinin vazifeye başlamasıyla maiyetinde çalışmaya başlar. Maaşlarını da ondan alır. Onunla gelir onunla gider. Bugün ABD’de de böyledir.
Devşirmeden Türklere
Devşirmeler ya bürokrat olur ya asker. Acemi oğlanlar ya saraydaki enderunda yetişir ya yeniçeri ocağında. Sultan I. Ahmed zamanında acemi oğlan sayısı 9406 idi. 1633 yılından itibaren devşirme usulü zayıfladı. Enderun mektebine Müslüman halktan da talebe alındı. Askerî ve sivil bürokratların da etnik menşei değişmeye başladı.
Sultan II. Mahmud zamanında Enderun’un yerini Mâbeyn-i Hümayun aldı. Mâbeynci ve başkâtip buranın en önde gelen amirleridir. Dârüssaade ağası, hünkâr imamı, hazine-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire (saray ahırları) müdürü de mâbeyn erkânındandır.
Enderun mektebi yerine Mekteb-i Mülkiye kuruldu. Acemi oğlanlar mektebi bilahare Galatasaray Sultanîsi’ne (liseye) dönüştürüldü. Basit memurlar için de Mekteb-i Maarif-i Adlî, bilahare rüştiye (ortamektep) mezunlarından memur yetiştirmek üzere Mekteb-i Mahrec-i Aklâm adında lise seviyesinde mektepler kuruldu. Ayrıca askerî rüştiye ve idadilerle (lise) Mekteb-i Harbiye kuruldu.
Babıali terbiyesi
Refik Halid der ki: “Eskiden memurlar hepsi mim ile başlayan şu derecelerden geçerlerdi: Evvela mübeyyiz, yani bir yazı müsveddesini temize çeken, arkadan müsevvid, yani müsveddeyi yazan, mümeyyiz o müsveddeyi tashih eden, müdür tashihli müsveddeyi tasvip eden. Mümeyyiz yükselir, müfettiş, müsteşar, sonra da mütekait olurdu.” (Bir Ömür Boyunca)
Ayrıca her memurun rütbesi vardı. Zamanla ve liyakatine göre yükselirdi. Memuriyet padişaha ve halka hizmet olarak görüldüğünden, sadrazamlık yapmış biri icabında valiliğe tayin edilebilir, “Bu benim rütbemden düşük iş, gitmem!” demek aklına gelmezdi.
Memurlar arasında, zamanla şarkılarda, romanlara, filmlere mevzu olan kâtip tiplemesinin sembolize ettiği bir adap vardı ki, Babıali Terbiyesi diye bilinirdi. Asırlar boyunca devam edegelmiş ananelerden süzülen bu terbiye, Osmanlı memurunun nezaket ve nezahetinin alameti olmuştu. Kibar tavırlılara, “memur gibi” demek âdetti.
Bu terbiyenin sahibi, büyüklerine hürmet ve emsallerine samimiyet gösteren, küçüklerine akran muamelesi yapan, mütevazı, ama vakarlı, eshab-ı mesalihin (iş sahiplerinin) dileğini ötelemeden tamamlayan, daire teamüllerine sadakat gösteren, oturmasını kalkmasını ve konuşmasını bilen, üstü başı hep düzgün bir numune-i imtisaldir. Kızların “Ya kâtip isterim ya zâbit!” diye hayal kurmasına şaşılmaz.
Düşük maaş yüksek itibar
Osmanlı memurunun işe girişi kolaydır. Daire amirlerinin elindedir. Vali kaymakamı, kaymakam da memurları işe alır. Nüfusun az olduğu bir zamanda, işe yarar adam boşta kalmaz.
Osmanlı memuru, teminat zırhına bürünmüş değildir. İngiltere’de de böyledir. Bir hata yaparsa, hatta işe yaramaz hâle gelirse, gözünün yaşına bakılmaz, postalanır. Cumhuriyet memuru ise, hele tek parti devrinde, hangi seviyede olursa olsun, âdeta bir kraldır.
Memurlara ya yevmiye ya da hazine gelirlerinden birisi tahsis edilir. Maaşı azdır, bazen gecikir, ama yine de memurluk itibarlıdır. Klasik devirde memur sayısı çok azdır. Tanzimat’tan sonra artmıştır.
Memurların bazısı kaleme gider, bazısı yer olmadığı için haftalık evrak torbalarını evine götürür, hazırlayıp getirir. Mesai esnekti, evi uzak olanlar geç gelip erken çıkardı. Ne servis vardı ne makam arabası ne lojman... Herkes yemeğini sefer tasıyla yanında getirirdi. Cumaları tatildi. Ramazan ayında işler hafifletilir veya tatil edilirdi.
Nereden nereye?
Tanzimat’tan sonra gayrimüslimlere de memuriyet yolu açılmış, memurların statüsü çıkarılan kanunlarla yeni ve sağlam esaslara bağlanmıştır. Memurluğa girişte imtihan usulü getirilmiş, memurlara muntazam maaş bağlanmış, sebepsiz azil kaldırılmıştır.
Meşrutiyet’ten sonra iktidar partizanların eline geçmiş, idareci elitler, eski bürokratlardan çok daha aşağı seviyeye düşmüştür. Meşrutiyet ve cumhuriyet idareci eliti umumiyetle halktan gelme olmakla birlikte, umumen asker menşelidir.
Çoğu yüksek bir tahsil ve kültürden mahrum, bürokratik tecrübesi bulunmayan, dış dünyadan kopuk, ecnebi lisan ve Avrupa kültürüne uzak, Avrupa görmemiş, ama züppelikte bir numara kişilerdir. Böylece devlet görgü ve tecrübesi cihetiyle klasik Osmanlı bürokratlarının mukayese kabul etmeyecek kadar gerisindedir.
Yenilikçi-Gerici
Tanzimat bürokratlarını ikiye bölmek, alaturkacılar-alafrangacılar, gericiler-ilericiler, gelenekçiler-yenilikçiler diye ayırmak Jön Türklerin âdetidir. Onlar bu tasnifi sever, böylece kendilerine tarihte bir kök edinmeye çalışır.
Hakikatte bürokratların böyle ikiye bölündüğü doğru değildir. Mesela “Alaturka” Hüsrev Paşa, ıslahatları şekillendirecek olan Meclis-i Vâlâ reisiydi. Fesi getiren, yeni orduya ilk talimi yaptıran odur. Padişah’a modern çatal-bıçak seti hediye edecek kadar yenilikçiydi.
Osmanlı mülkî, ilmî ve askerî bürokratı tek tiptir. Muvaffakiyetlerinin sırrı da budur. Günlük yaşantı ve fikriyatta farklılıklar olması tabiidir. Aralarında var olduğu dile getirilen ayrılık, rekabetten başka bir şey değildir.
.
İngilizler kimi sever? Ankara ve İngiltere 1923 ~
27 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :26 Ocak 2025 22:36
A -
A +
İtalyan Kont Sforza der ki: “İngiltere’nin harb sonrası politikaları yardımcı olmasaydı, ne kadar enerjik ve ileri görüşlü olursa olsun, milliciler tek başlarına muvaffak olamazdı.”
Musul, Lozan’da ciddi bir mesele oldu. Ankara ve Londra arasında müzakerelerden de bir şey çıkmadı. İş, Milletler Cemiyeti’ne (BM) götürüldü. Musul’un İngiliz mandası altındaki Irak’ın parçası olması kararlaştırıldı (1925). Ankara birden politika değiştirip bunu kabullendi.
Zamanın reisicumhuru Konya’da gazetecilere, “Millet harbden usanmıştır; Musul için harb mi edelim?” derken, diplomasiden pek haberi olmayan başvekil (İsmet Paşa), “Sulh için gerekirse Musul’dan vazgeçeceğiz. Ancak tazminatsız vermeyiz. Bu para, bizim projelerimiz için Musul’dan daha kıymetlidir” şeklinde Türk tarafının elini zayıflatan bir beyanat bile verdi.
Millet harbden usanmıştır!
1926’da Musul, Kerkük ve Süleymaniye, 25 yıl boyunca petrolden %10 mukabilinde İngiltere’ye terk edildi. Şeyh Said ayaklanması, Musul hezimeti için iyi bir bahane fırsatı oldu.
Mikusch der ki: “Mustafa Kemal için vaziyet kritikti. Taraftarları yavaş yavaş azalıyordu. Lozan’a götürmüş olduğu politikası tümüyle karaya oturmuştu, ya da en azından öyle görünüyordu. Fransa’nın tam bir dönüş yapması M. Kemal’in hızını kesmişti.
Bunun üzerine gizlice Londra’yla uzlaşmak yolunu aradı. Bunu kimse bilmiyordu ve henüz bilmeleri de doğru değildi. İngiltere artık Küçükasya’da millî vasıfta kurulmuş ve İslâm dünyasından ayrılmış bir Türkiye’ye razı olacaktı. Buna mukabil şüphesiz bir şey ödenmesi icap ediyordu: Bu da Musul oldu.” (Dagobert von Mikusch, Avrupa ile Asya Arasındaki Adam Gazi Mustafa Kemal, IV/54)
"İngilizler beni sever!"
Bundan sonra iki ülke arasında hiçbir siyasi ve diplomatik kriz yaşanmadı. 1936’da Kral, Türkiye’yi ziyaret etti. Atatürk’ün kordiplomatikte en yakın gördüğü diplomat İngiliz sefiri Sir Percy Lorraine idi. Sir Percy gönderdiği raporlarda kendisini göklere çıkarır. (Esra Sarıkoyuncu, Bir İngiliz Diplomatın Gözüyle Mustafa Kemal Atatürk)
Ölüm hastalığındaki ziyaretinde, Lord Percy’ye, -şaka veya hastalık tesiri ile- kendisinden sonra Türkiye’nin reisi olmasının en büyük arzusu olduğunu söylemişti. Hayrete düşen Lord Percy, zamanın İngiliz dışişleri bakanı Lord Halifax’a çektiği telgrafta bundan bahsetmiş; Lord Percy’nin oğlu Piers Dixon, babası hakkında hazırladığı kitapta bu telgrafı neşretmiştir. (Double Diplomat: The Life of Sir Pierson Dixon, Don and Diplomat by Piers Dixon, 1968, Hutchinson of London, pp. 42-44.)
(Kral İstanbul'da.)
(Kralın ayrılışına dair gazete haberi.)
Yakup Kadri’nin anlattığı gibi, yıllar sonra kendisine Dizbağı Nişanı vermesi konuşulduğunda, “İngilizler beni sever. Bunu Lloyd George’u düşürmek suretiyle gösterdiler” demişti. (Politikada 45 Yıl) Hatta başvekil İnönü’nün buna karşı çıkması kıskançlık olarak görülerek aforozuna sebep olmuştu.
Fanatik Yunan hayranlığı sebebiyle Türkler ve Yunanlılar kadar, siyasî kariyerini ve partisini de mahveden Lloyd George, Nazi düşmanlığı sebebiyle (annesi Yahudi idi), Stalin’i dünyanın başına bela eden ABD reisi Roosevelt ile beraber “bin yılın ahmaklarından” sayılır. Geride siyasi kariyeri pahasına bilerek/bilmeyerek güvenilir bir müttefik meydana getirmekle aslında İngiltere’ye hizmet etmiş oldu.
Başından beri M. Kemal’e ve Ankara hareketine destek olmuş İtalyan yüksek komiseri, sonra İtalya hariciye nazırı Kont Sforza, kendine mahsus mizah üslubuyla der ki: “İngiltere’nin harb sonrası politikaları yardımcı olmasaydı, ne kadar enerjik ve ileri görüşlü olursa olsun, Kemal ve arkadaşları, tek başlarına muvaffak olamazdı. Kemal, Downing Sokağı 10 numaraya (İngiliz başbakanlığına) secde etse yeridir.” (Count Carlo Sforza, Contemporay Italy, Trc. Drake & Denise de Kay, NY 1944, s. 235)
Milliyetçilerin İngilizciliği
Kemalist-Marksist tarihçi Doğan Avcıoğlu, “Milliyetçilerin İngilizciliği” serlevhası altında Ankara hareketinin ileri gelenlerinin İngiliz taraftarlığına misaller verir. Nizamnamesinde İngiliz mandasına açıkça karşı çıktığı hâlde İngiliz Muhibler Cemiyeti’ni hainlikle suçlarken, Kemalistleri taktik icabı İngilizcilik yaptıkları için mazur görür:
“Rauf Orbay, Mondros’ta İngilizlere, ‘Hükûmetimiz, barış içinde çalışarak gelişip ilerlemek istiyor. Bunun için de İngiliz politikasına uygun bir politika gütmeyi faydalı buluyor’ demiştir.
Ankara hükümetinin hariciye vekili Bekir Sami Bey, 4 Mart 1921’de İngiliz delegelerine, Türkiye’nin, İtilaf Devletlerinin hizmetinde, Bolşeviklere karşı kullanılmasını teklif etmiştir.
Ankara hükûmetinin Moskova sefiri Ali Fuad Cebesoy, Moskova’daki İngiltere ticaret heyeti reisi Hodgson’a, ‘Bizimle anlaşın, biz de sizin sömürgelerinizi koruyalım. Yunanlılar ve Ermeniler bunu yapamaz’ teklifinde bulunmuştur.
Refet Bele, 13 Haziran 1921 ve 27 Kasım-5 Aralık 1921 tarihlerinde General Harington'un temsilcisi Binbaşı Henry ile İnebolu’da yaptığı mülakatta, Türkiye ile İngiltere beraber olurlarsa, İngiliz İmparatorluğu’nun menfaatlerinin korunabileceğini, güneye doğru Slav harekâtına karşı bir set çekilebileceğini söylemiştir. Artık eskisi gibi geniş bir imparatorluk istemediklerini, Türk nüfusunu bir araya toplayıp güçlenme maksadı güttüklerini, bundan sonra da Türkiye’nin ekonomik kalkınmaya ihtiyacı olacağını, bu sahada İngiliz sermayesine kolaylık gösterileceğini beyan etmiştir.
Fevzi Çakmak’ın Mart 1920 tarihinde verdiği bir askerî emirde, İtilaf Devletleri personeline karşı pek çok incelikle ve misafirperverlikle davranılması istenmiştir.” (Millî Kurtuluş Tarihi, I/229-242)
Pera Palas’ta Gece Yarısı
Charles King der ki: “Mütareke devresinde Mustafa Kemal Paşa şehre gelerek Pera Palas’ta bir odaya yerleşti. İngiliz General Milne da otelde kalıyordu. Paşa’nın otelde içki içen Britanyalı subaylarla karşılaşmasına dair bir hikâye anlatılır. Subaylar onu masalarına davet ederler, ancak o reddeder. ‘Ev sahibi misafirin masasına gitmez; isterseniz masama buyurun’ der.
Hikâye genç subayın Britanya idaresine mukavemetini göstermek üzere sonradan uydurulmuştur. Ama o temelde bir pragmatistti. Elimizdeki bilgilere göre, Pera Palas’a tam da müttefiklerin merkez üssü olduğu için gitmişti.
Britanya’da çıkan Daily Mail gazetesinin muhabiri (ve istihbaratçı) G. Ward Price şehre gelmişti. Otele yerleştikten birkaç gün sonra otel müdüründen Kemal Paşa adında bir Osmanlı subayının onunla konuşmak istediğini beyan eden bir not aldı. Price, onun adını hiç duymamıştı, ama konuşmayı kabul etti. Karşı karşıya geldiklerinde, Price bu Osmanlı subayının askerî üniformasını çıkarıp hâli vakti yerinde Osmanlı erkeklerinin günlük elbisesi olan redingot ve fes giydiğini gördü.
Paşa, Osmanlıların harbde yanlış safı seçtiklerini, Enver gibi Alman yanlısı İttihatçı liderlerin zararlı tesiri yüzünden eski dostları Britanyalılara sırt çevirdiklerini söylüyordu. Müttefiklerin Anadolu’yu paylaşmaya niyetlendiklerini düşünüyor, Britanya’nın bu mevzuda güçlü bir rol oynamasını istiyordu.
‘Britanyalılar Müslümanlara muhtemelen Fransızlardan daha dostça davranırdı. Fransızların Kuzey Afrika Müslümanlarını idare tarihi epeyce problemliydi. Bu hâlde, Britanyalıların, kendisi gibi tecrübeli Osmanlılara ihtiyacı olacaktı. Bilmek istediğim şu: Böyle bir hizmet verirken benim pozisyonum ne olacak?’ diye sormuştu.
Bu teklifi Pera Palas’taki Britanyalı subaylara [istihbarat albayı Heywood’a] ilettim, ama onlar umursamadılar. ‘Çok geçmeden iş arayan bir sürü Türk generali olacak’ dediler. Daha sonra tarihçiler bu hadiseyi görmezden geldiler ya da onun Britanya’yı içten vurmak üzere yaptığı bir teşebbüs olduğunu söylediler. Ancak onun bundan sonraki altı ayı kendine istikbal arayan bir subay gibi davranarak geçirdiği de biliniyor.” (Pera Palas'ta Gece Yarısı)
.
Türkler medeniyeti nasıl şekillendirdi?
3 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :2 Şubat 2025 23:34
A -
A +
* Avrupa’da "içine şeytan girdi" diye yakılan akıl hastalarını ilk defa hasta kabul edip insanca muamele yapan, su, kuş ve melodi sesi, meşguliyet gibi vasıtalarla ilk tedaviye çalışan Türkler olmuştur...
İnsanlık tarihi yüz binlerce yıllıktır ve bir bütündür. Irkların milletlerin tarihi değildir. Medeniyet herkesin malıdır. Kültür aktarmasıyla inkişaf etmiştir. Bazı şeylerin ilk görüldüğü, doğduğu yerler olabilir. Bunlar o millete mal edilir. Demokrasi deyince eski Yunan akla gelir. Akdeniz, medeniyetlerin beşiğidir. Öğrenilen çok şey buradan çıkmıştır.
Medeniyet tarihi bir doğru takip etmemiştir. Yunan, Roma ve Avrupa şeklinde tekâmül ettiği telakkisi yanlıştır. Sinüs grafiği gibidir. "Taş Devri" gibi tarih devirleri birer faraziyedir, ispatlanmış şeyler değildir. Başından beri insan medenidir. İnsanlığın dibe vurduğu zaman ve zeminler olabilir. Nitekim astronomiye damga vuran Azteklerin torunları bugün çok geridirler.
Her milletin medeniyete az veya çok katkısı olmuştur. Seneler evvel bir Alman profesör, “Türklerin insanlığa hiçbir katkısı olmasa, sadece yoğurdu bulmaları kâfidir” demişti. Bu en kıymetli bağırsak antiseptiğinin ismi bile Türkçe yoğurmaktan gelir.
Şimdi Bulgar sütü diye satılmaktadır. Türkler, buna bile sahip çıkamamıştır. Sandal tutup Boğaz köylerine bülbül sesi dinlemeye gidenlerin torunları, bugün sokaklara tükürmektedir. O estetik zevki ve rafine kültürü kaybetmiştir.
Türk mutfağı
Türklerin en mühim hususiyeti adaptasyon kabiliyetidir. Bulunduğu vasata en iyi intibak eden topluluklardandır. Çevresinden müspet tesir görme hassasına sahiptir. Bu sebeple Çinlilerden, Moğollardan, Farslardan, Hindlilerden, Araplardan, Ermenilerden, Rumlardan hiçbir kompleks duymadan öğrendiklerini kendi kültürüyle harmanlamış, dünya çapında bir Türk kültürü ve Türk medeniyeti meydana getirmiştir.
Orta Asya’da şartlar icabı belki esaslı bir mutfak kültürüne sahip olmadığı hâlde asırlar boyunca öğrendikleriyle bugün dünyanın sayılı mutfaklarından bir tanesini meydana getirmiştir. Etli pilavın yanına sayısız yemek, içmek ve tatlı çeşitleri eklemiştir. Pek çok ülke mutfağı aslında İstanbul mutfağıdır. Bir Bulgar mutfağı, Yunan mutfağı, Ermeni mutfağından söz edilemez. Her biri İstanbul mutfağının birer versiyonudur.
Mesela kahve, Türk yurdunda yetişen bir bitki değildir. Ama XVI. asırda öğrenip sevdiği kahveyi dünyaya tanıtan II. Viyana Kuşatmasından sonra Türkler olmuştur. Kendilerine mahsus pişirme tarzı bile vardır. Bu kuşatma ile tanıdıkları mehter bandosuna kulak veren Avrupalıların musiki kültürü âdeta değişmiş, öte yandan askerî bando telakkisi doğmuştur.
Erimiş demir getirin!
Türk medeniyeti, belki Eski Çin veya İran gibi büyük değildi. Coğrafi şartlar ancak belli imkânlar tanımıyordu. Ama zannedildiği gibi sırf göçebe bir topluluk da değildi. Şehirler, kasabalar, köyler kurmuştur. Ziraatta inkılap yapmış, herkesin sathi sürebildiği toprağı, demir aletler vasıtasıyla derin sürmeye muvaffak olmuştur.
Türkler demircilikle öne çıkmıştır. Demirin medeniyete katkısı inkâr edilemez. Zengin demir yatakları Orta Asya’dadır. Ergenekon efsanesinde bile demirden dağın demirci vasıtasıyla eritilerek yol açıldığı anlatılır. Kur’ân-ı kerimde hazreti Zülkarneyn’in set yapmak üzere erimiş demir istediği kavmin Türkler olduğunu tefsirler anlatır. Türk mıntıkalarında demirden çok eşya bulunmuştur. Ayrıca Avarlar kuyumculukta da çok ileriydi.
Türklerin medeniyete en büyük katkısı şehircilik olmuştur. Yeni şehir ve kasabalar kurmuş, mevcut olanları imar etmiştir. Kendine has şehircilik telakkisi ve mimari doku, Türkistan’dan Orta Avrupa ve Adriyatik’e kadar yayılmıştır. Benzer evler, avlular, cumbalar, pencereler çok şirindir. Hele Türk çarşısı kendisine mahsus bambaşka bir dünya teşkil eder.
Şehir, devlet demektir. Böylece güçlü bir devlet ananesi teşekkül etmiştir. Memleket salahiyetleri töreyle mahdut hükümdarlar tarafından idare edilirdi. Kanunların sözlü ve gizli olduğu bir çağda, Türklerde yazılı kanun ananesi vardı. Hunlarda hükümdar ve devletin hazinesi ayrı idi.
Turan taktiği
Türkler atlı bir millettir. Türk, atın üzerinden inmeden uzun zaman geçirir. Çiğ etin, eyer altında pişmesiyle teşekkül eden pastırma (bastırma) böyle doğmuştur. Atı evcilleştiren, hatta Oğuz destanına bakarsanız tekerlek ve arabayı bulan Türklerdir.
Eyer ve üzengiyi inkişaf ettiren Türklerdir. Ata binmeyi kolaylaştırdığı için pantolonu ve hafif kıyafetleri ilk bulup giyen ve Macarlar vasıtasıyla dünyaya tanıtan Türkler olmuştur.
Türklerin ordu sistemi ve harb taktikleri, dünya harb tarihine model olmuştur. Geri çekilir gibi yapıp sonra geri dönerek düşmanı kıskaç altına almasına "turan taktiği" adı verilir.
Avrupa Hunlarının ve Avarların önünden kaçan şarki Avrupa’daki Cermen ve Slav halkları, Garba yayıldı. "Kavimler Göçü" denilen bu dünyanın en mühim hadiselerinden biri, Avrupa’nın nüfus yapısını ve böylece kültür tarihini değiştirmiştir.
Nihayet Müslüman Türklerin, nice zahmetler çekerek tarihin en vahşi, yağmacı ve tahripkâr topluluğu olan Moğolları durdurması ve onları asimile etmesi, insanlığa büyük bir iyilik olmuştur.
Kâğıt, matbaa, barut...
12 hayvanlı Türk takvimi orijinal bir takvimdir. Her ay ve yıl bir hayvan ile ifade ediliyor. Bugün Çinlilere mal edilir ama, Türklerin astronomide çok ileri gittiği bilinen bir keyfiyettir. Biruni, Ömer Hayyam, Uluğ Bey Türkler arasından yetişmiştir.
Bugün Avrupa’nın kullandığı takvimden daha hassas Celali Takvimini Selçuklular tertiplemiştir. Fetihler sebebiyle coğrafyada ileri gitmişlerdir. Piri Reis, Seydi Ali Reis gibi âlimler yetiştirmişlerdir. Kâğıt, matbaa ve barutu Çinlilerden öğrenip dünyaya tanıtan Uygur Türkleridir.
Avrupa’da "içine şeytan girdi" diye yakılan akıl hastalarını ilk defa hasta kabul edip insanca muamele yapan, su, kuş ve melodi sesi, meşguliyet gibi vasıtalarla ilk tedaviye çalışan Türkler olmuştur. Anadolu ve etrafında Türklerin kurduğu bimarhaneler (akıl hastaneleri) günümüze kadar gelmiştir.
(Bahattin Ögel’in Türk Kültür Tarihine Giriş kitabı okunabilir.)
.
Ah bir zengin olsam!
10 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :10 Şubat 2025 00:41
A -
A +
Eski zaman zenginlerinin eli ve evi açıktı. Yedirirler, içirirler, yüzlerce insanı giydirip kuşatırlar, mahallenin fakir fukarasını gözetirlerdi.
Eskiler “Sıcak ile zenginlikten zarar gelmez” derdi. Ama zenginlerin derdinin
daha fazla olduğu da belli bir şeydir. Üstelik zengini hayırsız evlat mahveder derler. Zengin, Farsça taş manasına seng kelimesinden gelir. Taş gibi ağır çeker demektir. Eski Türkçede zengine bay denir.
Damdaki Kemancı’nın “Ah bir zengin olsam!” şarkısı meşhurdur. Çokları zengin olsa ne yapacağını bilmez veya şaşırır. Gençler kolay yoldan zengin olunacağını zannederler. Öyle olmadığını anlayınca servetin ancak kumar, borsa, kaçakçılık gibi yollardan elde edildiğini düşünürler. Böylesi vardır elbette.
Ama zenginliğe, çalışmakla, sabırla ve bir de talihin yardımıyla basamak basamak çıkarak ulaşılır. Bunun için meşhur zenginlerin hatıratlarını okumak iyidir. Saniyelerini boş geçirmedikleri görülür. Şimdi herkes paraya taliptir, çalışmaya değil... Aksi takdirde, zenginin malı züğürdün çenesini yorar!
ÜÇ KİŞİYE ACINIR!
Para darlığının her zaman hüküm sürdüğü Osmanlı cemiyetinde şimdiki manada zengine rastlanmazdı. Zengin denenler, geniş arazilere sayısız hizmetkârlara sahip kişizadelerdi. Ama çoğunun cebinde beş parası olmadığı olurdu.
Sultan Hamid devrinde, kuşağında veya koynunda gizlice getirdiği bir miktar altın sermaye ile bir köylünün, birkaç sene zarfında, düğününe nazırlar gelecek kadar mevki, servet yapmış bir tüccar olması imkânsızdı. Zira ticaret âlemi o devirde ananelere bağlı, zenginlik ise zamana muhtaçtı. Türedi iş adamı çok güç ve çok geç yetişirdi.
Cihan Harbi, vurgunculuk yaparak servet kazanan zenginler türetti. Hazmedemedikleri bir serveti harcarken, sonradan görmelikte kusur etmediler. Mamafih haydan gelen huya gider hesabı, çoğu az zamanda dilenecek hâle geldi.
Zenginken fakir düşmek de hayatın en acı cilvelerindendir. Şahane Züğürtler piyesi bunu mevzu edinir. Hazret-i Peygamber, “Üç kişiye acınır. Zenginken fakir olana, makamını kaybedene, cahiller arasına kalan âlime!” buyurmuştur.
Meşru yoldan gelen ve hayra giden servetin herkese faydası vardır. Kur’ân-ı kerimde zenginlik ve servet övülür (Sad: 31). Peygamberlerin ve eshabının çoğu zengindi. Ağniya-ı şâkirîn (şükreden zenginler), fukara-yı sâbirînden (sabreden fakirlerden) evla görülmüştür. Çünkü aklı başında zenginin, cemiyete faydası çoktur.
Eskiden zengin-fakir mahallesi ayrı değildi. Zenginler, fakir kızlara çeyiz düzer, delikanlılara iş kurar, fakir çocukları sünnet ettirirdi. Evi yanana, hastası olana yardım eden bir sosyal sigorta vazifesi görürdü.
SERVET SİZE YAKIŞIYOR!
Refik Halid anlatır: “Milyoner, sohbet arasında hemen hemen hiç kullanılmayan kelimelerden biriydi. Türkçe lügatlerde bu kelime geçmezdi bile. Babama, Sultan Abdülhamid henüz tahtında iken, bizim memlekette çok zengin denilen insanın kaç altınlık serveti vardır? diye sormuştum. Üç kişiyi istisna ettikten sonra, ötekiler en fazla 50 bin (altın) liralık adamlardır, dedi. Bu para büyük servettir; hakikaten de yemekle kolay bitmez. Pek nadir kimseye nasip olmuştur.
Eski zaman zenginlerini bütün millet tanırdı. Çoğunun evleri ve elleri açıktı. Yedirirler, içirirler, yüzlerce insan giydirip kuşatırlar, mahalle fakir fukarasını gözetirlerdi. Bunlar şüphesiz daha faydalı insanlardı. Çoğunun konağı küçük mikyasta bir Darülaceze ve yetimhane, mahallesi için bir dispanser, bir imaret idi.
Zenginliğin bazı icapları, terbiye ve adabı vardı, buna uyarlardı. Kendilerine yakışır şekilde yaşarlar, lakin gözlerini kapayınca çoluk çocuklarına en fazla biri yazlık, öteki kışlık iki evden başka bir şey bırakmazlardı.” (Akşam, 29 Eylül 1947)
Sultan II. Mahmud bir iftarda Şeyhülislam Dürrizade’nin Üsküdar’daki konağına gitti. Habersiz gelindiği hâlde metanetini hiç kaybetmeyen şeyhülislamın sofrası o kadar zengindi ki, Padişah hayran kaldı. Yalnız şatafatsız hoşaf kaseleri dikkatini çekti. Şeyhülislam hoşafı serin sevdiğini, içine buz atınca tadının değiştiğini, bu sebeple buzdan hususi kâseler yaptırdığını söyleyince hayranlığı bir kat arttı. “Servet size yakışıyor” dedi. Nitekim Cenab-ı Peygamber, “Allah kuluna bir nimet verince, eserini üzerinde görmek ister” buyurmuştur.
Paranın kıymetini kim bilir?
En sıkı cimriler de zenginlerden çıkar. “Bay olmadım ki hızan olayım” eski bir Türk halk tabiridir. Zengin olmadım ki cimri olayım, demektir. Gerçi cimrilik, zengine fakire bakmaz. Ama zenginliğin hasislik sayesinde elde edildiğini zannedenler çoktur.
Ecnebi zenginlerin çoğu dişinden tırnağından arttırarak zengin olduğu için paranın kıymetini bilir, tevekkülden nasipsiz bulundukları için bir gün servetlerini kaybedip fakir düşmekten ölesiye korkarlardı. Bu sebeple zengin gibi yaşamak şöyle dursun, hasislik edebiyatının şaheserleri olan fıkralara mevzu teşkil ederlerdi.
İmparator III. Napolyon devri zenginlerinden biri oğullarına, “Eğer bu hafta derslerinize iyi çalışır, uslu durursanız sizinle pazar günü gezmeğe gider, dondurma yiyenleri seyrederiz!” demiş. Bir başkası şeker kavanozuna sinek hapseder, döndüğü vakit sineğin uçup uçmadığına bakarak şekerden alınıp alınmadığını kontrol edermiş. Bir diğeri hasta uşağının yerine çarşıya gitmeye mecbur olunca, “Ver şu kunduralarını, madem senin yerine gidecek olan benim, niçin kendi ayakkabılarımı eskiteyim?” demiş. (Refik Halid, Tan, 15/XII/1941)
Baron Rothschild, bir gece Fransa hariciye vekili Prens de Talleyrand ile kâğıt oynarken yere bir lira düşürmüş. Oyunu bırakmış. Eğilip masa altında aranıp dururken, Prens cebinden 25 liralık bir banknot çıkarmış. Bükmüş, şamdanda ucunu tutuşturarak aşağıya uzatmış ve “Sizi aydınlatmama müsaade buyurunuz!” demiş.
Her mahallede bir milyoner!
Tek Parti idaresi zenginlerden, şahsi servet sahiplerinden hoşlanmazdı. Kendisine bağlı birkaç zengin için imkânları sonuna kadar açar, halkın hâlini umursamazdı. Zira servet bir güçtü. Ne yapacağı belli olmazdı.
Adnan Menderes “Her mahallede bir milyoner meydana getireceğiz” demişti. Sözünü de az çok tuttu. Karşılığını hayatıyla ödedi. İnsanlar servet ve medeniyeti onun zamanında gördü, yaşadı.
İki cihan harbi, bütün ananeleri tarihe gömdü. Yerine servet esasına dayanan gücü hâkim kıldı. O zamandan beri dünya global sermayenin direktifleriyle idare edilmekte; politika, diplomasi, ekonomi, sosyal hayat, hatta dinler bile global sermayenin arzularına göre dizayn edilmektedir.
Global sermayenin en büyük düşmanı, para transferine tesir eden ananelerdir. Monarşi, din, cemaat, aile gibi ferdin tercihlerine tesir eden müesseselerle mücadele ederek ferdiyetçiliği destekler. Sonra ferdi istediği cihete yönlendirerek kazanacağı parasına bakar. Globaller için dindarlık veya din düşmanlığı, milliyetçilik, siyonizm, dinler arası diyalog, laiklik, feminizm, LGBT, hep sermayenin kolayca kazanması için kullanılan gayri samimi birer argümandır.
.
Bir padişahın 24 saati
17 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :17 Şubat 2025 00:28
A -
A +
Osmanlı padişahlarının günleri seferde dahi olsalar ibadetle başlar, ibadetle sona ererdi.
Havuz başında cariye oynatan padişah imajı, Batılı ressamların uydurmasıdır.
Padişah gün doğmadan evvel kalkar. İcap ederse yıkanıp abdest aldıktan sonra sabah namazını ekseriya Ağalar Camii’nde enderun ağaları ile beraber cemaatle kılar. Namazdan sonra Kur’an-ı kerim okur, zikir ile meşgul olur.
Muntazaman namaz kılmak vecibesine Osmanlı sarayında sonuna kadar uyulmuştur. Cemiyette olduğu gibi günlük hayat namaz vakitlerine göre tanzim ve tertip edilmiştir. Sarayda hayat ciddiyet içinde geçer. Havuz başında cariye oynatan padişah imajını ecnebi ressamlar uydurmuştur.
Sofrada tek başına
Sabah kahvaltısı, enderun denilen iç sarayda kiler odasında ve kilercibaşı nezaretinde hazırlanır. Çeşnicibaşı tabla vasıtasıyla takdim eder. Padişah yere oturup yer sofrasında sini üzerinde yemek yer. Dizlerine bir peşkir serer, bir peşkir de sol kolunda asılı durur.
İlk zamanlar herkes gibi padişahlar da günde 2 kere yemek yerdi. Biri kuşluk vakti denilen günün dörtte birinde, yani saat 9-10 sularında yenirdi. Diğeri, ikindi vaktinden sonraydı.
Daha evvel kuşluk vaktine kadar açlığa sabredemeyen küçük çocuklara ve düşkün ihtiyarlara kaba kuşluk vakti denilen saat 8 gibi peynir ekmekten ibaret hafif bir kahvaltı verilirdi.
Yemek zamanları mehter çalınarak ilan edilir. Evvelce hünkâr ve devlet ricali evvela ayakta mehteri dinler, sonra oturup bir arada yemek yer.
Sultan Fatih devrinden itibaren sabah, öğle ve akşam olmak üzere günde 3 kere yemek âdeti geldi. Yazın uzun günlerde dört defa yemek çıktığı da olurdu.
Ayrıca Fatih’ten sonra padişahlar yemeklerini hep yalnız yemiştir. Tanzimat’tan sonra arada bir aile fertleri veya misafirleriyle yemek yedikleri gibi, davetlere de gitmişlerdir.
Padişah kahvaltısında, umumiyetle şunlar bulunur: Has ekmek, sıcak süt, tereyağı, bal, reçel, arzuya göre pişmiş yumurta, peynir, soğuk et, börek, meyve. Çay henüz hayata girmemiştir. Sıcak veya soğuk şerbet ile süt içilir.
Günün ilk yarısı
Padişahın günlük hayatı harem ile enderun arasında, yani iç sarayda geçer. Kahvaltıdan sonra padişah harem dairesinden çıkarak enderundaki has oda isimli ofisine gider.
Burada her biri birer hüner ve marifet sahibi Osmanlı entelektüeli olan ağalarla vakit geçirir. Devlet işleriyle meşgul olur. Kendisine arz edilmiş evrakı okur, yazılarını yazdırır. Tanzimat’tan sonra burası mabeyn adını almıştır.
Padişah sarayda toplanan Divan-ı Hümayun’a riyaset eder. Sultan Fatih’ten itibaren toplantılara katılmamış, kendisine mahsus kafeste örtülü locadan müzakereleri takip etmiştir.
Toplantı bitince divan azaları sırasıyla sarayın bâbüssade adlı üçüncü kapısının girişinde hemen karşıdaki arz odasında padişahın huzuruna çıkar, görüştükleri meseleleri arz ederek tasvibini alır.
Diğer zamanlarda padişah çağırmadıkça sadrazamların saraya gelmeleri âdet değildir. Elçi ve misafir kabulü de bu ihtişamlı odada olur.
Divan toplantısı olmayan günlerde yaz ise, padişah bazen atla binişe (gezintiye) çıkar veya kayıkla Marmara, Boğaz ve Haliç kıyısındaki bahçe ve köşklerden birine gider. Bazı padişahlar gemiyle yakın şehirlere seyahat yapmıştır.
Av veya başka sporlarla meşgul olur. Enderunluların spor müsabakalarını seyreder. Sarayda da istirahat ve kahve içmek için çeşitli köşkler vardır.
Bazen tebdili kıyafet ederek (kıyafet değiştirerek) yanına mutemet birini alıp şehirde dolaşmaya çıkar. Halkın hâlini öğrenir, cemiyetin nabzını tutar.
Dünya mutfağı
Cuma günleri padişah cuma selamlığına çıkar. Camilerden birinde namazı kıldıktan sonra saraya döner. Sair günlerde Ağalar Mescidi’nde kılınan namazdan sonra öğle yemeği yenir.
Bu yemek sarayda kuşhane denilen hususi bir mutfakta hazırlanır. Haremle dışarının irtibatını temin eden zülüflü baltacılar ocağından kuşçu denilen aşçılar yemeği bakır sahanlarda pişirir, çeşnigir (tadıcı) nezaret eder.
Kapalı sahanlara konulup bir tepsiye dizilerek tülle sarılır. Mühürlendikten sonra tablacıbaşı nezaretinde tablakârlar vasıtasıyla padişaha takdim edilir.
Yemek enderunda yeniyorsa çeşnigirler ve kiler odası mensupları, haremde yeniyorsa gedikli cariyeler hizmet eder.
Yemek padişaha Çin porseleninden hususi imal edilmiş tabaklarda arz edilir. Yemek zehirli ise bu tabakların süsleri hemen renk değiştirerek vaziyeti belli eder.
Öğle yemeğinde şunlar bulunur: Çorba, kebap, tavuk veya hindi, etli sebze, dolma, pilav, muhallebi veya sütlaç, ekşili bamya, av eti, kuru sebze, börek, baklava veya hamur tatlısı, meyve ve şerbet. Sofrada ayrıca iştah açıcı turşular da bulunur. Kuşhanenin miskli aşuresi meşhurdu.
Zeytinyağlı yemek ve balık ise (pişerken kötü koktuğu için) sarayda ne pişirilir ve ne de yenir. Saraya alkollü içki asla girmez.
Sultan Fatih devrinde bile padişahlar basit yemekler yerdi. Osmanlı mutfağının dünya çapında kıymet kazandığı XVII. asırdan sonra sofralar da zenginleşti. Yine de padişah bir öğünde çeşidi ve porsiyonu az yemeği tercih ederdi.
Ramazanda herkes oruç tuttuğu için yemek saat ve tarzı değişir.
Günün ikinci yarısı
Hünkâr öğle yemeğinden sonra istirahate çekilir. Bazen bu sırada kitap okur, şiir, hat gibi hususi işleriyle meşgul olur. Enderunda çok kıymetli 5 bine yakın eserin saklandığı bir saray kütüphanesi mevcuttur. Yıldız’daki kütüphanede 10 bin cilt kitap vardı.
İkindi namazından sonra yine haremden enderuna (mabeyne) çıkar. Akşam namazına kadar istediği kimselerle görüşür. Bunlar ekseriya haftanın her günü ayrı olmak üzere, din ve ilim adamları, tecrübeli eski devlet ricali, şair, edip ve sanatkârlar gibi değişik kimselerdir.
Sultan Hamid bu saatlerde marangozhanesinde meşgul olur veya bahçede yürüyüş yapardı. Geç vakte kadar mabeynde kalıp çalıştığı vakiydi.
Akşam namazından sonra hünkâr öğle vaktine göre daha hafif bir yemek yer. Yatsı namazına kadar yine kendi kendisine meşgul olur ve eğer hayatta ise annesi olan valide sultanla çok zaman bu sırada görüşür. Yatsı namazından sonra hareme, yatak odasına çekilir.
Halvet
Yatak odasının önünde hazinedarlar sabaha kadar nöbet bekler. Bunlar haremde en mutemed hanımlardır ve her zaman padişahın huzuruna girip çıkabilir. Ailesi bile bu imtiyazdan mahrumdur.
Padişahları, hazinedarlar giydirir. İçlik (gömlek) ve şalvar üzerine üç etekli entari giyip kuşak sarar. Üstüne kolsuz kaftan veya kürklü cüppe giyer. Elbiseleri sadedir, ama fevkalade zariftir. Kumaşları Türk işidir. Başına takke üzerine hafif sarık sarar. Merasimlerde kavuk giyer. Ayağına mest şeklinde hafif sahtiyan pabuç giyer.
Sultan Mahmud’dan sonra bol pantolon, yakası ilikli dizlere kadar uzayan İstanbulin giyer, ayağına fotin (konçlu ayakkabı) geçirir, başına fes örter. Dışarı çıkarken üstüne harmani (pelerin) veya kaput alır. Üniforma giydiği de olur.
Bazı akşamlar haremde kızlar bandosunun tertiplediği eğlenceyi seyreder. Tanzimat devrinde saray tiyatrosu yaptırılmış, burada saray halkına bazen padişahın da iştirak ettiği, kimi zaman diplomatik maksatlarla ecnebi misafirlerin davet edildiği temsiller verdirilmiştir. Sultan Hamid’in gece yatarken kitap okutturmak âdeti idi.
Hünkârın geceyi geçireceği hasekisine (zevcesine) gündüzden bir hediye yollaması âdettir. Bunu alan haseki, hamama götürülüp yıkanır. Güzel kokular sürünür. Giydirilip süslenir. Padişahın dairesine götürülür. Kızlar ağası lazım gelen müsaadeyi aldıktan sonra kendisini kapıdan padişahın huzuruna çıkarır.
Sır kâtibi, yaz!
Ramazan ayındaki Hırka-ı Şerif ziyaretinden başka, kandillerde mevlid okutulur, padişah da iştirak eder.
Bayramlarda muayede (bayramlaşma) merasimi olur. Padişah, evvela sarayda devlet ricali ile, sonra da haremde ailesi ile bayramlaşır.
Ecnebi bir misafir gelince, buna göre hususi programlar yapılabilir.
Padişahların gün içinde yaptıkları sır kâtiplerince ruznamelere geçirilirdi. Bunlardan I. Mahmud, III. Osman, III. Mustafa, I. Abdülhamid ve II. Mahmud'a ait olanlar bugüne intikal etmiştir.
Milli Mücadele'yi başlatan Damad Ferid Paşa’dır!
24 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :24 Şubat 2025 01:05
A -
A +
*Yunanlıların İzmir’den Ayvalık’a yürümesi üzerine, Damad Ferid Paşa 27 Mayıs 1919’da Yunanlıların Ayvalık’a sokulmaması emrini verdi. 172. Piyade Alayı düşmanı püskürttü... Şu hâlde Yunanlılara karşı ilk mukavemet, bir başka tabirle “Millî Mücadele” burada ve Ferid Paşa’nın emriyle başlatılmış demektir.
İsmet İnönü 1969’da Türk Tarih Kurumu’nda verdiği bir konferansta şöyle diyordu: “Damad Ferid Paşa hain değildir! Başlangıcında millî mücadeleye katılan zaten çok azdı. O zamanlar başka kurtuluş fikri taşıyanlar, kurtuluş yolu arayanlar vardı. Yeniden bir mücadele hareketinin, elimizde olan toprakların da kaybına sebep olabileceği kaygısını taşıyanların arasında Damad Ferid Paşa da vardı. Farklı fikirde olması ile hain olması arasında farkı beyan etmek isterim. Başlangıçta onun gibi düşünen birçok gazeteci, birçok insan vardı.” (Tanıkların Anılarıyla İsmet İnönü)
Baltalimanı Sahilsarayı - Şimdi kemik hastanesi ve üniversite lokalidir.
Kaybedenler Kulübü
Buna rağmen Ferid Paşa, "kaybedenler kulübü"nün ileri gelenlerindendir. Kemalist literatürde en kötü figür iken, Anti-Kemalistler de Padişah’ı hakikatte Ankara’ya taraftar gösterebilmek için ona yüklenmişlerdir.
İbnülemin der ki: “Vazife icabı temas ettikçe muamelelerinde kibir ve azamet görmedim. Bilakis nazikâne hareketlerine şahit oldum. Ne fecidir ki bu zatın lehinde söyleyen yazan bir ferde tesadüf olunamaz.” (Son Sadrazamlar)
Bunların bir kısmı onunla rakip pozisyonundaki ya da onunla zıtlaşmış kimselerdir. Diğerlerinin cumhuriyet devrinde Ferid Paşa hakkında müspet konuşmaları ve yazmaları beklenmez. Ama hainlik, nereden bakıldığına göre değişir. Ankara hareketi mağlup olsaydı, bu defa şüphesiz Ferid Paşa kahraman, karşısındakiler hain sayılacaktı.
Saltanata, hilafete ve hanedana sadakatten asla ayrılmamış, bu sebeple kabahatleri büyütülmüştür. Belki yüksek meziyetlere sahip tecrübeli bir bürokrat değildir. Ama hakkında söylenenleri de hak etmemektedir.
Safdil vezir
Mehmed Ferid Paşa (1853-1923), Bahriye Müsteşarı Rumelili Hasan İzzet Efendi’nin oğludur. Babası ilim ve iyi ahlak sahibi idi. Ferid Paşa, Paris, Berlin, Petersburg ve Londra Sefaretinde kâtiplik yaptı.
Bombay’a gönderilecek iken vezir, Şûrâ-yı Devlet ve nihayet Heyet-i Âyân azası oldu. 1886’da Sultan Abdülhamid’in dul kız kardeşi Mediha Sultan ile evlenip Baltalimanı’ndaki yalısına çekilerek kendisini okumaya vermiştir.
Meşrutiyet devrinde İttihatçılara muhalif fırkanın lideri oldu. Mondros Mütarekesi’ne delege gönderilecekken, Sadrazam İzzet Paşa tarafından engellenerek yerine İttihatçı Rauf Bey gönderilmiş; olanlar olmuştur. Nedense kimse sonradan Ankara hareketinin lider kadrosunda yer alan Rauf Bey’e yüklenmemiştir.
En büyük emeli memleketi İttihatçı komitacılardan temizlemek ve tekrar iktidara gelme tehlikesini bertaraf etmekti. Ancak bunu elde edecek imkânlara sahip değildi. İngilizlerle iyi geçinme siyaseti takip ederdi. Sadrazamlığa başlıca getirilme sebebi de budur. Ne kadar safdilmiş ki, İngiltere’nin, monarşi olduğu için saltanata, sömürgeleri yüzünden de hilafete dokunmayacağını; koruyacağını zannederdi...
Ferid Paşa, 1919-1920 arası 5 defa sadrazamlığa getirilmiştir. Bununla beraber hükûmet müddetinin hepsi 1 yıl 1 ay 8 günden ibarettir. Padişah başka kimseyi bulamamış, bu ağır şartlarda bu ağır yükü kolay kolay kimseye kabul ettirememiştir.
Kendisi, itham edildiği üzere İngiliz mandası taraftarı olmak şöyle dursun, eski ihtişamlı günlerin ihyasına elverişli tam müstakil bir Osmanlı hilafetinden yanaydı.
Paralel hükûmet
İzmir’in işgalini işitince kederinden bayılmıştır. Neşrettiği sadaret beyannamesinde işgali şiddetle protesto etmekte, bu uğurda icap ederse bir nefer gibi vazifeye hazır olduğunu söylemektedir. Silahsız olarak her türlü nümayiş ve mitinge izin vermiştir.
Yunanlıların İzmir’den sonra Ayvalık’a yürümesi üzerine, Ferid Paşa 27 Mayıs 1919’da Yunanlıların Ayvalık’a sokulmaması emrini vermiş ve 172. Piyade Alayı düşmanı püskürtmüştür... Şu hâlde Yunanlılara karşı ilk mukavemet, bir başka tabirle “Millî Mücadele” burada ve Damad Ferid Paşa’nın emriyle başlatılmış demektir (Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, I/280).
Paşa’nın sadaretinde, harb suçluları muhakeme olunup cezalandırıldı. Böylece Osmanlılar, maziyle yüzleşmiş oldu. Kemal Paşa’yı fevkalade salahiyetlerle Anadolu’ya gönderen Ferid Paşa olmuştur ki saflığının başka bir delilidir.
Çağrıldığı hâlde geri dönmeyen Kemal Paşa ile mücadele etti. Ama ne yaptıysa bir isyan olarak gördüğü hareketi bastıramadı. Buna mukabil Ankara Meclisi, Ferid Paşa’yı hain ilan edip vatandaşlıktan çıkardı. Bununla da kalmayıp Haziran 1920’de kendisine suikast tertipledi, ama kurtuldu.
Paris’te paraf edilen sulh anlaşmasını Meclis'in kapalı olduğu bahanesiyle tasdik etmeyerek müttefikleri oyaladı. Nihayet tavır değiştiren İngilizlerin, “Ankara ile anlaşın!” tavsiyesine uymadığı için istifa edip uzlete çekildi.
Bir kral naibi, bir de o...
Times’da “Pek namuslu ve vatanperver idi. Ancak siyasî değildi. Hayatı sade, tavırları büyüleyici ve azametli idi” diyor.
Sert icraattan nefret ederdi. Devlet malının kuruşuna elini sürmezdi. Muhaliflerinin amansız olduğu bir devirde hükûmeti tutan bir gündelik siyasi gazete çıkarması tavsiye edildiğinde, “Milletin ve hazinenin böyle bir sıkıntılı zamanında bir gazeteye bu kadar para sarf edilemez” diye bahsi kapattırmıştı.
Hariciye nazırı iken, herkesi; kimini İngilizce kimini Fransızca konuşarak pek medeni tavırlarla idare ettiğinden Refik Halid hayranlıkla bahseder. Diplomatik vazifeyle gittiği Avrupa’da fesini başından çıkarmayacak kadar millî şerefine düşkündü. Yanına giren en küçük memura bile beyefendi diye hitap eder, böylece gençlere adab ve erkân dersi vermiş olurdu.
Zevk-i selim sahibi ve güzel yaşamaya meraklı idi. Boğaziçi ilk gezinti yatını onda görmüş, şehre otomobil gelir gelmez bir tane edinmiştir. İngiliz sefiri, “Ben bu ihtişamı bir sizde bir de bizim Hindistan kral naibinde gördüm” demiştir.
Sultan Vahideddin ve Ferid Paşa
Adam seçmek hüneri
Uzun saçları, favorileri, manikürlü tırnakları bazılarınca alay mevzuu olmuştur. İtikadı kuvvetli ve dinî kültüre sahip idi. Gençliğinde çok dindarmış. 12-13 yaşlarında iken minareye çıkar, ezan okurmuş. Londra’da kâtipken güçlülere şirin görünmek için alafrangalaştığı rivayet edilir.
Ferid Paşa okumaya, bilhassa tarihe meraklıydı. 4 ciltlik bir Türk tarihi yazmış, basılmamıştır. Binlerce kitap bulunan geniş kütüphanesindeki kitapları tek tek okuyup notlar almıştır. Sürgüne çıktığında el konulan kütüphanesi haraç mezat satılmıştı. Saflığına bakınız ki, yalısının yıllardır daire müdürü olan Şerif Bey’in İttihatçı olduğu sonradan ortaya çıkmıştır.
Şair Rıza Tevfik anlatıyor: “Damad Ferid Paşa iyi dostumdu. Pek nazik bir adamdı. Fransızcayı okur, yazar ve söylerdi. Gayet ketum idi. Hocalara ehemmiyet verirdi. Hilafete ve Sultan Vahîdeddin'in şahsına pek bağlı idi. Mahdut bir saray muhiti içinde yıllarca yaşamış olduğu için dünyadan bihaberdi. Her şeyden ziyade teşrifata ehemmiyet verirdi. Eski Babıali kibarlığını bilirdi. Kim kendisine karşı önünü kavuşturup redingotunun göğsünü ilikleyip huzuruna çıkar ve adap ile lakırdı söylerse, onu mutlaka herkese tercih ederdi.”
Yanıma Müslümanlar gelsin!
Ankara hareketi kazanınca, ailesiyle beraber memleketi terke mecbur oldu. Fransa’ya Menton’a gitti. Burada İzmir’in işgalinden beri çektiği mide kanserinden öldü...
Her şey aslına rücu eder. Vefat ettiği gün doktorları işaret ederek, “Bunları çıkarın, yanıma Müslümanlar gelsin!” demişti. Mazhar Ağa’dan Yasin-i şerif okumasını istemiş, kendisi de Ağa’nın elini tutmuştur. Daha kıraat bitmeden gözlerini açmış, “Hayır, hayır, namazdan sonra!” sözünü müteakip vefat etmiştir.
Zevcesi Mediha Sultan da birkaç sene sonra vefat etti. Çocuğu olmamış, zevcesinin ilk zevci Necip Paşa’dan olan oğlu Sami Bey’i evlat edinmiştir. Sürgüne çıkarken süvari binbaşısı olan bu zatın soyu İngiltere’de yaşamaktadır.
.
Halifelik varsa İngiliz dostluğu yoktur!
3 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :3 Mart 2025 11:54
A -
A +
* 3 Mart 1924 Müslümanların en eski müessesesi olan 14 asırlık halifeliğin tarihe gömüldüğü gündür. Osmanlıları üç kıtada hâkim kılan bu güçten, ne pahasına vazgeçildi!..
Osmanlı padişahlarının halifeliği, Mısır fatihi Sultan Selim’in Haleb Ulucami’de bu ünvanla zikredilmesiyle başladı. Kahire’deki Abbasî halifesi İstanbul’a getirildi. Böylece sultanlık ile halifelik sıfatı Osmanlı padişahında birleşti. 5 asır sonra halifelik, tekrar dünyevî otorite kazanmış oldu.
1535’te Türkistan’daki Şeybânî Hanlığı, 1727’de İran, Gucerat Sultanlığı, Hümâyun Şah’tan itibaren Hindistan’daki Gürgâniyye Devleti ve Kaşgar Hanlığı, Osmanlı padişahını halife olarak tanıdı.
Portekizlilere karşı Hicaz ve Yemenlilerle Endonezya-Açelilerin, Volga havzasını işgal eden Ruslara karşı da Türkistan Hanlarının, halife sıfatıyla Osmanlı padişahından istediği yardım talepleri yerine getirildi.
Şerefname’de Sultan Selim açıkça halife olarak anılır. Kanuni Sultan Süleyman, Mekke Şerifi’ne yazdığı mektupta bu ünvanı kullanmıştır. Hindistan Sultanı Hümayun Şah, gönderdiği mektupta Kanuni Sultan Süleyman’ı “evreng-i hilâfet ve hâfız-ı şer’-i mübîn” (halifeliğin şerefi ve şeriatın koruyucusu) diye anmıştır.
Mihrümah Sultan Camii kitabesinde “hallede hilâfetehu hulûdü’z-zemân” ibaresi geçer ki, “Allah, onun halifeliğini ebedî kılsın!” demektir. Şerifî, Fetihname-i Kıbrıs’ta Sultan II. Selim’i halife olarak anar.
Üsküdar’da yaptırdığı Ayazma Camii’nin kitabesinde Sultan III. Mustafa, “A’zam-ı selâtîn-i izâm efham-i havâkîn-i kirâm, imâm-ı ehl-i sünnet ve cemâat, muktedâ-yı kevâkib-i sipihr-i hilâfet, hâdimü’l-Haremeyni’ş-şerîfeyn, bâsitu’l-adli beyne’l-hâfikayn” diye tavsif edilmektedir. Ulu sultanların en ulusu, şerefli hakanların en anlayışlısı, Ehl-i sünnetin lideri, halifelik semasındaki yıldızlarının takipçisi, iki şerefli beldenin hizmetkârı, Şarkla Garb arasında adaleti yayan, demektir.
Bütün bunlar gösteriyor ki, Osmanlı padişahları baştan itibaren hilafet ünvanını kullanmış ve buna her zaman ehemmiyet vermiştir.
Son Halife Abdûlmecid Efendi - Le Petit Journal
Bir ümit...
XVIII. asırdan itibaren Müslümanlarla meskûn topraklar kaybedildikçe, padişahların halifelik sıfatı ayrı bir ciddiyet kazandı. Dinî lider manasına da gelen bu sıfatını, esir Müslümanlarla irtibatı sürdürmeye vasıta kıldı. Bilhassa Sultan Aziz ve Sultan Hamid, bunları himaye etmek adına bu sıfata ehemmiyet verdiler.
Bunlar da halifeyi hep bir ümit olarak gördü. Mütareke devrinde, halifeyi kurtarmak iddiasıyla ortaya çıkanlara her türlü desteği verdi. Hind ve Buhara Müslümanları bu sebeple Ankara’ya yüz binlerce altın yardım yolladı.
"Halifeliğin gücü kalmamıştı, bu sebeple cihad-ı ekbere Araplar kulak asmadı" iddiaları asılsızdır. Araplar, Sultan Reşad’ın aslında komitacıların elinde bir esir olduğunu biliyorlardı. Şahsi Alman menfaatleri için girilmiş bir harbin cihad olduğuna inanmadılar. Buna rağmen Türk ordusunun saflarında çok sayıda gayrı Türk Müslüman çarpışmıştır.
Ankara kazanınca, evvela saltanatı, sonra da halifeliği kaldırarak Osmanlı hanedanını; bebeğinden yaşlısına yurt dışına sürdü. Laikliği kabul ederek hilafetin dinî mazisine bir perde çekmeyi tercih etti.
Ver halifeliği al sulhu!
Lozan’da açıkça konuşulmasa bile, İngiliz hariciye vekili Lord Curzon, halifeliğe ve şer’î hukuka karşı menfi tavrını belli etti. Hâlbuki İsmet Paşa, Lozan’a koz olarak kullanmak istediği halifeliği ve şeriati göklere çıkararak gitmişti. Anlaşılıyordu ki, halifelik ve şeriat varsa, İngiliz dostluğu yoktu.
Rauf Orbay, İsmet Paşa’nın Lozan’a hilafetçi gidip hilafet düşmanı olarak döndüğünü söyler; müttefiklerin İnönü’nün müşaviri Hahambaşı Hayim Naum Efendi vasıtasıyla hilâfet kaldırılırsa, sulhun önünün açılacağına dair telkinlerde bulunduğunu iddia eder.
Gazi’nin sınıf arkadaşı ve Edirne Müdafii Şükrü Paşa’nın damadı Ohrili Kemal Bey, İsviçre’den İnönü’ye yazdığı 1947 tarihli raporda, hilafetin ve medreselerin ilgasına dair Lozan’da İngiltere’ye 4 maddelik gizli bir anlaşma ile yazılı taahhüt verildiğini söyler. Devlet arşivindeki bu raporu, geçenlerde Türk Tarih Kurumu reisi neşretmiştir.
Krizi çözmek üzere Gazi 17 Şubat 1923’deki İzmir İktisat Kongresi’nde “Hilâfet, baş belasıdır!” gibi o zamana kadar rastlanmamış ağır sözleri sarf etti. Düne kadar hilafetin lüzumu ve kudsiyetinden bahseden, daha 9 Kasım 1922'de Hind Hilâfet Komitesi’ne meclis reisi ve başkumandan imzasıyla teşekkür mektubu yazıp yardım isteyen Gazi, ne olmuştur da böyle söylemiştir?
Artık ne Müslümanlığa ne de Sovyetlere ihtiyaç kalmıştır. Türkiye, yalnız Avrupa’nın, yani İngiltere’nin himmetine muhtaçtır.
İngiliz oyunu
Halifeliğin kaldırılması, Müslüman sömürgelere sahip İngiltere’nin öteden beri arzusuydu. Dünyanın dörtte birine hâkim ve ehemmiyetli Müslüman nüfusa sahip bulunan İngiltere, XIX. asırda Türklere karşı lütufkâr politikasını değiştirdi.
Mesaisini halifeliğin yıpratılmasına ve gücünün kaldırılmasına teksif etti. 93 Harbi’nde, Balkan Harbi’nde Türklere yardım edilmemesi, Sultan Hamid’in hal’i; hatta I. Cihan Harbi’ne sürüklenmesi muhtemelen hep bunun içindi.
Modernist cereyanları destekleyerek Müslümanların vahdetini bozmaya uğraştı. Kureyşî olmadığı gerekçesiyle Osmanlıların güya meşru halife sayılamayacağı propagandasını yaparak Arapları tahrike çalıştı, ama muvaffak olamadı. Evvela kışkırtıp İzmir’i işgal ettirdiği Yunanlılara destek vermemesi de halifeliğin ipini çekmek içindi.
Halifelik durdukça asla!
İtalyan tarihçi Mandelli diyor ki: “İngilizler, nazik, ama sinsiydiler. Hindistan korkusuyla halifeye dokunmuyorlardı. Ama halife olmasa daha rahat edeceklerinin de farkındaydılar. Anadolu’daki hareket yüzünden padişahı ve hükûmetini cezalandırıyorlardı.”
Hariciye Vekili Lord Curzon’un daha Mayıs 1919’da Lord Derby’ye yazılan raporunda dile getirdiği sözler bunun delilidir: “Sultan, İstanbul’da oldukça Müslümanların gözü onda olacaktır.”
Lord Curzon sonra da şöyle demiştir: “Sultan’ı İstanbul’da bıraksaydık, yeniden İslâm kahramanlığı rolü üstlenmesine; Fas’tan Afganistan’a kadar Suriye’ye kadar Müslümanları teşkilatlandırmasına kim engel olacaktı?”
O günlerde Hindistan Valisi’nin, hilafet sarsılırsa Hind Müslümanlarının galeyanına sebep olacağı şeklindeki mütalaası şahsidir, İngiliz hükûmetinin hilafeti muhafaza taraftarı olduğunu göstermez.
Tarihe gömülen miras
Meclis'te Seyyid Bey adında medrese çıkışlı bir milletvekiline "halifeliğin lüzumsuzluğu!" üzerine bir konuşma yaptırılmış, halifeliği kaldıran kanun teklifi de bir şeyhe verdirilmiştir! Milletvekillerinin yarısı (158 kişi) celsede bulunmuş, tek muhalif reyi, Gümüşhane müstakil milletvekili Zeki Bey vermiştir. Halifeliğin ilgası mevcut anayasaya aykırı bir şekilde kabul edilmiştir.
Aynı sene Mısır’da Ali Abdürrâzık adında bir hocaya İngilizler aynı mealde bir kitap yazdırmış; ancak Ezher uleması kendisini ilmiye sınıfından ihraç etmiştir.
Hâdise Müslümanlar arasında infialle karşılandı. Yeni bir halife seçmek üzere Cidde, Kudüs ve Kahire’de birkaç defa "hilafet şûrası" toplamaya teşebbüs ettilerse de İngilizler hepsini engelledi. Şerif Hüseyin veya Mısır Meliki Fuad’ın halifelik teşebbüslerine de set çekti.
Böylece İslâm tarihinin bu en eski müessesesi tarihe karışmış oldu...
.
Her bidat dalalettir!
10 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :9 Mart 2025 23:10
A -
A +
*Sultan Muhammed Alpaslan’ın, “Biz temiz Müslümanlarız. Bidat nedir bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı” dediği meşhurdur.
*İslam tarihi boyunca, inanışları ve ibadetleri ilk Müslümanlara uymayan gruplar ortaya çıkmıştır. Peki, bunların uydurduğu “bidatler” nelerdir?
Lügatte her türlü yeniliğe bidat derler. Terminolojideki manası ise Hazret-i Peygamber ve Eshabı zamanında bulunmayan, dinde sonradan ortaya çıkan yeniliklerdir. Sünnete uymayan, itikat, amel ve sözlerdir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kim dinimizde bulunmayan bir bidat çıkarır ise, reddedilir. Her bidat dalâlettir, sapkınlıktır. Her dalalet ateştedir!” Bunun içindir ki Sultan Muhammed Alpaslan’ın, “Biz temiz Müslümanlarız. Bidat nedir bilmeyiz. Onun için Allah bizi aziz kıldı” dediği meşhurdur.
İnançtaki bidat küfre sebep olur veya olmaz. Olmazsa, böyle inanana ehl-i bidat veya ehl-i kıble derler. Hâricî, Şiî, Mûtezilî, Vehhabî gibi fırkalar böyledir. Geri kalanlara Ehl-i sünnet ve cemaat denir. Resulullah’ın yoluna ve onun arkasında namaz kılanlara, yani sahabeye uyanlar demektir.
73 fırka
İtikat ve amel esaslarını, Eshab, Resulullah’tan görerek ve işiterek öğrenmiş; sonrakilere nakletmiştir. İlk devirdeki âlimlerin icma (ittifak) ettiği meselelerde, sonradan ortaya çıkarılan inançlar ve ameller bidattir. “Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, benim ve ashabımın yolunda olanlar kurtulur” hadisi buna delâlet eder.
“Hidâyet yolunu öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp, müminlerin yolundan (icmadan) ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve sonu çok fena olan cehenneme sokarız” mealindeki âyet (Nisâ: 115) bu kimseleri zemmeder.
Diğer fırkalar, manası açık olan âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri tevil ederek, olmayanları ise sahabenin bildirdiğine uymayan şekilde yanlış tevil ederek icmadan ayrılmışlardır. Bunlar tekfir edilmezler, dinden çıkmış sayılmazlar. Çünkü yanlış tevil suretiyle de olsa Kur’ân-ı kerim ve sünnetten manası açık olmayan bir delile dayanmaktadırlar. Hadis-i şerifte, “La ilahe illallah diyen kimseye, günah işlediği için kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur” buyuruldu. Ama zaruriyyat-ı diniye denilen herkesin üzerinde ittifak ettiği açık meselelerde, âyet ve hadise dayansalar da mümin sayılmazlar.
Tenasühe, yani reenkarnasyona, ruhun ölüp yeni bir bedene girdiğine inananın imanı gider. İsrâ mucizesine inanmayan da böyledir. Miraca inanmayan ise bidat ehli olur. Eshaba dil uzatan, onların halifeliğini kabul etmeyen, Mesih’in nüzulünü, Mehdi’nin zuhurunu, kabir azabını, şefaati kabul etmeyen, günah imanı götürür veya iman artar eksilir diyen, bidat ehlidir. Dinde reform yapmak lazımdır, âyet ve hadisleri güne uydurmalıdır, bazıları tarihseldir, diyen bidat ehli değil zındık sayılır.
Bidatçiyle dostluk
Resulullah, “Bidat sahiplerine hürmet eden, dirilerini ve ölülerini metheden dini yıkmaya yardım etmiş olur. Onlarla arkadaşlık yapmayınız. Bidat ehline sert bakanın kalbini Allah iman ve eman ile doldurur” buyuruyor.
İbn Âbidîn, bidat ehlinin imamlığının mekruh olduğunu anlatırken der ki: “İtikadı küfre varmayan ehli bidatin arkasında namaz kılmak mekruhtur. Bidat, Resulullahtan malum ve meşhur olan şeyin aksini itikat etmektir. Fakat bu inat sebebiyle değil, bir nevi şüphe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiçbiri bidat sebebiyle tekfir edilemez. Bidat ehlinden murat, haram olan bidati işleyenlerdir.
Bazı bidatler vaciptir. Dalâlet fırkalarına cevap vermek için deliller getirmek, kitap ve sünneti anlatan nahv (gramer) ilmini öğrenmek bu kabildendir. Kışla ve medrese yapmak, cuma hutbesinde zamanın sultanına hayır dua etmek ve İslamiyetin ilk zamanlarında olmayan her hayrı meydana getirmek gibi şeyler mendub ve makbul bidattir. Mescidleri süslemek mekruh bidattir. Lezzetli yemeklerle meşrubat ve elbiselerde bolca davranmak mübah bidattir. Yani bidat beş kısımdır.
Bidat bazen küfrdür. Asla şüphe götürmeyecek delillere karşı inat ederek inanmak, mesela haşri veya bu kâinatın sonradan var edildiğini kabul etmemek küfrdür. Bir nevi şüphe varsa, bidatçinin tekfirine mânidir. Meselâ Allahı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin, ‘O azamet ve celâlinden dolayı görülmez’ demeleri böyledir. Buna küfr denilmez, haram denir. Bidat bazen mekruhtur. Amelde çıkarılan bidatlerin çoğu böyledir. Nafile namazı cemaatle kılmak gibi.” (Bulak 1299, I/393)
Mamafih bidat ehlinin ekserisi, kendisi gibi inanmayanları kolayca tekfir eder. Günlük âdetlere, hatta dinin beğendiği şeylere bidat der. Vehhabilerin tasavvufa, tespih çekmeye, minareye bidat dedikleri gibi.
Seâdet-i Ebediyye’de diyor ki: “Bidat ehli, bidat sahibi demek, bidatini yaymak için, yani Müslümanların imanlarını, ibadetlerini bozmak için uğraşan bidat sahibi demektir. Bunlara aldanarak bidat işleyeni sevmemek değil, ona acımak, nasihat vermek lazımdır. Bugün, bütün dünyadaki Müslümanlar üç fırkaya ayrılmıştır: Sünnî, Şiî ve Vehhâbî.” (s. 472)
İki arada kalınca
Bidat bir sünneti ya değiştirir yahut kaldırır. Cenazede nutuk atmak, tabutu tekbirle götürmek, ölünün ardından 3, 7, 40 ve 52. geceyi sayarak hayır yapmak, "keçi sakal" bırakıp sünneti yerine getirdiğine inanmak, sünnetle farz arasında 3 ihlas okumak, duadan secde ederek kalkmak, hutbeyi Arabiden başka lisanda vermek, merkezi ezan (ezanı yüksekte değil elektronik cihazlarla okumak) bidattir, tahrimen mekruhtur.
Amelde bidat çıkarmak da itikatta bidat gibidir. Dinde olmayan bir amelin, dinde olduğuna itikat etmekte ve bunu yaymaktadır. Çünkü bir ameli âdet edinen kimse onun dinden olduğuna mutlaka itikat edecektir. Meselâ Şia taifesinin çıplak ayaklara mesh etmesi, mest üzerine meshi inkârda bulunması gibi şeyler bu kabildendir. Binaenaleyh itikatta da, amelde de bidat çıkarıp yayana, bir de bidat olduğu icma ile sabit hususlara itikat ve amel edene (Şiîler gibi) bidat sahibi denir.
İbn Abidin der ki:
“Bidati çıkarmayıp yaymayana, ama inanana bidat ehli denmesi için bu bidatin icma ile sabit olan bir hususa aykırı olması lâzımdır. Bir hususun bidat olduğunda ihtilaf varsa, bunu yapana bidat ehli denmez. Meselâ abdestte başını üç ayrı su ile üç defa mesh etmek böyledir. Bunun bazıları mekruh, bazıları bidat olduğunu söylemiş, bazıları da bir beis yoktur demiştir.
Akşam namazını kıldıktan sonra cemaate uymanın mekruh veya bidat olduğu söylenmiştir. Namazda selâm verirken ve berekâtuh demek bidat veya mübah yahut müstehabdır. Namazda dil ile niyet Hanefî’de bidat, Şafiî’de müstehabdır. Sakalı sünnet niyetiyle bir tutamdan az yapmak Hanefi’de bidattir; Şafii’de değildir, zira sakal bırakmak sünnet, bir tutam yapmak ayrı bir sünnettir.
Bir husus için sünnet ve bidat diyenler varsa o işi yapmamak; vâcib veya bidat diyenler varsa yapmak lâzımdır. Bu kimse vitir namazında kunutu ikinci rekatte mi yoksa üçüncüde mi okuduğunda şüphe ederse, kunutu tekrarlar. Hâlbuki 1 veya 2. rekatte kunut okumak bidattir. Ancak kunut vâcibdir. Vâcible bidat arasında tereddütlü bulunan şey ihtiyaten yapılır.
Bidat ile yapılan ibadet kabul olunmaz. Bu, sahih olmamak demek değildir, ibadetlerine sevap verilmez demektir.” (I/393-394)
Bidat-i Hasene?
Bidat ya bir sünneti ortadan kaldırmaktadır, buna bidat-i seyyie denir ve yapılması yasaklanmıştır. Yahut da bir sünnetin daha iyi yapılmasını temin eder veya hiçbir zaman sünnete aykırı olmaz. Buna bidat-i hasene denilmiş ve yapılmasında mahzur görülmemiştir. Meselâ, mektep yapmak, kitap yazmak, minare bidat-i hasenedir.
İmam-ı Rabbani hazretleri gibi bazı âlimler bidat kelimesinden o derece kaçınmışlardır ki, “hiçbir bidatte güzellik yoktur” diyerek bidat-i haseneye sünnet-i hasene adını vermeyi tercih etmişlerdir.
Amelde bidat, âdetlere dair ise yapılmasında hiç mahzur görülmemiştir. Meselâ, yemede, içmede, oturmak ve kalkmakta yenilikler, yeni keşfedilen âletleri ve âdet olan kıyafetleri kullanmak yasak olan bidat değildir, hatta bidat olarak isimlendirilmesi bile doğru değildir.
.
Bize Kur’ân’dan söyle!
17 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :17 Mart 2025 02:07
A -
A +
*Bir zamandır, dinin yalnızca Kur’ân meali okuyarak öğrenileceğini iddia eden bir cereyan vardır. Bunlar tıpkı Protestanların İncil için yaptığı gibi “Bize Kur’ân yeter!” sloganına sarılmıştır.
Sâd suresinde anlatılır: Davud aleyhisselamın yanına aniden iki kişi girdi. Biri diğerini itham etti. Hazreti Davud da haksızlık yaptığını söyledi. Sonra da Rabbinin kendisini sınadığını düşünerek secdeye kapandı. Bu arada ne olmuştur ki, Hazreti Dâvud secdeye kapanmıştır? Bunun cevabı Kur’ân-ı kerimde yoktur. Mealini/tercümesini okuyanın kafasının karışması muhakkaktır...
Sebebini hadis-i şerifler haber vermektedir. Delil sormadan ve ötekini dinlemeden karar vermemesi hakkında vahiy gelince, Hazreti Dâvud secdeye kapanmıştır. Peki nasıl böyle bir karar vermiştir? Tertemiz hilkatiyle, kimsenin yalan söyleyeceğini düşünmemiştir. Tefsirlerde böyle yazar. Demek ki meal okumakla din hakkında fikir sahibi olmak mümkün değildir.
KUR'ANIN MUHATABI KİM?
Kur’ânın muhatabı evvela Hazreti Peygamber’dir. “Kur’ânı insanlara beyan edesin, açıklayasın diye indirdik” meâlindeki âyet bunu göstermektedir. (Nahl: 44) Herkes Kur’ânı anlayabilseydi, peygambere ve onun beyanına ihtiyaç kalmazdı.
Tefsir, kelâm-ı ilahîden, murad-ı ilahîyi anlayabilmektir. Kur’ânı evvela kendisi tefsir etmiştir. “Ey iman edenler! Allaha ve Peygamberine ve sizden olan ulü’l-emre itaat ediniz!” mealindeki âyette (Nisâ 59) geçen ulü’l-emr (emir sahipleri) tabirini, aynı surenin 83. âyeti fıkıh âlimleri diye izah eder.
Resul aleyhisselam, Kur’ânın tamamını Eshabına beyan ve tefsir etmiştir. Katâde, “Hakkında bir şey duymadığım âyet olmadı” der. Bunlar da sonraki nesillere nakletmiştir. En çok tefsir rivayeti, İbn Abbas’tan Mücâhid yoluyla gelenlerdir. Bu sebeple İmam Mücâhid, tefsir ilminin kurucusu sayılır.
Sünnet, Kur’ânın, fıkıh kitapları da Kur’ân ve sünnetin en iyi tefsiridir. İlmihalini bilmeden dini öğrenmek maksadıyla eline meal ve tefsir kitaplarını alan, hadis okumaya kalkan mahrum kalır, hatta yolunu sapıtır. Hele mealler, din hakkında pek bilgi vermez. Sadece yazarının ne anladığını gösterir.
NE ZAMANA KADAR KULLUK?
“Sana yakîn gelene kadar Rabbine kulluk et!” mealindeki âyette (Hicr: 99) geçen ve “şüphesiz bilme” manasına gelen yakîn kelimesini, ölüm olarak tefsir buyurmuştur. Yoksa bazı cahil sofilerin dediği gibi, evliyalıkta yüksek mertebeye erip Rabbini tanıyanlardan dinî mükellefiyetlerin düşmesi demek değildir.
Ramazanda siyah iplik ile beyaz ipliğin birbirinden fark edileceği zamana kadar yiyip içmeye izin veren âyet gelince, Adiy bin Hatem, bir siyah, bir de beyaz iplik alıp, yastığının altına koydu. Gece bunlara bakıp ayırt edemeyince, oruç zamanını da bilemedi. Sabah vaziyeti anlatınca, Resulullah, ‘Senin yastığın enli ve uzunmuş’ diye latife etti. Âyet mecazdı. Siyah ve beyaz ipliğin, gece karanlığı ile gündüz aydınlığı manasına geldiğini söyledi. Nitekim âyetin sonunda ‘şafak sökene kadar’ ibaresi bunu ifade eder.
Kur’ânın manasını anlayabilmek için gramer üzerine 12 âlet ilmini, ayrıca tefsir metodu, mantık, esbab-ı nüzul (her âyetin ne zaman, ne sebeple, kim için indiğini); neshi (geçici hükümleri) de iyi bilmek ve temiz bir kalbe sahip olmak icap eder. Bir kelimenin her ilimdeki manası farklıdır. Zalim, lügatte haksızlık yapan, tefsirde kâfir, fıkıhta âdil olmayan, tasavvufta günahkâr demektir.
ÖLÜDEN ÇIKAN DİRİ!..
Bir de tevil vardır. Tefsirin kökü, fesr, beyan ve açma demektir. Tevilin kökü evl ise dönme demektir. Kur’ândaki bir kelimenin çeşitli manalarından, dine uygun olanını seçmeye tevil, bu manaya da meal denir.
“Ölüden diri çıkarır” manasındaki ibarede (Âl-i İmran: 27; Enam: 95; Yunus: 31; Rum: 19) geçen diriden murad, kuş, ölüden murad da yumurta, demek tefsirdir. Allah, kurumuş toprak ve ağaçları baharda yeşertir ve meyvelendirir veya imansızın neslinden mümin, cahilin neslinden âlim, zalimin neslinden âdil meydana getirir veya tersi olur, demek de tevildir.
Kur’ân âyetlerinde ilahi muradın bir tane olması gerekmez. Bir âyet çeşitli cihetlerden başka başka manalara delâlet edebilir. “O’na kavuşmak için vesile arayın!” mealindeki âyette (Mâide: 35) geçen vesîle, iman, sâlih ameller, Peygamber, Kur’ân, mezhep, fakih, tasavvuf gibi çok çeşitli şekilde tefsir edilmiştir. Hâlbuki meallerde yazarın seçtiği bir tanesi yazar.
Tevilin doğruluğu tefsir ile ölçülür. Tevil, tefsire uygun olmalıdır. Sadece tefsirleri bildirmeye rivayet yoluyla tefsir; bunlara uygun tevile müracaata dirayet yoluyla tefsir denir. Taberî ve Süyûtî birinciye; Râzî, Beydâvî, Nesefî tefsirleri ikinciye misaldir.
Resulullah, “Her kim, Kur’ânı kendi reyi ile tefsir ederse, ateşte oturacağı yeri hazırlasın” ve “Kur’ânı kendi şahsî görüşüne göre tefsir eden hatadadır!” buyurduğu için, Kur’ândan hüküm çıkarmak çok ciddi ve mesuliyetli bir iştir. Peygamber ve Eshabından gelen haberleri nazar-ı dikkate almaksızın tefsir eden, isabet etse hata etmiş; isabet etmese dinden çıkmış sayılır.
GİZLİ BİLGİLER?
Şia’nın taşkınlarından İsmailîler, Kur’ânın bir zâhirî, görünen dış manası; bir de bâtınî, gizli, iç manası bulunduğunu, bâtınî manasının lazım olduğunu, diğerinin lazım olmadığını söyler. Kur’ânı böyle anlamak ilhaddır, dinden çıkmaktır.
“Allah, biri acı, biri tatlı ve birbirine yakın iki denizin arasına mânia koydu ki karışmasınlar. Bu ikisinden inci ve mercan çıkar” meâlindeki âyetlerdeki (Rahmân: 19-22), iki denizden maksat Hazreti Ali ve Fâtıma’dır; onlardan çıkan inci ve mercan da Hazreti Hasen ve Hüseyin’dir, sözü bâtınî tefsirdir.
“Sizin için kısâsta hayat vardır” meâlindeki âyet-i kerîmede (Bakara: 179) geçen göze göz dişe diş manasına kısâs kelimesi, kıssanın çokluk hâli olan kısas gibi okunarak, “Sizin için kıssalarda, hikâyelerde hayat vardır” şeklindeki tefsir de böyledir.
KUR'ANIN ARAPÇAYA TERCÜMESİ
Âyetleri bir başka dile nakletmeye tercüme denir. Tercüme lafzî/harfî veya tefsîrî/manevî tercüme olarak ikiye ayrılır. Manevi tercümede, lafzların, kullanıldığı yerdeki manaları, mecaz ve sanatların hakikati ön planda tutulur. Manevi tercüme caiz olmakla beraber, bu Kur’ânın kendisi değil, bir çeşit mealidir.
İbn Hacer, “Kur’ân, Arapçaya bile lafzen tercüme edilemez” der. “İçinde eğrilik bulunmayan Arapça Kur’ân!” (Zümer: 28) âyeti bunu gösterir. Arapçanın kelime zenginliği, bir varlığın çok sayıda isminin olması, kelimelerin çeşitli hâllere göre farklı manalar alması, cümle dizilişlerine göre mananın değişmesi, bol mecaz ve edebî sanatlara yer verilmiş olması gibi hususlar buna mânidir.
Nitekim başka lisanlara yapılan tercümelerinde çok hatanın bulunması bundandır. Kur’ân, bu kitabın bir benzerini getirmenin mümkün olmadığını söyler. Bu sebeple İngilizce Kur’ân, Türkçe Kur’ân diye bir şey olamaz.
GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL
“İnsan için çalıştığından başkası yoktur” (Necm: 39) mealindeki âyet okununca, hibe, vasiyet, miras, sadaka gibi yollarla mülkiyetin kazanılamayacağı, ölülerin ruhuna hayır yapılamayacağı anlaşılır. Hâlbuki insanların çalışmadıkları şeylerden istifade etmesi meşrudur. Âyet, ahiret kazancını kasteder.
“Altın ve gümüşü yığıp da Allah yolunda harcamayanlara acıklı bir azabı haber ver!” mealindeki âyeti (Tevbe 34) okuyan, para biriktirmenin caiz olmadığını zanneder. Hâlbuki sünnet, zekâtı verilen malın böyle olmadığını beyan eder.
Lokman suresinin son âyetinin mealinde, “Yağmurun ne zaman yağacağını ve rahimlerde ne olduğunu ancak Allah bilir” geçiyor. Şimdi ise yağmurun zamanı da rahimdeki çocuğun cinsiyeti de bilinebilmektedir. Âyetin manası, yağmurun bereketli (gays) olup olmayacağı, çocuğun da said veya şaki olacağı keyfiyetidir.
“Her akşam ölülerimize Yasin okur, bunu ölülerle alakalı zannederdim. Mealini okuyunca, orta mektep kitabındaki bilgilerin anlatıldığını gördüm. Okumayı bıraktım” diyerek, ana yuvasından almış olduğu ve senelerce titizlikle sakladığı kıymetli imanını kaybedenlere rastlanmaktadır. Hâlbuki Yasin, bir Müslüman için Kur’ânın kalbi gibidir.
Mealciyi, Kur’ân da tatmin etmez. Harem-selamlığa Emevi âdeti diye dudak büker, hicab âyetini gösterince, “o peygamber hanımlarına” deyip geçer. “Peygamber size neyi verirse alın, neleri yasaklarsa kaçının!” âyeti gösterilince, “bu ganimetler için” der. Seferde namazı kısaltmayı reddeder, bunu emreden ayeti, “şimdi devir değişti” diye elinin tersiyle iter.
Sahabeden İmrân bin Husayn, “Bize Kur’ân’dan söyle!” diyene, “Ahmak! Namazı, zekâtı, orucu, Allah’ın kitabında tafsilatlı bir şekilde bulabilir misin? Bunları sünnet tafsil etmiştir” buyurdu. Mealcilik ve “Yalnız Kur’ân yeter!” cereyanının hatalı olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
.
Osmanlılar neden meal yazmadı?
24 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :24 Mart 2025 07:47
A -
A +
*Osmanlılar zamanında neredeyse hiç Kur’ân-ı kerim meali yazılmadı. Peki, insanlar lisanı Arapça olan bu kitabı nasıl anladılar?
Osmanlılar, Kur’ân-ı kerimi okudular, en güzel şekilde yazdılar, içindekilerle de halisane amel etmeye çalıştılar. Peki lisanı Arapça olan bu kitabı nasıl anladılar? Neden Türklerden bugüne gelmiş bir tane bile meal/tercüme yoktur?
Protestanların İncil’e yaptığı gibi Kur’ânı da tercüme edip, dinini sadece onu okuyarak öğrenmeyi tavsiye eden mealcilik cereyanı doğup yayılmıştır. Bu, 1500 senelik bir köklü ananenin ve zengin bir mirasın bir çırpıda reddi demektir.
Kur’ânı anlamadan okumak faziletlidir. Ama anlayarak okumak elbette efdaldir. Bunun için evvela Arapça öğrenmek icap eder. Kaldı ki dini anlamak için yegâne kaynak Kur’ân değildir. Ondan çok daha şümullü sünneti bilmeden din hakkında fikir sahibi olunamaz.
Bu ikisini anlayabilmek için de dinî altyapı sahibi olmak, ilmihalini ve peygamberinin hayatını bilmek icap eder. Yoksa ilkokul talebesinin eline üniversitede okutulan matematik kitabını vermekten beter netice doğar.
Âyetlerdeki ilahi murad bir tane olmayabilir. Bir âyet çeşitli cihetlerden başka başka manalara delâlet edebilir. “O’na kavuşmak için vesile arayın!” mealindeki âyette (Mâide: 35) geçen vesile, iman, sâlih ameller, Peygamber, Kur’ân, mezhep, fakih, tasavvuf gibi çok çeşitli şekilde tefsir edilmiştir. Hâlbuki meallerde yazarın seçtiği bir tanesi yazar.
Vaktiyle (1989) benim de yakından tanıdığım Ankara İlahiyat'tan Salih Akdemir, Türkiye’deki meallerdeki hatalara dikkat çeken bir kitap kaleme almıştı. Bu hatalar sadece Arapça ve Türkçeyi iyi bilmemek, modern ilme vâkıf olmamak, diğer dinî ilimlerde zayıf olmaktan değil, ticarî ve nefsî emellerden kaynaklanmaktadır.
En az hatalı?
Geçenlerde safdil sayfiye komşum emekli bir öğretmen, elif’i tanımadığı hâlde, şurdan burdan bakarak meal yazmış, bir nüsha da bana verdi. Ne diyeceğimi bilemedim. Bugün ehil olsun olmasın herkesin bir meal yazmaya kalkışmasının maksadı ne olabilir?
Mesele Kur’ânı anlamaksa, piyasada neden bir tane değil, birbirini tutmayan yüze yakın Türkçe meal vardır? Peki bunları okuyup da dini öğrenen ve hükümlerine yapışan babayiğitler nerededir? Meal okumayanlarda dindarlık nispeti çok daha fazladır.
Diyanet İşleri Başkanlığı, 30’larda Hamdi Yazır’a bir tefsir ve meal yazdırmışken, ne olmuştur da 1961’de ilk defa (kaderi imanın şartı saymamasıyla tanınan) Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay’a bir meal yazdırmıştır? Yoksa Türkçe ibadeti tekrar dile getiren 27 Mayıs darbecilerinin arzusu mudur?
Mamafih mealin önsözünde zamanın Diyanet İşleri Reisi Hasan Hüsnü Erdem diyor ki:
“Kur’ân-ı kerimin yalnız manasını ifade eden sözleri Kur’ân hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkiyle vâkıf olmadan ahkâm çıkarmak caiz değildir. Hiçbir terceme aslının yerini tutamaz. Kur'ânda, muhtelif manalara gelen lafızlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli manalarını bire indirmek olur ki, verilen tek mananın, murad-ı ilahi olduğu bilinemez. Bunun için, Kur’ân tercümesi demeğe cesaret edilemez. Kur’ânı tercüme etmek başka, tercümeyi Kur’ân yerine koymağa kalkışmak başkadır.”
Reis yazısını şu ibretlik cümle ile bitiriyor: “Bu mealin, benzerleri arasında belki hatası en az olmak vasfını taşıdığını söylemek yerinde olur.” Nitekim kendi mealinin geride kalacağından endişelenen Hasan Basri Çantay, bu mealdeki hataları sıralayan bir yazı yazmıştır. Hâlbuki kendi mealinde Salih Akdemir’in tespit ettiği hatalar da bundan az değildir.
Orta mektepte Arapça
Her şeyi usulüyle yapmaya alışkın Osmanlılarda meal/tercümeye rastlanmamasının sebebi, ihtiyaç duyulmamış olmasıdır. Evet, tarihin en dindar cemiyeti, meal/tercümeye itibar etmemiştir. Kur’ânın hitabına kıymet vermediğinden değil, meseleyi özünden kavradığı içindir.
Bir kere okumuş yazmış, bir başka deyişle mürekkep yalamış kitlenin buna ihtiyacı yoktur. Zira medresede birkaç sene okumuş her Osmanlı okuduğu âyetin manasını sathi de olsa anlar, lazım gelen manevi zevki hissederdi. Kur’ândan hüküm çıkarmak zaten ayrı bir şeydir, bir ilmî ihtisastır.
Mesela Fatiha suresini okumuş her Türk kolayca anlardı. Suredeki 18 kelime, Türkçede de kullanılan kelimelerdir. Sadece “iyyake” Türkçede kullanılmaz.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, “Her Müslümanın hiç değilse namazda okuduğunu anlayacak kadar Arapça öğrenmesi layıktır. Arapça bilenle bilmeyen arasındaki fark, insan ile iki kulaklı arasındaki fark gibidir” buyururdu. Ancak bir Müslüman için namazda okuduğu âyetlerin manasını bilmemek ne kadar utanç verici ise, biraz Arapçasına güvenip bunlardan hüküm çıkarmaya çalışmak da o kadar tehlikelidir.
Eskiden sadece medresede değil, rüşdiye (orta) ve idadilerde (lise), hatta askerî mekteplerde bile ulum-i diniyeden başka, Fransızca yanında Arabi ve Farisi dersleri vardır. Burada iki lisanın grameri ananevi ve manzum şekillerde öğretilirdi. Rüştiye mezunları Latin harflerini de okur yazardı. Biz bu mekteplerin en düşkün zamanındaki sıradan mezunlarını gördük ve tanıdık. Şimdiki üniversite mezunlarına on kat fark atarlardı.
Bu mektepleri şimdi bazı mezunlarının Kur’ânı yüzünden bile doğru okuyamadığı imam-hatip mekteplerine veya 8-10 sene ecnebi lisan okuyup merhaba bile diyemeyen talebeler yetiştiren normal mekteplere benzetmemelidir.
Roman ve şiirde âyetler
Şiirlerde, romanlarda bile âyetlere telmihler vardır. Ancak Kur’ânın manasını bilenler bunları anlayabilir. Namık Kemal’in İntibah romanında geçen şu cümle gibi: “Bahar erişince toprağın her tarafı serâpâ tarâvet kesilerek yuhyi’l-arda ba’de mevtihâ sırrı âşikâr olur.” “Ölümünden sonra yeryüzünü diriltir” manasına gelen bu Arabi ibare, Hadid suresinin 17. ayet-i kerimesindedir.
Fuzuli’nin bir gazelindeki şu beyit de Araf suresinin 172. âyet-i kerimesine işaret vardır:
Vaslın bana hayat verir firkatin memât
Subhâne hâlıkî halaka’l-mevte ve’l-hayât
(Sana kavuşmak hayattır, ayrılığın ölümdür. Ölümü ve hayatı yaratan yaratanımı tesbih ederim!)
Bağdadlı Ruhi’nin şu beytinde Şuara suresi “Mal ve evladın fayda vermediği günde, senden doğru bir kalb isterler” mealindeki 88. âyeti zikredilir:
“Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler,
Yevme lâ yenfeu’da kalb-i selîm isterler"
Hayalî şu beyitinde Taha suresinin 76. âyetini hatırlatır:
El salıp âşıklara derler melek-manzarları
Hâzihî cennâtü adnin fedhulûhâ hâlidîn
(O melek görünüşlüler el sallar, burası ebedî cennettir, içeri giriniz, derler)
Bir işe girişeceği zaman hayırlı olup olmadığını Kur’ândan tefeül ederek anlamaya çalışan, çocuğuna buradan isim koyan insanları hangi meal tatmin edebilir?
Bazı kaynaklarda Petersburg’da Karahanlılar zamanından kalma ve İstanbul Türk-İslam Eserleri müzesinde Şirazlı Hacı Devletşahoğlu Mehmed tarafından 1333’te yapılmış birer tercümeden bahsolunur ise de bunlar kısa birer tefsirdir. Osmanlılarda Tıbyan ve Mevakib isimli Türkçe iki kısa tefsir çok tutulmuş ve okunmuştur. Bunun haricinde yazılmış Arapça nice tefsiri ehli okur, mukaddes kitabını anlamaya çalışırdı.
Peki ya avam? Muhtelif tefsirlere hakkıyla vâkıf dersiamlar ve vaizler, camilerde, medreselerde, tekkelerde halka vaaz vererek Kur’ân âyetlerini anlatırdı. Osmanlılar için Kur’ânın en güzel tefsiri, fıkıh kitapları olmuştur. Nitekim farzı, haramı bilmeden tefsir okumanın zararına vâkıf Sultan Hamid, Mızraklı İlmihal bastırıp en ücra köylere kadar yollamıştır. Gerek evde gerek mektepte herkese peygamberin hayatı ve ilmihal sağlam öğretilirdi.
Bazı zamane hocaları her fırsatta “Kur’ânı okuyup anlayın, hayatınıza tatbik edin” diye nasihat ediyor, ama yolunu göstermiyorlar. Altyapısı bulunmayan birinden Kur’ânı okuyup anlamasını istemek cinayettir. Bu mümini, Kur’âna değil, müterciminin kabiliyet ve zihniyetine mahkûm etmek demektir.
.
Şeker bayramı mı? Şükür bayramı mı?
31 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :31 Mart 2025 00:57
A -
A +
Dinî bir kutlu günle şeker arasında ne irtibat olabilir?
Osmanlılarda bayram arefesinde top atışı yapılır; bayramın son gününde de yine top atışıyla bayramın bittiği ilan olunurdu. Ramazan geceleri gibi bayramda da davulcular gezer. Hem bahşiş toplar hem ortalığı şenlendirirdi. Mehteran ve sonra Mızıka-ı Hümayun, muayyen saat ve mekânlarda konserler verirdi.
Türkçe bayram kelimesi, Farsça bezram (bezm+ram) kelimesinden gelir ki, “neşe meclisi” demektir. Zira bayramlar neşe günleridir. Güzel şeyler yenilip içilen, güzel elbiseler giyilen, eğlenilen, mahkûmların affedildiği, kabahatlerin bağışlandığı merhamet günlerdir. Acısı, sıkıntısı olanları, eş dost ziyaret ederek, hediyeleşerek sevindirmeye çalışır.
Şeker mi? Şükür mü?
Hicret sırasında, Medinelilerin oynayıp eğlendiği iki bayramı vardı. Resul aleyhisselam, “Allah, bu iki bayramınızı, onlardan daha hayırlı diğer iki bayramla değiştirdi. Bunlar adhâ (kurban) ve fıtr bayramıdır” buyurdu.
Arapça bayram için ıyd (eid) kelimesi kullanılır ki avdet (dönüş) kökünden gelir. Her sene dönüp geldiği için bu ismi almıştır. Fıtr bayramı aslında bir gündür. İki gün de Medineli Ensar’ın şerefine ihsan edilmiştir.
Ramazan ayı bittiği için Ramazan Bayramı demek manasızdır. Fıtr, Arapça oruç açmak demektir. Bu bayramda namaza çıkmadan evvel tatlı yemek Cenab-ı Peygamber’in tavsiyesi ve sünneti olduğu için, Türkler bu bayrama Şeker Bayramı da demiştir. Böylece sünnet hatırlanmış olur.
Bu, sadece modern kesimin uydurduğu veya tercih ettiği bir tabir değildir. İslami kesimin karşı çıkması da yersizdir. Aslı Şükür Bayramı da değildir. Şemseddin Sami’nin Kamus-i Türkî’sinden, Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî’sine kadar Osmanlı münevverlerinin kitaplarında, 1890 tarihli Redhouse’da ve 1913 tarihli Brill’in İslâm Ansiklopedisi’nde, Cenab Şahabeddin’in şiirlerinde, Ahmed Rasim’in, Refik Halid’in, Reşat Nuri’nin, Sermet Muhtar’ın, Ercümend Ekrem’in eserlerinde hep Şeker Bayramı diye geçer.
Bayram eğlenceleri
Medine’de bayramlar, neşe içinde kutlanırdı. Buharî ve Müslim, Hazret-i Âişe’nin küçükken yaşadığı bir hâdiseyi nakleder: “Bir bayram günü, Habeşliler mescidin avlusuna gelip mızrak oyunu oynadılar. Resulullah beni çağırdı. Doyasıya seyrettim.”
Yine aynı yerde geçer: Bir bayram günü Hazret-i Ebu Bekr, kızı Âişe’nin yanına girdiğinde, iki küçük cariyeyi def çalıp şarkı söylerken gördü. Onlara serzenişte bulununca, Resulullah: “Bırak ey Ebu Bekr, bayram günleridir!” buyurdu.
Bayram günleri oruç tutmak haramdır. Eğlenceler esnasında asayişi bozabileceği endişesiyle bayram günlerinde silah taşınması Cenab-ı Peygamber tarafından menedilmiştir.
Namazgâhta bayram namazı
Her iki bayramda da ilk gün güneş doğduktan sonra erkeklerin yapması gereken hususi bir ibadet vardır: Camide cemaatle kılınan iki rekatlik bayram namazı.
Köylük yerlerde Cuma gibi bayram namazı da kılınmazdı. Şehir ve kasabalarda ise musalla veya namazgâh denilen açık mekânlarda topluca kılınırdı. Sonra her yerde ve her camide kılınması âdet olmuştur.
Başka zamanlarda namaz kılmayanlar bile, bu namaza gelirler; çocuklarını da götürürler. Pek çok kimsenin çocukluğundaki bayram namazı hatırası yıllarca zihninde yaşar; onun belki de dinle tek irtibatını teşkil eder.
Bayramlarda, ilk gün yaşlılar ziyaret edilir. Ailenin bir büyüğünde akşam yemeği veya sabah kahvaltısında buluşulur. Kabristan ziyaretleri unutulmaz. Zira Türkler ölüleriyle beraber yaşar. Bayramlarda türbeler ziyaret edilir. Mesela İstanbul’da mutlaka Eyüp Sultan’a da gidilir. Bugün bile bu âdet devam etmektedir.
Mendile bağlı para
Türk kültüründe, her hususi güne ait bir tatlı vardır. Bayramın tatlısı cevizli baklavadır. Bayramda akide şekeri, lokum, badem ezmesi gibi şekerlemeler önceden satın alınır. Misafire süslü bir tepside küçük kaşıklarla reçel çeşitleri ikram edilirdi.
Sonra, piyasada şekerlemeler çoğaldığı için olsa gerek, bu âdet terk edildi. Bayramda misafire kahve ve su, ardından da tatlı servisi yapılırdı. Tatlının yanında bazı yerlerde ayran verilirdi. Zira tatlı insanın iştahını keser; ayran ise iştahı açar.
Bayramda hediyeleşmek de âdettir. Eskiden fakirlere bayramdan önce yiyecek kumanyası ya da bir tepsi baklava gönderilirdi. Bayramda ziyarete gelenlerden bilhassa çocuklara mutlaka hediye verilir.
Eskiden mendil ve çorap vermek âdetti. Elden para vermek hoş görülmediği için, nezaketen mendilin kenarına veya çorabın içine para bağlanırdı. Bayram günlerinde, çocuklar daha bir hoş görülür, “bayram yeri” denilen lunaparka götürülür.
Sarayda bayram
Müslüman devletlerde bayramlar çok ihtişamlı merasimlerle kutlanırdı. Bilhassa Tarsus gibi hududa yakın şehirlerde, yabancılara karşı İslâmiyetin güzelliğini ve Müslümanların ihtişamını göstermek için bu kutlamalar daha parlak yapılırdı. Esnaf, süslü elbiselerle geçit resmi yapardı.
Bayram geceleri fener alayları tertiplenirdi. Halkın tekbir ve tehlil sesleri göklere yükselirdi. Nehirlerdeki kayıklar süslenir; sahillerde kandiller yakılırdı. Halifenin veya valinin sarayı ışıklarla donatılırdı. Halk, bayram günleri yeni ve süslü elbiseler giyer; hatta memurlara ve fakirlere bayramlık elbise ve ayakkabı dağıtılırdı.
Osmanlı sarayında bayram, dinî muhtevası yanında, devletin ve hanedanın ihtişamını göstermek için de bir vesiledir. Zira monarşilerde otorite ve ihtişam, sadece askerî güçle değil, merasimlerle de ortaya konur. Muayede (bayramlaşma) merasimi Sultan Fatih Kanunnamesi ile tanzim olunmuştur.
Bayram Alayı
Bayram günü sarayın içi meşalelerle süslenir. Bütün pencerelere fenerler asılır. Padişah, sabah namazını Topkapı Sarayı içindeki Ağalar Camii’nde kıldıktan sonra, mukaddes emanetlerin saklandığı Hırka-ı Saadet dairesinde maiyeti ile bayramlaşır.
Sonra padişahın resmî kabul mekânı olan Arz Odası’nda (son asırda Dolmabahçe Sarayı’nın Zülvecheyn Salonu’nda) devlet erkânı ile umumi olarak bayramlaşılır. Merasim devam ettiği müddetçe mehteran (sonraları mızıka-ı hümayun) parçalar çalar.
Boğaz girişindeki gemilerden selam topları atılır. Sonra padişah süslü bir atın üzerinde şatafatlı bir “bayram alayı” ile saraya yakın bir camiye giderek bayram namazı kılar. Bayram namazından sonra, hareme geçerek ailesi ve harem halkı ile bayramlaşır.
Bayram günlerinde sokaklarda bayram alayı tertiplenir. Maytaplar atılır. Enderun ağaları, yani saray akademisindeki gençler, kılıç, tüfek, ok ve gürzlerle gösteriler yaparlar. Güreş müsabakaları tertiplenir.
Başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerinde bayramlarda o kadar parlak şenlikler yapılır ki, yabancı seyyahlar, seyahatnamelerinde bu bayram şenliklerine mutlaka bir fasıl ayırmıştır.
Cumhuriyet devrinde millî günler resmî şekilde kutlanmış; Müslümanların iki dinî bayramı resmî tatil kabul edilerek, tes’idi (kutlanması) cemiyetin takdirine bırakılmıştır.
Süleymaniye’de Bayram
Hissiyatın coştuğu günler olmak itibarıyla bayramlar nice şaire heyecan vermiş; bayramlar, mısralarda terennüm edilmiştir. Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı emsalsiz manzumesinde bayramı şöyle anar:
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
.
Sultanların sözleri, sözlerin sultanları
7 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :7 Nisan 2025 00:16
A -
A +
*Hükümdarların sözleri, sözlerin de hükümdarıdır, derler. Osmanlı padişahlarının hemen hepsi şiir söylemiş, içlerinden bu vadide yüksek sanatkârlar çıkmıştır.
Osmanlı padişahları hükümdar olmasalar, her biri kudretli bir şair, hattat, âlim yahut sanatkâr olacak evsafı haizdi. Bu hususiyet, dünyada hiçbir hanedana nasip olmamıştır.
Şiirde belki deha sahibi olanları yoktu, ama hemen hepsi güçlü bir iç âleminin habercisi olan, edebî kıymeti haiz manzumeler vücuda getirmişlerdir.
"Kelâmü’l-mülûk mülûkü’l-kelâm" diye bir tabir vardır. Sultanların sözü, sözlerin de sultanı, demektir.
Başka dilde şiir söylemek
Osmanlı padişahlarının hemen hepsi şiir söylemiş, içlerinden bu vadide yüksek sanatkârlar çıkmıştır.
Sultan I. Selim’in Farsça, Sultan III. Murad’ın Arapça ve Farsça divanları vardır. Bir kimsenin ana dili olmayan bir lisanda divan tertiplemesi, şairliğinin yüksekliğine delalet eder.
Kanuni Sultan Süleyman, edebiyat tarihinde en çok gazeli olan şairdir. "Muhibbî" divanında 2779 gazel vardır. Ondan sonra gelen Zâtî’nin bile ancak 1825 gazeli vardır.
Sultan II. Murad, III. Murad ve IV. Murad Murâdî, II. Mehmed, Avnî, II. Bayezid, III. Mehmed ve II. Mahmud, Adlî, I. Selim ve II. Selim, "Selîmî", I. Süleyman, "Muhibbî", I. Ahmed, "Bahtî", II. Osman, "Fâris", II. Mustafa, "İkbâlî", III. Mustafa, "Cihângîr", III. Ahmed, "Necîb", I. Mahmud, "Sebkatî", III. Selim, "İlhâmî" mahlaslarını kullanmışlardır.
Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu Çelebi Sultan Mehmed, şiirleri antolojilere girmiş ilk padişahtır. Gazeli şu parlak beyit ile başlar:
Cihân hasm olsa Hak’dan nusret iste!
Erenlerden duâ vü himmet iste!
Fatih Sultan Mehmed’in her tarzda şiiri vardır. Şu mısrası fevkaladedir:
Sâkiyâ mey ver ki bir gün lâlezâr elden gider
Erişir fasl-ı hazân, bâğ-ı bahar elden gider
Aşk insanı söyletir!
Sultan II. Bayezid’in şöyle başlayan münacatı, aynı zamanda samimi bir tevazunun pek güzel bir numunesidir:
Hudâyâ! Hudâlık sana yaraşır
Nitekim gedâlık bana yaraşır
Çü sensin penâhı cihân halkının
Kamudan sana ilticâ yaraşır
(Ey Allahım, efendilik sana, dilencilik bana yakışır. Sensin dünyanın sığındığı. Bize de ancak sana sığınmak yakışır.)
Yavuz Sultan Selim Türkçe şiir yazmamıştır. Türkçe birkaç beyit kendisine atfedilirse de doğru değildir. Cihanı önünde diz çöktürmüş bir padişahın aşkın karşısındaki hâlini anlatan şu kıtanın ona ait olması muhtemeldir:
Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
(Felek gözümü nasıl büyülediyse, kan ağladı. Aslanlar önümde boyun eğerken, beni bir ceylan gözlünün esiri yaptı.)
Sultan şiirlerinin çoğu lirik ise de içlerinde dinî ve hamasî hislerle yazılanları da az değildir. Kanuni Sultan Süleyman’ın sağlığın, devlet (kudret) için lüzumunu anlatan şu beyti muazzam bir şöhret kazanmıştır:
Halk içinde muteber bir nesne yok, devlet gibi
Olmaya devlet, cihanda bir nefes sıhhat gibi
Bir camisi bir de beyti var!
Yahya Kemal, “Bir beyti, bir de cami-i mamuru var” diye Sultan II. Selim’i şairane bir mübalağa ile överek, bir beytini Selimiye Camii ile denk tutmuştur. Bu beyit şöyledir:
Biz bülbül-i muhrik-dem-i şekvâyı firâkız,
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden.
(Biz, bülbülüz, yakıcı nağmeyle ayrılıktan şikâyet eden; öyle ki ateşe döner sabah rüzgârı, geçse bahçemizden.)
Sultan III. Murad’ın şiirlerinin ekserisi dini muhtevalıdır:
Çâresiz kaldım Hudâyâ çâre kıl yâ Rab bana
Nefs ü şeytândan halâs eyle beni ey pâdişâ
Ben Murâda kıl inâyet fazlını ey zülcelâl
Senden özge kimesnem yoktur benim yâ Rabbenâ
Sultan III. Mehmed, devletin ve başındakilerin misyonunu şu manzumede hülasa etmiştir:
Yokdürür zulme rızâmız, adle biz mâilleriz
Gözleriz Hakk’ın rızâsın, emrine kâilleriz
Sende asker yok mudur?
Sultan I. Ahmed, Resulullah’ın Mısır’daki ayak izinin küçük bir modelini yaptırıp üzerine kendi yazdığı ve Peygamber’i öven bir şiiri bizzat yazdırıp sorgucuna koydurmuştur:
N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i resmini ol hazret-i şah-ı rüsülün.
Gül-i gülzâr-ı muhabbet ol kadem sâhibidir,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!
(Taç gibi başımdadır Peygamberler şahının ayak izi,/Aşk bahçesinin gülü, bırakandır işte o izi./Ey Ahmed, durma, o gülün ayağına sür yüzünü!)
Sultan IV. Murad’ın Bağdad’ın fethi münasebetiyle Hafız Paşa’ya hitaben yazdığı serzenişli şiir meşhurdur:
Hâfızâ Bağdâd’a imdâd etmeğe er yok mudur?
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur?
Sultan IV. Murad muamma söylemekte de ustaydı. Bir gün has bahçede dinlenirken, “Dırahşan oldu gördüm beş hilal üstünde bir hurşid” (Parladı beş ay üstünde bir güneş) mısraını söylemiş; Meclisteki Nef’î, Padişah’ın başını nedimi Musa Çelebi’nin avucu üzerine koyduğunu görüp, “Meğer kim pençe-i sîmine ol mehpâre yaslanmış” (Yaslanmış gümüş ele ay yüzlü) mısraıyla muammayı çözmüştür.
Nasihatin manzumu makbul
Umumiyetle dinî şiirler yazan Sultan II. Mustafa’nın şu kıtayı ihtiva eden ilahisini mevlidlerde okunmak âdet olmuştu:
Vakt-i seherde dâdımız
Arşa çıkar feryâdımız
Cürm ü hatâ mu’tâdımız
Yessir lenâ hayru'l-umûr
Üstlendiği ağır yükü anlatan ve asırlar sonrasına dek uzanan şu beyti pek meşhurdur:
Başımızdan hiç hevâ-yı zülf-i yâr eksik değil
Mürtefî yerdir ânın çün rûzgâr eksik değil
(Yüksek yerde rüzgârlar sık eser!)
Sultan III. Ahmed Ayasofya Camii önündeki muhteşem çeşmesinin tarih mısraını bizzat yazmıştır:
Tarihi Sultan Ahmed’in cârî zebân-ı lüleden
Aç besmeleyle iç suyu Hân Ahmed’e eyle dua
Zamanı iyi anlamak!
Sultan III. Mustafa’nın şu dörtlüğü, ayakların baş olduğundan dert yanar, işin ancak Allah’a kaldığını terennüm eder:
Yıkılıptır bu cihân sanma ki bizde düzele
Devleti çarh-ı denî verdi kamu mübtezele
Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele
İşimiz kaldı hemân merhamet-i lemyezele
Sultan III. Selim'in dinî şiirleri pek çoktur. Bir gazeli şu mısralarla biter:
Bel bağlama İlhâmiyâ bu fânî dünyâ mülküne
Fikr eyleyip ukbâ ile bu âlem-i devrânı seç
Usta bir hattat ve o kadar olmasa da kudretli şair Sultan II. Mahmud’un Medine’ye şamdan hediye ederken yazdığı naat, kalbinin inceliğine delildir:
Şamdan ihdâya eyledim cüret ya Resulallah!
Murâdımdır ulyâya hizmet, ya Resulallah!
Dü-âlemde kıl istishâb Hân-ı Mahmûd-i Adlîyi
Senindir evvel ve âhirde devlet ya Resûllallah!
Mısralardaki acı
Sultan Aziz’in şu kıtası acıklı sonunun habercisi gibidir:
Bunca derd u mihnete katlandığım ya neden
Terk-i cân etsem de kurtulsam şu mihnethâneden
Sadece padişahlar mı? Sultan II. Mahmud’un kızı Âdile Sultan hanedanın divan sahibi azalarındandır.
Sultan Fatih’in oğlu Cem Sultan da divan sahibi usta bir şairdi. Taht mücadelesi esnasında ağabeyi Sultan Bayezid ile manzum mektuplaşmaları meşhurdur.
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handân
Cem hicrile bâlîn edine hârı sebeb ne?
(Sen yatarken gül yastıkta keyfile,/Cem dikeni yastık edinmiş gurbette) beytine ağabeyi Sultan Bayezid, hacca gitmiş birinin saltanat düşkünlüğüne sitem ederek şöyle cevap vermiştir:
Hâccü’l-haremeynim diyüben da’va kılarsın
Bu saltanat-ı dünya için bunca taleb ne?
Talihsiz Cem Sultan nihayet şu itiraf beytini söylemekten kendisini alamamıştır:
Kendi elimle başıma aldım belâları
Kendimden oldu bana bu cürm ü hatâ diriğ
.
Bu işte bir hile var!
14 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :14 Nisan 2025 00:31
A -
A +
*Türkçede hilenin menfi manası vardır. Arapçada hile, çare demektir. Türkçedeki hile, Arapçada "hüd’a" kelimesi ile ifade edilir. “Hile hurda” tabiri buradan gelir...
Türkçeye hariçten giren kelimeler çoğu zaman yeni bir manaya bürünür. Mesela müsaade Arapça “yardım”; serbest, Farsça “başı bağlı” demektir. Türkçede ise bambaşka, hatta zıt manaya kullanılır.
Arapçada hile, çare demektir. Türkçedeki hile, Arapçada "hüd’a" kelimesi ile ifade edilir ve "hile-i hüd’a" tabiri kullanılır. “Hile hurda” tabiri buradan gelir.
Hilenin Sevabı?
Hayattaki bazı zaruretler insanları çeşit çeşit tasarruflarda bulunmaya zorlar. Böylece fert, bazen günah işlemek, hatta inancını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.
Bu gibi hâllerde, dinin gösterdiği başka bir hususî yoldan giderek mesele çözülür. Buna eskiden "hile-i şer’iye" denirdi. Hile-i şer’iye, böyle müşkül vaziyete düşen ferdi kurtarmak ve hareketlerinin meşru dairede kalmasına yardımcı olan çare ve tavsiyeleri ihtiva eder. (İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir)
Bir de "hile-i bâtıla" vardır. Dinî hükümleri kurnazca kullanarak başkasının hakkını iptal etmek; dinin emrinden kaçınmaya denir. Buna şimdi kanuna karşı hile deniyor. Bu ikisini karıştırmamalıdır.
Türkçede hilenin menfi manası bu mevzunun yanlış anlaşılmasına sebep olmaktadır. Hatta İmam Ebu Yusuf hazretleri, hile-i şer’iye yapanların dine uymak hususundaki hassasiyetleri sebebiyle ayrıca sevap da kazanacağını söyler. Hile-i batıla ise haramdır.
Ulema dinin emrinden kaçınmak veya başkasının hakkını iptal etmek için yapılan hileleri gayrı ahlâkî bulmuştur ve buna karşı çıkmıştır. İbn Abidin, “Halka böyle hileler öğreten kimseler hapsedilir” diyor.
Mesele, kulun, dinin sınırları içinde kalmasıdır. Yoksa insan herkesi, hatta kendisini bile kandırabilir; ama Allah’ı kandıramaz.
"Hile hurda"
Hile-i şer’iye usulü, Hanefi ve Şafii mezhebinin esaslarındandır. Fakültede hukuk sosyolojisi hocamız Hamide Topçuoğlu Kanuna Karşı Hile kitabını yazmıştı. Meseleyi çoğu ilahiyatçıdan daha iyi anlamıştı. “Vazifesini müdrik bir avukatın, müvekkilini içinde bulunduğu müşkülattan kurtarmak için ona göstereceği hukuki çare, yani meşru hareket tarzı ne ise, hile-i şer’iye de odur” derdi.
Bir kimse fakirdeki alacağını zekâtına sayamaz. Çünkü zekâtın bir şartı da temliktir. Yani parayı fakirin eline vermektir. Zengin, alacağı miktarındaki zekâtı fakire verir, fakir de bununla borcunu öder. Bu, hile-i şer’iyedir.
Ama bir kimse zekât vereceği bir kese parayı bir çuval buğdayın içine koysa, bir fakire zekât niyetiyle verse, sonra da bu bir çuval buğdayı piyasa fiyatından satın alsa, caiz olmaz. Bu hile-i batıladır. Zira adamın niyeti zekâttan kaçınmaktır; üstelik fakir, paradan habersizdir.
"Eyyüb ruhsatı"
Hile-i şer’iyenin delili Kur’ân-ı kerim ve sünnet-i nebevidir. Sâd suresinin 44. âyet-i kerimesi, bir kabahati sebebiyle hanımına yüz sopa vurmak üzere yemin ettiğinde, bundan kurtulması için Eyyüb aleyhisselama bir çare gösterilmiş, “Üzerinde yüz filiz bulunan bir hurma dalı ile vur, yemini yerine getir” buyurulmuştur.
Buna “Eyyüb ruhsatı” denir. Muhammed aleyhisselam da çok yaşlı bir mahkûmun cezasını infaz ederken böyle hareket etmiştir.
Yine bir gün Resulullah aleyhisselam, kendisine bernî adındaki hurmadan bir miktar getiren Bilâl-i Habeşî’ye bunları nereden aldığını sordu. O da elinde bulunan yedi kilo adi hurmayı verip, bundan üç buçuk kilo aldığını söyledi.
O bunu tasvip etmedi. “Böyle yapma! Satın alacağın zaman hurmayı parayla sat; sonra bu parayla istediğin hurmayı satın al!” buyurdu. Çünkü aynı cins malın birbirine satılmasında, biri fazla olursa fâiz vardır. Bu hadis-i şerif, Buhârî, Müslim, Nesâî ve Muvatta’da vardır.
Osmanlı bankaları nasıl çalışırdı?
Ribâ, yani borç verirken daha fazla miktar ödemesini şart koşmak, İslâmiyette yasaktır. Karz yoluyla faizsiz kredi bulamayanlar ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaktır?
Bunun için âlimler çareler göstermiştir. Iyne ve muamele satışı denilen bu çareler, hile-i şer’iyenin tatbikine tipik misallerdir. Ağır bir para darlığının yaşandığı Osmanlı Devleti’nde tatbik edilmiştir.
Iyne satışında, paraya ihtiyacı olan ve karz-ı hasen de bulamayan bir kimseye bir mal veresiye satılır. O da bunu başkasına daha ucuza ve peşin olarak satar. Böylece istediği borcu temin eder. İlk satıcıya da bundan daha yüksek bir miktar borçlanmış olur.
Muamele satışında ise kredi veren kişi, borçluya bir malı yüksek fiyatla veresiye satar. Mesela 100 lira borç verir, bir kalemi, mendili, kitabı, kıymeti 10 kuruş bile olsa, 10 liraya veresiye satar. İslâmiyette kâr haddi yoktur. Bir kimse malını kandırmadıktan sonra istediği fiyata satabilir. Böylece kredi isteyen kişi, 100 lira karzdan, 10 lira da satış akdinden olmak üzere 110 lira borçlanır.
Muamele ile satılacak malın fiyatı, borç miktarının devlet tarafından tespit edilen yüzdesinden fazla olamaz. Fâiz (fazlalık) denilen, ama ribâdan ve bugünkü fâizden farklı olan bu miktarın sınırı, para arzına ve paranın iştira (satın alma) kıymetine göre hükûmetçe tespit olunur.
Kanunî Sultan Süleyman zamanında %10; Sultan Abdülmecid zamanında %15; Sultan Hamid zamanında çıkarılan 1304/1887 tarihli Murâbaha Nizamnâmesi ile %9 idi.
Kadıların, muamele-i şer’iye yapılmaksızın talep edilen fâize hüküm vermedikleri, mahkeme sicillerinden anlaşılmaktadır. Son zamanlarda Osmanlı bankaları da bu usule göre çalışırlardı.
Meselâ, banka veznesindeki memur, banka sahibinin vekili hasebiyle, elindeki bir kalemi veya saati ya da umumiyetle Kuduri isimli fıkıh kitabını, 100 lira kredi isteyen kimseye 9 liraya veresiye satar, sonra istenilen miktarı borç olarak verir, böylece müşteri bankaya 109 lira borçlanmış olurdu.
.....
(Hile hakkında tafsilat için web sitemde bulunan şu makalemi tavsiye ederim: Eski Hukukumuzda Hile-i Şer’iyyeye Dair.)
.
Nargilemin marpucu gümüştendir gümüşten
21 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :21 Nisan 2025 01:06
A -
A +
*Nargile şarkta sosyal hayatın sembolü olmuş bir alışkanlıktır. “Yalnız nargile içilmez, Karaköy köprüsü geçilmez” derler.
Nargilenin tarihî yolculuğu, XVI. asırda Hindistan’da başlar. Babür İmparatorluğu asilleri tütünün keyfini çıkarmak için kullanırdı. Nargilenin sonraki durağı, İran oldu. Mısırlılar, adına 'nargil' dediler.
İlk nargileler, umumiyetle narçil denilen bir cins büyük Hindistan cevizinin kabuğu oyularak yapılan basit bir hazne ve bambu borulardan müteşekkildi. Suyla temas eden tütün dumanının içimi yumuşuyordu.
Şark sembolü
Osmanlı ülkesine nargilenin gelişi muhtemelen Sultan IV. Murad’ın saltanatı zamanına (1623-1640) rastlar. İstanbul Bayezid’de sadece nargile ikram eden ve nargileci kahvesi diye bilinen kahvehaneler vardı.
Evlerde de nargile içilir, mesireye çıkıldığında nargileyi yanına almak ihmal edilmezdi. Bazı Avrupalı ressamlar, kadınları bile nargile fokurdatırken tasvir etmiştir. Nargile o kadar Şark kültürünü sembolize eden bir obje olarak görülmüştür ki, ecnebiler Türk elbiseleri giyip ellerinde nargile marpucuyla ressamlara poz vermekte yarışmıştır.
Beykoz ve Yıldız çini fabrikalarında gerçek birer sanat eseri olan nargileler imal edilmiştir. Türkler her şeyde olduğu gibi, nargileye de estetik zevklerini katmışlar, bir Osmanlı nargile kültürü meydana getirmişlerdir. Cevabı nargile olan muamma (bilmece) bile düzülmüştür:
Ol nedir su içinde seslenir
Leblerimin busesine yaslanır
Dem çekeryanar tüter hem sinesi
Üfledikçe garkolur sefinesi,
Loti’nin seyyar nargilesi
XVIII. asırda seyyahların Osmanlı topraklarına yaptıkları ziyaretler sırasında nargileyle tanışmaları, bu alışkanlığın Avrupa’ya taşınmasına yol açtı.
İstanbul’da bir müddet yaşayan meşhur bestekâr Ferenc Liszt, ayrılırken iftihar nişanı ile taltif edilmiş, kendisine Sultan Mecid tarafından kıymetli mücevherlerle süslü bir enfiye kutusu ve gümüş bir nargile hediye edilmişti. İstanbul âşığı Pierre Loti, bütün seyahatlerinde alıştığı nargilesini yanında taşırdı.
Alman general von Moltke der ki: “Nargile, gölgeli bir ağaç, şakırdayan bir fıskiye ve bir fincan kahve Türk’e günün yarısında zevkli vakit geçirmek için yetişir.”
Kimler yok ki...
Nargile tiryakisi yüzünden belli olurdu. Ahmed Rasim, Darüşşafaka’daki hocalarından İskender Efendi’yi, “çokça nargile içmekten bıyığının burun delikleri hizasına tesadüf eden kısımları tönbeki gibi sararmış” diye tasvir eder.
XIX. asır sonlarından itibaren gençler arasında, memurlar, hatta tekke mensupları arasında tütün, enfiye ve nargile alışkanlığı yaygındı. Zihni açacağı ve bedeni sakinleştireceği düşünülürdü.
Meşhur İshak Hoca, çoğu zamanını evinde eser yazmak veya tercüme etmekle geçirirdi. İçmeyi âdet edindiği nargilenin marpucu ağzında olduğu hâlde, dizlerini dikip arkasını yastığa dayar, tercüme olunacak kitabı dizlerine koyar, bütün sahifeyi iyice gözden geçirir, sonra durmaksızın yazmaya başlardı.
Yine de nargile, diğer tütün mamulleri ve enfiye gibi, ağır başlı kişilerin uzak durduğu hafif birer alışkanlık olarak görülmüş, biri övülecek olsa, “Ağzına içki koymaz, hatta tütün, enfiye, nargile ile ülfeti yoktur” derlerdi. Ömer Seyfeddin’in “Kurbağa Duası” isimli hikâyesinde nargileden bir şahsi kusur olarak bahsedilir.
Suphi Paşa konağında Mısırlı bir misafirin geç vakit istediği nargileyi içerken uyuması üzerine yere düşen bir ateş parçası keçeyi, keçeden perdeyi, perdeden tavanı, hülâsa odayı ve binaenaleyh koca konağı yakmış, kül etmişti.
Türk dokunuşu
Umumiyetle bir gövde, su haznesi, marpuç ve lüle olmak üzere dört ana parçadan meydana gelir. Tütün, lülede yakıldıktan sonra, duman su haznesinden geçerek soğutulur, nikotini alınır ve hortum vasıtasıyla içilir.
Gövde, umumiyetle metal, pirinç veya paslanmaz çelik ya da çini ve porselen gibi malzemeden zarif şekilde yapılır.
Su haznesi (şişe), şeffaf camdan yapılır ve nargilenin alt kısmında yer alır. Böylece içindeki su ve dumanın hareketi görülebilir. Hazne genişse daha fazla duman birikir, darsa daha kesif bir çekim hissi verir. Süleymaniye Camii’nin akustik hususiyetlerini bizzat Mimar Sinan’ın kubbenin altında fokurdattığı tönbekisiz nargilenin sesiyle kontrol ettiği söylenir.
Marpuç, uzun ve esnek deri hortumdur. Gövdenin üst kısmına geçirilmiştir. Nargilenin içindeki dumanı, içenin ağzına kadar götürmeye yarar.
İmame veya ağızlık, marpucun ucuna takılı kısımdır. Çoğu zaman kehribardandır. Gümüş, altın, mineli, elmaslı, yakutlu, zümrütlü zarif bileziklerle süslenir. Bunun sıcak suda iyice yıkanması icap eder.
Lüle veya ateşlik, nargilenin en üst kısmında yer alan ve tütünün konulduğu kısımdır. Kil, ince beyaz toprak, seramik veya cam gibi mukavemetli malzemeden yapılır. Oymalı gümüş, pirinç, bakır bir mahfazayla çevrilidir. Tablası deliklidir. Tönbeki içine konulur ve üzerine kor konup tütünün yanması temin edilir.
Maşa, ateş tutmaya yarardı. Bunların içerisinde antika olanları yoksa da dipçik, baston ve büyük bıçak sapları içerisinde gizli olarak yerleştirilmiş nargile maşaları kıymetli idi.
Türkler nargileye başka bir itina gösterip bir zevk-i selimle çalışarak billurdan, beyaz ve renkli şişeler ve gümüş çiçekli ve meyvelerle süslü başlıklar ve yaldızlı toprak lüleler ile imal ettiler. Hatta bazen şişesini de gümüşten son derece zarif nargileler yaptılar.
Nargile raconu
Tiryaki raconunda, nargile içmenin dört şartı olduğuna inanılır: Maşa, meşe, köşe ve Ayşe. Tönbeki üzerindeki ateşi maşa ile kontrol etmek, ayrı bir zevktir. Tönbekinin kömürü meşe kömürüdür. Meşe kömürü, kaliteli ve mukavemetlidir. Nargile ortalıkta içilmez, bir köşeye çekilmek lazımdır. Nargile içene hizmet eden biri lazımdır, Ayşe de onu sembolize eder.
Ahmet Rasim, “Yalnız nargile içilmez, Karaköy köprüsü geçilmez” der. Nargile Şarkta misafire ikramın da vazgeçilmez unsurlarındandır. Muharebeler esnasında bile askerler nargilelerini tüttürmeyi ihmal etmemiştir. Tiryakilerin çoğu kendi çubuğunu yanında taşır.
Nargile fokurdaması hem bir melodi hem de bir ihtişam gösterisidir. Abdülhak Şinasi Hisar, kedisinin, “çekilen bir nargile gibi haşmetle homurdandığını” söyler. Refik Halid Karay, nargilenin ıslığını etrafı saran fabrika düdüğüne benzetir. 1850’lerden sonra tütün merakının ilerleyip sigaranın yayılmasıyla nargile merakı azalmıştır.
Nargileye dair
Halk kültüründe nargile içenlere dair darbımeseller türetilmiştir.
“Nargile içene şeytan yaklaşmaz.” Çünki nargile içen yerinden kalkamaz ki günah işlesin.
“Nargile içenin evine hırsız girmez.” Çünki öksürüğü hırsızı kaçırır.
“Nargile içeni köpek ısırmaz.” Çünki tütün kokusundan yanına yaklaşamaz.
“Nargile içen tabibe gitmez.” Çünki çok yaşamaz.
Lezzetsiz içeceğe “nargile suyu” derler. Çünki nikotin karışmıştır.
Duman Duman
Yeni Türkü grubunun 90’larda meşhur ettiği şarkı, Yedikule zindanlarında beş sene hapse mahkûm olan nargile tiryakisinin ağzından yazılmıştır.
Nargilem duman duman
Bayıldım aman aman
Beş yıl bana yaraştı
Nargilem buna şaştı
Nargilemin marpucu da
Gümüştendir gümüşten
Beş değil on beş yıl olsa
Ben vazgeçmem bu işten
.
Al cetveli, çiz sınırı! Orta Doğu’da Yeni Rol Dağılımı: Sykes-Picot Anlaşması
28 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :28 Nisan 2025 00:40
A -
A +
Emperyalistler, Osmanlı İmparatorluğu'nu yendi ve harb sonrası Orta Doğu haritasını yeniden çizdi. Diplomatlar, suni sınırlar çizerek, bugün de devam eden fesat tohumlarını ekmiş oldular.
“Üçüncü dünya harbi çıkar mı?” sualine, rahatça, “Birincisi bitmedi ki!” cevabı verilebilir. 1914-18 arası cereyan eden büyük harb esnasındaki anlaşmalar ve ardından kurulan gayrı adil yeni dünya nizamı, bugün de yaşanan bütün problemlerin kaynağıdır.
Fransa ve İngiltere, klasik devirde Osmanlı Devleti ile hep iyi münasebetler içinde oldu. Ancak her ikisinin de ticarî ve diplomatik gayelerden öte emelleri vardı: Orta Doğu’da hâkimiyet kurmak. Politikalarını da bu davada kendilerine rakip olan Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin desteklenmesi üzerine kurdular.
Münasebetlerin iyice güçlendiği XIX. asır sonlarında ibre birden tersine döndü. Artık Rusya ile anlaşan İngiltere, Osmanlı Devleti için iyi düşünmemeye başladı. Orta Doğu’dan elini çekerek zayıf bir şekilde yaşaması veya tamamen ortadan kaldırılması şeklinde projeler kurmaya başladı.
Sultan II. Abdülhamid hem İngiltere’yi, hem Rusya’yı ve hem de Fransa’yı hoş tutmaya çalışırken, kendisine bir destek aramış, Almanya’yı bulmuştu. Ancak Almanya’nın da Orta Doğu’daki emelleri diğerlerinden pek farklı değildi.
Kopan ipler
Sultan Abdülhamid’in 1909’da devrilmesinden sonra, memleket Germanofillerin eline geçti ve Almanya’nın kontrolüne girdi. Almanya’nın yanında, İngiliz-Fransız-Rus ittifakının karşısında Cihan Harbi’ne girilmesi de Osmanlı Devleti’nin istikbalini tamamen değiştirdi. Harbi kazansa da kaybetse de çok şeylerden vazgeçmesi gerektiği açıkça anlaşılıyordu.
Birkaç sene önce, Aubrey Herbert gibi İngiliz istihbaratçılarının muvaffak organizasyonu neticesinde, 5 asır Osmanlı idaresinde yaşayan Müslüman Arnavutlar istiklalini elde etmiş, Balkanlar’da yeni bir devlet kurularak, Osmanlı Devleti’nin Adriyatik ile münasebeti kesilmişti. Projenin benzeri neden Orta Doğu’da tatbik edilmesindi?
Beklenen fırsatı İttihatçılar verdi. Irkçı icraatları ve Türkleştirme politikası, başta Araplar olmak üzere Osmanlı milletleri arasında hoşnutsuzluk meydana getirdi. Osmanlı Devleti’nin otonom Mekke idarecisi Şerif Hüseyin, 1916’da hükûmeti ikaz eden iki beyanname neşretti. Bunun üzerine "vatan haini" sayıldı.
Lawrence sahnede
Suriye Valisi Cemal Paşa’nın, Arap milliyetçileriyle beraber Şerif’in akrabalarını ve damadını astırması ipleri tamamen kopardı. Harb başında Mısır’daki Arap Bürosunda vazifelendirilen, kendisine Arapları Britanya safına çekmek ve Arap milliyetçiliğini kışkırtmak vazifesi verilen istihbarat ajanı Lawrence bu safhada devreye girdi.
Yıllarca İstanbul’da üst düzey bürokrat olarak vazife yapan Şerif Hüseyin ve Osmanlı meclisinde milletvekili olan oğulları ile irtibata geçerek, ayaklanma mukabilinde, Suriye ve Irak’tan Yemen’e kadar uzanan Arap topraklarında bir Haşimî Arap İslâm İmparatorluğu vadetti.
Şerif, İngilizlerin tasvibi olmadan mıntıkada bir iş yapılamayacağını gayet iyi biliyordu. Denize düşen yılana sarılır fehvasınca İngilizlerin Mısır komiseri ile anlaşarak, Kasım 1916’da oğulları ile beraber Arap İhtilalini başlattı.
Hâlbuki harbin başında İngiltere, Lübnan ve Filistin’in de bulunduğu Suriye topraklarını dostu Fransa’ya söz vermişti. Harb sırasında Arap bürosundan Türkiye mütehassısı istihbaratçı Herbert bir rapor hazırlayarak, İngiltere’nin Fransa’ya ihtiyacı olmadığını, İttihatçılardan nefret eden Mekke Şerifi ile anlaşılarak Arapların Türklere karşı kullanılabileceğini ve Suriye’nin Araplara verilmesi gerektiğini yazmıştı.
Bir fikrin düşüşü
Diplomaside her zaman ikili oynamanın kaidelerini bilen İngiltere, Orta Doğu için başka politikalar da yürütüyordu. Katolik bir diplomatın oğlu olan ve Cizvit mekteplerinde yetişen Mark Sykes, Osmanlı mütehassısı bir diplomat ve milletvekili idi. İstanbul’da bulunmuş, bugün değme siyasetçi ve tarihçilerin farkında olmadığı bir şeyi sezmişti. Şu sözler onundur:
“Abdülhamid’in düşüşü, bir tiranın düşüşü değildir. Bir halkın ve bir fikrin düşüşüdür. Dine dayalı imparatorluk prestiji ve gelenek yerine ateizm, Jakobenizm, materyalizm ve serbestlik geldi. Bir saatte İstanbul değişti. Halkın manevî desteği, ordunun ilhamı olan İslâm, bir anda öldü. Halife, ulema ve Kur’ân’ın artık hüküm ve ilham vermesi son buldu.”
Cihan Harbi’nde Sofya, Çanakkale, Mısır, Aden ve Irak’ta istihbarat subaylığı yapan Sykes, petrol havzalarını İngiliz kontrolünde tutmakla vazifeliydi. Harbde İngiltere hükûmetine kredi açan Yahudilere de Filistin’de bir yurt kurulacaktı.
Şerif’e yapılan vaadlerden haberdar olan Fransa, bunların iptalini istiyordu. Hukukçu Charles Georges-Picot, Fransa’nın Beyrut konsolosuydu. Burada Arap milliyetçilerini desteklemiş, hatta Fransa’nın Lübnan’ı işgal etmesi için buradaki Hristiyanları silahlandırarak isyan çıkarmıştı. Vazifeden ayrılırken Arap milliyetçileri ile olan yazışmalarını Türklere bırakarak Arapların yakalanmasını ve idam edilmesini temin etmiştir. Böylece Türklerle Arapların arası iyice açılmıştır. (Tıpkı 1939’da Antakya’yı vererek Türkiye ile Suriye arasında düşmanlık tohumu ektiği gibi.)
Üç tarafa vadedilmiş toprak!
Nihayet Sykes, Fransız meslektaşı Picot ile beraber Orta Doğu’yu Fransa ve İngiltere arasında paylaştıran meşhur gizli anlaşmayı hazırladı. 16 Mayıs 1916’da Londra’da imzalanan Sykes-Picot Anlaşması, Adana, Anteb, Urfa, Mardin, Diyarbekir’den başka Suriye ve Lübnan’ı Fransa’ya, Filistin ve Irak’ı da İngiltere’ye veriyordu. Rusya, unutulmamış, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis vadedilmişti. Bu toprakların bir kısmı himayeye, bir kısmı kontrole veriliyordu.
Arap topraklarında himaye (mandat) altında Arap devletçikleri kurulacaktı. İskenderun, serbest liman, Kudüs, serbest şehir olacaktı. ‘Türk-sever’ rolünden, ‘Siyonist-sever’ rolüne geçmiş olan Sykes, Filistin’de bir Yahudi yurdunun da yolunu açıyordu. Bu yüzden o zaman Filistin için “Üç tarafa vadedilmiş toprak” denmiştir.
Neticede Şerif’in ve oğullarının elinde Arabistan ile İngiliz kontrolünde Ürdün ve Irak kaldı. Arabistan sonra ‘daha iyi İngiliz müttefiki’ İbnü’s-Suud’a verilince, Şerif aldatıldığının farkına vardı. Davasında İngiltere’ye itimatla hata ettiğini anladı. Harbin sonunda Şerif’in iki oğlu Irak ve Ürdün’de hükümdar oldu. Kendisi ise Kıbrıs’a sürgüne gönderildi.
Sonradan Londra elçisi olan Picot, 1919’da Anadolu’ya gelerek mıntıkanın yeni aktörü Mustafa Kemal ile görüştü. Fransa’nın bu yeni harekete desteğini bildirdi. Az sonra Fransız birlikleri Anadolu’da işgal ettiği toprakları Türklere bıraktılar. Sykes, 1919’daki Paris Sulh Konferansı esnasında enteresan bir şekilde İspanyol gribine yakalanarak öldü.
Bu anlaşma, İngiliz hariciyesinin, Balfour Deklarasyonu diye bilinen ve Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasını ilan eden 1917 tarihli beyannamenin öncüsü oldu. Gizli bir anlaşma olan Sykes-Picot, 1917 Darbesi’nden sonra Lenin tarafından dünyaya ilan edilmiştir.
Petrol yağması
1920’de San Remo Konferansı’nda İngiltere, Fransa ile bir defa daha anlaştı. Fransızlar, Musul’un da dâhil olduğu Irak petrolünü, %25 hisse ve Suriye karşılığında İngilizlere bıraktı.
İngiltere, Musul’u Türklere karşı emniyet altına almak için, Doğu Anadolu ve Kuzey Irak’ta bir Kürdistan kurmayı düşünüyordu. İngiltere, Yüzbaşı Noel adındaki istihbarat subayını Kürtleri kullanarak petrol mıntıkası Musul’u Türklere karşı koruması için 1919’da Kuzey Irak’a gönderdi.
Müslüman Kürtler, Cihan Harbi sırasında Türklerin yanında yer almıştı. Şimdi İngiltere, Kürtlere Arnavutluk’ta yaptığı gibi bir devlet vadediyordu. Ancak bu kolay değildi. Birbirine muhalif aşiret yapısı sebebiyle, Kürtlerde iş birliği hissinin gelişmediğini, bir otonomi ve milliyetçilik kapasitelerinin olmadığını düşünen İngiltere tereddüde düştü. Türkiye, Lozan’dan sonra Musul’dan vazgeçince Kürdistan projesi de rafa kaldırıldı.
Ağabey ayarı
Bütün bu işler olup biterken, okyanus ötesinden hep nötr bir görüntü veren ABD, perde arkasında hemen her işte ciddi rol oynuyordu. Birinci Cihan Harbi, ABD’ye bir misyon yüklemişti, o da bunu seve seve yerine getirecekti. Böylece İngiltere ve Fransa’nın dizayn ettiği ‘yeni dünya düzeni’nin başaktörü, artık enerji kaynaklarını kontrol altında tutmak isteyen ABD idi.
Ancak Orta Doğu’yu iyi tanımayan Amerika’nın, çok iyi düşünülmeden âdeta cetvelle çizilen suni sınırlarda rahatça at oynatması da kolay olmadı. Sykes-Picot ile çizilen sınırlar, ileride mıntıkada büyük bir karmaşanın da habercisi oldu. Öte yandan büyük devletler, Kürt kozunu, Türk, Arap ve İranlılara karşı her zaman ellerinde tuttular.
Orta Doğu dizayn edilirken, memleketin ne tabii, ne sosyal, ne iktisadi bünyesi, ne de Osmanlı mülkî taksimatı nazar-ı dikkate alınmış, cetvelle çizilen aptalca ve 'hınzırca' sınırlar, muazzam meseleler doğurmuştur.
.
Kuyudaki kitaplar
5 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :5 Mayıs 2025 11:27
A -
A +
*Jandarma korkusuyla, yüzlerce yıllık kültür hazinesi kitaplar kuyularda çürümeye terk edilmişti.
Her ilim adamının muayyen ölçüde bir kütüphanesinin olacağı tabiidir. Hatta eskiden her okumuş yazmış adamın evinde mütevazı miktarda kitaplar bulunurdu.
Mesleğim ve merakım icabı memleketin dört bir yanında eski devir ulemasından tek tük geri kalanlarla veya onların çocuklarıyla görüşürdüm. Kendilerine kitaplarını sorardım.
Çoğu, tek parti devrinde, jandarma korkusundan kitaplarını gömdüğünü, yaktığını, kuyuya doldurduğunu, dağda mağaraya sakladığını, hatta kurtulmak için hurdacılara bedava verdiğini ağlamaklı bir ifadeyle anlatırdı.
İşin trajikomik bir tarafı daha vardır: Jandarmalar bazı yerlerde eski yazılı kitapları Kur’ân-ı kerim zannedip dokunmamışlar, bazı yerlerde ise okumayı bilmeyen jandarmalar Kur’ân-ı kerimleri de Osmanlıca kitap diye imha ettirmişlerdir.
Süleymaniye Müderrisi ve Eyüp Kâşgari Dergâhı postnişini Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri, müteaddit polis baskınlarından yılarak, kütüphanesindeki kitapları tekkenin avlusundaki sarnıca doldurmak mecburiyetinde kalmıştı. Nezdinde Osmanlıca bir mektup bile bulunmamaya dikkat ederdi.
Fareler ve insanlar
1928 tarihli Harf İnkılâbı Kanunu’nun 4. maddesi, eski yazıyla her türlü gazete ve mecmua neşriyatını meneder. Kanunun 5. maddesi ise, ertesi yıl itibarıyla, eski yazıyla kitap basılmasını suç sayar. Daha radikali, kanunun 9. maddesidir: “Bütün mekteplerin Türkçe tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu kitaplarla tedrisat icrası memnudur.”
Osmanlıca kitap basmaya ceza getiren Türk Ceza Kanunu'nun 222. maddesi 2014’te milletvekili Altan Tan’ın teklifi üzerine kaldırılmıştır. Ancak Osmanlıca yazmayı ve kitap basmayı meneden devrim kanunu, hâlâ anayasanın koruması altındadır.
Kanunun bu maddesi, tarihte benzeri görülmemiş bir kitap kıyımı meydana getirmiştir. Kraldan çok kralcı jandarmalar, polisler, hatta memurlar, gördükleri eski harfli kitapları affetmemişler, halk da bu korkudan elindeki kitapları olmadık yerlere saklamış veya çaresiz kalıp imha etmiştir.
Kitap kıyımı sadece harf inkılabı sebebiyle olmamıştır. 1925’te kapatılan medrese ve tekkelerin kütüphanelerinden çok azında kitaplar başka kütüphanelere nakledilebilmiştir.
İbrahim Hakkı Konyalı, kapatılan tekke ve türbelerdeki kıymetli eşya ile beraber nadide kitapların da çuvallara doldurularak elverişsiz depolara kaldırıldığını, buralarda yağmur, fare ve böcekler tarafından kemirilip yok edildiğini Sebil mecmuasında İnkılap Mezalimi serlevhası altında anlatmıştır (1976).
Bazen nüfuzlu kişiler bu gibi kitaplara el koyarak hususi koleksiyon meydana getirmiş, bu sayede muazzam bir kültür hazinesinin binde biri de olsa kurtulabilmiştir. Bunlar da ölünce koleksiyonları tarumar olmuş, bazısı sahaflara düşmüştür. İş bilir ve kadirşinas sahaflar bunları muhafaza ederek büyük hizmet etmiştir.
Kültür katliamı
Sadece milletin hafızasını teşkil eden arşiv vesikaları değil, kütüphanelerde nice nadide kitap, fersude veya mükerrer diye hurdaya verilmiş veya satılmış, daha da kötüsü elverişsiz depolarda çürümeye terk edilmiştir. Bu cinayetlerin safahatını Rifat Bali, Bir Kıyımın Bir Talanın Öyküsü kitabında hikâye eder.
Sahaf Muzaffer Özak anlatıyor: “Bir devirde bizim eserler yağma oldu. Bunun bir sebebi de harf inkılabının bazı memurlarca yanlış anlaşılmasıdır. Bu memurlar evlerde ne kadar kitap varsa kuyulara dolduruyorlardı. Öyle bir hâl olmuştu ki, bir adamın evinde kitap saklaması kobra yılanı saklamasından beterdi. Herkes korkusundan kitaplarını defetmeye çalışıyorlardı.
Ben askerdeyken bir hadiseye şahit oldum. Çankırı Mevlevihanesi'nin bütün kitapları korkudan toprağa gömülmüştü. Bana gösterdiler. Onca kitabın içinden çürümemiş tek bir kitap bulabildim; bir Nesimi Divanı. Çoğu ev halkı, dayak ve sopa altında kitaplarını kuyulara dökmek zorunda bırakılmıştı.” (Rifat Bali, Türkiye'de Kitap Koleksiyonerleri ve Sahaflar)
Sevan Nişanyan diyor ki: “İlk Çin imparatorluk hanedanının kurucusu Shih Huang Ti’nin (ME 221-210), kurduğu devlet düzeninin sorgulanacağı korkusuyla, ülkesinde geçmişte yazılmış tüm kitapların yakılmasını emredişinden bu yana geçen iki bin iki yüz yılda, devlet eliyle girişilmiş bu boyutta bir kültür katliamına yeryüzünün herhangi bir yerinde rastlamak mümkün değildir.” (Yanlış Cumhuriyet)
Lise bahçesindeki ateş
Kuleli Askerî Lisesi hocalarından ve Mesnevi mütehassısı Şefik Can anlatıyor:
“1928 yılında yapılan harf inkılabının heyecanına kapılan Kurmay Albay Cemal Bey, bir gün laik bir devletin mektebinde Arap harfleriyle yazılmış kitaplar olmamalı diye, mektebin arka tarafında bir yere genişçe bir çukur kazdırıp büyükçe bir ateş yaktı. Latin harfli olmayan tüm kitapları orada yaktı. Aile fertlerim, en yakın mektep arkadaşlarım, can dostlarım gibi olan kitapların gözümün önünde alev alev yanışını büyük bir acı ve çaresizlik içinde uzaktan seyrediyordum.
Kendince iyi bir iş yapmış olmanın huzuruyla kitapların yanışını izleyen kumandanımız bir ara oradan ayrıldı. Bunu fırsat bilerek hiç tereddüt etmeden kitapların yandığı çukura atladım. Büyük bir heyecanla birkaç kitabı yanmaktan kurtardım. Bunlardan biri Nâbi’nin divanı, bir diğeri ise Farsça bir lügatti. Elbet bu çok tehlikeleri bir işti, ben de kitapların akıbetine uğrayabilirdim veya kumandanımın dikkatini çekse mektep hayatım biterdi. Fakat aile fertlerim gibi olan o nadide eserler gözümün önünde cayır cayır yanarken ben öylece sessiz ve alakasız kalamazdım, o çukura atlarken her şeyi göze almıştım.
Diğer bir ehemmiyetli mevzu da kitaplar orada alev alev yanarken hiç kimsenin bu hazin hâle müdahale etmeyişiydi. Akıl sahibi biri çıkıp, ‘Efendim, zaten daha yeni harf inkılabı olmuş, birdenbire tüm mektep kütüphanesini nasıl Latin harflerine çevirelim, bir sakin ol. Önce bunların yerine yenisini getirelim, yakacaksan öyle yak. Veya bu kitapları hemen bir çukur kazıp yakma, başka bir kütüphaneye gönder, bunlar milletimize tarihî miras, gün gelir lazım olur’ demedi. Yerine Latin harfleriyle yazılmış yeni kitaplar gelmeden, elde bulunan asırlık nadide kitaplar da yakılınca, mektep kütüphanesi haliyle boş kaldı. Bizim kumandan da kendi küçük aklına göre laik bir mektebi daha da ileriye götürmüş oldu.
Gerçekten çok üzülmüştük. Koca bir kumandanın cehaletine mi üzülesin, o muhteşem eserlerin gözümüzün önünde cayır cayır yanışına mı? Bu meseleyi ne zaman hatırlasam o kitapların yanışına benim de içim yanar. Onun için işe yaramaz kâğıt parçaları olabilirdi ama benim için canlı birer insan gibiydiler. Harb sırasında düşmandan kaçarken heybesine sadece birkaç kitap koyan, vefat ederken geride bıraktığı evladını değil, kitaplarının akıbetini düşünen bir babanın evladıydım. Böyle biri için koca bir kütüphanenin yakılışını seyretmek nasıl bir histir, siz düşünün artık.” (Hatıralar, 198-199)
Buna benzer hadiseleri gazeteci Eşref Edib de anlatıyor. (Kara Kitap, 78-79)
.
Padişahlar da ölür…
12 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :12 Mayıs 2025 00:34
A -
A +
*Sultan Vahîdeddin, ağabeyi Sultan Reşad’ın naaşını görünce, “Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısaymış’” demişti...
Hükümdar da olsa insanoğlu için ölüm, nihayet kaçınılmaz. Ama sıradan biri olmadığına göre, Osmanlı padişahları vefat ettiğinde ihtişamlı bir sükûnet içinde hususi merasimler icra edilirdi.
Bir padişahın vefatı vuku bulduğunda, kızlar ağası vaziyeti hemen sadrazama haber verir. O da ileri gelen devlet ricali ile saraya gelip, Kubbealtı’nda veya Sünnet Odası’nda yeni padişahın cülusunu bekler. Müvekkil ölünce vekil azledilmiş olmadığından, sadrazam cenaze ve biat merasimlerinin yapılması için lazım gelen yerlere emir verir. Nihayet cenaze yeni padişahın iradesi ile kaldırılır.
Sultan I. Murad, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman seferde, Yıldırım Sultan Bayezid Akşehir’de sürgünde, Sultan II. Bayezid Dimetoka yolunda, Sultan II. Selim Çorlu’da, Sultan II. Süleyman ve II. Ahmed Edirne’de vefat etti. Padişah sıradan biri olmadığı için, emniyet sebebiyle cenazesi Maliki mezhebini takliden payitahta nakledildi.
Veliaht uzakta ise, o gelene kadar padişahın vefatını saklamak âdet olmuştur. Çelebi Sultan Mehmed’in vefatı 41, Sultan II. Murad’ınki 13, Sultan Fatih’inki 11 gün, Kanuni Sultan Süleyman’ınki 48 gün gizlendi.
Eğer veliaht sarayda ise, padişahın başyaveri mesabesindeki silahtar ağa, yanında kızlar ağası ile yanına giderek vefatı haber verir, onu tahta davet ve cülusunu tebrik ederler.
Osmanlı tahtına yeni bir padişahın oturduğu bütün Osmanlı memleketlerine fermanlar gönderilerek ilan olunur. Cuma namazlarında hutbelerde yeni padişahın adının anılması ve adına para basılması emredilir.
Yeni padişah tahta çıkınca eski padişahın annesi, hanımları, kızları ve cariyeleri Bayezid’deki eski saraya gönderilir.
Osman Gazi Türbesi
Arslanım, başın sağ olsun!
Sultan İbrahim, çok sert bir padişah olan ağabeyi Sultan IV. Murad’ın vefatı kendisine haber verildiğinde inanmamış, ağabeyi tarafından imtihan edildiğini düşünerek, zekice davranıp, “Siz bana hile edersiniz. Bana taht ve saltanat lazım değil. Kardeşim sağ olsun” demiş ve dairesinden çıkmak istememişti. Bunun üzerine annesi Mahpeyker Valide Sultan gelip “Aslanım başın sağ olsun, taht seni bekliyor” deyince, çıkmaya razı gelmiş, nihayet ağabeyinin naaşını gördükten sonra ikna olmuştu.
Veliaht bir kolunda silahtar öbür kolunda kızlar ağası olmak üzere padişahın naaşını gördükten sonra dışarı çıkar, üçüncü kapı önünde kurulan tahta oturarak tahta cülus ederdi. Ancak işler her zaman böyle cereyan etmezdi.
Sultan III. Mehmed’in rahatsızlığı saray dışında duyulmamıştı. Sadrazam, orduyla beraber seferde idi. Sadaret kaymakamı Kasım Paşa Kubbealtı’na gelip divanda oturduğunda, kendisine padişahın hattı hümayunu getirildi. “Sen ki Kasım Paşasın. Babam, Allah emriyle vefat etti. Ben saltanat tahtına oturdum. Şehri sıkı zapt et, bir fesat olursa başın keserim” yazıyordu.
Kasım Paşa şaşırdı, “Padişahımızın hayatta babası yoktur. Maksat bizi imtihan mıdır?” diye bir tezkere yazıp kızlar ağasına yolladı. Bunun üzerine Kasım Paşa’yı tek başına arz odasına davet ettiler. Orada yeni padişah Sultan I. Ahmed’in oturduğunu gördü. Vaziyeti anladı. Yeri öperek dışarı çıktı.
Cenaze otağı
Padişahın naaşı, has oda arkasındaki mabeyn kapısından çıkartılır. Zülüflü baltacılar tarafından Hırka-i Saadet çeşmesi önüne kurulmuş olan sayeban (gölgelik, çadır, otağ) altına konur. Hükümdar cenazesi üzerine otağ kurmak eski bir Türk âdetidir. Osman Gazi’den Sultan II. Mahmud’a kadar tatbik edilmiştir.
Yeniçeri ağası ile sekbanbaşı naaşı ziyaret edip ocak adına kendisine son vedada bulunur. Naaş, Bâbüssaade önündeki tahtadan musallaya bırakılır. Dârüssaade ağası yazıcısı tarafından yıkanıp kefenlenir, hazırlanan tabuta konur. Elbiseleri ve çamaşırları kesilerek çıkarılır, bir sandığa konularak hazine dairesinde muhafaza edilir.
Padişahın vefatı, Ayasofya, Süleymaniye, Sultanahmed gibi selâtin camilerinden ve saraydaki Adalet Kulesi’nden sala verilerek ilan edilir. Yeni padişahın tahta çıktığı tellallar vasıtasıyla, ayrıca toplar atılarak duyurulur.
Sultan Abdülaziz’in cenazesi
Ters eyerli üç at
Vefat eden padişahın tabutunun üzerine konulan kavuğuna siyah sorguç takılır. Eski Türk adetinde asgari üç gün en fazla bir hafta matem (yas) tutulurdu. Müslümanlıkta bu tavsiye edilmediği için, Osmanlılarda ciddiyet tavrı takınılırdı. Herkes siyahlar giyinir, siyah sarık sarar. Atlarına çok düşkün Sultan IV. Murad’ın cenazesinde Padişah’ın üç atı ters eyerlenerek tabut önünde götürülmüştür.
Kanuni Sultan Süleyman vefat ettiği zaman devlet erkanının siyah elbiseler giyip siyah şallar sardığını Selânikî tarihi yazmaktadır. Selânikî bir padişah cenazesini en etraflı anlatan belki de ilk tarihçidir.
Hırka-ı Saadet dairesi önünde kılınan cenaze namazını şeyhülislam, mazereti varsa padişahın emriyle Rumeli kazaskeri veya hünkâr imamı kıldırır. Sultan Fatih’in namazını Şeyh Vefa kıldırmıştı. Yeni padişah üçüncü kapıdan girince karşıya gelen Arz Odası kapısı önünde durarak namaza katılır. Eski padişah yeni padişahın emrettiği yere alayla götürülüp defnedilir. Cenaze alayında saray mensuplarından yalnız kızlar ağası bulunur.
Padişahın dublörü
Kanuni Sultan Süleyman'ın kabri kazılırken
Seferde vefat eden Kanuni Sultan Süleyman’ın naaşı bozulmaması için gasledildikten sonra, misk ve anberle oğuldu. Sonra hususi tabibi Kaysunizade tarafından, bal, mürrüsafi, öd ağacı, kafuru ve gül suyundan mamul bir halita sürüldü. Bu yapılırken hünkâr imamı Derviş Efendi salevat getiriyordu.
Otağı hümayunda tabip ve ağalardan müteşekkil 12 kişilik bir cemaat cenaze namazını kıldı. Sonra Padişah muvakkat kabrine konuldu ki, şimdi buraya Türbek denilmektedir. Ama karnının yarılıp ahşasının (iç uzuvlarının) alınarak gömüldüğü doğru değildir. Türklerde tahnit (mumyalama) böyle yapılmaz.
Vefatı, askeri huzursuz etmemek için, eski bir Türk âdeti mucibince 50 güne yakın askerden saklandı. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, hemen Kütahya’daki veliaht Şehzade Selim’e ulak yolladı. Sonra Padişah’a çok benzeyen Hasodalı Bosnalı Hasan Ağa’ya velinimetinin elbiselerini kuşandırıp Padişah rolüne soktu. Kalenin fethini müteakip Hasan Ağa’yı Padişah’ın arabasına oturttu. Zaman zaman askere el salladı. Padişah zaten hasta olup, sefere arabayla geldiği için kimse şüphelenmedi.
Ulak 8 gün içinde haberi ulaştırdı. Şehzade Selim, Kütahya Ulucami’de hutbe okutup tahta çıktı. Sonra yola koyuldu. Belgrad’da cenaze alayına yetişti. Cenaze yeni padişahın otağı önüne konuldu. Velisi ilk namazda bulunmadığı için, cenaze namazı 25 bin kişilik bir cemaatle tekrar kılındı. Namazı Hâce-i Sultani Ataullah Efendi kıldırdı. İstanbul’da üçüncü defa namazını Şeyhülislam Ebussuud Efendi, bir rivayette Nakibüleşraf Muhterem Efendi kıldırdı. Velisi hazır bulunmayan cenazenin namazı tekrar edilebilir. Halkın heyecanı üzerine Şafiiyi takliden 3. defa kılınmıştır. Muhterem Efendi Şafii idi.
Haciz konulan cenaze
Sultan Vahideddin’in cenazesi
Sultan Abdülhamid’in, harbin buhranlı son zamanlarına denk gelen cenazesi çok kalabalık ve hüzünlü oldu. 11 Şubat 1918 tarihindeki cenaze merasiminde bulunan tarihçi Ahmed Refik olup bitenleri “Sultan Abdülhamid-i Sânî'nin Naaşı Önünde” serlevhalı yazısında hisli bir şekilde anlatmıştır.
Pencerelere çıkan kadınlar, “Bir kuruşa ekmek yediren, yirmi kuruşa kömür yaktıran padişahımız, bizi kimlere bırakıp da gidiyorsun!” diye ağlıyordu.
Bundan birkaç ay sonra vefat eden Sultan V. Mehmed Reşad’ın naaşını gören biraderi Sultan Vahîdeddin, “Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısaymış’” demiş, üstelik âdet hilafına kabre kadar cenaze alayına katılmıştır.
En hazin padişah cenazesi, Sultan Vahîdeddin’inkidir. 1926’da sürgünde vefat eden Padişah’ın tabutuna alacaklılarca haciz konmuş, cenaze günlerce sonra gemiyle Şam’a gönderilerek defnolunmuştur. Mübarek bir beldede, kalabalık bir Müslüman cemaatle gömülmesi en büyük teselli olmuştur.
“Sultan Abdülhamid-i Sânî'nin Naaşı Önünde”
Ahmed Refik’in Sultan II. Abdülhamid’in cenaze merasimini anlattığı yazıdan hülasa:
“Cenaze istimbotla getirildi. Baştan aşağı siyahlar giyinmiş bir kafilenin omuzları üzerinde beyaz bir çarşaf içinde, turuncu yeşil nakışlı siyah bir şala sarılı hâlde sedye ile götürüldü. Önde saray muhafızı, yanda iki sıra asker, etrafta enderun ağaları, saray erkânı, arkada Şehzâde Selim Efendi, damatlar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Hademeden biri, Padişah’ın fesini taşıyordu. Üzerine beyaz mendil örtülmüştü.
Sedye lale bahçesi önünden geçirildi. Hırka-i Saadetin yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar Mecidiye Kasrı’nda, cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı, içeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi.
Hacet penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. İki yeşil kerevet üzerinde serviden altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerine yatırılmıştı. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı hoca ellerinde lifler, misk sabunları ile naaşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu. Fildişinden câmid [cansız] bir cisim gibiydi. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu. Herkes huşu içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alametleri görülüyordu.
Sultan Abdülhamid’in cenazesi
Hırka-i Saadet Dairesi tarihî bir gün yaşıyordu. O gün vakayi [hadiseler] ile dolu uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar, Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Naaşa sıcak su döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlıklardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu. Etrafta hâşiâne [huşu içinde] bir sükûn sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasır üzerinde ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayakucunda, direğin yanında damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri naaşa matuf, müteessirâne ağlıyorlardı.
Nihayet naaşın yıkanması bitti, sarı işlemeli havlularla kurulandı. Tabut yere indirildi. Teneşir, tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in naaşı hürmetle tabuta indirildi. Kefen bağlandı, tabut kapandı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayak ucuna laciverte yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üste Kâbe örtüleri, kıymettar taşlarla süslü kemerler konuldu. Tabutun başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu.
Sultan Abdülhamid son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti, hatta vasiyet etmişti. Göğsüne ahidname duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destimali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi. Sultan Abdülhamid’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidname duası, yüzünde siyah Kâbe örtüsü, ak sakalı ebediyete doğru kapanmış gözleri ile Huzur-ı İlahi’ye gidiyordu.
Arzhane önünde bir ayak sesi işitildi. Damat paşalardan muhterem bir zat, müteessirâne adımlarla ilerledi. Hırka-i Saadet duvarının köşesinde melül ve mahzun durdu. Ellerini açtı, gözleri tabutta olduğu hâlde kısa bir dua etti, samimi bir hıçkırık, kubbelerde akisler bıraktı.
Saat dokuz... Hırka-i Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Ecnebiler bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar hürmetle istikbal ediliyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Veliahd-ı saltanat, şehzadeler, büyük üniformalarıyla gelmişlerdi. Şubat güneşi altında nişan, sırma, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu.
Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde, mehib [heybetli] ve muhteşem, dışarı çıktı. Erkan-ı devlet, zabitler Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısı önünde yüksek bir mevkiye konuldu. Hamidiye Camii’nin Kürsü Şeyhi, sırmalı yeşil esvabı, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı, etrafına bakınarak sordu: ‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’ Velveleli, hazin, müteessir bir ses, serviler arasından aksetti: ‘İyi biliriz!’ Kısa bir Fatiha bu merasime de nihayet verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Ahmed-i Sâlis Kütüphanesi’nin, Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti. Bâbüssaâde önüne geldi, cenaze namazı burada kılındı.
Alay burada tertip edilecekti. Şehzadeler, âyân, mebusan, erkân-ı devlet, sefirler, ümerâ, saray ağaları hep buraya toplanmışlardı. Arada sırada, teşrifat memurlarının, sırmalı kıyafetleriyle, ellerinde beyaz bir kâğıt: ‘Âyân, mebusan, ricâl-i ilmiye, ümerâ…’ diye çağırdıkları işitiliyordu. Nihayet alay tertip edildi. Servilerin önüne hademe-i şahane, zabitler dizilmişlerdi. Piyadeler, silâhlarını omuzlarına asmışlar, kemâl-i sükûnetle yürüyorlardı. Tabutu taşıyanlar, Enderun-ı Hümayun ağaları ve saray erkânıydı.
Tabut, Bâbüssaâde’den orta kapıya kadar, serviler arasından yavaş yavaş ilerledi. Orta kapıdan çıktı. Enderun ağaları salât okuyorlardı. Herkes tabutun arkasından hürmetle yürüyordu. Şâzeli dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arab makamı ile okudukları kelime-i tevhid, tekbirler ve naatlar arasında, aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Orta kapı ile Bab-ı Hümâyûn arası Alman zabitlerinin otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın Aya İrini kilisesi, son devrin askerî müzesi önünde, Mehterhane takımı, cesim (büyük) kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızı bayraklarıyla durmuşlardı.
Cenaze Bab-ı Hümâyûn’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesi’ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınlar ve çoluk çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Cenazeyi görenler müteessir oluyorlardı. Cenazeyi lâkaydane [umursuzca] seyredenler de vardı. Son bir hıçkırığı andıran Allah! Allah! nidalarıyla tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid Han, kabre indirildi.”
.
Eşkıyalar da paşa olur!
19 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :19 Mayıs 2025 01:45
A -
A +
* Eskiden suç işleyenler dağa çıkıp eşkıyalığa başlardı. Haklarında idam hükmü olduğu için, bunlara "fermanlı" denirdi. “Ferman padişahın, dağlar bizimdir” sözü meşhurdur. Bunları dağdan indirmek için hükûmetin enteresan bir usulü vardı...
Üç eşkıya bir arada... Yörük Osman, Cirit Mehmed, Dadıcı Musa
Haçova muharebesinin sıkışık zamanında bazıları harb meydanını terk ettiler (1596). Sonra sınıflarına göre bağlı bulundukları askerî ocaklardan kayıtları silindi ve bulundukları yerde idam edilmeleri hakkında ferman çıktı. Bunlar da Anadolu’ya geçtiler ve sağa sola dağıldılar. Yer yer isyan ederek ortalığı kasıp kavurmaya başladılar.
Silah kullanmaktan başka sanatları olmadığı için işi eşkıyalığa döktüler. Bundan istifade eden asıl eşkıya takımı da faaliyetlerini genişletip sürat verdi. Böylece Anadolu’da asayiş diye bir şey kalmadı. Bu hâl, hükûmeti epey uğraştırdı. Nihayet Kuyucu Murad Paşa adında doksanlık bir müdebbir vezir, kimsenin gözünün yaşına bakmadan isyanları bastırdı (1610).
Bunlara "Celali İsyanı" derler. Bu isim Yavuz Sultan Selim zamanında kabahati yüzünden tımarı elinden alınan ve bu sebeple dağa çıkan Bozoklu Celal’den gelir. Etrafına ekserisi Kızılbaş binlerce memnuniyetsiz ve saf güruh toplayan Celal 1519’da tepelenmiş, ama bu yolda gidenlere ismini vermiştir. Avrupa’da da benzeri bir hâl birkaç asır sürmüştür.
Ödüm patlayayazdı!
Bu eşkıyalar arasında büyük şöhrete erişmiş olanlar vardır. Birisi de Katırcıoğlu Mehmed’dir. Etrafında bin kişi toplayıp hükûmet kuvvetlerine kafa tutarak mıntıkasını haraca kesti. Kendi gibi bir eşkıya olan Haydaroğlu ile birleşti. 1648’de üzerine gönderilen Anadolu Beylerbeyi Ahmed Paşa’yı yendi. Esir alınıp serbest bırakılan Paşa’yı arkadan yetişip öldürdü.
Çetenin bir hükûmet ordusunu yenmesi şöhretini birdenbire arttırdı. Sağda solda bulunan küçük çeteler ve eli silah tutan serseriler koşup geldiler, çeteye katıldılar. Şimdi ikisinin emrinde binlerce kişi vardı. Afyon’u basıp yağmaladılar. Isparta’yı haraca kestiler.
Isparta Sancakbeyi Abaza Hasan Ağa gözü pekti. Eli silah tutan kim varsa toplayıp bir gece ansızın eşkıyaya baskın verdi. Gafil avlanan çetecilerin bir kısmı hemen öldürüldü. Sağ kalanlar sağa sola dağıldı. Haydaroğlu da kaçtı. Abaza Hasan Ağa, onu takip edip yakaladı, yaralı bir şekilde İstanbul’a gönderdi. Burada asıldı.
Katırcıoğlu yeni arkadaşlar buldu. İstanbul’a yürümeye kalktı. Bursa civarını yağmaladı. Ama bu yeni arkadaşı Gürcü Nebi de yakalanıp asılınca başına geleceklerden korktu. Eski bir yeniçeriyi aracı yapıp af mukabili teslim olmayı teklif etti. Sadrazam Kara Murad Paşa şefaati kabul etti. Padişah Katırcıoğlu’nu affetti.
O zaman 8 yaşında bulunan Sultan IV. Mehmed’in huzuruna çıkarıldı. “Katırcıoğlu dedikleri hınzır budur, af ricasıyla eşiğinize yüz sürmeye geldi” dediler. Katırcıoğlu sonradan, “Saadetli hünkârın karaca karaca gözlerini gördüğümde, ödüm patlayayazdı. Murad Paşa düş dedi, düştüm. Ama düş demese bile yere yıkılırdım. Hemen 'Allah hünkârın ömrünü uzun etsin' diyerek yeri öptüm” diye anlatmıştır.
Ne güzel dağlar!
Katırcıoğlu Beyşehir Sancakbeyi oldu. Buraya vekil olarak bir adamını gönderdi, İstanbul’da kaldı. Şen şakacı hazırcevap bir adamdı. Kısa zamanda çok sevilip meclislerde aranır oldu. Bir yıl sonra Girit’e serdar gönderildi. Kahramanlık ve yararlılık gösterdi. Vezir rütbesi aldı. Katırcıoğlu Mehmed Paşa oldu Adayı Osmanlılara karşı müdafaa eden Venedikliler kendisini Katacola diye anarlardı.
Katırcıoğlu daha sonra Anadolu Beylerbeyi oldu. 1668’de Kandiye muhasarası sırasında kahramanca harb ederken şehit düştü. Meşhur Gazi Ahmed Muhtar Paşa onun soyundandır.
Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa Girit’e geldiğinde birlikte at sırtında dolaşırken, Paşa, karşı dağları gösterdi. Onun eski bir eşkıya olup kervanları vurduğunu ima ederek, “Ne güzel beklenecek dağlardır” diye takıldı. Katırcıoğlu, meşhur hazırcevaplığı ile hemen karşılık verdi; “Evet iyi dağlardır. Ne çare ki kervan geçmez” dedi.
Şurası ibretliktir ki, Abaza Hasan Paşa sonradan kendisine haksızlık yapıldığı iddiasıyla ayaklanmış, bu sefer Katırcıoğlu Mehmed Paşa üzerine gönderilmiştir. Katırcıoğlu yenilmiş, Abaza Hasan Paşa da affedilerek Diyarbekir, sonra Haleb Beylerbeyi olmuştur.
Fakat affedilse bile içindeki şüphe ölmemişti. Köprülü Mehmed Paşa sadrazam olunca, kendisinden intikam alacağından korktu. Tekrar ayaklandı. Bağdad Muhafızı Murtaza Paşa’ya yenildi. Aman diledi, kabul olundu. Ancak Murtaza Paşa, onu ve yanındakileri idam ettirdi (1659).
Cumhuriyet devrinde nasıl paşalardan eşkıya çıktıysa, imparatorluk zamanında da memleketin iyiliği için eşkıyanın paşa yapıldığı vakidir. Bazen de hükûmete ayaklanan birine karşı eşkıyadan yardım istenir. Bolu beyinin isyanında Köroğlu hükûmetin yanında yer almıştır.
Huylu huyundan vazgeçmez mi?
Abaza Mehmed Paşa, vaktiyle Haleb valisi Canboladoğlu’nun hazinedarı idi. Canboladoğlu ayaklanıp Celaliler safına girince, Abaza da onunla beraber hareket etti. Kuyucu Murad Paşa’ya yenilip esir oldu. Yeniçeri Ağası Halil Paşa buna aman verdi. Devlet hizmetinde yükseldi. Silahtar, Erzurum ve Haleb beylerbeyi oldu.
Sultan Genç Osman tahttan indirilip öldürülünce, Abaza fıtratına uyarak harekete geçti, Yeniçerileri düşman belleyip ayaklandı. Sonra İstanbul’a yürüdü. Erzurum’da mağlup oldu. İstanbul’a getirildi. İdamı beklenirken Sultan IV. Murad zekâ ve cesaretini beğendi. Ağabeyine sadakatinden dolayı affetti. Bosna Beylerbeyliği yaptı. Lehistan’a sefer edip düşmanı mağlup etti.
Padişah’ın çok yakınına girdiyse de hakkındaki şüpheleri bertaraf edemedi. Padişahın huzuruna silahla giriyor, laubali davranıyordu. Kızıl Yumurta (Paskalya) gününde Rumlarla Ermeniler arasındaki bir ihtilafta Ermenileri tuttu. Saf biriymiş ki, bunlardan hediye aldığını padişahtan saklamadı. Bunun üzerine idam edildi (1639). Güzel giyinirdi. Kendine has hafif giyim tarzı Abaza kesimi diye moda olmuştu.
Ferman padişahın dağlar bizimdir
Devlet, cemiyette herkes birbirini yemesin diye kurulmuş bir otoritedir. Bazen insanlar çeşitli sebeplerle bu otoriteyi tanımaz ve karşı çıkar. Bunun için de bir güç sahibi olmak icap eder. Her Müslümana asilerle mücadele eden hükûmete yardım etmek vecibedir. Asilere yardım etmek günahtır. Evvelki hukukumuzda iki çeşit isyan vardır.
Biri yol kesmedir ki, kat-ı tarik veya hırabe yahut şekavet derler. Bunu yapan şaki’dir ki çokluk hâli eşkıyadır. Mal almak için şehirler arası yollarda yol kesmektir. Cezası, âyet-i kerime mucibince, asılarak idamdır. Yakalanmadan teslim olursa bu cezadan kurtulur. Aldığı malları öder. Cana kastetmişse cezasını görür. Osmanlı tarihindeki Celali isyanları bu kabildendir.
İkincisi bağydir. Huruç ales-sultan da derler. Kendince meşru bir sebebe istinaden meşru hükûmete ayaklanmaktır. Failine bâgi denir. Evvela dertleri sorulur. Bir mesele varsa çözülür. Kur’ân-ı kerim bunlarla mücadele edip itaate getirmeyi emreder.
Yakalanmadan teslim olurlarsa cezadan kurtulurlar. Bu, yakalamak için zahmet çekmekten avantajlıdır. Yakalandıktan sonra affedip cezalandırmak halifeye kalmıştır. Hazret-i Ali’ye ayaklanan Hariciler böyledir. Osmanlılarda şehzade ayaklanmaları da buna misaldir. İstanbul, Ankara hareketini böyle görmüş, bunun için fetva çıkarmıştı.
Eşkıyanın ekserisi, habasetleri yüzünden değil, askerî ve mali sebeplerle hükûmet otoritesiyle ters düşen, ceza almamak için dağa çıkan, geçinebilmek için de sağı solu soymak mecburiyetinde kalan kişilerdir. Bunların içinde kurbanlarına karşı mertçe davrananlar vardır. Bazısı ise gaddarlıkla aynileşmişti.
Son zamanlarda asker kaçakları ile kız kaçırma gibi basit sebeplerle suçlu vaziyete düşenler da dağa çıkarlardı. Kendileri gibi olanlarla çete kurar, ağlarına düşürdüklerini de suça alıştırıp kendilerine mecbur ederlerdi. Daha ziyade dağlarda yaşar, derbent (boğaz) mevkilerinde kervanları, yolcuları soyarlardı. Köyleri basıp nevale düzerlerdi. Haklarında idam hükmü olduğu için, bunlara "fermanlı" denirdi. "Ferman padişahın, dağlar bizimdir" sözü meşhurdur.
Polisin iyisi
Vaktiyle İstanbul’da Sarraf Niyazi adında bir kabadayı vardı. Aksaray’da Onikiler çetesinin kahvehanesine takılırdı. Kabadayılar vurducu kırdıcı adamlardı. Suçlarını, adliyeye intikal etmeden kendi aralarında örtbas ederlerdi. Kendilerine göre bir haysiyetleri de vardı. 1909’da Adalar’da emniyeti temin için zamanın polis müdürü Giritli Kemal Bey, Sarraf Niyazi’yi başkomiser tayin etti. Sarraf Niyazi Adalar’ı muma çevirdi. Belki de bundan dolayı, eskiden, polisin iyisi kabadayıdan olur derlerdi. Zira suçluların bütün tertiplerini bilirdi.
(Karen Barkey'nin Eşkıyalar ve Devlet tavsiye edilebilir.)
Türkiye’de ilk Kur’ân mealini bir Hristiyan yazmıştır!..
26 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :26 Mayıs 2025 01:35
A -
A +
* Osmanlılar Kur’ân-ı kerim mealine itibar etmemişti. Ta ki İttihatçı iktidarında Hristiyan bir Arap ortaya çıkana kadar...
Kazimirski Kur’ân Tercümesi - Kitabın yazarı Mahomed
Osmanlı Türkleri Kur’ân-ı kerimi bir hayat düsturu kabul edip, onun ahlakı ile ahlaklanmayı esas tutukları hâlde, hiçbir zaman tercüme etmeye kalkışmadılar. Kur’ânın Türkçeye tercümesi/meali İttihatçıların "dinde reform" faaliyetlerinin bir mahsulüdür.
Sultan II. Abdülhamid anlatıyor:
“Kur’ân-ı azimüşşanın tercümesi nasıl olur? Bu kadar tefsirleri vardır, tercümeye ne hacet! Hem caiz de değildir. Mesela elif-lam-mim nasıl tercüme edilecek? Âyetteki meâni [manalar] tercüme edilemez. Harfiyen tercüme edilse mana kaybolur. Her âyet kendisinden evvel nazil olmuş bir âyeti izah eder, ima eder. Bence böyle şeylere teşebbüs iyi değildir.
Bir zaman bir müfsit hoca, bir İngilizle beraber Beşiktaş’ta bir evde Kur’ânı istediği gibi uydurarak tercüme ediyormuş. O zaman zabtiye nazırı Hafız Paşa idi. Haber alır, evi basar, hocayı ve tercüme ettiği kitabı yakalar. Bundan bir mesele çıkar. İngiltere sefiri müdahale eder, hükûmete bir protesto gönderir. Sefir benim pek ahbabımdı. Gayriresmî olarak geldi, vaziyeti anlattı.
Ben de dedim ki, Hafız Paşa vazifesini yapmış. Bir hoca bizim dinimizin cevaz vermediği bir şeye cüret etmiş. Hocayı şeyhülislam kapısına teslim etmişler. Muhakeme olur. Dinen bir cürmü tebeyyün etmezse affolur. Buna ben halife olmam hasebiyle bir şey yapamam.” (Âtıf Hüseyin Bey’in Hatıratı, 248-249)
Elmalılı ve Akif
İlk Kur’ân tercümesi/meali İttihatçılar zamanında 1914’te İbrahim Hilmi tarafından neşredildi. Bu tercüme Lübnanlı Hristiyan Arap Zeki Megâmiz’e aitti. Bu sebeple ismi gizli tutulmuştu.
Cumhuriyet devrinde rejimin de teşvikiyle Kenzü’l-Menam isimli rüya tabirnamesinin müellifi Seyyid Süleyman, lügatçı Şeyh Muhsin Fani (Hüseyin Kazım Kadri) ve emekli asker Cemil Sait Dikel birer Kur’ân tercümesi neşretti. Hepsi 1924’te basılan bu üç kitap o kadar hatalıydı ki, Diyanet İşleri Reisliği, okunmamaları için Müslümanları ikaz etti.
Üstelik ne dinî ne de Arabî bilgisi bulunan Cemil Sait’in tercümesi, Kazimirski’nin Fransızca tercümesinden yapılmıştı. Bu tercümeyi reisicumhura takdim etmiş, o da dikkatle okuyarak üzerine notlar almıştır.
Daha sonra 1925’te reisicumhurun arzusu üzerine şiir diliyle yazılmış Türkçe bir meal için dinî bilgisi olmayan şair Akif ile anlaşıldı. Tefsir de Elmalılı Hamdi’ye ihale edildi. Her birine Diyanet bütçesinden 12 biner lira ücret verildi. İkisinin de müşterek ciheti Sultan Abdülhamid muhalifliğidir.
Akif avansı aldığı hâlde, tercümeyi bitiremedi. Namazda okunacağını işittiği için vazgeçtiğini söylerlerse de doğru değildir, yazdıklarını beğenemediğini mektuplarında yazmaktadır. Böylece meal işi de Elmalılı’ya kaldı. "Hak Dini Kur’ân Dili" isimli mealli tefsir 1935’te basıldı. Reisicumhurun parasını cebinden verip Kur’ân tefsiri bastırdığı sözünün aslı budur.
C. Sait Dikel
"Arap oğlunun yaveleri!"
Kâzım Karabekir anlatıyor: “14 Ağustos 1923 akşamı Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde M. Kemal Paşa da Kur’ânı Türkçeye aynen tercüme arzusunu ortaya attı. Birtakım züppelerin kendisini bu yola sürüklediğini fark ettim. Bu tehlikeyi önlemek için, içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere de hakkıyla vâkıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi, yapmak muvafıktır, ona göre hareket edilmelidir, dedim. Şöyle cevap verdi: Evet, Karabekir, Arap oğlunun yâvelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’ânı Türkçeye çevirttireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler.” (Paşaların Kavgası, 160-161)
Reisicumhur, 30 Kasım 1929’da Vossische Zeitung muhabirine verdiği mülakatta şöyle demiştir: “Son olarak Kur’ân’ın tercüme edilmesini emrettim. İlk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekerrür etmekte [tekrarlanmakta] bulunan bir şeyin mevcut olduğunu ve din ricalinin [adamlarının] derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işleri olmadığını bilsinler.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III/124-125)
Ankara’daki Amerikan sefiri Charles Scherrill kendisiyle yaptığı mülakata dair 17 Mart 1933 tarihli raporunda şöyle anlatıyor: “Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça surelerin gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kur’ân’dan alınan bir Arapça bölüm (Tebbet suresi) okudu. Burada Hazreti Muhammed amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder. ‘Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dinî ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de gitgide Kur’ân’ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kur’ân’ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum.”
Hâlbuki bu görünüşteki tutarsızlık, meal/tercümeye aittir. Arapçaya ve ilme vâkıf kimseler Kur’ân okuduklarında böyle bir hisse kapılmazlar.
Zeki Megâmiz
Bu bir hezeyandır!
Hafız Sadeddin Kaynak anlatıyor: “Sarayda, ibadet dilinin Türkçeye çevrilmesi faaliyetleri sırasında reisicumhur bana Nisa suresinden bir âyet okuttu. ‘İki hemşireyi nikâh etmeyiniz. Bir emrivaki olmuş ise Allah gafur ve rahimdir’ diye tercüme edilmişti. ‘Konya’ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al sonra da bir emrivaki oldu, Allah gafur ve rahimdir de ha! Bu bir hezeyandır!’ dedi. Bunun üzerine herkes derin bir sükûta ve acı bir korkuya düştü.
Ben ayağa kalkarak: ‘Burası yanlış tercüme edilmiştir. Âyetin asıl tercümesi şöyledir: İki hemşireyi bir zamanda nikâhınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan yahut öldükten sonra ötekini alınız. Kur’ân’ın nüzulünden, yani İslamiyetten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır. Bunlardan dolayı Cenab-ı Hak sizleri muhatap tutmaz’ diye izah ettim. İzahatımı sonuna kadar alaka ile dinledi ve hiçbir şey söylemedi. ‘Bu gece bu kadarla iktifa edelim, musiki faslına geçelim’ dedi. Ertesi gece, ‘Senin dediğin doğru imiş. Tercüme yanlışmış. Sahih bir tercüme elde edinceye kadar bu işi bırakalım’ dedi.
Bu tercüme Cemil Sait’in Kazimirski’den tercümesi idi. Her ne kadar önsözünde ‘Kur’ânı gerek Arapçasından, gerek çeşitli Türkçe tefsirlerden araştırarak aynen tercüme ve Türkçe şivesiyle manasının harfiyyen muhafazasına gayret eyledim. Vazifem Arapçayı aynen Türkçe olarak bildirmekten ibarettir’ diyorsa da doğru değildir. Âyetteki ‘eskiden olanlar müstesna’ ifadesi, Fransızca tercümesinde fait accompli diye geçiyor ki, emrivaki (oldu bitti) demektir. Emrivaki, Türkçede istemeden, kazara demektir.”